T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TEMEL İSLAM BİLİMLERİ (TEFSİR) ANABİLİM DALI KUR’AN’A GÖRE İNSANIN PSİKO-SOSYAL AÇIDAN DEĞERLENDİRİLMESİ Yüksek Lisans Tezi Resul Ertuğrul 00912735 Ankara 2004 T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TEMEL İSLAM BİLİMLERİ (TEFSİR) ANABİLİM DALI KUR’AN’A GÖRE İNSANIN PSİKO-SOSYAL AÇIDAN DEĞERLENDİRİLMESİ Yüksek Lisans Tezi Resul Ertuğrul 00912735 Tez Danışmanı Prof. Dr. Şevki Saka Ankara 2004 T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TEMEL İSLAM BİLİMLERİ (TEFSİR) ANABİLİM DALI KUR’AN’A GÖRE İNSANIN PSİKO-SOSYAL AÇIDAN DEĞERLENDİRİLMESİ Yüksek Lisans Tezi Tez Danışmanı: Prof. Dr. Şevki Saka Tez Jürisi üyeleri Adı soyadı ......Prof. Dr. Şevki Saka.................. ….….………... …………………… …..Prof. Dr. İdris Şengül……..….. ……………………………………. .….Prof. Dr. Mehmet Akkuş……… ……………………………………. Tez Sınavı Tarihi…22 / 09 / 2004 İmzası ………………………….. ………………………….. ………………………….. ………………………….. …………………………. ………………………….. ÖNSÖZ İnsanı yaratan ve en iyi şekilde tanıyan Allah’ın, insanlığa gönderdiği ilahi hitapların son halkası olan Kur’an-ı Kerim, ilahi bir kitap olması münasebetiyle getirdiği esaslar, dikkat çektiği hususlar her yönüyle büyük önem arz eder. Bu münasebetle, Kur’an’ın muhatabı ve temel konusu olan insanı daha iyi tanıma ve onun ruhsal dinginliğini gerçekleştirme, insanın yaratıcısı olan ve onun doğası ile oluşumundaki gizlilikleri en iyi bilen Allah’ın Kelamından çıkaracağımız insana ait realitelerle mümkün olabilir. Allah, insanı en güzel şekilde yaratıp diğer yaratıklardan üstün seviyeye çıkacağı bir takım meziyetlerle donatmış, tabiattaki dengeleri ve toplumlarda adaleti gözetsin, yeryüzünü imar etsin ve iyilikleri hâkim kılsın diye halifesi yapmıştır. Kâinatı insanın hizmetine sunarak kâinata ve kendi nefsine bakıp, bunlardaki Allah’ın varlığının delillerini görmesini ve Allah’a gereğince şükretmesini istemiştir. Biz de bu tezimizde bu denli önemli olan insan konusuna, insanın psikolojik ve sosyal yönüne Kur’an’ın bakışını ele almayı uygun bulduk. Tezimiz giriş ve üç bölümden oluşmaktadır. Giriş bölümünde araştırmanın önemini, amacını, metodunu ve kaynaklarını açıkladık. Birinci bölümde Kur’an’ın insana bakışını anlamaya katkısı olacağından dolayı, genel olarak insan kavramını, Kur’an’da insan kelimesiyle alakalı kelimeleri, insanın yaratılışını ve özelliklerini ele aldık. İkinci bölümde Kur’an’da insanın psikolojik yönünü ele alıp insanın tabiatı, karakter özellikleri, olumlu ve olumsuz nitelikleri, Kur’an’ın insanı psikolojik olarak olgunlaştıran prensipleri üzerinde durduk. Üçüncü bölümde ise Kur’an’da insanın sosyolojik yönünü ele alarak Kur’an’da toplumsal düzen, aile hayatı, cemiyet içindeki guruplar, başka toplumlarla ilişkiler ve Kur’an’ın öngördüğü toplumun özelliklerini inceledik. Bu çalışmamız bir psikoloji ve sosyoloji eseri olmayıp asıl amacımız Kur’an’ın konuya bakışını ortaya koymak olduğundan psikoloji ve sosyolojinin tüm konuları ele alınmayıp bu disiplinlerin verilerinden konumuzla alakası nispetinde yararlanılmıştır. Bu çalışma esnasında yardımlarını esirgemeyen değerli hocam Sayın Prof. Dr. Şevki Saka’ya ve arkadaşlarıma, ayrıca bana destek olan eşime teşekkürlerimi arz ederim. GİRİŞ 1. ARAŞTIRMANIN ÖNEMİ İnsanlara yol göstermek için gönderilen Kur’an, insanın yaratıcısı ile insanın insanlarla ve insanın eşya ile olan ilişkilerini ele alan ve bu konularda insanlara yol gösteren temel ilkeleri ihtiva etmektedir. Kur’an’ın ilahi bir kitap olması münasebetiyle getirdiği esaslar, dikkat çektiği hususlar her yönüyle büyük önem arz etmektedir. Kur’an’ın muhatabı ve temel konusu olan insanı daha iyi tanıma ve onun ruhsal dinginliğini gerçekleştirme, insanın yaratıcısı olan ve onun doğası ile oluşumundaki gizlilikleri en iyi bilen Allah’ın Kelamından çıkaracağımız insana ait realitelerle mümkün olabilir. Yeni yeni disipline olmuş ancak yararı ve önemi dolayısıyla büyük bir hızla gelişen psikoloji ve sosyolojinin ortaya koyduğu verilerden istifade ederek Kur’an’ın insan ve davranışları, toplumsal gerçeklikle ilgili ayetleri üzerinde verimli bir çalışma yapmak son derece önemlidir. Böyle bir çalışmanın Kur’ânî hitapların arka planını anlamada ve insanı tanımlamada büyük oranda yardımcı olacağı şüphesizdir. 1 İnsanın araştırma ve ilmin öncelikli konularından biri haline getirilmesi Kur’an’ın anlaşılmasında oldukça önemli bir katkı sağlayacağı gibi Kur’an’ın bu konudaki işaret ve verilerinin anlaşılması da psikolojinin ve sosyolojinin yeniden inşa edilmesinde önemli bir boyut sunacaktır. 2 Kur’an insan doğasını açıklayan birçok ayet içermektedir. Bunlar nefsin çeşitli durumlarını nitelemekte, sapma ve hastalığının temel nedenlerini, arınma, terbiye ve tedavi yollarını izah etmekte ve böylece insanın hidayetini, terbiye ve eğitimini hedeflemektedir. 3 Kur’an, insanı hem nefsindeki sırları ve psikolojik gerçekleri, hem çevresinde bulunan kâinattaki sırları hem de tarihi toplumsal gerçekleri, önceki milletlerin durumunu araştırıp öğrenmeyi teşvik eder. Biz de gücümüz nispetinde insanın mahiyetini ve toplumsal gerçekleri bildiğimiz zaman insanın ruhî gerçekleriyle uyuşan, onunla asla çatışıp çelişkiye düşmeyen bir düşünce sistemi kurmamız mümkün olur ve ancak böylece insan nesillerini Allah’ın yarattığı en doğru fıtrat ile yetiştirme imkânı elde edebiliriz. Kur’an, bir psikoloji, sosyoloji ve tarih kitabı değildir. Psikolojik ve sosyolojik olgular sistematik bir biçimde Kur’an’da yer almazlar. O’nun asıl amacı ruhları eğitip yetiştirmek olup psikolojik ve sosyolojik nazariyeler, veriler ortaya koymak değildir. Yalnız Kur’an, insan ve toplumlar hakkındaki hakikatleri tahlil, tasvir ve değerlendirmeleri içermektedir. Özgün ifadeleriyle ustaca insanı tanımlayan, insan ve toplumlar için külli ilkeler içeren Kur’an’ın insana bakışını ortaya koymak büyük önem arz etmektedir. Konunun önemi ve bu alanda yeterince çalışma yapılmaması bizi bu konuda araştırma yapmaya sevk etmiştir. 2. ARAŞTIRMANIN AMACI Bizim ömrümüz, insanı tanımaya yetmez, yetmeyecektir. Çünkü insan hayatı olmuş bitmiş bir şey değil; olmakta olan, sürekli neşvünema bulan bir keyfiyetler bütünüdür. Eşyaya ait ilimler, yani pozitif bilim, tavrı ve metotları bakımından insanı anlamaya müsait en azından yeterli değildir. İlimde analiz esastır. O, ölçülebilirlik ve kesinlik ister. Oysaki insanda ölçülemeyen pek çok alanlar vardır. İnsanı insan yapan da bu ikinci kısım değerlerdir. 4 İşte bu noktada insanı en iyi tanıtan Kur’an’a müracaat etmemiz gerekir. Zira insanı yaratan Allah olduğu için insanın sırlarını, özelliklerini, karakterini, olumlu ve olumsuz niteliklerini en iyi bilen de yine O’dur. Kur’an, gerek fert olarak, gerekse cemiyet olarak insandan bahseder, insana hitap eder. Böylece Kur’an, kişiliğini kazanması, şahsiyetini geliştirmesi, dünya ve ahiret saadetini elde edebilmesi için insanın en iyi bir şekilde tanınmasını ve eğitilmesini öngörür. Zira insan tek boyutlu bir varlık değil, akıl, ruh ve bedenden oluşan, büyük sorumluluk taşıyan, çeşitli istek, arzu ve eğilimleri olan çok yönlü bir varlıktır. Bunun için Kur’an, kompleks bir varlık olan insanı ön plana almakta ve öncelikle onun tanınmasını istemektedir. 1 Aydın, Hayati, Kur’an’da Psikolojik İkna, Timaş Y., İstanbul, 2001, s. 20. Erdoğan, Recep, Kur’an ve İnsan Psikolojisi, İlkadım Y. 1.Bsk., Ankara,1998, s. 9. 3 Necati, M. Osman, Kur’an ve Psikoloji, Trc. Hayati Aydın, Fecr Y. 1.Bsk., Ankara,1998, s. 16. 4 Öztürk, Yaşar Nuri, İslam Düşüncesinde Din ve Fıtrat, Yeni Boyut, 2.Bsk. İstanbul, 1992, s.247-249. 2 Bu çalışmamızda insanı yalnız bir açıdan değil, onu daha iyi değerlendire-bilmemiz için hem psikolojik hem de sosyolojik açıdan ele almayı uygun bulduk. Bu tezin temel amacı da, Kur’an’da insan konusuna bütüncül bir yaklaşım sergileyerek İlahî Kitabın ana konusu olan insanın Kur’an’daki psikolojik ve sosyolojik yönünü, O’nun insana ve topluma bakışını ortaya koyarak insanın tanınmasına ve İlahî Kitabın daha iyi anlaşılmasına bir nebze de olsa katkıda bulunmaktır. 3. ARAŞTIRMANIN YÖNTEMİ Konuyu araştırırken Kur’an-ı Kerim’in insanın psikolojik yönü, insanın tabiatı ve karakter özellikleriyle ilgili ayetleri yanında insanın sosyolojik yönü yani toplumla ilgili ayetlerini ele alıp Kur’an’ın insanın psikolojik yönünü geliştiren ne gibi prensipleri olduğunu ve nasıl bir toplum tipi önerdiğini Kur’an’ın hedefleri doğrultusunda ve O’nun bütünlüğü içinde tahlil etmeye çalıştık. İlahi kitap olan Kur’an’ın kavramlarıyla psikoloji ve sosyolojinin kavramları birebir örtüşmemekte-dir. Zira her bilim dalı insanı kendi bakış açısına göre ele almakta ve tanımlamak-tadır. Kur’ânî kavramlarda, ahlakî bir boyutun varlığı görülmektedir. Bizim de asıl hedefimiz Kur’an’ın konuya bakışını ortaya koymak olduğundan konu başlıklarının seçiminde ve konunun sunumunda özellikle Kur’an’ın kavramlarını kullandık. Aynı şekilde Kur’an’ın insan ve toplum konusuna bakışı ile psikoloji ve sosyolojinin bakışları arasıda fark bulunduğundan biz daha ziyade Kur’an’ın bakışını dikkate alarak ahlaksal çıkarımlarda da bulunduk ve Kur’an’ın bakışını yansıtmaya çalıştık. Kur’an, insanı ve toplumu ahlaken olgunlaştırmak, eğitmek için gönderilmiş ilâhî bir kitaptır. Bunun için bir takım prensipler koymuş ve bunlara uyulmasını istemiştir. Bu açıdan Kur’an, normatiftir, kural koyucudur. Psikoloji ve sosyoloji ise normatif bir bilim değil betimleyici bir özelliğe sahiptirler. Sosyoloji, gözlem ve karşılaştırma üzerine kuruludur. 5 Tecrübelerden topladığı bilgi ve verileri karşılaştıran, bölümleyen ve yorumlayan bir bilim dalıdır. 6 Psikolojinin konusunun insanın ruhî yaşayışı ve davranışları olması, 7 sosyolojinin konusunun ise toplum ve toplumsal olaylar olması 8 ve Kur’an’ın da hem insanı hem de toplumu ele alıp onlara hitap etmesi itibariyle konuları açısından Kur’an ile benzerlik arz etmelerine rağmen insanı ve toplumu ele alışları ve bunlara bakış açısı itibariyle farklılık arz etmektedirler. Kur’an, insanı bir bütün olarak ele alır ve ona bir bütün olarak hitap eder. İnsanı bilimlerin yaptığı gibi değişik yönleriyle sistematik olarak ele almaz. 4. ARAŞTIRMANIN KAYNAKLARI Çalışmamızın isminden de anlaşılacağı gibi araştırmamız esnasında asıl kaynak Kur’an-ı Kerim olup konumuzla ilgili makale, tez ve muhtelif eserlerin yanı sıra tefsirlerden yararlanmaya çalıştık. Ayrıca konumuzun Psikoloji ve Sosyoloji ile ilgisinden dolayı, Psikoloji, Sosyoloji, Din Psikolojisi, Din Sosyolojisi ile ilgili çalışmalardan da konumuzla alakası nispetinde yararlanmaya 5 Bk. Sezen, Yümni, İslam Sosyolojisine Giriş, Turan Kültür Vakfı, İstanbul, 1994, s. 20. Taplamacıoğlu, Mehmet, Din Sosyolojisi, 2. Bsk, AÜİF Y., Ankara, 1975, s. 18. 7 Psikoloji, ruh ve beden bütünü içerisinde, tarihî ve sosyo-kültürel gerçeklik düzeyinde bir varoluşa sahip bulunan somut insanı ele alır. Hökelekli, Hayati, Din Psikolojisi, TDVY., Ankara, 1996, s. 2. 8 Bk. Topçu, Nurettin, Sosyoloji, Haz. Ezel Erverdi-İsmail Kara, Dergah Y., 1.Bsk., İstanbul, 2001, s. 24; Yanardağ, Alaaddin, “Sosyoloji Yazıları”, Diyanet Aylık Dergi, Eylül 2002, S. 141, s. 50. 6 çalıştık. Bunun yanında ahlakı ilgilendiren alanlarda da İslam ahlakı ile ilgili kitaplara başvurduk. Yalnız asıl amacımız Kur’an’ın konuya bakışını ele almak olmuştur. Psikoloji ve sosyolojinin yeni bir bilim dalı olması ve eski âlimlerin de bunları yeterince bilmemeleri ve böylesine bir konulu tefsir çalışması yapmamaları dolayısıyla Kur’an’dan sonra klasik tefsirlerden ziyade bu hususta günümüzde özellikle İslam âleminde yazılan çeşitli eserler ön planda tutulmuştur. Ancak araştırmamız tefsir alanında yapılan bir çalışma olması ve tefsirlerin Kur’an’ın anlaşılmasına katkısı dolayısıyla klasik tefsirlerden ve günümüz tefsirlerinden yararlanmayı da ihmal etmedik. Bu kaynakların yanı sıra konuyla ilgili önemli gördüğümüz sahih hadislerden de yararlandık. Zira hadislerde de Kur’an’da olduğu gibi insanın tabiatı, karakteri, eğilim ve tutumları, toplumların ahlakî yapısı ve eğitimi konusunda önemli bilgiler, yol göstermeler bulunmaktadır. Hz. Peygamber bir peygamber ve rehber olması dolayısıyla insanı ve toplumu en güzel şekilde tahlil etmiş ve onların ruhî hastalıklarının tedavisi konusunda önemli yol göstermelerde bulunmuştur. Konumuzla ilgili İslam âleminde yapılan iki önemli çalışma bulunmaktadır. Bunlar, Muhammed Kutub’un “İnsan Psikolojisi Üzerine Etüdler” ve M. Osman Necati’nin “Kur’an ve Psikoloji” adında Türkçemize kazandırılan eserleridir. Bunlar Psikoloji’nin verileri ile Kur’an’ı güzel bir şekilde karşılaştırmışlardır. Türkiye’de yapılan çalışmalardan Recep Erdoğan Bey, “Kur’an ve İnsan Psikolojisi” adlı eserinde Kur’an’ın insan psikolojisine bakışını daha çok Kelam disiplini açısından ele almıştır. Diğer bir çalışma Abdurrahman Kasapoğlu’na ait “Kur’an’da İnsan Psikolojisi” adlı çalışmadır. Burada Kur’an’ın insan psikolojisine ilişkin konuları kısaca ve sınırlı olarak ele alınmıştır. Diğer bir çalışma da Hayati Aydın Bey’in “Kur’an’da İnsan Psikolojisi” adlı eseridir. Bu eserde de insanın biyolojik, psikolojik ve sosyal zaafları incelenmiştir. Bunların yanında Şerafeddin Gölcük ve Celal Kırca Beylerin “Kur’an ve İnsan” adında ayrı ayrı çalışmaları bulunmaktadır. BİRİNCİ BÖLÜM GENEL OLARAK İNSAN KAVRAMI A. İNSAN KAVRAMININ TANIMI 1. İnsan Kelimesinin Sözlük Anlamları İnsan kelimesinin kökü konusunda çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. İbn Manzûr (Ö: 711/1311)’un ifadesine göre insan kelimesinin aslı insiyândır. Çünkü Araplar bu kelimenin ism-i tasğîrini üneysiyân şeklinde kullanırlar. Ancak insanlar insiyân kelimesini konuşmalarında çok kullandıklarından ya harfini hazfetmişlerdir. İbn Sayyâd’ın rivayet ettiği bir hadiste de bu kullanım vardır. 9 Cevheri (394/1003)’ye göre insan kelimesinin kökü fu‘lân veznindendir. Ya harfi eklenerek ism-i tasğir yapılmıştır. 10 Bir görüşe göre insan kelimesi insden türeyen fi‘liyân babındaki insiyândan gelmektedir. Bir başka görüşe göre ise unutmak manasındaki nesiye fiilinden if‘ilân babında insiyândan gelmektedir. 11 Sonuçta bu görüşlerin birleştiği ortak nokta, insiyân kelimesidir. Bazı âlimlere göre ise insan kelimesinin kökü el-ünâstır. Bunun kökü de ünâstır. Hemze burada asıldır. 12 Genelde insan kelimesinin üns yahut nesy köklerinden türediği ileri sürülmüştür. 13 Üns sevgisizliğin, yalnızlığın 14 ve ürkmek anlamındaki nüfûr mastarının karşıtıdır. 15 Alışmak, uyum 9 İbn Manzûr, Ebu’l-Fadl Cemâlüddîn Muhammed b. Mükerrem el-Mısrî, Lisânü’l-‘Arab (e-n-s md.), Beyrut, 1970, I, 80. 10 Cevherî, İsmail b. Hammad, es-Sıhâh Tâcu’l-Luğa ve Sıhâhi’l-‘Arabiyye (e-n-s md.), Thk.: Ahmet Abdulğaffâr Attâr, 3.Bsk., Dâru’l-İlmi’l-Melâyîn, Beyrut , 1984, III, 905; İbn Manzûr, a.y. 11 İbn Manzûr, I, 80. 12 Cevherî, a.g.e., III, 905; İbn Manzûr,a.y.. 13 Bk. el-İsfehânî, Râğıb, Müfredât-ü Elfâzi’l-Kur’ân (e.n.s md.), Thk. Safvân Adnan Dâvûdî, Dâru’lKalem, Dımeşk, 1997, s. 94; İbn Manzûr ,a.y.; Ünal, Ali, Kur’an’da Temel Kavramlar, Pınar Y., İstanbul, 1986, s. 267; TDVİA (İnsan md.), TDV Y., İstanbul, 2000, XXII, 321. 14 Cevherî, a.g.e., III, 909; İbn Manzûr,a.y.; Fîruzâbâdî, Mecdüddîn Muhammed ibn Ya‘kûb, elKâmûsu’l-Muhît, el-Müessesetü’l-Arabî, Beyrut, ts., (e-n-s md.), s. 205. 15 İsfehânî, a.g.e., s. 94. sağlamak, 16 ünsiyet, yakınlık 17 anlamlarına gelmektedir. Bu yakınlık, yaklaşma duygusu bir yandan hemcinsleriyle bir arada yaşama durumunda olan insanın diğer insanlara ve dış dünyaya karşı yakınlığını, diğer yandan Allah’a bütün varlıkların üstünde olan yakınlığını ifade eder. İnsan bu iki ünsiyeti kuran ve en iyi biçimde sürdürebilen belki de tek varlıktır. 18 İnsan kelimesinin unutmak manasındaki nesy fiilinden if‘ılân babında insiyân’dan bozularak geldiğini söyleyenlerin delili, İbn Abbas (68/687)’a nispet edilen, “İnsandan söz alınıp bu sözünü unutması sebebiyle insan olarak isimlendirildi.” 19 şeklindeki rivayete dayanır. Kur’an’da Âdem’in verilen ahdi unuttuğu belirtilir. 20 Gerçekten de insan, çok unutan, unutmaması gereken çok şeyi unutan bir varlık olarak da dikkat çeker. Bu unutma veya gaflet, insan hayatında bazen kayıplara, bazen de mutlu ve erdirici gelişmelere kaynaklık eder. 21 Fakat İbn Miskeveyh, Tehzîbü’l-Ahlâk adlı eserinde bu görüşü reddeder. Ona göre insan, tabiatı gereği zariftir. Vahşi ve kindar değildir. İnsan ismi nisyân’dan değil e-n-s kökünden türemiştir. Çünkü nisyân (unutma), fıtratın aslından olmayıp, sebep ve etkenlerle sonradan kazanılmıştır. Bunların kalkmasıyla yok olur. Bizler tabiatımızdaki bu doğal cana yakınlığa önem vermeliyiz. Zira bu, insanların birbirlerini sevmelerinin kaynağıdır. 22 İnsan kelimesinin ünsiyet anlamını ifade eden e-n-s (iletişim/dostluk) kökünden meydana gelmesi, insanın en büyük özelliğinin sosyal yönü olduğunu ortaya koyar. Bu, onun hayvanlardan farklılaştığı ayrıcalıklı bir vasfıdır. 23 İnsan kelimesinin Arapçada ins kelimesinden türetildiği söylenmiştir. 24 “Beşer, insan topluluğu” anlamlarına gelen ins, daha ziyade insan türünü ifade etmekte olup bu türün erkek veya dişi her ferdine insî/enesî yahut insan denmektedir. 25 İns kelimesi ayrıca bir insanın özellikle ünsiyet ettiği halis dost ve canciğer arkadaşa da denir ki enîs arkadaş demektir. İnsan cinsine insan ve ins denilmesi de insanların söz konusu ünsiyet, arkadaşlık, 26 bütün tanıdıklarıyla samimiyet kurabilmeleri ve birbirlerine destek olarak ayakta durabilmeleri yönüyledir. Bunun içindir ki insan doğası itibariyle uygardır. 27 İns’in tekili insiyyûn ve enesiyyûn’dur. Çoğulu da enâsiyyûn’dur. 28 İnsiyyûn, çok cana yakın kimseler ve samimi olunan her şey için söylenir. Binicinin yanında bulunup onu takip eden hayvana da denir. İnsiyyûn, her şeyin insana yakın olanıdır. Uzak olanına da vahşiyyûn denir. İns kelimesi cinnin karşıtıdır. 29 Bir görüşe göre insanlar göründüğü ve kendileriyle yakınlık kurulduğu 16 TDVİA, XXII, 321. Cevherî, a.g.e., III, 909; Ünal,a.g.e., s. 267. 18 Ünal, a.y.; Öztürk, Yaşar Nuri, “Kur’an’da İnsan Kavramı”, İÜİFD, S. 3, İstanbul, 2001, s. 3. 19 Cevherî, a.g.e., III, 905; İsfehânî, a.g.e., s. 94; İbn Manzûr, a.g.e., I, 80. 20 Tâhâ 20/115. 21 Öztürk,a.g.m., s. 3. 22 Uzeyme, Salih, Mustalahât-u Kur’âniyye, Beyrut, 1994, s. 68-69. 23 Aydın, Kur’an’da Psikolojik İkna, s. 175. 24 İbn Manzûr,a.g.e., I, 80; TDVİA, XXII, 320. 25 Cevherî, a.g.e., III, 905; İbn Manzûr, a.g.e., I, 80; Fîruzâbâdî, a.g.e., s. 205; TDVİA, XXII, 320. 26 Yazır, Elmalılı Muhammed Hamdi, Hak Dîni, Sad. Kurul, Çelik-Şura Y., İstanbul, 1993, III, 436. 27 İsfehânî, a.g.e., s. 94. 28 Cevherî, a.g.e., III, 904; İbn Manzûr, a.g.e., I, 80. 29 İsfehânî, a.g.e., s. 94. 17 için onlara ins denmiştir. Cinler görünmediği ve kendileriyle yakınlık kurulmadığı için de onlara cin denilmiştir. 30 İnsüke, ibn-ü insike, kendin, mahiyetin, dostun, arkadaşın anlamlarına gelir. 31 E-n-s fiilinin his ve duyularla ilgili anlamları vardır. Ânese, hissetme, bilme, öğrenme, görme, işitme ve sevinme anlamlarına gelir. 32 İnsanlara ortada oldukları, göründükleri için gösterme manasındaki înâs mastarından olmak üzere insan ismi verildiği söylenir. 33 İsti’nâs, hissetme, görme, bakma, 34 öğrenme, isteme, izin alma, 35 cana yakın olma, vahşi hayvanın evcilleşmesi 36 gibi anlamlara gelir. İnsan kelimesi hem erkek hem de kadınlar için kullanılır. Kadınlar için insâne denmez. Bu şekil avam dilinde söylenir. İnsan, çoğul için de kullanılır. 37 Enes insanlardan oluşan birçok gruba denir. Bazı Arap kabilelerine de insan denmiştir. İnsan kelimesinin “parmak ucu, insanın gölgesi, dağın başı, ekilmeyen arazi, göz bebeği” olmak üzere beş anlamı vardır. 38 İnsanın göz bebeği anlamına gelmesi belki de onun bakma, görme, yaratıcı ve erdirici gözlemler yapabilme gücü sebebiyledir. Buradan hareketle insana, “varlığın göz bebeği” denmiştir. İnsan kelimesinin anlamlarından biri de inceleyen, algılayan ve araştıran varlık olmasıdır. 39 E-n-s kelimesinin ve türevlerinin anlamlarını dikkate aldığımızda bunların insanın doğal yapısıyla uygunluk arz ettiğini, insanın özelliklerini yansıttığını, nisyân (unutma) kelimesinin ise sadece bir yönünü yansıttığı görülmektedir. Bütün bunlar insan kelimesinin e-n-s kökünden türediğini göstermektedir. Nâs kelimesi insân kelimesinin çoğuludur. Müzekkerdir. Taife (topluluk, grup) anlamında kullanılırsa müennes olabilir. Câetke’n-nâs, sana kabile ve bir grup geldi demektir. 40 Nâs kelimesi insanlar anlamında olup mü’min, kâfir ve münafığı içine alan bir isimdir. 41 Genel olarak bütün insanlardır. 2. İnsan Kelimesinin Terim Anlamları İnsan, eşsiz bir yaratıktır. Canlılar âleminin en son ve mükemmel halkası, en yukarı basamağıdır. Ondaki özellikler hiçbir canlı ile mukayese edilemeyecek kadar değişik, gözleri kamaştıracak kadar parlaktır. Kâinattaki takriben dokuz yüz bin canlı içinde alet yapan, kendinin farkına varan, evrenin sırrını araştıran ve onun içine nüfuz etmeye çalışan yegâne canlıdır. 42 Bu 30 Zebîdî, Muhibbuddîn Ebu’l-Feyd Muhammed Murtedâ el-Huseynî el-Vâsıtî, Tâcü’l-‘Arûs min Cevâhiri’l-Kâmûs (e-n-s md.), Darulfikr, Beyrut, 1994, VIII, 187; İbn Manzûr, a.g.e., I, 80. 31 Cevherî, a.g.e., III, 905; Zebîdî, a.g.e., VIII, 187; Fîruzâbâdî, a.g.e., s. 205. 32 Cevherî, a.y.; Zebîdî, a.g.e. VIII,188; İbn Manzûr, a.g.e., I, 80; Fîruzâbâdî, a.y. 33 Râzî, Fahruddin Muhammed, Tefsîr-i Kebîr (Mefâtihü’l-Gayb), Trc. Kurul, Akçağ Y. Ankara, 1988-1995, XXIII, 600. 34 Cevherî, a.g.e., III, 95; Zebîdî, a.g.e., VIII, 188; İbn Manzur, a.g.e., I, 80. 35 İbn Manzûr, a.g.e., I, 80. 36 Fîruzâbâdî, a.g.e., s. 205; TDVİA, XXII, 321. 37 Cevherî, a.g.e., III, 904; Zebîdî, a.g.e., VIII, 187; İbn Manzûr, a.g.e., I, 80. 38 Zebîdî, a.g.e., VIII, 187-189; Fîruzâbâdî, a.g.e., s. 205. 39 Öztürk, a.g.m., s. 3. 40 Zebîdî, a.g.e., VIII, 186-187; İbn Manzûr, a.g.e., I,80; Nâs kelimesinin ünâstan türediği de söylenir. 41 Asımgil, Sevim, İnsanın Varoluş Serüveni, Timaş Y., İstanbul, 1996, s. 49. 42 Üstün, Yakup, “İslam’a Göre İnsan”, Diyanet Dergisi, S. 5, Eylül-Ekim1975, XIV, 261-262. yüzden onu kâinattaki diğer yaratıklardan herhangi biri gibi ele alarak yapılacak her türlü tanım ve analiz yanlış ve hatalı olacaktır. Günümüze kadar insanlık kendini tanımlamak için büyük bir çaba sarf etmiş ama kesin bir sonuca ulaşamamıştır. Her bilim dalı insanı kendi bakış açısına göre tanımlamıştır. Psikoloji, insanı bireysel davranışları yönüyle, Sosyoloji, toplumsal bir varlık olarak, İktisat, ekonomik açıdan, Antropoloji, kültür ve medeniyetler kuran bir gücün sahibi olması itibariyle ele almış ve tanımlamıştır. 43 Böylece bütün bu tanımlar insanı tanımlamada eksik kalmışlardır. Bilim dallarının bu araştırmaları insanın ne denli büyük ve karmaşık bir yapıya sahip olduğunu da ortaya koymuştur. Carrel, bu konuda şunları söylemektedir: “Herhangi bir kavramın açıklığı ve doğruluğu, onu elde etmemize yarayan operasyonların doğruluğuna bağlıdır. Eğer insanı madde ve bilinçten oluşmuş diye tarif edersek, anlamsız bir fikir ileri sürmüş oluruz. Çünkü bedenin madde ile şuur arasındaki ilişkileri bugüne kadar tecrübe sahasına aktarılamadı. Fakat insanı, psiko-şimik, fizyolojik ve psikolojik faaliyetler gösteren bölünmez bir bütün sayarak operasyonel bir tanımını yapabiliriz.” 44 Ancak insana ilişkin, derinlemesine mantıki bir tanım üzerinde birleşmek neredeyse imkânsızdır. Çünkü bu, bilimsel bakış açılarına, felsefi ekollere ve muhtelif dinlere göre değişiklik arz etmektedir. 45 İnsan, Allah’ın yaratıkları arasında acayipliklerin, çelişki ve garipliklerin toplandığı bir varlıktır. Onda her şeyden bir eser vardır. Her eserin de mücadele ettiği bir zıddı vardır. Bu zıtların mücadelesi insanın hayatı boyunca devam eder. 46 Udayme, Ebu Hayyân et-Tevhîdî’nin el-Mukâbesât adlı eserinde insanı yücelten güzel bir tarifini aktarmaktadır: “el-insân hayy nâtık mâit.” Udayme’ye göre, buradaki hayy kelimesi, his ve harekete; nâtık kelimesi, akıl ve görüşe; mâit kelimesi de, değişim ve dönüşüme delalet eder. 47 Benzer bir tarifi Şerif el-Cürcânî, et-Ta‘rîfât adlı eserinde “el-insân hüve’l-hayavânü’n-nâtık” şeklinde yapmaktadır. 48 Bu, felsefe ve mantıkçılara nispet edilen bir tariftir. Burada nutk kelimesiyle sadece konuşan, kendini yorumlayan terim kastedilmemiş, insanla ilgili bütün manalar bu konuşma özelliğiyle yorumlanmıştır. Bazen bir şeyin tümü onun en mühim, en şerefli veya birinci sıradaki özelliği olan bir parçası ile tanıtılır. 49 Cürcânî bu tanımıyla insan cinsini kastediyor. O, insan fertleri genel olarak şekil ve suret yönüyle hayvanlara benzedikleri için bu tarifi yapmıştır. Ona göre insanların bir kısmı manayı kaybedip sadece bu şekli yüklenmişlerdir. Şekli yüklenenlerin bir kısmında manadan küçük veya büyük bir bölüme sahip olanlar vardır. İnsan-ı kâmil ismi manadan en 43 Gölcük, Şerafeddin, Kur’an ve İnsan, Esra Y., Konya, 1996, s. 71. Carrel, Alexis, İnsan Denen Meçhul, Hayat Y., İstanbul, 1997, s. 32. 45 Şeriâtî, Ali, İnsan, Trc. Şamil Öcal, Fecr Y., Ankara, 1997, s. 54-56; Gölcük, a.g.e. s. 41. 46 Uzeyme, Mustalahât-u Kur’âniyye, s. 68. 47 Uzeyme, a.g.e., s. 69. 48 Curcânî, Seyyid Şerif, Ta‘rîfât-u Seyyid-i Şerîf (insan md.), Dersaâdet, İstanbul, 1318 h., s. 25. 49 el-İsfehânî, Râgıp, Tafsîlü’n-Neş’eteyn ve Tahsîlü’s-Sa‘âdeteyn (İnsan İki Hayat İki Saadet), Thk. Abdülmecit en-Neccar, Trc. Mevlüt F. İslamoğlu, Pınar Y., İstanbul, 1996, s. 66, 68; Benzer bir tarifi el-Kindî, “Resâilü’l-Kindî el-Felsefiyye, s. 130” adlı eserinde yapmıştır. O, insanı şöyle tarif eder: “İnsan, hayâ, konuşma ve ölümden ibarettir.” Bk. İsfehânî, a.g.e. s. 68 (dipnot). 44 büyük payı kazananlara verilmiştir. İnsan-ı kâmil, bütün ilahi âlemleri, külli ve cüz’î evreni toplayan kişidir. O, ilahi ve evrensel kitapları toplayan bir kitaptır. 50 İbn Arabî (Ö: 638/1240)’ye göre insan bu hissedilen şekil veya topraktan oluşan beden değildir. İnsan ancak engin bir mana ve derin bir işarettir. İbn Arabî, bu görüşünü de ayetle delillendirir. 51 O, Fütûhat adlı eserinde kendinde ilahi hakikatler belirmeyen kişinin insan şeklinde bir hayvan olduğunu belirterek insanı şöyle tanımlıyor: “İnsan, çamur yönü ile şahıs, ruh yönü ile zat, nefs ile cevher, aklı ile ilah (yani onun aklı Allah’ın ruhundandır), çokluk içinde teklik, his ile fani, nefs ile baki, intikal ile ölü, kemale ermek istemekle canlı, ihtiyacıyla eksik, isteğiyle tam, görünüşte hakir, hakiki anlamıyla önemli, âlemin özüdür. Onda her şeyden bir şey vardır ve onun her şeyle alakası vardır. Onun sırları acayiptir. Onun cevheri bildiği ve gördüğü şeyin benzerini ihtiva eder. O her gaibin misali, her şahidin beyanıdır.” 52 Râgıp el-İsfehânî (Ö: 465 h.), insanı şöyle tanımlar: “İnsan kelimesiyle ayakta duran, kalın tırnaklı, yumuşak derili, güler yüzlü bir yaratığı kastetmiyorum. Kur’an’da eleştirilen bir takım olumsuz sıfatlara sahip olanlar görünüş itibariyle insan olsalar bile gerçekte ne insan ne de insana benzer bir şey sayılırlar.” 53 Gerçekte insan aklıyla insandır. Bir an için insandan aklının kaldırılıp alındığını farz etsek insan olmaktan çıkar. Akıl da ancak şeriatla buluştuğu zaman tam akıl olup insanı tamamlar. Bir fonksiyon için yaratılıp da, yaratıldığı veya yapıldığı işi yerine getirmeyen yok hükmündedir. Bunun için çok defa yaratılış amacını gerçekleştirmeyen varlıktan o isim çekilip alınır. Bu durumda bir kimsenin insanlığı, gerçekleştirebildiği kulluğu nispetindedir. Çünkü onun için yaratılmıştır. Aksi takdirde ayette belirtildiği gibi hayvanlardan daha hayvan olur. 54 Kafirde kulluk bulunmadığından ona ancak mecâzî manada insan denebilir. 55 Her şeyin mahiyeti, onu başkalarından ayıran özellikleriyle bilinir. İnsan, duyu organlarımızla görüp algıladığımız beden ve aklımızla bildiğimiz ruh olmak üzere iki kısımdan meydana gelmektedir. Kur’an’da buna işaret edilir. 56 Her bir kısmının da kendine has bir şekli vardır. İnsanın genel ve özel olmak üzere ikiye ayrıldığı söylenir. Genel, her ayakta duran düşünme gücü ve ilim öğrenme özelliğine sahip olan ve kendisinde teklife uyma gücü bulunan kimsedir. Özel ise hakkı ve hayrı tanıyan, O’na inanan, imkânları nispetinde gereğini yapan kimsedir. İnsanlar bu sahada fazilet yarışına girer ve farklılaşır. Bu da insanlığa liyakat yarışıdır. 57 İnsan bünyesinde âlemin güçleri toplanmıştır. İnsan âlemin bir sentezi olarak hâsıl olmuştur. Kuvvet ve prensipleriyle âlemi insan temsil eder. İnsan her ne kadar görünüşü küçükse de âlemin bir özü, özeti, hülasası ve semeresidir. İnsan âlemle yorumlanmıştır. İnsan kadar âleme benzeyen başka bir şey yoktur. İnsanla âlem arasındaki benzerliği ifade ederken, insanın küçük âlem, evrenin büyük 50 Bk. Curcânî, a.g.e. (İnsân-ı kâmil md.), s. 25-26; Uzeyme, a.g.e., s. 69. İsrâ 17/70. 52 Uzeyme, a.g.e., s. 70. 53 el-İsfehânî, a.g.e., s. 18; İsfehânî, nitelediği bazı olumsuz sıfatları eserinde saymaktadır. Bk. s. 19. 54 Furkân 25/44. 55 İsfehânî, a.g.e., s. 151-153; Benzer görüşler için bk.Gazali, Ebu Hamid Muhammed b. Muhammed,Kimyâ-yı Saâdet (Mutluluğun Formülü), Terc. Ali Arslan, İmaj Y., I, 41-42 56 Sâd 38/71-72. 57 İsfehânî, a.g.e., s. 65-67. 51 insan olduğu söylenmiştir. Buna Kur’an işaret etmiştir. 58 İnsan türünün kendisi, mevcudatın en mükemmel temsilcisi, yaratılışın en açık tezahürü olan bir küçük kâinattır. Şuur, yaratıcılık ve amaç bağlanmış, bütün yönleriyle son derece iyi bir örnek sayılabilecek bir insanı alıp, düşünebildiğimiz kadar büyütürsek, karşımıza dünya çıkacaktır. 59 İnsan, bütün varlıkların gücünü kendisinde toplaması sebebiyle âlemin hakikatlerinin toplanma yeri olmuştur. O, bu haliyle hayvanların, bitkilerin ve cansız maddelerin terkibi durumundadır ve bunların hepsini şahsında sembolize eder. İnsan bazen beğenilen veya beğenilmeyen bitkilerden birinin özelliğinde bazen de faydalı veya zararlı hayvanların niteliğinde ortaya çıkar. Bazen şeytanların kılığına girip başkalarını kötüye sürükler, bazen de melekler gibi ortaya çıkıp hakka tabi olur. İnsan, dinin prensipleriyle nurlanmış aklıyla bunların her birinden uygun şekil ve ölçüde alıp gereken yerlere koyarsa ancak o zaman insan olur. 60 Ali Şeriati’nin belirttiğine göre üzerinde ittifak edilen bir hümanizmde, insan türünün tabiatındaki en temel vasıflarla insan şöyle nitelenir: “İnsan, asil, soylu, irade ve ahlak sahibi, bilen, kavrayan, benliğinin şuurunda olan, yaratıcı, ülküsü, hedef ve amacı olan bir varlıktır.” 61 Yine Şeriati, çağdaş dünyada hâkim olan dört akımın üzerinde birleştikleri esaslardan yola çıkarak insanın şöyle bir tanımının yapılabileceğini söyler: “İnsan, evrende kendine özgü bir özü bulunan şerefli, yaratılmış, irade sahibi olduğu için de saygın ve ayrıcalıklı, tabiatta bağımsız bir sebep olarak bulunan, seçme gücüne sahip olan, tabii yazgısına karşılık, kendi yazgısının oluşmasında katkısı olan, sahip olduğu güç sayesinde yükümlü ve sorumlu olan bir varlıktır. Bu sorumluluk değerler sistemine dayanmadan anlamsız olur.” 62 Nâs, genel olarak bütün insanlardır. Dil, din, renk, ırk farklarının üstünde bir cinstir. Nâs kelimesinin bu anlamını şu ayet de vurgulamaktadır: “Ey İnsanlar! Biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık.” 63 Nâs, belli özellikleri taşıyan ve bu özellikleriyle de diğerlerinden ayrılan bir canlılar grubudur. Biyoloji’de yer alan genel ölçüye göre cins, cinsel birleşmelerle nesli devam edebilen canlı grubudur. Irklar, sosyal gruplar hep bu nâs içinde yer alırlar ve aynı cinstendirler. 64 Şeriati’nin belirttiğine göre nâs kelimesinin sosyolojik anlamda en uygun karşılığı “kitle” olabilir. Sosyoloji’de kitle dendiği zaman, bunun içine sınıf farkına ve başka ayırt edici özelliklerine 58 Bk. Lokman 31/28; İsfehânî, a.g.e., s. 49-50. Şeriâtî, Ali, İslam Sosyolojisi, Trc. Kenan Sökmen, Birleşik Y., İstanbul, 1993, s. 90,97. 60 İsfehânî, İnsan, s. 61-63. 61 Şeriâtî, İnsan, s. 54-56; Gölcük, Kur’an ve İnsan, s. 71-72. 62 Şeriâtî, a.g.e., s. 60-61.; Büyük Doğu dinlerinde insan, evrenin Tanrısı’yla özel bir akrabalık bağına sahiptir. Zerdüşt dininde insan, Ahuramazda’nın dostudur. “Varlığın birliği”(panteizm) esasına dayalı mistik ekollerde ve bunların başını çeken Hinduizm’de insan ve Tanrı öyle iç içe geçmişlerdir ki onların birbirinden mantıki bir ayrımı mümkün değildir. İslam’da insandan Allah’a giden mesafe sonsuza dek uzatılmıştır. Allah’tan insana dek gelen mesafe ise genel olarak ortadan kaldırılmış; insan sadece Allah’ın ruhundan bir nefhe taşıyan, Allah’ın verdiği emanetin sorumlusu ve Allah’ın ahlakını benimsemesi gereken yaratılmış bir varlık olarak tanıtılmıştır. (a.g.e., s.53-54). 63 Hucurât 49/13. 64 Güvenç, Bozkurt, İnsan ve Kültür, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1984, s. 30; Aydın, Mustafa, İlk Dönem İslam Toplumunun Şekillenişi, Pınar Y., İstanbul, 1991, s. 35. 59 bakılmaksızın bütün halk girer. Nâs’ın da gerçek anlamı budur; halk kitleleri demektir. 65 Nâs, en geniş anlamda topyekün toplumdur. Bu çatının altında belli nitelikleri taşıyan ümmetler yer alır. 66 Nâs kelimesiyle halk kelimesinin anlam yakınlığına rağmen bu iki kelimeyi tamamen aynileştirmek mümkün değildir. Kur’an’da muhatap halde bulunan nâs(insanlar) kelimesi müşahhas bir umumilik ifade eder. Fertlere zıt bir mücerred toplum manasını ifade etmez. Aynı zamanda halk kavramının halde yaşayan bir nüfus kesitini çağrıştırmasına karşılık, nâs, geçmiş, hal ve gelecekteki insan neslinin tamamını, teker teker insanlara hitap etmiş olmak suretiyle içine alır. 67 Bir kültür meselesini hatıra getirmeden, teşkilatlı ve sınırları belli sosyal grupların ötesinde, sınırları belirsiz bir sosyal kategori olarak alırsak, nâsı halk manasına almanın bir mahzuru yoktur. Ama Kur’an daha çok bunu insan cinsine hitap için genel bir ifade tarzı olarak kullanmıştır. 68 Netice itibariyle günümüze kadar insanlık kendini tanımlamak için muazzam bir çaba sarf etmiş fakat kesin bir sonuca ulaşamamıştır. Her bilim dalı insanı kendi bakış açısına göre tanımlamıştır. Böylece bütün bu tanımlar insanı tanımlamada eksik kalmışlardır. İnsana ilişkin, derinlemesine mantıkî bir tanım üzerinde birleşmek neredeyse imkânsızdır. Çünkü bu, bilimsel bakış açılarına, felsefî ekollere ve muhtelif dinlere göre değişiklik arz etmektedir. Tarih boyunca insana ilişkin yapılan tanımların bazısı insanın maddî yönüne bazısı da manevî yönüne vurgu yapmışlardır. Tam bir insan tanımı insanın bütün yönleri dikkate alınarak yapılan tanım olacaktır. İsfehânî de insanın manevî yönüne vurgu yaparak şöyle demiştir: “Bir fonksiyon için yaratılıp da, yaratıldığı işi yerine getirmeyen yok hükmündedir. Bunun için çok defa yaratılış amacını gerçekleştirmeyen varlıktan o isim çekilip alınır. Bu durumda bir kimsenin insanlığı, gerçekleştirebildiği kulluğu nispetindedir. Çünkü onun için yaratılmıştır.” Kur’an’da da yaratılış amacını gerçekleştirmeyen kâfirlerin gittikleri yol bakımından hayvanlardan daha aşağı olduğu belirtilmiş, ancak Kur’an’daki “ey insanlar!” hitabı inanan ve inanmayan herkese yöneltilmiş “Biz insanı en güzel şekilde yarattık. Sonra aşağıların aşağısına çevirdik” 69 gibi insanın özellikleri anlatılan ifadelerde de insan kelimesiyle bütün insanlar kastedilmiş, gittikleri yol itibariyle insanlık değerini kaybettikleri veya kazandıkları vurgulanmıştır. Bunlar da göstermektedir ki Kur’an, inanmayan insanlara da insan demekte ancak gittikleri yol bakımından hayvanlardan daha aşağı düzeyde insanların olduğu belirtilmektedir. 3. İnsan Kelimesinin Kur’an’daki Anlamları Kur’an-ı Kerim’de altmış beş yerde insân, on sekiz yerde ins, bir yerde de insî geçmektedir. Ayrıca bir ayette enâsî, beş ayette ünâs, iki yüz kırk ayette de nâs şeklinde çoğul olarak yer almaktadır. Beş ayette görmek manasında ânese şeklinde, bir ayette de izin alma anlamında teste’nisû şeklinde kullanılmıştır. Bir ayette ise konuşma, ülfet, ünsiyet etme anlamında müste’nisîn şeklinde 65 Şeriâtî, a.g.e., s. 51. Aydın, a.g.e., s. 36. 67 Sezen, İslam Sosyolojisine Giriş, s. 165. 68 Sezen, a.g.e., s. 57. 69 Tîn 95/4-5. 66 ism-i fail kalıbında kullanılmıştır. 70 Kur’an’da insan bütün yönleriyle ele alınmış, konuyla ilgili ayetler onun yaratılışı, mahiyeti ve gayesini bir bütünlük içinde temellendirmiştir. 71 Kur’an’da insan kelimesi insan cinsi için genel bir ifade olarak kullanıldığı gibi belirli şahısları ifade etmek için de kullanılmıştır. Bir görüşe göre, “İnsan tartışmaya her şeyden daha çok düşkündür.” 72 ayetinde insandan kasıt kâfirlerdir. Bunun delili ayetin bağlamıdır denmiştir. 73 Müfessirler, bazı ayetlerde geçen insan kelimesiyle birtakım özel kişilerin kastedildiğini de söylemişlerdir. Örneğin, Yâ sin suresi 77. ayetinde, insandan kastedilenin Ubeyy b. Halef olduğu söylenmiştir. 74 Abese suresinin 17-22. ayetlerinde ise insandan kastedilenin Utbe b. Ebû Leheb olduğu veya Kureyş zenginlerinden bir grup olduğu ya da fakirler üzerine üstünlük taslayan her zenginin kastedildiği söylenmiştir. 75 İnsanla ilgili ayetlerin hepsinin bağlamlarına baktığımızda apaçık olarak insanlığa delalet ettiğini görürüz. İlk inen sûre olan Alak sûresinden insanlık için genel bir çehre çıkarmamız mümkündür. İnsan kelimesi bu sûrede üç defa zikredilmiştir. İnsanın ‘alak(embriyo)dan yaratıldığı, ilmin kendisine has kılındığı belirtilmiş ve gururda ileri gidip azgınlaşarak kendisinin yaratıcıya ihtiyacı yokmuş gibi gördüğü için kınanmıştır. 76 Bazı müfessirlere göre burada azgın insandan kastedilenin Ebû Cehil olduğu da söylenmiştir. 77 İnsan kelimesinin kapsamı hakkında ihtilafa düşülmüştür. İçlerinde Ebi’l-Hüzeyl Allâf’ın olduğu bir grup âlime göre insan kelimesi ruhu değil bedeni kapsar. İbrahim en-Nazzâm (220/835)’ın bulunduğu gruba göre ise bedeni değil ruhu kapsar. Diğer bir görüşe göre ise belak (alacalı, siyah ve beyaz renkte olma) kelimesi siyah ve beyaz rengin ikisini de kapsadığı gibi insan kelimesi de ruh ve bedeni beraberce kapsar. İlk grup, görüşünü desteklemek için bedenin sıfatlarını; 78 ikinci grup, ruhun sıfatlarını 79 niteleyen ayetleri delil getirmişlerdir. Sonuçta insan ismi insanın hem bedenî hem de ruhî yönü hakkında ayrı ayrı kullanıldığı gibi, büyük çoğunlukla ikisinin toplamı olarak, insanı bir bütün olarak ifade etmek için kullanılmıştır. 80 Kur’an’da ins kelimesi daima cinle beraber karşılaştırmalı olarak gelir, ayrıl-mazlar. Bu ayetlerde ins’ten kastedilen, yabanileşmeyle ilgisi olan, gizliliğe delalet eden cinne mukabil olarak gelmesi, yabani olmamasıdır. Bu insani yön, bizimle ilgisi olmayan ve hayatımıza girmeyen diğer gaybî türlerden bizim türümüzü ayırır. 81 70 Bk. Abdulbâkî, Muhammed Fuad, el-Mu‘cemü’l-Müfehres li-Elfâzi’l-Kur’âni’l-Kerîm (e-n-s md.), Daru’l-Hadîs, 2. Bsk., Kahire, 1988/1408, s. 119-120, 896-899. 71 TDVİA, XXII, 321. 72 Kehf 18/54. 73 İbn Manzûr, Lisânü’l-‘Arab, I, 80. 74 Halife, Muhammed Muhammed, “Halku’l-İnsân fi’l-Kur’ân”, Mecelletü’l-Ezher, S. 2, Dirâsâtu’l-Kur’âniyye, Kahire, 1982, LV, 149; Yazır, Hak Dîni, VI, 194. 75 Halife, a.g.m., s. 151. 76 Bintüşşâtıî, Aişe Abdurrahman, el-Kur’ân ve Kazâye’l-İnsân, Daru’l-Me‘ârif, Kahire, ts., s. 20. 77 Yazır, a.g.e., VIII, 551. 78 Rahman 55/11; Tarık 86/5-8; Kıyamet 75/26-29. 79 Meâric 70/19-22. 80 ez-Zâhirî, Ebû Muhammed Ali b. Ahmed b. Hazm, el-Fasl fi’l-Milel ve’l-Ehvâî ve’n-Nihal, Daru’l-Ma‘rife, Beyrut, 1986/1406, V, 65-66. 81 Bintüşşâtıî, a.g.e., s. 18. Nâs kelimesi Kur’an’da mutlak bir bütünlükle insanî soyun türü veya kâinatın bu türünün ismi olarak yer alır. İns kelimesinin yalnız olmamaya delalet etmesi yönüyle, nâs kelimesi ile arasında bir ortaklık olduğu görülür. Sonra farklı bir bakışla bakıldığında Kur’ânî beyanda bu iki lafızdan her birinin özel iki ayrı anlamı olduğu da görülür. İnsan kelimesi, insanın yemek yiyen, sokaklarda dolaşan beşerî yönünü ifade ettiği gibi, insan ailesinin üyesi olmakla da toplumsal yönünü ifade eder. Burada insan, yeryüzünde halifeliğe ve insana verilen emanete ehil olacak dereceye yükselir. Çünkü ilim, beyan, akıl ve ayırt etme gücü sadece ona verilmiştir. 82 en-Nâs lafzı beşer cinsini ifade eden bir isimdir. Başına elif lâm gelmiş olan bir çoğul lafızdır. Binaenaleyh bu lafız istiğrak (şümul ve umum) ifade eder. 83 Nâs lafzı bazen adi insanlar manasına aşağılamak için kullanılsa da genel bir ifadedir. Nâs suresinde “fî-sudûri’n-nâs” ayetinde ki nâs bilinen ve bilinmeyen bütün insanlar, “mine’l-cinneti ve’n-nâs” ayetindeki nâs da en özel manasıyla insî’nin çoğulu, enâsi’nin hafifletilmiş şekliyle nâs, yani insanlar demek olur. 84 Şeriâtî’ye göre “Kur’an’da nâs, halk manasında olup sosyal konuların söz konusu olduğu her yerde dolayısıyla sosyal sisteme ilişkin her konuda Allah ve nâs hemen hemen lafız itibariyle birbirinin yerine kullanılmaktadır. Her iki kelime çoğu kere karşılıklı olarak yer değiştirebilir ve aynı anlamı kabul eder. Mesela Teğâbun süresinin on yedinci ayetinde Allah kelimesiyle kastedilen halktır. Çünkü Allah’ın kimseden borç almaya ihtiyacı yoktur. Nâs kelimesinin İslam’da derin bir anlamı ve özel bir önemi vardır. Kur’an, Allah’ın adıyla başlar ve halkın adıyla son bulur.” 85 Kur’an’da en-nâs kelimesinin bu kadar sık kullanılmasından şu sonucu çıkarmak mümkündür: “Kur’an biricik muhatabı olan insanı, her şeyden önce bir toplum varlığı, bir sosyolojik varlık olarak görmektedir. Allah ayetlerini hep nâsa yani çoğul halinde (toplum halinde) insana açıklamaktadır. İnsan denen varlığın toplum halindeki tavrına, özelliklerine, toplum olarak dikkate alınmasına dayandırılan oluşumlara dikkat çekilirken de genellikle nâs sözcüğü kullanılmaktadır. Yine uyarıçağrı edatıyla söze girilen ifadelerin büyük çoğunluğunda “Eyyuhe’n-nâs!: Ey insanlar!” şeklinde nâs sözcüğü kullanılmaktadır. hatırlatılmaktadır.” Bu kullanımla insanoğluna evrensel sorumlulukları ve yapısı 86 “Eyyuhennâs!” hitabı bütün insanları içine alan âmm (genel) bir lafızdır. Bir topluluk için özel değildir. A‘râf, Yunus, Hacc, Neml gibi birçok Mekkî surede vardır. Medenî surelerden Bakara, Nisâ ve Hucurât’ta vardır. Buralarda genellikle hitap Mekke ehlinedir. Bununla beraber diğerlerini de kapsar. Bu hitabın Medenî surelerde bulunmasıyla başlangıç olarak bütün mükelleflere hitap kastedilir. 87 Sonuç olarak Kur’an’da insan bütün yönleriyle ele alınmış, konuyla ilgili ayetler onun yaratılışı, mahiyeti ve gayesini bir bütünlük içinde temellendirmiştir. Kur’an’da insan kelimesi insan 82 Bintüşşâtıi, a.g.e., s. 17-19. Râzî, Tefsîr-i Kebîr, VII, 306. 84 Yazır, a.g.e., IX, 369, 377. 85 Şeriâtî, İslam Sosyolojisi, s. 120-121; Yümni Sezen, Şeriâtî’nin bu görüşlerini eleştirir. (Bk. Sezen, a.g.e., s. 164-165.) 86 Öztürk, “Kur’an’da İnsan Kavramı”, s. 1-2. 87 Razi, a.g.e. VII, 306; Rıza, Muhammet Reşit, Tefsîru’l-Menâr (Tefsiru’l-Kur’âni’l-Hakîm), 83 cinsi için genel bir ifade olarak kullanıldığı gibi belirli şahısları ve grupları ifade etmek için de kullanılmıştır. Aynı şekilde insan kelimesi, insanın hem beşerî hem de ruhî yönünü ifade etmek için kullanıldığı gibi, büyük çoğunlukla insanı bir bütün olarak ifade etmek için kullanılmıştır. İns kelimesi de cinle karşılaştırmalı bir şekilde gelmekte ve gizliliğe delalet eden cinnin zıddını ifade etmektedir. Nâs lafzı ise beşer cinsini ifade eden bir isimdir. İnsanlardan bir grubu da ifade etmek için kullanılmaktadır. Nâs kelimesinin Kur’an’da sıkça kullanılması, Kur’an’ın biricik muhatabı olan insanı, her şeyden önce bir toplum varlığı, bir sosyolojik varlık olarak gördüğünü göstermektedir. B. KUR’AN’DA İNSAN KELİMESİYLE ALAKALI KELİMELER 1. Beşer Kelimesi Beşer, yaratıklar (insanlar) demektir. Müzekker, müennes, müfred, tensiye, cemi için kullanılır. Tesniyesinin ve cemisinin yapılıp yapılamayacağı konusunda ihtilafa düşülmüştür. Tesniyesi yapılır. Zira Kur’an’da beşereyni 88 şeklinde tesniyesi yapılmıştır. Cemisinin kıyasen ebşâr olduğu söylenmiştir. 89 Beşer, beşera kelimesinin çoğuludur. Beşera, derinin dış yüzeyidir. Hayvanlardaki yün, kıl ve postların aksine insanın derisinin tüylerinden görünmesinden dolayı insan, beşer olarak ifade edilmiştir. Derilerini birleştirerek kadınla erkeğin birleşmesi bu kökten gelir. 90 Yine, beşerden murad, onun, kendisine dokunulan ve kendisiyle yüz yüze gelinilebilen kesif bir cisim olmasıdır. Meleklerin ve cinlerin cisimleri ise, beşerin cisminden ve maddesinden daha latif ve şeffaf olduğu için, onlara dokunulamaz. 91 Beşeretü’l-arz, yeryüzünün ortaya çıkıp görünen bitkileridir. Beşer kelimesi, fiil-i mâzî haliyle, “cinsel ilişkide bulunma, müjdeleme, yeme, güler yüzlü olma, sevinme, güzel olma, yer bitkisinin çıkması” gibi anlamlara gelir. 92 İnsan ve beşer kelimeleri Âdemoğluna aittir. Ama birincisi onun ahlakî, ikincisi de cismanî özelliklerine ağırlık veren kelimelerdir. 93 Şeraiti, beşer kelimesini daha çok “konuşan hayvan” olan insan anlamında, insan kelimesini ise nispeten, ben-bilincine ve özgürlüğüne kavuşmuş, olgunlaşmış türün niteliği anlamında ele alır. 94 Beşer kelimesi Kur’an’da otuz yedi defa geçmektedir. Otuz beş yerde cins isim olarak yer almasına karşın iki yerde özelleşmiştir. 95 Bunlar Meryem suresinin 17 ve 20. ayetleridir. 17. ayette meleğin Hz. Meryem’e düzgün bir beşer şeklinde göründüğü, 20. ayette ise Hz. Meryem’in “bana Matbaatü’l-Menâr, Mısır,1353, IX, 322. Mü’minûn 23/47. 89 İsfehânî, a.g.e. (b-ş-r md.), s. 124; Zebîdî, a.g.e., (b-ş-r md.), VI, s. 84; İbn Manzûr, a.g.e. (b-ş-r md.), I, 216. 90 İsfehânî, a.y.; İbn Manzûr, a.y; Fîruzâbâdî, Kâmûsu’l-Muhît (b-ş-r md.), s. 386. 91 Razi, Tefsîr-i Kebîr, XIV, 94. 92 Cevherî, es-Sıhâh (b-ş-r md.), II,590; İbn Manzûr, Lisânu’l-‘Arab (b-ş-r md.), I, 216. 93 Şeriati, İslam Sosyolojisi, s. 51. 94 Şeriati, İnsan, s. 365. 95 Abdulbaki, el-Mu‘cemü’l-Müfehres (b-ş-r md.), s. 153-154. 88 hiçbir beşer dokunmadı” sözü yer alıyor. Beşerle ilgili ayetlerden 15 tanesi ise resûl ve nebilerin beşeriyetiyle ilgilidir. Kur’an’da ki beşerle ilgili ayetlerde yapılan bütüncül bir inceleme gösteriyor ki, Kur’an’da kastedilen beşerilik, yemek yiyen, sokaklarda dolaşan insan cismidir. Orada tüm insanlar bütün benzer yönleriyle karşılaşır. 96 Beşer kelimesinin geçtiği ayetlerin çoğunda, insanın varlıklar içindeki dış yapısı ve genel cismani özellikleri nedeniyle vurgulanan zahiri yanını görürüz. Sözgelimi, hayvanı dıştan hayvan yapan, bitkiyi bitki yapan bir takım özellikler olduğu gibi, insanı da dış görünümü itibariyle insan yapan nitelikleri vardır ki, işte bu nitelikleriyle insan beşerdir. 97 “Rabb’ın meleklere, muhakkak ben çamurdan bir beşer yaratacağım” 98 ayetinde insanın çamurla özdeşleşen bedensel yanının beşeri yanı olduğu açıklanırken başka bir ayette de 99 insanların yeryüzünde yayılması, onların beşeri yönü olarak açıklanmaktadır. Yani insanın beşeri yönü, dünyevi yönüdür. Nitekim “O’dur sudan bir beşer yaratıp ta, onu soy ve hısım kılan.” 100 ayeti bu gerçeği daha açık biçimde ortaya koyar. İnsanın beşer olarak soy ve hısım kılınması, karşıt cinsiyle birleşip üremesi, çocuklar ve kan yakınları sahibi olması demektir. İşte, bu da insanın bir başka beşeri yönüdür. Kelimenin fiil şeklinin müfâ‘ale babı, iki beşer arasındaki yakınlık demektir ki Kur’an-ı Kerim’de cinsel ilişki anlamında kullanılır. Kur’an’da, “itikâftayken onlarla mübaşerette bulunmayın.” 101 buyrulur. Mübâşeret de beşerin özelliklerindendir. 102 Merhum Hamdi Yazır (1878-1942), “…hayır, siz de O’nun yaratıklarından birer beşersiniz” 103 ayetini yorumlarken beşeri şöyle açıklıyor: “Hayır, siz Allah’ın oğulları veya sevgilileri değil, akıl sahipleri olarak yarattığı varlıklar cinsinden bir insan, derisi çıplak âciz, fakat idrak ve anlayış sahibi bir mahluksunuz.” 104 Sonuç olarak insan ve beşer kelimeleri Âdemoğluna aittir. Ama birincisi onun ahlakî, ikincisi de cismanî özelliklerine ağırlık veren kelimelerdir. Beşer lafzının geçtiği ayetlerde insanın bedenî yönü ve dış görünüşü ifade edilir. 2. Benî Âdem Kelimesi Benî Âdem kelimesi, Âdemoğulları anlamında olup benî ve Âdem kelimelerinin birleşmesinden oluşmuştur. Benî kelimesi, ibn kelimesinin çoğulu olan benûn kelimesinden hazif ve i‘lâl yoluyla benî şekline dönüşmüştür. İbn kelimesi çocuk anlamında olup aslı fe‘al kalıbında benevdir. Vav harfi hazfedilmiştir. Çoğulu ebnâ’ ve benûndur. İsm-i tasğiri buneyydir. Müennesi binttir. 105 Kur’an’da ism- 96 Bintüşşâtıî, el-Kur’ân ve Kazâye’l-İnsân, s.15. İsfehânî, el-Müfredât, s. 124; Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, s. 264. 98 Sâd 38/71. 99 Rûm 30/20. 100 Furkân 25/54. 101 Bakara 2/187. 102 Ünal, a.g.e., s. 265. 103 Mâide 5/18. 104 Yazır, Hak Dîni, III,143. 105 Cevherî, a.g.e. VI, 2286; İbn Manzûr, a.g.e., (b-n-y md.) I, 270; İsfehânî, a.g.e., s. 147. 97 i tasğiri yâ buneyye (ey oğulcuğum) 106 şeklinde geçer. Çocuk babasına binaen olduğu için böyle isimlendirilmiştir. Bir şeyin yönünü, terbiyesini, kontrolünü, hizmetini veya işinin idaresini elinde bulunduran her şey için hüve ibnuhû denir. Örneğin, midesine ve şehvetine düşkün olanlara ibn-u batnihî ve’bn-u fercihî, yarınını düşünmeyenlere ibn-u yevmihî, 107 Âdem (a.s.) için ibnu’t-tîn denir. 108 Âdem kelimesinin menşe ve iştikakı tartışmalıdır. Kelimenin Sümer dilindeki adamu (babam), Asur-Babil dilindeki adamu (yapılmış, ortaya konmuş, çocuk, genç), Sâbiî dilindeki adam (kul) 109 ve İbranicedeki adamah kelimesinden geldiği ileri sürülmüştür. 110 Adam, İbranicede insan türü için kullanılan müşterek bir isimdir. Ahd-i Atik’te bu kelime, insan ve insan türü anlamında 500’den çok yerde, nadiren de özel isim olarak ilk insan için kullanılmıştır. 111 Âdem kelimesinin hangi dilden geldiği ve hangi kökten türemiş olduğu konusu Müslüman dilciler arasında da tartışılmıştır. Dilcilerin çoğu bu kelimenin Arapça asıllı olduğunu savunmuşlardır. 112 Cevherî’ye göre bu kelimenin aslı, ef‘el kalıbında e’dem şeklinde iki hemzeli olmakla birlikte ikinci hemze elife çevrilerek âdem şeklini almıştır. Yine Âdem kelimesinin el-üdme kökünden türediği ileri sürülmüştür. el-Üdme, insanlarda esmerlik, develerde siyah ve beyaza çalan renk, geyiklerde beyaz renk anlamlarına gelir. Bu kelimenin uyum, yakınlık, vesile, ülfet anlamlarına gelen el-edem, el-üdm veya el-üdmeden türemiş olabileceği de söylenmiştir. 113 Bir görüşe göre de, Âdem kelimesi, “bir şeyin dış yüzü” daha çok edîmü’l-arz şeklinde yeryüzü anlamına gelen el-edîme kelimesinden türetilmiştir. 114 Bu görüş şu hadise dayanır: “Allah, yeryüzünün tümünden bir avuç toprak aldı, bunu çamur yaparak yumuşattı, sonra katılaştırdı. Sonra da Âdem’i bundan yarattı. Bu sebeple onun zürriyetinin renkleri değişik olur.” 115 Edîm, yeryüzü anlamına geldiğine göre Âdem kelimesinden, yerden yaratılmış bir varlık anlaşılır. 116 el-beşere, derinin dış yüzeyi; el-edeme de derinin ete bitişen iç kısmı, anlamına gelir. Bunun tersi de söylenmiştir. Bu kelimedeki iç kısım anlamından dolayı, Âdem kelimesinin insanın iç (kalbi) yönüne delalet ettiği, insanın Âdemiyet yönünün onun ışıl ışıl bir ruha, apaydınlık bir kalbe sahip olup, şeytanın aldatmalarından uzak durması yanı olduğu söylenir. 117 Âdem(a.s), insanların babasıdır. Vücudu yeryüzünden yaratıldığından, renginin esmerliğinden, farklı unsurlardan ve farklı kuvvetlerden oluştuğundan veya ayette zikredildiği gibi 118 üflenen ruhtan 106 Yusuf 12/5; Saffât 37/102; Lokman 31/13. İsfehânî, a.g.e, s. 147. 108 İbn Manzûr, I, 271. 109 TDVİA (Âdem md.) I. 358. 110 Erdem, Mustafa, Hazreti Âdem, TDV. Y. , 2. Bsk., Ankara, 1994, s. 12. 111 TDVİA, I, 358. 112 a.y. 113 Cevherî, a.g.e., XV,1859; İbn Manzûr, I,271; Âlûsî, Şihâbuddîn, es-Seyyid Mahmut, Rûhu’lMeânî fî Tefsîri’l-Kur’âni’l-Azîm ve’s-Seb‘il-Mesânî, 1.Bsk., Bulak, Mısır, 1301 h., I, 187. 114 Cevherî, a.g.e., XV,1859; İbn Manzûr, a.y.; Âlûsî, a.y. 115 Bk. Tirmizî, Muhammed b. İsa, Sünen I-V, Çağrı Y., İstanbul, 1992, Tefsir, 44, no: 2955, (V, 204); Ebû Dâvûd, Süleymân b. el-Eş‘âs, Sünen I-V, Çağrı Y. İstanbul,1992, Sünnet, 16, no: 4693 (V,67). 116 Ateş, Süleyman, Kur’an Ansiklopedisi, Kuba Y. İstanbul, ts., IX, 526. 117 Ünal, a.g.e., s. 267. 118 Bk. Hicr 15/29; İsra 17/70. 107 dolayı güzelleşip diğer varlıklara üstün kılındığı akıl, anlayış, düşünce kabiliyeti verildiği için böyle isimlendirildiği söylenmiştir. 119 Âdem kelimesi, Kur’an’da yirmi beş yerde geçmektedir. 120 İlk insana Âdem isminin verilmesi, çeşitli merhalelerden geçerek yaratıldıktan sonra meleklere, “Âdem’e secde edin dedik” 121 emriyle gerçekleşmiştir. 122 Hz. Âdemle ilgili ayetler dikkatlice incelendiğinde Kur’an’da kıssası anlatılan Âdem (a.s.) genel manada insan türünü sembolize eder. Âdem’in öyküsü insan türünün niteliklerinin açıklanmasıdır. İnsan tanımının yapıldığı Âdem kıssasını anlatan ayetlerde sembolik bir dil kullanıldığı ve bu sembollerin ardında insanla ilgili gerçeklerin saklı olduğu görülür. 123 Hz. Âdem’in karakteri, kişiliği, bütün özellikleri ve hatlarıyla bir insanı canlandırmakta, beşerî zaaf vurgulanmaktadır. 124 Kur’an’ın işaretiyle Âdem, bütün insanlığın timsalidir, evrensel insandır. 125 Böylece Hz. Âdemle ilgili ayetlerin insanın karakterini ve zaaflarını ortaya koyarak insana yol gösterdiğini müşahede ediyoruz. Kur’an-ı kerim Âdem kıssasını şekil yönünden ve detaylı bir şekilde ele almamış, insana yaratıcı bir düşünce oluşturması bakımından meselenin temel unsurlarına dikkat çekmiştir. Bununla da kalmayarak, ilk insanın günahına, ebediyen sırtlarında taşıyacakları ve hatırladıkça eziklik, aşağılık duyacakları bir suç nazarıyla bakmamış, aksine onu insanın gelişme ufkunu açan bir imkân gibi değerlendirmiş ve yaratıcıyı insanın yanında göstererek Âdemoğullarının ümitlerini canlı tutmuştur. 126 S. Ateş, insanın ilk yaratılışından söz eden ayetlerde genelde Âdem değil insan cins isminin kullanıldığı; (Bakara 2/30) ayetinde ce‘ale fiiliyle insanın yaratılması değil halife kılınmasının kastedildiği vb. delilleri sunarak Âdem’in ilk insan değil, ilk halife düzeyine yükseltilen insan olduğunu ileri sürmektedir. Melekler yaratılışın ilk aşamasında değil, hilafet makamına yükselen Âdem düzeyine geldikten sonra insana secde etmişlerdir. İnsanın yaratılması başka, halife kılınması başkadır. 127 Kur’an’da benî âdem kelimesi, yedi ayette geçmekte olup 128 bu ayetlerin ikisinde 129 Allah, insanoğlunu şeytana karşı uyarır. Diğer iki ayette 130 Allah’ın insanoğluna nimetini hatırlatır. Yine diğer iki yerde 131 doğruya sevk eder. Bir ayette ise 132 insana Allah’la yaptığı ilk sözleşme hatırlatılır. Kur’an’da insan türüne âdemoğulları şeklinde hitap edilerek cins, ilkine nispet edilir. Buradaki izafet mecazî bir izafettir. Kur’an’da sadece bir yerde âdemoğulları ifadesinin Hz. Âdem’in bizzat kendi 119 İsfehânî, a.g.e., s. 904. Bk. Abdulbaki, el-Mu‘cemü’l-Müfehres (e-d-m md.), s. 31-32. 121 A’râf 7/11; İsrâ 17/61. 122 Erdem, a.g.e., s. 117. 123 Kasapoğlu, Abdurrahman, Âdem’den Hateme Kişilik, İzci Y., 1.Bsk., İstanbul, 1997, s.14; Ayrıca bk. Şeriati, İnsan, s. 10-13, 321. 124 Kutup, Seyyid, Kur’an’da Edebi Tasvir, Trc. Mehmet Yolcu, Çizgi Y. İstanbul, 1991, s. 253-254. 125 Ünal, a.g.e., s. 53. 126 Öztürk, Yaşar Nuri, Kur’an’ın Temel Kavramları, Yeni Boyut, 12.Bsk., İstanbul, 1997, s. 25. 127 Ateş, a.g.e. IX, 528, 531. 128 Bk. Abdulbaki, el-Mu‘cemü’l-müfehres (Benî Âdem md.) s. 175. 129 A‘râf 7/27; Yâ sîn 36/60. 130 A‘râf 7/26; İsrâ 17/70. 131 A‘râf 7/31, 35. 132 A‘râf 7/172. 120 oğullarına işaret etmesi muhtemeldir. 133 Kur’an’da aynı şekilde, Âdem ve eşi ebeveyn olarak adlandırılarak 134 onların insan cinslerinin ilkleri olduğu belirtilmiştir. Kur’an’da insanoğluna benî âdem diye hitap edilmesinin sebebi, insana Hz. Âdem’in soyundan geldiğini hatırlatarak insanın dikkatini Hz. Âdem’e ve onun kıssasına yönlendirerek ibret almasını sağlamak olsa gerek. Zira Kur’an’da Hz. Âdem kıssası genişçe anlatılır. Kıssalardaki asıl amaç da öğüt verip ibret alınmasını sağlamaktır. Benî âdem kelimesinin geçtiği ayetlerde de bu yön dikkat çekmektedir. 3. Nefs Kelimesi Nefs, Arapça bir kelime olup çoğulu enfus ve nufûstur. Arapça’da nefs, bir şeyin varlığı, hakikati, zatı, cevheri, tamamı, bütünü, kendisi demektir. “Falanca kendini öldürdü, helak etti” dendiğinde, helak, zatının tamamında ve hakikatinde oldu demektir. Nefs insanın bütünü için kullanıldığından Araplar ‘indî selâset-ü enfüs (yanımda üç kişi var) derler. 135 Cevherî’nin belirttiğine göre Araplar selâset-ü enfüs dediklerinde insanı kastettikleri için enfüs kelimesini müzekker yapmaktadırlar. 136 Nefs tek tek her varlığa, diğerlerinden ayrı nitelikte bir varlık kazandıran yön, ya da bu varlığın kendisidir. Bu bakımdan nefs genellikle dünya hayatının, maddi hayatın kaynağı olarak görülmüştür. 137 Ebu İshak’a göre, nefs kelimesi ruh ve bir şeyin bütünü, hakikati anlamda kullanılır. Ruh manasında olmasının delili haracet nefsü fulân (falancanın ruhu veya canı çıktı) sözüdür. Zeccac (311/923) ise şöyle demiştir: “Her insanın iki nefsi vardır. Birincisi, nefsü’t-temyizdir. Bu, uyuduğu zaman insandan ayrılır. Böylece akledemez. Allah’ın buyurduğu gibi, “Allah, ölmekte olan canları alır, ölmeyenleri de uykularında alır. Sonra ölümüne hükmettiğini yanında tutar.” 138 Diğeri ise nefsü’lhayattır. Bu da ruhtur, insan öldüğü zaman ondan ayrılır. Ebu Bekir İbnü’l-Enbarî de şöyle demiştir: “Dilcilerden bir kısmı nefsle ruhu aynı sayıp ikisi birdir derler. Diğerleri ise ruh, kendisiyle hayat bulunan şeydir. Nefs ise kendisiyle akledilen şeydir, derler. Bir kişi uyuduğu zaman Allah nefsini kabzeder, ruhunu kabzetmez.” 139 İbn Abbas’tan şöyle rivayet edilmiştir: “Her insanın iki nefsi vardır. Birincisi, ayırma kabiliyeti olan akıl anlamındaki nefs, diğeri ise kendisiyle hayat bulunan ruh anlamındaki nefstir. 140 Zebidi ise şunları belirtmektedir: “Gerçekte ruh ile nefs arasında fark vardır. Şayet iki isim de aynı manada olsaydı leys ile esed kelimelerinin birbirinin yerine kullanılmaları doğru olurdu. Allah, “ruhumdan üfledim”, dedi, nefsimden demedi.” 141 Yine nefsle ruh arasındaki farkın zat 133 Bk. Maide 5/27; Yar, Erkan, Ruh Beden İlişkisi Açısından İnsanın Bütünlüğü Sorunu, Ankara Okulu Y., Ankara, 2000, s. 76-77. 134 A‘râf 7/27. 135 Zebîdî, Tâcü’l-‘Arûs (n-f-s md.), IX, 15; İbn Manzûr, Lisânu’l-‘Arab (n-f-s md.), III, 688. 136 Cevherî, es-Sıhâh, III, 984. 137 Ünal, a.g.e., s. 226. 138 Zümer 39/42. 139 İbn Manzûr, a.g.e., III, 688. 140 Zebîdî, a.g.e., IX, 15; İbn Manzûr, a.g.e., III, 689. 141 Zebîdî, a.y.; Bk. Hicr 15/29. farkı değil sıfat farkı olduğu belirtilmiştir. 142 Ayrıca ruh manasının sonradan bu kavrama eklendiği ve nefs kelimesinin bir şeyin varlığı, hakikati, zatı dışındaki manalarının, insanların adetlerinde ve günlük konuşmalarında yerleşen manalar olduğu söylenmiştir. 143 Bu görüşe göre, Araplar arasında ruhun bu bağlamda kullanımı onların ruh anlayışıyla ilgilidir. Onlar ölümü ruhun bedeni terk etmesi olarak algılarlar ve insan öldüğünde ruhunun burnundan çıktığını sanırlardı. 144 “Sen benim nefsimde olanı bilirsin, ben senin nefsinde olanı bilmem” 145 ayetine dayanılarak nefs kelimesinin inde (katında, huzurunda) anlamına geldiği ileri sürülmüştür. Gerçekte nefs burada gayb, gizli manasındadır. Çünkü ayetin sonunda “gizlileri bilen yalnız sensin” buyrulur. 146 Nefs kelimesi ayrıca “beden (vücut), göz (nazar), 147 kan, tabaklama kazanı, kardeş 148 gibi anlamlara gelir. Zebidî, İbn Arabî’den nefsin on beş tane anlamını zikreder. Bunlar: “ruh, kan, beden (vücut), göz, katında, hakikat, bir şeyin kendisi, deri tabaklama kazanı, kibir, izzet, himmet, gurur, gayb, irade, ceza” manalarıdır. 149 S. Ateş’in belirttiğine göre “aslında nefs, nefes alan canlı anlamına gelir. Her canlı şeyde ruh vardır. Organizma içinde bulunan ruh (can) nefstir. İşte organizma ile birleşen ruha nefes alan canlı anlamında nefs denir.” 150 Tasavvuf erbabı ekseriya bu kelimeyi, “insanda gazap/öfke ve şehvet kuvvetini toplayan güç” şeklinde tarif etmişlerdir. Zira onlar nefis demekle insanda kötü vasıfları toplayan bir aslı kastederler ve nefis ile mücâhede edip onu kırmak lazımdır, derler. 151 İsfehânî, “nefs kavramı Yüce Allah’a izafe edildiğinde, “sahiplik”, insana izafe edildiğinde kötülüğü emreden manasını ifade eder,” şeklinde bir görüş naklediyor. 152 Hayati Aydın, Kur’an ve bazı İslam âlimlerinin açıklaması dairesinde nefsi şu şekilde tanımlar: “Şehvet ve gazabı içinde barındıran güç, mahiyet ve hakikatinden mecaz olmak üzere istek ve dürtülerin kaynağı 153 öz benlik, ruh, subjektif iç âlem, 154 iç âlemin duygusal değişikliklerinde etken ve edilgen olarak, emredici bir kuvvettir.” 155 Bunlardan hareketle şu sonuca varıyor: “İnsanın yaşama dürtülerine kaynaklık eden, kişinin beslenmesini, ilerleyip yükselmesini sağlayan, onu tehlikelerden koruyan, değerlendirme yeteneği bulunan, davranışları-mıza büyük ölçüde hâkim, emredici bir enerji kaynağıdır.” 156 142 Abduh, İsa, Hakîkâtü’l-İnsân, Daru’l-Meârif, 2.Bsk., Kahire, ts. s. 44 ; Geniş bilgi için bu esere bk. Yar, a.g.e., s. 38. 144 Yar, a.g.e., s. 38-39. 145 Mâide 5/116. 146 İbn Manzûr, III, 688. 147 Cevherî, III, 984; İbn Manzûr, a.y. 148 Cevherî, a.y.; Zebîdî, a.g.e., IX, 15; İbn Manzûr, III, 688. 149 Zebîdî, a.g.e., IX, 15. 150 Ateş, Süleyman, İnsan ve İnsan Üstü Ruh, Melek, Cin, İnsan, Dergah Y., İstanbul, 1985,s.170-171. 151 Gazali, Ebu Hamid Muhammed b. Muhammed, İhyâ-u Ulûmi’d-Dîn, Trc. Ahmet Serdaroğlu, Bedir Y., İstanbul, ts., III,10. 152 İsfehânî, el-Müfredat (n-f-s md.), s. 818. 153 Bk. Kıyamet 75/2. 154 Bk. Âli İmrân 3/165; Nisa 4/128; Necm 53/23. 155 Bk. Kıyamet 75/2; Yusuf 12/18,53; Fecr 89/27-28. 156 Aydın, İlk Dönem İslam Toplumunun Şekillenişi, s. 55-56. 143 Nefs kelimesi Kur’an’da tekil olarak nefs şeklinde yüz kırk ayette, çoğul olarak nufûs şeklinde iki, enfus şeklinde ise yüz kırk dokuz ayette geçmektedir. 157 Nefs kavramı Allah’a bağlı olarak kullanıldığında zat yani kişi manasını kazanmakta, 158 yaratılışla ilgili olarak geçtiği ayetlerde, cevher (öz) manasına gelmekte, 159 pek çok ayette kimse, kişi manasında kullanılmakta, 160 bazı ayetlerde ruh yani can, 161 iç 162 anlamlarında kullanılmaktadır. 163 Bazı ayetlerde insanın bedeni manasında anlaşılmış, 164 diğer bazı ayetlerde ise dünya zevklerine meyleden anlamında kullanılmaktadır. Örneğin “Samiri’ye altın buzağı dökmeyi telkin eden odur,” 165 “hevâ ve heves onda yatmaktadır” 166 ve “cimrilik onda yerleşmiştir.” 167 Kur’an’da nefs aşağı yukarı çıkıp iner. Alacağı istikamete göre değer kazanan ve Allah’ın düzenlediği bir iç düzendir. 168 Kur’an’da Yüce Allah, “Nefse ve onu düzenleyene yemin olsun ki, nefse fücurunu ve takvasını (kötüye ve iyiye açık olmasını) ilham etti. Nefsini (fücurdan) arındıran gerçekten kurtuluşa ermiştir; onu (fücurla) örtüp saranda yıkıma uğramıştır.” 169 buyurmaktadır. Demek ki Yüce Allah, insan nefsini yaratıp şekillendirirken, ona iki önemli unsur yerleştirmiş ve bu unsurların birbirine zıt olmasını takdir etmiştir. Onun içindir ki insanın psikolojisinde korkaklıksaldırganlık, korku-ümit, sevgi-nefret, hüzün-neşe, mutluluk ve mutsuzluk gibi birbirine zıt duygular vardır. Bu da bize insan psikolojisinin değişken yapıda yaratıldığını, insanın sürekli bir duygu haleti içinde kalamayacağını göstermektedir. İnsan bazen hata edecek, bazen de iyi davranışlarda bulunacaktır. Eğer bu değişkenlik olmasaydı, insanı terbiye etmek mümkün olmayacaktı. 170 Yine Şems suresindeki bu ayetlerden insanda hayra dönük ruh, şerre giden nefs gibi bir ayrımın geçerli olmadığını, fücur ve takvanın aynı anda nefste temerküz oluğunu söylememiz gerekir. Bazı ayetlerde 171 nefs ilkel ben gibi karşımıza çıksa da Kur’an’da nefs daima kötülüğü telkin ettiği şeklinde bir sonuç çıkmaz. O halde nefs sadece kötülük kaynağı ve insandaki şer unsuru olmakla tanımlanamaz. Aksi takdirde nefs ve ruh, iki ayrı varlık şeklinde ayırt edildiğinde insanın içinde iki can (şerri telkin eden nefs ve hayra yönelten ruh) taşıdığı anlamında düalist bir yaklaşım ortaya 157 Bk. Abdulbaki, el-Mu‘cemü’l-müfehres (n-f-s md.), s. 881-885. Âli İmrân 3/ 28,30; Mâide 5/116; En’âm 6/12,54; Tâhâ 20/41. 159 Nisa 4/1; En’âm 6/98; A’râf 7/189; Zümer 39/6. 160 Bk. Bakara 2/48, 123,281; Ali İmran 3/25, 30, 145, 161, 185; En’am 6/70, 164; Yunus 10/30, 54; Hûd 11/105; Ra‘d 13/33,42; İbrahim 14/51; Nahl 16/111; Tâhâ 20/15; Enbiya 21/35; Secde 32/13. 161 Nahl 16/111; Bu ayette iki tane nefs kelimesi geçmekte, birinci nefs, şahıs; ikinci nefs can manasına gelmektedir. 162 Bk. Yusuf 12/68; A’râf 7/205; Ahzab 33/37; Tâhâ 20/67. 163 Bk. İsrâ 17/25; Bayraklı, Bayraktar, Kur’an’da Değişim Gelişim ve Kalite Kavramları, MÜİFAV Y., İstanbul, 1999, s. 141-144. 164 Bk. Âli İmrân 3/145,185;Yusuf 12/26,30; Enbiya 21/35;Erdoğan, Kur’an ve İnsan Psikolojisi, s.14. 165 Tâ hâ 20/96. 166 Necm 53/23. 167 Teğâbun 64/16; Bk. Kılıç, Sadık, Benliğin İnşası, İnsan Y. İstanbul, 2000, s. 88-92; Yazar bu eserinde Kur’an’da “hayati soluk, yaşatıcı ruh” anlamına gelen nefs ile “hayat ruhu” ve “manevi ruh” anlamına gelen ruh arasında sürekli bir ayrım vardır iddiasında bulunuyor. Bk. a.y. 168 Sezen, İslam Sosyolojisine Giriş, s. 79. 169 Şems 91/6-10. 170 Bayraklı, a.g.e., s. 145. 171 Örneğin bk. Yusuf 12/53; Kâf 51/16. 158 çıkacaktır. 172 İsfehânî, nefs konusunda iki görüş olduğunu belirtmektedir. Birincisi nefsin aklın üzerinde olduğunu kabul eden görüş. Bu görüşe göre insan nefsiyle iyiyi kötüden ayırır, iyilikleri araştırıp kötülüklerden kaçınmak için gerekli ilim ve kültürü onun sayesinde elde eder. Diğer görüş nefsin heva-hevesin üzerinde olduğunu kabul eden görüş. İnsan bununla hakikatleri unutup, kendini hissi, hatta aşırı hissi şeylere kaptırabilir. 173 Aslında bu iki görüşün, şems suresindeki ayetler çerçevesinde nefsin iki ayrı özelliği olduğu anlaşılmaktadır. Klasik düşüncede nefs, Kur’an’ın bazı ayetleri dikkate alınarak yedi merhaleye ayrılmıştır. Bunlardan birincisi, Nefs-i Emmâre olup, nefsin ilk merhalesi, eğitilmemiş hali ve ham durumunun adıdır. İnsanı kötülüğe itici olduğu emredici nefis anlamında Kur’an’da yer almaktadır. 174 İkincisi Nefs-i Levvâme’dir. Levvâme, kendi kendini ısrarlı bir şekilde kınayan anlamını taşır. İşlediği yanlış fiilden dolayı kendisini tenkit eden, ayıplayan ve kınayan nefistir. 175 Çatışmayı yaşamaya başlayan ve yukarı çıkmak isteyen nefistir. Kendini kınama yani pişmanlık duyma, yukarı tırmanışın işaretidir. 176 Üçüncüsü, Nefs-i Mülhime’dir. Mülhime, ilham alan demektir. Bu nefsin en önemli özelliği çalışarak ilham almaktır. Bu ilham nefse kötülüğün ve iyiliğin fark ettirilmesidir. 177 Dördüncüsü, Nefs-i Mutmainne’dir. Mutmaine, doygunluk, sessizlik ve huzura ulaşan demektir. Ruhî ilhamlarla dolan ve gerçek mutluluğu ve doygunluğu Allah’ın zikrinde ve Kur’an’da bulan nefs. 178 Beşincisi, Râziye’dir. Râziye, razı ve hoşnut olan demektir. Ayette Allah’tan razı olan nefs anlamında kullanılmıştır. 179 Altıncısı Marzıyye’dir. Başkalarının kendinden razı olduğu demektir. Ayette Allah’ın kendinden razı olduğu nefs anlamında kullanılmıştır. 180 Nefs eğer kendini kabullenmiş ve tam bir benlik saygısı kazanmışsa râziye ve marziyye derecesine ulaşmış demektir. 181 Yedincisi, Zekiyye’dir. Allah’ın zikriyle doygunluğa ulaşmış bulunan nefs, artık bütün kötülüklerden temizlenir, arınır ve nefs-i zekiye halini alır. 182 İç, kişi, kalp manalarına da gelen nefs, eğitilip iyiden yana geliştikçe, kalbe yaklaşmakta ve kalp ismini almaktadır. Akıl, kalp ve nefis eğitildiklerinde, kalp kavramında birleşmektedirler. Doyuma ulaşmış kalp ve doyuma ulaşmış nefis akılla bütünleşerek insan psikolojisinin bütünleşmesini temin etmektedirler. 183 Kur’an’ın on dört asır gibi bir süre evvel nazil olmasından sonra Psikanalizm Okulu’nun kurucusu Sigmund Freud (1856-1939) nefsi, üç kategoriye ayırarak bazı görevler yönüyle Kur’an’da dile getirildiği gibi emmâre, levvâme ve mutmainne şeklinde sınıflandırmaya benzer bir şekilde 172 Erdoğan, Kur’an ve İnsan Psikolojisi, s. 15-16. İsfehânî, İnsan, s. 55-56. 174 Bk. Yusuf 12/53; Bayraklı, a.g.e., s. 153; Ateş, İnsan ve İnsan Üstü , s. 178. 175 Kıyâme 75/2’de geçer.; Bk. Ateş, a.g.e, s.179; Öztürk, “Kur’an’da İnsan Kavramı”., s. 342; Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, s. 227; Bayraklı, a.g.e., s. 153. 176 Sezen, a.g.e., s. 69. 177 Şems 91/9-10’da geçmektedir.; Bk. Öztürk, Kur’an’ın Temel Kavramları, s. 379; Ünal, a.g.e. s. 227; Bayraklı, Kur’an’da Değişim Gelişim ve Kalite Kavramları, s. 159. 178 Fecr 89/27’de geçer. Bk. Ünal, a.g.e. s. 227, Öztürk, a.g.e., s. 374; Bayraklı, a.g.e., s. 161. 179 Fecr 89/28’de geçer. Bk. Öztürk, a.g.e., s. 423. 180 Fecr 89/28’de geçer. Bk. Öztürk, a.g.e., s. 354. 181 Demirci, Muhsin, Kur’an’ın Temel Konuları, MÜİFAV Y. İstanbul, 2000, s. 133. 182 Bk. Şems 91/9; Ünal, a.g.e. s.227; Nefsin mertebelerini ilk mutasavvıflar, “emmâre, levvâme ve mutmainne” diye üç grupta incelemişlerdir. Bk. Ateş, a.g.e., s. 178-180. 183 Bayraklı, a.g.e., s. 256-257. 173 sınıflandırmıştır. Ancak gerçek noktada Kur’an’daki bu üç kavram ile Freud’un nefse ait belirlediği üçlü taksim teorisi arasında büyük farklılıklar bulunmaktadır. Freud nefsi üçe ayırmaktadır. Bunlar: Hevâ (id), ego (ene) ve süper ego (üst ben, vicdan)dur. 184 İd, insanların en kaba, en ilkel, kalıtımsal dürtü ve arzularını içerir. İd, zevk ilkesine göre işler ve sürekli doyurulmayı bekler. Ego, id’i denetim altında tutmaya çalışan kişilik birimidir. Ego, “gerçek” ilkesine uyarak işler, akılcı ve pratiktir. Üstben ise Freud’a göre, toplumun inandığı, doğru ve yanlış kararların kaynağını teşkil eden kısma denir. 185 İd, kötülüğü emreden nefs-i emmâre kavramına, Ego, nefs-i mutmaine kavramına, Süper Ego da nefs-i levvâme kavramına benzer görünümdedir. Gerçekte ise Kur’an’da yer aldığı gibi nefse ait bu üç kavram ile Freud’un teorisindeki üçlü sınıflama arasında büyük ayrılıklar bulunmaktadır. Nefs-i emmâre, nefs-i levvâme ve nefs-i mutmainne kavramları, insanın şahsiyetinde maddi ve ruhsal yönler arasındaki dâhili çatışma esnasında nefsin kendileriyle nitelendiği çeşitli hallerdir; yoksa nefsin çeşitli sınıfları değildir. Nitekim bunlar, insanın kendilerine geçtiği belirli gelişim aşamaları sırasında oluşmamaktadır. Ancak id, ego ve süper ego kavramları, Freud’un teorisinde nefsin çeşitli sınıfları olarak mütalâa edilmektedir. Nitekim bunlar çocuğun gelişimi esnasında çeşitli aşamalarda oluşmaktadır. 186 Sonuç olarak Arapçada nefs, bir şeyin varlığı, hakikati, zatı, cevheri, tamamı, bütünü, kendisi demektir ve Kur’an’da bu anlamlarda ve insanın bütünü için kullanılmaktadır. Ayrıca nefs tek tek her varlığa, diğerlerinden ayrı nitelikte bir varlık kazandıran yönü ifade etmektedir. Nefs, ruh anlamında da kullanılmakla beraber ruhtan farklı bir anlam yapısına sahiptir. Tasavvuf erbabı nefis demekle insanda kötü vasıfları toplayan bir aslı kastederler ve nefis ile mücâhede edip onu kırmak lazımdır, derler. Aslında bu nefsin özelliklerinden sadece biridir. Kur’an-ı Kerim’de nefs, sadece kötülük kaynağı ve insandaki şer unsuru olarak tanımlanmayıp fücûr yanında takvanın da nefse ilham edildiği belirtilmektedir. Kur’an-ı kerim’de nefsin çeşitli özelliklerinden, hallerinden bahsedildiği için mutasavvıflar da nefsi yedi merhaleye ayırmışlardır. C. KUR’AN’DA İNSANIN YARATILIŞI VE ÖZELLİKLERİ 1. İnsanın Yaratılışı İnsanın dinlerde nasıl algılandığını bilmek için en iyi yol, söz konusu dinlerdeki yaratılış felsefesini incelemektir. İlk insan olan ve dolayısıyla özellikleri günümüzdeki insanla aynı olan Hz. Âdem’in Kur’an’daki yaratılış hikâyesini inceleyerek insanın nasıl bir varlık olduğunu anlamak ve insanı daha iyi tanımak mümkündür. Dinlerin, özellikle Samî dinlerinin kullandığı dil semboliktir. Sembolik dil anlamı remizlerle veren dildir. Verilmek istenen anlamı doğrudan veren, bilinen ihbari dilden daha derin ve kalıcı bir değere sahiptir. Dinler ve ekoller çok değişik tipteki insanlara ve 184 Necati, Kur’an ve Psikoloji, s. 200-201. Cücelioğlu, Doğan, İnsan ve Davranışı Psikolojinin Temel Kavramları, Remzi Kitabevi, 3.Bsk., İstanbul, 1992, s. 407-408; Necati, a.y.; Ayrıca bk. Kutub, Muhammed, İnsan Psikolojisi Üzerine Etüdler, Trc. Bekir Karlığa, İşaret Y. 4. Bsk. , s. 29-31. 186 Necati, a.g.e., s. 201-202; Ayrıca bk. Sezen, İslam sosyolojisine Giriş, s. 69; Sezen, Yümni, İslam’ın Sosyolojik Yorumu, İz Y., İstanbul, 2004, s. 73. 185 değişik kuşaklara seslendiklerinden, gelecekteki insanların bilimsel ve düşünsel gelişmişliklerine uygun olarak anlayabilecekleri, orjinal anlamlar çıkarabilecekleri sembolik bir dil kullanmaları gerekir. İşte Samî dil ailesinden olan Arapça lisanîyle indirilen Kur’an ayetlerinin bir kısmında ve Âdem kıssasında sembolik bir dil kullanıldığı görülmektedir. 187 Aynı şekilde Hz. Âdem’i anlatan Kur’an ayetlerindeki Hz. Âdem’in özellikleri ile günümüzdeki insanın aynı özelliklere ve karaktere sahip olduğu da görülmektedir. Kur’an’ın bildirdiğine göre Allah, meleklere yeryüzünde bir halife yaratmak istediğini açıkladığında, melekler dediler ki, “orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birisini mi yaratacaksın? Oysa biz seni överek tesbih ve takdis ediyoruz.” Onların bu iddialarına karşın Allah: “Ben sizin bilmediklerinizi bilirim” demiş ve meleklere eşyanın isimlerini sorarak onları denemiştir. Melekler buna cevap veremeyince Âdem cevap vermiştir. 188 Bu durum, Âdem’in meleklerde bulunmayan bilgi edinme yeteneğini sergileyince, Allah meleklere, Âdem’e hürmeten secde etmelerini buyurmuştur. Bütün melekler Âdem’in üstünlüğünü kabul etmişler, yalnız Kur’an’ın cin olarak tasvir ettiği bir varlık kendi üstünlüğünü ileri sürerek Allah’ın emrine karşı gelmiş ve böylece İblis (şeytan) olmuştur. 189 Melek ve şeytanın yapısal üstünlüğüne rağmen insan, bu bilgisi sayesinde bunlardan daha üstün konuma yükselmiş ve melekler onun önünde eğilmişlerdir. İnsanın üstünlüğü soydan değil bilgiden kaynaklanır. Asalet ve üstünlük soyla değil ilim ve bilgelikle kaimdir. 190 Fahreddîn Râzî (606/1209), eğer ilimden daha üstün bir nitelik olsaydı, Yüce Allah, onu üstünlük ölçüsü alır ve ona göre melekleri denerdi, demektedir. 191 Âdeme öğretilen isimler konusunda çeşitli yorumlar yapılmıştır. Bu isimler, insanların tanışmasına ve anlaşmasına sebep olan bütün isimler, meleklerin isimleri, nesillerin isimleri ve eşyanın özelliklerden oluşan ilmî şekilleri 192 ve eşyanın fiilleri 193 diye tefsir edilmiştir. Samî dillerinde isim eşyanın gerçeğinin sembolü olarak anlaşılır. İsimleri bilmek varlığın derin gerçeğine varmak ve onu özüyle tanımak manasına gelir 194 ve mantıkî tanımlama ve dolayısıyla kavramsal düşünme melekesine, 195 insana bu yeteneğin verilmesine delalet eder. Kur’an’da hem ilk insanın yaratılış seyri hem de diğer insanların nasıl yaratıldığı hususunda bilgi verilmektedir. İnsan dışındaki varlıkların yaratılış seyri fazla anlatılmamıştır. Bu da insana verilen değeri gösterir. 196 Allah, insanı sudan, 197 topraktan (turâb), 198 ve toprağın geçirdiği çeşitli 187 Şeriâtî, İnsan, s. 10-12, 321. Bakara 2/30-33. 189 Bakara 2/33-36; Kehf 18/50; Bk. Fazlurrahman, Ana Konularıyla Kur’an, Trc. Alparslan Açıkgenç, Ankara Okulu Y., Ankara, 1996, s. 59. 190 Bk. Şeriâtî, İnsan, s. 15-17; Şeriâtî, İslam Sosyolojisi, s. 80-81. 191 Razi, Tefsîr-i Kebîr, II, 269. 192 Bk. İbn Kesir, Muhtasar-u Tefsir-i İbn Kesir, İhtisar ve Thk. Muhammed Ali es-Sâbûnî, Dersaadet, İstanbul, ts., I, 51-52; Yazır, Hak Dîni, I, 262-268. 193 Necati, Kur’an ve Psikoloji, s. 130-132. 194 Güngör, Erol, İslam’ın Bugünkü Meseleleri, Ötüken Y. 11. Bsk., İstanbul, 1998, s. 227. 195 Esed, Muhammed, Kur’an Mesajı Meal-Tefsir, Trc. Cahit Koytak, Ahmet Ertürk, İşaret Y. İstanbul, 1996, I, 12. 196 Karagöz, İsmail, Kur’an’a Göre İnsana Verilen Değer ve Görev, Çelik Y. İstanbul,1996, s. 35. 197 Bk. Enbiya 21/30; Nur 24/45; Furkan 25/54. 198 Bk. Hac 22/5; Mü’minûn 23/67. 188 dönüşümlerden, kuru çamurdan (salsâl), 199 kara balçıktan (hemein mesnûn), 200 çamurdan (tîn), 201 balçık mayasından (sulâletin min tîn), 202 ateşte pişmiş kuru bir çamurdan (salsâlin ke’l-fehhâr), 203 yapışkan cıvık çamurdan (tînin lâzib), 204 nutfeden 205 yarattığını haber veriyor. “Rabb’in meleklere: Ben çamurdan bir insan yaratacağım. Onu biçimlendirip ona ruhumdan üflediğim zaman derhal ona secdeye kapanın!” 206 “Allah, insanı yarattı ve bir düzen içinde biçim verdi.” 207 ayetlerinden de anlaşıldığı gibi insanın bir biçime sokulması, yaratıldıktan sonra olmuştur. İnsan maddesi çamurdan yaratıldıktan sonra, insan şeklini almak, insanlık seviyesine gelmek için bir süre de tesviye olunmuş, yani bedeninin parçaları kıvamına getirilmek için düzeltilmiştir. Bu sebepledir ki farklı ayetlerde, farklı yaratma mertebelerine işaret olunmuştur. 208 İnsanın çeşitli toprak şekillerinden ve sudan yaratılması değişik şekillerde yorumlanmıştır. Bu ifadeler, insanın biyolojik menşeindeki basitliğe ve insanın bedeninin ya da organizmasının toprakta veya toprağın üstünde varolan organik ve inorganik muhtelif unsurlardan kompoze edilmiş olduğuna işaret ettiği söylenmiştir. 209 Bilimin tespitine göre insan vücudu arzın içerdiği elementleri içermekte ve insan vücudunun ağırlığının % 67 sini su oluşturmaktadır. Su, bütün kimyasal reaksiyonların oluşumunda ve enerji dönüşümünde gereklidir. Bu “her canlı şeyi sudan yarattık” 210 ayetini daha iyi açıklar. 211 Yine sudan yaratılma, meniden yaratılma şeklinde de anlaşılmıştır. Öte yandan insanın yaratılış unsurlarının insanın tabiatına, psikolojisine kazandırdığı bazı özellikler bulunduğu ve bu ifadelerin insanın bazı psikolojik özelliklerine işaret ettiği ileri sürülmüştür. Örneğin, vurulduğu zaman ses çıkaran kuru balçık anlamına gelen salsâl tabiri, insanı öteki canlı türlerinden ayıran konuşma ve dil üretme yeteneğine, hem de insan varlığının kolay kırılabilir ve zayıf yaratılışına işaret ettiği söylenmektedir. 212 Yine toprağın, tevazu ve hilme delalet ettiği, 213 fahr (övünme) 199 Bk. Hicr 15/26,28,33. Bk. Hicr 15/26,28,33. 201 Bk. En’am 6/2; A‘râf 7/11; Secde 32/7; Sâd 38/71-76. 202 Bk. Mü’minun 23/12. 203 Bk. Rahman 55/14. 204 Bk. Saffat 37/11. 205 Bk. Nahl 15/4; Mü’minûn 23/14; Yâ sîn 36/77; İnsan 76/2; Toprakla ilgili kelimelerin açıklaması için bk. Esed, a.g.e., II, 517; Öztürk, “Kur’an’da İnsan Kavramı”, s. 4-7. 206 Sâd 38/71-72. 207 Kıyâmet 75/38. 208 Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, VI, 248; Kur’an’daki bazı ayetler dikkate alınarak insanın Allah’ın iradesi doğrultusunda bir tekamüle, evrimleşmeye tabi tutulduğu ileri sürülmüştür. Bk. Nisa 4/1; Hicr 15/28-29; Rum 30/20; Secde 32/7-9; Nuh 71/14; İnsan 76/1; A’la 87/1-3; Bucaille, Maurice, İnsanın Kökeni Nedir, Trc. Ali Ünal, İnsan Y. 2. Bsk., İstanbul, 1988, s. 233-243; Sezen, a.g.e. s. 37-50; Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, IX, 235-236, IX, 522-526. 209 Esed, a.g.e., II, 517; Ayrıca bk. Nurbaki, Haluk, Kur’an-ı Kerim’den Ayetler ve İlmî Gerçekler, TDVY., 1.Bsk., Ankara, 1998, s. 170-179. 210 Enbiya 21/30;Topraktan yaratılış: Ta ha 20/5. 211 Hasbinnebi, Mansur Muhammed, el-Kevnü ve’l-İ‘cazu’l-‘İlmî li’l-Kur’ân, Daru’l-Fikri’l-Ârabî, 2.Bsk., Kahire, 1991, s. 322-323; Ayrıca Bk. Ateş, a.g.e., IX, 236, Cerrahoğlu, İsmail, “Kur’an’da İnsanın Yaratılış Sahnesinin Düşündürdükleri,” A.Ü.İ.F.D., Ankara, 1975, XX , s. 87-88. 212 Bk. Esed, Kur’an Mesajı, II, 517; İşler, Orhan, Kur’an-ı Kerim’de İnsanın Halifeliği, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Ankara, 1994, s. 18. 213 Bk. Cerrahoğlu, a.g.m. s. 88. 200 kökünden gelen fahhâr sözcüğününse insanın çamur gibi basit bir varlıktan yaratılmasına rağmen çok övünülecek değerler taşıdığına işaret ettiği ifade edilmiştir. 214 Yaratmayla ilgili Kur’an’da çocuğun anne karnında geçirmiş olduğu değişim safhalarına da değinilmektedir. 215 İlk insanın yaratılmasında esas olan madde, ilgili ayetlerde nasıl ki “çamur”, “kara balçık” ya da “pis kokulu balçık” gibi birtakım iğrenç vasıflarla ifade ediliyorsa, neslinin üremesinin de esas maddi unsuru olan su (meni) da, 216 iğrenç ve aşağılayıcı vasıflarla anlatılmaktadır. Bu durum, insanın maddi yönünün nasıl bir yapıya sahip olduğunu göstermesi ve tabiatında taşıdığı olumsuz özelliklerin kaynağının bilinmesi bakımından dikkat çekicidir 217 ve insanı kibirlenmeye karşı uyarıcıdır. İnsanın yaratılışıyla ilgili diğer bir konu da tek nefisten yaratılma olayıdır. F. Razi bu konuda iki görüş olduğunu söylemektedir: Ekseri âlimlere göre, Allah, Âdem’i yaratınca O’nu bir süre uyuttu. Sonra da onun sol kaburgalarının birinden Hz. Havva’yı yarattı. Zamahşerî de bu görüştedir. 218 İkinci görüşe göre ise ve haleka minhâ zevcehâ 219 buyruğundan kasıt, “onun cinsinden, yani insan cinsinden, onun zevcesini yarattı” manasıdır. Bazı ayetler buna delildir. 220 Kur’an’da kaburga kemiğinden yaratılmaya dair hiçbir delil yoktur. Bu görüş, Tevrat’a 221 ve bir hadise 222 dayanmaktadır. Hadis de kadının nazik yaratıldığına dair tevil edilmiştir. 223 Kur’an’da anlatıldığına göre Allah, Âdem’i yaratıp melekleri ona secde ettirdikten sonra, eşiyle beraber onu cennete yani ihtiyaçlarını karşılamaya yeterli ürünlerin bulunduğu güzel bir ormanlık alana yerleştiriyor. Yalnız bir ağaca yaklaşmamasını emrediyor. Şeytan onlara ağaçtan yediklerinde ebedi olarak yaşayacakları vesvesesini vererek onları kandırıp bulundukları yerden inmelerine sebep oluyor. Bunun üzerine Âdem ve Havva tevbe edip af diliyorlar, Allah, onların tövbelerini kabul ediyor. 224 Burada şeytanın onları ebedilik ağacıyla kandırması, insanın tabiatında olan ebedi yaşama arzusunu ortaya koyuyor. Âdem ve Havva’nın yedikleri ağacın niteliği tartışılmış, bunun arpa, buğday, hurma, elma, incir ağacı veya ebedilik ağacı olduğu söylenmiştir. Hrıstiyanlardan 214 Bk. Öztürk, a.g.m. s. 5; Bayraklı, a.g.e. s. 19-25; S. Ateş, bilimsel verileri dikkate alıp “Necm 23/45-46; Kıyamet 31/37-39” ayetlerini delil getirerek insan ve diğer memeli hayvan yavrularının cinsiyetini erkekteki meni hayvancığının türü belirler demiştir. Ateş, a.g.e., IX, 242-247. 215 Bk. Hac 22/5; Secde 32/7-9; Hicr 15/28-29; A’la 87/1-3; Geniş bilgi için bk. Bayraklı, Kur’an’da Değişim Gelişim ve Kalite Kavramları. s. 28-34; Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, IX, 236-245. 216 Bk. Kıyâme 75/37; Secde 32/8; Mürselât 77/20; Tarık 86/6. 217 Şanver, Mehmet, Kur’an’da Tebliğ ve Eğitim Psikolojisi, Pınar Y., 1.Bsk., İstanbul, 2001, s. 48. 218 Bk. Zamahşerî, Mahmûd b. Ömer, Tefsîru’l-Keşşâf ‘an Hakâiki Ğevâmidi’t-Tenzil ve ‘Uyûni’lEkâvî’l fî Vucûhi’t-Te’vîl, Tashih: Muhammed Abdusselâm Şâhîn, 3.Bsk., Dâru’l-Kütübi’lİlmiyye, Beyrut, 2003/1424, I, 451. 219 Nisa 4/1. 220 Bk. Nahl 16/72; Âli İmrân 3/164; Tevbe 9/128; Razi,Tefsîr-i Kebîr, VII, 310-311; Muhammed Abduh da 2. görüşü benimser. Bk. Rıza, Tefsîru’l-Menâr, IX, 323-333. 221 Bk. Tekvin, 2/21-22; Tekvin, 1/27. 222 Bk. el-Buhârî, Muhammed b. İsmail, el-Camî‘u’s-Sahîh I-VIII,, Çağrı Y. İstanbul, 1992, Nikâh, 79-80. 223 Yar, Ruh Beden İlişkisi Açısından İnsanın Bütünlüğü Sorunu , s. 78-79; Bintüşşati, el-Kur’ân ve Kazâye’l-İnsân, s.15; Erdem, Hazreti Âdem, s. 145. 224 Bk. Bakara 2/34-38; A’râf 7/23; Tâ hâ 20/115-123. rivayet edilen anlayışa göre ise bu, kadınla erkek arasında cinsel yakınlaşmadan kinayedir. 225 Yazır, buna itiraz ederek şöyle diyor: “Öyle olsaydı şu ağaca denmez birbirinize yaklaşmayın denirdi. Biz bu ağacı bilemeyiz. Şunu düşünebiliriz: ondan yemek, vekilliği unutmak ve asalet davasına kalkışmak özelliği verir. Sarhoş edici özelliği olabilir.” 226 Tevrat’ta ise, “hayat ağacı” ve “iyi ile kötüyü bilme ağacı” diye tanımlanmıştır. 227 Şeriati’ye göre yasak ağaç, insandaki ben bilincini ve insan iradesini temsil eder. 228 Esed ise şu görüştedir: Kur’an, o ağaçtan ölümsüzlük ağacı olarak söz edenin şeytan olduğuna işaret eder. Buna göre yasak ağaç, Yaratıcı’nın insanın arzu ve eylemleri için koyduğu sınırları, yani insanın Allah vergisi kendi tabiatını zorlayıp bozmadan aşamayacağı sınırları simgeleyen bir temsilden ibarettir. 229 İnsan daha önce eğriden doğrudan habersiz içgüdülerine göre yaşarken ağaca yaklaşmayı yasaklamakla Allah, insanoğlunu eğri davranma imkânından haberdar etmekle kalmadı, dolayısıyla, kendi irade ve ihtiyarıyla doğru davranma imkânını da ona bahşetmiş oldu. Böylece insan, kendisini doğal güdü ve sezgileriyle yaşayan diğer bütün yaratıklardan ayıran özgür ve ahlaki bir iradeyle donanmış oldu. Ayetteki ihbitû (inin) 230 emriyle olayın bu safhasında ikil muhatap çoğul muhataba dönüşüyor. Bununla da Âdem ile Havva kıssasının, gerçekte insanoğlunun kozmik kaderi ya da durumunun temsili bir anlatımı olduğu ortaya çıkmış oluyor. Düşüş temsili, bir gerileme, yozlaşma olgusunu değil, insanın gelişip olgunlaşma sürecinde yepyeni bir evreyi, ahlaki bilince uyanma evresini tasvir etmektedir. 231 İnsan tabiatını ortaya koyan en önemli Kur’an ayetleri, insanın yaratılışını anlatan ayetlerdir. 232 Kur’an, insanın yaratılışı ve Âdem kıssaları ile yaratılışın sırrını anlatmaya çalışmış, hakiki insanlığın gaye ve hedefini öğretmek, insanlığı doğru bir istikbale yürütmek ve bu yürüyüş sırasında insanlığın karşılaşacağı güçlüklerin mahiyetini ve bunların nasıl aşılacağını göstermek istemiştir. 233 Yine bu pasajların en önemli hedefi, yaratıcının Allah olduğunu ve yaratmayı tekrarlamanın da ona ait olduğunu vurgulamak 234 ve insanın ilgisini kendi varlığına çekerek kendi yapısını ve özelliklerini tanımasının gerekliliğine işaret etmek ve buna teşvik etmektir. 235 İnsanın yaratılışıyla ilgili evreleri anlatırken, İlahi Mesaj, muhataplarının bilgi seviyelerini dikkate almıştır. Bununla beraber bu bilgiler her çağın bilimsel gerçeklerine aykırı da değildir. İlmin ve teknolojinin ilerlemesine paralel olarak her 225 Hıristiyanlıktaki ruhbanlığın, yani evlenmemenin bu inanışla ilgisi vardır. Yazır, a.g.e. I, 273; Asımgil, İnsanın Varoluş Serüveni, s. 28; S. Ateş’e göre de bu ifade cinsel birleşmeden kinayedir. Hz. Âdem, kendi ömrünün sürekli olmadığını görünce çocuklarıyla yaşamak ister ve o fiili işler. Bk. Ateş, a.g.e., IX, 532-533. 226 Yazır, a.y. 227 Tekvin, 2/9. 228 Bk. Şeriâtî, İnsan, s. 263-267. 229 Esed, a.g.e. II, 642. 230 A’râf 7/23. 231 Esed, a.g.e., I, 273-274. 232 Fazlurrahman, İslam ve Çağdaşlık, Trc. Alparslan Açıkgenç, M. Hayri Kırbaşoğlu, Ankara Okulu Y., Ankara, 1996, s. 21; Mütercimlerin değerlendirmesinden alınmıştır. 233 Cerrahoğlu, “Kur’an’da İnsanın Yaratılış Sahnesinin Düşündürdükleri,” , s. 95. 234 Bk. Özsoy, Ömer, Sünnetullah Bir Kur’an İfadesinin Kavramlaşması, Fecr Y., 2. Bsk., Ankara, 1999, s. 75-76; Yar, a.g.e. s. 84. 235 Şanver, a.g.e., s. 49. devirdeki insanların bilgi seviyeleriyle yeniden açıklanması mümkündür. 236 Zira bu ayetlerde sembolik dil kullanıldığı da görülmektedir. Sembolik ifadeler de canlılığını yitirmeyip her devirde farklı yorumlanabilmektedir. Neticede insanın yaratılışından bahseden ayetler insanın yaratılış şeklini ifade ettiği gibi insanın yapısına, fıtrî özelliklerine de işaret etmektedir. İnsan, bilgisi sayesinde meleklerden daha üstün konuma yükseliyor ve melekler onun önünde eğiliyorlar. İnsanın üstünlüğü soydan değil bilgiden kaynaklanmaktadır. 2. İnsanın Yaratılış Amacı İnsanın varlık alanında yani insanın yaratılış gayesi konusunda iki akım tartışıla gelmiştir. Bunlar, insanın objektif (nesnel) ve subjektif (öznel) gayeleridir. İnsanın objektif gayesi, Tanrının kendisi için ön gördüğü planda ne ifade ettiği yönünden değerlendirilirken; subjektif gayesi ise, hayata kendi perspektifinden bakması, kendi çıkarını ön plana çekmesidir. Aslında bu iki gaye bir şeyin iki yüzü gibidir; bu sebeple, “insanın objektif gayesi nedir?” sorusuna verilecek cevap, “insanın subjektif gayesi nedir?” sorusuna da verilebilir. Ancak denge bu iki gayeden birinin aleyhine bozulduğu zaman, insanın anlam bütünlüğü de parçalanmaktadır. 237 İnsanın yaratılış amacı Kur’an-ı Kerim’de şöyle belirtilmiştir: “Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” 238 Bu ayeti kerimeden de anlaşılıyor ki, bütün akıl sahibi varlıkların yaratılmasındaki temel amaç, onların Allah’ın varlığını tanımaları (ma‘rifet) ve bundan dolayı, kendi var oluşlarını bilinçli olarak O’nun iradesi ve planı ile uyumlu hale getirme isteği duymalarıdır. İşte bu iki aşamalı tanıma ve isteme kavramlarıdır ki Kur’an’ın kulluk olarak tanımladığı şeye derin anlamını verir. Bir sonraki ayetin de gösterdiği gibi, bu manevi çağrı, hiçbir şeye ihtiyacı olmayan ve sınırsız güç sahibi olan Yaratıcı’nın herhangi bir farazi ihtiyacından doğmuş değildir; tersine, her şeyi kuşatan ilahi iradeye bilinçli olarak kendini teslim etmek suretiyle bu iradeyi kavramayı ve böylece bizatihi Allah’a daha yakın olmayı ümit eden kulun ruhi gelişmesinin bir aracı olarak öngörülmüştür. 239 İnsanların ve cinlerin yaratılış amacını belirten bu ayet değişik şekillerde yorumlanmış ve özellikle liya‘budûn kelimesinin anlamı üzerinde ihtilaf edilmiştir. Ayetin umumi bir lafızla gelmesine rağmen manasının hususi olduğu söylenmiştir. Dolayısıyla, “ben cinlerin ve insanların mü’minlerini ancak bana kulluk etsinler diye, kâfirlerini ise bana isyan etsinler diye yarattım” şeklinde anlayanlar olmuştur. 240 Genel görüşe göre ise, ayet umumidir. Bütün insanları ve cinleri kapsar. Çünkü el-cin ve’l-ins kelimelerinin başındaki el istiğrak ve gaye içindir. Tâberî (ö: 310\922) de bu görüşü tercih ederek Abdullah b. Abbas’ın şu izahını nakleder: “Ben cinleri ve insanları isteyerek veya istemeyerek 236 Yar, a.g.e., s.78-79. Düzgün, Şaban Ali, “Sosyal Teoloji ya da Varoluş Sürecine ‘İnsan’ın Katkısı,” İslamiyat Dergisi, C. 2, S.1, Ocak-Mart, Ankara, 1999, s. 94. 238 Zâriyât 51/56. 239 Esed, Kur’an Mesajı, III, 1072. 240 Bk. Tâberî, Muhammed İbn Cerîr, Tâberî Tefsiri, Trc. Kerim Aytekin, Hasan Karakaya, Hisar Y. İstanbul, 1996, V, 568; Karagöz, Kur’an’a Göre İnsana Verilen Değer ve Görev, s. 90. 237 ancak bana kul olduklarını kabul etmeleri için yarattım.” Taberi şöyle der: “Aslında inkâr edenler de Allah’ın kaza ve kaderine ister istemez boyun eğerler. Bu itibarla yaratılış gayeleri tahakkuk eder.” 241 Bazıları bu ayeti illâ liyüvahhidûn (beni birlesinler diye) yarattım, şeklinde yorumlamıştır. 242 Mutasavvıflar, insanın yaratılmasındaki hikmet, ilahi kemalin tecellisidir, derler ve bunu sahih olmayan şu hadise dayandırırlar: “Ben gizli bir hazine idim, bilinmek istedim de, bir yaratık yaratıp onlara kendimi bildirdim, onlar da beni tanıdılar.” 243 Yukarıdaki ayette geçen ibadet kelimesi sadece namaz, oruç vs. ibadetlere atfen kullanılmamıştır. Bu ifadenin anlamı, cin ve insanların Allah’tan başkasına tapmamalarını, itaat etmemelerini, hiç kimseye boyun eğmeyip sadece Allah’ın karşısında eğilmelerini, sadece O’nun dininin kurallarına uymalarını ve hiç kimsenin önünde dua etmek için el açmamalarını kapsar. Ayette sadece cin ve insanların zikredilmesinin sebebi, kâinatta sadece cin ve insanlara Allah’a ibadet etme veya yüz çevirme, başkalarına ibadette bulunma hürriyeti verildiği içindir. Bunları yaratan ve bu hürriyeti veren Allah olduğu için, ibadet edilme hakkı da sadece O‘na aittir. 244 İnsanın yaratılış amaçlarından biri de imtihandır. Kur’an’ın nazarında hayat bir imtihan, daha doğrusu bir imtihanlar silsilesidir. Göklerin ve yerin yaratılışının gayesinin de insanın imtihana tabi tutulması olduğu bildirilmektedir. 245 Ölüm ve hayatın yaratılışı da aynı gayeyi taşır. 246 Cenneti kazanmak için insanın hayatı boyunca tabi tutulacağı sınavlarda cennete layık olduğunu ispatlaması gerekir. 247 Yine hayatın temel amacı tekâmüldür. Tekâmül için de sınanmak, yoğrulmak, pişirilmek gerekir. Olaylarla yoğrulan insan olgunlaşır. Acılar, ızdıraplar ona olgunluk kazandırır. 248 İnsanın yeryüzündeki misyonu kendi ruhunun pasını silerek her şeyi başlangıçtaki aşkın kaynağa döndürmek ve böylece ruhunun haccını eda etmektir. İnsan böylece hürriyet sahasında ilerler, bilgi ile kendini teyit eder, aşk içinde serpilip gelişir. 249 Bu da ızdıraplarla olgunlaşarak olur. İnsanın boş yere yaratılmadığını, ulvi bir gaye için yaratıldığını “İnsan, başıboş bırakılacağını mı sanıyor?” 250 ayetinden de anlıyoruz. Yani, “İnsan kendini, dünyada mükellef tutulmayan; ahirette de yaptıklarının hesabını vermeyen, manasız, başıboş bir varlık mı sanıyor?” demektir. Çünkü Arapça’da sudâ başıboş, manasız, terkedilmiş anlamlarına gelir. Nitekim Arapça’da, “devemi başıboş bıraktım, saldım” anlamında esdeytü ibilî isdâen denilir. 251 İnsan da tıpkı başıboş salıverilmiş bir deve gibi, ilahi buyruklarla sorumlu tutulmaksızın, Allah’a ibadetle emrolunmaksızın terkolunacağını sanmasın! Yine bu ayet, özgür ve iradeli bir varlık olan insanın, aynı zamanda anlamlı, gayeli; ötesi ve 241 Bk. Tâberî, a.g.e., V, 567-568; Karagöz, a.g.e., s. 91-92. Bk. Karagöz, a.g.e., s. 94; Ayrıca bk. Yazır, Hak Dîni, VI, 593. 243 İsfehânî, İnsan, 96, Mütercime ait dipnot. Hadis için Bk. el-Aclûni, İsmail b. Muhammed, Keşfü’lHafâ ve Murîdu’l-İlbâs, Mektebetü’t-Turâsi’l-İslâmî, Haleb, ts., 2/191. 244 Mevdûdi, Ebu’l Al‘â, Tefhîmu’l-Kur’ân (Kur’an’ın Anlamı ve Tefsiri), İnsan Y., 2. Bsk., İstanbul, 1991, V, 520-521. 245 Bk. Hud 11/7. 246 Bk. Mülk 67/2. 247 Bk. Bakara 2/155; Ali İmran 3/186; Mir, Mustansır, Kur’ani Terimler ve Kavramlar Sözlüğü, Trc. Murat Çiftkaya, İnkılap Y., İstanbul, 1996, s. 99. 248 Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, X, 95; Bk. En‘am 6/165; Muhammed 47/4, 31. 249 Güngör, İslam’ın Bugünkü Meseleleri, s. 231. 250 Kıyâme 29/36; Mü’minûn 23/115. 242 deruni boyutu olan; bir bakıma büyük bir varoluş projesinin odak noktasında yer alan, gerçek anlamda var ve etkin bir özne olduğunu da ortaya koymaktadır. 252 Yine bu ayetten insanın devamlı iyiliğe teşvik edilmesi gerektiği de anlaşılır. Zira insan kendi kişisel arzularıyla baş başa bırakılırsa davranışlarının kıymetini ve geçerliliğini yanlış değerlendirmeye eğilim gösterir. 253 Allah, kâinatı bir gaye için yaratmıştır. Kur’an’ın söylediğine göre bu gaye, ahlaklı ve Allah’ı tanıyan, bilen ve ona hakkıyla ibadet eden insandır. 254 Böyle bir insan, kendisi gibi insanlardan teşekkül eden bir toplumun da aynı gaye için insan yetiştirmesini sağlar. Ama böyle insanlar olmayıp da Allah’ın gayesi için çalışmayan kişiler olursa o zaman kâinatın gayesi boşa gider. 255 İsfehânî, insanın yaratılış maksatlarını, “Allah’a ibadet, O’na hilafet, O’na (O’nun dinine) yardım O’nun yeryüzünü imar etmektir” şeklinde sıralıyor. 256 Demek ki insanın yaratılış amaçlarından bir diğeri de, yeryüzünde hilafet, yeryüzünü imar etmek, ilahi iradeyi, beşeri alanda gerçekleştirmektir. Buna Kur’an-ı Kerim’de işaret edilmiştir: “Sizi yeryüzünde halifeler yapan O’dur…” 257 Kur’an’ın ifadelerinden, kâinatın insan için ve insanın da Allah için yaratılmış olduğu anlaşılmaktadır. Yani kâinat insan için çalışmaktadır ve insan da Allah’ın görevli memuru (halifesi) olarak kâinatta iş yapacaktır. 258 İnsana bu yetenek de verilmiştir. Geleceğini belirleme, bizzat insanın kendisine verilmiş bir görev olduğu için sorumlu tutulmuştur. 259 Hayvan bütün enerjisini şehvani arzularının tatmini ve neslinin devamı için harcar. Kalan hiçbir enerjisi yoktur hayvanın. Kalan enerjisini biriktirip de üretim için kullanma kabiliyetine de sahip değildir. İnsana gelince Allah onu tamamen farklı bir gaye için yaratmıştır. Enerjisini boşuboşuna harcayıp hiçbir şey üretmeden yaşamak için yaratmamıştır. Allah insanı üretmek, bulmak, meydana getirmek ve bunları insanların hizmetinde kullanmak için yaratmıştır. Bu da tabii Allah’ın ona kendi ruhundan nefhettiği gün verdiği inşa kudreti nispetindedir. 260 Demek ki, insanın yaratılış gayeleri, Allah’a kulluk, imtihan, halifelik, yeryüzünü imar etmek ve Allah’ı bilen, tanıyan ahlaklı insanların oluşturduğu ahlaka dayalı bir sosyal düzen kurmaktır. Bunların hepsi halifelik görevi altında da toplanabilir. İnsandan daha önce Allah’a ibadet eden melekler bulunmasına rağmen Allah, insana irade ve yetenek vererek bu hür iradesiyle Allah’a ibadet etmesini ve O’nun buyruklarını yeryüzünde uygulamasını istemiştir. c. İnsanın Halife Kılınması 251 Razi, Tefsîr-i Kebîr, XXII, 315. Kılıç, Benliğin İnşası, s. 76. 253 Fazlurrahman, Ana Konularıyla Kur’an, s. 81; Bk. Bakara 2/11-12; Kehf 18/103. 254 Bk. İbrahim 14/32-33; Nahl 16/12, 14; Lokman 31/20-29; Câsiye 45/12-13; Mülk 67/1-2, 15. 255 Fazlurrahman, a.g.e., s. 60. 256 Bk. İsfehânî, İnsan, s. 89. 257 Fatır 35/39; Ayrıca Bk. Bakara 2/30; En‘am 6/165; Yunus 10/14,73; Neml 27/62. 258 Atay, Hüseyin, Kur’an’a Göre Araştırmalar V, Ankara, 1995, s. 99. 259 Şeriâtî, İnsan, s. 344. 260 Kutub, İnsan Psikolojisi, s. 344. 252 Halife kelimesinin aslı halîf’tir. Ta’sı mübalağa içindir. 261 Halife kelimesinin çoğulu helâif; helîf kelimesinin çoğulu da, hülefâdır. Halifenin mastarı, hilâfettir. Hilâfet, başkasına vekâlet etmek, onu temsil etmek demektir. Bu vekâlet, ya aslın kaybolması veya ölmesi veya onun acziyetinden dolayı yahut da bunların hiçbiri olmadığı halde, asîlin vekiline bir şeref vererek ikram etmesinden kaynaklanır. İşte Allah’ın yeryüzünde evliyasını halife edinmesi bu türdendir. 262 Halife, dilimizdeki kalfa kelimesinin doğrusu olup bir başkasının yerine geçen, onun arkasından makamına geçen, asile vekillik eden manasındadır. 263 Kendisine otorite tarafından verilen görevleri, onun yerine kullanan kişidir. 264 Halife kelimesi, Kur’an-ı Kerim’de iki ayette tekil, 265 dört ayette “helâif” 266, üç ayette de “hülefâ” 267 şeklinde çoğul olarak geçmektedir. 268 Kur’an’da halife kavramı iki manada kullanılmaktadır: İnsanın Allah adına konuşup hükmetmesi, bir de kabile ya da milletlerin sahneden çekilmesi suretiyle başka kavim ve milletlerin gelip onların yerine geçmesi. 269 “Kur’an’da “halife” ile anlatılmak istenen, Allah’ın temsilcisi -vekili- olan ve temsilciliğinin gereği kendisine üstün meziyetler verilerek yeryüzünde hâkim kılınan bu vekâletini nesilden sonra nesil olarak -insan soyu içinde- devam ettiren varlıktır.” 270 Çoğu ayetlerde arz (yeryüzü) kelimesiyle beraber, arz’da halife olduğu, arz’ın halifesi olduğu şeklinde kullanılmıştır. İnsan yeryüzünün yerine geçmediğine göre arzın halifesi olması, arzda halife olması, yeryüzünün idaresini üstlenmesi şeklinde anlaşılabilir. Allah’ın yeryüzündeki meleklere “ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” demesinin anlamı şudur: “Kendi irademden, kudret ve sıfatımdan ona bazı yetkiler vereceğim, o bana bağlı olarak, bana vekil olarak yarattıklarım üzerinde bir takım tasarruflara sahip olacak. Benim namıma hükümlerimi yürütüp uygulayacak. O, bu hususta asîl olmayacak, ancak benim bir vekilim, bir kalfam olacak. İradesiyle benim iradelerimi, benim emirlerimi uygulamaya memur bulunacak. Sonra ona halef olarak aynı görevi görecek olanlar bulunacaktır.” Halifelik insana verilmiş bir şereftir. Her vekilin, halifenin kıymet ve şerefi, asilin şerefi ve vekilliğin derecesiyle orantılıdır. 271 Allah, insanı tabiattaki dengeleri ve toplumlarda adaleti gözetsin diye halifesi yapmış, ona yeryüzünde Allah’ın hükümranlığının hâkim kılınması sorumluluğunu vermiştir. Herkese Allah’ın kendisi için çizdiği gayeye erişmek için bütün yeteneklerini tam anlamıyla kullanabilme imkânı sağlayan sosyal bir düzen kurmak gibi bir görev vermiştir. Böyle bir yük, Allah’ın insana tabiat ve diğer insanlar karşısında belirlediği şeyleri yerine getirebilmesi için, devamlı ilmi ve teknik araştırmayı gerektirir. 272 Şu halde yeryüzünde Allah’ın halifesi olmak demek, yapmak, icat etmek, 261 Yazır, Hak Dîni, I, 255. İsfehânî, el-Müfredat (h-l-f md.), s. 294; Yazır, a.g.e., I, 256. 263 Yazır, a.g.e., I, 255; Gölcük, Şerafeddin, Kur’an ve İnsan, Esra Y., Konya, 1996, s. 13. 264 Asımgil, İnsanın Varoluş Serüveni, s. 15. 265 Bk. Bakara, 2/30; Sâd, 38/26. 266 Bk. En‘âm 6/165; Yunus 10/14, 73; Fâtır 35/39. 267 Bk. A’râf 7/69, 74; Neml 27/62. 268 Bk. Abdulbaki, el-Mu‘cemü’l-Müfehres, s. 305. 269 Asımgil, a.g.e., s. 16. 270 İşler, Kur’an-ı Kerim’de İnsanın Halifeliği, s. 100. 271 Yazır, Hak Dini, I, 255-256. 272 Garaudy, Roger, İslam ve İnsanlığın Geleceği, Trc. Cemal Aydın, İstanbul, 1990, s. 20, 84-85. 262 tebdil ve tağyir etmek demektir. Bütün bu işler ise Allah’ın fiilleridir. Ancak insanoğluna bu fiillerden bazı bölümler vermiştir ki insan bunlarla halifelik görevini yerine getirsin. 273 Mademki Yüce Allah, halifesine bir takım işler gördürecektir. O işleri kendi istediği gibi yapabilmesi için kendi sıfatlarından ilim, irade, kudret gibi sıfatlarının bir numunesini ona vermiştir. İşte insan bu üç nitelikle diğer varlıklardan ayrılmıştır. Bu üç gücü nasıl kullanacağı konusunda akıl ve kitap ona yol gösterir. 274 Allah, insana büyük bir vücut ve kuvvetli bir pazu vermemiştir. Bazı bitkilerin ve hayvanların bünyeleri daha güçlü ve yapıları daha sağlamdır. Allah, insana ayrıcalıklı olarak akıl ve beşeri aklın yapacağı ilahi bir anlama kabiliyeti verdi. Böylece bununla bizi kendisine yeryüzünde halife yaptı. 275 İnsana verilen halifelik sosyal bir görevdir. İnsan bu halifeliği sosyologların dış çevre dedikleri dünyada icra edecektir. İnsanın bu halifelik fonksiyonunu ifa edebilmesi, ona göre bir takım sistem ve teşkilat kurabilmesi maksadıyla kendisine verilen ilahi sıfatların yanı sıra yeryüzünde ne varsa hepsi emrine verilmiş ve gerekli bilgilerle donatılmıştır. 276 Bu nimetler ve görev, insanın fiziki çevresindeki ilahi nimetlerden, gelir kaynaklarından faydalanmasını, bu maksatla üretim ve tüketim gibi iktisadi faaliyetlerde bulunmasını, elde edilen hâsılayı kendi asli ihtiyaçlarını belirli ölçüde karşıladıktan sonra diğer insanların istifadesine sunmasını gerektirir. Böylece halifelik, insanın sosyokültürel çevresiyle daima irtibat halinde olmasını ve gerekli yardımda bulunmasını gerektirir. 277 Müfessirler, insanın kimin halifesi kılındığı hususunda iki görüşe ayrılmışlardır. Bazılarına göre bu lafız yeryüzünde konuşan hayvan cinsinden bir sınıf olduğunu hissettiriyor. Onların nesli tükendi. Allah onların yerine beşer cinsini getirip yeryüzüne halife yapacağını meleklere bildirdi. Bu müfessirlere göre bu yok olan sınıf, yeryüzünde fesat çıkardı ve kan akıttı. Melekler buna kıyasla sorularında bunu delil getirdiler. Bu görüş doğru olursa Âdem yeryüzünde ilk akıllı canlı sınıf değildir. Bu sınıfın cinler olduğu da söylenmiş. Diğer görüşe göre ise insan Allah’ın halifesi/temsilcisidir. Bu, çoğunluğun görüşüdür. 278 Zira ayet-i kerime halife kelimesini belirsiz kullanmış, kimin halifesi veya kime halife olacağını açıkça belirtmemiştir. Meleklerin bu makama göz koymalarından da Allah’ın halifesi gibi yüksek bir makamın olduğu anlaşılmaktadır. 279 Halife ile kimin kastedildiği de tartışılmış, bir görüşe göre Hz. Âdemdir, diğer görüşe göre ise O’nun zürriyetidir. 280 Sonuçta Allah, insana hilafet görevini ve yetkisini vermiştir. İnsan bu yetkiyi Allah adına kullanmak durumundadır. Böyle olunca onun kendisini aslın yerine koyarak tasarrufta bulunması asla mümkün değildir. Çünkü bu aynı zamanda bir emanettir.“Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara sunduk ta onu yüklenmekten kaçındılar, on(un sorumluluğun)dan korktular; onu insan yüklendi. Çünkü o, çok zalim, çok cahildir.” 281 ayeti de bunu beyan etmektedir. Bilindiği gibi sorumluluk 273 Kutub, İnsan Psikolojisi, s. 43. Atay, Hüseyin, “Allah’ın Halifesi: İnsan”, AÜİFD, Ankara, 1972, XVIII, 75; İşler, a.g.e., s. 22-23. 275 Hasbinnebi, el-Kevnü ve’l-İ‘câzu’l-‘İlmiyyi li’l-Kur’ân, s. 321. 276 Bk. Bakara 2/29-31,60; Mâide 5/87-88; A’râf 7/32-33; İbrahim 14/32-35;Nahl 16/1-18; Hac 22/65. 277 Er, İzzet, Din Sosyolojisi Makaleler, Akçağ Y., Ankara,1998, s. 190. 278 Rıza, Tefsîru’l-Menâr, XII, 257-258; Ayrıca bk. Râzî, Tefsîr-i Kebîr, II, 244; Atay, a.g.m., s. 74. 279 Atay, a.g.m., s. 74. 280 Geniş bilgi için bk. Râzî, Tefsîr-i Kebîr, II, 244. 281 Ahzâb 33/72. 274 imtihan için söz konusudur. Hilafetten bahseden ayetlerin sonunda imtihan sırrının zikredilmiş olması, hilafet ve emanet kavramının birbiriyle yakından ilgili olduğunu gösterir. İnsan üstlendiği emaneti yerine getirmezse emanete hıyanet etmiş olur. 282 Emânet kelimesi çoğulu emânâtla beraber Kur’an’da 6 yerde geçmektedir. 283 Sadece Ahzâb suresindeki ayette insana yüklenen ilahi sorumluluk anlamında kullanılmakta, diğer yerlerde sorumluluk ve sözüne sadakat anlamlarında yer almaktadır. Ahzab suresindeki ayetten anlaşıldığına göre mahlûkata sunulan emaneti mahlûkattan hiçbiri yüklenmedi. İnsanın sorumluluğuna sunulunca insan onu yüklendi. Aklı olmasıyla aklı olmayanlardan ayrı olarak zulüm ve cahillikle nitelendi. Çünkü akılsız varlıklar sınırı aştığını bilmezler. İnsan, ilahi emirleri bildiği halde sınırı aştığı için zalimdir. İlahi emirleri bilmeden sınırı aştığı için de cahildir. 284 İnsana yüklenen emanetin ne olduğu konusunda pek çok fikirler ileri sürülmüştür. Bu emanetin “akıl, insanın mükellef kılınacağı kabiliyetlerin verilmesi, 285 taat, kadının iffet ve namusunu koruması, din, farzlar ve hadler, insanların tüm emanetleri, adalet, 286 halifelik, vazife yükümlülüğü, 287 uzuvlar, ma‘rifetullâh (Allah’ı bilme), 288 ilahi sır, 289 bilme ve yapma, 290 yeryüzünde ahlaka dayalı bir sosyal düzen kurma görevi, 291 dünya gezegenini imar etme ve şümullü bir insan medeniyeti kurma, 292 hür irade, 293 seçme, bilgi, şuur, kudret, yaratıcılık, aşk ve hikmet” 294 olduğu söylenmiştir. Şeriati, diğer mevcudatta olmayıp insana özgü bütün bu imkânlar ve gelecek insanda gerçekleşebilecek ve zuhur edecek şeyler emanetin birer parçasıdır, diyor. 295 Muhammed Esed (1900-1992) ise, müfessirler bu terim için akıllarına gelen her türlü açıklamayı yapmışlar. Ama bu açıklamaların en ikna edici olanı “muhakeme” yahut “akıl” ve “irade” yani iyi ve kötü arasında seçim yapabilme yeteneği olduğu şeklindeki açıklamadır, diyor. 296 Emanetle ilgili ayette temsili bir anlatımın olduğu da belirtilmiştir. Bu görüşe göre emanetin sunulması, insana bu görevi yapacak kabiliyetin verilmesidir. İnsan dışındakilerin kaçınması da tabi bir kaçınmadır, bu göreve liyakat ve kabiliyetlerinin olmamasıdır. 297 Emanete hıyanet, sadece insan tarafından olup, gökler, yer ve dağlar bunu yapamazlar. Çünkü Allah bu ayette, dağların, yerin ve göğün emaneti kabul etmeyişini, temsil tarikiyle teklifin güç olduğunu anlatmak için söylemiştir. 298 282 Demirci, Muhsin, Kur’an’ın Temel Konuları, MÜİFAV Y., İstanbul, 2000, s.150. Bk. Abdulbaki, el-Mu‚cemü’l-Müfehres, (E-m-n md.) s. 113. 284 Akkad, el-İnsân fi’l-Kur’âni’l-Kerîm, Dâru’l-Hilâl, yy. ts., s. 34. 285 Beyzâvî, Abdullah ibn Ömer, Envârü’t-Tenzîl ve Esrârü’t-Te’vîl, yy., 1285 h., II, 282. 286 Dumlu, Kur’an’da Bazı Kavramlara Bakış, Anadolu Y., İzmir, 1999, s. 53. 287 Yazır, a.g.e., VI,113. 288 Razi, a.g.e., XVIII, 303. 289 Güngör, a.g.e., s. 228. 290 Çiftçi, Adil, Fazlurrahman ile İslam’ı Yeniden Düşünmek, Kitâbiyât , Ankara, 2000, s. 201. 291 Fazlurrahman, Ana Konularıyla Kur’an, s. 59. 292 el-Buti, Ramazan, Kur’an’da İnsan ve Medeniyet, Trc. Resul Tosun, Risale Y., İstanbul, 1987, s. 24. 293 Şeriâtî, İnsan, s. 17; Şeriâtî, İslam Sosyolojisi, s. 82; Sezen, İslam Sosyolojisine Giriş, s. 69. 294 Şeriâtî, Ali, Dinler Tarihi, Trc. Erdoğan Vatansever, Seçkin Kitaplar Y., yy., ts., s. 216. 295 Şeriâtî, a.y. 296 Esed, Kur’an Mesajı, II, 868. 297 Beyzâvî, a.g.e., II, 282; Ayrıca bk. Fussilet 41/11. 298 Dumlu, a.g.e., s. 53; Ayrıca bk. Razi, a.g.e., XVIII, 302-303. 283 Kur’an’ın üslubunda temsili yapıya yer vermesini ve ayetin siyak ve sibakını da dikkate aldığımız da gerçekten göklere, dağlara ve arza sunulmuş bir emanetin vaki olmadığını, insanın sorumluluğunun büyük olduğunu hatırlatıp onu bu sorumluluğun gereğini yapmaya yönlendirmek için temsili bir ifade tarzı kullanıldığını anlarız. Bütün bunlara göre insana verilen halifelik sosyal bir görevdir. İnsan, halife olmakla yeryüzünü imar ve ıslah etmek görevini üstlenmiştir. Allah, insanı gerekli niteliklerle donatıp tabiattaki dengeleri ve toplumlarda adaleti gözetsin diye ona emaneti yüklemiş, halifesi yapmış, hükümlerini uygulama sorumluluğunu vermiştir. Halifelik, insanın sosyo-kültürel çevresiyle daima irtibat halinde olmasını ve gerekli yardımda bulunmasını gerektiren bir görevdir. 4. İnsanın Özellikleri İnsanlık tarihinin insanın ne olduğu konusundaki koyu bilgisizliğin tarihi olduğu söylenebilir. 299 Çok uzun devreler boyunca atalarımızın kendilerini incelemek için ne zamanları oldu, ne de buna ihtiyaç duydular. Vücutlarının ve ruhlarının yapısı ile ilgilenmeden önce uzun zaman tabiatı incelediler. Daha sonraları insanlık kendilerini tanımak için muazzam bir gayret göstermiştir. Bilginlerin, filozofların, şairlerin ve mistiklerin müşahedelerinden meydana gelen bir hazine sahibi olmamıza rağmen, insan hakkındaki görüşlerimiz bazı görünüş ve parçalardan ibarettir. Ve bu parçalar da bizim metotlarımızla yaratılmıştır. Gerçekten kendi varlığımız hakkın-daki cehaletimiz pek büyüktür. İnsanları inceleyenlerin kendi kendilerine sordukları soruların büyük bir kısmı cevapsız kalıyor. İç dünyamızın muazzam bölgeleri henüz bilinmiyor. 300 Esasen insan varlığı bir bütün halinde kavranamayacak kadar karmaşıktır. Bu yüzden biz insanı tanımak için küçük parçalara bölüyoruz. Bunu yapınca da insan yerine bazı fiziki ve kimyevi maddeleri tanımakla kalıyoruz. Bu durum, körlerin fili tanıtma misaline çok uygun düşmektedir. Akıl ve onun ürünü olan pozitif ilimlerin, insana yaklaşımı böyledir. 301 İnsanı tetkik eden farklı ilimlerden her biri kendi objesinden farklı bir kavrama ulaşır. Uzmanların tanıdığı insan, somut ve gerçek insan değildir. O sadece bir şemadır. 302 O halde insanı, bir bütün halinde müşahede edip bize gerekli bilgileri veren bir başka müesseseye ihtiyaç vardır. Bu müessese de vahiy ve nübüvvet kurumudur. İnsan ufkunun genişliği, insanın kabiliyetlerinin değişikliği göz önünde bulundurulursa, insanı bir tek faktöre göre açıklama hatasına düşülmez. Freud’un yaptığı gibi insan faaliyetlerini libido ile izah etmez, Adler’in yaptığı gibi üstünlük kompleksi ile açıklamaz, Jung’un yaptığı gibi aşağılık kompleksi ile izah etmez. Tecrübeci ekolün yaptığı gibi bedeni enerji ile, komünistlerin yaptığı gibi tarihi veya iktisadi mareryalizmle izah etmez, klasik Darvinizm’in yaptığı gibi, insanı biyolojik ve psikolojik bir canlı olarak açıklama yanılgısına düşmez. Çünkü insanın varlık alanı, bütün bunların her birisinden çok daha geniştir. İnsan bünyesi her faktörü ayrı ayrı kapsar. Birbirinden ayırt 299 Hacıkadiroğlu, Vehbi, İnsan Felsefesi, Cem Y., İstanbul,1997, s. 96. Carrel, İnsan Denen Meçhul, s. 11-13. 301 Öztürk, İslam Düşüncesinde Din ve Fıtrat, s. 246. 302 Carrel, a.g.e., s.10 300 edilemeyecek kadar komple bütünlük arzeder. 303 Kapitalizm ve sosyalizm, insandaki ilahi boyutu göz ardı ederek, insanı her şeyin merkezi ve ölçüsü sayarlar. İnsanın bu “kendine yeter oluşu”, Allah’ın aşkınlığının zıddıdır ve Allah’ı yok saymadır. 304 Bugünkü medeniyetin kendi dininin temelini, “insan perestlik” üzerine kurmasının sebebi, antik din ve ekollerin, insanın şahsiyetini beş paralık etmiş, insanı tanrılara kurban olmaya zorlamış olmalarıdır. İnsanı ve iradesini tanrı iradesi karşısında aciz saymaya zorlamış olmalarıdır. 305 Aydınlanma ile birlikte gelen “kendi kendini yaratan insan” kavramının “Tanrının yarattığı insan” kavramına göre daha değişik türden insan anlayışı getirdiği söylenemez. Gerçekten bu yeni anlayış insanı toplumun ya da başka insanların yarattığı gerçeğini görmemiş ve gerçekle hiçbir ilgisi olmayan bir insan kavramı ortaya atmıştır. 306 Bugün insanlık bütün dikkatini kendi üzerine, manevi ve fikri güçsüzlüğünün sebepleri üzerine yoğunlaştırmalıdır. Dikkatlerimiz, fizik ve fizyolojikten ayrılıp zihni ve manevi yola yönelmelidir. 307 Kur’an’ın muhatabı, bütün yönleriyle insandır. İnsan ise sırlarla dolu ve çok yönlü bir varlıktır. İnsanı motive eden duyguları vardır. Kendine fiziki ve sosyal çevrenin etkisi söz konusudur. Buna şeytanın vesvesesi de dâhildir. 308 İnsan, zaman, mekân ve ömür bağları ile sınırlandırılmış, diğer canlılar gibi ölümlü bir varlıktır. Ancak diğer canlılardan ayrı olarak insan, Allah’ı, peygamberi ve bütün insanları sevebilen, toplum içinde yaşayarak üreten ve paylaşabilen, fedakâr olabilen, bunları da adalet, şahsiyet ve haysiyetle, samimi olarak yapan yüksek idrak ve ince zevk sahibi, akıllı bir canlıdır. 309 İnsanı hayvanlardan ayıran birtakım maddi ve manevi özellikler bulunmaktadır. İnsanlar, ayakta durmak, tırnaklarının çıkması vb dış görünüşü, utanma, sıkılma, gülme gibi reaksiyonları, akılla ilgili işlemleri düşünüp yapabilmesi, değişik sanatları öğrenebilmesi, ahlaki prensipleri kazanabilmesi, 310 dil, din, bilim, alet, sanat yaratmaları, hak duygusu, devlet kurma, kavram kurma, tin (ruh) sahibi olma, 311 kendi kendini bilip kendisi ve evrendeki yeri üzerinde düşünebilmesi, kendini eleştirebilmesi, 312 özgür olma, 313 kontrol mekanizması, yüce değerler, 314 his, şuur, kalb, vicdan, feraset, basiret, ilham 315 vb. niteliklere sahip olmakla hayvanlardan ayrılır. İnsanlar hayvanlardan farklı oldukları gibi bireysel olarak da birbirlerinden farklıdırlar. Modern toplum bireyi tanımıyor. O sadece insanî yaratıkları hesaba katıyor. Eğer insanların hepsi birbirinin eşi olsaydı, onları hayvanlar gibi yetiştirmek, büyük sürüler halinde çalıştırmak mümkün olurdu. Fakat 303 Kutub, İnsan Psikolojisi, s. 54-55. Garaudy, İslam ve İnsanlığın Geleceği, s. 116. 305 Şeriâtî, İnsan, s. 9. 306 Hacıkadiroğlu, a.g.e., s. 96. 307 Carrel, a.g.e., s. 39, 220. 308 Kırca, Celal, Kur’an ve İnsan, Marifet Y. İstanbul, 1996, s. 201. 309 Erdem, Mustafa, “İslam’da İnsan Modeli”, İslam’da İnsan Modeli ve Hz. Peygamber Örneği (Kutlu Doğum Haftası, 1993), TDV.Y., Ankara,1995, s. 117. 310 İsfehânî, İnsan, s. 51. 311 Akarsu, Bedia, Max Scheler Felsefesinde Kişi Kavramı ve İnsan Olma Sorunu, İnkılap Y. İstanbul, 1998, s. 17, 173-174. 312 Nurbaki, Haluk, İnsan Bilinmezi, Hilal Y., İstanbul, ts., s. 213; Şeriâtî, İnsan, s. 29. 313 Hacıkadiroğlu, a.g.e., s. 94. 314 Kutub, a.g.e., s. 432. 315 Çetin, İsmail, İnsan ve Vazifesi, Dilaram Y. Isparta, 1980, s. 197. 304 her birinin bir kişiliği var. Ona bir sembol gibi davranamayız. 316 Dolayısıyla herkesin aynı şeyleri kabullenmesini, aynı şeylere inanmasını beklemek yanlış olacağı gibi, herkesin algılama kabiliyeti, aklî yeteneği de aynı değildir. Zira Allah, insanları kabiliyet, iş görme akıl, renk ve mal bakımından faklı farklı yaratmıştır. 317 Kur’an’ın ana konusu insan olup, onun ideal bir insan ve toplum tipi önerdiği görülür. 318 Böylelikle, insan ve insanın tanıtılması Kur’an’da geniş bir yer tutar. Kur’an’ın muhatabının insan ve hedefinin, insan hayatının, amacına uygun olarak düzenlenmesi olduğu dikkate alınırsa, insan üzerinde bu kadar çok durmasının doğal olduğu görülür. Bu, aynı zamanda Kur’an’ın kendi ifadesiyle, insanı en iyi tanıtanın Allah olmasının bir sonucudur. 319 Kur’an’da “psikolojik nazariyeler” planlı programlı bölümlere ve bahislere ayrılmış olarak geniş biçimde yer almaz. Aslında ruhları eğitip yetiştirmeyi hedef alan Kur’an, bu kabilden nazariyeler serdetmez. Fakat Kur’an, insan ruhu üzerinde fazlasıyla ve genişçe bilgi verir. Diğer ilimlerden daha fazla psikolojik konulara yer verir. Çünkü bu kitabın ilk ve en önemli vazifesi, insan ruhunu eğitmek ve belli bir yöne sevketmektir. Ruhun esrarını ve psikolojik gerçekleri öğrenmeye teşvik eder. 320 Kur’an, gerek fert olarak gerek cemiyet olarak insandan bahseder, insana hitabeder. Kur’an-ı Kerim, her yönüyle, içinde bulunan her çeşit insanla, türlü türlü hadiseleriyle, savaşı ve barışı ile, korkusu ve emniyetiyle, azabı ve refahı ile, tuğyanı ve imanı ile “cemiyeti” anlatmıştır; fertlerden, ailelerden, cemaatlerden (gruplardan), birliklerden, milletlerden, ümmetlerden, inananlardan ve inanmayanlardan bahsetmiştir. 321 Kur’an, toplumların ve medeniyetlerin yükseliş ve çöküşlerinden, milletlerin ahlaki zaaflarından, medeniyetlerin birbirlerinin yerine geçmesinden veya yeryüzünün mirasından, liderliğin işlevinden, refah, zenginlik ve barış ile bunlara karşı olanlardan ve özellikle “yeryüzünde fesat tohumu saçtığı halde, kendilerini ıslah edici zannedenler”den sürekli bahseder ve Kur’an’da “Kur’an’ın sosyal düşüncesi” diyebileceğimiz azımsanamayacak miktarda anlatımlar manzumesi yer alır. 322 Yine Kur’an, toplumsal siyasi ve askeri konuları açıkladığı gibi nasıl savaşılacağını, esirlerin nasıl alınıp nasıl serbest bırakılacağını dahi bildirir. Yani dünya hayatıyla doğrudan ilgilenir. Ama o, aynı zamanda ruhun arıtılmasıyla, eğitilmesiyle, bireyin ahlaki gelişimiyle de ilgilenir. 323 316 Carrel, a.g.e., s.217 Rıza, Tefsîru’l-Menâr, IV, 594-596; Bk. Nisâ 4/95; Enfal 8/4; En’am 6/165; Tevbe 9/20; İsrâ 17/21; Hucurât 49/13. 318 Özsoy, Sünnetullah, s. 131. 319 Bk. Necm 53/32; Şanver, Kur’an’da Tebliğ ve Eğitim Psikolojisi, s. 44. 320 Kutub, a.g.e., s. 15-16. 321 Cebeci, Lütfullah, “Kur’an Sosyolojisi Üzerine Bir Deneme”, İslami Araştırmalar, S. 3, Ocak,1987, s. 7. 322 Fazlurrahman, İslam ve Çağdaşlık, s. 282-283. 323 Şeriâtî, İslam Sosyolojisi, s. 86. 317 Kur’an, insanı bir bütün olarak ele alır ve bir bütün olarak ona hitap eder. İnsanı bilimlerin yaptığı gibi değişik yönleriyle sistematik olarak ele almaz. İlimlerin insanı ve olayları daha iyi anlamak için uyguladıkları parçalama metodu gerekli ise de yeterli olmadığı bir gerçektir. 324 Kur’an, insana kendi hakikatini, muhtelif meziyetlerini ve dünyadaki görevlerini iki hakikat ile göstermektedir: Birincisi, insan değersiz bir mahlûktur. Başlangıcı toprak, nesli ise kıymetsiz bir sudandır. Hayatı uzarsa ömrün rezilliklerine düşer ve hiçbir şey bilemez olur. Bununla birlikte burnunu diker, böbürlenir. 325 Kur’an’a göre insan kimliğinin öteki yönünü oluşturan ikinci hakikat ise, insanın öteki mahlûkat arasında mükerrem bir mahlûk olmasıdır. Meleklerin secde ettiği, hilafet ile şereflendirilen ve Allah’ın akıl, fikir, irade ve işleri idare kabiliyeti ile donattığı tek canlıdır. 326 Yahudi ile Hıristiyan dininde tanrılık ile insanlık arasında bir mertebede bulunan melekler, Kur’an’da bu mertebelerinden düşmüşler, Âdem’e secde ettirilmekle insandan aşağı bir mertebeye indirilmişlerdir. 327 İnsanın varlık alanındaki yeriyle ilgili olarak, İslam’ın anlayışı Yahudilik ve Hıristiyanlığınkinden farklılık göstermektedir. Hıristiyan paradigma, insanı doğuştan günahkâr saydığı için, onun dünyadaki bütün sorumluluğu üzerine almasına tahammül edemez. Aynı şekilde, insanları, dünyada ilk günah işleyen Habil’in ve Allah’a isyanın sembolü olarak Babil kulesini inşa edenlerin varisleri olarak gören Yahudilik çoğu zaman insana lanetler yağdırır ve yeryüzü insan yüzünden lanetlendi der. İslam, diğer bazı sistemlerin aksine, insanın üzerinde bulunduğu fıtratı, diğer bir değimle insanın varlık yapısını “tertemiz” olarak nitelendirir. 328 Sonuç olarak Kur’an’ın ana konusu insan olup, Kur’an, ideal bir insan ve toplum tipi önerir. Böylelikle, insanı en iyi tanıyan ve tanıtan Allah, Kur’an’da insandan geniş bir şekilde bahsederek ona yol gösterir ve ondan yeryüzünde ahlaka dayalı bir sosyal düzen oluşturmasını ister. Kur’an, insanı bir bütün olarak ele alır ve ona bir bütün olarak hitabeder. İnsanın dünya hayatıyla doğrudan ilgilendiği gibi ruhun arıtılmasıyla, eğitilmesiyle, bireyin ahlaki gelişimiyle de ilgilenir. İşte Kur’an’ın asıl fonksiyonu da insanı ruhen eğiterek yeryüzünde iyiliğin, adaletin hâkim olmasını sağlamaktır. 324 Kırca, Kur’an ve İnsan, s. 46. Bk. Hac 22/5; Yasin 36/77; İnsan 76/2; Abese 80/17-20; Tarık 86/5-6. 326 el-Buti, Kur’an’da İnsan ve Medeniyet, s. 42-44; Bk. Bakara 2/30-34; İsra 17/70; Ahzab 33/72; Ayrıca bk. Hökelekli, Hayati , “İslam’da İnsan Modeli ve Hz. Peygamber Örneği” (Kutlu Doğum Haftası,1993), s. 233-234. 327 Düzgün, “Sosyal Teoloji ya da Varoluş Sürecine ‘İnsan’ın Katkısı,” s. 100. 328 Düzgün, a.g.m., s. 96-97; Ayrıca bk. Öztürk, İslam Düşüncesinde Din ve Fıtrat, s. 61. 325 İÇİNDEKİLER ÖNSÖZ………………………………………………………………………………1 GİRİŞ………………………………………………………………………………...2 1. ARAŞTIRMANIN ÖNEMİ……………………………………………………….2 2. ARAŞTIRMANINAMACI………………………………………………………..3 3. ARAŞTIRMANIN YÖNTEMİ……………………………………………………4 4. ARAŞTIRMANIN KAYNAKLARI………………………………………………5 BİRİNCİ BÖLÜM GENEL OLARAK İNSAN KAVRAMI A. İNSAN KAVRAMININ TANIMI……………………………………………...7 1. İnsan Kelimesinin Sözlük Anlamları……………………………………...7 2. İnsan Kelimesinin Terim Anlamları……………………………………...10 3. İnsan Kelimesinin Kur’an’daki Anlamları……………………………….15 B. KUR’AN’DA İNSAN KELİMESİYLE ALAKALI KELİMELER…………18 1. Beşer Kelimesi……………………………………………………………18 2. Benî Âdem Kelimesi……………………………………………………...20 3. Nefs Kelimesi …………………………………………………………….23 C. KUR’AN’DA İNSANIN YARATILIŞI VE ÖZELLİKLERİ………………..29 1. İnsanın Yaratılışı………………………………………………………….29 2. İnsanın Yaratılış Amacı…………………………………………………..34 3. İnsanın Halife Kılınması………………………………………………….38 4. İnsanın Özellikleri………………………………………………………...42 İKİNCİ BÖLÜM KUR’AN’DA İNSANIN PSİKOLOJİK YÖNÜ A. KUR’AN’DA İNSANIN TABİATI....................................................................49 1. Fıtrî Olarak İnsan…………………………………………………………49 2. İnsanın Maddî ve Rûhî Yönü…….……………………………………….54 3. İnsanın Şahsiyeti………………………………………………………….58 4. Şahsiyette Denge………………………………………………………….67 5. İnsanın Değişen ve Değişmeyen Yönleri………………………………....73 B. KUR’AN’DA İNSANIN KARAKTER ÖZELLİKLERİ………………..….76 1. Olumsuz Nitelikleri (Zaafları)…………………………..……………….76 a. Aceleci…………………………………………………………..79 b. Unutkan…………………………………………………………82 c. Bencil……………………………………………………………85 d. Nankör ve Ümitsiz……………………………………………...87 e. Kibirli……………………………………………………………94 f. Zalim ve Cahil………………………………………………….101 g. Dünyayı Hırsla Seven………………………………………….106 h. Mal Düşkünü…………………………………………………..112 i. Cimri…………………………………………………………...116 j. Heva ve Zannına Uyan………………………………………...121 k. Öfkeli ve Kindar……………………………………………….129 2. Olumlu Nitelikleri…………………………………………….………..136 a. En Güzel Şekilde Yaratılması…………………………………136 b. Allah’ın Rûhundan Âdem’e Üflemesi ………………………...141 c. Akıl Sahibi Olması…………………………………………….145 d. Kalb Sahibi Olması……………………………………………152 e. İrade Sahibi Olması……………………………………………160 f. Ahlak ve Vicdan Sahibi Olması………………………………164 g. Konuşma Yeteneğine Sahip Olması…………………………..172 h. Yüce Duygulara Sahip Olması………………………………...177 (1) Din Duygusu………………………………………….179 (2) Sevgi ve Saygı…………………………………...……182 (3) Korku ve Ümit………………………………………..192 (4) Merhamet (Acıma) Duygusu……………………….....198 (5) İffet ve Hayâ (Utanma Duygusu)…………………..…202 (6) Güzellik Duygusu………………………………..…….213 C. KUR’AN’IN İNSANI PSİKOLOJİK OLARAK OLGUNLAŞTIRAN PRENSİPLERİ………………………………………………………… ………..222 1. İman……………………………………………………………………222 2. Takva…………………………………………………………………..228 3. İbadetler…………………………………………………………..……232 a. Namaz………………………………………………………......239 b. Oruç…………………………………………………………….246 c. Zekat……………………………………………………………249 d. Hac……………………………………………………………...254 4. Zikir……………………………………………………………………258 5. Dua…………………………………………………………………….263 6. Tevbe…………………………………………………………………..269 7. Sabır……………………………………………………………...…….276 8. Şükür…………………………………………………………………...282 9. İlim……………………………………..………………………………286 10. Îsâr (Başkalarını Kendine Tercih Etme)……………………………….292 11. Ahlakî Nitelikler……………………………………………………….297 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM KUR’AN’DA İNSANIN SOSYOLOJİK YÖNÜ A. KUR’AN’DA TOPLUMSAL DÜZEN…………………………………….302 1. Aile Hayatı……………………………………………………………314 a. Ana-Baba……………………………………………………..320 b. Çocuklar………………………………………………………327 c. Evlilik ve Karı-Koca………………………………………….333 d. Akrabalık ve Akrabalar……………………………………….342 2. Cemiyet İçindeki Gruplar……………………………………………...344 a. Müstekbirler (Büyüklük Taslayan İnkarcı Zenginler)…….…..347 b. Mustazaflar ……….…………………………………………..354 c. Mele’ (İleri Gelenler) ve Krallar………………………………359 d. Mutref………………………………………………………….366 e. Din Adamları…………………………………………………..368 3. Başka Toplumlarla İlişkiler…………………………………………….377 a. Barışın Esas Olması……………………………………………378 b. İnanmayanlarla Dostluk………………………………………..385 c. Hicret……………………………………………………………391 B. KUR’AN’IN ÖNGÖRDÜĞÜ TOPLUMUN ÖZELLİKLERİ……………..397 1. İman ve Sâlih Amel……………………………………………………..397 2. Hakkı, Sabrı ve Merhameti Tavsiye Etme……………………………...402 3. İyiliği Emredip Kötülükten Sakındırma………………………………...406 4. 5. 6. 7. Ümmetin Birliği………………………………………………………...412 Adaletli ve Eşit Haklara Sahip………………………………………….418 Ahlakî Temele Dayalı…………………………………………………..429 Sosyal Yardımlaşma ve İyilikte Yarışma……………………………….433 SONUÇ……………………………………………………………………………439 KAYNAKÇA………………………………………………………………..…….443 KISALTMALAR a.g.e. : Adı geçen eser a.g.m. : Adı geçen makale a.y. : Aynı yer AÜİFD : Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi b. : İbn bk. : Bakınız bsk. : Baskı C. : Cilt DİD : Diyanet İlmî Dergi H. : Hicri Hz. : Hazreti İÜİFD : İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi MÜİFAV : Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı md. : Maddesi s. : Sayfa S. : Sayı Thk. : Tahkik Tsh. : Tashih eden TDVİA : Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi Trc. : Tercüme eden t.s. : Tarihsiz vb. : Ve benzeri vd. : Ve devamı Y. : Yayınları, Yayınevi y.y. : Yayın yeri yok İKİNCİ BÖLÜM KUR’AN’DA İNSANIN PSİKOLOJİK YÖNÜ Psikoloji için “nefs ve ruh ilmidir” diye tanım yapılmakla beraber bu tarif çok mükemmel yapılmış bir tanım değildir. Çünkü nefs ve ruh kelimeleri farklı pek çok anlamlarda kullanılmaktadır. Hâlbuki ruhtan bahseden ilme daha ziyade metafizik denilmektedir. Psikoloji, şuurlu ve şuursuz bütün olayları inceleyen bir ilimdir. 329 Diğer bir değişle psikoloji, insan davranışlarını ve davranışın oluşumunu tanımaya çalışan bir bilimdir. 330 Psikoloji bilimi bize bir insanın gerçekte ne olduğu konusunda belli bir fikir verir ve o insan bize yalnızca cansız bir siluet olarak değil, yaşayan bir varlık, canlı bir varlık olarak görülür. 331 Psikolojik olgular, sistematik bir biçimde Kur’an’da yer almazlar. Kur’an’ın asıl amacı ruhları eğitip yetiştirmek olup psikolojik nazariyeler, veriler ortaya koymak değildir. Ama insanın ruhu ve psikolojik yapısı hakkında geniş bilgi verir. Belki diğer ilimlerden daha çok psikolojik konulara yer ayırıyor diyebiliriz. Böyle olması da doğaldır. Çünkü en önemli ve ilk hedefi, insan ruhunu eğitmek ve belli bir yöne sevk etmektir. Kur’an satırları arasına dağılmış bilgilerden hareket ederek, insan psikolojisi üzerinde kapsamlı bir etüt ortaya çıkarmak mümkündür. Bu etüdü gerçekleştirirken psikoloji ilminin verilerine başvurulmalıdır. Ancak ilk ve son görüş kaynağı ve hareket noktası Kur’an olmalıdır. 332 Kur’an-ı Kerim bir nazariyeler kitabı değil, bir eğitim ve yönetim kitabıdır. Bu eğitimi gerçekleştirmek ve yönetimi sağlamak için, insanoğluna bir takım ruhî sırları, psikolojik hakikatleri izah eder. Ona kendi nefsindeki psikolojik ve ahlaki sırları araştırıp öğrenerek hak yola girmesini teşvik eder. Ruhun kazandığı şekil ve muhtevaya dikkatleri çeker. 333 Genel psikolojinin konuları arasına giren insan davranışları üzerinde durur. Normal ve anormal insan tiplerinin psikolojik ve fiziki portrelerini resmeder. İçgüdüye, motivlere ve duygulara ait açıklamalarda bulunur. 334 Biz de bu bölümde Kur’an’ın insanın psikolojik yönünü nasıl ele aldığını ortaya koymaya çalışacağız. A. KUR’AN’DA İNSANIN TABİATI 1. Fıtrî Olarak İnsan Fıtrat kelimesi, “yarmak, uzunluğuna yarmak, ikiye ayırmak, icat etmek, yoktan yaratmak” anlamına gelen fatr kökünden türeyen bir isimdir. 335 İlk yaratılış anlamına gelmektedir. İlk yaratılış, mutlak yokluğun yarılarak içinden varlığın çıkması olduğuna göre, bu yarma sonucu ortaya çıkan ilk varlık hali fıtrat demek oluyor. Böylece fıtrat, ilk yaratma faaliyeti sonucu yaratılışın aldığı ilk tarz ve 329 Altıntaş, Hayrani, “Modern Psikolojinin Bazı Meseleleri”, A.Ü.İ.F.D, Ankara, 1988, C.30, s. 35; Altıntaş, Hayrani, İnsan ve Psikoloji, Kültür Bakanlığı Y. Ankara,1989, s. 1. 330 Başaran, İbrahim Ethem, Eğitim Psikolojisi Eğitimin Psikolojik Temelleri, Gül Y., 5.Bsk., Ankara, 1996, s. 14. 331 Adler, Alfred, İnsan Tabiatını Tanıma, Trc. Ayda Yörükan, Derleyen ve Yayına Hazırlayan: Turhan Yörükan, Türkiye İş Bankası Kültür Y., 3. Bsk., yy., 1997, s. 288. 332 Kutub, İnsan Psikolojisi, s. 15-16. 333 Kutub, a.g.e., s. 13,16; Bu konudaki nazariye ve tafsilatlı bilgiyi insanların araştırmalarına bırakır. 334 Kırca, Celal, Kur’an ve Fen Bilimleri, 4. Bsk., Marifet Y., İstanbul, 1997, s. 334. 335 İsfehânî, el-Müfredât (f-t-r md.), s. 640; TDVİA (Fıtrat md.), XIII, 47; Öztürk, Kur’an’ın Temel Kavramları, s. 130. şekli, henüz dış tesirlerle etkilenmemiş ve başkalaşıma uğramamış olan varoluşun ilk saf halini ifade eden teknik bir terimdir. Fıtrat, bütün insanlar için ortak ve genel olan yaratılış özelliğidir. 336 İnsanlar, hem maddi planda, beden ve organlar olarak tek bir fıtratta yaratıldığı gibi, hem de manevi planda ruh, zekâ, akıl, içgüdüler ve bütün psikolojik haller bakımından tek bir fıtrat üzerindedirler. 337 Allah, insanları fıtri kabiliyetlerle donatarak yaratmış ve insanoğlu da yeryüzüne bu kabiliyetlerle dolu olarak gelmiştir. Psikoloji, bu kabiliyetlere eğilimler, içgüdüler ve temel duygular adlarını vererek sınıflandırmış ve bu tabii ve fıtri kabiliyetleri anlamaya ve çözmeye çalışmıştır. 338 Kur’an-ı Kerim’de yirmi yerde fatr kökünden türemiş fiil ve isimler, bir ayette de fıtrat kelimesi geçmektedir. 339 Söz konusu ayet şöyledir: “Sen yüzünü, Allah’ı birleyici olarak doğrudan dine çevir: Allah’ın yaratma kanununa (uygun olan dine dön) ki, insanları ona göre yaratmıştır. Allah’ın yaratması değiştirilemez. İşte doğru din odur. Fakat insanların çoğu bilmezler.” 340 Ayet fıtratı “Allah’ın insanları üzerinde yarattığı varlık yapısı, karakter ve değişmez prensipler” anlamında kullanmıştır. Yine aynı ayete göre fıtrat prensiplerinde değişme olmaz. 341 Fıtrat terimi bu bağlamda, insanın doğru ile yanlış, gerçek ile sahte arasında ayrım yapabilmesine ve böylece Allah’ın varlığını ve birliğini kavrayabilmesine imkân veren, doğuştan edindiği sezgisel yeteneği, 342 hakkı benimseme yatkınlığını ifade eder. 343 Ayetteki fıtrat kanunu, insanların hepsinde ortak olan özelliklerin tümünü ifade etmektedir. Zihnî, kalbî, nefsî ve biyolojik özelliklerin tümünü içine almaktadır. İşte bu kanunda değişme yapılamaz. 344 Ayetteki en-nâse aleyhâ (insanları onun üzerine) kaydından da anlaşıldığına göre fıtrattan kasıt, her ferdin kendine has olan küçük fıtratı değil; bütün insanların, insan olması itibariyle yaratılışlarında esas olan ve hepsinde ortak olan tümel, genel ve büyük fıtrattır. 345 İnsan fıtratıyla ilgili diğer bir ayet şöyledir: “Rabbin Âdemoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini almış ve: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye onları kendilerine şahit tutmuştu. “Evet, (buna) şahidiz!” dediler. Kıyamet günü “Biz bundan habersizdik!” demeyesiniz. Yahut: “(Ne yapalım) daha önce babalarımız ortak koştu, biz de onlardan sonra gelen bir nesil old(uğumuz için öyle yapt)ık. (Gerçekten) iptal edenlerin yüzünden bizi helak mı ediyorsun?” demeyesiniz diye (sizin Rabbiniz olduğum hakkında sizleri şahit tutmuştuk). 346 Müfessirlerden bir kısmına göre bu ayet, dünyaya gelmezden önce, insanların ruhlar âleminde Allah’ın kendilerinin Rabbi olduğuna şahitlik ettiklerini bildirmektedir. İşte bu tefsirden Elest Bezmi denen bir terim doğmuştur. Gerçekte ise ayette ruhlar âlemine bir işaret yoktur. İnsan bir bütündür. Ruh ve bedeni birlikte yaratılır. Ayette Yüce Allah, Âdemoğullarının bellerinden zürriyetlerini aldığını, yani insanları babalarının bellerindeki tohumlardan yarattığını, onların içine Allah’ı bilip tanıma yeteneği, duygusu koyduğunu 336 Hökelekli, Hayati, Din Psikolojisi, TDV Y., Ankara,1996, s. 124; Ayrıca bk. TDVİA., XIII, 47. Gölcük, Şerafeddin, Kur’an ve İnsan, Esra Y. İstanbul, 1996, s. 40; Ünal, a.g.e., s. 200-201. 338 Kırca, Kur’an ve Fen Bilimleri, s. 334; Kırca, Kur’an ve İnsan, s. 2. 339 Bk. Abdulbaki, el-Mu‘cemü’l-Müfehres, (f-t-r md.), s. 663-664; Bk. Rûm 30/30. 340 Rûm 30/30. 341 Öztürk, Kur’an’ın Temel Kavramları, s. 131. 342 Esed, Kur’an Mesajı, II, 826. 343 TDVİA, XIII, 47; Çeşitli görüşler için bk. Râzî, a.g.e., XVIII, 108-110; Yazır, a.g.e. VI, 28-30. 344 Bayraklı, Kur’an’da Değişim Gelişim ve Kalite Kavramları, s. 18. 345 Yazır, a.g.e., VI, 28. 337 bildirmektedir. 347 Bu olay, Yüce Allah’ın insan ruhunu, yani aklını Allah’ı bulup ona inanacak şekilde programlamasıdır. Böylece aklın tabiatında Allah’ı tanıma yeteneği gizlidir. 348 Her kişi ve her toplum devamlı kendi vicdanlarını araştırmalıdır ve kalplere nakşedilmiş bu “Ana Sözleşme” olduğu için hiçbir kimse, atalarımızın kurulu düzenleri ve “irsî hafızaları” tarafından şartlandırılmış olma bahanesine sığınamaz. 349 Tarihte insan fıtratının yaratılışı konusunda üç ekol ortaya çıkmıştır: 1. İnsan yaratılıştan esas itibariyle hayırcıdır. Şercilik ona arızi olarak bulaşır. Sokrat ve Jan Jak Russo bunlardandır. 2. İnsan esasen tabiatı icabı şercidir. Belki de bu görüş sahipleri insan Hz. Âdem’in hatasından bu yana fıtrat itibariyle şerre çevrilmiştir, diyen Hıristiyan kilisesinin tesiri altında kalmışlardır. 3. İnsan yaratılıştan hayırcı ve şerci olmaya elverişlidir. Bu, İmam Gazali (505/1111) ve İbn Haldun (808/1406)’a dayanır. Bu, asrın psikoloji ve terbiye bilginlerinin ortak görüşüdür. Buna delalet eden Kur’an ayetleri bulunmaktadır. 350 İnsanın temiz fıtratına rağmen kötülük yapmasına imkân tanıyan yeteneklerle de donatılmıştır. İslam, diğer bazı sistemlerin aksine, insanın üzerinde bulunduğu fıtratı, diğer bir deyimle insanın varlık yapısını tertemiz olarak nitelendirir. İnsan bu dünya âlemine gözlerini bu temizlik içinde açar. İslam Peygamberi, fıtrat dininin bu temel insan telakkisini şu şekilde açıklar: “Her doğan çocuk fıtrat üzere doğar. Sonra anne-babası onu Yahudi, Hıristiyan veya putperest yaparlar.” 351 İnsanın varlık yapısı anlamında fıtrat, her şeyden önce temizliktir. 352 Aşağıdaki ayet kin, şehvet, hased vs. gayr-i ahlakiliğin yok ettiği zannedilen temiz fıtratın yok olmadığını göstermektedir. Bu, asli fıtratın, insan gücünü aştığı, hiçbir elin kendisine yetişmediği sıkıntı ve ani şoklar karşısında birden kabuğunu parçalayıp ortaya çıktığını göstermektedir. “Denizde başınıza bir musibet geldiğinde, O’ndan başka bütün yalvardıklarınız kaybolup gider…” 353 İnsandaki bu fıtratın ilk olarak bozulmasına şeytan, Hz. Âdem ve Havva’ya yasak ağaçtan yedirmekle sebebiyet vermiştir. 354 Fıtrat mantıken değiştirilemez. Ama geçici olarak da olsa düzeni bozulabilir. 355 İlk fıtratımız adeta altındaki çakıl taşlarını olanca parlaklığı ile aksettiren saf su gibidir. Saf suyun toprak ve kir gibi 346 A‘râf 7/172-173. Ateş, Süleyman, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul, 1988, III, 412413; Ayrıca bk. Yazır, a.g.e., IV, 80-88; Ateş, İnsan ve İnsanüstü, s.161-164; Öztürk, a.g.e., s. 366; Acar, Ömer, Kur’an’da Kâlû Belâ ya da İnsan Fıtratı, Lisans Tezi, Ankara, 1999; Fussilet 41/11. 348 Esed, a.g.e., I, 310; Atay, Kur’an’a Göre Araştırmalar V, s. 98; Necati, Kur’an ve Psikoloji, s. 40. 349 Fazlurrahman, Ana Konularıyla Kur’an, s. 69. 350 Bk. İnsân 76/3; Beled 90/10; Şems 91/7-8 Draz, Muhammed Abdullah, İslam’ın İnsana Verdiği Değer, Trc. Nureddin Demir, Kayıhan Y. 1.Bsk., İstanbul, 1983, s. 175-176; Draz’ın iddiasına göre, Fıtrat ayeti ve hadisi, itikat konusundadır. Yoksa iradenin hayırhahlık üzere yaratıldığının mutlaklığı hakkında değildir. Ayrıca ilk fıtratın tevhid fıtratı üzere olmasına da mani değildir. Çünkü şirk, propaganda ve taklit sonucu insana bulaşır. Draz, a.y. 351 Buhârî, Cenâiz, 80; Müslim, Ebu’l-Huseyn el-Haccâc el-Kuşeyri, el-Câmi‘u’s-Sahîh I-III, Çağrı Y., İstanbul, 1992, Kader 46, no: 2658 (III, 2047); Ebû Dâvûd, Sünnet, 17 no: 4714, (V, 86); Tirmizî, Kader, 6, no: 2658 (III, 2047). 352 Öztürk, İslam Düşüncesinde Din ve Fıtrat, s. 61-62; Ayrıca bk. Rıza, Tefsîru’l-Menâr, XII, 283. 353 İsrâ 17/67; Bu ayetin farklı yorumu için bk. Erdoğan, Kur’an ve İnsan Psikolojisi, s. 23-25. 354 Yazır, a.g.e., VI, 28; Aydın, Hayati, Kur’an’da İnsan Psikolojisi, Timaş Y., İstanbul, 1999, s. 29. 355 Fazlurrahman, Ana Konularıyla Kur’an, s. 60; Bk. Rum 30/30-31. 347 şeylerle karışımı neticesinde nasıl berraklığından eser kalmıyorsa, fıtrat ta böyle kötü alışkanlıklar neticesinde saflığını ve berraklığını yitirmektedir. Kötü alışkanlıklar kara bir duman gibi zamanla kalp aynasını donuklaştırıp matlaştırarak ilahi nuru ve fıtratın sesini aksettirmez olur. Bu aşamaya gelen kalp artık Kur’an nazarında mühürlenmiştir, 356 sıhhatli düşünme melekesini kaybeder. Artık bu yeniden oluşan tabiat da, o ferdin ikinci tabiatı olur. 357 Eğer bir kimse bir şey hakkında aleyhte ön yargı sahibi olur ve sürekli bu önyargısını beslerse, o şeyde ne iyi bir yan görebilir, ne de tarafsızca değerlendirmek için ona kalbini açabilir. Bu bir tabiat kanunu aynı zamanda Allah’ın kanunu olduğu için kalpleri, kulakları mühürlemek, gözleri perdelemek özellikleri Allah’a atfedilmiştir. 358 Ezelde temiz ve asil olan insanın fıtratının sonradan bozulmasına insanın kendini unutması veya yabancılaşma denir. İslam mutasavvıf düşünürleri, insana fıtri yapısını unutturan ve onu kendine yabancılaştıran unsurlara perde (hicab) demektedirler. 359 Büyük İslam bilgini Şah Veliyyullâh Dihlevi (ö:1176/1762)’ye göre bu perdeler üçtür: Yapı (tabiat, karakter) perdesi, merasim (adet, gelenek) perdesi ve yanlış bilgi perdesidir. 360 İnsan kalbinin perdelenip ikinci tabiatın kazanılmasında, cemiyetin rolü büyüktür. Hz. Nuh’un kendini dinlemeyen kâfirler aleyhinde Allah’a yalvarırken söylediği “kâfir bir cemiyetin ahlaksız ve nankör kişiler doğuracağı, yetiştireceği” 361 şeklindeki ifadesi bu bağlamda ele alınabilir. İnsanın fıtrat gerçeğinden sapması, ona yeni bir fıtrat kazandırmadığı gibi, asıl fıtratını da ortadan kaldırmaz. Bir zamanlar kilise insandaki cinsiyet sâikini yok etmek istemişti. Ama bu sâiki insanların içinden söküp atamadı. Çünkü fıtratın derinliklerinde vardır. Ne kadar baskı yapılırsa yapılsın, dış faktörler insan mekanizmasında daha önce mevcut olmayan bir şeyi de ortaya çıkaramaz. Tecrübeler ispat etmiştir ki, insan fıtratının üzerine çıkan her türlü hareket beşeriyete saadet yerine felaket, huzur yerine bedbahtlık getirir. Yine fıtratı yok etmek için yapılan her türlü hareket birkaç nesil sonra da olsa, geri tepmekte ve asıl şekline dönmektedir. 362 İnsan, düşüncesini, ahlakını ve davranışlarını düzeltmeye ve bozmaya kabiliyetli, hayır yoluna da, şer yoluna da gitmeye müsait yaratılmıştır. 363 İnsanlardan her biri bu yollardan birine meyillidir. İnsan, başta bu iki hasletten birini kazanacak yaratılışta olduğu gibi, seçimini yapıp girdiği yola ısınır, ısınınca alışır, alışıp karakter haline gelince, artık yol onun için tabiat ve meleke haline gelir. Artık istese de o yoldan dönmeyecek karaktere sahip olur. Bu ağaç misaline benzer ki yaşken eğilir, sertleşince artık düzeltilemez. 364 İnsanın kabiliyetli olduğu iki yönden birinin ağırlık 356 “Doğrusu onların işleyip kazandıkları şeyler, kalplerinin üzerine pas olmuştur.” Mutaffifîn 83/14. Gazali, İhyâ, III, 27-28; Aydın, a.g.e., s. 30. 358 Mevdudi, Tefhîmu’l-Kur’ân, I, 51. 359 Öztürk, İslam Düşüncesinde Din ve Fıtrat, s. 64. 360 Dihlevi, Şah Veliyyullâh, Hüccetullâhi’l-Bâliğe (İslam Düşünce Rehberi) , Trc. Mehmet Erdoğan, İmaj Y., İstanbul, 2003, I, 214. 361 Bk. Nûh 71/26-27. 362 Kutub, İnsan Psikolojisi, s. 424-429 363 Bk. İnsân 76/3; Beled 90/10; Şems 91/7-10; Demirci, Kur’an’ın Temel Konuları, s. 132-134. 364 Bk. İsfehânî, İnsan, s. 185-186; Dihlevi, a.g.e., I, 140; Ayrıca bk. Draz, a.g.e., s. 157; Aydın, İlk Dönem İslam Toplumunun Şekillenişi, s. 170. 357 kazanmasında ve harekete geçmesinde, insanın tabiatı, ruhsal durumları, bulunduğu ortam ve aldığı terbiye belirleyici rol oynamakla birlikte, aldığı terbiye ile çevre faktörlerinin rolü daha büyüktür. 365 Fıtrat, çevre şartlarına göre şekle giren esnek bir tabiata sahiptir. Her ne kadar insanda Allah’a inanmaya ve bağlanmaya yönelik bir eğilim varsa da, çevre şartları bunu, İslam’ın dışında bir başka din ve inanç kalıbına göre geliştirip şekillendirmeye ya da onu büsbütün köreltip ortadan kaldırmaya yönelik bir etki gösterebilmektedir. Buna göre çocuk doğduğu anda onda hazır ve sınırları belirlenmiş bir din ya da Allah inancı yoktur. Fakat buna tabii bir eğilim vardır. Fıtrat bilgi, eğitim ve ahlak yoluyla gelişip olgunlaşır. Kur’an’da, çevrenin değerlerini aşarak, fıtrattaki ana ilkeye uygun bir gelişme yolunun imkânına işaret eden olaylar zikredilir. Hz. İbrahim örneği ile dile getirilen bu fıtrata dayalı gelişme yolu haniflik 366 olarak isimlendirilmektedir. 367 Bir kısım âlimler, insanın belli bir tabiatta yaratıldığı, bazılarının yaratılıştan iyi huylu, bazılarının ise kötü olduğu ve artık değişip terbiye ve eğitim kabul etmeyeceği vehmine kapılıp bazı nassları da delil getirirler. 368 İnsanlar yaratılış itibariyle birbirinden farklı olmalarına karşın, kabiliyetlerine göre fazilet kazanma güçleri vardır. Böyle olmasaydı va‘z, inzâr (uyarma) ve pedegojinin (terbiyenin) hiç faydası olmazdı. 369 Kur’an’ın fıtrat adını verdiği, insanın yaratıldığı doğal hali, eğitilmeye ve dış etkilere göre şekillenmeye uygun bir özellik taşımaktadır. İnsan fıtratı, dinin mesaj ve tebliğlerini kabule yatkın bir özelliğe sahiptir. Ne var ki bu, büyük ölçüde uygulanan yöntemlerin insan psikolojisine, onun ihtiyaç, özellik ve kabiliyetlerine, toplumun şartlarına uygun tarz ve metotlarla sunulmasına bağlıdır. 370 Sonuç olarak fıtrat kelimesi, ilk yaratılış anlamına gelmektedir. İnsanlar, hem maddi planda, hem de manevi planda tek bir fıtrat üzerindedirler. Kur’an fıtratı “Allah’ın insanları üzerinde yarattığı varlık yapısı, karakter ve değişmez prensipler” anlamında kullanmıştır. Yüce Allah insan ruhunu, yani aklını Allah’ı bulup ona inanacak şekilde programlamıştır. Böylece aklın tabiatında Allah’ı tanıma yeteneği gizlidir. Buna göre fıtrat, ilk yaratılış sırasında Allah’ın insan tabiatına bahşettiği yaratanını tanıma eğilimi, ruh temizliği vb. olumlu yetenek ve yatkınlıkları ifade etmektedir. İslam, diğer bazı sistemlerin aksine, insanın üzerinde bulunduğu fıtratı, tertemiz olarak nitelendirir. İnsan bu dünya âlemine gözlerini bu temizlik içinde açar. Bu fıtrat mantıken değiştirilemez. Ama geçici olarak da olsa düzeni bozulabilir. 2. İnsanın Maddî ve Rûhî Yönü 365 Şanver, Kur’an’da Tebliğ ve Eğitim Psikolojisi, s. 53-54; Bk. Me‘âric 70/19-20; Fecr 89/15-16; Yûnus 10/12; Nûh 71/26-27; Farklı bir görüş için bk. Gölcük, a.g.e., s. 40. 366 Haniflikle ilgili olarak bk. Yunus 10/105; Hacc 22/31; Beyyine 93/5; Öztürk, İslam Düşüncesinde Din ve Fıtrat, s.54-55. 367 Hökelekli, Din Psikolojisi, s. 125-128; Özsoy, Sünnetullah, s. 141; İbrahim örneği için bk. En‘âm 6/76-79; Firavun’un mü’mine eşi (Tahrîm 66/11), Ashab-ı Kehf (Kehf 18/10-26) örnekleri de bu bağlamda zikredilebilir. 368 Bk. İsrâ 17/84; Rûm 30/30; Bakara 2/130; Sâd 38/46-47; Duhân 44/32; Buhârî, Kader, 1. 369 Bk. İsfehânî, İnsan, s. 186-187. 370 Şanver, a.g.e., s. 256. Her şeyin mahiyeti, onu başkalarından ayıran özellikleriyle bilinir. İsfehânî’nin belirttiğine göre insan, duyu organlarımızla görüp algıladığımız beden ve aklımızla bildiğimiz ruhtan meydana gelmektedir. Her bir kısmının da kendine has bir şekli vardır: Duygularla algılanan bedenine has özellikleri, ayakta durması, geniş tırnağının bulunması ve vücudunda diğer hayvanlarınkine benzer kılın bulunmayışı gibi özelliklerdir. Akılla bilinen ruhani tarafında ise, akıl, fikir, görme ve konuşma özellikleri vardır. Bunun için “insan, konuşan hayvandır” denmiştir. 371 Ruh kelimesi Kur’an’da birkaç anlamda kullanılmaktadır. Hz. Âdem’in yaratılışına işaret eden ayetlerde geçen ruh kelimesinin anlamı şudur: “Allah’tan olan ve insanın kendisiyle üstün nitelikler kazandığı ve hakka dostluk sıfatını elde ettiği bir yönüdür.” İnsan bedensel özelliklerinin çoğunda ve bunlardan doğan kendini koruma, hayatta kalma türünden motiv ve reaksiyonlarla, algılama ve öğrenme gücüne sahip olma yetileri açısından hayvanlarla ortaktır. Ancak insan, kendisini Allah’ı tanımaya ve ona ibadet etmeye doğru çeken, insanî kemale doğru uzanan yüksek düzeylere çıkmasının yolunu açan erdemlere ve yüce değerlere iştiyak duymasını sağlayan ruhunun özellikleriyle hayvanlardan farklılık kazanır. 372 Ruh, görünmüyor. Onun hududunu çizmek ve boyutlarını ölçmek elimizden gelmiyor. Ama onun etkisini görüyor ve algılıyoruz. Bunu bazen elle dokunabilir hadiseler şeklinde bazen de duygu ve arzular tarzında görüyoruz. Bu yüzden de insanın bir manevi varlık alanı vardır. Buna da terim olarak ruh adı verilir. 373 Bu ruh telakkisi, bir tıp dalı olarak incelenen psikiyatri ve psikolojiden ayrılmaktadır. Psikolojinin normal halini, psikiyatrinin de hastalıklarını incelediği ruh, beynin ve sinir sisteminin bir fonksiyonundan başka bir şey olmadığı bilinen bir gerçektir. 374 Fazlurrahman’ın belirttiğine göre Kur’an’da insanın beden ve ruh yönü bütündür. Diğer yaratıklar gibi yaratılmış olmasına rağmen, insan onlardan önemli bir şekilde ayrılmıştır. Çünkü Allah ona Kendi ruhundan üflemiştir. 375 Kur’an’ın Yunan felsefesi, Hıristiyanlık ve Hindu dinindeki gibi Descartes’çi anlamda aşırı ruh-beden ayrımını ileri süren bir ikiciliği (düalizm) tasdik etmediği görülür. Aslında insanın iki farklı cevherden oluştuğu fikri bir tarafa, onun birbirinden ayrı, ruh ve beden gibi iki ayrı cevherden meydana geldiğini söyleyen bir ibareyi Kur’an’da bulmak çok zordur. Daha sonra gelişen geleneksel İslam düşüncesinde özellikle Gazali sonrasında bu görüş benimsenmiştir. 376 Yine Fazlurrahman’a göre maddi ve manevi yönü olan insanın maddi yönünü beden; manevi yönünü ise ruh temsil eder. Fakat bu yönler bütündür. Kur’an’a göre Allah insanı bu 371 İsfehânî, İnsan, s. 65-66; Ayrıca bk. Öztürk, “Kur’an’da İnsan Kavramı”, s. 1, 4. Necati, Kur’an ve Psikoloji, s. 194-195. 373 Kutub, a.g.e., s. 63. 374 Aydın, Kur’an’da İnsan Psikolojisi, s. 81; İnsanın ruhî yönü için bk. Zamahşeri, Keşşâf, II,197; Gazali, a.g.e., III,10; Carrel, İnsan Denen Meçhul, s. 96,210,226; Necati, a.g.e., s. 32-33; Kutub a.g.e., s. 61-64; Ateş, İnsan Ve İnsanüstü, s.168-180; Akkad, el-İnsân fi’l-Kur’âni’l-Kerîm, s. 2934; Abduh, Hakîkâtü’l-İnsân , s. 43-47; Han, a.g.e., s.27-29; Aydın, Kur’an’da İnsan Psikolojisi, s.73-80; Erdoğan, a.g.e., s.18-21; Kırca, a.g.e., s. 169-178; Kılıç, Benliğin İnşası, s.199-203; Yar, İnsanın Bütünlüğü, s. 20-36; Dumlu, Kur’an’da Bazı Kavramlara Bakış, s. 46-49. 375 Secde 32/9; Hicr 15/29; Sâd 38/72. 376 Fazlurrahman, Ana Konularıyla Kur’an, s.58-59; Fazlurrahman, İslam ve Çağdaşlık, s. 21-22. 372 şekilde yaratmıştır. 377 Müslüman filozofların aksine Kur’an, ahirette bedensiz ruhlardan hiçbir zaman bahsetmez. Çünkü O, ruh ve beden ikiciliğini ileri süren bir insan tasvirini tanımaz. 378 Ali Şeriati’ye göre ise insan, birbirine zıt iki unsurdan, balçıktan ve Allah’ın ruhundan imal edilmiş iki boyutlu düalist bir varlıktır. Beşeri dilde kötülüğün ve adiliğin en aşağı sembolü çamurdur. Her varlığın en yüce, en kutsal yönü de ruhtur. Yani en adi maddeden yaratılan insana Allah, kendi ruhunu üflüyor. Böylece insan bir yönüyle hep çamura, aşağılığa meyleder. Ama ilahi ruhtan gelen öteki yönü en yüce zirveye, Allah’a meyleder. İnsanın büyüklüğü ve önemi, iki boyutlu olmasından ileri gelmektedir. İnsanın iki boyuttan birini seçmesi için çaba ve savaş sürer. 379 A. Carrel ise bu konuda şöyle diyor: “Descartes vücut ve ruh düalizmi yarattıktan sonra kemmi ile keyfi arasındaki ayrılık daha da derinleşti. O zamandan beri ruhun tezahürleri anlaşılmaz oldu. Maddi maneviden kesin olarak ayrıldı. Organik yapı ve fizyolojik mekanizmalar, zevkten, acıdan, güzellikten daha büyük bir realite aldılar. Bu hata medeniyetimizi ilmi zafere, insanı da çöküşe götüren yola sevk etti. Bilginlerin çoğu evrenler realitesine, kemminin mutlak varlık hakkına, maddenin üstünlüğüne, vücut ve ruhun ayrılmasına ve ruhun yardımcı durumuna inanırlar. Bu inançlarını kolayca inkâr edemeyeceklerdir. Çünkü böyle bir değişiklik pedagojiyi, hekimliği, psikolojiyi, sosyolojiyi temellerine kadar sarsacaktır.” 380 İnsan bünyesi, tek bir yapıya sahiptir ve insan psikolojisinde ruhla beden arasında bütünlük vardır. İnsandaki bu psikolojik gerçek görülmediği için ruhun derinliklerinde şiddetli bunalımlar baş göstermiş, sinir hastalıkları almış yürümüştür. 381 Birbirini tamamlayan ve birbirleriyle uyum içinde bir bütün şeklinde kaynaşmış bulunan yapıdan insanın zatı ve şahsiyeti oluşmaktadır. İnsanın yapısını bir bütün halinde göz önünde bulundurmadan bütün incelikleriyle anlayamayız. 382 İnsan varlığının en bariz özelliği, iç içe bir tabiata sahip olmasıdır. Bu yapısıyla insan, bu kâinattaki varlıkların tümünden ayrılır. Hâlbuki kâinattaki varlıkların tamamı, muayyen bir hedefi olan tek bir tabiata sahiptirler. Hayvanların belli bir hedefi olmadığı gibi idrak ve iradeden yoksundurlar. Meleklerinse belirli bir çerçeve dairesinde ruhî içgüdüleri vardır. Onlar bu ruhî içgüdülerinin direktiflerine göre hareket ederler. Bu konuda düşünme ve seçme yetkileri yoktur. 383 İnsan ise yapısının en derin noktalarına kadar hükmünü geçirir. 384 Ayrıca insanın yapısında bulunan her bir unsurun kendine has bir de zevki vardır. Ruhun manevi zevki olduğu gibi bedenin de maddi zevki vardır. Meleklerde ise sırf manevi zevk, hayvanlarda da sırf cismani zevk bulunur. 385 Melekle insan arasında ki en büyük fark ise, insanın ancak belirli bir an için o havaya girip sonra tekrar 377 Fazlurrahman, Ana Konularıyla Kur’an, s. 59; Mütercime ait dipnot. Yar, a.g.e., s. 207. 379 Şeriâtî, İnsan, s. 14-15, 312; İslam Sosyolojisi, s. 78-79; Dinler Tarihi, s. 93, 214; Ayrıca bk. Kılıç, a.g.e., s.199; Şanver, a.g.e., s. 57; Gölcük, Kur’an ve İnsan, s. 37; Akarsu, İnsan Olma Sorunu, s.16. 380 Carrel, a.g.e., s. 226-227. 381 Bk. Kutub, İnsan Psikolojisi, s. 65, 86; Ayrıca bk. TDVİA., XXII, 321-323. 382 Necati, a.g.e., s. 195. 383 Bk. Nahl 16/49-50; Tahrîm 66/6. 384 Bk. Kutub, a.g.e., s. 57-59. 385 Asımgil, İnsanın Varoluş Serüveni, s. 50. 378 yaşanan dünyanın sınırlarına dönebilmesidir. Çünkü onun hissini baskılar altına alan zaruretler vardır. 386 İnsanın, hayvan olmak gibi bir şansı yoktur. O, ya taşıdığı büyük yaratıcı imkânları kullanarak ve o imkânları kendisine veren kudretle barışık durarak en yukarılara çıkacaktır yahut da, potansiyeline ve imkânları verene ihanet ederek en aşağılara yuvarlanacaktır. 387 Tek yollu bir yaratık olan hayvanın riski yoktur. Çünkü risk, özgürlüğün ve aksini yapabilme gücünün olduğu yerde vardır. 388 İnsanın kan akıtacak, fesat çıkaracak bir yanı olsa da istediğinde melekî boyutunu da öne çıkarabilir. Bunun için yeryüzü onun sorumluluğuna bırakılmıştır. O, yeryüzünü bir barış havzasına da, bir cehennem çukuruna da dönüştürebilir. 389 Yani insanı belhüm edall (aşağıların aşağısı) 390 kılan, hatta yeteneklerini kullanmadıkları için belki de bu yetenekleri, özellikleri, farklılıkları reddettikleri için daha da aşağı kılan bir yanı vardır; bir de onu eşref ü mahlûkât (yaratılmışların en şereflisi) 391 kılan, kendini, farklılıklarını bilen, kendine verilen emanete hıyanet etmeyen, verilen emanetleri hor görüp aşağılamayan, çirkinleştirmeyen, acıyan, seven, sorumluluklarının bilincinde yeryüzünün halifesi olan yönü vardır. İşte insanın diğer varlıklardan farklı, kendine özgü yanı, sorumluluk sahibi olması, akletmesi, eşyayı yorumlaması, vefalı olması ve emaneti korumasıdır. 392 İnsanı biyolojik değerlerden hareket ederek izah etmeye çalışmak veya insanı ruhani bir varlık bir melek olarak kabul edip açıklamaya çalışmak hatalıdır. Hindular, Budistler vb. din ve sistemler, ruhî değerlerle maddi değerlerin arasını açarak bedenî bütünüyle ihmal edip baskı altına alıp sindirmişler. Bunun sonucunda insan psikolojisinde, bir takım sarsıntılar olmuş, cemiyet gerilemiştir. Materyalist Avrupa’da olduğu gibi bir takım sistemler de, ruhî duyguları hiçe saymış, bedenî arzuların tatmininde ve maddi üretim sahasında yükselmeye çalışmış, en sonunda insanların birbirleriyle olan münasebetleri hayvanlarınkine benzemiş, insanlar birbirlerini sömürmeye başlamış, ruhî ve ahlaki sahada bunalımlar baş göstermiştir. 393 Kur’an’ın insana bakışı, insanı değerlendirişi kapsamlı, birleştirici, dengeli ve mutedil bir bakıştır. Çünkü Kur’an nazarında insan, yalnız fiziksel yapıdan meydana gelmiş bir madde varlığı olmadığı gibi, maddeden soyunmuş mücerred bir ruhtan da ibaret değildir. 394 Kur’an, ne ruhu bedene ne de bedenî ruha baskın getirir. Burada liderlik ve yönetimi maneviyata veren ince bir düzen söz konusudur. 395 Birbirine zıt görünen iki kutup arasında bulunan insan, bu zıtlıkları kendinde birleştirmiş olmakla tevhid örneğinin en tipik ifadesini kendisinde toplamaktadır. 396 Biri bedensel, 386 Bk. Kutub, a.g.e., s. 69-74. Bk. İnsân 76/2-3; Beled 90/10; Tin 95/4-5. 388 Öztürk, “Kur’an’da İnsan Kavramı”, s. 11-12; Bk. A’râf, 7/172. 389 Soyalan, Mehmet Yaşar, Kur’an ve İnsan İnsanın Kimliğine Dair Bir Sorgulama, Araştırma Y., Ankara,1999, s. 23; Bk. Bakara 2/30-34; Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, IX, 533. 390 Bk. Furkân 25/34, 42, 44; İsrâ 17/72. 391 Bk. İsrâ 17/70; Tin 95/4. 392 Bk. Soyalan, a.g.e., s. 40. 393 Kutub, a.g.e., s. 84-85. 394 Şanver, Kur’an’da Tebliğ ve Eğitim Psikolojisi, s. 51; Bk. Sâd 38/71-72. 395 Gazali, M. İslam’ın Manevi Boyutu, s. 96. 396 Sezen, Yümni, İslam’ın Sosyolojik Yorumu, İz Y., İstanbul, 2004, s. 72. 387 diğeri de ruhsal olmak üzere iki değere sahip olan insanın, beden değeri itibariyle yaratılışı gökler ve yerin yanında bir zerre denemeyecek kadar küçüktür. Ancak ruh değerine gelince, “Onu bir biçime sokup, ona ruhumdan üflediğim zaman siz onun için hemen secdeye kapanın.” 397 bağlılığıyla şereflendirilmiş ve yüceltilmiş olan insan ruhu, diğer cisimler âleminin sahip olmadığı yüksek bir kapsamlılığa sahiptir. 398 Sonuç olarak insanda ruh-beden, madde-mana ikiliği olmayıp bunlar arasında denge vardır. Onlar aynı anda birlikte vardırlar ve var olmaya devam edeceklerdir. Kur’an’a göre insan, bedensel ve ruhsal yönüyle bir bütün olup, onu diğer varlıklardan üstün kılan, bedensel ve ruhsal alanını dengeleyip bedensel arzuların peşine takılmaması ve ruhunu kirlerden koruyup arındırarak yücelmesidir. 3. İnsanın Şahsiyeti Lügatte insan yapısını ifade eden kelimeler genellikle, cibilliyet, mizac, tabiat ve hulk kavramlarıdır. Bunlardan cibilliyet, değişmesine imkân olmayan, tabiatın kendisinden oluştuğu şey, yaratılış ve huy şeklinde tarif edilmektedir. 399 Tabiat, seciye (karakter) demektir. Herhangi bir şekilde yaratılış veya adetlerden oluşan nefsin değişmez bir kimliğidir. Ancak bu, adetlerden daha fazla yaratılıştan kaynaklanan bir kimliktir. 400 Mizac, bir şeye katılarak o şeye özelliklerini veren katkı demektir. 401 Bu katkının özelliği katıldığı maddede belli olur. Mesela bir şerbete katılan gülsuyu onun mizacı olmuştur. 402 Mizaç, şâhıstan şâhısa, ırktan ırka değişir. Dimaği, fizyolojik ve bünyevi karakterlerin bir karışımıdır, insanın ta kendisidir. 403 Mizaçlar, sıcakkanlı, öfkeli, hüzünlü ve soğukkanlı olarak dörde ayrılır. Bu ayrım, Eski Yunanistan’a kadar inmekte ve bu sınıflamanın Hipokrates’e ait olduğu sanılmaktadır. Günümüzde yapılan benzer sınıflamalar da bulunmaktadır. 404 Hulk ise, din, tabiat, huy ve karakter gibi anlamlara gelir. 405 Nefse yerleşen bir olgu olup, düşünce ve tefekkür olmaksızın kendisine uygun olan fiillerin kolayca meydana geldiği şey, 406 basiretle idrak edilebilen kuvvet ve seciye (karakter) demektir. 407 Arapçada hulk’un çoğulu ahlâk kelimesidir. O halde bu kavramlardan cibilliyet, doğuştan olan hasletleri; mizac, kalıtımla geçen şeyleri 408 ve sonradan kazanılan özellikleri; 409 tabiat, mizac ve cibilliyeti de içine alan bir kısmı doğuştan bir 397 Sâd 38/72; Ayrıca bk. İsrâ 17/85. Yazır, Hak Dini, VI, 415. 399 Aydın, Kur’an’da İnsan Psikolojisi, s. 26. 400 İsfehânî, el-Müfredât (t-b-a‘ md.), s. 515. 401 Aydın, a.y.; İsfehânî, a.g.e. (m-z-c md.), s. 766. 402 Yazır, a.g.e., VIII, 198. 403 Carrel, a.g.e., s. 101; Bk. Nurbaki, İnsan Bilinmezi, s. 198-200. 404 Adler, İnsan Tabiatını Tanıma, s. 315; Altıntaş, İnsan ve Psikoloji, s. 228-235. 405 İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab (h-l-k md.), Beyrut,1956, X, 86. 406 Aydın, a.g.e., s. 27. 407 İsfehânî, a.g.e. (h-l-k md.), s. 297. 408 Aydın, a.g.e., s. 27. 398 kısmı da adetlerden oluşan insanın doğal yapısını; hulk ise, gerek iyi gerekse kötülük ve zaafların etkisiyle sonradan tabiata sinen, insanın duygu ve hislerini harekete geçiren manevi sahasında etkili olan ve insanda ahlak olan hususu ifade etmektedir. 410 Kişilik, şahsiyet kelimesinin karşılığı olarak dil kuralları bakımından yanlış üretilmiş bir kelime olmakla beraber Türkçede bu şekilde kullanılmaktadır. Psikologların üzerinde ittifak ettiği bir tek kişilik tanımı yoktur. Kişilik, şu şekilde tanımlanabilir: “Bireyin iç ve dış çevresiyle kurduğu, diğer bireylerden ayırt edici, tutarlı ve yapılaşmış bir ilişki biçimidir.” 411 Bir anlamda kişilik, bir kişiyi öbüründen ayıran bütün çizgiler ve nitelikler demektir. 412 Karakter ise “bir kişi ve topluluğun ayırıcı manevi vasıflarının tamamı, seciye” demektir. 413 Sağlıklı bir şahsiyet, bütünlük, devamlılık, uyum ve müstakillik vasıflarını taşır. Şahsiyetin iki ana özelliği vardır: Ferdi ve sosyal. Ferdi yönü, iç gözlemlerle tanınabilen sübjektif dünyasını; sosyal yönü de, dışarıdan görünen, başkalarına bakan, başkalarıyla ilgili taraflarını oluşturur. Bu sebepledir ki sosyologlar, şahsiyetin sosyal yönüne, psikologlar da ferdi yönüne önem vererek şahsiyeti tarif etmişlerdir. 414 Çağdaş psikologlar, şahsiyeti oluşturan bu etkenleri incelediklerinde genelde biyolojik, sosyal ve kültürel faktörleri ele almaktadırlar. 415 Freud ve ekolü kişilik oluşumunda biyolojik dürtü ve güdülere, özellikle cinsel güdüye önem verirken; 416 Alfred Adler, karakter özelliklerinin kalıtım ve doğuştan geçmediğini savunarak, üstünlük duygusunun insanları yönlendiren ve insanların elde etmek istediği esas güç olduğunu ve cinsel dürtüden daha kuvvetli olduğunu savunmaktadır. 417 Buna göre şahsiyet ve karakteri belirleyen faktörleri iki ana kategoride ele almak mümkündür. Bunlar: Ferdin bizzat kendi yapısından kaynaklanan kalıtımsal faktörler ve dıştaki sosyal ve kültürel çevreden kaynaklanan çevresel faktörlerdir. Çağdaş psikologlar, ferdin bizzat kendi yapısından kaynaklanan faktörleri incelerken bütün enerjilerini yalnız bedensel-biyolojik faktörleri incelemeye hasrederler. İnsanın ruhsal yönünü tamamen unuturlar ya da görmemezlikten gelirler ve ruhsal yönün şahsiyet üzerindeki etkisini hesaba katmazlar. Kişiliği belirleyen biyolojik veya ruhsal ya da sosyal ve kültürel faktörlerin tümünü bütün gerçekliği ile anlamadan insan şahsiyetini net olarak anlamamız mümkün değildir. 418 Ahlaki eylem ile karakter arasında son derece sıkı bir ilişki söz konusudur. Çünkü eylem hakkında verilen ahlaki bir hüküm, aynı zamanda insanın karakterini de yargılamaktadır. Karakterin eğitilmesi ile ahlakın güzelleştirilmesinden aynı şey anlaşılmaktadır. Kur’an, insanın karakterini eğitip 409 Adler, a.g.e., s. 414. Aydın, a.y. 411 Cücelioğlu, a.g.e., s. 404; Benzer bir tanım için bk. Güngör, Erol, Ahlak Psikolojisi ve Sosyal Ahlak, Ötüken Y., İstanbul,1998, s. 12. 412 Şentürk, Halil, “İbadetin Mahiyeti ve Şahsiyet Gelişimindeki Fonksiyonu”, Diyanet Dergisi, Dini, İlmi, Edebi Üç Aylık Dergi, DİB Y. Nisan- Mayıs-Haziran,1985, Sayı: 2, XXI, 18; Şahsiyetin farklı tanımları için bu esere bk. Ayrıca Bk. Adler, a.g.e., s. 85-91; Necati, Kur’an ve Psikoloji, s. 191. 413 Doğan, Mehmet, Büyük Türkçe Sözlük, İz Y., 11.Bsk., yy., 1996, s. 603. 414 Şentürk, a.g.m., s. 18. 415 Necati, a.g.e., s. 192; Ayrıca bk. Şeriâtî, İnsan, s. 304-306; Er, Din Sosyolojisi, s. 137. 416 Cücelioğlu, a.g.e., s. 406-416. 417 Bk. Adler, a.g.e., s. 182-191, 292-293; Cücelioğlu, a.g.e., s. 416; Şahsiyetin oluşumunda rol oynayan faktörler için bk. Güngör, Ahlak Psikolojisi ve Sosyal Ahlak, s. 12-16. 410 sağlam bir karakter oluşturmak için, önce insanı doğru bir inanç sistemine sahip olmasını ister. İnanç sistemine uygun bir yaşantı gerçekleştirebilmesi için de, insanın iradesini güçlendirmeyi hedefler. Bunu da ibadet esaslarıyla gerçekleştirir ve Hz. peygamberi de örnek alacağı bir ideal olarak sunar. 419 Kur’an’da insanın şahsiyeti tanımlanmakta ve onu Allah’ın diğer yaratıklarından ayıran genel özellikleri açıklanmaktadır. Aynı zamanda insan şahsiyetinin bazı ana özellikleriyle farklılık arz eden genel çizgileri ya da örnekleri de verilmektedir. Kur’an’dan edindiğimiz bir diğer bilgi de, düzgün şahsiyet ve düzgün olmayan şahsiyet tanımlanması ve hem düzgün hem de düzgün olmayan şahsiyetin oluşmasına etki eden ana faktörlerin belirtilmiş olmasıdır. 420 Kur’an’ın bazı ayetlerinde yer alan nefs (ç. enfüs) kavramı, şahsiyet, kimlik, kişilik, karakter anlamlarına gelmektedir. 421 “Ey tam bir huzura ve olgunluğa erişmiş nefis” 422 ifadesi insanın bir hayat boyu Allah’la, âlemle ve insanlarla girdiği canlı, ahlakî ilişkideki başarısının sonucu olarak oluşmuş bir şahsiyete hitap etmektedir. 423 Yine şâkile kelimesi aşağıdaki ayette karakter, şahsiyet anlamlarına gelmektedir: “De ki: Herkes kendi şâkilesine göre hareket ediyor. O halde yolca en doğru olanın kim olduğunu Rabbiniz daha iyi bilir.” 424 Bu ayetteki şâkile kelimesi F. Râzi’ye göre “yol, mezheb” demektir. Çünkü Arapçada, Hâ zâ tarîkun zû şevâkile denilir ki, bunun anlamı, “Bu, kendisinden tali pek çok yollar ayrılan bir yoldur” şeklindedir. Ayetin devamından da bu mana anlaşılır. 425 Yazır’a göre bu kelime tabiat, adalet, din, huy, niyet, seciye, yaratılış ve benzeyen yol gibi çeşitli fakat birbirine yakın anlamlarla açıklanmışsa da en kapsamlısı sonuncusudur. Yani, herkes kendi hal ve mizacına uygun olan yolda hareket eder, kişisel hislerine, duygularına göre iş yapar. 426 Şâkile, bütün içgüdülerden ve etkin dış etkenlerden dolayı insanın sahip olduğu ahlaki karakter demektir. İnsan, yaptığı işe doğru akar ve fiilleri ona göre şekillenir. Fiil faili gibidir. Yani sizin amelleriniz karakterinize uygun olarak ortaya çıkar. Kimin adaletli bir karakteri varsa hak kelimesine ve amel-i salihe yönelmesi ve hak davetinden faydalanması kolay olur. Kimin zalim bir karakteri varsa hak sözü ve amel-i salihi yerine getirmesi zorlaşır ve hak daveti duymak onun ancak ziyanını artırır. 427 Kur’an, başlangıçtan itibaren fıtratı, karakteri sağlam şahsiyet yetiştirmeye gayret göstermiş, sağlam şahsiyetli kimselerin tutarlı olduklarını belirtmiştir. Yaratılışındaki zaaf noktalarının esiri olan şahsiyetsiz kişiler, girdiği kabın şeklini alan sıvıya benzerler, her an çeşitli görünüm içerisindedirler ve şuursuzdurlar. 428 Kur’an’da Münafıklar ve nankör kişiler bu şekilde şahsiyetsiz olarak sunulurlar. 429 418 Necati, a.g.e., s. 192-193; Ayrıca bk. Kutub, a.g.e., s. 84-85. Bk. Kılıç, Recep, Ayet ve Hadislerin Işığında İnsan ve Ahlak, TDV Y., Ankara,1995, s. 16-19; Ahzâb 33/21; Ahlak-şahsiyet ilişkisi için bk. Güngör, a.g.e., s. 16-18. 420 Necati, Kur’an ve Psikoloji, s. 191-192. 421 Bk. Enfâl 8/53; Ra‘d 13/11; Bayraklı, Kur’an’da Değişim, Gelişim ve Kalite Kavramları, s. 183; Albayrak, Halis, Tefsir Usulü, Şule Y., İstanbul, 1998, s. 53. 422 Fecr 89/27. 423 Albayrak, a.g.e., s. 55. 424 İsrâ 17/84. 425 Râzî, Tefsîr-i Kebîr, XV, 32. 426 Yazır, Hak Dini, V, 148. 427 Atiyye, Muhammed Zeynep, Usûlu’l-Ulûmi’l-İnsâniyye mine’l-Kur’âni’l-Kerîm, 1.Bsk., Katar, 1995/1416, I, 236-237. 428 Cerrahoğlu, İsmail, “İslam’da Ailenin Önemi ve Aile Müessesemizdeki Erozyon”, Diyanet Dergisi, Dini, İlmi, Edebi Üç Aylık Dergi, Nisan- Mayıs-Haziran, 1991, S.2, XXVII,17; Ayrıca bk. Ateş, 419 Kur’an-ı Kerim’de kalıtımın ve çevrenin şahsiyete olan etkisine işaret eden ayetler yer almaktadır. Kalıtımla ilgili olarak şöyle buyrulur: “Bereketli toprak (gibi) ki, onun ekini, Rabbinin izniyle [bolluk içinde] fışkırır; oysa kötü toprağınki ancak cılız bir ekin verir…” 430 Bu ayete göre, pak asıldan, sünnet-i ilahiye hükmüyle pak çocuk gelir. Asıl habis olursa, o asıldan faydası olmayan diken çıkar. Yine Hz. Yakub’un şu isteği de aynı şekildedir: “Katından bana bir destek (veli) bahşet; bana ve Yakup oğullarına varis olsun…” 431 Yani çocuk hem babasında, hem de ailede ve nesilde bulunan hallerin her birisine varis olur. Ailede bulunan riyaset ruhu ve velayet kuvveti, çocuklarda görülür. 432 Yine ana babanın iyiliklerinin çocuklara sirayet edip neslin mülkünün babanın iyiliği sayesinde korunacağına şu ayet misaldir: “…Babaları iyi bir kimse idi; Rabbin istedi ki, o iki çocuk güçlü çağlarına erişsinler ve Rabbinden bir rahmet olarak hazinelerini çıkarsınlar.” 433 Bayraktar Bayraklı Kur’an’ın çocuğun süt emme dönemi üzerinde ısrarla durmasının 434 sebebinin, süt ile çocuğun gelişimi ve karakter oluşumu arasındaki ilişkiden dolayı olduğunu ve anne karnında ve doğduktan sonra emzirme döneminde haram gıda ile beslenen çocuğun karakteri ile helal gıda ile beslenen çocuğun karakterinde farklılık olacağını, babanın menisi ile ana karnında çocuğu besleyen maddeleri meydana getiren unsurların ve eşyanın haram olmalarının, çocuğun karakterine tesiri olduğunu A‘râf Suresi’nin 58. ayetini de delil getirerek ileri sürmektedir. 435 Ancak bu yorum, çocuğun iradesi ve sorumluluğu bakımından ve ilgili ayetlerin gayesi bakımından problemli gözükmektedir. Şahsiyetin oluşumunda kalıtımdan ziyade toplumun etkisi vardır. Genel olarak insanın sosyo-kültürel yapısını oluşturan beş faktörden söz edilir: Anne, baba, okul, çevre ve kültür. En başta manevi kişiliğini kuran anne gelir. Cizvitler, “Çocuğunuzu yedi yaşına kadar bize bırakın, onda sonra ne yaparsanız yapın hayatının sonuna kadar Cizvit kalacaktır” derler. 436 Hz. Peygamber de bu meyanda her doğan çocuğun fıtrat üzere doğacağını, daha sonra anne-babasının onu kendi dinlerine döndüreceğini belirterek insanın yetişmesinde terbiye ve çevre faktörünün önemini vurgulamıştır. İşte bu hal, gelen her yeni nesil için anne, baba, eğitimci ve idarecilere büyük Kur’an Ansiklopedisi, X, 79-83. Bk. Bakara 2/204-205; Nisâ 4/61-63,141-143; Hûd 11/9-11 Munâfikûn 63/1-4; Fecr 89/15-16. 430 A‘râf 7/58. 431 Meryem 19/5-6. 432 Carullah, Musa, Kur’an-ı Kerim Ayet-i Kerimelerinin Nurları Huzurunda Hatun, Yayına Haz.: Mehmet Görmez, Kitabiyat Y., Ankara,1999, s.121; Ayrıca bk. İsfehânî, İnsan, s. 107-108. 433 Kehf 18/82; Carullah, a.g.e., s. 111. 434 Bk. Bakara 2/233; Ahkâf 46/15; Lokmân 31/14; Nisâ 4/9-10. 435 Bayraklı, a.g.e., s. 35-36. 436 Şeriâtî, İslam Sosyolojisi, 58-59; Er, a.g.e., s. 137; Ayrıca Bk. Mutahhari, Murteza, Kur’an’da İnsan-İman ve Ahiret, Trc. Selahaddin Silahtar, Endişe Y., Ankara, 1990, s. 177-178. 429 sorumluluk yüklemektedir. Bunlara düşen görev, insanın tabiat ve eğilimlerini tanıyıp, ondan kötü tesirlerin etkisini kaldırmak ve onu iyiliğe yöneltmektir. 437 Hz. Nuh, halkını yıllarca Tevhide davet ettikten sonra şöyle dua eder: “Rabbim, yeryüzünde hiçbir inkârcı bırakma. Doğrusu sen onları bırakırsan kullarını saptırırlar ve sadece ahlaksız ve nankör (insanlar) doğururlar.” 438 Elbette inkârcılık yeni nesle kromozomlar yoluyla geçmez. Ancak taklit ve gelenek bireyin ve toplumun yapısında vardır. Burada bahsedilen kalıtım, taklitle yeni neslin aldığı toplumsal gelenek ve kültürdür, dindir. 439 Hiçbir peygamber, zalim soyundan gelenlerin mutlaka zalim olacağını söyleyemeyeceğinden, fâcir ve keffâr terimlerinin burada, kişileri değil, nitelikleri ve davranışları gösteren mecazlar olduğu açıktır. 440 Kur’an’da Yahudilerin atalarının suçlarıyla hitap olunması, 441 toplumda kalıtımın ağır bastığına işaret etmektedir ki, bu suçlar, onların ikinci karakterlerini oluşturmuştur. Çünkü çağımızda da çoklarının kabul ettiği gibi, yaşayarak ve tecrübe ederek elde edilen bazı özellikler, toplumda kalıtsal hale dönüşerek sonraki nesillere geçer. 442 Bu görüşü, İbn Haldun (732/1322 – 808/1406)’da da aynen görmekteyiz. Onun belirttiğine göre bir toplum bir hayata alışıp onların nesilleri de aynı terbiyeyi gördüğünde bu yaşayış onlar için bir hulk ve tabiat halini alır. 443 Ancak Kur’an’ın Yahudilere ve başka geçmiş milletlere yönelik suçlaması, onların aynı soyun devamı olduğundan dolayı değil; aynı toplumsal ruhu taşıdıklarından dolayıdır. 444 Kendi şahsımız hakkındaki bilgi ve tutumlarımız benlik veya ben dediğimiz kavramı meydana getirir. İnsanı öbür canlı organizmalardan üstün kılan en önemli noktalardan biri de budur. Ben ve benlik kavramının gelişmesinde, bireyin kendini diğerlerinden başka bir öz oluşunun bilincine varması kadar toplumun bireye verdiği statü ve roller, toplumun birey hakkındaki değerlendirmeleri de etkindir. Hatta bazı ilim adamları benlik kavramının bize tamamen başkalarından geldiğini, çünkü başkaları bizi nasıl görüyorsa, bizim de kendimizi öyle gördüğümüzü, başkalarının 437 Şanver, Kur’an’da Tebliğ ve Eğitim Psikolojisi, s. 53-54. Nûh 71/26-27. 439 Erdoğan, Kur’an ve İnsan Psikolojisi, s. 60. 440 Esed, Kur’an Mesajı, III, 1193. 441 Bk. Bakara 2/108, 118, 174-177, 211, 243-251; Âli İmrân 3/19-25, 112, 187; Nisâ 4/44-57. 442 Erdoğan, a.g.e., s. 60. 443 Bk. İbn Haldun, Şark-İslam Klasikleri Mukaddime, Trc. Zakir Kadiri Ugan, M.E.B. Y., İstanbul, 1996, I, 327. 444 Mutahhari, Murtaza, Tarih ve Toplum, Trc. Cengiz Şişman, Yöneliş Y., İstanbul, 1991, s. 24; Bu konuda geniş bilgi için bk. İslamoğlu, Mustafa, İsrail Oğullarından Ümmet-i Muhammed’e 438 beklenti ve tavırları yönünde benlik kazandığımızı söylüyorlar. 445 Yalnız, insanın olgunlaştıkça, hayatta birçok alternatiflerle karşılaşmanın verdiği gelişimle, toplumun düzeni, dini inanç, ahlaki değer ve ideoloji anlayışlarını objektif veya kendilerine göre değerlendirme yoluna gittiklerini; kendilerine ait inanç ve değerler edindiklerini ve farklı tutumlar geliştirdiklerini göz ardı edemeyiz. 446 Biz kendi benliğimizdeki güç kaynaklarını keşfetmeliyiz ve ayakları üzerinde durabilen güçlü insanlar yetiştirmeliyiz. Toplumda kendini güçlendirebilmiş bir birey etrafındakilerin paniği üzerinde sakinleştirici etki yaratabilir. Dünyayı iyileştirme niyetinde olanlar da ilk önce işe kendileriyle başlamalıdırlar. 447 Ferdin geliştirilmesi gerçekten önemli bir olaydır. Çünkü sağlıklı birlikler gelişmiş fertlerden oluşur. Sosyolojizme 448 göre birey, içi ancak toplumun ruhu tarafından doldurulan boş bir testi gibidir. Öyleyse kimin neyi varsa bu ona toplum tarafından verilmiştir. Şayet birey cinayet işleyen, düşük ahlaklı biriyse bunu ona münasip gören toplumdur. Ferdin yalnızca “güzel, iyi, kötü” gibi niteliklere sahip olmaması bir yana, sorumlu bile değildir. 449 Adler’e göre, bir insanın karakteri hakkında hiçbir zaman ahlakî yargı verilemez. Bir insanın karakteri, onun çevresine karşı takınmış olduğu tavrın ve içerisinde yaşamış olduğu toplumla olan ilişkisinin bir göstergesidir. 450 Böyle bir yargı Kur’an’ın insan anlayışına terstir. Zira kişiye iyiyi kötüden ayıracak akıl ve irade verilmiştir ve sorumlu tutulmuştur. Ataların yanlışlarını taklit yasaklanmıştır. Müşahedeler ve tecrübeler gösteriyor ki, irsiyet ve gelişmenin hissesi fertlere göre değişmekte ve çoğunlukla bunların karşılıklı değeri tayin edilememektedir. Bununla beraber aynı ana babanın bir arada ve aynı tarzda yetişmiş çocukları arasında, şekil, boy, sinirlilik, entelektüel kabiliyetler, ahlak vasıfları bakımından göze çarpan farklılıklar vardır. 451 İnsanlar arasında yetenekler, bedensel, psikolojik ve akılsal güçler hususundaki farklar, irsî ve toplumsal etkileşimlere irca Yahudileşme Temayülü, Denge Y., 2. Bsk., İstanbul, 1995. Güngör, Ahlak Psikolojisi ve Sosyal Ahlak, s. 25-26. 446 Erdoğan, a.g.e., s. 61. 447 May, Rollo, Kendini Arayan İnsan, Trc. Ayşen Karpat, 2. Bsk. , İstanbul, 1998, s. 77-78; Benlik ve benliğimizi keşfetme hakkında bilgi için bu esere baş vurulabilir. 448 Sosyolojizm (toplumbilimcilik), “sosyolojinin hususiyle psikolojiye müracaat etmeden sosyal olayları izaha yeterli olduğunu; yahut felsefî ve ahlakî problemleri çözmeye kabiliyetli yegane ilim olduğunu iddia eden doktrin.” Hayri Bolay, Süleyman, Felsefi Doktrinler ve Terimler Sözlüğü, 6.Bsk., Akçağ Y., Ankara, 1996, s. 399. 449 Şeriâtî, İnsan, s. 304-305. 450 Adler, a.g.e. s. 325. 451 Carrel, İnsan Denen Meçhul, s. 201-203. 445 edilmektedir. İnsanlar arasındaki farklara işaret eden Kur’an ayetleri de 452 bu farkları irsî ve toplumsal etkileşimlere döndürmektedir. “O’nun ayetlerinden biri de insanların dillerinin ve renklerinin ayrı ayrı olmasıdır…” 453 şeklindeki ifade, bireysel farklar hususunda irsî ve toplumsal bütün etkileşimlerin etkisine işaret etmektedir. Renklerinin farklılıkları, irsî etkenlerden, insanlar arasındaki dil, şive ve lehçelerin de toplumsal, sosyal ve kültürel farklardan kaynaklandığı açıktır. “Kiminizi kiminizden derecelerle üstün kılan O’dur” 454 ifadesi de, ister irsî veya kazanılmış, isterse bedensel, psikolojik, akli ya da servet ve nüfuz olsun, insanlar arasındaki farkların her çeşidini kapsamaktadır. 455 Hz. peygamber de bir hadisinde bu durumu şöyle açıklamıştır: “İnsanlar, altın ve gümüş madenleri gibi, çeşitli yaratılış ve karakterdedirler.” 456 Ayrıca bu madenler gibi işlenmeye uygun yapıdadırlar. Bakara suresi 138. ayette geçen sıbğatullâh deyimi de karakter olarak yorumlanmıştır. Bu yoruma göre sıbğatullâh, yaratılışa uygun karakter veya Allah’ın fırçasıyla çizilen karakter demektir. Diğer bir değişle, doğal güzellik, yozlaşmaya uğramamış varlık ve tavırdır ki, Kur’an, insanoğlunun bundan daha güzelini yapamayacağını söylüyor: 457 “Allah’ın boyası (ile boyan). Allah’ın boyasından daha güzel boyası olan kimdir? Biz ancak O’na kulluk ederiz.” Râzi’nin belirttiğine göre sıbğatullâh deyiminin, Allah’ın dini, Allah’ın hüccet ve delili, Allah’ın yaratması vb. manalara geldiği söylenmiştir. Allah’ın dini diye yorumlayanlar şu delili ileri sürerler: Yahudilerden Hıristiyanlara geçen bir âdete göre Hıristiyanlar çocuklarını vaftiz dedikleri sarı suya batırıyor ve bunun o çocukları manen temizlediğini söylüyorlardı. Böylece çocuk Hıristiyan oldu deniyordu. Bundan dolayı Allah, “onların boyasını değil, Allah’ın boyasını isteyiniz” demiştir. Allah’ın boyası da din ve İslam’dır. Allah’ın yaratması diye yorumlayanlar ise “Allah’ın üzerinde insanları yaratmış olduğu fıtratına (yönel). Allah’ın yaratmasında hiçbir değişme yoktur!” 458 ayetiyle irtibatlandırmışlar. 459 Bu yorum yukarıdaki karakter yorumuna uymaktadır. 452 Bk. En’âm 6/165; İsrâ 17/21; Rûm 30/23; Fâtır 35/28; Zuhrûf 43/32. Rûm 30/23. 454 En‘âm 6/165. 455 Necati, a.g.e., s.216-217; Bireysel farklar için bk. Carrel, a.g.e., s. 260-263; Şanver, a.g.e., s. 150. 456 Müslim, Birr, 49, no: 2638 (III, 2031); Ahmed b. Hanbel, Müsned I-VI, Çağrı Y., İstanbul, 1992/1413, II, 539. 457 Öztürk, Kur’an’ın Temel Kavramları, s. 473. 458 Rûm 30/30. 459 Râzî, a.g.e., III,511-513; Ayrıca Bk. Mevdudi, Tefhîmu’l-Kur’an, s. 119. 453 Kur’an insanların karakter oluşumunda ilahi bir kanundan da bahseder. Bu, insanın iyi ve kötü arasındaki seçimini yaptıktan ve bu konuda ilk adımını attıktan sonra tercih ettiği yolun ona kolaylaştırılmasıdır. Diğer bir değişle teysir (kolaylaştırma) kanunudur. “Kim verir, ittikâ eder ve en güzeli tasdik ederse onu kolaya müyesser ederiz. Kim de cimrilik eder, zenginlik taslar ve en güzeli yalanlarsa onu zora müyesser ederiz.” 460 Bu ayetlere göre insanın başlangıçtaki yönelimleri sonraki davranışları üzerinde neredeyse belirleyici bir etkiye sahiptir. Beşerin davranışları, duyguları ve inancı arasında, biri diğerine sebep oluşturacak kadar yakın ilişki söz konusudur. Kişilik oluşumunda, özellikle iman yahut küfrün kişilikte yer etmesinde deneyim ve duygusal birikimin önemli tesirleri vardır. 461 Kur’an, insan davranışlarının belirlenmesinde gerek dâhili gerekse harici faktörlerin rolünü kabul etmekle birlikte, insanı etkileyen faktörlerin bizzat insan tarafından üretildiğini söylemektedir. Böylece Kur’an’ın, tarihin direksiyonunu insanın eline vermiş olduğunu söyleyebiliriz. 462 Neticede Kur’an, insan şahsiyeti hakkında bilgi vermekte, düzgün olan ve düzgün olmayan şahsiyetten ve Allah’ın insanı diğer yaratıklarından ayırdığı genel özelliklerinden bahsetmektedir. Kur’an-ı Kerim’de kalıtımın ve çevrenin şahsiyete olan etkisine işaret eden ayetler de yer almaktadır. Ayrıca herkesin kendi hal ve mizacına uygun şekilde hareket ettiği belirtilmektedir. Kur’an, başlangıçtan itibaren fıtratı, karakteri sağlam şahsiyet yetiştirmeye gayret göstermiş, sağlam şahsiyetli kimselerin tutarlı olduklarını belirtmiştir. Kur’an’da münafıklar ve nankör kişiler şahsiyetsiz olarak sunulurlar. Kur’an’ın, ahlakî prensipleri şahsiyeti geliştiren bir özelliğe sahiptir. Zira ahlak ile karakter arasında son derece sıkı bir ilişki söz konusudur. Karakterin eğitilmesi ile ahlakın güzelleştirilmesi aynı şeydir. 4. Şahsiyette Denge İnsan, bedensel ve ruhsal ihtiyaçlarını doyururken bu ikisi arasında meydana gelen çatışmanın ideal çözümü, ikisi arasında uyum sağlamaktır. Bu uyum, insanın yaşamında aşırıya kaçmama ve itidale ısrarla devam etme, bedensel veya ruhsal motivlerin her ikisinin doyurulmasında aşırı ve yanlı davranmamak şekliyle mümkün 460 Leyl 92/5-10; Ayrıca Bk. Şuârâ, 42/20. Bk. Erdoğan, a.g.e., s. 97-100. Ayrıca bk. İsfehânî, İnsan, s. 194. 462 Özsoy, a.g.e., s. 152. 461 bir hale gelmektedir. 463 İnsanda cisimle ruhun istekleri ve dünyaya ait isteklerle ahiret hayatına ait istekler arasında denge sağlama hususunda istek bulunmaktadır. Çünkü bunda, insana stres veren psikolojik çatışma ile onda güven, huzur ve saadeti gideren şeylerden kurtuluş bulunmaktadır. 464 Kur’an, şu ifadesiyle şahsiyette dengenin gerçekleşme zorunluluğuna işaret etmektedir: “Allah’ın sana verdiğinde ahiret yurdunu ara, dünyadan da nasibini unutma…” 465 Firavunlar devrinde Mısırlılar, bedenî arzularını tatmin etmek için sınır tanımıyorlar, yiyorlar, içiyorlar, eğleniyor ve dans ediyorlardı. Cinsel bataklığın en iğrencine dalıyorlardı. Sonra da çıkıp mabede gidiyorlardı, ağlıyor, inliyor, feryat ediyor ve kendilerini yerden yere çarpıyorlardı. Ölüm düşüncesine öylesine dalıyorlardı ki hayatı büsbütün unutuyorlardı. Bugün bile atasözü halinde onların torunlarına geçmiş bir ifade vardır: “Bir saat Tanrına bir saat gönlüne…” Tanrıya ayrılan saatte gönlün yeri yoktur, gönle ayrılan saatte Tanrının yeri, dünyaya ayrılan saatte, ahiretin yeri yoktur. Bunun için de insanın kişiliği parçalanıyordu. Ne ibadet ve inançlar hareketlere tesir ediyor, ne de hareketlerin inanç ve ibadetlerle ilgisi oluyordu. Bu şahsiyetin birisi hayvani şahsiyet, diğeri ise Rabbani şahsiyettir. 466 Orta çağ boyunca Avrupa da bir bakıma çift şahsiyetli bir hayat yaşıyordu. Birisi, Hıristiyanlığın daha çok kilisenin içinde yaşanan, her şeyden el etek çeken râhibâne hayatı, diğeri ise sadece koyu bir duyu alanında yaşayan ve bunun dışında hiçbir değer tanımayan Grek ve Romen hayatı idi. Avrupa, bir müddet bu dağınık şahsiyeti yaşadıktan sonra yakın çağlarda bedenî âleme doğru kaymaya başladı. Bundan sonra da anormallikler anormallikleri, sapıklıklar sapıklılıkları izledi. 467 İslam’da bedensel isteklerin doyurulmalarına karşı koyacak, onları bastıracak olan bir ruhbanlık yoktur. Aynı şekilde İslam’da bedensel dürtüleri tam olarak doyurmayı esas tutacak olan mutlak bir serbestiyet de yoktur. İslam, beden ve ruhun bütün dürtülerin uyumunu sağlamaya çağırmaktadır. Beden ve ruhun arasında insanlık şahsiyetindeki bu denge sadece bütün evrende var olan dengenin bir örneğidir. Şüphesiz Allah, her şeyi bir ölçü ve denge ile yaratmıştır. 468 463 Necati, Kur’an ve Psikoloji, s. 202-203. Necati, a.g.e., s. 53. 465 Kasas 28/77; Ayrıca bk. Münâfikûn 63/9. 466 Kutub, İnsan Psikolojisi, s. 350. 467 Kutub, a.y. 468 Necati, a.g.e., s. 203. 464 İslam, ruh ile beden arasında fıtrî bir çatışma olduğu görüşünü reddeder ve insan hayatının bu ikili cephesindeki tabiî ve ilahî bütünlüğü kabul eder. 469 Ruhbeden, madde-mana karşıtlığı yok, bunlar arasında denge vardır. Çünkü ruhla madde fıtrat ve oluşun iki ayağı gibidir. O halde bunlardan her hangi birin ötekine galip getirmeye çalışmak asla makbul değildir. Çünkü istenen, dosdoğru yol (sırat-ı müstakim)dur. Doğru yoldan sapmak, dengeyi bozmaktır. Bu bozma hangi kutbun tercihiyle olursa olsun, felakettir. İster ruhu galip getirsin, ister maddeyi; ister ferdiliyi üste çıkarsın, ister sosyali fark etmez. O halde, hem ruhsal olan güzeldir, hem de bedensel olan. Tevhid budur. Eğer kötülük varsa, o, bizim elimizin dengeyi bozmasındandır. Hz. Peygamber diyor ki: “Bedeninin, karının, çocuklarının sende hakları vardır; onları öde.” 470 Beden ve bedensel zevklere sahip olmak iğrenç değildir. İğrenç ve pis olan, dengeyi bozarak bedenî zevklere köle hale gelmektir. 471 Bu konuda Bayraklı şunları söylemektedir: “Kalp, akıl ve nefis bitişip aralarında bir kaynaşma olunca, insan davranışlarında da bir bütünlük, bir denge ve bir tutarlılık meydana gelmektedir. Akıl ile kalp arasında bir düşmanlık değil kaynaşma olmalıdır. Kalbin uğruna aklı feda ederseniz, akıl ile kalbi düşman edersiniz. İslam âleminde bu çatışmanın sürmesi, gerilemeye neden olmuştur. 472 İlahî fıtrat kanunu, insan şahsiyetinin bütünlüğünü, yani beyin, kalp ve nefsin birliğini amaçlamaktadır. O üç merkezin arasını ayırmak, onların faaliyetini ve faaliyet alanlarını noksanlaştıracaktır.” 473 Ferdin ruhî ve zihnî dengesini bozan hususların başında, insanın her konuda ifrat ve tefrite kaçması gelmektedir. İnsan ruh ve beden itibariyle bir denge içinde yaratılmıştır. Her ne suretle olursa olsun, bu dengenin bozulması, psiko-somatik rahatsızlıkları ortaya çıkarmaktadır. Bedenimizde bulunan içbezler normalin üzerinde ifrazatta bulunurlarsa dengeleri bozulduğundan rahatsızlıklar ortaya çıkmaktadır. Psikolojik yönden aşırı faaliyetler de, hem ruhî, hem de bedenî rahatsızlıkları doğurmaktadır. Onun için her yönden ölçülü, itidalli, orta bir yol tutmak, her türlü aşırılıklardan çekinmek ruhsal ve zihinsel dengemiz için esastır. 474 469 Esed, Kur’an Mesajı, I, 40. Buhârî, Savm, 54. 471 Bk. Öztürk, İslam Düşüncesinde Din ve Fıtrat, s. 235-238; Akkâd, el-İnsân fi’l-Kur’âni’lKerîm,s. 21. 472 Bayraklı, Kur’an’da Değişim, Gelişim ve Kalite Kavramları, s. 57. 473 Bayraklı, a.g.e., s.185; Bk. Nisâ 4/119. 474 Altıntaş, “Modern Psikolojinin Bazı Meseleleri”, s. 107. 470 Arzuyu/ihtirası başka bir arzu/ihtirasla aşmak bir yoldur, ancak bu bir çıkmaz yoldur; çünkü bu çabalar bir ihtirastan bir başkasına teslim olmanın dışında başka bir anlam ifade etmiyor. Önemli olan ihtirasların yok edilmesi değil, önünün alınması; ihtirasların mubah arzu sınırına çekilebilmesidir. Bu da insanoğlunun çok daha özgün, verimli, uyumlu, paylaşımcı ve üretken yanlarının devreye sokulması ile mümkün olabilir. Bu da elbette öyle kolay bir iş değildir. Önce insanoğlu bu yanlarını keşfetmelidir. Öne çıkması gereken bu yanlarının özelliklerini, inceliklerini, niteliklerini ve ne anlama geldiğini bilmesi gerekir. Çünkü uzun bir süredir insanoğlu hem kendisine yabancı yaşamaktadır, hem de kendisi ile kavgalıdır. 475 Şahsiyetin vasıflarına sahip olması bir anda değil, hayatın uygun şartları içinde oluşan bir gelişme ve olgunlaşma ameliyesidir. Bütün ihtiyaçların dengeli bir şekilde göz önüne alınması halinde şahsiyet gelişir ve bütünleşir. 476 Benimsenmiş dini inançlar, ferdin kişilik yapısında bir “bütünleşme” meydana getirme gücüne sahiptir. İman ile kişilik arasında genel olarak karşılıklı bir ilişkinin varlığı müşahede edilmektedir. Dini inancın kişi tarafından benimsenme-sindeki kuvvet derecesi ile o ferdin kişiliğinin genel yapısı üzerindeki etkisi dikkate değer bir olgudur. Aynı şekilde, kuvvetli ve sağlam kişilik yapısına sahip kimselerin de güçlü inançları olduğu müşahede edilmektedir. 477 İnsan tabiatı temelde çok yönlü istek ve ihtiyaçların, biri diğeri ile çelişen karşıt güç ve eğilimlerin yol açtığı çatışmalı ve dolayısıyla değişken, istikrarsız bir özellik gösterir. Bu değişken ve tutarsız tabiatın tutarlı ve dengeli bir karaktere dönüştürülmesi, ilahi hakikatle ilişkilerin sürekli canlı tutulması, sistemli bir davranış ve uygulama düzenini gerekli kılmaktadır. İbadetler genelde kişilik ve karakteri düzenleyici ve dengeleyici sistemler olarak anlaşılabilir. Nitekim İslamî ibadetlerden her biri insanın belli yaşayış ve davranışlarını hedef alır ve onları dini gayelere göre şekillendirmeye yönelir. 478 İbadetteki dini şuur sayesinde kişi, Allah’ı görmese de, Allah’ın onu gördüğünü bildiği ve düşündüğü zaman tam bir teslimiyetle kendini Allah’a verecek, şahsiyetinin bütün özelliklerinin tutarlı olmasına dikkat edecektir. Allah’a ibadet esnasında O’nun emirlerine itaat ettiği halde ibadetin dışındaki davranışlarında isyan ettiğini görürse, bundan dolayı Allah’tan af dileyip bu davranışlarının da düzeltilmesi ve kişiliğindeki bu uyumsuzluğun giderilmesine çalışacaktır. Böylece ibadetindeki yüksek dini şuur onun davranış bütünlüğünü ve 475 Bk. Soyalan, Kur’an ve İnsan İnsanın Kimliğine Dair Bir Sorgulama, s. 54-55. Şentürk,“İbadetin Mahiyeti ve Şahsiyet Gelişimindeki Fonksiyonu”, s. 13. 477 Hökelekli, a.g.e., s. 187-188. 478 Hökelekli, a.g.e., s. 241. 476 şahsiyetinin gelişmesini sağlayacaktır. Yani ibadetindeki ben ile diğer davranışlarındaki ben farklı olmayacak, şahsiyetin bütünlüğü gerçekleşmiş olacaktır.479 Söylenen sözlerin davranışlarla teyit edilmesi, yani söz-davranış uyuşması, kişinin şahsiyet ve karakterinin sağlamlığı, bütünlüğü ve istikrarı bakımından önemlidir. 480 Yapılan ibadetler söz-davranış bütünlüğünü de sağlar. Nitekim dinî olgunluk, davranışların alışkanlık ve dış baskılar sonucu değil şuurlu bir tercih ve istek ile ortaya konulmasını gerektirir. Bu durum psikolojik açıdan bir şahsiyet bütünlüğü sağladığı gibi, sosyolojik yönden de aynı inanç ve duygu ile aynı Allah’a ibadet eden fertleri kaynaştırır. Nitekim şahsiyetin iki temel özelliği olan ferdilik ve sosyallik denge halinde olmalıdır. Şuurlu yapılan ibadet, şahsiyetin gerek içe ve gerekse dışa dönük yönünün gelişmesine yardımcı olur. Çünkü kendisinin Allah’ın kontrolünde olduğunu düşünen kişinin vicdanı bu şuur sayesinde işlerlik kazanacak ve kişiyi psikolojik ve sosyolojik uyumu bakımından kontrol edecektir. 481 Allah’ı unutmak, gerek şahsi gerekse toplumsal insan şahsiyetini yok eder. Çünkü yalnız Allah’ı hatırlamak insan şahsiyetini güçlendirir. Kur’an’ın belirlediği insan anlayışında, kendi zaafları içerisinde kötüye kayma ile Kur’an’ın gösterdiği yolda iyiliğe yönelme arasında çok nazik ve ince bir denge vardır. İnsanın tavır ve davranışlarındaki ahlakî gerginliğin dengesini bozmak insanın şahsiyetini yok eder. Kur’an, bu dengenin bozulmasını “Allah’ın koyduğu sınırları aşma” olarak tarif etmiştir. 482 Bütünleşmiş ahlaki davranıştaki gayet nazik dengeye de Kur’an takva adını vermiştir. Asıl olan, insanın sınırları aşmasını engelleyen takvanın davranışları idare etmesidir. Sınırlar hata ile aşılırsa, takva insanı derhal tevbeye yöneltir ve şahsiyetteki dengesizliğin düzeltilmesini sağlar. 483 Beşer yapısında bulunan korku-ümit, sevgi-nefret gibi birbirine eş, denk, zıt ve karşılıklı ince çizgilerin yolları ve yönleri birbirinden farklıdır. İnsan aynı zamanda korku ve ümidin, sevgi ve nefretin, sevinç ve kederin değişik hallerini yaşayabilir. 484 İnsan ruhundaki bu çizgilerin en önemli görevi, insan ruhunda karşılıklı bir denge temin etmektir. Bu çizgilerde bir anormallik ve sapıklık 479 Bk. Armaner, Neda, Din Psikolojisine Giriş, Ankara, 1980, I, 72, 124, 126; Şentürk, a.g.m., s. 14. Şanver, a.g.e., s. 102. 481 Şentürk, a.g.m., s. 14 -15. 482 Bk. Bakara 2/187 483 Bk. Fazlurrahman, Ana Konularıyla Kur’an, s. 74-78; Fazlurrahman, İslam ve Çağdaşlık, s. 24; Çiftçi, Fazlurrahman ile İslam’ı Yeniden Düşünmek, s. 204-205. 484 Kutub, İnsan Psikolojisi, s. 98; Gölcük, Kur’an ve İnsan, s. 43; Ayrıca bk. Kılıç, Benliğin İnşası, s. 72-76; Özsoy, Sünnetullah, s. 114-117. 480 ortaya çıktığında, birisi vazifesini yapmadığında veya daha fazla gelişip ilerlediğinde bunlar denge unsuru olacaklarına sakatlık unsuru olurlar. 485 İnsan bir anda gururla dolup taşan bir varlık durumunda iken, birden korkunç bir ümitsizliğin girdabına sürüklenir. İnsan kadar aniden çok çabuk şişen ve sönen başka bir varlık yoktur. Kur’an tekrarla der ki, insan ne zaman feraha kavuşursa derhal Allah’ı unutur. Tabii sebepler onların istediği neticeyi verince, kendi gücünün kendisi için yeterli olduğu düşüncesine kapılır ve kendini beğenmişlik duygusu içinde artık Allah’ı görmez. Allah’ı sadece zor duruma düşünce hatırlar, hatta bazen güç durumda bile aklına getirmeyip, O’ndan yardım istemez ve sadece ümitsizlik içerisinde boğulur. 486 İnsanın dar görüşlülüğünden ve zayıf aklından kaynaklanan bu dengesiz karakteri ve bir ifrattan diğerine sıçraması, bazı temel ahlakî gerginlikleri açığa çıkarır. Amacı ahlakî enerjiyi en son noktasına yükseltmek olduğundan insanoğlu için hidayet olduğunu söyleyen Kur’an, insanoğlunun bu zıtlıklar gerginliğindeki dengeyi bozmamasının mutlaka gerekli olduğunu belirtmektedir. 487 İnsanın his yanı ağır bastığı zaman denge aleyhte bozulur ve insan bütünüyle hislerinin mahkûmu olur. İnsanın manevi yönü ağır bastığında da denge tersine bozulur ve insanın his dünyası bütünüyle yok olur. Manevi değerlerden başka hiçbir şey düşünmez. İlk anda bu bize gayet iyi ve güzel görünse de Hz. Peygamberin bütün gece ibadet eden, yıl boyu oruç tutan ve evlenmeyen üç kişiyi tasvip etmemesi bunun doğru olmadığını gösterir. 488 İslam’a göre vücut ve ruhu dengede olan, vücut ve ruhun ihtiyaçlarını doyuma kavuşturan, Allah’ın hoşnut olduğu şeyleri yapıp gazabına neden olanlardan kaçınan şahsiyet, uyumlu şahsiyettir. Hevâ ve hevesinin peşine takılan veya bedenînin ihtiyaçlarını engelleyip sadece ruhsal ihtiyaç ve zevklerine meylettiren şahsiyet de uyumsuz şahsiyettir. 489 Kur’an’da ruh ve beden insanın aslî unsurlarıdır. Bu ikisiyle hayat tamam olur. Yine Kur’an’da müminin ruhun haklarını tam olarak vermek için bedenin haklarını eksiltmesi caiz değildir. Yine ona bedenin haklarını 485 Kutub, a.g.e., s. 352-353. Bk. Hûd 11/9-11; Fussilet 41/49,51; İsrâ 17/83; Yunus 10/12. 487 Fazlurrahman, Ana Konularıyla Kur’an, s. 71-72; Ayrıca bk. Gölcük, a.g.e., s. 43. 488 Bk. Kutub, a.g.e., s. 360. 489 Necati, a.g.e., s. 204. 486 tam olarak vermek için ruhun haklarını eksiltmesi de caiz olmaz. Ne ruhu ne de bedenî razı etmek için aşırılığa gitmesi hoş görülmez. 490 “Orta yol Allah’ındır…” 491 İslam, yamuk, çarpık tabiatlı insan yetiştirmek değil, İslam adına uygun ruhen ve bedenen sağlam, ruh ve beden dengesini sürdüren karakterde, kimseye muhtaç olmayan, el avuç açmayan, güçlü, kuvvetli insan yetiştirmek amacındadır. Dünyayı ihmal eden, fert ve toplum içinde bir üye olarak görevden kaçan insan tipini Kur’an sevmediği gibi bütün varını yoğunu dünyanın maddi nimetlerine bağlayan ve başka bir yerde bunların hesabını vereceğini inkâr edeni de sevmez. İslam toplum, millet ve insanlık dinidir. Ferdi toplum içinde eritmeden bunu sağlar. 492 Sonuç olarak İslam’da bedensel isteklerin doyurulmalarına karşı koyacak, onları bastıracak olan bir ruhbanlık yoktur. Aynı şekilde İslam’da bedensel dürtüleri tam olarak doyurmayı esas tutacak olan mutlak bir serbestiyet de yoktur. Kur’an, beden ve ruhun bütün dürtülerin uyumunu sağlamaya ve evrendeki denge gibi insan şahsiyetinde de bir denge oluşturmaya çağırmaktadır. Ruh-beden, madde-mana karşıtlığı yok, bunlar arasında denge vardır. O halde bunlardan her hangi birini ötekine galip getirmeye çalışmak asla makbul değildir. Allah’a iman ve ibadetler kişinin şahsiyetini geliştirdiği gibi şahsiyetinde denge ve söz-davranış bütünlüğü sağlarlar. Asıl olan, insanın sınırları aşmasını engelleyen takvanın davranışları idare etmesidir ve sınırlar hata ile aşılırsa, takva insanı derhal tevbeye yöneltir ve şahsiyetteki dengesizliğin düzeltilmesini sağlar. 5. İnsanın Değişen ve Değişmeyen Yönleri Psikoloji ilmine göre, insanoğlu nesiller boyu değişikliğe uğramamıştır. Özellikle tekâmül nazariyesine dayanan ve kendi nokta-i nazarından insan hayatında değişmeyen hiçbir şeyin bulunmadığını savunan akımlarsa bu görüşe karşı çıkmıştır. Bu konuyla ilgili çağdaş görüşler Darvin nazariyesinin tesiri altında kalmışlardır. Darvin ise, değişmez değerler fikrini kökten reddetmiştir. Gerçekte ise insan bünyesinde geniş ve değişmez çizgiler bulunmaktadır. 493 A. Comte’ye göre “tarih insan tabiatını değiştirmez. Temel nitelikler başlangıçtan beri vardır. İnsan tabiatının kesimleri arasındaki bünyevî ilişkiler, başlangıçtan beri ne iseler, her zaman öyle kalacaklardır. Fakat toplumların ardı 490 Akkad, el-İnsân fi’l-Kur’âni’l-Kerîm, s. 21. Nahl 16/9. 492 Atay, Kur’an’a Göre Araştırmalar V, s.110. 491 ardına gelişi, insana hiçbir şey vermediği sonucu çıkarmamalıdır. Tersine, tarih ona kendi tabiatında var olan asil şeyi gerçekleştirme imkânı verir ve özgeci (diğerkâm) niteliklerin giderek gelişmesini kolaylaştırır. Aklın buradaki görevi denetimdir ve kılavuz olarak kullanılır. İnsanları harekete geçiren duygulardır. Denetim organı olan akıl, gerçekliğe hâkim olan konuları keşfederek, fonksiyonunu yerine getirir.” 494 Son iki asırda gelişen ilmi, medeni, sosyal ve iktisadi değişimler ve aslında insanlığın başından bu yana mevcut olan gelişmeler hayatın özünü değil, sadece şeklini değiştirmiştir. Örneğin mesken edinme güdüsü değişmemiş ama sadece bu isteğin gerçekleştirilme tarzı, maddi ve ilmi imkânların değişmesiyle değişiklik göstermiştir. İnsanın fıtratını oluşturan ve yapı taşları durumunda olan fıtrat çizgileri veya içgüdüler arasında hiçbir değişim olmamıştır. Değişiklik sadece bu duyguların tezahüründe olmuştur. Ana kaynağa hiç sıçramamıştır. Allah’ın yarattığı fıtratın çizgisinden çıkmak diye bir şey söz konusu değildir. Şu halde öz değişmemiştir. Sadece ana mihveri etrafında gelişmeler göstermiştir. Bu gelişmeyi sağlayan faktör olarak insanın kabiliyetinin ötesinde bir şey yoktur. 495 İnsandaki özün değişmediğinin bir örneği, insandaki şehvet ve gazap dürtülerinin değişmeyip aynı kalmasıdır. Bunların tamamen imhası ve yok edilmesi de imkânsızdır. Onlar bizim hayatın faydalarını çekip zararlarını defetmemiz için etkendirler. 496 Allah’ın insan fıtratına yerleştirdiği inanma ihtiyacı ilk günden itibaren değişmemiş aynı kalmıştır. Nitekim insanın fıtratının değişmeyeceğini ifade eden ayet de 497 insandaki özün değişmeyeceğine delalet etmektedir. Yine ilk insan olan Hz. Âdem’in tabiatını tasvir eden ayetlerle şu an yeryüzünde yaşayan insanın tabiatı ve temel nitelikleri arasında farklılık yoktur. Bu da insandaki özün değişmeyip aynı kaldığına delalet eder. İnsanla ilgili fenomenler insanın bilen, yapıp eden, değerlerin sesini duyan, tavır takınan, önceden gören ve önceden belirleyen, isteyen, özgür hareketleri olan, tarihsel olan, ideleştiren (anlamı veren, değer gören), kendisini bir şeye veren, seven, çalışan, eğiten ve eğitilen, devlet kuran, inanan, sanat ve tekniğin yaratıcısı olan, konuşan, biyo-psişik bir yapıya sahip olan bir varlık olduğunu gösteriyorlar. 498 493 Kutub, a.g.e., s. 413-416. Aron, Raymond, Sosyolojik Düşüncenin Evreleri, Trc. Alemdar Korkmaz, Ankara,1986, s. 80; Sezen, İslam Sosyolojisine Giriş, s. 73. 495 Kutub, a.g.e., s. 417-420. 496 Draz, İslam’ın İnsana Verdiği Değer, s. 131. 497 Bk. Rûm 30/30. 498 Takiyettin Mengüşoğlu, İnsan Felsefesi, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1988, s. 13. 494 İnsanı insan yapan bu fenomenler bize, Kur’an’ın Hz. Âdem’le başladığını bildirdiği insanın varlığının hep aynı olduğunu gösteriyor. İnsanın görevi, yaratılış ile gelen bu kabiliyetlerinin imkânlarının farkında olmak, şuurunda olmak ve onları vahyin gösterdiği doğrultuda geliştirmeye tüm hayatı boyuna çaba harcamak noktasında tezahür eder. 499 Zira insan, kendi karakterini belli ölçüler ve sınırlar dâhilinde geliştirme ve değiştirme, kötü hasletlerini iyiye, iyi olanları kötüye dönüştürme yeteneğine sahiptir. İnsana böyle bir yetenek verilmemiş olsaydı insanın sorumlu tutulmasının bir anlamı olmazdı. İnsanın karakterinin ve huyunun değişmeyip bulunduğu hal üzere kalacağını belirten hadislerinse, 500 karakterin değişmesinin imkânsız değil zor olduğu şeklinde anlaşılabileceği kanısındayım. Her ne kadar riyazet, tedavi ve tecrübe usulleri yeni bir karakter ihdasına yaramasa da, kişinin hakiki karakterinin ortaya çıkarılması ve kişinin benliğinde mevcut, hiç kimse tarafından bilinmeyen mizaçların keşfi ancak bu çalışmalarla mümkün olabilecektir. İnsanların, karakterlerinin değişmeyeceği, sabit ve donuk kalacağı vehmine kapılmalarının sebebi, ümitsizlikleri ve kendilerine olan güvensizlikleridir. 501 Hâlbuki bütün hayrın anahtarı çalışmak ve çabalamaktır. Uyanıklık ve ciddiyettir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de, “Bizim için cihad edenleri (çalışıp çabalayanları) yollarımıza iletiriz.” buyrulur. 502 İnsan ruhunun yapısında bir elastikiyet mevcuttur. Bazı yönlerinin gelişip bazı yönlerinin gelişmemesi veya belirli zamanlarda duraklaması söz konusudur. İnsan hayatına etki eden ve yön veren dış faktörler, insanın bazı yönlerinin gelişip bazı yönlerinin gelişmemesine veya bir yanının gelişip bir yanının zayıflamasına sebep olabilirler. Ama o zaman insan bünyesinde değişmez değerler yoktur, insan faaliyetlerini ayarlayan değişmez mikyaslar mevcut değildir, denemez. Ayrıca ne kadar baskı yapılırsa yapılsın, ne kadar sıkıştırılırsa sıkıştırılsın dış faktörler insan mekanizmasında daha önceden mevcut olmayan bir şeyi ortaya çıkaramaz. 503 Genel olarak insanlığın özü değişmediği gibi ferdî planda da insan, küçüklüğünde edindiği davranış kalıbını fazla değiştiremez. Bazı ruhsal olayların dış görünüşü, kalıplaşma biçimi değişebilmektedir; ama temelleri, gayesi, dinamiği, ruhsal hayatı en son amacına doğru yönelten her şey, değişmeden kalmaktadır. İnsanların pek azı çocukluktaki davranış kalıbını değiştirmeyi başarabilmiştir. Ruhsal hayatın temelleri değişmemektedir. İnsan gerek çocuklukta, gerekse yetişkinlikte aynı etkinlik çizgisinde kalmaktadır; bu da bizi bireyin hayattaki gayesinin değişmemiş olduğu sonucuna götürmektedir. Davranış kalıplarını değiştirmek istiyorsak, dikkatimizi çocukluk yaşantıları üzerinde toplamamız gerekmektedir. 504 499 Serinsu, Ahmet Nedim, Tarihsellik ve Esbâb-ı Nüzûl, Şûle y., İstanbul, 1996, s. 60. Bk. Buhârî, Enbiyâ, 2; Müsned, III, 19; VI, 443. 501 Bk. Draz, a.g.e., s. 135-136. 502 Ankebût 29/69; Ayrıca bk. Ankebût 29/9. 503 Kutub, İnsan Psikolojisi, s. 426. 504 Adler, İnsan Tabiatını Tanıma, s. 101-102. 500 İnsanlığın başından bu yana mevcut olan gelişmeler hayatın özünü değil, sadece şeklini değiştirmiştir. Temel nitelikler başlangıçtan beri vardır. İnsanın fıtratını oluşturan ve yapı taşları durumunda olan fıtrat çizgileri veya içgüdüler arasında hiçbir değişim olmamıştır. Değişiklik sadece bu duyguların tezahüründe olmuştur. Ana kaynağa hiç sıçramamıştır. Allah’ın yarattığı fıtratın çizgisinden çıkmak diye bir şey söz konusu değildir. Şu halde öz değişmemiştir. Sadece ana mihveri etrafında gelişmeler göstermiştir. İnsandaki özün değişmediğinin bir örneği, insandaki şehvet ve gazap dürtülerinin ve inanma ihtiyacının değişmeyip aynı kalmasıdır. Yine ilk insan olan Hz. Âdem’in tabiatını tasvir eden ayetlerle şu an yeryüzünde yaşayan insanın tabiatı ve temel nitelikleri arasında farklılık yoktur. Bu da insandaki özün değişmeyip aynı kaldığına delalet eder. Aynı şekilde Kur’an’ın araştırmamızı istediği eski milletlerin kalıntılarından çeşitli araştırmalarla gün yüzüne çıkartılan insana dair bulgular da o zamanki insanın şu anki insanla aynı temel özeliklere sahip olduğunu ortaya koymaktadır. B. KUR’AN’DA İNSANIN KARAKTER ÖZELLİKLERİ 1. OLUMSUZ NİTELİKLERİ (ZAAFLARI) Kur’an, insanı ele alırken insanda bulunan zaaflara geniş bir şekilde yer vermiştir. İnsan mahiyetinde ve fıtratında bulunan bütün bu özellikler, gayet büyük bir incelikle ve çağdaş psikolojiyi hayrete bırakacak bir şekilde tahlil edilmektedir. 505 İnsanın bütün kötü hasletlerinin çıktığı temel güçsüzlük, Kur’an tarafından zafiyet ve zihin darlığı (katr) olarak tanımlanmaktadır. Kur’an, bunu devamlı değişik şekil ve durumlarda tekrarlamaktadır. 506 İnsanın gururu, ümitsizliği, istikrarsızlığı, şevkinin kırılması, insanın kendini yok eden bencilliği, her zaman tuzağına düşebileceği hırsı, aceleci ve telaşlı davranışı, kendine olan güvensizliği ve kendini mahveden korkuları insanın zafiyetinden, zihin darlığından kaynaklanır. 507 Hiç şüphesiz insanın kendisini iyi bir şekilde tanıması noktasında eksikliklerini bilmesi faziletlerini bilmesinden önce gelir. Çünkü “hayır işlemek bir fazilet, şerlerden kaçınmak ise bir zarurettir.” Bundan dolayı Kur’an ve sünnet insanın olumlu yönlerinden daha ziyade, olumsuz yönleri üzerinde durmaktadır. Nitekim bu bağlamda “zararları defetmek, menfaatleri elde etmekten önde gelmektedir” kaidesi de, İslam’da uyulması lazım gelen bir ilke olmuştur. 508 Kur’an’ın insanın olumsuz 505 Örnek olarak bk. Bakara 2/110, 206, 223; Nisâ 4/28,128; En’âm 6/7; Hûd 11/10; Hicr 15/4; İsrâ 17/11,100; Kehf 18/54; Enbiyâ 21/37; Ahzâb 33/72; Fussilet 41/49,51; Haşr 59/9; Teğâbûn 64/16; Me’âric 70/19-21; Müzzemmil 73/20; Kıyâmet 75/20-21; Fecr 89/17; Alak 96/6-7. 506 Bk. Nisâ 4/128; İsrâ 17/11,100; Enbiyâ 21/37; Haşr 59/9,18; Meâric 70/19-21; Kıyâme 75/20-21. 507 Fazlurrahman, Ana Konularıyla Kur’an. s. 70; Fazlurrahman, İslam ve Çağdaşlık, s. 24; Ayrıca insanda bulunan zaaflar ile ilgili olarak bk. Sezen, a.g.e. s. 66-68; Hökelekli, Din Psikolojisi, s. 24; Özsoy, a.g.e., s. 116-117; Şanver, a.g.e, s.52; Erdoğan, Kur’an ve İnsan Psikolojisi, s. 49-52. 508 Aydın, Kur’an’da İnsan Psikolojisi, s. 12. yönlerini çok tekrar etmesinin diğer bir sebebi de, insanı bu zaaflara karşı uyanık tutmaktır. 509 Yalnız Kur’an’daki zaafla ilgili bu ifadelerin fazlalığından, Kur’an’ın insan hakkında kötümser olduğu anlaşılmaması gerekir. Kur’an’ın insanı tenkidi, daha çok belli bir grup insanın tenkidi şeklindedir ve bu insanlar Hz. Muhammed’e karşı çıkan Mekkelilerdir. Bundan dolayıdır ki Kur’an bu olumsuz ifadelere sık sık istisnalar getirip güzel örnekler sunar. 510 Kur’an’ın asıl insan görüşü, onun birbirine zıt eğilimleri olan, bu eğilimler arasında ilişkiyi anlayabilme ve kontrol edebilme kabiliyeti olan bir varlık olduğu şeklindedir. 511 Kur’an’a göre zaafların oluşumlarına etki eden en büyük amiller, şeytan ve insanın kendi nefsidir. Şeytanın, insan üzerinde bir yaptırım gücü olmamakla beraber sadece insanın zaaflarından yaralanıp ona vesvese vererek günahları süslü gösterir. 512 Kur’an çeşitli ayetlerde insanın zayıf bir varlık olarak yaratıldığına temas etmektedir. 513 “Allah sizden (ağır teklifleri) hafifletmek istiyor. Çünkü insan zayıf yaratılmıştır.” 514 Bu ayet değişik şekillerde yorumlanmıştır. Muhammed Abduh, şu yorumu yapar: “Allah, dinde size asla zorluk koymadı. Dininiz hoşgörülü hanifliktir. İnsan, zayıf yaratılmıştır. Kadınlara olan meyline karşı koyamaz. Allah, merhameti sayesinde kadınlarla evlenmeyi haram kılmadı.” 515 “Allah, sizi zayıf (bir halde) yarattı. Sonra zayıflığın ardından (size) bir kuvvet verdi. Sonra kuvvetin ardından da zayıflık ve ihtiyarlık verdi…” 516 ayeti daha çok insanın fiziki zayıflığına delalet etmektedir. Bu, nutfede, ceninde, çocuklukta ve yaşlılıkta var olan zayıflıktır. 517 Zayıflığın birçok çeşidi vardır. Bunlardan biri vücut kuvvetinin zayıflığıdır. Mikrop, çıplak bir gözle görülmez ama kuvvetiyle övünen birinin iri vücudunu harap eder, yere serer. İnsan bundan ibret almalıdır. Diğer mahlûkatla karşılaştırıldığında insanın ne kadar zayıf olduğu ortaya çıkar. Hayvanların çoğu doğduğu anda veya kısa bir müddet içinde yürürler. Yiyerek ve içerek ihtiyaçlarını kendi kendilerine karşılarlar. Fakat insan aciz olarak doğar, hareket etmeye güç yetiremez. Zayıflığın çeşitlerinden biri de, nefsî zayıflıktır. Nice insanlar var ki nefislerine uyuyorlar 509 Fazlurrahman, İslam ve Çağdaşlık, s. 24; Mütercimin yazdığı özetten. Örneğin bk. Me‘âric 70/22-34. 511 Mir, Kur’ani Terimler ve Kavramlar Sözlüğü, s. 102-103. 512 Bk. Aydın, Kur’an’da İnsan Psikolojisi, s. 34-39; Nisâ 4/120; A‘râf 7/16-20; Nâs 114/4-6. 513 Bk. Rûm 30/54; Enfâl 8/66. 514 Nisâ 4/28. 515 Rıza, Tefsîru’l-Menâr, VIII, 37. 516 Rûm 30/54. 510 böylece dünya ve ahiretleri harap oluyor. 518 İnsan, psikolojik olarak ruhunda esen fırtınalara karşı bir varlık gösterememekte motivlerinin etkisinde kalmaktadır. 519 Zayıflığın çeşitlerinden biri de kalp zayıflığıdır. İnsan korku ve tehditlerle karşılaşınca kuvvetini kaybeder, teslim olur ve zayıflardan daha zayıf olur. Bir diğer zayıflık çeşidi de tefekkür ve düşünmede zayıflıktır. Özellikle görüş ve idrakin alanı periyodiksel sebepler, mekânsal sınırlar ve iklimsel zaruretlerle sınırlıdır. 520 İnsanın bir diğer zayıflığı da kolayı ve rahatı, bedenine ve rahatına uyanı tercih etmesidir. İslam nazarında kınanmış olan zaafların fıtriliğini bazı müfessirler kabul etmezler. Allah’ın insanı kötü bir fıtrat üzerinde asla yaratmadığını, bilakis insanı her türlü kusurdan uzak ahsen-i takvîm üzerine yarattığını ileri sürerler. 521 Eğer Allah, fıtratta kınanan zaafları dercetmiş olsa, onlardan kurtulmanın imkânsız olacağını ifade ederler. Bunlardan bazıları, çirkin şeyleri yaratmaktan Allah’ı tenzih ederler; ancak şehvet, acelecilik, korku vs insanda varlıkları kınanmayan motivlerin fıtriliğini kabul ederler. Özellikle bunlardan Zamahşeri, kınanan zaafların genellikle zorlama ile sonradan oluştuğunu ileri sürer. 522 İsfehânî de bu zaafların sonradan yaratıldığına kanidir. O şöyle der: “Yüce Allah’ın şu ayeti ve Kur’an’ın pek çok ayeti, bunların sonradan yaratıldığına, tamamının veya fazlalığının yok edilmesi gerektiğine delalet etmektedir”: “İnsan aceleci bir tabiatta yaratılmıştır…” 523 Yüce Allah, önce bunların insandan hâsıl olduğunu zikredip, sonra da insanın onları benliğinde kontrol altına alarak yönlendirmesini ve onların dümen suyunda gitmemesini istemektedir. 524 Bazı ayetlerde ise cimrilik ve nankörlük sıfatlarının insanda bolca bulunduğuna, sonra aniden ortaya çıkıvermediğine işaret vardır. 525 Zaafların değişik miktarda da olsa her insanda ortak olarak bulunması bunların fıtrî olduğuna delalet eder. Başka İslam âlimleri de, Kur’an’da geçen ve açık bir tarzda zikredilip insanda fıtriliğe delalet eden, gerek kınanan, gerek kınanmayan motivlerin fıtri olduğunu, 517 İsfehânî, el-Müfredât (z-a‘-f md.), s. 507. es-Sabbâğ, Muhammed bin Lütfi, el-İnsan fi’l-Kur’âni’l-Kerîm, Mektebetü’l-İslamî, BeyrutDımeşk-Amman, 1972/1413, s. 250-251. 519 Aydın, a.g.e., s. 40. 520 es-Sabbağ, s. 251-252. 521 Bk. Zamahşerî, Keşşâf, IV, 600; Rıza, Tefsîru’l-Menâr, III, 246. 522 Bk. Zamahşerî,a.y.; Aydın, a.g.e., s. 42-43. 523 Enbiya 21/37; Bu ayet, doğru olarak verilmiş bir örnek olmayıp zaafların fıtriliğini gösterir. 524 İsfehânî, İnsan, s. 175-176; Bk. Nisâ 4/128; Enbiyâ 21/37; Haşr 59/9; Me‘âric 70/19. 525 İsfehânî, a.g.e.s. 177; Örneğin bk. İsrâ 17/100; Kehf 18/54. 518 bunların fıtrattan tamamen izalesinin mümkün olmadığını kabul ederler. 526 Dünyanın bir imtihan yeri olması, hayır ve şer gibi bazı kabiliyetlerin varlığını zorunlu kıldığından, insan zayıflık, acelecilik, şehvet, hırs, zalimlik, kan dökücülük gibi sonradan kazanılanlara nispeten, bazı cüzi ve fıtri duygularla doğmuştur. Ancak Allah’ın bir lütfu olarak insan, fıtrat noktasında şerre nispeten hayra daha meyyal olarak yaratılmış, bütün azaları kendi yaradılışlarına uygun olana doğru bir içgüdü ve fizyoloji ile programlanmıştır. Bu, insan bünyesini daima hakka doğru yöneltir. 527 İşte fıtri bakımdan böylesine değişken hususiyetlerle donanmış olan insan, özellikle akıl ve ruh melekelerini geliştirmek; onları olumlu, yapıcı istikametlerde kullanmak zorundadır. 528 İnsan, benliğinde bulunan kuvvetleri dünyada gerektiği gibi, gerektiği yerde, zamanda ve gerektiği kadar kullanmak ve bunların fazla ve aşırı taraflarını dünyadan ayrılmadan Kur’an’ın prensiplerine uygun şekilde terbiye etmek ve bu zaaflarını faydalı yönlere kanalize etmek durumundadır. Çünkü kendisini pisliklerden, benliğinin hastalıklarından temizlemeyen bir kimse dünya hayatının güzelliklerine ve ahiretin nimetlerine yol bulamaz. Kendisini pisliklerden temizleyen kimsenin kalbinden perde kalkar. Böylece hakkı ve batılı ayırabilir. 529 Ancak zaaflar, tedavi edilmezse, fertte bazı kronik hastalıklara dönüşebildiği gibi, toplum açısından da her an tehlikeli bir boyuta gelmeleri de mümkündür. Bu itibarla Kur’an, insanın teyakkuzda olması için bu zaaflarından geniş bir şekilde bahsetmiş ve bu zaafları terbiye edecek, insanı psikolojik olarak olgunlaştıracak prensipler getirmiştir. İşte biz de Kur’an’da bahsedilen bu zaafları, insanın olumlu özelliklerini ve Kur’an’ın insanı psikolojik olarak olgunlaştıran prensiplerini sırasıyla ele alacağız. a. Aceleci Acele, şehvetin gereği olarak bir şeyi vaktinden önce istemek ve elde etmeye çalışmak anlamlarına gelmektedir. Bunun için Kur’an’ın genelinde kınanmıştır. 530 Hatta bir hadiste “Acele şeytandan; teenni Rahmandandır” 531 buyrulmuştur. Acele, 526 Bk. Nesefî, Ebi’l-Berekât Abdullah ibnu Ahmed b. Mahmud, Tefsîru’n-Nesefî (Medârikü’t-Tenzîl ve Hakâiku’t-Te’vîl), Thk. ve Thrç:Yusuf Ali Bedivi, 2.Bsk., Daru’bn-u Kesir, Beyrut,1999/1420, III, 538; Nursi, Said, Sözler, Sözler Yayınevi, İstanbul, 1977, s. 332; Aydın, a.g.e., s. 43-44. 527 Aydın, a.g.e, s. 44. 528 Kılıç, Benliğin İnşası, s. 82. 529 İsfehânî, İnsan, s. 177. 530 İsfehânî, el-Müfredât (‘a-c-l md.), s. 548. 531 Tirmizî, Birr ve Sıla, 66, no: 2012 (IV, 367). teenninin zıddıdır. Teenni, acele etmeden, ihtiyatlı, düşünceli ve yavaş hareket etme, temkinli davranma demektir. 532 Kur’an’da bu kavram (‘acel), insanın aceleci tarafını ifade ettiği gibi, hızlı geçmesi veya ahiret yaşantısından önce tahakkuk etmesi yönüyle, dünya hayatına da isim olmuştur. İlgili ayette şöyle buyrulmuştur: “Bunlar, şu çabuk (geçen dünya)yı seviyorlar da ötelerindeki ağır bir günü bırakıyorlar.” 533 Burada açıkça görülüyor ki insan, aceleci oluşundan dolayı hep dünya nimetlerini ve onun geçici zevklerini istemektedir. Özellikle tez elden zengin olmayı ve Karun gibi hazinelere sahip bulunmayı amaç edinmektedir. 534 Bu kısa vadede ve somut olanı tercih ettiren zaafı nedeniyle iradesinin ağırlığını temin edemeyen birey, ölümden sonra dirilişi ve ahireti çok uzak görmekte, dinî ve ahlakî esaslara zıt bir yaşantı sürmektedir. İnsan, çok çeşitli arzulara sahip olduğu için bulunduğu zaman diliminin ötesine taşarak çeşitli nimetlere bir an önce sahip olma psikolojisi ile acele davranır. Kur’an, insanoğlunun bu aceleciliğini şöyle dile getirir: hulike’l-insânu min ‘acel “İnsan, aceleci (bir tabiatta) yaratılmıştır...” 535 Bu ayetteki insandan maksat, insan cinsidir. Bu ifade aynen Arapların zeki insana cevvalliğinden dolayı hüve nârun teşte‘ilu (o yanan bir ateştir). Veya cömert birisine fulânun hulike mine’l-kerem (falanca keremden yaratılmıştır) demeleri gibi, aceleciliğin fıtri olduğuna delalet etmektedir. Zaten aceleciliğin fıtri bir zaaf olduğu bütün İslam âlimleri tarafından kabul edilmektedir. 536 Yüce Allah, bundan önceki ayetlerde hiç kimsenin, dünyada ebedi olarak yaşamayacağını beyan edince bir kısım insanlar alay ederek derhal cezalandırılmalarını istemişlerdir. Allah ta insanın aceleci bir tabiatta yaratıldığını beyan etmiş ve herkese layık olduğu cezayı ve mükâfatı vereceğini bildirmiş, insanların acele etmemelerini istemiştir. 537 Acelecilik sıhhatli düşünmeye engeldir. Aceleci insanlar, içlerine doğan duyguların çekiciliğine kapılarak her şeyin bir anda olmasını isterler. Hâlbuki teşebbüs edilen bir işin her yönünü düşünmeyen, ihtimalleri değerlendirmeyen kişilerin, hayatta başarılı olmaları çok zordur. 538 Zira bir şeye vaktinden evvel 532 Doğan, Büyük Türkçe Sözlük (Teenni md.), s. 1055. İnsân 76/27. 534 Saka, Şevki, Yabancılaşma Karşısında Kur’an, 1.Bsk., İrşad Kitaplığı, Ankara,1997, s. 116. 535 Enbiyâ 21/37. 536 el-Merâğî, Mustafa, Tefsîru’l-Merâğî, 3. Bsk., Beyrut, 1974/1394, XVII, 32; Aydın, a.g.e., s. 97. 537 Tâberî, Tâberî Tefsiri, V, 524. 538 Aydın, Kur’an’da İnsan Psikolojisi, s. 97; Bu ifade mecelledeki külli kaidelerdendir. 533 erişmek isteyen, o şeyden mahrum bırakılarak cezalandırılmış olur. 539 Yine hislerine kapılarak acele söylediği bir sözden veya yaptığı bir davranıştan dolayı yıllarca pişman olan birçok insan vardır. Acelecilik, yargılarımızın ölçüsünü bozar, dikkatimize tesir ederek, olayların ehemmiyetini kavramamıza mani olur. Önemsiz olayları ön plana koymamıza, önemli etkenleri ihmal etmemize sebep olur. 540 Kur’an da, aceleciliğin kişiyi yanlış tercihlere sürüklediğini ifade etmektedir : “İnsan, hayra dua eder gibi şerre dua etmekte (hayrı ister gibi şerri istemekte) dir. İnsan pek acelecidir.” 541 Yani, insan aklına gelen her şeyi süratle ister. Onun hakkında basiret sahibinin düşünüp karar vermesi gibi düşünerek karar vermez. 542 İnsanın hayrı ister gibi şerri istemesi çeşitli anlamlara gelebilir: Bundan kasıt Kur’an’a inanmayan kişilerin: “Allah’ım, eğer bu gerçek ise başımıza taş yağdır” gibi sözlerle Hz. Muhammed ile alay tarzında onlara vaat edilen azabı istemelerini kınamaktadır. 543 İkinci ihtimale göre, insan, sanki o büyük mükâfata dua ediyormuş gibi, o acıklı cehennem azabına dua eder. Veya yaptığı işlerle o azabı davet eder. 544 Üçüncü ihtimale göre insanın şer istemesi, bunaldığı zaman kendi aleyhine dua edip lanet okumasıdır. İnsan bunalınca: “Ah, ölsem de kurtulsam!” der. Yahut çoluk çocuğuna beddua eder. Hâlbuki o istediği şey kendi aleyhinedir. 545 Hz. Peygamber: “Canınız, çocuklarınız ve malınız aleyhine dua etmeyin. Sonra Allah’ın kabul saatine rastlarsınız da duanızı kabul eder.” 546 buyurmuştur. Dördüncü ihtimale göre insan, bazen aleyhine olacak bir şeyi hayır sanarak ister, olması için dua eder yalvarır, olmayınca üzülür. Gerçekte onun olması, kendi aleyhinedir, olmaması lehinedir. Ama insan işlerin içyüzünü bilmediği için farkına varmadan aleyhinde olacak şeyler ister. Hayrı istediği gibi o şerli şeyi de hayır sanarak ister. Ayet bu manaların hepsini de kapsar. Fakat birinci anlam, sözgelimine ve ayetin nüzul ortamına daha uygun ve temel anlamdır. 547 İnsanın aleyhinde olacak şeyleri istemesi ile ilgili olarak Kur’an-ı 539 Yazır, Hak Dini, V, 128. Aydın, a.g.e, s. 97. 541 İsrâ 17/11. 542 Zamahşerî, Keşşâf, II, 626. 543 Zamahşerî, a.y.; Rıza, a.g.e, II, 506; Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, IV, 208; Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, X, 85; Kâfirlerin bu özellikleri için bk. Enfâl 8/32; Yunus 10/11; Neml 27/72. 544 Yazır, a.g.e., V,127. 545 Zamahşeri, a.g.e., II, 626; Ateş, a.g.e., IV, 208; Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, X, 86. 546 Müslim, Zühd, 74, no: 3009 (III, 2304); Ebû Dâvûd, Vitr, 27, no: 1532 (II, 185). 547 Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, X,86; Ayrıca bk. Kasapoğlu, Kur’an’da İnsan Psikolojisi, s. 47. 540 Kerim’de şöyle buyrulur: “… Bazen hoşlanmadığınız bir şey, hakkınızda iyi olabilir ve hoşlandığınız bir şey de hakkınızda kötü olabilir. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” 548 İnsan, zihinsel darlığından dolayı çok aceleci ve telaşlıdır, davranışlarının ileride vereceği sonuçları görmemezlikten gelir. Bu acelecilik yüzündendir ki, insan gururla dolup taşar ve korkunç derecede ümitsizliğe kapılır. İnsan kadar çabuk şişen ve sönen başka bir varlık yoktur. 549 Öyle şeyler vardır ki, alelacele yapılmaları vahim sonuçlar doğurur. Nitekim Hz. Peygamber, müşriklere karşı aceleci olmamıştır. Her şeyi yerinde ve zamanında yapmasını bilmiştir. Hayatta bazı şeyler içinse acele etmek zarureti vardır. Bu durumda gerekli olan çaba gösterilmelidir. Eğer acele etmek kötü neticeler doğuracaksa, sabır ve metanetle hareket etmek gerekir. İnsanın temel musibetlerinden biri, acelecilik olduğu içindir ki peygamberlere en çok önerilen değerlerden biri sabır olmuştur. Zira Allah sabredenlerle beraberdir. Sonuç olarak Kur’an, insanın aceleci bir tabiatta yaratıldığını ve aceleciliğin kişiyi yanlış tercihlere sürükleyeceğini ifade etmekte ve teenni, sabır ve basiretle hareket etmemizi istemektedir. b. Unutkan İnsanın unutkanlığını ifade eden nisyân, insanın ya kalbinin (düşüncesinin) zayıflığından ya da gaflet ve kasıttan dolayı kendisine emanet olarak bırakılan bir şeyi unutuncaya kadar terk edip anmaması anlamına gelmektedir. 550 Nisyân kelimesi, Kur’an’da kırk dört yerde geçmektedir. Hz. Meryem’in babasız bir çocuğa hamile kalmasından dolayı duyduğu derin utanç sebebiyle unutulmayı istemesini ifade eden bir ayette nesyen-mensiyyen 551 şeklinde mastar olarak kullanılmış, Allah’ın unutkan olmadığını ifade eden bir ayette de 552 ism-i fail olarak kullanılmıştır. Diğer yerlerde ise fiil halindedir. 553 Allah, temelinde kasıt bulunan her türlü unutmayı zemmeder. Eğer unutma özür sebebiyle olursa bu unutma kınama sebebi olamaz. Peygamber efendimiz: “Ümmetimden hata ve unutma (nın sorumluluğu) kaldırıldı.” 554 buyurmuştur. Şu ayette de kendini bilenin Allah’ı 548 Bakara 2/216. Fazlurrahman, Ana Konularıyla Kur’an, s. 70-71. 550 İsfehânî, el-Müfredât (n-s-y md.), s. 803. 551 Meryem 19/23. 552 Meryem 19/64. 553 Bk. Abdulbaki, el-Mu’cemü’l-Müfehres, (n-s-y md.), s. 871-872. 554 İbn Mâce, Muhammed b. Yezîd, Sünen I-II, Çağrı Y., İstanbul, 1992, Talâk, 16, no: 2043 (1/659). 549 bileceğini, Allah’ı unutanın da kendini unutacağına dikkat çekmektedir: 555 “Şu, Allah’ı unuttuklarından dolayı (Allah’ın da) onlara kendi nefislerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar, yoldan çıkan insanlardır.” 556 Bu ayetteki unutmada, kasıt söz konusu olduğu için Allah’ı unutan kimse yerilmektedir. Hatırlamanın insan yaşamında büyük önemi vardır. Önceki öğrendiklerimizi hatırlamak, gelecekte karşılaşacağımız yeni problemleri çözmemizi mümkün kılmakta, yeni bilgiler kazanmamıza yardımcı olmaktadır. Bu ise, insana ait bilimsel ve kültürel gelişim aşamasında önemli olan bir durumdur. Hatırlamanın pratik yaşam ve dini açıdan da önemi büyüktür. İnsanın sürekli olarak Allah’ı ve ahiret gününü hatırlaması, onu takvaya, yararlı işlerde bulunmaya ve üstün ahlaka sevk edecektir. 557 Nitekim Kur’an-ı Kerim’de birçok ayette buna teşvik vardır. 558 Unutkanlık, insan için zararlı olup kişinin hayatında karşılaştığı problemlerinde durumlara uygun çözümler bulmasını engellemektedir. Bunun yanında kişide bulunan normal unutkanlığın faydası da vardır. Eğer insanda bu unutkanlık özelliği olmasaydı, belki de olayların ağırlığı altında ezilecek ve hayatını normal bir şekilde sürdüremeyecekti. Zira unutkanlık hayatın yükünü hafifletir. 559 Unutkanlık Kur’an-ı Kerim’de birkaç anlamda kullanılmıştır: 1. Normal Olan Unutkanlık: Bu, kişinin daha önce edindiği çeşitli bilgilerle ilgili meydana gelen unutkanlıktır. Genellikle yeni öğrenilen bilgiler, eski bilgilerin zihinden çıkmasına sebep olduğundan, bu tür unutkanlıklar meydana gelmektedir. Psikologlar bu çeşit unutkanlığı, bilgilerin kompleksliğine bağlamışlardır. Kur’an’da bu tür unutkanlıklara yer verilmekte 560 ve bu unutkanlıkta şeytanın etkisi 561 ile Allah’ın insan için gerçekleştirmek istediği bir amaç dairesindeki direk etkisine de temas edilmektedir. 562 “Sana Kur’an’ı okutacağız, Allah’ın dilemesi hariç sen unutmayacaksın…” 563 ayeti Allah kaynaklı normal unutkanlığı göstermektedir. 2. İşine Gelmemesi Sebebiyle Unutma: Bu tür unutma da, kişi bir konuyu kendi işine gelmediği için veya çıkarına ters düştüğü için unutmasıdır. Dikkatimize 555 İsfehânî, a.g.e., s. 803. Haşr 59/19. 557 Bk. Necati, Kur’an ve Psikoloji, s. 177; Aydın, Kur’an’da İnsan Psikolojisi, s. 125. 558 Bk. A‘râf 7/2-3; İbrâhîm 14/52; Kasas 28/46; Sâd 38/29; Duhân 44/58; Zâriyât 51/55. 559 Saka, Yabancılaşma Karşısında Kur’an, s. 132-133. 560 Bk. Kehf 18/24. 561 Bk. Yûsuf 12/42; Mücadele 58/19; Kehf 18/61-63. 562 Bk. Necati, a.g.e., s. 179; Aydın, a.g.e., s. 127-128. 556 birtakım sınırlar koyarak unutkanlığı sağlamak mümkündür. Tıpkı elden kaçırdığımız değerli şeyleri unutmaya çalıştığımız gibi. İlginin bulunmasına rağmen, bu ilgi hoşnutsuzluk nedeniyle o kadar sönmüş olabilir ki, bir unutkanlık ya da bellek hatası ortaya çıkabilir. Çocukların okul kitaplarını orda burada unutmaları bu türden bir unutmadır. 564 Kur’an’da bu kategoriye giren unutma, kulların ilahi emre ve birbirlerinin haklarına gereken özeni göstermemeleri sebebiyle meydana gelen unutmadır. 565 Yahudilerin Tevrat’ın hükümlerini yerine getirmemeleri ve misaklarını unutmaları bu tür unutmaya örnek verilebilir. 566 3. Nankörlük Sebebiyle Bilinçli Olarak Unutma: Kur’an’da kâfirlerin uyarıldıkları şeyi bilinçli olarak unutmaları ve inkâr etmeleri bu tür unutma çeşididir. Kasıt sebebiyle unutmaya örnek şu ayettir: “Bu gününüzle karşılaşmayı unutmanızın cezasını tadın! (Şimdi) biz de sizi unuttuk. Yaptıklarınızdan ötürü ebedi azabı tadın.” 567 Bu ayette onların Allah’ı unutmasının sebebi kastidir. Allah’ın onları terk etmesi ise aşağılama yoluyladır. Unutma fiili Allah’a nispet edildiğinde, Allah’ın onları horlayarak terk etmesi ve Allah’ı terk etmelerinin cezasını vermesi anlamına gelir. 568 Allah, Kur’an’da bu tür unutkanlıklara bol nimet vermesinin sebep olduğunu, 569 bu tür unutkanlıkta bulunanlara ilk önce uyarı geldiği, uyarıya aldırış etmeyince de bol nimet verilerek bu nimetler içerisinde şımarırlarken helak edildiklerini, kötülükten alıkoyanların ise bu helakten kurtulduğunu 570 belirterek bu tür unutmaları kınamakta ve ahiretteki cezasının şiddetli olduğunu belirtmektedir. 571 Kur’an’a göre, Allah’ı anmaktan kalbin gaflet etmesi hususundaki unutkanlığın tedavisi, ancak devamlı olarak Allah’ı, O’nun nimet ve ikramını, yarattıklarındaki ayetlerini, ahiret ve hesap gününü anmaktır. Bu bize bilginin kalıcı olmasını sağlayan eğitim ilkelerindeki tekrarı hatırlatır. 572 Kur’an, bu çeşit unutkanlığın tedavisi için Allah’ı zikretmenin önemini dile getirmektedir: “Hiçbir şey için ‘bunu yarın yapacağım’ deme. Ancak ‘Allah dilerse (yapacağım)’ (de). 563 A‘lâ, 87/6-7; Ayrıca bk. Bakara 2/106. Adler, İnsan Tabiatını Tanıma, s. 214. 565 Bk. Bakara 2/44, 237. 566 Bk. Mâide 5/13-14. 567 Secde 32/14; Ayrıca bk. Tevbe 9/67. 568 İsfehânî, el-Müfredât, (n-s-y md.), s. 80. 569 Bk. Furkân 25/18. 570 Bk. En’âm 6/44; A‘râf 7/165, 182. 571 Bk. Tevbe 9/67; Furkân 25/18; Secde 32/14; Sâd 38/26; Câsiye 45/34. 572 Necati, a.g.e., s. 182. 564 Unuttuğun zaman Rabbini an ve ‘Rabbimin beni bundan daha doğru bir bilgiye ulaştıracağını umarım’ de.” 573 Yani inşallah demeyi unutup hatırladığında onu söyle ki Allah’ın büyüklüğü hissi içine yerleşsin. 574 Sonuç olarak Kur’an, unutmanın çeşitli şekillerinden bahsetmekte ve temelinde kasıt ve nankörlük bulunan her türlü unutmayı zemmetmektedir. Eğer unutma özür sebebiyle veya normal bir şekilde olursa bu unutma kınama sebebi olamaz. Kur’an’a göre, Allah’ı anmaktan kalbin gaflet etmesi hususundaki unutkanlığın tedavisi, devamlı olarak Allah’ı, O’nun nimet ve ikramını, yarattıklarındaki ayetlerini, ahiret ve hesap gününü anmaktır. c. Bencil Bencil, kendi benini yücelten, yalnız kendini düşünen, kendini beğenen, hodbin, hodkâm, egoist anlamlarına gelmektedir. 575 Bencillik ise, kendine düşkünlük, kendi çıkarını daima öne alma, kendini beğenme anlamlarına gelip felsefi anlamda ise, bütün insan edimlerini “Ben sevgisi”ne dayandıran dolayısıyla ahlaklılığın kendini koruma içgüdüsünden kaynaklandığını ileri süren Hobbes’in öğretisi, daha aşırı şekliyle ise kendi Ben’ini hayatın değişmez öğretisi yapan anlayış demektir. 576 Bencillik, kişilik bozuklularından biri olup psikopat ya da sosyopat adıyla bilinen anti sosyal kişilik yapısıdır. Bu kişiler aklına geldiği gibi hareket eden kimselerdir ve engellenmeye tahammülleri yoktur, hiçbir kural ve yasa tanımadan hemen bencil davranışlarını ortaya koyarlar. Yüksek zekâlı sosyopatlar diğerleri gibi açık saldırgan davranışlarda bulunmazlar. Kendilerini sevdirip örtülü yollardan para ve kudret kazanırlar. 577 Bencillik, esas itibariyle hayatı muhafaza etmeye yönelik tabii bir eğilimdir. İnsanın biyolojik ve psikolojik ihtiyacını ivedi temin etme isteğinden kaynaklanan bir duygudur. Olay küçük çocukta çarpıcı bir şekilde mevcuttur. Onun her hali bencilliği ortaya koyar. Eğitim, başkalarına ve cemiyete hürmeti öğretmek, bu tabii bencilliği frenler. Yetişkinlerde bulunan bencilliğe gelince; o, ekseriyetle, fizikî ve 573 Kehf 18/24. Sâbûnî, Muhammed Ali, Safvetü’t-Tefâsîr, Dersaadet, İstanbul, ts. II, 187. 575 Doğan, Büyük Türkçe Sözlük, s. 129. 576 Bolay, Felsefi Doktrinler ve Terimler Sözlüğü, s. 41. 577 Cücelioğlu, İnsan ve Davranışı, s. 470-471. 574 zihnî bir dengesizliğin sonucudur. Nevrozlarda (sinir hastalıklarında) görülür. Bencillik, iyilik ve diğerkâmlık şekli altında da mevcut olabilir. 578 Kur’an’da insanın bencilliğiyle alakalı olarak helû‘ kelimesi kullanılmıştır: “İnsan gerçekten helû olarak yaratılmıştır.” 579 Ayetteki helû‘ lafzı, hemen devamındaki iki ayetle birlikte okunduğunda anlaşılmaktadır: “Kendisine bir fenalık dokunduğunda feryadı basar, sızlanır. Bir (zenginlik ve makam gibi) bir hayra da ulaştığında (herkesi) meneder.” Açıkça anlaşıldığı gibi, helû kelimesi, bencil, hasis, çıkarcı ve kıskanç bir insanın psikolojik durumunu dile getirmektedir. 580 Bu kelime, esasında bir çabukluk anlamı bulunan, bir taraftan tahammülsüzlük, mızıkçılık, bir taraftan da şiddet ve hırs gibi çeşitli kavram arasında bir huysuzluk ifade eden belirsiz bir vasıftır ki devamındaki iki ayetle tefsir edilmiştir. 581 İnsanın tabiatı böyledir. Ancak o, bu tabiatına aykırı ve şeraite uygun davranmakla emrolundu. 582 İnsanoğlunun tarihin ilk dönemlerinden beri ihtiraslarıyla, benciliğiyle başı belada olup gözü hep yükseklerdedir. “Hepsi yalnız benim olsun”, anlayışıyla hareket ediyor. Yüce değerler, bencil insan için ancak belli çıkarlar sağlıyorsa anlamlıdır. Çıkarların kalmadığı yerde değerler de tükenir. 583 Kur’an, insanoğlunun bu bitmez tükenmez ihtirasını ve bencilliğini Habil ve Kabil örneğiyle dile getirir. 584 Kur’an, kalplerine henüz iman yerleşmemiş olan bir takım kimselerden bu duyguya sahip olanların akidelerinin sarsılışını, inanç sistemlerini hayatın içinde kârzarar ölçüsünden uzaklaştıramayışlarının nedenini açıklıyor. Bunu ise, yıkılmaya yüz tutan bir tablo ile anlatıyor: “İnsanlar içinde Allah’a bir yar kenarındaymış gibi kulluk eden vardır. Ona bir iyilik gelirse yatışır, başına bir bela gelirse yüz üstü döner. Dünyayı da ahireti de kaybeder. İşte apaçık kayıp budur.” 585 Tablodaki durum, onların sarsılışlarını, psikolojik sıkıntılarını net olarak canlandırıyor. 586 Bencillik, insanların kendi çıkarlarını bırakıp da hidayete girmelerini engelleyen faktörlerdendir. Çünkü hidayete girdiklerinde, nefislerinin hoşlandığı birtakım 578 Altıntaş, Hayrani, “Psikoloji Sözlüğü Üzerine Deneme”, AÜİFD, Ankara, 1989, XXXI, 34-35. Me‘âric 70/19. 580 Ünver, Mustafa, Kur’an’ı Anlamada Siyakın Rolü -Bütünlük Üzerine- , Sidre Y., Ankara,1996, s.189; Ayrıca bk. Kılıç, Benliğin İnşası, s. 78. 581 Râzî, Tefsîr-i Kebîr, XXII, 131-132; Yazır, Hak Dini, VIII, 86. 582 Nesefî, Tefsîru’n-Nesefî, III, 538; Zamahşerî, ise bu özelliğin sonradan kazanıldığını belirtir. Çünkü Allah bunu zemmetmiştir. Bk. Zamahşerî, Keşşâf, IV, 600. 583 Bk. Soyalan, Kur’an ve İnsan İnsanın Kimliğine Dair Bir Sorgulama, s. 52, 58. 584 Bk. Mâide 5/27-30. 585 Hac 22/11. 579 zevkleri ve menfaatlerini bırakıp hevâlarına ağır gelen bir takım ibadetleri yapmak zorunda kalacaklardır. Mekke müşriklerinin şu ifadesi de bunu göstermektedir: “Biz seninle beraber doğru yola uyarsak, yurdumuzdan atılırız dediler.” 587 Bencilliği kendini sevmeyle karıştırmamak gerekir. Bencillikte başkalarının değerleri hiç göz önüne alınmaz. Egoist başkasının değerlerine sadece kendisi ile bir bağlantısı olduğu ölçüde yönelir. Bütün bunlar kendini sevmenin tam karşıtıdır. 588 İç dünyasında değersiz olduğunu hisseden insan, kendini yüceltmek ihtiyacında olan insandır. Kendini seven insan ise dostuna karşı nazik ve cömert olmak için gereken temele sahiptir. 589 Kur’ânî anlayışa göre kişinin kendine olan sevgisinin de bir sınırı olmalı, bu sevgi gurur ve kibre varmamalıdır. Kur’an’da Mekkeli muhacirlere kapılarını açıp tarihte eşine az rastlanır bir şekilde onlara her türlü yardımı yapan, mallarını bölüşen Medineli ensarı şu şekilde övmektedir: “Onlar darlıkta dahi olsalar başkalarını kendilerine tercih ederler.”590 Bu ayet bütün insanları bencillikten fedakârlığa, başkalarının dertleriyle dertlenmeye ve diğerkâmlığa çağırmaktadır. Benciller, vermesini bilmeyenler, verirken hesap yapanlar, alıp sömürmek için aklın tuzaklarını, bütün olanaklarını kullananlardır. Özellikle toplumun ileri gelenleri, insanların üzerindeki etkisinden ötürü bu zaafı kullanmaktan geri kalmazlar. Eski geleneklerini canlı tutmak, halkı yanlarına çekmek, hidayet elçilerine karşı isyana teşvik etmek için, her çağda bu duyguya karşı, malı bir silah olarak kullanmışlardır: “Musa dedi ki: Ey Rabbimiz! Gerçekten sen Firavun ve kavmine dünya hayatında ziynet ve nice mallar verdin. Ey Rabbimiz! (onlara bu nimetleri), insanları senin yolundan saptırmaları için mi (verdin)?” 591 Bu ayet toplumun bencillik yüzünden zengin ve ileri gelenlerin peşine takıldıklarını, hak elçilerini kâle almadıklarını ifade etmektedir. Bu da bize bencillik duygusunun baskı altına alınmadığı zaman, büyük sapmalara götürdüğünü göstermektedir. 592 Netice itibariyle bencillik, insanda doğuştan mevcut olan hayatı korumaya yönelik tabii bir eğilim olup Kur’an-ı Kerim bu konuda aşırı gidilmesini yasaklamış 586 Kutub, Seyyid, Kur’an’da Edebi Tasvir, Trc. Mehmet Yolcu, Çizgi Y., 1.Bsk., İstanbul,1991, s. 68. Kasas 28/57. 588 Akarsu, Max Scheler Felsefesinde Kişi Kavramı ve İnsan Olma Sorunu, s. 78. 589 May, Rollo, Kendini Arayan İnsan, Trc. Ayşen Karpat, Kuraldışı Y, 2.Bsk. İstanbul,1998, s. 96-97. 590 Haşr 59/9. Ayrıca bk. Bakara 2/264. 591 Yunus 10/88; Ayrıca bk. Nûh 71/21-24. 592 Aydın., Kur’an’da İnsan Psikolojisi, s. 178. 587 ve bu duygunun eğitilerek gerektiğinde başkalarını kendimize tercih edeceğimiz bir olgunluğa ulaşmamızı bizden istemiştir. d. Nankör ve Ümitsiz Nankör, gördüğü iyiliğin kıymetini bilmeyen, kendisine yapılan iyiliği ve eline geçen nimeti inkâr eden demektir. 593 Nankör, Kur’an-ı Kerim’de kefûr ve kenûd kelimeleriyle ifade edilmektedir. Küfr, lügatte bir şeyi örtmek demektir. 594 Kur’an’a göre küfrün esas belirişi insanın nimetleri inkârı, yani nankörlüğüdür. 595 Küfr, kökünden gelen kefûr, nimete aşırı derecede nankörlük eden demektir 596 ve bu sıfat, şeytanın da şaşmaz sıfatlarından biridir. 597 Bu kelimenin fiil hali olan kefera ise, aslında birinin yaptığı iyiliğe veya verdiği nimete karşı takdir bilmeyip nankörlük etmek demektir. Teşekkür anlamındaki şekera’nin tam karşıtıdır. Arap dilinde kefere’nin asıl manası budur. Kelimedeki bu nankörlük anlamı semantik gelişime uğrayarak, Allah’ın yaptığı iyiliğe, O’nun verdiği nimetlere karşı nankörlük anlamında kullanıldı. Yavaş yavaş orijinal anlamı olan nankörlük anlamını kaybederek git gide inanma anlamına doğru kaydı. 598 İslam’dan önce dinle ilgisi olmayan bu iki kavram, dinî bir anlam kazanmışlardır. 599 Kur’an’da kefûrla hemen hemen aynı anlamda kullanılan kenûd da nimete karşı şiddetli nankörlük eden demektir. Hiçbir şey bitirmeyen yere arzun kenûd denir. 600 Kur’an’da kenûd kelimesi bir yerde kullanılır: “Muhakkak ki insan, Rabbine karşı çok nankördür.” 601 İçinde kullanıldığı konum itibariyle kelime burada insanın nankörlüğünü, aşırı derecede hırslı olmak ve diğer insanlara Allah’tan aldığı güzel şeylerin küçük bir bölümünü bile çok görmek sureti ile gösterdiği gözükmektedir. İnsanların hiç olmazsa mallarının bir kısmını yoksul ve ihtiyaç sahibi olanlara aktarması, Kur’an’da kişinin, lütuf ve keremi nedeniyle Allah’a karşı 593 Doğan, Büyük Türkçe Sözlük, s. 832. İsfehânî, el-Müfredât (k-f-r md.) s. 714-715. 595 Öztürk, Kur’an’ın Temel Kavramları, s.335; Geniş bilgi için bk. İzutsu, Kur’an’da Dinî ve Ahlakî Kavramlar, Trc. Selahaddin Ayaz, Pınar Y., 2. Bsk., İstanbul, 1991, s. 167-175 596 İsfehânî, a.g.e., s. 714-715. 597 Bk. İsrâ 17/27. 598 İzutsu, Toshihiko, Kur’an’da Allah ve İnsan, Trc. Süleyman Ateş, Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul, ts., s. 29-31; İzutsu, Kur’an’da Dini ve Ahlaki Kavramlar, s. 171-172. 599 İzutsu, Kur’an’da Allah ve İnsan, s. 295. 600 İsfehânî, el-Müfredât (k-n-d md.), s. 727; Zamahşeri, Tefsîru’l-Keşşâf, III, 285. 601 Âdiyât 100/6. 594 duyduğu minnet hissinin kısmi bir göstergesi olarak addedilir. 602 Bu ayetin siyakı, mal sevgisi ile nankörlük arasındaki ilişkiyi de açıkça beyan etmektedir. İnsan kendinde fıtri olarak bulunan mal sevgisini devamlı besleyip de şükür ve yardım etme duygularını köreltirse, nankör bir insan olabilir. Yapılan iyilikleri hatırlamak, unutmamak ve iyiliklere karşılık vermek, nankör bir insan olmamak için temel şarttır. 603 Hayatta öyle nankör insanlar var ki onlara iyilik üstüne iyilik edersiniz fakat bu iyilikler sanki suya yazılmış yazılar gibi onun vicdanında hiçbir tesir ve itiraf hissi uyandırmaz. Bu kimseler karşımıza öyle bir tavırla çıkarlar ki onların ihtiyaç içinde kıvrandıklarını sanırız. Dilekleri karşılanır karşılanmaz hemencecik size sırtlarını dönerler! Fakat işi düşünce tekrar gelip ellerini ovuştururlar. 604 İnsanın bütün özelliklerini en kâmil anlamda bilen Yüce Allah, onun fıtratında var olan bu noktaya Kur’an’ın birçok ayetinde işaret ederek, insanların bu tür kötü davranışlarından uzak durmalarını istemektedir. Nankörlüğün bir de toplumsal bazda olanı vardır. 605 Sahip olduğu maddi ve manevi değerlerin kıymetini bilemeyen, onu kendisine vereni unutan, şükretme yerine nankörlük eden ve böylece nankörlüğü şükre tercih eden toplumlar, medenî olmaktan çıkıp yıkılmaya hak kazanmışlardır. Elindeki nimetin kaynağını ve değerini bilen insanlar, medeni toplumlar oluşturur ve yaşamaya layık bir ortam hazırlarlar. 606 Nimetlere nankörlük (küfran-ı nimet), nimetin eksilmesine ve azaba sebep olur. Nimetlere şükretmek ise nimetlerde artışa yol açar. Yaratıcının bu konudaki buyruğu şudur: “Eğer şükrederseniz artırırım; eğer nankörlük ederseniz muhakkak ki azabım çok acıklıdır.” 607 Kur’an nankörlük illetinden kurtulma bahtiyarlığının çok az insana nasip olacağını da söyler. 608 İnsanın nankörlüğüne değinen ayetler şuna da dikkat çekiyor: Allah nankörleri, gerçeği örtenleri (kefûrlar ve kâfirler) asla sevmez. Allah onların dostu olmaz, onların dostu şeytandır. 609 602 İzutsu, Kur’an’da Dini ve Ahlaki Kavramlar, s. 171. Bk. Kırca, Kur’an ve İnsan, s. 84. 604 Bk. Gazali, İslam’ın Manevi Boyutu, s. 225-226. 605 Bk. Bakara 2/211; İbrâhîm 14/28. 606 Bayraklı, a.g.e., s. 178. 607 İbrâhîm 14/7; Ayrıca bk. Neml 27/40; Lokmân 31/12. 608 Bk. İsrâ 17/89; Furkân 25/50. 609 Bk. Bakara 2/257; Öztürk, Kur’an’ın Temel Kavramları, s. 335-336. 603 İnsanın gerçek karakteri kendisine bir zarar dokunduğu zaman apaçık ortaya çıkar. Üzerindeki perde açılır. Derhal Rabbine yönelir ve yalnızca ona döner. Çünkü kendisini ondan başka kurtaracak olmadığını idrak eder. Ne zaman ki o zarardan kurtulup bolluk ve genişliğe kavuşur, başındaki bela gider, bir de bakarsın ki bu insan derhal dönüş yapmış, Rabbine karşı yalvarıp yakarışını, O’na avuç açıp boyun büküşünü unutuvermiştir 610: “İnsana bir zarar dokundu mu hemen içtenlikle Rabbine yönelerek O’na dua eder. Sonra (Rabbi) ona kendisinden bir nimet verdi mi; önceden O’na yalvarmakta olduğunu unutur da, O’nun yolundan sapmak için Allah’a eşler koşmağa başlar.” 611 Sıkıntı sebebiyle Allah’a başvurma bir kaçma ve kendini koy verme hareketi olmayıp, ancak korku, üzüntü, ümitsizlik, güvensizlik gibi olumsuz duyguların aşılmasına bağlı olarak gerçekleşen gerçek bir dini tutumdur. Ancak sıkıntı Allah’tan uzağa kaçmayı da aynı derecede uyandırabilir. 612 Kur’an, nankör kişinin durumunu bir deniz misaliyle tasvir eder: “Denizde size bir sıkıntı dokunduğu zaman Allah’tan başka bütün yalvardıklarınız kaybolur. Fakat Allah sizi kurtarıp karaya çıkarınca yine ondan yüz çevirirsiniz.” 613 “Yani hayalinizden, zihninizden geçirip talihsizliklerinizde yalvardıklarınızın hepsi gider, sadece Allah kalır. Böylece siz o anda Allah’tan başkasını hatırlamaz ve ondan başkasına yalvarmazsınız ve O’ndan başkasının size yardım edebileceği de aklınıza gelmez.” 614 Burada konunun akışı içinde karada veya tekrar denizde böyle bir tehlikeyle karşılaşabileceği hatırlatılıp tasvir edilmesiyle muhatapların vicdanları ve duyguları harekete geçirilmek isteniyor. Gerçek güven ve rahatın başka yerde değil, sadece Allah’ın koruması ve himayesi altında gerçekleşeceği hissettirilmek isteniyor. 615 Böylece nimet ve bolluk zamanında Allah’ı tanımak istemeyen ve ilahi ayetleri anlamak ve uygulamak konusunda çeşitli hile ve oyunlara sapan inançsızlara Yüce Allah, bütün varlığı gözlerinden ve gönüllerinden silen böyle tehlikeler ve belalar vererek onlara kendi Zat-ı Ulûhiyyetini hissettirir ve yalvartır. 616 Kur’an’ın bazı ayetlerinde insanın ümitsizliği ve nankörlüğü beraberce zikredilip huzur ve güven içinde olduğu durumda nankörleştiği, sıkıntı ve belaya 610 Bk. Rıza, Tefsîru’l-Menâr, II, 313-314;Kutub, Fi Zılâli’l-Kur’ân, VIII, 573. Zümer 39/8; Ayrıca bk. Yunus 10/12, 21; Rûm 30/33-34; Fecr 89/15-16; 612 Bk. Hökelekli, Din Psikolojisi, s. 115; Şanver, Kur’an’da Tebliğ ve Eğitim Psikolojisi, s. 56. 613 İsrâ 17/67. 614 Zamahşerî, a.g.e., II,192. 615 Kutub, Fi Zılâli’l-Kur’ân, VII, 60. 616 Gölcük, Kur’an ve İnsan, s. 46. 611 uğradığında ise ümitsizliğe düştüğü vurgulanmaktadır. Bu da ikisi arsındaki irtibatın mevcudiyetini ortaya koyar : “İnsana tarafımızdan bir rahmet tattırıp da sonra bunu kendisinden çekip alıversek o, ümidini kesen bir adam, bir nankör olur.” 617 Yani o, bu durumda Allah’ın rahmetinden ve bu nimetin tekrar kendisine döneceğinden ümidini keser. Daha önceki nimetleri bırak, sabır ve şükür nimetinden mahrum olduğu için daha önce kendisinden giden ümitsizliği geri gelir. 618 İnsan, sıkıntıdan kurtulup nimetlere ulaşınca sıkıntıların bir daha geri dönmeyeceğini düşünerek yaz bulutu gibi dağılır. Böylece şiddetli bir övünme ve kendinden aşağı durumda olanları küçümseme psikolojisine girer. Bu da onu Allah’a şükretmekten alıkoyar. 619 Kur’an’da ümitsizliği ifade etmek üzere ye’s ve kunût kelimeleri kullanılır. Ye’s, recâ ve umudun zıddı olup ümidin yok olması anlamına gelir. 620 Kunût ise, ye’sten daha fazla ümitsizlik anlamını ifade etmekle 621 beraber asıl olarak hayırdan ümit kesmek anlamındadır. 622 Ye’s, kalbin sıfatlarındandır. Kunût ise, yüzde ve müşahede edilen hallerde, bu ümitsizliğin alametlerinin belirmesi demektir.623 Yine Kur’an’da, ümitsiz kimseleri ifade etmek üzere, çok ümitsiz anlamında ki yeûs ve kenûd kalıpları kullanılır. 624 Ümitsizliğin nevrotik bir şekli olan kötümserlik, organik veya psikolojik bozukluğun bir belirtisi olup, kişide her şeyin boş görünmesine, umut halinin tamamen yok olmasına sebep olan bir ruhsal durumdur. 625 Bu gibi hastalıklara yakalananın kurtuluşu hemen hemen imkânsızdır. Mü’min böyle bir duruma düşmemesi için Kur’an, bütün ümit kapılarının açık olduğunu, şirkten başka bütün günahların bağışlanabileceğini özellikle vurgular. 626 Kur’an’da birçok ayette Allah’ın rahmetinden ümit kesme kâfirlerin bir özelliği olarak sunulur. Aşağıdaki ayette ümitsizlikle küfür, adeta birbirinden 617 Hûd 11/9. Rıza, a.g.e., I, 27. 619 Rıza, a.g.e., I, 28; Bk. Hûd 11/10; Tâberî, a.g.e., IV, 472-473. 620 İsfehânî, el-Müfredât (y-e-s md.), s. 892. 621 Aydın, a.g.e., s. 162. 622 İsfehânî, a.g.e. (k-n-t md.), s. 685. 623 Râzî, a.g.e., IXX, 406. 624 Bk. Hûd 11/9; İsrâ 17/83; Fussilet 41/ 49. 625 Altıntaş, “Modern Psikolojinin Bazı Meseleleri”, s. 54. 626 Bk. Nisâ 4/48. 618 ayrılmaz iki unsur gibi ifade edilmiştir: “Kâfir kavimden başkası Allah’ın rahmetinden ümit kesmez.” 627 Bu ayetler Allah’ın rahmetinin enginliğini gösterir. İnsanın nankörlüğü ve ümitsizliği bir ayette şöyle dile getirilir: “Biz insanlara bir rahmet tattırdığımız zaman onunla sevinirler. Elleriyle yapıp öne sürdükleri işlerden dolayı onlara bir kötülük erişince de derhal umutsuzluğa düşerler.” 628 Bu ayetler genellikle insanın karakterini, zaafını belirtmekle beraber, daha ziyade müşriklerin ruh hallerini anlatmaktadır. Burada insana verilen rahmet ve nimet için bir sebep belirtilmiyor. Çünkü verilen nimet Allah’ın lütfuyla verilmektedir. Ama insanın başına gelen kötülük, çoğu kez kendi kusurundan doğar. İnsan yaptığı işlerin kötü sonuçlarıyla karşılaşınca bunları kendi hatasından bilmez, hâşâ Allah’ın kendine bir zulmü sanır. Oysa çoğu sıkıntılar insanın kendi hatasından doğar. 629 İnsanın bu yönüyle ilgili olarak başka ayetlerde 630 insanın hep bolluk, mal mülk istediği, menfaat dilemekten hiç usanmadığı, ama bir darlık ve sıkıntıya uğrayınca da hep umutsuzluğa düştüğü, zira ümidin asıl kaynağının inanç olduğu, inançsızların tutunacağı bir dal bulunmadığı; 631 fakat Allah o sıkıntının ardından, acıyıp ta ona nimet verdiğinde böbürlendiği, “Bu benim hakkımdır, kendi bilgi ve çabamla bunu kazandım” dediği, kıyametten kuşkuya düştüğü; şayet öyle bir şey olur da Allah’ın huzuruna götürülürse kendisini Allah’ın sevgili kulu sandığı için orada da güzel ödüllere ereceğini söylediği anlatılmakta; Allah’ın, o nankörlere, yaptıkları kötü işleri haber vereceği ve onlara kaba, katı bir azap tattıracağı vurgulanmaktadır. 632 Fussilet sûresinin ellinci ayetindeki anlık temas anlamını ifade eden mess kelimesinin, insanın sıkıntı ve belaya azıcık uğrayınca, hemen ümitsizliğe, çaresizliğe ve nankörlüğe düştüğünü, yine ayetteki ezeknâ kelimesinin de, tadılan şeyin en azını (azıcık tatmayı) ifade etmesi, o insanın, azıcık dünyevi bir hayrı elde edip tattığında da, hemen inada ve tuğyana girdiğini göstermektedir. Binaenaleyh, insanın sonu olmayan bu sonsuz ümidinden genel bir ümitsizliğe geçmesi, onun 627 Yûsuf 12/87; Ayrıca bk. Yûsuf 12/56; Hicr 15/56; Mümtehine 60/13. Rûm 30/36-37. 629 Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, VII, 23-24; Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, X, 79-81. 630 Fussilet 41/ 49-51. 631 Tâberî, a.g.e., V,312. 632 Bk. Fussilet 41/50; Tâberî, a.g.e.,VII, 274; Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, V, 244; VIII, 148; Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, X, 80-81; Kılıç, Benliğin İnşası, s. 81. 628 sıfatının ve halinin devamlı değiştiğine delalet eder. Bunlar da bize, bu tür insanların nimet ve musibet anlarında kaos ve ani stresler içindeki ruh hallerini ifade eder. 633 Yine insanın bu yönü şöyle dile getirilir: “İnsana nimet verdiğimiz zaman, yüz çevirip yan çizer. Ona bir zarar dokununca da umutsuzluğa düşer.” 634 Bu ayette kişinin sıkıntılı durumunda Allah’a dua etmesinden değil ümitsizliğe düşmesinden bahsediliyor. Ayetin devamında yer alan “herkes kendi tabiatına göre davranır” ifadesinden, insanların sıkıntılı anlarında inançlarına göre farklı davranacakları anlaşılıyor. Allah’tan başkasından yardım alamayacağı durumda ise, fıtratı ortaya çıkar ve ümitsiz bir şekilde de olsa Allah’tan yardım diler. Bu konuyu içeren ayetlerin Kur’an-ı Kerim’de sık sık tekrarlanması, bu tutum ve davranışların insan psikolojisinde derin izlere sahip olduğunu göstermektedir. Sıkıntı ve felaket anında ümidini yitirmek, bolluk ve refahta şımarmak, kibirlenmek, büsbütün cimri kesilmek insanın genel ruh yapısıdır. Kâfir, küfrünün sonucu olarak devamlı ümitsizlik içindedir. İnançsızlığının neticesi olarak, nimetin kendisine gelişini bir tesadüf olarak değerlendirir. Tesadüfler gelişigüzel olduklarından bir kez daha tahakkukları imkânsız gibidir. Hâlbuki Müslüman, zaman zaman bu konuda fütur gösterse de, nimetlerin ancak Allah’ın takdirinin sonucu olduğuna inanır. Takdirlerinse daima tahakkukları mümkündür. Dolayısıyla karamsar bir ümitsizlik, kâfirlerin ayırt edici bir özelliğidir. 635 Ümit, insanı besler ve insanın varlığında bir gelişme sağlar. 636 Ümitsizlik ise ruha yerleşince, artık onda bir hayat filizi yeşeremez; bundan dolayı Allah, kulların ümitsizlik konumuna düşmemeleri için onları daima kendisine karşı ümitlerini muhafaza etmeye çağırmakta ve kullarına karşı bütün günahları affedecek derecede merhametli olduğunu belirtmektedir: “De ki: kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin! Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.” 637 Bütün bunlar, müminin ümitsiz olmamasını, olduğu takdirde ise ümitsizliğinin asla uzun ve karamsar bir tarzda olmamasını gerektirir. Bu zaaf, insanın bütün 633 Bk. Râzî, a.g.e., IXX, 405-406; Aydın, Kur’an’da İnsan Psikolojisi, s. 111. İsrâ 17/83. 635 Aydın, Kur’an’da İnsan Psikolojisi, s. 164 636 Bk. Demirel, Kemal, Tanrının Onuru İnsan -Toplu Denemeler- Yapı Kredi Y., 1.Bsk., İstanbul, 1997, s. 108. 637 Zümer 39/53. 634 verimini yok ettiği ve kişiyi adeta yaşayan bir ölüye çevirdiği için Kur’an’ın bütün ümit kapılarını açık tuttuğunu söyleyebiliriz. 638 Fakat ümit beslemede de aşırı gidip Allah’ın rahmetine sığınarak günahlara dalınmaması gerekir. Zira şeytan insanı Allah’ın rahmetiyle aldatabilir. Bu tür aldanışa giren kimse ümidin zıddı olan korku ile tedavi edilerek korku-ümit dengesi sağlanmalıdır. 639 İnsan kendinde fıtrî olarak bulunan mal sevgisini devamlı besleyip de şükür ve yardım etme duygularını köreltirse, nankör bir insan olabilir. Nankör bir insan olmamak için yapılan iyilikleri hatırlamak, unutmamak ve iyiliklere karşılık vermek, temel şarttır. İnsanın bütün özelliklerini en kâmil anlamda bilen Yüce Allah, onun fıtratında var olan bu noktaya Kur’an’ın birçok ayetinde işaret ederek, insanların bu tür kötü davranışlarından uzak durmalarını istemektedir. Nimetlere nankörlük, nimetin eksilmesine ve azaba sebep olur. Nimetlere şükretmek ise nimetlerde artışa yol açar. İnsanın gerçek karakteri kendisine bir zarar dokunduğu zaman apaçık ortaya çıkar. Üzerindeki perde açılır ve derhal Rabbine yönelir. Yine insanlara, sıkıntıdan sonra bir ferahlık gelince Allah’ın ayetlerinden yüz çevirir. Ancak sıkıntı özellikle inançsızlar için Allah’tan uzağa kaçmaya da yol açabilir. Zira Kur’an’ın bazı ayetlerinde insanın ümitsizliği ve nankörlüğü beraberce zikredilip huzur ve güven içinde olduğu durumda nankörleştiği, sıkıntı ve belaya uğradığında ise ümitsizliğe düştüğü de vurgulanmaktadır. Kur’an’da birçok ayette Allah’ın rahmetinden ümit kesmenin kâfirlerin bir özelliği olduğu ifade edilir. e. Kibirli Kibir, bir insanın yalnızca kendisini beğenerek başkalarından üstün görmesi demektir. 640 Kibir, batınî ve zahirî olmak üzere ikiye ayrılır. Batınî kibir, nefisteki bir ahlaktır. Zahiri kibirse azalarda görülen kibirdir. Kibrin aslı insan tabiatında bulunan ahlaktır. Bu da kendisini başkalarına karşı üstün gösterme isteğidir. Demek ki kibir; biri, kibirlenecek adam, diğeri de kendisine karşı kibirleneceği bir kişi olmak üzere iki kimse ister ve ucubdan burada ayrılır. Başka hiç kimsenin bulunmadığı yerde 638 Aydın, Kur’an’da İnsan Psikolojisi, s. 164-165. Bk. Gazali, İhyâ, IV, 267-268. 640 İsfehânî, el-Müfredât (k-b-r md.), s. 697. 639 insanlar ucub sahibi olur, ama kibir sahibi olamaz. Yani ucub, mutlak surette kendini beğenmek, kibir ise başkalarından kendini üstün görmektir. 641 Kibir ve kendini beğenmişlik, övülmek ve sevilmek için sürekli bir ihtiyaç duymak olarak tanımlanabilir. Kibirli ve kendini beğenmiş olan insan, yüzeyde kendini çok koruyormuş gibi gözükür; kendini aşırı büyük görmesinden ötürü risklere girmez ve diğer yönlerde de bir korkak gibi davranır. 642 Ayrıca kibirli bir insan “beğenmeme kompleksi” diyebileceğimiz bir duyguya sahiptir. Bu kompleks, sürekli başkasını eleştirip küçümseyen boş gururlu bir insanın saldırı hedefinin, başka bir insanın değeri ve önemi olduğunu gösterir. Kimseyi beğenmeme eğilimi, bir insanın başkasının değerini küçülterek kendisinin herkesten üstün olduğu duygusuna ulaşma çabasıdır. 643 Kur’an’da kibir kelimesi, mütekebbir-cebbâr nitelemesinde olduğu gibi, cebbâr sıfatıyla beraber kullanılmaktadır. 644 Bu da, bu iki sıfatın yakın anlamda olduğunu gösterir. Kendini bir başına kalabilecek seviyede varlıklı ve büyük gören kişi, bütün meselelerde dostlarına tahakküm etme eğilimini gösterir ve onlar üzerinde sınırsız bir zorba güç kullanmayı arzular. Cebbar işte böyle bir kişi için kullanılır.645 Kur’an’da, mütekebbir-cebbar nitelemesindeki mütekebbir Allah hakkına tecavüze, cebbar da kulların hakkına tecavüze tekabül ettiği için bu ifade, hem ilahi kayda bağlı olmayan hem de kullardan çekinmeyen çift yönlü bir tecavüzkâr kişiliği ifade etmekte ve cebbarlığın mütekebbir kişilerden olacağını ima etmektedir. Nitekim Firavun, Nemrut cebbar olmakla birlikte birer mütekebbir idiler.646 Kibir, cahiliye Arapları ile adeta özdeşleşmiş bir kelimedir. Çünkü Araplar, kız çocuklarını başkasına hanım yapma, hizmetine verme utancından ötürü onları diri diri gömecek kadar mütekebbir idiler. Bu sıfat Araplarda o kadar ileri bir boyutta idi ki, birisinin ayakkabısı ayağından çıksa veya kendisinden bir şey yere düşse, zillet olacağı gerekçesiyle eğilip yerden almazdı; küçüklük olacağı gerekçesiyle yere doğru eğilmeyi asla gururlarına yediremezlerdi. 647 Arapların şereflerine halel getirecek, kendilerini küçük düşürecek en ufak bir hareketi şiddetle reddeden korkunç 641 Gazali, İhyâ, III,738; Ayrıca bk. Aydın, Kur’an’da İnsan Psikolojisi, s. 244. May, Kendini Arayan İnsan, s. 216. 643 Adler, İnsan Tabiatını Tanıma, s. 337. 644 Mü’minûn 23/35; Ayrıca insanlar hakkında cebbâr nitelemesi için bk. Meryem 19/12-14, 31-32. 645 İzutsu, Kur’an’da Dini ve Ahlaki Kavramlar, s. 205. 646 Aydın, Kur’an’da İnsan Psikolojisi, s. 249. 647 Aydın, a.g.e., s. 246. 642 derecedeki şeref ihtirasları, Kur’an’da hamiyyete’l-câhiliyye 648 şeklinde ifade edilmektedir. Hamiyye, insanın koruması gerekli olan şeyleri korumaya düşkünlüğü demektir. Câhiliye insanını herhangi bir kimsenin iradesine tabi olmaktan ve böylelikle cahili insanlık değerlerinin ana kaynağı olan şereflerini yitirmekten alıkoyan şey, bu ateşli direnme ruhu idi. İnsanın kendi gücüne güvenmesi, sınırsız benlik, insani olsun, ilahi olsun hiçbir otorite karşısında eğilmeme, hülasa kulluğa aykırı düşen her şey İslam’dan önce Arap düşüncesinin en belirgin vasıflarındandı. 649 İslam, câhiliyenin bu gurur ruhuna öldürücü bir darbe indirdi ve câhiliye Arap zihniyetinin en nazik yerine dokundu. Zira o, her şeyden önce onlardan, bütün kâinatın tek sahibi önünde küçülmeyi, Kur’an’ın istiğna ve tuğyan dediği türlü kibir, gurur ve kendisini beğenmeden vazgeçip bütün kâinatın tek tanrısı Allah’ın iradesine teslim olmayı istedi. 650 “Hayır, muhakkak insan, azar; çünkü o, kendisini kendisine yeterli (istiğna) görür. Ama dönüş rabbinedir (O’nun huzurunda bu azgınlığın hesabını verecektir). 651 Yine İslam, prensiplerinde kibrin zıddı tevazuu esas tutmuştur. Nitekim İslam’ın ilk dönemlerinde insanlar dinin direği sayılan namazla emrolunmuşlardır. Namazın rükû etmek, alnı yere koymak suretiyle secdeye varmak gibi rükünleri bulunması, Arapların bu duygularını kesip atmıştır. 652 Böylece kibirlerinden dolayı yere eğilmeyen insanların burnunu bir anlamda yere sürtmüştür. Adler, boş gurur sebebiyle bir şeyi reddetme psikolojisini şu şekilde dile getirir: “Bazıları boş-gururlarında o derece ileri giderler ki, başkalarının telkin ettiği bir şeyi, kendi yararlarına da olsa ve dünyada bundan daha akla uygun hiçbir şey olmasa da, yapmak istemezler. Bu gibi kimseler, biri bir şey söylerken hemen itiraz etmek ve karşıt düşüncede olduklarını söylemek için karşılarındaki kişinin konuşmasının bitmesini bile bekleyemezler. Bazıları da kendilerini o derece bir boşgurura kaptırmışlardır ki, “evet” demek istedikleri zaman bile “hayır” derler.” 653 “Yeryüzünde haksız yere büyüklenenleri ayetlerimden uzaklaştıracağım. Onlar her ayeti görseler de yine ona inanmazlar. Doğru yolu görseler, onu yol edinmezler, ama azgınlık yolunu görseler, onu yol edinirler. Çünkü onlar, ayetlerimizi yalanladılar, 648 Fetih 48/26. İzutsu, Kur’an’da Allah ve İnsan, s. 255-256. 650 İzutsu, a.g.e., s. 256-257. 651 Alak 96/6-8. 652 Bk. Aydın, Kur’an’da İnsan Psikolojisi, s. 246. 653 Adler, a.g.e, s. 344. 649 onları umursamaz oldular.” 654 Allah’ın, kibirlenenleri ayetlerinden çevirmesi, onların içinde uyanan psikolojik etkenlerin, kafalarındaki inatların sebep olduğu bir isteksizlik ve nefret halini anlatmaktadır. Onların peşin hükümleri ve kibirleri, bu ayetlere karşı kendilerinde bir isteksizlik, nefret uyandırır. Böylece onlar, Allah’ın ayetlerinden uzak kalırlar. Bu da iman kabiliyetinin kapanmasına neden olur. 655 Kibir, genellikle insanın bilgisi, malı, makamı, soyu-sopu, kuvveti ve buna benzer özellikleri yüzünden kendini beğenmesiyle meydana gelir. O, bu nimetleri düşünürken yegâne verenin Allah olduğunu ve dilediği anda elinden alabileceğini aklından geçirmez. İşte bu böbürleniş onu, gücünü bütün insanlarınkinin üstünde tasavvur etmeğe kadar götürür. 656 Kibirli kişi, insanları bayağı sayarak onlara değer vermez. Bilmediklerini onlara sormaktan çekinir. Kendisine öğretenin öğreticiliğine razı olmaz. Kendi değerini düşüreceğini zannettiğinden hiç kimsenin nasihatine kulak asmaz. İnsanlardan beklediği yegâne şey, onu övüp büyütmeleridir. 657 Kibir, Allah’ın sevmediği bir karakterdir: “Allah, kendini beğenen ve daima böbürlenen kimseyi sevmez.” 658 Ayette geçen muhtâl, kendini beğenen ve kibirlenen demektir. Fehûr ise, büyüklenmek ve övünmek için menkıbelerini (iyiliklerini) sayıp döken kimse demektir. 659 Büyüklenmek, salınarak kabara kabara yürümek ruhsal bir hastalıktır. İnsanların yakalanmış oldukları aşağılık kompleksinden kaynaklanır. Kişiliği gelişmiş bir insan, kabara kabara yürümez: “Yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Çünkü sen yeri yırtamazsın, boyca da dağlara erişemezsin.” 660 Kibrin zıddı tevazudur. Tevazu: “Kendinden aşağı olanlara küçük muamelesi yapmamak, onları hakir görmemek ve akranları arasında kendine büyük süsü vermemektir. 661 Kur’an bize tevazuu emreder: “Rahman’ın kulları öyle kimselerdir ki yeryüzünde mütevazı olarak yürürler, cahiller kendilerine laf atarsa “selam” derler.” 662 İnanan insanların yürüyüşleri sade, adımları mütevazıdır. Yürürken kendilerini zorlamazlar. Yapmacık ve gösteriş yapmazlar. Burunları havada 654 A‘râf 7/146. Kasapoğlu, Kur’an’da İnsan Psikolojisi, s. 61-62. 656 Zeydan, Abdülkerim, İslam Davetçilerine, Trc. Nezir Demircan, İkbal Y., Ankara,1977, s. 416. 657 Bk. İsfehânî, İnsan, s.30; Gazali, İhyâ, III,739; Zeydan, a.g.e., s. 416. 658 Nisâ 4/36; Ayrıca bk. Nahl 16/23. 659 Râzî, Tefsîr-i Kebîr, VIII, 34; Yazır, a.g.e., II, 521. 660 İsrâ 17/37; Ayrıca bk. Lokmân 31/19. 661 Akseki, Ahmet Hamdi, Ahlak İlmi ve İslam Ahlakı (Ahlak Dersleri), Sadeleştiren: Arslan Aydın, Nur Y., 2.Bsk., Ankara,1991, s. 168. 662 Furkân 25/63 655 kabararak, şişerek ve omuzlarını sallayarak yürümezler. Zira insanın sergilediği tüm davranışları gibi yürüyüşü de onun kişiliğini ve iç dünyasında yer eden duygularını yansıtır. 663 Ancak tevazu hafifliğe vardırılmamalı, dengeli olmalıdır. Çünkü tevazu, bir tarafında kibir, diğer tarafında zillet ve hafiflik olan orta yoldur ve her iki tarafa da kayması mümkündür. Bu dengeyi korumak için de vakarlı, ağırbaşlı olmak lazımdır. 664 Haddinden fazla kendini hor görmek, bir anormallik olup, kedini beğenmişliğin başka bir ifadesidir. Bu şekilde kendini küçük görme günümüzde daha çok psikolojik depresyonlarda rastlanmaktadır. 665 Boş-gururlu insanın, hayatta erişmesine imkân olmayan bir gaye edinmiş olduğu görülür. Dünyadaki bütün insanlardan üstün olmak istemekte ve bu gaye onun duyduğu yetersizlik duygusunun bir sonucu olarak görünmektedir. Kendini aşırı bir boş-gurura kaptırmış olan bir insanın kendi değerine inanmaz. 666 Yüce Allah, bu durumu şöyle ifade eder: “Kendilerine gelmiş kesin bir delil olmaksızın Allah’ın ayetleri hakkında münakaşa edenler var ya, hiç şüphe yok ki onların göğüslerinde asla ulaşamayacakları bir kibirden başka bir şey yoktur.” 667 Burada bilgisi olmadığı halde bir şeyi savunmanın veya reddetmenin, göğüsteki kibrin neticesi olduğuna işaret edilmektedir. Bu kibrin özelliği ulaşılamayacak ve başkalarının ondan kurtulamayacağı kadar etkili olmasıdır. Ulaşılamayacak kadar tutku ve emellerin peşinden koşmak, insan hayatını tahrip eder. 668 Kur’an’da kibir, yapıldığı kimseler itibariyle üçe ayrılır: 1. Allah’a karşı yapılan kibir: Kibrin en büyüğü, hakkı kabul etmekten ve ibadetle Allah’a boyun eğmekten kaçınarak Allah’a karşı kibirlenmedir. 669 İnsanı bu yola sürükleyen, cehalet ve azgınlıktır. Geçmişteki azgın ümmetlerin anlatımında bu husustaki tekebbürlerine dikkat çekilir. 670 Nitekim Nemrut, bunlardan biridir. O, kendi kendine göklerin Rabbi ile harbetmeyi düşünmüştür. Bunların en azılısı ise firavun’dur. Tanrılık iddiasında bulunan Firavun, kibrinden dolayı, halkına: “Ben, 663 Kutub, Fî Zılâli’l-Kur’ân, VII, 571; Kasapoğlu, a.g.e., s. 64. Şanver, Kur’an’da Tebliğ ve Eğitim Psikolojisi, s. 111; Vakar: Mertebe ve haysiyetin gereğini hakkı ile korumak ve hafif meşrep olmamaktır. Akseki, a.g.e., s. 168. 665 Bk. May, a.g.e, s. 95. 666 Adler, a.g.e, s. 334. 667 Gâfir 40/56. 668 Bk. Bayraklı, a.g.e., s. 139. 669 İsfehânî, el-Müfredât (k-b-r md.), s. 697. 670 Bk. Yunus 10/75; Ankebût 29/38-39; Fussilet 41/15. 664 sizin en büyük Rabbinizim 671” demiştir ve Allah’a kul olmayı reddetmiştir. Bu gibiler hakkında Kur’an, şöyle buyurur: “Bana kulluk etmeyi gururlarına yediremeyenler, alçalmış olarak cehennem’e gireceklerdir.” 672 Kur’an’ın ayetlerine karşı kibirlenmek de, bu türden olan kibir kategorisine girmektedir. Bu da cehennemliklerin başta gelen ve orada ebedi kalmalarına sebep olan bir vasfı olarak gösterilmektedir: “Ayetlerimizi yalanlayanlar ve onları kabule tenezzül etmeyenler var ya işte onlar ateş ehlidir. Onlar orada ebedi kalacaklardır.” 673 2. Peygamberlere karşı kibir: Bu tür kibir, kâfirlerin, bir insan olmaları sebebiyle peygamberlerin peygamberliklerini kabullenmeyip meleklerin kendilerine gelmelerini isteme şeklinde olduğu gibi, 674 peygamberliğin kendi aralarında yoksul kişilerin değil de sayılı ve zengin kişilerin hakkı olduğunu iddia etmeleri şeklinde de tezahür etmektedir. 675 Bu tür kibir, bazen körü körüne olur da kibri sebebiyle kendini haklı sanarak peygamberlere uymaz ve cehalet karanlığında kalır. Bazen da bilerek olur. Nefsi onu hakkı kabulü ve peygambere uymayı engeller. 676 Nitekim bu gibiler hakkında Yüce Allah hikâye yolu ile şöyle buyurur: “Şu iki adamın kavmi bize kölelik ederken, ‘şimdi biz kalkıp bizim gibi iki insana mı inanacağız?’ dediler.” 677 3. Diğer insanlara karşı kibir: İnsanlara karşı tekebbür, kendi nefsini büyük görmek, başkalarına da hakaret gözüyle bakmaktır. Bu tabii olarak kişiyi kendine bazı imtiyazlar verilmesinin gerekli olduğu psikolojisine götürür ki, dünyadaki kast sistemleri bu tür bir üstünlük iddia etme duygusundan doğmuştur. “Çünkü onlar, yeryüzünde büyüklük taslamak ve kötü tuzaklar kurmak (istiyorlar)…” 678 Kibir, izzet, azamet ve üstünlük ancak Allah’a yaraşır. Hiçbir şeye gücü yetmeyen zayıf bir kula yaraşmaz. Kul, kibirlendiği vakit ancak Allah’a yaraşır bir sıfatta Allah ile münazaaya girişmiş demektir. Bu tıpkı bir hizmetçinin padişahın tacını başına geçirerek onun kürsüsünde oturup hükmetmesine benzer. Bu hizmetçi için büyük bir cürettir. Şüphesiz bu hizmetçi padişahın en ağır cezasına uğrar. 679 Kibir, bütün varlıklar hakkında kınama ifade ederken, Allah hakkında bir övünç sıfatı 671 Nâziât 79/24; Ayrıca bk. Duhân 44/31. Mü’min 40/60; Ayrıca bk. Nisâ 4/172; Furkân 25/60. 673 A‘râf 7/36; Ayrıca bk. Zümer 39/60; Mü’min 40/60; Kasas 28/83. 674 Bk. En‘âm 6/8, 53; Furkân 25/21; Zuhruf 43/53. 675 Bk. Yâsîn 36/15; Zuhruf 43/31. 676 Gazali, İhyâ, III, 742. 677 Mü’minûn 23/47; Ayrıca bk. Bakara 2/89; İbrâhîm 14/10; Mü’minûn 23/34; Neml 27/14. 678 Fâtır 35/43; Bk. Aydın, Kur’an’da İnsan Psikolojisi, s. 248. 672 olmaktadır: “Göklerde ve yerde azamet (Kibriyalık) yalnızca O’na aittir. Yalnız O, kudret ve hikmet sahibidir.” 680 Çünkü bu sıfat, boyun eğmekten müstağni olmayı gerektirdiğinden Allah’tan başkasının bunda hakkı olamaz. Zatı gereği var olan sadece O olduğu için, bu sıfat sadece O’na aittir. Göklerde ve yerlerde azametinin ve ululuğunun eserleri ortaya çıkan Allah ne büyüktür. 681 Kur’an’ın insanlar için gerçekleştirmek istediği gayelerinden biri, tabiat ile uyum içinde bir kişilik geliştirmektir. Nitekim bu hususta tabiatta, insan davranışları için birçok örnek bulunmaktadır. Kişi tabiata baktığında, birçok varlığın ona tevazuu ilham ettiğini görecektir. Sular ayak altıda mütevazı bir şekilde yaratılmış olmakla birlikte, yetiştiği yerde bostanlık ve bahçelikleri bitirmekte, insanın sofrasına bin bir çeşitte yemişi sunmaktadır. İnsan, meyvesiz ağaçların dallarını göğe kaldırması gibi, başını göğe kaldırmaktansa, meyveli ağaçların dallarını yere doğru tevazu ile eğdikleri gibi başını tevazu ile insanlar önünde eğmelidir ki, bu davranışıyla bir cevher taşıdığını ortaya koysun. Zaten madde itibariyle topraktan yaratılan insanın toprak olan aslına uygun hareket etmesi de, tabiatının bir gereğidir. 682 Bu feci hastalıktan kurtulup gerçek tevazuu elde etmenin yolu, kibirlenenin kendini ve Rabbini bilmesidir. Kul kendini bildiği zaman, her şeyden mahrum olduğunu anlar. Bu anlayışta olana yaraşan, tevazudur. Kul Rabbini de bildiği takdirde, kibriyalık ve azametin yalnız onun şanı olduğunu ve bir zerre dahi olsa kibrin insana yakışmadığını; bu kadarının bile imanın nurunu söndürmeğe ve amelleri bulandırmaya kâfi bir mikrop olduğunu ve elindeki bütün nimetlerin Allah’ın bir lütfu olduğunu, istediği anda bunları elinden çekip alabileceğini anlar. Diğer bir yol ise, insanın başkasına karşı kibirlenmesine yol açan arızi sebepleri ortadan kaldırmaktır. 683 Her şeyden önce insan, bir damla sudan meydana geldiğini idrak etmelidir: “İnsan neden yaratıldığına bir baksın. Atılan bir sudan yaratıldı.” 684 Yine insan kibirlendiği zaman ilim, makam vb. açılardan kendinden daha üstün olanlara bakmalı ve her ilim sahibinin üstünde bir bilenin bulunduğunu idrak 679 Gazali, İhyâ, III, 746. Câsiye 45/37. 681 Bk. İsfehânî, a.g.e. (k-b-r md.), s. 698; Râzî, a.g.e., IXX, 625; Nesefi, Tefsîru’n-Nesefî, III, 306. 682 Aydın, a.g.e., s. 248. 683 Geniş bilgi için bk. Gazali, İhyâ, III, 767-788; Zeydan, a.g.e, s. 417-418. 684 Târık 86/5-6. 680 etmelidir. Bunları düşünen insan kibir hastalığından kurtulur. Ancak iç âlemi çok dar ve kalbi boş olan kimseler kibir ve gurura kapılır. İnsanın kibri başka bir ayette şöyle nitelenir: “Ben yığın yığın mal telef ettim diyor. Onu hiç gören olmadı mı sanıyor?” 685 Burada câhiliye döneminde üstünlük ve şereflilik olarak isimlendirdikleri çok mal infak etmeleri ve bunu gösteriş ve böbürlenmek için yaptıkları kastedilmektedir. 686 Sarf etmek hadisesine helak ve telef etme denilmesi, gerçek yararlara harcanmayıp boşuna tüketmekle yitirilmiş olduğunu anlatmak içindir. Çünkü eğlenceye düşkün kimseler, bir fakirin karnını doyurmaktan hoşlanmayıp, zevk, eğlence ve gösteriş için mal telef etmekle iftihar ederler. 687 Sonuç olarak kibir, genellikle insanın bilgisi, malı, makamı, soyu-sopu, kuvveti ve buna benzer özellikleri yüzünden kendini beğenmesiyle meydana gelir. Kibir, Allah’ın en çok sevmediği zaaflardan biridir. Bunun için Kur’an’da sık sık kibirlenenler kınanmaktadır. Kibrin zıddı tevazudur. Kur’an bize tevazuu ve tevazuda dengeyi emreder. Kuran’da kibir, Allah’a, peygamberlere ve diğer insanlara karşı gösterilen kibir olmak üzere üç şekilde ele alınır. Kibriyalık, izzet, azamet ve üstünlük ancak Allah’a yaraşır. Hiçbir şeye gücü yetmeyen zayıf bir kula yaraşmaz. Kul, kibirlendiği vakit ancak Allah’a yaraşır bir sıfatta Allah ile münazaaya girişmiş demektir. Bunun için kula yakışan kendini bu hastalıktan koruması ve eğer bu hastalığa yakalanmışsa bu hastalığı tedavi etmesidir. f. Zalim ve Cahil Zulüm, z-l-m kökünden gelmektedir. Z-l-m’nin anlamı, haddi aşmak ve bir başkasının hakkını ihlal etmektir. Genel olarak zulüm kişinin kendi sınırlarını aşması ve yapmaya hiç hakkı olmayanı yapması anlamında adaletsizlikte bulunmasıdır. 688 Zulüm kavramının karanlık anlamını ifade eden z-l-m kökünden gelmesi, bunun insan kalbindeki tesirini göstermektedir. Çünkü zulüm, kalbin zulmetinden, kararmasından kaynaklanmaktadır ve kalp mühürlenmesine vermektedir. 689 685 Beled 90/6-7. Nesefî, a.g.e., III, 644. 687 Yazır, Hak Dîni, VIII,456; Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, X, 480-481. 688 İzutsu, Kur’an’da Dini ve Ahlaki Kavramlar, s. 221-222. 689 Bk. Mü’min 40/35; Aydın, a.g.e., s. 233. 686 sebebiyet Zulüm kavramı Kur’an’ın en çok kullanılan kavramlarından biri olup, türevleriyle birlikte 289 yerde geçmektedir. 690 Bu kelime insan hakkında olduğu gibi Allah hakkında da kullanılmakta ve her vesile ile Allah’ın “bir karınca ağırlığı mesabesinde” yahut “bir hurma lifi kadar” da olsa 691 kimseye haksızlık etmediği belirtilmektedir. İnsanın davranış alanın da ise, zulmün iki farklı istikamette mümkün olduğunu birincisinde, zulüm, insanın insan davranışı konusunda Allah tarafından çizilmiş hudutları geçmesi, ikincisinde ise, toplum tarafından tanınan adap kaidelerini çiğnemesidir. 692 Yine insanların birbirlerine yaptığı her türlü haksızlık da bu türden bir zulümdür. 693 Birinci tür zulüm ise, insanın kendi nefsine zulmetmesi olarak belirtilmektedir. 694 Kur’an’da Allah tarafından tespit edilip insanlara farz kılınmış davranış kurallarına hudûdullâh (Allah’ın sınırları) denmektedir ve onları aşanlar zalim olarak nitelenmektedir. 695 İnsan, Yüce Allah’ın yasakladığı bir davranışı yaparak kendisine bir zarar veriyorsa, kendisine zulüm yapmış olur. Vicdanını rahatsız eden, kendisine acı çektiren fiiller de bu zulüm kategorisine girmektedir. 696 İnsanın kendine zulmetmesinden bahseden ayetlerde insan tekil değil, daima çoğul (nâs şeklinde) kullanılmıştır. Bundan da anlaşılır ki insanın kendi kendisine zulmü genellikle toplumsal gaflet ve hıyanetler şeklinde olmaktadır. 697 Yeryüzünde insanların işlediği zulüm ve büyük suçlar, ilahi iradeyi harekete geçirmekte ve toplumun çökmesine sebep olmaktadır. Zulüm çeşitlerinden biri, Allah’a karşı yapılan zulümdür. Kur’an’a göre Allah’a ortak koşma (şirk), en büyük zulümdür. 698 Allah’a karşı yalan uydurma da, en büyük zulümlerdendir. 699 Allah’ın ayetlerini yalanlama da, ayetlere karşı bir zulümdür. 700 Bu gün bu duygunun, Kur’an’ın belirttiği gibi bir insiyak (içgüdü-sevkıtabiî) olduğu ve hâkim olma içgüdüsünden kaynaklandığı kabul edilmektedir. 701 Zaten 690 Bk. Abdulbaki, a.g.e., s. 551-557. Bk. Nisâ 4/40, 49, 77, 124; Yunus 10/44. 692 İzutsu, Kur’an’da Dini ve Ahlaki Kavramlar, s. 223-224. 693 Bk. Nisâ 4/10; İsrâ 17/33; Hac 39/40; Şûrâ 42/42. 694 Bk. Bakara 2/35, 57; Âli İmrân 3/117; A‘râf 7/9, 160, 177; Tevbe 9/70. 695 Bk. Bakara 2/229; Talak 65/1. 696 Bk. Bayraklı, a.g.e., s. 192. 697 Öztürk, a.g.m., s. 9. 698 Bk. Lokmân 31/13. 699 Bk. Kehf 18/15; Ankebût 29/68; Zümer 39/32; Saf 61/7. 700 Bk. En’âm 6/21, 93, 144, 157; A‘râf 7/37; Yunus 10/17; Hûd 11/18. 701 Aydın, Kur’an’da İnsan Psikolojisi, s. 234. 691 Kur’an’da ilk zulmün, üstün olma isteğinden dolayı Hz. Âdem’in çocuklarından Kabil’in Habil’i öldürmesiyle ortaya çıktığı anlatılmaktadır. 702 Kur’an’da iki ayette insanın çok zalim olduğunu belirten zelûm kalıbı kullanılmakta ve bu ayetlerin birinde zelûm keffar 703 şeklinde insanın zalimliği nankörlüğüyle beraber; diğer ayette ise zelûm cehûl 704 şeklinde çok zalim ve çok cahil olduğu belirtilmektedir. İslam öncesi zamanlarda cahil (ya da cehl)’in dini bir manası olmayıp, İslam’dan farklı olan hâlim (ya da hilm) kavramının zıddı idi. En ufak bir kızgınlık anında iradesini kaybedip parlayan, kontrolsüz bir ihtirasla öfkesine kapılıp sonucu düşünmeden hemen körü körüne atılan delikanlı, ateşli, sabırsız kişinin sorumsuz davranışıdır. Hilm ise bunun karşıtı olup cehl patlamasını dizginleyebilen insanın ahlakıdır. Aklı doğru çalışmaya ve isabetli karar vermeye muktedir kılan halidir. Hilmin dış görünüşü vakar, cehlin belirtisi de zulümdür. 705 Cehlin ikinci manası, olayların içine nüfuz edememek ve daima sathi düşünmek ve dolayısıyla her zaman basit ve isabetsiz hükümler vermek demektir. Bu aynı zamanda insanın kendi kendini ve kendi kapasitesinin sınırını görememesi, kendi değerini idrak edememesi manasına gelir. Bu anlamda cehl hemen hemen zihni körlük demektir. 706 Cehlin üçüncü anlamı bir şey bilmemedir. Bu anlamda cehlin zıddı hilm değil ilimdir. 707 Kur’an’da câhiliye, olumsuz anlamda bir dini terimdir. Çünkü o, kâfirlerin küfrünün temelidir. Gerçekten gururlu bağımsızlık ruhu, insanî olsun, ilahî olsun hiçbir otoritenin önünde eğilmeyi kabul etmeyen bu şiddetli şeref duygusudur ki kâfirleri yeni dine karşı bu kadar sert bir muhalefete itmiştir. 708 Cahiliye yaşantısı, Kur’an’da ana hatlarıyla tarif edilmektedir: Egoizm ve neme lazımcılık, 709 müstehcen giyiniş ve davranış, 710 ateşli bir milliyetçilik ve gurur, 711 keyfe göre bir yaşayış ve bunun üzerine tesis edilmiş bir hukuk sistemi olarak ele alınmıştır.712 Kur’an, genellikle cehl kelimesini dinî bakımdan sathi görüşlülük, basit hüküm 702 Bk. Mâide 5/27-30. İbrâhîm 14/34. 704 Ahzâb 33/72. 705 İzutsu, Kur’an’da Allah ve İnsan, s. 258-260, 266. 706 İzutsu, a.g.e., s. 269-271; Bk. Hac 22/46. 707 İsfehânî, el-Müfredât (c-h-l md.), s. 209; İzutsu, a.g.e., 277. 708 İzutsu, a.g.e., s. 259. 709 Bk. Âli İmrân 3/154. 710 Bk. Ahzâb 33/33. 711 Bk. Fetih 48/26. 703 manasında kullanır. Kur’an’daki dinî manada cehl, insanın görünen eşya ve olayların arkasındaki ilahî iradeyi anlayamaması, kâinat varlıklarını Allah’ın ayetleri olarak görememesidir. Kur’an’a göre Allah, ayetleri açık bir şekilde gönderdiği için cehl, çok açık olan dini gerçeği bile, hatta ilahî vahyin en kolay tarafını bile anlamamak 713 ve hevâya göre hareket etmek demektir. Nitekim dünya hayatını elde etmenin ötesine geçemeyen ilimle cahillik arasında bir fark yoktur. 714 Cehlin “bir şey bilmeme”, “bir şeyden haberi olmama” anlamı, Kur’an’da önemli bir rol oynamaz. 715 Kelime Kur’an’da daha çok ya birinci veya ikinci manada kullanılır. 716 Kur’an’da puta tapma isteği, 717 ilahi emirlere karşı direnme, 718 onlara karşı alayda bulunma, 719 homoseksüellik ve şehvete meyil etme, 720 Allah’ın azabının vukuunu cesaretle istemek 721 cehalet olarak nitelendirilmiştir. Kur’an, cahilliği ifade etmek için ğemra kelimesini de kullanır. Bu kelime, bulunduğu yeri bürüyüp kaplayan çok miktarda su demektir. Sahibini örtüp kaplayan cahillik için misal olarak kullanılır. 722 Bu kavram kalbin cahilliğini ifade için şöyle kullanılır: “Hayır, onların kalpleri bundan cahildir…” 723 Hangi olgudan cahil olduklarını bir önceki ayet açıklıyor: “Biz, hiç kimseye gücünün yeteceğinden başkasını teklif etmeyiz. Katımızda hakkı söyleyen bir kitap vardır.” Demek ki onlar, Kur’an hakkında gaflet ve delalet içindedirler. 724 Başka amelleri yapmak için kendinde güç bulup da Allah’ın teklif ettiği davranışları yapmak için gücü olmadığını belirtmek, cahil kalbin oluşmasının nedeni olmaktadır. 725 Zariyat suresinin 11. ayetinde de aynı manaya gelmektedir: “Onlar koyu bir cehalet içinde kalmış gafillerdir.” Ayetin bağlamından da anlaşıldığı gibi cehalet ve gaflet içinde olanlar, çelişkili fikir üretenler, döndürülenler, yalan söyleyenler ve ahireti yalanlayanlardır. 712 Bk. Mâide 5/49-50; Aydın, a.g.e., s. 228-229. İzutsu, Kur’an’da Allah ve İnsan, s.270; Bk. En’âm 6/111; Rûm 30/7; Necm 53/29-30. 714 Nesefi, Tefsîru’n-Nesefi, III, 691. 715 Bu anlamdaki kullanım için bk. Nisâ 4/17; En’âm 6/54; Hûd 11/46; Nahl 16/119; Hucurât 49/6. 716 İzutsu, Kur’an’da Allah ve İnsan, s. 273. 717 Bk. A‘râf 7/138; Zümer 39/64. 718 Bk. Hûd 11/29. 719 Bk. Bakara 2/67. 720 Bk. Neml 27/55; Yûsuf 12/33. 721 Bk. Ahkâf 46/23; Aydın, a.g.e., s. 228. 722 İsfehânî, a.g.e. (ğ-m-r md.), s. 614. 723 Mü’minûn 23/63. 724 İbn Kesir, Muhtasar-u Tefsir-i İbn Kesir, II, 569. 725 Bayraklı, a.g.e., s.110. 713 Ahzâb suresi 72. ayet emaneti yüklenen insanın zalim ve cahil olduğunu bildirmektedir. Ancak buradaki zalimlik ve cahillik, insanın her ferdi için değil, insan cinsi içindir. Zalûm, çok zalim, zulme, haksızlığa çok fazla eğilimli, Allah ve Allah’ın kullarının hukukunu yüklendiği halde layıkıyla yerine getirmeyip kendine yazık eden demektir. Cehûl, davası gibi âlim değil, bilakis çok cahil, çünkü akıbetinin özünü, temelini bilmiyor onun için zulmediyor. 726 İnsanın zalimlik ve cahilliğinden kastın ne olduğu konusunda değişik görüşler ileri sürülmüştür. Allah, insanı hayatın zaruretlerinden hiçbir şey bilmez şekilde cahil olarak yarattı. Ta ki yaratılış içgüdüleri, haşarat ve hayvanların içgüdülerinden daha zayıf olarak yaratıldı. 727 Bundan dolayı cahil olarak isimlendirildi.728 Diğer bir görüşe göre, insan, bildiklerine göre bilmedikleri ve bilmek istedikleri çok çok fazla olan bir varlıktır. Bu da onun cehûl (çok cahil) damgası yemesine yol açmıştır. 729 Diğer bir görüş şöyledir: İnsan zalimdir, çünkü yasak meyveyi yemekle kendini rahatlık ve lezzet cennetinden, eziyetsizlikten alıp, eziyet, korku ve ıstıraba müptela etti. Dünya sorumluluğunun ağırlığını ve eziyetini omzuna aldı. Yine insan, böyle bir cezanın kendine verilebileceğini kestiremediği, 730 uyanış ve düşüncenin, görüşün sonuçlarının ne kadar çok eziyet verici olduğunu bilmediği için de cahildir. 731 Diğer bir görüş ise şöyledir: İnsan, Allah’ın ve Allah’ın kullarının haklarını yüklendiği halde, gerektiği gibi ifa etmediği ve sonuçta kendisine yazık ettiği için zalimdir. 732 Yine insan, çeşitli günahlara dalarak, kendine zulmettiği için zalim ve cahildir.733 Beyzâvî’nin belirttiği bir görüşe göre, insanın zalim ve cahil olması, gazap ve şehvet kuvvetlerinin ona galip gelmesi itibariyledir. Akıl, bu iki kuvveti gözetleyici ve sınırı aşmaktan koruyucudur. Kutsal kitapların gelişindeki maksat da bu kuvvetleri kırmak, fazla yükselmelerini engelleyip dengelerini sağlamaktır. 734 Bu kavramların anlamlarına ve Kur’an’daki kullanılışlarına baktığımızda anlaşılıyor ki, kâinattaki her varlık kendisi için konulan kanuna harfiyen uymasına ve gereğini fiilî olarak yerine getirmesine karşılık, yeryüzünde Allah’ın halifesi kılınıp 726 Yazır, Hak Dîni, VI,114. Bk. Nahl 16/78. 728 Rıza, Tefsiru’l-Menar, II, 506. 729 Öztürk, a.g.m., s. 10. 730 Râzî, Tefsîr-i Kebîr, XVIII, 304; Şeriâtî, Dinler Tarihi, s. 222. 731 Şeriâtî, a.y. 732 Nesefi, a.g.e., III, 49; Gölcük, Kur’an ve İnsan, s. 61. 733 Râzî, a.g.e., XVIII, 304. 727 da ilahi emaneti yüklenerek ağır bir yükün altına girmiş bulunan insan ne yazık ki, üstlenmiş olduğu emanetin sorumluluğunu gerçek anlamıyla idrak edip, bunun gereklerini yerine getirmediğinden dolayı, zalimlik ve cahillikle nitelendirilmiştir. Eğer üstlendiği emanetin gereklerini yerine getirirse, o zaman zalim ve cahil olmak şöyle dursun, yaratılmışların en şereflisi olarak gerçek kimliğiyle anılmaya hak kazanmış olacaktır. 735 Yoksa bazılarının ileri sürdüğü gibi, 736 insan emaneti yüklenmekle zalim ve cahil olmaz, aksine büyük emanetler büyük makamlara tevdi edilir. Bu mukaddes emanetin insana verilmesi de insanın şeref ve itibarının büyüklüğünü göstermektedir. 737 İnsanın zalimlik ve cahillikle nitelendirilmesi ve insanın kendi kendine zulmetmesi meselesi, ancak emanete ihanet eden kimseler için söz konusudur. Nitekim Allah, zalimleri cezalandırırken, bu cezanın kendi kazançları ve kendi kendilerine zulmetmelerinin bir neticesi olduğunu belirtmiştir. 738 Sonuç olarak zulüm, kişinin kendi sınırlarını aşması ve yapmaya hiç hakkı olmayanı yapması anlamında adaletsizlikte bulunmasıdır. Kur’an’a göre insan hem Allah’a (şirk koşarak, yalan uydurarak), hem O’nun ayetlerine, hem kendine, hem de çevresine karşı zulmedebilmektedir. Yüce Allah insanlara zerre kadar zulmetmediği için insanlardan da zulmün her çeşidinden kaçınmalarını istemektedir. Yine Kur’an, insanın çeşitli olumsuz, aşırı davranışları yapmasını cehalet olarak nitelemektedir. Üstlendiği emanetin gereklerini yerine getirmediği için de insanı zalim ve cahil olarak nitelemektedir. Kur’an’a göre insan belli bir bilgiye sahip olsa da bildiği hakikatlerin zıddını yapıyorsa o insan cahildir. g. Dünyayı Hırsla Sever Dünya, dünüv veya denâet kökünden gelen ve ednâ ism-i tafdilinin müennes sigası olup, hüküm veya zat itibariyle en yakın veya çok alçak anlamını ifade eden bir kavramdır. 739 Dünyanın çoğulu, dünâdır. Kur’an’da dünyâ ve ednâ, en çoğun mukabili olan en az, 740 en hayırlının zıddı olan en rezil, 741 ilkin zıddı olan son, 742 en 734 Beyzâvî, Envârü’t-Tenzîl ve Esrârü’t-Te’vîl, II, 282. Bk. İsrâ 17/70. 736 Bk. Nesefi, Tefsiru’n-Nesefi, III, 49. 737 Saka, Yabancılaşma Karşısında Kur’an, s. 130-131. 738 Bk. Bakara 2/57, 67, 286; Âli İmrân 3/117, 182; A‘râf 7/9, 160, 162, 177, 199; Tevbe 9/70; Yunus 10/44; Hûd 11/46; Yûsuf 12/33; Nahl 16/33, 118; Ankebût 29/40; Rûm 30/9; Zümer 39/64. 739 Yazır, a.g.e., I, 330; Aydın, Kur’an’da İnsan Psikolojisi, s. 131. 740 Bk. Mücadele 58/7. 741 Bk. Bakara 2/61. 742 Bk. Nahl 16/122; Hac 22/11. 735 uzağın zıddı olan en yakın, 743 gibi anlamlarda kullanılır. 744 Kur’an’da dünya, genellikle el-hayâtü’d-dünyâ, bazen de müstakil bir şekilde, dünya olarak toplam 117 yerde geçmektedir. 745 Bu kelimenin sonunda elif-i memdude’nin bulunması nedeniyle irabının takdiri olması, bazılarınca yanlış olarak algılanmasına sebebiyet vermiş ve izafet şekliyle anlamlandırılmıştır. Hâlbuki bu kelime, hayatın sıfatı olup Kur’an’da hep el-hayâtü’d-dünyâ şeklinde sıfat tamlamasıyla gelmiştir. Dolayısıyla dünya hayatı dünyanın hayatı değil, dünya denilen hayat, yani alçak hayat yahut bugün hemen içinde bulunulması itibariyle, en yakın hayat demek olur. 746 Dünya, insan için hazzı bulunan ve insanın ıslahı ile meşgul olduğu mevcut maddelerden, insanın nasibi olan veya insanı meşgul eden şeylerin hepsinden ibarettir. 747 Dünya kelimesi ikizine bağlı çift kelimeler grubundandır. Mesela karı-koca, kardeş-bacı gibi. Bu kelimelerden her biri semantik olarak kendi ikizini hatırlatır. Dünya kavramı da gelecek âlem yani ahiret kavramını da ihtiva eder ve ona aykırıdır. 748 Kur’an, nesnel dünyadan bahsederken el-arz ifadesini, genellikle de bunun tekabülü olan es-semâ ile birlikte kullanır. Bu yanlış telakki, asırlar boyunca nesnel dünya hakkında yanlış bir kanaatin doğmasına sebep olmuştur. Hâlbuki Kur’an’da geçen ve el-hayâtü’d-dünyâ olarak ifade edilen, ahiret hayatının zıddına tekabül eden dünya yaşantısını ifade etmektedir. 749 Dünya hakkında “Dünya hayatı aldatıcı bir zevkten başka bir şey değildir.”gibi bazı ayet-i kerimeleri ve belirli sebeplere binaen söylenilen bazı hadisleri, bir takım mutasavvıfların yanlış bir şekilde yorumlamaları, bu yanlış kanaatin meydana gelmesine sebep olmuştur. 750 Nitekim İmam Gazali, bu hususta şöyle diyor: “Dünyanın azı, çoğu, helal ve haramı hepsi melundur. Ancak takvaya yarayacak kısmı, dünyalıktan sayılmaz.” 751 Bu âleme alçak bir şey gözüyle bakmak, ancak öteki âlemin değerli ve önemli olduğu düşüncesinin yerleştiği yerlerde mümkündür. İslam öncesi Araplarda böyle bir görüş yoktu. 752 Bu açıdan dünyanın zemmiyle ilgili yorumlara iyi niyetle gidildiği düşünülmelidir. 743 Bk. Mâide 5/108; Enfâl 8/42; Ahzâb 33/51. İsfehânî, el-Müfredât (d-n-v md.), s. 318-319. 745 Bk. Abdulbaki, Mu’cemü’l-Müfehres (d-n-v md.), s. 332-335. 746 Bk. Yazır, a.g.e., I, 330; İzutsu, Kur’an’da Allah ve İnsan, s.105; Aydın, a.g.e., s. 131. 747 Gazali, İhyâ, III, 500. 748 İzutsu, a.g.e., s. 105-106. 749 Aydın, a.g.e., s. 131. 750 Bk. Aydın, a.g.e., s. 131-132. 751 Gazali, İhyâ, III, 494; Dünyanın zemmi vb dünya ile ilgili geniş bilgi için bk. a.g.e., III, 453-509. 752 İzutsu, Kur’an’da Allah ve İnsan, s. 106; İzutsu, Kur’an’da Dini ve Ahlaki Kavramlar, s. 78. 744 Örnek alınacak Ashab’dan birçoğu, birçok menfaatin kaynağı olan dünyanın nimetlerinden istifade etmişlerdir. Bizzat Kur’an da, insanı bu nimetlerden istifade etmeye teşvik etmektedir: “Ey iman edenler! Allah’ın size helal kıldığı iyi ve temiz şeyleri (siz kendinize) haram kılmayın ve sınırı aşmayınız. Allah, sınırı aşanları sevmez. Allah’ın size helal ve temiz olarak verdiği rızklardan yiyin.” 753 İbn Abbas’ın belirttiğine göre bu ayet, ashabdan birkaç kişi hakkında inmiştir. Onlar dediler ki: Biz erkeklik duygularımızı öldürürüz, dünya şehvetlerini terk ederiz, ruhbanların yaptığı gibi dünyayı terk edip inzivaya çekiliriz. Bu olay, Hz. peygambere ulaşınca şöyle buyurdu: ‘Fakat ben bazen oruç tutarım bazen tutmam. Namaz kılarım ve uyurum. Kadınlarla da evlenirim. Kim sünnetime uyarsa o bendendir. Kim de sünnetimi terk ederse o benden değildir. 754 Ayetteki velâ te‘tedû’dan kasıt, bazılarının yaptığı gibi mubahları kendinize haram kılarak nefsinize baskı yapmada aşırı gitmeyin. Burada helali haram kılmayın kastedildiği gibi helali almada da aşırı gitmeyin onu yeteceği kadar ve ihtiyacınız olduğu kadar alınız, bu konuda sınırı aşmayınız 755 ve o hoş, temiz nimetleri kazanmada başkasının hakkına tecavüz ederek haram yapmayınız, 756 anlamları da kastedilmektedir. Nitekim Yüce Allah: “Allah’ın sana verdiğinden (O’nun yolunda harcayarak) ahiret yurdunu gözet; ama dünyadan da nasibini unutma.” 757 buyurmuştur. Aslında dünya hayatının nimetleri cazibelerini, insanın fıtrî (yaratılışından gelen) ihtiyaçlarına cevap verici olmalarından almaktadırlar; bu itibarla bizzat kötü ve kötülüğe itici değildirler. Bunların ahlakî değerini belirleyecek olan insanın hürriyetini kullanma biçimidir. İnsandan beklenen, dünya nimetlerinin cazibesinin peşine takılıp, onları var oluş gayesi haline getirmesi değil, bunlara görevini yerine getirmesi için emrine verilmiş araçlar olmanın ötesinde bir değer atfetmemesidir. 758 Dünya sevgisi insanların tabiatlarına ve kalplerine hâkimdir. Binaenaleyh insan lezzetli ve hoş şeylere dalınca, insanların o şeylere karşı meyli artar, arzusu büyür. Meylin kuvvet ve rağbeti artınca da, insanın dünyayı isteme hırsı artar ve dünyevî şeyleri elde etmeye iyice dalar. Bu ise, insanın Allah’a itaate yönelmesine 753 Mâide 5/87-88. Bu rivayetin değişik versiyonları da bulunmaktadır. Bk. Müslim, Nikâh,5; Nesai, Nikâh,4; İbn Kesir, Muhtasar-u Tefsir-i İbn Kesir, I, 541; Yazır, Hak Dîni, I, 330. 755 İbn Kesir, a.g.e., I, 542. 756 Yazır, a.g.e., III, 267. 757 Kasas 28/77; Ayrıca bk. Bakara 2/168, 172; A’râf 7/160; Enfâl 8/69; Furkân 25/67; Tahrîm 66/1. 758 Özsoy-Güler, Konularına Göre Kur’an, s. 44. 754 mani olur. Fakat dünyanın leziz ve hoş şeylerinden yüz çeviriş ne kadar mükemmel ve devamlı olur ise, insanın dünyaya meyli de o nispette zayıflar. Bu durumda nefis, marifetullah peşinde koşmaya ve Allah’a hizmete zaman ve imkân bulur. Ancak Yüce Allah, aşırı ruhbanlığı yasaklamıştır. Çünkü aşırı ruhbanlık, kalbin ve beynin zayıflamasına sebep olur. Bunun için mükemmellik, her iki tarafı da (dünyevi ve uhrevi tarafı) hakkıyla yerine getirmede ve insanlar arasında bulunmadadır. 759 Kur’an, dünya sevgisinin insanın fıtratında mevcut olan bir sevgi olduğunu ve daima dünya hayatının ahiret hayatına tercih edildiğine temas etmektedir: “…Fakat siz (ey insanlar!) ahiret daha hayırlı ve devamlı olduğu halde dünya hayatını tercih ediyorsunuz.” 760 Genel manada hareketi sağlayan insan psikolojisindeki itici güçler, yani sâikler 761 temelde tek bir saikte toplanabilir. Biz buna hayat sevgisi adını veriyoruz. İnsanın yeryüzünde ifa ettiği hilafet vazifesini yerine getirmesinde hayat sevgisinin bir saik olarak çok mühim bir yeri vardır. Ama haddi aşınca çok tehlikeli bir vaziyet alır. Vazifesi hayatın akışını ve seyrini temin etmek olan bu saik, o zaman hayatı bozmanın tek sebebi durumuna gelir. Çünkü dinmez bilmeyen bir iştiha ve sönmek bilmez bir kararsızlığa ve ıstıraba dönüşür. 762 İnsanı dünyaya bağlayan sâiklerden biri, ebedi yaşama arzusu, diğer bir deyişle ölümsüzlük duygusudur. Bu, insanın fıtratında doğuştan var olan bir duygudur. Kur’an, Hz. Hûd’un Âd kavmine şu hitabında, “Temelli kalacağınızı umarak sağlam yapılar mı edinirsiniz?” 763 demek suretiyle dünyada sağlam yapı veya büyük sanayi tesislerini inşa etmeyi, ebedi yaşama arzusunun bir tezahürü olarak kabul etmektedir. 764 Yine Kur’an, Hz. Âdem’in bu cazip duygu yüzünden şeytanın vesvesesine kapılarak Allah’ın emrini çiğneyip cennetten atılmasına temas etmektedir. 765 Kur’an, bu duygunun yeri olarak ahiret yaşantısını, insanın dikkatine sunmakta, dünya yaşantısının bu arzu için kâfi gelemeyeceğini vurgulamaktadır. 766 759 Râzî, Tefsîr-i Kebîr, IX, 191-192; Ayrıca bk. Çetin, İnsan ve Vazifesi, s. 17-18, 208. A‘lâ 87/16-17. 761 Bu saikler çeşitli dallara ve bölümlere ayrılır. Onların her birinin kendine has bir vazifesi vardır. Bu bölümlerden ve dallardan da bir takım içgüdüler doğar. Saikler hakkında geniş bilgi için bk. Kutub, İnsan Psikolojisi Üzerine Etüdler, s.213-270 762 Bk. Kutub, a.g.e., s. 213, 272. 763 Şu’arâ 26/129. 764 Aydın, Kur’an’da İnsan Psikolojisi, s. 84. 765 Bk. A‘râf 7/121-123; Tâhâ 20/120. 766 Bk. Teğâbun 64/9; Talak 65/11. 760 Ayrıca Kur’an, bu bağlamda bazı kötü sıfatlara sahip, malı Allah uğruna harcamayan ve onun kendisine ölümsüzlük bahşedeceğini zanneden bir kişilikten de söz eder. 767 Dünyanın süsü, ziyneti, hırsı ve geçici zevkleri insanın benliğini kuşatınca, insanoğlu, gözü kara bir varlık haline gelmekte ve kötü olarak nitelendirilen bütün hareketleri yapmakta bir sakınca görmemektedir. Böylece yaygınlaşan ve toplumu saran kötülükler, insanı yücelten manevi değerlerin aşınmasına, dolayısıyla nesillerin yozlaşmasına neden olmaktadır. 768 Bunun için Yüce Allah, dünya hayatına aldanmama konusunda bizleri uyarmaktadır: “Ey insanlar! Allah’ın verdiği söz gerçektir. Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın, o aldatıcı sizi Allah’(ın affına güvendirmek sureti) ile aldatmasın.” 769 Dünya hayatı gerçek mü’minler için bir aldanış metaı değil, bir kazanç metaıdır. Çünkü ahiretin ebedi nimetleri bu dünya hayatında kazanılır. Dolayısıyla nimeti yerinde kullanmasını bilen kimseler için bu nimet azdırıcı bir güç değil, aksine bu nimetlerin gerçek sahibini düşündüren ve O’na daha çok şükür ve senada bulunduran, hayır ve hizmet alanında yarıştıran itici bir kuvvettir. 770 Gerek asıl gerekse tali mahiyetteki fıtrî güdüler haddini aşan gıdaların hiç birisiyle doymaz. Aksine artırılan gıdalar onun normal sınırını yitirmesine sebep olur ve oburluk o dereceye varır ki, bir daha doymak bilmez. İşte sonu sapıklığa varan anormalliğin başlangıç noktası burasıdır. 771 Bugünün modern dünyasının çeşitli olanakları da kişiyi bu duruma itmekte ve modern hayatta, dinî direktiflerle birey arasına birçok put girmektedir. Dünyanın peşine düşen insanlar dini inanç ve uygulamalardan tamamen farklı ancak insan ruhundaki boşlukları doldurmaya namzet olma yönünden onlarla benzeşen kanaat ve eğilimler edinirler. Modernliğin dinsel havası kabul gördükçe dini duyguların yerine sirayet eder. 772 Kur’an, insanın dünya hayatına düşkünlüğü şöyle dile getirir: “Kadınlardan, oğullarından, kantarlarca yığılmış altın ve gümüşten, salma atlardan, davarlardan ve ekinlerden gelen zevklere aşırı düşkünlük, insanlara süslü (cazip) gösterildi. Bunlar sadece dünya hayatının geçimidir. Asıl varılacak güzel yer Allah’ın yanındadır.” 773 767 Bk. Hümeze 104/1-3; Geniş bilgi için bk. Aydın, a.g.e., s.81-86; Soyalan, Kur’an ve İnsan, s.30-32. Saka, Yabancılaşma Karşısında Kur’an, s. 74. 769 Fâtır 35/5; Ayrıca bk. En‘âm 6/70, 130; A‘râf 7/51: Lokmân 31/3; Câsiye 45/35. 770 Saka, a.g.e., s. 77; Bk. Bakara 2/29. 771 Kutub, İnsan Psikolojisi, s. 373; Ayrıca bk. Soyalan, Kur’an ve İnsan, s. 55-59 772 Erdoğan, Kur’an ve Psikoloji, s. 130. 773 Âli İmrân 3/14. 768 Bu ayetteki şehevât kelimesi, şehvetin çoğuludur. Şehvet, nefsin arzu ettiği şeye atılışıdır ki Türkçede buna gönül çekmek denir. Burada Kur’an, dünya hayatının temeli olan kadın, evlat ve mal düşkünlüğüne dikkat çekmektedir. İnsan bunlardan ne kadar elde etse daha fazlasına sahip olmak ister. İnsan, bu tutkusunu dizginlemezse gözü doymaz bir varlık olur çıkar. 774 Peygamberimiz insanın bu yönünü şöyle dile getirir: “İnsanoğlunun bir vadi dolusu altını olsa ikincisini ister. İki vadi dolusu malı olsa üçüncüsünü ister. İnsanoğlunun karın boşluğunu ancak toprak doyurur. Allah tevbe edenin tevbesini kabul eder.” 775 Demek ki Kur’an’ın gayesi, insanı dünyadan el etek çekmeye sevk etmek değil, dünya malına düşkünlük göstermeyi, başkalarına karşı böbürlenmeyi ve haksızlık etmeyi önlemektir. Çünkü dünya tutkusu, insan ruhunu karartır, kendinden başkasını düşünmez hale sokar. Kur’an, dünya sevgisinin kâfirlerde hat safhada olduğunu açıklamaktadır: “Kâfir olanlar için dünya hayatı cazip kılındı…” 776 Kur’an, bunu kâfirlerin dünya hayatından başka bir hayatı kabul etmemelerine, bilgilerinin sadece dünyanın materyaline bağlı olmasına bağlamaktadır: “Onun için sen zikrimize iltifat etmeyen ve dünya hayatından başka bir şey istemeyenlerden yüz çevir. İşte onların erişebilecekleri bilgi budur…” 777 Yine Kur’an kâfirlerin, ahiret hayatı karşılığında dünya hayatını satın aldıklarına dikkat çekmektedir. 778 Çünkü kâfirler, göz, kulak gibi his ve şehvete hitap eden zevkler haricinde herhangi bir zevk tasavvur edememektedirler. Bu açıdan Kur’an, bu tip insanların hayvanlar gibi olduğunu, hatta gittikleri yol bakımından hayvandan daha sapık olduklarını belirtmektedir. 779 Mal hırsı ve dünya sevgisi, hâkim zümre tarafından insanları aldatmada kullanıldığı gibi, insanların dini kabul etmesinin önünde de bir engel oluşturabilir. Nitekim menfaat düşkünlüğü ve çıkarlarını koruma sevdası, Mekkeli tüccar ve aristokratların çoğunun Hz. Peygamberin tebliğini reddetmelerine sebep olmuştur. 780 Yine insandaki dünyevi istekler, bazen Allah’ın emirlerini yerine getirmeyi de 774 Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, II, 22. Buhârî, Rikâk, 10; Müslim, Zekât, 39, no: 1048 (I, 725). 776 Bakara 2/212. 777 Necm 53/29-30. 778 Bk. Bakara 2/86. 779 Bk. A‘râf 7/179; Furkân 25/44. 780 Şanver, Kur’an’da Tebliğ Kavramı ve İnsan, s. 77. 775 engellemekte, insanları Allah’tan ve onun için namaz kılmaktan alıkoymaktadır. 781 Kur’an, çeşitli vasıtalar ve yöntemlerle bu hastalığı tedaviye çalışır. Dünyanın geçici zevkleri insana hoş gibi görünse de bunların sonunda pişmanlık vardır. Zira geçici olan bütün lezzetlerdeki bitip tükenme korkusu, devamlı olarak insanı tedirgin ve huzursuz etmektedir. Bu nedenle insan dünyada gerçek mutluluğu bulamaz. 782 Kur’an, birçok ayette dünya hayatının süsü ile ahiret hayatını karşılaştırarak dünya hayatının cazibesine kapılarak adlanılmaması gerektiğini vurgular: “Bu dünya hayatı sadece bir oyun ve oyalanmadan ibarettir. Ahiret yurduna gelince, işte asıl hayat odur. Keşke bilmiş olsalardı.” 783 Yine Kur’an, dünya hayatını yağmurun yağmasıyla yeşeren ve sonra rüzgârların savurduğu çöp kırıntıları haline gelen bitkiye benzeterek 784 dünya varlıklarının övünmeğe değer olmadığını, çünkü bunların kısa bir süreden sonra elden çıkacağı, asıl insana yararlı, insanla beraber kalacak olan şeyin, güzel işler, davranışlar olduğu vurgulanarak dünya hayatının süsüne kapılan insan, güzel işlere, iyi ahlaka yönlendirilmektedir. Ayrıca Kur’an, dünya hayatını tercih etmeyen takva sahiplerine hem dünya hem de ahiretin güzelliklerinin verileceğini vurgulamaktadır. 785 Ancak Kur’an, bu hayattan başka bir hayat istemeyen ve ahiret hayatına inanmayan insanlara ise, yalnız dünya hayatında rızk hususunda bir bolluğun verileceğini ifade etmektedir: “Kimler dünya hayatını ve süsünü isterse onlara oradaki amellerin(in karşılığın)ı tam veririz ve onlar orada hiçbir eksikliğe uğratılmazlar.” 786 Kâfirlere dünyada verilecek bu rızk bolluğunu, Allah’ın kulları arasında adaletle hükmetmesine bağlamak gerekir. Çünkü bol verilen bu rızk, kâfirlerin dünya hayatında yaptıkları iyiliklerin bir bedeli olarak verilmekte, dolayısıyla ahirette yaptıkları iyiliklerin karşılıklarını istemeleri bununla önlenmektedir. 787 Aynı şekilde Yüce Allah, insanlardan sadece dünya için değil, hem dünya hem de ahiret için güzellik isteyerek her ikisi için de çalışmalarını böylece dünya ahiret dengesini korumalarını istemektedir. 788 Yine dünyalık için Allah rızası gözetilerek yapılan çalışma da ibadet sayılmaktadır. 781 Bk. Münâfikûn 63/9. Saka, Yabancılaşma Karşısında Kur’an, s. 76. 783 Ankebût 29/64; Ayrıca bk. Âli İmrân 3/14. 784 Bk. Kehf 18/ 45-46. 785 Bk. Yunus 10/62-64. 786 Hûd 11/15; Ayrıca bk. İsrâ 17/18; Tâhâ 20/131; Mü’min 40/4; Şûrâ 42/20; Zuhruf 43/33-35. 787 Bk. Cebeci, “Kur’an Sosyolojisi Üzerine Bir Deneme”, s. 32; Aydın, a.g.e., s. 134. 788 Bk. Bakara 2/202. 782 Bütün bunlara göre Kur’an, insanları dünya nimetlerinden istifade etmeye teşvik etmekte, ancak bunları gaye edinmemelerini istemektedir. Aslında dünya hayatının nimetleri cazibelerini, insanın yaratılışından gelen ihtiyaçlarına cevap verici olmalarından almaktadırlar; bu itibarla bizzat kötü ve kötülüğe itici değildirler. İnsandan beklenen, dünya nimetlerinin cazibesinin peşine takılıp, onları var oluş gayesi haline getirmesi değil, bunlara görevini yerine getirmesi için emrine verilmiş araçlar olmanın ötesinde bir değer atfetmemesidir. Yüce Allah, dünyaya aşırı meyli yasakladığı gibi aşırı ruhbanlığı da yasaklamıştır. Mükemmellik, her iki tarafı da hakkıyla yerine getirmededir. Kur’an’da dünya sevgisinin insanın fıtratında mevcut olan bir sevgi olduğuna ve daima dünya hayatının ahiret hayatına tercih edildiğine temas edilmektedir. Dünya hayatı gerçek mü’minler için bir aldanış metaı değil, bir kazanç metaıdır. Çünkü ahiretin ebedi nimetleri bu dünya hayatında kazanılır. Allah, insana yeryüzünü ıslah etme, onarma görevi vermesi itibariyle dünya hayatında yapılacak çalışma ve ilerleme büyük önem arz etmektedir. Ancak dünya hayatının aldatıcı yönü, süsü ve bataklığı önemsizdir ve Allah katında değersizdir. h. Mal Düşkünü Mal, denge noktasından sağa veya sola sapma anlamındaki meyl kökünden türemiştir. 789 Sürekli değişen ve ölümsüz olmayıp çabuk yok oluş özelliğinden dolayı mala bu isim verilmiştir. Mal hakkındaki şu söz de buna delalet eder: “Mal, bir kahpedir (vefasız kadın gibidir). Bir gün attar; bir gün de baytar evinde olur.” 790 Kur’an’da mal kavramı değişik türevleriyle 86 ayette geçmektedir. 791 Bir yerde Allah’ın malı insanlar için kıyam(geçim kaynağı) yaptığı ifade edilmektedir. 792 Ancak mal, bir vasıta olarak, insanın temel gayesi ve gayeleri için kullanıldığında olumlu bir anlam taşır. O, bir dünya süsüdür ki, ölümsüz değerlerin elde edilişine vasıta yapılmazsa negatif bir unsur haline gelir. 793 Demek ki, malın, servetin iyilik veya kötülüğü bizatihi değil, maksada nispetledir. Helalinden kazanılır ve ebedi saadet için harcanırsa makbul, aksi ise mezmumdur. 794 Mal, insanı Allah’ı anmaktan 789 İsfehânî, el-Müfredât (m-y-l md.), s. 783. İsfehânî, a.g.e., s. 784. 791 Abdülbâkî, el-Mu‘cemü’l-Müfehres (m-y-l md.), s. 855-857. 792 Bk. Nisâ 4/5; Nesefî, Tefsîru’n-Nesefî, I, 331. 793 Öztürk, Kur’an’ın Temel Kavramları, s. 347; Bk. Kehf 18/46. 794 Gazali, İhyâ, III, 522. 790 uzaklaştırarak sahibini bozgunculuğa ve ifsada zorlar: “Allah, kullarına rızkı bol verseydi, yeryüzünde azarlardı.” 795 Kişinin en zor imtihanlarından biridir. Mal, insanın nefsine sevimli gelir. Çünkü o, menfaatleri ve lezzetleri çekmek; zararlı ve elem verici şeyleri gidermek ve nefse ağır gelen Allah’ın razı olacağı genel menfaat ve hayır yollarında harcamak için bir alettir. 796 Malın Allah’a varmak için kullanılmaması, bir imtihan aracının kötüye kullanılmasıdır. Çünkü mal, Kur’an’da bir fitne olarak gösteriliyor. 797 Fitne, iyi ile kötüyü ayırmak için bir ayıklama yolu olduğuna göre mal bir imtihan aracıdır. 798 Bu şuurun yokluğu malı, bir oyun ve eğlence gibi kullanmayı insan hayatına sokarak hayatı eğlence ve başıboşluk şekline dönüştürür. Bu da şımarmaya ve azgınlığa yol açar ve sonuçta toplum çöker. 799 Malı, sonsuzluğu elde etmek için bir araç olarak kullanmayıp onu gaye haline getirmek insanoğlunun her devirde helakine sebep olmuştur. 800 Malı bir emanet ve araç olarak kullanmayıp onu ilah yapan ve bu sahte ilahıyla gururlanıp insanlara kibirle bakıp onları sömürenlerin sonu çok acıklı olacaktır. Çünkü son hesap gününde Allah insandan mal ve servet değil, temiz ve arı bir kalp isteyecektir. 801 İnsandaki mülk edinme içgüdüsü hayatta mühim roller oynar. Ancak haddi aşacak kadar arttığı zaman kötü bir bencilliğe varır. Bu iştiha doymak nedir bilmez. Bu illete tutulan fertler ve milletler huzur yüzü görmezler. Başkalarının hakkına tecavüzden çekinmezler. Sömürgecilik işte bunun en çirkin ve iğrenç bir örneğidir. Bu içgüdünün eksikliği ise başkalarının arzusuna boyun eğme, daha çok mülk edinmek isteyenlerin kulu olma neticesini doğurur. 802 Kur’an, malı Allah’ın bir lütfu olarak nitelemektedir. 803 Hatta Kur’an’da Hz. Süleyman’ın hayır uğrunda harcamak üzere övgü ile mal sevgisinden bahsedilmektedir. 804 Yine burada mal, hayr kelimesiyle ifade edildiği gibi hayr sözcüğü, mal (servet) sözcüğünün gerçek anlamdaşı olarak Kur’an’da birçok yerde 795 Şûrâ 42/27; Bk. Alak 96/6-7; Bk. Gazali, a.g.e., III, 524-526. Rıza, Tefsiru’l-Menâr, IX, 133. 797 Enfâl 8/28; Teğâbun 64/15; Bk. Rıza, a.g.e., II, 272. 798 Bakara 2/155; Âli İmrân 3/186. 799 Bk. İsrâ 17/16; Şûrâ 42/27; Hadîd 57/20; Alak 96/6-7; Öztürk, a.g.e., s. 348. 800 Bk. Bakara 2/69; Tevbe 9/55; Hümeze 104/3; Tebbet 111/2. 801 Bk. Tevbe 9/34,55; Şuarâ 26/88; Hâkka 69/28; Leyl 92/11; Hümeze 104/1-5. 802 Kutub, İnsan Psikolojisi, s. 376; Ayrıca bk. Cerrahoğlu, İsmail, “Kur’an-ı Kerim’in Öngördüğü Adalet Esasları”, Diyanet Üç Aylık İlmi Dergi, C. 29, Sayı: 2, Nisan-Mayıs-Haziran, 1993, s. 24. 803 Bk. Cuma 62/10. 804 Bk. Sâd 38/32. 796 kullanılır. 805 Bütün bunlardan dolayı Kur’an’da malın varlığına bir önemin atfedildiğini söyleyebiliriz. Nitekim milletlerin kuvvet ve iktidarı, dinin izzeti mal ile sağlanır. Bunun için Kur’an malın Allah yolunda harcanmasını, bir iman alameti olarak değerlendirmekte, cennetin kazanılmasını yer yer buna bağlamakta, malı israf etmekten, saçıp savurmaktan 806 ve amaç haline getirmekten sakındırmaktadır. Yine Kur’an, mal sahibinin malında fakirin doğrudan hakkı olduğunu beyan eder. 807 O halde mal sahibi onu insanlığın hayır ve hizmetine kullanmak zorundadır. İnsanın kendisini korumasıyla ilgili instektlerinde (içgüdü) hayvanla bazı ortak noktaları vardır. Ancak mülk edinme arzusu, insanda bulunup hayvanda bulunmayan veya en azından birçok noktalarda hayvanlarda bulunmayan yönleri olan insana has bir arzudur. İnsan kâinatta eşine rastlanmayacak biçimde geniş anlamlı bir mülkiyet duygusuna sahiptir. İnsan, mülk edinilmesi mümkün olan her şeyi ve herkesi kendi mülkiyetine alır. Bu mülkiyet ister hissi, ister manevi, isterse bilgi, düşünce ve fikir cinsinden olsun mülk sahibi olmak ona hudutsuz bir zevk verir. 808 Mal sevgisi, sahiplenme motivinden kaynaklanmaktadır. Sahiplenme motivi ve sonsuz yaşama motivi, İblis’in Hz. Âdem’i Allah’ın nehyettiği ağaçtan yedirmekle günaha düşürdüğü ve nefsine tesir ettiği iki önemli motivdir.809 Kur’an, birçok konuda sahiplenme motivine işaret etmesine rağmen 810 bu motivin doğuştan olup olmadığı belirtmez. Ancak insanın mala karşı aşırı düşkün olduğu belirtilir. 811 Bu da insandaki sahiplenme motivinin ve mal sevgisinin fıtri olduğu kanaatine götürür. İslam, dünyevi mala önem veren Yahudilikle, zahitliğe ve ruhaniyete önem veren Hıristiyanlık arasında orta bir yerdedir. İslam, insanlık toplumunu ıslah etmek, zenginliğin azgınlığından fakirliğin zilletinden insanlığı korumak için mal konusunda insanları adalet ve fazilete sevk etmiştir. 812 Malın insanı yüceltici ve erdirici bir güç olarak hayata girmesi, onun Allah yolunda harcanmasıyla sağlanır. Kur’an’ın pek 805 Bk. Bakara 2/180, 215, 272-274; İzutsu, Kur’an’da Dini ve Ahlaki Kavramlar, s. 287. Bk. A‘râf 7/31; En‘âm 6/141. 807 Bk. En‘âm 6/141; Zariyat151/9; Me‘âric 70/24. 808 Bk. Kutub, İnsan Psikolojisi, s. 252-254; Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, VIII,148. 809 Bk. Tâhâ 20/120 810 Bk. Âli İmrân 3/14; Fecr 89/20; Kehf 18/46; Hadîd 57/20. 811 Bk. Âli İmrân 3/14; Fecr 89/20; Âdiyât 100/8; Sahiplenme motivinin doğuştan olup olmadığına dair psikologların görüşleri için bk. Necati, Kur’an ve Psikoloji, s. 34. 812 Rıza, Tefsiru’l-Menâr, II, 28. 806 çok ayeti bu konuya parmak basmaktadır. 813 Ancak eğer mal cahiliye döneminde olduğu gibi gösteriş için harcanırsa bunun Allah katında hiçbir değeri yoktur. 814 Kur’an, mal yığıp depolama illetinin tipik temsilcileri arasında Firavun, Karun gibi azmışların yanına din adamlarını da koymaktadır. Ayette inançlarını beş paralık ederek mal yığan, altın ve gümüş hazinelerini doldurmak için yalanlar uyduran hahamlar ve rahiplerden müteşekkil din adamları sınıfını yermektedir. Hıristiyan ve Yahudi din adamlarının anılmasıyla tüm din temsilcilerinin de aynı hataya düşmemeleri için dikkatleri çekilmektedir.815 Komünizmin insanlığın başına musallat oluşunda kilise ve havranın bu tavrı önemli bir rol oynamıştır. Komünizm, kilise ve onun himayesinde oluşan kapitalist zulme bir tepki olarak doğmuştur. 816 Kur’an, mal sebebiyle azmış milletlerin hikâyelerinden bahseder. 817 Ayrıca, İsrail oğulları ve Mısır halkının mala karşı zaaflarını, o dönemde mal ile şımarmış olan Karun’a gıpta etmelerini anlatmakta 818 ve Mekke müşriklerinin de iman etmeme sebeplerinden birinin, mala olan aşırı düşkünlüklerinin olduğunu vurgulamaktadır. 819 Kur’an, mala aşırı derecede düşkünlüğün sebep olduğu rüşvet, hırsızlık ve eksik tartma gibi sapmalardan da bahseder. 820 İnsandaki bu aşırı isteklerin dengeli ve olumlu bir duruma getirilebilmesi ancak insanın, ruhunu olgunlaştıran, yücelten iyi bir eğitim almasıyla mümkündür. Kişi, mal, mevki ve soy ile değil, yaptığı işlerle değer kazanır. Çünkü yapılan işlerin ne niyetle yapıldığını ancak Allah bilir. Dolayısıyla kişinin değeri ruhunda, ahlakındadır. Çoğu kez insana cazip gelen mal ve mevkiin, sonunda şer; zoruna giden yoksulluğun da hakkında hayırlı olduğu görülür. Sonuç olarak mülk edinme, insana has bir arzudur. Kur’an, malı Allah’ın bir lütfu ve imtihan aracı olarak değerlendirip mal sahibinin malında fakirin doğrudan hakkı olduğunu beyan ederek mallarını zenginler arasında dolaşmaktan koruyup Allah yolunda harcamalarını istemektedir. Yine Kur’an, insanların mala aşırı düşkün olduklarını belirterek malı amaç haline getirmekten ve saçıp savurmaktan sakındırmaktadır. O halde Kur’an’a göre mal bizatihi iyi veya kötü olmayıp o, ıslah ve ifsada, hayır ve şerre, iyilik ve kötülüğe bir vesiledir. 813 Bk. Bakara 2/261-274; Nisâ 4/95; Enfâl 8/72; Tevbe 9/44-111 Öztürk, a.g.e., s. 349.. Bk. Beled 90/6-7; Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, X, 480-481; XI, 72. 815 Bk. Mâide 5/62-63; Tevbe 9/34-35; Halil, İmaduddin, Sosyal Adalet, Trc. Said Aykut, Şule Y., İstanbul, 1993, s. 59-60. 816 Öztürk, Kur’an’ın Temel Kavramları, s. 349-350. 817 Bk. Nûh 71/,21 818 Bk. Kasas 28/76-82. 819 Bk. Kasas 28/57. 820 Bk. Tevbe 9/34; Yûsuf 12/77; Rahmân 55/7-9; Mutaffifîn, 83/2-4; Aydın, a.g.e., s. 148-150. 814 i. Cimri Cimrilik, muhafaza içgüdüsünün fesada uğraması veya bozulmasıdır. Tasarruf etme eğilimi insanlarda bulunan tabii bir haldir. Böylece fert gelecekteki emniyetini temin gayesiyle hareket eder. Ama cimrideki tasarruf bu gayeyi aşar. Cimrilik, psişik bir dengesizliğe tekabül eder ve ekseriyetle komplekslerle bir alakası vardır. 821 İnsan mal sevgisini ahlakî kayıtlardan uzak bir tutumla hırs kalıbına sokarsa cimrilik meydana gelir. Mal konusunda muhteris ve zayıf olan insanı ancak ahlak kuralları ve değer yargıları frenleyebilir. Kur’an’da cimrilik, kutûr, şuhh ve buhl kelimeleriyle ifade edilmektedir. Kutur, malda cimrilik etmek demektir. 822 Buhl ile aynı anlamdadır. Bu kelime, Furkan suresi 67. ayetinde kişinin sahip olduğu şeyleri dikkatsizce çarçur etmesi demek olan israfın zıddı olarak kullanılmasıyla cimriliğin son derecesini temsil ettiği anlaşılmaktadır. 823 İsfehânî ve İbn Manzûr şuhhu adet haline gelmiş hırsla beraber olan buhl olarak tanımlarlar. 824 Şuhh, güçlü bir kötüleme yahut tasvip etmeme öğesi taşıyıp cimriliğin yahut tamahkârlığın son derecesi anlamındadır. Buhl ile arasındaki farka gelince, bazıları buhlu, maldaki cimriliğe, şuhhu da mal ve diğer iyiliklerdeki cimriliklere tahsis etmişlerdir. 825 Yine buhl’un cimrilik hareketinin kendisini gösterdiği, şuhh’un ise, insanın fıtratında mevcut olan, cimrilik fiilini işlemeye sevk eden psikolojik bir duyguyu ifade ettiği söylenmektedir. 826 Bu sözcüğün Kur’an’daki kullanımı ise bu yorumu teyit eder görünmektedir. Kur’an’ın şuhh’u, insan ruhunun öz doğasına atıfta kullanması son derece önemlidir: 827 Cimrilik ve açgözlülük münafıklarda çok bariz ve katmerli olduğundan, bu hususta tabiatlarını çok zorladıkları gerekçesiyle Kur’an onlardan bahsederken bu kelimenin sıfat-ı müşebbehe kipi olan eşihha kelimesini kullanır. 828 Aynı şekilde Kur’an’da cimrilik, inkârcıların temel karakteri olarak belirtilir. 829 Kendilerine güvenmeyen kimseler başkalarına da güvenmezler. Böyle bir tavrın kaçınılmaz sonucu, haset ve cimrilik gibi karakter özelliklerinin ortaya çıkmasıdır. 830 Cimrilik bir yandan harislik ve boş gururla bir bağlantısı vardır; öbür yandan da hasetle yakından ilgilidir ve genellikle onun suç ortağıdır. Cimrilik deyince yalnızca para biriktirme şeklinde ortaya çıkan bir açgözlülük değil, genellikle bir insanın başkasına zevk vermemesi, zaman ya da iş bakımından cimri davranması, topluma ve başka insanlara karşı takındığı tavırda cimri davranması gibi belirtilerle ortaya çıkan daha genel cimrilik şekilleri de anlaşılır. 831 Nitekim bir ayette şöyle buyrulur: “Bunlar cimrilik ederler ve insanlara da cimriliği emrederler. Allah’ın kendilerine lütfundan verdiği nimeti gizlerler. Biz kâfirlere 821 Altıntaş, “Psikoloji Sözlüğü Üzerine Deneme”, XXXI, 36. İsfehânî, el-Müfredât (k-t-r md.), s. 677. 823 İzutsu, Kur’an’da Dini ve Ahlaki Kavramlar, s. 121. 824 İsfehânî, a.g.e. (ş-h-h md.), s. 446; İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab (ş-h-h md.), VII, 42. 825 İbn Manzûr, a.y. 826 Râzî, Tefsîr-i Kebîr, XXI, 412; Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, IX, 355; İzutsu, a.g.e., s. 121. 827 İzutsu, Kur’an’da Dini ve Ahlaki Kavramlar, s. 121; Bk. Nisâ 4/128; Haşr 59/9; Teğâbûn 64/16. 828 Bk. Ahzâb 33/19; Öztürk, Kur’an’ın Temel Kavramları, s. 551; Aydın, a.g.e., s. 104. 829 Bk. Mâ‘ûn 107/1-3. 830 Adler, İnsan Tabiatını Tanıma, s. 312. 831 Adler, a.g.e., s. 371-372. 822 alçaltıcı bir azap hazırladık.” 832 Tâberî’nin de benimsediği bir görüşe göre, bu ayet, Yahudiler hakkında inmiştir ve burada ifade edilen cimrilikten maksat ise Yahudi din adamlarının Hz. Peygamber’in Tevrat’taki isim ve sıfatlarını insanlardan gizlemeleridir. 833 Cimriliğin mal dışında olabileceğine diğer bir örnek de şu ayettir: “Eğer bir kadın, kocasının huysuzluğundan yahut kendisinden yüz çevirmesinden korkarsa, anlaşma ile aralarını düzeltmelerinde ikisine de günah yoktur. Barış daima iyidir. Zaten nefisler cimriliğe hazır duruma getirilmiştir (insanın mayasında cimrilik vardır.)” 834 Râzî’ye göre bu ayetteki uhdireti’l-enfüsü’ş-şuhh ifadesi, “cimrilik nefislerin ayrılmaz vasfı kılınmıştır, nefislere cimrilik damgası vurulmuştur.” anlamındadır ve karı koca ilişkilerinde cimri davranmayı ifade etmektedir. 835 Bugünün uygarlığında hemen herkes hiç değilse bazı cimrilik belirtileri göstermektedir. Ortalama bir insanın yapabileceği en iyi şey, cimriliğini gizlemek ya da abartılmış bir cömertlikle örtbas etmektir. Bu ise sadaka vermek vb. cömertçe birtakım davranışlara başvurarak kendini başkalarına daha üstün bir hale getirmeye çalışmak, başkalarını küçülterek kendi kişilik-duygusunu yükseltmek şeklinde ortaya çıkmaktadır. 836 Kur’an ise gösteriş için yapılan harcamaları kınayarak, yapılan bütün iyiliklerin Allah rızası için yapılırsa makbul olacağını belirtmektedir. Kur’an’da şeytanın insana cimriliği emrettiği belirtilir: “Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve size çirkin şeyleri yapmayı emreder…” 837 Bu ayetteki fehşâ’ kelimesi cimrilik diye tefsir edilmiştir. Yani şeytan sizi fakirlikle korkutarak Allah yolunda infaktan engeller ve kötülüğü ve zararı açık olan cimriliği emreder. 838 Cimrilik, psikolojik bazda bazı menfi ve zararlı sonuçlar doğurmaktadır. Nitekim cimriler zalimlerden daha gaddar olabilmektedir. Bu yüzden cimriler, büyük oranda ruh bazında huzursuz olmakla birlikte, toplum tarafından da daima nefret ile karşılanmaktadırlar. Cömert bir insan ise huzurlu olur ve toplumda bıraktığı güzel intibadan ötürü ayıpları gizlenir. Cimri bir insan, ne kadar taş yürekli olsa da, çevresindeki ihtiyaç sahiplerinin kötü durumlarını görünce buna üzülmekten kendini alamaz, para harcamak ister; ancak gönlündeki şiddetli cimrilik onu bundan alıkoyar. Bundan dolayı devamlı bir surette vicdanı ile çarpışır durur. Bu da, cimriliğin ruhta büyük huzursuzluğa kaynaklık eden bir hastalık olduğunu ortaya koymaktadır. 839 Hadislerde cimriliğin, ruhu kemirerek büyük günahlara sürüklediği vurgulanmaktadır: “Cimrilikten sakınınız, zira cimrilik sizden öncekileri helak etmiştir. Onları birbirlerinin kanlarını dökmeye, Allah’ın haram kıldığı şeyleri helal görmeğe sevk etmiştir.” 840 Demek ki cimrilik, dini tahrif eder, topluma zulmü getirir, toplumun düzenini bozar ve böylece toplumun helak olmasına sebep olur. 832 Nisâ 4/37. Tâberî, Tâberî Tefsiri, II, 530. 834 Nisâ 4/128. 835 Râzî, Tefsîr-i Kebîr, VIII, 351; Ayrıca bk. Yazır, Hak Dîni, III, 33. 836 Bk. Adler, a.g.e., s. 372. 837 Bakara 2/268. 838 Rıza, Tefsîru’l-Menâr, II,274. 839 Aydın, a.g.e., s. 106-107; Konuyla ilgili hadis için bk. Buhari, Zekât 28, 121, Cihad ve Seyr, 89. 840 Müslim, Birr, 15, no: 2578 (III, 1996); Müsned, III, 323. 833 Cimrilik, Allah’ın en çok sevmediği huylardandır. Geçtiği hemen her ayette, Allah’a güvensizliğin, nimetleri saklamanın bir sonucu gibi gösterilir. 841 Allah, cimriliğe sapanlarla, kendini müstağni görenlere hayatı zorlaştıracağını bildirir. 842 Zaten harcamayan kişi, iş yaptıramaz, birçok ağır işi kendisi yapmak zorunda kalır. Kur’an’da birikmiş mülkün insanın biriktirme eğilimini perçinlediğine, biriktirdikçe biriktirme eğiliminin gelişeceğine işaret edilir: “Ona iyilik dokununca pinti kesilir.” 843 Bu ayet bir yandan insanı cimrilikle niteleyip nefsin cimriliğine karşı müminleri uyarırken diğer yandan da cömertliğe ve diğerkâmlığa sevk eder. Cimriliğin karşıtı israftır. Kur’an, her bakımdan olduğu gibi mal harcama konusunda da aşırı uçlardan sakınmayı, orta yolda yürümeyi, ölçülü harcamayı emreder: “Ve harcadıkları zaman ne israf ederler, ne de cimrilik ederler; harcamaları bu ikisinin arasında dengeli olur.” 844 “Elini boynuna bağlanmış yapma, tamamen de açma, sonra kınanır, hasret içinde kalırsın” 845 Eli boyna bağlamak, cimrilikten; büsbütün açmak da savurganlıktan kinayedir. Gerek cimrilik, gerek savurganlık, insanın mutsuzluğuna sebep olur. Ayetin sonundaki: “Kınanmış olarak üzüntü içinde oturursun” cümlesindeki “melûm: kınanmış” sözcüğü, cimriliğin getireceği sonuca, “mahsûr: üzgün” sözcüğü de savurganlığın getireceği sonuca işaret etmektedir. 846 Bir ayette insanın cimriliği şöyle anlatılır: “De ki: Eğer siz, rabbimin rahmet hazinelerine sahip olsaydınız, harcamaktan korkarak tutardınız. Gerçekten insan çok cimridir.” 847 Başka bir ayette ise Allah’ın insandan malının hepsini vermesini istese, insanın cimrilik edeceği; mal düşkünlüğünden kaynaklanan kininin ortaya çıkacağı bildiriliyor. 848 İnsanın manen arınması için cimrilikten korunması gerekir. Bundan dolayı Allah insandan malının tamamını değil, sadece zekât, sadaka olarak bir miktarını vermesini istemiştir. Kur’an ifadeleri insan fıtratı ve evrende geçerli olan kanunlar hususunda önemli incelikler verir. Bunlardan biri de, Kur’an’ın malın zekâtı(temizliği) dediği ve çoğu yerde mal tezkiyesiyle(temizliğiyle) beraber, nefis tezkiyesinin zikredildiği cimrilikten sakındıran ifadelerdir. Nitekim bir yerde oluşan su birikintisinde devri daimi sağlayacak olan kollarının olmadığı zaman, bu durum, suyun kokuşmasına sebebiyet verdiği gibi mal ve mal sevgisinin de nefislerdeki ağır baskısı, sudaki kokuşmuşluk gibi müzmin dertlere dönüşmektedir. Bunun için Kur’an’da malî iyilikte bulunmak, hem nefis hem de servet için bir temizlik olarak ifade edilmektedir: “O ki malını hayra vererek arınır.” 849 Ayrıca vücudun kirli kanının verilmesi neticesinde, onda daha da güzel ve temiz kanın oluşumu sağlandığı gibi, zekât ve maldan sadaka verilmesi de insana yeni ve temiz rızk kapısını açmaktadır. 850 841 Bk. Âli İmrân 3/180; Tevbe 9/76; İsrâ 17/100; Muhammed 47/37-38. Bk. Leyl 92/8. 843 Me‘âric 70/21; Ayrıca bk. Hümeze 104/1-3. 844 Furkân 42/67. 845 İsrâ 17/29; Ayrıca bk. İsrâ 17/26-27. 846 Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, VIII, 444-445; Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, X, 72-73. 847 İsrâ 17/100. 848 Bk. Muhammed 47/36-38. 849 Leyl 93/18. 850 Aydın, Kur’an’da İnsan Psikolojisi, s. 105-106. 842 Kur’an, cimrilikten sakındırdığı gibi cömertliği de emreder. Cömertlik, insanın muhtaç olmadığı şeyi ihtiyacı olanlara ve olmayanlara vermektir. Kendisi muhtaç olduğu halde başkasına vermesi şüphesiz daha mühimdir. Cömertlik, kendisi muhtaç olduğu halde başkalarını tercihe kadar yükseldiği gibi, cimrilik de kendisi muhtaç olduğu halde kendi ihtiyacına da sarf etmemek derekesine kadar düşer. Nice cimriler var ki hastalandıkları halde paranın üzerine yatar ve tedavi çarelerini araştırmazlar. Canının istediği pek çok şeyleri alabileceği halde cimriliği sebebiyle bunları almaz, fakat başkası kendisine aldığında ağzının suyunu akıtarak yer. İşte bu kendisine bile cimri. Öteki ise kendisi muhtaç iken başkasına cömert, başkasını kendi üzerine tercih eder. 851 Kur’an, bu tip cömert insan yetiştirmeyi hedefler. Câhiliye devrinde cömertliğin, asilzadeliğin ifadesi olan kerim, İslam’ın gelişiyle oluşan yeni semantik alanın etkisiyle tamamen farklı bir anlam kazanmıştır. Cömertlik kavramı derin bir değişikliğe uğramıştır. Buna paralel olarak kerim kelimesi, servetini körü körüne, düşüncesizce, gösteriş için sarf etmek 852 yerine; en büyük şeref olan Allah’ın rızasını kazanmak(fisebilillah) için malını sarf etmekte tereddüt etmeyen, israf ile cimrilik arasında bir yol tutarak 853 mutluluğa ermek isteyen, takvaya göre hareket eden kimseler için kullanılmıştır. 854 Cimriliğin ruhtaki tesirine temas eden bir ayette, bir kölenin azat edilmesi, açlık zamanında bir yetimi, fakir birini doyurmanın adeta sarp bir yokuşu tırmanmaya benzetilmesi, cimriliğin ruhta olan en köklü bir zaaf olduğunu, izalesinin başarılması için çok büyük bir çabanın gerektiğini ortaya koymaktadır. 855 Cimriliğin tedavisi, Allah sevgisi ve kanaatle olur. Allah’ın rızasını talep etmekle gayri meşru kazançtan, kanaat etmekle rızk endişesinden, sebat etmekle de cimrilikten insan kurtulur. 856 Yine her illetin ilacı sebebinin zıddı iledir. Cimrilik de mal sevgisinden doğar. Kişi mal sevgisinin sebeplerini araştırıp bunların zıddını yaparak mal sevgisinden kurtulursa cimrilikten de kurtulur. Aza kanaat, sabır, uzun kuruntuları azaltmak, ölümü çok anmak, çocuğuna fazla mal bırakmayı düşünmeyip onun rızkına Allah’ın kefil olduğunu bilmek, nice çocukların anadan babadan bir şey bulmadıkları halde bulanlardan daha refah yaşayış sürdüklerini bilmekle, servetin çocuğu kötülüğe sevk edebileceğini hatırlamakla, cimrilik hakkında varit olan haberleri fazla okumak ve dinlemekle, cimrilerin uğrayacakları cezaları düşünmekle cimriliği tedavi eder. Yine sevgiliden uzaklaşmakla aşkın kaybolacağı gibi, cimrilik vasfı da kendini vermeğe zorlamakla yok olur. 857 Sonuçta insan, ancak ilâhî gerçekler ışığında terbiye edilirse cimrilik hastalığından kurtulup, yoksul kimseleri kendine tercih edecek bir mükemmelliğe erişebilir. Netice itibariyle tasarruf etme eğilimi insanlarda bulunan tabii bir haldir. Ancak aşırı cimrilik, ruhî bir dengesizlik olup harislik, haset ve boş gururla bağlantısı vardır. Cimrilik, yalnızca para 851 Gazali, İhyâ, III, 569-570. Bk. Bakara 2/264. 853 Bk. İsrâ 17/29-31; Furkân 25/67. 854 İzutsu, Kur’an’da Allah ve İnsan, s. 57-58. 855 Bk. Beled 90/11-16; Aydın, a.g.e., s. 105. 856 Çetin, İnsan ve Vazifesi, s. 18. 857 Gazali, İhyâ, III, 577-578; Cimrilik hakkında geniş bilgi için bk. Gazali,a.g.e., III, 540-582. 852 biriktirme şeklinde ortaya çıkan bir açgözlülük değil, topluma ve başka insanlara karşı takınılan tavrında cimri davranma vb şekilleri vardır. Kur’an’da insan nefsinin cimriliğe hazır hale getirildiği belirtilerek cimrilik, kâfirlerin ve münafıkların temel karakteristik özelliklerinden biri olarak sunulmak-tadır. Kur’an, insanları cimriliğin her çeşidinden ve israftan sakındırdığı gibi dengeli olmayı ve insanlara karşı gösterilecek her türlü cömertliği emretmektedir. j. Hevâ ve Zannına Uyan Sözcük olarak hevâ, yükseklere çıkmak, yüksekten aşağı düşmek, 858 şahinin inişi gibi hızla süzülüp inmek, mahvolmak, rüzgâr esmek, yıldızların doğuşu ve batışı, kabın boş olması gibi anlamlara gelir. 859 Nefsin unsurlarından olup nefsin bir eylemini ifade den 860 hevâ, nefsin şehvete olan meylidir ve şehvetlere meyleden nefs için de kullanılır. Nefsin böyle isimlendirilmesi, sahibini dünyada bütün çirkeflere, ahirette de hâviyeye (cehennem azabına) yöneltmesinden dolayıdır. 861 Hevâ’ ise, yerle gök arasındaki şey (hava) anlamındadır. “(O gün) bakışlarını dikerek koşarlar, bakışları kendilerine dönmez (öyle donup kalmıştır sanki). Yüreklerinin içi de bomboş havadır.” 862 ayetindeki hevâ’ da bu manadadır. Zira gönülleri boş olması bakımından hava mesabesindedir. 863 Hevâ, kökeni itibariyle “düşüş” anlamını hissettirmesi itibariyle istenilen davranış seviyesinden bir düşüştür. İnsanın yücelikten basitliğe düşmesidir. 864 İslam öncesi kullanışta da hevâ, insanı şaşkına çeviren kara sevda (aşka düşme) anlamına gelirdi. 865 Arzu, iştiha (istek, heves) yahut işret demek olan şehvet de hevânın anlamdaşıdır. Bu sözcük, bazı konumlarda hevâ ile yer değiştirebilmektedir. 866 İnsan hayatını düzenlemede dinin karşısına çıkışların genel adı hevâdır. Bir vahye dayalı düzen vardır; bir de hevâ vardır. Üçüncüsü yoktur. 867 Hevâ, insan nefsinin şehvetlerinden ve hayvani iştihadan doğan doğal eğilimi olmakla beraber, aynı zamanda insanı her türlü isyana götüren zaafın itici gücüdür; her türlü belanın, rezilliğin, kötülüğün kaynağıdır. İnsanın yaşamı boyunca başını kayadan kayaya çarptıran, beladan belaya uğratan bir duygudur. 868 Hevâ güdüleri, dini güdülere aykırı olarak, insanı ilahi ve yüce bir amaca değil, kişisel tatmin ve zevke yönelten ve muhtevasını mal edinme, yeme-içme, cinsellik arzusu gibi istek ve duyguların oluşturduğu sırf dünya hayatına dönük eğilimlerdir. 869 858 İsfehânî, el-Müfredât (h-v-y md.), s. 849. Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, s. 303. 860 Bayraklı, İslam’da Değişim, Gelişme ve Kalite Kavramları, s. 147. 861 İsfehânî, a.g.e., s. 849. 862 İbrâhîm 14/43; Bu ayet bize şunu da ifade eder: Kibrinden dolayı aklını kullanıp doğru yoldan gidemeyen insanlar, kafaları havada gezinip dururlar. Beyinlerini çalıştırmazlar, kendi güçlerine güvenirler. Bu tip insanlar kendilerini göremezler, kendi benliklerini duyup anlayamazlar. Çünkü onların gönülleri boştur. Güzelliklerden, iyilikten anlayıştan, düşünceden boş olan gönüller, öteki dünyada da boş olacaktır. İşte ayet hevâ’ denen bu boşluğa dikkat çeker. Bk. Bayraklı, a.g.e., s.148. 863 İsfehânî, a.g.e., s. 849-850. 864 Bk. A‘râf 7/176; Mir, Kur’anî Terimler ve Kavramlar Sözlüğü, s. 84; Öztürk, a.g.e., s.169. 865 İzutsu, Kur’an’da Allah ve İnsan, s. 76-77. 866 İzutsu, Kur’an’da Dini ve Ahlaki Kavramlar, s. 118-119; Bk. Nisâ 4/27; Meryem 19/59. 867 Öztürk, Kur’an’ın Temel Kavramları, s. 170. 868 Aydın, Kur’an’da İnsan Psikolojisi, s.204 869 Hökelekli, Din Psikolojisi, s. 43. 859 Kur’an’da hevâ (çoğulu ehvâ’) sözcüğü türevleriyle birlikte 38 yerde geçer. 870 Kur’an metninde bu kelimenin hiç değişmeyen anlamı, “insanı doğru yoldan saptırması kaçınılmaz olan şer bir temayül”dür. Böylece Kur’an’da hevâ, ilmin, yani hakikatten beyan olunan bilginin zıddını oluşturmaktadır. 871 Kur’an, hevâyı delaletin başlıca ve en yakın nedeni olarak zikretmektedir. 872 Kur’an’a göre hevâ, yani kişinin şehvet ve kaprisleri gurura; gurur da hakikatin reddine ve adaletsizliğe yol açar. 873 Peygamber hevâsından konuşmaz, 874 yani tebliğ ettiği kitap kendi hayalinin ürünü değil Allah’ın vahyidir. 875 Kur’an, bu sözcüğü yok oluş, 876 yukarıdan aşağı düşüş, 877 boşluk içinde bocalamak ve ne yaptığını bilmez şekilde davranmak, 878 ilmin ve hidayetin zıddı anlamlarında kullanır 879 ve nefsin şehvetlere eğilimi, keyfe düşkünlük, şehvete düşkün ve ilim sahibi olmadan sahibine hükmeden nefs anlamında kavramlaştırır. Böylesi bir nefs şehvet ve keyiflere düştüğü gibi, sahibini de diklemesine baş aşağı uçurumlara ve Cehennem çukuruna (haviye) düşürür. Aslında nefs, normalde şehvet sahibi olmak durumundadır; fakat bu şehvet ilme tabi olduğunda fıtri bir nitelik kazanır ve günah olmayan yararlı yönlere kanalize edilir. Sözgelimi, karşıt cinse duyulan arzu nikâhla adeta bir ibadet haline getirilir. Fakat nefs bütünüyle sınır tanımaz şehvet ve arzulardan ibaret bir hale gelirse, o zaman sahibini saptırır ve dünyada da ahirette de felaketlere yuvarlar. İşte hevâ kelimesi bu tür bir nefsi ifade eden özge bir kavram haline gelmiştir. 880 Hevâya tabi olma, nefsin eğilimlerinin etkisinde kalma, insanın görüşünde ve yargıda bulunurken yanlı davranmaya neden olmakta ve bu da genel olarak fikir yanılgısına yol açmaktadır. 881 Kur’an, vahyi dışlayarak her türlü çözümü akıldan beklemenin insanı hevâya esir edeceğini ve bunun da insan hayatını sübjektif çekişmelere yenik düşürerek rahatsızlıklara yol açacağını söyler. 882 Kur’an, hevâya karşı insanı mücadeleye, onu dizginlemeye yöneltir. İnsan ruhunda her ne kadar hevâya meyletme hissi bırakılmışsa da, mücadele edebilecek yetenek ve kuvvet de bahşedilmiştir. Allah’ın yüce makamını ve onun eşsiz azameti karşısında hesap vereceğini düşünme, insanı hevâya tabi olmaktan kurtarabilir. 883 Hevânın yerleştiği bir kalp, başta şirk olmak üzere, her türlü kötülüğün beşiği olmaya adaydır. Böyle bir benlik giderek hevâyı kendine ilah yapar. Kur’an, hevâya tabi olmayı, hevâyı ilah edinmek olarak değerlendirir: “Hevâsını tanrı edinen ve Allah’ın bir bilgiye göre saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünün üstüne perde çektiği kimseyi gördün mü?” 884 Kişinin hevâsını tanrı edinmesi ile 870 Bk. Abdulbaki, el-Mu‘cemü’l-Müfehres (h-v-y md.), s. 908-909. İzutsu, Kur’an’da Dini ve Ahlaki Kavramlar, s. 191; Bk. Bakara 2/120, 145; Rûm 30/29. 872 İzutsu, a.g.e., s. 118; Mir, a.g.e., s. 84; Bk. Mâide 5/77; En‘âm 6/56; Kasas 28/50. 873 Bk. Bakara 2/187; Nisâ 4/135. 874 Bk. Necm 53/3. 875 Bk. Mir, a.g.e., s. 84; Necm 53/4. 876 Bk. Tâhâ 20/81. 877 Bk. Hac 22/31. 878 Bk. İbrâhîm 14/43; Enfal 6/71. 879 Aydın, Kur’an’da İnsan Psikolojisi, s. 204. 880 Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, s. 304. 881 Bk. Necati, Kur’an ve Psikoloji, s. 128. 882 Bk. Kehf 18/28; Kasas 28/50; Sâd 38/26; Öztürk, a.g.e., s. 169. 883 Bk. Nâzi‘ât 79/40-41; Şems 91/7-10. 884 Câsiye 45/23; Ayet hakkımdaki değişik yorumlar için bk. Tâberî, Tâberî Tefsiri, VII, 384-385; 871 ilgili psiko-lojik süreç şu şekildedir: “Nevrozlar (para ve iktidar hırsı ve kadın düşkünlüğü gibi) belli bir tutkunun bireye egemen olması ve onun kişiliğinden ayrılmamasıyla ortaya çıkar ve giderek bireyi bir kuvvet olarak yönetmeye başlar. Tutku kişinin kahramanı, tanrısı olmuş; kişi ona yenik düşmüştür. O artık varlığının bir parçasına mahkûmdur; kendinde kalan her şeyi bu arzusunun emrine verir; bu arzu güçlendikçe kişi güçten düşer ve bir parçasının kölesi haline geldiği için kendi kendine karşı yabancılaşır.” 885 Nefis sevgisi, kadın sevgisi, mal sevgisi ve meşhur olma sevgisi gibi kontrol altına alınması gereken birçok şehvet vardır. Bunlar bir kişide aynı ölçüde bulunmazlar. Fakat herkesin hayatında bunlardan belli bir ölçüde bulunur. 886 Kur’an, çoğul olarak hevâsına tabi olanlardan bahsederken hevâ kelimesinin çoğul şekli olan ehvâ’ sözcüğünü kullanır. Bununla her hevâsına uyanın diğerinden farklı bir hevâsı olduğuna dikkat çekilir. 887 Yine Kur’an’da 17 yerde geçen bu kullanım bize Kur’an’da kullanılan hevâ kavramının genellikle nefse hoş gelen şehvet, zan, haset gibi bütün eğilimlerini kapsadığını ifade etmektedir. 888 İlmin zıddına hareket ederek bu şekilde hevâya tabi olmak, kişinin mana planında körelmesi demektir. Kur’an’da bu konuda daha önce ilimce yüksek bir payeye sahip olan ve sonra hidayetten yüz çeviren biri anlatılmaktadır. Bu şahsın ilmin gereğini yapmak yerine hevâsına tabi olmasının neticesinde maneviyatta körelip maddede saplanıp kalışı özellikle vurgulanmıştır. 889 Şeytanın bir insanın akıl ve şuurunu çalarak, hevesini, isteğini kendisine hoş gösterdiği gibi 890 hevânın bizzat kendisi de insanı kötü manada etkiler. Sâd Suresinin 26. ayetinde Yüce Allah şöyle buyurur:“Ey Dâvûd! Biz seni yeryüzüne halife yaptık. O halde insanlar arasında adaletle hükmet. Hevâ ve hevese uyma, sonra hevâ seni Allah yolundan saptırır…” Hevâ, nefsin öylesine güçlü bir unsurudur ki, peygamberi bile etkileme ihtimali vardır. Tabi olunduğunda insanı ilahi yoldan saptıracak kadar etkili bir güçtür. Ayet, insanın hevâsına niçin uyduğunun psikolojik tahlilini de yapar: Davranışlarının bir gün hesabını vereceği olgusunu unutmasıdır. 891 Nefsin hevâsı, yani tutkusu, kâinatı ve içindekileri fesada uğratacak bir güce sahiptir. 892 Arzular hem çok hem dağınıktır. Her an ortaya çıkıp kaybolan arzu ve istekler, düzen ve istikrarı bozmaya elverişlidirler. 893 Ancak insanların ve cinlerin şeytanlarının, iman sahibi Allah’a sığınan ve kendisine hâkim olup güçlü davrananlar üzerindeki hilesi zayıf kaldığı gibi, 894 hevâ ve hevesin hilesi de, Allah’tan korkan, O’na sığınan akıl üzerinde zayıf olur. 895 Fakat şeytanın faaliyeti yalnızca insandaki Ayetteki hateme ‘alâ ifadesinin açıklaması için bk. Aydın, a.g.e., s. 205. Fromm, Erıch, Çağımızın Özgürlük Sorunu, Trc. Bozkurt Güvenç, Özgür İnsan Y., Ankara, 1973, s. 61. 886 Gazali, İslam’ın Manevi Boyutu, s. 111. 887 İsfehânî, el-Müfredât, s. 849. 888 Aydın, Kur’an’da İnsan Psikolojisi, s. 204. 889 Bk. A‘râf 7/175-176. 890 Bk. En‘âm 6/71. 891 Bk. Bayraklı, İslam’da Değişim, Gelişme ve Kalite Kavramları, s. 147. 892 Bk. Mü’minun 23/71. 893 Bk. Bayraklı, a.g.e., s. 149. 894 Bk. Nahl 16/99-100. 895 İsfehânî, İnsan, s. 79. 885 şehvet, gazap vb. eğilimleri kullanarak 896 günahları süslemek olup insan üzerinde bir yaptırım gücü olmamasına rağmen, nefsin kötülüğü emredici özelliği olması 897 dolayısıyla onun unsuru olan hevânın da emredici özelliği olduğu ortaya çıkar. Bu açıdan hevânın etkisi şeytanın etkisinden daha fazladır. Hevânın, şehvet ile yakın bir anlam bağı bulunmaktadır. Şehvet, nefsin zevk duyduğu şeylere karşı, meyletmesidir. 898 Kur’an da insana süslü gelen şeyleri şehvet olarak nitelendirir. 899 Bundan dolayı şehvet, hevâ ile paralellik arz etmektedir. Ancak şehvet helal ve mubah şeylere de yönelmesi noktasında hevâdan ayrılmaktadır. İslam, içgüdüleri ve doğuştan gelen duyguları pis ve şeytani saymaz, ortadan kaldırılmasını veya devamlı surette bastırılmasını tavsiye etmez; içgüdülerin ve fizyolojik ihtiyaçların yalnızca denetim altına alınmasına çalışır. Seyyid Kutub’un ifade ettiği gibi, günümüzde insanın şehevi arzularını baskı altına almaktan psikolojik bunalımlardan söz edenler, bu bunalımların sözü edilen duyguların “denetim altına alınması”ndan değil, onları baskı altında tutmaktan kaynaklandığını kabul etmektedir. Bu ise doğuştan gelen duyguları pis olarak değerlendirmek ve onları kökten reddetmektir. O da insanı birbirine aykırı iki taraflı baskı altına sokar. Bu çatışma atmosferinde “psikolojik kompleksler” oluşur. İslam’ın insan bünyesini, beşerî psikolojinin iki ucu arasındaki çatışmadan uzak tuttuğunu görürüz. 900 Kur’an ayetleri bir yandan insandaki fıtri istek ve arzulardan bahsederken diğer taraftan da Allah katındaki zevk ve lezzetlerin daha sürekli olacağına işaret ederek 901 şehevi arzularını ön planda tutup onların arkasından yürüyen kimseler için acı bir sonun var olduğunu vurgular. 902 Nefsin arzuları çok ve çeşitli olduğu için onları temin etmek her zaman mümkün değildir. Temin edememe tatminsizliğe yol açtığı için psikolojik rahatsızlıklar söz konusu olur. İnsanın hevâsından korunması için kendini tanıması gerekir. Kendisini iç gözlem, ilahi vahiy ve çevresiyle bilir ve tanır. Peygamberimiz şöyle dua eder:“Bana rüşdümü ilham et ve nefsimin şerrinden beni koru.” 903 Nefsini tanıyan kimse, onun kurduğu pusuları, ona nasıl karşı koyup korunabileceğini öğrenme imkânı bulur. Kim de benliğini tanımazsa düşmanı olan hevâsının akıl şeklinde görünerek onu kandırması, batılı hak şeklinde göstermesi kaçınılmaz olur. 904 İnsan nefsinin terbiye ve tezkiyeye olan ihtiyacı, aklın terbiye ve kültüre olan ihtiyacından daha fazladır. 905 Allah’ın derin bir hikmete binaen fıtratımıza yerleştirdiği istek ve arzularımızı ortadan kaldırmak gücümüz dışındadır. Bizim yapabileceğimiz şey ya bu isteklerimizin yönünü değiştirerek olumlu yöne kanalize etmek, aynı ihtiyaca cevap verecek başka hedefler seçmek ya da tesirlerini 896 Geniş bilgi için bk. Gazali, İhyâ, III, 71-92. Bk. Yûsuf 12/53. 898 İsfehânî, el-Müfredât (ş-h-v md.), s. 468; Şehvetin kısımları için bk. a.g.e.,s. 468-469; Gazali şehveti “faydalı şeyleri elde etmeye teşvik ve tahrik eden meyil, güç” diye tanımlar. Gazali, İhyâ, III, 15; Freudsa, şehvet güdüsünün bireyin bütün davranışlarının temelini oluşturduğunu iddia eder. Bk. Cücelioğlu, İnsan ve Davranışı, s. 414. 899 Bk. Âli İmrân 3/14. 900 Kutub, Fî Zılâlil-Kur’ân, II, 47; Ayrıca bk. Erdoğan, Kur’an ve İnsan Psikolojisi, s. 120. 901 Bk. Âli İmrân 3/15; Nisâ 4/27; A’râf 7/81; Neml 27/55; Nâzi‘ât 79/40. 902 Bk. Meryem 19/59. 903 Tirmizî, De‘avât, 69, no: 3483 (5/520). 904 Bk. İsfehânî, İnsan, s. 29; Altıntaş, “Modern Psikolojinin Bazı Meseleleri”, s. 107-108. 905 Gazali, İslam’ın Manevi Boyutu, s. 110. 897 azaltmakla onları düzene sokup 906 Kur’an’ın öğretileri doğrultusunda ölçülü ve dengeli bir şekilde her duygunun hakkını vermektir. 907 Bilginin tersine kişinin hevâsına uyması, Allah ve vahiy hakkında tahminlerde bulunmasından başka bir şey değildir. Bu nedenle de hevânın yerine bazen zan gibi ifadelerin aldığına şahit oluruz: 908 “Eğer yeryüzündeki çoğu insana uyacak olursan, onlar seni Allah yolundan uzaklaştırırlar. Çünkü onların peşinden gittiği şey safi zandır. Onlar yalnızca fikir yürütürler” 909 İlim, “hakikat” yani hak ile yer değiştirir. Çünkü bunlar, bir ve aynı şeyin yani Vahyin iki ayrı cephesidirler. 910 Zan, emare (alamet, belirti)den elde edilen şeye denir. Zan, kuvvetli bir hal aldığında ilme dönüşmekte, zayıf olduğu müddet içinde ise, kuruntuyu geçememektedir. 911 O halde zan, doğru ve hataya muhtemel olan bir varsayımdan ibarettir: 912 “Onların çoğu, zandan başka bir şeye uymuyorlar. Zan ise gerçekten hiçbir şey kazandırmaz. Muhakkak ki Allah, onların yaptıklarını bilir.” 913 Hevânın, zan ile yakın bir anlam bağı bulunmaktadır. Çünkü zan, kişinin bir şeyin müspet veya menfiliği hakkında, tahminle kendi nefsine göre bir hüküm vermesi, bir yargıda bulunmasıdır. Yani sübjektif olarak dış dünyaya bakması, değerlendirmesidir. Hâlbuki sübjektif dünya, izafi bir dünya olduğundan, her şahsa göre değişebilen bir âlemdir. 914 Bundan dolayı hevâ, zanda olduğu gibi aldatıcı ve zevke göredir: “Bunlar (putlar), sizin ve atalarınızın taktığı isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlar hakkında hiçbir delil indirmemiştir. Onlar zanna ve nefislerinin hevâsına (kötü heveslerine) uyuyorlar.” 915 Kur’an’da zan sözcüğü, doğruluğu ve kesinliği olmayan ilim anlamında, 916 doğruluğu ve hatalı oluşu mümkün olmakla birlikte kesin olmayan bilgi anlamında ve doğruluğu ağır basan veya doğruluğu kesin bilgiye eşit olan ilim anlamında 917 olmak üzere üç anlamda kullanılmıştır. 918 Cahiliye çağında ilim, bir kişinin bir şey hakkında şahsi tecrübeleriyle elde ettiği bilgi demekti. Bu anlamda ilim zannın zıddı idi. Zan, tecrübeden değil, sübjektif düşünceden hâsıl olan, bundan dolayı güvenilemeyen bilgi idi. Kur’an’da da ilim, zannın, tutarsız, sahte bilginin zıddı olup, iyi oturmuş sağlam bilgidir. Buraya kadar İslam öncesi şiirdeki ilim anlayışı ile Kur’an’ın ilim anlayışı aynıdır. Yalnız ilmin alındığı sağlam zemine, kaynağa gelince iş değişir. Kur’an’da ilim, başkasından değil, doğrudan doğruya Allah’ın vahyinden alınan bilgidir. Kelimenin tam manasıyla sağlamdır, haktır. Çünkü tek gerçek varlıktan gelmektedir. Bu ışık altında bakılınca eski ilim, birinin kendi tecrübesinden veya kabile tecrübesinden geldiği için sağlam kabul edilen bilgi çeşidi, zan derecesine 906 Draz, İslam’ın İnsana Verdiği Değer, s .67-68. Saka, Yabancılaşma Karşısında Kur’an, s.124 Mide, cinsellik vb şehvetler ve bunları yenme yollarıyla ilgili geniş bilgi için bk. Gazali, İhyâ, III, 203-241. 908 İzutsu, Kur’an’da Dini ve Ahlaki Kavramlar, s. 192. 909 En‘âm 6/116. 910 İzutsu, a.y.; Bk. Mâide 5/48. 911 İsfehânî, el-Müfredât (z-n-n md.), s. 539. 912 Necati, Kur’an ve Psikoloji, s. 125. 913 Yunus 10/36; Ayrıca bk. Câsiye 45/32. 914 Aydın, Kur’an’da İnsan Psikolojisi, s. 203; Ayrıca bk. Erdoğan, a.g.e., s. 123. 915 Necm 53/23. 916 Nisâ 4/157; En’âm 6/116; Yunus 10/,66; İsrâ 17/101; Kasas 28/38. 917 Bakara 2/45-46, 249; Kehf 18/53; Fussilet 41/48. 907 düşer. 919 Bu hususta Kur’an’dan birçok ayetleri delil getirmek mümkündür: “Onların kesin bir bilgileri yoktur, onlar sadece zannediyorlar.” 920 Ayet Allah’a ve ahiret gününe inanmamakta ısrar eden, “şu dünya hayatımızdan başka bir hayat yoktur. Ölürüz, yaşarız, hepsi bu kadar” 921 diyen kâfirleri kastediyor. Kur’an, onların bu hususta bir ilimleri olmadığını, sadece zanna dayandıklarını söylüyor. Kur’an bir adım daha ileri giderek onların bilgileri olan zannın kaynağının hevâ olduğunu söyler. Böyle hevâ peşinden gitmeğe Kur’an-ı Kerim, ittibâ‘u’l-hevâ der. Kişinin, kendi şahsi kaprislerinin, tutkularının peşinden gitmesini ifade eder ve bu, ilmin tam karşısına konmuştur. İlim de Allah’ın hidayetinden veya vahyinden başka bir şey değildir. 922 “Hayır, zulmedenler (kâfirler), ilimsiz, kendi hevâlarının (kaprislerinin) peşinden gittiler.” 923 Buradaki bi-ğayri ‘ilm (bilgi olmadan) ifadesi, basit olarak bilgisiz manasına alınmamalıdır. Zira Kur’an’a göre zalimler, yaptıklarını bile bile yapıyorlar. İlim kelimesi daha büyük bir ağırlık taşır. Bi-ğayri ‘ilm, ilahi kaynaklı ilme, yani vahye tabi olmamayı ifade eder. 924 Yine bu ifade, hevâ ile ilmin zıtlığına işaret eder. 925 Hevâya veya ilme tabi olma arasındaki fark, aşağıdaki ayette gayet güzel açıklanmıştır: “Şayet sana gelen ilimden sonra onların hevâlarına uyarsan, seni Allah’a karşı koruyacak ne bir dost ne de bir savunucu bulamazsın” 926 Kur’an, realitesi olmayan ve tamamen sübjektif dünya bakışıyla meydana gelen, bir bilgi gibi görünen evhamların, gerçekten uzak olacaklarını bildirmekte ve bu gibi faydasız şeylerin peşine düşmenin, insana bazı mesuliyetleri getireceğini vurgulamakta 927 ve zannın çoğundan sakındırmaktadır: “Ey iman edenler! Zannın çoğundan sakının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır…” 928 Zeccâc’ın (Ö: 311/923) görüşüne göre, burada zannın bir kısmından kasıt, iyilik ehline kötü zan beslemektir. Fısk ehlinin ise görünüşüne göre zan beslenir. Veya bu ayetin manası, zannın bazısından sakınmak için çoğundan da sakının demektir. 929 Kur’an’da gerek ilim ve hakikatin karşısına konan gerekse zanla birleşen hevâ, psikolojide “aldatıcı aklileştirme”(yani alt-ben’in isteklerini tatmin yolunda engel oluşturan dini, ahlaki ilkeleri ve vicdanı aşmak üzere, alt-ben’in istediği şekilde doyumu haklı çıkartacak bir fikir geliştirme)nin temelini oluşturmaktadır. Aldatıcı aklileştirmenin sonucu ise sadece bir zandır. 930 Kur’an, suizannı yasaklayıp hüsnü zannı emretmektedir. 931 Suizanda bulunan ve kusur araştıran bir insanın o hali kendi içinin dışa yansıyan kötülüğüdür. O, başkalarını kendisi gibi görür. Zira mü’min, bütün insanlar hakkında kalbi temiz olup iyilikten başka bir şey düşünmeyen kimsedir. 932 918 Bk. Necati, a.g.e., s. 126. İzutsu, Kur’an’da Allah ve İnsan, s. 74-76. 920 Câsiye 45/24. 921 Câsiye 45/23-24. 922 İzutsu, a.g.e., s. 76-77. 923 Rûm 30/29; Ayrıca bk. Kasas 28/50. 924 İzutsu, a.g.e, s. 77. 925 Bk. Bakara 2/120, 145; Necm 53/23. 926 Ra‘d 13/37. 927 Bk. İsrâ 17/36. 928 Hucurât 49/12. 929 Nesefi, Tefsîru’n-Nesefi, III, 355. 930 Erdoğan, Kur’an ve İnsan Psikolojisi, s. 122-123; Bk. En‘âm 6/148. 931 Bk. Nur 42/12. 932 Bk. Gazali, İhyâ, III, 81-82. 919 Zira “güzel düşünen güzel görür” sözü, bu tür psikolojinin izahı olmaktadır. Su-i zan, toplumsal açıdan da zararlı olup insanların birbirlerine karşı nefret duyguları beslemelerine neden olduğu için, toplumu sorunlar yumağı haline getirir. Sonuçta Kur’an’da hevânın, zan ile yakın bir anlam bağı bulunmakta ve Kur’an, hüsnü zannı emretmekte, suizannı ve hevaya uymayı yasaklamaktadır. Yine Kur’an, içgüdüleri ve doğuştan gelen duyguları pis ve şeytani saymaz, ortadan kaldırılmasını veya devamlı surette bastırılmasını tavsiye etmez; içgüdülerin ve fizyolojik ihtiyaçların yalnızca denetim altına alınmasını ister. İnsan ruhunda her ne kadar hevâya meyletme hissi bırakılmışsa da, mücadele edebilecek yetenek ve kuvvette bahşedilmiştir. Bizim yapabileceğimiz şey, ya bu isteklerimizin yönünü değiştirerek olumlu yöne kanalize etmek, aynı ihtiyaca cevap verecek başka hedefler seçmek ya da tesirlerini azaltmakla onları düzene sokup Kur’an’ın öğretileri doğrultusunda ölçülü ve dengeli bir şekilde her duygunun hakkını vermektir. k. Öfkeli ve Kindar Kur’an’da öfke ve kızgınlığı direk ifade eden kelimeler, gazab ve gayzdır. Ancak esef, gılzet ve şiddet kelimeleri de asıl anlamları yanında tali bir şekilde öfke anlamını içermektedir. 933 Kini ise gayz kelimesi ifade eder. Gazabın yeri kalptir. Gazap, intikam hırsıyla kalbin kanının galeyana gelmesidir. 934 Allah, gazab ile nitelendiği zaman bundan kastedilen intikamdır. 935 Gazab, rıza ve hilm kavramlarının karşıtıdır. 936 Gayz, gazabdan daha şiddetli olup kalbinin kanının harekete geçmesinden dolayı insanda oluşan hararettir, hiddettir. 937 Gayz, gazabın aslı olup ondan farklıdır. Gazabın arkasında intikam isteği vardır. Veyahut gazab elinde olmayarak yüz, el, ayak gibi organlarda görünür. Gayz (kin ve öfke) ise yalnız kalpte kalabilir. 938 Kur’an’da gazab kelimesiyle aynı veya yakın anlamda olmak üzere sehat ve türevleri de kullanılır. Sehat ve suht, cezayı gerektiren şiddetli gazap demektir. Bu, Allah’tan olunca cezayı indirmesi demektir. 939 Kur’an’da, hadislerde ve diğer İslami kaynaklarda gazap ve sehat hem Allah’a hem de insanlara, gayz ise sadece insanlara nispet edilmiş ve ılımlı bir gazap duygusu fazilet sayılırken gayz daima yerilmiştir. 940 Gazab kuvveti galeyana geldiği zaman, ilk önce gelecek tehlikeleri önlemeye kalkar. Tehlikelerin vukuundan sonra ise, onların tedavisine ve intikam almasına başlar. İşte intikam gazabın arzu ettiği bir gıdasıdır. İntikamdan zevk alır ve ancak intikam sonunda sükûnete erer. 941 933 Aydın, Kur’an’da İnsan Psikolojisi, s. 113-114. İsfehânî, el-Müfredât (ğ-d-b md.), s. 608; Gazali, İhyâ, III, 376. 935 İsfehânî, a.y; Bk. Fâtiha 1/7; Bakara 2/90; Âli İmrân 3/112; Tâhâ 20/81; Mücadele 58/14. 936 TDVİA (Gazap Maddesi), XIII, 436. 937 İsfehânî, a.g.e. (ğ-y-z md.), s. 619. 938 Yazır, Hak Dîni, II, 383. 939 İsfehânî, a.g.e. (s-h-t md.), s. 402-403; Bk. Mâide 5/80; Muhammed 47/28. 940 Bk. Yazır, a.g.e., II, 383; TDVİA, XIII, 436. 941 Gazali, İhyâ, III, 376. 934 Öfke, güçlü olma ve başkalarına söz geçirme çabasının tipik bir örneğidir. Öfkeli kimselerin güçlü olma çabaları, aşağılık duygusundan ileri gelir. Öfke nöbetlerinde aşağılık ve üstünlük duygularının çeşitli dereceleri açıkça görülebilir. 942 Öfkeyi, muannit cebbarların gönüllerinde gömülü olan kibir meydana çıkarır. 943 Demek ki öfkenin kaynağı hem aşağılık duygusu hem de üstünlük duygusudur, kibirdir. Zira aşağılık kompleksi ve kibir bir anda birbirine dönüşebilir. Öfke bütünüyle kötü olmayıp insanın faydasına olacak bir amaç için insana verilmiştir. Bu açıdan öfke, vücudu korumaya yönelik olmak üzere insanda önemli fonksiyonları yerine getiren reaksiyonlardandır. İnsan öfkelendiğinde, kendini koruyabilecek şekilde kas hareketleri sertleşir. 944 Kur’an’da, Hz. Peygamber ve onunla beraber olan mü’minlerin niteliklerinin anlatımı sadedinde şöyle buyrulur: “Muhammed Allah’ın elçisidir. Onun yanında bulunanlar, kâfirlere karşı katı, birbirlerine karşı merhametlidirler…” 945 İslam davetinin yayılması sürecindeki savaş ve sertlik, desteğini öfkeden almaktadır. 946 Fıtrat itibariyle insanlar, gazab kuvvetinde ifrat, tefrit ve itidal sahibi olmaları hasebiyle üç zümreye ayrılmışlardır. Tefrit yani aşırı gerilik, bu kuvvetin ya tamamen kaybolması veya zayıf kalmasından ileri gelir. Bunun sahibine hamiyetsiz insan derler ki, bu, zemmedilmiştir. Allah, Hz. Peygamberin ashabını kâfirlere karşı şiddet ve hamiyetle vasıflandırmıştır. 947 Aşırı gazaba gelince; bu da gazab sıfatının galeyana gelip, din, taat ve aklın hâkimiyetinden çıkmış olmasıdır. Artık bu derekeye düşen insanda basiret, düşünce, irade ve fikir diye bir şey kalmaz, o insan öğüt ve nasihat dinlemez. Bu kimse çaresiz seviyesine düşer. Gazabın bu fıtratı ya fıtri olur veya çevreden gazabın iyi bir şey olduğuna dair alınan etkiyle itiyat haline getirilir. 948 Övülen gazab ise, akıl ve dinin işaretini bekleyen gazaptır. İnsan, hamiyetin icap ettirdiği yerlerde hiddetini gösterebilmeli, yumuşaklığın icap ettirdiği yerlerde ise hiddetini yenebilmeli; bu suretle itidali, orta dereceyi bulabilmelidir. 949 Öfke uzun süreli olursa hıkd (kin) denilen ruhsal zaafı doğurur. 950 Kin, genellikle, düşmanca bir tavır takınmış olan insanların ayırt edici bir niteliğidir. Bir insanın kin duyma ve huysuzluk etme derecesi, o insanın kişiliğinin iyi bir göstergesidir. Bu gerçeği bilmek o insanın ruh yapısını tanımamıza yardımcı olur. Çünkü kin ve hainlik kişiliğe belirli bir renk verir. Kin duygusu belirli yönlere doğru çevrilmiş olabileceği gibi açıkça ortaya çıkmayıp boş gurur gibi kendini gizleyebilir de. Kin, bir insanın her türlü ilişki kurma imkânını ortadan kaldıracak kadar yaygın bir şekil alabilir. 951 Kendinden nefret eden, başkalarından da nefret eder. Başkalarını sevebilmek için ilk öce kendimizi sevmemiz gerekir. 942 Adler, İnsan Tabiatını Tanıma, s. 423-424. Öfkeli tipin özellikleri için bk. Adler, a.g.e., s. 316. Gazali, İhyâ, III, 369. 944 Necati, Kur’an ve Psikoloji, s. 64. 945 Fetih 48/29. 946 Bk. Tevbe 9/123; Tahrîm 66/9; Necati, a.g.e., s. 64. 947 Bk. Fetih 48/29; Tahrîm 66/9. 948 Gazali, İhyâ, III, 376-377. 949 Gazali, a.g.e., III, 379. 950 Aydın, Kur’an’da İnsan Psikolojisi, s. 115 951 Adler, a.g.e., s. 374-375. 943 Gazab ve kızgınlığın dıştaki görüntüsü, yüzü, rengi vs. değiştirmesidir. Hatta insan kızdığı zaman kendi suratını görse, kendi kendine nefret eder, utancından kızgınlığı geçerdi. Hâlbuki bâtınî çirkinliği, surat çirkinliğinden çok daha fazla olur. Çünkü görünüş, için tezahürüdür. Önce içi çirkinleşiyor, sonra da dışarı vuruyor. Şayet kızdığı kimseden intikam alamazsa, bu defa kendine döner, adeta çıldırmış gibi hareketler yapar. 952 Aşağıdaki ayetler, öfkenin bünyede meydana getirdiği söz konusu değişikliğe temas etmektedir: “Onlardan biri kız çocuğu ile müjdelendiği zaman, içi öfkeyle dolarak yüzü kapkara kesilir.” 953 “Ayetlerimiz, açık açık kendilerine okunduğunda, kâfirlerin suratlarında hoşnutsuzluk sezersin. Neredeyse kendilerine ayetlerimizi okuyanların üzerine saldıracaklar. Deki: “Size bundan (bu öfkeli durumunuzdan) daha kötü bir şey haber vereyim mi? Varacağınız ateş! Allah onu kâfirlere vaat etmiştir. Ne kötü sonuçtur (o)!” 954 Gazap Kur’an’da çoğunlukla Allah’a isnat edilmiştir. Allah’ın öfkesini içeren ayetlere bakıldığında dinden dönme, 955 kasten bir mü’mini öldürme, 956 savaştan kaçma, 957 Allah’ın emrini dinlemeyip Allah’tan başkasına tapma 958 Allah’ın gazabına sebep olan eylemler olarak anılmaktadır. Birçok ayette Yahudilerin misaklarını bozmaları, 959 kıskançlıkları yüzünden Kur’an’a iman etmemeleri, 960 buzağıya tapmaları, Allah’ın nimetini beğenmemeleri, Allah’ın ayetlerini inkâr etmeleri, haksız olarak peygamberi öldürmeleri, isyan etmeleri, haddi aşmaları gibi sebeplerle Allah’ın gazabına ve lanetine uğradıkları ve kendilerine zillet (alçaklık) ve meskenet damgası vurulduğu (yoksulluk içinde ezildikleri) belirtilmekte 961 ve mü’minlerin Allah’ın gazabına uğrayan kavmi dost edinmeleri yasaklanmaktadır. 962 Yine Kur’an’da Allah hakkında kötü zanda bulunan münafık ve müşrik erkek ve kadınların Allah’ın gazabına ve lanetine uğradığı belirtilmektedir. 963 İnsanlar çeşitli nedenlerle öfkelenirler. Öfkeye yol açan hasımlardan intikam alındığında ise, öfke yerini rahatlamaya bırakır. Allah, Mekke müşriklerinin yaptıklarından dolayı kalpleri elem ve öfkeyle dolan müminlerin göğüslerini onlarla savaşmaları sonucunda ferahlandırmıştır: “Onlarla savaşın ki Allah, sizin elinizle onlara azap etsin, onları rezil etsin, sizi onlara üstün getirsin ve inananlar toplumunun göğüslerine şifa versin; Yüreklerinin öfkesini gidersin…” 964 Bu ayetteki “kalplerinin gayzını gidersin” ifadesinin anlamı, öyle bir gönüllere şifa versin ki, bu savaş, ihtirasları artıracak yeni yeni öçlere, intikamlara sebep olacak taşkın bir intikam mahiyetinde olmasın. Bilakis hakkın gerçekleşmesinden hoşnut olacak olan müminlerin kalplerindeki haklı gayzları silsin, meşru 952 Gazali, İhyâ, III, 378; Öfkenin uzuvlardaki belirtisi için bk. Gazali, a.y. Nahl 16/58; Ayrıca bk. Zuhrûf 43/17. 954 Hac 22/72; “Burada Yüce Allah, kin ve öfkeden ateş püsküren kâfirlerin karşısına ateşi koymuştur. Adeta o öfkeleri, ateşe dönüşüp kendilerini yakacak bir sonuç olmaktadır. Ne üstün bir teşbih, ne güzel bir ifade!” Ateş, Kur’an-ı Kerim ve Yüce Meali, Yeni Ufuklar Neşriyat, s. 339. 955 Bk. Nahl 16/106. 956 Bk. Nisâ 4/93. 957 Bk. Enfâl 8/16. 958 Bk. A‘râf 7/71. 959 Bk. Bakara 2/83. 960 Bk. Bakara 2/89-90. 961 Bk. Bakara 2/61; Âli İmrân 3/112; Mücadele 58/14. 962 Bk. Mümtehine 60/13. 963 Bk. Feth 48/6. 964 Tevbe 9/14-15. 953 gayzlara sebep olan zulüm ve saldırı kaynaklarını kurutsun da gayzdan uzak bir barış hayatı yaşatsın. 965 Kur’an’da öfke reaksiyonu ve insan davranışlarında meydana getirdiği etki dile getirilmiştir. Bunu, Kur’an’da Hz. Musa’nın Tur dağından kavmine geri döndüğünde onların Samiri tarafından altından yapılan buzağıya taptıklarını gördüğünde, kendisinde meydana gelen öfke reaksiyonunu dile getirmesinden müşahede etmekteyiz. Bu öfke sonucu Hz. Musa, Tevrat levhalarını elinden fırlatmış ve hırpalamak gayesiyle kardeşi Harun’un perçeminden ve sakalından tutarak kendine doğru çekmiştir. 966 Hz. Musa’nın öfkesini, endişesinin ilk etabında kardeşi Hz. Harun’a yöneltip başı ve sakalından tutarak kızgın kızgın çekmesi, Psikolojide öfkenin yer değiştirmesine örnektir. 967 Bazen insan, herhangi bir şahsa kızdığında kendisine zararı dokunabileceği gerekçesiyle öfkesini ona doğru yönlendirmekten korkar. Bu gibi durumlarda öfke, başka şahıslara yönlendirilebilmekte veya maddi şeylere çevrilerek onların kırılmaları cihetine gidilebilmekte ya da doğrudan kendisine yönlendirilmektedir. 968 Buna Psikoloji’de yerdeğiştirme/aktarım denir. Kur’an’da bu kuralı açıklayan değişik olayları dile getirmektedir. Kur’an’da münafıkların müminlere olan öfkelerinden dolayı parmaklarını ısırarak düşmanlıklarını başkalarına yönlendirme yerine kendilerine yönlendirerek kendi kendilerine zarar vermeleri yukarıdaki psikolojik kuralı açıklayan bir örnektir. 969 Kur’an, kin ve öfke duygularının ahirette olmayacağını belirtir: “Biz, onların göğüslerindeki kini söküp attık, onlar artık köşkler üzerinde karşı karşıya oturan kardeşler olacaklar.” 970 Bu ayetten kinin merkezinin göğüs olduğu anlaşılmaktadır. Yine anlaşılıyor ki, düşman olan insanların kardeş olması gibi kökten değişim, göğüslerdeki kinin sökülüp atılmasına bağlıdır. Burada psikolojik değişimden sosyolojik değişime geçişin izahı da yapılmaktadır. Kin, insana kibir getireceğinden, insan her başarısının altında kendi iradesini ve gücünü görür. Kin gidince yerini hamd, kardeşlik ve alçakgönüllülük almaktadır. Bütün bunların toplamı da kültürel kardeşliği meydana getirmektedir. 971 Bir toplumun güven ve huzurunun zedelenmesi veya tehdit altında oluşunun en önemli sebeplerinden biri, o toplumda kin ve nefretin hâkim olmasıdır. Sevgi ve saygının aranır bir meta haline geldiği bir cemiyette, güven ve asayişten bahsetmek mümkün değildir. Gazap ateşi kuvvetlenip alevlendiği zaman aklın nuru, gazabın dumanı ile sönmüş olduğundan, kişi bu noktada aklını çalıştırsa da buna da muvaffak olamaz. Çünkü düşüncenin merkezi beyindir. Şiddetli kızgınlık anında kalbin kanının kaynaması ile kara bulutlar beyne yükselir ve düşünce sahasını kaplar. Hatta his merkezine de sıçrar, duyu organlarını bozar, gözü kararak görmez olur. 972 İnsan, şiddetli öfke esnasında sıhhatli düşünce yetisini kaybedeceğinden dolayı öfke anında sonradan pişman olacağı fiilleri yapmaktan kaçınmalı ve öfkesini nasıl kontrol altına alacağını bilmelidir. Her şeyden önce kin ve gazabın kötülüklerini ve insanı nasıl helake sürüklediklerini 965 Yazır, Hak Dîni, IV, 185. Bk. A‘râf 7/150; Tâhâ 20/92-94. 967 Bk. Necati, Kur’an ve Psikoloji, s. 65. 968 Gazali, İhyâ, III,376,378; Necati, Kur’an ve Psikoloji, s. 66. 969 Necati, a.g.e., s. 66; Bk. Âli İmrân 3/119. 970 Hicr 15/47; Ayrıca bk. A‘râf 7/43. 971 Bayraklı, Kur’an’da Değişim, Gelişme ve Kalite Kavramları, s. 136-137. 966 öğrenmesi lazımdır. Çünkü kötülüğü bilmeyen kötülüğe düşebilir. Kötülüğü bildikten sonra da kurtuluş çarelerini öğrenmek gerekir. 973 Bir hadiste, “Yiğit o kimsedir ki öfkelendiği sırada kendisine hâkim olur.” 974 buyrularak öfkeyi yenmenin zorluğuna ve erdemine işaret edilmiştir. Hadislerde kişiye öfkesini yatıştırabilmesi için abdest almak ve ayakta ise oturmak gibi pratik tedbirlere başvurması önerilir. 975 Kur’an müminleri öfkelerini yenmeye, kontrol altına almaya davet etmekte ve bunu büyük fazilet ve erdem kabul ederek karşılığında cennet vaat etmektedir: “Kim sabreder, affederse, şüphesiz bu çok önemli işlerdendir.” 976 Yine Kur’an kızgınlığını yenen müminleri övmüştür: “Onlar büyük günahlardan ve çirkin işlerden kaçınırlar; kızdıkları zaman da affederler.” 977 Câhiliye döneminde bir adamın kanını bir adam akıtır ve böylece intikam alırdı. İslam’da ise intikam almanın insan elinden Allah eline aktarıldığını görmekteyiz. Allah’ın yeryüzünde işlenen bütün cürümlerin ve yapılan tüm haksızlıkların en üstün öç alıcısı olduğu ve intikam sahibi olduğu ilan edilmiştir. 978 Cehennem azabı da sonsuz bir ölçüdeki ilahi kısas fiili olarak temsil olunmuştur. 979 Sonuç olarak, Kur’an’da öfke, Allah’a ve kullara nispet edilirken kin ise sadece kullara nispet edilmiştir. Çünkü kin tutmak Yüce Allah’a layık bir sıfat değildir. Öfke, vücudu korumaya yönelik olmak üzere insanda önemli fonksiyonları yerine getiren reaksiyonlardandır. Öfkenin mutedil olanı güzel olup Allah, kızgınlık anında öfkesini yenip muhatabını affedeni överek müminlerin birbirlerine karşı merhametli olmasını isterken, savaş gibi durumlarda düşmanlara karşı sert olmalarını istemektedir. Kin ve nefretin yıkıcı sonuçlarından dolayı Kur’an, Cennet’te kinin kalkacağı gibi dünyada da ortadan kalkmasını ve müminlerin birbirlerini severek kardeş olmalarını ve evrensel barışın sağlanmasını istemektedir. Allah insanı bu karakterlerde yaratmış, ona bu zaafları vermiş ise o halde neden insanı bundan ötürü kınamaktadır? sorusu hatıra gelebilir. Bu ayetler, insanın bu huylara mecbur kılındığını değil, istidadı olduğunu gösterir. Allah insanı iyiyi de, kötüyü de yapabilecek kabiliyette yaratmıştır. Şehvanî duyguları, insanı şehvet yollarına, kötü ahlaka çekerken aklı ve ruhanî duyguları da onu iyi ahlaka, ruhanî âleme yöneltir. Kendindeki bu fıtri, ruhani duygu yanında peygamberler de ona iyi yolu göstermiştir. Bundan dolayı yüce Allah, eğilimlerini iyiye yönlendirmeyen insanı kınamaktadır. Zaten kınamanın amacı da yine onu iyiye yöneltmektir. 980 2. İNSANIN OLUMLU NİTELİKLERİ a. En Güzel Şekilde Yaratılması 972 Gazali, İhyâ, III, 377. Gazali, a.g.e., III, 370; Hiddeti yenmenin çareleri için bk. Gazali, a.g.e., III, 380-391. 974 Buhârî, Edeb, 76, 102; Müslim, Birr, 30, no: 2609 (III, 2014). 975 Bk. Müsned, IV, 226. 976 Şûrâ 42/43; Ayrıca bk. Âli İmrân 3/133-134; Şûrâ 42/40. 977 Şûrâ 42/37. 978 Bk. İbrâhîm 14/47; Hicr 15/79; Rûm 30/47; Duhân 44/16; Zümer 39/37. 979 İzutsu, Kur’an’da Dini ve Ahlaki Kavramlar, s. 102. 980 Bk. Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, X, 480-481. 973 Kur’an’da insanın en güzel şekilde yaratıldığı belirtilir: “Biz insanı en güzel biçimde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına çevirdik.” 981 Bu ayetteki insandan maksat, genel insan cinsidir. Buradaki takvîm ise, bir şeyi telif ve terkibi hususunda, olması gerektiği en güzel biçime sokmak, 982 eğriyi doğrultmak, kıvama, düzene koymak, kıymet biçmek, anlamlarına gelir. Tenvinin nekre ve büyültme için olmasıyla ahsen-i takvîm, herhangi bir takvîmin veya büyük bir takvîmin en güzeli demek olur. Bu ise tam anlamıyla takvîmin en güzel biçimi demek olacağından maddi manevi her türlü güzelliği içine alır. 983 İnsanın en güzel şekilde yaratılmasından maksadın ne olduğu konusunda değişik görüşler ileri sürülmüştür. Buna göre insan boy bosunun güzelliği, endamının eşsizliği, akıl, edep, ilim, irfan ve düşünce sahibi oluşu, yiyeceği şeyleri eliyle alıp yemesi, 984 konuşan, yazan ve sanat kabiliyeti olan bir varlık oluşu, hakkı batıldan, güzeli çirkinden, hayrı şerden ayırabilmesi, 985 irade, işleri idare etme ve amel etme kudretine sahip olması, 986 içsel boyutu, benlik yapısı olan, dik yürüyebilen 987 bir varlık olması hasebiyle en güzel şekilde yaratılmıştır. Gerçekte insan bütünüyle en güzel şekil, biçim ve yapıda yaratılmıştır. Maddesiyle ahsendir (güzelin en güzeli), manasıyla ahsendir. 988 Bu ayeti tasavvufçular şöyle yorumlamışlardır: “İnsan âlemlerin aynasıdır ve asıl Allah’ın kendi güzelliğini seyrettiği büyük âlemdir. 989 İnsan bedeninin uzuvları bir bakımdan, cisimler âleminin parçalarına benzediği gibi, insan ruhunun sıfatları da Rahman’ın sıfat-ı subutiyyesine ve güzel isimlerine benzer.” 990 Yaratıcıya özgü bazı vasıflar dışında, yaratıcıda bulunan birçok vasıf insanda da bulunmaktadır. İnsanın ahsen-i takvimlik vasfı, insanın Allah’a bakan bütün manevi güzellikleridir. 991 Aslı toprak olan insana Allah kendi ruhundan üflenmiştir. 992 O halde insan sıradan bir varlık değildir; o, kendi zatında ilâhî olanı barındırmaktadır. İnsanın varlık modeli, ilâhî isim ve sıfatların kendisine yansıdığı en üstün örnektir. 993 Eski büyükler şöyle demişlerdir: “Kendini bilen, Rabbini bilir.” İnsanı iyi anlayan ve tanıyan, onun Allah tarafından yaratıldığını anlar. Çünkü insanı ancak Allah olan yaratabilir veya insanı yaratan ancak Allah olabilir. 994 Çokları, en güzel şekilde yaratılmanın insanın dış suretinin yaratılmasının itidal üzere olması diye anlamışlardır. 995 Güzel yaratılma sadece dış görünüşün düzenli şekilde yaratılmasına bağlı değil, 981 Tîn 95/4-5. Râzî, Tefsîr-i Kebîr, XXIII, 245. 983 Yazır, Hak Dîni, VIII, 537. 984 Râzî, a.g.e., XXIII, 245 Yazır, a.g.e., VIII, 537-538. 985 Yazır, a.g.e., VIII, 538-539; Karagöz, İnsana Verilen Değer ve Görev, s. 37; Şanver, Kur’an’da Tebliğ ve Eğitim Psikolojisi, s. 62. 986 Bk. Akkâd, el-İnsân fi’l-Kur’ân, s. 15; Buti, Kur’an’da İnsan ve Medeniyet, s. 44. 987 Bk. Kılıç, Benliğin İnşası, s. 71. 988 Bk. Nurbaki, Kur’an-ı Kerim’den Ayetler ve İlmî Gerçekler, s. 306; İnsanın bünyesindeki güzellik sırları için bk. a.g.e., s. 307-310. 989 Nurbaki, İnsan Bilinmezi, s. 209. 990 Asımgil, İnsanın Varoluş Serüveni, s. 15. 991 Kırca, Kur’an ve İnsan, s. 187. 992 Bk. Hicr 15/29; Secde 32/9; Sâd 38/72. 993 Hökelekli, Hayati, “İslam’ın İnsan Görüşü Işığında İşçi Hakları”, İslam’da İnsan Modeli ve Hz. Peygamber Örneği (Kutlu Doğum Haftası), TDV Y., Ankara, 1995, s. 233. 994 Atay, Kur’an’a Göre Araştırmalar V, s. 96. 995 Bk. Nesefi, Tefsîru’n-Nesefî, III, 660; Başka bir ayette insanın dış görünüşünün güzel yaratıldığı 982 bilakis o akıl, irade ve amel kuvvetine bağlıdır. 996 Ahsen-i takvîm ifadesi, insanın vasfetmekte aciz kaldığı kapsayıcı icaz bir tabirdir. Allah, insana beşerî akıl verdiği için bu ayet, bitki ve hayvandan oluşan diğer canlı kâinata insanın mutlak efendisi olarak en güzel şekilde yaratıldığına delalet eder. Bu beşerî akılla insan, kendisi dışındaki canlı kâinata has kılınan özelliklere rağmen onların yapması mümkün olmayan birçok fiili yapabilir. İnsanın kanatları yoktur ama fezada uçar. Onun yüzmesi zayıftır. Fakat o, tüneller kazar. Onun fildişi veya atacağı zehiri yoktur. Bununla beraber herhangi bir canlıyı öldürmeye gücü yeter. Yine Allah, insana büyük bir vücut veya kuvvetli bir pazu vermemiştir. Bazı bitki ve hayvanların bünyeleri daha güçlü ve yapıları daha sağlamdır. Allah, insana ayrıcalıklı olarak akıl verdi ve bununla bizi kendisine yeryüzünde halife yaptı. 997 Allah, insanı yaratıp müstesna bir biçimde düzenlemiş ve her uzvu yerine koyup dengede tutmuştur. Çok hassas olan beyni birbirine kenetlemiş sağlam kemiklerle, kalbi ve akciğerleri göğüs kafesiyle korumuştur. Allah, insanın her şeyini en güzel ve en uygun şekilde yaratmıştır. Mesela saçlarımız için boynumuzda olsaydı, ağzımız tam midemizin üzerinde bulunsaydı diye hiç düşünmemişizdir. İnsan Allah’ın o kadar güzel eseridir ki binlerce senedir ressamlar onu tuvale resmetmeye, heykeltıraşlar, mermerler üzerine bir benzerini yapmaya uğraşmışlardır. 998 Bu güzel yaratılışa sahip olan insanın yiyip içmesi, yatıp kalkması ve çalışıp hayatını kazanması gibi bir takım temel biyolojik fonksiyonların icra edilmesi de insana has özellikler içinde yapılmaktadır. 999 Bu bakımdan da hayvandan farklılıklar arz etmektedir. Hayvanların işi bittiği zaman silahlarını bir yere koyma ve istedikleriyle değiştirme imkânları yoktur. Bu da insanların tam, hayvanların ise noksan olduklarının bir kanıtıdır. Hem insan fikir ve uzak görüşü gücüyle kendisinden daha güçlü hayvanlara hükmetmektedir. 1000 İnsanın aşağıların aşağısına çevrilmesinden kastedilenin ne olduğu konusunda çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. İbn Abbas’a göre bu ayetle, erzeli’l-‘umr (ömrün en rezil çağına döndürülme) 1001 kastedilmiştir. İbn Kuteybe’ye göre ise bu ayetteki sâfilîn ile güçsüzler, kötürümler ve çaresizler kastedilmiştir. Mücahid ve Hasanı Basrî ise, ayetin devamını da dikkate alarak “sonra onu cehenneme göndeririz.” diye yorumlamıştır. 1002 Yani o, bu güzel ve düzgün yaratılış nimetine şükretmeyince yaratılış ve terkip bakımından biz o cehennemlik insanı aşağıların aşağısına ve en çirkin şekle döndürdük. 1003 Yahut alçakların en alçağı yaptık. Temizlik yerine eğrilik, güzellik yerine çirkinlik, yükseklik yerine alçaklık, sağlık yerine zayıflık ve hastalık; gençlik yerine kocalık; akıl ve bilgi yerine bilgisizlik ve bunaklık; çalışma ve çaba yerine tembellik; özgürlük yerine tutsaklık, refah yerine darlık, izzet yerine zillet, lezzet yerine elem ile ihtiyarlığın son günlerine; hayata karşılık ölüme, çürüyüp kokmaya, kıyamette dünyaya karşılık Cehennem’e veya Cehennem’in en aşağı tabakasına belirtilir: “(Alah), sizi biçimlendirdi ve biçimlerinizi güzel yaptı.” Teğâbun 64/3. Akkâd, a.g.e., s. 15. 997 Hasbinnebi, el-Kevnü ve’l-İcazi’l-İlmiyyi li’l-Kur’an, s. 321. 998 Asımgil, İnsanın Varoluş Serüveni, s. 75. 999 Bk. Kutub, İnsan Psikolojisi, s. 66-71; Saka, Yabancılaşma Karşısında Kur’an, s. 102. 1000 İsfehânî, İnsan, s. 117. 1001 Bk. Hac 22/5. 1002 Râzî, Tefsîr-i Kebîr, XXIII, 246; Ayrıca bk. Mevdudi, Tefhimu’l-Kur’an, VII, 172. 1003 Zamahşerî, Keşşâf, IV, 764; Nesefi, a.g.e., III, 660. 996 doğru kaktık. 1004 En muteber yoruma göre ise insan kendisine verilen irade ile isyanı, küfrü ve ahlaksızlığı seçerek, süflî şehvetlerine boyun eğerek en adi bir varlık konumuna düşmektedir. 1005 Yine bu, insanın fıtrat temelindeki o ahsen-i takvim konumunu değiştirmesine, bozmasına işarettir. 1006 Kur’an, çok yoğun bir biçimde evrenin insanın hizmetine sunulduğundan bahsetmektedir. Henüz insanlığın ulaşmadığı ve belki hiç ulaşamayacağı parçalarıyla bütün bir evrenin insan içinliği ne israf, ne de insanın abartılmasıdır. Evrenin insan içinliğinin anlamı, insanın yaşamasına elverişli bir dünyanın var oluşunda, evrendeki her bir cüzün ihmal edilemez rolü bulunduğudur. 1007 Allah, insanın şereflendirdiğinden bahseder: “And olsun biz, Âdemoğullarına (güzel biçim, mizaç ve aklî kabiliyetler vermek suretiyle) üstün izzet ve şerefe mazhar kıldık. Onları karada ve denizde (hayvanlar ve taşıtlar üzerinde) taşıdık. Onları güzel rızklarla besledik ve onları yarattıklarımızın birçoğundan üstün kıldık.” 1008 Yani Allah, Âdemoğullarını akıl, mantık, temyiz (ayırma) gücü, güzel suret, dik durma, geçim ve kazanç işlerini düzenleme, yeryüzündekilere hâkim olma ve onların insanın emrine verilmesi, 1009 yazı yazma kabiliyeti, yemeği eliyle yeme, 1010 vahye muhatap olma bakımlarından şereflendirdi. Allah’ın yarattığı diğer mahlûkata karşı şeref ve üstünlük olarak insana ilahi ruhun üflenmesi yeter. Bunun yanında Allah yeryüzünde halife yaparak, kâinatı hizmetine sunarak 1011 insanı şereflendirdi. 1012 İnsanın yaratılmışların çoğundan üstün kılınması farklı şekillerde yorumlanmıştır. Bu ifade insan, yaratılmışların hepsinden üstün kılındı diye yorumlanmıştır. 1013 Bu, “Mümin, Allah katında bazı meleklerinden daha üstündür” 1014 hadisine dayandırılmıştır. Çünkü melekler, itaat etmek üzere yaratılmışlardır. Onlarda şehvet yok akıl vardır. Hayvanlarda ise akıl yok şehvet vardır. İnsanda ise her ikisi de vardır. Kimin aklı şehvetine üstün gelirse meleklerden daha üstün olur. Kimin de şehveti aklına galebe çalarsa o, hayvanlardan daha aşağı olur. Çünkü Allah her şeyi insanlar için yarattı, insanları da kendisi için yarattı. 1015 Bu konuda diğer bir yorumsa şudur: Allah, insanı diğer canlılara akıl vb. meziyetlerle üstün kılmış, daha sonra ona, bu akıl ve anlayışı sebebiyle, doğru inançları, üstün huy ve güzellikleri kazanıp elde etmesini teklif etmiştir. O halde birincisi, tekrîm (ikram etme), ikincisi de tafdîl (üstün kılma)dır. Diğer bir yoruma göre ise insan her şeyden üstün değil yaratılmışların birçoğundan üstün kılınmıştır. Bu, Allah’ın mahlûkatı içinde, insandan daha üstün varlıkların bulunduğuna delalet eder. 1004 Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, VIII, 539-540; Bk. Nisâ 4/145. Bk. Yazır, a.g.e., VIII, 540; Özsoy-Güler, Konularına Göre Kur’an, s. 40. 1006 Kılıç, Benliğin İnşası, s. 72. 1007 Özsoy-Güler, a.g.e., s. 25; Bk. Zâriyât 51/56. 1008 İsrâ 17/70. 1009 Zamahşeri, Keşşaf, II, 653; Nesefi, Tefsiru’n-Nesefi, II, 269. 1010 Râzî, Tefsîr-i Kebîr, XIV, 539-540; Nesefi, a.y. 1011 Bk. İbrahim 14/32; Câsiye 45/12-13; Bu durum şöyle dile getirilir: “Allah’ın göklerde ve yerde bulunan her şeyi hizmetinize verdiğini ve sizlere açık ve gizli bol bol nimetler bahşettiğini görmez misiniz?” Lokmân 31/20; Konuyla ilgili olarak bk. Tâberî, a.g.e. VI,439; Karagöz, a.g.e., s. 53-57. 1012 en-Nâsırî, Muhammed Bakır, min Me‘âlimi’l-Fikri’s-Siyâsî fi’l-İslâm, 1.Bsk., Beyrut, 1988, s. 214-215. 1013 Bk. Zamahşerî, a.g.e., II, 654; Nesefi, a.g.e., II, 269. 1014 İbn Mâce, Fiten, 20, no: 3947; Hadisin isnadı zayıf görülmüştür. Bk. a.y. 1015 Nesefi, a.g.e., II, 269-270. 1005 Bunu kabul edenler, bu üstün varlıkların melekler olduğunu söylemişlerdir. 1016 Buna göre insan en üstün varlık değildir. Kur’an’a göre insan, yaratılmışların en güzelidir ama en üstünü değildir. İnsandan daha üstün başka varlıklar bulunduğu gibi, insanın taşıdığı özelliklerin tek tek her birini insandan çok daha mükemmel biçimde taşıyan başka varlıklar da vardır. Örneğin insan bir kuş gibi uçamaz, bir fil gibi güçlü olamaz, bir gece kelebeği gibi iyi göremez, bir yarasa gibi bip sesiyle yön bulamaz, bir kene gibi koku alamaz vs. Bu yetiler ve güçler tek tek ele alındığında, bunları en iyi biçimde taşıyan ve kullanan varlıklar insandan çok daha üstün varlıklardır. Ama bir “toplayıcı ve bütünleştirici varlık” olarak düşünüldüğünde insan hemen öne geçmektedir. Tartışılan bir soru da şudur: İnsandan üstünlük, üstün olan varlığın parça değerleri açısından mıdır, yoksa tüm değerler açısından mı?... 1017 İnsanın üstünlüğü hangi anlamda alırsanız alın Kur’an’a göre insanın üstünlüğü üç şeye dayanır. Birincisi, bilgi edinme kabiliyetidir. İnsan Allah’ın kendine verdiği akıl gücü sayesinde âlemin sırlarını keşfetmekte, tabiatı yöneten kanunlara vakıf olma, eşyanın gizli ve örtülü hakikatine ulaşma kabiliyeti taşımaktadır. İnsan bu kabiliyeti ile meleklerden bile üstün bir konuma yükselme imkânı bulmuştur. 1018 İnsan, kendine özgü bir bilince sahiptir ve bireysel kimliği onu tüm diğer canlı ve cansız varlıklardan ayırır. 1019 İnsanın yaratılışından söz eden ayetler, onun meleklere üstünlüğünün arkasında özgür irade ve arayışın ürünü olan bilgiyi görmektedir. 1020 İnsan, bilgi üreten bir varlıktır. Diğer varlıklar yaratıcıdan emir-direktif alırlar; insan ise ondan hem emir alır hem de bilgi alır. 1021 İkincisi, bağımsız davranma, seçme kabiliyetine sahip olmasıdır. Melekler de dâhil kâinattaki bütün yaratıklar, Allah’ın önceden belirlediği bir program ve düzen içerisinde kendi görev ve faaliyetlerinin yerine getirirler ve asla bunun dışına çıkamazlar. Oysaki insana kendi davranışları içinde bağımsız davranabilme imkânı verilmiştir. 1022 Üçüncüsü, yaratılışının farklılığıdır. Yaratılış farklılığı, Allah’ın insanı kendi elleriyle yaratması 1023 ve insana kendi ruhundan üflemesidir. 1024 İnsanı seçkin ve yüce kılan onun içinde taşıdığı imkânlardır. 1025 İblis, onun içinde saklı olabilecekleri düşünmedi, topraktan yaratılan kalıbına bakarak onu küçük gördü ve: “Ben ondan daha hayırlıyım! Beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın” 1026 dedi. İnsanın üstünlüğü bedeninin gücünden olmadığı gibi şeytanın itiraz ederken zannettiği gibi bedeninin mevcut unsurlarından da değildir. Belki bu, Allah’ın namzet (aday) olarak takdir ettiği işe uygun olabilmesi için tahsis edip içine yerleştirdiği 1016 Râzî, Tefsîr-i Kebîr, XIV, 543. Öztürk, “Kur’an’da İnsan Kavramı”, s. 13-14. 1018 Hökelekli, “İslam’ın İnsan Görüşü Işığında İşçi Hakları”, s. 233-234 ; Sayın Soyalan insana özgü yanını bulabilmek için diğer varlıklardan farklı yanlarına bakmak gerekir diyerek insana özgü yanı ve insanı üstün kılan nitelikleri “sorumluluk sahibi olması, akletmesi, eşyayı yorumlaması ve vefalı olarak emaneti koruması “ diye açıklar. Bk. Soyalan, Kur’an ve İnsan, s. 40-41. 1019 May, Kendini Arayan İnsan, s. 72. 1020 Bk. Bakara 2/30 vd.; Topçu, Sedat, “İslamiyet ve İnsan Psikolojisinin Boyutları”, Kutlu doğum Haftası, 12-17 Ekim 1989, TDV Y., Ankara, 1990, s. 150. 1021 Öztürk, a.g.m, s. 14-15. 1022 Hökelekli, a.g.m., s. 234. 1023 Bk. Sâd 38/75. 1024 Bk. Hicr 15/29; Secde 32/9; Sâd 38/72. 1025 Öztürk, a.g.m., s. 14. 1026 A‘râf 7/12; Sâd 38/76. 1017 manadandır. 1027 Mevlana’nın oğlu Sultan Veled (Ö:712/1312)’in değişiyle: İblis, insan konusunda kadehe aldandı, kadehin içindekini görmedi.” 1028 İnsan, hem maddî hem de manevî yönüyle en güzel şekilde yaratılıp kâinatın emrine verilmesi ve halife kılınması suretiyle şerefli kılınmıştır. İnsan, Yüce Yaratıcı tarafından kendisine bahşedilen bir takım nitelikler ve güzellikler sayesinde yaratılmışların en güzelidir ama en üstünü değildir. Ama eğer insan hevâ ve hevesine uymayıp Allah’ın gösterdiği doğrultuda hareket ederse meleklerden de üstün bir seviyeye çıkabilmektedir. Fakat Allah’ı tanımayan ve O’nun buyruklarına uymayan insanlar, Kur’an’ın belirttiği gibi hayvanlardan daha aşağı seviyeye düşebilmektedir. b. Allah’ın Ruhundan Âdem’e Üflemesi Allah, insana ruhundan üfleyerek, onu diğer mahlûkata üstün kılmıştır. Allah, şöyle buyurur: “Onu düzenley(ip insan şekline koydu)ğum ve ona ruhumdan üflediğim zaman hemen ona secdeye kapanın!” 1029 Nefh yani üfleme, havayı, bir cismin boşluğuna kaydırmak, akıtmaktır. 1030 Yine bedene ruh üflemek, ona hayat vermek, onu diriltmek demektir. 1031 Ruhun Allah’a izafeti, cüziyyet için değil, değer vermeyi, şereflendirmeyi ifade eder. 1032 Allah’ın insana ruhundan üflemesi konusunda değişik yorumlar yapılmıştır. Bir yoruma göre, burada üfleme yoktur. Bu bir temsildir. 1033 Allah’ın insana “ruhundan üflemesi” ifadesi, ona hayat, bilinç ve duyarlık yani bir can bahşettiğini dile getiren mecâzî bir ifadedir. 1034 Nefh ifadesi, maddeye bilfiil hayatın verilmesini temsil eder. Hatta “Ve Âdem’e isimlerin hepsini öğretti” 1035 ayetinden de anlaşıldığına göre, yalnız cismani hayat değil; zihinsel ve ilmi hayatın kaynağı olan şuur ruhunun, nefs-i natıka (insan ruhu)nın verildiğini de ifade eder. 1036 Bir başka yoruma göre ruh gerçekten üflenmiş olup 1037 ruh, candan farklıdır. Can, hayat ve hareket verir, ruh ise insana has bir takım yetenekleri de beraberinde taşır ve beden ile tekâmül edip gelişir. 1038 Bu yoruma göre insanın hakikati, görünen maddi şekil değil, o şeklin özü, gerçeği olan ruh olup bazı ayetlerden de 1039 anlaşıldığına göre Allah’ın “hayat soluğu” olan ruh, anne rahminde bedene üflenir ve o hakikat, bedenle birlikte Allah’ın dilediği şekli alır ve beden içinde olgunlaşır, üstün 1027 İsfehânî, İnsan, s. 86; Bk. Hicr 15/29; Sâd 38/72, 75. Bk. Öztürk, a.g.m, s. 14. 1029 Hicr 15/29; Sâd 38/72; Bk. Uzeyme, Mustalehât-u Kur’âniyye, s. 68. 1030 Râzî, Tefsi-i Kebir, XIV, 94. 1031 Râzî, a.g.e., XVI, 224. 1032 Râzî, a.g.e., XIV, 95; Yazır, a.g.e., V, 47; Ruhun Allah’a izafetiyle ilgili farklı yorumlar için bk. İsfehânî, el-Müfredât (r-v-h md.), s. 369; Alûsî, Rûhu’l-Meânî, Beyrut, ts. XXIV, 224. 1033 Bk. Nesefi, Tefsîru’n-Nesefî, II, 188. 1034 Esed, Kur’an Mesajı, II, 518. 1035 Bakara 2/31. 1036 Yazır, Hak Dini, VI, 248. 1037 Bk. Râzî, a.g.e., XIV, 94-95; Sâbûnî, Safvetü’t-Tefâsîr, II, 109. 1038 Asımgil, İnsanın Varoluş Serüveni, s. 20. 1039 Bk. Hicr 15/29; Enbiyâ 21/91; Bir hadiste ana rahminde ruhun üflenmesi şöyle anlatılır: “Çocuk kırk gün nutfe olur. Sonra alaka olur. Sonra mudğe olur. Sonra Allah, melek göndererek ona ruh üfler.” Buhari, Bedi’l-Halk, 6; Müslim, Kader, 46, no: 2645 (III, 2037-2038). 1028 sıfatlar kazanır, bedenden ayrıldıktan sonra da ölmez, şeklini ve varlığını sürdürür. 1040 Bu ruh, ilk defa Hz. Âdem’e üflendiğinde insan, Yüce Allah’ın cüzi sıfatlarının bir kısmını yüklenmiştir. Bu sıfatları geliştirmekle de Allah’a yaklaşmakta, olgunlaşmakta ve manevi kaliteyi yakalamaktadır. 1041 Allah’ın kendi ruhundan insana üflemesi, ona ayrı bir değer vermesi ve onun diğer varlıklardan üstün olması anlamına gelmektedir. 1042 Zira insan, kendisine yükseklik ve şeref kazandırabilecek, diğer bazı varlıklar üzerinde hâkimiyet kuracak hususiyetleri Allah’ın kendi ruhundan üflemesiyle kazanmıştır. Âdem ve zürriyeti kendilerine ruh üflenmesinden önce ne secde edilmeye ne de ikrama layık değildir. Melekler ve diğerleri topraktan basit bir maddeye secde etmekle mükellef kılınmamışlardır. Fakat bu maddi kalıba Allah’ın nurundan bir parça aktarılmasından ve böylece insanın Allah’ın sıfatlarından bir eser yüklenerek diri, irade sahibi, bilgi sahibi, konuşan, işiten ve gören bir varlık olmasından sonra Allah’ın yeryüzündeki halifesi olmaya hak kazandı. 1043 “Sonra ona biçim verdi, ona kendi ruhundan üfledi. Ve sizin için kulak (lar), gözler ve gönüller yarattı. Ne kadar az şükrediyorsunuz!” 1044 Ruh üfleninceye kadar insanı bir madde ve üçüncü şahıs olarak anlatan ayet, ruh üflendikten sonra derhal onu söz anlayan varlık yapıyor ve muhatap (ikinci şahıs) olarak ona hitap ediyor. Yani insanın, ancak ruh üflendikten sonra hitap edilmeğe layık, değerli bir varlık olduğuna işaret ediliyor. 1045 Yine bu ayette insana ruhun üflenmesiyle birlikte, onun işitme, görme ve bilme sahibi olduğu ifade olunmaktadır. 1046 Demek ki, ruh bilginin de merkezidir. Ruh, insana bilgi ve hayat kazandıran bir ışıktır. 1047 İnsanda topraktan yaratılmış bulunan bedeninin yanı sıra, melekleşmenin merkezi veya melekliğin sembolü olarak ruh, şeytanlaşmanın merkezi olarak da nefs bulunur. İnsan, ruhuyla meleklerle temasa geçer, ruhu adeta bir melek halindedir; nefsiyle ise şeytanla temasa geçer. 1048 Bir hadiste “Allah, Âdem’i kendi suretinde yaratmıştır.” 1049 diye buyrulur. Tevrat’ta da Allah’ın insanı kendi suretinde yarattığı belirtilir. “Ve Allah dedi; Suretimizde, benzeyişimize göre insan yapalım ve denizin balıklarına ve göklerin kuşlarına ve sığırlara ve bütün yeryüzüne ve yerde sürünen her şeye hâkim olsun. Ve Allah, insanı kendi suretinde yarattı, onu Allah’ın suretinde yarattı; onları erkek ve dişi olarak yarattı.” 1050 Yahudiler bunun yorumunu yapamamış, Allah’ı insan şeklinde tasavvur etme cehaletine saplanmışlardır. Etimolojik yönden “suret” ve “benzer” kelimesi aynı anlama 1040 Ateş, İnsan ve İnsanüstü, s. 53. Bayraklı, Kur’an’da Değişim, Gelişme ve Kalite Kavramları, s. 26. 1042 Dumlu, Kur’an’da Bazı Kavramlara Bakış, Anadolu Y., İzmir,1999, s. 44. 1043 Bk. Mevdûdî, Tefhîmu’l-Kur’an, II, 571; Gazali, İslam’ın Manevi Boyutu, s. 94-95; Kutub, İnsan Psikolojisi, s. 402; Bu bağlamda, ilahi özelliklerden bazılarına sahip olmanın, ilahlığın bir kısmına da sahip olmak anlamına gelmediğine dikkat edilmelidir. Çünkü ilahlık, mutlak olarak bütün yaratıklar için erişilmesi söz konusu olmayan bir makamdır. Mevdudi, a.y. 1044 Secde 32/9;“Kulaklar, gözler ve gönüler” şeklindeki tertibin hikmeti için bk. Râzî, a.g.e. XVIII,202 1045 Ateş, Kur’an-ı Kerim ve Yüce Meali, s. 414. 1046 Bk. Râzî, a.g.e., XVIII, 201; Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, s. 223, 266. 1047 Ünal, a.g.e., s. 223. 1048 Ünal, a.g.e., s. 221. 1049 Buhari, Enbiyâ, 1; Müsned, II, 244, 251, 315, 323. 1050 Tekvin, Bab:1, 26-27, s. 5. 1041 gelmektedir. Hıristiyanlar da “benzetme” hadisesini çok değişik şekillerde yorumlamışlar, “Allah-İsa” benzetmesinde bulunmuşlardır. 1051 Kur’an, insanın özüyle varlığın esası, yani Allah, arasında beraberlik gördüğüne göre, insanın kendi özünü unutması, bir anlamda Allah’ı unutması, Allah’ı unutması da kendi benini unutmasıdır. 1052 “O kimseler gibi olmayın ki, Allah’ı unutmuşlardır, Allah da onlara kendi benliklerini unutturmuştur.” 1053 Yüce Allah, Âdem’den başka Meryem için de “O ırzını korumuş olan (Meryem)i de an; ona ruhumuzdan üflemiş, kendisini ve oğlunu âlemlere bir ibret yapmıştık.” 1054 Yani Meryem, ırzını, iffetini sağlam ve iyi korumuş yakasını, eteğini kale gibi sağlam tutup kimseye açmamıştı. Âdem’e üflediğimiz ruhtan ona da üfledik; içinde İsa’yı hayatlandırdık. Yahut ruhumuzdan demek, ruhumuz tarafından demektir ki, “Cebrail (Rûhu’l-Kudüs) vasıtasıyla üfledik” demek olur. 1055 Yine burada Allah, Hz. İsa’nın yaratılışının Hz. Âdem’in yaratılışı gibi olduğunu bildirmiştir. Bu ayetlerin ışığında Allah’ın “ona ruhumuzdan üfledik” gibi sözleri mucizevî doğumlar için kullandığı sonucu da çıkarılabilir. 1056 Sonuçta, ruhun Allah’a izafe edilmesi, insanı şereflendirmek ve yükseltmek içindir. Yoksa Yüce Allah’ın ruhundan bir cüz ve bir parça Hz. Âdem’e ve Hz. Meryem’e verilmiş değildir. İnsana bu ulvî ruhun üflenmesinden, insana, insanı diğer canlılardan ayıran ve insanı insan yapan özelliklerin verilmesi anlaşılmaktadır. Onunla insanın aklı ve kalbi hayatî fonksiyonlarını yerine getirebilmekte ve onunla Yüce Allah’la bağlantı kurarak emirlerini alabilmektedir. 1057 Kur’an, insanın kendi ruhunu, özünü tanımasını ister. Amacı, insanın, yaratılmışlar dünyasındaki yerini ve konumunu, yerine getireceği fonksiyonunu belirlemesi ve bunun bilincine ulaşmasını sağlamaktır. Kur’an’ın insan üzerinde bu kadar durmasının nedeni de budur. İnsan bu özü tanımakla, şeref, haysiyet ve yücelik duyar, aşağılık olmaktan kaçınır, kendi değerini anlar. Kendisi için ahlaki ve sosyal değerler bir anlam taşır. 1058 Allah’ın insana kendi ruhundan üflemesi ister geçek, isterse mecazi manasında anlaşılsın bu ifade Allah’ın insana bir değer, şeref ve diğer bazı varlıklar üzerinde hâkimiyet kuracak, kendini onlardan üstün kılacak hususiyetleri verdiğini ifade etmektedir. İnsana bahşedilen bu nimetten sonra insan, Allah’ın halifesi olmaya ve meleklerin secdesine hak kazanmıştır. İnsan, tanıdığında aşağılık olmaktan kaçınıp şeref, haysiyet ve yücelik duyacağı, yaratılmışlar dünyasındaki yerinin, konumunun ve fonksiyonunun bilincine varacağı bu özünü tanıması gerekir. 1051 Asımgil, a.g.e., s. 52. Öztürk, Kur’an’ın Temel Kavramları, s. 406. 1053 Haşr 59/19; Ayrıca bk. Tevbe 9/67. 1054 Enbiyâ 21/91; Tahrîm 66/12. 1055 Bk. Râzî, a.g.e., XVI, 224;Yazır, a.g.e., V, 278-279. 1056 Mevdudi, a.g.e., III, 329. 1057 Bk. Saka, Yabancılaşma Karşısında Kur’an, s. 87. 1058 Mutahhari, Murteza, Kur’an’da İnsan-İman ve Ahiret, Trc. Selahaddin Silahtar, Endişe Y., Ankara, 1990, s. 168-169. 1052 c. Akıl Sahibi Olması Felsefe ve mantık terimi olarak akıl, varlığın hakikatini idrak eden, maddi olmayan, fakat maddeye tesir eden basit bir cevher; maddeden şekilleri soyutlayarak kavram haline getiren ve kavramlar arasında ilişki kurarak önermelerde bulunan, kıyas yapabilen güç demektir. Bu anlamıyla akıl sadece meleke değil özdeşlik, çelişmezlik ve üçüncü şıkkın imkânsızlığı gibi akıl ilkelerinin bütün fonksiyonlarını belirleyen bir terimdir. İnsanın her türlü faaliyetinde doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden ve güzeli çirkinden ayıran bir güç olarak akıl, ahlaki, siyasi ve estetik değerleri belirlemede en önemli fonksiyona haizdir. 1059 Akıl, bu dünyanın en muazzam gücüdür. O, yeryüzünü alt üst etmiş, medeniyetleri yapmış ve yıkmıştır. 1060 İnsan, aklını ihata edip bütün yönleriyle anlayamamakta ve akıl bir bakıma esrarını korumaya devam etmektedir. Aklı anlamaya çalışan akıl, aklı nasıl bütün yönleriyle bilebilecektir. Bir şey kendini kavrarsa o şey kendi olmaktan çıkar veya o şey bir başka varlık alanına çıkmadıkça kendisini bütünüyle kavrayamaz. Şu halde akıl, aklı ihata edemez. Akıl, akıl için bilinemezliğini sürdürür. Akıl ancak kullanılır. Akıllı varlık kendisini bütün inceliğiyle tanıyamayacağını anlayınca aslında kendini bir anlamda tanımış olur. İnsanın kendisi de, kendisi için gaybdır. Çünkü kendini aşmadıkça kendini ihata etme imkânına sahip değildir. 1061 İnsan benliği iki kuvvet arasındadır. Şehvet kuvveti, akıl gücü. Şehvet kuvveti, insanı yemeiçme, çiftleşme gibi hayvanî ve diğer dünya zevklerini tatmaya sevk eder. Akıl kuvveti ise, sonucu güzel ve hayırlı işleri yapmaya, ilim-irfan sahibi olmaya götürür. 1062 Bu iki güce Yüce Allah, ayette şöyle işaret eder: “Şüphesiz biz ona (doğru) yolu gösterdik. İster şükredici olsun, ister nankör.” 1063 Yine insanın tabiatında iki türlü lezzeti arayıp hoşlandığını görürüz. Bunlardan birincisi, tadılan, dokunulan, işitilen, görülen hisle ilgili zevklerdir. Bunlar duyu organları vasıtasıyla alınan hayvanî şehvet kategorisine giren zevklerdir. İkincisi ise, ilim öğrenme isteği ve hayır kazanma zevki gibi akla dayalı lezzetlerdir. Birinci sırada yer alan duyu organlarıyla algıladığımız lezzetler, insanda akıldan önce meydana gelmiş olması sebebiyle bize daha ağır basar. Bunlar, insan doğmazdan önce onda mevcuttu. Bu durum insan için zaruri olduğundan Yüce Allah şöyle buyurdu: “Gerçek şu ki, siz çarçabuk geçen (dünya hayatını ve nimetlerini) seviyor, ahireti bırakıyorsunuz.” 1064 İşte bunun için insanların çoğu, aklın emrettiği şeyden hoşlanmaz da, hevâ ve hevesinin isteğine meyleder. 1065 1059 TDVİA (Akıl md.), II, 238. Carrel, İnsan Denen Meçhul, s. 96. 1061 Albayrak, Halis, Kur’an’da İnsan-Gayb İlişkisi, 2.Bsk., Şule Y., İstanbul, 1996, s. 171-172. 1062 İsfehânî, İnsan, s. 54. 1063 İnsân 76/3; Ayrıca bk. Beled 90/10. 1064 Kıyâme 75/20-21. 1065 İsfehânî, İnsan, s. 54-55; Gazali de İhya’sında benzer şeyleri söyler: Aklın başlangıcı yedi yaşında, aslı ergenlik anında, kemali ise kırk yaşındadır. Şehvetler, şeytanın, akıllar ise meleğin askerleridir. Bunlar karşılaştıkları vakit zaruri olarak aralarında savaş başlar. Zira bunlar birbirinin zıddı oldukları için biri diğerini kabul etmez. Hâlbuki şehvetler akıl kemale ermeden daha çocukluk ve gençlik çağında kemale ererler. Bu sebeple şeytanın askeri, akıldan önce merkezi zapteder, kalbi istila eder ve kalp de şehvetlere uygun adetlerle ünsiyet eder de şeytan kalbe galebe çalar. İhyâ, IV, 19-20. 1060 Akıl, nefs ve ruh kuvvetleri arasında orta bir yerdedir. O, içgüdüleri durdurur ve ruhun hidayeti için ilham eder. İnsan, nefsinin üzerine aklıyla çıkar. Aklının üzerine de ruhuyla yükselir. İnsan, nefsiyle bedeninin canlı dürtüleriyle ilişki kurar. Ruh yönüyle de ebedî âlem ve devam etmekte olan mevcudatın sırlarıyla ilişki kurar. Akılsa, sınırlı yönüyle kapsadığı şeyleri idrak eder. Fakat bütün hakikati mutlak yönüyle idrak edemez. Ancak iman ve ilham ile idrak eder. 1066 Kur’an, insanın hem duygularına hem de aklına hitap etmektedir. İnsanı harekete geçiren duygular olup aklın görevi, denetim ve kılavuzluktur. 1067 Akıl, beynin omurilik ve sinir sisteminden oluşan ve dünya şartları içinde ruhun, etki için kullandığı bir araçtır. Bu araç iyi kullanıldığı takdirde ruhî tedavide olumlu neticeler elde edilmektedir. Ruhî yani psişik tedavinin temeli ise inançtır. Bunun içindir ki, inanç olmadan ruhî tedavi olmadığı gibi, aklı olmayanın da inancı olmamaktadır. 1068 İslam, insanın diğer bütün duygularının ve hassasiyetlerinin saf aklın kontrolüne bırakılmasını önerir. Kalb de aklın kontrolünde olmalıdır. Eğer akıl, kalbin ve duyuların kontrolünde kalırsa kalb sübjektif çalıştığı için insanı yanıltır. 1069 Ancak insan aklın duvarını aşan hususlarda o kitaba başvuracaktır. 1070 Zira insanın aklı, idrak ve bilgi hususunda sınırlıdır ve hataya maruzdur. Bundan dolayı da bazı engeller, insanı sıhhatli düşünmekten alıkoyabilmekte, kendisine doğru yolu gösterecek, onu yöneltecek ve bilgilendirecek birisine ihtiyaç duymaktadır. 1071 Bunun için aklın diğer güçler karşısında desteklenmesi ve aynı zamanda o güçleri de aklın emrine verebilmek için onların eğitimden geçmesini sağlayacak ikinci bir rehber daha insana verildi. Bu da vahiy, yani günümüzde Kuran’dır. Akıl yolunu ancak vahiy ile bulur. Vahiy de akılla anlaşılır. Akıl göz, vahiy de ışığa benzer. Dışardan ışık gelmeyince göz görmez. Gözsüz ışık da bir işe yaramaz. Bunun için Yüce Allah şöyle buyurdu: “Gerçekten size Allah’tan bir nur, apaçık bir kitap geldi. Rızasını arayanı Allah onunla kurtuluş yollarına götürür ve onları iradesiyle karanlıktan aydınlığa çıkarır.” 1072 Ve yine akıl lambaya, vahiy de onun içindeki zeytinyağına benzer. Zeytinyağsız lamba nasıl ışık vermezse, lambasız zeytinyağı da ışık veremez. 1073 Bunlar birbirinin yardımcısı ve parçasıdır. Yüce Allah, aklın niteliği konusunda: “Allah’ın yaratışında değişme yoktur. İşte dosdoğru din budur.” 1074 buyurarak akla din ismini verdi. Sonuçta akıl, vahiyden yoksun olursa işlerin çoğunu yapmaktan aciz kalır. 1075 1066 Akkad, el-İnsan fi’l-Kur’âni’l-Kerim, s.33; Akıl, nefs ve ruh hakkında geniş bilgi için bk. Akkad, a.g.e., s.24-33 1067 Bk. Sezen, İslam Sosyolojisine Giriş, s. 73; Kırca, Kur’an ve İnsan, s. 357. 1068 Kırca, a.g.e., s. 229. 1069 Atay, Kur’an Araştırmaları V,117; Duygularımızın aklın kontrolünde olmasına örnek oluşturabilecek bir hadis şöyledir: “Akıllı insan, nefsini kontrol altına alıp ölümden sonrası için hazırlanan kimsedir.” (Tirmizî, Kıyâmet, 25, no: 2459 (IV, 638); İbn Mâce, Zühd, 31, no: 4260, (II, 1423). 1070 Atay, “Allah’ın Halifesi İnsan”, A.Ü.İ.F.D., Ankara,1972, XVIII, 71. 1071 Necati, Kur’an ve Psikoloji, s.102 1072 Mâide 5/15-17. 1073 Bk. Nûr 24/35 1074 Rûm 30/30. 1075 Bk. İsfehânî, İnsan, s. 139-140. İnsan cinsi kendine has olmak üzere, iyiyi de kötüyü de, doğruyu da yanlışı da aklileştirme özelliğine sahip olduğu ve bunu fevkalade kullandığı için, 1076 vahyin akla destek olmasının önemi bir kez daha ortaya çıkmaktadır. Gazali akla dört anlam vermektedir. 1. İnsanların diğer canlı hayvanlardan ayrılmasını sağlayan haslete akıl denir ki, insanlar yaratılıştaki bu akıl ile nazari ilimler öğrenmeye istidat kazanırlar, birçok gizli hüner ve sanatları elde ederler. 2. İkinin birden çok olduğunu, bir adamın aynı anda iki yerde bulunamayacağını bilmesi gibi zaruri ilimlerdir. Bu anlamda her insanda bulunan güç. 3. Tecrübelerden elde edilen ilim akıldır. 4. Nefsin kötüye götüren dürtülerini disipline eden güç. 1077 Akıl, insanoğlunun en üstün vasfıdır. Çünkü Allah’ın emanetleri, akıl sayesinde kabul edilir ve Yüce Allah’ın rızasına mazhar olunur. 1078 İslam öncesi zamanlarda akıl, insanın değişen durumlarda gösterdiği “pratik zekâ”yı ifade ederdi. Akıllı adam, en beklenmedik olaylar karşısında dahi bir çözüm yolunu bulup tehlikeden kendini kurtaran adam idi. Akıl kelimesi Kur’an’da çok sarih dini bir anlam taşıyan anahtar kelimedir. Bu kelime, insanı Allah’ın ayetlerini anlamağa muktedir kılan insan yeteneğini ifade eder. 1079 Kur’an-ı Kerim’de “akıl” anlamını ifade eden pek çok kavram vardır. Lubb, nuhâ, hicr ve mirre gibi kavramlar akıl manasına gelmektedir. Bu değişik isimler, aklın farklı görevlerini de belirlemektedirler. 1080 Kur’an’da akıl, anlamak, 1081 düşünmek, 1082 birleştirmek, 1083 kendini kritize etmek 1084 anlamlarında kullanılmıştır. 1085 Kur’an terminolojisinde akıl, ilim elde etmeye yarayan güç demektir. Yine insanın bu güçle elde ettiği ilme de akıl denir. Aklın aslı, tutma, engelleme, alıkoyma, bağlama anlamlarındadır. Nitekim akıl kelimesi, deveyi (çökmüş halde kalsın diye ayağını bükerek) iple bağlamak, ilacı karna bağlamak, kadının saçını bağlaması, dilini bağlamak gibi ifadelerde bağlamak, tutmak anlamlarında kullanılır. 1086 Bağlamak, anlamıyla akıl bir anlamda bilginin bağlanıp elde edilmesini ifade ederken, “Devenin dizini büküp bağlamak” anlamıyla da, yanlış davranışların, nefsin ve kötü arzuların kontrol altına alınması ve onların yakalanıp bağlanması ve nihayet onların disipline edilmesini temin eden gücü ifade etmektedir. 1087 Kur’an’da akıl kelimesi biri geçmiş, diğerleri geniş zaman kipinde olmak üzere 49 yerde fiil şeklinde geçmektedir. 1088 Bu ayetlerde genellikle “akletme”nin yani aklı kullanarak doğru düşünmenin önemi üzerinde durulmuştur. “Akletmiyorlar mı?” “Umulur ki akledersiniz.” “Umulur ki 1076 Bk. Sezen, İslam Sosyolojisine Giriş, s. 76. Gazali, İhyâ, I, 215-216. 1078 Gazali, a.g.e., I, 41. 1079 İzutsu, Kur’an’da Allah ve İnsan, s. 81-82; Bk. Ankebût 29/34-35; Rûm 30/21-25. 1080 Bayraklı, Kur’an’da Değişim, Gelişme ve Kalite Kavramları, s. 46. 1081 Bakara 2/75; Yûsuf 12/2; Nûr 24/ 61. 1082 Mülk 67/10. 1083 Haşr 59/14. 1084 Bakara 2/44, 189. 1085 Bk. Bayraklı, a.g.e., s. 47-53; Aklı ifade eden kelimelerin açıklaması için bk. a.g.e., s. 53-79. 1086 İsfehânî, el-Müfredât (a-k-l md.), s. 577-578. 1087 Bk. Bayraklı, a.g.e., s. 46. 1088 Bk. Abdulbaki, el-Mu‘cemü’l-Müfehres (a-k-l md.), s. 594-595. 1077 düşünürsünüz.” “Akleden bir topluluk için” “Eğer aklediyorsanız” gibi ifadelerle Kur’an, düşünmeye teşvik etmektedir. Düşünme ve akıl yürütme, ibret almak yoluyla insanın olaylara bakışını, inancını, tutum ve davranışlarını etkileyebilecek, hatta değiştirebilecek bir güce ve role sahiptir. 1089 Bundan dolayıdır ki Kur’an, daima insanı düşünmeye, incelemeye, araştırmaya sevk etmekte ve zaman zaman insanların düşünmemelerinden yakınmaktadır. 1090 Zaten Kur’an’ın indirilişinin bir amacı da, insanların düşünmelerini ve akıl sahiplerinin öğüt almalarını sağlamaktır. 1091 Bu yüzden Kur’an, bir obje ve yapısal olarak akıldan değil, aklın fonksiyonlarından, fiil ve aktivitelerinden bahseder. 1092 Bir başka ifadeyle Kur’an’da akıl kelimesi geçmemekte, “akl”ın değişik derecelerdeki aktiviteleri olan “akletme”, “tefekkür”, “tedebbür”, “nazar”, “i’tibâr”(ibret, ders alma) kavramları fiil olarak geçmektedir. 1093 Kur’an’a göre insanı insan yapan, onun her türlü aksiyonlarına anlam kazandıran ve ilâhî emirler karşısında insanın yükümlülük ve sorumluluk altına girmesini sağlayan akıldır. 1094 Kur’an, bu gücü kullanmadıkları için kâfirleri, “…onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler; bu yüzden akledemezler” 1095 diyerek yermiş ve akıllarını kullananların Cehennem azabından kurtulacaklarını belirtmiştir. 1096 “Allah, ayetlerini akledesiniz diye açıklamaktadır” 1097 vb. ayetlerle de akla ilahi hakikatleri sezme, anlama ve onlar üzerinde düşünüp yorum yapma görev ve yetkisi verilmiştir. İnsanı düşünmeye teşvik eden çok sayıda ayete topluca bakıldığında düşünme-nin önemli bir kulluk görevi, bir ibadet olduğu sonucuna varılabilir. Düşünmenin konusu ise başta bizatihi Kur’an’ın mesajı olmak üzere bu mesajın aydınlatıcı ve yol gösterici ışığı altında Allah-âlem, âlem-insan, Allahinsan ilişkisidir. 1098 “Muhakkak ki göklerin ve yerin yaratılışında, gündüzle gecenin ardı ardına gelişinde akıl sahipleri için alametler vardır. Onlar ayakta, otururken ve yaslanırken Allah’ı zikredip göklerin ve yerin yaratılışı hakkında tefekkür ederler.” 1099 Bu ayette akıl sahipleri, fikrî, ilmî araştırmayı Allah inancıyla, tezekkür ve tefekkürle bir arada götüren insanlardır. Ayrıca zikir, dille 1089 Bk. Ra’d 13/2-4. Bk. Âli İmrân 3/65. 1091 Bk. Yunus 10/24; Sâd 38/29. 1092 Bk. Şanver, Kur’an’da Tebliğ ve Eğitim Psikolojisi, s. 164-165. 1093 Asıl anlamı “gözle bakmak” olan nazar, “kalp gözüyle bakmak, düşünmek” manasında kullanıldığı gibi “bir şey hakkında tefekküre dalmak, nazari araştırmalarda bulunmak” anlamına da gelir. Fikr kökünden türeyen tefekkür de aynı anlamdadır. (Lisânu’l-Arab, n-z-r, f-k-r md.). Buna göre nazar ve tefekkür, “bir işin akıbeti konusunda düşünmek”, tedebbür ise “bir işin sonucunu başından hesap etmek” anlamına gelir. Re’y (veya rü’yet) ise tıpkı nazar gibi hem gözle hem de kalple (akılla) bakıp görmek anlamına gelir. İnsanlarda bu gözlemler sonucu oluşan fikri kanaate de re’y denir. (Bk. Lisanu’l-Arab r-e-y md.; TDVİA, X, 53); Tefekkürle zihnin bir noktaya yoğunlaşması çoğu zaman karıştırılır. Hakiki tefekkür belli bir şeyi kuvvetle düşünmek demek değildir. Aksine tefekkür beyni umumi bir konu etrafında dalgalanmaya bırakır. Zihin hiçbir kuvvet sarf etmeksizin murakabeye dalarak her şeye kolayca uzanır. Altıntaş,“Modern Psikolojinin Bazı Meseleleri”, s.48 1094 TDVİA (Akıl md), II, 238. 1095 Bakara 2/171. 1096 Bk. Mülk 67/10. 1097 Bakara 2/242. 1098 TDVİA (Düşünme md.), X, 53; Bk. A‘râf 7/185; Ğâşiye 88/17. 1099 Âli İmrân 3/190-191. 1090 anmaktan ziyade Allah’ın hayranlık uyandırıcı kudret belirtilerini tefekkür ve teemmüle dalarak, Allah bilinciyle dolmaktır. 1100 Akıl, kaynağı kalp ve ruhta; eseri, beyinde bulunan manevi bir nurdur ki insan, bununla beş duyuyla algılanmayan soyut şeyleri algılar. Akletmek, sebeplerle sebepler sonucu olan şeyleri, eser ile eser sahibi arasındaki ilgiyi, yani nedensellik kanununu ve ona bağlı gerekli ilgilerini algılayarak eserden eser sahibine veya eser sahibinden esere veyahut eser sahibinin iki eserinin birinden diğerine geçmektir. 1101 Kur’an’da akletmeye bu yoğun teşvikin amacı, insanoğlunun gözle görülür, elle tutulur duyu planından teorik alana sevk edilmesidir; dolayısıyla Kur’an, hissi mucizelerin delil teşkil ettiği bir imandan ziyade akletmenin, yani ilmî ve fikrî araştırmalarla çözümlenen Kur’an ve kâinat ayetlerinin delil teşkil ettiği bir iman üzerinde durmaktadır. 1102 Kur’an, insanı sadece tabiattaki fenomenler üzerinde düşünmeye, ilmi araştırmaları yapmaya sevk etmemektedir. O, aynı şekilde insanı nefsi konusunda, onun biyolojik ve psikolojik oluşumunun gizemini düşünmeye de teşvik etmektedir. O, bununla da insanı biyolojik, fizyolojik, tıpsal ve psikolojik sahalarda keşiflerde bulunmaya çağırmaktadır. 1103 Fakat Kur’an’ın buradaki asıl amacı, insanları Allah’ın varlığının ve birliğinin delilleri hakkında düşündürerek bunların arkasındaki yaratıcı gücü tanımaya sevk etmektir. Kur’an, aklını ve düşüncesini kullanmayanların durumunu hayvandan daha aşağı bir derekede mütalaa etmektedir: “Allah katında canlıların en kötüsü, düşünmeyen sağırlar ve dilsizlerdir.” 1104 Yine Kur’an, aklı kullanmamanın, insanın değerini düşürdüğünü şöyle dile getirir: “Allah’ın izni olmadan hiç kimse inanamaz ve (Allah) pisliği (huzursuzluğu, azabı) akıllarını kullanmayanların üzerine kor.” 1105 Ayetteki rics kavramı, azap ve pislik manasına gelir. Allah, aklını kullanmayanları bir anlamda murdar olarak ilan etmekte ve onlara azap edeceğini beyan etmektedir. Demek ki akıl, insanı pislikten ve tiksinilecek bir varlık olmaktan kurtarıyor. 1106 Aklın görevi, insanlara daha insani bir gelecek yaratma imkânı veren sorunları ortaya atmak ve onlara çözüm getirmektir. Bugün Batı’da ve Batı’nın hâkim olduğu dünyada akıl, bu rolü oynamıyor. Çünkü Batı’da “akıl” denile gelen şey “pozitivist” bir akıldır. Yani temel boyutları koparılıp alınmış kötürüm bir akıl. Bu akıl artık gayeler problemini hiç ortaya atmaz, sadece vasıtalar problemiyle uğraşır. 1107 Sonuçta Kur’an’da akıl, Materyalizm ve Pozitivizm’in temel aldığı aklıdan daha yüksek ve seviyelidir. Kur’an’daki akl-ı selim ve kalb arasında bu yükselişi sağlayan, gelişen bir bağ vardır. Bu 1100 Bk. Yazır, Hak Dîni, II, 446-447; TDVİA, X, 53. Yazır, a.ge., I, 449; Ayrıca bk. Necati, Kur’an ve Psikoloji, s. 101-102. 1102 Bk. Yazır, a.g.e., I, 367, 450-452; TDVİA, X, 54; Hem Kur’an hem de Allah’ın en büyük eseri olan kâinat O’nun varlığına ve birliğine işaret eden delillerle doludur. Bu deliller her yerde ve her şeydedir. Bakan bir göze göre bazen bir kuşta, bazen bir gezegende ve bazen de bir harabededir. Kırca, Kur’an ve İnsan, s. 312-313. 1103 Necati, Kur’an ve Psikoloji, s. 114; Bk. Fussilet 41/53; Rûm 30/8; Tâhâ 86/5-7. 1104 Enfâl 8/22; Ayrıca bk. Furkân 25/44. 1105 Yûnus 10/100. 1106 Bayraklı, Kur’an’da Değişim, Gelişme ve Kalite Kavramları, s. 90; İbn Kesir, rics kelimesini “şaşkınlık, sapıklık” diye açıklamış. İbn Kesir, Muhtasar-u İbn Kesir, II, 208. 1107 Garaudy, İslam ve İnsanlığın Geleceği, s. 90-91. 1101 sebeple akıl, inanç, duyarlılık ve vicdandan ayrılamaz. Yoksa aklın fonksiyonu, her şeyde tabiatı, mekanizmayı, hesabı keşfetmekten ibaret olacaktır. 1108 İnsanı diğer varlıklardan ayıran özelliğin akıl sahibi olması olduğu gibi aklının kaybolması veya zafiyete uğramasıyla bir anlamda insanlığının da kaybolacağı için olumsuz etkiler altında olan aklın korunmaya 1109 ve eğitime ihtiyacı vardır. Kur’an, insanın eğitimine akıl ve ruh eğitiminden başlayarak, insan aklına ve ruhuna hitap eden ayetlerle bir yandan insana dinamizm kazandırırken, diğer yandan da evrendeki olayları seyretmeğe ve bunlar arasındaki insanüstü denge ve düzen üzerinde insanı düşünmeğe çağırarak insanın ufkunu açıp mutlak otoriteye bağlamayı hedefler. 1110 Zihnî terbiyenin temeli, doğru ve sahih ilimdir. Buna göre, zihnimizin bir düzen içinde vazife yapabilmesi için, önce evham ve hurafeler gibi manevi pisliklerden zihnimizi temizlemek sonra onu, doğru ve faydalı bilgilerle aydınlatmak gerekir. 1111 Sonuç olarak Allah, insanı diğer yaratıklardan üstün konuma çıkaran akıl nimetini bahşetti ve bunun yanında aklına yardımcı, destek ve yol gösterici olarak vahiy gönderdi. Kur’an, bir obje ve yapısal olarak akıldan değil, aklın fonksiyonlarından, fiil ve aktivitelerinden bahseder. Kur’an, daima insanı Allah’ın ilim, hikmet ve kudretini gösteren ayetler üzerinde düşünmeğe ve gerekli sonuçları çıkarmağa, incelemeye, araştırmaya yönlendirmekte ve düşünmeyen insanları kınamaktadır. Zaten Kur’an’ın indirilişinin bir amacı da, insanların düşünmelerini ve akıl sahiplerinin öğüt almalarını sağlamaktır. Akıl kelimesi Kur’an’da çok sarih dini bir anlam taşıyan anahtar kelimedir. Bu kelime, insanı Allah’ın ayetlerini anlamağa muktedir kılan insan yeteneğini ifade eder. Kur’an-ı Kerim’e göre insanı insan yapan ve ilahi emirler karşısında insanın sorumluluk altına girmesini sağlayan akıldır. d. Kalb Sahibi Olması Kur’an’da kalbi ifade etmek için akılla yakın bir mana ifade eden kalb, fuâd ve elbâb 1112 kelimeleri kullanılır. “Sezme, anlama ve bir şeyin mahiyetini kavrama gücü” anlamına gelen bu kelimeler, daha çok insanın deruni, vicdani âlemine ve gönül dünyasına hitap etmek maksadıyla kullanılmıştır. 1113 İmam Gazali’nin belirttiğine göre kalb kelimesi iki manada kullanılır. Birincisi, insanın sol memenin altına doğru yerleştirilen et parçası demektir. Ruhun madeni ve kaynağı orasıdır. Bu kalp insanlarda bulunduğu gibi hayvanlarda da bulunur. Kalbin ikinci manası ise, gözle görülmeyen ruhani bir varlık olmasıdır ki, o kalb-i ruhaninin kalb-i cismani ile bir alakası vardır. İşte insanın hakikati bu kalb-i ruhanidir. İnsanda anlayan, âlim ve arif bu kalptir. Hitap edilen, ikâb ve itâb edilen ve aranan 1108 İzzetbegoviç, Ali, Doğu ile Batı Arasında İslam, Trc. Salih Şaban, Nehir Y., İstanbul, 1987, s. 187; Erdoğan, Kur’an ve İnsan Psikolojisi, s. 53. 1109 Bk. Çiftçi, Fazlurrahman ile İslam’ı yeniden Düşünmek, s. 242. 1110 Saka, Yabancılaşma Karşısında Kur’an, s. 144. 1111 Bk. Akseki, Ahlak İlmi ve İslam Ahlakı, s. 138-141. 1112 Elbâb kelimesinin tekili lub olup tekil halde Kur’an’da geçmez. Lub, şaibelerden arınmış akıl demektir. Her lüb akıldır. Yalnız her akıl lüb değildir. İsfehânî, el-Müfredât, (l-b-b md.), s. 733. 1113 TDVİA (Akıl md.), II, 239. yine bu kalptir. 1114 İlmin yeri de bu kalptir. Gazali devamla diyor ki, kalb derken, bütün azamızı sevkü idare eden nurani ve manevi benliğimizi kastediyoruz ki, bütün uzuvlarımızın hizmet ve itaat ettikleri bu kalptir. Bazen gönül dediğimiz bu kalp, renklerin suret ve şekillerine nispetle ayna ne ise, malumatın hakikatine nispetle bu kalb de aynıdır. Bilgilerin kalbe ulaşıp yerleşmesine de ilim denir. 1115 Kalb kelimesinin kökeninde dönmek anlamı vardır. Kalbu’ş-şey’, bir şeyin bir yönden diğer bir yöne döndürülmesi demektir. İnsanın kalbi, çokça döndüğü için böyle isimlendirilmiştir. Kur’an terminolojisinde kalb, insana has kılınan ruh, ilim, cesaret vb şeyler anlamında kullanılır. 1116 Kalb kelimesi tekil ve çoğul (kulûb) halde Kur’an’da 132 yerde geçmektedir. 1117 Bu anlamda Fuâd kelimesi de tekil ve çoğul (efide) halde 16 yerde geçmektedir. 1118 Fuâd da kalb anlamında kullanılıp kalbe yanıp yakılma manası verildiğinde fuâd denir. 1119 Kur’an’da kalb manasına gelen diğer bir kavram da “sadr” (göğüs)dır. Kur’an’da tekil, çoğul (sudûr) ve fiil halinde 46 yerde geçer. 1120 Sadr, bedenîn bir uzvudur. Bazı âlimlerin görüşüne göre, Allah kalbi zikrettiğinde akla ve ilme işaret vardır. Sadrı zikrettiği yerlerde ise akla, ilme ve şehvet, hevâ, gazap vb. kuvvetlere işaret vardır. 1121 Kur’an’da sadr şüphenin, 1122 sıkıntının, 1123 sırların, 1124 kinin, 1125 kibrin, 1126 korkunun 1127 bulunduğu yer olarak ifade edilmektedir. 1128 Sadrın bu kadar özelliğin toplanma merkezi olması, insanın psikolojisinde ve davranışlarının yönlendiril-mesinde önemli bir payı olduğunu ve sözlük anlamındaki kutu, hazine gibi anlamlarıyla bir irtibatı olduğunu düşündürmektedir. Yine Kur’an’da sadrla ilgili olarak göğsün açılıp genişletilmesin (şerh-ü sadr) den bahsedilir ki, 1129 bu, göğsün ilahi nurla genişletilmesi ve ilahi huzur ve ferahlıkla doldurulması demektir. 1130 Kur’an ve hadislerde kalpten bahsedildiği zaman kastedilen mana, eşyanın hakikatini insanın anlayıp bildiği manasıdır. Bazen göğüste bulunan kalb zikredilir ve kinaye ile bu mana kastedilir. 1114 Gazali, İhyâ, III, 9; Kalbin ilim, hikmet ve tefekkür kuvvetleri, gazab ve şehvet kuvvetlerine karşı ilahi birer kuvvettirler. Şayet sâlik (hak yolcusu) bu kuvvetlerden yardım almayıp gazab ve şehvetin tarafına geçerse helak olur. İnsan kalbinin hususiyeti ilim ve irade olup insanın şerefi bunlarla yükselir. Kalbin kuvvetleri hakkında geniş bilgi için bk. Gazali, a.g.e., III, 13-18. 1115 Gazali, İhyâ, III, 29. 1116 İsfehânî, a.g.e. (k-l-b md.), s. 681. 1117 Bk. Abdulbaki, Mu’cemü’l-Müfehres (k-l-b md.), s. 697-700. 1118 Bk. Abdulbaki, a.g.e. (f-e-d md.), s. 648. 1119 İsfehânî, a.g.e. (f-e-d md.), s. 646; Fuâdın işlevleri için bk. Hûd 11/120; İbrâhîm 14/37, 43; İsrâ 17/36; Furkân 25/32; Kasas 28/10-11; Necm 53/11; Bayraklı, a.g.e., s. 129-133. 1120 Bk. Abdulbaki, a.g.e. (s-d-r md.), s. 512-513. 1121 İsfehânî, a.g.e. (s-d-r md.), s. 477. 1122 Bk. A‘râf 7/2. 1123 Bk. Hûd 11/12; Hicr 15/97. 1124 Bk. Âli İmrân 3/29, 118, 154; Neml 27/74; Ğâfir 40/19. 1125 Bk. A‘râf 7/43; Hicr 15/47. 1126 Bk. Ğâfir 40/56. 1127 Bk. Haşr 59/13. 1128 Geniş bilgi için bk. Bayraklı, a.g.e., s. 133-140. 1129 Bk. En‘âm 6/125; Tâhâ 20/25; Zümer 39/22; İnşirah 94/1. 1130 İsfehânî, a.g.e. (ş-r-h md.), s. 449; Ayrıca bk. Öztürk, Kur’an’ın Temel Kavramları, s. 524-526. Çünkü o ruhani kalb ile bu cismani kalb arasında kendine mahsus bir irtibat vardır. Sanki cismani kalb onun yeri ve memleketidir, onun âlemi ve binitidir. 1131 Kalbe ait fonksiyonlardan bir kısmının beyinle ilgisi bulunduğunu bugünkü ilim bize haber vermektedir. Bu takdirde kalbin beyinle bir ilişkisi bulunmaktadır. Anlamak kalbin değil, beynin görevleri arasındadır. Kur’an, “Kalpleri kapanmıştır, bu yüzden anlamazlar” demek suretiyle anlamayı kalbe bağlamaktadır. Bundan da anlıyoruz ki kalbin beyinle yakın bir ilişkisi mevcuttur. Bu ilişkinin derecesini henüz bilemiyoruz. 1132 Kalb, insanın bütün iç dünyasıdır, idrak vasıtalarının tümüdür. Kalbi bir değerlendirme merkezi kabul edersek insanın düşünmesi, tefekkürü, hatırlaması, aklını, hafızasını kullanması gibi faaliyetlerde bulunması, bu faaliyetlerin merkezi ve organı durumundaki nitelikler ve yetenekler insanın manevi yapısının diğer alanlarını oluşturur. Akıl elbette dimağdadır, ama etki alanı kalptir. 1133 Gazali’ye göre aklın çeşitli anlamları olup akıl demekle eşyanın hakikatini bilmekten ibaret olan akıl kastedilir ki, kalpte bulunan ilim sıfatından ibarettir. Yine akıl demekle, ilimleri anlayan manası kastedilir ki, o zaman da kalbin kendisi olur. 1134 Kalbin akılla ortak manaları vardır. Aklın kendisi değişmiyor, ama başkalarını değiştiriyor; kalb ise hem kendisi değişiyor hem de başkalarını değiştiriyor. Akıl ile kalbin ana farkı bu olsa gerek. Diğer taraftan, aklın kötü anlamda bir manası yoktur, ama kalbin vardır. 1135 Hac suresinin 46. ayetinde, akıl ile kalp yan yana gelmektedir. “Yeryüzünde dolaşmadılar mı ki, düşünecek kalplere, işitecek kulaklara sahip olsunlar. Hakikat şudur ki, yalnız gözler kör olmaz, fakat sinelerin içindeki kalpler kör olur.” Kalp, akıl ve nefis bitişince, aralarında bir kaynaşma olunca, insan davranışlarında da bir bütünlük, bir denge ve bir tutarlılık meydana gelmektedir. 1136 Dil bilginleri akıl ile kalbi (fuâd) özdeş saymışlar ve kalb kelimesinin geçtiği deyimlerde bu kelimeyi akıl olarak anlamakta tereddüt etmemişlerdir. 1137 Sonuçta kalb, aklı, duyguları ve insanın manevî-ruhî yapısını içine alan geniş bir kavramdır. Psikolojik hayatın merkezi kalptir; duygu, düşünce ve irade gibi bütün ruhî fonksiyonlar buradan kaynaklanır. Dolayısıyla o, düşünen, hisseden, arzu eden, zaman ve mekân ötesiyle, aşkın (gayb) âlemle insanın bağlantısını kuran, kurduğu bu bağlantıyı insanın etkinliğini biçimlendirecek hale sokan güçlerin toplamıdır. Kalb; akıl, nefs ve şeytandan gelen etkiler çerçevesinde bir davranış ortaya koyar. Etki kaynaklarından kalbe gelen uyarıcılar orada bir duygu, düşünce, arzu ve kararın oluşmasına yol açar. Bunlardan kalbin onayından geçen ve onun eğilimlerine uygun düşenler gerçekleşir; uygun düşmeyenlerse engellenir. 1138 1131 Gazali, İhyâ, III, 12-13. Kırca, Kur’an ve İnsan, s. 312. 1133 Gölcük, Kur’an ve İnsan, s. 39-40; Önceki âlimler çok defa aklın merkezinin kalp olduğunu zannediyorlardı. Bugün ilim idrakle ilgili bütün fonksiyonların beyin tarafından, beynin belli bölgelerine dağıtarak yapıldığını ispat etmiştir. İsfehânî, İnsan, s. 82; Mütercime ait dipnot. 1134 Gazali, İhyâ, III,12 1135 Bayraklı, a.g.e., s. 91. 1136 Bayraklı, a.g.e., s. 57. 1137 TDVİA (Düşünme md.), X, 53. 1138 Hökelekli, Din Psikolojisi, s. 29. 1132 Kur’an’da kalb, insanın imanının, 1139 şüphenin, 1140 düşüncenin, 1141 ruhun sükûnetinin, 1142 peygamberî ilhamın, 1143 cehaletin, manevi körlüğün 1144 ve umumi bir tarzda faziletlerin ve tutkuların mekânıdır. 1145 Kur’an, kalbi, insanın gerçek benliği, ölümsüz hakikati ve ölümsüzü yakalayan fark ediş, eriş ve seziş kuvveti olarak tanıtmaktadır. 1146 Kalb, yaratıcının muhatabı ve nazargâhıdır. Kur’an’da kalb kelimesi fiil halinde, çevirmek, değişim, 1147 geri dönmek, 1148 dolaşmak, 1149 akıbet 1150 anlamlarında kullanılır. Ayetlerde fiziki olaylardan psikolojik oluşumlara kadar değişim, dönüş, dolaşım ve akıbet manaları ifade edilirken, kalb kavramının çeşitli kalıpları kullanılmaktadır. Bu da kalbin bir hal içinde durmadığını, etkilere açık olduğunu ve bu etkilere göre eylemde bulunacağını göstermektedir. 1151 Kur’an’da kalbin olumlu niteliklerinden çok olumsuz niteliklerinden söz edilir. Katı kalp, taşlaşmış kalp, 1152 kilitli kalp, 1153 örtülü (perdeli) kalp, 1154 hasta kalp, 1155 dağınık kalp, 1156 mühürlenmiş kalp, 1157 günahkâr kalp, 1158 paslı kalp, 1159 korku salınan kalp, 1160 gafil kalp, 1161 ikiyüzlü kalp, 1162 inkârcı kalp, 1163 cahil kalp, 1164 arzulara dalan kalp 1165 gibi, kötülüklerin hâkim olduğu kalplerden bahsedilir. 1166 Bununla Kur’an, yol göstericilik görevini yaparak insanın kalbini bu tür illetli durumlara karşı uyanık tutmaya çalışır ve bu tür hastalıklara yakalanan kalplerin de arındırılmasını ister. Bunu isterken de kendisi bizzat bunun yöntemlerini verir. Kalbin marazından (hastalığından) bahseden ayetler, bunu nifak yani içi-dışı farklı olma illetiyle irtibatlandırmıştır. Demek ki kalbi perişan eden hastalıkların başında samimiyetsizlik ve riyakârlık gelmektedir. Münafıklığın en tipik özelliği kalp hastalığıdır. Kalp marazı, kalp katılığı (kasvet) 1139 Bk. Nahl 16/108. Bk. Tevbe 9/64. 1141 Bk. A‘râf 7/179; Hac 22/46; Kırca, Kur’an ve İnsan, s. 312. 1142 Bk. Bakara 2/260;Ra‘d 13/28. 1143 Bk. Şuarâ 26/193-194. 1144 Bk. A‘râf 7/179; Hac 22/46. 1145 Kılıç, Benliğin İnşası, s. 201. 1146 Öztürk, Kur’an’ın Temel Kavramları, s. 269. 1147 Bk. En‘âm 6/110; Nûr 24/37, 44. 1148 Bk. Âli İmrân 3/174; Mülk 67/4. 1149 Bk. Şuarâ 26/219. 1150 Bk. Kehf 18/36. 1151 Bayraklı, a.g.e., s. 92. 1152 Bk. Bakara 2/74; Âli İmrân 3/159; Zümer 39/22; Hadîd 57/16. 1153 Bk. Nisâ 4/155; Muhammed 47/24. 1154 Bk. Bakara 2/88; En‘âm 6/25; Kehf 18/57; Fussilet 41/5. 1155 Bk. Bakara 2/10; Enfâl 8/49; Tevbe 9/125; Hac 22/53; Nûr 24/50; Ahzâb 33/12, 32. 1156 Bk. Haşr 59/14. 1157 Bk. A‘râf 7/101; Tevbe 9/87, 93; Yunus 10/74; Rûm 30/56; Ğâfir 40/35; Câsiye 45/23. 1158 Bk. Bakara 2/283. 1159 Bk. Mutaffifîn 83/14. 1160 Bk. Âli İmrân 3/151; Enfâl 8/12. 1161 Bk. Kehf 18/28. 1162 Bk. Tevbe 9/77. 1163 Bk. Nahl 16/22. 1164 Bk. Mü’minûn 23/63. 1165 Bk. Enbiyâ 21/1-3. 1166 Geniş bilgi için bk. Bayraklı, a.g.e., s. 92-110; Öztürk, Kur’an’ın Temel Kavramları, s. 269-275. 1140 meydana getirir. Kur’an, bu kalp katılığını insanın Allah’a giden yolunu tıkayan bir bela olarak gösterir. Kalp kasvetini azdıran asıl sebep sonu gelmez arzu ve emeller, hırslar ve tutkulardır. 1167 Kalp kasvetinin en tipik temsilcisi Yahudilerdir. Onlar, Allah’a verdikleri sözü tutmadıklarından lanetlenmişler ve kalpleri katılaşmıştır. 1168 Bir toplumun görevini yapması için katılaşmış kalbin ve körleşen basiretin mutlaka uyanması gerekir. 1169 İşlenen kötülüklerin alışkanlık halini alması, bunları aklileştirme ve vicdanın bunları kanıksamasıyla birlikte vicdanî duyarlılık söner ve kalp katılaşır. Kalbin paslanması da, zulmün ve ahlaksızlığın yapıladurması ve vicdanın birey üzerindeki baskısının azalmasıyla birlikte zamanla pişmanlık duygusunun silinmesidir. 1170 Kalbin mühürlenmesi, boş arzuları ilah edinme, 1171 Allah’ın nimetlerine nankörlük, 1172 azgınlık, zulüm, 1173 bilgisizlik 1174 gibi sebeplerden olmaktadır. Kalbi mühürlenenler artık insanca ne görebilir, ne duyabilir, ne anlayabilir, ne de yaşayabilirler. 1175 Kalplerin mühürlenmesi hususunda, ayetlerin arkasındaki ilkenin psikolojik bir kural olduğu söylenebilir. 1176 Kalplerin mühürlenmesini psikolojideki şartlanma anlamına geldiğini ortaya koyan ayetler bulunmaktadır. 1177 Buna göre, şayet bir kimse bir defa iyi ya da kötü bir amel işlerse, bu tür davranışı tekrar işleme ihtimali artarken, onun tersi olan davranışı işleme ihtimali ona orantılı olarak azalır. Dolayısıyla, iyi işler veya kötü işlerin yapılması o kadar tekrar edilir ki, kişi için zıddını yapmak veya düşünmek bile imkânsız hale gelir; böylece kalpleri mühürlenir ve gözleri körleştirilir. Bununla beraber psikolojik alışkanlık doğuran hareketler, mutlak zorlayıcı olarak yorumlanamazlar. Çünkü insan davranışı için, hiçbir zaman “dönüş noktası yoktur” diye bir şey olamaz. 1178 Dolayısıyla kalplerin ve kulakların mühürlenmesi hadisesi, fizyolojik bir vakıa olmayıp mecazidir. Mühürlenmek ve lanetlenmekle ilgili bütün ayetler bağlamları içinde değerlendirilirse, genellikle bu mühürlenme hadisesinin içinde bulundukları psikoloji itibariyle hidayete dönme ihtimali neredeyse kalmamış insanlar hakkında kullanıldığı söylenebilir. 1179 Bedenin her uzvu, kendine mahsus muayyen bir iş için yaratılmıştır. Hastalığı ise hangi iş için yaratılmış ise, onu yapamamasıdır. Ya o işi hiç yapamaz veya zorla yapar. Kalbin hastalığı da hangi iş için yaratılmışsa onu yapamamasıdır. Kalb; ilim, hikmet, ma‘rifetullâh, Allah sevgisi, Allah’a ibadet, Allah’ı zikirden zevk almak, Allah’ı bütün arzuları üzerine tercih etmek için yaratılmıştır. 1180 Bu faaliyetleri yapamayan bir kalb hasta demektir ve tedaviye ihtiyacı vardır. Her ne kadar müspet 1167 Bk. Hadîd 57/16. Bk. Mâide 5/13; Öztürk, Kur’an’ın Temel Kavramları, s. 269-270. 1169 Fazlurrahman, Ana Konularıyla Kur’an, s. 110. 1170 Bk. Erdoğan, a.g.e., s. 107-109. 1171 Bk. Câsiye 45/23. 1172 Bk. A‘râf 7/101. 1173 Bk. Yûnus 10/74. 1174 Bk. Tevbe 9/87, 93; Rûm 30/56. 1175 Esed, Kur’an Mesajı, I, 292; Öztürk, a.g.e., s. 272; Bk. Bakara 2/7; En‘âm 6/46; Tevbe 9/87, 93. 1176 Fazlurrahman, a.g.e., s. 62. 1177 Bk. En‘âm 6/43; Fussilet 41/44; Hadîd 57/16; Munâfikûn 63/4; Akbulut, Ahmet, Sahabe Dönemi Siyasi Olaylarının Kelamî Problemlere Etkileri, Birleşik Y., İstanbul, 1992, s. 334. 1178 Bk. Fazlurrahman, Ana Konularıyla Kur’an, s. 61-63. 1179 Ünver, Kur’an’ı Anlamada Siyakın Rolü, s.213; Ayrıca bk. Nesefî, Tefsiru’n-Nesefî, I, 590, 700. 1180 Gazali, İhyâ, III, 143. 1168 ilimlere ihtiyaç varsa da, kalbin selamete ermesi için yalnız aklî ilimler yetmez. Akıl, Kur’an ve sünnetin nurunu bir arada bulundurmak lazımdır. Zira aklî ilimler besinler, şer‘î ilimler de ilaç gibidir. Hasta bir insan tedavi edilmeden yediği yemeklerden zarar görür. Kalbi hastalıklar da, peygamberlerden alınan ilimlerle, şeriattan faydalanılan ilaçlarla tedavi edilirler. Bu ilaçlar da, kalbi düzeltmek için peygamberlerin tatbik ettikleri ameller ve ibadet vazifeleridir. 1181 Bedenîn hastalığı, bedene hastalık getiren sebebin zıddı ile tedavisi gerektiği gibi, kalbin hastalığı olan reziletler de zıtları ile tedavi edilir. Mesela cehalet ilimle, cimrilik cömertlikle, kibir tevazu ile, aşırı şehvet de itidal ile tedavi edilmelidir. 1182 Kur’an da insanı bu tür hastalıkların zıddı olan iyi işleri işleyerek tedaviye çağırmaktadır. Bunların yanında kalbin hastalanmadan önce hastalıklardan korunması büyük önem arz eder. Bunun için de, aklın hurafelerden korunup doğru bilgilerle donatılması, ruhun güzel ahlakla bezenmesi ve akidenin düzeltilmesi, doğru ve sağlam kılınması gerekir. 1183 İnsan kendisini kötülüklerden arındırmazsa kötülükler kalbine yerleşir, arttıkça artar ve kalbi şüphe ve günahların toplandığı yer haline gelir. Bir hadiste şöyle buyrulur: “Mümin, günah işlediği zaman kalbinde siyah bir iz olur. Sonra o kişi tevbe edip (nefsini o günahtan) çekip çıkarır ve (Allah’tan mağfiret dilerse) kalbi (o izin pasından) cilalanıp temizlenir. Eğer mümin günahını fazlalaştırırsa kalbindeki siyah iz fazlalaşır. İşte Allah’ın kitabında: “Hayır, onların kazandıkları günahlar, kalplerini paslandırıp karartmıştır.” 1184 buyrulur.” 1185 Kur’an’da iman eden (iman ile süslenen) kalb, 1186 kaynaşan kalb, 1187 selim kalb, 1188 sükûnete eren kalb, 1189 doyuma (huzur)a ulaşan kalb, 1190 huşu duyan kalb, 1191 münib (tevbe ve samimi amelle Allah’a dönen) kalb, 1192 hidayete eren kalb, 1193 yumuşak kalb, 1194 ürperen kalb, 1195 akleden kalb 1196 gibi iyiliklerin galip geldiği kalplerden bahsedilerek insanın kalbinin asıl fonksiyonunun bunlar olması gerektiği mesajı verilmekte ve bu yönlere kanalize edilmesi istenmektedir. Selîm kalb, hastalıktan, bozukluktan, cehaletten, kötü huylardan, 1197 kirden, şirkten, 1198 küfürden, nifaktan, mal ve evlat fitnesinden 1199 arınmış kalptir. Selim kelimesi, tevhid yolunun genel adı olan İslam kökünden geldiğine göre selim kalb, barış, huzur, güven, sükûnet dolu ve Allah’a gereği gibi 1181 Gazali, a.g.e., III, 39. Gazali, a.g.e., III,140. 1183 Bk. Akseki, Ahlak İlmi ve İslam Ahlakı, s. 135-138. 1184 Mutaffifîn 83/14. 1185 İbn Mace, Zühd, 29, no: 4244 (2/1418). 1186 Hucurât 49/7, 14; Enfâl 8/2. 1187 Âli İmrân 3/103; Enfâl 8/63; Tevbe 9/60. 1188 Şu‘arâ 26/88-89. 1189 Fetih 48/4, 18, 26. 1190 Bakara 2/260; Mâide 5/112-113; Enfâl 8/9-10; Ra‘d 13/28; Nahl 16/106. 1191 Hadîd 57/16; İsrâ 17/109. 1192 Rûm 30/31; Sâd 38/24; Kâf 50/33; İsfehânî, a.g.e. (n-v-b md.), s. 867. 1193 Teğâbûn 64/11. 1194 Âli İmrân 3/159; Zümer 39/23. 1195 Enfâl 8/2; Mü’minûn 23/60-61. 1196 A‘râf 7/179; Hac 22/46; Bu kalp çeşitleri ile ilgili geniş bilgi için bk. Bayraklı, a.g.e., s. 111-128. 1197 Bk. Râzî, Tefsîr-i Kebîr, XVII, 350; Öztürk, Kur’an’ın Temel Kavramları, s. 272. 1198 Bk. İbn Kesir, Muhtasar-u Tefsir-i İbn Kesir, II, 651. 1199 Bk. Nesefi, Tefsiru’n-Nesefi, II, 569. 1182 teslim olmuş ve selamete ermiş kalp demektir. 1200 Kur’an ve hadislerde geçen fıtratla yakın alakası olan ve herkeste bulunan akl-ı selim (sağduyu), doğruyu yanlıştan ayırma gücü, 1201 saf ve duru olarak çalışan saf-temiz, arı-duru akıl 1202 demek olup kalb-i selimle bağlantısı vardır. Kalb-i selimden bahseden ayet, mühürlendiği için isabetli düşünmekten mahrum kalmış kalplerden bahseden 1203 ayetle birlikte değerlendirilecek olursa kalb-ı selimin akl-ı selime yakın bir mana taşıdığı sonucuna varılabilir. 1204 Kur’an’da kalbin doyuma ve huzura ermesinin Allah’ın zikri ile 1205 iman ile, 1206 Allah’ın yardımıyla, 1207 gözle görerek, 1208 iyilik dokunmasıyla 1209 olacağını haber vermektedir. Ama asıl kalbi mutmain eden, Allah’ın zikridir. “İman etmiş olanlar ve kalpleri Allah’ın zikriyle yatışmış olanlar” ayetinde ki Allah’ın zikrinden kastedilen, Kur’an’ı zikir diye ifade eden ayetlerden de anlaşıldığına göre Kur’an’dır. 1210 Yani bunlar iman etmek için Allah’ın bir özel hatırlatması, en açık bir uyarısı olan Kur’an’dan daha büyük ve daha faydalı bir ayet ve mucize olamayacağını bilirler ve kalpleri bununla tatmin olur. “Bilin ki kalpler, ancak Allah’ın zikriyle huzur bulur.” Yani Allah’ın verdiği zikir ile veya Allah’ı anmak, hatırlamakla kalpler tatmin olur, gönüllerin ıstırabı sakinleşir, yatışır. 1211 Özetleyecek olursak kalp, insanın aklını, duygularını isteklerini ve ruhî yapısını kapsayan geniş bir anlam alanına sahip bir kavramdır. Kur’an’da kalb, imanın, şüphenin, düşüncenin, ruhun sükûnetinin, peygamberi ilhamın, cehaletin, manevi yüceliğin ve körlüğün, faziletlerin ve tutkuların mekânıdır. Aşkın âlemle insanın bağlantısını kuran insanın bütün iç dünyasıdır, idrak vasıtalarının tümüdür ve psikolojik hayatın merkezidir. Duygu, düşünce ve irade gibi bütün ruhî fonksiyonlar buradan kaynaklanır. Dolayısıyla kalp, insan için önemli fonksiyonları icra eden, insanı erdiren ve alçaltan bir özelliğe sahip olup insan bu nimetin değerini bilmez ve gereği gibi kullanamazsa bir takım hastalıkların, bozuklukların mekânı olur ve insanı helake sürükler. Kur’an, insanı bundan sakındırmak için kalbin olumsuz niteliklerinden genişçe bahseder ve insanın Allah’ın huzuruna tertemiz, arınmış bir kalple çıkmasını ister. e. İrade Sahibi Olması İrade, bir şeyi yapmak veya yapmamak konusunda karar verme ve bu kararı yürütebilme kudretidir. 1212 İrade, arzu, ihtiyaç ve ümitten meydana gelen bir güç demektir. Nefsin yapılması veya yapılmaması gerektiğine hükmettiği bir şeyi gerçekleştirmeyi istemesi, ona yönelmesidir. Bu terim bazen eyleme yönelme sürecinin başlangıç, bazen de bitiş noktasını ifade eder. Başlangıç noktasında 1200 Bk. Râzî, a.g.e., XVII, 351; Öztürk, a.g.e., s. 272. Bk. TDVİA (Akl-ı Selim md.), s. 275. 1202 Bk. Atay, Kur’an’a Göre Araştırmalar V, s. 19-20; Gölcük, Kur’an ve İnsan, s. 40. 1203 Bk. Muhammed 47/24. 1204 Bk. TDVİA, s. 276. 1205 Bk. Ra‘d 13/28. 1206 Bk. Nahl 16/106; Fetih 48/4. 1207 Bk. Enfâl 8/9-10. 1208 Bk. Bakara 2/260; Mâide 5/112-115. 1209 Bk. Hac 22/11. 1210 Bk. Hicr 15/9; Enbiyâ 21/50; Fussilet 41/42; Nesefi, a.g.e., II, 154; Yazır, a.g.e., IV, 564. 1211 Yazır, a.g.e., IV, 564. 1212 Erdoğan, Büyük Türkçe Sözlük, s. 550. 1201 irade nefsin bir işi yapmayı arzulaması, bitiş noktasında ise o işin yapılmasına veya yapılmamasına hükmetmesidir. İrade kavramı Allah hakkında sadece ikinci anlamda kullanılabilir. Çünkü Allah arzudan münezzehtir, yalnızca hükmeder. 1213 İrade, ihtiyari kuvvet için kullanıldığı gibi teshiri ve hissi kuvvet için de kullanılabilir. Bunun için cansızlar ve hayvanlar hakkında da kullanılır. 1214 “Orada yıkılmak isteyen (yıkılmak üzere olan) bir duvar buldular…” 1215 Aklın yaptırım gücü yoktur. Yaptırım gücü iradeye aittir. İrade ise bir sürü gücün etkisi altındadır. Bundan dolayı diğer güçlerin etkisi altında olan irade, aklı, doğru bildiğini ve hüküm verdiğini yapamaz ve zararlı gördüğü şeyden kaçamaz durumda bırakabilir. Tarihten, çevreden, öğreticiden ve toplumdan gelen izlenimler iradeyi etkisi altına alarak aklın düşündüğü doğruyu yapmasına engel olabilir. 1216 İradenin harekete geçmesi, his ve hayalin veya aklın kesin hükmü ile meydana gelir. 1217 Şuurlu yönümüz içimizde bilinmeyen güçlerle (yani, içgüdüler, içtepiler, heyecanımız, mizacımız, ihtiyaçlarımız vb.) karışmışlardır. 1218 Bu güçler karar vermede kişiyi etkilemektedirler. Önceden yürütülen bir fikir ile tayin edilmiş olan iradeli fiil bir düşünme ve bağlanmayı gerektirir. Böylece iradeli davranışın zekâ ile açık bir ilgisi olduğu gibi, kişiye sorumluluk yükleyen ahlakî bir anlamı da vardır. 1219 Öyleyse insan iradesi, akli ve ahlaki diye ikiye ayrılır. Aklî irade, ferdin fiillerinin sonuçlarını önceden görebilmesidir. Ahlakî irade ise, bizi iyi olan, hayır olana doğru götüren iradedir. 1220 Bu, daha ziyade bir mükellefiyet duygusunun ihtirasa ve arzuya karşı koymasıdır. Bu bir ahlaki enerjidir, ruhî bir çabadır. 1221 Mükemmel bir ahlaki iradeye sahip olmak için, sağlam ve salim bir akla ve zihne malik olmak lazımdır. Modern psikoloji, iyiyi, güzeli ve en iyiyi arayan iradeyi, gerçek manada bir irade olarak değerlendiriyor. Zevklerini, hazlarını aramak, rahatını istemek iradeyi kullanmak demek değildir. 1222 İmam Gazali’nin belirttiğine göre insan, ilim ve irade güçleri sayesinde yükselir ve Allah’a yaklaşmaya liyakat kesbeder. İnsanı yücelten irade ise şöyledir: İnsan aklı ile bir işin sonunu anlayıp iyilik tarafı nerde olduğunu bildiği zaman, içinden o tarafa yönelir, sebeplerini temine çalışır ve onu irade eder. Şayet Allah, yalnız neticeleri anlayan aklı yaratıp, aklın ve hikmetin gereğince azaları harekete geçirecek olan bu muharriki yaratmasaydı, aklın bu hükmü boşa giderdi. 1223 Klasik teorilerde iradeli bir fiilin gerçekleşme safhaları şu şekilde sıralanır: 1. Gerçekleşecek fiillerin zihinde teşekkülü. 2. Düşünüp taşınma, muhakeme etme. 3. Karar verme 4. Uygulama. 1213 İsfehânî, el-Müfredât (r-v-d md.), s. 371; TDVİA (İrade md.), XXII, 381. İsfehânî, a.y. 1215 Kehf 18/77. 1216 Atay, Kur’an’a Göre Araştırmalar V, s. 19. 1217 Gazali, İhyâ, IV, 467. 1218 Altıntaş, Hayrani, İnsan ve Psikoloji, Kültür Bakanlığı Y., Ankara, 1989, s. 258. 1219 Hökelekli, “Dini Kişiliğin Kuruluşunda İradenin Rolü”, DİD, XXI, 18. 1220 Altıntaş, a.g.e., s. 258-259. 1221 Hökelekli, a.g.m., s. 18. 1222 Altıntaş, a.g.e., s. 259. 1223 Gazali, İhyâ, III, 18-19; İrade ile ihtiyâr arasındaki ilişki için bk. a.g.e., IV, 466-467. 1214 Modern psikologların benimsediği şekliyle ise iradeli fiil, “güdülenme (motivasyon)” ve “karar verme” şeklinde iki safhadan geçer. 1224 İnsanı diğer yaratıklardan üstün kılan özelliklerinden biri de iradesidir, bağımsız davranma ve seçme kabiliyetine sahip olmasıdır. Kendi fıtratına, bedeninin maddi ve manevi ihtiyaçlarına bile kafa tutabilen tek varlık insandır. Kendinsin iyilik ve hayrına olan şeylerin tersini bile yapabilmektedir. Hem aklının gösterdiği hem de aklının muhalefet ettiği doğrultuda davranışlar sergilemektedir. 1225 İnsan irade özgürlüğüne sahip olmakla birlikte, çevresi tarafından da belirlenmektedir. Kur’an’a göre görünmeyen varlıklar da (şeytanlar, melekler) ona etki etmeye çalışmaktadır. Evrendeki her şey mahiyeti içerisine yerleştirilmiş kanunlar çerçevesinde hareket ettiği, yani Allah’ın emrine doğrudan doğruya uyduğu için, tüm evren müslümandır. Yani Allah’ın iradesine teslim olmuştur. Bu evrensel kanunun tek istisnası insandır. Çünkü Allah’ın emrine uyup uymamakta bir seçim yapabilme kabiliyeti kendine verilen tek varlık odur. 1226 İnsan, irade sahibi olduğu ve eylemlerini kendi seçimleriyle yaptığı için iradesini kullanmaktan sorumlu olur, ahlakî bir değerlendirmeye tabi tutulur ve ahlaklı veya ahlaksız diye isimlendirilir. Kur’an-ı Kerim’de irade kavramı hem Allah’a hem de insana nispet edilerek 139 yerde geçer. 1227 Bu ayetlerin önemli bir kısmında ilahi iradenin mutlak, özgür ve önüne geçilemez olduğu, dolayısıyla kulun iradesini sınırladığı; 1228 hayır veya şer olarak olup biten her şeyin Allah’ın iradesi istikametinde gerçekleştiği; 1229 fakat O’nun iradesinin mutlaka amaçlı, anlamlı, hikmetli ve adil olduğu, kulları için asla zulmü, kötülüğü ve meşakkati murat etmediği bildirilmektedir. 1230 Ahlaki muhtevalı ayetlerde insanın iradesinde serbest olduğu belirtilmekte, 1231 bundan dolayı onun iyi şeyleri de kötü şeyleri de istemesinden söz edilmektedir. 1232 İnsan bütün eylemlerinde iradesini “Allah’ı isteme” veya “Allah’ın rızasını isteme” şeklinde tayin etmelidir. 1233 Kur’an’da açıkça, insanın hür olduğunu, seçme hakkına sahip bulunduğunu beyan eden pek çok ayet vardır. 1234 “Bu bir öğüttür. Dileyen, Rabbine varan yolu tutar. Allah, dilemedikçe siz dileyemezsiniz.” 1235 Bu ayette insanın iradesi konusunda problem var gibi gözükse de bu ayeti insana verilen hürriyet ve sorumluluk çerçevesinde değerlendirmek gerekir. Yani Allah, insana dileme, düşünme yeteneği vermiştir. O, bu yeteneği vermeseydi insanın düşünmesi, dilemesi mümkün değildi. İnsanın bu düşünmesi ve dilemesi, Allah’ın böyle olmasını dilemesiyledir. İnsanın dilemesi, Allah’ın 1224 Hökelekli, a.g.m., s. 18-19; Altıntaş, a.g.e., s. 260-261. Bk. Şeriâtî, İnsan, s. 24-25; Şanver, Kur’an’da Tebliğ ve Eğitim Psikolojisi, s. 60-61. 1226 Bk. Fazlurrahman, Ana Konularıyla Kur’an, s. 68; Kutub, İnsan Psikolojisi, s. 275-276. 1227 Bk. Abdulbaki, el-Mu‘cemü’l-Müfehres (r-v-d md.), s. 415-417. 1228 Bk. Bakara 2/253; Ra‘d 13/11; Ahzâb 33/17. 1229 Bk. En‘âm 6/125; İsrâ 17/16; Cin 72/10. 1230 Bk. Bakara 2/26, 185; Âli İmrân 3/108; Mü’min 40/31. 1231 Bk. Âli İmrân 3/145; İsrâ 17/18-19; Ahzâb 33/28-29. 1232 Bk. Enfâl 8/62, 71; Yûsuf 12/25; Hac 22/25. 1233 Bk. Rûm 30/38-39; Ahzâb 33/29; İnsân 76/9; TDVİA (İrade md.), XXII,381; Gölcük, a.g.e, s.266. 1234 Bk. Yunus 10/108; İnsân 76/29. 1235 İnsân 76/29-30. 1225 yarattığı fizyolojik, psiko-sosyal kanunlarla olur. Fakat bu kanunların işlemesinde insan seçiminin rolü vardır ve bundan dolayı sorumludur. 1236 İnsanın iradesini inkâr ederek, Kur’an’ın mutlak olarak insanın davranışlarının cebrini savunduğunu ileri sürmek, yalnız Kur’an’ın tümünü reddetmek değil, aynı zamanda temelini yok etmek demektir. 1237 İnsan kendi istek ve iradesiyle hangi yöne yönelmeyi uygun görürse, Allah da onu o yöne çevirmektedir. “Biz insanı hangi yöne isterse oraya çeviririz.” 1238 Bu ilahi kanun fertler için olduğu kadar, toplum ve millet hayatı için de geçerlidir. 1239 “Bir millet kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez.” 1240 Yani insanlar gereken gayreti gösterip bir işe koyulmadıkça Allah onları başarıya ulaştırmaz. İnsan, iradesini yaratılış amacına uygun olarak Allah’ın istediği şekilde kullanması ve bu konuda ifrat ve tefrite kaçmaması gerekir. Zira bu ikisi de ruhî bir hastalıktır. İnsana verilen irade hürriyeti özgürlük adı altında kötüye kullanılmamalı-dır. Özgürlük, insanın dilediği zaman hayvanlaşma hakkı veya âlemlerin Rabbini inkâr değildir. Kendini son derece özgür hisseden insanların hayatlarına baktığımızda onların şehvetlerinin kulu oldukları, mide veya üreme organlarına, gösteriş yaptıkları görüntüye ya da makam ve mevkie taptıkları görülür. Onlar sahip oldukları şeyle değer kazanırlar. Bu şeylerden yoksun kaldıklarında varlıkların en değersizi olurlar. Mutlak özgürlük ancak Allah’a, doğru bir şekilde kulluk yapmakla gerçekleşir. 1241 İçinde doğan herhangi bir istek ve arzuya karşı koymaktan aciz, her türlü sebepler mükemmel olduğu halde, bir fiile karar vermekte tereddüt ederek sıkıntı çeken insanların iradesi hastadır. Keza, iş ve fiil sahasına geçmek için yeterli sebep bulamamak, hiçbir karar verememek veya bir işi layık olduğu önem ve ciddiyetle düşünmemek ve yalnız kendi nazarındaki fiili haklı gösterecek sebepleri araştırmakla uğraşmak, iradenin hasta ve noksan olduğunun alametidir. Böyle olanlar hakkı inceleyip anlayamazlar. Yaptıkların hakka uydurmak için sebepler icat ederler. 1242 Mükemmel bir şahsiyet ve karaktere sahip olmak için, irademizin bu hastalık ve noksanlıklardan kurtulmasını sağlamak lazımdır. İslam, iradenin terbiyesi için gerekli en sarih önemli bir program koyarak, iradenin hevâ ve hevesler karşısında eğilmeden durabilme yöntemini, hikmet ve hidayet ölçülerine uygun olarak eğitim yollarını göstermiştir. 1243 Şahsiyetimizin esası olan irademizin terbiyesi, rezâil-i ahlak denilen kötü ahlaktan ve ruhî hastalıklardan kaçınıp ahlakî faziletleri bizzat elde etmekle mümkündür. “Bir kere de azmedip kararını verdin mi, artık Allah’a mütevekkil ol (O’na dayanarak işine devam et).” 1244 mealindeki ayet-i kerime bu hususta en büyük mürşittir. 1245 1236 Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, X, 494. Fazlurrahman, Ana Konularıyla Kur’an, s. 63. 1238 Nisâ 4/115; Ayrıca bk. Leyl 92/5-10; Necm 53/39-40; İnsân 76/3; Beled 90/10-20; Şems 91/7-10. 1239 Bk. Hökelekli, “İslam’ın İnsan Görüşü Işığında İşçi Hakları”, s.234; Fazlurrahman, a.g.e., s.6263 1240 Ra‘d 13/11; Enfâl 8/53. 1241 Bk. Gazali, İslam’ın Manevi Boyutu, s. 98. 1242 Akseki, Ahlak İlmi ve İslam Ahlakı, s. 144-145, 148; İradesizlik hastalığı ve tedavisi için bk. Altıntaş, “Modern Psikolojinin Bazı Meseleleri”, s. 41-42. 1243 Bk. Draz, İslam’ın İnsana Verdiği Değer, s. 62-63. 1244 Âli İmrân 3/159. 1245 Akseki, a.g.e., s. 145-146. 1237 Neticede insanı yücelten ve diğer yaratıklardan üstün kılan özelliklerinden biri de iradesidir. Yani bağımsız davranma ve seçme kabiliyetine sahip olmasıdır. Aklın yaptırım gücü olmayıp yaptırım gücü iradeye aittir. İrade ise bir sürü gücün etkisi altındadır. Bunun için insan, doğruyu bulabilmesi ve yaratılış amacına uygun hareket edebilmesi için iradesini aklın ve vahyin kontrolüne vermesi gerekir. İnsan, irade sahibi olduğu ve eylemlerini kendi seçimleriyle yaptığı için iradesini kullanmaktan sorumlu olur ve ahlakî bir değerlendirmeye tabi tutulur. Kur’an’ın bütün muhtevası insanı irade sahibi olarak takdim ederken, bütün iradeleri kuşatanın mutlak irade sahibi Allah olduğunu özellikle beyan eder. Kur’an’a göre insan, sorumlu olduğu konularda kendi istek ve iradesiyle hangi yöne yönelmeyi uygun görürse, Allah da onu o yöne çevirmektedir. f. Ahlak ve Vicdan Sahibi Olması Ahlak kelimesi, Arapçada hulk’un çoğuludur. Fakat dilimizde ahlak kelimesi, evlat kelimesi gibi teklik manasında kullanılması yaygınlaşmıştır. Kur’an’da ahlak kelimesi kullanılmayıp tekili olan huluk kelimesi sadece iki yerde geçer. 1246 Bu ayetlerin birnde Hz. Peygamber’e hitaben “Sen büyük bir ahlak üzerindesin” 1247 buyrulur. Yani çalışma ve amel ile en yüksek hayır gayesine ulaşacak pek büyük huylar, gerçekten yüceltmeye layık ahlak, meleke ve maneviyat üzere yaratılmış bulunuyorsun. İşte o ahlak, doğru yolu teşkil eden Kur’an ve ilahi ahlaktır. 1248 Dolayısıyla burada huluk kelimesi, ahlak, huy manalarına gelir. Buradaki elâ (üzerindesin) ifadesi ise, “istila” içindir. Böylece bu lafız, Hz. Peygamber’in bu huyların üzerine çıktığına, bunlara sahip ve hükümran olduğuna delalet etmektedir. Huy (hulk), kendisini taşıyan kimsenin, güzel işleri çok kolay biçimde yapabildiği, ruhani bir melekedir. Güzel şeyleri yapmak başkadır, onları kolaylıkla yapmak daha başkadır. Binaenaleyh sayesinde bu kolaylığın meydana geldiği durum, huydur. 1249 Ahlak, nefiste yerleşmiş bir şekil ve hey’etten 1250 ve nefsin bâtınî suretinden ibarettir. 1251 Düşünüp taşınmaya lüzum görmeden bütün işler kolaylıkla bundan sadır olur. Akıl ve şeriat bakımından övülen ve güzel sayılan işler bu hey’etten meydana gelirse, buna güzel ahlak, şayet kötü işler meydana gelirse ona da çirkin huy denir. İlim, gazab ve şehvet kuvvetleri tenasüp ve itidalde olur, şehvet ve gazab akıl ve şeriatın emri altına girer ve hepsi güzel olursa ahlak meydana gelir. 1252 Bütün ahlakın aşırı tarafları mezmûm (kınanmış), orta dereceleri ise makbuldür. 1253 Bir eylem, ahlakî nitelik kazanabilmesi için, öncelikle yapan insan tarafından seçilmiş olmalıdır. İkinci olarak, eylemde bulunan insan, yapıyor olduğu şeyin bilincinde olmalıdır. Ayrıca eylem, şekillenmiş ve sabit bir karakterin ifadesi olmalı, 1254 fiillerin muayyen bir şekilde tekrarlanarak 1246 Bk. Abdulbaki, el-Mu‘cemü’l-Müfehres (h-l-k md.), s. 311; Bk. Şu‘arâ 26/137; Kâlem 68/4. Kalem 68/4. 1248 Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, VIII, 21-22; Yine Kur’an’da ahlak vb. konularda Allah resulünün bizim için güzel bir örnek olduğu belirtilmiştir. Bk. Ahzâb 33/21. 1249 Râzî, Tefsîr-i Kebîr, XXII, 43-44. 1250 Gazali, İhyâ, III, 125. 1251 Gazali, a.g.e., III, 126. 1252 Gazali, a.g.e., III, 125-126; Ayrıca bk. Draz, İslam’ın İnsana Verdiği Değer, s. 122. 1253 Gazalî, a.g.e., III, 134. 1254 Kılıç, İnsan ve Ahlak, s. XI. 1247 yerleşmiş bir adet şeklini almalı ve içteki bir sâikten kaynaklanmalı, harici tesirlerle işlenmemesi gerekir. 1255 Aslında ahlaki bakımdan iyi davranış, başkalarının bizden bekledikleri olumlu davranıştır. 1256 Ahlak dediğimiz zaman, akla gelen şey sadece insan davranışlarıdır. İnsandan başka canlıların hareketleri ahlaki davranış sayılmaz. Hayvanların ahlakı yoktur; çünkü onların zekâları “iyi” ve “kötü” hareket kavramlarının doğmasına, üstelik bu davranışlarının mükâfat ve ceza ile karşılanabilmesi için, bir sosyal düzenin kurulmasına yetecek kadar gelişmemiştir. 1257 Canlılar dünyasında bulunan hayvanlar gibi melekler de ahlaklı veya ahlaksız diye isimlendirilemezler. İnsan irade sahibi olduğu ve eylemlerini kendi seçimleriyle yaptığı için ahlaki bir değerlendirmeye tabi tutulur ve ahlaklı veya ahlaksız diye isimlendirilir. 1258 Biz bir insanın davranışlarına bakarak, onlardan genel bir hüküm çıkarıyoruz ve o insan hakkında vardığımız bu genel hükme “şahsiyet” diyoruz. Günlük hayatta kullandığımız “şahsiyetsiz adam”, “kuvvetli bir şahsiyet sahibi” gibi deyimler aslında hep o kişinin ahlakî davranışları hakkında verdiğimiz hükümlerdir. Bizim ahlakî davranışımız, şahsiyetimizin büyük bir kısmını meydana getirir. 1259 Dolayısıyla ahlakla kişilik arasında birbirinden ayrılamayacak kadar sıkı bir bağ vardır Ahlakın en büyük yaptırım gücü, Allah korkusu ve ahiret inancıdır. Bu olmadıkça diğer müeyyideler hiçtir. Bunu telkin eden ise, akıldan ziyade dindir, vahiydir. Dine dayanan ahlak; sırf akli esaslar üzerine bina edilmiş olan ahlak felsefesinden daha sağlam, tesirli ve daha geneldir. 1260 Kur’an’da üç değişik ahlakî kavram kategorisi mevcuttur. Birincisi, Allah’ın ahlakî vasfı ile alakalı yahut bu vasfı anlatan kavramlar. Bunlar, Allah’ın isimleri diye adlandırılan kelimelerden oluşur. İkincisi, insanın kendisini yaratmış olan Allah’a karşı temel tutumunun çeşitli cephelerini tasvir eden kavramlar. Bunlar, insanın Allah’la olan temel ahlaki ilişkisi ile ilgilidir. Kur’ânî anlayışa göre Allah’ın ahlaki bir vasıfta olması ve insan üzerinde ahlaki bir yoldan tesirini icra etmesi, insanın da kendi cephesinde ahlaki bir tarzda tepkide bulunmasının beklendiğini gösteren ciddi bir imayı taşır. İnsanın Allah’ın fiiline olan ahlaki tepkisi Kur’ânî görüş açısından dinin kendisidir. Üçüncüsü, İslam toplumuna mensup olup bu topluluk içinde yaşayan bireyler arasındaki ahlaki ilişkileri tanzim eden ilke ve kaidelere ilişkin kavramlar. Bu üç grup son derece yakın ilişki içindedir. Zira Kur’an’ın dünya görüşü temelde theocentric’tir; yani varlık merkezinde Allah vardır. Genel olarak Kur’an’daki hiçbir ana kavram kolaylıkla Allah kavramından bağımsız olarak var olamaz. İnsanın ahlakı, yani insanın Allah’a karşı dinî-ahlakî tutumu İlâhî Ahlak’ın bir yansımasıdır. 1261 Kur’an’ın tümünde insan, insani ilişkileri içinde ne kendisine ne de başkalarına haksızlık yapmaması hakkında uyarılmaktadır. Bu da, “bir karıncanın ağırlığı kadar bile” yahut “bir tek hurma 1255 Draz, a.g.e., s. 123-124. Güngör, Ahlak Psikolojisi ve Sosyal Ahlak, s. 57. 1257 Güngör, a.g.e., s. 11. 1258 Kılıç, a.g.e., s. 2. 1259 Güngör, a.g.e., s.12. 1260 Akseki, Ahlak İlmi ve İslam Ahlakı, s. 114-115. 1261 İzutsu, Kur’an’da Dini ve Ahlaki kavramlar, s. 37-39. 1256 ipliğince” 1262 de olsa asla haksızlık yapmayacağını tekrar tekrar ifade eden Allah’ın vasfının bir yansımasından başka bir şey değildir. Yine Kur’an’a göre Allah’ın fiilleri her zaman adalet ve doğruluk üzere olduğu için, insan da kardeşlerine karşı adalet ve dürüstlükle davranacaktır. İnsan ahlakının temelde ilahi ahlaka dayandığı, Allah her zaman bağışlamaya ve müşfik davranmaya hazır olduğu için, insanın da başkalarını mazur görmeye ve affetmeye gayret etmesi gerektiğini açıkça beyan eden aşağıdaki ayette daha belirli bir biçimde ortaya çıkmaktadır. 1263 “Sizden fazilet ve servet sahibi kimseler, yakınlığı bulunanlara, yoksullara, Allah yolunda göç edenlere bir şey vermemeye yemin etmesinler, affetsinler, hoş görsünler. Allah’ın sizi bağışlamasını sevmez misiniz?” 1264 Bütün kötülükler, adaletsizlikler ve birinin başkasına verdiği zararlar, özet olarak insanın ahlaki mahiyetinden olan her türlü kopmalar, aslında kişinin kendisine yaptığı şeylerdir. Bu, aynı zamanda, hem kişiler hem de toplumlar için doğrudur. Onun için “kendine adaletsizlik etme” (zulm el-nefs, nefsine zulmetmek) deyimi, her türlü adaletsizliğin (zulmün) yapana geri dönücü olduğu fikrini açıkça belirten Kur’an’ın çok sık kullandığı ifadedir. 1265 Geçmiş nesillerin ve kişilerin işledikleri sapıklık ve yanlışları anlattıktan sonra Kur’an genellikle der ki: “Allah onlara zulmetmedi, onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı.” 1266 Ahlaklı insan kendisini inanmadığı şeyleri yapmamaya zorlayan, her türlü etki karşısında sonuna kadar direnen insandır. Ahlakın taviz vermeye tahammülü yoktur; bir konuda zayıf davranıp, prensiplerden fedakârlık edilirse bu fedakârlığın sonu gelmez. Zira insan benliği kendisiyle tutarlı kalabilmek için, hatalı davranışları haklı ve mazur göstermek üzere, bahaneler bulmaya daima hazırdır. Haklı bulunup şuurumuza yerleşen her hatalı hareket bir başka hatayı davet eder. Tekrarlar yoluyla alışkanlık kazanma başlıca öğrenme usullerinden biridir; sık sık ahlak dışı davranışlar yapan insanın da ahlaksızlığa alışması pek mümkündür. 1267 İnsanların güzel huyları riyazetle elde etmesi mümkündür. Riyazet, tabiatlaşıncaya kadar iyi işleri yapmakta kendini zorlamak demektir. Bu ise ruh ile beden arasındaki münasebetten meydana gelir. Kalbin azalara, azaların da kalbe tesiri vardır ve bu tesir devreder gider. 1268 Gazap ve şehvet gibi kuvvetlerimizi kökünden silip atmaya çalışsak, buna gücümüz yetmez. Şayet bunları ıslah edip düzeltmeye, terbiye etmeye çalışırsak buna muvaffak oluruz. Zaten bize emredilen de budur. Bizim kurtuluşumuz ve Allah’a ulaşmamızın yolu da budur. İnsanların tabiatları da farklı farklıdır. Bazısı terbiyeyi kolay bazısı da zor kabul eder. 1269 İnsanın ahlaki davranışında asıl önemli rolü oynayan unsur ahlakla ilgili bilgiler değil, duygulardır. İnsan pişmanlık ve vicdan azabı duymadığı takdirde, yanlış ve kötü olarak bildiği hareketleri rahatlıkla yapabilir. İşte bu noktada vicdan kavramı karşımıza çıkıyor. Ahlaki 1262 Bk. Nisâ 4/49, 53, 77, 124; İsrâ 17/71; Kâf 28/29. Bk. İzutsu, a.g.e., s. 39; İzutsu, Kur’an’da Allah ve İnsan, s. 293. 1264 Nûr 24/22; Başka bir ayette şöyle buyrulur: “Allah’ın sana iyilik ettiği gibi sen de iyilik et…” Kasas 28/77. 1265 Fazlurrahman, Ana Konularıyla Kur’an, s. 70. 1266 Âli İmrân 3/117; Ayrıca bk. Bakara 2/54, 57, 231; A‘râf 7/23, 160, 177; Neml 27/44; Kasas 28/16. 1267 Güngör, Ahlak Psikolojisi ve Sosyal Ahlak, s. 69. 1268 Gazali, İhyâ, III, 137. 1269 Gazali, a.g.e., III, 130. 1263 davranışımızın temeli olan vicdan, bir kaideler sistemidir; bu sistem insanın kendi davranışları veya başkalarının davranışları hakkında “doğru” veya “yanlış” şeklinde yargılar yapmasına yarar. 1270 Amellerimiz vicdan tarafından incelenip değerlendirildikten sonra mükâfata mazhar yahut cezaya müstahak oluruz. Esasen kötü bir fiilin vicdanda husule getirdiği azap ve sıkıntıdan büyük bir ceza ve azap da olamaz. Yine hayırlı bir işin meydana getirdiği sevinç ve memnuniyet de, nefsin diğer zevklerinden hiçbiri ile mukayese edilemez. 1271 Vicdan, insanda bir fıtri murakıp ve yön vericidir. 1272 Vicdan bizi hem ahlaki davranışta tutarsızlıklardan kurtarır, hem de dışardan bir kontrol olmadan da ahlaklı davranmamızı sağlar. Böyle olmasaydı herkesin peşinde her an bir polisin veya müfettişin dolaşması gerekirdi; kaldı ki kontrol görevi verilenlerin de vicdan sahibi olması gerekir. 1273 Bizi en önce vicdan denen bu manevi hâkim sorumlu tutar. Vicdanın verdiği hükümler ve ahlaki hislerle duygular, bize sorumluluk fikrini aşılar. Yalnız sadece sorumluluk ve vicdanımızca cezalandırma korkusu, insanları kötülükten men edemez. Birçok sebep ve amiller, vicdani mahkememiz üzerinde tesir ederek, onun fıtri selametini bozup tabii kabiliyetini söndürdüğü için oradan çıkan hükümlerin mutlaka doğru olacağını iddia edemeyiz. İşlenen kötü bir işten sonra duyulan pişmanlık ve üzüntü de, herkesin hassasiyet derecesine göre değişir. İnsan kabahat işleye işleye bütün vicdan azabını kaybeder ve bu sebeple, yaptığı kötülüklerden dolayı kendini vicdani sorumluluk karşısında hissetmez. 1274 Vicdan herkeste aynı olmayıp vicdandaki bu gevşeklik ve sertlik, özellikle çocukluk çağında görülen terbiyeye bağlıdır. 1275 Sonuçta vicdan tek başına her insan için hayır ve şerrin ölçüsü olamaz. Kur’an’da “Şeytanlar, dostlarına, sizinle mücadele etmeleri için fısıldarlar (telkinde bulunurlar).” 1276 buyrulur. Demek ki kalbimizdeki ses şeytanın sesi de, ilhamı da olabilir. O halde vicdanımızın her emrinin, hayır olabilmesi için, ilahî duygunun saflığını, fıtrî selametini kaybetmemiş olması lazımdır. Bu gibi kimselere kalb-i selim, akl-i selim sahibi denir. 1277 Toplumun kısıtlamalarına ve yasaklarına en az uyan kişiler, vicdanları en zayıf kişilerdir. Bunlar hayvani tabiatlarından gelen enerjiyi istedikleri gibi harcadıkları için, benlikleri huzur içindedir. Hiç veya pek az vicdan azabı duyarlar. Bir araştırmaya göre, kopya çekmeyen öğrenciler, günlük hayatta yaptıkları hatalı davranışlarından dolayı çok defa suçluluk duyanlardır. İnsan, içinden gelen isteklere direndiği ölçüde vicdanı daha kuvvetli olacaktır. 1278 Bir kimse alçaldığı zaman vicdanı donuklaşır ve artık kendisindeki gerçek ve yüksek mahiyetin sesini etkili bir şekilde dinleyemez. “İnanmayanlara gelince, onların kulaklarında bir ağırlık vardır ve Kur’an, onlara bir körlüktür. (Onun gerçeklerine karşı onların basiretleri kapanmıştır. Sanki) onlar 1270 Güngör, a.g.e., s.57 Akseki, Ahlak İlmi ve İslam Ahlakı, s. 80. 1272 Akseki, a.g.e., s.107 1273 Güngör, a.g.e., s. 59. 1274 Bk. Akseki, a.g.e., s. 80-81. 1275 Güngör, a.g.e. s. 59; Çocukta vicdanın ortaya çıkıp gelişimi için bk. Güngör, a.g.e., s. 59-62; Kutub, İnsan Psikolojisi, s. 330-331. 1276 En‘âm 6/121. 1277 Akseki, a.g.e., s. 84. 1278 Güngör,a.g.e., s. 66-67. 1271 uzak bir yerden çağrılıyorlar (da duymuyorlar). 1279 Diğer taraftan böyle bir kimse yalnız dinlememekle kalmaz, aynı zamanda hakikatin, kendisine devamlı hatırlatılmasından rahatsız olur; o kadar ki, bu rahatsızlık, boş şeref ve gurur ile birleşince gerçeği reddetme ve ona karşı katı bir direnişe geçmeye yerini bırakır. 1280 Kur’an’da vicdan terimi kullanılmaz ve direk olarak vicdandan bahsedilmez. Yalnız bazı ayetlerde dolaylı olarak vicdana değinilir. Bir ayette Allah, davranışları kınama, pişmanlığa neden olan günahlardan uzaklaştırdığı gerekçesiyle kendini kınayan nefse yemin etmektedir. “Kendini kınayan nefse and içerim.” 1281 Vicdan adını verdiğimiz, Freud ve Psikanalistlerin de Super-Ego adını verdikleri kavram, fonksiyon açısından bir boyutuyla nefs-i levvâme/kınayan nefs’e tekabül etmektedir. 1282 İnsanın kendisini kınaması, yaptığı işten pişmanlık duyması, insan şahsiyetinin oluşumunda, pişmanlık ve kınamayı doğuran günahlardan, çirkin fiilleri işlemekten kaçınma konusunda önemli etkenlerdendir. 1283 Vicdan duygusu insanı kötülük yapması halinde kınayan bir güç (nefsü’l-levvâme) olabileceği gibi, kaskatı kesilmiş kalp haline dönüşerek kötülük karşısında duyarlılığını kaybetmiş bir duruma da gelebilir. Bu yüzdendir ki İslam’da bütün ahlaki vazifeler uhrevi müeyyideye bağlanmış, 1284 iyiler için cennet vaad edilmiş, kötüler cehennemle tehdit edilmiştir. Ahlak kurallarının uygulanmasında, özellikle içtimai düzenin sağlıklı işletilmesinde sadece vicdan vb. motiflere dayanan bir ahlak tam olarak saygıya değer sayılamayacağından, Kur’an ve Sünnet’te Allah’ı en yüksek derecede sevmek, 1285 O’nun hoşnutluğuna layık olmak ve O’ndan hoşnut olmak 1286 temel ahlakî motif olarak gösterilmiş, doğru inanç ve temiz yaşayışın en yüksek gayesinin Allah rızası olduğu vurgulanmıştır. 1287 Bir görüşe göre ahlaki ideal ve vicdan, din duygusuyla aynı kaynaktan gelmiştir, Allah insanın fıtratına bu duyguyu yerleştirmiştir. 1288 Bu fikir şu ayette ifadesini bulmaktadır: “Nefse ve onu biçimlendirene, ona hem kötülüğü (fücur), hem ondan sakınmayı (takva) ilham edene and olsun ki…” 1289 Bu ayet bize vicdan dediğimiz hayır ve şerri birbirinden ayıracak fıtri bir his, hayra ve iyiliğe karşı bir muhabbet olduğunu bildiriyor. 1290 Diğer bir görüşe göre ise vicdan, çocuğun annebabasından, içinde yaşadığı kültürden edindiği öğrenme ve bakış açısından oluşmaktadır. 1291 Ancak en uygun görüşe göre vicdan, Allah tarafından insan tabiatına yerleştirilmesiyle bir duyarlılık 1279 Fussilet 41/44. Fazlurrahman, Ana Konularıyla Kur’an, s. 64. 1281 Kıyâmet 75/2. 1282 Necati, Kur’an ve Psikoloji, s. 85; Aydın, Kur’an’da Psikolojik İkna, s. 59-60. 1283 Necati, a.y. 1284 Bk. Kasas 28/83-84; Tâ hâ 20/15; Gâfir 40/17; Câsiye 45/27. 1285 Bakara 2/165. 1286 Mâide 5/119. 1287 Bk. Tevbe 9/72; Hadîd 57/27; TDVİA (Ahlak md.), II, 2. 1288 Bk. Mevdudî, Tefhîmu’l-Kur’an, VII, 135; Akseki, a.g.e., s. 82; Erdoğan, a.g.e., s. 47. 1289 Şems 91/7-8; Ayrıca bk. A‘lâ 87/3; Beled 90/10. 1290 Akseki, a.g.e., s. 82. 1291 Bk. Necati, a.g.e., s. 202; Güngör, a.g.e., s. 47-48, 59; Erdoğan, a.g.e., s. 56-58. 1280 kabiliyeti, bir yatkınlık haliyle doğuştan mevcut olup, sonradan bir takım olaylarla gelişmiştir. 1292 Vicdanın terbiyesi ve ahlakî şuurun düzeltilmesi olarak Yüce Allah, başkaları hakkında hüküm verirken aceleci olmayı, gıybeti, başkalarını alaya almayı, 1293 böbürlenmeyi, kibirlenmeyi, 1294 harama bakmayı, 1295 zinaya yaklaşmayı, 1296 fuhşiyatı, kötülüğü, azgınlığı yasaklıyor, adaleti, iyiliği, akrabayı gözetmeyi, 1297 kötülüğe iyiliğin en güzeliyle karşılık verilmeyi 1298 emrediyor. Her şeyden önce Kur’an, emirlerinin vicdanın derinliklerine ulaşmasını, kalbin ondan beslenmesini, sonra da bu ilahi gıdadan doğma şahsî vasıfların çıkmasını bekler. Nitekim kalp ve vicdan, ilahi emirlerin postanesidir. Onlar kişiye ancak kalp yoluyla ulaşır. 1299 Kur’an, vicdan mahkemesini, önüne getirilecek herhangi bir amelimize doğru hüküm vermesini sağlayacak, ona ışık tutacak fenerlerle donatarak, kararları ve hükümleri konusunda uyarmıştır. Aynı şekilde Kur’an bize ikinci bir mahkemeden, kamuoyu mahkemesinden, toplumsal vicdandan da bahsetmektedir: 1300 “De ki: Yapın (yapacağınızı); yaptığınız işleri Allah da görecek, elçisi de, müminler de. Sonra görülmeyeni ve görüleni bilen (Allah)’a döndürüleceksiniz. O da size yaptıklarınızı bir bir haber verecek.” 1301 Bir hadiste vicdanla ilgili olarak şöyle buyrulur: “Sana her ne kadar fetva verseler de, bir kere de kalbinden fetva al” 1302 Şüphesiz vicdanı, bundan daha açık bir surette hiçbir filozof izah edememiştir. Bu hadis, hem hayır ve şerrin neden ibaret olduğunu hem bunları birbirinden ayıracak bir kuvvetin varlığını, hem de akli kanuna aykırı hareketimizden dolayı vicdani sorumluluğa maruz kalacağımızı açıklıyor. 1303 İslam nazarında vicdanın yetkisi bunlardan ibaret ve sadece bu dünya hayatıyla ilgili değildir. Bunların ötesinde hesap gününde çok önemli bir görevi daha vardır. O da o gün ilahi karar verilmeden önce sahibinin amelleri kendi vicdanına, kendi nefsine havale edilecek ve sahibinin kararını o, kendisi verecektir. 1304 “Her insanın boynuna işlediklerini dolarız ve kıyamet günü açılmış bulacağı kitabı önüne çıkarırız. ‘Kitabını oku, bugün nefsin sana hesapçı olarak yeter’ (deriz).” 1305 İnsanların vicdanen eğitilmesi, adaletin gerçekleştirilmesinde en önemli rolü oynar. Allah, insanı vicdanen eğitmeye büyük önem vermiş ve Kur’an’ın inişinden itibaren on üç yıl süren Mekke dönemi boyunca hep vicdan terbiyesi üzerinde durmuş, kalplere Allah’ın birliği ve vicdanî esaslar yerleştirilmeye çalışılmıştır. 1306 1292 Bk. Erdoğan, a.g.e., s. 57; Aydın, Kur’an’da Psikolojik İkna, s. 62. Bk. Hucurât 49/11-12. 1294 Bk. İsrâ 17/37. 1295 Bk. Nûr 24/30-31. 1296 Bk. İsrâ 17/32. 1297 Bk. Nahl 16/90. 1298 Bk. Fussilet 41/34. 1299 Bk. Draz, İslam’ın İnsana Verdiği Değer, s. 161-162. 1300 Draz, a.g.e., s. 102. 1301 Tevbe 9/105. 1302 Müsned, IV/228. 1303 Akseki, Ahlak İlmi ve İslam Ahlakı, s. 83. 1304 Draz, a.g.e., s. 163. 1305 İsrâ 17/13-14. 1306 Bk. Lokmân 31/20Hadîd 57/20; Cerrahoğlu, “Kur’an’ın Öngördüğü Adalet Esasları”, s. 21. 1293 Kuvvetli bir vicdan, insanın kendi benliği hakkında iyi bir sezgi kazanmasıyla, içe-bakış metodu sayesinde kendisini daha iyi bilmesiyle, yaptığı hareketlerin ve kafasındaki fikirlerin ahlaka uygun olup olmadığını düşünmesiyle oluşur. Bu yüzden, en büyük idealleri mükemmel bir ahlaka erişmek olan kişiler, kendileriyle devamlı hesaplaşma halindedirler. Tasavvufta “nefs muhasebesi” denilen şey de budur. 1307 Sonuç olarak ahlak dediğimiz zaman, akla gelen şey sadece irade ve ihtiyâr sahibi olan insan davranışlarıdır. Kur’an’a göre insan ahlakı temelde ilâhî ahlaka dayanmakta, Allah’ın fiilleri her zaman adalet ve doğruluk üzere olduğu için, insan da kardeşlerine karşı adalet ve dürüstlükle davranmalıdır. Ahlakın en büyük yaptırım gücü, Allah korkusu ve ahiret inancı olduğu için Kur’an, insanlarda ahlakî bir davranış geliştirmek üzere sık sık Allah’ın insanları gördüğüne, işittiğine ve ahiret hayatına vurgu yapmaktadır. Kur’an’ın emirleri ve prensipleri de ahlakî davranış geliştirmeye yöneliktir. Vicdan tek başına her insan için hayır ve şerrin ölçüsü olamaz. Kalbimizdeki ses şeytanın sesi de, ilhamı da olabilir. Vicdanımızın her emrinin, hayır olabilmesi için, fıtri selametini kaybetmemiş olması lazımdır. Vicdan, insanı kötülük yapması halinde kınayan bir güç olabileceği gibi, kötülük karşısında duyarlılığını kaybetmiş bir duruma da gelebilir. Bu yüzden İslam’da bütün ahlakî vazifeler uhrevi müeyyideye bağlanmıştır. Kur’an’da vicdan terimi kullanılmaz ve direk olarak vicdandan bahsedilmez, vicdana bazı ayetlerde dolaylı olarak değinilir. g. Konuşma Yeteneğine Sahip Olması İnsanları hayvanlardan ayıran insanlara has özelliklerden biri de dildir. Dil, lisan; insanlar arasında anlaşmayı sağlayan, tabiî doğal bir araç, kendisine özgü kural ve kaideleri olan ve ancak bu kurallar çerçevesinde gelişen, insanla birlikte yaşamını sürdüren canlı bir varlıktır. Dillerin nasıl oluştuğu konusunda tatmin edici bir bilgi mevcut değildir. Sadece birtakım rivayet ve menkıbelerle ve bir takım teorilerle insanlık tarihinin bu karanlık devrine ışık tutulmak istenmektedir. 1308 Fizyoloji ile uğraşanlar ilk dilin veya dillerin nasıl olduğunu ve oluştuğunu kesin şekilde meydana koyamamışlardır. 1309 Dil için; temeli bilinmeyen zamanlarda atılmış bir gizli anlaşma sistemi, seslerden örülmüş sosyal bir kurum şeklindeki tanım yaygındır. İnsanlığın tabii anlaşma aracı olan dil, bütün zenginliğiyle insanın önünde içtimaî bir müessese halinde geniş, büyük ve ortak bir hazine konumundadır. İnsanoğlu, çağımızda yeryüzünde üç bin civarında dil konuşmaktadır. 1310 Kur’an-ı Kerim, Allah’ın insana insanın en büyük özelliklerinden biri olan konuşma yeteneği verdiğini belirtir: “Ona beyânı (konuşup, düşüncelerini açıklamayı) öğretti.” 1311 Yani kendini, vicdanını ve içindeki duygu ve anlayış kaynağını dışındakilere açık ve güzel ifadeyle anlatmak demek olan konuşma ve dil nimetini bahşetmiştir. 1312 Başka bir ayette dillerin farklı oluşunun Allah’ın varlığının delillerinden olduğu belirtilir: 1307 Güngör, Ahlak Psikolojisi ve Sosyal Ahlak, s. 64. Gölcük, Kur’an ve İnsan, s. 117. 1309 Asımgil, İnsanın Varoluş Serüveni, s. 23. 1310 Gölcük, a.g.e., s. 117. 1311 Rahmân 55/4. 1312 Yazır, Hak Dîni, VII, 91. 1308 “Yine göklerin ve yerin yaratılışı ile dillerinizin ve renklerinizin farklı oluşu da O’nun varlığının delillerindendir.” 1313 Ayetteki elsine, diller veya konuşma türleri ve şekilleri demektir. Allah, bunları farklı farklı yaratmıştır. 1314 Yeryüzünde her milletin kendine has bir dili olduğu gibi, her kabilenin de kendine ait bir dili bulunmaktadır. Ayette söz konusu edilen değişik ve farklı oluş, milletler, kabileler bir yana, insandan insana bile kendini gösterir. Ses telleri birbirine benzer olduğu, ağız, dil ve zekâ yapısından fazla farklılık olmadığı halde dünyada değişik bölgelerde değişik lisanlar konuşulmakta, aynı lisan şehirden şehre, kasabadan kasabaya, hatta köyden köye farklılık arz etmektedir. İnsanlar arasındaki farklı telaffuzlar, değişik konuşma tarzları da her zaman dikkati çeken hususlar olmuştur. 1315 İki insan aynı lehçe ile konuştuğunda biri diğerini tanır. Öyle ki, bunların gözleri kapalı olsa ve birbirlerini görmeseler bile, yine her biri diğerini sesinden tanır ki bunda yüce bir hikmet vardır. 1316 Ayırma, seçme ve seçilme bir farklılıkla olur. Buna işaret olarak ayette âlimîn (âlimler) ifadesi kullanılmıştır. Böyle ilim sahibi olan âlimler bilirler ki, bütün bu çeşitlilik ve farklılık, tabiatın düzenli işleyişini değiştirerek farklı tabiatlar yaratan Yüce Allah’ın kudretini gösterir. Yine ilim sahipleri bilirler ki, dil farklılığındaki hikmetlerden biri de, “Birbirinizle tanışmanız için sizi halklar ve kabileler şeklinde kıldık.” 1317 buyurulduğu gibi, birbiriyle tanışmadır. İnsan, ne kadar çok dil bilirse, Allah’ın ayetleri hakkında, o kadar çok bilgi edinmiş olacaktır. 1318 Dilin yaratıcısı Allah olup insanlar yeni kelimeler ve kavramlar türeterek bu dilleri geliştirmişlerdir. 1319 Kur’an, dillerinin kökeninin ilâhî olduğunu bildirir. Allah, Âdem’i yarattıktan sonra ona isimleri yani dillerin cevherini öğretmiştir. Bugünkü diller hep oradandır. Onlar değişerek ve gelişerek bugünkü halini almışlardır. 1320 Bu konu Kur’an’da şöyle ifade edilir: “Ve Âdem’e isimlerin hepsini öğretti, sonra onları meleklere gösterip: ‘Haydi davanızda sadıksanız bana şunları isimleriyle haber verin’ dedi.” 1321 İsim kelimesi, kök olarak simv veya sümüvv (yükseklik, yücelik) den gelir. Kendisiyle isimlendirilen şeyin bilindiği ve şanının yükseltildiği şeydir. 1322 Yüce Allah, insanoğluna hem ilim yapma ve hem de sanat yapma özelliğini vermiştir. İnsanoğlu ilim yapmadan önce dil yapmıştır. Yeryüzünde bulunan bu kadar diller insanoğlunun işidir. İşte Hz. Âdem’in yapıp meleklerin yapamadığı onlara verilmeyip insanoğluna verilen üstün insanlık niteliklerinden biri de budur. Melekler insanların kendi aralarında konuştukları gibi harf ve kelimelerle konuşmazlar. 1323 Râzî, yukarıdaki ayete dayanılarak lisanların Allah tarafından tevkifi olarak bildirilmesi konusunda iki görüş olduğunu, birinci görüşe göre, Allah, dillerin lafızları, manaları ve bu lafızların o manalara geldiği hususunda insanlarda zaruri (kesin) bir ilim yarattığı, diğer görüşe göre ise daha önce 1313 Rûm 30/22; Sezen’in iddiasına göre ayetteki diller, kültürü, renkler ise ırkı temsil etmektedir. Geniş bilgi için bk. Sezen, İslam Sosyolojisine Giriş, s. 145-146. 1314 Zamahşerî, Keşşâf, III, 458. 1315 Yazır, Hak Dîni, VI, 21; Gölcük, Kur’an ve İnsan, s. 117. 1316 Râzî, Tefsîr-i Kebîr, XVIII, 96. 1317 Hucurât 49/13. 1318 Yazır, a.g.e., VI, 21-22. 1319 Bk. Gölcük, a.g.e., s. 118-119. 1320 Cebeci, “Kur’an Sosyolojisi Üzerine Bir Deneme”, s. 38. 1321 Bakara 2/31. 1322 İsfehânî, el-Müfredât (s-m-v md.), s. 428; İsimlerin çeşitleri için bk. a.y. 1323 Atay, “Allah’ın Halifesi: İnsan”, s. 76-77. başlangıçta ıstılahların, ıstılahî bir dilin bulunması gerektiği iddiasında bulunulduğunu belirtip bunların da delillerini zikrettikten sonra birinci görüşün daha doğru olduğunu söyler. 1324 Aynı şekilde ayetteki Âdem’e öğretilen isimlerden maksadın eşyanın sıfatları, özellikleri olduğu veya insanların konuştuğu Arapça, Farsça, Rumca vb. diller olduğu, Hz. Âdem ölüp çocukları âlemin her tarafına dağılınca onlardan her birinin bu dillerle konuştuğu şeklinde iki görüşün var olduğunu ve ikinci görüşün daha meşhur olduğunu zikreder. 1325 Ancak bu iddia dillerin doğuşu ve gelişimiyle ilgili bugünkü ortaya atılan teorilere uygunluk arz etmez. Yine bu isimlerden maksadın, insanların tanışmasına ve anlaşmasına sebep olan bütün isimler olduğu, hayvanların, kuşların, meleklerin ve nesillerin isimleri olduğu şeklinde çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. 1326 Mutasavvıf âlimlere göre Yüce Allah’ın isimleri ve diğer isimler, bir nur olarak Âdeme verilmiş ve Âdem bu isimler nedeniyle meleklere üstün ve yeryüzünde halife kılınmıştır. İslam filozoflarına göre ise diller, bir potansiyel halinde Âdem’in doğuşuyla doğmaktadır. 1327 Sonuçta Yazır’ın da ifade ettiği gibi ya o isimleri Allah kendisi ortaya koyup Âdem’in ruhuna ilham etmiştir veya Âdem’e bunları gereğinde ortaya koyup kullanacak özel bir kabiliyete sahip bir ruh üflemeyi takdir etmiştir. 1328 Bir varlığı isimlendirme, o varlığa sadece bir nitelik atfetmek anlamına gelmez; bir şeye anlam ve önemini kazandırmayı ifade eder. İnsanın hayvanları isimlendirmesi, onları kendi hayatına katması, onları hayatının ayrılmaz parçaları halinde anlamlandırması demektir. 1329 Dil, bir cemiyet için, telefon şebekesinin telleri mesabesindedir. Nasıl teller olmadığında şebeke de olmazsa; insanların birbirleriyle anlaşmalarını temin eden dil de olmazsa cemiyet olmaz. Dillerin öneminden dolayı, peygamberler kavimlerinin lisanı ile gönderilmiştir. 1330 Güzel konuşmanın insanlar üzerindeki etkisini bilen Hz. Mûsâ, Yüce Allah’tan, kendisinden daha düzgün konuşan Hârûn (a.s.)’ı kendisine yardımcı olarak göndermesini istemiştir. 1331 Kur’an-ı Kerim de kavl-i belîğ (edebi söz), 1332 kavl-i ma‘rûf (güzel söz), 1333 kavl-i kerîm (tatlı ve güzel söz), 1334 kavl-i sedîd (doğru söz), 1335 ve kavl-i meysûr (yumuşak söz) 1336 den bahsederek bunları teşvik etmiş ve bunların insan psikolojisine ve cemiyete tesirini ima etmiştir. 1337 “Her kim izzet istiyorsa bilsin ki izzet tamamıyla Allah’ındır. O’na hoş kelimeler yükselir, onu da salih amel yükseltir.” 1338 Bu ayetteki kelimu’t-tayyibu (güzel kelimeler) ifadesi, her türlü güzel 1324 Râzî, Tefsîr-i Kebîr, II, 263-264. Râzî, a.g.e., s. 264-266; Ayrıca bk. Yazır, Hak Dîni, I, 263. 1326 Bk. İbn-i Kesîr, Muhtasar-u Tefsîr-i İbn-i Kesîr, I, 51; Yazır, a.g.e., I, 262-263 1327 Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, s. 53; Ayrıca bk. Bursevî, Rûhu’l-Beyân, I, 100. 1328 Yazır, a.g.e., I, 262; Yazır, birinci şıkkı ihtimalli, ikinci şıkkı ise daha açık diye ifade ediyor. 1329 Düzgün, “Sosyal Teoloji ya da Varoluş Sürecine İnsanın Katkısı”, s. 99. 1330 Bk. İbrâhîm 14/4. 1331 Bk. Tâhâ 20/27-29; Şuârâ 26/13. 1332 Nisâ 4/63. 1333 Bk. Bakara 2/235, 263; Nisâ 4/5,8; Ahzâb 33/32; Muhammed 47/21; 1334 İsrâ 17/23. 1335 Nisâ 4/9; Ahzâb 33/70. 1336 İsrâ 17/28. 1337 Bk. Cebeci, a.g.m., s. 38. 1338 Fâtır 35/10. 1325 söz, Allah’a övgü, 1339 zikir, dua, tesbih, kelime-i şehâdet, istiğfâr, Kur’an okuma vb. anlamlara geldiği söylenmiştir. 1340 Yüce Allah aşikâr ve gizli konuşmalarda kötü sözü yasaklayıp güzel sözü emretmiş, bir toplulukta gizli konuşmayı menetmiştir. 1341 Böylece Allah, bir cemiyette yanlış anlaşılmalara sebebiyet verecek gizli konuşmaları yasaklayarak Müslümanlara görgü kurallarından birini öğretmiştir. Kur’an, güzel sözle kötü sözü şu şekilde karşılaştırmaktadır: “Görmedin mi? Allah nasıl bir misal verdi. Güzel bir söz, kökü (yerde) sabit, dalları gökte olan güzel bir ağaç gibidir. (O ağaç) Rabbinin izniyle her zaman meyve verir. Öğüt alsınlar diye Allah insanlara böyle misaller verir. Kötü sözün durumu da, yerden koparılmış, kökü olmayan kötü bir ağaca benzer. Allah, iman edenleri, dünya hayatında da, ahirette de sağlam bir söz üzerinde tutar; zalimleri de saptırır ve Allah, dilediğini yapar.” 1342 Hiç kuşkusuz güzel söz -gerçek söz- tıpkı güzel bir ağaç gibidir. Sağlam, görkemli ve bol meyvelidir. Batıl rüzgârları onu sarsamaz. Kimi zamanlar onun batıl tarafından yerinden sökülüp boşluğa atıldığı sanılsa bile meyvesini vermeye devam eder. Bu ağaç ve meyveleri hiç eksik olmaz. Çünkü bu ağacın tohumları gün geçtikçe artan ruhlarda yeşermektedir. Aynı şekilde iğrenç söz (batıl söz) tıpkı iğrenç bir ağaç gibidir. Kabarır, yükselir, dal-budak salar. Bu yüzden bazı insanlar onun güzel ağaçtan daha iri, daha güçlü olduğunu sanabilir. Hatta toprağın dışındadır. Onun bu görkemi geçici bir süre içindir, sonra tekrar yere yıkılacaktır. Sağlamlığı, kalıcılığı söz konusu değildir, içten içe yok oluyor, dağılıp gidiyordur. Bunlar salt birer örnek değildirler. Kimi dönemlerde gerçekleşmesi gecikse de hayatta yaşanan bir realitedir. Kötülük onu sıkıştırsa da, yoluna engel olsa da iyilik kalıcıdır. Kötülük ise uzun süre yaşayamaz. İçine karışmış kimi iyilik kalıntıları yok olana kadar yaşayabilir. Bu kalıntılar yok olunca, kötülük de yok olup gider. 1343 Dil, Allah’ın sadece insanlara bahşettiği bir anlaşma aracıdır. Kur’an, dillerin kökeninin ilâhî olduğunu bildirir. Allah, atamız Âdem’i yarattıktan sonra ona isimleri öğretmiştir. Buna göre, Allah, ya Âdem’e bunları gereğinde ortaya koyup kullanacak özel bir kabiliyete sahip kıldığını ifade etmiş veya ilk etapta Yüce Allah o isimleri kendisi ortaya koyup Âdem’in ruhuna ilham etmiştir yani ona dillerin cevherini öğretmiştir. Bugünkü diller hep oradandır. Onlar değişerek ve gelişerek bugünkü halini almışlardır. İşte Hz. Âdem’in yapıp meleklerin yapamadığı onlara verilmeyip insanoğluna verilen üstün insanlık niteliklerinden biri de budur. İnsanoğlu konuşma yeteneğine sahip olduğu gibi yeni kelimeler ve kavramlar üretme yeteneğine de sahiptir. Yüce Allah, insanlara bir nimet olarak vermiş olduğu konuşma yeteneğini faydalı ve iyi yolda kullanmalarını istemiş ve kötü sözü yasaklamıştır. 1339 Sâbûnî, Safvetü’t-Tefâsîr, II, 568. Bk. Zamahşerî, Keşşâf, III, 584; Sâbûnî, a.y.; Çantay, Hasan Basri, “Kur’ân-ı Hakîm ve Meâl-i Kerîm, Neşre Hazırlayan: M. A. Yekta Saraç, Risale Y., İstanbul, 1996, II, 431. 1341 Bk. Mücâdele 58/9-10. 1342 İbrâhîm 14/24-27. 1343 Kutub, Fî Zılâli’l-Kur’ân, VI, 425. 1340 h. Yüce Duygulara Sahip Olması Sözlük anlamı itibariyle duygu, duyulan, işitilen, hissedilen şey demektir. 1344 Terim olarak duygu, insanın çevresiyle etkileşiminde, duyabileceği uyaranlara karşı haz ya da elem yönünde uyarıldığını anlatan bir tepkidir. 1345 Duygular, anlaşılması mümkün olmayan esrarlı olaylar değildirler. Belli bir yaşama biçimine ve bireyin önceden belirlenmiş olan davranış kalıbına uygun gelen durumlarda ortaya çıkmaktadır. Gayeleri bu gibi durumları bireyin yararına olmak üzere değiştirmektir. 1346 Öfke, keder, heyecanın kötüye kullanılması, tiksinme, korku ve endişe gibi duygular, insanları birbirine uzaklaştıran duygulardır. Sevinç, sempati gibi duygular da insanları birbirine yaklaştıran duygulardır. 1347 Bir takım duygular vardır ki bedenden doğup ruhu tesir altına alır. Bir takım duygular da ruhtan doğar ve bütün bedeni sarar. Bir başka şekli de her ikisinden doğup hem ruhu hem de bedeni birlikte sarar. 1348 Duygusal güçlerle manevi güçler, bir bütünlük arz eden ruh ve beden ikilisinden kaynaklanmaktadır. Duygusal güçler, hislerle irtibatlı olan bedeni güçlerdir. Biyolojik, asabi ve kimyevi duygularla ilgilidir. Manevi güçler ise maneviyata dayanan güçler olup kimse onların yerini, mahiyetini ve şeklini bilemez, çizemez. Sadece mücerret tasavvura dayalı düşüncelerdir. 1349 İnsanlardaki beslenme, yeme, içme, cinsiyet, çoğalma, sevme, kendini beğenme, mülk edinme, mutlu bir hayat yaşama gibi duygular ferdi duygulardır. Kardeş, arkadaş sevgisi, toplu yaşama, aile ve analık sevgisi, şeref, gurur ve aşağılık duygusu gibi duygular ise sosyal duygulardır. Din, ahlak, ilim aşkı, vatan sevgisi gibi duygular da ideal duygulardır. Bu duygular arasında denge kurulduğu ve birini veya bir kaçını, büyütmek için diğerlerinin köreltilmediği sürece insan mutlu ve huzurludur. Tatmin edilmeyen bir duygu insana huzur yerine sıkıntı ve acı getirir. 1350 Duygularına yabancı olan insanlar iç âleminde olup bitenden habersizdirler. Duyguları bu insanları harekete geçirmeye yetmez. 1351 Kişi ne kadar kendiyle bütünleşirse, duygularının saplantı halini alması da o kadar imkânsızlaşır. 1352 Aklın görevi, denetimdir ve kılavuz olarak kullanılır. İnsanları harekete geçiren duygulardır. 1353 İçgüdüler, arzular, istekler, kabiliyetler ve tüm duygular, akıl denen Yüce Allah’ın en büyük kanunu ile bitiştirilip bir kanun haline gelmeli ve çalıştırılmalıdırlar. Bu görevi Yüce Allah, “düşünen selim akla” vermiştir. Bu bitiştirme, insanın manen gelişimini sağlayacaktır. 1354 Akıl ve his aynı cinsten şeyler değillerdir. Fakat biz Kur’an-ı Kerim’de bu iki kuvveti, bir yakınlık ve insicam içinde görüyoruz. Kur’an-ı Kerim, geleceğe dair verdiği haberlerde, cihad 1344 Erdoğan, Büyük Türkçe sözlük, s. 308. Başaran, Eğitim Psikolojisi, s. 120. 1346 Adler, İnsan Tabiatını Tanıma, s. 419. 1347 Geniş bilgi için bk. Adler, a.g.e., s. 421-435. 1348 Kutub, İnsan Psikolojisi, s. 211-212. 1349 Kutub, a.g.e., s. 131. 1350 Kırca, Kur’an ve Fen Bilimleri, s. 337; Kur’an ve İnsan, s. 26. 1351 May, Kendini Arayan İnsan, 100. 1352 May, a.g.e., s. 107. 1353 Sezen, İslam Sosyolojisine Giriş, s. 73. 1345 emirlerinde, kanun, akaid, edep ve ahlakla ilgili kuralların tamamında akla karşı ikna, hisse karşı da tesir metodunu uygulamaktadır. 1355 Kişilik oluşumunda, özellikle iman yahut küfrün kişilikte yer etmesinde bireyin önceden yaşadıklarının, ruhunda hissettiklerinin yani deneyim ve duygusal birikiminin oldukça önemli tesirleri vardır. 1356 Fiillerin de hissiyata, duygulara tesiri vardır. O halde güzel fiillere alıştığımız, iyi insanlarla, ahlakı güzel kimselerle düşüp kalktığımız, yücelikler içerisinde bulunduğumuz zaman, güzel huylar kazanırız. Bu fiillerin tesirinden uzak bulundukça o ulvi duyguları da kaybederiz. 1357 İnsanın psikolojisinde korku-ümit, sevgi-nefret, hüzün-neşe, mutlu ve mutsuz gibi birbirine zıt duygular vardır. 1358 Bu karşılıklı çizgiler, birbirine eş ve denk olmakla beraber, yolları ve yönleri birbirinden farklıdırlar. 1359 Bu da bize insan psikolojisinin değişken bir yapıda yaratıldığını, insanın sürekli bir duygu haleti içinde kalamayacağını göstermektedir. İnsan bazen hata edecek bazen de iyi davranışlarda bulunacaktır. Eğer bu değişkenlik olmasaydı insanı terbiye etmek mümkün olmayacaktı. 1360 Kur’an’ın belirttiği gibi önemli olan insanın nefsini kötü duygulardan arındırıp iyi duygularla donatmasıdır. Bilişsel gelişim nasıl doğru bilgilere dayanıyorsa, duygusal gelişim de güzel duygulara dayanmalıdır. İnsan güzel duygular edine edine duygusal olgunluğa ulaşır. 1361 Biz de burada Kur’an’da yer alan insanın, güzel ve yüce duygularından bahsedeceğiz. (1) Din Duygusu Din duygusu, dinî tecrübe anında hissedilen duygu ve algıların genel adıdır. 1362 Bir insanın dinî konular karşısında duygulanması ve duyarlı olmasıdır. Bu bakımdan dinî his ve dinî duygu, diğer duygular gibi insanın yaratılışına ve tabiatına bağlı bir duygudur. Bu vb duygular, insanın yaratılışında vardır. Din duygusu, henüz onda şuur ve iradesi dışında yaşayan belirsiz bir duygu halinde iken, telkin ve eğitim onu şuurlandırır ve geliştirir. 1363 İnsan, bu kabiliyeti geliştirerek inanan bir mümin olabileceği gibi, köreltmek ve baskı altına almak suretiyle de inkârcı bir kişi olabilir. Din duygusu, Allah’la ilişkiden kaynaklanan, ilâhî âleme yönelten ve insanı sürekli ilâhî âlemle temasa getiren bir duygudur. Din duygusunu kuvvetle yaşayan insan, düşünce ve tasavvurlarında, hal ve davranışlarında Allah ile uyum içinde bulunduğunu hisseder; bütün ideallerin ilâhî âlemde gerçekleşeceği inancı içerisinde, dünyada bulamadığı emniyet ve teselli ihtiyacını, bu duygu sayesinde tatmin eder. Böylece din duygusu, bu duyguyu hissedenlerde yepyeni bir kuvvet kaynağı meydana getirmekte, hayat yeni boyutlar kazanmış bir şekilde genişlemektedir. 1364 Kur’an’da 1354 Bayraklı, Kur’an’da Değişim, Gelişim ve Kalite Kavramları, s. 58. Bk. Draz, İslam’ın İnsana Verdiği Değer, s. 18. 1356 Erdoğan, Kur’an ve İnsan Psikolojisi, s. 99. 1357 Akseki, Ahlak İlmi ve İslam Ahlakı, s. 128; Ayrıca bk. Hökelekli, Din Psikolojisi, s. 35-36. 1358 Bk. Bayraklı, a.g.e., s. 145. 1359 Kutub, İnsan Psikolojisi, s. 98; Bu konuda geniş bilgi için bk. a.g.e., s. 98-206. 1360 Bayraklı, a.g.e., s. 145. 1361 Bk. Başaran, Eğitim Psikolojisi, s. 123. 1362 Hökelekli, Din Psikolojisi, s. 137. 1363 Kırca, Kur’an ve Fen Bilimleri, s. 335; Kur’an ve İnsan, s. 20. 1364 Bk. Hökelekli, a.g.e., s. 138-139; TDVİA (Din md.), s. 315. 1355 kalplerin Allah’ı anmakla huzura ereceği 1365 ve Allah’a yardım edenlere Allah’ın yardım edeceği ve ayaklarını sağlamlaştıracağı belirtilmektedir. 1366 Dinin kaynağı hakkında çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Freud’a göre din, insan ırklarının tabiat güçleri karşısındaki çaresizliğini yenmek için geliştirdiği psikolojik bir çabanın ürünü olarak doğmuştur. Yine din konusunda ileri sürülen psikolojik ve sosyolojik birçok teori, dinî davranışı mahrumiyet duygusuna bağlamaktadır. Başka bir görüş sahipleri ise, dinin asıl kaynağını ölüm korkusuna dayandırarak bunun bir öte dünya inancıyla gerçekleştiğini söylerler. 1367 Bütün bu görüşlerin hiçbirinin dinin doğuşuyla bir ilgisi yoktur. Din, doğrudan doğruya fıtrattan doğar. Fıtrat ile birlikte gelişir ve ilerler. Dış tesirler sadece bu duyguyu düzene sokar ve doğru yola sevk eder, doğru esaslara dayandırır. Baskılar ve engellemeler insan ruhunda dinî duyguyu meydana getiremez. 1368 Çocuk dindar olarak dünyaya gelmez. Fakat o dinî bakımdan tamamen boş da değildir. Dinî bir kabiliyete sahip olarak dünyaya gelir; dinî yaşayışın temelinde de bu istidat ve kabiliyet vardır. Çocukta tabi bir dinî kabiliyet ve eğilimin varlığı, dinî inancı kabullenmeye hazır ve istekli olduğu bilimsel araştırmaların ulaştığı ortak bir sonuç olarak açıkça anlaşılmaktadır. 1369 Hiçbir faktör bilinçaltında yatan, gizli yeteneği silemediği gibi, orada yeni bir şey de yaratamaz. Tarih boyunca yapılan baskılara rağmen, insanların ruhunda din duygusu sökülüp atılamamıştır. 1370 İnsan ruhunun en eski ve köklü özelliklerinden, varlığının en üstün boyutlarından biri, dua etmesi ve ibadet arzusudur. İnsanların bıraktığı eski eserler şunu göstermiştir ki, insanın olduğu her anda ve her yerde ibadet ve tapınma vardır. Yalnızca, tapılan (ma‘bûd) ve ibadet tarzı farklı olmuştur. 1371 Tarih boyunca hiçbir millet dinsiz olmamıştır. Kur’an’a göre insanlığın ilk dinî tevhid dininidir. İlk insandan son peygamber Hz. Muhammed’e kadar hep bu dinle ilgili ilâhî mesajlar gönderilmiştir. 1372 Fıtrat itibariyle insan, duyu organları yoluyla vardığı neticelerin varlığına inandığı gibi, duyuları yoluyla kavrayamadığı bir takım şeylerin varlığına da inanır. Zaten onu hayvanlardan ayırt eden en büyük meziyeti budur. 1373 Hayvanlardan farklı olarak insanda, hisleri yoluyla kendisine ulaşamayan şeylerin varlığını algılayıp şuurlu olarak bu şeylerin varlığına inanma yetisi vardır. Kur’an, bunu ortaya koyan gaybe iman tabirini kullanıyor: “İşte bu kitap: kendisinde hiçbir şüphe yoktur; muttakiler için yol göstericidir. Onlar ki gaybe inanırlar.” 1374 Gaybe iman, insanda fıtrî olan bir güç olup her insanda bulunmaktadır. Ama diğer bütün enerji kaynakları gibi insanoğlu onu ya bulur, ya bulamaz. Eğer bu güç, Allah’a yönelmezse, mutlaka daha başka şeylere yönelecek, sapıtacaktır. 1375 Kur’an’da inanmayanlar ve yaratılıştaki din duygusunu zoraki olarak köreltmeye 1365 Bk. Ra‘d 13/28. Bk. Muhammed 47/7. 1367 Geniş bilgi için bk. Hökelekli, a.g.e., s. 87-102. 1368 Bk. Kutub, İnsan Psikolojisi, s. 289-291. 1369 Hökelekli, a.g.e., s. 124, 252. 1370 Asımgil, İnsan’ın Varoluş Serüveni, s. 83. 1371 Mutahhari, Kur’an’da İnsan-İman ve Ahiret, s. 162. 1372 Bk. Şûrâ 42/13; Albayrak, Kur’an’da İnsan-Gayb İlişkisi, s. 29. 1373 Bk. A‘râf 7/179; Furkân 25/44. 1374 Bakara 2/2-3; Ayrıca bk. Mâide 5/94; Meryem 19/61; Hadîd 57/25. 1375 Bk. Kutub, a.g.e., s. 143-145. 1366 çalışanlar hakkında efelâ yeş‘urûn (onlar farkına varmıyorlar mı, hissetmiyorlar mı?) tabiri birçok yerde kullanılmaktadır. 1376 Kur’an’da insandaki din duygusunun fıtrî olduğu belirtilmektedir: “Sen yüzünü, Allah’ı birleyici olarak doğrudan dine çevir: Allah’ın yaratma kanununa (uygun olan dine dön) ki, insanları ona göre yaratmıştır. Allah’ın yaratması değiştirilemez. İşte doğru din odur.” 1377 Ayette din kelimesinden sonra, yaratılış anlamına gelen fıtrat kelimesinin geçmesi, din duygusunun bütün insanların yaratılışında bulunduğunu gösterir. 1378 Burada fıtratallâh tabiri kullanılmıştır. Yani, Allah’ın dinine, 1379 tevhidine yapış. Çünkü Allah, insanları o tevhid inancı üzere yaratmıştır. 1380 Sen insan yapısının onayladığı dine yönel ve hiçbir yana eğilme. Din duygusunun fıtrîliğini ifade eden başka bir ayet Elest Bezmi denen sözleşmeden bahseden ayettir. 1381 Ayette anlatılan olay, Yüce Allah’ın insan ruhunu, Allah’ı bulup ona inanacak şekilde programlamasıdır. Böylece insanın fıtratında Allah’ı tanıma, O’nun varlığını sezme yeteneği gizlidir. Tatmin edilmeyen bir duygu insana huzur yerine sıkıntı ve acı getirir. Din duygusu da böyledir. Beden, havaya, suya ve besin maddelerine nasıl muhtaç ise, ruh da inanmaya, sanata ve manevi gıdalara muhtaçtır. İnsan ruhu, manevi gıdalarla beslenmezse, zayıflar ve gücünü yitirir. İnsanda doğuştan var olan her türlü eğilimler ve duygular, terbiyeye muhtaçtır. Bunlar ihmal edilirse insan, normal gelişimini tamamlayamaz. Bu duygulardan en kuvvetli olanı da din duygusudur. Din duygusu, telkin ve alışkanlıklar ile beslenirse, ahlak, estetik, aile ve toplum duyguları da beraberce gelişir ve yücelir. Din, toplumda birleştirici bir faktör olur ve toplumdaki bireylerin şahsiyeti de sağlam olur. Psikolojik araştırmalar göstermiştir ki, bir dine inanan ve mabetlere devam eden insanlardaki karakter ve şahsiyet sağlamlığı, dine inanmayan ve mabetlere gitmeyenlere göre daha belirgin ve daha sağlamdır. 1382 Sonuç olarak dinî his ve dinî duygu, diğer duygular gibi insanın yaratılışına ve tabiatına bağlı bir duygudur. Din, doğrudan doğruya fıtrattan doğar. Fıtrat ile birlikte gelişir ve ilerler. Din duygusu, ilâhî âleme yönelten ve insanı sürekli ilâhî âlemle temasa getiren bir duygudur. İnsanın olduğu her anda ve her yerde ibadet ve tapınma vardır. Kur’an da insandaki din duygusunun fıtrî olduğu belirtmektedir Eğer bu güç, Allah’a yönelmezse, başka şeylere yönelir. (2) Sevgi ve Saygı Sevgi, sevme hissi, aşk, muhabbet anlamlarına gelir. 1383 Sosyal psikolojide hoşlanma ve sevme birbirlerinden farklıdır. Sevme bağlanmayı, kişiye önem vermeyi ve mahremiyeti içerir. Hoşlanma ise saygı ve sıcak duygular beslemeyi içerir. 1384 1376 Bk. Bakara 2/9, 12; Âli İmran 3/69; En‘âm 6/26, 123; Yûsuf 12/15. Rûm 30/30. 1378 Kırca, Kur’an ve Fen Bilimleri, s. 336. 1379 Nesefî, Tefsîru’n-Nesefi, II, 700. 1380 Râzî, Tefsir-i Kebîr, XVIII, 109. 1381 Bk. A‘râf 7/172. 1382 Kırca, a.g.e., s. 3337-338; Kırca, Kur’an ve İnsan, s. 26-27. 1383 Doğan, Büyük Türkçe Sözlük (Sevgi md.), s. 975. 1384 Cücelioğlu, İnsan ve Davranışı, s. 557. 1377 İnsanın karşılaması gereken ekmek ve su kadar önemli başka ihtiyaçları da vardır. Bunlara ruhsal veya manevi ihtiyaçlar adı verilir. İşte insanların ruhsal ihtiyaçlarının başında sevmek ve sevilmek ihtiyacı gelmektedir. 1385 Sevgi, hayatın cevheri, yani özüdür. Onsuz insanlar kabukla uğraşırlar. Kabuktan insanın alacağı bir gıda yoktur. Sevgi, insanı olgunlaştırıcı, insanlara karşı tutumlarını iyiden yana değiştirici ve gelişmenin basamaklarını tırmandırıcı bir güce sahiptir. Sevgi, insan hayatında önemli bir rol oynar. Bu duygu, aynı zamanda evlilik hayatı, aile oluşumu ve çocuk gözetiminin esasıdır. Sevgi, fertler arası bağlılık ve sıcak insan ilişkilerinin oluşumunun temelidir. İnsanı Rabbine bağlayan kuvvetli bir bağ; ibadetlerinde, Allah yoluna tabi olmada samimiyeti doğuran bir duygudur. Sevgi, fıtrî olan bir duygudur ve insanı motive eden, insanlar arasındaki ilişkiyi düzenleyen en etkin duygulardandır. Cinsellik vücuda yönelik olduğu halde; sevgi, kişiliğe yöneliktir. Bu nedenle sevginin gücü ve etkisi, daha sürekli ve daha fazladır. Cinsellik, fizyolojik bir ihtiyaç olduğu halde; sevgi duygusal bir ihtiyaçtır. Her insan doğumundan ölümüne kadar sevgiye muhtaçtır. 1386 Sevgi, cinsellikle beraber kuvvetli bir bağ oluşturarak eşler arası uyum ve dengenin sürmesini sağlamaktadır. Habbu, kavramından gelen sevgi, buğday, arpa vb. şeylerin tanelerine ve reyhan çekirdeğine verilen isimdir. 1387 Tohumsuz, çekirdeksiz ve tanesiz bitkinin hiçbir çeşidi olmayacağı gibi, sevgisiz de insanlık, medeniyet ve olgunluğun olması mümkün değildir. Sevgi, hayatın, iman ve amellerin ruhu ve özüdür. Bu duygudan nasibini alamayanlar, ruhsuz ceset gibidirler ve kabukla uğraşırlar. 1388 Kur’an-ı Kerim’de sevgi sözcüğünü daha çok dile getiren kelime, hubb kelimesidir. Bu kökten türeyen ve sevgiyi ifade eden kelimelerin sayısı, çeşitli kalıplarda Kur’an-ı Kerim’de seksen üç yerde geçmektedir. 1389 Türkçe’de muhabbet şeklinde kullanılan mahabbet kelimesi, hubb kökünden gelir ve Kur’an’da hubb ile aynı anlamda kullanılır. 1390 İsfehâni’nin belirttiğine göre, mahabbet, kişinin hayırlı gördüğü veya sandığı şeyi irade etmesi, istemesidir. Ancak mahabbet, iradeden daha kapsamlıdır. Yani her mahabbette irade vardır, ama her irade mahabbet olmayabilir. Mahabbetin üç yönü vardır. Birincisi, lezzet için olan mahabbettir. Erkeğin kadını sevmesi gibi. 1391 İkincisi, faydalanmak için olan mahabbettir. Kendisinden faydalanılan bir şeyi sevmek gibi. 1392 Üçüncüsü, fazilet için olan mahabbettir. İlim ehlinin ilim öğrenmek için birbirlerini sevmeleri gibi. Yüce Allah’ın kuluna olan mahabbeti, sevgisi, ona lütuf ve ihsanda bulunmasıdır. Kulun Allah’a olan sevgisi ise, 1385 Kılıç, İnsan ve Ahlak, s. 75; Sevgi hakkında değişik görüşler için bk. TDVİA (Aşk md.), I, 11-16; Kutub, İnsan Psikolojisi, s. 100-126; May, Kendini Arayan İnsan, s. 220-227; Demirel, Tanrının Onuru İnsan, s. 75-78, 124-126; Akarsu, Max Scheler Felsefesinde Kişi Kavramı ve İnsan Olma Sorunu, s. 65-93; Erdoğan, Kur’an ve İnsan Psikolojisi, s. 168-171. 1386 Bk. Kırca, Kur’an ve İnsan, s. 129; Buladı, Kerim, “Kur’an ve Sevgi”, DİD, S. 3 TemmuzAğustosEylül, Ankara, 2002, C. 38, s. 193-194. 1387 İsfehânî, el-Müfredât (h-b-b md.), s. 214. 1388 Bayraklı, Kur’an’da Değişim, Gelişim ve Kalite kavramları, s. 233, 236-237. 1389 Bk. Abdulbaki, el-Mu’cemü’l-Müfehres (h-b-b md.), s. 243-245. 1390 Öztürk, Kur’an’ın Temel Kavramları, s. 188. 1391 İsfehânî, “İnsân 76/13” ayetini bu anlama örnek verir. 1392 İsfehânî, “Saf 61/13” ayetini de bu anlama örnek verir. O’nun huzurunda, yakınlık elde etmek istemesidir. 1393 Ancak Gazali, Allah sevgisinin gerçek anlamda mümkün olduğunu kabul eder. O’nun belirttiğine göre bazı âlimler “Allah sevgisinin imkânını reddetmişlerdir ve Allah sevgisi demek, O’na ibadet etmek demektir. Gerçek anlamda muhabbet ve sevgi, Allah hakkında imkânsızdır. Sevgi ancak cinsler ve emsaller arasında olur” iddiasında bulunmuşlardır. 1394 Allah’ın yüceliğini (aşkınlığını) lekesiz tutmak bahanesiyle, Allah ile insan arasında sevgi ilişkisini reddetmek, İslam’ı aşırı derecede fakirleştirecektir. Kur’an bu sahte tasfiyeciliğe, bu aşırı arınmacılığa kesin bir yalanlamada bulunur: “Allah çok sevendir.” 1395 Allah’ın sevgi olduğu ifadesi, Kur’an’da İncillerdeki kadar merkezi değildir. Fakat Kur’an’da sevginin yokluğundan asla söz edilemez. 1396 Aynı şekilde Kur’an’da kuru bir sevgi bulunmayıp amele dayalı sevgi yer almaktadır. Gazali’nin belirttiğine göre, bir insan, sevdiğini dört şey için sever: Birincisi, sevdiğini zatı bakımından sevmektir. Yani onunla başka bir sevdiğine ulaşmak için değil de, kendisi için sever. Bu, herkeste bulunan tabii bir sevgidir. Kötü bir maksada dayanırsa kınanır. İkincisi, sevdiğini bizatihi değil, onun vasıtasıyla gayesine ulaşmak için sevmektir. Bu da kınanmış ve mubah diye ikiye ayrılır. Şayet bu sevgi kötü maksatlar taşıyorsa kınanmıştır. Eğer mubah olan nimetlere kavuşmak maksadını taşıyorsa mubahtır. Üçüncüsü, sevdiğini zatı için değil de, başka bir maksatla sevmektir. Eğer bu maksat dünyalık olmayıp da ahiret için olursa, bu, Allah için olan sevgidir. Örneğin, bir kimsenin ilim öğrenmek için hocasının sevmesi, malını Allah için tasadduk etmesi bu kabildendir. Dördüncüsü, Allah için ve Allah rızası için sevmektir. Sevginin en üstün derecesi budur. Çok ince, derin ve kapalı olan bu tür sevgi mümkündür. Muhabbetin galebe çalmasının bir eseri, sevginin sevgili ile alakalı her şeye geçmesidir. Zira bir insanı ifrat derecesinde seven bir kimse, onu seveni de, onun sevdiğini de sever. Allah sevgisi de böyledir. Bu sevgi kuvvetlenip kalbi kapladığı zaman, Allah’tan başka bütün varlıklara hatta en küçük şeye dahi sirayet eder. Çünkü bütün mevcudat onun kudretinin eseridir. Allah sevgisi, bazen va‘d ettiği uhrevî mükâfatlara karşı ve bazen de dünyada verdiği nimetlere mukabil olduğu gibi, bazen de bütün bunlardan sıyrılarak yalnız zatî bakımından olur. İşte muhabbet çeşitlerinin en ince ve en mühimi de bu sevgidir. Aşırı derecedeki sevgi, acı duygusunu zayıflatır, dosttan gelen elemi duymaz olur. Çünkü aşırı derecedeki sevgi, acıyı duyurmayacak bir sevinç meydana getirir. 1397 Sevginin devamlı ve sürekli olabilmesi için, sağlam bir temele oturması lazımdır. Aksi takdirde bu sevgi gelip geçici bir hevese dönüşür. Başka bir ifadeyle eğer bir sevgi mutlak otoriteye yani Yüce Allah’a dayanmıyorsa o sevginin ömrü kısa ve gücü zayıftır. İşte bu noktada Kur’an, sevgiyi Allah’la ebedileştirmek için, önce Allah sevgisini gündeme getirerek insanlara sayısız ölçüde 1393 İsfehânî, a.g.e., s. 214-215; Ayrıca bk. Râzî, a.g.e., XXIII, 44. Gazali, İhyâ, IV 533-534; Öztürk de İsfehânî’nin Allah sevgisi hakkındaki yorumunu eleştirir. Bk. Öztürk, Kur’an’ın Temel Kavramları, s. 189-190. 1395 Hûd 11/90; Bk. Burûc 85/14. 1396 Garaudy, İslam ve İnsanlığın Geleceği, s. 33-34. 1397 Bk. Gazali, İhyâ, II, 402-412; Allah sevgisi için bk. Gazali, a.g.e, IV, 533-534, 555 vd.; Muhabbetin sebep ve kısımları için bk. a.g.e., IV, 539-555. 1394 imkânlar bahşeden Yüce Allah’ı sevmenin en başta gelen bir görev olduğunu ortaya koymaktadır. 1398 Kişi, yaratıklardan lezzet duyulan her şeyi elde etse de, yaratıldığı gayeyi, Allah sevgisini elde etmedikçe bunlarla mutlu olamaz, sükûnet elde edemez. Aksine bunlar ona stres getirir. Çünkü onun ruhunda Rabbine ve ilâhına karşı bir ihtiyaç vardır. Öyle ki o Allah, onun mabudu, sevgilisi, ilahı ve isteğidir. 1399 Gerçek aşkının objesi Allah olmayana heva ve hevesi (boş geçici arzuları) sevgili olur ki bu da ruhun kararmasıdır. Şirkin esası gönle Allah dışında bir sevgilinin egemen olmasıdır. 1400 Meşru sınırlar çerçevesinde olduktan sonra insanın nefsi arzu ve adet gereğince belli bir şeye sevgi duymasında bir beis yoktur. Fakat bu meylin insan üzerine hâkim olup tasarruflarını yönetmesi ve diğer şeylerden alıkoyması doğru değildir. Allah’ı seven başkasını ona tercih etmez. 1401 Kur’an, Allah ve Resûlünün sevgisinin her şeyden daha üstün olması gerektiğini bildirir. 1402 Allah’a sevginin esasını da Allah’a kulluk oluşturur. Sevgisiz kulluk, kulluksuz sevgi olmaz. Sevginin en büyük anormalliği, sevgiye layık olmayan bir şeye veya şahsa yönelmesidir ya da sevmeye layık da olsa gereğinden fazla yönelmesidir. Her iki durumda da insanın ruhî dengesi bozulur. Kur’an’da Yüce Allah’ın kimleri sevip kimleri sevmediği açık ifadelerle anlatılmaktadır. Kur’an, Allah’ın, aşırı gidenleri, haddi aşanları, 1403 günahkâr, hain nankör kimseleri, 1404 kâfirleri, zalimleri, 1405 kendini beğenen, daima övünüp duran ve böbürlenen kimseleri, 1406 kötü sözün açıktan söylenmesini, 1407 bozgunculuğu ve bozguncuları, 1408 israf edenleri, 1409 büyüklük taslayanları ve şımaranları, 1410 sevmediğini kesin ifadelerle izah etmiştir. Diğer taraftan Kur’an’da Allah’ın, Hz. Peygambere tabi olanları, 1411 Allah yolunda cihad edenleri, 1412 muhsinleri, 1413 muttakileri, 1414 tevbe edenleri ve temizlenenleri, 1415 sabredenleri, tevekkül edenleri, 1416 adil davrananları, 1417 sevdiği de açıkça belirtilmiştir. Böylece Kur’an’ı hayat-düsturu kabul eden mü’minlerin, sevgi veya sevgisizliği, hangi şeylere ve kimlere göstereceği önemle vurgulanmıştır. 1398 Saka, Yabancılaşma Karşısında Kur’an, s. 226-227; Bk. Bakara 2/29; En‘âm 6/1; İbrâhîm 14/34. Necati, a.g.e., s. 76; Çağdaş psikologların sevgi hususundaki etütleri, yalnızca kendini sevme, cinsel sevgi ve aile sevgisi ile sınırlıdır. Allah ve peygamberlere karşı, adalet ve doğruluk gibi yüksek insani değerlerle ilgili olan sevgiyi dile getirmezler. Hâlbuki sevginin bu türü insanlığın en gelişmiş sevgi türü olup sadece bu sevgiyle insan, hayvanlardan ayrılabilmektedir. Necati, a.y. 1400 Bk. Bakara 2/165; Öztürk, Kur’an’ın Temel Kavramları, s. 198-199. 1401 Gazali, M. İslam’ın Manevi Boyutu, s. 258. Allah sevgisi ile ilgili olarak bk. Gazali, M. a.g.e., s. 258-271; Buladı, a.g.m., s. 195-198. 1402 Bk. Bakara 2/165; Tevbe 9/24; Teğâbûn 64/14. 1403 Bk. Bakara 2/190; Mâide 5/87; A‘râf 7/55. 1404 Bk. Bakara 2/276; Nisâ 4/107; Enfâl 8/58; Hac 22/38. 1405 Bk. Âli İmrân 3/22, 57, 140; Rûm 30/45; Şûrâ 42/40. 1406 Bk. Nisâ 4/36; Kasas 28/77; Lokmân 31/18; Hadîd 57/23. 1407 Bk. Nisâ 4/148. 1408 Bk. Bakara 2/205; Mâide 5/64; Kasas 28/77. 1409 Bk. En‘âm 6/141; A‘râf 7/31. 1410 Bk. Nahl 16/23; Kasas 28/76. 1411 Bk. Âli İmrân 3/31. 1412 Bk. Mâide 5/57; Saf 60/4. 1413 Bk. Bakara 2/195; Âli İmrân 3/134, 148; Mâide 5/13, 93. 1414 Bk. Âli İmrân 3/76; Tevbe 9/4, 7. 1415 Bk. Bakara 2/222; Tevbe 9/108. 1416 Bk. Âli İmrân 3/146, 159. 1417 Bk. Mâide 5/45; Hucurât 49/9. 1399 Kur’an-ı Kerim, sevgiyi Allah ve insan dışında her hangi bir varlığa izafe etmez. İnsanın yapısında iyi olsun kötü olsun bazı şeylere karşı sevgi besleme eğilimi olduğunu belirtir. Allah’a imanın yaratıcı ve erdirici unsuru sevgi olduğu gibi, putlara bağlılığın hayat kaynağı da sevgidir. 1418 Kur’an, insanda Allah sevgisi, 1419 kötülüğün yayılmasını sevme, 1420 küfrü imana tercih etme, 1421 körlüğü hidayete tercih etme, 1422 dünyayı ahirete tercih etme, dünya sevgisi, 1423 mal sevgisi, 1424 mesken sevgisi, 1425 karşı cinse sevgi 1426 gibi çeşitli sevgilerin mevcut olduğunu belirtir. Kur’an-ı Kerim’de insanın dünya lezzetlerine karşı sevgisi şöyle dile getirilmiştir: “İnsanlara kadınlar, oğullar, yüklerle altın ve gümüş yığınları, salma atlar, davarlar, ekinler türünden şehvetler sevgisi süslü gösterilmiştir.” 1427 Kelamcılara göre, bu ayet sevginin şehvetten farklı bir şey olduğunu gösterir. Çünkü bu ayette, Yüce Allah sevgiyi şehvete muzaaf kılmıştır. Muzaaf, muzaafun ileyhten başkadır. Buna göre şehvet, Allah’ın yarattığı fiillerden, muhabbet ise kulun fiillerindendir. Muhabbet (sevgi), insanın bütün maksat ve yaşayışını, leziz ve hoş şeyleri aramaya hasretmesinden ibarettir. 1428 Bu ayetteki en-nâs (insanlar) sözü başına harf-i ta‘rîf gelmiş olan umumi bir lafızdır. Dolayısıyla istiğrak ifade eder. Bu da bu sevginin bütün insanlarda bulunduğunu gösterir. 1429 Kur’an-ı Kerim’de sevgiyi ifade eden diğer bir kelime de vüdd sözcüğüdür. Bu kökten türeyen ve sevgiyi ifade eden kelimelerin sayısı, çeşitli kalıplarda Kur’an-ı Kerim’de yirmi sekiz yerde geçmektedir. On yedi yerde fiil halinde, bir yerde vüdd, sekiz yerde de mevedde şeklinde mastar olarak, iki yerde de vedûd şeklinde Allah’ın isimlerinden biri olarak geçmektedir. 1430 Vüdd ve mevedde, bir şeyi sevme ve olmasını istemek, demektir. Bu kelimeler hem sevgi hem de temenni etmek manasını ihtiva ederler. Çünkü temenni, sevdiği bir şeyin olmasını arzu etmektir. Vedûd, seven ve sevilen, yani Allah’ın kullarını sevmesi, kulların da Allah’ı sevmesi demektir. Ayrıca bu kelimenin, bağışlamak ve mükâfatlandırmak suretiyle dostlarına karşı çok sevgi besleyen, halîm, sabırlı anlamlarına geldiği de söylenmiştir. 1431 Demek ki kullarını yaratıp onları seven Allah, kullarından da kendisini ve birbirlerini sevmelerini istemiştir. Allah’ın vedûd ismi, Allah’ın isimleri arasında ism-i fâil ve ism-i mef‘ûl anlamında olan ve böylece karşılıklı sevgiyi içeren ender isimlerinden biridir. Cenâb-ı Hak, bir ayette eşler arasına mevedde yani sevgi ve merhamet koyduğunu ifade eder 1432 Bir görüşe göre, sevgi ve rahmet, Allah tarafından, ayrılık ise şeytan tarafındandır. 1433 Aynı 1418 Bk. Bakara 2/165; Öztürk, Kur’an’ın Temel Kavramları, s. 188. Bk. Bakara 2/165; Âli İmrân 3/31; Mâide 5/57. 1420 Bk. Nûr 24/19. 1421 Bk. Tevbe 9/23. 1422 Bk. Fussilet 41/17. 1423 Bk. Nahl 16/107; İbrâhîm 14/3; Kıyâmet 75/20; İnsân 76/27. 1424 Bk. Fecr 89/20; Âdiyât 100/8. 1425 Bk. Tevbe 9/24. 1426 Bk. Yûsuf 12/30. 1427 Âli İmrân 3/14. 1428 Râzî, Tefsîr-i Kebîr, VI, 191; Şehvet kelimesi ve istek duyulan şeyleri sevmeyi süsleyenin kim olduğu hakkında Kelam mezheplerinin görüşleri için bk. Râzî, a.g.e., VI, 188-192. 1429 Râzî, a.g.e., VI, 191. 1430 Bk. Abdulbâkî, el-Mu‘cemü’l-Müfehres (v-d-d md.) s. 915. 1431 Râzî, a.g.e., XXIII, 44-45. 1432 Bk. Rûm 30/21. 1419 şekilde bu ayet, eşler arasındaki sevgi ve şefkatin etkinliğini ve sürekliliğini amaçlamaktadır. Nitekim her konuda olduğu gibi, karı-koca ilişkilerinde de sevgi, ailenin temelini oluşturur. Kur’an, eş ve çocuk sevgisinin 1434 yanı sıra, insanlar arası sevgiden söz eder 1435 ve getirdiği bütün kurallar ile insanın iç disiplinini sağlamayı amaçladığı kadar toplumsal disiplini de sağlamayı amaçlar. 1436 Kur’an, insanlar arasında sevgi ve uyumu sağlamaya, birbirleriyle yardımlaşma, kaynaşma ve kardeşliğe teşvik etmektedir. 1437 Nitekim Muhacirlere gösterdikleri samimi sevgi ve destekten dolayı Ensar topluluğunu övmekte 1438 ve müminlerin birbirlerini kardeşin kardeşini sevmesi gibi sevmelerini istemektedir. 1439 Psikolojik bir duygu olan sevgi, insanın gönlünden çıkıp topluma dal budak salınca, sosyal hayatı değiştirerek cennete dönüştürmektedir. Allah’ın yarattıklarını Allah için, yani yaratılanı yaratandan ötürü sevmek, insanın kaçınılmaz görevlerindendir. Allah için Allah’ın sevdiklerini sevmek, inancın bir gereğidir. Ancak Allah’a ve Resûlüne düşmanlığını ilan etmiş olanlarla dost olunamayacağı, onlara karşı tepkisiz kalınamayacağı 1440 ve sevgi beslenilemeyeceği de bir gerçektir. “Allah’a ve ahiret gününe inanan bir milletin, babaları, oğulları, kardeşleri yahut akrabaları da olsa Allah’a ve Resulüne düşman olanlara sevgi beslediklerini görmezsin.” 1441 İslam âlimleri, onlarla bir araya gelme ve ilişki içinde bulunmanın caiz olduğuna icmâ etmişlerdir. 1442 Ancak haram olan dostluk ve sevgi, o kâfir olduğu halde, hem din hem de dünya bakımından ona rağbet edip gıpta etmektir. 1443 “Ey inananlar! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin. Onlar size gelen gerçeği inkâr etmişken onlara sevgi gösteriyorsunuz.” 1444 Hz. Peygamber şöyle buyurur: “Allah’a yemin ederim ki, Müslüman olmadıkça cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de tam anlamıyla Müslüman olamazsınız.” 1445 “Sizden biriniz kendisi için sevdiği bir şeyi kardeşi için de sevmedikçe tam iman etmiş olamaz.” 1446 Bu hadiste “iman etmiş olamaz” gibi kesin bir ifadeyle dile getirilen sevgi, sadece histen ibaret olmasa gerektir. Burada sevgi, verebilmek, başkalarını kendine tercih edebilmek, hemdert ve fedakâr olmaktır. Eğer sevgi bu 1433 Zamahşerî, Keşşâf, III, 458. Âli İmrân 3/14; Eşler arası sevgi için bk. Carullah, Hatun, s. 57-61. 1435 Âli İmrân 3/103; Enfâl 8/63. 1436 Kırca, Kur’an ve İnsan, s. 352. 1437 Bk. Âli İmrân 3/103; Enfâl 8/62-63; Bk. Çelik, Ali, “İslam’ın İnsanlığa Sunduğu Evrensel mesaj: Sevgi ve Barış”, Diyanet Aylık Dergi, S. 133, Ocak 2002, s. 9-16. 1438 Bk. Haşr 59/9. 1439 Bk. Tevbe 9/71; Hucurât 49/10; Necati, Kur’an ve Psikoloji, s. 69-71. 1440 Bk. Saka, a.g.e., s. 232-234. 1441 Mücâdele 58/22; Bu ayette vüdd kökünden gelen yuvâddûne kelimesini Esed “sevgi” anlamında tercüme ettiği gibi, M. Hamdi Yazır, Hasan Basri Çantay, ve Süleyman Ateş, meallerinde “dostluk kurma” diye tercüme etmişlerdir. Ayrıca bk. Mümtehine 60/1, 4. 1442 Râzî, Tefsîr-i Kebîr, XXI, 392; Yüce Allah şöyle buyurur: “Allah, sizi, din hakkında sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere iyilik etmekten, onlara adaletli davranmaktan menetmez. Çünkü Allah, adalet yapanları sever.” Mümtehine 60/8. 1443 Râzî, a.y. 1444 Mümtehine 60/1. 1445 İbn Mâce, Mukaddime, 9, no: 66 (I, 26); Edeb, 11, no: 3692 (II, 1217); Müsned, I, 167, II, 477. 1446 Buhârî, İman, 7; Müslim, İman, 17, no: 45 (I, 67). 1434 hikmetleri taşımıyorsa hedefine ulaşamamış kuru bir duygudur. 1447 Başka bir hadiste şöyle buyrulur: “İşlerin en güzeli Allah için sevmek ve Allah İçin buğzetmektir (kınamaktır).” 1448 Allah için sevmek veya buğzetmek, herhangi bir menfaate bağlı olmaksızın sevmek veya nefret etmek demektir. Allah için sevgi, karşılıksız sevgiyi ifade etmektedir. Ancak Allah için olan sevgilerin devamından söz edilebilir. Menfaate dayalı ilişkiler, karşılıklı menfaat bittiği anda yok olacaktır. 1449 Kur’an’da sevgi unsuru korku unsurundan daha fazla kullanılır. Sevap ve günah kavramları ile Allah’a ait sevgi, rahmet, rahîm ve intikam sahibi olması gibi sıfatların, sevgi ve korku ile yakından alakası vardır. 1450 Nasslarda hâkim olan temaya göre insanla Allah arasındaki aslî münasebet sevgi ve rahmete dayanır. Esmâ-i hüsnâ içinde kâinata ve özellikle insana yönelik olanlardan sadece iki veya üçü kahır ve gazap ifade etmekte, diğerleri karşılıklı rıza ve muhabbet anlamını içermektedir. İslam’da aslolan kulun itaat etmesi, Allah’ın dünya ve ahirette mükâfatlandırmasıdır. Ceza asıl olmayıp kötülüklerin önlenmesi için bir tedbirdir. 1451 İnsanın insana meyli ve onu sevmesi, fuâd denen kalbin bir işidir. Kur’an’da Hz. İbrahim’in şu duası yer alır: “Rabbimiz, ben çocuklarımdan bazısını, senin Haram Evinin yanında, ekinsiz bir vadiye yerleştirdim. Rabbimiz, namazı kılsınlar diye (böyle yaptım). Artık sen de insanlardan bir takım gönülleri, onları sever yap...” 1452 Ayetin sonunda yer alan tehvî ileyhim (gönüllerin meyletmesi) kavramı, bize insanlar arası sevginin merkezinde fuâdın olduğunu öğretmektedir. Yalnız insanların birbirine meyletmeleri, birbirini sevmeleri, bir ilâhî lütuftur. Onun içindir ki Hz. İbrahim kalplerin meylini Yüce Allah’tan istemektedir. 1453 Hz. İbrahim’in duasındaki tehvî ileyhim’in anlamının, “onları sever, arzular” şeklinde anlamlandırıldığı gibi, buna “onlara koşar”, “onlara varır gelir”, “onlara akıp gider, iner” manaları da verilmiştir. 1454 Esası bakımından pozitif bir güç olan sevgi, insanın çarpıtması sonucu negativite aracı da olabiliyor. Bu yüzden Kur’an insanı şu konuda uyarmaktadır: Her sevdiğin senin hayrına, her hoşlanmadığın da zararına değildir. “Gerçi hoşunuza gitmez ama size savaş yazıldı (farz kılındı). Bazen hoşlanmadığınız bir şey, hakkınızda iyi olabilir ve hoşlandığınız bir şey de hakkınızda kötü olabilir. Allah bilir siz bilmezsiniz.” 1455 İnsanın sevgi konusunda bu aldanabilme ihtimali, daha doğrusu güven verememesi, Yaratıcının bu hassas ve derin alana el atmasını gerekli kılmıştır. Bu müdahalelerden biri, Allah’ın insan kalbinde iman realitesini sevimli hale getirmesi, süslemesidir. 1456 Yaratıcının sevgiye müdahalesinin bir örneği de Âli İmrân sûresi 31. ayette dikkat çeker. Orada, Allah’a sevgi iddiasının delili olarak, Hz. Peygamber’e uyma gösteriliyor. Akla ilk gelen, prensibin 1447 Halil, Sosyal adalet, s. 88. Ebû Dâvûd, Sünnet, 2, no: 4599 (V, 7). 1449 Bk. Kılıç, İnsan ve Ahlak, s. 60; İlmihal, İman ve İbadetler, TDVİSAM, Divantaş Y., 7.Bsk., İstanbul, 2000, II, 524. 1450 Bk. Kırca, Kur’an ve İnsan, s. 353; Şanver, Kur’an’da Tebliğ ve eğitim Psikolojisi, s. 204. 1451 TDVİA (Cehennem md.), 1993, VII, 228. 1452 İbrâhîm 14/37. 1453 Bk. Bayraklı, Kur’an’da Değişim, Gelişim ve Kalite Kavramları, s. 233, 236-237. 1454 Bk. Râzî, a.g.e., XIV, 27. 1455 Bakara 2/216. 1456 Bk. Hucurât 49/7. 1448 “Allah’ı seviyorsanız, beni sevin...” olmasıyken vahiy, prensibi şöyle koymuştur: “Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin.” Böylece, Allah’ı sevme Hz. Peygambere uyma şartına bağlanarak, din hayatı kuru bir sevgi romantizminden kurtarılmıştır. Aksi halde din, bir sevgi spekülasyonu kurumu haline dönüşürdü. 1457 Bu konuda başka bir ayette şöyle buyrulur: “Sevdiğiniz şeylerden Allah için harcamadıkça asla iyiliğe eremezsiniz.” 1458 Kur’an’a göre iyilik yapıldığında karşılığında teşekkür ve minnet beklenmemeli, sevgiye dayalı olarak Allah rızası için yapılmalıdır. 1459 İyiliği yaratanın hatırı, sevgisi için yapan, ne yaratılandan bir şey bekler, ne de yaratılanın nankörlüğünden şikâyetçi olur. Sevgi, fıtrî bir duygu olmakla birlikte, yönlendirilmeye ve geliştirilmeye de müsait olan bir duygudur. Bunun için de geliştirilmesi ve yönlendirilmesi gerekmektedir. Hiç şüphesiz inanan bir kişi için sevginin yönlendirilmesi, öncelikle Allah’a ve Resûlü’ne daha sonra da anne-babaya, eşine ve çocuklarına, akrabasına, milletine ve nihayet bütün insanlara doğru olmalıdır. Kur’an, sevginin yanında saygıyı da emretmektedir. Saygı, bir insanı kişi olarak, olduğu gibi görmek, onun kişiliğini ve tekliğini, biricikliğini fark etmek demektir. 1460 Başka bir ifadeyle, insanların bedenî ve şahsî kuvvetlerine, aklî ve ruhî melekelerine, meşru his ve duygularına, hayatına, şeref ve namusuna, hürriyetine, inançlarına, mal ve mülküne tecavüz etmemektir. Çünkü adalet şahsa saygı ve hürmeti gerektirir. Şahıs tabiri ise, bunların hepsini içine alır. 1461 Sevgi ve saygı insanların sahip olabileceği en güzel duygulardır. İnsanlara sevgi ve saygı duymasını bilen insanlar, başkaları tarafından sevilip sayılmaya hak kazanırlar. Bu sebepten sevgi ve saygı insanı insanca yaşatan iki özelliktir. Saygıya dayanmayan ilişkiler insanları bir arada tutmaz, onları birbirinden uzaklaştırır. İnsan, kendi beninin farkına varan, yani benlik şuuruna sahip bir varlıktır. Ahlakî şuurun ve vicdanın teşekkülü ve gelişmesi bakımından benlik şuuru oldukça önemlidir. İnsan mademki kendisini bir varlık halinde idrak ediyor ve kontrol ediyor, o halde kendi varlığını da ayrı bir kişilik saymaktadır. İnsanın kendine saygı duyması budur. Biz benlik şuuru sayesinde kendi kişiliğimizi tıpkı karşımızdaki insanın kişiliği gibi fark ediyor ve kendimizle de birtakım ilişkiler içinde olduğumuzu görüyoruz. Şu halde başkalarına karşı nasıl ahlaklı davranmamız gerekiyorsa, kendimize karşı da ahlaklı olmak zorundayız. 1462 Saygı, bir insanın kendinde yaşattığı insan değerlerini az ya da çok görüp kendine karşı saygılı olması ile yaşar. Saygı soyut bir kavram değildir, “ona saygı duyuyorum, buna saygı duyuyorum” demekle yaşanmaz. Saygı duyabilmek ancak onun gereğini fiilen yaşayarak var edilebilir. 1463 İnsanın başkalarına saygılı olabilmesi içinde önce kendine saygı duyması gerekir. Saygı, insanın kalbinde yer almaktadır. Üstün ve değerli olanları öne çıkarmak, onların 1457 Öztürk, Kur’an’ın Temel Kavramları, s. 195. Âli İmrân 3/92. 1459 Bk. İnsân 76/8-9. 1460 Çelik, “Sevgi ve Barış”, s. 10. 1461 Akseki, Ahlak İlmi ve İslam Ahlakı, s. 234. 1462 Güngör, Ahlak Psikolojisi ve Sosyal Ahlak, s. 71. 1463 Bk. Demirel, Tanrının Onuru İnsan, s. 113-114. 1458 önüne geçmemek bir ahlak işidir. Bu ahlak da saygıya dayanmaktadır. Saygıdan kaynaklanan bu ahlakî davranışın kalpteki uzantısı ya da kökleri, takvâ adını almaktadır. 1464 Kur’an’da Allah’a ve Peygambere ve onların şahsında diğer insanlara saygılı olmanın gerekli olduğu belirtilir: “Ey iman edenler! Allah’ın ve Resulünün önüne geçmeyin (onlardan önce konuşmağa, bir iş hakkında hüküm beyan etmeğe kalkmayın). Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah işitendir, bilendir. Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamber’in sesinden fazla yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız gibi, Peygamber’e yüksek sesle bağırmayın. Öyle yaparsanız, siz farkına varmadan amelleriniz boşa gider. Allah’ın elçisinin huzurunda seslerini kısanlar, şüphesiz Allah’ın kalplerini takva ile imtihan ettiği kimselerdir. Onlara mağfiret ve büyük bir mükâfat vardır. Odaların arkasından sana bağıranların çoğu, düşüncesiz kimselerdir.” 1465 “Seslerinizi Peygamber’in sesinden fazla yükseltmeyin” ifadesi hem lafzî hem de mecazî bir anlama sahiptir: Hz. Peygamber’in arkadaşları söz konusu olduğunda lafzî bir anlam taşırken hem onlar hem de sonraki müminler için aynı zamanda mecazî bir anlam da taşımaktadır. Yani birinin kişisel görüşleri ve tercihleri Hz. Peygamber tarafından duyurulan kesin yasal buyrukların veya ahlakî kayıtların önüne çıkmamalıdır. Yukarıdaki ayetlerin gösterilmesini istediği saygılı davranış, Hz. Peygamberle ilgili olduğu gibi, aynı zamanda onun halefi olarak hareket eden bütün liderler için de geçerlidir. 1466 Sonuç olarak sevgi ve saygı insanı insanca yaşatan iki özellik olup insanların sahip olabileceği en güzel duygulardır. Sevgi ve saygı, insanın fıtratında bulunup insanı motive eden insanlar arasındaki ilişkiyi düzenleyen en etkin duygulardandır. Kur’an-ı Kerim, sevgi ve saygıyı, Allah ve insan dışında her hangi bir varlığa izafe etmez. İnsanın yapısında iyi olsun kötü olsun bazı şeylere karşı sevgi besleme eğilimi olduğunu belirtir. Eğer bir sevgi mutlak otoriteye yani Yüce Allah’a dayanmıyorsa o sevginin ömrü kısa ve gücü zayıftır. Böylelikle insanları yaratan, yaşatan ve insanlara sayısız ölçüde imkânlar bahşeden ve onları seven Yüce Allah, kullarından da kendisini ve birbirlerini sevmelerini istemiş ve kendini sevmenin en başta gelen bir görev olduğunu belirtmiştir. Kur’an, Allah ve Resûlüne sevgi ve saygının her şeyden daha üstün olması gerektiğini bildirir. Allah’a sevginin esasını da Allah’a kulluk oluşturur. Sevgisiz kulluk, kulluksuz sevgi olamayacağı gibi, saygı duyabilmek de ancak onun gereğini fiilen yapmakla olur. Kur’an’da Yüce Allah’ın kimleri sevip kimleri sevmediği açık ifadelerle anlatılmakta ve böylece inananların sevgi duygusu belli yönlere kanalize edilmektedir. (3) Korku ve Ümit Korku ve ümit çizgisiyle sevgi ve nefret duygusu arasında kuvvetli bir ilgi vardır. Bir kere insan, istediği (ümit ettiği) her şeyi ve herkesi sever. Korktuğu herkesi ve her şeyi de, hemen hemen hiç sevmez ve nefret eder. 1467 1464 Bayraklı, Kur’an’da Değişim, Gelişim ve Kalite Kavramları, s. 120. Hucurât, 49/1-4. 1466 Esed, Kur’an Mesajı, III, 1054. 1467 Kutub, İnsan Psikolojisi, s. 112-113. 1465 Bugünkü ilmi araştırmalar, insan psikolojisinin korku ve ümit adında iki temel duyguya dayandığını göstermektedir. Bu iki duygu, insanın hayattaki yönelişini, hedefini tayin etmekte, duygu ve düşüncelerini düzenlemektedir. Çünkü insan, ümit ettiği miktar ile korktuğu miktar kadar hayatının programını çizmekte kendisine bazı hedefler belirlemektedir. 1468 Korku çizgisinin birinci vazifesi insan hayatını mahvedebilecek tehlike ve fenalıklardan korumaktır. Diğer taraftan ümit çizgisinin görevi, bir yandan korku ile denge kurmak, diğer yandan da insanlığı ileriye, yapıcılığa ve atılıma sevk etmektir. 1469 Korku, bir kamçı gibi insanı rahmetin kucağına atmakta, kişilerde verâ, takvâ ve iffet gibi güzel duyguları oluşturmaktadır. O halde korkuyu iyi duygular arasında saymak lazımdır. 1470 İnsanlardaki korku yok olup gittiği zaman, onda isyan, taşkınlık veya görevini yerine getirememe halleri ortaya çıkar. Bunun için, ümidin içinde biraz korku, korkunun içinde de biraz ümit olmalıdır. Açları çalıştıran, doymak ümidi, tokları çalıştıran da açlık korkusudur. 1471 Kur’an’ı tetkik eden birisi onun bu iki duyguyu asla ihmal etmediğini görür. Bazı şeylerin olması konusunda beslenen his; umma, ummaktan doğan duygu ve umut anlamlarını ifade eden ümit, 1472 Kur’an’da tama‘ ve recâ ile ifade edilmektedir. Tama‘, kalbin olacak bir şeyi arzu edip ona yönelmesi, 1473 bu konuda hırs göstermesidir. 1474 Recâ ise, ye’sin (ümitsizliğin) zıddı olup, arzu edilen bir şeyin gerçekleşmesinin istenmesidir. Havf (korku) ve recâ birbirinden ayrılmazlar. 1475 Havf (korku), ister bilinsin ister bilinmesin, bazı delillerden hareketle gelecekte arzu edilmeyen bir halin meydana geleceğini zannederek korkmaktır. Havfın zıddı emn (güven) dir. 1476 Beklediğin hoşa gitmeyecek bir şey ise, buna havf denir. Beklediğin hoşa gidecek ve gönlünün arzu ettiği bir şey ise buna da recâ (ümit) denir. İnsanın iradesinde olan bütün şeyleri hazırladıktan sonra sevdiğini beklemesine isim olarak verilir. Eğer gerekli sebeplerin çoğu hazırlanmış olduğu için onu bekliyorsa buna recâ adını vermek doğrudur. Fakat sebepler tamamlanmamış olduğu halde sevgiliyi beklemeye recâ adını vermekten ziyade ona aldanma ve ahmaklık adını vermek daha uygun düşer. Eğer bekleyiş sebepsizse buna temenni ve dilek denir. Her 1468 Kutub, a.g.e., s. 104; Aydın, Kur’an’da İnsan Psikolojisi, s. 87; Ümit ve Korku konusunda geniş bilgi için bk. Gazali, İhyâ, IV, 261-321; Kutub, a.g.e., s. 103-113; Kırca, a.g.e., s. 220, 320-325. 1469 Kutub, a.g.e., s. 354-356. 1470 Aydın, a.g.e., s. 90. 1471 Yazır, Hak Dîni, I, 105; Kırca, a.g.e., s. 220. 1472 Doğan, Büyük Türkçe Sözlük, s. 1104. 1473 İsfehânî, el-Müfredât (t-m-a‘ md.) s. 524. 1474 Firuzâbadi, Kamûs (t-m-a‘ md.), II, 313. 1475 İsfehânî, a.g.e, (Recâ md.), s. 346. 1476 İsfehânî, a.g.e. (h-v-f md.), s. 303; Ayrıca bk. Gazali, a.g.e., IV, 286. halükarda recâ ve havf isimleri şüpheli ve tereddüt edilen şeylere verilir. 1477 Allah korkusu dendiğinde ise, ilk anda akla gelen aslandan korkma gibi bir korku kastedilmez. Bilakis bundan kastedilen sâlih amellere sarılıp isyandan uzaklaşmaktır. 1478 Haşyet ise, havftan daha şiddetli olup ta‘zimle birlikte, daima Allah gözetiminde olduğunu düşünerek korkmayı ifade etmekte ve bu yönüyle diğer korkulardan ayrılmaktadır. İlimde bulunan haşyet sebebiyle çoğunlukla ilim hakkında kullanılır. Bunun için haşyet âlimlere tahsis edilmiştir. 1479 Nitekim Yüce Allah şöyle buyurur: “Kulları içinden ancak âlimler, Allah’tan (gereğince) korkar. Şüphesiz Allah, daima üstün olandır, bağışlayandır.” 1480 Yani “Sen ancak görmeden Rablerinden içleri titreyerek korkmakta olanları ve namazı kılanları uyarırsın” 1481 buyurulduğu üzere, Allah saygısını devamlı olarak duyup da, peygamberin uyarısından faydalanacak ve dolayısıyla, temizlenip korunacak olanlar, Allah’ı celâl ve cemâliyle, kemâl sıfatlarıyla bilen ilim sahipleridir. Çünkü bir şey hakkında saygı, onun şanına olan bilgi ve bilginin derecesiyle uyum içinde olur. Bir kulun da, Allah’la ilgili bilgisi ne kadar tam ise, korkusu da o oranda tam olur. Allah’ı bilmenin korkuya sebep olmasının sebebi, ayetin devamında açıklanır. “Çünkü Allah, üstün ve güçlü olandır, bağışlayandır.” Yalnız bağışlayan değil, üstün ve güçlü olan bir bağışlayıcıdır. Sadece bir bağışlayıcı olsa, onu bilmek belki nazlanmaya, mağrur olmaya, hiç korkusuz ümit bağlanmaya sebep olabilirdi. 1482 Zamahşerî’nin belirttiğine göre, bu ayetteki haşyet, istiaredir. Nasıl ki, insanlar arasında korkulan ve heybetli kimselere saygı duyulup yüceltiliyorsa, Allah’ı bilenler de, Allah’ı yüceltir ve tazim ederler. 1483 İnsandaki korku hissi, daima Allah’ı razı etmeye, emirlerine uyup yasaklarından kaçınmaya teşvik etmektedir. Müminin Allah’a kulluğunda ahiret korkusu kadar Allah’ın rahmetini umma da etkilidir. “Yoksa o, gece saatlerinde secde ederek, ayakta durarak ibadet eden, âhiretten korkan ve Rabbinin rahmetini uman gibi midir?” 1484 Ümit ve korku biri diğerine değer kazandıran duygusal oluşumlardır. Enes(r.a.)’in bir rivayetinde, Rasûlullâh(a.s.), ölmek üzere olan bir gencin yanına girmiş ve ona “Kendini nasıl buluyorsun?” diye sormuştur. Genç sahabe, “Ya Rasûlellâh, Allah’ın rahmetinden ümitliyim, ancak günahlarımdan da korkuyorum.” demiş, Hz. Peygamber de “Bu durumda olan bir kulun kalbinde (ümit ve korku) birleşti mi Allah ona ümit ettiği şeyi verir ve korktuğu şeyden de emin kılar.” 1485 açıklamasını yapmıştır. Yine Kur’an, Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyi zalimlikle niteler. “Allah’ın rahmetinden ancak zalimler ümitsizliğe düşer.” 1486 Yani Rabbinin rahmetinden ancak doğru yolda hata işleyenler veya şu ayette belirtildiği gibi kâfirler ümit keserler. 1487 “Kâfir kavimden başkası 1477 Gazali, İhyâ, IV, 260-261; Ayrıca bk. Gazali, M., İslam’ın Manevi Boyutu, s. 243. İsfehânî, a.g.e. (h-v-f md.), s. 303. 1479 İsfehânî, a.g.e. (h-ş-y md.), s. 283; Bk. Fâtır 35/28; Abese 80/8-9. 1480 Fâtır 35/28. 1481 Fâtır 35/18. 1482 Yazır, Hak Dîni, VI, 157. 1483 Zamahşeri, Keşşâf, III, 593. 1484 Zümer 39/9. 1485 Tirmizi, Cenâiz 11, no: 983 (III, 311); İbn Mâce, Zühd, 31, no: 4261 (II, 1423). 1486 Hicr 15/26. 1487 Zamahşeri, a.g.e., II, 558. 1478 Allah’ın rahmetinden ümit kesmez.” 1488 Yüce Allah, amelleri ile rızasını arayan kulları hakkında şöyle buyurur: “İman edenler ve hicret edip Allah yolunda cihad edenler var ya, işte bunlar, Allah’ın rahmetini umarlar. Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” 1489 Yani Allah’ın rahmetini ummağa hak kazananlar, bunlardır. Allah’ın kerih gördüğü şeylere meyledip kendini yermeyen, tevbeye yönelmeyen kimsenin mağfiret umması, çorak yere tohumu atıp hiçbir suretle tarafına bakmadan ondan mahsul beklemesi gibidir. 1490 O halde ümit, kulun elinde olan tüm dâhili sebepleri yerine getirdikten sonra, elde olmayan nedenlerden dolayı da Allah’ın fazlına güvenerek beklemesidir. Kur’an’da ümit anlamında kullanılan tama‘, haram işleme, 1491 Allah’tan mal isteme, 1492 salihlerden olma, 1493 cennete girme 1494 ve bulutlardan yağmur beklentisi içinde olma 1495 ile rahmet ve bağışlanma, recâ ve ümit gibi hususlarda kullanılır. Bundan dolayı bu kelime Kur’an’da sözlük anlamında olduğu gibi, beklenti ve ümit içinde olmayı ifade etmektedir. 1496 Yine Kur’an’da ümit ifade eden recâ ise, saygı bekleme, 1497 Allah’a kavuşma, 1498 rahmet ümidi içinde bulunma 1499 ve hakkında yapılacak bir muamele beklentisi içinde olma 1500 anlamlarında kullanılmaktadır. Kur’an, ümit bağlamında zaman zaman insanın dünyada yaptığı iyi işler ve onlara verilecek cennet nimetlerini dile getirmiş ve bununla muhatabını iyi amele, güzel ahlaka sevk etmeyi amaçlamıştır. 1501 Aynı şekilde Kur’an, korku bağlamında insanları hakka yöneltmek için zaman zaman terhîbe (korkutmaya) başvurur. Çünkü korku ifadeleri şiddet içerirler. Şiddetin de özelliği kalpleri hassaslaştırmadır. İnsanların şiddet zamanında psikolojik olarak en ufak ürpertileri hissedebilecek bir durumda oldukları bilinen bir gerçektir. Bundan dolayı Kur’an, kişilerin bu psikolojik durumlarını göz önüne alıp 1488 Yûsuf 12/87. Bakara 2/218. 1490 Gazali, İhyâ, IV, 262. 1491 Bk. Ahzâb 33/32. 1492 Bk. Müddessir 74/15. 1493 Bk. Mâide 5/84. 1494 Bk. A‘râf 7/46; Me‘âric 70/38. 1495 Bk. Ra‘d 13/12; Rûm 30/24. 1496 Bk. Aydın, Kur’an’da İnsan Psikolojisi, s. 87. 1497 Bk. Nuh 71/13. 1498 Bk. Kehf 18/,110; Ankebût 29/5; Ahzâb 33/21; Mümtehine 60/6. 1499 Bk. Bakara 2/218; Nisâ 4/104; İsrâ 17/28, 57; Zümer 39/9. 1500 Bk. Tevbe 9/106. 1501 Aydın, a.g.e., s. 88. 1489 telkinlerde bulunmaktadır; korku bağlamında kıyamet, diriliş, hesap verme, cehennem azabı gibi olaylara temas etmektedir. 1502 Ümit ile amel etmek, korku ile amel etmekten daha makbuldür. Özellikle ölüm anında ümitlenmelidir. Nitekim Allah, “De ki: ‘Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım, Allah’ın rahmetinden umut kesmeyin. Allah bütün günahları bağışlar. Çünkü O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.” 1503 buyurarak ümitsizliği yasaklamıştır. İki sınıf insan, ümit ve recâ bakımından tedaviye muhtaçtır. Bunlardan birincisi, ümitsizliğe düşüp tamamen ibadeti terk eden, diğeri de fazla korkuya kapılıp kendini ve ailesini rahatsız edecek şekilde ibadete dalandır. Bunların ikisi de itidalden ayrılmış olup, biri tefrit, diğeri de ifrata kaçmıştır. Onun için bunları itidale sevk edecek tedaviye ihtiyaçları vardır. İsyana dalıp ibadete yüz çevirmek suretiyle Allah’a ümit bağlayan kimselere gelince, bu gibi kimseler hakkında ümit tedavisi zehirleyici olur. Bu gibi aldanmışlar ancak korku ile tedavi edilir ve korkuyu hatıra getirecek sebepler onlara hatırlatılır. Zira bütün vasıflarda ve ahlakta aranan, iktisad ve itidaldir. Fazla korkutmak, insanları tamamen ümitsizliğe düşeceği gibi, fazla ümitlendirmek de insanları tamamen helake sürükleyebilir. Çeşitli nimetleri düşünüp ibret almakla ve ayet, hadis ve haberleri okumakla recâ hali kişide galip gelir. 1504 Kur’an, insanlarda ortak olarak bulunan mal ve makamın elden gitmesi korkusu, 1505 şeytanın sevk ettiği fakirlik korkusu 1506 ve ölüm korkusu 1507 gibi korkulardan bahseder. Kur’an, insanların fakirlik korkusunu “Şüphesiz rızık veren, güç ve kuvvet sahibi olan ancak Allah’tır” 1508 gibi ayetlerle gidermeye çalışır. Esasen korku, Allah’a yaklaşmak için insanı ilim ve amele sevk eden ilâhî bir kamçıdan ibarettir. Korkunun en üstün derecesi, Allah’ın cemalinden mahrumiyet korkusudur ki, bu, ariflerin korkusudur. 1509 Allah korkusu, sonuçları belirsiz müphem bir duygu değil bilakis yaratıcı ve âlim olanın yücelik ve azametinin açık şuurudur. İnsan genelde azametini hissettiği şey karşısında kendi zatının eridiğini hisseder ki psikologlar bu duyguyu kişiliğin erimesi olarak ifade ederler. Bu his kişide bulunan diğer hislerle çatışır ve hayranlık duygusu, aşırı korkup sakınma ve daha başka 1502 Bk. Hacc 22/1-2; Kamer 54/7-8; Vâkıa 56/51-57; Kâria 101/1-11; Aydın, a.g.e., s. 95; Geniş bilgi için bk. Aydın, Kur’an’da Psikolojik İkna, s. 65-177. 1503 Zümer 39/53; Bk. Gazali, İhyâ, IV, 263. 1504 Gazali, a.g.e., IV, 267-268. 1505 Bk. Kasas 28/57. 1506 Bk. Bakara 2/268; İsrâ 17/30. 1507 Bk. Nisâ 4/77; Kasas 28/33; Muhammed 47/20. 1508 Zâriyât 51/58. 1509 Gazali, a.g.e., IV, 289, 294. duygular doğurur. 1510 Yüce Allah, önce insana korku veren, sonra ümit ışıkları yakan şöyle bir tablo çizer: “Size korku ve ümit içinde şimşeği gösteren ve o yağmur yüklü bulutları meydana getiren O’dur. Gök gürültüsü O’na hamd ile melekler de O’nun korkusundan dolayı O’nu tesbih ederler. O yıldırımlar gönderir, onunla dilediğini çarpar. Onlar Allah hakkında mücadele edip duruyorlar. Oysa Allah’ın çarpması pek çetindir.” 1511 Korku ve ümit duygusu şimşekle birlikte insan ruhunda gezinen fıtri duygudur. Çakan şimşekle birlikte bu dehşetengiz âleme hükmeden gücün hissedilmesini sağlayan girift bir korku kaplar. Ama bundan sonra çoğu kere şimşekle birlikte gelen yağmur ümidi de insana ayrı bir istek verir. 1512 Böylece Kur’an-ı Kerim insan ruhunda yer eden korku ve ümidi, şimşeğin çakışı ve yağmurun yağışı olayı ile tarif eder. Kur’an’ın korku olayını iki kategoride incelediğine şahit oluruz. Birincisi, daha çok kişinin görülebilen bir kuvvet karşısında acizliğini anlayıp hissetmesiyle kalbinde meydana gelen normal korkudur. Diğeri ise, yüce bir zatın heybeti karşısında kişinin gönlünü saran ürpermedir ki, buna huşu denir. Bu tasnifi, Kur’an’ın korku olayına getirdiği önemli bir inceliktir. 1513 Sonuç olarak insan psikolojisinde korku ve ümit adında iki temel duygu yer alır. Kur’an, insanın bu yönünü dikkate almış ve bu iki duyguyu ihmal etmemiştir. İnsandaki korku hissi, Allah’ı razı etmeye, emirlerine uyup yasaklarından kaçınmaya teşvik etmektedir. Kur’an’da Allah korkusu dendiğinde de bu hedeflenmiştir. Zira Allah korkusu, belirsiz bir tehlike karşısında duyulacak anlamsız bir korku olmayıp çoğu zaman hayranlık, şükran, sevgi, ümit ve tevekkülün eşlik ettiği, ayrıca pratik bir gayeye sahip bir duygudur. Allah’a saygı duyup, daima O’nun gözetiminde olduğunu düşünerek korkmayı ifade eden haşyet, çoğunlukla ilim hakkında kullanılır. Bunun için haşyet âlimlere tahsis edilmiştir. Kur’an, korku bağlamında insanları hakka yöneltmek için zaman zaman korkutmaya başvurur. Aynı şekilde Kur’an, ümit bağlamında zaman zaman insanın dünyada yaptığı iyi işler ve onlara verilecek cennet nimetlerini dile getirmiş ve bununla muhatabını iyi amele, güzel ahlaka sevk etmeyi amaçlamıştır. Her şeyde olduğu gibi ümit ve korkunun da ifrat, tefrit ve itidal tarafları vardır. Makbul olan, korku ve ümidin itidal derecede olmalarıdır. (4) Merhamet (Acıma) Duygusu Kur’an’ın temel kavramlarından biri olan rahmet, Kur’an’da türevleriyle birlikte üç yüz otuz dokuz yerde geçmektedir. Yalnız rahmet kelimesi yetmiş dokuz yerde geçer. Allah’ın merhamet ve 1510 Gazali, M., İslam’ın Manevi Boyutu, s. 229-230. Ra‘d 13/12-13. 1512 Kutub, S., Fî Zılâli’l-Kur’ân, VI, 347-348. 1513 Kasaboğlu, Kur’an’da İnsan Psikolojisi, s. 42. 1511 rahmet ifade eden Rahmân ve Rahîm isimleri bu kökten türemiştir. Rahmân ismi, elli yedi, Rahîm ismi ise doksan beş kez geçmektedir. Allah’ın Erhamü’r-râhimîn (merhametlilerin en merhametlisi) sıfatı da dört yerde geçmektedir. 1514 Böylece Rahmet ve türevleri Kur’an’da en çok Allah’a izafe edilmektedir. Bütün bunlar gösteriyor ki, rahmet Kur’an tarafından ulûhiyyetin ve hayatın temel niteliklerinden biri olarak sunulmaktadır. Rahmet, Allah’ın ilk ve en belirgin vasfıdır. Azap ve gazap istisna ve şartlı iken rahmet ve lütuf genel ve istisnasızdır. 1515 Kur’an’da Allah, kendisini ni‘met, fadl, rahmet, mağfiret vb. anahtar kelimelerle sınırsız ihsan sahibi, ölçüsüz merhamet sahibi, keremi sonsuz, bağışlayıcı ve affedici bir tanrı olarak bildirir. 1516 Rahmet ve merhamet kelimeleri aynı anlamı ifade ederler. Rahmet, rahmet edilene lütuf ve ihsanı gerektiren bir incelik, kalp yumuşaklığı ve acımadır. Bazen soyut bir kalp yumuşaklığı anlamında kullanılır, bazen de ihsan anlamında kullanılır. Allah, insanların tabiatına incelik, kalp yumuşaklığı yerleştirmiştir ve ihsân konusunda onları benzersiz yapmıştır. Bir görüşe göre rahmet, Allah için kullanıldığı durumlarda nimet verme ve lütuf, insan için kullanıldığı durumlarda ise incelik, kalp yumuşaklığı ve acıma kastedilir. 1517 Bu görüşe göre kalp yumuşaklığı, beşerî bir eksikliği de içerdiği için Allah’a izafe edilmemiştir. Allah, rahmetini bağış ve lütuf olarak ortaya koyar. Kur’an’daki rahmet kavramı aşk, sevgi, şefkat gibi ilgili kavramları da içeren genel bir çerçeveye sahiptir. 1518 Rahmân’ın anlamı sadece Allah’a has olması itibariyle sadece Allah için kullanılır. Zira Allah, her şeyi rahmetiyle kuşatmıştır. Rahîm, Allah’ın dışında rahmeti çok olanlar için de kullanılır. 1519 Bir görüşe göre Rahmân, dünyada herkese rahmet ve merhamet gösteren, Rahîm ise, ahirette sadece kendisine inananlara merhamet gösteren anlamındadır. Zira Allah’ın dünyadaki ihsanı müminleri ve kâfirleri kapsamıştır. Ahirette ise müminlere has kılınmıştır. Yüce Allah şu buyruğuyla buna dikkat çekmektedir: 1520 “Buyurdu ki, azabıma, dilediğimi uğratırım; rahmetim ise her şeyi kaplamış ve kuşatmıştır. Onu da özellikle korunanlara, zekâtını verenlere ve ayetlerimize inananlara mahsus kılacağım.” 1521 Rahîm sıfatının Hz. Peygamber için bizzat Kur’an tarafından kullanıldığı halde Rahmân sıfatı ise Peygamberler de dâhil, hiçbir insan için kullanılmamasının gerekçesi şu olsa gerektir: Karşılıksız ve kayıtsız şartsız rahmet ve merhamet ifade eden Rahmân sıfatı, insanın varlık yapısına uymaz. Çünkü insan, böyle bir merhameti gösterme gücüne, yaradılışı icabı sahip bulunamaz. Dostları kadar düşmanlarına, kendisine inananlar kadar kendisini inkâr edenlere de rahmet ve merhamet gösterebilmek ancak ulûhiyetin şanındandır. 1522 Yüce Allah’ın rahmetinin enginliğini belirten bir ifade de şudur: ketebe ‘elâ nefsihi’r1514 Bk. Abdulbaki, el-Mu‘cemü’l-Müfehres (r-h-m md.), s. 387-393. Öztürk, Kur’an’ın Temel Kavramları, s. 414. 1516 İzutsu, Kur’an’da Allah ve İnsan, s. 294. 1517 İsfehânî, el-Müfredât (r-h-m md.), s. 347. 1518 Öztürk, a.g.e, s. 414-415. 1519 Rahîm, bir ayette Hz. Peygamber’in sıfatı olarak kullanılmıştır. Bk. Tevbe 9/128. 1520 İsfehânî, a.g.e., s. 347-348. 1521 A‘râf 7/156. 1515 rahmeh 1523 Esed, bunu şöyle tercüme eder: “Rahmeti ve şefkati kendine ilke edinmiştir.” 1524 Bu istisnai ilâhî rahmet vasfı ayrıca şöyle vurgulanmıştır: “Benim rahmetim her şeyi kuşatır.” 1525 Allah’ın rahmeti dünyada mümin, kâfir, yükümlü, yükümlü olmayan hatta şey denilecek her ne varsa, hepsini kaplamıştır. Bütün ileride olacakları da kapsar. 1526 Hiçbir Müslüman ve kâfir, itaatkâr ve isyankâr yok ki, Allah’ın nimetine ermiş, O’nun nimeti içinde yaşamış olmasın. 1527 Kur’an’ın tanıttığı Allah’ın belirgin niteliği rahmet olduğu gibi, Kur’an’ı tebliğ eden Resûl’ün belirgin niteliği de rahmettir. Hatta o Resûl, bizatihi rahmettir. 1528 Böyle olunca Allah’ın kulu ve Hz. Peygamber’in ümmeti olanların da rahmet taşıyıcı olmaları gerekir. Rahman ve affedici olan Allah, kullarından, merhametin bir gereği olarak insanları affedip bağışlamalarını ister. Yüce Allah, Yahudilerin sürekli hıyanet ve bozgunlarını sayıp döktükten sonra Hz. Peygamber’e şu emri veriyor: “Yine de onları affet ve aldırma, çünkü Allah güzel davrananları sever.” 1529 Her iki varlık statüsüne de has olan anahtar mahiyetteki merhamet (rahmet) kavramı Allah’ın vasfı ile insan ahlakı arasındaki irtibatı sağlamaktadır. Kur’an’ın Allah’ın merhamet ve şefkatini genişçe bahsettiğini göz önüne alırsak, Kur’anî anlayışa göre, insan rahmetinin, ilâhî rahmetin insan tarafından taklidinden başka bir şey olmadığını görürüz. Allah her zaman bağışlamaya ve müşfik davranmaya hazır olduğu için, insanın da başkalarını affetmeye gayret etmesi gerekir. 1530 Varlıklara, Yaratıcı tarafından rahmet ve merhametin hâkim kılınması, ilâhî iradenin tavrıdır. Hal böyle iken, dünya planında ortalığı dolduran merhametsizlik ve zulmün sebebi, ilâhî iradenin ortaya koyduğu manzarayı ve kendisine verilen hürriyet imkânını kötüye kullanan insanın çarpıtmaları ve karartmalarının neticesidir. Âlemlerin Rabbi, rahmetinin bir uzantısı olarak yeryüzü sofrasını herkese rahatlıkla yetecek rızkla donattığı halde adaletsiz paylaşımdan dolayı insanların bir kısmı tıka basa yerken diğerleri aç kalmaktadır. Sonuçta suç, yeryüzü sofrasını kurup donatanın değil insanındır. 1531 Şefkat ve merhamet, kalplerdeki katılığı yumuşatan, insanlar arasında yakınlaşmayı, sevgi ve kardeşliği sağlayan bir duygudur. 1532 Şefkat ve rahmet kavramları, sevgi kavramı gibi kullanım alanı çok geniş olan kavramlardır. Bu alanlardan biri de aile içi ilişkilerdir. Acıma, esirgeme ve koruma duygusu olan şefkat, Kur’an’da rahmet kavramı ile ifade edilmiştir. Konu ile ilgili ayette Allah’ın 1522 Öztürk, a.g.e., s. 419. En‘âm 6/12, 54. 1524 Esed, Kur’an Mesajı, I, 225. 1525 A‘râf 7/156. 1526 Yazır, Hak Dîni, IV, 59; Ayetle ilgili değişik yorum ve rivayetler için bk. Nesefi, Tefsîru’nNesefî, I, 609; İbn Kesîr, II, 54-55. 1527 Zamahşerî, Keşşâf, II, 159; Hal ve sıfatı itibariyle Allah’ın rahmeti geniştir, her şeye ulaşır. a.y. 1528 Bk. Tevbe 9/61; Enbiyâ 21/107; Öztürk, a.g.e., s. 415. 1529 Mâide 5/13 Afla ilgili olarak bk. Bakara 2/109, 178, 280; Âli İmrân 3/159; Nisâ 4/43, 99, 149; Nûr 24/22; Şûrâ 42/25, 30, 40; Teğâbûn 64/14. 1530 İzutsu, Kur’an’da Dinî ve Ahlakî Kavramlar, s. 40. 1531 Bk. Öztürk, a.g.e., s. 420-421. 1523 eşler arasına muhabbet (sevgi) ve rahmet (şefkat) koyduğu belirtilmektedir. 1533 Ayette, rahmet kavramı Allah için kullanıldığı gibi aynı zamanda eşlere de yüklenmiştir. Sürekliliği sağlamak için Cenâb-ı Hak, sevginin yanında rahmeti (şefkati) de insan fıtratına yerleştirmiştir. Ancak bu fıtrî duygunun geliştirilmesi ve yönlendirilmesi gerekmektedir. Bu da eğitimle mümkün olmaktadır. Aile bu açıdan çok önemlidir. Zira sevginin ve şefkatin ilk tatbik edildiği ve çocuklara örnek olarak gösterildiği yer, ailedir. Karı-koca arasındaki sevgi ve şefkat ilişkisi, çocuklara da sirayet eder ve dolayısıyla aile sağlıklı kurum olarak varlığını sürdürür. 1534 Şefkat ve merhametin toplumsal hayattaki yansıması, sosyal ilişkilerde yumuşak davranmaktır. 1535 Kur’an, Hz. Peygamber’in bu yönünü şöyle ifade etmektedir: “Allah’ın rahmeti sebebiyledir ki, sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı kalpli olsaydın, etrafından dağılır giderlerdi. Artık onları bağışla, onların günahlarının affedilmesini dile...” 1536 Zamahşerî, ayetin son kısmını “senin hakkınla ilgili hususlarda onları affet, Allah’ın hakkıyla ilgili hususlarda ise, şefkatinin onlara tamamlanması için onların günahlarının bağışlanmasını dile” şeklinde açıklamıştır. 1537 Bu ayet, insanî ilişkilerde ve tebliğde yumuşak davranmanın önemini açıkça belirtmektedir. Bu ayet Hz. Peygamber’i müminlere karşı sert davranmaktan menetmiş, başka ayetlerde ise kâfirlere karşı sert olunmasını emretmiştir. 1538 Böylece bazen sert davranma emredilip bazen yasaklanarak ifrat ve tefritten uzaklaştırıp orta yola sevk etmek amaçlanmıştır. Allah, “Sizi vasat (mutedil) bir ümmet yaptık” 1539 buyurarak her konuda orta yolu övmüştür. 1540 Yine Kur’an, Hz. İbrahim’in putperest babasına karşı onu imana sevk etmek için, merhamet dolu hitaplarını, uyarılarını ve duygularını nakletmektedir. 1541 Hz. Peygamber de, “Merhamet etmeyene merhamet edilmez” 1542, “Küçüklerimize şefkat, büyüklerimize saygı göstermeyen bizden değildir” 1543 buyurarak şefkat ve merhametin insan tabiatı ve insanlar arası ilişkiler açısından önemini ve gereğini belirtmiştir. Hz Peygamberdeki güler yüz, müsamaha, şefkat ve merhamet o boyutta idi ki, hayatında hiç kimseye bağırıp çağırdığı görülmemiştir. Yüce Allah, gönderdiği Peygamber ve kitap sayesinde insanların birbiriyle kardeş olduğunu, bu kardeşlerin de birbirlerine karşı şefkat ve merhametle muamele etmelerini gerektirdiğini bildirmiştir. “Hani siz düşman idiniz, Allah kalplerinizi uzlaştırdı. O’nun nimetiyle kardeşler haline geldiniz.” 1544 İslam, insanî ilişkilerin bütün esaslarını merhamet ve sevgiye bağlamıştır. Merhamet ve 1532 Şanver, Kur’an’da Tebliğ ve Eğitim Psikolojisi, s. 115. Bk. Rûm 30/21. 1534 Bk. Kırca, Celal, “Kur’an’a Göre Ailenin Psikolojik Temelleri,” Diyanet Dergisi, Dinî, İlmi, Edebi Üç Aylık Dergi, Nisan, Mayıs, Haziran, 1991, S. 2, XXVII, 76; Kırca, Kur’an ve İnsan, s. 132-133. 1535 Şanver, a.g.e., s. 116. 1536 Âli İmrân 3/159. 1537 Zamahşerî, Keşşâf, I,423; Ayrıca bk. Râzî, Tefsîr-i Kebîr, VII,159; Yazır, Hak Dîni, II, 410-411. 1538 Bk. Mâide 5/54; Tevbe 9/73; Fetih 48/29. 1539 Bakara 2/143. 1540 Bk. Râzî, a.g.e., VII, 158-159. 1541 Bk. Meryem 19/42-48. 1542 Buhârî, Edeb, 18, 27; Müslim, Fezâil 15, no: 2318 (II, 1808-1809). 1543 Tirmizî, Birr 15, no: 1919 (IV, 321); Müsned, I, 257; II, 207. 1533 sevgiyi yeryüzündeki bütün insanları birbirine bağlayan yegâne bağ olarak görmüştür. Allah, bütün canlılara ve özellikle zayıflara karşı merhamet ve sevgiyle muameleyi emretmiş, iyilik sözü geçen her ayetinde yetimlere büyük pay ayırmıştır. 1545 İslam’ın kastettiği merhamet sadece şahsi sempati değildir, bundan daha şümullüdür ve herkesi kapsar. İslam’ın yüce hedefi olan merhamet, adaleti de gerektirir. Bunun için adalet ince anlamda merhamettir. Genel anlamda merhamet, zâlim karşısında mazluma insaf edilmesini de kapsar. 1546 Güler yüz, tatlı dil, yumuşak üslup, şefkat ve merhametle muamele, insanî ilişkilerin en üst düzeyde olmasını sağlayan toplumsal ilkelerdir. Ancak bu ilkeler çerçevesinde insanlar eğitilecek olursa, temiz toplumların oluşmasına ve mutlu insanların görülmesine imkân sağlanmış olacaktır. 1547 Sonuç olarak, şefkat ve merhamet, kalplerdeki katılığı yumuşatan, insanlar arasında yakınlaşmayı, sevgi ve kardeşliği sağlayan duygulardır. Kur’an’daki rahmet kavramı aşk, sevgi, şefkat gibi ilgili kavramları da içeren genel bir çerçeveye sahiptir. Kur’an, insanî ilişkilerin bütün esaslarını merhamet ve sevgiye bağlamıştır. Rahmet ve türevleri Kur’an’ın en çok geçen temel kavramlarından olup daha çok Allah’a izafe edilmektedir. Kur’an’ın tanıttığı Allah’ın belirgin niteliği rahmet olduğu gibi, Kur’an’ı tebliğ eden Resûl’ün belirgin niteliği de rahmettir. Allah her zaman bağışlamaya ve müşfik davranmaya hazır olduğu için, insanın da başkalarına karşı merhametli olmasını onları mazur görmesini ve affetmesini istemiştir. Cenâb-ı Hak, sevgi yanında rahmeti (şefkati) de insan fıtratına yerleştirmiştir. Ancak bu fıtrî duygunun geliştirilmesi ve yönlendirilmesi gerekir. (5) İffet ve Hayâ (Utanma Duygusu) Utanma, içinde çekinme ve korku olan kompleks bir motivdir. Utanma, insanların görmesi halinde ayıplamaları veya kınamaları mümkün olan bir şeyi işleme zamanında ferdi kaplayan bir sıkıntı halidir. Bu duygu insanlığın övünülecek özelliklerindendir. Çünkü bu, insanı çirkin ve utanç duyulan fiilleri yapmaktan sakındırmaktadır. 1548 Ahlak denilince hemen aklımıza gelen kavramlardan biri namustur. Öyle ki, günlük hayatta ahlak ve namus hemen hemen aynı manada kullanılır. Namus kavramı, insanın doğasında var olan temiz karakterin dışa yansımasıdır. Psikolojik boyutu hayâdır; sosyal boyutu da iffettir. 1549 Aslında namus kavramı daha çok cinsel ahlakla ilgilidir, yani ahlakî davranışın bütününü değil, ancak bir kısmını ifade eder. Cinsel ahlak bakımından doğru ve iyi davranışa “iffetli”, kötü davranışa “iffetsiz” hareket deriz. Biz günlük hayatta iffetli veya namuslu adamlardan ziyade kadınlardan bahsediyoruz, ama iffet konusunda kadınlar üzerinde gösterilen hassasiyet sosyolojik gerçeklerle 1544 Âli İmrân 3/103; Bk. Hucurât 49/10; Haşr 59/10. Ebû Zehrâ, Muhammed, İslam’da Toplum Düzeni, Trc. Nureddin Demir, M. Vesim Taylan, Kayıhan Y., 1. Bsk., İstanbul, 1993, s. 81-83; Yetimler hakkında bk. Bakara 2/83, 177, 210, 220; Nisâ 4/2-3, 6, 8, 10, 36, 127; En‘âm 6/152; Fecr 89/17. 1546 Bk. Ebû Zehra, a.g.e., s. 86-87. 1547 Saka, Yabancılaşma Karşısında Kur’an, s. 226. 1548 Necati, Kur’an ve Psikoloji, s. 86-87. 1545 ilgilidir. 1550 İffetlilik daha çok duygusal tarafı ağır basan bir tutumdur. Bu davranışımızın sebebi daha çok bilgi ve mantık olarak bilinir, ama davranışta bulunurken, bize hâkim olan şey bilgiden ziyade duygudur. Böylesi herhalde insan intibakı bakımından daha elverişli bir yoldur. Çünkü biz bu duygu sayesinde kendimizi geriye çekerek düşünmeye imkân buluruz. 1551 İffet, Arapçada bir şeyi bırakmak ve ondan vazgeçmek demektir. 1552 Yemek, içmek ve benzeri hissolunan şeylerden olan her çeşit şehvetlerden ve nefsanî arzulara kapılmaktan nefsi zaptetmek, her nevi lezzetlerde israf ve kısıntıdan sakınmak ve itidal üzere olmak, 1553 şehveti akıl ve şeriat kuvvetleri ile terbiye etmek demektir. 1554 İffet nefiste meydana gelen öyle bir durumdur ki kişi bununla şehvetin galip gelmesinden kaçınır. 1555 Öyle büyük bir fazilettir ki; buna sahip olanlar, hayatta en büyük düşmanlarından biri olan, bizi mutlak bir esaretle esir edebilecek bir kuvvete sahip bulunan şehevi duygularını yenerek nefislerine hâkim olurlar. Şeref ve haysiyet, namus ve itibar, mutlaka iffet sahibi olmaya bağlı hasletlerdir. 1556 İffet ahlakından sehâ (cömertlik), hayâ (utanmak), sabır, müsamaha (hoşgörü), kanaat (az ile yetinme), verâ (şüpheli şeylerden kaçınma), letafet (yumuşaklık), müsaade, yardım, zarafet ve tama‘ azlığı gibi haller doğar. İyi huyların anası ve aslı hikmet, şecaat, iffet ve adalettir. 1557 İffet kelimesinin türevleri Kur’an-ı Kerim’de dört yerde geçmektedir. 1558 İki ayette zengin ve fakirin iffetinden bahsedilmektedir. Bu ayetlerin birinde zengin olan bir velinin yetimin malını yemekten çekinsin emri yer almakta, 1559 diğer ayette ise iffetinden dolayı insanlardan yüzsüzlük edip istemeyen fakir övülmekte ve bu fakirlerin simalarından tanındığı belirtilerek bunlara infak edilmesi istenmektedir. 1560 Diğer ayetlerde ise bekâr erkeklerin ve yaşlı kadınların iffetinden bahsedilmektedir. Bu ayetlerin birinde evlenmeye imkân bulamayanların zengin oluncaya kadar iffetlerini korumaları istenmektedir. 1561 Diğer bir ayette ise yaşlı kadınların kasten süs göstermeye çalışmaksızın dış örtülerini çıkarmalarında bir günah olmadığı ancak korunmalarının (iffetli olmalarının) daha hayırlı olduğu belirtilmektedir. 1562 Cinsi konular iffetli insanlarda utanma ve çekinmeye yol açtığından gerek Kur’an’da gerekse hadislerde cinsi meseleler genel olarak dolaylı bir şekilde ifade edilerek kişinin iffet duygularının eğitilmesi hedeflenmektedir. 1549 Bayraklı, Kur’an’da Değişim, Gelişme ve Kalite Kavramları, s. 21. Güngör, Ahlak Psikolojisi ve Sosyal Ahlak, s. 35. 1551 Güngör, a.g.e., s. 39. 1552 Râzî, Tefsîr-i Kebîr, V, 542. 1553 Akseki, Ahlak İlmi ve İslam Ahlakı, s. 179. 1554 Gazali, İhyâ, III,127. 1555 İsfehânî, el-Müfredât (İffet md.), s. 573. 1556 Bk. İsfehânî, İnsan, s. 1818-182; Akseki, a.g.e., s. 179. 1557 Gazali, a.g.e., III,128. 1558 Abdulbakî, el-Mu‘cemü’l-Müfehres (İste‘affe md.), s. 592. 1559 Bk. Nisâ 4/6. 1560 Bk. Bakara 2/273. 1561 Bk. Nûr 24/33. 1562 Bk. Nûr 24/60. 1550 Sözlükte “utanma, çekinme, tövbe, vazgeçiş” vb. anlamlara gelen 1563 hayâ kelimesi, ahlak terimi olarak, nefsin çirkin davranışlardan rahatsız olup onları terk etmesi, 1564 ayıplanmak ve tenkit edilmek korkusu ile kişide meydana gelen bir hal değişikliğidir. 1565 Hayâ, insanı ahlakî bir varlık kılan temel bir duygudur. 1566 İnsanın en güzel en doğru ve en ciddi bir ölçüsü varsa, o da; edep 1567 ve hayâsıdır. Haddini bilmek, utanma ve mahcubiyeti gerektiren fiil ve hareketlerinden müteessir olmak ve onlardan yüzü kızarmak en büyük faziletlerdendir. Bu hissin varlığı, her işin iyi olmasını temin eder. 1568 Hayâ, kişiye fazilet yollarını, maddeten ve manen ilerleme yollarını gösterir. Edep ve hayâdan mahrum olan insan her türlü işe girişir. 1569 Edep ve hayâ; bütün güzel ve yüksek hasletlerin kaynağı, faziletlerin aslı, terakkinin merdivenidir. İnsanda bu fazilet olmadıkça, maddi ve manevi kemal meydana gelebilmesi mümkün değildir. Çünkü insan nefsi, bir defa hayâ perdesini yırtarak aşağılık, kötülük ve adilik derecesine düşer ve kendisinden meydana gelen fiil ve sözlerde umursamazlıkta bulunursa, artık toplumsal düzeni bozar. İnsanları kötülükten men etmek hususunda edep ve hayânın tesiri yüzlerce kanunun, binlerce zabıta kuvvetinin tesirinden daha kuvvetlidir. 1570 Kur’an-ı Kerim’de üç ayette hayâ kelimesinin türevleri geçmektedir. Kasas sûresinde Hz. Şuayb’ın kızlarından birinin Hz. Mûsâ ile utanarak konuştuğu; 1571 Ahzâb sûresinde, bazı Müslümanların Resûl-i Ekrem’i uygunsuz zamanlarda rahatsız ettikleri, fakat onun hayâsından dolayı bu rahatsızlığını ifade edemediği, ancak Allah’ın gerçeği bildirmekten hayâ etmeyeceği 1572 belirtilmekte; başka bir ayette ise müşriklerin Kur’an’da arı, karınca, sinek gibi küçük yaratıkların örnek olarak gösterilmesinin fesahatle bağdaşmadığı yolundaki iddialarına karşı, “Şüphesiz Allah gerçeği açıklamak için- sivri sineği ve onun da ötesinde bir varlığı misal getirmekten hayâ duymaz” 1573 şeklinde cevap verilmektedir. İslam âlimleri, bu ayeti ve aynı yöndeki hadisleri delil göstererek hayâ kavramının Allah hakkında kullanılabileceğini, ancak bu durumda kelimenin beşeri duyguları ifade eden “utanma, sıkılma” gibi anlamlarda değil “kötü ve çirkin bir işi yapmayı zatına layık görmeme, daima iyi olanı yapma” şeklinde anlaşılması gerektiğini belirtmişlerdirler. 1574 A‘raf suresinin 26. ayetinde geçen libâsü't-takvâ sözü de hemen bütün müfessirlerce insanın yaratılıştan sa- 1563 TDVİA (Hayâ md.), İstanbul, 1997, XVI, 554. İsfehânî, el-Müfredât (Hayâ md.), s. 270. 1565 Zemahşerî, Keşşâf, I, 117; Râzî, a.g.e., II, 175; Akseki, a.g.e., s. 173. 1566 Kılıç, R., İnsan ve Ahlak, s. 53. 1567 Her hususta haddini bilip de o sınırı aşmamaya edep denir. Bk. Akseki, a.g.e. s. 172; Edep hakkında geniş bilgi için bk. TDVİA (Edep md.), İstanbul, 1994, X, 412-415. 1568 Akseki, a.g.e., s. 173. 1569 Altuntaş, Halil, “Toplumun Manevi Savunma Sistemi: Hayâ Duygusu” Diyanet Aylık Dergi, Temmuz 2002, s. 41. 1570 Bk. Akseki, Ahlak İlmi ve İslam Ahlakı, s. 173-174. 1571 Bk. Kasas 28/25. 1572 Bk. Ahzâb 33/53. 1573 Bk. Bakara 2/26. 1574 Bk. İsfahani. el-Müfredât (h-y-y md.), s. 270; Zemahşeri, a.g.e., I, 119-120; Râzî, Tefsîr-i Kebîr, II, 175-179; TDVİA, XVI, 554. 1564 hip olduğu, onun ruhunu bezeyip ahlakını koruyan hayâ şeklinde yorumlanmıştır. 1575 Örneğin Yazır bu ayeti şöyle açıklar: “Takvâ elbisesi, takva duygusu veya takva duygusu ile giyim, yani hayâ duygusu ve Allah korkusuyla giyilen ve Allah’ın izni ile maddi ve manevi ayıptan, kötülükten, zarar ve helakten koruyacak olan korunmak elbisesidir.” 1576 Kur’an, Hz. Musa’nın Firavun’dan kaçarak Medyen’e sığınması sadedinde kuyu başında bulunan iki genç kızın davarlarını sulamasından sonra genç kızlardan birinin yanına utana utana dönerek kendisinin hayvanlarını sulamasına bedel babalarından ücret almak üzere görüşmeye çağırması olayının anlatımı esnasında, utanma motivine işaret etmiştir: 1577 “Derken o iki kızdan biri utana utana yürüyerek ona geldi ‘Babam seni çağırıyor, bizim için (hayvanları) sulamanın ücretini verecek’ dedi.” 1578 Anlaşıldığına göre bu kızlar, Yabancılarla gereksiz yere yüz göz olmuyorlar, hayâ duyguları onları bulundukları şartlar içinde ölçülü davranmaya yöneltiyordu. Burada tarihte yaşamış iki şahsın taşıdıkları hayâ duygusu, uygulanması gereken bir örnek olarak bize sunulmaktadır. Kur’an’da Hz. Âdem ve Havva kıssasında da utanma duygusuna işaret eder: “Böylece onları aldatarak düşürdü. Ağacı tattıkları anda ise, ayıp yerleri kendilerine beliriverdi ve üzerlerini cennet yapraklarından yamayıp-örtmeye başladılar.” 1579 Bu ayetten de anlaşıldığına göre insandaki utanma ve hayâ duyguları tabii ve fıtrîdir. Bunun ilk belirtisi, bir kişinin başka birisinin önünde mahrem yerleri açıldığında tabi olarak duyduğu utanma hissidir. Kur’an bize bu utanma duygusunun ne uygarlığın gelişmesiyle insanda sonradan oluşmuş ne de insan tarafından kazanılabilen bir duygu olduğunu anlatır. Bu, yaratıldığı ilk günden beri insanda bulunan fıtrî bir duygudur. 1580 Hayânın insan fıtratında mevcut oluşunun özel bir hikmeti vardır. Bir kere hayâ duygusu; kadın için kendisine açılabileceği bir erkeğe bağlanma imkânı sağlar ve bunu seçtikten sonra her şeyiyle kendisini ona teslim eder. Ayrıca erkeğinin ondan daha kolay elde edilecek birisini bulursa, onu bırakmamasını temin eder. Bir kadın fıtrî olarak bunu fark edebilir de, edemez de. Ama normal hallerde bu fıtrî sâike uygun olarak hareket eder. 1581 Ancak cinsel hayatı bakımından başıboşluk içinde bulunanlarda, cinsî sapıklarda, genel kadınlarda, bazı akıl hastalarında iffet duygusu kaybolmaktadır. 1582 Cinsel duygu, insanoğlunun en zayıf tarafıdır. O nedenle Âdem kıssasında şeytan, hücum için düşmanın bu en zayıf noktasını seçmiş ve planlarını onları hayâ duygusunu zayıflatmak hesabı üzerine kurmuştur. Böylece onları soyarak mahrem yerlerini açığa vurmaya zorlamakla bu yönde ilk adımını atmış oldu. Bu sayede onların önünde hayâsızlığa giden ilk kapı açılmış olacak ve onları cinsel duygularla kandıracaktı. Bugün de 1575 TDVİA, XVI, 554; Râzî’nin belirttiğine göre takva elbisesi, iman, amel-i sâlih, güzel gidişat, iffet, tevhid, hayâ, tevâzu ve ağırbaşlılık gibi mecazi anlamlara geldiği söylenmiştir. Râzî, a.g.e. X,331 1576 Yazır, Hak Dîni, III, 521. 1577 Bk. Necati, Kur’an ve Psikoloji, s. 87. 1578 Kasas 28/25. 1579 A‘râf 7/22. 1580 Mevdûdî, Tefhîmu’l-Kur’an, II, 20; Kasaboğlu, Kur’an’da İnsan Psikolojisi, s. 33-34. 1581 Kutub, İnsan Psikolojisi, s. 420-421. 1582 Güngör, Ahlak Psikolojisi ve Sosyal Ahlak, s. 39; Güngör, iffet duygusunun insanlarda yerleşmesinin cinsel ahlaka toplum içinde verilen önemden kaynaklandığını söyler. Bk. a.y. kadını iffet duygusundan soymak için aynı plan uygulanmaktadır. 1583 Bugün Avrupa’da, Amerika’da ve diğer birçok ülkede kadın kendisini müptezel duruma düşürünce ve fıtratında mevcut olan hayâ duygusunu ayaklar altına alınca erkeğin de dikkatini çekmez olmuştur. Çünkü hayâ duygusu erkeği kadının peşine takıyor ve elde etmek için zahmetlere ve acılara katlanmasını sağlıyordu. Şu halde kadın kendi aslî fıtratını çiğneyince ne kadın mutlu olmuş ne de erkek. Cinsel serbestliğin artıp kadının son derece açıldığı ülkelerde erkeklerdeki cinsel sapıklık oranı artmış ve kadınlar erkeklerin etrafında dolanır olmuşlardır. 1584 Cinsel serbestlik çok defa cinsel problemleri çözmek için bulunmuş bir yol olmaktan ziyade başka türlü bunalımlarını çözemediği için, cinsel serbestlikte tatmin arayan insanların sıkıntısını aksettirir. Kur’an’da müslümanlardan iffetli hayat sürmeleri istenmekte, yalnızca nikâhlı eşler arasında cinsel birliktelik beklenmektedir. 1585 Kadınların örtünmeleri emredilmekte, 1586 nikâh, ırzın korunması için bir teminat olarak addedilmekte, zinaya ve haksız zina suçlamasına cezalar getirilmektedir. 1587 Böylece Kur’an, nikâh kurumu için sağlam temeller atarak, iffetin korunmasını sağlamaktadır. Kur’an’ın aile saadeti hakkında eşlerin birbirlerine karşı sadakati üzerinde durur. Kadınlar için ne kadar sadakat lazımsa erkekler için de o derece sadakat gerekir. Nikâhın kutsiyetine sadık kalmak iki taraf için de eşit derecede zorunludur. Belki de iffet öncelikle erkeklere gerekir. Zira erkekler iffetli olursa kadınlar da iffetli olurlar. 1588 İffetlerini korumak için fertler, kendilerine haram olan karşı cinsin sahip olduğu cinsî cazibenin etkisine kapılmayacak şekilde psikolojik bir dikkat ve ahlakî olgunluk geliştirmelidirler. Bu her iki tarafın da duyu organlarını çok iyi bir şekilde kontrol etmelerini gerektirir. Bu bakımdan helal olmayan cinsî hedeflere bakmamak başta gelen tedbirlerdendir. 1589 “(Resulüm!) Mümin erkeklere, gözlerini (harama) dikmemelerini, ırzlarını da korumalarını söyle. Çünkü bu, kendileri için daha temiz bir davranıştır. Şüphesiz Allah, onların yapmakta olduklarından haberdardır. Mümin kadınlara da söyle: Gözlerini (harama bakmaktan) korusunlar; namus ve iffetlerini esirgesinler. Görünen kısımları müstesna olmak üzere, ziynetlerini teşhir etmesinler. Başörtülerini, yakalarının üzerine (kadar) örtsünler.” 1590 Bu ayetteki veyahfezû furûcehüm ifadesi hem mahrem yerlerini örtsünler, görünmekten korusunlar, hem de cinsi dürtülerine hâkim olsunlar, zinadan korusunlar anlamına gelir. 1591 “Gözlerini (harama bakmaktan) korusunlar” ifadesi de hem fiziksel hem de duygusal sakınmaya işaret etmektedir. 1592 Gözleri sakınmanın ırzları korumadan önce zikredilmesinin sebebi, bakmak, zinanın habercisi, öncüsü ve sevk edicisi olduğu içindir. 1593 Bu ayetlerde, hem erkeklerin hem kadınların iffetli olmaları gerektiği ayrı ayrı, önemle zikredilmiştir. Orada iffetli olma emrinin öncelikle erkeklere yöneltilmesi, bu konuda, kadınlara 1583 Mevdûdî, a.g.e., s. 21. Bk. Kutub, İnsan Psikolojisi, s. 421-424 1585 Bk. Bakara 2/223; İsrâ 17/32; Mü’minûn 23/6. 1586 Bk. Nûr 24/31; Ahzâb 33/32, 53, 55, 59. 1587 Bk. Nûr 24/2-4. 1588 Carullah, Hatun, s. 79. 1589 TDVİA (Cinsiyet md.), VIII, 22. 1590 Nûr 24/30-31. 1591 Bk. Râzî, Tefsîr-i Kebîr, XVII,45; Esed, Kur’an Mesajı, II, 712; Sâbûnî, Safvetü’t-Tefâsîr, II, 335. 1592 Esed, a.g.e., II, 712. 1584 nispetle erkeklerin daha zayıf olmalarına bir işaret olabilir. Kaldı ki, “bu onların kalplerini temiz tutmaları için daha iyidir.” 1594 cümlesine sadece erkeklerden bahsederken yer verilmiş olması da bunu güçlendirmektedir. İffet konusundaki zayıflığın sebebi, saygının yokluğudur. Bakarken saygı bulunursa, kalpte kötü duygular kalmaz. “kalbinde hastalık olan kimseler ümide kapılır.” 1595 ayet-i kerimesi de bu hususa işaret etmektedir. 1596 Cinsi uyarıcılık yönünden kadının durumu erkeğe göre daha etkilidir. Bu sebeple Kur’an, kadınların erkeklerle ilişkilerinde dikkatli davranmalarını, konuşma sırasında cinsi etki yapmayacak ve yanlış anlamaya sevk etmeyecek şekilde ciddi ve ağırbaşlı olmalarını, çekici bir eda ile konuşmamalarını 1597 kadınlığa ait süsleri yabancılara göstermemelerini, bunun için de sokağa çıktıklarında örtünmelerini istemektedir. 1598 “Ey Peygamber hanımları! Siz, kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz. Eğer korkuyorsanız, çekici bir eda ile konuşmayınız, sonra kalbinde hastalık olan kişi ümide kapılır. Güzel (kuşkudan uzak bir biçimde) söz söyleyin”. 1599 Ayet, kalbi hasta olanların cinsel içgüdülerini disipline edemediklerini, arzularının peşinden koştuklarını ve ahlakî hayatlarını bozduklarına işaret etmektedir. Kalp hasta olunca, irade zayıflar, nefis kabarır. İffet denen değer de zayıflar veya yok olur. Şerefli bir imtiyaz olmak üzere sadakat bakımından hatunlarla erkekler arasında oldukça büyük bir fark vardır. Erkeklerin hatunlarına olan sadakatleri sevgi duygularına bağlıdır, ancak hatunların erkeklerine olan sadakatleri ekseriyetle iffet duygularına bağlıdır. “Saliha kadınlar itaatkârdırlar; Allah’ın kendilerini korumasına karşılık gizliyi (kimse görmese de namuslarım) koruyucudurlar...” 1600 ayet-i kerimesinde kadınların sadakatleri saliha oluşlarına, iffetlerine, ismetlerine, hatta Allah’ın korumasına isnat edilmiştir. Yani erkekler aynı ayetin başında “Allah’ın insanlardan bir kısmını diğerlerinden üstün kılması sebebiyle ve mallarından harcama yaptıkları için erkekler kadınların yöneticisi ve koruyucusudur..." cümlesinde zikredilen vazifeleri ifa ederlerse, kadınlar da sadakatlerini, iffet ve iyi davranışlarıyla muhafaza ederler. Bu imtiyazlar kadınlar hakkında büyük bir şereftir. Erkekler hatunlarını sevmezler yahut var olan sevgilerini yitirirlerse, ekseriyetle sadakat göstermezler; ya üstüne evlenir yahut gizli bir dost edinirler. Ancak kadınlar, ekseriyetle iffetin gücüyle sadık kalmaya devam ederler. En büyük belalara büyük bir sabırla karşı koyabilen hatun, kendisini sadakat mihraplarına kurban edebilir. 1601 Kur’an-ı Kerim’de Yusuf suresi, edep hususunda kadınla erkeğin eşit kabul edildiğinin, hatta edepli olma emrinin öncelikle erkeklere yöneltildiğinin en güzel örneğidir. Ailede erkeklere güzel numune olmak üzere Yusuf’un büyük edebi Kur’an-ı Kerim’de en güzel kıssa sayılmıştır. 1602 1593 Râzî, a.g.e., XVII, 46. Nûr 24/30. 1595 Ahzâb 33/32. 1596 Carullah, Hatun, s. 80. 1597 Ahzâb 33/32. 1598 Bk. Nûr 24/30-31; Ahzâb 33/59. 1599 Ahzâb 33/32 1600 Nisâ 4/34. 1601 Carullah, Hatun, s. 80. 1602 Carullah, .a.g.e., s. 81. 1594 “And olsun ki, kadın ona meyletti. Eğer Rabbinin burhanını görmeseydi o da ona meyletmişti.” 1603 Buradaki hemm, şehvet ve kişinin kalbinden geçirdiği şeyler diye tefsir edilmiştir. 1604 Zamahşerî’nin belirttiğine göre Hz. Yusuf’un meyli hemm denen şiddetli bir meyil olmasaydı bu meylin sahibi Allah katında bundan kaçındığı için övülmezdi. Çünkü bir imtihandaki sabrın büyüklüğü imtihan edildiği şeyin büyüklüğüne bağlıdır. 1605 Hz. Yusuf, burada nefsiyle kuvvetli bir şekilde mücadele etti ve bu hareketiyle kıyamete kadar iffeti ve şehvetine hâkim olma konusunda salihlere önder ve örnek oldu. 1606 İffetli, erdemli olmanın anlamı, insanın içinde kötü arzuların hiç uyanmaması değil, fakat bu arzulara karşı yenik düşmemesidir. 1607 Diğer bir görüşe göre ise Yusuf o kadına haramın çirkinliğini bütün gerçekliğiyle gördüğü için meyletmedi. Böyle olsaydı Peygamberin ahlakına büyük kusurlar isnat edilmiş olurdu. 1608 Tefsir kitaplarında, ayette geçen “Rabbinin burhanı” hakkında pek çok görüş rivayet edilmişse de, 1609 burada dinin yahut vicdanın emri manasına gelebilir. Bu da erkekleri ancak dinin edebi ve vicdanın emri muhafaza edebilir, demektir. 1610 Kur’an’da Cennet hurilerinden bahsedilirken gözlerini sadece eşlerine çevirdikleri belirtilmektedir. “Yanlarında da bakışlarını yalnız kendilerine diken iri gözlü eşler vardır.” 1611 Aynı şekilde bu hurilerin edepleri ve iyi huyları güzelliklerinden önce övülür. “İçlerinde huyu güzel, yüzü güzel kadınlar vardır.” 1612 Kur’an-ı Kerim’in Betül Meryem’i Yahudilerin büyük töhmetlerinden kurtarmaya önem vermesi, gayet güzel ve veciz ifadelerle onu himaye etmesi Kur’an’ın kadınlarda iffet ve ismetin yüceliğine ne kadar önem verdiğini gösterir. İncil yazarları Bakire Meryem Hazretlerini temize çıkarmak için nice resmî ve aşırı faraziyeler üzerinde durmuşlarsa da Kur’an, bunu sadece iffetle izah etmiştir. 1613 Bu vesileyle ümmetin bütün fertlerini, iffetli hatunları büyük-küçük bütün töhmetlerden mümkün olan her yola başvurarak himaye etme vazifelerine de irşat etmiştir. 1614 Hadislerde hayâ kelimesi ve çeşitli türevleri de geçmektedir. Buna göre, “Dört haslet peygamberlerin sünnetindendir: “Hayâ, güzel koku sürünmek, dişleri temizlemek ve evlenmek” 1615 diye buyrulmuştur. Aynı şekilde Hz. Peygamber, “Her dinin bir ahlakı vardır. İslam’ın ahlakı da hayâdır” 1616 buyurarak, bu duygunun müslümanın hayatındaki önemini vurgulamıştır. “Hayâ 1603 Yûsuf 12/24. Bk. Râzî, Tefsîr-i Kebîr, XIII, 208-209. 1605 Zamahşerî, Keşşâf, II, 438. 1606 Zamahşeri, a.g.e., II, 440. 1607 Esed, Kur’an Mesajı, II, 460. 1608 Bk. Râzî, a.g.e., XIII, 203-204; Yazır, Hak Dîni, IV, 470-471. 1609 Haramın cezasını bilmesi, peygamberlere has güzel huyların tahakkuk etmesi, odanın tavanında zinayı yasaklayan ayetin yazılı olduğunu görmesi (İsrâ 17/32), nübüvvet vb. şekillerde açıklanmıştır. Râzî, a.g.e., XIII, 209-210; Değişik görüşler için bk. Zamahşerî, a.g.e, II, 438-441; Râzî, a.g.e., XIII, 210-211; Nesefi, Tefsîru’n-Nesefî, II, 103-104; Sâbûnî, Safvetü’t-Tefâsîr, II,47. 1610 Carullah, Hatun, s. 81-82. 1611 Saffât 37/48; Bk. Sâd 38/52; Rahmân 55/56. 1612 Rahmân 55/70. 1613 Bk. Tahrîm 66/12; Ayrıca bk. Âli İmrân 3/42-45, Nisâ 4/156, 171; Müminûn 23/50. 1614 Carullah, Hatun, s. 82. 1615 Tirmizî, Nikâh, I, no: 1080 (III, 391); Müsned, V, 421. 1616 Malik ibn Enes, el-Muvattâ, I-II, Çağrı Y., İstanbul, 1992, Hüsnü’l-Huluk, 2, no: 9 (II, 905). 1604 imandan bir şubedir.” 1617 Yaratılıştan gelen psikolojik bir duygu olmasına rağmen hayâ bu hadiste, sonradan kazanılan imandan bir kısım olarak sunulmuştur. Çünkü hayâ eden kimse, bu sayede günahlardan uzaklaşır. İşte bu noktada hayâ, kişi ile günahları arasına giren, onu günahtan alıkoyan imanın fonksiyonunu yerine getirmiş olmaktadır. 1618 İslam ahlakının temeli sayılabilecek olan hayâ duygusu sadece insanlara karşı duyulan bir utanma duygusundan ibaret değildir. Allah’a karşı duyulan utanma duygusu da, hayâ kapsamına dâhildir. Belki de Allah’a karşı duyulan utanma duygusu, insanlardan utanmanın da temeli durumundadır. 1619 Böylece hayâ duygusunun esası, Allah’tan hayâ etmektir. Allah’tan hayâ etmekse, Allah’ın her an kendisini görüp gözettiğini unutmamak, O’nun emirlerine karşı gelmekten sakınmak, şeklinde gerçekleşir. İslamî anlayışta hayâ duygusunun alanı genişletilerek hayâ, “Allah’ın emir ve yasaklarına karşı gelmekten sakınmak” şeklinde algılanmıştır. Allah’tan hayâ etmek denince de bu anlam kastedilmiştir. 1620 Bu konuda Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Allah’tan gereği gibi hayâ ediniz. Allah’tan gerektiği şekilde hayâ etmenin nasıl olacağını soranlara şöyle söyler: Allah’tan hakkıyla hayâ etmek; insanın başını ve başında bulunan organlar ile karnını ve karın bölgesinde bulunan organlarını kötülüklere karşı korumasıdır. Ahireti isteyen kişi dünyaya tapmaktan vazgeçsin. İşte bunları yapan kimse, Allah’tan gerektiği şekilde hayâ etmiş olur. 1621 Böylece gerek Kur’an’da, gerek Hz. Peygamber’in sünnetinde utanma duygusuna göndermelerde bulunulmuş, bu duygunun insan hayatında üstlendiği yapıcı etki önemle vurgulanmıştır. Kur’an, bütün peygamberleri özellikle Hz. Peygamber’i inanan insanlar için örnek alınması gereken bir model olarak sunmaktadır. 1622 Buna bağlı olarak Hz. Peygamber’in ahlakın bir yansıması olan hayâ duygusu konusunda da örnek olması kaçınılmaz olmaktadır. Rivayet edildiğine göre bir takım kimselere zaman zaman, Resûlullâh’ın evinde yemek yediriliyordu. Bunlar bazen yemekten önce gelip yemeye kadar bekliyorlar, yemekten sonra da hemen çıkıp gitmiyorlar uzun uzun oturup konuşuyorlardı. Onların bu davranışı Peygamber’e sıkıntı veriyordu. Fakat hayâsından dolayı misafirlerin yüzüne karşı bir şey söyleyemiyordu. Hz. Zeyneb’in düğünü için ziyafet verildiği sırada da böyle bir durum oldu ve şu ayet indi: 1623 “Ey iman edenler! Yemek için çağırılmaksızın ve yemeğin pişmesini beklemeksizin (vakitli-vakitsiz) Peygamber’in evlerine girmeyin, çağrıldığınız zaman girin. Yemeği yiyince de hemen dağılın. Çünkü bu davranışınız Peygamber’i rahatsız etmekte, fakat o sizden de çekinmektedir. Allah ise gerçeği söylemekten çekinmez. Hem O’nun hanımlarına bir ihtiyaç soracağınız vakit de perde arkasından sorun. Böyle yapmanız hem sizin kalpleriniz ve hem de onların kalpleri için daha temizdir…” 1624 Bu ayet-i kerime ile sahabelerinin bu davranışlarının adaba aykırı olduğu kendilerine hatırlatılmış, Hz. Peygamber’e de adap ve ahlâk öğretilmesi gereken durumlarda hayâ ederek susmasının doğru olmadığı vurgulanmıştır. 1617 Müslim, Îmân, 13, no: 57-58 (I, 63); Tirmizî, Îmân, 7, no: 2615 (V, 11). Bk. Altuntaş, “Toplumun Manevi Savunma Sistemi: Hayâ Duygusu” s. 40-41. 1619 Kılıç, İnsan ve Ahlak, s. 55. 1620 Altuntaş, a.g.m., s. 41, 43. 1621 Tirmizî, Kıyâme, 24, no: 2458 (IV, 637). 1622 Bk. Mümtehine 60/4, 6; Ahzâb 33/21. 1623 Zamahşerî, Keşşâf, III, 537; Yazır, Hak Dîni, VI, 103. 1618 İffet ve hayâ sahibi olmamız ve nefsimize hâkim olmak için önce irademizi terbiye etmeliyiz. Kuvvetli ve sağlam bir iradeye sahip olanlar, nefislerine hâkim olurlar. Sonra, şehvani arzulara uyulduğu takdirde, meydana gelecek maddi ve manevi zararları zihnimizde tasavvur etmeliyiz. Şehvani duyguların bütün kuvveti, tasavvurdadır. O halde iffet ve namusu korumak ve nefse hâkim olabilmek için, daima ulvi ve yüksek düşüncelerle zihni meşgul etmek gerekir. Aynı şekilde kötü arkadaşlardan sakınılması da lazımdır. Sonuçta iffetin korunması için; her gün şehvanî ve nefsanî istek ve arzularımıza karşı ufak başarılar sağlamaya çalışmalıyız. Nefsimize esir değil hâkimi olmamız gerekir. 1625 Ayrıca insanların kendi kendine yeterlilik kanunu ile yetinmeleri İslam’ın emrettiği kanaat ve iffeti gerçekleştirmelerini sağlayacak en büyük imkândır. Neticede insandaki iffet ve hayâ duyguları Kur’an’ın da belirttiğine göre tabii ve fıtrî olup insanları hayvanlardan ayıran insanlara has niteliklerdendirler. İnsanda bu fazilet olmadıkça, maddi ve manevi kemal meydana gelebilmesi mümkün değildir. Bu hasletler, bütün peygamberlerin temel ortak niteliklerinden biri olup insanı çirkin iş, düşünce ve davranışlardan uzak tutarlar. Kur’an’da müslümanlardan iffetli hayat sürmeleri istenmektedir. İffetli olma vazifelerinde Kur’an-ı Kerim erkekleri ve kadınları eşit tutar. İslam ahlakının temeli sayılabilecek olan hayâ duygusu sadece insanlara karşı duyulan bir utanma duygusundan ibaret olmayıp Allah’a karşı duyulan utanma duygusu da, hayâ kapsamına dâhildir. Böylece hayâ duygusunun esası, Allah’tan hayâ etmektir. Aynı şekilde dinin teşvik ettiği utanma duygusu ile çekingenlik, pısırıklık ve pasif kalmak birbirinden farklıdır. (6) Güzellik Duygusu Güzellik konusundaki tartışmalar yaklaşık iki bin beş yüz yıldan beri bir sonuca ulaştırılamamış ve güzelin tam bir tarifi yapılamamış, hatta bu konuda çeşitli estetik doktrinler bile meydana getirilmiştir. Güzellik, bütün manevi olaylar gibi ferdî, derunî ve ulvî bir olay olup, idrak kabiliyetine göre kişiden kişiye değişir. 1626 İnsan, yalnızca düşünen, üreten, inanan bir varlık değil, aynı zamanda sanat eseri meydana getiren bir varlıktır. Tarihte sanat eseri meydana getirmemiş bir din ve topluluk da yoktur. 1627 Carrel, estetik ve güzellik konusunda şunları söylüyor: “Estetik duygusu en medeni insanlarda olduğu gibi, en iptidai insanlarda da vardır. Hatta zekâ kaybolsa bile estetik duygusu yaşar, çünkü budalalar ve deliler de sanat eseri meydana getirebiliyorlar. Bakanlar ve dinleyenler üzerinde estetik bir heyecan uyandıran ses serileri veya şekiller tabiatımızın temel ihtiyacıdır. İnsan her zaman hayvanları, çiçekleri, ağaçları, gökyüzünü, denizi ve dağları neşe ile seyretmiştir. Medeniyetin doğuşundan önce, kaba el aletlerini, tahta, fildişi ve taş üzerine canlıların resmini çizmek için kullanmıştır. Bugün fertlerin çoğunda estetik faaliyet kuvvede kalmışsa, bunun sebebi endüstriyel medeniyetin bizi çirkin, kaba ve bayağı sahnelerle kuşatmış olmasıdır. Ayrıca biz, birer makine haline 1624 Ahzâb 33/53. Bk. Akseki, Ahlak İlmi ve İslam Ahlakı, s. 179-180. 1626 Çam, Nusret, İslam’da Sanat Resim ve Mimari, Ankara, 1994, s. 12-13; Altıntaş, H., “Modern Psikolojinin Bazı Meseleleri”, s. 107. 1625 gelmiş bulunuyoruz. İşçi hayatını her gün binlerce defa aynı jesti yapmakla geçiriyor. Zekâsını kullanamıyor. Bugünkü medeniyetin budalalığı ve hüznü, kısmen de olsa, günlük hayatımızda estetik hazzın iptidai şekillerinin ortadan kaldırılmış olmasından ileri geliyor. Güzellik, onu keşfetmesini bilenler için tükenmez bir neşe kaynağıdır. Çünkü ona her yerde rastlarız. Güzellik duygusu birdenbire gelişmez. Bilincimizde ancak potansiyel halinde bulunur. Ahlak duygusu gibi güzellik duygusu da, bir uygarlığın devamı boyunca gelişir. Zirveye ulaştıktan sonra kaybolur.” 1628 Hayal ve his âleminin varlıklarında sıkışan kimse, endam ve tenasübü, şekil ve suret güzelliğinden ibaret olduğunu sanır. Çünkü çoğunlukla insanlara göre güzellik, gözün güzel gördüğü şeylerdir. Onlar çoğunlukla şahısların suretlerine iltifat eder. Görülmeyen, tahayyül edilmeyen, şekil ve renk almayan herhangi bir şeyin güzelliğinin düşünülemeyeceğini sanırlar. Güzellik, yalnız gözün algılamasına bağlı değildir. Bunun gibi boy bos ve renge de bağlı değildir. Her şeyin güzelliği, kendisinde bulunması mümkün ve kemaline layık olan şeylerin kendisinde bulunması demektir. Kendisinde bulunması mümkün olan bütün kemâlâtı kendisinde topladığı vakit, güzelliğin zirvesine ulaşmış demektir. Şayet bir kısmı bulunursa, bulunduğu nispette güzeldir. Bazen birinde aranan, diğerinde tamamen aksine de olabilir. Her şeyin güzelliği, kendine layık olan kemalindedir. Mesela, atı güzelleştiren, insanı güzelleştirmez. Hüsn ve cemâl, duyularla bilinmeyen şeylerde de vardır. Örneğin güzel ahlak dendiğinde ilim, akıl, iffet, şecaat, takvâ, kerem, mürüvvet ve diğer iyi haller kastedilir ki, bunların hiç biri beş duyu ile bilinmezler. Ancak bâtınî olan basiret nuru ile bilinir. Zira duyular, bunları anlamaktan acizdir. Bu güzel huy ve şerefli faziletler, his ile bilinemediği halde tabii olarak sevilir. Hüsn ve cemâl zâhiri ve bâtıni olanı kapsar. Basiretten mahrum olan bâtınî şeyleri ne görür, ne de bunlardan zevk alır; ne sever, ne de bunlara meyleder. Basireti baş gözünden üstün olanlar bu gibi bâtınî manaları zahirinden çok daha fazla severler. 1629 İnsanoğlu kâinatın göz alıcı güzelliği ve enginliği karşısında acizliğin yanında başka şeyler de hisseder. Bu duygu onu kâinatın yaratanını araştırmaya sevk eder. Gerçekten bu kâinat engin, geniş ve göz alıcıdır. Bir o kadar da korkunç. Bunun da beşer ruhunda kendine göre bir tesiri vardır. İnsanoğlu ne kadar çabalasa da bu tesirden bir türlü kendisini alamaz. Bu gerçeği her yerde görür. Her yerde ve her şekilde bir bedahet ile karşılaşır ve insan kâinatın parlaklığı karşısında çarpılır. Çünkü tabiatında güzelliklere vurulmak ve güzellikler karşısında heyecana kapılmak vardır. Böylece insan gerek fıtrî olarak gerekse tecrübelerinden edindiği bilgi ile her şeyin bir yaratanı olduğunu kabul etmekte. Bunun içinde son derece geniş, engin ve göz kamaştırıcı güzelliklere sahip bulunan kâinatın yaratını araştırmaya başlamaktadır. 1630 Allah kâinattaki güzelliği şöyle dile getiriyor: “O, yedi göğü, birbiri üzerine yarattı. Rahmân’ın yaratmasında bir aykırılık, uygunsuzluk göremezsin. Gözünü döndür de bak, bir bozukluk görüyor musun? Sonra gözünü tekrar tekrar döndür (bak). Göz (aradığı bozukluğu bulmaktan) aciz ve bitkin halde sana dönecektir. Andolsun biz, en yakın göğü 1627 Çam, a.g.e., s. 19. Carrel, İnsan Denen Meçhul, s. 102-104; Ayrıca bk. Çam, a.g.e., s. 14-19. 1629 Gazali, İhyâ, IV, 542-544. 1630 Kutub, İnsan Psikolojisi, s. 284-285. 1628 (yıldızlardan) kandillerle süsledik…” 1631 Güzellik duygusu, insan bünyesindeki hayret verici noktalardan biridir. İlim bu duygunun mahiyetini bütünüyle açıklamaktan acizdir. İlim sadece dışa yansıyan taraflarını tespit ve tasvir eder, tezahürlerini araştırıp inceler. Aynı şekilde sanat da sadece bu duygunun dışa vuran yanlarını kaydediyor, fakat mahiyetine dokunmuyor, nereden geldiğini araştırmıyor. İlimle sanatın buluştuğu bir nokta var. O da bu duyguların tamamen fıtrî oluşudur. Zaman zaman ve şahıstan şâhısa artıp eksilebilir, ama hiç bir zaman dışarıdan empoze edilemez. İnsan güzelliği, çok değişik şekillerde hisseder. Bir olur duygusal güzelliğe kapılır. Güzel bir manzara veya sevimli bir yüzden etkilenir, göz alıcı bir renk cümbüşü ve tatlı bir nağmeden büyülenir. Sayılamayacak kadar güzellik çeşitleri ve dereceleri vardır. Bir olur manevi güzellik sarar insanın duygularını... Güzel bir düşünce... Güzel bir duygu... güzel bir hareket insanı duygulandırır gider. Ve bu alanda daha sayılamayacak kadar çok güzellik çeşitleri, dereceleri ve açıları var. İnsan hayatındaki çok önemli ve büyük meseleler, güzellik duygusunun üzerine bina edilir. Bütün sanatlar kendi açılarından güzelliğin ve güzellik duygusunun değişik şekilde yorumlanmasından ibarettir. Yine akide için de en büyük hazine güzellik duygusudur. Normal bir yaratılışa sahip olan insan güzellik duygusunun yüceliklerine daldıkça bu duygunun psişik sahadaki önemi artar, hayata yön verici gücü fazlalaşır. İnsan güzellik duygusuyla yükselebileceği ufuklar ve zirvelerde mükemmel ile güzelliğin ifadesi olan cemâl birleşir. Ve o yüce ufuklarda insan Allah’a ulaşmanın zevkine erer. 1632 Güzellik bir uğraş olarak insan yaşamında önemli bir bölümünü doldurur. İnsan güzelliği, yaşayışının her noktasına ve yönüne uygulamaya çalışır. Giyime-kuşama, seçeceği renklere bile aynı ölçüde önem verir. Barınmak için ev yapar her şeyden çok evin güzelliği ile uğraşır. Hatta yere serdiği sofranın; yemek koyduğu tabağın, tabağa koyduğu yiyeceklerin dizilişinin güzel olmasına özen gösterir. Bunlarda bir güzellik oluşturmaya, güzelliği görmeye çalışır. İnsan, kendisinin de güzel ve çekici görünmesini, tüm yaşamını bir güzellik halkasının kuşatmasını ister. Güzellik değeri, hayvan için söz konusu değildir. Hayvan için ahırın varlığı önemlidir. Ahırın güzel olup olmaması derli toplu, dağınık olması onu ilgilendirmez. Onun için güzel semer, güzel manzara, güzel yer söz konusu değildir. 1633 Kur’an-ı Kerim, yalnız imandan, ahlaktan, ibadetten, doğruluktan ve hidayetten bahsetmez, aynı zamanda güzelliklerden de bahseder. Kur’an, insanların, bitkilerin, hayvanların güzelliklerinden bahsettiği gibi, göklerin, yıldızların ve galaksilerin de içine dâhil olduğu bütün kâinatın da güzelliklerinden bahseder. Bizzat Kur’an’ın kendisi güzellikler kitabıdır. O’nun güzelliği, muhtevada olduğu kadar, ifade ve üslupta da bulunmaktadır. 1634 Kur’an’ın hayata bakışında güzellik unsuru önemli bir yer işgal eder. Kur’an, insanların dikkatlerini hep güzele döndürür. Güzelliği doyasıya seyretmek ve kavrayabilmek için şöyle buyurur: “O’dur ki yarattığı her şeyi güzel yaptı…” 1635 “Hem 1631 Mülk 67/3-5. Bk. Kutub, a.g.e., s. 324-327. 1633 Mutahhari, Kur’an’da İnsan-İman ve Ahiret, s. 161-162. 1634 Kırca, Kur’an ve İnsan, s. 299 1635 Secde 32/7. 1632 kendilerine binesiniz, hem de ziynet olsun diye atları, katırları ve merkepleri yarattı. Ve şu anda bilemeyeceğiniz daha nice şeyler yaratacak.” 1636 Diğer bir ayet şöyledir: “Size sûret verip, sûretinizi en güzel şekilde yaratmıştır; dönüş O’nadır.” 1637 Bu ayet insanın yüz ve endam güzelliğini de içine almaktadır. İnsanın en güzel biçimde yaratılması, aynı zamanda onun güzellikleri kavrama, bunlardan zevk alma ve estetik değeri olan eserler yapma kabiliyetine haiz olduğunun da bir ifadesidir. Nitekim Kur’an’daki bazı ayetler insanı düşünmeye davet ederken, bazı ayetler de üstün belagati ve tasvirlerindeki güzelliğiyle doğrudan doğruya insanın estetik yönüne hitap etmektedir. 1638 Kur’an’da güzelliği ifade etmek üzere hüsn, zînet ve cemâl kelimeleri kullanılır. Hüsn kelimesi çeşitli türevleriyle birlikte yüz doksan dört yerde geçmektedir. 1639 Zînet ise hem bu haliyle, hem de çeşitli fiil kalıplarıyla Kur’an’da kırk altı yerde kullanılıyor. 1640 Cemâl kelimesi bu kalıbıyla bir yerde, cemîl şeklinde ise yedi yerde geçmektedir. 1641 Hüsn, istenilen her türlü güzellikten ibarettir. Bunun da akıl yönünden güzel olan, hevâ yönünden güzel olan ve his yönünden güzel olan olmak üzere üç çeşidi vardır. Hasene de insanın nefsi, bedeni ve durumuyla ilgili olarak elde etmesiyle sevindiği her türlü nimet demektir. Bunun zıddı seyyiedir. Hasen, daha çok halk arasında gözün güzel gördüğü şeyler hakkında kullanılır. Güzel erkek, güzel kadın diye söylenir. Kur’an’da ise hasen daha çok basîret yönünden güzel olan şeyler için kullanılır. 1642 Örneğin şu ayette olduğu gibi: “O kullarımı ki, onlar sözü dinlerler, sonra da en güzeline uyarlar.” 1643 Kur’an’da hüsn (güzellik) kavramıyla birlikte zikredilen konular arasında, güzel konuşma, 1644 güzel netice, 1645 güzel isimler, 1646 güzel kelime, 1647 güzel iş, 1648 güzel mücadele 1649 ve güzel kıssa 1650 kavramları özellikle dikkat çekmektedir. Yine Kur’an’a göre, kâinat güzellikler şaheseri olduğu kadar, 1651 insan da güzellikler sembolüdür. Kur’an’ın ifadesiyle insan, ahsen-i takvimdir (en güzel şekilde yaratılmıştır). Kâinatı ve içindekileri yaratan Allah, güzeldir, güzelliği sever. 1652 Bunun için Allah, her şeyde ihsanı (güzellikleri) yaratmıştır. Mademki insanı yaratan kudret onu en güzel şekilde yaratmış, öyle ise insanın da yaptıklarını güzel yapması gerekir. Allah: “Yaptığınız işi güzel yapınız (ehsinû), şüphesiz ki Allah güzel iş yapanları sever.” 1653 buyurur. İnsanı belirli duygularla yaratan ve onu en iyi tanıyan Allah, insanlara tebliğini ulaştırıp 1636 Nahl 16/8. Teğâbun 64/3. 1638 Bk. Çam, İslam’da Sanat Resim ve Mimari, s. 20-21. 1639 Bk. Abdulbâkî, el-Mu‘cemü’l-Müfehres (h-s-n md.), s. 256-260. 1640 Bk. Abdulbâkî, a.g.e (z-y-n md.), s. 426-427. 1641 Bk. Abdulbâkî, a.g.e (c-m-l md.), s. 225. 1642 İsfehânî, el-Müfredât (h-s-n md.), s. 235-236. 1643 Zümer 39/18. 1644 Bk. İsrâ, 17/53. 1645 Bk. Nisa, 4/59; İsra, 17/35. 1646 Bk. A‘râf 7/180. 1647 Bk. A‘râf 7/137. 1648 Bk. Hûd, 11/7. 1649 Bk. Nahl 16/155. 1650 Bk. Yûsuf, 12/3. 1651 Bk. Nahl 16/5-8; Kehf, 18/7, 47; Şu‘ârâ 26/7; Lokmân 31/10; Sâffât, 37/6; Zâriyât, 51/48. 1652 Bk. Müslim, Îmân, 39, no: 91 (1/93); Tirmizî, Edeb, 41, no: 2799 (IV, 11-112). 1653 Bakara 2/195. 1637 onları eğitecek olan Hz. Peygamber’e “(Mümin) kullarıma söyle de (kâfirlere) en güzel olan sözü söylesinler. Çünkü şeytan aralarına fesat sokar.” 1654 emrini vermektedir. Diğer bir ayet de şöyledir: “(Ey Resulüm!) Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır! Ve onlarla en güzel şekilde mücadele et.” ayeti hüsn kavramını iki kez kullanmıştır. Hüsn, güzellik ve güzel olduğuna göre, Kur’anî davetin her boyutunda estetiğin, güzel tavır ve yaklaşımın rolü kaçınılmazdır. Zînet, süsleyip püslemeye yarayan nesne, 1655 insanı ne dünyada ne de ahirette hiçbir halde çirkinleştirmeyen, onun itibar ve onuruna leke düşürmeyen şey demektir. Bir halde süsleyip de diğer halde süslemeyen şey o yönden leke demektir. Zînet üç türlüdür. Bunlar: Ruhî zînet, bedenî zînet ve dış zînettir. Birincisine ilim ve güzel itikadlar, ikincisine kuvvet ve boy-pos, üçüncüsüne de mal ve şöhret örnektir. Allah, tezyîni (süslemeyi) bazı yerlerde kendine, 1656 bazı yerlerde şeytana nispet etmiş, 1657 bazı yerlerde ise failini zikretmemiştir. 1658 Allah’ın eşyayı tezyîni süslü bir şekilde yaratmasıyla olur. İnsanların bir şeyi tezyîni ise süslemeleriyle veya üstünlüğünü sözleriyle övmeleriyle ve anmalarıyla olur. 1659 Kur’an, mutlak güzellik ve ondan zuhur eden ölümsüz güzellik yanında iğreti, geçici ve güvene layık olmayan bir güzellikten söz ediyor. Gerek lügat açısından, gerekse Kur’an’daki kullanılışı açısından ele alındığında, zînet ve tezyînde iğretilik, geçicilik ve sunilik esastır. Kur’an, bir varlık yapısı olarak güzellikten hüsn tabirini kullanarak bahsederken, sadece duyulara hitabeden geçici güzellikleri ifade için tezyîn tabirini kullanıyor: “Andolsun biz, en yakın göğü (yıldızlardan) kandillerle süsledik”, 1660 “Biz, yeryüzündeki şeyleri zînet yaptık...” 1661 Zînetteki güzelliğin en seçkin yanı işte bunlardır. Öte yandan, zînet, şeytanın, inanmayanların, azgınların, şımarıkların kullandıkları ve aldandıkları güzellik olarak sergileniyor. 1662 “Ve yine o taptıkları putperestlerden çoğuna, çocuklarını öldürmeyi, süslü gösterdiler.” 1663 Görüldüğü gibi, ayetler, zînet ve tezyînin bir aldatma güzellik, bir serap güzellik olduğuna dikkat çekiyor. Şeytan, genellikle bu güzelliği kullanarak avlarını mahkûm eder. 1664 İnsanı yoldan çıkaran geçici şeylerin hemen hepsinde zînet aldatıcılığı vardır. Mallarda, kadınlarda, evlatta, altında-gümüşte vs. 1665 Fıtratı lekeleyen ve birer sapma olan günahların çekiciliği de zînet olarak gösterilmektedir. 1666 Peygamberlerin karşılarına dikilen büyük inkârcıların aldanışına da zînet sebep olmuştur. 1667 Zînetle ilgili bu bilgilerle, kapitalist düzenlerde kâr gayesiyle suni olarak 1654 İsrâ, 17/53; Râzî, “kullarım” ifadesiyle müminlerin ve kâfirlerin kastedildiğine dair iki görüş nakleder. Geniş bilgi için bk. Râzî, Tefsîr-i Kebîr, XIV, 508-510. 1655 Fîruzâbâdî, Kâmûsu’l-Muhît (z-y-n md.), IV, 234. 1656 Bk. En‘âm 6/108; Neml 27/4; Sâffât 37/6; Fussilet 41/12; Hucurât 49/7. 1657 Bk. Enfâl 8/48; Hicr 15/39. 1658 Bk. Bakara 2/212; En‘âm 6/137; Âli İmrân 3/14; Tevbe 9/37. 1659 İsfehânî, el-Müfredât (z-y-n md.), s. 388-390. 1660 Mülk 67/5. 1661 Kehf 18/7; Kehf sûresi 28. ayetinde de zînet kelimesi dünya hayatına izafe edilmiştir. 1662 Bk. En‘âm 6/43. 1663 En‘âm 6/137. 1664 Bk. Enfâl 8/48; Hicr 15/39; Nahl 16/63; Ankebût 29/38. 1665 Bk. Bakara 2/12; Âli İmrân 3/14. 1666 Bk. Yûnus 10/12; Ra‘d 13/33. 1667 Bk. Ğâfir 40/37. yaratılan iştahlar, lüksler, aldatmalar, özendirmeler benzerlik arz ediyor.1668 “Ey Âdemoğulları! Her mescide gidişinizde süs (güzel giysiler) inizi alın; yiyin, için, fakat israf etmeyin, Çünkü Allah israf edenleri sevmez. De ki: ‘Allah’ın kulları için çıkardığı zinetleri ve tertemiz rızıkları kim haram kılmış?’ De ki: ‘Bunlar, bu dünya hayatında inananlar içindir, kıyamet gününde de yalnız onlara mahsustur.’” 1669 Zînet, dünya maksatları için gerekli olduğu gibi ibadet için de gereklidir. Bu konuda hitap Âdemoğluna yöneltilmiştir. Çünkü onun için insanlık nimetleri ve Allah’ın insanı bütün canlılardan ayırt ettiği razı edici nimet vardır. 1670 Cemâl, çokça güzellik demektir. Bu iki kısımdır. Birincisi, insanın ruhuna, bedenine ve fiillerine has güzelliktir. İkincisi ise, insandan başkasına ulaşan güzelliktir. 1671 Cemîl kelimesinin geçtiği ayetlerde güzel sabırdan, 1672 Hz. Peygamber’in müşriklerin dediklerine sabredip güzelce onlardan ayrılmasından bahsedilir 1673 ve boşama durumunda eşlerin güzelce boşanması istenir. 1674 Cemâl kelimesi bir ayette şu şekilde yer alır: “Hayvanları da O yaratmıştır. Onlarda sizi ısıtacak şeyler ve birçok faydalar vardır. Onların etlerinden yersiniz; akşamleyin getirip sabahleyin salarken onlarda sizin için bir cemâl (güzellik) vardır” 1675 Bu ayetten de anlaşılacağı üzere, dünya nimetleri yalnızca iyi ve faydalı değil, ayna zamanda güzeldir. Diğer taraftan, yüce Allah’ın yarattığı en güzel şey ise bu dünyadaki salih amel işleyenlere vaad edilmiş olan Cennet’tir. Eğer insanın bu güzellik ve güzelliği kavrama yönü bulunmasaydı, Cennet’in “altlarından ırmaklar akan köşkleri”nden veya oradaki hurilerin güzelliklerinden bahsedilmeyecekti. Aslında, Allah’ın insanı güzel surette yaratması gayet tabiidir. Çünkü Yaratıcının kendisi Cemal (Güzel) sıfatını taşımaktadır. Bir ayette şöyle buyrulur: fetebârekellâhu ahsene’l-hâlikîn “Yaratanların en güzeli Allah, ne yücedir!” 1676 Yine başka ayetlerde “Allah, O’na (Âdem’e, insana) kendi ruhundan üflemiştir.” 1677 diye buyrulmaktadır. İnsanın güzel ve güzelliğe karşı meyyal olması, güzel eserler ortaya koyabilmesi gerçeği, bu ayette belirtilen yaratma hadisesine dayanmaktadır. 1678 Bütün bunlardan anlaşıldığına göre, İslam dinî, insanın estetik bir dünyasının da bulunduğunu kabul etmektedir. Öyle anlaşılıyor ki, insanın bu yönü, onun en az dinî, ahlakî ve beşerî yönü kadar önemlidir. İslam, insanın diğer yönlerinin olduğu kadar, bu yönünün de geliştirilip olgunlaşmasını istemiştir. İnsanın estetiğe karşı böyle istidadı olmasaydı, Kur’an’ın, o eşsiz belagatine ve şiir güzelliğine gerek olmayacak, Cennet ise bol yiyeceklerden, rahat fiziki şartlardan ibaret bir mekân olarak sunulacaktı. Hâlbuki Kur’an-ı Kerim’de Cennet’in estetik cephesi, onun iyi ve faydalı olma özelliklerinden daha ön planda takdim edilmiştir. Oradaki meyveler insana gıda sağlamak, onun 1668 Bk. Öztürk, İslam Düşüncesinde Din ve Fıtrat, s. 159-160. A‘râf 7/31-32. 1670 Akkâd, el-İnsân fi’l-Kur’ân, s. 26. 1671 İsfehânî, el-Müfredât (c-m-l md.), s. 202. 1672 Bk. Yûsuf 12/18, 83; Me‘âric 70/5. 1673 Bk. Müzzemmil 73/10. 1674 Bk. Ahzâb 33/28, 49. 1675 Nahl 16/5-6. 1676 Mü’minûn 23/14. 1677 Hicr 15/29; Secde 32/9; Sâd 38/72. 1678 Çam, İslam’da Sanat Resim ve Mimari, s. 22. 1669 vücudunu geliştirmek, köşkler, Cennet’teki insanı soğuk ve sıcaktan korumak, huriler ise insan neslini çoğaltmak gibi maddi fayda sağlamak için değildir. Keza, Cehennem sadece kötü değil, aynı zamanda çirkindir de. 1679 Kur’an, insanda güzel duygular uyandıran güzel sese yer verir ve bu konuda Hz. Davud’u örnek verir. “Andolsun ki, biz Davud’a tarafımızdan bir fazilet verdik. ‘Ey dağlar! Onunla beraber tesbih edin.’ dedik ve bunu kuşlara da (emrettik) ve ona demiri yumuşattık.” 1680 Yazır, bu ayet hakkında şu güzel açıklamaları yapar: “Demek ki güzel sesler, güzel nağmeler ve ezgiler Davud’un özel bir fazileti, kuşları dahi başına toplayan bir mucizesi olmuştu. Bu anlamda Davudî ses, meşhur olduğu gibi, Davud’un mezamiri de meşhurdur. Bu güzel sanatı İslam’da mutlak surette kötü bir şey zannedenler olmuştur. Fakat bilmek gerekir ki, kötülenmiş olan fısk ezgileridir. Yoksa Kur’an okurken tertîl (Kur’an’ı usû1 ve kaidesine göre okumak) ve sesi güzelleştirmek, emredilen bir şeydir. Bu konuda sahih kitaplarda birçok hadis vardır. 1681 Birçokları müziğin etkisini ruhani zannederler. Böyle bir zan, ruhu hava zannetmektir. Ses, bir hava titreşimi olduğu için, müziğin doğrudan doğruya verdiği etki ve heyecan, bir öpücük zevki gibi cismani ve sinirsel bir etkidir. Nağmeyle okuma ancak bir kelimenin, bir sözün manasını ruha duyurmaya hizmet etmesi itibariyledir ki ruhani bir kıymet alabilir. Fâsıklar, hep şehvanî konularla cismanî heyecan aradığı için, manayı öldürecek, sadece, sinirlere basan kuru nağmelerle cismani tesir ve zevk ararlar. Bu ise ruhani şuuru terbiye değil, onu yok eder. Dinin ve şeriatın vermek istediği cismanî zevk değil, güzel manalı, mukaddes şuurlu bir hayat yaşatmaktır. Bu sûretle biz Kuran okunurken, Hz. Davud’un mucizesini yaşamış oluruz. Nitekim Kur’an’ı güzel okuyan hakkında “Davud hanedanının mezamirinden bir mizmar verilmiştir” diye sitayiş yapılmıştır. Hz. Davud’un dağlara hâkim olan, uçan kuşları durduran mucizesi de, kuru bir ses oyunundan ibaret salt, soyut terennümler değil; ruhtan kopup Allah’a sunulmuş takdis ve tesbihlerdi.” 1682 Sonuç olarak güzellik insanın fıtratında doğuşta mevcut olan bir duygu olup, bir uğraş olarak insan yaşamında önemli bir yer tutar. İnsan, tüm yaşamını bir güzellik halkasının kuşatmasını ister. Güzellik değeri, hayvan için söz konusu değildir. Çoğunlukla insanlara göre güzellik, gözün güzel gördüğü şeylerdir. Bu, açık bir hatadır. Zira güzellik, yalnız gözün algılamasına bağlı değildir. Hüsn ve cemâl, duyularla bilinmeyen şeylerde de vardır. Sayılamayacak kadar güzellik çeşitleri ve dereceleri vardır. Bir şeye güzel denmesi için kendisine layık olan her vasfı toplamış olacaktır. Kur’an-ı Kerim, yalnız imandan, ahlaktan, ibadetten, doğruluktan ve hidayetten bahsetmez, aynı zamanda güzelliklerden de bahseder. Kur’an’ın hayata bakışında güzellik unsuru önemli bir yer işgal eder. Kur’an, insanların dikkatlerini hep güzele döndürür. Kur’an’daki bazı ayetler insanı düşünmeye davet ederken, bazı ayetler de üstün belagati ve tasvirlerindeki güzelliğiyle doğrudan doğruya insanın estetik yönüne hitap etmektedir. Kur’an’da güzelliği ifade etmek üzere hüsn, zînet ve cemâl kelimeleri kullanılır. Kur’an’da hüsn daha çok basîret yönünden güzel olan şeyler için kullanılır. Sadece 1679 Çam, a.g.e., s. 27. Sebe 34/10; Yazır, (Enbiyâ 21/79 ve Sâd 38/18) ayetlerini bu ayetin tefsiri olarak zikretmiştir. 1681 Bu hadislerden biri şöyledir: Kur’an’ı seslerinizle süsleyiniz.” Buhârî, Tevhîd, 52. 1682 Yazır, Hak Dîni, VI, 123-124. 1680 duyulara hitabeden geçici güzellikleri ifade için tezyîn tabiri kullanılır. Şeytan, genellikle bu güzelliği kullanarak insanları aldatır. İslam, insanın diğer yönlerinin olduğu kadar, estetik yönünün de geliştirilip olgunlaşmasını ister. Ancak geçici güzelliklere aldanmamasını da ister. C. KUR’AN’IN İNSANI PSİKOLOJİK OLARAK OLGUNLAŞTIRAN PRENSİPLERİ 1. İman Kur’an’da en geniş şekilde ele alınan konu iman ve inkâr psikolojisidir. 1683 Özellikle Mekkî sûrelerde iman-inkâr ve ahlak üzerinde durulur. Mekke döneminde nazil olan sûrelerin sayısı seksen altı civarındadır. Bu surelerdeki ana tema iman ve ahlaktır. İmansız ahlak öngörülmediği gibi, ahlaksız iman da öngörülmemektedir. 1684 Dilde iman kelimesi; emân, emânet, emniyet, emn köklerinden türemiş bir kelimedir. Emn, nefsin sükûnet ve huzura ulaşması, korkudan kurtulmasıdır. 1685 İmanın filolojik açıdan iki anlamı vardır: Güven içinde olmak, güvenmek, diğeri; başkalarına güven vermek, onları korkusuz kılmak, tasdik etmek, sözünü onaylamak ve sözüne inanmaktır. 1686 İman sahibi kişi (mümin) de hem inandığı gücün sağladığı güvenin içinde olan, hem de kendisi başkalarına güven veren demektir. 1687 Kur’an’ın omurga kavramlarından biri durumundaki imanın kökü olan emn (emanet ve emân) Kur’an’da türevleriyle birlikte dokuz yüz civarında yerde kullanılmaktadır. Bunların büyük çoğunluğu (üç yüz civarında) iman ettiler (âmenû) şeklinde fiil ve mümin (iman eden) şeklinde ise isimdir (iki yüz küsur yerde). 1688 İmanın fiil halinde kullanımlarının büyük kısmı amel (iş, aksiyon, hareket) ile birlikte yer almaktadır. Bu da gösterir ki Kur’an, spekülasyon halinde kalmış bir iman yerine, aksiyona dönüşmüş imanı esas almaktadır. 1689 İman, Kur’an’da bazen Hz. Muhammed’in getirdiği dine isim olarak kullanılır 1690 ve bununla Allah’ı ve Hz. Muhammed’in peygamberliğini kabul ederek dinine giren kimseler nitelenir. 1691 Bazen de övgü yoluyla kullanılır ve bununla nefsin tasdik yoluyla hakka boyun eğmesi kastedilir. Bu da kalp ile tasdik, dil ile 1683 Hökelekli, Din Psikolojisi, s. 25. Kırca, Kur’an ve İnsan, s. 61. 1685 İsfehânî, el-Müfredât (e-m-n md.), s. 90. 1686 Atay, a.g.e., s. 67; Öztürk, Kur’an’ın Temel Kavramları, s. 233. 1687 Öztürk, a.y. 1688 Bk. Abdulbaki, el-Mu‘cemü’l-Müfehres (e-m-n md.), s. 103-118; Öztürk, a.y. 1689 Öztürk, a.y. 1690 Bk. Mâide 5/69. 1691 Bk. Yûsuf 12/106. 1684 ikrar ve azalarla amel olmak üzere üç şekilde olur. 1692 İman, itikad, doğru söz ve salih amellerin her birisi için de kullanılır. Örneğin: “Allah sizin imanınızı zayi etmez.” 1693 Buradaki imandan kasıt namazdır. 1694 Bir anlamda iman, insanın kendi aczini bilerek, kendini ilâhî emirlerin sadece uygulayıcısı olduğunu kabul etmek ve gereken vazifeyi en güzel şekilde yerine getirmeye çalışmaktır. Bu tutum, güçlü bir vazife ve sorumluluk duygusuyla iç içe bulunmaktadır. Buna bağlı olarak gelişen fiil ve davranışlar, imanın canlılığını ve sürekliliğini sağlar. Eğer iman bu anlamlı fiil ve davranışlar vasıtasıyla canlı tutulmazsa sönüp gitme tehlikesiyle karşı karşıya bulunacaktır. 1695 Kur’an’da iman ile salih amel (güzel işler ) arasında yakın bir alaka kurulur. 1696 Kur’an imanı bir samimiyet ve aşk olayı olarak almaktadır. “İman edenler Allah’a sevgi bakımından çok engin ve derindirler.” 1697 Böyle olunca, imanı öncelikle bir kalp olayı halinde düşünmek kaçınılmazdır. 1698 Sevgiye dayalı iman inanan kişide başka yolla mümkün olmayan bağlılığı devamlı ve zevkli bir hale getirir 1699 ve insana onur kazandırır. Kur’an, imanın bir gönül zenginliği, samimiyet, aşk, sebat, imtihan ve çile işi olduğuna dikkat çeker. “İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece İman ettik demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar?” 1700 Kur’an korkuya dayalı ve menfaate yönelik imanlardan bahseder ve bunların gerçek anlamda iman olmadığını açıklar 1701 ve son nefeste iman eden Firavunun tövbesinin geçersiz olduğunu belirtir. 1702 İman, bir güvenme, yakınlaşma ve ümitle bağlanma olayıdır. Çünkü inanılan varlık, insana bir iç huzuru, güven, tatmin sağlamaktadır. İnanan kimse kendini güven ve emniyet içerisinde hissetmektedir. Burada varlığına inanılan duyular üstü gerçeklik insan için bir dayanak olmakta, bu sebeple ona güven ve ümitle bağlanmaktadır. 1703 Esasen inanma çok girift bir psikolojik olaydır. İnsanın bütünlüğü ile alakalıdır. Bu bakımdan zihni, duygusal ve iradi boyutları vardır. İman ancak, ahlakî tutumlar ve psikolojik şartlar insanı bir başka gerçeği kabul etmeğe hazır ve elverişli yaptıkları zaman yaşanabilir. Bunun için belli bir psikolojik denge iman için kaçınılmazdır. 1704 Ruhî terbiye ve ruhî saadet için yalnız ilimle aydınlanmak yeterli değildir. Aynı zamanda faziletlerle ahlaklanmak lazımdır. Bu ise ancak sağlam bir esasa iman ile meydana gelir. Birçok 1692 Bk. Hadîd 57/19. Bk. Bakara 2/143. 1694 İsfehânî, a.g.e., s. 91. 1695 Hökelekli, a.g.e., s. 163-164. 1696 Bk. Bakara 2/82, 277; Kehf 18/110; İzutsu, Kur’an’da Dinî ve Ahlakî Kavramlar, s. 269-273. 1697 Bakara 2/165; Bk. Öztürk, a.g.e., s. 242-243. 1698 Bk. Hucurât 49/7,14; Bayraklı, Kur’an’da Değişim, Gelişim ve Kalite kavramları, s. 111-112. 1699 Hökelekli, a.g.e., s. 166. 1700 Ankebût 29/2. 1701 Bk. Yûnus 10/83; Ğâfir 40/84-85. 1702 Bk. Nisâ 4/18. 1703 Hökelekli, a.g.e., s. 157-158. 1704 Bk. Hökelekli, a.g.e., s. 158-160. 1693 insanların hissettiği ruhî sıkıntılar bize gösteriyor ki ruhun ihtiyacı ve gayesi, zevk, eğlence ve maddi lezzetler olmayıp, sükûn ve itmi’nân, sağlam bir esasa, sonsuz bir kudretin varlığına olan kuvvetli ve halis imandır. Buna kesin olarak iman eden kimse aynı zamanda uhrevî sorumluluğa ve onu tebliğ eden mümtaz şahsiyete iman etmiş olacağı cihetle, ne ümitsizliğe düşer, ne de çalışma ve gayreti elden bırakır. 1705 Kur’an’ın inanç konusuna bu kadar önem vermesi, inancın, insanın yaşayışını ve davranışlarını yönlendiren temel faktör olduğu, insanın hayat tarzının bütünüyle inandığı değerlere bağlı bulunduğu ve onun gereğine uygun şekilde seyrettiği gerçeğinin dikkate alınmasının bir sonucudur. İnanç, insanın yaşama isteğine devamlılık ve aktivite katan bir faktördür. İnançlar olmadan bir insanın psikolojik varlığını düşünmek mümkün değildir. İnançların insan kişiliğinde oynadıkları önemli rollerden birisi, insanın psikolojik dünyasında devamlılık sağlamaları ve yapılanmaya imkân vermeleridir. İnanç, ahlakî ve sosyal bozuklukların tamir ve ıslahı için gerekli ortamın hazırlanmasında en önemli faktördür. 1706 Kur’an’a göre nasıl ki küfr, ayıplanacak vasıflar küresine dâhil tüm özellikleri çevresinde barındıran dayanak noktasını teşkil etmekte ise, iman da, olumlu ahlakî değerlerin tam manasıyla merkezi, iyi ahlakın ve istikrarlı yaşayışın temelidir. 1707 Bütün iyiliklerin esasını, her türlü güzelliğin temelini tevhid inancı teşkil eder. 1708 İnanç, insanın bütün yaşantılarını kapsayan bir karakter özelliği olarak karşımıza çıkar. İman esasları insan ruhunu öylesine temizler ki, insanı Allah korkusunu her an hisseden ve her zaman Allah’ın bilincinde olan bir varlık haline getirir. Böylece insan girdiği her ilişkide, hayatının her anında Allah’ın varlığını hisseder. Allah’ın rahmetine erişmek ve gazabına uğramamak için eylemlerini çok dikkatli bir düşünüp taşınma sonucunda ortaya koyar. Doğru inanca sahip olmayan insanın ise her zaman güzel iş ve eylemlerde bulunabilmesi mümkün olmaz. Çünkü ahlakî eylemler, bir inanca göre yapılan eylemlerdir. 1709 Tarihte insanların karşılaştığı bütün kötülüklerin de yanlış inançların ürünü olduğu görülmektedir. İman ile kişilik arasında genel olarak karşılıklı bir ilişki vardır. Dinî inancın kişi tarafından benimsenmesindeki kuvvet derecesi ile o ferdin kişiliğinin genel yapısı üzerindeki etkisi dikkate değer bir olgudur. Aynı şekilde, kuvvetli ve sağlam kişilik yapısına sahip kimselerin de güçlü inançları olduğu müşahede edilmektedir. 1710 Kur’an, sunduğu inanç, amel vb. reçetelerle insanların şahsiyetini etkilemede ve değiştirmede büyük oranda başarılı olmuştur. Müslümanların şahsiyetini ve İslam toplumunu büyük ölçüde etkileyen değişiklikler meydana getirmede, tarih boyunca bütün dinî davetler içinde Kur’an’ın bir benzeri yoktur. 1711 Bir kısım psikologlar arasında yeni yeni ruhsal sağlık ve ruhsal hastalıkların tedavisinde dinin 1705 Bk. Akseki, Ahlak İlmi ve İslam Ahlakı, s. 186-187. Bk. Şanver, Kur’an’da Tebliğ ve Eğitim Psikolojisi, s. 171-172. 1707 İzutsu, Kur’an’da Dinî ve Ahlakî Kavramlar, s. 245. 1708 Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa, I, 225. 1709 Bk. Kılıç, İnsan ve Ahlak, s. 18-21; İman esaslarına inanmanın insan ruhuna etkileri için bk. Eren, Şadi, Kur’an ve Toplum, Zafer Y., İstanbul, 1998, s. 72-76. 1710 Bk. Hökelekli, a.g.e., s. 187-189. 1706 önemini vurgulayan bazı görüşler ortaya çıkmaya başladı. Bunlardan birine göre gerçek anlamda dindar olanlar, asla psikolojik bakımdan rahatsız olmazlar. İmanın insan nefsinde büyük etkisi bulunmaktadır. Kişinin kendisine karşı güveninin artmasını sağlamakta, sabır ve yaşamın zorluklarına tahammülünü artırmakta, nefiste güven, dinginlik meydana getirmekte, düşünce rahatlığının ortaya çıkmasını sağlamakta ve insana mutluluk hissini vermektedir. 1712 Bütün psikoterapi okulları, stresin ruhsal hastalıkların ortaya çıkmasında en büyük etken olduğu konusunda ittifak etmektedirler. Allah’a iman, küçüklükten itibaren insanın nefsine yerleşirse, kişiyi ruhsal hastalıklardan korunma hususunda önlem alma refleksini, ona bu hususta bir bağışıklık hasletini kazandırmaktadır. 1713 Kur’an’a göre iman, müminin ruhunda güven ve dinginlik duygusu meydana getiren, insanın kalbini doyuma ulaştıran bir özelliğe sahiptir. 1714 Müminde daima ruh huzuru, güven duygusu ve dinginlik bulunur. Çünkü onun Allah’a olan inancı kendisine, Allah’ın desteğinde, O’nun gözetimi ve himayesinde olduğu hususunda umut kazandırır. Mümin, ibadetlerinde, yaptığı her işte Allah’ın hoşnutluğunu umarak Allah’a daimi bir şekilde yönelir. Bundan dolayı da Allah’ın daima kendisiyle beraber, onun yardımında olduğunu hisseder. Bu da nefsinde güven ve dinginlik hissi oluşturur. Allah’a doğru bir iman ile inanan mümin, bu dünya yaşantısında hiç bir şeyden korkmaz ve başına gelen sıkıntı veren her şeyin Allah’ın dilemesiyle olduğunu bilir. Hiç bir insan ve başka bir kuvvetin kendisine herhangi bir zarar veya yararı engellemeyeceğini, ancak bunun Allah’ın dilemesiyle olduğunu bilir. Bundan dolayı doğru bir iman sahibi mümin, korku ve stresin pençesine alamadığı bir kişidir. 1715 “Gerçekten Rabbimiz Allah’tır deyip, sonra da dosdoğru olanlara gelince onlar için hiçbir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.” 1716 Doğru iman sahibi bir mümin rızkı verenin Allah olduğunu bilir ve bundan dolayı fakirlikten korkmaz, 1717 ecele ve ölümden sonraki ebedi hayata inandığı için ölümden korkmaz, 1718 zamanın getirdiği musibetlerin Allah’ın bir sınaması olduğunu bilir ve bunlardan endişe duymaz. 1719 Yine doğru iman sahibi bir mümin sürekli geçmiş hatalarını anmakla tasalanmaz, kaybettiğine de üzülmez. 1720 Zira Allah’ın merhametli olduğunu tevbeleri kabul ettiğini bilir. 1721 Bundan dolayı O’na tevbe ile yönelmesi, stres ve ruhsal rahatsızlıkların ortaya çıkmasına neden olacak olan günahın şuuraltına itilmesini engellemektedir. Kur’an’ın mümini, mümin kardeşini sevmeye, onlara iyilikte bulunmaya, yardım ve destek eli uzatmaya teşvik ettiği için 1722 müminin imanı kendisine sosyalleşme 1711 Necati, Kur’an ve Psikoloji, s. 243. Bk. Necati, a.g.e., s. 232-234. 1713 Bk. Necati, a.g.e., s. 234; Kırca, Kur’an ve İnsan, s. 227-229. 1714 Bk. En‘âm 6/82; Ra‘d 13/28; Nahl 16/106; Teğâbun 64/11. 1715 Bk. Necati, a.g.e., s. 235; Kırca, a.g.e., s. 226-227. 1716 Ahkâf 46/13; Ayrıca bk. Bakara 2/112; Fussilet 41/30-31. 1717 Bk. Hûd 11/6; Ra‘d 13/26; Ankebût 29/60; Zâriyât 51/22. 1718 Bk. Âli İmrân 3/185; Nisâ 4/78; A‘râf 7/34; Ahzâb 33/16; Fâtır 35/12; Münâfikûn 63/11. 1719 Bk. Enbiyâ 21/35. 1720 Bk. Âli İmrân 3/156; Hadîd 57/22-23. 1721 Bk. Nisâ 4/110; Tâhâ 20/82; Zümer 39/35; Nahl 16/97. 1722 Bk. Mâide 5/2; Hucûrât 49/10; Haşr 59/9; Mâûn 107/4-7. 1712 bilinci kazandırır. 1723 Bütün bunlar, onu psikolojik olarak olgunlaştırır ve birçok ruhsal, psikolojik hastalıktan korur. Kur’an, geniş şekilde ahiret hayatından bahseder. Yüz on dört sûrenin seksen sûresinde Cennet nimetlerinin güzelliklerinden ve Cehennemin korkunçluğundan söz edilerek bir tarafta Allah’ın, rahmeti, affı, rızası ve Cennet’i, diğer tarafta ise Allah’ın azabı ve Cehennem’i gözler önüne serilmektedir. Böylece Allah’ın cemal sıfatlarıyla arzu ve ümit verilirken celal sıfatlarıyla da korku ve endişe verilerek, insanların dengeli ve düzenli bir çizgide hareket etmeleri amaçlanmaktadır. 1724 İnsan bu dünya da yapmış olduğu iyi, güzel işler karşılığında ahirette mutlu sona kavuşacağına göre, dünya da ilmi ve ahlakî faziletlerin en yüksek noktasına çıkmaya çalışır. Akli ve ruhî melekelerini bu inanç doğrultusunda geliştirerek, hep yararlı işler peşinde koşar. Bu inanç fertlerin kalbinde ne kadar kuvvetli olursa, toplumun dokusu da o nispette sağlam olur. Fert ve toplumun aşırı istek ve ihtiraslarının frenlenmesinde, barışın sağlıklı bir şekilde yürütülmesinde ahiret inancı en önemli bir etkendir. Çünkü Allah’ın huzurunda hesap vereceğine kesin olarak inanan insan, haktan, adaletten, doğruluktan ve insanlıktan ayrılmaz; hep iyiliksever, özverili, şefkatli ve sevgi dolu temiz bir hayat sürmeğe çalışır. 1725 Fakat ahiret inancından yoksun, kendini sorumsuz bir varlık olarak değerlendiren kimse ise, akla gelebilecek her çeşit kötülüğü gözünü kırpmadan yapar. 1726 Böylece ahiret inancı kişiyi ahlakî ve psikolojik olarak olgunlaştırır, insan şahsiyetini geliştirir. Özellikle kadere iman, insanlara güven duygusu vererek şahsiyet çözülmesi adı verilen geçici dengesizlikleri önlemektedir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulur: “(Başınıza gelecek olayları, önceden bir Kitapta belirledik) ki elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve (Allah’ın) size verdiğiyle sevinip şımarmayasınız.” 1727 Kur’an’da en geniş şekilde ele alınan konu iman ve inkâr psikolojisidir. Kur’an, spekülasyon halinde kalmış bir iman yerine, aksiyona dönüşmüş imanı esas almaktadır. Bir gönül zenginliği, samimiyet, aşk ve sebat olan iman, insana onur kazandırdığı gibi kişi bu imanında samimi olup olmadığı konusunda imtihan edilir. Bütün iyiliklerin esasını, her türlü güzelliğin temelini tevhid inancı teşkil eder. Varlığına inanılan duyular üstü gerçeklik insan için bir dayanak olmakta, bu sebeple O’na güven ve ümitle bağlanmakta bu da onun psikolojisine olumlu katkıda bulunmakta, karakterini geliştirmektedir. Böylece güçlü inanç insana kuvvetli ve sağlam bir kişilik yapısı kazandırmaktadır. Allah’a imanın sağladığı güven kişiyi fakirlik ölüm, felaketler gibi çeşitli korkulardan korur. Bundan dolayı doğru bir iman sahibi mümin, korku ve stresin pençesine alamadığı bir kişidir. Ayrıca iman kişiye sosyalleşme bilinci kazandırır. Allah’a ve ahiretteki ceza ve mükâfata inanan bir kimse ahlakî faziletlerin en yüksek noktasına çıkmaya çalışır. Akli ve ruhî melekelerini bu inanç doğrultusunda geliştirerek, hep yararlı işler peşinde koşar. Böylece imanın erdirici yönü kişiyi olgunlaştırır. 1723 Bk. Necati, a.g.e., s. 236-241. Saka, Yabancılaşma Karşısında Kur’an, s. 189; Geniş bilgi için bk. Kutub, Seyyid, Kur’an’da Kıyamet Sahneleri, Trc. Süleyman Ateş, Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul, ts. 1725 Bk. Furkân 25/63-77; Mü’minûn 23/1-11. 1726 Bk. Saka, a.g.e., s. 192-193. 1727 Hadîd 57/23; Bk. Kırca, Kur’an ve Fen Bilimleri, s. 223-224. 1724 2. Takva Kur’an’da takvâ imanla bağlantılı olup, bir yandan imanı hazırlayan ve kökleştiren bir vicdanî olgu olarak diğer yandan imanla gelişen bir tavır olarak ortaya çıkmaktadır. 1728 Takva kelimesi v-k-y kökünden gelmektedir. Vikâye ve vekâe mastarları bir şeyi eziyet ve zarar veren şeylerden korumak demektir. Fiilin geçişsiz halini ifade eden ittikâ da bir tehlikeden sakınmak, korunmak demektir. Takva, sipere girip korunmak, 1729 nefsi korkulan şeylerden korumaktır. Terim anlamı ise nefsi günaha götüren şeylerden korumaktır. Bu, yasak şeylerin terkiyle gerçekleşir, yasak şeylerin terki de en azından mubah şeylerin bazısını terk etmekle tamam olur. 1730 Takvanın en düşük mertebesi, kulun yasaklardan kaçınması, emredilenleri yapması; ancak bu ikisi ile huzur bulup, kendisini emniyet içinde duymasıdır. Ama en muttakîye gelince o, bunların yanında Rabbinden haşyet duyan, Allah’tan başka hiçbir şeyle meşgul olmayan ve Allah’ın kalbini nurlandırdığı kimsedir. 1731 Yazır’ın ifadesiyle takvâ, Allah’ın korumasına girmek, emrini tutup azabından korunmaktır. 1732 Takvanın bunlardan başka tanımları da yapılmıştır. 1733 Ancak görülen o ki, bu terimin anlamıyla ilgili âlimlerin birleştikleri ortak nokta onun, Allah ile kul arasındaki ilişkileri engelleyen her şeyden uzak durmak, din ve ahlakın sakıncalı bulduğu tutum ve davranışlardan kaçınmak anlamına geldiği şeklindedir. 1734 Bütün bunlara göre takva kelimesinde korku anlamından ziyade korunma anlamı hâkimdir. Ancak takva kavramı bazı ayetlerde havf (korku) kavramıyla yer değiştirmekte, böylelikle korku bazen takvâ adını almakta bazen de takva korku adını almaktadır. 1735 İzutsu’nun belirttiğine göre takva hiçbir zaman sıradan bir korku değildir. Ama başlangıç açısından bir korku hissidir. Bunu Kur’an’ın takvanın anlamdaşı olarak, normal şartlarda olağan korku için kullanılan haşye ve havf gibi kelimeleri kullanışı kanıtlıyor. 1736 Kur’an’da türevleriyle birlikte iki yüz kırk yedi yerde zikredilen 1737 takva kavramı, Kur’an’da çok önemli bir anahtar kelimedir. Kur’an’da nefis tezkiyesinin üzerine oturduğu temel taşı mevkiini kazanmıştır. Cahiliyye devrinde bu kelime, dinî bir anlam taşımayıp bir çeşit hayvansal içgüdü, korkuya karşı kendini savunma içgüdüsü, 1738 hayvan olsun, insan olsun, canlı varlığın dışarıdan gelecek yıkıcı bir kuvvete karşı kendini savunma davranışı anlamına gelirdi. 1739 Takvadan gelen 1728 Erdoğan, Kur’an ve İnsan Psikolojisi, s. 160. Yazır, Hak Dîni, VI, 540; Ayrıca bk. Bursevî, İsmail Hakkı, Rûhu’l-Beyân, Matbaatu’l-Usmânî, İstanbul, 1306, I, 22. 1730 İsfehânî, el-Müfredât (v-k-y md.), s. 881; Benzer tanımlar için bk. Gazali, İhyâ, IV, 297; Yazır, a.g.e., VI,504,540; Bursevî, a.y.; İlgili hadis için bk. Buhârî, İman, I, 116; Müslim, Musâkât,1599. 1731 Râzî, Tefsîr-i Kebîr, XX, 238; Takvanın çeşitli dereceleri için bk. Bursevî, a.g.e., I, 22; Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, s. 515; Asımgil, İnsanın Varoluş Serüveni, s. 127. 1732 Yazır, a.g.e., VI, 504. 1733 Bk. Atay, Kur’an’a Göre araştırmalar V, s. 98; Ünal, a.g.e., s. 513. 1734 Bk. Demirci, Kur’an’ın Temel Konuları, s. 293. 1735 İsfehânî, a.g.e, s. 881. 1736 İzutsu, Kur’an’da Dinî ve Ahlâkî Kavramlar, s. 260; Bk. Enbiyâ 21/48-49; Nûr 24/52. 1737 Abdulbâkî, el-Mu‘cemü’l-Müfehres (v-k-y md.), s. 925-928. 1738 İzutsu, Kur’an’da Allah ve İnsan, s. 55. 1739 İzutsu, a.g.e., s. 25. 1729 muttakî ise Allah’ı birleyen mümin anlamına gelirdi. 1740 Kur’an’la bu kelime manevî bir anlam kazanmıştır. Celâleyn Tefsiri yazarlarına göre ittikâ: kendinle azap arasına ibadet kalkanını koyarak kendini azaptan (Allah’ın cezasından) korumandır. 1741 Kur’an’da takva kelimesi, hem Mekkî hem de Medenî ayetlerde yer almaktadır. Mekkî ayetlerde müşrikleri, muhatap alan bu kelime, Allah’ın ahiretteki azabından çekinme, sakınma ve korkma manasını ifade ederken, buna karşılık Medeni ayetlerde dindarlık ve Allah’a duyulan derin bir saygı anlamına gelmektedir. 1742 M. Esed’in de belirttiği gibi ittikânın “Allah korkusu”, muttekînin de “Allah’tan korkan” şeklindeki çevirisi, bu ibarenin olumlu içeriğini yani O’nun her zaman her yerde hazır olduğunun farkında olmayı ve kişinin bu farkında oluşun ışığı altında kendi varlığını biçimlendirme arzusunu yeterli biçimde yansıtmaz. 1743 İşte Kur’an’ın yegâne değer olarak kabul ettiği takva 1744 psikolojik anlamda bir korku olmayıp, Allah’a derin bir şekilde saygı duymak, her türlü tutum ve davranışta Allah’ın rızasını esas almak, kısacası sorumluluğun bilincinde olmaktır. 1745 Yüce Allah, Kur’an’da özellikle takva kelimesinin emir kipini kullanarak kendisine saygı gösterilmesini, itaat edilmesini ve inananların sorumluluk bilincini taşımalarını istemektedir. Bu manadaki emir hem Hz. Peygamber’e hem de ümmete yöneliktir. “Ey peygamber! Allah’a karşı sorumluluğunun bilincinde ol, kâfirlere ve münafıklara itaat etme. Muhakkak ki Allah her şeyi bilmekte ve yerli yerinde yapmaktadır.” 1746 Bazı ayetlerde açıkça Hz. Peygamber’e hitap edilirken, bazen de çoğul ifadelerle ümmet muhatap alınmıştır. Ümmete yönelik takva emirleri, dinin bütün emir ve yasakları konusunda müminlerin kendi güçleri oranında titizlik göstermelerini ifade etmektedir. Kur’an, bir taraftan söz konusu nitelikteki emirleri verirken diğer taraftan da bu hususları yerine getiren müminlerin özelliklerini saymaktadır: Takva sahibi müminler, gaybe, hem peygambere indirilene hem peygamberden önce indirilene ve ahirete kesinlikle iman edip namazı dürüst kılarlar, bollukta ve darlıkta Allah rızası için harcama yaparlar, öfkelerine hâkim olurlar, insanları bağışlarlar, iyilik etmeleri sebebiyle Allah’ın sevgisini kazanırlar. Çirkin bir iş yaptıklarında veya kendilerine kötülük ettiklerinde Allah’ı hatırlayıp hemen tevbe ve istiğfarda bulunurlar. Kötülükte bile bile ısrar etmezler. 1747 Kur’an’a göre söz konusu nitelikleri elde eden müminler hem dünyada hem de ahirette ödüllendirilmektedirler. Onların dünyadaki ödülleri, hak ile batılı, iyi ile kötüyü, güzel ile çirkini 1740 İzutsu,a.g.e., s. 299. el-Mahallî, Celâlü’ddîn Muhammed bin Ahmed bin Muhammed es-Suyûtî, Celâlü’ddîn Abdurrahmân bin Ebî Bekr, el-Kur’âni’l-Kerîm bi’r-Resmi’l-Osmânî ve bihâmişihî Tefsîru’lİmâmeyni’l-Celîleyn, Dârubnukesîr, 11.Bsk., Beyrut, 1999/1460, s. 2,4,32; Bk. İzutsu,a.g.e., s.303 1742 İzutsu,a.g.e., s. 298-305; Özsoy-Güler, Konularına Göre Kur’an, s. 397; Demirci, a.g.e., s. 294. 1743 Esed, Kur’an Mesajı, I, 4; Esed’e göre muttakîn kelimesinin “kötülükten sakınan” veya “sorumluluğu konusunda dikkatli olan” şeklindeki çeviri ilâhî sorumluluk bilinci kavramının sadece belirli bir yönünü yansıtır. Kendisi, bu kavramı, Allah’a karşı sorumluluk bilincinde olan diye tercüme etmektedir. Bk. a.y. 1744 Bk. Hucûrât 49/13. 1745 Esed, a.g.e., I, 4; Demirci, a.g.e., s. 295. 1746 Ahzâb 33/1. 1747 Bk. Bakara 2/3; Âli İmrân 3/133-135. 1741 birbirinden ayırt edecek bir yetenek ve bilginin verilmesi, 1748 Allah’ın rahmetinden iki pay 1749 ve ışığında yürüyecekleri bir nur verilmesi, 1750 işlerinin düzeltilip yoluna konulması, 1751 işlerinde kolaylık verilmesi, 1752 göklerin ve yerin bereketinin açılması, 1753 Allah sevgisi, 1754 dostluğu ve Allah’ın beraberliğinin, yardımının kazandırılmasıdır. 1755 Takvânın insana ahirete yönelik kazandırdığı ödüller de, günahlarının örtülüp bağışlanması, 1756 güzel bir gelecek, 1757 güvenli bir makam, kurtuluş 1758 ve her türlü nimetlerle dolu cennetlerdir. 1759 İşte takvânın insana kazandırdığı bu nitelikler insana güvenip dayandığı ilahından aldığı desteği hissettirerek ve de geleceğine güvenle bakmasını sağlayarak insanın psikolojik ruhî gelişimine katkıda bulunmaktadırlar. Ayrıca gayesiz, sorumluluk bilinci taşımayan insanların dünyada yaşadığı mutsuzluklar, perişanlıklar da göz önüne alındığında takvâ bilincinin insana ne denli bir gelişim sağladığı daha iyi anlaşılmaktadır. Fazlurrahman’ın belirttiğine göre, Kur’an’ın tüm ahiret fikri insanın kendisini ahlakî bozulmaya karşı koruma ve benliğini çözülmekten kurtarma anlamlarına gelen takva kavramına dayanır. Bu, bir aşkınlık bilincidir. Eğer insan, davranışlarında, bakışını sürekli aşkın olana yönlendirir bu hayattaki davranışlarını geleceği, yani ahireti, yani aşkın olanı düşünerek yaparsa ve benliğinde gerekli sorumluluk şuurunu oluşturursa takva sahibi olur ve belki hüküm gününe bile gerek kalmaz; çünkü hüküm gününde yapılacak şey insanın hâlihazırdaki davranışlarını değerlendirmek olacaktır; onun için her gün hüküm günüdür. Zaten takva, insanın bu dinî-manevî tecrübeyi bu hayatta yaşaması gerektiğini ifade eder. Kur’an’ın temel hedefi insanda bu derin sorumluluk duygusunu yerleştirmektir. Bu sorumluluk kendi hemcinslerimize, gelecek nesillere ve yaşadığımız çevreye karşı hissedilecektir. 1760 Yüce Allah, Kur’an’da takvâyı insana ilham edilmiş bir özellik olarak zikreder. 1761 Buna göre takvâ insandaki manevi bağışıklık sistemidir. Allah, insanın biyolojik yapısına mikroplara karşı bağışıklık sistemi koyduğu gibi, manevi yapısına da şeytana ve kötülüklere karşı bağışıklık sistemi koymuştur. Bu da takvâdır. 1762 1748 Bk. Bakara 2/282; Enfâl 8/29. Hadîd 57/28; “Allah’ın rahmetinden iki pay vermesi” biri önceki resullere imanın karşılığı, biri de bu resule imanın karşılığı olarak iki nasip vermesi şeklinde açıklanmıştır. Bk. Zamahşerî, Keşşâf, IV, 470; Nesefî, a.g.e., III, 447; Diğer bir yoruma göre iki pay’dan kasıt, Allah’ın rahmetini ikiye katlaması ve sürekli kılmasıdır. Bk. Kutub, Fî Zılâli’l,Kur’ân, IX, 559; Esed, a.g.e., III, 1117. 1750 Hadîd 57/28.; “Allah’ın ışığında yürüyecekleri bir nur vermesi”nden kasıt, bir yoruma göre ,Hadîd 57/12. ayetinde açıklanan ahirette verilen nurdur. Bk. Zamahşerî, a.g.e., IV, 470; Râzî, a.g.e., XXI, 343; Nesefî, a.g.e., III, 447; Diğer yoruma göre ise dünyada hak ile batılı ayırmak için ilim ve basiret verilmesi diye açıklanmıştır. Bk. Mevdudi, Tefhîm, VI, 149; Kutub, a.g.e., IX, 559. 1751 Bk. Ahzâb 33/70-71. 1752 Bk. Talak 65/4. 1753 Bk. A‘râf 7/96. 1754 Bk. Âli İmrân 3/76; Tevbe 9/4, 7. 1755 Bk. Câsiye 45/19; Nahl 16/128. 1756 Bk. Enfâl 8/29. 1757 Bk. Sâd 38/25-28. 1758 Bk. Duhân 44/51,57. 1759 Bk. Ra‘d 13/35;Duhân 44/52-56; Tûr 52/17; Kâlem 68/34; Nebe 78/31-36. 1760 Çiftçi, Fazlurrahman ile İslam’ı Yeniden Düşünmek, s. 220-221. 1761 Bk. Şems 91/8. 1762 Bayraklı, Kur’an’da Değişim, Gelişim ve Kalite Kavramları, s. 145. 1749 İslam’da faziletin ölçüsü Allah’a karşı duyulan takvadır. İnsanın değeri, ancak kendisinde var olan fazilet, güzel ahlak ve sunabildiği iyi fiillerle ölçülür bütün bunları ilâhi takvâ gerçekleştirir. “Muhakkak ki Allah yanında en değerli ve en üstününüz takvaca en üstün olanınızdır.” 1763 Takvâ mefhumu, insanın motivlerine ve reaksiyonlarına hâkim olması, şehvet ve isteklerini kontrol altına almasını içerir. Takva, doğal motivlerin engellemesini içermez, bilakis sadece kontrol altında tutulmalarını ve dinin sınırları dâhilinde doyurulmalarını içerir. Takva kavramı, insanın fiillerinde sürekli hak, adalet, emanet ve doğruluğu gözetmesini, insanlarla güzellikle muamelede bulunmasını, düşmanlık ve zulümden kaçınmasını, insanın kendisinin sorumluluğuna verilen şeyleri en iyi şekilde yerine getirmesini içerir. Çünkü takva sahibi bir insan, bütün işlerinde Allah’ın hoşnutluk ve sevabını kazanmaya yönelmektedir. Bu durum, insanı sürekli şahsiyetini güzelleştirmeye ve işlerini en iyi şekilde yapmak için de gücü ve bilgisini artırmaya yönlendirmektedir. Bu anlamda takvâ; insanı en güzel davranışa, kişilik ve yükselişini sağlamaya, kötü, sapık ve kural dışı davranıştan uzaklaşmaya yönlendiren bir güçtür. Bu durum, insanın arzu ve isteklerini kontrol altına alması için nefsi ile mücâhede etmesini gerektirmektedir. Böylece insan, nefsini kontrol altına alır ve onu yönlendirir. O halde takva, kişiliğin olgunlaşması, kemal ve dengeli olmasını sağlayan nedenlerin başlıcası olup kişiyi, zatıyla insanlığın yüce değerlerine ulaşmasını temin etmektedir. 1764 Kur’an’ın yegâne değer olarak kabul ettiği takvanın korkuyla alakası olmakla beraber psikolojik anlamda sıradan bir korku olmayıp, Allah’a derin bir şekilde saygı duymak, her türlü tutum ve davranışta Allah’ın rızasını esas almak, O’nun her zaman her yerde hazır olduğunun farkında olup bu farkında oluşun ışığı altında kendi varlığını biçimlendirme arzusu içinde olma kısacası Allah’a karşı sorumluluğun bilincinde olmaktır. Allah’a karşı sorumluluk bilinci, kullara karşı sorumluluk bilincini ve dolayısıyla iyi ilişkiler kurmayı gerektirir. Kur’an’ın temel hedefi de insanda bu derin sorumluluk duygusunu yerleştirmektir. Takvâ kelimesinde korku anlamından ziyade korunma anlamı vardır. Takva mefhumu, insanın kendisinin sorumluluğuna verilen şeyleri en iyi şekilde yerine getirmesini de içerir. Bu durum, insanı sürekli şahsiyetini güzelleştirmeye ve işlerini en iyi şekilde yapmak için de gücü ve bilgisini artırmaya yönlendirmektedir. Takva, kişiliğin olgunlaşmasını, kemal ve dengeli olmasını sağlayan etkenlerin başında gelmektedir. 3. İbadetler Sözlükte “boyun eğme, alçak gönüllülük, itaat, kulluk, tapma, tapınma” 1765 anlamlarına gelen ibadet, “insanları kendi kendilerinin olmaktan çıkarıp toplum içinde, toplum denilen bütünden ayırmaksızın ayrı ayrı, teker teker fertler halinde devamlı olarak eğitip yetiştiren ve böylece onları toplum menfaatlerine yönelten, toplum hizmetine hazırlayan fakat şekil ve görünüş itibariyle birbirine benzemeyen hareket ve faaliyetler bütünüdür.” 1766 İbadet, Allah’a yakınlık ve şeriatın emrine uyma gayesiyle insandan sâdır olan, bedenin 1763 Hucurât 49/13. Bk. Necati, Kur’an ve Psikoloji, s. 244-245. 1765 TDVİA (İbadet md.), IXX, 233. 1766 Daryal, Murat, Dinî Hayatın Psiko-Sosyal Temelleri, MÜİFAV Y., İstanbul, 1999, s. 66. 1764 arzularına kendi isteğiyle karşı koyarak yapılan bir iştir. Zira Allah’a yakınlık kastedilmezse o ibadet olmaz sadece gösteriş olur. Allah’a yakınlık niyeti olsa da şeriatın koymadığı bir şekilde, kendi istediği gibi yerine getirirse bu da ibadet olmaz. 1767 İsfehânî’nin belirttiğine göre ibadet ikiye ayrılır. Birincisi, teshîr ibadeti, insan hayvan ve bitki gibi her varlığın tabi olduğu yasa, bir anlamda zorunlu ibadet, 1768 diğeri de akıl sahibi varlıklara özgü olan, onlara emredilen iradeye bağlı ibadettir. 1769 İradeye bağlı ibadet ise akıl sahibi varlığın hür iradesiyle yapması istenen, bu sebeple de sorumluluğa, mükâfat veya cezaya konu olan kulluk şeklidir. İnsan bu çeşit ibadetiyle diğer canlılardan ayrılır. 1770 İnsan ruhunun bütünlüğüyle etkilendiği mutlak bir korku ve ümit etkenine karşı duyduğu ilgi, fıtrattaki ma‘bûd ve ibadet fikrinin kaynağıdır ki bütün görev duygusu bunda toplanır. Ve her şahsın ahlakî yaratılışı, geleceği, saadeti, bahtsızlığı bundaki ciddiyet ile orantılıdır ve insan, bu duygusunu neye bağlarsa ma‘bûdu odur. 1771 Esasen din duygusu gibi, belki de onun doğal bir gereği olan ibadet ihtiyacı da fıtrî ve doğaldır. 1772 İnsan fıtratında ibadet, ruha hâkim en yüksek muhabbet ile en yüksek korkunun bir araya gelmesinden ve çarpışmasından çıkan korku ve ümit şimşeği içinde, sevgi neşesiyle ümit zevkinin üstünlüğünü görmek için genel, büyük bir acizlikten, mutlak kudrete yükselmek maksadıyla yapılan itaatkârâne bir fiildir ki hem dış ve hem içte nihai bir eğilme ve nihai bir saygıyı içine alır ve hak oluşu oranında kalbe rahat, huzur ve dinginlik verir. İbadet ederken âlemden ve bütün benliğinden sıyrılarak mabuduna öyle tam bir edep, terbiye ve öyle mükemmel bir saygı ile boyun eğer ve itaat eder ki, saygının büyüklüğüne aykırı bildiği küçücük bir hareketten bile kaçınır. Bunun için kibir ve riya ile birleşmez. Hakkıyla ibadet, mutlak bir acizlik ile tam bir kudretin ve ululuğun, korkular içinde titreyen emel ile istekleri gerçekleştiren Allah’la buluşma ve kavuşmanın bir tecellisidir. Acizliğini hissetmeyip büyüklük taslayanlar, hiçbir korku yokmuş gibi görünen gafil iyimserler, hiçbir ümit beslemeyen ümitsiz kötümserler, bu şereften mahrumdurlar. 1773 İbadet bir itaat davranışı olup, ibadet ve dinî uygulamalar vasıtasıyla inançlı insan, kendi psikolojik tabiatının ve gündelik şuurunun normal işleyiş düzeninin dışına çıkarak, üstün bir varlık tarzına ve yaşama modeline yükselmektedir. Çünkü ibadet, onu yerine getiren kişiye nazaran kendi bağımsız varlığına sahiptir. Bu bakımdan ibadet psikolojiye indirgenemez ve psikoloji tarafından da izah edilemez. Ancak ibadetin insan üzerindeki etkileri incelenebilir.1774 Kur’an’da başta namaz, ardından zekât, hac ve oruç olmak üzere temel ibadetler sıkça hatırlatılıp emredilir. Ancak bu atıf ve emirler ibadetlerin eda şekli ve ayrıntılarından çok o ibadetin mahiyetini, öz ve amacını konu edinen genel ve mücmel ifadeler şeklindedir. 1775 “Ve sana ölüm 1767 İsfehânî, İnsan, s. 161. Bk. Ra‘d 13/15; Hacc 22/18; Rahmân 55/6. 1769 İsfehânî, el-Müfredât (s-c-d, a-b-d md.leri), s. 396, 542. ; İsfehânî ibadeti ilim ve amel yönünden “ilim ve amel” diye ikiye ayırır. Bk. İsfehânî, İnsan, s. 163-169. 1770 Bk. TDVİA (İbadet md.), IXX, 233; Kutub, İnsan Psikolojisi, s. 276-277. 1771 Yazır, Hak Dîni, I, 106. 1772 İlmihal İman ve İbadetler, TDVİSAM, I, 217. 1773 Yazır, a.g.e., I, 108; İbadet hakkında geniş bilgi için bk. a.g.e., I, 106-114. 1774 Hökelekli, Din Psikolojisi, s. 234. 1775 TDVİA (İbadet md.), IXX, 241. 1768 gelinceye kadar Rabbine ibadet et.” 1776 ayeti Peygamber ve dolayısıyla her ferde, ölünceye dek Allah’a kulluğu emrettiği gibi, “(Ey Muhammed!) Ehline namaz kılmalarını emret, kendin de ona sabırla devam et. Biz senden bir rızk istemiyoruz. Seni biz rızklandırırız. Güzel akıbet takva sahiplerinindir.” 1777 ayeti de aile bireylerini de ibadete alıştırmayı ve ibadetin rızk kazanmaktan da önemli olduğunu vurguluyor. Çünkü rızk, bedenin gıdasıdır. İbadet ise ruhun gıdasıdır. Bedenin ömrü geçicidir. Ruhun ömrü süreklidir. Bedenini beslemeyen sadece kısa ömrünü kaybeder. Ama ruhunu beslemeyen, ebedi mutluluğunu kaybeder. Bundan dolayı ruhun gıdası olan ibadet, bedenin gıdası olan rızktan önde tutulmuştur. 1778 Kur’an’da emredilen ibadetler, kendi başlarına birer gaye değil; insanı “insan-ı kamil” çapında olgun bir insan yapmak için birer araç konumundadır. İbadetleri başlı başına bir gaye olarak görüp, ahlakî yaşantıyı ihmal etmeye, ahlakî yanılgı adı verilmektedir. 1779 Yüce Allah, ibadet vazifesini kullarına kendisi için kendi hizmetinde istihdam etmek için veya eziyet için 1780 yüklemedi. Çünkü O, âlemlerden müstağnidir. Bilakis onları nefislerini terbiye ederek nefsanî pislik ve hastalıklardan kurtulmaları ve böylece ebedi hayatı ve ebedi kurtuluşu elde etmeleri için emretti. 1781 İbadetlerin yegâne gaye ve hedefi, fertleri ayrı ayrı eğitip toplum menfaatine yönelterek cemiyet içinde rahat ve huzuru sağlamak suretiyle cemiyeti kalkındırmaktır. 1782 İbadetler kaldırılamayacak bir yükün altına girmek olmayıp aksine ibadetler, Allah’ın bizden yapmamızı istediği vazifeleri yerine getirebilme gücünü bulmamızı, kişinin ve toplumun istikamet üzere dengeli bir hayat sürmelerini sağlamakta ve her türlü yan çizmelere karşı koruyucu zırh görevini görmektedirler. 1783 Genel olarak ibadetler, insanın Allah’la, kendi kendisiyle, diğer insan ve yaratıklarla ilişkisini düzenleyici bir sistem olarak anlam kazanmaktadır. İslamî ibadetlerin her biri, kişiliğin belli yönlerinin gelişip olgunlaşmasını hedef alan ve biri diğerini tamamlayan tam bir eğitim programı olarak anlaşılabilir. İbadetler vasıtasıyla gerçekleştirilen iç disiplin, insanî arzular üzerine kurulan denetim, dikkatin yoğunlaşması ve kendine hâkimiyetin artması sonucu otomasyondan uzaklaşma, mücadele, katlanma ve dayanma gücünün artışı, kötü eğilim ve alışkanlıklardan uzaklaşma gibi davranış özellikleri, ruh sağlığının önemli şartları arasında yer alırlar. Ruhî dengelilik ve kişilik bütünleşmesi, bu davranış özelliklerinin yerleşmesi ölçüsünde gelişip tamamlanır. Mümin, Allah’a karşı görevlerini yerine getirmiş olmanın iç huzuru ve güvenliği içerisinde, gelecekle ilgili korku ve kaygılarından arınır. Böylece ibadetler sağlığı koruyucu ve tedavi edici unsurlar içermeleri itibariyle de kişiliği destekleyici ve güçlendirici sistemler olarak etkide bulunurlar. 1784 1776 Hicr 15/99. Tâhâ 20/132. 1778 Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, IX, 55. 1779 Kılıç, İnsan ve Ahlak, s. 46; Ayrıca bk. Garaudy, İslam ve İnsanlığın Geleceği, s. 22. 1780 Bk. Bakara 2/185. 1781 İsfehânî, İnsan, s. 171. 1782 Daryal, Dinî Hayatın Psiko-Sosyal Temelleri, s. 71. 1783 Bk. Garaudy, a.g.e., s. 22; Düzenli, Yaşar, Kur’an Işığında Evrensel Dengeler ve İnsan, MÜİFAV Y., İstanbul, 2000, s. 142-144. 1784 Hökelekli, Din Psikolojisi, s. 249. 1777 Hayatta iken görevini yapanlar ve bundan dolayı da kendilerine güvenenler, ölümden diğerlerinin korktuğu gibi korkmazlar, hatta ölümü büyük bir tevekkülle beklerler. İbadetin sonsuzluğa açılan kapının önünde ve öncesinde insana verdiği bu güveni ibadetten başka hiç bir şey sağlayamaz. “Onlara ne bir korku ne de mahzun olma (üzülme) vardır.” 1785 ayetinin ilk tecellisi de belki buradan başlamaktadır. 1786 İbadet sayesinde Allah’a yönelerek, içimizdeki psikolojik patlamalara zemin oluşturan suçluluk komplekslerinden kurtulma imkânını buluruz. Nice somatik (bedeni) hastalıklar vardır ki, onların kaynağı psikolojiktir. Mesela, üzüntü ve keder sebebiyle birtakım kimseler şeker, ülser vs. gibi hastalıklara düşmektedirler. Hâlbuki dua ve ibadetlerle üzüntülerin yıpratıcı tesirlerine karşı bir direnç, irade gücü, manevi bir rahatlık ve teselli bulmak mümkündür. Pek çok ruh hastalıklarında da, hastanın rahatsızlığının sebebi, ruhî ihtiyaçlarını ihmal etmiş olmasıdır. 1787 İbadet, insanlar arası ilişkilerde kişilerin birbirlerini tanımalarını, birbirilerine güvenmelerini, dinî bir toplumun sağlıklı bir yapıya kavuşmasını sağlayan, 1788 dindar kişinin samimiyet derecesini ortaya koyan bir davranıştır. İbadetler hem psikolojik, hem de sosyal uyuma katkıda bulunarak şahsiyetin gelişmesine ve bütünleşmesine yardımcı olurlar. Şuurlu yapılan ibadet, şahsiyetin gerek içe ve gerekse dışa dönük yönünün gelişmesine yardımcı olduğu gibi söz-davranış bütünlüğünü de sağlar. 1789 Namaz, oruç ve hac, toplum içinde bireyin varlığına yer verip onu eritmeden bireylerin hem birey olarak hem de toplum içinde, kişilik, benlik bilincini diğer insanlarla ilişki içinde geliştirmektedirler. 1790 İbadet kavramı, Kur’an’da en çok kullanılan kavramlardan biridir. Kur’an’da isim, fiil ve mastar şeklinde iki yüz elli altı defa geçmektedir. 1791 Genel olarak “Allah’a ibadeti” ve “Allah’tan başka varlıklara ibadeti” ifade etmekte kullanılmaktadır. Sadece Allah’a ibadet emredilirken O’na ortak koşmak ve O’ndan başkalarına ibadet etmek şiddetle yasaklanmıştır. Allah’a ibadetten bahseden ayetlerdeki ibadet kavramı genel olarak tevhid, itaat, dua, tesbîh, secde, Allah’ı bilmek ve O’na boyun eğmek, iman etmek ve salih amel işlemek anlamlarını ifade eder. 1792 Kur’an’da ibadet, karşılıklı aşk ve saygı ilişkisidir. Bu ilişkide taraflardan ikisi de aktiftir. Allah, kulunun ibadet alakası içinde bütün faaliyet ve yakarışlarına karşılık vermektedir. 1793 Bu demektir ki, Kur’an, ibadet olayında kulun benliğinin inkârını, hiçliğini değil, tam aksine, ortaya konmasını ve güçlenmesini istiyor. 1794 Yaratanla yaratılanın diyalogu, Kur’an’ın ifadesiyle konuşması (tekellüm) yukarıdan aşağı, yani Allah’tan insana doğru olan şekliyle vahiy halinde tecelli ediyor. Diyalogu aşağıdan yukarı, 1785 Bakara 2/62, 112; Mâide 5/69; En‘âm 6/48; A‘râf 7/35. Kırca, Kur’an ve İnsan, s. 226. 1787 Şentürk, “İbadetin Mahiyeti ve Şahsiyet Gelişimindeki Fonksiyonu”, s. 12. 1788 Taplamacıoğlu, Din Sosyolojisi, s. 191-192; Şentürk, a.g.m., s. 15. 1789 Şentürk, a.g.m., s. 14-15. 1790 Atay, Kur’an’a Göre Araştırmalar V, s. 105. 1791 Bk. Abdulbâkî, el-Mu‘cemü’l-Müfehres (a-b-d md.), s. 560-565. 1792 Geniş bilgi için bk. Karagöz, Kur’an’a Göre İnsana Verilen Değer ve Görev, s. 74-98. 1793 Örnek olarak bk. Bakara 2/152, 186; Ğâfir 40/60. 1794 Bk. Öztürk, Kur’an’ın Temel Kavramları, s. 215-216. 1786 mikrodan makroya, bir başka deyimle insandan Allah’a doğru düşündüğümüzde, karşımıza ibadet veya dua diye andığımız faaliyet çıkıyor. 1795 Kur’an, ibadetleri öylesine hayranlık verici bir biçimde düzenlemiştir ki, her ibadet iç içe daireler halinde bireysel, toplumsal ve evrensel yararlar doğurur. Ve bunların hepsi aynı anda doğar. Yani, birini elde etmek için ötekinin harcanmasına gerek yoktur. Fakat mü’minin gayesi, mabudu olan Allah’ı yüceltmek ve onunla bütünleşmektir. Diğer nimet ve bereketler, zaten kendiliğinden doğacaktır. İnsana düşen, iç dünyasında onları esas gaye haline getirmemektir. Böyle yapılmaz, ikincil noktalar gaye haline getirilirse, beklenebilecek bütün sonuçlar yok olur. 1796 Kur’an, ibadetlerin bir kurtuluş garantisi değil bir kurtuluş ümidi yarattığına dikkat çekerek insanı Allah karşısında kafa tutar bir tavra girmemek hususunda uyarmaktadır. 1797 Allah, ibadetleri insanlar büyüklük taslasınlar diye değil, bununla alçak gönüllü olsunlar, rahmetini kazansınlar ve sonra kalpleri merhamet ile dolu olduğu halde sevgi ve güzel davranışlar ile diğer insanlarla iletişim kursunlar, onlara iyilikle muamele etsinler diye farz kılmıştır. “Onlar ki, verdiklerini, Rablerine dönecekleri için kalpleri ürpererek verirler.” 1798 Düzenli olarak belirli vakitlerde namaz, oruç, zekât ve hac gibi farz olan ibadetleri yerine getirme, hayatın zorluklarına karşı insanı dayanıklı ve sabırlı yapmayı, insanı disipline edip düzene sokmayı, sınıflar arasındaki farklılığı belli bir düzeye getirerek, sosyal hayatın ahenkli bir şekilde işlemesini sağladığı gibi, 1799 Rabbinin kendisini gizli veya aşikâr kontrol ettiğini bilmeyi, samimi bir kullukla bütünüyle O’na yönelmeyi, arzu ve isteklerine hâkim olmayı, insanları sevmeyi, onları kendine tercih etmeyi öğreterek akıl ve ruh eğitimini de sağlamaktadır. 1800 Bu teşrî hükümlerden bir kısmı her gün, bir kısmı her hafta, bir kısmı da her yıl tekrar edilir. Fakat hepsinin hedefi birdir: İnsanı Rabbine ve kardeşi insana bağlamak. 1801 İbadetlerle oluşan, Allah’ın huzurunda bulunma hissi ve günlük meşgalelerine rağmen Allah’ı hatırda bulundurma, kişiyi vicdan muhasebesine çağırır. Müminleri günahlardan, çirkefliklerden alıkor. İnsanları ahlaken yükseltir, iradeyi kuvvetlendirir, karakteri sağlamlaştırır. İbadetler, insanı dış dünyanın karmaşasından, kompleks yaşantılardan uzaklaştırarak kişinin vicdanıyla baş başa kalmasını ve bilincin bir ölçüde içe dönmesini ve böylece bir toparlanma ve iç sükûnu sağlarlar. 1802 Kur’an’ın imanla, ibadetle ilgili emir, yasak ve tavsiyeleri ile sosyal ve hukuki prensipleri ayrılmaz bir bütünlük arz eder. Yapılan ibadetler yalnızca yaratıcı-kul münasebeti olmakla kalmaz, 1795 İzutsu, Kur’an’da Allah ve İnsan, s. 185; Öztürk, a.g.e., s. 216; Ayrıca bk. Kasapoğlu, Abdurrahman, Kur’an’da İbadet Psikolojisi, İzci Y., 1. Bsk., İstanbul, 1997, s. 21. 1796 Öztürk, a.g.e., s. 217. 1797 Bk. Bakara 2/21; Yazır, Hak Dîni, I, 229-230; Öztürk, a.g.e., s. 219. 1798 Mü’minûn 23/60. 1799 Saka, Yabancılaşma Karşısında Kur’an, s. 167. 1800 Bk. Muslihiddin, Muhammed, İslam ve Sosyoloji, Trc. Sami Şener, Akabe y., İstanbul, 1987, s. 83; Necati, Kur’an ve Psikoloji, s. 246; Zeydan, İslam Davetçilerine, s. 61. 1801 Hadîdî, Mucahid Muhammed, Menhecü’l-Kur’ân ve’s-Sünne fi’l-‘Alâkâti’l-İnsâniyye, 1.Bsk., Mısır, 1978, s. 160; Bk. Buhari, Îmân, 6-9. 1802 Bk. Erdoğan, Kur’an ve İnsan Psikolojisi, s. 174-176. aynı zamanda sosyal, ahlakî ve hukuki yapı ile ilgili görevlerin yerine getirilmesinde de müessir olur. Mesela, namaz ibadeti, kulun yaratana karşı yalnızca bir kulluk ve bağlılık ifadesi değil, Ankebût sûresinin 45. ayetinde ifadesini bulan “Muhakkak ki namaz hayâsızlıktan ve fenalıktan alıkor.” ilâhî emri, namazın menettiği hayâsızlık ve kötülükler, aynı zamanda bütün hukuk sistemlerinin kaldırmayı amaçladığı, önlemeye çalıştığı işlerdir. Bu örnek, İslam’daki ferdi bir ibadetin dahi, toplumdaki kötülükleri kaldırmaya yönelik ve adaletin gerçekleşmesinde yardımcı olduğunun bir delilidir. Bunun gibi, İslam’daki bütün ibadetler, şahıslar arası ayrıcalık tanımayan, herkese eşit olarak aynı sorumlulukları yükleyen mükellefiyetler durumundadır. 1803 İbadetini insana gerekli etkiyi sağlaması için ihsan 1804 derecesinde yapılması gerekir. Hz. Peygamber meşhur iman hadisinde ihsanı şöyle tanımlar: “İhsan, Allah’ı görüyormuşçasına O’na ibadet etmendir. Her ne kadar sen O’nu görmüyorsan da O seni görmektedir.” 1805 Bu, olmayan bir gücü hayal etmek değil, kâim olan bir varlığı hissetmek ve hakkını idrak etmektir. 1806 İbadet, insanda fıtrî olarak mevcut bulunan arzu ve isteklerin, hayvansal tarafındaki şiddetini kırarak onu insan olmanın ahlakî yüceliğine eriştirmektedir. Bundan dolayıdır ki, ahlakın yükselmesi ve ruhun yücelmesine hizmet etmeyen bir ibadet, şuursuzca icra edilmiş bir takım hareketlerden ibarettir ki, bunların Allah katında hiçbir değeri yoktur. İnsanlarda fıtrî olarak var olan ibadet, Allah’ın emrine uygun bir tarzda yapıldığı zaman, insanın imanına kuvvet kazandırmaktadır. Çünkü vicdanî bir hareket olan iman, ibadetle beslenmezse zamanla etkisi kaybolup gider ve izleri kalpten silinip yok olabilir. İbadet ayrıca insanları maddiyata çakılıp kalmaktan kurtarıp, onların manevi haz ve lezzetleri tatmasını da temin etmektedir. 1807 İbadetlerin insana sağladığı olumlu etkileri, ibadetlerin teşrî kılınmasında ikinci dereceden önemlidir. Bu ibadetlerin yerine getirilmesinin asıl gayesi Allah’ın hakkına vefa göstermek, emirlerine boyun eğmek ve Yüce Allah’ın zatına olan mutlak bağlılığın ilan edilmesidir. 1808 İbadetler, Allah’a giden yolun vasıtalarıdır. Neticede Kur’an’ın emrettiği ibadetler fertlerin eğitiminde özellikle akıl ve ruh eğitiminde önemli bir yere sahiptirler. Müminleri günahlardan, çirkefliklerden alıkoyma, iradeyi kuvvetlendirme, karakteri sağlamlaştırma, ruha metanet, sükûnet, huzur ve tatmin sağlama, sıkıntı ve stresi kaldırma vb. pratik faydalar sağlayarak fert ve toplumun düzelmesine, psikolojik ve ahlaken yücelmeye önemli katkıda buluna-rak dünya ve ahiret saadetine ulaştırırlar. İbadetlerin asıl gayesi de Allah’a giden yolda insana katkı sağlamak ve O’na karşı sorumluluk bilincini oluşturmaktır. 1803 Cerrahoğlu, İsmail,“Kur’an-ı Kerim’in Öngördüğü Adalet Esasları”, Diyanet Üç Aylık İlmi Dergi, Nisan-Mayıs-Haziran, S. 2, C. 29, 1993, s. 23; Ayrıca bk. Zeydan, İslam Davetçilerine, s. 61-63. 1804 İhsân, güzellemek, güzel yapmak, yani zatında ve Allah katında güzel olan bir ameli layık olduğu şekilde gereği gibi yapıp, o amelin kendi zatında güzelliğini, vasıflarının ve niteliklerinin güzelliğiyle süslemek demektir. Yazır, Hak Dîni, I, 377. 1805 Müsned, IV, 129, 164; Yazır, a.y. 1806 Gazali, M., İslam’ın Manevi Boyutu, s. 65; İhsân hakkında geniş bilgi için bk. a.g.e., s. 65-91. 1807 Demirci, Kur’an’ın Temel Kavramları, s. 215. 1808 Gazali, M., İslam’ın Manevi Boyutu, s. 104. a. Namaz Namaz, Farsça bir kelime olup Kur’an’da ise salât diye isimlendirilir. Salât, kelime anlamıyla birine iyilikler dilemek, 1809 dua, tebrik, övgü, yüceltme anlamlarına gelmektedir. Salât (namaz), kökü dua olan özel bir ibadettir. Bu ibadetin bu adla anılışı, bir şeyin muhtevasının bir kısmıyla anılışı gibidir. 1810 Namaza tekabül eden es-salât ifadesi, kendisinde insanla Rabbi arasında bir sıla (ilişki) olduğuna işaret etmektedir. 1811 Ayrıca namaz, insanın Allah’a doğru yolculuğunun bir sembolüdür. Salât, Allah’tan kula rahmet, 1812 kuldan Allah’a dua, 1813 Allah’tan Müslümanlara tezkiye (arındırma), 1814 kullardan kullara ve meleklerden kullara dua ve istiğfar, 1815 ümmetten Hz. Peygamber’e salât ve selâm getirmek, 1816 ilticâ ve nihayet Peygamberimizden ümmete bir şefaat olarak fonksiyon icra ediyor. 1817 Kur’an’da salât lafzı münafıklarla ilgili olarak geçtiği yerler hariç, 1818 Allah’ın teşvik edip övdüğü her yerde ikâme (dosdoğru yapmak) lafzıyla beraber geçer. Zira ikâme lafzı sadece şekil olarak yapmayı değil hakkıyla yapmayı ve şartlarını tam yapmayı ifade eder. Bunun için şöyle denmiştir: “Musallîn (namaz kılanlar) çoktur, ama mukîmîn (onu hakkıyla yapanlar) azdır.” 1819 Türevleriyle birlikte Kur’an’da doksan sekiz yerde geçen namaz, 1820 ibadetlerin en önemlisi, insanlar arasında en meşhuru ve insanlığa en faydalısıdır. İşte bu yüzden Yüce Allah, onu dinin en büyük nişanesi kılmıştır ve daha önceki şeriatlarda da emretmiştir. 1821 Namaz, saadet için gerekli olan sıfatlardan temizlik ve huşû‘u bünyesinde toplar. Ruhu melekût âlemine yükseltir. Namazı her şeyiyle tam kılan, rahmet deryasına dalar ve Allah, onun hatalarını affeder. Namaz, İslam’ın en büyük nişane ve alametlerindendir ve yüzün Allah’a döndürülmesi, O’na teslim olunması anlamında İslam’ı gerçekleştiren tek ibadet şeklidir. Dolayısıyla namazdan nasibi olmayan kimsenin, İslam’la fazla ilgisi yok demektir. 1822 Namaz, insanı vasıtasız olarak Allah’ın huzuruna kabulünü sağlar. Yoksa namaz, bir gaye olmayıp bir araçtır, eğitim sistemidir. İnsanın kendisini kâinatın yaratıcısı Allah’ın huzurunda olduğunun bilincine varması, Kur’an’ın insana verdiği üstün dereceyi gösterir. Her ibadet gibi namazın konusu ve unsurları da insan kişiliğini geliştirici, şekillendirici, yönlendirici ve kişilik bütünlüğü sağlayan bir özelliğe sahiptir. Olgun bir kişiliğin gelişip ortaya 1809 İzutsu, Kur’an’da Allah ve İnsan, s.187; İzutsu’nun belirttiğine göre salât, Kur’an’dan önceki literatürde de bu anlamda kullanılırdı. 1810 İsfehânî, el-Müfredât (s-l-y md.), s. 490-491. 1811 Necati, Kur’an ve Psikoloji, s. 247. 1812 Bakara 2/157. 1813 Yazır, Hak Dîni,VI, 96; Öztürk, a.g.e., s. 457. 1814 İsfehânî, a.g.e., s. 491; Bk. Bakara 2/157. 1815 İsfehânî, a.g.e., s. 491; Yazır, a.g.e.,VI, 96; Öztürk, a.g.e., s. 457; Bk. Ahzâb 33/43. 1816 Râzî, Tefsîr-i Kebîr, XVIII, 290; Yazır, a.g.e.,VI, 105; Bk. Ahzâb 33/56; Bir yoruma göre hiç incitmeyerek teslim olmak, boyun eğmek. Bk. Yazır, a.y. 1817 Öztürk, a.g.e., s. 457; Tevbe 9/103 ayetinde Hz. Peygamber’e ümmeti için salât (dua) etmesi emrediliyor. Bu açıdan salât, Peygamber’den müminlere dua olarak fonksiyon icra ediyor. 1818 Bk. Tevbe 9/54; Mâ‘ûn 107/4-5. 1819 İsfehânî, a.g.e., s. 491-492. 1820 Bk. Abdulbâkî, el-Mu‘cemü’l-Müfehres (s-l-y md.), s. 524-525. 1821 Önceki peygamberlere namazın emredildiğini belirten ayetler için bk. Bakara 2/83; Yûnus 10/87; Hûd 11/87; İbrâhîm 14/37,40; Meryem 19/31,55; Tâhâ 20/14; Enbiyâ 21/72-73; Lokmân 31/17. 1822 Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa, I, 528-531. çıkmasında namazın oynadığı rol yadsınamaz. 1823 Namaz, şahsın kapasitesine bağlı nasip yanında her insanın asgari seviyede elde edeceği bir nasip de sunmaktadır. Namaz sayesinde, sonsuzdan nasiplenme, namazdaki niyet ve konsantrasyonun kalitesi ve çapıyla orantılıdır. Bu konsantrasyon gerçeği namazda huşû ile alakalıdır. 1824 Zira namaz, insanı yüce Allah’ın huzurunda duyduğu derin huşû‘un şekil bakımından ifadesidir. En mükemmel ifadesini Kur’an’ın ilk sûresi olan Fatihada bulan namaz ibadeti, her şey gibi insanın da Allah karşısında bağımlılığını idrak etmesidir. Namaz, her türlü yeterlik iddiasının, yani her şeyi sırf insan gücü ve sırf insan bilgisiyle sınırlandırma gururunun ve kendi kendine yeterlik iddiasının boşluğunu gösterir. 1825 Namaz, diğer insanlara karşı ödevlerini de hatırlamaktır. Namaz kibir ve gururu kırarken aynı zamanda insanın hürriyet ruhuna yücelik verir. Bunun için namaz, mümin miracıdır. Yani onu insanlığın aşağı mertebesinden Allah’ın birlik arşına çıkartan bir merdivendir. Namazda bütün bir insan hayatının şekil ve mertebeleri yer almaktadır. Allah’ın huzurunda olmak, hazırlanmak, düşünmek, istemek, defalarca kalkmak, bükülmek, düşmek, rahat edip oturmak, nihayet selam ve selametle işini bitirmek. İnsanı bütün hayatın kademelerinden geçirterek, varlığın sırlarını, Dünya ve Ahireti düşündürerek Yüce Allah’a kavuşturur ve büyük bir iman ve sevap ile yine âleme döndürür. 1826 Namazın her gün birkaç kez sonsuza yönelten imkânlarından biri de, kişiyi hayatın prensipler kaynağı olan Kur’an’la doğrudan diyaloga sokmasıdır. Bu sayede kişi bencil duygularının ve çıkar dürtüsünün önüne geçmiş olur. 1827 Namazla günde beş kez Allah’ın huzuruna çıkmakla insan başıboşluktan kurtulur ki bu hal kişinin karakteri ve yaşam tarzının şekillenmesinde önemli bir işleve sahiptir. 1828 Her gün Yüce Allah ile kurulan manevi irtibat ve diyalog insanın akli ve ruhî melekelerinin gelişmesinde önemli rol oynamaktadır. Günde en az kırk defa bilinçli olarak tekrarlanan “Yalnız sana kulluk eder ve yalnız senden yardım bekleriz.” 1829 ayetiyle Allah’a olan bağlılık teyit edilmekte, canlı ve diri tutulmaktadır. Yirmi dört saatlik bir zaman dilimi içinde insan ruhunun belli aralıklarla ilâhî haz ve heyecanla dolması ve bu hareketin periyodik olarak devam etmesi, insanı eğitip yücelten en büyük faktörlerin başında gelmektedir. Ayrıca namaz öncesi alınan abdestin maddi temizliğinin yanında manevi bir hazırlığa vesile olması, insan ruhunu zenginleştiren ve olgunlaştıran büyük bir etkendir. 1830 Namazdan önceki abdest ve gusül gibi temizlikler, ülfet, muhabbet ve yakınlaşmaya sevk eden önemli etkenlerdendir. Temiz insan görünümüyle sevilir ve ondan kimse nefret etmez, tiksinmez. Bunun için temizlik imanın yarısıdır. 1831 Temizlik, insanın kemâl haline ulaşabilmesi için geçmesi gereken bir kapıdır. Temizliğin nefsin ihsân derecesine ulaşabilmesinde büyük etkisi vardır. 1823 Bk. Kasapoğlu, Kur’an’da İbadet Psikolojisi, s. 21-23; Zeyveli, Hikmet, “Kur’an’ın Öngördüğü Toplum Modeli”, 1. Kur’an Haftası Kur’an Sempozyumu, Fecr Y., Ankara, 1995, s. 349. 1824 Bk. Mü’minûn 23/2; Öztürk, a.g.e., s. 457-459. 1825 Bk. Alak 96/6-7; Garaudy, İslam ve İnsanlığın Geleceği, s. 21. 1826 Yazır, Hak Dîni, I, 173-174. 1827 Bk. Hûd 11/87; Nûr 24/37. 1828 Bk. Kılıç, İnsan ve Ahlak, s. 22; Erdoğan, Kur’an ve İnsan Psikolojisi, s. 179. 1829 Fâtiha 1/5. 1830 Saka, Yabancılaşma Karşısında Kur’an, s. 167-168. 1831 Hadîdî, Menhecü’l-Kur’ân ve’s-Sünne fi’l-‘Alâkâti’l-İnsâniyye, s. 164. Temizlik sayesinde nefiste melekî bir nur yerleşir. Bütün bunların ötesinde temizlik, tabiatın akla boyun eğmesini sağlayacak bir alıştırmadır. 1832 Namaz için alınan abdest, sadece kir ve pislikten bedeni temizlemek değildir. O aynı şekilde, nefsi de kir ve pislikten bir temizlemedir. Abdest alınması lazım geldiği gibi alındığında bu, mümine, bedenî temizlik ve ruhsal temizliği beraber algılatarak, hata ve günahların pisliğinden temizlendiğini hissettirmektedir. Ayrıca günlük belirli periyotlar halinde bir eylem olmak üzere beş sefer suyla yıkanma, adalelerin rahatlamasına yardımcı olduğu, bedensel ve ruhsal gerginliğin şiddetini hafiflettiği bilinmektedir. Bundan dolayı Hz. Peygamber, öfke anında abdest almayı tavsiye etmiştir. 1833 Namazdaki söz ve hareketler, kişinin dinî tecrübe ve davranışlarını sınırlandıran bir kalıp ve çerçevedirler. Mümin kişinin dinî şuuru bu kalıp içerisinde, onun sınırladığı algı modeli ve telkin ettiği manalar çerçevesinde şekillenir. Kişinin niyeti, ruhî halleri ve algılama imkânları bu kalıbın gerektirdiği manaya uygun düşmesi ölçüsünde, namazın psikolojik etkinliği de artmış olacaktır. 1834 “Şu namaz kılanların vay haline ki, onlar kıldıkları namazın manasından uzaktırlar” 1835 anlamındaki ayet, ibadetteki bu şekil ve mana bütünlüğüne dikkat çeker. Kulun saygı göstermek amacıyla yapacağı fiillerden biri, Allah’ın huzuruna niyazla durması, yönünü ve gönlünü O’na çevirmesidir. Bundan daha üstünü, kendi zelilliğini, Rabbinin de izzetini bütün benliğinde hissetmesi ve bunun bir göstergesi olarak başını öne eğmesidir. Zira bütün insanlarda ve hayvanlarda başın yukarı dikilmesi, fıtrî olarak azgınlık ve büyüklenme emaresi, boynun bükülmesi de huşû ve teslimiyet belirtisi olmaktadır. 1836 Aynı zamanda bu hareket benliği ve şuuru en yüksek derecede yoğunlaştırır. 1837 Bundan daha ilerisi, kişinin en şerefli ve duyuları-nın hepsinin bir arada bulunduğu uzvu olan yüzünü Yüce Allah’ın huzurunda toprağa sürmesidir. En güzel namaz, en aşağı mertebeden başlayarak en üstün olanına doğru bu üç hali içinde toplayan namazdır. Böylece, huşû ve kulun kendi zaafını hissetmesinde de giderek bir artış olacaktır. Zira namaz, Allah’a yaklaştıran amellerin anasıdır ve Yüce Allah’ın azameti hakkında bir tefekkürdür. 1838 Namazdaki beden hareketleri hem ferdi benliğin tasdikini hem de Allah karşısında bu benliğin yok oluş ve boyun eğişini temsil eder. Kıyam, Allah karşısında insanî benliğin kabullenilmesidir. Rükû ve secde ise bağımsız bir fert olarak Allah’a itaat ve teslimiyettir. Böylece namazdaki beden vaziyet ve hareketleri, zihinde oluşmaya başlayan dinî duygu ve düşüncelerin yönünü belirlemek suretiyle, bedenin ruh üzerine etkisini sağlayıcı ve artırıcı bir sistem olarak rol oynarlar. 1839 Hintli bilgin Dihlevî, namazın insanda gerçekleştirdiği değişimi üç mertebede açıklıyor: 1832 Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa, I, 258-259; Ayrıca bk. Hadîdî, a.g.e., s. 163. Necati, Kur’an ve Psikoloji, s. 254-255; Bk. Ebû Dâvûd, Edeb, no: 4784 (V, 141). 1834 Bk. Hökelekli, Din Psikolojisi, s. 236; Kasapoğlu, Kur’an’da İbadet Psikolojisi, s. 25-27. 1835 Mâ‘ûn 107/4-5. 1836 Dihlevî, a.g.e., I, 261; Bk. Şu‘arâ 26/5; Secde, insan benliğinin Allah huzurunda yere serilişi ve tek otorite olarak O’nu tanıyışın sembolüdür. “Secde et ve yaklaş” (Alak 96/19) emri bunu ifade etmektedir. Bk. Kırca, Kur’an ve İnsan, s. 66. 1837 Hökelekli, Din Psikolojisi, s. 238. 1838 Dihlevî, a.g.e., I, 261. 1839 Hökelekli, a.g.e., s. 238-239; Ayrıca bk. Rıza, Tefsîru’l-Menâr, XI, 27. 1833 Bunlardan birincisi, Yüce Allah’ın celâl ve azametini düşünme sonucunda kalbin huşû ile dolmasıdır. Sonra dilin, bu azameti, bu huşûyu, en açık kelimelerle ifade etmesidir. Daha sonra da organların, kalpteki huşûya uygun düşecek hareketlerde bulunmasıdır. İnsan, namazda Yüce Allah’a yükselip O’na sımsıkı yapıştığında kudsiyyet âleminden üzerine tecelliler iner, bunlar nefse galebe çalar ve bu sayede kişi, dil ile tavsifi mümkün olmayan şeyleri görür. Sonra tekrar eski haline döndürülür; ama artık durmayıp nefsi ile mücadeleye girer, ona karşı koyar, bu hali, elden kaçırmış olduğu şeylerin telafisi için ağ olarak kullanır. 1840 Namazda secde, rükû, kunut, kıraat, tilâvet, zikir, tesbih, hamd, tekbir, dua gibi hemen hemen bütün ibadet biçimleri vardır; bu bakımdan Kur’an salâtın üzerinde çok durmaktadır Çünkü o ikame edildiğinde kişiyi münker ve fahşâdan alıkoyup takvaya götürür. Kur’an, namazın kişi üzerinde sağladığı değişimi, arınmayı, olgunlaşmayı şöyle dile getirir: “Sana vahyedilen Kitabı oku ve namazı kıl. Muhakkak ki namaz hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah’ı anmak elbette en büyük ibadettir. Allah yaptıklarınızı bilir.” 1841 Özellikle gece kılınan namaz insan üzerinde daha etkili, insanın görünen ve görünmeyen şahsiyetinin arasını uzlaştırıcı, insan şahsiyetinin bütünleşmesini sağlayıcıdır. 1842 İnsanın namazda Allah’ın huzurunda itaat ve niyaz içinde durması, ruhsal saflık, kalbi dinginlik ve psikolojik bakımdan güven bilincinin oluşması hususunda kişide ruhsal bir aktivite yaratmaktadır. Yaşamın bütün problem ve sıkıntılarından tam anlamıyla yüz çeviriş, namaz esnasında düşünce faaliyetinin yokluğu, insanın Rabbi önünde tam bir itaat içinde durması, insanda tam bir rehavet halini, nefsin sükûnu ve aklın rahatlamasını meydana getirmektedir. Namazın meydana getirdiği rehavet ve ruhsal sükûnetin, tedaviye ait olmak üzere en büyük etkisi, günlük yaşamın baskısından oluşan sinirsel gerginlikleri hafifletme, stresten koruma konusunda olmaktadır. Bazı çağdaş psikoterapi uzmanları rehaveti, ruhsal tedavide bir araç olarak kullanmaktadırlar. Namazın meydana getirdiği rehavet ve sükûnet namazdan sonra da devam ettiği için namazın koruyucu etkisi namazdan sonra da devam eder. 1843 Bir rivayette “Allah Resûlü ciddi bir işle karşılaştığında namaz kılardı” denilmektedir. 1844 Kur’an’da genellikle müşriklerin yalanlamalarından Hz. Peygamber’i ve müminleri rahatsız edecek söz ve hareketlerin ardından ve Peygamber’in bunalımlı zamanlarında Allah’ın tesbih edilmesi, ibadetle, namazla O’na iltica edilmesi, ibadetten moral alınması emredilmektedir. 1845 “Ey iman edenler! Sabır ve namazla yardım isteyin. Şüphe yok ki Allah, sabredenlerle beraberdir.” 1846 ayetinde sabır ve namazla yardım istenmesi, yani bunlarla dayanma gücü, sağlam moral elde edilmesi öğütlenmektedir. Realite olarak insan özünde pek azını kullandığı büyük bir güç ve potansiyel barındırmaktadır. Namaz esnasında ruhsal bakımdan insanın, Rabbi ile iletişim kurması, Allah’tan bir tür ilahî feyiz 1840 Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa, I, 260. Ankebût 29/45. 1842 Bk. Müzzemmil 73/6; Zamahşerî, Keşşâf, IV, 626; Nesefî, Tefsîru’n-Nesefî, III, 556. 1843 Necati, Kur’an ve Psikoloji, s. 247-248; Ayrıca bk. Nurbaki, Kur’an-ı Kerim’den ayetler ve İlmî Gerçekler, s. 152-157. 1844 Ebû Dâvûd, Tetavvu‘, 22, no: 1319; (II, 78). 1845 Bk. Hûd 11/113-114; İsrâ 17/76-79; Tâhâ 20/129-130. 1841 alması veya ruh bazında bir iktibas yapması, onda gizli olarak mevcut olan ruhsal potansiyelin açığa çıkmasını, azminin kuvvetlenmesini, iradesinin güçlenmesini ve bu sayede ilim ve marifeti kabule daha çok istidat, önemli görevleri yerine getirmeye daha çok güç sahibi olur. Biz namaz sayesinde normal şartlarda kendisine ulaşamadığımız aklî aktiviteden büyük bir hazinenin kapısına dalmaya muktedir olabiliriz. 1847 Namaz, görünüşü ve özüyle birlik ve bağlılığın tam bir şeklidir. Bütün namaz kılanlar, yerlerinin ve vatanlarının farklılığına rağmen dünyanın farklı bölgelerinden tek bir kıbleye yönelirler. Birlik ve beraberliğin sağlanması için cemaatle namaz kılmak tek başına kılmaktan yirmi yedi derece daha faziletli sayılmıştır. 1848 Namaz kılanlar aynı imama uyarlar. Aralarında dünyevî farklar olanlar sıkça oluşturdukları saflarda durarak maddi durumlarını unuturlar. Çünkü hepsi Yüce Allah’ın huzurunda dururlar. Böylece namaz, Müslümanların birliğini sağlayıp aralarındaki temiz ilişkileri kuvvetlendirmekte ve tanışmalarını, yardımlaşmalarını, kaynaşmalarını ve problemlerine çözüm bulmalarını sağlamaktadır. 1849 Cemaatle kılınan namazda, camiye gidip gelme esnasında oluşan sosyal ilişki ve diğerleriyle kurulan arkadaşlık ve sevgi bağları, ferdin şahsiyetinin gelişmesine yardımcı olmaktadır. Nitekim bunlar, yalnızlık duygusu, insanlardan çekilme ve sosyal gruba üye olmama veya toplumun kendilerini kabul etmediğini hissetmekten dolayı bazı fertlere arız olan stresten korunmayı sağlamak üzere ferdi, sosyal grubun üyesi olma ve sosyal beğeniye olan ihtiyacını tatmin etmektedir. Genel anlamda cemaat namazı özel olarak da Cuma namazının fertlerin şahsiyetlerinin düzgün olarak gelişmesi ve onun tedavisinde ifa ettiği rol, bir ölçüde grup psikoterapi’nin rolüne benzemektedir. Psikoterapi, genellikle ruhsal hastalıkların meydana gelmesinden sonra hastaya yardımcı olma görevini yerine getirmesine karşın genel olarak namaz, özel olarak da Cuma namazı, kişiyi ruhsal hastalıklara yakalanmaktan korumaktadır; korunmak ise tedaviden daha hayırlıdır. 1850 Sonuç olarak her gün insanı beş kez Allah’la buluşturan, hemen hemen bütün ibadet biçimlerini barındıran ve bir eğitim aracı olan namaz ibadeti, insanı stres vb psikolojik hastalıklardan korumakta, kişiyi Allah’a yaklaştırmakta, psikolojik olarak eğitip ruhî olgunluk sağlamaktadır. İnsana maddi-manevi temizlik ve faydalar sağladığı gibi insanın sosyalleşmesine de katkıda bulunmaktadır. b. Oruç Kuran’da oruç anlamında savm ve sıyâm, kelimeleri kullanılıp bu kelimeler türevleriyle birlikte on üç yerde geçmektedir. 1851 Savm ve sıyâm, kelime anlamı itibariyle mide ve ferc şehvetini tutma, onlara engel olma, 1852 yeme, konuşma ve yürüme gibi fiillerden el çekmektir. Bunun için 1846 Bakara 2/153 Ayrıca bk. Hadîd 57/16. Necati, a.g.e., s. 252. 1848 Bk. Buhârî, Ezân, 31. 1849 Bk. Hadîdî, a.g.e., s. 164-167; Kasapoğlu, Kur’an’da İbadet Psikolojisi, s. 26-29. 1850 Bk. Necati, a.g.e., s. 252-254. 1851 Bk. Abdulbâkî, el-Mu‘cemü’l-Müfehres (s-v-m md.), s. 529. 1852 Yazır, Hak Dîni, I, 493; Hadîdî, Menhecü’l-Kur’ân ve’s-Sünne fi’l-‘Alâkâti’l-İnsâniyye, s. 180. 1847 yemekten ve yürümekten çekilen ata, durgun nehir ve rüzgâra sâim denilir. 1853 Istılahta ise savm ve sıyâm, mükellefin niyetle beyaz iplikten siyah ipliğe kadar (tan yerinin ağarmasından güneş batana kadar) yemekten, içmekten ve cinsel ilişkiden uzak durmasıdır. 1854 Bütün dinlerin ortaklaşa ibadetlerinden biri de oruçtur. Bunun da ötesinde oruç, insanlığın, dinler dışındaki birçok düşünce ve eğitim ekolünün başvurduğu temel uygulamalardan biridir. İnsan sağlığı ile ilgili sayısız yararları yanında diğer hiçbir disiplinde görülemeyen mistik, estetik, ahlaksal ve ruhsal faydaları, orucu insanlık tarihi boyunca her toplumun az veya çok şöyle veya böyle uyguladığı bir ibadet ve tedavi şekli olarak yaşatmıştır. 1855 Psikolojik açıdan tetkik edildiğinde görülecektir ki oruç, beden ve ruh dengesini sağlayan en kolay ve en pratik bir araç ve ibadettir. Zira insan iradesini güçlendiren faktörlerin başında oruç, önemli bir yer işgal eder. Başka zamanlarda bir saat dahi sigarayı bırakamayan sigara tiryakilerinin, ramazanda oruç müddetince sigara içmeden durmaları, orucun iradeyi ne derece güçlendirdiğinin en güzel örneğidir. 1856 Her sene bir ay boyunca bu tarzda şehvetleri engelleme ve onları kontrol etmeyi sürdürme, mutlak olarak insana dirençli bir irade gücü ve kararlılığı kazandırır. Oruç, insanların yaşamlarındaki bütün davranışlarında, yükümlülükleri yerine getirmede ve görevlerini ifa etmede Allah’ın rızasını gözetmelerini sağlamaktadır 1857 Oruç, insanların vicdanlarını da eğiterek, başkalarına karşı insaflı, güzel ve güven verici davranışlar sergilemelerini sağlamaktadır. Oruç, ruhî bir ibadet olup bununla mümin, nefsini terbiye ve tezyîn eder, ruhunu yüceltir, kalbini temizler, Rabbine yönelir. O, en yüce manasıyla Allah için tam bir ihlâs sağlar. Bu ibadetin esası, insanın nefsine hükmetmesi, içgüdülerine hâkim olmasıdır. Onun verdiği güçle kuvvet ve sebat noktasında en yükseğe ulaşılır. Meşakkat çektirmek ve şehvetlerden kaçındırmak suretiyle nefisleri eğiterek istediğini elde etmede zorlukları yenmede insana güç verir. 1858 İnsan oruçtan öğrendiği sabır melekesinden sonra, bunun kapsamını yaşamının diğer yönlerine teşmil eder ve bu sayede rızk peşinde koşuşturmanın zahmetine, hastalıkların acılarına, yaşamın sıkıntı ve zorluklarına tahammül etmeyi öğrenir. 1859 Ayrıca oruç, dünya lezzetlerini, makam ve üstünlük davalarını hor gösterir, kalbin Allah’a bağlılığını artırarak ona meleksel bir zevk ve sefa verir. 1860 Oruçta, ruh ve beden hastalıklarının birçoğunun tedavisi bulunmaktadır. Ramazan boyunca fecir vaktinden güneşin batışına kadar yemeyi-içmeyi kesmek, insanın şehvetlerini kontrol altında tutması hususunda bir egzersiz olup takvâ ruhunun yaygınlaşmasını sağlamaktadır. Kur’an, orucun önemini şöyle belirtir: “Ey inananlar, sizden öncekilere yazıldığı gibi (günahlardan) korunmanız için 1853 İsfehânî, el-Müfredât (s-v-m md.), s. 500. İsfehânî, a.y; Yazır, a.g.e., I, 493-494; Canbulat, Mehmet, “Fert ve Toplumsal Hayata Katkıları Açısından Oruç”, Diyanet Aylık Dergi, Kasım 2001, S. 131, s. 19; Yiğit, Yaşar,“Ben Oruçluyum Diyebilmek”, Aynı Dergi, s. 13. 1855 Öztürk, Kur’an’ın Temel Kavramları, s. 487-488. 1856 Kırca, Kur’an ve İnsan, s. 240; Özbuğday, Şükrü, “Orucun Hikmet ve Faydaları”, Diyanet Aylık Dergi, Kasım 2002, S. 143, s. 28. Erdoğan, Kur’an ve İnsan Psikolojisi, s. 177. 1857 Necati, Kur’an ve Psikoloji, s. 255-256. 1858 Hadîdî, Menhecü’l-Kur’ân ve’s-Sünneh fi’l-‘Alâkâti’l-İnsâniyye, s. 179. 1859 Necati, a.g.e., s. 256. 1860 Yazır, Hak Dîni, I, 494. 1854 sizin üzerinize de oruç yazıldı.” 1861 Yani oruç, Hz. Âdem’den sizin zamanınıza kadarki bütün peygamberlere ve milletlere farz kılındı. 1862 Bir görüşe göre Hıristiyanlara farz kılındı. 1863 Bu sayede siz de orucu tutarak ve asil bir ibadet olması dolayısıyla saygı göstererek takvaya erersiniz veya oruç nefsi kötülükten koruduğu için umulur ki günahlardan korunursunuz. Ya da umulur ki muttakiler zümresine katılırsınız. Çünkü oruç onların şiarıdır. 1864 Bir suçlu işlediği günaha ne kadar pişman olur ve vicdan azabı çekerse o kadar iç rahatlığına ve huzura kavuşur. Cezada önemli olan başkalarının kendisini cezalandırması değil, suçlunun bizzat kendisini cezalandırmasıdır. Bir Müslüman için de nefsinin Rabbine karşı yaptığı isyan ve hatalar karşısında nefsini aç ve susuz bırakmak suretiyle cezalandırması onu rahatlatır ve ona huzur verir. 1865 Dünyadaki her kötülüğün başı Allah’ı unutmak ve sorumluluk duygusunu kaybetmektir. Oruç ise kişiye daima Allah’ı hatırlatır, sorumluluk duygusunu geliştirir. Bir ay boyunca devam eden bu manevi eğitimle insan davranışlarını kontrol altına alarak her türlü kötülükten uzaklaşır. Oruç, insanı hükmü altında tutan alışkanlıklar ve adî ihtiyaçlara karşı bir baş kaldırma provasıdır. 1866 Oruç, riya ve gösterişi olmayan tek ibadettir. Allah’tan başka hiç kimse, başkasının oruçlu olup olmadığını bilemez. Sadece Allah rızası için oruç tutan bir kimse, gizli ve açık her yerde Allah’tan korkmayı oruç vasıtasıyla öğrenir. Bu korku ve sakınma (takva), insanda, yaptığı bir şeyin küçüklüğü bir hardal tanesi kadar olsa da, bir kaya içinde yahut yerin derinliklerinde de bulunsa yine onu Allah’ın ortaya çıkartacağı 1867 inancından kaynaklanmaktadır. Böyle bir duyguya sahip olan insan, vicdani bir rahatlık ve huzur içindedir. Böyle kimselerde duygu, his, düşünce ve fikir birliği oluştuğundan ruhî bozukluklar yerleşip kök salamaz. 1868 Orucun, heyecan ve korkulara, sinir ve şuur bozukluklarına karşı büyük ve müspet etkileri olmakta, özellikle sert ve ağır ruhî bunalımlara karşı sinirlerin dayanma gücünü artırıcı etkisi bulunmaktadır. Böylece oruç, bir yandan insanı ruhen ve fikren rahatlatırken, diğer yandan da gurur ve kibri yok eder ve insanın ruhî hayatını dengeler. 1869 Hz. peygamber, şöyle buyurur: “Oruç bir kalkandır (yani günahlara bir engeldir). Biriniz oruçlu olduğunda müstehcen konuşmasın, arsızlıkta bulunmasın. Biri onunla dalaşsa veya ona kötü bir söz söylese iki sefer “Ben oruçluyum” desin.” 1870 Oruç, oruçlu kimseyi fiili veya sözlü herhangi bir şekilde başkasına saldırıdan koruduğundan kişi nefsine hâkim olur. Böylece kötülüğe kötülükle karşılık vermez, hoş görür, affeder. O zaman mümin kardeşlerinin kusur-larını görmeyecek bir safhaya iletir ve aralarındaki sevgi ve uyumu 1861 Bakara 2/183. Nesefî, Tefsîru’n-Nesefî, I, 158. 1863 Zamahşerî, Keşşâf, I, 223. 1864 Zamahşerî, a.y.; Nesefî, a.g.e., I, 158. 1865 Kırca, Kur’an ve Fen Bilimleri, s. 271-272; Kırca, Kur’an ve İnsan, s. 241. 1866 Özbuğday, a.g.m., s. 29. 1867 Lokman, 31/16. 1868 Kırca, a.g.e., s. 272; Kur’an ve İnsan, s. 241; Ayrıca bk. Yiğit, “Ben Oruçluyum Diyebilmek”, s.14. 1869 Bk. Kırca, Kur’an ve İnsan, s. 241; Özbuğday, a.g.m., s. 29. 1870 Buhârî, Savm, 2, 9, Libâs, 78; Müslim, Sıyâm, 30, no: 164 (I, 807); Tirmizî, Savm, 55, no: 764 (III,136). 1862 kuvvetlendirir. Oruç sayesinde zenginle fakir arasında karşılıklı sevgi ve yakınlaşma oluşur, toplumda yardım-laşma, sorumluluk ve sosyal güvence ruhu kuvvetlenir. Oruç, Müslümanların içlerine herkes arasında eşitlik olduğu hissini verir. Zira hepsi aynı vakitte yemek için günlerini ibadet ruhuyla geçirir ve aynı vakitte iftar ederler. 1871 İnsan acıkınca yalnız açlığın ve açların durumunu iyi değerlendirmiş olmaz, kendi varlığının da farkına varır. Zira insanın hiçbir yeri ağrımıyorsa varlığının farkına varamaz. Bir yeri ağrıyorsa varlığının bilincine varır. 1872 Oruç, insanı iç dünyasına döndürür ve böylece insan, kendi düşünce ve davranışlarını ince ince tetkik eder. Bu iç dünyada geçmişle hesaplaşarak iyi olanları yapar, aşırı ve huzuru bozan ne varsa onu terk eder. 1873 Ayrıca oruç, hayatı disipline sokar ve oruçlu kimseye zamanın önemini tanıtır. Dolayısıyla oruç tutan kişi, zamanı en iyi şekilde değerlendirmesini öğrenir. Oruç, çocuğun ruhî gelişimi üzerinde de önemli bir katkıya sahiptir. Çocuğun evde hiç kimse yokken elini önündeki yemeklere ve meyvelere uzatamaması, çocuklara en büyük ihtiyaçlar karşısında bile sabredip eğilmemeyi, bir şeyi yapmadan önce kendi kendine hesap sorma ve kendi kendine hesap verme, başka bir ifadeyle kendi hareket ve davranışlarını kontrol altına alma ve devamlı olarak kontrol altında tutma alışkanlığı verir. Yine çocukların kendilerinin ve çevrelerindekilerin maddî bir karşılık beklemeksizin oruç tuttuklarını görmeleri, onların zihinlerinde madde üstü, yani para, rütbe, mevki vs.nin üstünde bir takım manevî değerlerin var olduğunu ve maddî değerlerin manevi değerler için kıymet kazandığı düşüncesini doğuracaktır. 1874 Orucun bu şekilde bedensel, ruhsal ve toplumsal birçok faydaları bulunmakla beraber bunlar, orucun farz kılınmasının asıl sebep ve hikmeti değildir. Orucun farz oluşunun asıl hikmeti, Allah’ın emrine boyun eğmekle kulluk ve ibadet zevkini tatmak ve amellerin ruhunu riyadan temizleyerek kuvvet ve ihlâsı artırmak ve kendini bizzat Allah’ın korumasına emanet etmek için nefisle cihad yapmaktır. 1875 c. Zekât Kuran’da zekât, zekât kelimesiyle ifade edildiği gibi sadaka kelimesiyle de ifade edilir. Bunun yanında infak tabiri de kullanılır. Sadaka daha genel olup hem farzı hem de nafileyi kapsar. Zekât, kök anlamı itibariyle, Allah’ın bereketiyle oluşan artış, bereket, temizleme demektir. Bu artış dünyevî ve uhrevî işler itibariyledir. Istılah anlamı itibariyle, Allah hakkından dolayı zengin insanın fakire verdiği mal demektir. Zekâtta hayır ve bereketlerin artışı, insan nefsinin temizlenmesi, iç dünyasının arındırılması umudu olmasından dolayı bu şekilde isimlendirilmiştir. İnsanın nefsinin temizlenip arıtılmasıyla dünyada övülen vasıflara, ahirette de ecir ve mükâfata nail olur. 1876 Zekât, Kuran’da otuz iki yerde geçmekte ve yer aldığı hemen hemen bütün ayetlerde kendisi 1871 Hadîdî, Menhecü’l-Kur’ân ve’s-Sünneh fi’l-‘Alâkâti’l-İnsâniyyeh, s. 181-182; Ayrıca bk. Canbulat, “Fert ve Toplumsal Hayata Katkıları Açısından Oruç”, s. 21-23. 1872 Atay, Kur’an’a Göre Araştırmalar V, s. 104. 1873 Özbuğday, “Orucun Hikmet ve Faydaları”, s. 29. 1874 Daryal, a.g.e., s. 143, 145. 1875 Yazır, Hak Dîni, I, 495-496. 1876 İsfehânî, el-Müfredât (zekâ md.), s. 380-381. gibi arındırma özelliği bulunan namaz ibadetiyle beraber zikredilmektedir. Zekât kelimesi, fiil halinde yirmi beş ayette geçmekte ve bu ayetlerin tamamına yakınında insanın iç dünyasının arındırılmasından bahsedilmekte ve bu anlamda kullanılmaktadır. 1877 Bütün bunlar da zekâtın insanı arındırıcı özelliğini göstermektedir. Bu arındırmanın da hem ruhî hem de sosyo-ekonomik boyutu bulunmaktadır. Zekât, insanın kendisinden daha fazla ihtiyaç içinde olan kimselere, sahip olduğu malın bir kısmını sırf Allah için vermesi işleminin dinî adıdır. Allah için vermek, karşılığında o kimseden hiçbir fayda beklemeden vermektir. İslam dinî zekâtı farz kılarak, insanın karakterini başka insanlar için fedakârlık yapacak bir şekilde oluşturmayı hedeflemiştir. 1878 Kur’an’da bu durum şöyle belirtilmiştir: “Sevdiğiniz şeylerden harcamadıkça iyiliğe ulaşamazsınız.” 1879 Servet beli ellerde toplanırsa, kitleyi ezen bir araç, bir tahakküm ve sömürü unsuru olur. Kur’an böyle servete dûle diyor ki, saltanat, kudret, hükmetme aracı demektir. Kur’an, servetin toplumda dengeli bir şekilde yayılmasını istiyor. “Mal, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir şey olmasın.” 1880 Zekât, gerçek mülk sahibinin Yüce Allah olduğunu öğrettiği gibi, Allah’ın verdiği rızktan başkalarının da hakkı olduğunu hatırlatır. 1881 Zira Kur’an, servet sahibinin malında fakirin hakkı bulunduğunu, bu hakkın fakire mutlaka ulaştırılması gerektiğini açıkça belirtir. 1882 Malın gerçek sahibinin Allah olduğu insana emanet olarak verildiği şöyle belirtilir: “Ve enfikû mimmâ ce‘aleküm müstahlefîne fîh (Sizden evvel geçenlerin ardından Allah’ın) size (tasarruf için) vekalet verdiği (mal) dan (O’nun uğrunda) harcayın.” 1883 Bu ayet delalet etmektedir ki, mal sahibinin elindeki mal, vekilin elindeki mala benzer. Mal gerçekte o kimsenin değildir. O malın gerçek sahibi olan Allah’ın emrettiği yerlerde harcaması için ona emanet olarak verilmiştir. 1884 Müfessir Kurtûbî bu ayeti şöyle açıklar: Bu ayetten anlaşıldığına göre, malın asıl sahibi Allah’tır. Kulun ancak Allah’ı razı edecek tasarruflarda bulunma yetkisi vardır. Yani mallar hakikatte sizin değildir. Siz ancak mallar konusunda vekil konumundasınız. Sizden sonrakilere kalmadan önce bu konuda fırsatı ganimet bilin. 1885 Bir ayette de mal Allah’a izafe edilerek şöyle buyrulur: Allah’ın size verdiği malından siz de onlara verin. 1886 Zekât, nefisleri temizlemede, fertler arasında muhabbet sağlamada ve aralarına sevgi ruhunu yerleştirmede önemli bir etkendir. Zekâtın toplumsal temizleme ve arıtma anlamında oluşu, sözcük anlamının tamamlaması mahiyetinde olmak üzere Yüce Allah şöyle buyurur: “Onların mallarından 1877 Bk. Abdulbâkî, el-Mu‘cemü’l-Müfehres (z-k-y md.), s. 420-421. Kılıç, İnsan ve Ahlak, s. 25. 1879 Âli İmrân 3/92. 1880 Haşr 59/7; Öztürk, Kur’an’ın Temel Kavramları, s. 650. 1881 Saka, Yabancılaşma Karşısında Kur’an, s. 168. 1882 Bk. En‘âm 6/141; İsrâ 17/26; Rûm 30/38. 1883 Hadîd 57/7; Bk. Çantay, Kur’an-ı Hakîm ve Meâl-i Kerîm, III, 179. 1884 Zeydân, Abdulkerîm, el-Medhel li Dirâseti’ş-Şer‘iyyeti’l-İslâmiyye, Müessetürrisâle, 16. Bsk., Beyrût, 1423/2002, s. 204. 1885 Kurtûbî, Ebû Abdillâh Muhammed İbn Ahmed el-Ensârî, el-Câmi‘u li Ahkâmi’l-Kur’ân, Dâr-u İhyâi’t-Turâsi’l-Arabî, Beyrut, ts., XV, 238; Ayrıca bk. Tefsîru’l-Celâleyn, s. 538. 1886 Nûr 24/33. 1878 onunla kendilerini temizleyeceğin, tertemiz edeceğin bir sadaka al ve haklarında hayır dua et. Çünkü senin duan onlara huzur verir. Allah işitendir, bilendir.” 1887 Bu ayetteki sadakadan kasıt, sınırları belirtilmiş olan zekâttır. Tudahhiruhüm ifadesi hakkında değişik görüşler vardır. Birinci görüşe göre tâ zamiri peygamberle ilgilidir ve sadaka alarak temizleyecek olan Hz. Peygamberdir. İkinci görüşe göre bu tabir, sadakayla ilgili bir tabir olup buna göre ayetin manası, “Sen onların mallarından onları temizleyen bir sadaka al” şeklinde olur. “Sadaka, insanların kiridir” şeklinde (hadisler) varit olduğu için, sadakaya temizleyicilik vasfını vermek güzel ve yerinde olur. Diğer bir görüşe göre ise tâ harfi muhatap zamiri kabul edilmektedir. Buna göre mana, “Ey zekât alan! Sen, onlardan zekât almakla onları temizliyor ve o zekât vasıtasıyla da onları tezkiye ediyorsun” şeklinde olur. Bu görüşlerden en uygun olanı ikinci görüştür. 1888 Ayetteki tezkiye, tadhîr’de (temizlemede) mübalağa ve ziyadedir veya malda artış ve bereket anlamındadır. 1889 Zekât, zenginlerin nefislerini cimrilik, hırs, tamah, açgözlülük ve enaniyetten temizler. 1890 Fakirlerin nefislerini de kıskançlık, haset, kin, kötülük ve buğz gibi menfi ve yıkıcı psikolojik oluşumlardan korur. Böylece zekât, iki grubunda gönüllerini temizlemiş olur. Zekâtın gayesi, samimi, yardımlaşan ve birbirini seven toplum oluşturmaktır. Zengin, bu konuda Rabbine karşı görevini bilir ve emrine itaat eder, fakir kardeşine karşı görevini bilir ve böylece ona bol bol vermeye ve onu zamanın felaketlerinden, fakirliğin çilesinden ve mahrumiyetten korumaya koşar. Fakir de, yanında duran, ihtiyacını isteyebileceği zengin bir kardeşi olduğunu bilir. Bu onun maneviyatını yükseltir ve böylece iki grup da sevgi ve huzura kavuşur. 1891 Mü’min, malını harcamakla kendisini helakten kurtarır. Şu hadis buna işaret eder: “Kazayı ancak dua çevirir; ömrü de ancak iyilik uzatır.” 1892 Zekât, malın bereketini artırdığı gibi ilâhî rahmeti harekete geçirmesi sebebiyle Allah’ın gazabını söndürür, meleklerin o kul için dua etmesini sağlar. 1893 Zekât, toplumdaki kin ve hoşnutsuzluklara yol açan farklılıkları ve nesiller arasında yakınlaşmayı engelleyen şeyleri ortadan kaldırır. Güven hissi verir, dünyevî görüntüleri unutturur, sevgi ve ihlâsı sağlar. Bu farizayla yıkıcı iktisadi tabakalaşma yok olur ve zenginler tevazu sahibi olur, fakire karşı şefkat ve merhamet duyguları gelişir. Fakirler de kalkınır, aralarındaki bölünme sebepleri ortadan kalkar. Böylece zengin iyice zenginleşip sevdiği her türlü lezzetler içine boğularak, fakir de mahrum olarak yaşamaz. Zengin, fakire mutlu ve temiz bir hayat sunmaya kefil olup hayatın lezzetini ve güzelliğini burada yaşar. 1894 Böylelikle zekât, insanın ruhsal sağlığı için büyük önemi haiz olan kişinin kendisinden memnun olmasını sağlayacak olan toplumda yararlı, aktif rolünü algılama şuurunu verdiği gibi kişide sosyalleşme şuurunu da kuvvetlendirmektedir. 1895 1887 Tevbe 9/103. Râzî, Tefsîr-i Kebîr, XII, 158-160. 1889 Zamahşerî, Keşşâf, II, 297; Nesefî, Tefsîru’n-Nesefî, I, 707. 1890 Bk. Teğâbun 64/16. 1891 Hadîdî, Menhecü’l-Kur’ân ve’s-Sünne fi’l-‘Alâkâti’l-İnsâniyye, s. 174-175; Ayrıca bk. Erdoğan, Kur’an ve İnsan Psikolojisi, s. 178- 179. 1892 Tirmizî, Kader, 6, no: 2139 (IV, 448); İbn Mâce, Mukaddime, 10; Ahmed, 2/316, 350; 5/277, 280. 1893 Dihlevî, a.g.e., I, 265. 1894 Hadîdî, a.g.e., s. 176; Ayrıca bk. Necati, Kur’an ve Psikoloji, s. 256-257. 1895 Necati, Kur’an ve Psikoloji, s. 257. 1888 Zekât malı korur ve onu temizler. Zira fakir zenginin malından faydalandığı için onun malını korur, müdafaa eder. Bu şekilde zenginin malı da artmış ve bereketlenmiş olur. 1896 Zekât, ekonomik hayatı manevi hayatla bütünleştirir ve sosyal adalete katkıda bulunarak, 1897 sosyal yardım ve sosyal adalet müessesi görevi yapar ve atıl servetin yatırıma sevkini sağlar. Böylece yatırımlarla yeni iş ve üretim imkânları doğar. 1898 Ayrıca zekât, toplumda dilencilerin sayısını azalttığı gibi hırsızlığı ve soygunculuğu da önler. Fakire yapılan infak ve yardım sadece farz olan zekâtla sınırlı değildir. Bilakis belirli bir nisapla ve miktarla sınırlı olmayan sadakalar da toplumun birliğini sağlamada ve fertler arasında sevgi bağını kurmada zekâtın verdiği meyveyi verir. Günümüz İslam toplumunda fertlerin çoğunun rahatsız olduğu fakirliğin yaygın olduğunu görmekteyiz. Aynı şekilde fahiş bir servetle geçinenlere karşın az bir parayla geçinenler bulunmaktadır. Bütün bunlar bu farizanın ihmal edilmesine veya çok az bir şekilde verilmesine dayanmaktadır. İktisadi durumu düzeltmenin, zenginle fakir arasındaki uçurumu kapatmanın ve mali durumun aralarındaki sevgi bağını koparmasına engel olmanın yolu ancak bu temel rüknü ihya etmekle olur. 1899 Yazır, zekât konusunda şu değerlendirmeleri yapmaktadır: “Bir aç ile bir tokun bir safta sağlam bir yapı gibi bir muhabbet ve kardeşlik duygusuyla birbirine kalben perçinlenmesi mümkün değildir. Dolayısıyla cemaatin hakiki bir tevhid ibadeti olması, cidden fakirlerin gözetilmesi ve çalışabileceklerin çalıştırılması için ilk önce zekât ve sadaka ile zenginlerle fakirler arasındaki uçurumu kapatarak hepsinin Mevlasının Allah olduğu duygusu ile bir muhabbet ağı kurulması, büyük bir farizadır. Bu farizanın bu niyetle yerine getirilmesiyle Müslüman, cimriliğinden silkinecek, Allah’ın bir halifesi (vekili) olma rütbesini kazanacaktır. Zira namaz, ilâhî huzura çıkaran bir miraç olduğu gibi, zekât da, Müslümanı insanlık derecesinden ilâhî vekilliğe geçiren bir köprüdür. Her Müslüman, bu köprüyü yapıp geçmeğe, yani zekât vermek için helal mal kazanıp nisap sahibi olmaya çalışacak ve henüz verecek halde değilse en az onun yüceliğine iman ile dolu olacaktır. Yani Müslüman’ın gözü, zekât almağa değil, vermeğe dönük olacak ve ancak zorunlu kaldığı zaman zekât ve sadaka alabilecek ve aksi halde aldığının haram olduğunu unutmayacaktır. Namaz, bütün bedenî ibadetlerin aslî temsilcisi, zekât da bütün malî ibadetlerin aslî temsilcisidir. Bunlar imanın ilk müeyyidesi ve amel olarak ilk açılımıdır.” 1900 Sonuçta zekât zenginlerin nefislerini cimrilik, hırs, tamah, açgözlülük vb. ruhî hastalıklardan temizlediği gibi, fakirlerin nefislerini de kıskançlık, haset, kin, kötülük ve buğz gibi menfi ve yıkıcı psikolojik oluşumlardan koruyarak, iki grubunda gönüllerini temizlemiş ve onlara ruhî ve psikolojik bir olgunluk kazandırmış olur. Bunun yanında zekât, insanın ruhsal sağlığı için büyük öneme haiz olan kişinin kendisinden memnun olmasını ve kendisine saygı göstermesini sağlayacak olan toplumda yararlı, 1896 aktif rolünü algılama şuurunu verdiği gibi kişide sosyalleşme şuurunu Hadîdî, a.g.e., s. 176. Garaudy, İslam ve İnsanlığın Geleceği, s. 22. 1898 Er, Din Sosyolojisi, s. 169,173; Zekâtın toplumsal hayata katkıları için bk. a.g.e., s. 169-177. 1899 Hadîdî, a.g.e., s. 177. 1897 da kuvvetlendirmektedir. Ayrıca zekât, zenginle fakir arasındaki uçurumu kaldırarak toplumsal birlik ve bütünlüğe katkıda bulunmaktadır. d. Hac Kur’an’da dokuz yerde hacc, bir yerde de hicc şeklinde geçen bu kelime 1901 kasıt (yönelme) demektir. Fakat mutlak kasıt olmayıp büyük ve önemli bir şeye kasıt, 1902 ziyarete kasıt (yönelme) anlamındadır. Dinî bir terim olarak ise, hac ile ilgili ibadetleri yapmak için Allah’ın evini (Kâbe’yi) ziyaret etmektir. 1903 Hac sözcüğünün “kasıt, yöneliş, yürüyüş” anlamına gelmesi, bir bakıma hac ibadetine saygınlık ve kutsiyet atfedilen bir takım özel mekânlar üzerinden Allah’a yürünmesi şeklinde sembolik bir mahiyet kazandırır. Kur’an-ı Kerim’de özellikle hac törenleri, bu törenlerin yapılacağı zaman ve yerlere ilişkin olarak kullanılan “haram aylar, belde-i haram, hurumâtullâh, şe‘âirullâh” vb. ifadeler, sembolik saygınlık ve kutsiyet ifadeleridir. 1904 Hac, Allah’a doğru kesiksiz bir şekilde yol almadır. Allah’a yönelişin topluca yapılanı, toplum tarafından gerçekleştirilenidir. Hac, iman sahibi kişinin kısa vadeli ve geçici bütün kaygılardan ve menfaatlerden kopmayı bilmesini ister. Herkesin ortasında Allah’ı yeniden hatırlamasını gerektirir. 1905 Kur’an, “Haccı Allah için tamamlayın” 1906 ve “Gücü yeten kişinin Kâbe’yi ziyaret etmesi Allah’ın insanlardan istediği bir davranıştır.” 1907 gibi ifadelerle Hac görevini Müslümanlara mali bir ibadet olarak hayatta bir defa yüklemektedir. Ayrıca Kur’an’da hac ibadetinin muhtelif safhaları hem şekli hem de manevi ve ruhî yönlerden tasvir edilerek çeşitli yararlarının bulunduğu belirtilir. “Ki kendileri için birtakım faydalara tanık olsunlar…” 1908 Ahiretle ilgili olarak mağfiret ve hoşnutluk, dünyayla ilgili olarak ise İslam ilkelerinin diri tutularak kültürel, ahlâkî, ticarî, sosyal ve psikolojik bir takım yararlar elde edilmesi, manevî bilinç ve duyarlılık kazanılması söz konusudur. 1909 Bir sonraki ayette “sonra kirlerini gidersinler” ifadesi tırnaklarını kesmek, tıraş olmak vb. maddî temizliğe delalet ettiği gibi bu maddî temizlik manevî arınmayı da sağlar. İslamiyet zekât ve hac ödevleriyle, ana vasfı olan tevhid yani birlik inanç ve düzenine sürekli destek sağlamıştır. Tevhid inancına göre, bir kişinin, bir bölgenin, bir ırkın, bir ülkenin mutlu ve rahat olması, refah içinde bulunması hiçbir anlam taşımayıp bütün insanların mutluluğu esastır. Bunu sağlamak, bütün semavi dinlerin, özellikle İslam’ın ana gayesidir. Zekât ve hac bu ana gayenin zenginlere yüklediği sorumluluklardır. Ayrıca İslamiyet, hac yükümlülüğüyle zengin Müslümanların 1900 Yazır, Hak Dinî, I, 177-178. Bk. Abdulbâkî, el-Mu‘cemü’l-Müfehres (h-c-c md.), s. 246. 1902 Yazır, Hak Dîni, II, 21. 1903 İsfehânî, el-Müfredât (h-c-c md.), s. 218. 1904 İlmihal, İman ve İbadetler, I, 511-512; Bk. Mâide 5/1, 2; İsrâ 17/1; Kasas 28/57; Ankebût 29/67. 1905 Garaudy, İslam ve İnsanlığın Geleceği, s. 22. 1906 Bakara 2/96. 1907 Âli İmrân 3/97. 1908 Hac 22/28; Ayrıca bk. Hac 22/28-33. 1909 Bk. Yazır, Hak Dîni, V, 300-301; Esed, Kur’an Mesajı, II, 674. 1901 dünya barışı ve Müslüman birliğine katkıda bulunmalarını istemiştir. 1910 Hac, kıble emrinde belirtilen “Her nerede olursanız, Allah sizleri bir araya getirecektir.” 1911 ifadesindeki sosyal birliği fiilen gerçekleştirecek olan en büyük ve en kapsamlı bir kulluk ve ibadet alametidir ki bunun kapsamını, genişliğini yeryüzünde hiçbir mekânda bulmak mümkün değildir. Zira Kâbe-i Muazzama kadar kutsallığı eski olan hiçbir tevhid mabedi yoktur. Kur’an-ı Kerim, Kâbe’yi, yeryüzünde tevhid inancının, diğer bir tabirle tek tanrıcı dininin ilk mabedi olarak anmaktadır: “Şu bir gerçek ki insanlar için yapılan ilk mabet, Mekke’de bulunan çok mübarek ve âlemlere hidayet kaynağı olan Beytullâh’tır.” 1912 Kâbe’yi haccetmek, insanlığı bütün temel kök ve ırklarından birleştirmeğe bir sebeptir. Sonra hac, bir bakıma namaz gibi bedensel, diğer yönden zekât gibi mali değerlere sahip kapsamlı bir ibadettir. 1913 Bu fariza yıllık İslami kongre mesabesindedir. Dünyanın dört bir yanından bütün dünya meşgalesini geride bırakıp gelen dilleri, soyları, ırkları, renkleri farklı Müslümanlar aynı yerde, aynı duygularla toplanarak aralarındaki İslamî kardeşlik ruhunu oluşturmak, iyilik ve takvada yarışıp günah ve düşmanlığı kaldırmak gibi aynı gaye ve hedeflerde birleşerek Allah’a yönelirler. Bu değerli insanların görünümü, bu dinin şiarının eşitlik olduğuna delalet eder. Bu görüntü ile tevhid dininin ölümsüz hatıralarını inananların ortak şuur altlarında tazeleme amaçlanmıştır. Böylece şu anki ibadet geçmişin hatıralarıyla birleştirilerek inananların inanç kökleriyle ve geçmişle bağlantıları tazelenir. İnsan, orada geçmişten ders alıp manevi ruhundan nasip alarak nefsini arındırır. 1914 Zira gerek Kâbe, gerekse diğer hac toprakları, peygamberler tarihinin, özellikle Son Peygamber’in hayatının yüzlerce hatırasını barındırmaktadır. Bu anlamda hac, ilk insan ve ilk peygamber olan Hz. Âdem’den beri gelmiş geçmiş bütün peygamberler ve onlara gönül vermiş müminlerle bir iman ve ülkü birliğini ilan etmek, pekiştirmektir. 1915 Ayrıca hac bir Müslüman’ın kendi kendisinin farkına varma sürecidir. 1916 Bir Müslüman’ın bu kutsal mekânları ziyaret etmesi, hayatının sıkıntı ve dertlerini giderip, ruh dinginliği ve mutluluk şuuru kazanmasına neden olur. Buna ilave olmak üzere hac, zahmet ve yorgunluğa tahammül etme, insanın kibir elbiselerini çıkararak zengin-fakir, efendi-lider, hâkim-mahkûmu eşit sayan, kötü arzu ve alışkanlıklarından da sıyırıp, tertemiz yeni bir yaşayışa başlama iradesini de sergilemelerini sağlayan haccın sade giysilerine bürünme yönüyle tevazu konusunda insanı eğitmektedir. 1917 Hac ibadetinin doğrudan doğruya başlaması giyilen bu ihramla olmaktadır. İhram, esasında helal olan bazı şeyleri, belirli bir süre kendine yasaklamak anlamını taşıyor. 1918 Kişinin kendini geçici kaygı ve bağımlılıklardan kurtarışının sembolüdür. İhram süresince toplumsal barışı ve bütünlüğü bozucu, bencilliği uyandırıcı, geride bırakılan geçici haz ve menfaatleri hatırlatıcı mahiyetteki her türlü eşya 1910 Öztürk, Kur’an’ın Temel Kavramları, s. 156. Bakara 2/148. 1912 Âli İmrân 3/96; Kabe’nin Allah’ın evi olarak nitelenmesi için bk. Hac 22/26. 1913 Yazır, Hak Dîni, II, 24-25. 1914 Hadîdî, Menhecü’l-Kur’ân ve’s-Sünne fi’l-‘Alâkâti’l-İnsâniyye, s. 183. 1915 Öztürk, Kur’an’ın Temel Kavramları, s. 156-157; Ayrıca bk. TDVİA (Hac md.), XIV, 397. 1916 TDVİA, XIV, 398. 1917 Bk. Necati, Kur’an ve Psikoloji, s. 257; İlmihal, İman ve İbadetler, I, 512. 1918 Öztürk, Kur’an’ın Temel Kavramları, s. 155. 1911 ve fiiller yasaklanmıştır. 1919 Giyilen bu kıyafet, yeni ve bambaşka bir giysiyle o zamana kadar kişinin sahiplendiği statü ve rollerin arkada kalışını; bütün sadeliği ile müminin, benliğiyle direkt yüz yüze gelişini ifade eder. 1920 Bu da insan ruhunda bir değişim ve arınma meydana getirmektedir. Ayrıca ihram, mahşer gününde, tam bir boyun eğiş ve temiz niyetle Allah’ın huzuruna çıkar gibi, bütün lezzet, şehvet ve arzulardan sıyrılıp dünyevî bağlardan uzaklaşarak, yaratılışın en başındaki temiz fıtrata dönüşü de simgelemektedir. Bir anlamda hac, mahşer günü için bir psikolojik hazırlık uygulamasıdır. Bu bilincin kazandırılmasıdır . 1921 İhramlı için konulan yasaklar, 1922 hiç kimseye hatta haşerelere bile zarar vermeme, bütün yaratıklara şefkat ve merhamet, zorluklara sabır, kısaca kişiye düzenli ve disiplinli yaşama melekesi kazandırır. Böylece hac farizasını eda eden Müslümanlar, Allah’ın hoşnutluğunu kazandıkları gibi çevresindekilere faydalı olma, hiç değilse zarar vermeme alışkanlığı kazanmış olurlar. 1923 İnsan tabiatında yer alan kötü eğilimleri ve bunlar vasıtasıyla insanı kışkırtmaya çalışan Şeytan’ın etkilerini ortadan kaldırmak ve böylece benliği tam manasıyla arıtmak suretiyle akıl ve iradeyi yüceltip, kişilikte hâkim duruma geçirmek için, kötülüğün sembolü olan Şeytana karşı savaş açılır. 1924 Şeytan taşlayan kişi içindeki kötü duygulara, bencil isteklere cephe aldığını ortaya koyar. Arafat vakfesi, insanın dünyaya ayak basışını ve kıyamette Allah’ın huzurunda bekleyişini hatırlatır. Hac ruhun Allah’a yükselişini temsil ettiğinden, Kâbe hedef değil, belki sonsuzluğa ve bu manevi atmosfere geçişin başlangıcıdır. Kâbe etrafında dönerek gerçekleştirilen tavaf, kâinatın ve yaratılışın özeti, teslimiyetin ve ilâhî kadere boyun eğişin sembolü sayılır. Koşmak anlamına gelen sa‘y, bir canlılık, bir arayıştır, esbaba tevessüldür. 1925 Hacda kurban kesmek, kendi benliğini ve arzularını Allah yolunda feda etmek sureti ile tam bir ruhani yücelme ve olgunlaşmaya ulaşmanın sembolüdür. 1926 Hacda dıştan bakıldığında sembolik davranışlar şeklinde gözüken her ibadetin ve şeklin bir anlamı, mümini eğitici ve bilinçlendirici bir yönü vardır. Hac ibadeti esnasında bu anlam ve bilinci yakalayabilen, haccın hikmetlerine nüfuz edebilen müminler, eski hata ve günahlarından arınarak hayata yeni bir canlılık ve şuurla dönerler. 1927 Hacda insanın nefsini zaptetme, şehvet ve taşkınlıkların kontrol altına alma egzersizi de bulunmaktadır. Nitekim Yüce Allah, şöyle buyurur: “Hac, bilinen aylardadır. Kim o aylarda (ihrama girerek) haccı (kendine) gerekli kılarsa bilsin ki, hacda kadına yaklaşmak, günaha sapmak, kavga etmek yoktur. Siz ne iyilik ederseniz Allah onu bilir. Kendinize azık edinin, Şüphesiz azığın en iyisi takvadır. Ey akıl sahipleri bana karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun” 1928 Bu esas üzerine yapılan 1919 İlmihal, İman ve İbadetler, I, 512. Erdoğan, Kur’an ve İnsan Psikolojisi, s. 179. 1921 Bk. Hökelekli, Din Psikolojisi, s. 239-240; İlmihal, , I, 512; TDVİA (Hac md.), XIV, 398. 1922 Hacla ilgili yasaklar için bk. Bakara 2/196-200; Mâide 5/2, 95-96. 1923 İlmihal, İman ve İbadetler, I, 513; TDVİA (Hac md.), XIV, 398. 1924 Hökelekli, a.g.e., s. 240. 1925 İlmihal, İman ve İbadetler, I, 512. 1926 Hökelekli, a.g.e., s. 240. 1927 İlmihal, İman ve İbadetler, I, 513; Ayrıca bk. Kansoy, “Bahili, “Sosyal ve Psikolojik Açıdan Hac İbadeti”, Diyanet Aylık Dergi, Mart 2001, S. 23, s. 30-35. 1928 Bakara 2/197. 1920 hac, nefis için bir cihaddır. İnsan, böyle bir ibadette nefsini temizler ve onu temiz yollara sevk eder, hevasına ve taşkınlıklarına mukavemet eder. Böylece bu ibadet, insan ruhunda yüce duyguların ve güzel hasletlerin yeşermesine vesile olur. Hz. Peygamber haccın her bakımdan bir arınma oluşunu da ifade etmek üzere şöyle buyurur: “Biri haccederken müstehcen bir konuşmada bulunmaz, günah işlemezse annesinden doğduğu günkü gibi döner.” 1929 Müslüman Haccın, günahları temizlediğini bilmesi, onu hacdan mutlu ve endişeden uzak bir halde dönmesini sağlamaktadır. Bu da ona büyük bir ruhsal aktivite kazandırır; yaşamın dertlerini unutturur, sinirlilik ve stres gerginliğini yaşatmaz. Ayrıca hac, bir yönüyle de üretilen bilginin tanıtımının yapılacağı uluslararası bir fuar içeriği de taşır. Hac, Allah’a doğru kesiksiz bir şekilde yol almadır, insanlar arası ilişkileri ve iletişimi geliştiren bir eğitimdir. İnsan, o kutsal mekânda geçmişten ders alıp oranın manevi ruhundan nasiplenerek nefsini arındırır. Hacda konulan yasaklar insanın nefsini zaptetme, şehvet ve taşkınlıklarını kontrol altına alma alışkanlığı kazandırır. Hacda sembolik davranışlar şeklinde gözüken her ibadetin ve şeklin bir anlamı, mümini eğitici ve bilinçlendirici bir yönü vardır. Hac ibadeti esnasında bu anlam ve bilinci yakalayabilen, haccın hikmetlerine nüfuz edebilen müminler, eski hata ve günahlarından arınarak hayata yeni bir canlılık, şuur, huzur ve ruh dinginliğiyle dö-nerler. Hac onların hayatında kalıcı etkilere sahip bir dönüm noktası olur. Böylece bu ibadet, insan ruhunda yüce duyguların ve güzel hasletlerin yeşermesine vesile olur. 4. Zikir Zikir, hatırlamak, övmek, şan, şeref, namaz kılmak, dua etmek, anmak, anış, anılan şey manalarını ifade eder. 1930 Anmak da ya kalp veya dil ile olur. 1931 Zikirle, bazen nefsin durumu kastedilir ki, insanın elde ettiği bilgiyi ezberlemesi ve koruması onunla mümkün olur. Bu şekilde hıfz ile eş anlamlı olur. Bazen da zikir, bir şeyin kalbe veyahut söz ve dile gelmesine denilir. Bu yönden zikrin ikiye ayrılır. Biri, kalben zikir, biri de dille zikirdir. Bunlar da kendi aralarında ikiye ayrılır: Unuttuktan sonra zikretmek, hiç unutmayıp devamlı zikretmek. 1932 Sonra zikir, nam ve şöhret, medh ve sena, şeref ve şan anlamlarına gelir. 1933 Namaza, duaya ve semavi kitaplara da zikir denir. 1934 İşte bu mana ile Kur’an’ın bir ismi de ez-Zikrdir. 1935 Zikr, Kur’an’da zaman zaman unutma ve gaflete zıt anlamda kullanılır. 1936 Zikir, ya dille ya kalple veya bedenle olur. Dille zikir, Yüce Allah’ı güzel isimleriyle anmak, hamd ve tesbih etmek, ululamak, kitabını okumak ve dua etmektir. Kalple zikir, gönülden anmaktır. Başlıca üç türü vardır: Birincisi, Allah’ın varlığına işaret eden delilleri düşünmek. İkincisi, Allah’ın emir ve yasaklarını, mükâfat ve tehditlerini ve bunların hikmetlerini düşünmek. Üçüncüsü, gizli ve 1929 Buhârî, Muhsar, 9-10; Müslim, Hac, 79, no: 1350 (I, 983). Tâberî, Tâberî Tefsiri, I, 258. 1931 Yazır, Hak Dîni, I, 23. 1932 İsfehânî, el-Müfredât (z-k-r md.), s. 328; Yazır, a.y. 1933 “And olsun, size öyle bir kitap indirdik ki, bütün zikriniz (şan ve şerefiniz) ondadır.”Enbiyâ 21/10. 1934 Bk. Kamer 54/25; Enbiyâ 21/24, 105. 1935 Bk. Hicr 15/9; Yazır, a.g.e., I, 23; Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, I, 258-259. 1930 açık bütün yaratıkları ve bunlardaki yaratılış sırlarını gözleyip düşünmekle her zerrenin ilâhî âleme bir ayna olduğunu görmektir. Kalple zikir o noktaya varır ki, bu noktada insan kendinden ve âlemden geçer. Bütün şuuru hakka dalar gider, yalnız zikredilen şey hissedilir. Kalbin zikri tabi olarak bedenin zikrine yol açar. Bedensel zikirse, bedenin organlarından her birinin emredildikleri görevlerle meşgul ve onlara dalmış olması ve yasaklandıkları şeylerden uzak bulunmalarıdır. 1937 Böylece zikir, insanların davranışlarını düzelten bir etkendir. Zikir kelimesi çeşitli türevleriyle birlikte Kuran’da iki yüz yetmiş ayette yer almaktadır. Bunların otuz üçü tekil ya da çoğul olarak emir kipiyle geçmektedir ki, bu emirlerin on beşinde Allah’ı, on birinde ise O’nun nimetlerini hatırlatma söz konusudur. 1938 Emir sigasıyla gelen ayetlerin bir kısmı da teselli etmek maksadıyla Hz. Muhammed’e daha önceki peygamberlerin niteliklerini ve onların başlarına gelenleri hatırlamasını, ümmete de ibret almaları için geçmiş kavimlerin karşı karşıya kaldıkları bir takım bela ve musibetleri düşünmelerini tavsiye etmektedir. Kur’an bazı ayetlerinde de Allah’ı, O’nun nimetlerini, sıfat ve isimlerini anan, tefekkür ve tezekkür eden müminlerin niteliklerine yer vermektedir. “İnananlar öyle kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalpleri titrer.” 1939 Kur’an’ın zikir üzerinde ısrar etmesi onun, Allah’a inanma ve O’na ulaşmada, kalplerin huzur bulmasında yegâne unsur olması sebebiyledir. 1940 Yine bu sebepledir ki Kur’an, Allah’ı çokça anmayı kurtuluş için 1941 ve Allah’ın o kimseyi anması için bir vesile kılmıştır. 1942 Bütün bunların yanında Kur’an, zikrin azlığını da her fırsatta kınamakta 1943 ve müşrikleri düşünmeye, tefekküre davet etmektedir. 1944 Zikir, yüce Allah ile olan dolaysız bağlantıdır. Yeter ki dilin zikrini kalp idrak etsin ve her halükarda zikre devam edilsin. 1945 Faydalı olan zikir, devamlı ve kalb huzuru ile olan zikirdir. Gafil kalb ile yalnız dille yapılan zikrin faydası azdır. Bir şeyi seven daima onu anar. Bir şeyi çok anan da ne olsa onu sever. İşte Allah’ı zikretmenin evveli de böyledir. Zikr olunan Allah ile ünsiyet peyda edip O’na karşı muhabbet hâsıl oluncaya kadar biraz güçlük çeker. Sonra da O’nu anmadan duramaz hale gelir. Zira bir şeyden zevk alma, ancak ünsiyet ve muhabbetten doğar. Ünsiyet de devamlı yorgunluk ve uzun zahmetlerden sonra hâsıl olur. Nefis öyle bir şeydir ki, başlangıçta ona zorlukla yaptırılan şeyler, sonra onda tabiat haline gelir. 1946 Allah’ı anmaktan kalbin gaflet etmesi hususundaki unutkanlığın tedavisi, ancak devamlı olarak Allah’ı, O’nun nimet ve ikramını, yarattıklarındaki ayetlerini, ahiret ve hesap gününü anmaktır. Kur’ân, bu çeşit unutkanlığın tedavisi için Allah’ı zikretmenin önemini dile getirmektedir: 1936 Bk. A‘râf 7/205; Kehf 18/18. Bk. Yazır, a.g.e., I, 430; Ateş, a.g.e., I, 260-261; Ünal, Kur’an’da Temel kavramlar, 36-37. 1938 Bk. Abdulbâkî, el-Mu‘cemü’l-Müfehres (z-k-r md.), s. 343-349. 1939 Enfâl 8/2; Ayrıca bk. Âli İmrân 3/191; Hac 22/35. 1940 Bk. Ra‘d 13/28; Demirci, Kur’an’ın Temel Kavramları, s. 296-297. 1941 Bk. Cuma 62/10. 1942 Bk. Bakara 2/152. 1943 Bk. A‘râf 7/3; Neml 27/62; Ğâfir 40/58. 1944 Bk. En‘âm 6/80; Yûnus 10/3; Hûd 11/24; Nahl 16/17. 1945 Gazali, M., İslam’ın Manevi Boyutu, s. 75. 1937 “Unuttuğun zaman Allah’ı an.” 1947 Allah’ı zikretme ve O’nu tesbih etme âdeti insanın kalbine işlenerek davranışlarda sabit ve kalıcı olacak ve yaşamın bütün anlarında herhangi bir çaba ve özen olmaksızın bir adet şeklinde ortaya çıkacaktır. Bu da insanın davranışlarını değiştirerek ahlaken ve ruhen olgunluk sağlayacaktır. Yüce Allah kendisinin sürekli anılmasını istemektedir: “Namazı bitirdiğiniz zaman gerek ayakta, gerek otururken ve gerek yanlarınız üzerinde (uzanarak) hep Allah’ı zikredin.” 1948 İbn Abbas (r.a.), bu ayetin tefsirinde “gece ve gündüz, kara ve denizde, sefer ve hazarda, zenginlik ve fakirlikte, hastalık ve sıhhatte, gizli ve aşikâre Allah’ı zikredin”, demiştir. 1949 Başka bir ayette de şöyle buyrulur: “Ey iman edenler! Allah’ı çokça anın. Ve O’nu sabah akşam tesbih edin.” 1950 Ayette bütün övgü çeşitleri ile Allah’ın övülmesi istenmiştir. Her türlü itaat ve her türlü hayır, zikir kapsamına girmektedir. Ayetteki “tesbih edin” emri de zikir kapsamına girmektedir. Sabah-akşam denilmekle de bütün vakitler kastedilmiştir ya da bütün vakitlerde namaz kılmak kastedilmiştir veya kendilerinde namaz kılmanın daha meşakkatli olması sebebiyle sabah, akşam ve yatsı namazları kastedilmiştir. 1951 Allah kelâmı olan Kur’an’ı okumadan sonra, dil ve kalp ile yapılacak ibadetlerde Allah’ı zikretmekten daha faziletlisi ve ihtiyaçların O’na arz edilmesi için halis dualardan daha üstünü yoktur. 1952 Zikrin yüceliği hususunda Allah şöyle buyurmaktadır: “…Elbette Allah’ı anmak, en büyük (ibadet) tir...” 1953 Ancak Allah’ı anmak; işi gücü tamamen bırakıp dünyayı terk etmeyi gerektirmez. İslam’ın temel prensibi, ruh ile maddeyi, dünya ile ahireti beraber yürütmektir. Mü’min Allah’a karşı vazifelerini yaptığı gibi dünyaya ait vazifelerini de aksatmadan yapacaktır. Ancak dünya işlerini yaparken Allah’ı daima hatırında tutacaktır. Allah’ı hatırlaması, dünya işlerinde de kendisine şevk verecek, işlerini başarı ile yürütmesini sağlayacak, onu daima saadet ve huzur içinde tutacaktır. 1954 Kur’an-ı kerim’in çoğu ayetlerinin anlamları kulların eylemlerine uygun düşen Allah’ın güzel isimlerinden biriyle son bulduğu görülür. Bunun sırrı, kullara ne yaparsa yapsınlar Allah’ın murakabesinin kendileriyle beraber olduğunu hissettirmektir. 1955 Allah’ın varlığının her an hissedilmesi ve insanların ne yaparsa yapsınlar daima Allah’ın huzurunda olduklarını ve bir an dahi Allah’ın gözetiminden ayrı kalamayacaklarını bilmeleri, kişileri bir takım hatalardan, zararlı davranışlardan koruyacağı gibi psikolojik ve ruhî olarak da olgunlaştıracaktır. Zikir ile Allah arasında engel yoktur. Zikir, sürekli Allah’la beraber olmak ve kasveti dağıtmak, kalp katılığını giderme konusunda çok önemlidir. 1956 Kul, Allah’ını zikretmekle O’ndan yardım diler ve kendine verilen yapabilirlik gücünü sarf eder. 1946 Gazali, İhyâ, I, 869-870. Kehf 18/24. 1948 Nisâ 4/103. 1949 Gazali, İhyâ, I, 846. 1950 Ahzâb 33/41-42. 1951 Zamahşerî, Keşşâf, III, 528-529. 1952 Gazali, a.g.e., I, 843. 1953 Ankebût 29/45. 1954 Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, I, 261. 1955 Gazali, M., İslam’ın Manevi Boyutu, s. 83. 1956 Bk. Zümer 39/22-23; Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğe, s. 270. 1957 Yazır, a.g.e., I, 431. 1947 1957 İşte zikir, acizlikten sonsuz yapabilirlik gücüne geçiştir. İnsanın Allah’ı düşünmek üzere yoğunlaşması, kalpte bazı değişiklikler meydana getirmektedir. Bu değişimlerin en önemlisi, tatmin denen doyum merhalesini yakalamasıdır. 1958 Nitekim Allah’ı zikretmenin gönülleri yatıştırdığı, ruha itmi’nân ve huzur verdiği belirtilir. 1959 Demek ki insan sıkılınca, üzülünce derhal Allah’a yönelmeli, O’nu zikir ve tesbih etmelidir ki stresten kurtulabilsin. Gönüllerin huzur bulduğu zikir, Kur’an okumak, dinlemek, “subhânellâh, elhamdü-lillâh, Allâhu ekber, lâilâhe illallâh” gibi sözlerle Allah’ı anmak veya hatırında tutmak, 1960 bir işe başlarken Allah’ın adını anmak, O’nun yaratmış olduğu eserler üzerinde geniş bir muhakeme ile derinlemesine düşünmek ve Allah’a çokça dua etmektir. 1961 Allah’ı çok anmanın insan eğitimindeki rolü o kadar açık ve nettir ki, insan Yüce Allah’ı çok anınca kendini adeta O’nunla beraber hissetmekte, O’nun sevgisi ve O’nun aşkı ile aklını ve ruhunu doldurmaktadır. Bu derece Allah’a bağlılık ve yakınlık hisseden insan, O’nun rızasına uygun olmayan olumsuz davranışlarda bulunamaz. Aksi takdirde kendi içinde çelişkiye düşer. Bu nedenle Yüce Allah’a bağlılığını O’nu çok zikretmekle ortaya koyan insan, bu tür çelişkilerden kendini kurtarmış, kişilik sahibi bir kimse olarak değer kazanmış olur. 1962 Müslüman Allah’ zikrine devam ettiği zaman, kendisinin Allah’a yakın, onun himayesi ve gözetiminde olduğunu hisseder; bu durum da, nefsinde metanet ve güce bağlı bir şuur ile güven, dinginlik ve mutluluk duymasına neden olur: “Beni anın ki ben de sizi anayım...” 1963 Allah’ın zikri, nefiste güven ve dinginlik uyandırdığı için, yaşamın tazyik ve tehlikelerinin önünde nefiste zayıflık ve acizlik duyulduğu, hiç bir güvence ve yardımcı bulunamadığı zamanda, insanın hissettiği stresin ilacı olmaktadır. 1964 “Kim beni anmaktan yüz çevirirse, onun için dar bir geçim vardır...” 1965 Özetleyecek olursak zikir, geniş çerçeveli bir kavram olup yüce Allah ile olan dolaysız bağlantıdır. Zikir, ya dille veya kalple ya da bedenle olur. Faydalı olan zikir, devamlı ve kalp huzuru ile olan zikirdir. Kur’an’ın zikir üzerinde ısrar etmesi onun, Allah’a inanma ve O’na ulaşmada, kalplerin huzur bulmasında yegâne unsur olması sebebiyledir. İnsanın başlangıçta zorlukla yaptığı şeyler, sonra onda tabiat haline geldiği için insan, kendini zorlayıp Allah’ı anmaya devam ettiğinde zikre alışır ve böylece davranışlarını değiştirir. Zikir sürekli Allah’la beraber olmayı, kalp katılığını gidermeyi ve kalbi yumuşatmayı sağlar. Allah’ın varlığının her an hissedilmesi ve insanların ne yaparsa yapsınlar daima Allah’ın huzurunda olduklarını bilmeleri, kişileri bir takım hatalardan, zararlı davranışlardan koruyacağı gibi şahsiyetlerindeki çelişkiyi giderecek, nefislerini temizleyip arıtacak, güven ve dinginlik hissetmelerini sağlayacak ve böylece onları psikolojik ve ruhî olarak olgunlaştıracaktır. 1958 Bayraklı, Kur’an’da Değişim, Gelişme ve Kalite Kavramları, s. 126. Ra‘d 13/28; Kur’an’ın adı da zikir olduğu için bu ayette Kur’an’da kastedilmiş olabilir. 1960 Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, IX, 59; Saka, Yabancılaşma Karşısında Kur’an, s. 170-173. 1961 Bk. Saka, a.g.e., s. 172-180. 1962 Saka, a.g.e., s. 172 1963 Bakara: 2/152. 1964 Necati, Kur’an ve Psikoloji, s. 262. 1959 5. Dua Sözlük anlamıyla dua kelimesinin nidâ ile anlam yakınlığı olup Kuran’da birbirlerinin yerlerine kullanılmakla birlikte 1966 ıstılahî manadaki duada daima tazim ve tazimle birlikte istekte bulunma anlamı mevcuttur. 1967 Dua, Allah’la kul arasında diyalog 1968 veya kalbin Allah ile konuşmasıdır. Ancak insan kalbi yüksek bir duruma geldiği zaman dua olabilir. Bu ruhsal gerginlik ne zaman biraz gevşer ve her şey sadece geçici bir olay olarak ortadan kaybolmaz da sabit, köklü bir zühde dönüşürse o zaman dua ibadet haline gelir. 1969 Duadan, bazı formüllerin makine gibi ezbere okunmasını değil, dünyanın asil ve yüce prensibinin temaşası içinde şuurun kendinden geçmesini, mistik bir yükselişi anlamalıdır. 1970 Kur’an’da dua ve davet kökünden türeyen kelimler iki yüz on iki yerde geçmektedir. Yirmi yerde geçen dua kelimesiyle birlikte bazı ayetlerde da‘vâ ve da‘vet kelimeleri de aynı anlamda kullanılmıştır; ayrıca pek çok ayette dua kökünden fiiller yer almıştır. Bu ayetlerde dua ve türevleri Allah’a yakarma, O’nun lütfunu dileme, çağırma, sığınma, davet etme, ibadet etme, yardıma çağırma, bir durumu arz etme, Allah’ın birliğini tanıma, isnat ve iddia etme anlamlarında kullanılmıştır. 1971 İnsan, zayıf, güçsüz olarak yaratıldığı için her şeye güç yetiremez ve her istediğini yapamaz. Daima kendisinden daha üstün ve istediğini yapabilme gücüne sahip bir varlığa sığınma, dayanma, yalvarma ve yakarma ihtiyacını duyar. Bu insanın yaratılışında, fıtratında var olan bir husustur. İnsanın her zaman Allah’ın yardımına, desteğine ihtiyacı vardır. Bu itibarla Kur’an-ı Kerim’de yüzlerce dua ayeti bulunup adeta bu ayetlerle Yüce Rabbimiz hem kendisine dua etmemizi ve hem de nasıl dua edeceğimizi belirtmektedir. 1972 Kur’an’da duanın sadece Allah’a yöneltilmesi önemle belirtilmiştir. Allah’tan başkasına, putlara veya kendilerine mutlak nitelikler izafe edilen başka yaratıklara dua ve ibadet edilmesi kesinlikle yasaklanmıştır. 1973 Bu sebeple Allah’tan başkasına dua etmek açık bir sapıklıktır ve kâfirlerin yaptığı dua boşuna yapılmış bir duadır. 1974 Allah’ın insanların yaptığı duaya cevap verişine Kuran’da isticâbe denmiştir ki “cevap verme”, “cevaba hazır olma” demektir. Kur’an, isticâbe fikrine o kadar büyük önem verir ki duaya cevap vermemeyi, sahte tanrılığın en belirgin işareti sayar. 1975 Allah’ın duaya karşılık verişi bir ayette şöyle ifade edilir: “Şayet kullarım, sana benden sorarlarsa, gerçekten ben çok yakınımdır. Bana dua edince, duacının duasını kabul ederim. O halde onlar da benim davetime koşsunlar ve bana 1965 Tâhâ 20/124. Bk. Bakara 2/171. 1967 İsfehânî, el-Müfredât ( d-‘a-v md.), s. 310. 1968 Öztürk, Kur’an’ın Temel Kavramları, s. 92; Hökelekli, Din Psikolojisi, s. 212. 1969 İzutsu, Kur’an’da Allah ve İnsan, s. 246. 1970 Carrel, İnsan Denen Meçhul, s. 110. 1971 Bk. Abdulbâkî, el-Mu‘cemü’l-Müfehres (d-‘a-v md.), s. 326-330; Öztürk, a.g.e. s. 92; TDVİA, IX, 530. 1972 Pusmaz, Durak, “Bizi Değerli Kılan Dualarımız”, Diyanet Aylık Dergi, S. 121, Ocak 2001, s. 35. 1973 Örneğin bk. A‘raf 7/194-195; Ra‘d 13/14; Nahl 16/20; Şu‘arâ 26/213; Kasas 28/88. 1974 Bk. Hac 22/12-13; Mü’min 40/50. 1975 İzutsu, Kur’an’da Allah ve İnsan, s. 247-248; Bk. Ra‘d 13/14; Fatır 35/14. 1966 hakkıyla iman etsinler ki, doğru yola gidebilsinler.” 1976 Yazır, bu ayet hakkında şu güzel yorumu yapmaktadır: “Bu ayette “Kullarım beni sana soracak olurlarsa” ifadesi, kul veya fekul diye açıkça bildirilmeyerek, cevabında doğrudan doğruya Fe innî karîb “Ben onlara pek yakınım.” buyrulmuş, vasıta kaldırılmış ve yakınlık da, duaya cevap vermekle belirtilmiştir ki, bunda büyük bir nükte vardır. Yüce Allah, duada kulu ile kendisi arasına bir vasıtanın aracılığını istemiyor ve sanki diyor ki: “Kulum, vasıtaya dua vaktinden başkasında muhtaç olabilirse de, dua vaktinde benimle onun arasında vasıta yoktur. Ben ona böyle yakınım.” “Ben yakınım,” denilip de “Kullarım bana yakındır” denilmemesi de gayet anlamlıdır. Zira kul, varlığı mümkün olduğundan, kul olması itibariyle yokluğun merkezinde ve fani dünyada bulunmaktadır. Dolayısıyla yakınlık kul tarafından değil, Hak tarafındandır. Şimdi bu iki nükte düşünülürse, şu hakikate ulaşılır: Dua eden kimsenin gönlü, Allah’tan başkasıyla meşgul olduğu müddetçe, hakikaten dua etmiş olmaz. Allah’ın dışında olanların hepsinde fanilik gördüğü vakit de, Allah’ın birliğinin sırlarına ve bilgisine dalar. Bu makamda kaldıkça, beşeri nasibi istemekten kaçınır. Vasıtalar, ortadan kalkar ve Hakk’a yakınlık meydana gelir. Çünkü kul, kendi isteğine yöneldikçe, Allah’a yaklaşamaz, o istek, engelleyici bir vasıta olur. Bu ortadan kalktığı zaman ise, “Ben de işimi Allah’a bırakıyorum. Şüphesiz Allah, kulları pekiyi görendir.” 1977 şeklindeki işini Allah’a havale etme durumu, tam bir samimiyetle tecelli etmiş bulunur. Göz, Hakkın gözü olarak görür; kulak, Hakkın kulağı olarak işitir; kalp, Hakkın aynası olarak bilir, duyar ve ister, O zaman, milyonlarca sebeplerin, yapamadığı şeyler, Allah’ın iradesinin hükmüyle ol demekle oluverir. İşte dua böyle bir yakınlaşma vasıtasıdır ve ibadetlerin en faziletlisidir.” 1978 Allah’a dua etme, Allah rızasına ulaştırıcı olması yanında kul açısından O’na duyulan yakınlık sonucunda uzak veya yakın birçok fayda ve mükâfata vesile olmaktadır. Nasslarda yer alan dualardaki isteklerin önemli bir kısmı hayat ve şahsiyetin korunması amacına yöneliktir. 1979 Bununla beraber Hz. Peygamber’in açıklamasına göre duanın kabulünde birkaç alternatif söz konusudur. Dua edene istediği şey ya bu dünyada hemen verilir veya ahirete saklanır yahut üzerinden istediği iyilik kadar bir kötülük giderilir. 1980 Gerek ihtiyaçlar ve hatalar yüzünden Allah’a başvurmak, gerekse nimetleri sebebiyle O’nu hatırlamak ve anmak kişide psikolojik bakımdan bir rahatlık, huzur ve mutluluk doğurduğu gibi 1981 ahlakî arınmaya ve yücelmeye de yol açmakta, gelişim safhalarındaki takılma ve sapmaların önlenmesinde ve şahsiyetin tamamlanmasında yapıcı bir fonksiyon icra etmektedir. 1982 Bir hadis-i 1976 Bakara, 2/186; Bu ayetin nüzul sebebi hakkında çeşitli rivayetler vardır. Bir rivayete göre bir A‘rabî Hz. Peygamber’e gelerek şöyle dedi: Rabbimiz bize yakın mı, O’na gizlice mi dua edelim? Yoksa uzak mı, O’na seslice mi dua edelim? Bunun üzerine bu ayet indi. Diğer bir rivayete göre de Ashap, Rabbimiz nerededir? diye sordu ve bu ayet indi. Rıza, Tefsîru’l-Menâr, XI, 166. 1977 Mü’min 40/44. 1978 Yazır, Hak Dîni, I, 525-526. 1979 TDVİA, IX, 532. 1980 Bk. Müsned, III, 18. 1981 Bk. Ra‘d 13/28; A‘lâ 87/15; İbn Mâce, Edeb, 53, no: 3791 (II, 1245); Tirmizî, Da‘avât, 7, no: 3378 (V, 459-460). 1982 TDVİA, IX, 533. kudsiye göre dua ve ibadetle meydana gelen yakınlaşma Allah’ın sevgisine, bu sevgi de kulda duyarlı bir vicdan ve sağduyunun doğmasına yol açar. 1983 Dua, işlenen hata ve günahların insan vicdanındaki izlerini giderip ruhî arınmaya vesile olmaktadır. Dinî nasslarda kişiyi hata ve günah işlemeye sevk eden nefsin basit istek ve kaprislerinden, kin ve hasetten, duyarsız bir kalpten, faydasız bir bilginin veya cahilliğin doğuracağı kötülüklerden korunmak ve kalpleri birleştirecek sevgi, merhamet, gönül ve ahlak güzelliği istenmektedir. 1984 Böylece dinî naslardaki duaların insanı ahlaken, ruhen olgunlaştıran bir içeriğe sahip olduğu görülür. Duayla ilgili Kur’an ayetleri incelendiğinde, her ayetin insana ümit telkin ettiğini, Allah’ın yardımını ve her an insanla beraber olduğunu, insanın vazifesini hatırlattığı görülmektedir. Bu da insanı iyiye, doğruya yönlendirmekte, insana büyük bir güç vermekte ve insanın sevgiyle Allah’a yaklaşmasını sağlamaktadır. Dua kötülüğün giderilmesi veya iyiliğin sağlanması için bir sebeptir. Kalkan, okun geri tepmesine; yağmur, bitkilerin bitmesine sebep olduğu gibi, dualar da ilâhî rahmetin celbine ve belaların reddine sebep olurlar. Duanın bir faydası da kalpte Allah inancının kökleşmesini sağlamasıdır ki bu da ibadetin hedefidir. Zira dua, kalbi sükûnetle Allah’a bağlar. 1985 Kur’an duada samimiyet, boyun büküklük, sessizlik, gizlilik ve ürpertiyi önermektedir. Önerilen şeylerden biri de duanın kabul edileceğine derinden inanmaktır. 1986 Bu inceliklere dikkat edilerek yapılan bir duanın kabulü Yaratıcı’nın garantisindedir. 1987 Dualarının kabul edilmesinde, dua edilirken yaşanan dinî şuur yoğunluğu durumunda Allah insan şuurunun yegâne konusu olur, başka ilgi ve istekler silinir, duygusal gerginlik insan vicdanını temizler ve Allah’a açık bir hale getirir. Kur’an’da bu durum, kişinin “dinî Allah’a has kılması” olarak tanımlanır. 1988 Dua halinde yürüyen Allah-insan diyalogunda (Allah’tan kula davet, kuldan Allah’a dua) Allah, kuluna şah damarından daha yakın olduğu için dua faaliyetinde insanın bağırıp çağırmasına, dövünmesine, süslü-püslü kelimeler, düzenli kafiyeli cümleler bulmasına hiç gerek yoktur. 1989 Kulun yakarışı hangi isimle olursa olsun Allah buna cevap verecektir. Önemli olan, bilinç ve samimiyettir. 1990 Dua salt sözden ibaret değildir. Hz. Musa kavmi için su istediğinde kendisine “asanı taşa vur” emri verilmiştir. 1991 Burada iki önemli durum ortaya çıkmaktadır. İlki, istediğin duanın bir eylemle, bir amelle birlikte olması gerektiğidir; yani dua eylemle tamamlanır, Allah’ın çizdiği sınırlar içinde kalmayı gerektirir ve kula isteği doğrultusunda bir mükellefiyet yükler. Hz. Musa’nın isteği karşısında Allah hemen yağmur yağdırıp veya yanı başında bir pınar var edip su gönderebilirdi. Fakat asanı taşa 1983 Bk. Buhâri, Rikâk, 38. TDVİA, IX, 534. 1985 Gazali, İhyâ, I, 958-959. 1986 Bk. A‘raf 7/55-56; Mümin, 40/14, 65. 1987 Bk. Mümin, 40/60. Öztürk, Kur’an’ın Temel Kavramları, s. 93. 1988 TDVİA, IX, 533; Örneğin bk. Mü’min 40/14, 65. 1989 Bk. Bakara 2/186; A‘râf 7/55; Kâf 50/16; Duanın adabıyla ilgili geniş bilgi için bk. Gazali, İhyâ, I, 877-884. 1990 Bk. İsrâ 17/110; Öztürk, a.g.e., s. 93-94. 1991 Bk. Bakara 2/60. 1984 vur emrini vermiştir. İkinci olarak, gerek yapılan duada gerekse duanın eyleminde mutlak bir teslimiyet gerekir. Hz. Musa taştan su çıkar mı gibi bir şüpheye düşmeden emri yerine getirmiştir. 1992 Böylece kulun elinde gelen her şeyi yapmasıyla beraber dua etmesi gerektiği anlaşılıyor ki dua bir tevekkül halini almış olur. Kur’an’ın anlayışına göre hayat, Yaratan’la yaratılan arası bir ilişki olduğundan insanın tüm faaliyetleri, farkında olsun veya olmasın, bir dua sergiler. Bu anlamda bir dua kastedildiği içindir ki, Kur’an-ı Kerim bir yerde “duanız olmasaydı Rabbim sizi ne yapardı” demektedir. 1993 Ayetten anlaşılmaktadır ki, Rabbimiz bize ibadetimizden ve dualarımızdan dolayı değer vermektedir. Rabbimiz katında bizi değerli kılan dualarımız ve ibadetlerimizdir. Böylece dua, insanın değerini artırır, makamını yüceltir, insanı şerefli ve üstün kılar. 1994 Dua, İslam Peygamberi tarafından “ibadetin özü” olarak nitelendirilmiştir. 1995 Dua, huzura açılan büyük bir kapıdır. Tam bağlanmayı ve sadece ihtiyacın âlemlerin Rabbine arz edilmesini sağlar, her durumda O’nun huzurunda olma duygusu verir. 1996 Bu da kişinin yalnızlık ve güvensizlik duygusunu giderir. Dua diye ifadeye konulan ilişkinin her hal ve şartta yaşatılması Yaratıcının insandan istediği bir davranıştır. Sıkıntı ve zorluk zamanlarında dua edip mutluluk ve refah zamanlarında bunu bırakanlar kınanmaktadır. 1997 Dua, insanın duygularını, algılarını, davranışlarını, ruhî ve bedeni sağlığını, hatta maddi olayları değişikliğe uğratan etkiler yapabilmektedir. Ancak, dua eden kimsenin elde edeceği psikolojik değerler, bütünüyle o kişinin inancına bağlıdır. Samimi inanç sürdüğü sürece duanın etkisi kesin ve mutlaktır. Duayla insanın iradesi Allah’ın iradesine uyar. Dua genel olarak insanın bütün ruhî faaliyetlerine bir güç ve canlılık sağlamaktadır. Kişi, dua vasıtasıyla Allah’la kurulan iletişim sayesinde ilâhî enerjinin etkisi ruhun ihtiyaçlarını karşılamaya, korkularını yatıştırmaya ve bu yolla dış dünyayı değiştirmeye koyulmaktadır. Böylece dua, kişinin gücünü artırmakta, şuur düzeyinin yükselmesine ve idrak kapasitesinin keskinleşmesine imkân vermek-te, olağan üstü işleri başaracak güç, kuvvet ve yeterlilik kazandırmaktadır. 1998 Sık sık yapılan, bir alışkanlık haline gelen duanın karaktere etki ederek, onun temizlenip olgunlaşmasını sağlayabilmektedir. Dua bir anlamda kişinin kendisiyle ilgili hakikati bir bütün olarak keşfetmesine imkân veren bir şuur genişlemesidir. Dua anında şuurun derinliklerinde sanki bir ışık yanar ve orada insan kendisini olduğu gibi görür. Bencilliğini, hırsını, hatalarını, gururunu keşfederek ahlakî vazifelerini yapmaya hazır hale gelir. Fikrî ve zihnî tevazuu, olgunluğu kazanmaya çalışır. Kötülük ve ıstıraplara karşı sabır ve dayanma gücü gelişip, kuvvet kazanır. Devamlı dua eden kişilerde vazife ve sorumluluk duygusu artar, kıskançlık ve kötülük eğilimleri azalır. Başkaları 1992 Yazır, Hak Dîni, I, 303-304; Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, s. 499-500. Furkân 25/77; Öztürk, Kur’an’ın Temel Kavramları, s. 93. 1994 Pusmaz, “Bizi Değerli Kılan Dualarımız”, s. 36. 1995 Bk. Tirmizî, Dua, 1, no: 3371 (V, 456); İbn Mâce, Dua, 34, no: 3829 (II, 1258). 1996 Bk. Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa, I, 270. 1997 Bk. Neml 27/62; Zümer 39/49; Öztürk, a.g.e., s. 93; Saka,Yabancılaşma Karşısında Kur’an, s.178. 1993 hakkında iyilik ve hayırseverlik duyguları hâkim hale gelir. Böylece dua, kişide zihnî, manevî ve ahlakî güçlerin daha iyi kullanılma-sına, yücelip güçlenmesine, ümit ve inancın canlanmasına ve kişiliğin en üst derece-de bütünleşmesine imkân sağlayan bir etki gücüne sahip bulunmaktadır. 1999 Duanın gerek uzvi gerekse ruhî birtakım hastalıkları tedavi edici gücü ve özelliği öteden beri bilinmektedir. Birçok din psikologu, duanın mükemmel bir tedavi vasıtası olduğunu belirlemiş bulunmaktadır. Duanın sıkıntıyı tedavi ederek kişide bir rahatlama ve sükûnet meydana getirdiği gibi psikolojik yapının işleyişinden ileri gelen bazı ruhî bozuklukların dua ve dinî telkin yoluyla şifaya kavuşturulması mümkündür. 2000 Özellikle başkası için yapılan duanın, kişinin kendi kendisi için yaptığı duadan daha etkili ve verimli olduğu gözlemlenmektedir. 2001 Sonuç itibariyle dua, Allah’la kul arasında diyalog, kalbin Allah ile konuşması ve ibadetlerin özüdür. Duada önemli olan şekil değil samimiyet ve içtenliktir. Allah’a yalvarıp yakarma zayıf ve güçsüz yaratılan insanın fıtratında var olan bir özelliktir. Dua, işlenen hata ve günahların insan vicdanındaki izlerini giderip ruhî arınmaya vesile olmakta, kişide bir sükûnet meydana getirmekte ve iradi bir canlanmaya yol açarak bunalımları gidermekte ve sıkıntıyı ortadan kaldırmaktadır. Duayla ilgili Kur’an ayetleri incelendiğinde, her ayetin insana ümit telkin ettiği ve yapması gereken işi ve Allah’ın her an insanla beraber olduğunu hatırlattığı görülmektedir. Bu da insana büyük bir güç vermekte ve iyiye, doğruya yönlendirmektedir. Sık sık yapılan, bir alışkanlık haline gelen duanın karaktere etki ederek, onun temizlenip olgunlaşmasına yol açmaktadır. 6. Tevbe Kuran’da çeşitli türevleriyle birlikte seksen altı yerde geçen 2002 tevbe, en güzel şekilde günahları terk etmek demektir. Bu özür dilemenin en beliğ şeklidir. Özür dileme üç şekilde yapılır. Ya özür dileyen yapmadım der veya şu sebepten dolayı yaptım der, ya da yaptım, pişman oldum ve vazgeçtim der. Bu sonuncusu tevbedir. Tevbenin makbul bir tevbe olması için bazı hallerin gerçekleşmesi gerekir. Bunlar, çirkin olduğu için günahı terk etmek ve pişmanlık duymak, bir daha geri dönmeme-ye azmetmek ve mümkün olduğunca telafi edebileceği şeyleri gerçekleştirmektir. 2003 Tevbe, iman makamlarının evveli, hak yolculuğunun başlangıcı, vuslat kapısının anahtarıdır. Kelime anlamı itibariyle dönmek, yönelmek demek olan tevbe, şer‘an da kabahatten kabahat olduğu için pişmanlık duyarak vazgeçmektir. Çirkinliğinden dolayı değil de bedenine, malına veya ha1998 Bk. Hökelekli, Din Psikolojisi, s.227-229; Eren, Şadi, Kur’an’da Dua, Işık Y., İzmir, 1994, s.15- 16 1999 Hökelekli, a.g.e., s. 230-231. Bk. Carrel, İnsan Denen Meçhul, s. 110-111; Hökelekli, a.g.e., s. 231-232; Eren, a.g.e., s. 16-17. 2001 Bk. Hökelekli, a.g.e., s. 231-233. 2002 Bk. Abdulbâkî, el-Mu‘cemü’l-Müfehres (t-v-b md.), s. 199-200. 2003 İsfehânî, el-Müfredât (t-v-b md.), s. 169; Gazali’nin belirttiğine göre tevbe, şu üç şeyin sırasıyla meydana gelmesiyle gerçekleşir: İlim, hâl ve amel. Bunların birincisi ikincisini, ikincisi de üçüncüsünü gerektirir. Birincide yapılanın suç ve zararlı olduğu bilinir. İkincide kalp duygulanarak bu suçtan yanıp tutuşur. Üçüncüde o suçu işlemekten vazgeçilir. Bk. Gazali, a.g.e., IV, 9-10; RâzîTefsîr-i Kebîr, II, 427; Atay, “Allah’ın Halifesi İnsan”, s. 80. 2000 ysiyetine bir zarar gibi her hangi bir korku veya ümit sebebiyle vazgeçme tevbe değildir. Tevbe, yaptığı kabahatin bir yararını da görse onun çirkinliğini duyup tiksinerek vazgeçmedir. 2004 Tevbe, Allah’ın uçsuz bucaksız merhametinin insandaki yansımasıdır. Tevbede insan Allah’a doğru pişmanlıkla, Allah da ona doğru lütufla dönmektedir. 2005 Kur’an bünyesindeki anlamı Allah’a yönelmek olan tevbe, hem kul için hem de Allah için kullanılır. Kul için kullanıldığında “Rabbine döndü” şeklinde anlaşılır. Çünkü günah işleyen her fert, Rabbinden kaçan kimse durumundadır. Tevbe ettiğinde ise bu kaçıştan Rabbine dönmüş olur. Bu durumda Allah ise kulundan yüz çevirmiş gibidir. Tevbe, Allah için kullanıldığında ise, O’nun kuluna rahmeti ve lütfu ile dönmesi, kulunun tevbesini kabul etmesi demektir. 2006 Tevvâb, çokça tevbe eden kul demektir. Allah hakkında kullanıldığında ise, kulların tevbesini çokça kabul eden demektir. 2007 Allah’ın isimlerinden biridir. Gazali’nin belirttiğine göre tevbe, “geçmiş hataların verdiği iç sancısı”, “kötü huyları iyi huylarla değiştirmek” şeklinde tarif edilmiştir. 2008 Tevbenin anlamı, insanı şeytana yaklaştırıp Allah’a uzaklaştıran yoldan dönmek, 2009 günaha pişman olarak hemen onu terk edip bir daha yapmamaya kesin karar vererek geçmiş noksanları telafi etmektir. 2010 Geçmişe pişmanlık ve üzülmek vaciptir. Çünkü bu tevbenin ruhudur. Geçmişi telafi ancak bununla mümkündür. 2011 Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Pişmanlık tevbedir.” 2012 Nitekim aynaya bakanın nefesinden aynanın camı puslandığı gibi, kalp de günahlardan puslanır. Şehvet zulmetleri çoğaldıkça kalp kararır ve körleşir. Bunun için Yüce Allah, “Onların kazandığı günahlar kalplerinin üzerine pas olmuştur.” 2013 buyurmuştur. Artık bundan sonra kalbi temizlemek için yalnız şehvetlerin peşinden gitmemek yeterli değildir. Oradaki lekeleri çıkarıp atmak lazımdır. Kalbe isyan ve şehvetlerin kiri ve karanlığı çöktüğü gibi, şehvetleri terk ederek yapılan ibadetlerin nuru da kalbe yükselir. İtaat ve ibadetler kalbi temizler. Peygamber Efendimiz: “Kötülüğün arkasından hemen bir iyilik yap ki, onu silsin.” 2014 buyurmakla buna işaret etmiştir. Önceden kara olan kalbi cilalamak ise çok daha uzun bir çalışma ister. Hepsi de tevbeye bağlıdır. 2015 Eğer günahlar birikerek kalbi iyice karartıp orada tabiat halini almışsa bu kalbin tevbe etmesi zordur. Belki dil ile tevbe ettim der, fakat bu tevbe bir değer taşımaz. Çünkü dilin yapıp kalbin yapmadığı tevbe kalbi temizlemez. “Ancak Allah’ın kabul etmeyi vaad ettiği tevbe, o kimseler içindir ki, bilmeyerek günah işleyip hemen tevbe edenlerin tevbesidir. İşte Allah bunların tevbelerini kabul 2004 Yazır, Hak Dîni, VII, 429. İzutsu, Kur’an’da Dinî ve Ahlakî Kavramlar, s. 157-158. 2006 Râzî- Tefsîr-i Kebîr, II, 427. 2007 İsfehânî, el-Müfredât (t-v-b md.), s. 169. 2008 Gazali ,İhyâ, IV, 10. 2009 Gazali ,a.g.e., IV, 19. 2010 Gazali ,a.g.e., IV, 13; Yazır, Hak Dîni, IX, 240. 2011 Gazali ,a.g.e., IV, 13. 2012 İbn Mâce, Zühd, 30, no: 4252 (II, 1420). 2013 Mutaffifîn 83/14. 2014 Kur’an’da şöyle buyrulur: “Gündüzün iki tarafında ve geceye yakın saatlerde namaz kıl. Çünkü iyilikler kötülükleri giderir. Bu ibret alanlara bir öğüttür.” Hûd 11/114. 2015 Gazali ,a.g.e., IV, 21-22. 2005 eder.” 2016 Yani hemen günahın akabinde tevbe eder, bir iyilik yaparak günahın izini kalbinden siler. Geç kalır da kalbi kararırsa silinmesi zor olur. 2017 Bu ayetteki bi cehâletin (cehaletle) kelimesinden neyin kastedildiği hususunda müfessirler çeşitli görüşler zikretmişlerdir. Bu ifadeden maksadın, “ancak cahilce kötülük işleyip” şeklinde kulun günah işleme hali olduğu, “kasıtlı olarak günah işleyen” anlamında olduğu ve “dünyada işlenen günah” anlamında olduğu söylenmiş, Tâberî ise birinci görüşü tercih etmiştir. Ayetteki min karîbin ifadesi de tartışılmış, “hayatta ve sıhhatli iken”, “ölüm meleğini görmeden önce” ve “ölüm gelmeden önce tevbe etmektir” görüşleri belirtilmiş, Tâberî de “ölüm gelip çatmadan önce Allah’ın emir ve yasaklarını anlayabilecek haldeyken tevbe ederler” görüşünü tercih etmiştir. Zira tevbe, işlemiş olduğu günahları bir daha yapmamaya karar vermektir. Kişinin ölümünden önce böyle bir karar vermesi, her zaman mümkündür. Ancak böyle bir karar verebilmesi için aklının yerinde olması, ölüm sarhoşluğu ve can verme sıkıntısı içinde olmaması gerekir. 2018 İnsan başkalarının günahları için de bağışlanma isteyebilir. 2019 Fakat hiç kimse başkası adına tevbe edemez. Bununla beraber bağışlanma dileği tevbeyi de kapsar. Eğer geçmiş günaha pişmanlık yoksa o sadece duadır. İstiğfâr, pişmanlıkla beraber ise o da tövbedir. Tevbe ve pişmanlık anlamı bulunmayan ve sadece onun affedilmesini ve bağışlanmasını istemekten ibaret olan istiğfar ise yalnızca kabul edilmemesi gereken bir duadır. Çünkü hem günaha pişmanlık duymamak hem de onun bağışlanmasını istemek Allah’a karşı çirkin bir edepsizliktir. 2020 Kur’an’da tevbe, sadece belli günahları işleyenlerin başvuracağı bir af kapısı değil, yaratıcı ile beraberlik şuurunu yaşamanın yollarından biridir. Tevbenin silemeyeceği hiçbir günah yoktur. En ağır günah sayılan şirk yani Allah’a ortak koşma bile, 2021 imana girildiği anda bütün sonuçları ile birlikte ortadan kalkar. İman dairesine girmek aslında tevbenin bir şeklidir. O halde Kur’an insanoğlunun hiçbir günahını Allah’ın bağışlayıcılığından daha güçlü saymamaktadır. Bunun ötesinde Kur’an, Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyi, gerekçesi ne olursa olsun insanın kendine zulmü olarak değerlendirmektedir. 2022 “De ki: Ey haddi aşarak nefsine karşı aşırı giden kullarım, Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Kuşkunuz olmasın ki, Allah bütün günahları bağışlar.” 2023 Yine Yüce Allah küfürde ileri gidenler hakkında şöyle buyurur: “Şüphesiz imanlarının arkasından küfreden, sonra da küfrünü artırmış olanların tevbeleri asla kabul olunmaz. İşte onlar sapıkların ta kendileridir.” 2024 Bu ayet, onların tevbe ettikleri zaman tevbelerinin kabul edilmeyeceğini ifade için 2016 Nisâ 4/17. Bk. Gazali, a.g.e., IV, 25-27; Tevbe hakkında geniş bilgi için bk. Gazali, M., İslam’ın Manevi Boyutu, s. 161-181. 2018 Tâberî, Tâberî Tefsiri, II, 469-471; Ayrıca bk. Rızâ, Tefsîru’l-Menâr, IX, 441. 2019 Bk. İbrâhîm 14/41. 2020 Yazır, Hak Dîni, IX, 240; İstiğfâr hakkında geniş bilgi için bk. Gazali, a.g.e., I, 896-905. 2021 Bir ayette şöyle buyrulur: “Şüphesiz Allah kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışında dilediğini bağışlar.” Nisâ 4/116; Başka bir ayette de tevbe edip mümin olan kimselerin seyyiâtının hasenâta (kötülüklerinin iyiliklere) çevrileceği müjdelenmektedir. Bk. Furkân 25/70. 2022 Öztürk, Kur’an’ın Temel Kavramları, s. 593. 2023 Zümer 39/53; Hicr 15/56. ayeti Allah’ın rahmetinden ümit kesenlerin sapıklar olduğunu belirtir. 2024 Âli İmrân 3/90. 2017 gelmedi. Bilakis Yüce Allah, onların tevbe etmeyeceklerini dolayısıyla tevbelerini kabul olunmayacağına dikkat çekmektedir. 2025 Ayrıca Kur’an’da Yahudi ve Münafıklardan bahsedilirken bunların iman edip tevbe etmeleri yanında, durumlarını düzeltmeleri, dürüst ve erdemlice yaşamaları, Allah’a sımsıkı sarılmaları ve Allah için dinlerine samimi olarak bağlanmaları istenmektedir. 2026 Demek ki sadece tevbe etmek yeterli olmayıp bundan sonraki samimiyet de önemlidir. Psikolojik alışkanlık doğuran hareketler, etkileri ne kadar güçlü olursa olsun, mutlak zorlayıcı değillerdir. Çünkü insan davranışı için, hiçbir zaman dönüş noktası yoktur diye bir şey olamaz. Gerçek tevbe, tamamen günahkâr olarak görünen bir kimseyi fazilet timsaline çevirebilir. Diğer taraftan, ne kadar az da olsa, yine de fazilet timsali gibi görünen bir kimse hatta bir peygamber bile nefsânî arzuların ağları ile sarılmış zavallı bir kimse durumuna düşebilir. 2027 İnsan günah işlediğinde suçluluk duygusu hisseder. Suçluluk duygusu kişinin, ulaşmak istediği “ideal ben”i belirleyen içinde büyüyüp yetiştiği toplumun norm ve değerleriyle kendisini çatışma halinde hissettiği psikolojik bir durumdur. Hataları sebebiyle kişi kendini, kendi öz ahlakî otoritesi olan vicdanı ve toplum otoritesi tarafından mahkûm edilmiş hisseder. Bu çift mahkeme huzurunda kişi, bunalım ve sıkıntı duyar ve kendinde, suç ve hatasını itiraf etme ve bunları telafi etme veya çöküntülü bir yalnızlıktan kaçıp kurtulmanın baskısını hisseder. Suçluluk ve günah-kârlık duygusunda yalnızca işlenen kötülüğün itiraf edilmesiyle yetinilmemektedir. İlave olarak, günahın etkilerini silmek için, gizlice onarıp eski durumuna getirmenin şiddetli bir arzusuna da her zaman rastlanır. Zaten dinî teslimiyet, arınma, tevbe ve hidayete insanı yönlendiren de bu müspet arzudan başkası değildir. Dine dönüş yapan kişilerin birçoğunun bu arzuyu şiddetle yaşadıkları bilinmektedir. Çok şiddetli dayanılmaz bir hal alan suçluluk ve günahkârlık duygusu, tevbe ve pişmanlığa karşı duygusuzluğa, ilgisizliğe, hatta buna sebep olan ahlakî ve dinî değerleri hiçe sayıp, bunlara saldırmaya bile sevk edebilir. 2028 Kur’an, bu olumsuz durumu eleştirerek her halükarda tevbe edip Allah’ın rahmetine koşmaya çağırır. 2029 Kur’an bize suçluluğun tedavisinde tevbeyi sunmaktadır. Tevbe, günahları affettirir, insanda Allah’ın hoşnutluğu hususunda umudun kuvvetlenmesini sağlar ve bu sayede de stresinin etkisi hafifler. Sonra tevbe genellikle insanın başka bir sefer hata ve günaha düşmeyecek derecede kendisini ıslah etmesini, dengeli olmasını sağlamakta ve bu durum, insanın kendisine karşı takdir duygusunun artmasına, güvenin çoğalmasına, kendisinden hoşlanmasına yardımcı olmaktadır. Bu da, kişinin nefsinde güven ve dinginliğin hâkim olmasını sağlamaktadır. 2030 2025 İsfehânî, İnsan, s. 201; “İman edip sonra inkâr eden, sonra iman edip tekrar inkâr eden, sonra da inkârlarında ileri gidenleri Allah ne bağışlayacak, ne de doğru yola eriştirecektir.”Bu ayette de kastedilen onlar iman ederlerse Allah kabul etmez değil, fakat çoğunlukla bunlar kalpleri mühürlenmiş olanlar olduklarından ölümle baş başa gelmedikçe iman etmezler. Belki o zaman bile etmezler. Bk. Yazır, a.g.e., III, 41. 2026 Bk. Bakara 2/160; Nisâ 4/146; Nahl 16/119. 2027 Fazlurrahman, Ana Konularıyla Kur’an, s. 63; Bk. A‘râf 7/175-176. 2028 Bk. Hökelekli, Din Psikolojisi, s. 104-106. 2029 Bk. Bakara 2/222; Nisâ 4/26-27; A‘râf 7/175-176; Hicr 15/56; Zümer 39/53. 2030 Necati, Kur’an ve Psikoloji, s. 264. Aynı şekilde tevbe, insana Allah sevgisini ve ibadet zevkini aşılamakta, dolayısıyla insanın aklının ve gönlünün açılmasına, manevi dünyasının zenginleşmesine vesile olmaktadır. Tevbe ve istiğfarla insan gönlüne yerleşen Allah sevgisi, ne kadar güçlü ve ne kadar derin olursa, insanın ruhu da o nispette geniş, rahat ve huzurlu o1ur. 2031 Yüce Allah, Kur’an’da müminleri nasûh tevbe ile temizlenmeye ve olgunlaşmaya davet etmektedir: “Ey iman edenler! Samimi bir tevbe ile Allah’a dönün. Umulur ki Rabbiniz sizin kötülüklerinizi örter, Peygamber’i ve onunla birlikte iman edenleri utandırmayacağı günde Allah sizi, içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokar...” 2032 Nasihat kelimesiyle ilgili olan nasûh, halislik ve safilik anlamını taşıdığı gibi söküğü dikmek, yırtığı yamamak suretiyle onarıp düzeltmek anlamına da gelir. Bu anlama göre mübalağa sigasında olan nasûh, çok ıslah edici, hiçbir kir, gedik bırakmayacak şekilde eksiklikleri düzeltip onarıcı demektir. Tevbe-i nasûh da, günahtan kalpte bir karartı bırakmayacak şekilde hem kalbi temizleme, hem de günahın kalpte açtığı yarayı tedavi etme, iman ve marifette meydana getirdiği açığı kapama olmaktadır. 2033 Üçüncü manaya göre ise nasûh, gerçekte tevbe eden kimsenin vasfı olup tevbeye mecaz-ı akli şeklinde isnad edilmiş olur. Yani bir tevbe ki onunla tevbe eden kimse önce kendi nefsine, sonra da dolaylı olarak diğerlerine çok iyi nasihat verip düzeltmiş olacağından nefsin hakkıyla düzelmesine sebep olan o tevbesine izafet terkibi ile çok iyi nasihatçinin tevbesi manasına tevbe-i nasûh demek doğru olur. 2034 Âlimler demişlerdir ki bozulması imkânsız tevbe ayette belirtildiği gibi Ka‘b İbn-i Mâlik ve iki arkadaşının tevbesi gibi olan tevbedir ki tevbe ederken günaha üzüntüsünden dünya başına dar gelmeli, vicdanı kendini sıkmalı ve her şeyden kesilip Allah’a doğruluk ve bağlılıkla sığınmalıdır. 2035 Kur’an, Hûd sûresinde 2036 fertler gibi milletlere de Rablerinden af dilemelerini ve bütün günahlarından tevbe etmelerini emretmektedir. Açık bir ifadeyle Kur’an, istiğfâr ve tevbeyi, güzelce yaşama, Allah’ın lütfunu elde etme, yağmurun yağması ve kuvvetin artması gibi va‘d ettiği maddi fayda ve manevi üstünlük için sebep ve şart kabul etmektedir. 2037 Bir ayette müminlerin topluca tevbe etmeleri istenmekte ve tevbenin kurtuluşa vesile olduğu belirtilmektedir. 2038 Ayrıca tevbe, insana İslâmî bir kimlik kazandırmaktadır. 2039 2031 Saka, Yabancılaşma Karşısında Kur’an, s. 185. Tahrîm 66/8. 2033 Yazır, a.g.e. VII, 429; Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, s. 495.Ayrıca bk. Zamahşerî, Keşşâf, IV, 556-557. 2034 Yazır, a.g.e., VII, 429-430. 2035 Yazır, a.g.e., IV, 311; Bk. Tevbe 9/118. 2036 Hûd 11/3, 52, 90. 2037 Rıza, Tefsîru’l-Menâr, I, 240; Aynı şekilde Kur’an’da, istiğfâr etmeyi de yağmurun yağması, mal ve çocukların çoğalması, bağ, bostan ve ırmaklar verilmesi için sebep kabul edilmiştir. Ayrıca Ehl-i Kitab’ın Tevrat ve İncil ile tam manasıyla amel edip emirleri yerine getirmiş olsalardı onlara bol bol rızık verilmiş olacağı (Bk. Mâide 6/66), muhsîn olanlara iyi zürriyetler verileceği (Bk. Mâide 6/84-87), yoldan sapanların doğru yol üzerinde gitselerdi onlara bol su verilmiş olacağı gibi Allah’ın emrinin yapılmasına maddi karşılık, yasaklarının çiğnenmesine de maddi ceza vadeden ayetler bulunmaktadır. (Meryem 19/90-91). Bk. Zamahşerî, a.g.e., IV, 605. 2038 Nûr 24/31. 2039 Bk. Türkgülü, Mustafa, “İslâmî Kimliğin Kazanılmasında Tövbenin Rolü ve Önemi”, Diyanet 2032 Her suç işledikçe tevbe etmek gerekir. Bunun inceliği şudur: Her suçun peşinden tevbe edilince, yapılacak ikinci suç sırasında insan günahsız, yani sabıkasız olacak. Böyle bir durumda hem suçunun bağışlanması kolaylaşacak ve hem de kalbi günah pası ile kaplanmamış bulunacak. Her suçun peşinden Allah’la ilişki kurması onun imanını tazeleyecektir. Günahları biriktirip toptan tevbe etmekten sakınmak gerekir. Yoksa hiç farkına varmadan insan iflasa sürüklenmiş olur. 2040 Hz. Peygamber de “Ey insanlar Allah’a tevbe ve istiğfar ediniz, ben günde yüz kere tevbe ve istiğfar ediyorum.” 2041 diye buyurarak bizi sık sık tevbeye çağırmaktadır. Kur’an’da şeytanın Hz. Âdem’i ve eşini kandırıp yasak ağaçtan yemelerine sebep olduktan sonra tevbe etmelerinden bahsedilir: “Derken Âdem Rabbinden birtakım kelimeler aldı, (onlarla tevbe etti. O da) tevbesini kabul etti. Muhakkak O, tevbeyi çok kabul eden, çok esirgeyendir.” 2042 Hz. Âdem’in Rabbinden alıp tevbe ettiği kelimeler konusunda çeşitli görüşler ve rivayetler vardır. 2043 Genel görüşe göre bu kelimeler, başka bir ayetteki “Dediler ki: “Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik, eğer bizi bağışlamaz ve bize rahmetinle muamele etmezsen muhakkak ziyana uğrayacaklardan oluruz!” 2044 şeklindeki yalvarmalarıdır. 2045 Ancak bu yalvarışın o anda olduğunu bildiren kesin bir delil olmaması vb. sebepler ileri sürülerek bu kelimelerin mecazi olduğu ve bundan kastın Allah’ın Hz. Âdem’e verdiği akli ilkeler, 2046 yol gösterici sözler olduğu söylenmiştir. 2047 Abduh’a göre Hz. Âdem’in kelimeleri alması ve tevbe etmesi, kötü fiillerin sonucundaki cezalardan ibret alması ve sıkıntı anında Allah’a dönmesini selîm fıtratıyla bilmesidir. 2048 Sonuç olarak tevbe, Allah’ın uçsuz bucaksız merhametinin insandaki bir yansımasıdır ve günaha pişman olarak hemen onu terk edip bir daha yapmamaya kesin karar vererek geçmiş noksanları telafi etmektir. Diğer ibadetlerde olduğu gibi tevbede de asıl olan tevbenin samimi, içten yapılması, Kur’an’ın ifadesiyle nasûh tevbe olmasıdır. Çünkü dilin yapıp kalbin yapmadığı tevbe kalbi temizlemez. Tevbe, her türlü günahı silebilen bir araç olmakla beraber tevbe ettikten sonra samimiyet, Allah’a bağlılık ve önceki günahların izini silecek dürüst ve erdemlice yaşantı da önemlidir. Kur’an bize insana ıstırap veren suçluluğun tedavisinde tevbeyi sunmaktadır. Tevbe, günahtan kalpte bir karartı bırakmayacak şekilde kalbi temizleyip günahın kalpte açtığı yarayı tedavi eder ve stresin etkisini hafifletir. Ayrıca tevbe, insanın başka bir sefer hata ve günaha düşmeyecek derecede kendisini ıslah etmesini sağlamakta ve bu durum, insanın kendisine karşı takdir duygusunun artmasına, güvenin çoğalmasına yardımcı olmaktadır. Tevbe eden kimse önce kendini, sonra da Aylık Dergi, Kasım 2001, S. 131, s. 35-37. Atay, “Allah’ın Halifesi İnsan”, s. 80. 2041 Müslîm, Zikr, 12, no: 2702 (III, 2075); Müsned, V, 411; Benzer bir hadis şöyledir: “Benim kalbim de dumanlanır. Bundan dolayı günde yüz kere Allah’a tevbe ederim.” Bk. Müslim, a.y.; Hadisin açıklaması için bk. Râzî, Tefsîr-i Kebîr, II, 429. 2042 Bakara 2/37. 2043 Geniş bilgi için bk. Zamahşerî, Keşşâf, I, 132; Râzî, Tefsîr-i Kebîr, II, 423-424. 2044 A‘râf 7/23. 2045 Bk. Zamahşerî, a.g.e., I, 132; Râzî, a.g.e., II, 423; İbn Kesîr, Muhtasar-u Tefsîr-i İbn Kesîr, I, 5556; Mahallî-Suyûtî, Tefsîru’l-Celâleyn, s. 7. 2046 Atay, “Allah’ın Halifesi İnsan”, s. 79. 2047 Esed, Kur’an Mesajı, I, 11. 2048 Rıza, Tefsîru’l-Menâr, XII, 283. 2040 dolaylı olarak başkalarını nasihat edip düzeltir. Kur’an’da tevbe maddi fayda ve manevi üstünlük için sebep ve şart kabul edilmiştir. 7. Sabır Sabır, sözlükte; hapsetmek, tutmak, birini bir şeyden alıkoymak, dayanmak, şecaat, 2049 darlıkta kendini tutmak anlamlarına gelir. Istılahtaki anlamı ise, aklın ve şeriatın gerektirdiği hallerde nefsi hapsetme, kendine hâkim olma demektir. 2050 Semantik açıdan kelime, başlarına gelene itidal ile dayanıklılık gösteremeyen ve kolaylıkla öfkeye kapılıp şiddete başvuranların özelliği demek olan ceze‘a’nın tam zıddıdır. Buna göre sabır, ruhen belalar ve acılar karşısında itidali muhafaza ve her türlü zorluğun orta yerinde kişinin davasının bayraktarlığını yapmakta sebat etmesi için gerekli güce sahip olması demektir. 2051 Sabır çok genel bir kelime olup yerlerinin farklılığına göre isimleri farklı olabilir. Sabır, musibet anında olursa sadece sabır diye adlandırılır, zıddı ise sızlanma ve dayanıksızlıktır. Savaş anında olursa şecaat olarak isimlendirilir ve zıddı korkaklıktır. Bunaltıcı bir felaket anında olursa geniş gönüllülük, kaygısızlık diye isimlendirilir ve zıddı darlık, sıkıntıdır. Sır saklama ve dili gereksiz şeylerden koruma anında olursa gizleme diye isimlendirilir ve zıddı, ifşa etme ve açığa vurmadır. Kur’an’da bütün bunlar sabır olarak isimlendirilmiştir. 2052 Gazali’nin belirttiğine göre, sabır ikiye ayrılır: Birincisi bedenin sabrıdır. Zorluklara tahammül etmek, yorucu ibadetlerde bulunmak veya ağır işlerde çalışmak gibi. Bütün bunlara sabır, İslamiyet’e uygun olduğu zaman makbul olabilirse de, asıl makbul olan sabır, diğer sabırdır ki bu da nefsin arzularına sabırdır. Bu sabır, mide ve ferç şehvetlerine karşı olursa buna iffet, zenginliği ile şımarmaya karşı olursa zabt-ı nefs, hiddeti yenmeye karşı olursa hilm, görüp duyduklarını muhafaza bakımından olursa buna da sır tutmak denir. 2053 Sabır, zorluk ve kolaylık bakımından da ikiye ayrılır. Yokluğa sabır bir yönden mecburidir. Fakat varlığa sabır tamamen bir irade işi olduğu için bolluk içinde sabır yokluğa sabırdan daha zordur. Bunun için Yüce Allah şöyle buyurur: “Ey iman edenler! Ne mallarınız, ne de evlatlarınız, sizi Allah’ı anmaktan alıkoymasın.” 2054 İnsan için sabırların en zoru, alışkın olduğu günahlara sabırdır. Çünkü adet, alışkanlık, beşinci bir tabiattır. Bunu değiştirmek çok zordur. 2055 Sabır, nefsin ümitsizlik ve acizlik ıstırabına, gönül ve ruh tarafından vurulan gemdir. Sosyal psikoloji bakımından sabır; toplumda bireylerin, kanaat ölçüsü içerisinde, cemiyette katlanılması 2049 İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, Beyrut, 1956, IV, 438-439. İsfehânî, el-Müfredât (s-b-r md.), s. 474; Ayrıca bk. Akseki, Ahlak İlmi ve İslam Ahlakı, s. 171. 2051 İzutsu, Kur’an’da Dinî ve Ahlakî Kavramlar, s. 147. 2052 İsfehânî, a.g.e., s. 474; Ayrıca bk. Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, s. 489. 2053 Gazali, İhyâ, IV, 125-126; Ayrıca bk. Yazır, Hak Dîni, I, 433; Karagöz, Kur’an’a Göre Musibetler Açısından İnsan ve Toplum, s. 90. 2054 Munâfikûn 63/9. 2055 Bk. Gazali, İhyâ, IV, 130-133. 2050 gereken yokluğa boyun eğmeleridir. 2056 Zillet ve meskenete sabır yoktur. Sabır, belirli yerlerde makbuldür. 2057 Sabrı varlık zamanındaki şükrün darlık zamanındaki ifadesi olarak görebiliriz. Sahip olduğu nimetlere şükretmesini düşünemeyen birey bunları kaybedince sabretmeyi de düşünemez. Çünkü türlü araçlar, imkânlar ve zenginliklerle şımarıklığını artırdıkça ilâhî yakınlığı aramayacak ve uğradığı zarar ve darlıkta da bu ilâhî yakınlığı duyamayacaktır. 2058 Kur’an’da sabır kelimesi çeşitli türevleriyle birlikte seksen dört yerde geçmektedir. 2059 Kur’an’da sabır Allah’a beslenen hakiki bir imanın esaslı bir cephesini yansıtır niteliktedir. 2060 Yüce Allah, sabredenleri birçok iyi niteliklerle vasıflandırmış, iyilik ve derecelerin çoğunu sabra bağlamış ve bütün bunları sabrın sonuçları, meyve ve neticeleri kılmıştır. Her iyiliğin belli başlı bir mükâfatı olduğu halde, yalnız sabrın mükâfatının sınırsız olduğu bildirilmiştir. 2061 Yine Yüce Allah, bizzat kendisinin sabredenlerle beraber olacağını vaad etmiş, 2062 yardım ve zaferi sabra bağlamış, 2063 aynı zamanda diğer hiçbir ibadete toptan vaad etmediği birçok iyilikleri, toplu halde sabredenlerde toplamak üzere şöyle buyurmuştur: “İşte onlar (sabredenler) var ya, Rablerinden, mağfiretler ve rahmet onlaradır. İşte hidayete erenler de onlardır.” 2064 Kur’an’a göre insanın; Allah’tan gelen musibetlere, kâfirlerin eza ve cefalarına, insanların kötülüklerine, nimetlerin şükrüne, ibadet ve itaatlerin meşakkatlerine, haram ve yasaklara karşı sabretmesi gerekir. 2065 Sabır, yaratıklardan yalnız insana mahsustur. Hayvanlarda ve meleklerde düşünülemez; çünkü hayvanlar noksandır, melekler de kâmildir. 2066 Sabrın en makbulü de ilk isabet anındaki sabırdır. Bir hadiste belirtildiğine göre nefse güç gelen, fakat sevabı çok olan sabır, musibet ateşinin hücum ettiği zamanda yapılan sabırdır. 2067 Zira bu, kalbin gücüne ve sebatına delalet eder. Musibetin ateşi soğuduktan, ilk şoku geçtikten sonra herkes sabreder. Felaketler karşısında sabredip ibadetle Allah’a sığınma kişinin ruhî yapısını kuvvetlendirir ve psikolojisini düzeltir. Sabır, Kur’an’da çokça zikredilerek, sebat melekesi kazandırma ve sabır sahibinin hakkı destekleme ve fazilete yardım etme yolunda karşılaşacağı şeylerin hepsine tahammül göstermesini sağlama amaçlanmıştır. 2068 Aynı şekilde Kur’an, içinde nefsin terbiyesi açısından büyük fayda bulunduğu, düzgün kimlik kazanma olgusunun olduğu, karşılaştığı yaşamın zorluklarına, zamanın 2056 Kasaboğlu, Kur’an’da İnsan Psikolojisi, s. 65. Bk. Gazali, a.g.e., IV, 130; Akseki, Ahlak İlmi ve İslam Ahlakı, s. 171. 2058 Erdoğan, Kur’an ve İnsan Psikolojisi, s. 168. 2059 Bk. Abdulbâkî, el-Mu‘cemü’l-Müfehres (s-b-r md.), s. 507-509. 2060 İzutsu, Kur’an’da Dinî ve Ahlakî Kavramlar, s. 149. 2061 Bk. Zümer 39/10; Gazali, a.g.e., IV, 114. 2062 Bk. Enfâl 8/46. 2063 Bk. Âli İmrân 3/125. 2064 Bakara 2/157. 2065 Geniş bilgi için bk. Karagöz, Kur’an’a Göre İnsana Verilen Değer ve Görev, s. 293-301. 2066 Gazali, İhyâ, IV, 119. 2067 Buhari, Cenâiz, 32; Müslim, Cenâiz, 8, no: 626 (I, 637-638). 2068 Rıza, Tefsîru’l-Menâr, XI, 35. 2057 musibetlerine karşı aktiviteyi yenilediği için müminleri sabırla bezenmeye çağırmaktadır. 2069 Sabır denilen bu melekeye sahip olanlar, hiç şüphe yok ki bütün temennilerinde başarılı olurlar. Zira sabır, selametin ve başarının anahtarıdır. Başta hastalık, stres, ruhî bunalım olmak üzere maddi ve manevi pek çok sıkıntı, geçimsizlik, kavga, uyumsuzluk ve başarısızlık hep sabırsızlığın sonucudur. Bütün bunlara ancak sabırla karşı konulabilir. Başarının şartı da sabırdır. Çünkü insan ancak çalışmasının karşılığını görür. 2070 Çalışmada başarılı olabilmek azim, sabır, tevekküle ve işin iyi ve sağlam yapılmasına bağlıdır. “Ey iman edenler! Sabredin, düşmanlarınıza karşı sebat gösterin, nöbet bekleşin ve Allah’a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun ki, kurtuluşa eresiniz.” 2071 Görüldüğü gibi Yüce Allah kurtuluşa ermeyi sabır, sebat ve takvaya bağlıyor. Bu ayette isbirû ve sâbirû şeklinde iki kez sabır kelimesi kullanılıyor. Zamahşerî’nin belirttiğine göre isbirû, dinde ve onun tekliflerini yerine getirmede sabırlı olun, sâbirû ise cihatta Allah’ın düşmanlarına karşı sabırlı olun demektir. Yani harbin zorluklarına karşın sabırda onlara galip gelin. Onlardan daha az sabırlı olmayın. 2072 Kur’an, sabır kelimesini, kişinin vicdanının sesine kulak vererek seçtiği gaye uğrunda karşılaştığı güçlükler ve felaketler karşısında cesaret ve azimle yürümesini sağlayan ruhî gücü, istikrarlı olma ve amaca ulaşma konusundaki direnci, ahlakî disiplin ve kontrolü ifade etmek için kullanır. 2073 Yüce Allah şöyle buyurur: Ey iman edenler! Sabır ve namazla yardım dileyin, gerçekten Allah, sabredenlerle beraberdir.” 2074 Yani sabır ve namaz, sizde verilen görevin yükünü taşımak için gerekli olan gücü yaratacaktır. Sabır, karşılaştığınız üzüntü, zayıflık ve keder anlarında size cesaret verecek ve tehlikelerle dolu Allah yolunda gerekli olan moral gücü ve desteği sağlayacaktır. Namaz ise, disiplin sağlayıp ahlakî nitelikler yönünden sizi eğitecektir. 2075 Ayetteki İnnallâhe me‘a’s-sâbirîn ifadesindeki me‘a kelimesi, yakınlık ve dostluk ifade edip çoğunlukla tabi olunana dâhil olur. Dolayısıyla Allah, sabredenlerle beraberdir buyrulmasında, Allah’ın tevazusunun, lütfunun yüceliğini gösteren büyük bir nükte vardır. Bu beraberlik, çalışmaya ve kazanca bağlı işlerde ilâhî iradenin kulların iradesinin ardından geldiğini ifade etmektedir. Allah’ın güzel isimlerinden biri de sabûr ismidir. Her kimde sabır varsa, onda ilahî kudretten küçük bir tecelli vardır. 2076 İmandan sonra yolun ve ahlakın başı sabırdır. İlmin başı sabır, amelin başı sabır; kısacası hikmetin başı sabırdır. Sabırsızlık, acelecilik ise bir anda her şeyi istemektir. Hâlbuki yaratıklar zamansaldırlar ve eğitim, gelişim kanununa tabidirler. Zaman ise süreklilik demektir. Bunun için mahlûkatın başarısının tamlığı kademe kademe bir silsile takip eder. Bu ise sabra bağlıdır. Her şeyi bir anda istemek, hiçbir şey istememektir. Sabırsız kimseler sürekli darlık içindedirler. Olaylar karşısında dayanıklı değillerdir. Her şeyi ister, her şeyden sıkıntı duyarlar. Elindeki nimetin değerini 2069 Necati, Kur’an ve Psikoloji, s. 259. Bk. Necm 53/39; İnsân 76/22. 2071 Âli İmrân 3/200; Ayrıca bk. Âli İmrân 3/159-160; Yûsuf 12/90; Ankebût 29/58-59. 2072 Zamahşerî, Keşşâf, I, 449. 2073 Mevdûdî, Tefhîmu’l-Kur’ân, I, 73. 2074 Bakara 2/153. 2075 Mevdûdî, a.g.e., I, 128; Ayrıca bk. Tâberî, Tâberî Tefsiri, I, 262. 2076 Yazır, a.g.e., I, 434. 2070 genişlik anında takdir edemezler. Az bir yoklukta tahammülleri kaybolur. 2077 Sabır öyle bir ilaçtır ki, beyni cinnetten, nefsi zahmetten, ruhu harap olmaktan korur. Her zaman nefislere kuvvet bahşeder. İnsanı elem ve çile potasında arındırır, saflaştırır. İnanca derinlik, kuvvet ve canlılık verir. 2078 “Sabret Allah’ın va‘di haktır, (o mutlaka yerine gelecektir). İnanmayanlar seni telaşa düşürmesin” 2079 Müminler bu dünya hayatı boyunca sabrederler. Çünkü bu, onlara apaçık bir görüş açısı, anlamlı bir düşünce sistemi ve kapsamlı bir hayat öğretisi sağlar ve bütün kilitlere ve problemlere bir anahtar teşkil eder. Onun yardımıyla müminler, güçlü bir karakter ve sağlam bir tavır elde ederler. Bu, aynı zamanda onlara, zihin ve gönül huzuru veren, onları sapmaktan ve kaprislerden koruyan yaşama ilkelerini de sağlar. Ahiret hayatı konusunda da hiçbir korku duymaksızın soğukkanlı olurlar. 2080 Sabreden bir mümin, çektiği ezalardan sızlanmaz, zaaf göstermez, ruhsal çöküntüye düşmez. Allah, ona dünya yaşantısında başına gelen her musibetin Allah’ın sabredenleri ortaya çıkarması için bir sınavı olduğunu bildir: “Andolsun biz sizi deneyeceğiz ki içinizden cihad edenleri (güçlüklere) sabredenleri bilelim ve söylediğiniz sözlerin (doğru olup olmadığını) sınayalım.” 2081 Sabır ve azimet, irade kuvvetiyle yakın bir bağ içindedir. Bundan dolayı sabırlı adam, aynı zamanda iradesi kuvvetli olan kişidir. 2082 İnsan, zorluklara, Allah’a ibadet ve O’na itaate, şehvet ve reaksiyonlarına sabretmeyi öğrenirse olgun bir şahsiyet sahibi olur. 2083 Zira olgunluk bir sabır; uzun vadeli kazanç uğruna geçici ve kısa vadeli kazanç ve zevkleri feda edebilmektir. Sabır ve beraberinde yapılan dua, insanı sonsuza bağlar ve onun sonsuzluk duygusunu tatmin eder. Sabrın sağladığı ruhî olgunluğu ve neticede elde edilen mutluluğu, hiçbir şey sağlamaz. 2084 Kur’an kıssaları peygamberlerin hayatlarından sabırla ilgili kesitler sunarak bizim ibret ve örnek almamız istenmiştir. Örneğin Hz. Yakup, evladı Yusuf’un kayboluşu karşısında metanetini korumuş ve “sabır güzeldir, sabredeceğim” 2085 diyerek, büyük bir sabır örneği göstermiştir. Kehf kıssasında Hz. Musa ile Allah dostu kişinin arasında geçen olayda, O kişinin Hz. Musa’ya söylediği “Benimle birlikte sabretmeye gücün yetmez” 2086 sözü de eğitim ve öğretimde sabrın gerekliliğini vurgulamaktadır. Kur’an’da sabırla beraber Allah’a tevekkül edilmesi de istenmektedir. Tevekkül, yalnız vekile itimattan ibarettir, 2087 kalp ve yakîn kuvveti isteyen belli bir makamdır. 2088 Tevekkül, insanın kendisini ihmal etmesi olmayıp, insanın görünen sebeplere uyması ve lakin kalbini onlara bağlamayıp 2077 Yazır, a.g.e., I, 433-434. Kasapoğlu, Kur’an’da İnsan Psikolojisi, s. 65; Ayrıca bk. Kutub, Fî Zılâli’l-Kur’ân, II, 50. 2079 Rûm 30/60. 2080 Mevdûdî, Tefhîmu’l-Kur’ân, II, 552. 2081 Muhammed 47/31; Ayrıca bk. Bakara 2/155-157; Âli İmrân 3/186. 2082 Bk. Enfâl 8/65. 2083 Necati, Kur’an ve Psikoloji, s. 260-261; Ayrıca bk. Gazali, İslam’ın Manevi Boyutu, s. 204-208. 2084 Bk. Kırca, Kur’an ve İnsan, s. 229, 234-235. 2085 Yûsuf 12/18; Hz. Eyyûb’un sabrı için bk. Sâd 38/41-44. 2086 Kehf 18/67-75; Bk. Kırca, a.g.e., s. 360. 2087 Gazali, İhyâ, IV, 476. 2078 Yüce Allah’ın korumasına dayanması, 2089 elinden gelen her türlü gayreti gösterdikten sonra sonucu Allah’a havale etmesidir. “Müminler ancak Allah’a dayansınlar. Bize yollarımızı göstermişken neden biz Allah’a dayanıp güvenmeyelim? Elbette bize yaptığınız eziyetlere katlanacağız. Tevekkül edenler yalnız Allah’a tevekkül etsinler.” 2090 Demek ki hakkıyla Allah’a güvenip dayanan insan en üstün güce güvenip dayandığı için kendinden emin olup kendini güçlü hissederek ruhî olgunluğa erdiği gibi başkalarını ruhları üzerinde de erdirici tesir yapacaktır. Neticede sabır çok genel bir kelime olup hayatın her alanında karşımıza çıkan, uyulması gereken bir prensiptir. Sabır, yaratıklardan yalnız insana mahsustur. Kur’an’da sabır Allah’a beslenen hakiki bir imanın esaslı bir cephesini yansıtmaktadır. Kur’an, nefis terbiyesi ve düzgün kimlik kazandırma olgusu sağla-dığı, sıkıntı ve musibetlere karşı aktiviteyi yenilediği için müminleri sık sık sabırla bezenmeye çağırmaktadır. Zira sabır, selametin ve başarının anahtarıdır. Felaketler karşısında sabredip ibadet ve tevekkülle Allah’a iltica etme, insanın ruhunu kuvvetlendirir, maneviyatını düzeltir, onu stres, ruhî bunalım gibi maddi-manevi pek çok hastalık, sıkıntı, kavga, uyumsuzluk ve başarısızlıktan korur. Sabır, karşılaşılan zayıflık ve keder anlarında cesaret vererek tehlikelerle dolu Allah yolunda gerekli olan moral gücü ve desteği sağlayıp insanın ideal, mükemmel ve olgun bir şahsiyet sahibi olmasını sağlar. Böylece insan ruhî olgunluğa ve mutluluğa kavuşur. 8. Şükür Şükr, iyilik edenin ve nimet verenin iyilik ve nimetini, kadrini ve kıymetini bilip bunu insanlara izhar etmek, iyilik edeni ve nimet vereni övmek anlamındadır. Nimete nankörlüğün (küfrânın) zıddıdır. 2091 Teşekkür kelimesi şükür ile aynı anlamdadır. Gazali’ye göre şükür, bütün nimetlerin Allah’tan olduğunu bilmek, O’nun verdiği nimete sevinmek ve o nimet ile Allah’a yaklaşabilmektir. Şiblî’ye göre şükür, nimeti değil, nimeti vereni görmektir. 2092 Yazır ise “Rahmân’a kulluk görevini yerine getirmektir” 2093 şeklinde daha genel bir tanım yapmıştır. Şükür kelimesi, hamd ve medh kelimeleri ile anlam ilişkisine sahiptir. Her üç kelime de övmek (senâ) anlamına gelir. Ancak aralarında az da olsa anlam farkı vardır. Hamd, isteyerek yapılan bir iyiliğe karşılık iyilik yapanı gönül hoşluğu ve saygı ile övmektir. Şükür ise verilmiş olan bir nimet dolayısıyla nimet verene sözle veya fiili olarak veya kalben saygıyla karşılık vermektir. 2094 Böylelikle hamdın şükürden farkı dille yapılmasıdır. Ayrıca şükür elde edilen bir nimet karşılığında yapıldığı halde hamd, nimet bize ulaşmasa da yapılmaktadır. 2095 Hamd ve şükür, tamamen meşru ve ahlakî oldukları halde medh, genellikle ahlakî değildir. Şükür, hamdden daha zordur ve yapanları daha 2088 Gazali, a.g.e., IV, 491. Yazır, Hak Dîni, II, 415. 2090 İbrâhîm 14/11-12. 2091 İsfehânî, el-Müfredât (ş-k-r md.), s. 461; İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab (ş-k-r md.), IV, 425-427. 2092 Gazali, İhyâ, IV, 159; Gazali’nin tanımına benzer bir tanım için bk. Râzî, Tefsîr-i Kebîr, XIII, 503. 2093 Yazır, Hak Dîni, V, 447. 2094 Yazır, a.g.e., I, 74-75. 2095 Öztürk, Kur’an’ın Temel Kavramları, s. 158, 557. 2089 azdır. 2096 “Kullarım içinde şükreden azdır.” 2097 ayeti Allah’a tam olarak şükretmenin zor olduğuna dikkat çekmektedir. Şükür kavramı, İslam öncesinde tamamen bir insanın yaptığı iyiliğe karşı onu övmek ve ona minnettarlık duymak anlamında iken Kur’an ona dinî bir anlam yüklemiş 2098 ve Kur’an’da bu kavram, Allah’ın insana lütfettiği sayısız nimetlere karşı Allah’ın bu nimetlerini itiraf edip O’na iman, itaat ve ibadet etmekte kullanılmıştır. 2099 Bu kavram, Kur’an sisteminde semantik bir değişime uğramış, iman manasını yüklenmiş ve Kur’an’da birçok yerde iman manasında kullanılmıştır. Zıddı olan küfür ise nankörlük anlamını kaybedip inkâr anlamına dönüşebilmiştir. Şükür, Allah’ın başlattığı iyiliğin insan tarafından karşılığıdır ve bundan dolayı en karakteristik ilâhî sıfatlarla ayrılmaz bir bağ kurmuştur. 2100 Yüce Allah, insana maddi ve manevi sayısız nimetler ihsan etmiş ve bu nimetler karşısında insanın şükretmesini istemiştir. Allah’ın insanlara lütfettiği nimetlere karşı şükür, zikirde olduğu gibi kalple, dille ve azalarla olmak üzere üç şekilde yapılır: Kalple şükür, nimetlerin Allah tarafından olduğunu bilmek ve buna sağlam bir şekilde bağlanmaktır. Dil ile şükür, nimet verici olan Allah’ı övmektir. Diğer azalarla şükür ise bütün uzuvları Allah’a ibadet ve itaatte kullanmak, nimetlere layıkıyla karşılık vermek ve O’na isyandan kaçınmaktır. 2101 Demek ki şükür kuru bir sözden ibaret olmayıp, eldeki nimetlerin gerçek sahibinin Allah olduğuna gönülden inanmak ve bu nimetleri O’nun rızasına uygun bir şekilde kullanmaktır. Dille şükür, belki şükür için bir başlangıç sayılabilir ama esas olan onu amelle ortaya koymaktır. Şükür kelimesi çeşitli türevleriyle birlikte Kur’an’da yetmiş beş yerde geçmektedir. 2102 Şükür Kur’an’da tek yanlı olmayıp karşılıklıdır. Allah’ın ikramlarına karşılık şükretmek görevi insana düşüyorsa, Allah’ın da bu şükrana şükran ile mukabele etmesi beklenmektedir. İşte bu tür karşılıklı şükür alışverişi, Allah ile insanlar arasındaki ideal ilişki biçimidir. 2103 Böylece Kur’an’da şükür, Allah’ın insanlara teşekkürünü, insanların Allah’a ve ana-babalarına teşekkürünü ifade etmekte kullanılmıştır. 2104 Allah’ın kullarına teşekkürü; insanın iman, itaat, salih amel ve iyiliklerine mukabil olarak lütfu, ikramı, amellerinin karşılığını fazlasıyla vermesi, dünyada ve ahirette onları mükâfatlandırması demektir. İnsanların Allah’a şükrü ise; nimetleri verenin Allah olduğunu bilmek ve bunu itiraf etmek, O’na iman, ibadet ve itaat etmek, isyan etmekten sakınmak, dinde sebat etmek ve Allah’ın ayetlerini anlayıp onların gereğini yerine getirmek anlamlarını ifade eder. 2105 İnsanın Allah’a, ana ve babasına teşekkür ettiği gibi iyilik yapan insanlara da teşekkür etmesi gerekir. Nitekim Hz. Peygamber, “İnsanlara teşekkür etmeyen Allah’a da teşekkür etmez.” 2106 2096 Yazır, a.g.e., I, 75; Diğer farklı yönleri için bk. Yazır, a.g.e., s. 74-75. Sebe 34/13. 2098 İzutsu, Kur’an’da Allah ve İnsan, s. 296; Karagöz, a.g.e., s. 127. 2099 Karagöz, a.g.e., s. 151. 2100 İzutsu, a.g.e., s. 295-297. 2101 Bk. İsfehânî, a.g.e., s. 461; Gazali, İhyâ, IV, 160; Yazır, a.g.e., I, 429; VI, 183-184; Demirci, Kur’an’ın Temel Konuları, s. 298. 2102 Bk. Abdulbâkî, el-Mu‘cemü’l-Müfehres (ş-k-r md.), s. 489-491. 2103 İzutsu, Kur’an’da Dinî ve Ahlakî Kavramlar, s. 267. 2104 Bk. Lokmân 31/14. 2105 Bk. İsfehânî, a.g.e., s. 462; Karagöz, Kur’an’a Göre İnsana Verilen Değer ve Görev, s. 150. 2106 Tirmizî, Birr, 35, no: 1954 (IV, 339); Ebû Dâvûd, Edeb, 11, no: 4811 (V, 157). 2097 buyurarak Allah’a şükür ile insanlara yapılan teşekkür arasında bir ilişkinin bulunduğunu göstermiş, böylece şükür ve teşekkürün bir edep ve terbiye meselesi olduğunu, bundan yoksun olanların hem Allah’a hem insanlara karşı nimet ve şükran hislerinden uzak kalacaklarını bildirmiştir. Zira teşekkür insanları kaynaştıran bir araçtır. Kur’an, birçok ayette Allah’a şükreden yani elindeki imkânları, maddi ve manevi değerlerin hepsini Allah’ın bir ikramı olarak bilen, bundan dolayı O’na her an minnettarlık duyması gerektiğinin bilincinde olarak Allah’ı daima hamd ile anan ve Yüce Yaratıcının kendisine verdiği nimetleri gerektiğinde başkalarıyla paylaşabilen insanları çokça övmektedir. 2107 Aynı şekilde Kur’an, yirmi civarında ayette insanların az şükrettiğini belirtip bunları kınamakta 2108 ve azaptan emin olmak için iman edip şükretmek gerektiğini ifade etmektedir. 2109 Kur’an sık sık Allah’ın insanlara yaptığı iyilikleri vurgular. Kendisine bahşolunan bütün değerli ikramlar karşılığı insandan beklenen ise, Allah’a karşı derin bir şükran beslemesidir. 2110 Gerçekten insanlar doğdukları andan ölüm anına kadar sayılamayacak miktarda nimetler içinde yüzmektedirler. Öyle nimetler ki bunların kıymeti bilinse veya güzelce kullanılsa kalpleri hamd ile dolar ve dilerinden övgü eksik olmaz. 2111 Şükürle insan nimetin gerçek sahibini bilmekte ve O’nu yüceltmektedir. Dolayısıyla diğer etkenlerin vasıtadan başka bir şey olmadığını anlayarak, vasıtalara değil onları yaratan Yüce Allah’a bağlanmaktadır. 2112 Bu da insana güven hissi ve güç vermekte ve hayatta daha başarılı olmasını sağlamaktadır. İnanan insanın başına çeşitli musibetler gelince Rabbini hatırlar O’na yalvarmaya başlar, nimet içinde şımarıp kalmaktan kurtardığı için Rabbine şükreder. Böylelikle insan inancı ve şükretmesi sayesinde olumsuz bir durumda bunalıma girmeyip o anda çektiği sıkıntısı onu ruhen olgunlaştırmış olur. İnsanın kalbi taş gibidir veya taştan da serttir. Kalbin yumuşaması, ancak korku ve şükür halindeki gözyaşları ile mümkündür. 2113 Kalbi yumuşayan insan ise Allah’a yakın, insanlara karşı da merhametli ve iyiliksever olur. Zira hamd ve şükür, kulun Allah’la münasebetini sağlayan ve kulu Allah’a yaklaştıran iki özlü ibadettir. Şükür, nimetin artmasına, nankörlük ise nimetin elden gitmesine sebep olur. İnsan şükrettikçe Allah onun nimetini artırır, onun gönlüne kanaat ve huzur verir. Ama nankörlük edenin gönlü sıkıntıdan kurtulmaz, nimeti de elinden gider. 2114 Nitekim Allah şöyle buyurur: “Şükrederseniz, (nimetimi) artırırım. Ama nankörlük ederseniz, muhakkak ki azabım şiddetlidir.” 2115 Nimetin artması, manevi ve maddi nimetlerin artması şeklinde olur. Manevi nimetlerin artması, şükreden kimsenin devamlı bir şekilde Allah’ın çeşitli nimetlerini, fazl ve keremini düşünüp görmesi, böylece onu 2107 Bk. Âli İmrân 3/144-145; Nisâ 4/147; Zümer 39/7; Demirci, a.g.e., s. 299. Örneğin bk. Bakara 2/243; A‘râf 7/10; Yûnus 10/60; Yûsuf 12/38; Secde 32/9; Mülk 67/23. 2109 Nisâ 4/147. 2110 İzutsu, Kur’an’da Dinî ve Ahlakî Kavramlar, s. 266. 2111 Bk. Bakara 2/172; İbrâhîm 14/32; Rahmân 97/13; Gazali, M, İslam’ın Manevi Boyutu, s. 213. 2112 Saka, Yabancılaşma Karşısında Kur’an, s. 173. 2113 Gazali, İhyâ, IV, 155-156. 2114 Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, I, 261. 2115 İbrâhîm 14/7. 2108 sevmesi ve nimet verene olan sevgisinin nimete bakmaktan alıkoyacağı bir hale yükselmesi ile olur. Böylece bu kimse saadete, huzura ve hayırlara erer. Maddi nimetlerin artmasına gelince iyice araştırılırsa Allah’ın nimetlerine şükretmekle çok meşgul olan kimsenin nimetleri daha çok elde ettiği görülür. 2116 Ayetin bağlamı Allah’ın İsrail oğullarını Firavun’un zulmünden kurtarması nimetini anlattığı için ayette maddi bir nimetin de kastedilmiş olduğu anlaşılmaktadır. Neticede kulu kutsi âleme sevk eden her makam, hem dinî hem de dünyevî saadetleri gerektiren yüce ve kıymetli bir makamdır. Hakkın dışında kalan her şey Hak Teâlâ’ya boyun eğdiği gibi Hakkı tanımanın nuru ve Hakkın celâlinin şerefi bulunan her kalbe de boyun eğer ve hizmet eder. Böylece Hakka şükür ve Hak bilgisi ile meşgul olmak dünya ve ahirette bütün hayır kapılarının açılmasına; sırf maddi şeylerle meşgul olmak da dünya ve ahirette çeşitli afet ve korku kapılarının açılmasına sebep olur. 2117 Özetleyecek olursak şükür, verilmiş olan bir nimet dolayısıyla nimet verene sözle, fiili olarak veya kalben saygıyla karşılık vermektir. Yüce Allah, insana sayısız nimetler ihsan etmiş ve bu nimetler karşısında insanın şükretmesini istemiştir. İnsanın Allah’a teşekkür edebilmesi için fert, aile ve toplum hayatında O’nun iradesine emir ve yasaklarına uyması gerekir. Kur’an’da şükür, Allah’ın insanlara teşekkürünü, insanların Allah’a ve ana-babalarına teşekkürünü ifade etmekte kullanılmıştır. Zira teşekkür, insanları Allah’a yaklaştıran ve insanları kaynaştıran bir vesiledir. Şükreden bir insan, vasıtalara değil onları yaratan Yüce Allah’a bağlanmaktadır. Bu da insana güven hissi ve güç vermekte ve hayatta daha başarılı olmasını sağlamaktadır. Böylelikle insan inancı ve şükretmesi sayesinde olumsuz bir durumda bunalıma girmeyip o anda çektiği sıkıntısı onu ruhen olgunlaştırmış olur. Ayrıca şükür, nimetin artmasını, insanın kalbinin yumuşamasını ve kanaat ve huzurla dolmasını sağlar. Böylelikle insanda psikolojik bir rahatlama ve gelişim sağlar. 9. İlim İlim, bir şeyi hakikatiyle idrak etmektir, 2118 dünya ve ahiret ile alakalı şeyleri, akıl ile alakalı gerçekleri bilmektir. 2119 Bu da iki kısımdır. 1. Bir şeyin zatını idrak etmek 2. Varlığını kavradığı bir şeyin varlığına hükmetmek veya varlığını uzak gördüğü bir şeyin yokluğuna hükmetmek. 2120 İlim, bir açıdan ikiye ayrılır: 1. Âlemin varlıklarının ilmi gibi bilindiği zaman yeterli olup başka bir şeye ihtiyaç duymayan ilimdir. 2. İbadetlerin ilmi gibi ancak amel etmekle tamam olan ilimdir. 2121 Başka bir yönden de aklî ve sem‘î (akletmeye ve işitmeye dayalı ilim) diye ikiye ayrılır. 2122 Gazali, ilimleri genel olarak aklî ve dinî ilimler olmak üzere ikiye ayırır ve dinî ilimleri, taklit yolu ile peygamberlerden alınan ilimler diye tarif eder. O’nun belirttiğine göre, her ne kadar 2116 Râzî, Tefsîr-i Kebîr, XIII, 503; Ayrıca bk. Zamahşerî, Keşşâf, II, 520. Râzî, a.g.e., XIII, 503-504. 2118 İsfehânî, el-Müfredât (‘a-l-m md.), s. 580. 2119 Gazâlî, İhyâ, III, 18. 2120 İsfehânî, a.g.e., s. 580. 2121 İsfehânî, a.y.; İsfehânî, İnsan, s. 164. 2122 İsfehânî, el-Müfredât, s. 580; İlmin değişik yönden kısımları ve mertebeleri için bk. İsfehânî, İnsan, s. 166-167. 2117 müspet ilimlere ihtiyaç varsa da, kalbin selamete ermesi için yalnız aklî ilimler yetmez. Kalbin hastalıklardan kurtulması ve kemale ermesi, dinî ilimlerle mümkündür. 2123 İlim, çeşitli kalıplarıyla birlikte Kur’an’da yedi yüz elli dokuz kez zikredilmektedir. 2124 Kur’an’da ilim, Hz. Peygamber’e vahiy yoluyla verilen şeydi. Kur’an, Davut’un zırh ilmi, Hârût ve Mârût’un sihir ilmi vb. başka bilgi türlerine de ilim demektedir. Ancak bu olayda ilmin kötüye kullanılmasını eleştirir. 2125 Kur’an, ilmin faziletini, âlimlerin şerefini övmüş, mertebelerini yüceltmiş, ilmin rütbesini iman rütbesi gibi yüce bir mertebeye koymuş 2126 ve ilk inen ayet, okumaya ve öğrenmeye davet ederken 2127 ilim elde etmeyi ve elde edilen ilmi uygulama alanına koymayı da bir şarta bağlamıştır. Bu şart hemen ilk cümlede karşımıza çıkan “İnsanı kan pıhtısından yaratan Rabbinin adıyla oku” anlamındaki ifadesidir. Derin anlamı ve geniş boyutuyla bu ifade din ve bilim gerçeğiyle insanı bir noktada buluşturmaktadır. Bu, yaratanı tanıma ve O’na itaat etme noktasıdır. Din ve bilim gerçeğinin ortak amacı budur. Burada ilim dendiği zaman, içeriği ve derinliği olmayan kuru ve yalın bir kavram değil, aksine boyutu, derinliği ve zenginliği olan bir ilim kastedilmektedir. 2128 Kur’an’ın ilim ehline verdiği değeri gösteren bir ayet şöyledir: “Allah, kendisinden başka tanrı olmadığına şahittir. Melekler ve ilim adamları da adaletle şahittir (ki, O’ndan başka ilah yoktur.)” 2129 Bu ayette Allah, kendi zatıyla başladığı şahadette, ikinci derecede melekleri, üçüncü derecede de ilim ehlini zikretmiştir. Yüce Allah’ın ilim ehline verdiği değeri anlatmaya yalnız bu ayet bile kâfidir. 2130 Kur’an’ın insan için üç çeşit bilgiyi yararlı bulduğunu görüyoruz. Birincisi, insana hizmet verecek duruma getirilen tabiat bilgileri, yani tabii ilimler. İkincisi, tarih ve coğrafya bilgisidir. Çünkü Kur’an devamlı insanı “yeryüzünde gezmeye” ve bizzat kendi gözleri ile görmeye teşvik etmiştir ki, geçmiş medeniyetlere neler olduğunu ve neden yükselip çöktüklerini anlayıp ibret alsın. Üçüncüsü ise, insanın kendisinin bilgisidir. “Biz onlara hem ufuklarda ve hem kendi nefislerinde delillerimizi göstereceğiz ki, Kur’ân’ın hak olduğu kendilerine açıkça belli olsun.” 2131 Bu bilgi ilmî bilgidir. Çünkü gözler ve kulaklarla yapılan gözlemlere dayanmaktadır. Ancak bu bilimsel bilgi, sonuçta kalbe inmek ve ahlakî anlayış ile uyum içerisinde olmak zorundadır. Bu basiret olmadan ilmî ve teknolojik bilgi çok tehlikeli olabilir. 2132 Kur’an maddeten refah içinde olan Mekkelileri eleştirirken bu noktaya işaret etmektedir: “Dünya hayatından sadece dış yüzünü bilirler; ahiretten ise onlar tamamen gafildirler.” 2133 2123 Gazâlî, İhyâ, III, 38; İlmin değişik açılardan kısımları için bk. Gazali, a.g.e., I, 57; III, 36. Abdulbâkî, el-Mu‘cemu’-Müfehres (‘a-l-m md.), s. 596-609. 2125 Bk. Bakara 2/102; Özsoy, Sünnetullâh, s. 82. 2126 Bk. Bakara 2/269; Tâ hâ 20/114; Rûm 30/56; Mücâdele 58/11. 2127 Necati, Kur’an ve Psikoloji, s. 14; Bk. Alak 96/1. 2128 Saka, Yabancılaşma Karşısında Kur’an, s. 137. 2129 Âli İmrân 3/18. 2130 Gazâlî, İhyâ, I, 13; Ayrıca bk. Nisâ 4/83; Ra‘d 13/43; Ankebût 29/43; Zümer 39/9; Mücâdele 58/11 2131 Fussilet 41/53. 2132 Fazlurrahman, Ana Konularıyla Kur’an, s. 82-83. 2133 Rûm 30/7. 2124 Bu ayet “Kulları içinde ancak âlimler, Allah’tan gereğince korkar.” 2134 ayetini de açıklamaktadır. Zira elde ettikleri bütün bilgi ve ilimlerden sonra Allah’ı tanımayan bilginler bu yönleriyle cahildirler. 2135 Bilgi, sorumluluk duygusuna, insanlığın bilimsel ve ahlakî gelişimine hizmet etmelidir. Bundan dolayı bilgi sadece önermeler bütünü değildir. Ahlak düzeni kurmaya matuf olmayan bilimsel çaba; yani sadece “isimleri bilip” onları ahlakî gayeler için kullanmama, Kur’an’ın ifadesiyle abestir, bir oyundur. Kur’an’ın nûr (ışık) ya da hidâyet (rehberlik) dediği bilgi, insana yolunu görebileceği bir içsel algı verir. İnsanın ahlakî bilincine dayanmayan ya da onu geliştirmeyen bilgi, ne yolu, ne de ışığı gösterir; insanın bozulmasına yol açar. O, daIâl yani yanlış yola gitmedir. 2136 Yazır, sadece ilmin ahlaklı olmak için yeterli olmayacağını şöyle açıklar: “Cahillik neticesi Allah’a ortak koşanların ilim ve düşünce alanında yükselmeleri ile şirkten vazgeçmeleri düşünülebildiği halde ahlaksızlık sonucu Allah’a ortak koşanlar ilmî sahada yükseldikçe bu, onların isyan ve azgınlıklarını artırır. İftiralarına devam etmek için daha fazla sebep bulmuş olurlar. Bundan dolayıdır ki, Kitap Ehli hakkında “Ehli Kitap ancak kendilerine bir ilim geldikten sonra anlaşmazlığa düştüler” 2137 buyrulmuştur. İlmin ahlakı güzelleştirme hususunda büyük önemi olmakla beraber ahlak işi ilimden ziyade bir irade ve ihtisas işi olduğundan iman için sadece bilgi yeterli olmadığı gibi ahlaklı olmak için de sadece ilim yeterli değildir. Şayet yeterli olsaydı hiç kimse doğruyu bildiği halde yalan söyleyemez, aksine hareket edemezdi. Bir gaflet, şehvet, kızgınlık, haset, alışkanlık, ümit, gurur bazen insana çok iyi bildiği bir gerçeğin ve hatta bütün bildiklerinin tersini yaptırmaya yeterlidir.” 2138 “Biz kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmamışızdır.” 2139 ayeti delil getirilerek Kur’an’ın bütün ilim ve bilgileri ihtiva ettiği ileri sürülmüştür. 2140 Kur’an ayetleri, bu kitabın indirilişinden maksadın, dini açıklamak, Allah ile O’nun hükümlerini tanıtmak olduğuna delalet etmektedir. 2141 Bu da hidayete dair Kur’an’da eksik bir şey bırakılmadığını gösterir. Zira Kur’an’da insanlığın muhtaç olduğu ilâhî delil ve tekliflerden önemli hiçbir şey terk ve ihmal edilmemiştir. Hepsi de çeşitli şekiller açık veya gizli deliller veya işaretler içinde zikredilmiştir. 2142 Kur’an-ı Kerim, bir Fizik, Kimya, Coğrafya ve Tarih kitabı değildir. O her şeyden önce bir ahlak ve hidayet kitabıdır. Onun davetine ve çizdiği yola uyanlar iki dünyada da selamete ve saadete ererler. Ancak “Kur’an, sadece bir ahlak kitabıdır, onda hiçbir ilmî hakikat yoktur” şeklinde bir iddia da batıldır. “Kur’an-ı Kerim’de her şey mevcuttur, bütün icatlar ondan alınmıştır” sözü ne kadar sakat ise “Onda hiçbir şeyin olmadığı” kanısı da ötekinden daha sakat ve gerçekten uzaktır. Hakikat şudur ki Kur’an-ı Kerim’de birçok ilmi gerçeklere, birçok tabiat kanunlarına işaret edilmiştir. Ancak Kur’an, 2134 Fâtır 35/28. Bk. Buti, Kur’an’da İnsan ve Medeniyet, s. 154. 2136 Çiftçi, Fazlurrahman ile İslam’ı Yeniden Düşünmek, s. 201. 2137 Âli İmrân 3/19. 2138 Yazır, Hak Dîni, III, 19. 2139 En‘âm 6/38. 2140 Buti, a.g.e., s. 153. 2141 Râzî, a.g.e., IX, 418. 2142 Yazır, Hak Dîni, III, 355; Yukarıdaki ayeti Esed, “Biz buyruğumuzda tek bir şeyi bile ihmal etmedik.” şeklinde tercüme etmiştir. (Esed, Kur’an Mesajı, I, 231); Bu ayeti İbn Kesîrse şöyle açıklamıştır: “İster karada yaşayan isterse denizde yaşayan canlılar olsun hepsinin ilmi Allah katındadır ve Allah hiç birinin rızkını ve idaresini unutmaz.” İbn Kesîr, a.g.e., I, 577. 2135 bunlara sadece bir mucize olarak işaret yapmış ve hiçbir zaman ilimle çatışmadığını göstermiştir. 2143 Kur’an, dinî ve ahlakî niteliği ağır basan bir kitap olarak ve köklü ilmî geleneği olmayan bir topluma indirilmiştir. Dolayısıyla Allah’ın maksadı, ilmî konuları açıklamak veya onlarla ilgili yol göstermek değildir. Onun öncelikli amacı tevhîdi ve ahlak ilkelerini insanlığa sunmaktır. 2144 Kur’an’a bütün olarak bakıldığında, doğruya ve gerçeğe ulaşmada vasıta olan iki temel faktörü önemsediği görülmektedir: Bilgi ve akıl. Bilgisizlik ve aklî tembellik, yani düşünmeme, sapıklığın ve azgınlığın, hatta zulmün temel sebepleri olarak görülmektedir. 2145 Bundan dolayı Kur’an, vahyi bir öğretim ve eğitim aracı olarak öngörürken, 2146 bilgi ve olayların rehberliğinde aklı kullanma ve düşünme üzerinde ısrarla durarak insanın doğru inanca bu şekilde ulaşmasını istemektedir. 2147 İnsanı bütün maddi güçler üzerinde ve bütün varlıklara karşı otorite kılan yönü, kendisi hakkında ve evren hakkındaki bilgisi ve iradesidir. Aynı zamanda insan bu bilgiyi günden güne geliştirmektedir. 2148 İnsanın yaratılışından söz eden ayetler de onun meleklere üstünlüğünün arkasında özgür irade ve arayışın ürünü olan bilgiyi görmektedir. İnsan bilgi üreten bir varlıktır. Diğer varlıklar yaratıcıdan emir-direktif alırlar; insan ise O’ndan hem emir hem de bilgi alır. Kur’an, Allah’ı insanın aslî öğretmeni olarak tanıtmaktadır. Allah, insana en büyük özelliklerinden biri olan beyanı (fikir üretme ve bunu açıklama imkânı) öğretmiştir. 2149 Sadece insana has olan kalemle üretimi ve insana tüm bilmediklerini öğreten Allah’tır. 2150 Kalemin insan hayatındaki öneminden dolayı, insanlığın en son mesajının ilk ayetlerinde buna işaret edilerek, insanlığı okumaya, yazmaya ve bilmediklerini öğrenmeye dolayısıyla insanın eğitimine teşvik edilmektedir. Eğer insan Kur’an’ın prensipleriyle eğitilecek olursa onun doğasındaki kötü temayüller durdurularak iyi ve güzel duyguların gelişmesine yol açılmış, dolayısıyla da insan dengeli ve düzenli bir yapıya kavuşmuş olacaktır. 2151 İlim, insana ışık tutar, insanın ufkunu genişletir, görüşlerini derinleştirir, değerinin artırır ve insanı Allah’a yaklaştırır. 2152 Böylece ilim insanı yücelttiği gibi bilgisizce içgüdülerinin peşine düşmek de onu alçaltır. İşte, Allah insana ilimle irfanla yükselmesi için bilmediklerini; yeryüzünü imar ve umranın temellerinden yazıyı öğretmiştir. 2153 Bilgi, insanın değerini düşüren ve onu adileştiren saldırganlık içgüdüsünü, yani kan akıtma ve fesat çıkarma özelliğini disipline ederek, iyilik 2143 Ateş, Süleyman, İslam’a İtirazlar ve Kur’an-ı Kerim’den Cevaplar, Yeni Ufuklar Neşriyat, yy., 1972, s. 192; Kur’an-İlim münasebeti ile ilgili geniş bilgi için bk. Kasapoğlu, Kur’an’da İnsan Psikolojisi, s. 6-12; Özsoy, Sünnetullâh, s. 81. 2144 Albayrak, Tefsir Usûlü, s. 109. 2145 Bk. En‘âm 6/140; Kehf 18/4-5; Hac 22/71; Ankebût 29/41; Rûm 30/29. 2146 Bk. Nisâ 4/113. 2147 Şanver, Kur’an’da Tebliğ ve Eğitim Psikolojisi, s. 166. 2148 Şeriâtî, İnsan, s. 286. 2149 Bk. Rahmân 55/4. 2150 Bk. Alak 96/4-5; Öztürk, “Kur’an’da İnsan Kavramı”, s. 14-15. 2151 Bk. Saka, Yabancılaşma Karşısında Kur’an, s. 139-141. 2152 Saka, a.g.e., s. 140. 2153 Erdoğan, Kur’an ve İnsan Psikolojisi, s. 53; Bk. İbn Haldun, Mukaddime, II, 442. yönünde gayrete çevirir. Zira bilgi, rezaleti fazilete, yani kötüyü erdeme çeviren bir güçtür. 2154 Bilgili insanın anladığı şey, onu kibirden uzaklaştırıp inceltir ve acizliğini hissettirir. 2155 Kibrin terki, insanı hakikat karşısında incelterek ağlatır. Böylece bilgi, insanı mütevazı yapar, konuşmalarında ve davranışlarında insanı alçak gönüllü, kibar hale getirir, manevi âlemimize inceliği, huşûyu yani bütün organlarıyla Yüce Kudret’in karşısında boyun eğmeyi kazandırır. 2156 Ayrıca bilgi, insanın gönlünü inanca ve tatmine kavuşturur. 2157 Zihnî terbiyenin temeli, doğru ve sahih ilimdir. Buna göre zihnimizin bir düzen içerisinde vazife yapabilmesi için, önce evham ve hurafe gibi manevi pisliklerden zihnimizi temizlemek sonra onu, doğru ve faydalı bilgilerle aydınlatmak gerekir. Bedene göre gıda ne ise, ruha göre sağlam, sağlıklı ilimler de odur. Nasıl ki beden, yerden yetişen birçok faydalı maddelerle gelişip büyüyorsa; akli kuvvetler ve ruh da öylece, dışardan aldığı bir takım bilgiler, bir takım ilmi nazariyeler sayesinde büyüyüp yükselmektedir. Dünya ve ahiret saadetini ancak bu sayede elde edebilmektedir. İlim, ruhun gıdası, manevi hastalıkların devasıdır. 2158 Ancak bildiği ilim insanın ruhuna gıda olmuyor, insana fayda vermiyor, davranışlarını düzeltmiyorsa onun fazla bir kıymeti yoktur. Binasız temel olamayacağı gibi, temelsiz de bina da olamaz. Bunun gibi amelsiz ilim, ilimsiz amel de bir işe yaramaz. Bunun için Yüce Allah “O’na ancak güzel sözler yükselir (ulaşır). Onları da Allah’a amel-i sâlih ulaştırır.” 2159 buyurmuştur. Bu ilim, amelden daha şereflidir. Fakat amelsiz yeterli olamaz. 2160 İlmin amelden başka aslında bir fazilet ve meziyeti bulunmakla beraber, Allah katında derecelerle yükselmeğe şayan olan âlimler, nefislerini ilme verip ilmiyle amel eden âlimlerdir. Onun için âlimler ilmiyle amel etmelidirler. 2161 Kur’an-ı Kerim’de bilginin bir adı da hikmettir. Hikmet kelimesi Kur’an’da yirmi yerde geçmekte olup 2162 gerçeği ilim ve akılla yakalamak demektir. Hikmet, Allah açısından, eşyanın bilinmesi ve tutarlı, anlamlı bir biçimde vücuda getirilmesidir. İnsan açısından bakıldığında ise hikmet, varlıkların bilinmesi ve hayır yapılmasıdır. 2163 Hikmet, ilim ve amelde sağlamlık, söz ve fiilde isabettir. 2164 Hikmetin, söz ve fiilde en iyiyi yakalamak veya olması gerekeni fark etmek şeklinde anlaşılması kabul görmüştür. Salt bilgi hikmet değildir. Bilginin kavrayış derinliğine ulaşması ve sonuçta ortaya bir orijinalite koyması halinde hikmetten söz edilebilir. Nitekim hemen bütün 2154 Bayraklı, Kur’an’da Değişim, Gelişme ve Kalite Kavramları, s. 216; Bk. Bakara 2/30. Zira Kur’an’da “Her bilgi sahibinin üstünde bir başka bilen vardır” (Yûsuf 12/76) buyurulup gerçek anlamda her şeyi bilenin Allah olduğu hatırlatılarak insanı bilgisiyle kibirlenmekten korur. Kur’an’da Allah’ın isim-sıfatlarından biri de âlimdir (her şeyi hakkıyla bilendir). Örneğin bk. Bakara 2/115, 127, 137, 158, 181, 224, 231, 247. 2156 Bk. İsrâ 17/107-109 2157 Bk. Hac 22/54; Bayraklı, a.g.e., s. 216-219. 2158 Akseki, Ahlak İlmi ve İslam Ahlakı, s. 138, 142. 2159 Fâtır 35/10; İsfehânî ayetteki “güzel söz” ifadesini ilim olarak yorumluyor. 2160 İsfehânî, İnsan, s. 163. 2161 Yazır, Hak Dîni, VII, 188; Bk. Mücâdele 58/11. 2162 Bk. Abdulbâkî, el-Mu‘cemü’l-Müfehres (h-k-m md.), s. 271. 2163 İsfehânî, el-Müfredât (h-k-m md.), s. 249; Öztürk, Kur’an’ın Temel Kavramları, s. 183. 2164 Yazır, Hak Dîni, I, 398; Yazır, tefsirinde hikmetin yirmi üç tane anlamını ve Kur’an’daki anlamlarını vermektedir. Bk. a.g.e., II, 178-188. 2155 müfessirler hikmette bir ameli yön olduğuna dikkat çekmişlerdir. 2165 Bu da ilmin zihin jimnastiği şeklinde teorisinin yapılmasından ziyade pratik hayata yansımasının önemini ortaya koyar. Kur’an’da hikmet verilene en büyük servet verilmiş olduğu belirtilir: “(Allah), dilediğine hikmet bağışlar ve her kime hikmet bağışlanmışsa ona en büyük servet verilmiş demektir. Ama derin kavrayış sahipleri dışında kimse bunu düşünüp anlayamaz.” 2166 Demek ki gerçek zenginlik, mal-mülk zenginliği değil ilim ve hikmet zenginliğidir. Sonuç olarak bilgi, insanın ahlakî bilincine dayanmalı ve insanlığın bilimsel ve ahlakî gelişimine hizmet etmelidir. Kur’an’da ilim dendiğinde daha çok, doğrudan doğruya en sağlam kaynaktan, Allah’ın vahyinden alınan bilgi, Hz. Peygamber’e vahiy yoluyla verilen şey anlaşılmakla birlikte başka bilgi türlerine de ilim denmektedir ve bilginin bir adı da hikmettir. Böylece Kur’an’da kastedilen ilim, içeriği ve derinliği olmayan kuru ve yalın bir kavram değil, aksine boyutu, derinliği ve zenginliği ve uygulaması olan, hayata akseden ilimdir. Kur’an, ilmin faziletini, âlimlerin şerefini övmüş ve ilk inen ayet, okumaya ve öğrenmeye davet etmiştir. İlim, ruhun gıdası, manevi hastalıkların devasıdır. İlim, insana ışık tutar, insanın ufkunu genişletir, görüşlerini derinleştirir, değerini artırır, insanı Allah’a yaklaştırır, onu kibirden uzaklaştırır, konuşmalarında ve davranışlarında insanı alçak gönüllü, kibar hale getirir, manevi âlemimizi inceltir, zenginleştirir. Ayrıca bilgi, insanın gönlünü inanca ve tatmine kavuşturur. İlmin ahlakı güzelleştirme hususunda büyük önemi olmakla beraber iman için sadece bilgi yeterli olmadığı gibi ahlaklı olmak için de sadece ilim yeterli değildir. 10. Îsâr (Başkalarını Kendine Tercih Etme) Îsâr, eser kökünden gelir. Eser, iz, bir şeyin varlığını gösteren kanıttır. Çoğulu âsâr gelir. Aslında iz anlamına gelen eser, üstünlük için, îsâr da tefaddul (iyilik yapmak, başkasını kendine tercih etmek, yeğlemek) için kullanılır. 2167 Kur’an-ı Kerim’de beş yerde geçen îsâr, “bir şeyi diğerine tercih etmek”, anlamında dört yerde kullanılır. 2168 Kur’an düşüncesinin temel kavramlarından biri olarak ve terminolojik manada îsâr, Haşr suresinin 9. ayetinde geçer ve tanımı bizzat bu ayet tarafından verilir. Buna göre îsâr, maddesel ve ruhsal alanlarda diğer insanları kendi nefsine tercih etmektir. 2169 Kur’an ahlak, merhamet ve sevginin en ileri boyutunu ifade eden îsârı, Hicret’i anlatırken gündeme getirmekte ve onu Medineli Müslümanların yani Ensar’ın Mekke’den göç etmiş Müslümanlara yani Muhacirlere 2165 Öztürk, a.g.e., s. 184-186. Bakara 2/269; Hayrın anlamlarından biri de mal, mülk olduğu için Esed, hayren kesîrâ ifadesini en büyük servet diye tercüme etmiştir. Bk Esed, Kur’an Mesajı, I, 81. 2167 İsfehânî, el-Müfredât (e-s-r md.), s. 62; Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, X, 241. 2168 Bk. Abdulbâkî, el-Mu‘cemu’-Müfehres (e-s-r md.), s. 15; Yûsuf 12/91; Tâhâ 20/96; Haşr 59/9; Nâziât 79/38; A‘lâ 87/16. 2169 Öztürk, Kur’an’ın Temel Kavramları, s. 249; Benzer bir tanım şöyledir: “Bir kimse kendisi ihtiyaç içinde bulunsa bile sahip olduğu imkânları başkalarının ihtiyacını karşılamak üzere kullanması, başkalarının yerine fedakarlıkta bulunmasıdır.” Îsâr anlamında modern Arapça’da ğayriyye, Türkçe’de de diğerkamlık ve özgecilik terimleri kullanılmaktadır. TDVİA (Îsâr md.), XXII, 490. 2166 gösterdikleri fedakârlığın adı olarak anmaktadır. 2170 Adı geçen ayette şöyle buyrulur: “Ve onlardan önce o yurda yerleşen imana sarılanlar kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilenlerden ötürü göğüslerinde bir ihtiyaç duymazlar. Kendilerinin ihtiyaçları olsa dahi, onları öz canlarına tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar saadete erenlerdir.” 2171 Bu ayete göre îsâr, insanın doymazlık ve cimrilikten kurtulmuşluğunun en mükemmel belirişi ve peygamberlerin ahlaksal varlıklarının özüdür. Cimrilik, açgözlülük ve ihtiras, burada insanın hem bu dünyada ve hem de öteki dünyada mutluluğu elde etmesinin önündeki başlıca engeller olarak gösterilmişlerdir. 2172 İnsanlık tarihi bugüne kadar Ensarın Muhacirleri karşıladığı gibi sosyal bir olaya şahit olmamıştır. Hiçbir topluluk bir başka topluluğu bu kadar bağrına basmamış ve onun tüm yükünü üstlenmemiştir. Ayet-i kerime “onlara karşı hiçbir kıskançlık ve dargınlık hissetmezler” demiyor. “Hiçbir şey hissetmezler.” diyor. Yani onların içlerinde kötülük namına hiçbir ize rastlayamazsınız demek istiyor. Aynı şekilde bizim de böyle olmamız isteniyor. İnsanı bütün iyiliklerden alıkoyan cimriliğidir, içindeki bencilliğidir. Zira iyilik, herhangi bir şekilde fedakârlıktır, cömertliktir. Malda özveri, duygularda ve heyecanlarda özveri, çabada özveri ve gerektiğinde hayatını ortaya koymakla gerçekleşecek özveridir. Sürekli almayı düşünen, hiçbir zaman vermeyi düşünmeyen cimri bir insanın iyilik yapması mümkün değildir. İşte içindeki bencilliğini yenen bir insan, kendisini iyilikten alıkoyan her engeli aşmış demektir. Artık o cömertçe, bol bol vererek iyiliğe özgürce ulaşabilir. İşte gerçek anlamı ile kurtuluş da budur. 2173 Burada îsârın mef‘ûlu hazfedilmiştir. Dolayısıyla muhacirler ya da her hangi bir Müslüman, kardeşlerinin ihtiyacını kendilerininkinden daha üstün tutarak onları nefislerine tercih ederek öne geçirirler ki bu ahlakın, tok gözlülüğün en yükseğidir. 2174 Ayetteki şuhh, adet haline gelmiş hırs ile cimrilik demektir. 2175 Arapçada hasislik, cimrilik için kullanılır. Ancak bu kelime, Nefse izafe edilirse, anlamı çok daha kapsamlı olur. Nefsin hırs ve kıskançlık huyudur ki böyle bir kimse, dar görüşlü, korkak, haset eden, pinti, hodbindir. Cimriden daha geniş anlamları kapsar. Hatta cimriliğin sebebidir denilebilir. 2176 Bu özelliğe sahip olan insanlar, dünyadaki her şeyin kendisinin olmasını ve başka hiç kimsenin eline geçmemesini arzularlar. Başka bir kimseye bir şey vermek bir yana, başkasının diğer bir kimseye bir şey vermesini bile istemezler. Çevresindeki iyi olan her şeyin kendilerinin olmasını ve başkalarının ondan yararlanmamasını isterler. Bu yüzden Kur’an, bu tür kötü özelliklerden kurtuluşu felâh olarak nitelemiştir. 2177 Ayrıca ayet, bu nitelemesiyle dolaylı olarak îsârın kurtuluşa erdirme yönündeki psikolojik etkisine işaret etmektedir. 2178 2170 Öztürk, a.g.e., s. 250. Haşr 59/9; Ayetini iniş sebebi hakkında çeşitli rivayetler bulunmaktadır. Bk. Zamahşerî, Keşşâf, IV, 492-493; Yazır, Hak Dîni, VII, 222; Mevdûdî, Tefhîmu’l-Kurân, VI,211; Râzî’nin belirttiğine göre ensâr bir çok yerde îsâr örneği göstermekle beraber ayet, ensârın, fey (ganimet) konusunda muhâcirleri kendilerine tercih etmeleri üzerine inmiştir. Bk. Râzî, Tefsîr-i Kebîr, XXI, 412. 2172 Esed, Kur’an Mesajı, III, 1131. 2173 Kutub, Fî Zılâli’l-Kur’ân, IX, 596. 2174 Yazır, Hak Dîni, VII, 222. 2175 İsfehânî, el-Müfredât (ş-h-h md.), s. 447. 2176 Yazır, Hak Dîni, VII, 223; Mevdûdî, Tefhîmu’l-Kurân, VI, 211. 2177 Mevdûdî, a.g.e., VI, 211-212. 2178 Bk. Kurtubî, el-Câmi‘û li Ahkâmi’l-Kur’an, XVIII, 27; TDVİA (Îsâr md.), XXII, 490. 2171 Kur’an, sadece ilk müslümanların değil daha sonraki bütün müslümanların da îsâr bilincinde olmaları ve birbirlerine bu noktada dua etmelerini istemektedir: “Onlardan sonra gelenler derler ki: ‘Rabbimiz, bizi ve bizden önce inanan kardeşlerimizi bağışla, kalplerimizde inananlara karşı bir kin bırakma! Rabbimiz! Sen çok şefkatli, çok merhametlisin!’” 2179 Bu ayette, müminlerin kardeşliklerinin gereklerine uymaları, birbirlerini sevmeleri ve beşer olmaları dolayısıyla meydana gelen kusurlarına bakılmayıp, bağışlanmalarına dua etmeleri ve hiç bir mümine kin beslememeleri gereğine uyarıda bulunulmuştur. 2180 Böylelikle Kur’an, kalplerde kin yerine sevginin hâkim olmasını istemektedir. Bu ayette kastedilenin sonradan hicret eden muhacirler veya tâbiîn olduğu söylenmişse de 2181 aynı zamanda her yerde ve her zamanda yaşayan Müslüman ümmetin en temel özelliklerinin ne olması gerektiğini ortaya koymakta ve sonraki müslümanların muhâcir ve ensârı rahmetle anmaları istenmektedir. 2182 Ayrıca sadece kendisi için değil kendisinden önce iman etmiş bulunan öncüler için de bağışlanmayı talep etmek, iman eden herkese karşı kalbinde hiçbir kin kalmayacak kadar tertemiz bir kalp istenmektir. Zira iman bağı onları inanmış herkese bağlamaktadır. Bu tablo, temiz bir kalbin düşünebileceği en üstün, en değerli insanlık örneğidir. Kalpleri pislikten, kinden temizliyor. Bu ayetten sonra belirtilen münafıkların tablosu ise insanları birbirini boğazlayan düşmanlar haline getiriyor. Kin, kıskançlık, düşmanlık, aldatma, hile ve kaypaklık gibi ilişkilerle onları birbirine düşürüyor. 2183 Kur’an’daki îsâr kavramı ile Psikolojideki empati ve altruizm (özgecilik) kavramları tamamen aynı olmamakla beraber benzerlik göstermektedirler. Zira Kur’an’ın kavramlarıyla Psikoloji ilminin kavramları birebir örtüşmemektedirler. Altruizm, egoizmin ve bencilliğin zıddı olan diğerkâmlığı ifade için A. Comte tarafından ileri sürülmüş ve kullanılmış bir kelime olup, Psikolojide; fertler arasında var olan bağlardan veya ferdî bir düşünce ve feragatten hâsıl olan, başkalarına karşı hissedilen ve beslenen sevgi sempati demektir. 2184 Bir kişinin kendisini karşısındaki kişinin yerine koyarak olaylara onun bakış açısıyla bakması, o kişinin duygularını ve düşüncelerini doğru olarak anlaması, hissetmesi ve bu durumu ona iletmesi sürecine de empati adı verilir. Eğer bir insanı anlamak istiyorsak, dünyaya onun bakış tarzıyla bakmalı, gerçekleştirmek için de empati kurmak istediğimiz kişinin rolüne girmeli, onun yerine geçerek adeta olaylara onun gözlüklerinin gerisinden bakmalıyız. Karşımızdaki kişinin rolüne girerek empati kurduğumuzda, o kişinin rolünde kısa bir süre kalmalı, daha sonra da bu rolden çıkarak kendi rolümüze geçebilmeliyiz. Aksi halde empati kurmuş sayılmayız. 2185 Birlikte duyma ise, başkasının duygusunu başkasının olarak duymaktır. Başkasıyla bir 2179 Haşr 59/10. Yazır, a.g.e., VII, 229. 2181 Bk. Zamahşerî, Keşşâf, IV, 493. 2182 Râzî, Tefsîr-i Kebîr, XXI, 413. 2183 Kutub, Fî Zılâli’l-Kur’ân, IX, 597-598. 2184 Bolay, Felsefi Doktrinler ve Terimler Sözlüğü, s. 322. 2185 “spymastersnake.org/docs/empati.html - 12k” adlı internet adresinden alınmıştır. 2180 aynılaşma oldu mu, orada artık birlikte duyma söz konusu olamaz. 2186 İnsan birlilikte-duyma sayesinde hem kendisi üzerinde bir duyguya, hem de başkalarının da var olduğu, başkalarının da değerleri ve birtakım değerli davranışları olduğu üzerinde bir bilince varıyor. Bu kendinin ve başkalarının değer taşıyan birtakım davranışlarının bilincine varmak ahlaksal yaşamanın baş koşuludur. Ama bu, ahlaklı olmak için yetmez. 2187 Bunun içinse insanı harekete geçiren yüce değerlere ve güzel bir tabiata sahip olmak gerekir. Kur’an bunun eğitimini vermektedir ve başkasını kendine tercih edecek bir ahlakî davranış istemektedir. İnsanlar için en güç şey, kendini tanımak ve değiştirmektir. Özellikle kendini başkalarının yerine koyabilme, başkalarının duygularını ve heyecanlarını paylaşabilme yetenekleri olanlar insan tabiatını daha iyi tanıyabilirler. 2188 Kendini başkasının yerine koyabilme yeteneği, bir insanın başka bir insanla konuşması sırasında ortaya çıkmaktadır. Bir kimseyle özdeşleşme mümkün olmazsa, o kimseyi anlamamız imkânsızdır. Bir başkası imişiz gibi hareket etmeyi ve hissetmeyi dile getiren bu yeteneğin kaynağı, doğuştan gelen bir sosyal duygudur. Bu gerçekten de evrensel bir duygudur ve insan olmanın kaçınılmaz bir ayırt edici niteliğidir. Bize kendimizi başka nesnelerle birleştirme yeteneğini vermektedir. 2189 Kur’an, bize bu duygunun bu sınırda kalmasını yeterli görmeyip başkası için fedakârlık yapmamızı ve gerektiğinde onu kendimize tercih etmemizi istemektedir. Sosyal duygunun çeşitli dereceleri olduğu gibi, kendini başkalarının yerine koyabilme yeteneğinin de çeşitli dereceleri vardır. Bunu çocuklarda bile görmek mümkündür. 2190 Fıtratta olan ve böylelikle çocuklarda da bulunan bu duygunun körelmemesi için eğitimle geliştirilmesi ve gerektiğinde başkasını kendimize tercih edeceğimiz bir seviyeye getirilmesi gerekmektedir. Îsâr, Kur’an’da övülen bir davranış biçimi olup Kur’an, sadece ilk müslümanların değil daha sonraki bütün müslümanların da îsâr bilincinde olmaları ve birbirlerine bu noktada kalplerinde kin kalmayıp sevginin yerleşmesi için dua etmelerini istemektedir. Ayrıca sadece kendisi için değil, kendisinden önce iman etmiş olanlar için de bağışlanmayı talep etmek, iman eden herkese karşı kalbinde hiçbir kin kalmayacak kadar tertemiz bir kalp istemektir. Böylelikle îsâr davranışı, gönülleri pislikten, kinden arındırıp sevgiyi, fedakârlığı, diğerkâmlığı yerleştirerek insanları rûhen olgunlaştırmakta ve fertleri birbirine bağlamaktadır. Kur’an’daki îsâr kavramı ile psikolojideki empati ve altruizm (özgecilik) kavramları benzerlik göstermekle beraber tamamen aynı değillerdir. Kur’an, kendimizi başkasının yerine koymayı, onun durumunu anlamayı yeterli görmeyip onun için harekete geçilmesini, fedakârlık yapılmasını ve gerektiğinde kendimize tercih etmemizi istemektedir. 11. Ahlakî Nitelikler Ahlak, insan varlığının belirgin bir özelliğidir. Öyle bir özellik ki onu bu evrende ve bütün varlıkların arasında seçkin kılan bir özelliktir. Ahlak bir değerler bütünüdür. Hiçbir ekol yok ki kendine ait bir değerler sistemi ortaya koymasın. Çünkü her ekolün asıl mihver yaptığı konu insandır. 2186 Akarsu, Max Scheler Felsefesinde Kişi Kavramı ve İnsan Olma Sorunu, s. 68. Akarsu, a.g.e., s. 72. 2188 Bk. Adler, İnsan Tabiatını Tanıma, s. 107-109. 2189 Adler, a.g.e., s. 169. 2187 İnsan ancak ahlakî bir sistemde anlam kazanır ve varlıksal özelliğini elde eder. 2191 Kur’an’da ahlak kelimesi yer almamakla birlikte biri “adet ve gelenek”, diğeri de “ahlak” manasında olmak üzere iki yerde 2192 ahlakın tekili olan huluk kelimesi geçmektedir. Ayrıca pek çok ayette yer alan amel teriminin alanı ahlakî davranışları da içine alacak şekilde geniş tutulmuştur. Bunun yanında “birr, takva, hidayet, sırat-ı müstakîm, sıdk, amel-i sâlih, hayır, maruf, ihsân, hasene ve istikamet” gibi iyi ahlaklılık; “ism, dalâl, fahşâ, münker, bağy, seyyie, hevâ, israf, fısk, hatîe, zulüm” gibi kötü ahlaklılıkla aynı veya yakın anlam ifade eden birçok terim vardır. 2193 Cahiliyyede herhangi bir eylemin iyi ya da kötü oluşuna hükmedebilmelerini temin eden kılı kırk yaran davranış kuralları vardı ancak bunlar tutarlı, nazari bir temelden yoksun idi. Bir şeyin iyi olmasının ölçüsü, onu babalarından ve atalarından duymuş olmaları idi. 2194 “Kardeşine (yani, kavimdaşına); ister zulme uğrasın, ister zulmeder olsun yardım et” anlayışı vardı. 2195 Görünür âlemin yegâne mükellef ve sorumlu varlığı olarak insanı tanıyan Kur’an, bu sebeple onun ahlakî mahiyeti konusuna özel bir önem vermiştir. İnsanın üstün ruhî cephesi yanında bir de topraktan yaratılan beşeri cephesi vardır. İnsandaki bu ikilik onun ahlakî bakımdan çift kutuplu bir varlık olması sonucunu doğurmuştur. Allah, insana iyilik ve kötülüğün kaynakları olan kabiliyetleri birlikte vermiştir. Dolayısıyla nefsini temizleyen kurtuluşa ermiş, kirletense ziyana uğramıştır. 2196 İman ile ahlak arasında kuvvetli bir ilişki vardır. Güzel ahlak, kemal seviyesindeki olgun bir imanın göstergesi durumundadır. Kötü ahlak da imandaki zaafa işaret eder. Çünkü İslam’da dinamik, harekete geçirici bir iman anlayışı vardır. İnsanların sadece iman etmeleri değil, aynı zamanda güzel eylemlerde bulunmaları da istenir. 2197 Mekke döneminde nazil olan sûreler yaklaşık Kur’an’ın üçte ikisine tekabül etmektedir. Bu sûrelerdeki ana tema, iman ve ahlaktır. İmansız bir ahlak öngörülmediği gibi, ahlaksız bir iman da öngörülmemektedir. 2198 Kur’an ve Sünnet’te faziletlerin fert ve toplum hayatına maddi ve manevi faydaları, rezîletlerin zararları üzerinde durulmuştur. Allah, “Şükrederseniz (nimetlerimi) arttırırım; 2199 “Şeytan içki ve kumarla aranıza düşmanlık ve nefret sokmak ister” 2200 buyurur; salih kullarını yeryüzüne hâkim kılacağını bildirir. 2201 Ayrıca birçok eski milletlerin yıkılışlarında ahlakî bozulma ve çöküntünün önemli ölçüde rol oynadığını haber veren ayetler Kur’an-ı Kerim’de büyük bir yer tutar. 2202 İslam ahlakı, maddi, zihni ve psikolojik bakımlardan her seviyedeki insanın kaygılarını ve özlemlerini dikkate alan, bununla birlikte ona içinde bulunduğu durumdan daha ideal olana doğru 2190 Adler, a.g.e., s. 169-170. Şeriati, İnsan, s. 248. 2192 Şu‘arâ 26/137; Kalem 68/4. 2193 TDVİA (Ahlak md.), II, 2. 2194 Bk. Bakara 2/170; Zuhruf 43/22-24. 2195 İzutsu, Kur’an’da Dinî ve Ahlâkî Kavramlar, s. 71-72. 2196 Bk. Şems 91/9-10; TDVİA, II, 2. 2197 Kılıç, İnsan ve Ahlak, s.15; Bk. Asr 103/1-3. 2198 Kırca, Kur’an ve İnsan, s. 61; Ayrıca bk. Albayrak, Tefsir Usûlü, s. 38-40. 2199 İbrahim 14/7. 2200 Mâide 5/91. 2201 Bk. Enbiyâ 21/105. 2202 Bk. TDVİA, II, 2. 2191 yükselme imkânı sağlayan kapsamlı ve uyumlu bir ahlaktır. Ahlak, bilgi ve fazilet bakımından sürekli bir yenilenmedir. Bunun için insan, Kur’an-ı Kerim’e göre, öncelikle inanç sevgisi kazanmalı, fenalıklardan ve isyankârlıktan nefret etmeli, 2203 kalbini yani iç dünyasını Allah şuuru (zikrullâh) ile huzura kavuşturmalıdır. 2204 Bu suretle Allah şuuru insana ahlakî ve manevi hayattan zevk alma, hatalarının farkına varma, onlardan yüz çevirme ve Allah’tan bağış dileme fırsatı sağlayacaktır. 2205 İslam’ın öngördüğü bu ahlakî terakkinin ulaşacağı son nokta, insanın gaye bakımından çıkar kaygılarını aşması, hatta cennet ümidi ve cehennem korkusunun da ötesinde bütün düşünce ve davranışlarını Allah’ın emrine ve rızasına uygun düşüp düşmeyeceği açısından değerlendirmesidir. 2206 İnsanın alınyazısını omuzlarında taşıyan, yaptığı her işin başkası için bir numune olduğuna ve herkesin buna tabi olduğuna inanan kimse genel anlamda attığı her adımda bu işin en iyisi olup olmadığı endişesini taşımalı 2207 ve en iyi davranışı sergilemek için ahlakını güzelleştirmelidir. Zira ahlak güzelliği, onu bir tek defa görmüş olanlarda bile unutulmaz bir hatıra bırakır. O, bizi tabiatın ve ilmin güzelliğinden daha çok duygulandırır. Ahlak güzelliği sahiplerine bir kudret verir. Zekânın kudretini ve insanlar arasında barışı sağlar. 2208 Ahlak güzelliği, öncelikle insanın karakterini güzelleştirir. Onu iyi niyet ve düşüncelerin sahibi kılar. İyi niyet sahibi olduğu sürece, insanın eylemleri de, her zaman iyiliğe yönelik olur. 2209 Kur’an’da Hz. Peygamber’in güzel bir ahlak üzere olduğu vurgulandığı gibi 2210 Hz. Peygamber’in ve diğer peygamberlerin hayatlarından ve ahlaklarından örnekler sunularak onların ahlaklarını örnek almamız istenmektedir. 2211 Zira insanın gözüyle gördüğü veya gözünde canlandırılan müşahhas bir örnek insan üzerinde önemli bir etki bırakmaktadır. Böylece Kur’an, sunduğu bu örneklerle bizlerin ahlaken ve ruhen olgunlaşmamızı sağlamaktadır. Kur’an’da tabiata ahlakî bir açıdan yaklaşılıp, kâinattan bahseden ayetlerde kâinatın işleyiş tarzından ziyade kâinat Allah’ın varlığının bir delili ve insana şükretmesi için verilen nimet olarak sunulmakta ve bunun üzerinde düşünüp Allah’ın varlığına ulaşmamız istenmektedir. 2212 Kur’an’da fiziki âlemde bir nizam olduğu belirtilmekte 2213 ve bu nizam fikri yaratıcının birliğine bağlanmaktadır. 2214 Ayrıca bu kâinat Allah’ın emrine boyun eğdiği için bir düzen içinde 2203 Bk. Hucurât 49/7,14. Bk. Ra‘d 13/28. 2205 Bk. Ali İmrân 3/135. 2206 Bk. Hûd 11/112; Şûrâ 42/ 15; İnsân 76/8-9; TDVİA, II, 2-3. 2207 Şeriati, İnsan, s. 349. 2208 Carrel, İnsan Denen Meçhul, s. 102. 2209 Kılıç, a.g.e., s. 1. 2210 Bk. Kalem 68/4. 2211 Hz. Peygamber’in ahlakı ve örnekliğiyle ilgili olarak bk. Âli İmrân 3/159; Tevbe 9/28; Nahl 16/127; Kehf 18/6; Ahzâb 33/21; Fetih 48/29; Özellikle Yûsuf sûresinde anlatılan Hz. Yûsuf kıssasında önemli ahlakî mesajlar verilmektedir. 2212 Bk. Bakara 2/189; İsrâ 17/99; Enbiyâ 21/16-17; Ankebût 29/61; Rûm 30/22-25,46; Fussilet 41/53; Ğâşiye 88/17-26; A‘lâ 87/1-3. 2213 Bk. Neml 27/88-93; Yâ sîn 36/38-40; Mülk 67/3-4. 2214 Bk. Özsoy, Sünnetullah, s. 76-79. 2204 işlemekte, 2215 eğer sizler de Allah’ın emrine boyun eğip teslim olursanız sizin aranızda da bu düzen olur kargaşa olmaz mesajı verilmektedir. Ahlakî telakkilerdeki, tavırlardaki ve toplumsal dokudaki çözülüş, insanın hatalı tutumlar geliştirmesine yol açacak; dine ve ahlaka karşı soğuk ve uzak olmasına sebep olacaktır. Bu aynı zamanda insanın kendi tabiatına, öz benliğine yabancılaşması demektir. Çünkü insanın idealleri ve faziletleri ve tabiatındaki diğer üstün niteliklerden uzaklaşması, insanlığından uzaklaşmasıdır. Bunun sonucu, güvensizlik, sevgisizlik, merhametsizlik, haksızlık, toplumsal karışıklık ve iç sükûnetinin kalkmasıdır. 2216 İnsan, tüm güzel değerlerin, iyiliklerin kaynağı olan Allah’a samimi olarak bağlandığında ise bu olumsuzluklar değişecek ve insan kendisiyle barışarak ahlakî, psikolojik olgunluğa erecektir. Allah, özellikle ahlakî kriz döneminde elçilerini gönderir. Çünkü insanın en kaygan ve kontrolü en zor olan yönü, davranışlarının ahlakî yönüdür. Oysa hayatını sürdürebilmesinde ve başarılı olabilmesinde en önemli etken onun bu yönüdür. 2217 Neticede Kur’an’da ahlak kelimesi yer almayıp tekili olan hulk kelimesi iki yerde geçmekle beraber Kur’an’ın içeriğinde yoğun olarak ahlakî prensipler işlenmekte ve ahlakî mesajlar verilmektedir. Ahlak, insanın hayatında çok önemli bir yere sahip olup öncelikle insanın karakterini güzelleştirir. Onu iyi niyet, düşünce ve güzel davranış sahibi kılar. Ahlak güzelliği, onu bir tek defa görmüş olanlarda bile unutulmaz bir hatıra bıraktığı için kişi ahlakı sayesinde hem kendisi güzelleşecek, olgunlaşacak, hem de etrafındakileri olumlu yönde değiştirecektir. Ahlak sahibi bir kişi fıtratına ve Allah’ın emirlerine uygun hareket ettiği için mutlu ve huzurlu olur. Kur’an bizlere ahlaken olgunlaştıracak prensipler sunduğu gibi kâinat vb konulardan bahsederken de bizlere ahlakî mesajlar vermekte ve peygamberlerin ahlaklarından da örnekler sunarak bizlerin ahlaken ve ruhen olgunlaşmamızı sağlamaktadır. Genel olarak Kur’an’ın insanı psikolojik olarak olgunlaştıran prensiplerine baktığımızda Kur’an’da bunların insanı psikolojik olgunluğa erdirdiği direk olarak belirtilmemekle beraber zikrin kalbi itminana erdirmesinden bahsedilmesi gibi diğer bazı prensiplerin maddi ve manevi sonuçlarından bahsedilmektedir. Bu prensipler, amaç olmayıp insanı Allah’a ulaştıran vesilelerdir. Bunların emredilmesinin asıl gayesi insanları rûhen eğitip olgunlaştırarak Allah’a ve insanlara karşı sorumlulukların bilincine erdirmek, Allah’ın hakkına vefa göstermelerini ve O’na olan bağlılıklarını sağlamaktır. 2215 Tabiat, Allah’ın emrine karşı gelmediği, kendini Allah’a teslim edip emirlerini yerine getirdiği için Kur’an, tabiata müslim (müslüman) demiştir. Bk. Âli İmrân 3/83; Fazlurrahmân, Ana Konularıyla Kur’an, s. 51. 2216 Erdoğan, Kur’an ve İnsan Psikolojisi, s. 189-190. 2217 Fazlurrahman, Ana Konularıyla Kur’an, s. 45. ÜÇÜNCÜ BÖLÜM KUR’AN’DA İNSANIN SOSYOLOJİK YÖNÜ Sosyoloji, insan toplumlarının sistematik bir biçimde incelenmesidir. Daha teknik olarak sosyoloji, sosyal etkileşim sonucu kurulmuş haliyle sosyal ilişkilerin yapısının analiz edilmesidir. 2218 Tarihe sosyolojik bir içerik kazandırmak isteyen ilk düşünür İbn Haldun olmuştur. İbn Haldun, coğrafi, iklimsel, ekonomik koşullar ile üretim biçimlerinin, bireyleri ve toplumları köklü bir şekilde nasıl etkilediklerini göstermiştir. Böylece o, bir toplumdaki değer sistemlerini ve bireylerin psikolojik varlıklarını bile ekonomik verilerle ve üretim biçimleriyle olan ilişkileri çerçevesinde açıklamaya çalışmış ve böylece çağdaş sosyal bilimlerin temel ilgi alanlarına yönelmiştir. Bu yüzden İbn Haldun sosyolojinin babası olarak tanımlanır. 2219 Kur’an, sosyolojinin genel konularına giren pek çok olaylara ve meselelere genel hatlarıyla ve kendine özel metoduyla temas etmiş ve bu konularda temel esaslar ve genel prensipler getirmiştir. Ancak yorumları farklı da olsa bunlar, gerçek hakikatler olup asla sosyolojinin izafi ve değişken doğrularıyla eşdeğer değildir. 2220 Lütfullah Cebeci, Kur’an sosyolojisi üzerine yazdığı bir makalesinde, Kur’an sosyolojisinin kurulmasının gerekliliğinden bahsederek Kur’an sosyolojisinin bir tanımını yapar. O’nun belirttiğine göre sosyolojinin konusu insan cemiyetleri olup Kur’an da baştan sona kadar okunduğunda onda sosyolojiyi alakadar eden birçok ayet bulunduğu görülür. Kur’an, her yönüyle cemiyeti anlatmış, hem inananlardan hem inanmayanlardan bahsederken umumiyetle çoğul sigalar ve şekiller kullanmıştır. Bu üslubu ile emredilen ve övülen, buna karşılık yasaklanan ve yerilen vasıf ve işlerin ferdi olmaktan ziyade toplumsal olduğunu gösteren Kur’an, ima etmektedir ki, iman da, küfür de münferit gayelerden çok toplumsal gayelerle devam edebilir. 2221 Cebeci, şöyle devam eder: “Yüce Allah, geçmiş milletlerin haberlerini zikrederken genellikle sünnetini zımnen göstermiştir. Onların birbirlerine benzeyen hallerinden ve akıbetlerinden Allah’ın cemiyetler hakkındaki ilahi kanunlarını yani sünnetlerini çıkarabiliriz. Aynı şekilde emir ve yasaklarda gözetilen hikmetleri düşünerek birtakım sebep-sonuç alakaları bulabiliriz. Bütün bunlardan “sosyolojinin kanunları” diyebileceğimiz ve benzeri bütün hadiselere teşmil edebileceğimiz kaideleri ortaya koyabiliriz. Fakat bunların çok kolay olduğunu söylemek de mümkün değildir.” 2222 Biz bu bölümde Yüce Allah’ın cemiyetler hakkındaki sünnetlerini keşfetmekten ziyade Kur’an’ın topluma bakışını, nasıl bir toplumsal düzen istediğini ve Kur’an’ın ön gördüğü toplumun özelliklerinin neler olduğunu ele almaya çalışacağız. Ancak burada bir giriş olmak üzere Kur’an’ın genel olarak toluma bakışını ele alacağız. Cemiyeti meydana getiren unsur, ortak yaşama güdüsünden kaynaklanmaktadır ve insan bu duygusundan ötürü bazen, cemiyet halinde yaşamak için ferdî arzularını ve zevklerini feda eder. Bu 2218 Yanardağ, Alaaddin, “Sosyoloji Yazıları”, Diyanet Aylık Dergi, Eylül 2002, S. 141, s. 50.; Sezen’in belirttiğine göre, müslümanın nazarında sosyoloji, ilâhî nizamın, Allah’ın sünnetinin (âdetinin) içinde yerini alan sosyal hayatın işleyiş ve kanunlarına ait bir ilim olarak telakki edilmesi gerekir. Bk. Sezen, İslam Sosyolojisine Giriş, s. 25; Sosyolojinin tanımı ve özellikleri için bk. Taplamacıoğlu, Din Sosyolojisi, s. 8-19. 2219 Tolan, Barlas, Sosyoloji, Adım Y., Ankara, 1993, s. 3; Yanardağ, a.g.m., s. 48. 2220 Kırca, Celal, Kur’an-ı Kerim ve Modern İlimler, Marifet Y., 2.Bsk., İstanbul, 1982, s. 207-208. 2221 Cebeci, “Kur’an Sosyolojisi Üzerine Bir Deneme”, s. 6-8. 2222 Cebeci, a.g.m., s. 10; Sünnetullâh hakkında farklı bir bakış açısı için Özsoy’un Sünnetullah adlı da aslında insan ruhundan gelen bir arzudur. Eğer insan ruhunda toplum halinde yaşama duygusu olmasaydı hiçbir kuvvet böyle bir duyguyu meydana getiremezdi. 2223 Kur’an, insanın toplumsal bir varlık olduğunu kabul eder. 2224 Ayrıca pek çok ayet ve hadiste toplumsal hayatı düzenleyen hükümlerin konulması insanın sosyal bir varlık olduğu kabulünün bir sonucudur. İnsanın toplumsal bir varlık oluşu İbn Haldun’un düşüncesinin hareket noktasını teşkil eder. İnsan, tabiatı icabı medenidir. İnsan ancak bir toplum içerisinde ve toplumsal olarak var olur. Toplumsallık zorunlu biçimde sadece insan toplumunda bulunan bir dizi oluşumu da ortaya çıkarır. İnsanlar, biyolojik ihtiyaçları gibi, sosyal güvenlik ve savunma ihtiyaçlarını da tek başına yapamazlar. Beşer cinsi için toplumsal hayat bir zarurettir. Aksi takdirde insanlar yaşayamazlar ve Allah’ın insanlar vasıtasıyla dünyayı imar ve onları yeryüzünde kendisinin halifesi yapmak hususundaki iradesi yerine getirilmemiş olur. Bu ilmin konusu olan umranın manası da işte budur. Toplum, insanların yalnız belli mekânda bir arada yaşamaları değil, aynı zamanda bir düzen içerisinde yaşamalarıdır. 2225 Kişi, insanî, karakterini kazanabilmesi için onu bünyesinde geliştirebileceği bir cemiyete muhtaçtır. İnsanın ruhî hayat ve saadeti kadar, maddi refah ve huzuru da, teneffüs ettiği hava kadar etrafını çevreleyen sosyal yapıdan kaynaklanır. 2226 İnsan, duyguları, hareketleri ve yaşaması için gıda ve kendisini korumak için sığınaklar araması bakımından hayvandan farksızdır. İnsan, ancak kendisine geçinme ve kazanç yollarını gösteren fikir ve düşüncesiyle, kendi cinsinden olan diğer fertlerle bir araya toplanarak birbiriyle yardımlaşmasıyla, bu yardımlaşmanın bir sonucu olarak cemiyetler halinde yaşamasıyla, Tanrı elçilerine Tanrı tarafından indirilen hüküm ve buyrukları kabul edip şeriat hükümleri ile iş görmesi ve ahireti için faydalı olan kaidelere riayet etmesiyle diğer hayvanlardan ayrılır. 2227 Zira Allah, insanı yeryüzünde halife olarak seçmesinden ötürü diğer varlıklardan ayrı olarak çok değişik ve çok boyutlu ruhsal niteliklerle ve sosyal duyguyla donatmıştır. İnsan toplumu, bir insan vücudu gibidir; onun gibi bir faaliyet tarzına, çalışma sistemine sahiptir. İnsan toplumu da insan gibi doğar, büyür, gelişir, yaşar ve ölür. Tarihçi Filozof ve Sosyolog İbn Haldun’un ortaya atıp, geliştirdiği: toplumların, medeniyetlerin, tıpkı insan vücudu gibi doğması, büyümesi ve nihayet son bulması şeklinde ifade edilen görüşü Kur’an’da bu konuda ifade edilenin geliştirilmesinden başka bir şey değildir. 2228 Zira Kur’an’da şöyle buyrulur: “Her ümmetin bir eceli vardır. Ecelleri gelince artık ne bir an geri, ne de bir an ileri gidebilirler.” 2229 Ümmet sözcüğü bu ayetin anlam örgüsü içinde toplum, halk, topluluk anlamına işaret etmektedir. Yani her toplumun Allah tarafından belirlenen bir yaşama süresi vardır; öyle ki, bu süre içinde toplumlar vahiy yoluyla kendilerine teklif edilen hidayet yolunu kabul ya da reddetmek konusunda serbesttirler. 2230 Bu ayetle eserine bakınız. Bk. Kutub, İnsan Psikolojisi, s. 28-29. 2224 Bk. Enfâl 8/63. 2225 Bk. İbn Haldun, Mukaddime, I, 100-104; TDVİA (İbn Haldûn md.), IXX, 544. 2226 Er, Din Sosyolojisi, s. 1, 263; Ayrıca bk. Aydın, Kur’an’da İnsan Psikolojisi, s. 215. 2227 İbn Haldun, a.g.e., II, 441. 2228 Gölcük, Kur’an ve İnsan, s. 168; Bk. İbn Haldun, Mukaddime, s. 86-106. 2229 A‘râf 7/34; Yûnus 10/49. 2230 Esed, Kur’an Mesajı, I, 276. 2223 ilgili iki görüş ileri sürülmüştür. Birinci görüş, İbn Abbâs ve müfessirlerin çoğunun görüşü olup bu görüşe göre Yüce Allah, peygamberlerini yalanlayan her ümmete belirli bir vakte kadar süre tanımıştır. İkinci görüşe göre ise ayette geçen ecel kelimesinden ümmetlerin ömürleri kastedilmiştir. 2231 “Her ümmet için bir ecel vardır” kanunu, fertleri salih, dürüst olan bir ümmetin dünyanın sonuna kadar ayakta kalabilmesine engel değildir. Burada fısk ve günah içine dalan kâfir ve isyankâr milletlerin bir süre nail oldukları görünürdeki refah ve mutluluğa bakarak onları ebedi kalacak zannedip de ahlak ve hareketlerini, medenî tavırlarını uyulması gereken bir örnek saymamaları gereğine işaret edilmektedir. 2232 Allah’ın toplumla ilgili bir yasası da şöyledir: “Senin Rabbin, halkları iyi ve ıslahatçı iken, o memleketleri haksız yere helak edecek değildir.” 2233 Yani insan toplumuyla ilgili Allah’ın sünneti, milletlerin içinde o yeri ıslah eden, toplumsal ve medeniyetle ilgili amellerinde vb. işlerinde onları doğruya sevk eden, zulümden ve fesattan kaçındıranlar olunca Allah o milletleri zulümleri sebebiyle helak etmiyor. 2234 Allah’ın kendisi zulmetmekten münezzeh olduğu gibi, halkı ıslah edici olunca zulmedecek olanlar da buna meydan bulamaz. Ve bunun için yalnız salih olmak yeterli olmaz, ıslah edici olmak da şarttır. 2235 Kendileri salih amel işlemeye çalışan birkaç kişi dışında herkese ve her şeye müsamaha eden bir toplum kendi ölüm fermanını imzalamış ve helakini davet etmiş demektir. 2236 Bu kabil bir ceza toplumun başına, ancak toplumun insanları birbirine karşı ısrarla haksızlık, zulüm yaptıkları; başkalarının hukukunu, hayatını ve onurunu tehlikeye sokacak tarzda insanlık dışı, ahlak dışı davrandıkları zaman gelir. 2237 Müfessirler, insanların tecrübelerinden alınan meşhur bir görüşü zikrederler. Bu da “milletler küfürle beraber devam ederler, yaşarlar ama zulüm ile devam etmezler.” 2238 Kur’an’a göre fert, bir hata işlese bile Allah merhametlidir, affedebilir. Fakat toplumlara durum ve davranışlarını düzeltip düzeltmeyeceklerini görmek için mühlet vermesine rağmen 2239 eğer düzeltmezlerse mühlet dolunca onların hükmü ne ileri alınabilir, ne de geciktirilebilir. 2240 Bazı geçmiş milletler bu şekilde helak edilmişlerdir ki onlara ne gök, ne yer ağlamış, ne de onlara mühlet tanınmıştır. 2241 Bazı milletlerin günahları sebebiyle tüm yeryüzündekiler helak edilmez, onun için “onlardan kimi hâlâ ayakta kimi de biçilmiştir.” 2242 Fakat bir millet yok olduğu veya ahlaken daha iyi ve güçlü diğer medeniyet tarafından yutulduğu zaman, bu millete mensup iyi kişiler de, eğer 2231 Râzî, Tefsîr-i Kebîr, X, 354; Râzî, birinci görüşü tercih etmektedir. Yazır, Hak Dîni, III, 528-529. Yazır, a.g.e., III, 529. 2233 Hûd 11/117; Ayrıca bk. Mâide 5/105; En‘âm 6/131; Enfâl 7/25; Kasas 28/59. 2234 Rıza, Tefsîru’l-Menâr, I, 192. 2235 Yazır, Hak Dîni, IV, 454; Zulüm hakkında bk. İbn Haldun, Mukaddime, II, 76-81. 2236 Mevdûdî, Tefhîmu’l-Kur’ân, II, 431. 2237 Esed, Kur’an Mesajı, I, 45; Bunun içindir ki müslüman hukukçular (fukahâ), insanın Allah’a karşı olan yükümlülüklerinin O’nun bağışlayıcı, affedici ilkesiyle birlikte düşünülebileceğini ama insanlara karşı olan yükümlülüklerin hassas, esnemez bir özellik taşıdığını, dolayısıyla mutlaka ve duyarlı bir biçimde gözetilmesi gerektiğini söylemişlerdir. Esed, a.y. 2238 Rıza, Tefsîru’l-Menâr, I, 193. 2239 Bk. Âli İmrân 3/178; A‘râf 7/34, 82-84; Ra‘d 13/32; Hac 22/44,48; Kalem 68/45. 2240 Bk. A‘râf 7/34; Yûnus 10/49; Nahl 16/61. 2241 Bk. Duhân 44/29. 2242 Bk. Hûd 11/100, 117. 2232 toplumdaki kötülükleri kaldırmaya çalışmadılarsa, onlar da aynı akıbete uğrar. 2243 Böylece Kur’an bu uyarılarıyla sapık yollara düşerek, yeryüzünde fitne ve bozgunculuk yapmaktan insanları alıkoymak istemektedir. Bireysellik ve toplumsallık çizgisi insanda fıtrî olarak bulunur. Normal bir yapıya sahip her insanda toplumsal hayat sürme eğilimi olduğu kadar herkesten ayrı bir ferdiyet şuuru da vardır. Ve işte hayat bu iki eğilim arasında gelişir, oluşur. Binaenaleyh insan ne mücerret bir fert olarak yaşayabilir, ne de toplumun içinde eriyip gitmiş bir parça olarak. Bireyselliğin en ağır bastığı demlerde bile insan kendi içinde başkalarına karşı bir takım duygular taşır. Toplumsallığın en ağır bastığı zamanlarda bile, kendi benliğinden ve ferdiyetinden bir parça taşır. 2244 Kişi ve toplum birbirlerini gerektiren tamamlayıcı unsurlar olması itibariyle 2245 tam olarak ferdiyetçi yahut tam toplumcu olmayan İslamiyet de, ne ferdi insanlık okyanusu içinde tek başına ve o teki, okyanusu yutacak boyutta kabul ederek, ne de ferdi toplum içinde eriterek bir sistem oluşturmuştur. Fert-aile-millet-ümmet-insanlık dairelerini iç içe ve birer birer değerlendirerek ve hakkını vererek sosyal ve kültürel yapıyı şekillendirmiştir. 2246 İslam’da her fert birçok sosyal münasebetin önemli bir merkezi olarak bir sosyal birliktir. Bunun için İslam, esaslı bir biçimde ferde ihtimamla bakar ve onun şahsiyetini geliştirmek için tüm fırsatları ona verir ve ibadetlerle onu eğitir. Bunun için İslam, cemiyetin refahı hususunda şahsın kendisine yardım eder. Fert üzerinde yüklenmiş tek sınırlama, onun cemiyetin menfaatleriyle çatışma içine düşmemesidir. 2247 Ensarın kardeşlik anlaşması mucibince muhacir kardeşlerine verdikleri şeylerden dolayı kalplerinde fıtri ve egoist duygularının tesiriyle en ufak bir ihtiyaç hissi duymamaları, hatta onları Kur’an’ın ifadesiyle “kendi öz canlarından daha üstün” tutmaları, İslam’ın cemiyetteki sosyal tekâmülü sağlamasının, böyle bir mükemmeliyete erişmede ferdin cemiyet menfaatlerini ön plana almaya sevk edebilmesinin bariz misalini teşkil eder. 2248 Kur’an, toplumun kaçınılmaz bazı kanunlara dayandığını bildirirken, insan sorumluluğunu bir kenara bırakmamaktadır. Kur’an’a göre insan, toplumunun kurallarını iyi tanımalı ve bu kurallardan faydalanarak toplumun gelişmesine katkıda bulunmalıdır. Bunu da ancak kendi bilgisiyle yapabilir. İnsanın topluma hâkim olan kurallarla ilgili bilgisi arttıkça toplumu değiştirme yeteneği ve sorumluluğu da o oranda artar. 2249 Kur’an-ı Kerim insanların birbirlerine karşı üstünlük kazandıran beşeri bir farkının olduğunu kabul eder. Peygamberlerin, ilim sahiplerinin, Allah yolunda savaşanların üstünlüklerinin yanında, sosyal hayatın bütünleşmesi açısından ekonomik ve sosyal farklara da işaret eder. Ancak insan olma yönünden bütün insanlar eşittir, kişisel çabaya dayanmayan hiçbir sosyal statü üstünlük sebebi 2243 Bk. Hûd 11/116. Bk. Kutub, İnsan Psikolojisi, s. 172-174; Ayrıca bk. Gölcük, Kur’an ve İnsan, s. 165. 2245 Fazlurrahman, Ana Konularıyla Kur’an, s. 87. 2246 Sezen, a.g.e., s. 136; Fert-toplum ilişkisi için bk. Aydın, M., İlk Dönem İslam Toplumunun Şekillenişi, s. 91-92; Sezen, a.g.e., s. 74-83, Sezen, İslam’ın Sosyolojik Yorumu, s. 76-85; Coşkun, Şahbanu, Kur’an’a Göre Toplumsal Değişim (Lisans Tezi), Ankara, 1999, s. 6-8. 2247 Muslihiddin, İslam ve Sosyoloji, s. 82; Ayrıca bk. Er, Din Sosyolojisi, s. 177-178. 2248 Er, Din Sosyolojisi, s. 179. 2249 Şeriati, İslam Sosyolojisi, s. 54. 2244 değildir. Esasen farklar, birilerinin diğerleri üzerinde üstünlük kurması için değil, anlaşıp kaynaşarak iradi birlikler oluşturabilmeleri içindir. 2250 İslam’da vahdet olduğundan toplumda sınıfsal çatışmayı kabul etmez. Bütün insanlar kardeştir ve fert ötekilerden görevi ve faaliyeti ile ayrılır. Allah bütün kullarını eşit yaratmıştır. Eşitliği sadece kulun gayreti yani takvası bozabilir. 2251 İslam, ibadetler vesilesiyle sınıf ayrımı problemini vicdanlardan tamamen silmek istemiştir. Cahiliyyede insanların insanlık için ölçüsü ve mukayesesi, cins, renk, makam, mal ve bunun dışında insanların meylettiği maddi durumlardı. Bu üstünlük ölçüsü toplumda tabakalaşmaya yol açtı ve aralarında üstünlük yarışına girdiler, birbirlerine karşı kibirlendiler, birbirlerini küçümsediler. Böylece fakirler ve köleler yanında kodaman ve zenginler tabakası oluştu. Allah, ilahi prensiplerin indirdiğinde bu iddiaları ve yanlış mukayese ölçülerini yok edip bu asabiyeyi ortadan kaldırdı. 2252 Kur’an-ı Kerim’de toplam on sekiz yerde derece kelimesi çoğulu derecât kelimesiyle beraber geçmekte olup, 2253 çoğunlukla Allah katındaki manevi derece ve cennetteki derecelerle ilgili olarak kullanılmakla beraber insanların kabiliyet ve maddi yönden birbirlerinden üstünlüklerini ifade için de kullanılır ve insanların doğuştan değil de amelleri sebebiyle derece kazandığı anlaşılır. Allah, insanları kabiliyet, akıl ve iş görme bakımından farklı farklı yarattı. Onları dünyada ve ahiretteki dereceleri ve Rableri katındaki yerleri bakımından birbirlerinden üstün yaratması sünnetlerindeki nizamın gereğidir. 2254 Toplumların tabiatını ve genel çerçevesini çizen ayetlerden biri şudur: “Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli ve en üstününüz en çok takva sahibi olanınızdır.” 2255 Yani, hepiniz birbiriniz üzerinde hiçbir kalıtımsal üstünlüğe sahip olmadan tek bir insanlık ailesine mensupsunuz. 2256 Bir erkekle bir dişiden yarattık ifadesinden kasıt, Âdem ile Havva’dan veya her birinizi bir ana ile bir babadan yarattık demektir. 2257 Yani bu yönden hepiniz eşitsiniz. Birbirinize karşı övünmeye veya şu kavim bu kavim diye hor görmeye hakkınız yoktur. Bu itibarla bir insan kardeşliği vardır ki, o bile alay etmeye ve birbirinin etini yercesine gıybete engel olması gerekir. 2258 Bu ayet, önceki iki ayette geçen, insanların birbirlerinin onurunu koruma ve gözetmeleri tavsiyesi ile 2250 Aydın, İlk Dönem İslam Toplumunun Şekillenişi, s. 250; İslam’da toplumsal tabakalaşma için bk. a.g.e., s. 245-250. 2251 Öztürk, İslam Düşüncesinde Din ve Fıtrat, s. 239. 2252 Hadîdî, Menhecü’l-Kur’ân ve’s-Sünneh fi’l-‘Alâkâti’l-İnsâniyye, s. 44. 2253 Bk. Abdulbâkî, el-Mu‘cemü’l-Müfehres (d-r-c md.), s. 324-325. 2254 Rıza, a.g.e., IV, 596; Kur’an’daki derecelerle ilgili geniş bilgi için bk. a.g.e., IV, 594-596. 2255 Hucurât 49/13. 2256 Zamahşerî, Keşşâf, IV, 365; Nesefî, Tefsîru’n-Nesefî, III, 357; Esed, Kur’an Mesajı, III, 1057. 2257 Bk. Zamahşerî, a.g.e., IV, 364; Nesefî, a.g.e., III, 357; Yazır, Hak Dîni, VI, 539. 2258 Yazır, a.g.e., VI, 539; Şuûb, şa‘bın (halk) çoğuludur. Kabâil de, kabilenin çoğuludur. Araplar, toplum bölümlemelerini, insan bedeninin yaratılışını esas alarak yapmışlardır. Şöyle ki: İnsanın kafa tasını oluşturan baş kemiklerinden her birine kabile ve hepsine kabâil denir. Bu baş kemiklerinin birbirine kavuşup bitiştiği eke de şa‘b adı verilir. Bir babanın soyundan dallanıp budaklanan kalabalık bir topluluğa, bundan alınmış olarak kabile denildiği gibi, birçok kabileleri kapsayan ve hepsi bir köke mensup bulunan büyük cemiyete de re’s ve şa‘b adı verilir. Yazır, a.y.; Ayrıca bk. Zamahşerî, a.g.e., IV, 364-365; Nesefî, a.g.e., III, 356-357. bağlantılıdır. Ve burada bütün ırkçı, milliyetçi/kavmiyetçi veya kabileci önyargılar (‘asabiyye) kınanmıştır. 2259 Nefislerin olgunlaşmasının ve şahısların mertebe ve derecelerinin bütün sebebi takvadır. Şu, bu kişinin soyundan veya filan kavmin soyundan olmak değildir. Toplumla ilgili bir ayet de şöyledir: “İnsanlar tek bir ümmetti. Ayrılmaları üzerine Allah, rahmetinin müjdecileri ve azabının habercileri olmak üzere peygamberler gönderdi ve beraberlerinde hak ile ilgili kitap indirdi ki, insanların, aralarında ihtilaf ettikleri şeyler hakkında hakem olsun. Bunda da sırf o kitap verilenler, kendilerine bunca deliller geldikten sonra tuttular, aralarındaki hırs ve kıskançlık yüzünden anlaşmazlığa düştüler. Bunun üzerine Allah kendi izniyle, iman edenleri, onların hakkında anlaşmazlığa düştükleri hakka, ulaştırdı. Allah, dilediğini doğru yola iletir.” 2260 Bu ayet, genel olarak İslam’ın tarih ve toplum düşüncesinin temeli kabul edilmektedir. 2261 Kur’an, toplumların sürekliliğini tevhide tutunmalarına bağlar. Bu temel vasfı yitirince eceli de gelmiş olur. 2262 Yoksa güzel hasletlerini sürdürüp dururken bir toplum yıkılmaz. Bu, Allah’ın bir kanunudur. 2263 Ayette geçen nâs (insanlar)ın Araplar olduğu söylenmiştir. Onlardan biri çıkıp onlara puta tapmayı öğretinceye kadar onlar Hz İbrahim’in dini üzere idiler diye görüş belirtenler olmuşsa da tercih edilen görüşe göre burada kastedilen insan cinsinin tamamıdır. 2264 Ayette geçen ümmet kavramı, bir kısmı bir kısmına uyan, aynı şey üzerinde ittifak eden bir topluluktur. Ayet, insanların bir tek ümmet olduklarını gösterir, fakat hak üzere mi, batıl üzere mi bir ümmet olduklarına delalet etmez. Bu hususta müfessirler ihtilaf etmişlerdir. 2265 İnsanlar tek bir ümmet halinde kâfir olduğu onlara peygamberler gönderildiği, Hz. Âdem ile Hz. Nûh arasında on asır hak üzere olup sonra ihtilafa düştükleri, Nûh’un gemisinde tufandan kurtulanların hak üzere olup sonrakilerin ihtilafa düştüğü, 2266 Hz. Âdem döneminde hak üzere olup haset ve azgınlık sebebiyle Kâbil, Hâbil’i öldürdüğünde ihtilaf çıktığı vb. görüşler ileri sürülmüştür. 2267 Ancak en doğru görüşe göre, Hz. Âdem’in kıssasından da anlaşıldığı üzere, insanların hepsi bir asıldan türemiş, ilk fıtrat gereğince Hak kanuna göre hareket eden tek din üzere yaşayan bir cemaat ve millet idiler. İnsanlar, ilk yaratılışlarında dinsiz ve cemiyetsiz yaşamış değildiler. 2268 Onlar, aynı fıtrat üzerinde tek bir ümmettiler. Tek bir aile gibi birlik ve samimiyet üzere yaşıyorlardı. Ta ki çoğaldılar, bölündüler, aşiretlere, kabilelere, halklara dönüştüler. İhtiyaçları, menfaatleri farklılaştı. İhtiyaçları konusunda çekişerek düşman oldular, savaştılar. Onların hidayetleri için ve Allah’ın kitabı, vahyi doğrultusunda ihtilaflarını gidermek için Allah onlara kendi içlerinden peygamberler gönderdi. Daha sonra aralarındaki kıskançlık yüzünden ve 2259 Esed, a.g.e., III, 1057-1058. Bakara 2/213. 2261 Aydın, M., İlk Dönem İslam Toplumunun Şekillenişi, s. 41. 2262 Bk. A‘râf 7/53. 2263 Aydın, M., a.g.e., s. 43; Bk. Enfâl 8/53. 2264 Bk. Rıza, Tefsîru’l-Menâr, II, 328. 2265 Râzî, Tefsîr-i Kebîr, V, 59. 2266 Zamahşerî, Keşşâf, I, 253; Râzî, a.g.e., V, 59-60; İbn Kesîr, Muhtasr-u Tefsîr-i İbn Kesîr, I, 187. 2267 Râzî, a.g.e., V, 60; İhtilafın konusu hakkındaki görüşler için bk. İbn Kesîr, a.g.e., I, 187-188. 2268 Yazır, Hak Dîni, II, 49; Ayrıca bk. Tâberî, Tâberî Tefsiri, I, 518; Zamahşerî, a.g.e., I, 253; İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab (e-m-m md.), XIV, 289; Tabâtabâî, el-Mîzân fî Tefsîri’l-Kur’ân, V, 360. 2260 hevalarına uyarak kitabın kendisinde de ihtilafa düştüler. 2269 Akıl ve Kur’an’ın lafzı bu yorumun doğruluğunu gerektirmektedir. Müfessirlerin çoğu da bu görüştedirler. 2270 Bu ayet, insanın dini hayatının karanlık içinde başladığı ve tabiat güçlerine tapma ve politeizmin (çok tanrıcılığın) ilk dinler olduğu, insanların zamanla Allah’a tapmaya başladıkları şeklindeki dinde evrim fikrini reddeder ve insan hayatının karanlıklarda değil, ilâhî nurun ışığında başladığını belirtir. 2271 Aynı konuyu ifade eden benzer bir ayet şöyledir:“Eğer Rabbin dileseydi bütün insanları tek bir ümmet yapardı. Ama ihtilaf edip durmaktadırlar. Ancak Rabbinin rahmet ettikleri kimseler başka. Zaten onları bunun için yaratmıştır…” 2272 Buradaki ihtilaf ile insanların din, huy ve fiil bakımından farklılıkları ve ayrılıkları kastedilmiştir. 2273 Ayetteki ve lizâlike halekahüm (Allah, onları bunun için yaratmıştır) ifadesi ile ilgili üç görüş vardır. Mu‘tezile’nin de benimsediği birinci görüşe göre Allah, insanları rahmet için yaratmıştır. İkinci görüşe göre, Allah, onları ihtilaf için yarattı, 2274 Üçüncü görüşe göre ise Allah, rahmete ehil olan insanları rahmet için; ihtilaf ehli olan insanları da ihtilaf için yaratmıştır. Bu görüş, ayetin bağlamı da dikkate alınarak müfessirlerce tercih edilmiştir. 2275 Buna göre Allah, hepsinin bir ümmet olmasını dilememiş, hepsine tevhid ve istikameti emretmekle beraber, ihtilafa imkân bırakmış da farklı zevkler ve iradelerle hakka muhalefet edip duruyorlar. Ancak Rabbinin rahmetine mazhar olanlar başka ki bunlar ihtilaf etmez, tevhid ve doğruluktan ayrılmaz bir ümmet olurlar. 2276 İkinci görüşü benimseyenler insanların ihtilafının ilerlemelerini sağlamasını da dikkate alarak bu görüşü benimsemişlerdir. Bu yoruma göre insanların ihtilaf etmeleri gerekir ki dünyada arzu edilen ilerleme gerçekleşsin. Çünkü insanların ihtilafları, zahirde sevgisizlik ve düşmanlık meydana getirse de onları yarışa, birbirinden daha üstün olmaya sevk eder. İhtilafın meydana getirdiği gerginlik, insanları ileriye itici bir rol oynar. Bu bakımdan Allah, insanlar arasında ihtilafın olmasını istemiştir. Bu da O’nun hikmeti gereğidir. Allah, ittifak edenlere lûtfedici sıfatıyla, ihtilaf edenlere de kahredici sıfatıyla tecelli eder. 2277 Eğer Yüce Allah, insanları görüş, düşünce ve iradeleri olmaksızın fıtrat ve mizaçları gereği tek bir din üzere yaratmış olsaydı o takdirde bu tür beşer diye isimlendirilen yaratık ve insan cinsi olmazdı. Bilakis, toplumsal hayatlarında arı ve karınca gibi, ruhî hayatlarında da melekler gibi olurlardı ve aralarında ihtilaf olmazdı. Fakat Allah, hikmeti gereği onları irade sahibi varlıklar olarak yaratmıştır. 2278 Sağlıklı toplum modeli ancak nasslarda belirlenen temel esaslara göre oluşturulabilir. İfrat ve 2269 Rıza, Tefsîru’l-Menâr, I, 193-194; II, 328; Bk. Yûnus 10/19; Hûd 11/118-119. Bk. Râzî, a.g.e., V, 61. 2271 Mevdûdî, Tefhîmu’l-Kur’ân, I, 167; Ayetteki ümmmeten vâhideten ifadesinin ve ayetin yorumu için bk. Esed, Kur’an Mesajı, I, 61-62. 2272 Hûd 11/118-119; Zamahşerî, ümmeten vâhideten ifadesini “sizin ümmetiniz tek bir ümmettir.” (Enbiyâ 21/92) ayetini delil getirerek tek bir millet (din), İslam milleti (dini) olarak tefsir etmiştir. Zamahşerî, a.g.e., II, 421. 2273 Râzî, Tefsîr-i Kebîr, XIII, 144. 2274 Râzî, a.g.e., XIII, 146-147. 2275 Zamahşerî, a.g.e., II, 422; Nesefî, Tefsîru’n-Nesefî, II, 90; Râzî, a.g.e., XIII, 147. 2276 Yazır, Hak Dîni, IV, 455. 2277 Ateş, Kur’an-ı Kerim ve Yüce Meâli, s. 234; Gölcük, a.g.e., s. 170; Ayrıca bk. Kutub, a.g.e., I, 344. 2278 Rıza, Tefsîru’l-Menâr, I, 193. 2270 tefrit noktalarına meyleden diğer toplum modellerinin aksine dini esaslara göre şekillenen bir toplum, hak, adalet, eşitlik, doğruluk, ilim, irfan, iyi ahlak gibi değerlerle kurulmuş; kendi içinde dengeli, ahenkli bu sebeplerle de bütün insanlığa rehberlik, şahitlik, hâkimlik yapmakla görevli orta ve hayırlı bir ümmettir. 2279 Yazır, Fatiha sûresindeki “iyyâke na‘budu ve iyyâke nesta‘în (Yalnız sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz)” 2280 ayetinin tefsiri sırasında cemaat kavramı üzerinde sosyolojik bir inceleme yapmıştır. Önemine binaen bunu şu şekilde özetleyebiliriz: Bu ifade, en derin bir fıtrat kanunun, ameli ve sosyal bir sırrın mucizevi özet bir açıklamasıdır. Bu ayette toplum ve toplumsallığa büyük bir önem verilmiştir. Çünkü Allah ile kul arasındaki akit, “ibadet ederim, yardım dilerim” gibi birinci tekil şahıs kipiyle yapılmıyor da birinci çoğul şahıs kipiyle yapılıyor. Burada cemaatle ibadetin faziletine işaret vardır. Ancak cemaat, kuru bir kalabalık demek değil, tek bir ruhla hareket edebilen muntazam bir topluluk demektir. Dolayısıyla cemaatin oluşumu, bir ruh ve bir sosyal sözleşmeye bağlıdır. Sosyal ruh, evvela kişide oluşur, kişinin vicdanına kardeşlik duygusu girip onu kibirden, darlıktan, bencillikten çıkararak genişletirse o vicdan, genişlik sahası oranında bir cemaate aday olur. Bu genişlik bir arkadaşlıktan tutunuz da, cihangir devletlere kadar gider. 2281 Bir vicdanda sevgi ve korku yükselip de, bir başkasını da kendisi gibi görmeye ve onun menfaatinden kendi menfaati gibi memnuniyet, zararından kendi zararı gibi üzüntü duymaya başlarsa, o vicdanda sosyal ruh oluşmaya başlamış olur. İnsan kelimesinin bir aslı olan üns ve muavenetin (birbirine alışıp beraber yaşama) kaynağı budur. Bu sosyal ruhun kurulması, öncelikle fıtratta bir Allah vergisidir. İkinci derecede ise çevrenin bir yansımasıdır. Bir topluluk, ne kadar genel ve kuşatıcı ise, sosyal ruhu o kadar genişler ve hususi toplulukları o oranda yutarak yükseltir. Bunun için cemiyeti büyülten, küçülten en önemli sebebi, sosyal ruhundaki genişlik ve kuvvet derecesinde aramak gerekir. Toplulukta genişlik var da, vicdanda kuvvet yoksa o cemiyet idare edilemez. Dağılmaya, küçülmeye mahkûm olur. Vicdanda kuvvet var, fakat toplulukta genişlik yoksa o cemiyet, büyüyemez, sonunda büyük bir cemiyet tarafından yutulur. İnsan ruhunda muhabbet ve korkunun bütün sınırını kuşatan en kuvvetli sosyal etken, Yüce Allah’tır. Bunun için bütün hamdler, şükürler O’na mahsustur. Bunu duyan bir toplulukla kardeşlik duygusu en son sınırını bulur ve en üstün bir sosyal topluluk oluşabilir ve en büyük hoşnutluğa onunla ulaşılır. 2282 A. KUR’AN’DA TOPLUMSAL DÜZEN Toplum, insan için şart olunca her topluma mahsus bir düzen lazımdır. Düzensiz hiçbir toplum düşünülemez. Çünkü toplumda yaşayan fertlerin sınırsız ve sonsuz bir özgürlüğe sahip olmaları imkân dışıdır. Aksi takdirde hayatları huzursuzluk, tehlike ve acılarla dolu olup ormanda yaşayan hayvanlarınkinden fark-sız olur. O halde toplumun düzeni için çeşitli sınırlayıcı prensipler 2279 Yazır, a.g.e., I, 418-419; TDVİA (Hak Dini Kur’an Dili md.), XV, 161-162. Fâtiha 1/5. 2281 Yazır, a.g.e. , I, 113-114. 2282 Yazır, a.g.e., I, 115-116. 2280 bulunmalıdır. 2283 Kur’an’ın temel gayelerinden biri, yeryüzünde adil ve ahlâkî temellere dayanan, yaşanabilir bir toplumsal düzen kurmak, 2284 toplumda bir “sosyal-ahlâkî düzen” gerçekleştirmektir. Ahlak da sosyal düzen kavramı da hak ve ödevleri ifade eder. Ancak sosyal düzen, insanın daha çok diğer fert ve toplumlarla ilişkilerini anlatırken ahlak, bunun yanında, doğrudan Allah için yapılan ibadetleri de içine alır. İbadetler Allah için yapılır, pratik sonuçları ise sosyal ilişkilerde görülür. 2285 İslam’da sosyal düzenin esası İslam akîdesidir. Her insan hayattaki yerini, kâinatla olan ilişki ve var oluşunun sırrını öğrenmek için bu akîdeyi taşıması lazımdır. İnsan düşüncelerine yön veren, davranış ve tasarruflarını bir biçime sokan ve hayatın hiçbir alanında elden bırakılmayan yönetici etken, işte bu inançlardır. 2286 Toplumsal düzen, bir taraftan savunulan inanç ve ahlak değerlerinin zorunlu tezahürü, dışavurumudur; diğer taraftan da, bu inanç ve ahlak değerlerinin koruyucu zarfıdır. Kur’an, yirmi üç senelik nüzul tarihinde, eğittiği toplulukla kendi mesajının özüne bağlı, örnek bir toplumsal düzen oluşturmuştur. Kur’an, bu toplumu örnek toplum, orta ümmet 2287 diye sunmaktadır. 2288 Bu noktada Kur’an’ın o toplumu eğitmedeki metodu ve sunduğu ahlak ilkeleri bizler için büyük önem arz etmektedir. Kur’an’da toplum, ilk planda düzen ve disiplin isteyen bir varlıktır. Bunu bozan hususlar, toplumun tabiatına aykırı düşer ve her ne suretle ve her ne cinsten olursa olsun kınanır ve yasaklanır. 2289 Kur’an, toplumda kötülüklerin kaldırılmasını, iyiliklerin hâkim olmasını esas alır. Kur’an’ın bazı hükümleri kötülükleri toplumda ortaya çıktıkları anda yok etmeye yönelikken bazıları da kötülüğü daha doğmadan önlemek, kötülüğün nedenlerini yok ederek toplumu ıslah etmek amacını taşır. 2290 Kur’an, toplumsal bir düzenin oluşmasını esas aldığı gibi, bunun yollarından biri olarak toplumsal fitneleri ortadan kaldırmayı amaçlar. Toplumsal fitne ile aynı anda tüm toplumu saracak denli yaygın olan topluca işlenen kötülükler kastedilmektedir. Eğer bu kötülükler bazı kimselerde varsa ve bu iyi insanlar tarafından kontrol altında tutuluyorsa, bunların kötü etkileri sadece onları işleyenlerle sınırlı kalacaktır. Diğer taraftan eğer toplumun vicdanı, kötüyü baskı altında tutamayacak denli zayıfsa ve ahlaksız ve sapık insanlar kötülükleri açıktan işleyecek denli cesaret sahibi olabiliyorlarsa, işte o zaman bu fitne bir ahlaksızlık salgını haline gelmiş demektir. Böyle olduğunda ise kendi iyiliklerini muhafaza eden ve yaygın kötülüklere karşı edilgen bir tavır gösterenler dâhil, azaptan 2283 kurtulamazlar. Çünkü onlar bu salgın hastalığı durdurmak için hiçbir Bk. Zeydan, İslam Davetçilerine, s. 141. Fazlurrahman, Ana Konularıyla Kur’an, s. 87. 2285 Aydın, M, İlk Dönem İslam Toplumunun Şekillenişi, s. 77. 2286 Zeydan, a.g.e., s. 142. 2287 Bakara 2/143; Orta ümmet, Museviliğin kaskatı tutumu ile Hıristiyanlığın aşırı yumuşaklığı arasında orta bir toplum demektir. Bk. Esed, Kur’an Mesajı, I, 40; Fazlurrahman, a.g.e., s. 121. 2288 Özsoy-Güler, Konularına Göre Kur’an, s. 473. 2289 Bk. Bakara 2/191, 217. 2290 Mevdûdî, Tefhîmu’l-Kur’ân, III, 513; Bk. Nûr 24/2-37. 2284 çaba göstermemişlerdir. 2291 Kur’an’a göre dünyadaki karışıklık ve düzensizliğin ana kaynağı, insanın Allah’a ibadetten ayrılıp başkalarına ve nefsine kulluk etmesi, Allah’ın yol gösterici hidayetini bırakıp ahlâkî, içtimaî ve kültürel yapısını inşa etmesi için başkalarının kılavuzluğu altına girmesidir. Bu durum, fesat ve ona bağlı diğer kargaşa ve düzensizlikleri doğurduğu için bunun kökünden kazılıp atılmasını amaçlar. 2292 Kur’an’a göre, Nuh’tan sonra bütün Allah elçileri kurulu düzenlere karşı gelmişlerdir. Burada Kur’an için ölçü, yeryüzünde karışıklık çıkarma (fesâd fi’l-arz) ile toplumda genel bir düzensizliğin baş göstermesidir. 2293 Bu durumda başarılı çıkan ise daima hukukun ve ahlakın temsilcileri olmuştur 2294 1. Aile Hayatı Aile kelimesi Arapça bir isimdir. Ev halkı, bir evde yaşayan baba, ana ve çocuklar, ehl-i beyt, familya, bir soydan gelen çocuklar manasında kullanıldığı gibi, aralarında az çok benzerlikler bulunan hayvanlar, bitkiler ve madenlere ve yine aynı kökten türemiş olan kelimelere de aile denir. 2295 Yerini başka bir sosyal gruba veya sosyal müesseseye terk etmek suretiyle değişmeyen tek evrensel sosyal grup ve müessese ailedir. 2296 Bütün toplumlarda aile fert için hayat merkezidir. Ferdin içinde bulunduğu en önemli ve aslî gruptur. Samimiyet, psikolojik ve sürekli ilişkiler aile kurumunun temel özellikleridir. Ailenin çeşitli tanımları olmakla birlikte şu şekillerde tanımlanabilir: “Cinsler arası ilişkileri ve insan soyunun çoğalmasını kurallara bağlayan, istikrara kavuşturan ve standartlaştıran davranışlar sistemidir.” 2297 Başka bir tanıma göre aile, akrabalık ilişkisiyle birbirine bağlanan fertlerin bir araya getirdiği topluluk demektir. 2298 Kur’an’da, aileyi ifade etmek için daha çok ehl ve zevc kelimeleri kullanılmıştır. Ehlü’r-recul ifadesi, bir kimseyi ve onunla beraber olanları kapsayan soy, din veya bu ikisine göre davranan ev ve beldeler demektir. Bu ifade aslında bir kimse ve onunla beraber olanların oturduğu yer anlamındayken daha sonra anlamı genişleyerek bir kimsenin ve onunla beraber olanların soyu anlamında kullanıldı. 2299 Ehl kelimesi Kur’an’da 126 yerde geçmektedir. 2300 Bu ayetlerden anlaşıldığına göre ehl, sahip, taraftar gibi sözlük anlamlarından başka aynı mekânı paylaşanlar; bir dine yahut peygambere inananlar, zevce 2301 ve aile anlamlarında kullanılmıştır. Aile anlamında daha çok şahısları ifade eden 2291 Mevdûdî, a.g.e., II, 162-163; Bk. Mâide 5/63; Enfâl 8/25 Mevdûdî, a.g.e., II, 44-45. 2293 Fazlurrahman, Ana Konularıyla Kur’an, s. 98. Bk. Bakara 2/11, 27, 205; Enfâl 8/6; Rûm 30/41-42. 2294 Bk. Âli İmrân 3/139; Mâide 5/56; İsrâ 17/81; Enbiyâ 21/18; Özsoy, Sünnetullah, s. 127, 130. 2295 Cerrahoğlu, “İslam’da Ailenin Önemi ve Aile Müessesemizdeki Erozyon”, s. 15. 2296 Sezen, İslam’ın Sosyolojik Yorumu, s. 257. 2297 Arslantürk-Amman, Sosyoloji, s. 289. 2298 TDVİA (Aile md.), II, 196; Ayrıca bk. Taplamacıoğlu, Din Sosyolojisi, s. 216. 2299 İsfehânî, el-Müfredât (e-h-l md.), s. 96. 2300 Bk. Abdulbâkî, el-Mu‘cemü’l-Müfehres (‘a-v-l md.), s. 121-123. 2301 TDVİA (Ehl-i Beyt md.), X, 498; Üç ayette ehl-i beyt terkibi geçmekte olup bunlardan birinde Hz. İbrahim’in (Hûd 11/73), birinde Hz. Mûsâ’nın (Kasas 28/12), birinde Hz. Peygamber’in (Ahzâb 33/33) ehl-i beyti zikredilerek Hz. Mûsâ’nın ev halkı, diğerlerinin de hanımları kastedilmiştir. a.y. 2292 muttasıl bir zamire bitişik olarak geldiği zaman kullanılmıştır. Bir ayette kişinin ehlinden sorumlu olduğu belirtilmiştir. 2302 Zevc kelimesi Kur’an’da seksen bir yerde geçmekte olup 2303 canlılardan eşleşen erkek ve dişi her bir eşi ifade eden bir kelime olduğu gibi birbirine benzeşen ve zıt olan her şey için de kullanılır. 2304 Aşîret kelimesi de üç yerde geçmekte olup 2305 bir kimsenin çokluğuyla övündüğü yakınlarından, akrabalarından oluşan her bir topluluğa verilen isimdir. 2306 Kur’an’a göre aile, insanlar tarafından kurulan ilk sosyal kurumdur. Zira karı-koca ve çocuklardan müteşekkil bir aile örneğini, ilk defa ilk insan Hz. Âdem, eşi Havva ve çocuklarında görmekteyiz. 2307 Böylece insanlık, ne Thomas Hobbes’un iddia ettiği gibi vahşi fertler ile ne Durkheim’in iddia ettiği gibi şahsiyeti olmayan ve klan denen bir çeşit sürü ile başlamış olmadığı gibi 2308 bazı sosyologların iddia ettiği gibi ilk aile biçimleri insan içgüdüsü sonucu ve tesadüfî olarak meydana gelmiş de değildir. Zira ilk insan olan Hz. Âdem aynı zamanda peygamberdir. 2309 Diğer bütün sosyologlar ve antropologlar da insanlığın, başlangıcından beri bugünkü çekirdek aileye benzer bir aile sistemine sahip olduğu görüşündedirler. 2310 Kur’an-ı Kerim, zikredilen bu ilk çekirdek ailenin dışında Hz. Nûh ve Hz. Lût’un inkar eden hanımlarından, 2311 Firavun’un müslüman olan hanımından, 2312 Hz. İbrahim’in iki eşinden, 2313 Hz. Mûsâ’nın Hz. Şuayb’ın kızlarından biriyle olan evliliğinden, 2314 yaşlı olan Hz. Zekeriyya ve hanımının çocuk isteğinden 2315 ve Hz. Peygamber’in evlilik hayatından bilgiler verilmektedir. 2316 İlk insan ve ilk peygamberden son peygamber Muhammed’e kadar geçen pek çok peygamberin ailesinin ve aile içi sorunlarla ilgili bilgilerin Kur’an’da yer alması, bu kurumun; zamanla gelişmiş bir kurum olmadığını, tam aksine insanlığın ilk başlangıcından bugüne kadar devam eden bir kurum olduğunu göstermektedir. 2317 Aile, toplumu meydana getiren en küçük parçadır ve küçük sosyal gruplar içinde en sürekli ve en önemli olanıdır. Ailenin insan neslinin devamı için çocuk yetiştirmek, cinsî istekleri sınırlamak ve belli bir kanala sokmak, eşlerin birbirlerine maddi-manevi destek olarak hayat arkadaşlığı 2302 Bk. Tahrîm 66/6; Yazır, Hak Dîni, VII, 426. Bk. Abdulbâkî, a.g.e. (z-v-c md.), s. 422-424. 2304 İsfehânî, a.g.e. (z-v-c md.), s. 384. 2305 Bk. Abdulbâkî, a.g.e. (‘a-ş-r md.), s. 587; Tevbe 9/24; Şu‘arâ 26/214; Mücâdele 58/22. 2306 İsfehânî, a.g.e. (‘a-ş-r md.), s. 567. 2307 Kutub, Fî Zılâli’l-Kur’ân, II, 457; Kırca, Kur’an ve İnsan, s. 117. 2308 Sezen, a.g.e., s. 258. 2309 Yılmaz, Musa K, “İslam Ailesi Mahiyeti ve Yapısı”, Diyanet Dergisi, Dini, İlmi, Edebi Üç Aylık Dergi, Nisan-Mayıs-Haziran, S. 2, 1991, XXVII, 40. 2310 Arslantürk-Amman, Sosyoloji, s. 290. 2311 Bk. Tahrîm 66/10. 2312 Bk. Tahrîm 66/11. 2313 Bk. Hûd 11/71-73. 2314 Bk. Kasas 28/23-27; Ayrıca diğer peygamberler hakkında bk. Yûsuf 12/22-32; Neml 27/23-45. 2315 Bk. Meryem 19/4-7. 2316 Bk. Nûr 24/11-20. 2317 Geniş bilgi için bk. Kırca, Kur’an ve İnsan, s. 118-123; Kırca, “Kur’an’a Göre Ailenin Psikolojik Temelleri”, s. 68-71. 2303 kurmasını sağlamak ve ekonomik faaliyetleri düzenlemek gibi önemli fonksiyonları vardır. 2318 İnsan ancak bir aile yuvası içinde huzur bulur ve sosyal bir varlık olma özelliğini kazanır ve sürdürür. Aileyi teşkil eden fertler devirlere, sosyal ve iktisadî yapıya göre değişmekte geniş aile, çekirdek aile, ataerkil ve anaerkil aile adlarını almaktadır. 2319 Kur’an, aile yapısı için belli bir sınır çizmemiş, bunu örf ve âdete, kültür ve medeniyetin gelişmesine paralel gelişme ve değişmeye açık bırakmıştır. Bu sebeple geniş aile yapısı ne kadar İslam’a uygunsa çekirdek aile de o kadar uygundur. Ancak ailenin yapısı geniş olsun dar olsun, kişiler başta ana baba olmak üzere akrabayla ilgilenecek onlarla bağlarını koparmayacak, maddî ve manevî dayanışma içinde olacaktır. 2320 Birçok toplumda olduğu gibi İslam aile yapısı da ataerkildir. Fakat bu aile İslam öncesinden farklı bir yapıdadır. Aile reisinin yetkisi öncekilere nispetle son derece sınırlıdır. 2321 Kur’an’da ailede erkeklerin yönetici olduğu şöyle belirtilir: “Allah, insanları birbirinden üstün kıldığı ve mallarından harca(yıp kadınların geçimini sağla)dıkları için erkekler, kadınlar üzerinde (kavvâm) yöneticidirler.” 2322 Ayette geçen kavvâm, reis, idareci, hâkim anlamlarında anlaşıldığı gibi 2323 gözetip koruyan, 2324 işi hakkıyla yapan kimse şeklinde de anlaşılmıştır. Zira kadının işlerini hakkıyla yerine getirip, onu korumaya itina gösteren kimse için de hâzâ kayyimu’l-mer’et-i ve kavvâmuhâ denilir. 2325 Kavvâm tabiri, erkeğin kadına hâkimiyetini ve fakat nasıl rast gelirse değil “kavmin efendisi ona hizmet edendir” ifadesine göre hizmetçilikle beraber bir hâkimiyetini ifade eder. 2326 Carullah’ın ifadesine göre ayette geçen kavvâm kelimesinde hâkimlik manası yoktur, hizmet manası galiptir. Eşleri de, oğulları da hatunlarına ve annelerine hizmet ederler. 2327 Bu ayetten erkeğin aile reisi olduğu anlaşılmaktadır. Allah, insanları evrenin tümüne egemen olan genel kanuna uygun olarak kadın-erkek çiftlerinden oluşmuş olarak yarattı ve kadına erkek ile arasındaki ilişkinin ürünü olarak meydana gelen yavruyu karnında taşıma, doğurma, emzirme ve bakma gibi önemli bir görev verdi. Bu görev, kadının yapısında kök salan derin organik, psikolojik ve aklî yatkınlıklar olmaksızın yerine getirilebilecek kolay ve basit bir görev değildir. Bu yüzden evin ekonomik ihtiyaçlarını karşılama ve kadını koruma görevinin erkeğe yüklenmesi adalet gereğidir. Böylece kadın, karnında çocuk taşır, onu emzirir ve bakarken kendini ve çocuğunu geçindirmek için çalışmak zorunda kalmasın. Bunun yanı sıra erkeğin organik, sinirsel, aklî ve psikolojik yapısını bu görevi yerine getirmesini sağlayacak yetenekler ile 2318 Güngör, Ahlak Psikolojisi ve Sosyal Ahlak, s. 206-208, 214. İlmihal II İslam ve Toplum, II, 195; Bk. Rûm 30/21; Ayrıca bk. Temel, Ali Rıza, Mutlu Bir Yuva Nasıl Kurulur, Nasıl Korunur?, Kutup Y., İstanbul, 1993, s. 15-21. 2319 TDVİA (Aile md.), II, 196. 2320 Karaman, Hayreddin, “Değişen Şartlar Karşısında İslam Aile Yapısı”, Diyanet Dergisi, Dini, İlmi, Edebi Üç Aylık Dergi, nisan-Mayıs-Haziran, S. 2, 1991, XXVII, s. 30-31; İslam’da aile yapısının geniş aile olduğu veya daha çok geniş aileye benzediği de söylenmektedir. Bk. Ebû Zehrâ, İslam’da Toplum Düzeni, s. 101; Yılmaz, a.g.m., s. 46. 2321 Bk. Cerrahoğlu, İsmail, “İslam’da Ailenin Önemi ve Aile Müessesemizdeki Erozyon”, s. 18-19; TDVİA, II, 199; 2322 Nisâ 4/34; Ayrıca bk. Bakara 2/228. 2323 Bk. Zamahşerî, Keşşâf, I, 495; İbn Kesîr, Muhtasar-u Tefsîr-i İbn Kesîr, I, 385. 2324 Kurtûbî, Muhtasar-u Tefsîri’l-Kurtûbî, İhtisâr ve Ta‘lîk: Şeyh Muhammed Kerim Râcih, Dâru’lKütübi’l-Arabî, 2.Bsk, Beyrut, 1986, 1406, I, 436-437. 2325 Râzî, Tefsîr-i Kebîr, VIII, 18. 2326 Yazır, Hak Dîni, II, 515. donatılması da adalet gereğidir. 2328 Erkeğin yöneticilik yetkisi kadının ne ev içinde ve toplumdaki kişiliğini ve ne de hukukî kişiliğini ortadan kaldırma niteliği taşımaz. Bu ilke sadece aile içi işbölümüne ilişkin bir uygulamadır; amacı bu son derece önemli kurumu yönetmek, korumak ve ayakta tutmaktır. 2329 Aynı şekilde Kur’an’da kadının servet kazanmasını ve iktisadî açıdan kendine yeterli olmasını engelleyen hiçbir ayet yoktur. Nitekim Peygamberimizin ilk hanımı bir iş sahibi idi, ayrıca Kur’an, eş ve kız çocuklarının tam ve bağımsız iktisadi şahsiyetlerine yer vermektedir. 2330 Her ne kadar birbirinden istifade hususunda kadın-erkek eşit olsalar da, ayetin devamı erkeğe verilen konumu sağlayan iki farklı husustan bahseder. Birincisi, “Allah’ın bazı insanları diğer bazılarından üstün (faddale) kılmasından” ifadesidir ki bu üstünlük ahlakî anlamda bir fazilet, şeref ve insanî yönden bir üstünlük olmayıp erkeğin yapısının sertlik, dayanıklılık, azim, sebat, savaşma kabiliyeti gibi yönlerden kadından üstün olmasıdır. 2331 Ayete göre erkeğin ikinci üstünlük yönü ise mallarından kadınlar için harcamasıdır, yani görev yönünden üstündürler. Kurtubî’nin belirttiği bir görüşe göre, erkek kadının nafakasını karşılamaktan aciz kalırsa, kadın üzerinde kavvâm olamaz. Kavvâm olamayınca da nikâhın meşrû kılındığı maksat ortadan kalktığından kadın için nikâh akdini feshetme hakkı doğar. 2332 Fazlurrahman’a göre şayet bir kadın maddi yönden mesela miras veya çalışıp kazanmakla bağımsızlaşırsa ve evinin geçimine katkıda bulunursa erkeğin bu yönden olan üstünlüğü o ölçüde azalır. Çünkü insan olarak bir erkek, hanımından üstün değildir. 2333 Kur’an’da fazla ayrıntıya girilmemekle beraber 2334 aile konusunda bir takım temel prensipler konulmuş, Hz. Peygamber’in sünnetinde ise daha ayrıntılı hükümler ve uygulamalar yer almıştır. Hatta o dönemde başka milletlerin bilip uygulamadıkları bir takım prensipler belirlenmiş, ailenin sağlam bir temele oturması sağlanmış, bozulmaktan ve dağılmaktan korunması için önlemler alınmıştır. 2335 Ailenin ferdi eğitme ve toplumu ıslah etmedeki büyük rolü dolayısıyla Kur’an, aile kurumunun oluşmasına ve sürekliliğine büyük önem vermiş ve aile bireylerinden her birine sorumluluklar yüklemiştir. İslam’ın ilk tebliğ yıllarından itibaren dini inanç ve diğer hükümlerin yanında aile ile ilgili çok sayıda ayet nazil olmuştur. 2336 Kur’an, insan kurumlarından en çok aile üzerinde durur. 2337 Aile, büyük İslam toplumunun temelini oluşturur. Buradan hareketle imanî toplumun oluşması ve gelişmesi hedeflenir. Aile fertleri arasında olduğu gibi yakın ve uzak akraba arasındaki bağlılığın güçlendirilmesi için maddi ve manevi yardımlaşmanın önemine dikkat edilir. 2327 Carullah, Hatun, s. 76. Kutub, Fî Zılâli’l-Kur’ân, II, 457; Fevre, Hamza İbrahim, el-‘Alâkâtu’l-İnsâniyye Fi’l-Kur’âni’lKerîm, 1.Bsk., Mekke, 1983/1403, s. 31. 2329 Kutub, a.g.e., II, 460. 2330 Fazlurrahman, Ana Konularıyla Kur’an, s. 104. 2331 Tâberî, Tâberî Tefsiri, II, 515; Zamahşerî, Keşşâf, I, 495; Râzî, Tefsîr-i Kebîr, VIII, 17; Nesefî, Tefsîru’n-Nesefî, I, 354-355; Fevre, el-Alâkâtu’l-İnsâniyye fi’l-Kur’âni’l-Kerîm, s. 31. 2332 Kurtûbî, a.g.e., I, 437. 2333 Fazlurrahman, a.g.e., s. 104; Ayrıca bk. Güler, a.g.m., s. 302. 2334 Bk. İlmihal II İslam ve Toplum, II, 197. 2335 Hadîdî, Menhecü’l-Kur’ân ve’s-Sünneh fi’l-‘Alâkâti’l-İnsâniyye, s. 111. 2336 Bk. Fevre, el-Alâkâtu’l-İnsâniyye fi’l-Kur’âni’l-Kerîm, s. 31; Aydın, İlk Dönem İslam Toplumunun Şekillenişi, s. 199. 2328 Allah’a ibadetten sonra ana-babaya iyilik etmeyi emreden ayetlerin Kur’an’da yer alışı ve bunların değişik ifadelerle tekrarlanışı çekirdek toplum aileye verilen önemin göstergesidir. 2338 Ayrıca İslam, aileyi toplumun önemli unsurlarından biri olarak kabul ettiği için, fakir bireylerin sorumluluğu ilk önce ailedeki zenginler, daha sonra da diğer zenginler üzerine verilmiş, evlenemeye güç yetiremeyen bekârların evlendirilmesi istenmiştir. 2339 Toplumsal siyaset düzeyinde Kur’an, bir yandan ebeveyn, çocuklar ve yaşlılardan meydana gelen temel aile birimini güçlendirmeyi hedef alırken, diğer taraftan kabileyi veya milliyeti feda etmek pahasına bile olsa, daha geniş çapta Müslüman toplumunu geliştirmeyi esas alır. Çocukların ana-baba ve akrabaya sadakati vurgulanırken Hz. İbrahim ile müşrik babasının hikâyesi birkaç kez tekrar edilerek babasına karşı olan şefkat hissine rağmen sırf Allah için onu nasıl terk ettiği zikredilmektedir. Babasına da sırf söz verdiği için dua ettiği belirtilmektedir. 2340 Kur’an, inananların özelliklerini zikrederken babaları, çocukları, kardeşleri ve aşireti de olsa Allah’a ve elçisine düşman olanlara sevgi beslemediklerini belirtir. 2341 Toplumun ilk yapı taşı ve sosyal bir kurum olan aile biyolojik bir temele dayanmasının yanında 2342 sosyolojik, iktisadi, hukuki ve psikolojik temellere dayanmaktadır. Onu güçlü kılan da hiç şüphesiz bu temellerin çeşitliliği ve sağlamlığıdır. Bu temeller içinde en önemlisi psikolojik olanıdır. Çünkü bu, insanın fıtrî yapısıyla ilgilidir. 2343 Kur’an’a bakıldığında ailenin cinsiyet, sevgi, şefkat ve nesli devam ettirme gibi biyolojik ve psikolojik temellere dayandığını görmekteyiz. 2344 Carullah, ailenin önemini şöyle dile getirir: “Yaratılışın ve yaratılış ile ilgili bütün tedbirlerin gayesi ailedir. Aile, hayatın cenneti ve ebedi cennetin de başlangıcıdır. Hatun olmayınca Âdem hiçbir yere yerleşemez, cennet yüzü göremez, hayatın lezzetini alamaz, halifelik şerefinde kalamaz, tabiatı da emrine alamaz. Âdem yalnız başına bir yarımdır. Hatunla beraber tam olur. İki erkekten bir şey çıkmaz. Hatun olmayınca cennet de olmaz, aile de olmaz.” 2345 Kadın ile erkeğin bir araya gelmesiyle oluşan sıradan birliklerden, ailenin dikkatle ayırt edilmesi gerekir. Çünkü kadın ile erkeğin bir arada bulunması, her zaman ailenin oluşması için yeterli olmayıp aile, yazılı veya yazısız hukukun esaslarına göre kurulmuş olmalıdır. 2346 Aile, her şeyden önce bir sevgi ocağı ve şefkat yuvasıdır. İnsan için ailenin önemi ne kadar büyükse, aile içinde sevgi ve saygı ortamının önemi de o kadar büyüktür. Sevgi, saygı ve şefkat duygularının temelinde nikâh bulunmaktadır. Kur’an’da ailenin sevgi, saygı, şefkat ve nikâh bağı üzerine kurulmasını istemiştir. Günümüzde bazı kişi ve ideolojiler, evlilikle meydana gelen aile kurumuna cephe almışlar fakat netice 2337 Bk. Buladı, “Kur’an ve Sevgi”, s. 193. Zeydan, İslam Davetçilerine, s. 154. Gölcük, Kur’an ve İnsan, s. 172; Bk. Nisâ 4/36; İsrâ 17/23-24. 2339 Bk. Nûr 24/32; Mevdûdî, Tefhîmu’l-Kur’ân, III, 53; İslam’da ailenin önemiyle ilgili geniş bilgi için bk. Sandıkçı, Kemal, “İslam’da Ailenin Önemi,” İslam’da İnsan Modeli ve Hz. Peygamber Örneği (Kutlu doğum Haftası, 1993), TDVY., Ankara, 1995, s. 155-166. 2340 Fazlurrahman, Ana Konularıyla Kur’an, s. 94; Bk. Tevbe 9/114; Meryem 19/47; Mümtehine 60/4. 2341 Bk. Mücadele 58/22. 2342 Adler, İnsan Tabiatını Tanıma, s. 27. 2343 Kırca, Kur’an ve İnsan, s. 123; Kırca, “Kur’an’a Göre Ailenin Psikolojik Temelleri”, s. 71. 2344 Bk. Kırca, a.g.e., s. 125-136; Kırca, a.g.m., s. 72-78. 2345 Carullah, Hatun, s. 48. 2346 Bk. Kılıç, İnsan ve Ahlak, s. 74-76; Arslantürk-Amman, Sosyoloji, 292. 2338 hüsran olmuştur. Hem kişiler mutsuz olmuş, hem de çocuklarda yetişme ve gelişme problemleri ortaya çıkmıştır. Böylece sağlıklı gelişimin bir aile atmosferi içinde olacağı anlaşılmıştır. 2347 İnsan üzerinde en etkili olan davranış kalıpları, aile içinde kazandıklarıdır. Aile terbiyesi almamış insan, bu eksikliğini hayatının sonuna kadar hisseder. Çünkü aileden alınan terbiyenin izleri, insan hayatının sonuna kadar devam eder. İnsana ailesinden daha güçlü tesir edebilen başka bir kurum yok gibidir. 2348 Çocuğu hayata hazırlayan ailesidir. Aile, çocuk için bütün bir toplum demektir. Ailenin ahlâkî şahsiyet üzerindeki rolü okulun rolünü daima aşar. Okul bize daha çok bilgi verir, ahlâkî şahsiyetimiz konusunda da bir takım telkin ve tavsiyelerde bulunur. Hâlbuki ahlak sadece bilgiye değil aynı zamanda duygu ve hareket unsurlarına dayanmaktadır. Ahlâkî davranışın bilhassa duygu yönü aile içinde gelişir. Çünkü davranışlarımız aile fertlerine karşı olan duygusal bağlarımızla sıkı sıkıya ilgilidir. 2349 İnsan, vatanına, mensup olduğu cemiyete ve hatta bütün topluma karşı sorumlu bulunduğu vazife duygusunu ve hürmeti, aile içinde öğrenir. Aile, bütün sevgilerin, her türlü faziletin kaynağıdır. İnsan büyüklere hürmet ve itaati, küçüklere şefkat ve merhameti, bütün insanlara karşı hayırlı olmayı, hülasa hem yaratana, hem de yaratılana karşı vazifelerini, hep aile içinde öğrenir. Orada verilen terbiyenin büyük tesiri vardır. Bunun içindir ki; aile teşkilatı ne kadar esaslı ve düzenli olursa, onlardan meydana gelen cemiyet de, o nispette kuvvetli ve sağlam olur. 2350 a. Ana-Baba Anne-baba Arapça’da ebeveyn kelimesiyle ifade edilip ebeveyn kelimesinin tekili olan eb (çoğulu âbâ, übüvve), “çocuk kendisinden olan erkek (vâlid)” anlamına gelir. Ebeveyn ise ana babayı, ayrıca dede ile baba veya amca ile babayı birlikte ifade eder. 2351 Arapçada baba ve dedeleri bir arada anlatmak veya genel olarak “atalar” manasına gelmek üzere eb kelimesinin çoğulu âbânın kullanımı yaygındır. 2352 Anneyi ifade etmek üzere ise “çocuğun kendisinden doğduğu kadın (vâlide) anlamına gelen ümm kelimesi kullanılır. Bu kelime daha genel olarak, bir şeyin başlangıcında veya varlığında, yetiştirilmesinde ve iyileştirilmesindeki temel unsuru ifade eder. 2353 Bu da annenin çocuğun yetiştirilmesinde temel unsur olduğunu gösterir. Eb ve ümmün yanı sıra baba ve ana manasında Kur’an’da vâlid ve vâlide kelimeleri de kullanılmıştır. Bunların tekil, ikil ve çoğul şekillerinde eb kelimesi yüz on yedi ayette, 2354 ümm kelimesi otuz beş ayette 2355 vâlid ve vâlide kelimeleri otuz dört ayette 2356 geçtiği görülür. Ayrıca baba 2347 Bk. Saygılı, Sefa, Evlilikte Mutluluk Sanatı Ailede Karı-Koca Geçimsizliği ve Çözüm Önerileri, Elit Y., İstanbul, 2002, s. 9; Ayrıca bk. Cerrahoğlu, “İslam’da Ailenin Önemi ve Aile Müessesemizdeki Erozyon”, s. 22-24; Temel, Mutlu Bir Yuva, s. 20-22. 2348 Kılıç, a.g.e., s. 74. 2349 Güngör, Ahlak Psikolojisi ve Sosyal Ahlak, s. 215-216. 2350 Akseki, Ahlak İlmi ve İslam Ahlakı, s. 205. 2351 İsfehânî, el-Müfredât (eb md.), s. 57; TDVİA (Ana Baba md.), III, 101; Bk. Bakara 2/133. 2352 TDVİA, III, 101-102. Örneğin bk, En‘am 6/74; Yûsuf 12/8,99; Enbiyâ 21/54. 2353 İsfehânî, a.g.e. (ü-m-m md.), s. 85. 2354 Bk. Abdulbâkî, el-Mu‘cemü’l-Müfehres (eb md.), s. 3-5. 2355 Bk. Abdulbâkî, a.g.e (ü-m-m md.), s. 101-102. 2356 Bk. Abdulbâkî, a.g.e. (v-l-d md.), s. 930-931. manasını ifade etmek üzere mevlûd ve mevlûdün leh tabiri de geçmektedir. 2357 Bir ayette de Yüce Allah ve vâlidin vemâ veled şeklinde babaya ve çocuğuna and içmektedir. Bu ayetten kastedilenin Hz. Âdem ile zürriyeti, Hz. Nûh ile zürriyeti, Hz. İbrahim ile zürriyeti, Hz. Peygamber ile zürriyeti, bütün babalar ve çocuklar olduğu şeklinde beş tefsir yapılmıştır. 2358 Eb kelimesinin çoğul olarak (âbâ) geçtiği ayetlerin çoğunda insanların babalarının, atalarının yollarını inançlarını takip ettikleri vurgulanarak yanlış dini inançlarını taklit etmeleri kınanmakta, onların düşüncelerinin akıl ve vahiy süzgecinden geçirilerek aynı yanlışlara düşmemeleri istenmektedir. 2359 Böylece insandaki ve toplumlardaki kültürel mirasa sahiplenme özelliği de vurgulanarak bu kültürel mirasın doğrularının alınıp yanlışlarının terk edilmesi istenmektedir. Zira bir toplumdaki geleneksel yapı, zamanla kendi içerisinde, insan bilincini gidererek tamamen ortadan kaldırmaktadır. Bu açıdan Kur’an kör gelenekçiliğe karşıdır. Kur’an’da ümmehât şeklinde annelerden bahseden ayetlerde annelerle, eşlerin anneleriyle ve sütannelerle evlenmenin ebedî olarak yasak olduğu belirtilmekte, 2360 kadınları annelere benzeterek zıhar yapma yasaklanmakta, 2361 insanların anne karnındaki yaratılışından ve hiçbir şey bilmez halde doğduklarından bahsedilir. 2362 Ahzab süresinin 6. ayetinde Hz. Peygamber’in hanımları müminlerin anaları olarak gösterilmiştir. Bundan, Hz. Peygamber’in dolaylı olarak, mecazi anlamda müminlerin (manevî) babası yerinde kabul edildiği anlaşılmaktadır. 2363 “Muhammed sizin erkeklerinden hiç birinin babası değildir” 2364 mealindeki ayet ise Hz. Peygamber ile onun nesebinden olmayanlar arasında hukuki manada evlatlık vurgulamaktadır. 2365 ilişkisinin bulunmadığını belirtmekte ve onun peygamberlik vasfını Ayrıca hasbelkader bir peygamber’in fiziksel neslinden gelmiş olmanın, tek başına kişiye bir erdem kazandıracağı anlayışı da reddedilmiş olmaktadır. 2366 Kur’an’a göre ana-baba ve çocuklar arasındaki ilişki çocuklardan ana-babalarına doğru takdir ve hürmet üzere olmalıdır. Çünkü ebeveynin çocuklara olan iyiliğinin sınırı idrak edilemez. Bunun için görüyoruz ki Kur’an, bu ilişkilere büyük önem verir ve çeşitli vesilelerle bu ilişkileri sağlamlaştırmaya teşvik eder. 2367 Anne-baba, Kur’an tarafından saygı ve hizmet gösterilecek en önemli benlikler halinde sunulmaktadır. Bu konuyla ilgili ayetlerde ebeveyn hakları Allah’ın haklarından hemen sonra 2357 Bk. Bakara 2/233. Taberî, Taberi Tefsiri, IX, 122-123; Zamahşerî, Keşşâf, IV, 743; Nesefî, Tefsîru’n-Nesefî, III, 644; Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, X, 479. 2359 Örneğin bk. Bakara 2/170; Mâide 5/104; A‘râf 7/70,173; Şuârâ 26/74; Zuhruf 43/22-23. 2360 Bk. Nisâ 4/23. 2361 Ahzâb 33/4; Mücâdele 58/2. 2362 Bk. Nahl 16/78; Zümer 39/6; Necm 53/33. 2363 İsfehânî, a.g.e., s. 57. 2364 Ahzab33/40. 2365 TDVİA, III,102. 2366 Esed, Kur’an Mesajı, II, 860. 2367 Bk. Hadîdî, Menhecü’l-Kur’ân ve’s-Sünne fi’l-‘Alâkâti’l-İnsâniyye, s. 133-134. 2358 anılmakta ve Allah’a saygının hemen ardından onlara saygı emredilmektedir. 2368 Bu da onlara itaat ve iyilik etmenin ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. 2369 Anne-baba haklarına riayet etmek, insanın mizacındaki bir takım istekleri sınırlaması sebebiyle Kur’an ve Sünnet tarafından özellikle belirlenmiştir. 2370 Kur’an, ana-babaya itaati şarta bağlamakta, ancak onlarla iyi geçinmeyi ve onların gönüllerini hoş tutmayı hiçbir şarta bağlamamaktadır. Din ayrılığı bile, ana-babaya kötü muameleye mazeret teşkil etmemektedir. 2371 Ebeveyne saygı ve hizmet kayıtsız şartsız ve sevgi esasına dayalı olmalıdır: “Biz insana ana ve babasına saygı ve hizmeti önerdik. Onun anası onu çaresizlik üstüne çaresizlikle taşımıştır. Sütten ayrılması da iki yıl sürmüştür. Bana ve ana-babana şükret.” 2372 Ayetteki vehnen alâ vehnin ifadesi gitgide artarak katlanan bir zayıflık demektir. Çünkü hamilelik artıp büyüdükçe ağırlık ve zayıflık da artar. 2373 Allah, ana-babaya iyiliği emrettikten sonra anneye özellikle önem vererek onu zikretmektedir. Gerçek şu ki anne bu konuda en büyük yükü yüklense de bakım ve harcama yükünü yüklenen babanın bu merhalelerdeki çabası ve gayreti inkâr edilemez. 2374 Ebeveyne saygı ve hizmet sosyal ve hukuksal zorunlulukları aşan bir derinliğe ulaşmalıdır. Onların en küçük bir şekilde incitilmemeleri gereğini İsrâ sûresinin 23-25 ayetleri şöyle dile getirir: “Rabbin şöyle hükmetti: Kendinden başkasına kulluk etmeyin, ana-babaya saygı ve hizmet gösterin. Eğer onlardan biri veya ikisi senin yanında ihtiyarlığa ererlerse onlara öf bile deme. Onları azarlama. Onlara çok güzel ve tatlı sözler söyle. Onlara acıyarak tevazu kanadını onlar için yerlere kadar indir. Ve şöyle yakar: Rabbim, onlar beni çocukken nasıl terbiye ettilerse sen de onları öylece merhametle koru...” 2375 Bir görüşe göre güzel sözden kasıt, Hz. İbrahim’in babasının küfrüne rağmen ey babacığım! dediği gibi ey babacığım, ey anneciğim! denmesidir. Zira onları isimleriyle çağırma, onlar için eziyet ve kötü edeptir. Yüce Allah, onların büyüklüğünden ve bugün bize muhtaç olmalarından dolayı o ikisine çokça merhametli ve şefkatli olmamızı istiyor. Zira dün de Allah bizi onlara muhtaç yapmıştı. 2376 Ne ilginçtir ki bu ayet, anne-babanın bizim yanımızdaki ihtiyarlık durumlarıyla bizim onların elindeki bebeklik halimiz arasında paralellik kurmuştur. Bu demektir ki, ihtiyarlara saygı ve hizmetimiz küçük yavrularımıza sevgi ve şefkatimiz kadar içten ve karşılıksız olmalıdır. 2377 Ebeveyne saygının omurga noktasını oluşturan rahmet sırrının en ileri beliriş alanı anneliktir. Freud, bu sırrın açıklanışında cinsiyeti esas almak gibi sağlıksız bir yola gitmiş, hayatın bu en asil 2368 Bk. Nisâ 4/36; En‘âm 6/151. Taberi, a.g.e., II, 525. 2370 Rıza, Tefsîru’l-Menâr, I, 233. 2371 Özsoy-Güler, Konularına Göre Kur’an, s. 475. 2372 Lokman 31/14; Ayrıca bk. Ahkaf 46/15; Ahkaf sûresinin 15-19. ayetlerinde salih evlat ile fasık evlat arasındaki fark anlatılıyor. Salih evlat, kendisine çok emek vermiş; zahmetler çekerek kendisini büyütmüş ve hep iyiliğini istemiş olan ana babasının sözünü dinleyerek inanır, Allah’a ve ana babasına itaat eder. Fâsık evlat ise ana babasının iman çağrısını reddeder; onların inanmayı öğütlediği şeyin masal olduğunu söyler. Bk. Ateş, a.g.e., VIII, 374. 2373 Zamahşerî, a.g.e., III, 479. 2374 Hadîdî, a.g.e., s. 137; Bk. Bakara 2/233. 2375 İsrâ 17/23-25. 2376 Zamahşerî, Keşşâf, II, 632-633; Nesefî, Tefsîru’n-Nesefî, II, 252-253. 2377 Öztürk, Kur’an’ın Temel Kavramları, s. 98; Ayrıca bk. Gölcük, Kur’an ve İnsan, s. 173. 2369 duygusunu yozlaştırmıştır. Freud, tespitlerinde hasta ve dejenere tiplerin sergiledikleri fenomenleri esas aldığı için onun vardığı sonuçları tüm insanlığa genellemek yanlış olur. Emzirmenin süresini bile kesin bir biçimde belirleyen Kur’an, bu yaklaşımıyla, emzirme işleminin anne-çocuk ilişkisinde fıtrat bazını oluşturduğuna dikkat çekmektedir. 2378 Bazı Kur’an ayetlerinde şayet ebeveyn müşrik de olsa şirk vb. isyan durumlarında itaat etmemek şartıyla onlara iyilik edilmesi tavsiye edilmektedir. Çünkü yaratıcıya isyan hususunda mahlûkata itaat yoktur. 2379 Böylece Kur’an’da anne-babaya bir yandan itaat, teşekkür önerilirken, diğer yandan onlara itaat edilmemesi gereken yerler, açıklanmaktadır. “Eğer her ikisi de bilmediğin bir şeyi, bana ortak koşman hususunda seni zorlarsa, onlara itaat etme. Fakat dünyada onlarla iyi geçin ve bana yönelenlerin yoluna uy. Sonra dönüşünüz ancak banadır. O zaman ben de size yaptıklarınızı haber vereceğim.” 2380 Birlikte yaşamaya yönelik herhangi bir hususta ana-babaya iyilik devam ederken, dinin razı olmadığı, şirki gerektiren, Allah’a itaatsizliği celbeden bir fiili işlemek yasaklanmıştır. Böyle durumlarda ayetteki ve sâhibhümâ fi’d-dünyâ me‘rûfen emri uygulanır. Yani dünyada onlara maruf şekilde sahiplen, günaha ortak olmaksızın, dinin razı olacağı, kerem ve insanlığın gerektirdiği şekilde sohbetlerinde bulun. Böylece ana-babanın dünyevi ihtiyaçları karşılanır, yaşamalarına sebep olacak yemek, içmek, giymek gibi ihtiyaçlarına cevap verilir, onlara asla eziyet edilmez, ağır söz söylenmez, hastalıklarına koşulur, vefatlarında uygun şekilde definleri yapılır. 2381 Aile kurumunda inanç farklılığıyla ilgili olarak Hz. İbrahim’in babası ile Hz. Nuh’un oğlu anlatılmaktadır. Hz. İbrahim’in, putperest babası için söz verdiğinden dolayı dua ettiği belirtilir. 2382 Hz. Nûh’un oğlu hakkında ise şöyle buyrulur: “Nuh, Rabbine seslendi: Rabbim, dedi. Oğlum, benim ailemdendir, senin sözün elbette haktır ve sen hâkimlerin hâkimisin. (Rabbi) Ey Nuh, dedi, o senin ailenden değildir. O, yaramaz iş yaptı. Bilmediğin bir şeyi benden isteme. Sana cahillerden olmamanı öğütlerim!” 2383 Burada Hz. Nuh ile oğlu arasındaki inanç bağına özellikle dikkat çekilmekte, aile konumunda maddi bağ varlığını sürdürmekle birlikte manevi bağ kopmuş olduğundan oğul, aileden sayılmamaktadır. 2384 Allah, bu ayette Hz. Nûh’un inkarcı oğlunu ‘amel-i gayr-i sâlih (salih olmayan bir iş, hedefini bulmayan bir eylem) olarak isimlendirmiştir. Çünkü çocuklar, kendilerini büyütebilsin, birer salih kişi olarak eğitebilsin ve Allah’ın insanı yaratmadaki gayesine ulaştırabilsinler diye yaratıcı tarafından ailelerinin himayesine verilmiştir. Eğer bir baba bu yetiştirme sürecinde elinden geleni yapar, çocuğu salih bir kişi olmaya yöneltir, fakat bu çabaları boşa çıkarsa, babanın ellerinde bir hammadde mesabesinde olan çocuk o zaman “gayesine ulaşmamış bir iş”e (‘amel-i gayr-i salih) benzemiş olacaktır. Bu durumda ebeveynin “boşa gitmiş emekler” üzerinde daha fazla durmaması gerekir. Apaçıktır ki Hz. Nuh’un münkir oğlu bir ‘amel-i gayr-i salihti. Çünkü babasının onda görmek istediği salih amellerden hiçbiri kendisinde bulunmamaktaydı. İşte aynı şekilde Hz. Nuh’a “O senin 2378 Öztürk, a.g.e., s. 98-99; Ayrıca bk. Hadîdî, a.g.e, s. 137; Lokman, 31/14; Ahkaf 46/15. Zamahşerî, a.g.e., III, 428; Hadîdî, a.g.e., s. 135. 2380 Lokman 31/15; Ayrıca bk. Ankebût 29/8. 2381 Yazır, Hak Dîni, VI, 46-47; Gölcük, Kur’an ve İnsan, s. 174. 2382 Bk. Tevbe 113-114; Meryem 19/47; Mümtehine 60/4. 2383 Hûd 11/45-46; İbn Kesîr’in belirttiğine göre Hz. Nûh’un bu yakarışı boğulan oğlunun ahiretteki durumunu öğrenme çabasıdır. Bk. İbn Kesîr, Muhtasar-u İbn Kesîr, II, 221; Esed, a.g.e., I, 432. 2379 ehlinden değil” dendiğinde, oğlunun kendi öz sulbünden olmadığı söylenmek istenmemiştir. Bozuk ahlak ve muameleler yüzünden artık senin salih ehlinden sayılamaz. ‘Amel-i gayr-i salih ibaresinin Nuh’un oğlu için özellikle kullanılmış olması çok manidardır. Bu kullanış, ailelerin çocuklarını yetiştirirken göz önünde bulundurmaları gereken hedeflere atıfta bulunmaktadır ve müminlerden çocuklarına “bir iş”, “bir amel” gözüyle bakmalarını istemektedir. 2385 Eğer müminin kan hısımları, bir müminin taşıması gereken niteliklere sahipse kurulan ilişki çift kat güçlü olacaktır. Fakat onlar bir müminin niteliklerini taşımıyorlarsa, mümin onlarla ilişkilerini yalnızca kan hısımlığı düzeyinde sürdürecek ve onlarla hiçbir manevi ilişkiye girmeyecektir. Ve eğer sonuçta bu ilişki iman ve küfür savaşında karşı karşıya gelecek biçimde tezahür ederse, mümin onlarla tıpkı diğer kâfirlerle savaştığı gibi savaşmak zorundadır. 2386 Annelik motivi, fizyolojik motivler gibi bir dürtüdür. 2387 Ancak insandaki annelik duygusu ile hayvandaki annelik duygusu birbirinden farklıdır. İnsanın annesi, meme emzirme, kucağına alma ve sevginin yanı sıra diğer canlılarda olmayan değerler, ahlak ve adetler öğreterek 2388 çocuğun karakterine etki etmektedir. Zira herkes sevdiği kişinin hayalini annesi ile olan ilişkilerine göre şekillendirir. Anne, bir çocuğun ileride dünya ile olan ilişkilerini belirleyen bir idealdir. Anne ile olan ilişkiler çocuğun daha sonraki bütün faaliyetlerini belirlemektedir. Çocuğun sosyal duygusunu geliştirme işi anneye düşmektedir. Çocuklar arasında dikkatimizi çeken tuhaf kişilikler, anne ile çocuk arasındaki ilişkilerin sonucu ortaya çıkmaktadır. 2389 Anne-babanın çocuklarından sevgi görebilmeleri ve çocuklarının ileriki yaşlarda topluma uyumları açısından çocuklarına sevgi göstermeleri büyük önem arz eder. Zira biz başkalarından olduğu kadar çocuklarımızdan da fedakârlıklarımızla ya da ihtiyaçlarımızla değil, daha çok sevme kapasitemizle orantılı olarak sevgi alırız. 2390 Kur’an’da birçok ayette, çocuk sevgisi, mal sevgisiyle birlikte dile getirilmektedir. Çocuklar ve maldan her biri, insan için güçlü ve varlıklı olmanın nedenlerindendir: “Mal ve oğullar dünya hayatının süsüdür.” 2391 Kur’an, Nuh (a.s.) kıssasının anlatımında, babalık sevgisine işaret etmektedir. Hz. Nuh’un kalbinde oğluna karşı gizlediği şefkat, sevgi ve meyil boğulmaktan kurtulması için gemiye binmesini istemesinde ve çocuğu için yaptığı duasında ortaya çıkmaktadır. 2392 Genel olarak babalık sevgisi, babanın evlatlarına olan ilgi, gözetmesi, nasihatte bulunması, yarar ve hayrına olacak şeylere yönlendirmesinde ortaya çıkmaktadır. 2393 Kur’an bize iyi olan babalık tavrı hususunda, Hz. Lokman’ın oğluna yaptığı içerikli öğütleri örnek olarak vermektedir. 2394 Kur’an’da babaların çocuklarına olan sevgilerinin yanı sıra çocukların da babalarına ve diğer 2384 Gölcük, a.g.e., s. 174-175. Mevdûdî, Tefhîmu’l-Kur’ân, II, 397-398. 2386 Mevdûdî, a.g.e., II, 398; Bk. Tevbe 9/23. 2387 Necati, Kur’an ve Psikoloji, s. 72. 2388 Kutub, İnsan Psikoloji, s. 446. 2389 Adler, İnsan Tabiatını Tanıma, s. 439. 2390 Bk. May, Kendini Arayan İnsan, s. 224. 2391 Kehf 18/46; Ayrıca bk. Nahl 16/6; Müddessir 74/11-13. 2392 Bk. Hûd 11/42,45. 2393 Necati, Kur’an ve Psikoloji, s. 73. 2385 yakınlarına olan sevgilerinden bahsedilmekte ve ne evlat, ne baba ve ne de herhangi bir şeyin sevgisinin Allah ve elçisinin sevgisinden daha fazla olmaması istenmekte ve bunun Allah’ın azabına sebep olacağı vurgulanmaktadır. 2395 Anne-baba, Kur’an tarafından saygı ve hizmet gösterilecek en önemli benlikler halinde sunulmaktadır. Bu konuyla ilgili ayetlerde ebeveyn hakları Allah’ın haklarından hemen sonra anılmakta ve Allah’a saygının hemen ardından onlara saygı emredilmektedir. Allah bizden annebabamıza çokça iyilik etmemizi, hoşumuza gitmeyecek şeyler yaptıklarında onlara öf demenin ve azarlamanın yerine güzel edep ve faziletli davranış biçiminin gereği olarak güzel söz söylememizi istiyor. Kur’an, anne-babaya, çocuklara ve akrabaya sevgi beslemenin insan fıtratında var olduğundan bahsederek bu sevginin Allah ve Resûlünün sevgisi önüne geçmemesini istemektedir. Kur’an, annebaba ve çocukları arasındaki ilişkilere büyük önem verir ve çeşitli vesilelerle bu ilişkileri sağlamlaştırmayı teşvik eder. Anne çocuğu konusunda en büyük yükü yüklense de Kur’an, ailenin geçiminin babaya ait olduğunu belirtir. Kur’an ayetlerinde şayet ebeveyn müşrik de olsa şirk vb. isyan durumlarında itaat etmemek şartıyla onlara iyilik edilmesi emredilmektedir. b. Çocuklar Kur’an-ı Kerim’de, Türkçe’deki çocuk kelimesinin karşılığı olan tıfl ve sabî kelimeleri ancak birkaç ayette geçer. Fakat çocukla ilgili meseleler, diğer anlamları yanında “çocuk” manasında da kullanılmış olan çok sayıda değişik kelime etrafında geniş bir şekilde ele alınmaktadır. Bunların başlıcaları ibn, veled (çoğulu evlâd), gulâm. sagîr, zürriyyet, hafede, ehl, âl, yetîm. rebâib… kelimeleridir. Kullanıldıkları yer ve üslup bakımından genellikle bu kelimelerle henüz bulûğ cağına ermemiş çocuklar kastedilmektedir. 2396 İnsan hayatı, gerek bedenî gerekse ruhî gelişim özellikleri yönünden kendi içinde farklı bazı devrelere ayrılır. Genellikle çocukluk, ergenlik, yetişkinlik ve yaşlılık olarak belirlenen bu devrelerden her biri bir öncekinin etkisi altında oluşmakta, özellikle insanın bedenî ve ruhî gelişmesinde çocukluk devresine birinci derecede önem verilmektedir. 2397 Bir insan hakkında kesin bir yargı vermeden önce, onun hangi şartlarda yetişmiş olduğunu bilmemiz gerekmektedir. Bu yetişme sürecinde bir çocuğun aile çevresi içerisinde almış olduğu yer çok önemlidir. 2398 İslam’a göre evlenmenin gayelerinden biri, hatta en önemlisi çocuk sahibi olup neslin devamını sağlamaktır. 2399 Esasen her insanda, bu dünyada kendi soyunu devam ettirmek için fıtrî bir arzu vardır. Kur’an, genel olarak insanların Allah’tan salih, kusursuz, iyi bir çocuk talep ettiklerini bildirmektedir. 2400 Aynı şekilde bazı peygamberlerle salih kulların, Allah’ın kendilerine iyi bir nesil, temiz bir soy ve soylarından O’na kulluk eden milletler vermesi için dua ettikleri bilinmektedir. 2401 Ancak İslam ailesinde evlatlık kurumuna yer verilmemiş, bu suni bir ilişki olarak kabul 2394 Bk. Lokman 31/13-19. Bk. Tevbe 9/24. 2396 TDVİA (Çocuk md.), VIII, 355. 2397 TDVİA, a.y. 2398 Adler, İnsan Tabiatını Tanıma, s. 277. 2399 Gazali, İhyâ, II, 67; Karaman, “Değişen Şartlar Karşısında İslam Aile Yapısı”, s. 34. 2400 Bk. A‘râf 7/189-190; 2395 edilmiştir. Kimsesiz çocukların bakılıp büyütülmesi bütün müslümanlara ve bu arada İslam devletine yüklenen dini-hukuki bir görev olmakla birlikte, bir kimseyi himayesine alanla o kişi arasında evlenme engeli doğacak tek veya çift taraflı bir miras ilişkisi kurulacak şekilde bir akrabalık bağının doğduğu kabul edilmemiştir. 2402 Çocuk sevgisi, insan fıtratının faziletlerinden biridir ve hayvanî bir dürtüdür. 2403 İnsanın çocuklara duyduğu derin sevginin ondaki fıtri duygulardan biri olduğunu açıklayan Kur’an-ı Kerim, 2404 bu eğilimi son derece tabii karşılayarak bütün müslümanların dualarında Allah’tan, kendilerine göz nuru olacak eşler ve çocuklar vermesini niyaz etmelerini ister. 2405 Kur’an’da çocuklar çok defa, ebeveynine asli gayelerini unutturan ve onları Allah’tan uzaklaştıran engeller arasında gösterilmiştir. Buna göre birçok insan, fazla mal ve evlat sahibi olmayı hayatın tek gayesi saymak suretiyle Allah ile olan münasebetini tehlikeye düşürmektedir. Bu sebeple çeşitli ayetler kişiyi uyarmakta ve asıl gözetilmesi gereken hedefi göstermektedir. “Mal ve oğullar, dünya hayatının süsüdür. Baki kalacak olan iyi ameller ise, Rabbinin katında, sevapça da daha hayırlıdır, umutça da daha hayırlıdır.” 2406 Ayette geçen, el-bâkiyâtu’s-sâlihât ifadesi, Kur’an’da iki yerde geçmekte olup 2407 sahiplerinin cennette ebedî olarak kalmalarını sağlayacak olan, 2408 semeresi insan için kalıcı olan iyi ameller, dürüst ve erdemli davranışlar demektir. 2409 Carullah ise bu ifadeyi “saliha kızlar” diye tercüme ederek, mal ve oğullar, ailenin ziyneti, kuvveti ve hürmetidir. Fakat insanın kendisinden sonra sağ kalacak edepli ve ahlaklı kızları, hem sevap cihetiyle hem de ümit bağlama açısından daha hayırlıdır demektedir. 2410 Her ne kadar insanlar fazla mala ve çocuğa sahip bulunmakla kendi kendilerine yeterli, dolayısıyla güçlü ve üstün olacakları zannına kapılıyor ve bunu başkalarına karşı bir üstünlük sebebi olarak görüyorlarsa da, 2411 Kur’an’a göre bu yanılgıya düşenler için mal gibi çocuk da bir fitne 2412 ve apaçık bir düşmandır. “Ey iman edenler! Eşlerinizden ve çocuklarınızdan size düşman olanlar da vardır. Onlardan sakının. Ama affeder, kusurlarını başlarına kakmaz, hoş görür ve bağışlarsanız, bilin ki Allah çok bağışlayan çok merhamet edendir. Doğrusu mallarınız ve çocuklarınız sizin için bir imtihandır. Büyük mükâfat ise Allah’ın yanındadır.” 2413 Kur’an öğretisinde ahlakî sorumluluklar kadına olduğu kadar erkeğe de yüklenmiş olduğu gibi klasik Arapça’da da kullanımına göre 2401 Bk. Bakara 2/128; Âl-i İmrân 3/35, 38; İbrahim 14/35, 40. Bk. Ahzab 33/4-5; TDVİA (Aile md.), II, 200; TDVİA (Evlat edinme md.), XI, 527-529. 2403 Rıza, Tefsîru’l-Menâr, I, 233. 2404 Bk. Âl-i İmrân 3/14. 2405 Furkân 25/74. 2406 Kehf 18/46; Ayrıca bk. Meryem 19/75-76; Sebe 34/37; Münafikûn 63/9. 2407 Bk. Kehf 18/46; Meryem 19/76. 2408 İbn Kesîr, Muhtasar-u Tefsîr-i İbn Kesîr, II, 422. 2409 İsfehânî, el-Müfredât (b-k-y md.), 139; Zamahşerî, Keşşâf, II, 697; Nesefî, Tefsîru’n-Nesefî, II, 304; Esed, Kur’an Mesajı, II, 595; Beş vakit namaz, zikir, tesbih, güzel söz gibi Allah’ın rızasını kazandıracak her türlü şey diye tefsir edilmiştir. Bk. Aynı yerler. Râzî, Tefsîr-i Kebîr, XV, 191192; İbn Kesîr, a.g.e., II, 422. 2410 Carullah, Hatun, s. 112; Carullah, Kehf 18/81 ayetinin de kız çocuklarıyla ilgili olduğunu söylemektedir. Bk. a.y. 2411 Bk. Hadîd 57/20. 2412 Bk. Enfâl 8/27-28; Sebe 34/34-35. 2402 ezvâciküm terimi evliliğin hem erkek hem de kadın tarafını eşit şekilde kapsar. 2414 Bu ayetlerin iniş sebebi hakkında şöyle söylenmiştir: Müminlerden bir grup Mekke’den hicret etmek istediler. Eşleri ve çocukları bizi burada bırakıp nereye gidiyorsunuz dediler. Müminler de onlara acıdılar ve orada kaldılar. Daha sonra hicret ettiklerinde ise önceden hicret edenlerin dinde önemli bir anlayış ve bilgi seviyesine ulaştıklarını gördüler ve bunun üzerine eşlerini ve çocuklarını cezalandırmak istediler. Ancak affetmek onlara süslü gösterildi. 2415 Eşlerin ve çocukların düşman olması, müminleri iyilikten alıkoyup kötülüğe sevk etmek istemeleri veya kâfirlere sempati beslediklerinden müminlerin sırlarını öğrenip, onlara aktarma durumunda olmaları nedeniyledir. 2416 Ayrıca eş ve çocuklar insanı oyalayıp, Allah’ı anmaktan alıkoyabilirler. Bütün bunlara karşı dikkatli olmamızı ve her şeye rağmen af ve hoşgörü yolunu seçmemizi Yüce Allah bizden istiyor. Ayetteki fitne terimi, bela, 2417 insanı ahiretten alıkoyan şeyler 2418 sıkıntı, zahmet, 2419 sınav ve ayartma anlamlarındadır. 2420 Mallar ve evlatlar insanlar için baştan çıkarıcı, çekici şeylerdir. 2421 İyilikten alıkoyup kötülüğe sevk eden deneme vasıtalarıdır. 2422 Dünyevî şeylere karşı duyulan tutku ve meyil, kişinin ailesi için beslediği kayırma ve koruma duygusu bazen insanı haddi aşmaya ve dolayısıyla Allah’ın mesajında öngörülen ahlakî ve manevî değerlere ihanete sevk ettiği içindir ki, bunlar fitne olarak nitelendiriliyor. 2423 Çünkü insan çoluk-çocuğu yüzünden Allah’a asi olur ve bu yüzden başkalarının malını çalmak, gasbetmek gibi, haram olan bir işi yapmaya teşebbüs edebilir. 2424 Hâlbuki büyük ecir Allah katındadır. Dolayısıyla Allah sevgisini, Allah’ın zikri ve taatini, mal ve evlat sevgisine tercih etmeli, mal ve evlat kaygısıyla uğraşırken Allah için ibadet ve taatı zedelememelidir. 2425 Kur’an ve sünnette çocukların bir takım haklarından bahsedilmektedir. Buna göre baba çocuğun maddî ihtiyaçlarını karşılamalı, anne çocuğunu emzirmeli, 2426 ebeveyn çocuklara sevgi, şefkat ve merhamet göstermeli, 2427 çocuklarını terbiye edip eğitmeli, İslam ahlakına göre yetiştirip sağlam şahsiyet öldürmemeli, 2413 2430 kazandırmalı, 2428 verdikleri öğütlere uygun davranmalı, 2429 kız erkek ayrımı yapmamalı, aralarında adaletle muamele etmeli, çocuklarını 2431 çocuklara Teğâbun 64/14-15; Ayrıca bk. Enfâl 8/28; Mü’minûn 23/55-56. Esed, Kur’an Mesajı, III, 1156. 2415 Taberî, Taberi Tefsiri, VIII, 318; Zamahşerî, Keşşâf, IV, 537; Nesefî, Tefsîru’n-Nesefî, III, 493. 2416 Mevdûdî, Tefhîmu’l-Kur’ân, VI, 353. 2417 Zamahşerî, a.g.e., IV, 538; Râzî, Tefsîr-i Kebîr, XXI, 523; Nesefî, a.g.e., III, 494. 2418 Râzî, a.g.e., XXI, 523. 2419 Zamahşerî, a.g.e., IV, 538; Nesefî, a.g.e., III, 494. 2420 Esed, a.g.e., I, 327. 2421 Kutub, Fî Zılâli’l-Kur’ân, X, 32. 2422 Yazır, Hak Dîni, VII, 365. 2423 Esed, a.g.e., I, 327. 2424 Râzî, Tefsîr-i Kebîr, XXI, 523. 2425 Yazır, a.g.e., VII, 366. 2426 Bk. Bakara 2/233. 2427 Bk. Buhari, Edeb, 18. 2428 Bk. Tahrîm 66/6; Müslim, Kader, 46, no: 2658 (III, 2047); Ebû Dâvûd, Edeb, 120-121, no: 5147 (V, 355). 2429 Bk. Bakara 2/44; Saf 61/2-3. 2430 Bk. Mümtehine 60/12. 2431 Bk. Nahl 16/58-59; Şurâ 42/49-50. 2414 konuşma hakkı verilmeli, fikri bağımsızlıkları ve bağımsız irade sahibi olmaları sağlanmalıdır. 2432 Bütün bunlara göre İslam’da, kişinin çocuk sahibi olması büyük sorumluluk gerektirmektedir. Nitekim ana baba ile çocuk arasındaki ilişkiler hem ahlaki hem de hukuki yönden belli esaslara bağlanmıştır. Buna göre çocuğun varlığı ciddiye alınmalı, iyi bir insan ve samimi bir müslüman olarak yetişmesi için her türlü gayret ve fedakârlık gösterilmelidir. Çocuğun dünya ve ahiret mutluluğunu gözetmek, onu dünyaya getiren insanların önemle üzerinde durmaları gereken bir konudur. İslamiyet bu hususta birinci derecede babayı sorumlu tutar. 2433 “Ey iman edenler! Kendinizi ve ehlinizi yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennem ateşinden koruyun.” 2434 Yani ailenizi veya halkınızı ateşten koruyun. 2435 İnsanın kendisini ateşten koruması, günahları terk edip, Allah’ın emirlerini yapmakla, ailesini koruması ise onları kendisini sorumlu tuttuğu şeylerle sorumlu tutmakla olur. 2436 Yani onlara iyiliği emredin, kötülüğü yasaklayın, onları eğitin, terbiye edin, onlara Allah’ın emir ve yasaklarını öğretin ki, bu şekilde onları ateşten korumuş olasınız.” 2437 Tefsircilerin ayeti yorumuna göre aile konusunda asıl sorumlu baba olmakla beraber 2438 anne de bu sorumluluğa ortaktır; ailenin iç düzeniyle birlikte çocukların bakımı ve yetiştirilmesi onun sorumluluk alanına girmektedir. 2439 Hz. Peygamber de, “Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüklerinizden sorumlusunuz” 2440 buyurmaktadır. Bu hadis, sadece erkeğin değil ailede kadının da sorumlu olduğunu ifade eder. 2441 Çocukların eğitim ve öğretimi ile ilgili sorumluluk birinci derecede büyüklere ve aileye aittir. Kur’an’da bu konuda yer alan bilgiler de genellikle baba ve aile ile ilgilidir. Lokman’ın oğluna öğüdünü hariç tutarsak, çocuklara ait bir hitapla Kur’an’da bir bilgi aramak boşunadır. Bu konu ile ilgili bilgiler, Kur’an bütünlüğünde ve daha ziyade adına Kısasu’l-Kur’ân denilen insanlara ve ailelere ait hayat hikâyeleri içinde yer almaktadır. Bu hayat hikâyeleri, çocuklar için eğitici ve öğretici bir hikâye olduğu kadar, babalar ve eğitimciler için de, eğitim ve öğretim kaide ve kurallarının içinde yer aldığı tecrübî bilgiler olmaktadır. 2442 Kur’an-ı Kerim, erkek çocukların kızlara tercih edilmesini hoş bulmayıp cahiliye döneminde kız evlatlarına şu şekilde tepki gösterildiğini anlatır: “Hâlbuki onlardan birine, kız doğum haberi 2432 Bk. Akseki, İslam Ahlakı, s. 210-211; Hadîdî, a.g.e., s. 144-147; Kılıç, İnsan ve Ahlak, s. 89-100; İlmihal TDV İSAM, II, 520-521; Temel, Mutlu Bir Yuva, s. 148-161. 2433 TDVİA, VIII, 355. 2434 Tahrîm 66/6. 2435 Esed, Kur’an Mesajı, III, 1164; Zira ehl terimi, ortak bir din, ırk ve mesleğe/meşgaleye sahip olan insanları, uyrukları ifade eder. İsfehânî, a.g.e.(e-h-l md.), s.96; Esed, a.y; Sâbûnî ise ehl’den kastın kadınlar, çocuklar ve bunlara katılabilenler olduğunu söyler. Sâbûnî, Safvetü’t-Tefâsîr, III, 410. 2436 Zamahşerî, a.g.e., IV, 555; Nesefî, a.g.e., III, 506. 2437 İbn Kesîr, a.g.e., III, 522-523; Sâbûnî, a.g.e., III, 410; Ayrıca bk. Kutub, Fî Zılâli’l-Kur’ân, X, 71. 2438 Bk. Râzî, a.g.e., XXI, 559; İbn Kesîr, a.g.e., III, 522; Sâbûnî, a.y. 2439 Bk. TDVİA, VIII, 355; Karı-kocanın ayrılmaları halinde küçüklerin korunma ve terbiyesi anneye aittir. Anne bakımına ihtiyaç duyulmayacağı yaşa geldiklerinde terbiyelerini ve bakımlarını tamamlamaları gayesiyle babalarına teslim eder. Zeydan, İslam Davetçilerine, s. 166. 2440 Buhârî, Cuma, 11, Nikâh, 90; Müslim, İmâre, 5, no: 1829 (II, 1459). 2441 Bk. Fevre, Hamza İbrahim, el-Alâkâtu’l-İnsâniyye fi’l-Kur’âni’l-Kerîm, 1.Bsk., Mekke,1983, s.31. 2442 Bk. Mâide 5/27-31; A‘râf 7/80; Hûd 11/42-47, 71-73; Yûsuf 12/1-111; . Meryem 19/4-7; Kasas 28/7-14, 23-27; Lokman 31/12-19; İlgili ayetlerin eğitim ve psikolojiyle ilgisi için bk. Kırca, Kur’ân ve İnsan, s. 350-352. müjdelendiği zaman içi öfkeyle dolar, yüzü kapkara kesilir. Kendisine verilen müjdenin kötülüğünden dolayı kavminden gizlenir. (Şimdi ne yapsın) onu, hakaretle tutsun mu yoksa onu toprağa mı gömsün! Dikkat edin verdikleri hüküm ne kötüdür!” 2443 Ayrıca çocukların maddî ve sosyal endişelerle öldürülmesini beyinsizlik, sapıklık 2444 ve öteki dünyada mutlaka hesabı sorulacak büyük suç 2445 olarak nitelendiren Kur’an-ı Kerim, kız çocuğunun haklarına öncelikle sahip çıkılması gerektiğinin işaretlerini verir. Hz. Peygamber’in hadislerinde de kızlara özel bir önem verilmekte, her şeyden önce kız çocuğunun hakir görülmesi, men edilerek 2446 onda hoşa gitmeyen taraflar olursa buna mutlaka sabırla katlanmak gerektiği, bunun da cehenneme karşı perde olacağı belirtilir. 2447 Ayrıca bazı hadisler kız çocuğunu yetiştirmenin büyük ecir ve sevabını dile getirir. 2448 Hz. Peygamber’in çocuklara sevgi ve ilgisini gösteren çok sayıda rivayet vardır. O’nun karşılaştığı çocuklara selam verip hal ve hatırlarını sorması, onlarla oynaması 2449 okşayıp bağrına basması, zaman zaman çocukları, özellikle torunlarını omzuna ve sırtına bindirmesi 2450 şeklindeki davranışları çocuklara ve çocuk eğitimine verdiği önemi gösterir ve bizim için de önemli bir örnek teşkil eder. Çocuğun terbiyesinden amaç, onda sağlıklı bir kişilik oluşturmaktır. Kişiliğin temeli ise, ilk beş altı yıl içinde atılmaktadır. 2451 Eğitimde kullanılan baskı tekniği iki tarafı keskin bir kılıç gibidir. Gerçek bir uyuma değil, sözde bir uyuma götürmektedir. Zorla itaat etme, ancak görünüşte itaat etme demektir. Çocuğun kişiliği, karşılaşmış olduğu güçlükler ya da engellerle, bu engellere karşı gösterdiği tepkilerin bir araya gelmesinden oluşmaktadır. 2452 Ailede karı-kocanın birbirine göstereceği sevgi ve şefkat, çocuklara da sirayet eder, dolayısıyla aile sağlıklı bir kurum olarak varlığını sürdürür. Sevgi ve şefkatten mahrum olan bir aile ise dağılmaya ve yıkılmaya müsaittir. 2453 Aile sevgisi almayan bir çocuk büyüdüğünde başkasına sevgi göstermeyeceği gibi ailede çocuk şımartıldığında ise çocukta hiçbir sınır tanımayan bir sevilme isteği ortaya çıkacaktır. Bunun sonucu şımartılan çocuk bir-iki kişiye bağlanacak ve onlardan ayrılmak istemeyecektir. 2454 Bunun için sevgi konusunda dengeyi korumak gerekmektedir. İslam’da nicelik değil, nitelik önemlidir. Küçük bir ordunun daha kalabalık bir orduyu yenebileceği, nitelikli bir müminin on kişiye karşı koyabileceği, ama niteliksiz bir kişinin ancak iki kişiye karşı çıkabileceğinin belirtilmesi 2455 Kur’an’ın niceliğe değil niteliğe önem verdiğinin delilidir. Bunun için çocuk yaparken sayıya değil de niteliğe, kaliteye, yetiştirmeye önem vermek 2443 Nahl 16/58-59; Ayrıca bk. Zuhruf 43/17. Bk. En‘âm 6/140. 2445 Bk. Tekvir 81/8-9; İsrâ 17/31. 2446 Bk. Müsned, IV, 151. 2447 Bk. Müslim, Birr, 46, no: 2629 (III, 2027); Tirmizî, Birr, 13, no: 1913 (IV, 319). 2448 Bk. İbn Mâce, Edeb, 3, no: 3667-3671); Tirmizî, Birr, 13, no: 1912 (IV, 318); TDVİA, VIII, 356. 2449 Bk. Buhari, Edeb, 81; İstizan, 15; Müslim, Selâm, 5, no: 2168 (II, 1708). 2450 Bk. İbn Mâce, Edeb, 3, no: 3665-3666, (II, 1209). 2451 Kırca, Kur’an ve İnsan, s. 351. 2452 Adler, İnsan Tabiatını Tanıma, s. 306. 2453 Bk. Rûm 30/21; Kırca, a.g.e., s. 133. 2454 Adler, İnsan Tabiatını Tanıma, s. 141-142. 2455 Bk. Bakara 2/249; Enfâl 8/65-66. 2444 gerekmektedir. Çünkü insan çok zor yetişen, olgunlaşması için uzun zaman ve çabaya ihtiyaç duyulan bir varlıktır. 2456 Aile, çocuğun sadece vücudunu değil, duygularını da besler. Ruhunda fazilet tohumlarını eker. Ailenin asıl fonksiyonu da bu olsa gerek. Sonuç olarak insanın çocuklara duyduğu derin sevginin ondaki fıtri duygulardan biri olduğunu açıklayan Kur’an, bu eğilimi son derece tabii karşılamaktadır. Ancak kişinin ailesini sevmesi, bazen erkek ve kadın mü’mini, inancın ve bilincinin gereklerine aykırı davranmaya itebilir. Buna göre birçok insan, fazla mal ve evlat sahibi olmayı hayatın tek gayesi saymak suretiyle Allah ile olan münasebetini tehlikeye düşürmektedir. Bu sebeple çeşitli ayetler kişiyi uyarmakta ve asıl gözetilmesi gereken hedefi göstermektedir. Kur’an’a göre çocuklarını başkalarına karşı bir üstünlük sebebi olarak görenler için mal gibi çocuk da bir fitne ve apaçık bir düşmandır. Kur’an, çocukları ateşe düşmekten korumayı ebeveyne özellikle babaya bir görev olarak vermekte ve güzel terbiye edilmelerini istemektedir. Bütün bunlara göre İslam’da, kişinin çocuk sahibi olması büyük sorumluluk gerektirmektedir. c. Evlilik ve Karı-Koca Cinsel hayatı düzenleyen evlilik, ferdin ihtiyaçlarıyla toplumun kaidelerini tam bir uyum haline getiren bir müessesedir. Bu bakımdan evlilik sadece sosyal bir müessese değil, aynı zamanda çok elverişli bir psikolojik tatmin yoludur. Evlilik, kişiye sosyal bağımlılıklar, sorumluluklar getirdiği gibi sosyal itibar ve korunma da sağlar. Evlilik insana cinsel ihtiyaçlarının sanıldığı gibi her şey demek olmadığını göstermekle kalmaz, bu ihtiyaçları karşılamak için güvenli bir ortam da yaratır. Evlilik dışı cinsel ilişki kuran kişiler, evliliğin verdiği huzurdan mahrum kalmış, devamlı suçluluk duygusu veya güvensizlik içinde yaşayan insanlardır. 2457 İslam dini evlilik kurumuna ilişkin düzenlemeler yaparken, öncelikle evliliğin cinsel arzu ve ihtiyaçlarını ve manevi huzur, sükûn ile dayanışma ve paylaşım ihtiyacını karşılama ve neslin devamını sağlama yönlerini dikkate almış ve bunun meşru ve maruf dairede nasıl gerçekleştirileceğine ilişkin belirlemeler getirmiştir. Zina yasağı ve bunun suç telakki edilerek ağır cezalara çarptırılması, 2458 aynı şekilde iffeti lekelemeye yönelik iftiranın suç sayılıp buna da dünyevi ceza tertip edilmesi 2459 bu yönde atılan adımların en köklüsüdür. Bu suretle gayri meşru ve nikâhsız beraberlikler yasaklanmış, evlenme teşvik edilmiş, evlenmeye ilişkin bazı sınırlama ve kayıtlar getirilmiştir. Bu arada evlenilmesi haram olan kadınlar (muharremât) Kur’an’da ayrıntılı olarak sayılmış 2460 ve aile hayatına ilişkin bazı hükümler getirilmiştir. Bununla birlikte Kur’an’ın aile hayatına ve aile içi ilişkilere yönelik düzenlemeleri hukuki nitelik taşımakla birlikte daha çok dinî ve ahlakî boyuttadır. 2461 2456 Bk. Atay, Kur’an Araştırmaları V, s. 112, 121-122. Bk. Güngör, Ahlak Psikolojisi ve Sosyal Ahlak, s. 39-40; Saygılı, Evlilikte Mutluluk Sanatı, s. 1112; Sezen, İslam’ın Sosyolojik Yorumu, s. 259-260. 2458 Bk. İsrâ 17/32; Nûr 24/2; Furkân 25/68; Mümtehine 60/12. 2459 Bk. Nûr 24/4. 2460 Bk. Nisâ 4/22-24. 2461 TDVİSAM, İlmihal II, 196; Ayrıca bk. Temel, Mutlu Bir Yuva, s. 28-37. 2457 Nikâh, içtimaî hayatta, sosyal etkileri cihetiyle en mühim toplumsal akittir. Sosyal hayatın bütün maslahatları nikâhın eseridir. 2462 Nikâhın en büyük maksadı, rağbet ve muhabbet gücüyle iki kalbi birbirine bağlamaktır. 2463 Kur’an ve sünnetin beyanına göre nikâh, hayatın her halinde, yani hem rahmetlerinde hem de zahmetlerinde ebedî bir arkadaşlık anlaşması ve ortaklık sözleşmesidir. Her iki tarafın samimi istekleri, hür iradeleri ve tam rızalarıyla icap-kabul şeklinde gerçekleşen mukaddes bir ahittir, bir mîsaktır (karşılıklı güven sözleşmesidir). 2464 Nikâh, bir akit olması yönüyle müşterek hak ve vazifelere esas olmuş, bir ahit olması yönüyle de kadınların bütün haklarını teminat altına almıştır. 2465 Ayrıca İslam’da nikâh, bir alış veriş akdi olmayıp, bilakis karşılıklı anlaşma üzerine kurulan, ahlakî ve hukukî yönü bulunan müekked, müebbed ve mukaddes bir ahittir. 2466 Kur’an, insanları evliliğe teşvik eder, evliliğin çeşitli fayda ve hikmetlerine işaret eder, 2467 evliliği kocanın karısına verdiği “sağlam bir teminat” olarak nitelendirir, 2468 geçimsizlik olduğunda da taraflara sabır ve hoşgörüyü öğütler. 2469 İslam belli bir dereceye kadar kan, süt ve sıhrî hısımlarla evlenme yasağı koyarak 2470 esas itibariyle bir kabile egzogamisi (dış evliliği) yerine aile egzogamisi uygulamıştır. Bunun yanında kadınların sadece müslüman erkeklerle, erkeklerinse yabancı olarak yalnızca Ehl-i kitap olan Yahudi ve Hıristiyanlarla evlenebilmeleri kuralı getirilmiş, 2471 üvey anne ve yengeyle evlenme uygulaması da yasaklanmıştır. 2472 Evlenme sırasında erkek kadına mehir adıyla belirli bir para veya mal öder veya ödeme borcu altına girer. Mehir evlenecek kadının ailesine değil, bizzat kendisine verilir ve kadın diğer mallarında olduğu gibi onda da dilediği gibi tasarrufta bulunur. 2473 Gerçekte mehrin amacı kadına iktisadi bir güç kazandırma ve boşanmanın suiistimal edilmesini önlemektir. 2474 İslam’da aile esas itibariyle tek evlilik (monogami) üzerine kurulmuştur. Fakat belirli durumlarda kocanın dörde kadar evlenmesine izin verilmiştir. Ancak bu bir emir değil, belirli şartlarla başvurulan bir ruhsattır. Böyle bir evliliğe izin veren Nisâ süresinin 3. ayetinin devamında: “Şayet adaleti gözetmekten korkarsanız o zaman bir tane ile veya cariyenizle yetinin. Doğru yoldan ayrılmamak için bu daha elverişlidir” buyrularak tek evlilik teşvik edilmiştir. Carullah’ın belirttiğine göre buradaki adaletten kastın nafaka temininde adalet olduğu söylenmişse de buradaki adalet mutlak olup sevgi hususundaki adaleti de kapsar. Eğer adalet sadece nafakaları eşit vermekten ibaret olsaydı “üzerine düşüp uğraşsanız da kadınlar arasında adil davranmaya güç yetiremezsiniz. Öyle ise birine 2462 Cârullâh, Hatun, s. 83. Cârullâh, a.g.e., s. 78. 2464 Cârullâh, a.g.e., s. 63. 2465 Cârullâh, a.g.e., s. 57. 2466 Aydın, Zeynel, Hikmet-i Teşrî Açısından İslam’da Nikah, (Lisans Tezi), Ankara, 1998, s. 24. 2467 Bk. Nisâ 4/3, 24; Nahl 16/72; Rûm 30/21. 2468 Bk. Nisâ 4/21; Bu ayette nikah için mîsaken ğalîzen (sağlam bir akid ve ahid) tabiri kullanılır. 2469 Bk. Nisâ 4/19, 34. 2470 Bk. Nisâ 4/23. 2471 Bk. Mâide 5/5; Aydın, İlk Dönem İslam Toplumunun Şekillenişi, s. 203; TDVİA (Aile md), II,199. 2472 Bk. Nisâ 4/22. 2473 Bk. Nisâ 4/19, 24-25. 2463 tamamen yönelip ötekini askıda (kocasızmış) gibi bırakmayın.” 2475 buyrulmazdı demektedir. 2476 Ancak Nisâ sûresinin üçüncü ayeti siyakıyla birlikte değerlendirildiğinde bu ayetteki adalet şartının kadınlara mehirlerinin ödenmesi gibi yerine getirilmesi mümkün olan zahiri haklarla ilgili olduğu, diğer ayetin ise, eşlere karşı duyulan duygu, temayül, sevgi gibi soyut konularla ilgili bir bağlamda geçtiği görülmektedir. Buna göre Yüce Allah’ın “adil davranmaya güç yetiremezsiniz” buyurduğu konu, kocaların eşlerine karşı duydukları sevgi ve aşk ile ilgilidir. Nitekim Hz. Peygamber de eşlerinden Hz. Âişe’yi diğerlerinden daha çok sevmiştir. 2477 İslam dini belirli şartlarla boşanmaya müsaade etmiştir. Boşanma konusunda kabul edilen sistem, boşanmayı yozlaştıran Yahudi uygulamasıyla onu asla kabul etmeyen Hıristiyan tatbikatı arasında yer alan orta bir yol görünümündedir. Kur’an’da son çare olarak güzellikle boşanmaya izin verilmiş, 2478 ne var ki bu izinle birlikte boşanma yine de hoş görülmemiştir. Bir hadis-i şerifte, “Allah’ın helal kıldıklarının en kötüsü boşanmadır” buyrulmuştur. 2479 Boşanma konusunda kocanın kadına nispetle daha geniş bir serbestlik içerisinde bulunduğu görülmektedir. Bu, boşanmanın mali bütün külfetinin kocanın omuzlarında oluşu ve kocayı boşanma kararından önce dikkatli olmaya iteceği düşüncesine dayanmaktadır. Aynı zamanda erkeğin kadın kadar hissi olmaması, boşanma hakkını genellikle suiistimal etmeyeceği ve boşanmada kadının daha çok mağdur olacağı anlayışı da bu hususta rol oynamıştır. Kadın boşanma konusunda daha sınırlı bir yetkiye sahiptir. 2480 Kur’an’da boşanmadan sonra çocuğu emzirme meselesinden de bahsedilmiş, boşanmadan sonra tekrar evlenmeye müsaade edilmiş, bu da Kur’an’ın çocukları ve çocukların iyiliği için aileyi korumaya ne kadar önem verdiğini göstermektedir. 2481 Evlilikte çocukların önemi ve terbiyesi konusunda A. Carrel şunları söyler: “Evlenme, muhakkak geçici bir birleşme olmaktan kurtarılmalıdır. Terbiyeye, bilhassa genç kızların terbiyesine, evlenmeye, boşanmaya ait kanunlar, gelecek neslin menfaatini gözetmelidir. Kadınlar, doktor, avukat yahut profesör olmak için değil, kendi çocuklarını üstün vasıflı insanlar olarak yetiştirmek için yüksek bir terbiye almalıdır.” 2482 Kur’an’da eşlerden her biri için zevc (ç. ezvâc) tabiri kullanılır. Zevciyet, erkeklik-dişilik ikiliği olabileceği gibi, başka ikilikler de olabilir. Kur’an’da insanların cennet hayatında huriler ile bir zevciyet ilişkisi kuracağı belirtilmekle beraber bunun dünya hayatındaki karı-koca ilişkisi şeklinde değil de kendine özgü bir beraberlik olduğu anlaşılmaktadır. 2483 Kur’an’da eş, karı, kadın, zevce gibi anlamları karşılamak üzere zevc ve imrae kelimeleri 2474 TDVİA (Aile md.), II, 199. Nisâ 4/129; Birden fazla kadınla evlilik hakkında bk. Temel, Mutlu Bir Yuva, s. 45-50. 2476 Bk. Cârullâh, Hatun, s. 73-74. 2477 Bk. Ünver, Kur’an’ı Anlamada Siyâkın Rolü, s. 204-206. Nisâ 4/3 ayeti ile ilgili değerlendirmeler için bk. a.g.e., s. 137-139. 2478 Bk. Talak 65/1-2, 6-7. 2479 Ebû Dâvûd, Talâk, 3, no: 2177-2178 (II, 631-632); TDVİA (Aile md.), II, 200. 2480 Bk. TDVİA, a.y.; Cârullâh, Hatun, s. 83-96; Bakara 2/229 ayeti Kur’an’ın kadına boşanma yetkisi verdiği şeklinde yorumlanmış. Bk. Güler, “Kur’an’da Kadın-Erkek Eşitsizliğinin Temelleri”, s.302. 2481 Bk. Bakara 2/229-233; Fazlurrahman, Ana Konularıyla Kur’an, s. 107. 2482 Carrel, İnsan Denen Meçhul, s. 247. 2483 Bk. İsfehânî, el-Müfredât (z-v-c md.), s. 384-385. 2475 kullanılmaktadır. Ancak eşler arasında huzur, itminan, sevgi, şefkat, hoşgörü ve inanç birliği varsa zevc kelimesi kullanılmakta, 2484 bunlar ortadan kalktığında ise, zevc kelimesi de kalkmakta ve yerine sadece dişilik özelliği ağır basan imrae kelimesi kullanılmaktadır. 2485 Örneğin, peygamber olan kocalarına davalarında ihanet etmiş olan eşler için Yüce Allah zevc kelimesini değil de imrae kelimesini kullanmaktadır. 2486 İnsan için kutsal bir sığınak durumunda olan ailenin esas unsurları, karı ile kocadır. Karı ile koca arasındaki ahlakî ilişkinin şekli, gerek çocukların şahsiyetlerinin şekillenmesinde gerekse toplumun sağlıklı bir şekilde oluşmasında birinci derecede etkendir. Kur’an, eşlerin birbirleriyle olan ilişkilerinde son derece samimi olmalarını ister. Bu samimiyetin oluşması ve devamı için, ilişkilerin Allah’ın belirlediği ölçülere uygun sürdürülmesi gerekliliğini vurgular. 2487 Kur’an’da kadın ile erkeğin birbirine karşı duydukları arzu ve ilgi gerçekçi bir şekilde dile getirilmiş, insanın bu duyguya sahip olarak yaratıldığına ve insan üzerindeki etkinliğine işaret edilmiştir. “O’nun ayetlerinden biri de, sizin için nefislerinizden kendileriyle sükûnet bulacağınız eşler yaratması ve aranıza sevgi ve merhamet koymasıdır. Şüphesiz ki bunda düşünen bir toplum için nice ibretler vardır.” 2488 Yani, “Yaratıcının bir hikmeti mucibince insan, bir tek cins olarak değil, insan olarak birbirine eşit, figür ve form olarak aynı temel formüle sahip, fakat farklı fiziksel yapıya, farklı zihnî ve psikolojik niteliklere, farklı duygu ve arzulara sahip olan iki ayrı cins halinde yaratılmıştır. Daha sonra bu ikisi arasında o denli mükemmel bir ahenk yaratılmıştır ki her ikisi de diğerine mükemmel bir eş olur. Birisinin fiziksel ve psikolojik ihtiyaçları tam anlamıyla diğerinin fiziksel ve psikolojik ihtiyaçlarına karşıt gelir. Farklı fiziksel ve psikolojik yapıda olsalar da bir bütünün parçaları gibidirler. Onları böyle yaratan, irade ve gücün sahibi Allah, sayılarını da dünyanın her tarafında dengede tutmaktadır. Ayrıca Allah, onların yuva kurmaları, medeniyeti tesis edip geliştirmeleri, aile saadetini tatmaları ve hayatın devamını sağlamaları için meveddet ve rahmet’i, yani sevgi ve merhameti aralarında değişmez, vazgeçilmez bir ilke, unsur olarak yerleştirmiştir. Sevgi, kadın ve erkek arasındaki cazibenin itici gücü olup bazılarınca temel içgüdü olarak anlaşılan, onları birbirine bağlı kılan samimi ve cinsel sevgidir. Merhamet ise evlilik hayatında yavaş yavaş gelişen, eşlerin birbirlerine karşı nazik, hoşgörülü ve düşkün olmalarını sağlayan duygusal ilişkidir. Öyle ki yaşlılıkta cinsel sevgi asgariye düşer ve iki eş birbirlerine gençliklerinde olduğundan daha bağlı olabilirler. 2489 Bu iki psikolojik unsur yeryüzü hayatının temel direklerini oluşturur, beşeri medeniyet bu iki temel unsur üzerine bina edilmiştir. Ayrıca insanlardaki dişi-erkek ilişkisi hayvanlardan farklı olup hayvanca bir ilişkiden çok ruhî ve manevî bir ilişkidir. Karı-koca arasındaki sevgi, hakiki ve samimi, maddi ve cinsel olmak üzere iki türlüdür. İslamiyet, hakiki ve samimi sevginin oluşmasını sağlamak için birçok tedbir almıştır. Eşler arası 2484 Bk. Bakara 2/25, 35; Nisâ 4/57; A‘râf 7/19; Tâhâ 20/117; Rûm 30/21; Furkân 25/74; Zuhruf 43/70. 2485 Bk. Yûsuf 12/30, 51; Tahrîm 66/10-11. 2486 Bk. Tahrîm 66/10-11; Ünver, Kur’an’ı Anlamada Siyakın Rolü, s. 175-178 2487 Bk. Nisâ 4/1; Kılıç, İnsan ve Ahlak, s. 80-81. 2488 Rûm 30/21; Ayrıca bk. Âli İmrân 3/14; Yûsuf 12/23-24, 30, 53. 2489 Mevdûdî, Tefhîmu’l-Kur’ân, IV, 293-294; Ayrıca bk. Kutub, Fî Zılâli’l-Kur’ân, VIII, 195. sevgiden bahseden ayetlerin yanında Hz. Peygamber’in evlenmek isteyenlere eş seçimi sırasında söylediği “Dindar olan kadını tercih et, mutlu olursun” 2490 şeklindeki tavsiyesi de bu tedbirlerin başında zikredilebilir. 2491 Bir ayette Yüce Allah, kadın ve erkeğin amellerini zayi etmeyeceğini ve onların birbirlerinden olduğunu belirtir. 2492 Yani erkek ve kadın aynı insan ırkının mensuplarıdır veya çokça birleşmelerinden dolayı sanki birbirlerinden olmuş olurlar. Bunun İslam bağı olduğu da söylenmiştir. Allah’ın amel eden kullarına vaat ettiği şey konusunda kadın ile erkeğin eşit olduğu belirtilmiştir. 2493 Kadın ne erkekten aşağı, ne ondan üstün, ne de erkeğe eşittir. İkisi insanlığın birer kutbudurlar. 2494 Kur’an’da eşlerin birbirine olan yakınlığı şöyle ifade edilir: “Onlar sizin elbisenizdir, siz de onların elbisesisiniz.” 2495 Bu ayet, bir yandan eşlerin elbise gibi birbirlerini sarıp sarmalamalarını, diğer yandan da elbisenin ayıpları örttüğü ve kişiyi sıcaktan ve soğuktan koruduğu gibi eşlerin de birbirlerinin iffetini ve aile mahremiyetini korumalarını ve günahlardan sakındırmalarını ifade etmektedir. 2496 Kur’an’da erkeklerin kadınlara iyi davranmaları emredilir: “Onlarla iyi geçinin. Eğer onlardan hoşlanmazsanız, bilin ki, sizin hoşlanmadığınız bir şeye Allah, çok hayır koymuş olabilir.” 2497 Nafakayı kısma, sözle veya fiili olarak eziyet, çokça yüzünü asma ve kaşlarını çatma gibi şeyler aileye iyilikle muameleyle çelişir. Muâşeret, karşılıklı ortaklık ve eşitlik anlamındadır. Siz onlara iyi davranın ki onlar da size iyi davransınlar. Bunun içine hanımının erkeğine süslendiği gibi erkeğin de hanımına layık olduğu şekilde süslenmesi de girer. 2498 Kur’an, kadının kocası, kocanın da hanımı üzerinde birtakım haklarının olduğunu bildirmekle birlikte 2499 bu hakların ne olduğu konusunda ayrıntıya girmek yerine maruf ölçütünü getirir. 2500 Maruf, ilahi beyan yanında, İslam toplumunun anlayış, ihtiyaç ve geleneği çerçevesinde oluşan, gerektiğinde değişen ve gelişen bir ölçüttür. Kur’an prensip itibariyle erkeklere kadınlarla iyi geçinmeyi tavsiye ederek evlilik bağının korunmasında kocaya daha ağır bir sorumluluk yükler. 2501 Kur’an’a göre eşler birbirine benzer haklara sahiptirler. Bir eşin hakları diğer eşin yükümlülükleri demektir. Birbirlerinin üzerindeki ortak hakları, sevgi, şefkat, huzur, uyum, 2502 zina etmeyip namusu koruma, 2503 güven ve sadakatin olmasıdır. 2504 Erkeğin kadın üzerindeki hakları, 2490 Buhârî, Nikâh, 15. Bk. Yılmaz, “İslam Ailesi Mahiyeti ve Yapısı”, s. 44-45; Kırca, Kur’an ve İnsan, s. 129-133. 2492 Bk. Âli İmrân 3/195. 2493 Zamahşerî, Keşşâf, I, 446; Nesefî, Tefsîru’n-Nesefî, I, 323. 2494 Sezen, İslam’ın Sosyolojik Yorumu, s. 262. 2495 Bakara 2/187. 2496 Yazır, Hak Dîni, I, 529. 2497 Nisâ 4/19. 2498 Rızâ, Tefsîru’l-Menâr, IX, 456. 2499 Bakara 2/228, 233; Nisâ 4/4, 20-21; Talak 65/7. 2500 Bk. Nisâ 4/19. 2501 Bk. Nisâ 4/19,34; TDVİSAM, İlmihal II, 196. 2502 Bk. Nisâ 4/128. 2503 Bk. Nisâ 4/24-25; Mâide 5/5. 2504 Bk. Nûr 24/30-31. 2491 kadının ahlaka uygun olmayan kıyafetle dışarı çıkmaması, ziynet yerlerini göstermemesi, 2505 erkeğin kadına hayırlı veya Allah’ın emrine uygun bir şey emrettiğinde itaat etmesidir. 2506 Kadının erkek üzerindeki hakları ise erkeğin kadına güzel davranması, kötülük etmemesi, 2507 mihr vermesi, 2508 yiyecek, giysi vs ihtiyaç duyduğu şeyleri iyilikle karşılaması, 2509 geçim durumuna göre uygun bir ev temin etmesi, 2510 kadına dinin adabını ve evliliğin gereklerini öğretmesi, 2511 koca birden fazla evlilik yapmışsa bunların arasında her konuda adaletle muamele etmesidir. 2512 Hanımından boşanan erkeğin ilişkilerin kesilmesinin yol açtığı incinme ve zararı maddî olarak tazmin etmesi 2513 ve onu başka erkekle evlenmekten alıkoymaması gerekir. 2514 Kur’an, karı koca arasında bir anlaşmazlık çıkması durumunda bunun nasıl halledileceğini açıklamaktadır: “Hırçınlık etmelerinden korktuğunuz kadınlara öğüt verin, yataklarından ayrılın ve (bunlarla yola gelmezlerse) onları dövün. Eğer size itaat ederlerse onların zararına başka bir yol aramayın.” 2515 Nuşûz, yerden yükselme anlamına gelen neşz kökünden gelir. Baş kaldırmayı ifade eder. Kadının nuşûzu kocasına buğz etmesi, onun itaatinden çıkması ve ondan yüz çevirmesi, 2516 ona isyan edip baş kaldırması, 2517 ona karşı olan görevlerini yapmamasıdır. Eğer erkek de karısına karşı görevlerini yerine getirmezse Kur’an bu durumu da nuşûz olarak değerlendirmektedir. 2518 Kur’an kocasına karşı itaatsiz (nüşûz) duruma düşen kadının sırasıyla ilk önce nasihatle yola getirileceği, ardından yataklarının ayrılacağı, bunun da etkili olmaması durumunda en son çare olarak kadınlık şeref ve terbiyesini vermek için hafifçe, kusur, leke ve yara getirmeyecek şekilde dövülebileceğini ifade etmektedir. 2519 Bu tedbirler de evliliği kurtarmaya yöneliktir. Zira huzuru bozan her davranışın ağırlığına denk bir müeyyideyle karşılanması ailenin birliğini koruma açısından önemlidir. Ancak kadını dövme bir emir değil son çare olarak başvurulabilecek bir ruhsattır. Hz. Peygamber, hayatı boyunca hiçbir hanımını dövmediği gibi onlara hiçbir kötü söz de söylememiştir. Erkeğin nüşûzunu ifade eden ayet şöyledir: “Eğer bir kadın kocasının geçimsizliğinden yahut 2505 Bk. Nûr 24/31; Ahzâb 33/59. Bk. Nisâ 4/34. 2507 Bk. Bakara 2/231; Nisâ 4/19. 2508 Bk. Bk. Nisâ 4/19, 24-25. 2509 Bk. Talak 65/7. 2510 Bk. Talak 65/6. 2511 Bk. Tahrîm 66/6. 2512 Bk. Nisâ 4/3, 129. 2513 Bk. Bakara 2/241. 2514 Bk. Bakara 2/232; Eşlerin görevleri için bk. Gazalî, İhyâ, II, 147-156; Dihlevî, Hüccetullâhi’lBâliğa, II, 345-351; Akseki, İslam Ahlakı, s. 208-209; Hadîdî, a.g.e., s. 118-121; Zeydan, İslam Davetçilerine, s.173-182; Cârullâh, a.g.e, s.48-54; Ebû Zehrâ, İslam’da Toplum Düzeni, s.122-127; Mir, Kur’anî Terimler ve Kavramlar Sözlüğü, s.151; Temel, Mutlu Bir Yuva, s.121-132, 178-194. 2515 Nisâ 4/34. 2516 İsfehânî, el-Müfredât (n-ş-z md.), s. 806 2517 Zamahşerî, Keşşâf, I, 496; Râzî, Tefsîr-i Kebîr, VIII, 21. 2518 Bk. Nisâ 4/128; Güler, “Kur’an’da Kadın-Erkek Eşitsizliğinin Temelleri”, s. 302. 2519 Bk. Tâberî, Tâberî Tefsiri, II, 519; Yazır, a.g.e., II,518; Sandıkçı, “İslam’da Ailenin Önemi,” s.164; Dayak olayı terbiye amaçlı, evliliği kurtarmaya yönelik son çare olarak sadece bir yerde geçmekte olup Kur’an prensip olarak dayak bir yana insanın kalbini kırmayı dahi yasaklar. Evlilikte dayağın olumsuz sonuçları ve mutlu evliliğin yolları için bk. Saygılı, a.g.e., s. 46 vd.; Temel, a.g.e, 109 vd. 2506 kendisinden yüz çevirmesinden endişe ederse, aralarında bir sulh yapmalarında, onlara bir günah yoktur. Sulh hep hayırlıdır. Zaten nefisler cimriliğe hazırdır…” 2520 Kocanın nüşûzu kayıtsızlık şeklinde olur. Eğer bir kadın, yaşlılık ve çirkinlik gibi sebeplerle kocasının kendisini kötü görerek kendisine karşı hissizleşmesinden, ilgisini kaybetmesinden veya hakkını vermemesinden korkarsa onlardan her birinin nikâh akdini devam ettirmek için bir kısım haklarından vazgeçerek uzlaşmalarında bir sakınca yoktur. Sulh daha hayırlıdır. Yani anlaşarak evliliği devam ettirmek, anlaşamayıp boşanmaktan daha hayırlıdır. Ne var ki nefisler yani kadın ve erkekten her biri hakkından vazgeçerek beraber yaşama hususunda çok cimridir, hakkını almada çok hırslıdır. Ama eğer bunlar feragatte bulunurlarsa Allah bunların yaptıklarını zayi etmez. 2521 Kur’an, birbiriyle geçinemeyen karı kocanın arasını bulmak üzere erkeğin ve kadının ailelerinden birer hakem tayin etmelerini ve bunların aralarını bulmalarını istemektedir. Bu arabulucu hakemler gerçekten barıştırmak isterlerse, Allah’ın karı-koca arasındaki dargınlık yerine geçim vereceğini belirtmektedir. 2522 Eşler arasındaki kararın kendilerine en yakın iki hakeme havale edilmesi daha müşfik olacaklarından ötürüdür. 2523 Kur’an-ı Kerim Nisâ suresinde evlenilecek hatunlar hakkında “iffetli yaşamaları, zina etmemeleri ve gizli dost tutmamaları” 2524 şartını getirirken, Mâide suresinde de erkekler hakkında da “namuslu olmak, zina etmemek ve gizli dost tutmamak” 2525 şartını getirerek ahlak ve namus bakımından erkeklerle kadınların eşit olduğunu ifade etmiştir. Kur’an, iman gücü ve ahlak ilkeleri ile insanları eğittikten sonra, çok eşlilik zaruretiyle de gizli dost edinme facialarını yasaklamıştır. 2526 Kur’an’daki kadınla ilgili ayetlere baktığımızda kadının korunup gözetildiğini görmekteyiz. Kur’an, kadın hakkında rıfk ve yumuşaklığı o kadar ileri götürür ki, ondan zorluk ve meşakkati kaldırıp erkeğin omuzlarına yüklemektedir. Yüce Allah, kadın ve erkeklerin vücutlarını, organlarını, zekâlarını, duygularını ve kuvvetlerini göz önünde bulundurarak her birine uygun vazifeler vermiştir. Sonuç olarak Kur’an’da Allah, sevgi ve rahmeti erkekle kadının arasına koyduğunu belirterek evliliğin bu iki direk üzerinde yükselmesini istemektedir. Kur’an, insanları evliliğe teşvik etmekte, evliliğin çeşitli fayda ve hikmetlerine işaret ederek evliliği kocanın karısına verdiği sağlam bir teminat olarak nitelendirmekte, eşlerin birbirleri üzerinde birtakım haklarının bulunduğunu bildirmektedir. Kur’an prensip itibariyle erkeklere kadınlarla iyi geçinmeyi tavsiye ederek evlilik bağının korunmasında kocaya daha ağır bir sorumluluk yüklemektedir. Taraflar arasında geçimsizlik olduğunda da taraflara sabır ve hoşgörüyü öğütlemekte, topluma da hakemler vasıtasıyla eşlerin arasını bulma görevi yüklemektedir. Geçinme imkânı yoksa güzellikle ayrılmayı, karşılıklı olarak haklara saygı göstermeyi istemektedir. 2520 Nisâ 4/128. Bk. Tâberî, a.g.e., III, 134; Râzî, a.g.e., VIII, 347-351;Yazır, a.g.e., III, 32-33; Mir, a.g.e., s. 152. 2522 Bk. Nisâ 4/35; Hâkimleri kimin tayin edeceği, bu hâkimlerin yetkilerinin ne olacağı ile ilgili görüşler için bk. Tâberî, a.g.e., II, 520-524; Râzî, a.g.e., VIII, 24-28; Yazır, a.g.e., II, 518-520. 2523 Bk. Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa, II, 348. 2524 Bk. Nisâ 4/24-25. 2525 Bk. Mâide 5/5. 2521 d. Akrabalık ve Akrabalar Arapçada akrabayı “yakın” anlamına gelen karîb kelimesi ifade etmekte olup bu kelime bu genel anlamı yanında biriyle aynı soydan gelen kimseyi ifade etmekte olup bunun çoğulu olan akribâ’ Türkçede akraba şeklinde ve daha geniş anlamda kullanılmaktadır. Kur’an-ı Kerim’de akrabayı ifade etmek üzere daha çok zü’l-kurbâ, 2527 ülü’l-kurbâ 2528 ve el-akrabûn 2529 gibi tabirler zikredilmektedir. Bunun gibi, nesebe dayalı kan hısımlığını ifade eden rahm, rihm veya rahim (çoğulu erhâm) kelimeleriyle yapılan ülü’lerhâm, 2530 zevi’l-erhâm terkipleri ve âl, ehl ve aşiret kelimeleri de akraba manasına gelmektedir. İslam akrabalığı yalnız kan bağıyla sınırlamamış, evlilik ve süt emzirmeyi de birtakım dini ve hukuki sonuçlar doğuracak şekilde akrabalık bağı oluşturan unsurlar kabul etmiştir. 2531 Akrabalık bu vasfı taşıyanlara karşılıklı birtakım hak ve vazifeler yükler. Bu durum, ahlakî vazifeleri de içine alacak şekilde “akrabalık hukuku” tabiriyle ifade edilir. Kur’an ve hadislerde akrabalık bağlarının karşılıklı ziyaret, haberleşme, yardımlaşma gibi çeşitli yollarla korunması ve güçlendirilmesi üzerinde hassasiyetle durulur. Akraba arasındaki bu ilişkiye dini-ahlaki bir tabirle sıla-i rahim denir. 2532 Bir ayette, “Kendisi adına birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah’tan ve akrabalık -bağlarını koparmak-tan sakının” 2533 buyrulur. Hz. Peygamber de, Allah’a ve ahiret gününe iman eden kimse misafirine ikram etsin; Allah’a ve ahiret gününe iman eden sıla-i rahimde bulunsun” 2534 hadisi ile akraba ile ilişkilerin önemine işaret etmiştir. “Allah’ın birleştirmesini istediği şeyi birleştirirler.” 2535 ayeti de daha çok sıla-i rahim şeklinde anlaşıldığı gibi bunun kapsamına akraba ve yakınların yanı sıra, komşunun, âlimlerin ve bütün müminlerin ve hatta zimmeti bulunan bütün insanların ve her hangi bir hakkı taalluk eden hayvanlar ve belki bitkiler ve eşyanın hakkını gözetme girdiği söylenmiştir. 2536 Sıla-ı rahim, hem maddi hem de manevi şekilde olur. Hısım ve akrabalarımıza karşı aile hissi ile dopdolu olmak, derecelerine göre onlara hürmet ve şefkat göstermek, onlardan uzaklaşmamak ve ziyaret etmek, iyi ve kötü günleri paylaşma, hastalandıklarında ziyaretlerinde bulunma, muhtaç oldukları şeyleri vermek, güzel söz söylemek ve güler yüzlü davranmak gibi şeyler sıla-i rahmin kapsamına girmektedir. 2537 Aynı zamanda bunlar komşularımıza ve iletişimde (sıla) bulunduğumuz bütün insanlara karşı görevlerimizdir. Ancak akrabalarımızın bizim üzerimizdeki emekleri ve hakları dolayısıyla onlara karşı olan sorumluluğumuz daha fazladır. Hz. Peygamber şöyle buyurur: “Yoksula 2526 Cârullâh, Hatun, s. 76. Bk. Bakara 2/83, 177; Nahl 16/90 vb. 2528 Bk. Nisa 4/8. 2529 Bk. Bakara 2/180, 215; Nisa 4/7, 33. 2530 Bk. Enfâl 8/75; Ahzâb 33/6. 2531 Bk. TDVİA (Akraba md.), II, 285-286. 2532 TDVİA, II 286. 2533 Nisâ 4/1. 2534 Buhari, Edeb, 31, 85. 2535 Ra‘d 13/21. 2536 Bk. Zamahşerî, Keşşâf, II, 504; Râzî, a.g.e., XIII, 437; Nesefî, Tefsîru’n-Nesefî, II, 152. İbn Kesîr, Muhtasr-u Tefsîr-i İbn Kesîr, II, 278; Yazır, Hak Dîni, IV, 559-560; Esed, Kur’an Mesajı, II, 491. 2537 Bk. Râzî, a.g.e., XIII, 437; Yazır, a.g.e., V, 89; Akseki, İslam Ahlakı, s. 213-214; Hadîdî, 2527 sadaka vermek, sadece sadaka vermektir. Akrabaya sadaka vermekse iki şeydir: hem sadaka vermek hem de akrabalık bağını devam ettirmektir.” 2538 İnsanın asli içgüdülerinden birisi ailesinden başlayarak kan bağıyla bağlı olduğu insanlara, ırkına ve toprağına karşı sevgi ve bağlılık duymasıdır. Onun tabiatındaki bu özellik, toplumsal varlık oluşunun gereklerindendir. Sevgi bağı olmadığında aile ve akrabalık bağları da çözülür. 2539 Kuran aileye ve yakınlara duyulacak sevgi ve bağlılığı yadsımaz. İrs ve kan bağını korumaya, akrabalık ilişkilerini koparmamaya (sıla-i rahim) da büyük önem verir. Hz. Peygamber de akraba ve yakınlar ilişkiyi kesse de bu ilişkinin devam ettirilmenin en üstün fazilet olduğunu belirtir. 2540 İnsanın yapısındaki yakınlara olan sevgi bağı, güçlü bir toplumsal dokunun teşekkülü, aile yapısının gelişimi, kişinin sosyalleşmesi, kişiliğinin gelişimi ve akrabadaki zayıfların korunması için önemlidir. Ancak Kur’an, yakınlara olan bu sevginin tabii seyrini aşmamasını ve Allah ve elçisinin sevgisinin önüne geçmemesini ve Allah’a ve elçisine düşman olan yakınlara sevgi ve dostluk beslenilmemesini ve onlar için bağışlanma dilenilmemesini ister. 2541 Yüce Allah, şirki yasakladığı ve tevhidi emrettiği her yerde onlarla birlikte akraba ve yakınlara iyiliği de zikretmiştir. Yakınlara iyiliği emredip de onlarla birlikte komşuyu zikretmeyen ayet de hemen hemen yok gibidir. Bu mealdeki ayet-i kerimelerden biri şöyledir: “Allah’a, ibadet edin. O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Anaya, babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara akraba olan komşulara, yakın komşulara, yanında bulunan arkadaşa, yolda kalanlara, sahip olduğunuz kölelere iyilik edin. Şüphesiz Allah kibirlenen ve övünen kimseyi sevmez.” 2542 Bu ayetin anlamı üzerinde birazcık düşünmek, Kur’an’ın iyilik etmeye yakın akrabadan başlamak suretiyle birbirini seven, iyilik ve sevgi bağlarıyla fertleri sımsıkı bağlı olduğu sağlam bir toplum meydana getirmek istediğini ortaya koyar. Kur’an, tebliğ ve uyarma faaliyetlerine en yakın akrabalardan başlanması gereğini vurgulamıştır. Zira kişi kendini akrabası içerisinde duygusal bakımdan daha emniyetli görür ve aynı zamanda yakın akraba, dış çevreyle irtibatı kolaylaştıran bir halka olduğu gibi tebliğ çalışmalarında da büyük bir destek olma gücüne sahiptir. 2543 Sonuç olarak Kur’an-ı Kerim ve hadislerde akrabalık bağlarının karşılıklı ziyaret, haberleşme, maddi ve manevi yardımlaşma gibi çeşitli yollarla korunması ve güçlendirilmesi üzerinde hassasiyetle durulur. Kur’an’ın iyilik etmeye yakın akrabadan başlamak suretiyle iyilik ve sevgi bağlarıyla fertleri sımsıkı bağlı, sağlam bir toplum oluşturmamızı istemektedir. Akrabalara sevgi beslemek Allah’ın insanların yapısına yerleştirdiği bir özellik olup Kur’an bu sevginin doğal sınırını aşmamasını, kişiyi hak ve adaletten ayırmamasını istemektedir. Menhecü’l-Kur’ân ve’s-Sünne fi’l-‘Alâkâti’l-İnsâniyye, s. 148-149; İlmihal TDV İSAM. II, 522. Tirmizî, Zekât, 26, no: 658 (III, 47); İbn Mâce, Zekât, 28, no: 1844 (I, 591). 2539 Bk. Ebû Zehrâ, İslam’da Toplum Düzeni, s. 52; Erdoğan, Kur’an ve İnsan Psikolojisi, s. 143-144. 2540 Bk. Müsned, III, 438. 2541 Bk. Tevbe 9/24, 113-114; Mücâdele 58/22; Mümtehine 60/1-9. 2542 Nisâ 4/36; Ayrıca bk. Bakara 2/83, 177; Nisâ 4/8; Nahl 16/90; Nûr 24/22; Rûm 30/38. 2543 Bk. Şanver, Kur’an’da Tebliğ ve Eğitim Psikolojisi, s. 175-177. 2538 2. Cemiyet İçindeki Gruplar İslam’ın ana kaynaklarında geçen sosyal grup şekilleri, genel karakterleri-ni göz önüne alırsak, sosyolojinin tiplerine büyük ölçüde uymaktadır. Sosyal grup deyince geniş manada küçük büyük her türlü kümeleşme, birleşme anlaşılır. Aynı zamanda sabit olmayan, değişen ve hareket halinde olan insan toplulukları akla gelir. 2544 Sosyal grubun mensupları arasında karşılı münasebetler ve muntazam bağlar mevcuttur. Sosyal gruplar ortak menfaatlerinin bir ifadesi olarak ortaya çıkabildikleri gibi, bir partide politik bir mevki edinme veya din kardeşliği gibi sebeplerden doğabilirler. Grup üyeleri ortak menfaat ve değerlere sahiptirler ve sosyal grup devamlılık arzeder. 2545 Grup toplumun sadece bir parçasıdır. Grup, kişilerden, toplumsa gruplardan oluşur. Böylelikle toplum, ortak kültürü paylaşan ve bir birim olarak görülen, karşılıklı bağlantılı temel grupların bir ağıdır. 2546 Kur’an’da geçen sosyal gruplar çok çeşitlidir. Aynı kan grubuna, aynı inanç grubuna, aynı faaliyet dalına, aynı fikir grubuna mensubiyetten, geçici veya sürekli oluşuna, eğitime veya siyasi duruma tabi oluşuna göre birçok sosyal grup, Arap sosyal yapısında ve kültüründe yer almış, hayati örnekler olarak, bunların bir kısmı, Kur’an’da ve hadislerde belirtilmiştir. 2547 Kan akrabalığı cahiliye devrinin sosyal toplum anlayışında en büyük rolü oynardı. Bu devrin şeref telakkisine karşı Kur’an, artık akrabalığa değil, dini inançlara dayalı ümmet diye isimlendirilen yeni bir toplum anlayışı geliştirdi. 2548 İzutsu’nun belirttiğine göre Kur’an, bütün insanlığı ikiye ayırır: 1. Kitap ehli olanlar, 2. Kendisine kitap verilmemiş olanlar (ümmiyyûn). Bu iki zümre de kesin olarak birbirine zıttır. 2549 Kur’an, inanç ve düşünce özelliklerini ve peygamberlere karşı tutum ve tavırlarını dikkate alarak insanları mümin (inanan), kâfir (inkâr eden, hakikati örten), münâfık (iki yüzlü), müşrik (Allah’a ortak koşan) şeklinde de bir değerlendirmeye tabi tutmaktadır. 2550 Kur’an, bazen bütün insanlığa birden hitap ederken, 2551 bazen de sadece müminlere, 2552 kâfirlere, 2553 münâfıklara 2554 ya da müşriklere 2555 hitap etmekte, mesaj göndermekte veya onlardan bahsetmektedir. Böylece Kur’an, toplumsal hayatın gerçeklerini ve sosyolojik özelliklerini mesajlarında ve tebliğlerinde dikkate 2544 Sezen, İslam’ın Sosyolojik Yorumu, s. 107. Arslantürk-Amman, Sosyoloji, s. 185-186. 2546 Fichter, Joseph, Sosyoloji Nedir ?, Trc. Nilgün Çelebi, Toplum Y., Konya., ts., s. 73-74. 2547 Sezen, İslam Sosyolojisine Giriş, s. 90; Sezen, İslam’ın Sosyolojik yorumu, s. 107; Ayrıca bk. Cebeci, a.g.m., s. 8. 2548 İzutsu, Kur’an’da Allah ve İnsan, s. 96-97. 2549 Bk. İzutsu, a.g.e., s. 97-98. 2550 Ayrıca günahkârlar (inanan suçlu) ve sâlihler (inanan ve iyi işler yapan) şeklinde de bir ayrıma gidilir. Bk. Sezen, İslam Sosyolojisine Giriş, s. 60. 2551 Örneğin bk. Bakara 2/21, 168; Nisâ 4/1,170,174; A‘râf 7/158; Yûnus 10/23,57,104, 108; Hac 22/1, 5, 73; Lokmân 31/33. 2552 Örneğin bk. Bakara 2/104, 153, 172, 178, 183, 208. 2553 Örneğin bk. Tahrîm 66/7; Mülk 67/6; Kâfirûn 109/1. 2554 Örneğin bk. Tevbe 9/67-68; Ahzâb 33/73 Münâfikûn 63/1. 2555 Örneğin bk. En‘âm 6/14, 23, 79, 106; Ahzâb 33/73; Fetih, 48/6 Beyyine 98/1, 6. 2545 almaktadır. 2556 Kur’an’ın insanlara hitap şekli umumidir. Bunun tek istisnası, farklı inanç sahiplerine yöneltilen hitaplardır. Onun için “Ey insanlar” hitabının yanı sıra “Ey müminler”, “Ey ehl-i kitap”, “Ey Yahudiler”, “Ey kâfirler” şeklinde hitaplara da rastlanır. Ancak “ey zenginler”, “ey fakirler”, “ey hürler”, “ey köleler”, “ey iş sahipleri”, “ey işçiler, hizmetçiler” gibi insan olma özelliğine hiçbir katkısı olmayan ayrımlarla insanlara hitap edilmemiştir. 2557 Bu itibarla Kur’an, insanları maddî varlıklarına ve mevkilerine göre değerlendirmez, dinî ve ahlakî tutumlarına, takvalarına göre değerlendirir. Kur’an, insanları bir bütün olarak ele almakta, toplumların değişik inançlara bölünmüş olduğu, ayrılığa düşüldüğü gerçeğini ifade etmekte ve insanlığa yol gösterici olan peygamberler göndererek, ilahi mesajla uyarmaktadır. 2558 Kur’an’ın insanları veya toplumları, realiteye dayalı olarak, başlıca iki açıdan değerlendirdiğini söylemek mümkündür. Birincisi, toplumda yer alan insanların birbirleriyle olan ilişkileri ve toplum içerisindeki rolleri; ikincisi ise, inanca bağlı özellikleri ve peygamberlere karşı tutumları açısından. Bir başka ifadeyle Kur’an, toplumlara hakbatıl mücadelesindeki konumları ve peygamberlere karşı tutumları açısından yaklaşarak, insanların toplum içerisinde oluşan rollerini, bu rollerini nasıl kullandıklarını ya da kullanmadıklarını ve peygamberler karşısında veya yanındaki mücadelelerini sergilemektedir. 2559 Kur’an-ı Kerim’in bahsettiği sosyal hadiselerin çoğu, milletlerin, peygamberlerin tebliğleri karşısında takındıkları tavır ve davranışlar hakkındadır. 2560 Bu açıdan bakıldığında görülmektedir ki, ilgili ayetler zikredilen toplumlarda başlıca iki toplumsal katmanın varlığı ve bunlar arasındaki ilişkilerden bahsetmektedir. Birincisi, genellikle mele’ kavramıyla ifade edilen toplumun ileri gelenleri, büyükleri, idarecileri, şöhretli, varlıklı, zengin ve nüfuz sahibi kesimi; diğeri ise ona tabi olan halk kesimidir. 2561 Kur’an, bu halk kesimini mustazaflar olarak nitelendirir. Bunların yanında müstekbir diye adlandırdığı böbürlenen, inançsız zengin kimselerden ve mutrefûn diye adlandırdığı varlıkla şımaran, zevke düşkün kesimden ve din adamlarından bahsetmektedir. 2562 Biz de burada Kur’an’ın önemle üzerinde durduğu ve “sosyal sınıf” olarak da değerlendirebileceğimiz cemiyet içindeki sosyal grupları ele almaya çalışacağız. a. Müstekbirler (Büyüklük Taslayan İnkârcı Zenginler) Kibir kökünden türetilmiş olan istikbâr kelimesi, kibirlenmek, kendini büyük ve ulaşılmaz görmek veya sanmak, büyüklük kuruntusu, hoyrat, küstah yahut mağrur olmak gibi anlamlara 2556 Şanver, Kur’an’da Tebliğ ve Eğitim Psikolojisi, s. 77-78. Ünal, İsmail Hakkı, “İslam’da İşçi-İşveren ilişkileri”, İslam’da İnsan Modeli ve Hz. Peygamber Örneği (Kutlu Doğum Haftası), TDV Y. Ankara,1995, s. 243. 2558 Bk. Gölcük, Kur’an ve İnsan, s. 165-166; Şanver, Kur’an’da Tebliğ ve Eğitim Psikolojisi, s. 66. 2559 Şanver, a.g.e., s. 66-67. 2560 Cebeci, “Kur’an Sosyolojisi Üzerine Bir Deneme”, s. 17. 2561 Şanver, a.g.e., s. 67. 2562 Bk. Cebeci, a.g.m., s. 24-29. 2557 gelir. 2563 Tekebbür, gerçeği kabul etmekten ve ibadetle boyun eğmekten çekinerek Allah’a karşı büyüklenmedir. İstikbâr ise iki türlüdür: 1) İnsanın büyüme peşinde ve isteğinde olması. Bu gerektiği biçimde, gerektiği yerde ve gerektiği zamanda olursa övgüye değerdir. 2) Böbürlenip kendinde olmayanı varmış gibi dışa vurmaya çabalama. İşte bu yerilir. Kur’an’da yer alan istikbâr da bu ikinci türden olandır. İstikbâr, istiz‘âfın zıddıdır. 2564 Müstekbir (ve eş anlamlısı mütekebbir) de aşırı derecede büyüklenip Kur’an’ın verdiği haberi kabul etmeyen kişidir. 2565 Kur’an, diğer insanlara zulmeden, sistematik baskı uygulayarak onların gücünü zayıflatan, haklarını elinden alan, özgürlüklerini yok eden, kendilerini diğer insanlardan üstün ve ayrıcalıklı gören kodaman, zengin çevreleri müstekbir olarak nitelemektedir. 2566 İstikbâr, Peygamberlerin savaştıkları kötülüklerin ilk sırada yer alanlarından biridir. İstikbârla ilgili ayetlerin büyük kısmında bunu görmekteyiz. 2567 Müstekbirler, sadece kendileri Allah’ı inkâr etmekle kalmayıp, özellikle zayıfların, Allah’a inanma çağrısına uymalarına engel olmakta ve Allah’ın ayetlerine karşı çıkmaya çağırmaktadırlar. Böylece Müstekbirler, insanı Yaratıcısı önünde eğilmekten ve ibadetten alıkoymakta ve insanlara kötülük yapmak için çeşitli hile ve kurnazlıklar yapmakta, 2568 kitleleri ezen ordular hazırlayarak yeryüzünü zulümle doldurmaktadırlar. 2569 İstikbâr, Allah’ın ayetlerini yalanlamanın en önemli sebeplerindendir. 2570 Kur’an, putperest Arapların Hz. Peygamber’in ilâhî tebliğine karşı olan olağan tutumunu tasvirde, sürekli olarak istekbera fiilini kullanmaktadır. İslam’ın teslimiyet ve tevazu ilkelerinden türeyen tüm İslâmî faaliyetler, çöl Araplarının o denli gurur duydukları belli başlı erdemlerin tam zıddıdır. 2571 Kur’an’a göre Arapların hakka teslim olmayı kabul etmemeleri, insanın Allah’ı bilmemesinden doğan haddini bilmezlik, küstahlık ve gururdan ileri gelir. Onun içindir ki Kur’an’daki istikbâr kelimesi ve ona eş manalı kelimeler, kâfirlerin bu tutumlarını eleştirmede büyük vazife yapar. Kur’an’ın her yerinde bu inadına böbürlenme ve sahte tutum, kâfirlerin en ayırt edici bir vasfı olarak tasvir edilir. 2572 Kur’an, mütekebbirin kibrini anlık duygusal patlamadan ziyade kâfirin kalıcı bir vasfı olarak göstermektedir. 2573 Kur’an, tekebbürü Allah’a isyanla bir tutmaktadır. Kur’an’ın bize naklettiği ilk tekebbür örneği, benliğini ön plana çıkaran şeytanın ontolojik tekebbürüdür. Şeytan, kendinin ateşten yaratılmasına kibirlenip Âdem’in yaratıldığı şeyi küçümseyerek onun önünde eğilmeyi reddeder. Bu 2563 İzutsu, Kur’an’da Dini ve Ahlaki Kavramlar, s. 107; İzutsu, Kur’an’da Allah ve İnsan, s. 257; Ayrıca bk. Öztürk, Kur’an’ın Temel Kavramları, s. 258. 2564 İsfehânî, el-Müfredât (k-b-r md.), s. 697; Akyüz, Vecdi, Kur’an’da Siyasi Kavramlar, Kitabevi Y., İstanbul, 1998, s. 275. 2565 İzutsu, Kur’an’da Dini ve Ahlaki Kavramlar, s. 161. 2566 Yıldız, Mustafa, Kur’an’da İnsan Hakları (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Konya, 1996, s. 67; Ayrıca bk. Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, s. 414-415. 2567 Örnek olarak bk. Müminûn, 23/46; Furkân, 25/20-21; Nuh, 71/5-7. 2568 Bk. En‘âm 6/123; A‘râf 7/75-76; Lokmân 31/7; Fâtır 35/43; Zümer 39/59; Münâfikûn 63/5. 2569 Bk. Kasas 28/38-39; Öztürk, Kur’an’ın Temel Kavramları, s. 258-259. 2570 Bk. A‘râf 7/36; Mü’minûn 23/66-67; Fussilet 41/15. 2571 İzutsu, Kur’an’da Dini ve Ahlaki Kavramlar, s. 106-107. 2572 İzutsu, Kur’an’da Allah ve İnsan, s. 257; Bk. A’râf 7/146; Mâide 6/64; Fetih 48/26; Alak 96/6-7. 2573 Bk. A’râf 7/146; Câsiye 45/8; İzutsu, Kur’an’da Dini ve Ahlaki Kavramlar, s. 197. bağlamda şeytanın tekebbürü ırkî tekebbürdür. Kur’an bunu şiddetle reddetmektedir. 2574 İstikbâr, büyüklük kuruntusudur, bir hastalıktır. Sâd suresi 75. ayet, Hz. Âdem’e secde etmeyerek istikbârın ilk mümessili olan İblis’e şu sorunun sorulduğunu bildiriyor: “İstikbâr mı gösteriyorsun, yoksa gerçekten yücelmiş olanlardan mısın?” Böylece İblis’in secde etmeyişinin bir büyüklük kuruntusu olduğu, gerçek bir yücelikle ilgisi bulunmadığı anlatılmıştır. 2575 Ayrıca bu ayette Allah’ın yücelik sıfatı da hatırlatılarak iblisin yücelik kuruntusunun gerçek yücelikle kıyaslanamayacağı belirtilmiş olmaktadır. İstikbâr, insana sonsuzluğun, ruh güzelliklerinin ve ilahi sevgilerin yolunu kapatır ve insan kalbinin Allah tarafından mühürlenmesine sebep oluşturur. 2576 İstikbâr sahipleri Yaratıcı’nın en korkunç ve alçaltıcı tadamayacaklardır. 2577 azaplarına uğratılacaklar ve ahiret hayatının mutluluklarını asla Kur’an’da Allah’ın ayetlerini yalanlayıp onlara karşı büyüklük taslayanların acı sonları şöyle anlatılmaktadır: “Bizim ayetlerimizi yalanlayıp onlara karşı büyüklük taslayanlar var ya, işte onlara göğün kapıları açılmayacak ve deve (veya halat) iğne deliğinden geçinceye kadar onlar cennete giremeyeceklerdir. İşte suçluları böyle cezalandırırız. Onlara cehennemde ateşten bir yatak, üstlerine de (ateşten) örtüler vardır. Biz zalimleri işte böyle cezalandırırız.” 2578 Yine Kur’an’da yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayan inkârcıların ahirette büyüklenmelerine ve yoldan çıkmalarına karşın belirtilmektedir. 2579 ululanmanın zıddı olan aşağılayıcı bir azap ile cezalandırılacakları Bununla Mekke müşriklerinin ileri gelenleri kastedilmektedir. Onlar burada gösterdikleri kibirden dolayı orada zelil olacaklardır. Çünkü onlar, Allah Rasu1ü’ne iman etmeleri halinde yoksul ve fakir mü’minlere katılmalarını bir şerefsizlik olarak görüyorlardı. “Onların iman ettikleri İslam’a inanmamız halinde şerefimizi lekelemiş oluruz” diye gururlanıyorlardı. Allah (c.c) onları ahirette zelil ve rezil edecek ve gururlarını ayaklar altına alacaktır. 2580 Büyüklenme, Allah’a kulluk ve ibadet görevini yerine getirmekten alıkoymaktadır. Zira bunlar Allah’a kul olmayı gururlarına yedirememektedirler. 2581 Kur’an, Allah katındaki melekleri örnek vererek onların Allah’a kulluk etmekten büyüklenmediklerini belirtir. 2582 Yüce Allah, ibadetlerine muhtaç olduğundan kullarının içtenlikle kullukta bulunmalarını istemiyor. Aksine, duygu, düşünce ve yaşamlarının doğrulması için ilahlık ve kulluk gerçeğini bilmelerini istemektedir. Bu da ancak bu gerçeği bilip, kabullenip hayata geçirmekle mümkün olur. Allah’a kul olmaktan kaçınanlar, sınırsız mercilere kul olma zilletini yaşarlar. Arzu ve ihtirasların, kuruntu ve hurafelerin, kendi gibi olan insanların kulu olurlar. 2583 Azgınlaşan insan zaman içerisinde kendini tatmin edecek kutsallarını 2574 Manzur, Perviz, İslam ve Batı -Denemeler-, Trc. Yusuf Ziya Cömert - İhsan Durdu, İnsan Y., İstanbul, 1990, s. 23; Yıldız, Kur’an’da İnsan Hakları, s. 68; Bk. Bakara 2/34; Sâd 38/74-76. 2575 Yazır, Hak Dîni, VI, 249; Öztürk, Kur’an’ın Temel Kavramları, s. 258. 2576 Bk. Mümin 40/35. 2577 Bk. A‘râf 7/36, 40, 48-49; Nahl 16/29; Saffât 37/35, 38; Zümer 39/59-60, 72; Mümin 40/60, 7576. 2578 A‘râf 7/40-41; Ayrıca bk. A‘râf 7/36; Câsiye 45/31 2579 Bk. Ahkâf 46/20. 2580 Mevdûdî, Tefhîmu’l-Kur’ân, V, 353. 2581 Bk. Nisâ 4/172; Mü’min 40/60 2582 Bk. A‘râf 7/206; Enbiyâ 21/19. 2583 Kutub, Fî Zılâli’l-Kur’ân, III, 155-156. da icat eder. Kur’an, geçmiş milletlerden zenginlikleriyle şımarıp helak olanlardan bahsetmektedir. Örneğin Kur’an ifadelerine göre Semud toplumu ileri bir refah düzeyine sahip olmuşlar, ancak onların içinde bulundukları lüks hayatı onları Allah’tan uzaklaştırmış ve azgın bir toplum haline getirmiştir. Ülkede bir kesim lüks içinde yaşarken, diğer bir kesimin sefalet çektiği Kur’an’dan anlaşılmaktadır. 2584 Nûh kavmindeki müstekbirler de hak daveti duymamak için parmaklarını kulaklarına tıkadılar, elbiselerine büründüler, küfürde ısrar ettiler, kibirlendikçe kibirlendiler, büyük büyük tuzaklar kurdular, tanrılarınızı bırakmayın dediler ve insanları yoldan saptırdılar. Sonuçta Hz. Nuh’un “Yeryüzünde kâfirlerden bir tek kişi bırakma. Zira sen onları bırakırsan kullarını yoldan çıkarırlar ve sadece ahlâksız ve kâfir çocuklar doğururlar.” şeklinde zalim toplumun zalim insanlar doğuracağı gerçeğini ifade eden bedduasına maruz kalarak sel tufanıyla helak olup gittiler. 2585 Firavun’un avenesi de, başlarına gelen tufan, çekirge, haşarat, kurbağa ve kan felaketlerine rağmen inatla istikbarlarını sürdürdüler ve en sonunda boğularak helak olup gittiler. 2586 Çöküşe uğrayan toplumların başta gelen özellikleri istikbâr ve ona bağlı olarak peygamberlere karşı çıkıştır. Bunlara her ne zaman cemiyeti ıslah için peygamber gelse ve onların heva ve heveslerine uymayan şeyleri söylese, bunlar gururlarına kapılıp ona karşı çıkmışlardır. 2587 Hatta vicdanlarında kabul ettiklerini (Hakka imanı) açıkça ilan etmeye istikbârları mani olmuştur. 2588 “Bu şekilde hem Allah’a, hem de küçük gördükleri insanlara karşı kibirlenerek kendilerini yücelten, öne çıkaran toplumlar, büyüklenmeyle birlikte getirdikleri aşırı sosyal farklılaşma ve çözülme, haktan sapma, şımarma, zulüm, baskı ve işkence, hoşgörüsüzlük, toplumsal birliği bozma, ekonomik gücü tekelleştirme ve nihayet kendilerini bunlardan vazgeçirmek için gelen peygamberi ve Allah’tan getirdiği ayetleri alaya alıp tahkir etme gibi olumsuz davranışları yüzünden ortadan kaldırılmışlardır.” 2589 Tuğyanın, lüksün egemen olduğu toplumlarda zavallı yoksullara nasıl “asalak,” “ayak takımı” ve “alttakiler” gibi iğneleyici sıfatlar veriliyorsa, Kur’an da sapıtan mal sahiplerine aşağılayıcı ve gururlarını kırıcı sıfatlar verir. 2590 Kur’an zenginlerin fakirler hakkında söylediği: “toplumun ayaktakımı” gibi deyimleri aktararak yoksulların, davete ilk cevap verenler olduğunu belirtir. 2591 Yeryüzünde mustazaflar çoğunlukta müstekbirler ise azınlıktadır. Çoğunluğu azınlığa boyun eğdiren şey, ruh zayıflığı, azmin çöküşü, özsaygının azlığı ve Allah’ın insanoğluna bahşettiği şereften dâhili bir feragattir. Müstekbirler, ancak bu çoğunluğun isteğiyle onları ezmeye güç yetirebilirler. Bu güdülmeyi ancak sağlam bir irade durdurur. Azgınlığın dayandığı, güvendiği tek şey ezilenlerin içlerindeki zillet kabiliyetidir. 2592 Kur’an’da kendilerine öncülük edip ateşe 2584 Bk. A‘râf 7/75-78; Şuârâ 26/141-152; Neml 27/45-48; Özsoy, Sünnetullâh, s. 106-107. Bk. Nûh 71/7, 22-27. 2586 Bk. A‘râf 7/133-136. 2587 Bk. Bakara 2/87; A‘râf 7/76; Câsiye 45/31. 2588 Bk. Enbiyâ 21/63-67; Cebeci, “Kur’an Sosyolojisi Üzerine Bir Deneme”, s. 24. 2589 Okumuş, Ejder, Kur’an’da Toplumsal Çöküş, İnsan Y., İstanbul, 1995, s. 125; Bk. Talak 65/8-9. 2590 Bk. Kalem 68/10-16. 2591 Bk. Şuârâ 26/111; Halil, Sosyal Adalet, s. 53-54. 2592 Sabbâğ, el-İnsan fi’l-Kur’âni’l-Kerîm, s. 301. 2585 sürükleyen müstekbirlere mustazafların hesap günü şöyle diyeceği belirtilmektedir: “İnsanların hepsi Allah’ın huzuruna çıkacaklar. Ve zayıflar büyüklük taslayanlara şöyle diyecekler: ‘Bizler, sizlere uymuştuk. Şimdi siz, Allah’ın azabından en ufak bir şeyi bizden savabilir misiniz?’ Onlar da diyecekler ki: ‘Allah bizi hidayete erdirseydi, biz de size doğru yol gösterirdik. Artık şimdi bizler sızlansak da sabretsek de birdir. Çünkü kaçacak yerimiz yoktur.” 2593 Kur’an’ın genelde servet ve kazanca bakışı müspettir. Ancak o, sırf servet biriktirmenin gerisinde gelen ahlakî yanlışlıklarla savaşmıştır. Çünkü böyle bir ahlaki yanlışlıkla ortaya çıkan zengin, yalnızca yığmakta, böbürlenerek övünmekte, kazanca hile karıştırıp doğal bir dağılımı engellemekte ve böylece bazı insanların insanî yeteneklerinin ortaya çıkmasına engel olmaktadır. Hümeze ve Tekâsür Süreleri bu temayı çok açık bir şekilde ortaya koymaktadır. 2594 Kur’an’ın yeni bir toplum kurmak istediği, zenginlere zulüm olmayacak, fakirlerin de haklarını çiğnetmeyecek bir şekilde sosyal bağları kuvvetlendirdiği gayet açıktır. Zenginler malı sadece kendilerine ayırmamak, bilakis ondan bir kısmını Allah yolunda harcamakla yükümlüdür. Fakirlerin de şerefi itibarı muhafaza altına alınmıştır. Fakir başkasının eline bakmak zilletine düşmez, kin ve haset duygusu ciğerini yiyip bitirmez. Dolayısıyla her iki grup da sevgi, kaynaşma, dostluk, sıcak kalplilik içinde karşılıklı işbirliği yapmış olurlar. Ne sınıflar arası mücadele denilen şey söz konusudur, ne de mahrum ve ezilmişlerin lehine bir haksızlık vardır. Ne de Allah’ın zenginlere verdiği maldan fakirleri mahrum etme ve sömürme hakları vardır. Toplumun bu iki grubu arasında kaynaşma, yardımlaşma ve işbirliği vardır. 2595 Dolayısıyla Kur’an’ın zenginlere bakışında bir olumsuzluk söz konusu olmayıp Kur’an, mallarını Allah yolunda harcayan zenginleri övmekte ve hatta bunu ve bu tür zenginliği teşvik etmektedir. Kur’an’a göre rızk bolluğu genellikle yeryüzünde azgınlığa ve taşkınlığa sebep olmaktadır. 2596 Bu itibarla Kur’an, zenginliğin kendilerini azdırdığı, zenginlikleriyle şımarıp böbürlenen ve bu yüzden hak daveti kabul etmeyip fakirleri sömüren, onları kendi kötü emelleri yolunda kullanmak isteyen zenginlere karşı durmaktadır. Yetimlerin, yoksulların, muhtaçların koruma altına alınmadığı bir cemiyette öncelikle sosyal dengenin bozulması, altüst olması söz konusudur. Böyle bir toplumda zengin-fakir, amirmemur, patron-işçi ve kısacası bireyler arasında sevgi, saygı, merhamet, şefkat, adalet gibi toplumu toplum yapan yüce değerler yok olmaya başlar ve yerini alt değerlere; kin, nefret, haset, tefrika ve anarşiye bırakır. Sosyal adaletin gerçekleşmesinin en büyük faktörü olan iktisadi adaletin gerçekleşmediği bir yerde, huzur ve güvenden, bahsetmek imkânsızdır. 2597 İstikbarın temsilcisi şahıslar olarak Kur’an’da Kârûn, Firavun ve Hâmân zikredilmektedir. Bunlar, Hz. Mûsâ’nın çağrısına İstikbâr sebebiyle uymayarak Allah’la yarışırcasına bir büyüklük iddiasına girip yeryüzünde istikbâr estirdiler ve sonunda her biri bir şekilde helak oldular. Ankebût suresi 39-40. ayetleri bunlardan kiminin üzerine taş yağdırılarak, kiminin kasırgalarla, kiminin yere 2593 İbrâhîm 14/21. Aydın, İlk Dönem İslam Toplumunun Şekillenişi, s. 235. 2595 Zuhayli, Vehbe, Fert ve Topluma Kur’an’ın Mesajı, Trc. Halil İbrahim Kutluay, Risale Y., İstanbul, 1995, s. 131. 2596 Bk. Şûrâ 42/27. 2597 Buladı, “Kur’an ve Sevgi”, s. 200. 2594 batırılarak, kiminin de boğmak suretiyle cezalarının verildiğini ve bunun Allah’ın bir zulmü olmayıp onların fiillerinin karşılığı olduğunu bildiriyor. 2598 Karun’un zenginliği ve kibri ise şöyle anlatılmaktadır: “Karun, Musa’nın kavminden idi de, onlara karşı azgınlık etmişti. Biz ona öyle hazineler vermiştik ki, anahtarlarını güçlü kuvvetli bir topluluk zor taşırdı. Kavmi ona demişti ki: ‘Şımarma! Bil ki Allah şımarıkları sevmez. Allah’ın sana verdiğinden (O’nun yolunda harcayarak) ahiret yurdunu gözet, ama dünyadan da nasibini unutma! Allah’ın sana ihsan ettiği gibi, sen de (insanlara) iyilik et. Yeryüzünde bozgunculuğu arzulama. Şüphesiz ki Allah, bozguncuları sevmez.’ Karun ise: ‘O (servet) bana ancak kendimdeki bilgi sayesinde verildi.’ demiştir. Bilmiyor muydu ki Allah, kendinden önceki nesillerden, ondan daha güçlü, ondan daha çok taraftarı olan kimseleri helak etmişti.” 2599 Firavun siyasi zulüm ve baskıda sembol olduğu gibi, Karun da ekonomik baskı ve vurgunculukta bir semboldür. Bu şekilde, Karun kıssası vurguncu bir kapitalist kıssasıdır. 2600 İnsan kendini ön plana çıkarıp olduğundan fazla önemseyince her şeyin merkezine kendini yerleştirir ve başkalarını ya yok sayar veya küçümser. İnsanın bu müstekbir tavrı; yaptıklarını alabildiğince büyük görmeye, tenkit edilemez ve kendisini yanılamaz görmeye iter ve bunun sonucu olarak da azgınlaşır. Bu kibir ve nankörlük sonucu azgınlaşan insan, artık, kendisini evrenin yaratıcısı değilse de evren üzerinde tek hâkim güç ve otorite olarak görmeye başlar. Günümüzde çok sayıda insan, kendini kendisi için yeterli görmekte ve bugün insanın sahip olduğu her şeyin insanın çalışması ve bilgisi sayesinde olduğunu düşünerek Allah’ın verdiği imkân ve kabiliyetleri unutmaktadır. Böylece Karun’un içine düştüğü tavırların hemen hemen aynısını sergilemektedir. Kur’an bu tavrı şu ifadelerle dile getirerek, bu tavrın yanlışlığını anlatmaktadır: “İnsan kendini kendine yeterli görerek azgınlaşır.” 2601 Kendini yeterli gören insan; kendisi dâhil her şeye hükmetmeye çalışmakta, evrene meydan okumakta, yaratıcıya kafa tutmaktadır. Bu tavrı, her şeyi bozmakta, evrendeki dengeleri alt üst etmektedir. Böylece “ekini ve nesli helak eder.” 2602 “İnsanların elleriyle yaptıkları yüzünden karada ve denizde fesat meydana gelmektedir.” 2603 Böylece insan kendi sonunu hazırlamaktadır. Netice itibariyle istikbâr, büyüklük kuruntusudur, bir hastalıktır, böbürlenip kendinde olmayanı varmış gibi dışa vurma çabasıdır. Bu niteliğe sahip insanlar Kur’an’da müstekbir olarak nitelendirilmektedir. Kur’an’ın her yerinde bu inadına böbürlenme ve sahte tutum, kâfirlerin en ayırt edici bir vasfı olarak tasvir edilir. Yine Kur’an’da yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayan inkârcıların ahirette aşağılayıcı bir azap ile cezalandırılacakları belirtilmektedir. Çöküşe uğrayan toplumların başta gelen özellikleri istikbâr ve ona bağlı olarak peygamberlere karşı çıkıştır. Müstekbirlerin hak davete karşı olumsuz tavırlarının arkasında maddi imkânlarına, güç ve servetlerine olan küstahça güvenin olduğu anlaşılmaktadır. 2598 Kur’an’ın zenginlere ve mala Ayrıca bk. Mü’minûn 23/45-48; Kasas 28/39-42, 78-84. Kasas 28/77-78. 2600 Yazır, Hak Dîni, V, 554; Ayrıca bk. Şeriâtî, İslam Sosyolojisi, s. 118-122. 2601 Alak 96/6-7. 2602 Bakara 2/205. 2603 Rûm 30/41; Bk. Soyalan, Kur’an ve İnsan İnsanın Kimliğine Dair Bir Sorgulama, s. 45-47. 2599 bakışında bir olumsuzluk söz konusu olmayıp Kur’an, mallarını Allah yolunda harcayan zenginleri övmekte ve hatta bunu ve bu tür zenginliği teşvik etmektedir. Bu itibarla Kur’an, zenginlikleriyle şımaran, bu yüzden hak daveti kabul etmeyip fakirleri sömüren zenginlere karşı durmaktadır. a. Mustazaflar Cemiyette müstekbirlere mukabil mustazaflar (fakirler) vardır. Kur’an-ı Kerim’in en önemli kavramlarından biri olan istiz‘af, za‘f kökünden gelir. Za‘f, kuvvetin zıddı olup beden, ruh, statü, akıl ve düşünce yönünden güçsüzlük demektir. 2604 İtsiz‘af, Kuransal bir terim olarak, güçsüz, zayıf ve küçük görerek ezmek, horlamak ve sömürmek demektir. 2605 İstikbârın zıddıdır. Kur’an peygamberlerin temsil ettikleri iman ve nurla onların karşısına dikilen inkâr ve karanlığın mücadelesini bir istiz‘af-istikbâr çatışması olarak göstermektedir. Bu çatışmada Yaratıcı Kudret’in istiz‘afı temsil edenler yanında yer aldığı da Kur’an’ın açık beyanları arasındadır. 2606 Kur’an mustazaf terimini ezilen, horlanan, küçük görülen, zulme uğrayan, harici müdahaleler sonucu zayıf ve güçsüz bırakılan kişiler ve topluluklar için kullanır. 2607 Bu terim mustaz‘afûn şeklinde çoğul olarak altı yerde geçmekte olup İslam’ın ilk yıllarında putperest Mekkeliler tarafından zulüm ve işkence altında inletilen yoksul ve kimsesiz Müslümanları ifade eder. 2608 Ayrıca bazı peygamberler ve ezilen halkı için istiz‘af tabiri kullanıldığı gibi gerekli çarelere başvurmayıp ezilenlerin ölüm anı ve sonraki durumu anlatılırken de mustaz‘afûn tabiri kullanılır. Kur’an, diğer tüm kavramlarda olduğu gibi, mustazaf kavramının da genel ve zaman üstü manasına gidilmesini esas alır. Mustazaf kavramı Asrısaadetteki görünümle sınırlı değildir. Bu demektir ki, istiz‘âf devir ve şartlara göre yeniden belirlenecektir. Bir devrin mustazafı kölelik altında inlerken öteki devrinki sahte demokrasinin, kapitalizmin veya komünizmin zulmü altında inler. 2609 Müstekbirler, Hz. Peygamber’e “Arkana hep düşük kimseler takılmışken, biz sana iman eder miyiz?” 2610 diyorlar. Kavminin müstekbirleri de Hz. Nûh’a da şöyle diyorlar: “Biz seni de bizim gibi insan görüyoruz ve sana bizim basit görüşlü ayak takımlarımızdan başkasının uyduğunu görmüyoruz. Sizin bizden fazla bir meziyetinizi de görmüyoruz. Aksine sizi yalancılar sanıyoruz.” 2611 Bu ayet geçmişte peygamberlere ve diğer ıslah edicilere uyma konusunda Allah’ın sünnetini belirten bir nasstır. 2612 Tarih boyunca sahip oldukları haklar ve özgürlükler ellerinden alınan mazlum ve mağdurlar, Kur’an’ın ifadesiyle mustazaflar tek sahici sığınak olarak bütün insanları eşit sayan ilahi öğretileri görmüşlerdir. Dinin sağladığı güvenlik alanı dolayısıyladır ki, mabetler mustazaflar için tek 2604 İsfehânî, el-Müfredât (z-‘a-f md.), s. 506-507. Öztürk, Kur’an’ın Temel Kavramları, s. 260. 2606 Bk. A‘râf 7/137; Öztürk, a.g.e., s. 260. 2607 Akyüz, Kur’an’da siyasi Kavramlar, s. 227; Öztürk, a.g.e., s. 383; Geniş bilgi için bk. Beheşti, Kur’an’da Mustazaf, Trc. Serdar İslam, Objektif Y., İstanbul, 1992. 2608 Ashab-ı kehfi de Kur’an’da zikredilen mustazaflara örnek olarak verebiliriz. Bk. Kehf 18/ 9 vd. 2609 Öztürk, a.g.e., s. 383. 2610 Şu‘arâ 26/111. 2611 Hûd 11/27. 2612 Rızâ, Tefsîru’l-Menâr, I, 241. 2605 sığınak olmuştur. Böylece tarih boyunca mustazaflar peygamberlerin yanında yer alırlarken egemen güçler de peygamberlerin karşısında yer almışlardır. 2613 Allah’ın sünnetlerinden biri de insanlar arasında zayıfların olmasıdır. Zayıflık çeşitlidir; vücutta, akılda, malda veya toplumsal alanda olabilir. Tarih boyunca zayıfların suiistimal edildiğini veya onların dışlandığını, bazı dönemlerde de toplumsal nazariyelerle ortadan kaldırılmak istendiklerini görmekteyiz. Kur’an ve hadisler güçlülerin zayıfları gözetmesinin ve onları kalkındırmak için onlara yardım etmelerinin gerekli olduğunu ortaya koymuş ve bunu yapmaya çağırmıştır. İslam, kadınlara, esirlere, kölelere, çocuklara, engellilere, zimmîlere, yetimlere şefkatli olup onları koruyarak, tabilerinden Müslüman kardeşlerine tevazu ile davranmalarını, yardıma ve desteğe ihtiyacı olanlara yardım etmelerini, acılarını paylaşmalarını, üzüntülerini giderip huzur ve sükûnet sağlamak için çalışmalarını istemektedir. 2614 Kur’an, sadece lükse kapılıp azgınlaşanları sorgulamıyor. Bu azgınlık ve rablik iddiaları karşısında mütrefleri hesaba çekmeyen, şirke dur demeyen kitleleri de sorguluyor:“Sizden önceki devirlerden bakıyye sahipleri yeryüzünde bozgunculuktan vazgeçirmeye çalışmaları gerekmez miydi? Fakat onların içinden kurtardığımız pek az kimse bunu yaptı. O zulmedenler ise şımartıldıkları refahın peşine düştüler ve hepsi de suçlu oldular. Senin Rabbin, halkları iyi ve ıslahatçı iken, o memleketleri haksız yere helak edecek değildir.” 2615 Burada ulû bakıyye deyimi, erdem, fazilet, cömertlik, hayır ve akıl sahipleri anlamına gelmektedir. 2616 Yüce Allah, ayetteki zalim olanlar tabiri ile insanları kötü şeylerden menetmeyi terk edenleri, yani dinin rükünlerinin önemlilerinden biri olan emr-i bi’l-ma‘rûf ve nehy-i ‘ani’l-münker ile ilgilenmeyip de şehevî arzuları ile dünyevî lezzetleri elde etme peşine düşerek makam elde etmekle meşgul olan kimseleri kastetmektedir. 2617 Mustazaflar üç grupta değerlendirilir. 2618 Birinciler, özellikle peygamberlerin tebliğinin üzerinden uzun zaman geçtiği için vahyi gerçeklerden uzaklaşıp da müstekbirlerin yönetimi altına düşerek bundan kurtuluş ve çıkış yolu arayanlar ve bu arayışlarından dolayı müstekbirlerin her türlü zulmüne maruz kalanlardır. Allah bu tür direnen mustazafların az olduğunu ve gençlerden teşekkül ettiğini belirterek 2619 bu türden mustazaflar vahyine uydukları sürece bunlara vaadde bulunmakta ve onları yeryüzünün varisleri ve önderleri yapacağını müjdelemektedir. “Muhakkak Firavun o yerde ululandı ve halkını çeşitli gruplara böldü. Onlardan bir zümreyi eziyor, oğullarını boğazlayıp kadınlarını sağ bırakıyordu. Doğrusu o bozgunculardandı. Biz ise itiyorduk ki, o yerde ezilenlere lütfedelim, onları önderler yapalım ve onları (ötekilerin mülküne) mirasçı kılalım.” 2620 Allah ezilenlere lütufta bulunarak onları önderler yapacağını sadece onların ezilmiş olmalarına bağlamamıştır. Bunu ezilenlerin iman edip salih amel işlemelerine, kulluklarını uygulama alanına koymalarına, çalışıp çabalamalarına, ahlaklı dürüst olmalarına, yaşadıkları hayatı, çevrelerindeki 2613 Bk. Yıldız, Kur’an’da İnsan Hakları, s. 59-61. Sabbâğ, el-İnsan fi’l-Kur’âni’l-Kerîm, s. 297; Bk. Hicr 15/88; Duhâ 93/9-10; Mâ‘ûn 107/1-3. 2615 Hûd 11/116-117; Bk. Halil, Sosyal Adalet, s. 43-45. 2616 Zamahşerî, Keşşâf, II, 420; Nesefî, Tefsîru’n-Nesefî, II, 89. 2617 Râzî, Tefsîr-i Kebîr, XIII, 142. 2618 Bk. Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, s. 416-419; Akyüz, a.g.e., s. 227-231. 2619 Bk. A‘râf 7/125-126; Yûnus 10/83. 2614 eşyayı Allah’ın onlara gösterdiği hakikate uygun olarak kullanmala-rına bağlamıştır. 2621 Başka bir ayette şöyle buyrulur: “Ve onların ardından sizi o yere yerleştireceğiz. Bu, huzurumda duracağı zamandan korkan ve tehdidimden korkan içindir.” 2622 Bu ayette dile getirilen ilahî vaad, “Gelecek(el‘âkıbe) muttakiler (Allah’a karşı sorumluluk bilincine sahip olanlar)indir.” 2623 ifadesiyle eşdeğerdir. 2624 İkinci grup mustazaflar, müstekbirlerin yaptıklarına korku, Allah’a güvenme-me, dünyevi çıkarlar ve bir takım zaaflar dolayısıyla ses çıkarmayıp, yeryüzündeki fesada ve istikbara rıza gösterenlerdir. Bunlar için vaad değil, vaîd, yani azap va‘di vardır ve yeryüzünde nasıl azap içindelerse, Ahirette de müstekbirlerle birlikte Cehennem azabını paylaşacaklardır: 2625 “Hele ateş içinde birbirleriyle tartışırlarken, zayıf olanlar, büyüklük taslayanlara: ‘Hani bizler size uymuştuk. Şimdi siz ateşin bir parçasını bizden savabilir misiniz?’ derler. Büyüklük taslayanlar da şöyle derler: Hepimiz de onun içindeyiz. Allah kulları arasında böyle hüküm verdi.” 2626 Üçüncü grup mustazaflar, çeşitli imkânsızlıklar yüzünden müstekbirlere karşı direnemeyen kişi veya gruplardır. 2627 “Ancak, hiç bir çareye gücü yetmeyen ve göç için yol bulamayan gerçekten zayıf erkekler, kadınlar ve çocuklar hariç. Bunlar, Allah’ın kendilerini affetmesi umulanlardır. Doğrusu Allah çok affeden çok bağışlayandır.” 2628 Kur’an, gücü yetenlerin çaresiz mustazafları koruma görevi verir. “Hem size ne oluyor ki, Allah yolunda: ‘Ey Rabbimiz! bizleri bu halkı zâlim olan memleketten çıkar, tarafından bizi iyi idare edecek bir sahip ve bize katından bir kurtarıcı gönder’ diye yalvarıp duran zayıf ve çıkmıyorsunuz?” 2629 zavallı erkekler, kadınlar ve çocukların kurtarılması uğrunda savaşa Kur’an, Hz. Peygamber’i mustazafları önemseyip, onlara gereken ilgiyi göstermesini, onları kovmamasını, onlara karşı yüzünü ekşitip çevirmemesini emretmiştir. 2630 Hz. Peygamber de mustazafların korunması gereğine dikkat çekerek şöyle buyurmuştur: “Şu bir gerçek ki, siz içinizdeki zayıflar (zu‘afâ) hürmetine rızıklandırılır, yardım görürsünüz.” 2631 Üstünlük duygusunun birilerine uymayı önlediği gibi alt tabakanın elit tabakaya uymalarının, onların propagandalarına kapılmalarının sebeplerinden biri, kendi kendileri gibi olmaktan tatmin olmayıp elit tabaka gibi olma özentileridir. 2632 Halk, ileri gelenlere oranla her asırda hakka daha yakın olmuştur. Halkın başkalarına nazaran hakkı daha çabuk kabul etmesinin sebebi, her şeyden önce ileri gelenlerin sahip olduğu makam ve 2620 Kasas 28/4-5; Ayrıca bk. A‘râf /137. Bk. Nûr 24/55-56; Bûtî, Kur’an’da İnsan ve Medeniyet, s. 173-175, 203. 2622 İbrâhîm 14/14. 2623 A‘râf 7/128. 2624 Zamahşerî, a.g.e., II, 524; Nesefî, a.g.e., II, 166; Esed, Kur’an Mesajı, II, 504. 2625 Bk. Ünal, a.g.e., 417-418; Sabbâğ, el-İnsan fi’l-Kur’âni’l-Kerîm, s. 298. 2626 Mü’min 40/47-48; Ayrıca bk. Nisâ 4/97-99; İbrahim 14/21; Sebe 34/31-33. 2627 Mustazaf çeşitleriyle ilgili olarak bk. Beheşti, Kur’an’da Mustazaf, s. 137-155; Ünal, a.g.e., s. 416-419; Akyüz, Kur’an’da Siyasi Kavramlar, s. 227-231. 2628 Nisâ 4/98-99; Ayrıca bk Nisâ 4/127; A‘râf 7/150; Enfâl 8/26; Hûd 11/91. 2629 Nisâ 4/75. 2630 Bk. En‘âm 6/52; Kehf 18/28; Abese 80/1-9. 2631 en-Nesâî, Ahmed b. Şuayb, Sünen, I-VIII, Çağrı Y., İstanbul, 1992, Cihâd, 43 (VI, 46). 2632 Erdoğan, Kur’an ve İnsan Psikolojisi, s. 129-130; Lüks özentisi içinde olanların psikolojik durumları için bk. Altıntaş, “Modern Psikolojinin Bazı Meseleleri”, s. 106. 2621 hâkimiyet sevgisi, sivrilme temayülü gibi hakkı kabul etmelerine engel olabilecek bir mani mevcut değildir. İkincisi, başkasına tabi olmayı ar sayan ileri gelenlerin gururu onları hakka teslim olmaktan alıkoyar. Bu yüzden dünya aldatmacalarına kendini fazla kaptırmamış ve şahsını başkasından daha büyük ve daha üstün saymayan insanlar, hakka karşı fazla direnmezler. 2633 İktisadi baskı, yoksulların sömürülmesi, yoksullar ve değişik sınıfları siyasi ve toplumsal baskı altında tutma, toplumu öldüren kötülük çeşitlerindendir. Bu durumda yeryüzünde hâkim olanlar sonunda zayıf ve ezilen zümre olur. 2634 Kur’an nazarında açlık ve yoksulluğun hâkim olduğu toplumlarda insanların şahsiyetlerini korumaları ve ideal toplumu oluşturmaları beklenemez. Bu gibi toplumlarda buhranlar ve kaoslar bitmez, insan doğasına ters olan birçok vahşetler işlenir. Fransız inkılâbı ve Rusya’da proletarya savaşı gibi tarihte birçok harplerin ve inkılâpların temelinde yoksulluğun yatması, Kur’an’ın bu konudaki evrensel ilkesinin haklılığını ispat etmiştir. Böyle bir ilke ile Kur’an, hedeflediği ideal toplum için yoksulluğun kaldırılmasını devlete bir yükümlülük olarak yüklemiş ve devlet gelirlerinden bir miktarını belirtilen muhtaç sınıflara bir pay olarak vermeyi uygun görmüştür. Hatta fakirler adına âmilleri araya sokarak zekâtın tahsil edilmesini prensibe bağlamış, fakirlerin onurlarının rencide edilmemesini sağlamıştır. 2635 Kur’an, zenginlik ve fakirliği değişmez iki sosyal gerçek olarak kabul etmiştir. Her ikisinin insanlık âleminin bir karakteri olarak hükme bağlamıştır. Yüce Allah bu hakikatı şöyle beyan etmektedir: “Onların dünya hayatındaki geçimliklerini aralarında Biz taksim ettik.” 2636 Ancak Kur’an sınıf ayrımına izin vermemiştir. İslam’da sınıflar düzeni yoktur. İslam zenginin zenginliğinden dolayı fakire üstünlük taslamasını yasaklamış, Allah katında üstünlüğünün ancak takva ile olacağını hüküm altına almıştır. Üstünlük ancak yararlı ameller yapılarak kazanılır. İslam, ibadetler vesilesiyle de sınıf ayrımı problemini vicdanlardan tamamen silmek istemiştir. Namazda zenginle fakirin aynı safta durması, hacda tek cins ihram giyilmesi gibi hükümler sınıf ayrımını kaldırmaya yöneliktir. 2637 Mal ve servetin belli ellerde toplanmasını ve toplum aleyhine bir baskı ve sömürü unsuru halinde kullanılmasını yaradılış kanunlarını çiğnemek olarak gören Kur’an, bunun denge bozucu ve çöküşe götürücü bir illet olduğunu belirtir. 2638 Bugün dünyamızda gelişen olayların, toplumların, milletlerin ve devletlerin karşı karşıya gelmesinin arka planında yatan sebeplerin temelinde gelir dağılımının adil olmaması ve buna bağlı olarak yoksulluğun süratle artması yatmaktadır. Öyle ki yoksullar ve zenginler diye dünyamızın iki biloka ayrılmasından söz edilmektedir. 2639 Bazı huysuz veya zalim kardeşlerin sofradaki nimetlere el koyarak ötekileri aç bırakmaları fıtrat düzenine aykırıdır. Bu zulme karşı çıkmak, bütün kardeşlerin görevidir. Günümüzde bu görev yapılmamaktadır. Yeryüzü sofrasında nimetlere kuralsızca el koyup bunları (serveti), diğerlerini köleleştirmek için kullanmak 2633 Zeydân, İslam Davetçilerine, s. 448. Fazlurrahman, Ana Konularıyla Kur’an, s. 111. 2635 Bk. Tevbe 9/60; Aydın, Kur’an’da Psikolojik İkna, s. 13-14. 2636 Zuhruf 43/32; Ayrıca bk. Ra‘d 13/26; Nahl 16/71; Rûm 30/37; Sebe 34/36, 39. 2637 Ebû Zehra, İslam’da Toplum Düzeni, s. 62-63; Fakirliğin çareleri için bk. a.g.e., s. 64-68. 2638 Bk. Haşr 59/7; Öztürk, Kur’an’ın Temel Kavramları, s. 587. 2639 Buladı, “Kur’an ve Sevgi”, s. 201. 2634 insanlığın vahdetine en derin yarayı açmıştır. Takvayı işletmekse mutlu ve kardeş bir dünyanın anahtarıdır. 2640 Sonuç olarak Kur’an mustazaf terimini ezilen, horlanan, küçük görülen, zulme uğrayan kimseler için kullanır. Kur’an, zenginlik ve fakirliği değişmez iki sosyal gerçek olarak kabul etmiştir. Ancak zenginin zenginliğinden dolayı fakire üstünlük taslamasını, onları sömürmesini, haklarını çiğnemesini yasaklamış ve zenginlere verilen malı bir emanet olarak değerlendirerek fakirlerin onda hakkı olduğunu belirtmiştir. Tarih boyunca mustazaflar peygamberlerin yanında yer alırlarken çıkarlarının ellerinden gitmesinden korkan ve peygamberlere uymayı gururlarına yediremeyen egemen güçler de peygamberlerin karşısında yer almışlardır. Kur’an, lükse kapılıp azgınlaşanları sorguladığı gibi bunlara boyun eğen, şirke dur demeyen kitleleri de sorguluyor ve ahirette azapta ortak olacaklarını belirtiyor. Allah’ın gösterdiği yolda gidip müstekbirlere karşı durma noktasında ellerinden geleni yapacak olan mustazaflara da yeryüzünün önderliğini vaad ediyor. b. Mele’ (İleri Gelenler) ve Krallar Mele’, tekili olmayan bir çoğul isim olup, Kur’an’da yirmi iki ayette müstakil olarak, sekiz ayette de bir zamire muzaaf (tamlama) olarak geçmektedir. 2641 Bir görüş üzere bir araya gelen, görünüş itibariyle göz dolduran ve gönüllerde kendisine karşı büyüklük hissi uyandıran topluluk, 2642 söz sahibi olan ileri gelenler ve işlerin ehli olan, sıkıntılara çare bulan, iş bitirici olanlar 2643 demektir. Bunlar, kralların etrafındaki cemiyete hâkim siyasi gücün adıdır. Bunlar kraldan çok kralcıdırlar. Aynı zamanda bunlar, zengin-müstekbirler sınıfından da sayılabilirler. 2644 Ayrıca mele’ -daha genel olmak üzere- güzel görünüşlü (yüzlü) insanlarla dolu halka denir. 2645 Yazır, bugünkü ifadeyle buna, sosyete deyimi kullanılabileceği gibi, ülke yönetiminde yer alan kabine, parlamento veya toplumda söz sahibi olan seçkinler grubu ve danışma kurulunu oluşturan fikir ve anlayış sahipleri de denilebileceğini belirtmektedir. Yazır’ın belirttiğine göre burada bir gayeyi gerçekleştirmek için bir araya geliniyor; birbirine değer verme ve düzenlilik en temel kavramı oluşturur. 2646 Mele’ terimi nötr bir kavram olup, olumlu veya olumsuz bir anlam taşımaz. Kullanış amacına göre bu durum farklılaşır. Kur’an’da sadece dört yerde olumlu manada kullanılmaktadır. 2647 Diğer yerlerde daha çok müşrik toplumların önde gelen ve müminlere işkence ve karşı koyuşta ileri giden, yönlendirdikleri kitleleri peygamberlere karşı kışkırtan, makam, servet ve mallarıyla şımaran önderleri için kullanılmaktadır. Bu gruplara göre ilerde olmanın, öncü olmanın, üstün sayılmanın şartı ilim ve 2640 Öztürk, İslam Düşüncesinde Din ve Fıtrat, s. 220. Bk. Abdulbâkî, el-Mu‘cemü’l-Müfehres (m-l-e md.), s. 846. 2642 İsfehânî, el-Müfredât (m-l-e md.), s. 776. 2643 Yazır, Hak Dîni, II, 112; Mele Terimi için bk. Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, s. 420-422; Pazarbaşı, Erdoğan, Kur’an ve Medeniyet Doğuşu-Gelişimi-Çöküşü, Pınar Y., 1.Bsk., İstanbul, 1996, s. 232; Akyüz, Kur’an’da Siyasi Kavramlar, s. 191. 2644 Cebeci, “Kur’an Sosyolojisi”, s. 26. 2645 İsfehânî, a.g.e., s. 776; Yazır, a.g.e., IV, 11. 2646 Bk. Yazır, a.g.e., IV, 10-11; Mele’nin değişik anlamları için bk. Kâmûs (m-l-e md.), ;Yazır, a.y. 2647 Bk. Yûsuf 12/43; Neml 27/29, 32, 38; Ünal, a.g.e. s. 420; Ece, Hüseyin K., İslam’ın Temel Kavramları, Beyan Y., İstanbul, 2000, s. 393. 2641 fazilet değil, zenginlik ve zorbalıktır. 2648 Kitleyi sömürmek isteyenler, şekilden kaynaklanan ve hiçbir gayrete bağlı bulunmayan yapay üstünlükleri yaşatmak için halkı cahil bırakmak isterler. 2649 Mele takımı da halkı sömürmek için peygamberleri dinlemekten alıkoyarak cahil bırakmak istemektedirler. Her toplumda olduğu gibi, gayet tabii olarak İslam toplumunda da seçkinler (elit) bulunur. Bunlar, eşraf (ileri gelenler) ve aristokrasi manasını yükleyebileceğimiz kimselerdir. Kur’an’da mele’ kelimesiyle tanıtılan bu insanlar, çoğunlukla olumsuz karakterde tanımlandıklarından bunları müminlerin ileri gelenleri ile karıştırmamak gerekir. 2650 Mele’nin en önemli görevi, danışmanlıktır. Kur’an’da Sebe melikesi Belkıs’ın, 2651 Hz. Süleyman’ın 2652 ve Firavun’un mele’lerine (ileri gelenlerine) danıştığı, 2653 Hz. Yûsuf döneminin hükümdarının da ileri gelenlerine gördüğü rüyanın yorumunu sorduğu belirtilmektedir. 2654 Mele’nin diğer bir görevi görüşme ve karar almadır. Bunlar, bulunduğu toplumun önemli kararlarının alınmasında, iktidar sahiplerinin yanında yer alırlar 2655 ve onları peygamberlere karşı kışkırtırlar, karşıt görüşte olanları da tehdit etmekten geri kalmazlar. 2656 Mekke şehri, Kur’an’ın mele’ (egemen sınıf) diye adlandırdığı, şehrin en zengin ve nüfuzlu ailelerinin ileri gelenlerinden ve temsilcilerinden oluşan bir meclis tarafından idare edilirdi. Diğerleri onların Dârü’n-Nedve’de aldıkları kararlara uymak zorundaydı. Temsilcilikler babadan ailenin en büyük oğluna intikal ederdi. Bazı batılı yazarlar, bu idareden “zengin ve nüfuzlu aileler cumhuriyeti” diye söz ederler. Genellikle putperestliğin hâkim olduğu Mekke’nin sosyal yapısında ancak güçlü, nüfuzlu ve zengin olanların hakkından bahsedilirdi. Hz. Peygamber’in, Mekke’de herkesi Allah’a kul olmaya davet ederek kimsenin kimseden üstün olmadığını, toplumdaki statülerin ferdî gayret ve liyakate göre kazanılabileceğini bildirmesi şehrin hem idari, hem siyasi geleneğini reddetmekti. Bu, Kureyş’in kabileler nezdindeki itibarının kaybolması ve Kureyş liderlerinin hâkimiyetinin sonu demekti. Hem Mekke şehri kadar materyalist bir muhitte halkı fakirlere sadaka vermeye çağırmak, yetimlere yardıma, zayıf ve nüfuzu az da olsa, herkesin hakkına riayet etmeye davet etmek alışılmamış bir şeydi; İslam bu yönden de öteden beri gelen ananevi yapıyı ihlal ediyordu. 2657 Bunun için ileri gelenler Hz. Peygamber’in davetine karşı çıktılar ve Kur’an tarafından kınandılar. Mele’ konusundaki ayetler, ya mele’ tabakasıyla peygamberler arasındaki diyalogları, münasebetleri veya onların peygamberlere karşı olumsuz tutum, tavır ve davranışlarını -ki bu ayetler, çoğunluğu teşkil etmektedir- yahut mele’ tabakasının halka karşı tutum ve tavrını, baskısını yahut da mele’ grubunun kendi arasındaki diyalogu ve ilişkileri dile getirmektedir. Dolayısıyla her üç halde de mele’ grubunun halkı etkilemeye yönelik tutum ve tavrı yansıtılmaktadır. Burada mele’nin gösterdiği 2648 Bk. Ünal, ay.; Çelik, İbrahim, “Kur’an’da Mele’ Terimi”, UÜİFD., C. 1, S. 1, Bursa, 1986, s. 79; Çelik, İbrahim, Kur’an’da Mele’ Kavramı Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa, 2001, s. 17. 2649 Öztürk, İslam Düşüncesinde Din ve Fıtrat, s. 219. 2650 Sezen, İslam’ın Sosyolojik Yorumu, s. 124. 2651 Bk. Neml 27/29-33. 2652 Bk. Neml 27/38. 2653 Bk. A‘râf 7/108-110; Şu‘arâ 26/34-35. 2654 Bk. Yûsuf 12/43. 2655 Bk. Kasas 28/20, 38. 2656 Bk. A‘râf 7/88-90, 127; Akyüz, a.g.e., s. 194-196. sosyal etki ve buna karşı sosyal davranış söz konusu olmaktadır. Ancak burada halkın gösterdiği sosyal davranış uyma değil, baskıya dayalı bir itaattir. 2658 Kur’an’da zikredilen toplumların ileri gelenlerinin özellikleri açısından ayetlere bakıldığında başlıca şunlar görülmektedir: İleri gelenler, hak olan belgeleri gözleriyle görseler de inanmazlar. Doğru yolu görseler de benimsemezler. Azgınlık yolunu hemen yol edinirler. Hak olandan habersiz görünürler ve yalan söylerler. 2659 Aşırı tutucu ve katı gelenekçidirler. Atalarından duymadıkları şeyleri kabul etmezler. 2660 Büyüklük taslarlar, halkın üzerinde hâkim konumda ve etkili durumdadırlar, 2661 onları saptırmaya çalışırlar, 2662 peygamberlere önyargı ile davranıp hakaret, alay ve tebliği inkâr ederler. 2663 Çünkü hâkim oldukları mevcut düzenin değişmesinden yana değil, memnun oldukları bu durumun devamından (statükodan) yanadırlar. 2664 Tüm peygamber kıssalarının gösterdiği gibi, ilk müminlerin çoğu, ilahi mesajın, kendilerine bu dünyada daha adil ve eşitlikçi bir toplumsal düzen, ahirette de ebedi mutluluk vaad ettiği, toplumun aşağı sınıflarına mensup köleler, yoksullar ve ezilenler arasından çıkmıştır; ve peygamberlerin üstlendiği görev, bütünüyle bu devrimci karakteri sebebiyledir ki, kurulu düzeni elinde tutan, toplumun varlıklı ve imtiyazlı kişileri ve grupları katında daima hoşnutsuzluğa yol açmıştır. 2665 Kur’an’a göre bunların peygamberlere ve inananlara düşmanlık beslemelerinin ve tebliği reddetmelerinin başlıca sebepleri, gurur ve kibrin tahriki, 2666 insanlara hâkim olma sevdası, mevki ve makam düşkünlüğü, 2667 bilgisizlik, atalarını taklit 2668 ve dünya menfaatinin elden gitmesi korkusudur. 2669 Bu hususta Kur’an, bilhassa Firavun ve onun melesine (avenesine) dikkat çekmiştir. Mele’ ile kralları (baş idarecileri) birbirlerine bağlayan şey, menfaattir. Nitekim sihirbazlar, ona yapacakları hizmet karşılığında ne elde edeceklerini sordukları zaman Firavun: “Evet şüphesiz ki sizler, yakınlarımdan olacaksınız” 2670 cevabını vermişti. Krallar ve onların mele’leri, fesat ve zulümde birbirlerinin yardımcılarıdırlar. 2671 Mesela, “Firavun milletinin ileri gelenleri: ‘Musa’yı ve milleti-ni yeryüzünde bozgunculuk yapsınlar, seni ve tanrılarını bıraksınlar diye mi koyu-veriyorsun?’ dediler. Firavun: ‘Onların oğullarını öldüreceğiz, kadınlarını sağ bırakacağız. Elbette biz onları ezecek üstünlükteyiz’ dedi.” 2672 Bu, Firavun’un, insanları kendine bağlamada kullandığı bir taktikti. Aynı 2657 Bk. Er, Din Sosyolojisi, s. 138-140, 184. Şanver, Kur’an’da Tebliğ ve Eğitim Psikolojisi, s. 68; Bk. Yûnus 10/83. 2659 A‘râf 7/146. 2660 Bk. Mü’minûn 23/24-25; Sâd 38/4-8. 2661 Bk. İbrahim 14/21. 2662 Bk. Sebe 34/31, 33-35; Ahzâb 37/67; Mü’min 40/26. 2663 Bk. A‘râf 7/60, 66, 88-92; Hûd 11/25-27; Mü’minûn 23/24, 33; Sebe 34/34. 2664 Bk. İsrâ 17/16; Şanver, a.g.e., s. 68-69; Akyüz, a.g.e., 191-194. 2665 Esed, Kur’an Mesajı, I, 428. 2666 Bk. Yûnus 10/75; Mü’minûn 23/45-48; Neml 27/14; Kamer 54/24-25; Zuhruf 43/31. 2667 Bk. Mü’minûn 23/24-25; Sâd 38/4. 2668 Bk. Bakara 2/170; A‘râf 7/60, 66, 75-76; Hûd 11/27; Mü’minûn 23/24-25, 33; Zuhruf 43/23-24. 2669 Bk. Âli İmrân 3/156, 168; Zeydan, İslam Davetçilerine, s. 446-447; Şanver, a.g.e., s. 69-72. 2670 A‘râf 7/113-114. 2671 Bk. Şu‘arâ 26/34-38; Cebeci, “Kur’an Sosyolojisi”, s. 26. 2672 A‘râf 7/127; Ayrıca bk. Bakara 2/49; A‘râf 7/141; İbrahim 14/6; Kasas 28/4. 2658 şekilde Firavun’un, kavmine karşı uyguladığı taktiklerden biri de onları küçümsemekti: “Kavmini küçümsedi, onlar da ona boyun eğdiler. Onlar yoldan çıkmış bir kavim idiler.” 2673 Firavun, kavminin aklını ve hayallerini küçümsedi. Böylece onları sapıklığa çağırdı. Onlar da ona uydular. 2674 Firavun, halkını korkak ve şahsiyetsiz kimseler yerine koyarak, onların şahsiyetlerini kırarak, onları istediği gibi evirip çevirmiştir. 2675 Kur’an, Firavun’un sihirbazlarının yenilgilerinden sonra Musa’nın peygamberliğine iman edip kendi özlerine dönünce uğradıkları hızlı değişimi anlatmaktadır. Sihirbazlar Firavun önünde o kadar alçalmışlar ve onun zorbalığı ve hâkimiyeti altında o kadar ezilmişlerdi ki Musa’nın önüne iplerini ve sopalarını sihir için bırakırken, “Firavun’un onur ve yüceliği aşkına galip gelecek olan mutlaka bizler olacağız.” 2676 diyecek kadar kendilerini Firavun’a teslim etmişlerdi. Kur’an, onların iman telkininin etkisiyle bu garip aşağılık duygularının nasıl değiştiğini şöyle anlatıyor: “(Musa’nın asası bütün sihirleri yutunca), sihirbazlar secdeye kapandılar. Biz Harun ve Musa’nın Rabbine iman ettik dediler. Firavun: ‘Ben size izin vermeden mi O’na inandınız? Doğrusu size sihri öğreten, büyüğünüz odur. And olsun ki, ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim, sizi hurma kütüklerine asacağım…’ dedi.” 2677 Bir anda, iman eden sihirbazlar, Firavun’un hâkimiyeti ve var sanılan gücü önünde kendi varlıklarını inkâr edecek hale getirmiş olan zilletten kurtularak ve Allah’a kul olduklarını keşfederek kendi benliklerini ve hürriyetlerini buldular. Firavun’un bütün tehditlerine karşı korkmadan ve aldırmadan “Seni, gelen apaçık mucizelere ve bizi yaratana üstün tutmayacağız. Ne hüküm vereceksen ver. Sen, ancak bu dünya hayatına hükmedebilirsin…” 2678 diyecek kadar Allah’a teslim oldular. Kur’an, sihirbazların sergilediği aşağılık duygusunu ve Firavun’un ululanmasını reddederek dengeye çağırmakta; zorbalığı yumuşaklığa ve tevazuya, aşağılık duygusunu ise şeref ve vakar haline dönüştürmek, şeref ve onurun korunarak izzet-i nefs sahibi olunmasını istemektedir. Firavun, gurur ve kibirde halkına “Ben sizin en büyük rabbinizim” 2679 iddiasında bulunacak kadar ileri gidiyor. Bunda Firavunun o zamanki statüsünün yanı sıra bu statünün sağladığı boş gurur da rol oynamaktadır. Adler, boş gururlu insanların göstermiş oldukları şiddetli çabalarda güçlü olmak için gösterilen gayretlerin Tanrıya benzeme idealine ulaşma isteği şeklinde ortaya çıktığını ve boş gururlu bir insan en aşırı durumlarda sanki Tanrı imiş gibi hareket ettiği ya da yalnızca Tanrı’nın gerçekleştirebileceği istekler ve dileklerde bulunduğunu söylemektedir. 2680 Yine Adler’in belirttiğine göre o derece köle ruhlu insanlar da vardır ki, ancak minnet altında yaşadıkları zaman mutlu olabilirler. Sanki dünyaya geldikleri için insanlardan özür dilemek ister gibidirler. 2681 İşte Kur’an, bu 2673 Zuhruf 43/54. İbn Kesîr, Muhtasar-u Tefsîr-i İbn Kesîr, III, 292; Tabâtabâî, el-Mîzân fî Tefsîri’l-Kur’ân, XVIII, 113. 2675 Bk. Mevdûdî, Tefhîmu’l-Kur’ân, V, 283. 2676 Şu‘arâ 26/44. 2677 Tâhâ 20/70-71. 2678 Tâhâ 20/72; Bk. Bûtî, Kur’an ve Medeniyet, s. 50-52. 2679 Nâzi‘ât 79/24. 2680 Bk. Adler, İnsan Tabiatını Tanıma, s. 356. 2681 Bk. Adler, a.g.e., s. 412. 2674 iki aşırı ucu reddetmekte ve dengeli insan tipini öngörmektedir. Üstünlük arzusu insana dışardan dayatılmayıp insanın bünyesinde olan bir özelliktir. Ancak mutlak üstünlük ve mükemmellik hiçbir zaman için tam manasıyla insanlık âleminde tahakkuk edemez. Bunun için insan haddini bilip şımarmaması gerekir. 2682 Kur’an’da mele’ teriminin tamamına yakını olumsuz anlamda kullanılmasına karşın kralları, hükümdarları, yöneticileri ifade eden melik terimi ise böyle olmayıp kralların durumuna göre bazen olumlu bazen de olumsuz anlamda kullanılmaktadır. 2683 Ancak bir ayette Sebe melikesinin şöyle dediği ifade ediliyor: “(Melike): Doğrusu hükümdarlar bir şehre girdikleri zaman orasını bozarlar, onurlu kimselerini aşağılık yaparlar. İşte böyle davranırlar.” 2684 Tefsircilere göre buradaki girme, ister istila yoluyla olsun, ister ülke içinde elde edilen politik gücün marifetiyle olsun zorla girmeyi ifade eder. 2685 Anlaşıldığına göre buradaki mulûk terimi krallar anlamını taşımakla birlikte, iktidarı zora başvurarak ele geçiren ve tebaaya baskı uygulayan her türlü despot ve zorbayı ifade etmektedir. Böylece, Sebe Melikesi, Hz. Süleyman’a kuvvet yoluyla karşı çıkmayı yöntem olarak bir kenara bıraktığını ifade etmektedir. Onun ifadesinde, zora başvurmak yoluyla elde edilen politik gücün, baskıya, toplumsal acılara ve manevî/ahlakî çöküntüye yol açmasından dolayı menfûr olduğu yolundaki Kur’ânî öğreti de dile getirilmektedir. 2686 İleri gelenler hakkında bir ayette şöyle buyrulur: “Her kentin bir takım ileri gelenlerini orada hile yapan suçlular kıldık. Oysa yalnız kendilerine hile yaparlar da farkına varmazlar.” 2687 Burada Allah’ın, her köy ve kentte bazı ileri gelen, servet ve mevki ile şımarmış kimselerin heva ve hevesleri peşinde koşup suç işlemelerine fırsat verdiği belirtiliyor. Önceki peygamberlerin karşısına nasıl ileri gelen azgınlar dikilmiş, onlara tuzaklar kurmuş iseler, Hz. Muhammed(s.a.v.)’in karşısına da böyle azgınlar çıkmışlardır. Bu, Allah’ın yasasıdır. İyilerin karşısında kötüler bulunur. Allah daima insanları birbiriyle denemiştir. Aksi takdirde mücadele olmaz. Ama Hakka karşı tuzak kuranlar, farkında olmadan kendi ruhlarını, kurdukları tuzağın tutsağı yaparlar. 2688 Başında bulunduğu ülkeye ve o ülkenin halkına karşı tuzak kuran, hilekârlıkla entrikalar çeviren o büyük günahkârlar bilmezler ki, aldattıkları vatandaşların zararları, aldanmaları kendilerinin zararları, aldanmalarıdır. Bilmezler ki, halkın zararı, ülkenin zararıdır; o ülke harap olup düşünce ilk önce düşen kendileri olacaktır. Bilmezler ki Yüce Allah aldanmaz. Allah’a karşı hilekârlık yapmaya çalışanların kötü hileleri “Kötü hilekârlık, tuzak sadece onu yapanı kuşatır” 2689 mealindeki ayetin ifadesi gereğince neticede kendilerini kuşatır, başlarına patlar. 2690 Sonuç olarak mele’, görünüş itibariyle göz dolduran topluluk, söz sahibi olan ileri gelenler, kralların etrafındaki danışma kurulu ve cemiyete hâkim siyasi gücün adıdır. Mele’nin en önemli 2682 Bk. Kutub, İnsan Psikolojisi, s. 322 Bk. Abdulbâkî, el-Mu‘cemü’l-Müfehres (m-l-k md.), s. 848. 2684 Neml 27/34. 2685 Bk. Zamahşeri, Keşşâf, III, 353; İbn Kesîr, a.g.e., II, 671; Yazır, a.g.e.,V, 497; Esed, a.g.e, II, 767. 2686 Esed, a.g.e., II, 767. 2687 En‘âm 6/123. 2688 Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, III, 231. 2689 Fâtır 35/43. 2690 Yazır, Hak Dîni, III, 448. 2683 görevi, danışmanlık olup Kur’an ayetlerinin tamamına yakınında olumsuz nitelikleriyle anılırlar. Kur’an’ın eleştirdiği ileri gelen hâkim zümrenin hedefi, kendi menfaatlerini korumak ve makamlarından olmamak için idareleri altındaki halkı etkileyerek, onları peygamberlerin tebliğine karşı bir tutum ve davranışa sevk etmektir. Kur’an, fesat ve zulümde birbirlerinin yardımcıları olan krallardan, onların mele’lerinden ve bunların acı sonlarından çokça bahsederek sonraki nesillerin bu tür yanlış uygulamalardan ders alarak aynı yanlışlara düşmemelerini istemektedir. Kur’an aşırı varlık ve makam ile şımarmayı reddettiği gibi bu tür şımarıklara boyun eğerek şeref ve haysiyeti kaybetmeyi de yasaklamakta; halkın şeref ve onurlarını koruyarak izzet-i nefs sahibi olmalarını istemektedir. c. Mütref Mütref kavramını, müstekbirlerin ve mele’nin bir vasfı olarak telakki edebileceğimiz gibi cemiyet içindeki gruplardan biri olarak da ele alabiliriz. 2691 Kur’an’ın en önemli kavramlarından biri olan teref, mal ve servetle şımarıp azmak demektir. 2692 Te-ri-fe, kolay ve müreffeh bir hayat sürmek, 2693 turfe, bol nimet demektir. 2694 Çocuğun bünyesi sağlıklı ve bakımlı olduğu zaman sabiyyun mütrefun denilir. Aynı şekilde mütref, nimet ve bollukla şımaran, 2695 kolay, müreffeh bir hayat yaşayan/hayatın tadını çıkaran, ahlakî endişelere hayatında pek yer vermeyen demektir. 2696 Mütreflik dünyaya olan sonsuz düşkünlük ve onu gaye edinme halidir. Bu özelliğin ayırıcı vasfı, mal sahibi olmak değil, dünyaya bakış açısı ve ahlakî durumdur. Tek gayeleri olan çıkarlarını korumak için her yola başvurabilecek bu tip insanlar, sağlıksız her toplumda olagelmiş ve yaptıkları iş gerçekten fısk, 2697 fesat ve zulümden başkası olmamıştır. 2698 “Biz hangi ülkeye bir uyarıcı gönderdiysek, mutlaka oranın refah ile şımartılmış olanları: ‘Biz sizin gönderildiğiniz şeyleri tanımayız.’ dediler. Ve yine dediler ki: ‘Biz malca da daha çoğuz, evlatça da, bize azap edilmez.’” 2699 Yüce Allah, insanların bol rızık ve zenginlik karşısında azıp taşkınlık etme tabiatında olduklarını haber vermiştir. 2700 Mütrefler, mevcut durumlarını korumak için yaşayan düzene terslik belirten her kıpırdanışı ezmeyi esas alırlar. Onların savundukları, eskinin korunması ve mevcudun ihyasıdır. Çünkü hayatları yeniyi filizlendirmemeye bağlıdır. 2701 Bunun içindir ki, sürekli yenilenmenin ve durmayan inkılâbın ölümsüz temsilcileri olan peygamberler ve onların evrensel mesajları, mütreflerin uykusunu kaçırır ve mütrefler temel düşman hedef olarak her zaman resulleri seçerler. 2702 Kur’an’a göre, insan hayatını kaosa boğan ve toplumu yozlaştıran en büyük zulümlerden biri 2691 Bk. Cebeci, “Kur’an Sosyolojisi”, s. 27; Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, s. 422-423. Öztürk, Kur’an’ın Temel Kavramları, s. 587. 2693 Esed, Kur’an Mesajı, I, 449; Ünal, a.g.e., s. 422. 2694 İsfehânî, el-Müfredât (t-r-f md.), s. 166; Râzî, Tefsîr-i Kebîr, XIII, 142. 2695 Râzî, a.g.e., XIII, 142; Öztürk, a.g.e., s. 279. 2696 Esed, a.g.e., I, 449; Ayrıca bk. Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, VII, 259; Pazarbaşı, Kur’an ve Medeniyet, s. 232. 2697 Fısk, dinin koyduğu sınırlardan dışarı çıkmak demektir. Bk. İsfehânî, a.g.e. (f-s-k md.), s. 636. 2698 Özsoy, Sünnetullah, s. 174-175; Bk. Sebe 34/34-35. 2699 Sebe 34/34-35. 2700 Bk. Şûrâ 42/27. 2701 Bk. Zuhruf 43/23. 2702 Bk. Sebe 34/34; Öztürk, Kur’an’ın Temel Kavramları, s. 279. 2692 refahtan kaynaklanan azmadır. Bu yüzdendir ki Kur’an, toplumların ve medeniyetlerin yükseliş devirlerinde terefin değil gayret ve emeğin egemen olduğunu, çöküş devirlerinde ise terefin hâkim duruma geçtiğini söylemektedir. Bu dönemlerde mütrefler, kendilerine düşen görevleri savsaklamanın yanında, toplumu yönetme durumuna geçmekle de çöküşü hızlandırırlar. Ve böyle bir toplumun batması, Kur’an’a göre bir evrensel zorunluluk haline gelir. 2703 İsrâ suresi 16. ayet, adeta kural koyarcasına şöyle diyor: “Biz bir ülkeyi/medeniyeti (karye) yok etmek istediğimizde, onun servet ve mallarla azıp şımarmış kodamanlarına birtakım emirler yöneltiriz/onları o ülkenin yöneticisi yaparız da, onlar bizim emirlerimize karşı çıkıp kötülük işlerler. Böylece o ülkenin batması gerekli hale gelir. Biz de o ülkeyi yerle bir ederiz.” 2704 Burada mütreflerden kasıt, liderler ve uyulan önderler olup 2705 dolayısıyla bunlar, nüfuzları altındaki kimselerin davranışlarından da ahlaken sorumlu olan kimselerdir. 2706 Zamahşerî’nin belirttiğine göre bu ayetteki emir mecazidir. Çünkü hakikatte onlara fıskı emretmek, onlara fısk yapın demektir. Allah, onlara nimetini bol bol verdi. Onlar da bu yüzden şehvetlerine uyup, asi olup saptılar. Nimetlerin bol bol verilmesi fıska sebep olduğundan sanki bununla emrolunmuş gibi oldular. Allah, onları sağlıklı, hayrı ve şerri yapmaya güç yetirecek şekilde yarattığı gibi onlara şükretmeleri, orada hayır yapmaları, iyilikte ileri gitmeleri için nimetlerini verdi. Onlardan itaati isyana tercih etmelerini istedi. Onlar fıskı tercih edip günaha dalınca onlara azap sözü hak oldu ve böylece helak olup gittiler. 2707 Özsoy’un ayetteki Allah’ın iradesiyle ilgili şu değerlendirmeyi yapar: “Allah’ın tarih alanına ilişkin iradesi, tarih kanununu belirler. Kur’an’ın tarihle ilgili olarak kullandığı kavl ve kelime de söz konusu iradenin Allah tarafından sözlü ifadesini tasvir etmektedir. Kur’an’da yer yer bu kelimelerle anlatılan tarih yasası, burada ilahî irade olarak anlatılmıştır. Dolayısıyla ayette yer alan, “bir ülkeyi helak etmek istediğimizde” ifadesini “ülkelerin helak olmasıyla ilgili koyduğumuz yasa şudur” şeklinde anlamak gerekir.” 2708 Dolayısıyla ayet, sosyolojik bir yasayı belirtmektedir. Bu yasalar hep Allah’ın emriyle olduğundan Allah’ın emridir. Ama bunlardaki emir, zorlayıcı değildir. Kulların davranışları sonucunda doğacak eylemlerin, ilahî yasalar uyarınca düzenlenmesi ve vuku bulmasıdır. Çünkü iyi, kötü, hayır ve şer hep ilahî emir ve yasalar çerçevesinde olmaktadır. 2709 Kur’an, halkının ıslah edici olduğu ülkelerin yok olmayacağını da belirtmektedir. 2710 Kur’an, mütreflerin amel defterlerinin soldan verileceğinden ve onlara verilecek azaptan bahsetmektedir. “Defterleri soldan verilenler; ne yazık o solculara! İnsanın içine işleyen bir sıcaklık ve kaynar su içinde, serinliği ve hoşluğu olmayan kara bir dumanın gölgesinde bulunurlar. Çünkü onlar, 2703 Öztürk, a.g.e., s. 589. Sebe 34/34; Müfessirler emernâ mütrefîhâ (mütreflerine emrederiz) cümlesini birkaç şekilde tefsir etmişledir: 1. Emernâ teshir anlamındadır. Yani Allah onları kötülük yapmaya boyun eğdirir. 2. Allah, onlara itaati emreder. Fakat onlar, Allah’ın emrini dinlemez kötülük yapar, cezayı hak ederler. 3. Emernâ’yı emmernâ şeklinde okuyarak musallat eder manasını vermişlerdir. 4. Âmernâ şeklinde okuyarak çoğalttık anlamını vermişlerdir. İbn Kesîr, a.g.e., II, 371; Ateş, a.g.e., V, 206. 2705 Tabâtabâî, el-Mîzân fî Tefsîri’l-Kur’ân, XIII, 61; Esed, Kur’an Mesajı, II, 562. 2706 Esed, a.y.; Bk. Hûd 11/116-117. 2707 Zamahşerî, Keşşâf, II, 628-629. 2708 Özsoy, a.g.e., s. 173; Ayetteki emr kelimesiyle ilgili değerlendirme için bk. a.g.e., s. 174. 2709 Ateş, a.g.e., V, 207. 2710 Bk. Hûd 11/117; Kasas 28/59. 2704 bundan önce, servet ve refahla şımaranlardı. Büyük günah işlemekte direnir dururlardı.” 2711 İnsanların bir kısmı açlık ve susuzluktan kıvranırken, yiyecek ve içeceğin bin türlüsünü tadan, yoksul ve zavallılar terlerken, serin gölgelerde eğlenerek vakit öldüren azgın, şımarık zenginlere hazırlanan ilâhî ceza tam anlamıyla adildir. 2712 Sonuç olarak Kur’an’da mütrefler günah, fısk, fesat, zulüm, inkâr ve atalarının yanlış inançlarını taklitle anılmışlardır. Bunlar verilen nimetle şımaran ve dünya hayatını gaye edinen kimselerdir. Kur’an, bunların hâkim olup da zulüm, kötülük, haksızlık yaptıkları toplumların bu zulme boyun eğdiklerinde hep beraber yok olacaklarından bahsetmektedir. d. Din Adamları Kur’an, İslamiyet için din adamları diye bir sınıfa yer vermeyip özellikle ehli kitabın din adamlarından bahseder ve onların din adamları sınıfından bahsederken de ruhbân, ahbâr, rabbâniyyûn ve kıssîs terimlerini kullanır. Korkma, titreyip ürperme anlamındaki r-h-b kökünden türeyen rahbâniyyet, ileri derecedeki korku dolayısıyla ibadet hayatında aşırılığa sapma demektir. Bu yolu tutan 2713 ve manastırda ibadet eden Hıristiyan din âlimlerine râhib (ç.ruhbân) denir. 2714 Güzel sonuç ve etki anlamındaki h-b-r kökünden türeyen hibr (ç. ahbâr), bilgin demektir. Çünkü bilgilerinden ve uyulacak güzel eylemlerinin ardından insanların kalpleri üstünde etkiler ve izler bulunur. 2715 Fakat örfte ahbâr, Yahudi hahamlarına, ruhbân da Hıristiyan papazlarına denmiştir. 2716 Rabbânî/ribbî sözcükleri, eğitimci anlamındaki rabbân veya tanrı anlamındaki rab kelimelerinden türemişlerdir. Süryaniceden alındıkları da belirtilir. 2717 Kendini rabbine adamış kimse, Allah adamı anlamındadır. 2718 Kıssîs, kass (keşiş), Hıristiyan önderlerinden bilgin ve ibadet eden kişi demektir. 2719 Ruhbâniyet, rahiplik yolunu seçenlerin ortaya koydukları hayat şeklinin adıdır. 2720 Ruhbâniyet, çoğunlukla bu dünya hayatında hiçbir değerin bulunmadığını öne sürmeye kadar varan, ruhbanca bir hayat anlayışı ile aşırı bir zühdü birleştirir. 2721 Ruhbanlık her şeyden el etek çekmek, pratik hayatı her şeyiyle terk edip manastırlara sığınmaktır. Bu durumda insan dünya gerçekleri içinde 2711 Vâkı‘a 56/41-46; Ayrıca bk. Enbiyâ 21/13-15; Mü’minûn 23/64. Halil, Sosyal Adalet, s. 43-44. 2713 İsfehânî, el-Müfredât (r-h-b md.), s. 366; Akyüz, Kur’an’da Siyasi Kavramlar, s. 432. 2714 İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab (r-h-b md.), Mısır, I, 421; Curcânî, Ta‘rîfât-u Seyyid-i Şerîf, s. 73. 2715 İsfehânî a.g.e. (h-b-r md.), s. 215. 2716 Bk. Yazır, Hak Dîni, IV, 214; İlgili dipnot. 2717 İsfehânî a.g.e. (r-b-b md.), s. 336-337. 2718 Akyüz, a.g.e., s. 432; Zamahşerî rabbâniyyûn ve ahbâr’ı Hz. Harun evlatlarından peygamberlerin yolunu takip eden zahit ve âlimler şeklinde açıklamıştır. Bk. Zamahşerî, Keşşâf, I, 624. 2719 İsfehânî a.g.e. (k-s-s md.), s. 670; Zamahşerî, Mahmud b. Ömer, Esâsu’l-Belâğe (k-s-s md.), Beyrut, 1965/1385, s. 506; Akyüz, a.g.e., s. 433. 2720 Öztürk, a.g.e., s. 427; Rahbâniyet terimi Türkçemize ruhbaniyet şeklinde geçmiştir. 2721 Akyüz, a.g.e., s. 433. 2712 olumlu faaliyet imkânını yitirir ve yeryüzünü imar rolünü ifa edemez. 2722 İslam, orta bir toplumu yani aşırılıklar karşısında adil bir denge gözeten ve hem zevk ve sefahati hem de aşırı bir zühdü reddederek insanın tabiatını ve imkânlarını değerlendirmede gerçekçi ve makul davranan bir toplumu önermesi dolayısıyla ruhbanlığı tasvip etmez. 2723 Başlangıçta Allah korkusu ve din adamlığını ifade eden bu kelime sonraki zamanlarda manastıra kapanmayı, dünyaya ve insanlara sırt dönmeyi, evlenmemeyi, hatta iğdiş edilmeyi ifade eden bir anlam kazanmış ve bu gelişmede Hıristiyanlara yapılan baskılar büyük rol oynamıştır. 2724 Despot yöneticilerin zulüm ve baskılarından kurtularak dinlerini yaşamak isteyen ve bir zorunluluk eseri dağlara kaçan, izbelere çekilen rahiplerin bu davranışları, sonraki zamanlarda Hıristiyanlığın esaslarından biri gibi telakki edilmeye başlandı. Oysaki Allah’ın dininde hayattan ve toplumdan sürekli kaçış yoktur. Yani halvet ve uzlet (yalnızlık ve inziva) değil, celvet (hayatın ve insanların içinde olmak) esastır. İslam’da ruhsal yükselme, hayatın içinde ve insanlarla kucak kucağa gerçekleştirilecektir. 2725 Bunun aksi bir yola gidiş ifade eden ruhbanlığı Hz. Peygamber’in gelişine kadar ki sınırlı bir dönem için Allah onlardan kabul etmişse de son din olan İslam buna olumlu bakmamıştır. 2726 Kur’an, ruhbanlığı Hıristiyan din büyüklerinin Allah’ın rızasına varmak için sonradan kurallaştırdıklarını Allah’ın bunu emretmediğini belirtir: “Bir bidat olarak ortaya çıkardıkları ruhbaniyeti, onlar üzerine biz yazmamıştık. Allah’ın rızasını kazanmak için ortaya çıkardılar. Ama ona gerektiği şekilde riayet etmediler. Onların, iman edenlerine ödüllerini verdik. Onlardan çoğu yoldan çıkmış olanlardır.” 2727 Hz. Peygamber şöyle buyuruyor: “Ben ruhbaniyetle emrolunmadım. Ben, kadınlarla evlenirim. Uyuduğum gibi uyanık da dururum. Oruç tuttuğum gibi oruçsuz günler de geçiririm. Kim benim sünnetimden yüz çevirirse o benden değildir.” 2728 Kur’an, Yahudi ve Hıristiyan din adamlarının hem olumlu hem de olumsuz yönlerinden bahseder. Bunların olumlu yanları, Allah’ın kitabını gözetip korumaları ve korudukları bu kısımla hüküm vermeleri 2729 ve özellikle Hıristiyan din adamlarının içinde gözyaşı dökebilen, mütevazı, büyüklenmeyip Hz. Peygamber’e indirilen doğruyu kabulden çekinmeyen kişilerin bulunmasıdır. 2730 Kur’an, onların hepsinin eşit olmadığını belirterek bir kısmını şöyle över: “Kitap ehlinin hepsi bir değildir: Onlardan geceleri secdeye kapanarak Allah’ın ayetlerini okuyup duranlar vardır; bunlar Allah’a ve ahiret gününe inanır, kötülükten meneder, iyiliklere koşarlar. İşte onlar iyilerdendir.” 2731 2722 Kutub, Muhammed, Çağdaş Fikir Akımları 1 Demokrasi, Trc. Beşir Eryarsoy, İşaret Y., İstanbul, 1993, s. 96-97. 2723 Esed, Kur’an Mesajı, I, 40. 2724 Bk. İbn Manzûr, a.g.e., I, 421-422; Öztürk, a.g.e., s. 427; Kesler, M. Fatih, Kur’an-ı Kerim’de Yahudiler ve Hıristiyanlar (Kur’an-ı Kerim’de Ehl-i Kitab), TDV Y., Ankara, 1995, s. 234-237. 2725 Öztürk, a.g.e., s. 427; Geniş bilgi için bk. Kutub, Çağdaş Fikir Akımları, s. 90-98. 2726 Kutub, a.g.e., s. 97. 2727 Hadid 57/27. 2728 Müslim, Nikâh, 1, no: 1401(II, 1020); Dârimî, Ebû Muhammed Abdullâh Abdurrahmân, Sünen, III, Çağrı Y., İstanbul, 1992/1413, Nikâh, 3, no: 2175 (II, 456). 2729 Bk. Bakara 2/174-175; Mâide 5/44. 2730 Bk. Mâide 5/82-85. 2731 Âli İmrân 3/113-114. Kurtûbî, bu ayetin iniş sebebinin şu olay olduğunu anlatır: Meşhur Yahudi âlimlerinden Abdullah b. Selam, müslüman olunca bazı Yahudiler, Muhammed’e ancak bizim şerirlerimiz ve kötülerimiz iman etti. Şayet onlar hayırlılarımızdan olsalardı, atalarımızın dinini bırakmazlardı, demişlerdir. 2732 Yahudi ve Hıristiyan din adamlarının olumsuz yanları ise özellikle Yahudi din adamlarının Allah’ın ayetlerini az bir para karşılığında satmaları (değiştirmeleri ve yanlış yorumlamaları), hakkı batılla karıştırıp bile bile hakkı gizlemeleri, insanlara iyiliği emredip kendilerinin yapmamalarıdır. 2733 Aynı şekilde her iki dinin din adamlarının insanların mallarını haksız yere çeşitli düzenbazlıklarla yiyerek insanları Allah yolundan alıkoymalarıdır. 2734 Bu konu Kur’an’da şöyle belirtilir: “Ey inananlar! Hahamlar ve rahiplerin çoğu, insanların mallarını haksızlıkla yerler. Allah yolundan alıkoyarlar. Altın ve gümüşü biriktirip Allah yolunda sarf etmeyenlere can yakıcı bir azabı müjdele. O gün cehennem ateşinde bunların üzeri kızdırılıp bunlarla onların alınları, yanları ve sırtları dağlanır. İşte egolarınız için yığdıklarınız. Hadi tadın biriktirmiş olduklarınızı! (denir)” 2735 Yahudi hahamlarından ve Hıristiyan papazların-dan birçoğu, verdikleri hükümler karşılığında rüşvet alırlar, işlerini idare ettikleri insanlardan az bir şey almak için Allah’ın kitabını tahrif ederlerdi. Böylece insanların mallarını haksız yere yemiş olurlardı. 2736 Aynı şekilde dinî ve medenî yetki sahipleri, ırkları ve dinleri kendilerinden farklı olanların mallarını hıyanet, çalma vb yolarla zorla ele geçirirlerdi. Ve halkın İslam dinine girmelerine engel olurlardı. 2737 Bilhassa din adına konuşmanın belli bir zümrenin elinde bulunduğu cemiyetlerde “din adamları zümresi” cemiyete tesir eden önemli bir gruptur ve bu zümre, din adına konuşma imtiyazlarını cemiyeti sömürmek için kullanırlar. 2738 Hıristiyan din adamları, ruhî, aklî ve fikrî (düşünce üzerinde baskı kurma ve taklide zorlama), malî (vergi, endüljans vs. yollarla halkı sömürme), siyasi ve ilmî (bilime karşı savaş) alanlarda tuğyana gitmişler, hadlerini aşmışlardır. 2739 Kur’an, Yahudi ve Hıristiyanların hahamlarını ve rahiplerini rabler edindiğini belirtiyor: “Onlar Allah’ı bırakıp hahamlarını, papazlarını ve Meryem oğlu Mesih’i rableri olarak kabul ettiler. Oysa tek olan Allah’tan başkasına kulluk etmemekle emrolunmuşlardı.” 2740 Hz. peygamber bir hadisinde Yahudi ve Hıristiyanların hahamlarını ve rahiplerini rab edinmelerini şöyle izah etmiştir: “Onlar gerçekten hahamlarını ve papazlarını rab edinmiyorlardı. Fakat onlar, onlara bir şeyi helal kıldıklarında helal kabul ediyorlar, haram kıldıklarında da haram kabul ediyorlardı.” 2741 Papazlar Allah’ın mesajını çarpıttıkları, insanların mallarını haksızca yedikleri halde, Hıristiyanlar onları 2732 Kurtubî, el-Câmi‘u li Ahkâmi’l-Kur’ân, IV, 175. Bk. Bakara 2/41-44. 2734 Bk. Öztürk, Kur’an’ın Temel Kavramları, s. 425; Akyüz, a.g.e., s. 434-437. 2735 Tevbe 9/34-35; Ayrıca bk. Âli İmrân 3/75; Mâide 5/62-63. 2736 Taberî, Taberî Tefsiri, IV, 286; Rızâ, Tefsîru’l-Menâr, III, 395. 2737 Rızâ, a.g.e., III, 398; Ayetteki kenz (mal biriktirme) den kastın ne olduğu ile ilgili yorumlar için bk. Taberî, a.y.; Rızâ, a.g.e., III, 401. 2738 Cebeci, “Kur’an Sosyolojisi”, s. 28. 2739 Geniş bilgi için bk. Kutub, Çağdaş Fikir Akımları, s. 45-83; Endüljans, Kilise’nin belli bir dönem halkın günahlarını bağışlama karşılığı sattığı belgeler. Bk. a.g.e. s. 98-104. 2740 Tevbe 9/31. 2741 Tirmizî, Tefsîr, 9, no: 3095 (V, 278); Bk. Yazır, Hak Dîni, IV, 214-215. 2733 sorgulayacakları yerde, onların dediklerine Allah’ın emri gibi uydular. Kilise, bütün tarihi boyunca kendini sorgulamaz bir konumda tutmuş ve bütün dinî alanın tek belirleyicisi olmuştur. 2742 Günümüzde kullanılan din adamları tabiri İslâmî bir kavram değildir. Zira her Müslüman bu dinin bir adamı olmakla beraber, İslam’da dini temsil eden bir zümre yoktur. 2743 Dolayısıyla İslam’ın bir ruhbân sınıfı ve din adamları diye bir sınıfı yoktur, salih kimseler ve din âlimleri vardır. Bu âlimler, İslam toplumunda kurumlaşmış bir temel üzerinde değil bir gereğin sonucu ortaya çıkan uzmanlaşmış bilginlerdir. Bunların güzel örneklik ve bilgilerine başvurulmasının ötesinde herhangi bir özellikleri ve otoriteleri yoktur. Bunlar, Allah tarafından indirilen dinin yapısı gereği kutsallaştırılamazlar. Çünkü hak din kutsallığı yalnız Allah için kabul eder. 2744 İster bir kilise veya bir “din adamları” kitlesi, isterse ilahiyatçılar veya “hukukçular, fakihler” olsun, hiçbir kısmî topluluk, Allah’ın hükümranlığının bu dünyadaki temsilcisi (jandarması) olduğunu veya kendisine keyfince yönetme ve yasaklar koyma hakkı verecek, mutlak hakikatın sahibi olduğunu iddia edemez. Her Müslüman Allah karşısında, aracısız olarak bizzat kendisi sorumludur. 2745 Kur’an’da müslümanlar için bir din adamı sınıfından bahsedilmemekle birlikte iki ayette ilimde derinleşenlerden bahsedilmektedir. “Sana Kitabı indiren O’dur. Onda muhkem (Kitabın temeli olan kesin anlamlı) ayetler vardır, diğerleri de müteşâbih (çeşitli anlamlı, yoruma açık)dırlar. Kalplerinde eğrilik olan kimseler, fitne çıkarmak, kendilerine göre yorumlamak için onların çeşitli anlamlı olanlarına uyarlar. Oysa onların yorumunu ancak Allah bilir. İlimde derinleşmiş olanlar: ‘Ona inandık, hepsi Rabbimizin katındandır’ derler. Bunu ancak akıl sahipleri düşünebilirler.” 2746 Arapçada rusûh, tam bir şekilde sağlam olmak, sebat etmek, 2747 bir şeyin iyice içinde olmak 2748 demektir. er-Râsihûne fi’l-‘ilm ise şüphe duymayacak şekilde ilimde uzmanlaşan, derinleşen, 2749 sebat eden, azı dişiyle yapışır gibi sağlamca ilme yapışan, 2750 ilmiyle amel eden 2751 ve kesin deliller ile Allah’ın zat ve sıfatlarını; Kur’an’ın Allah’ın kelâmı olduğunu bilen kimsedir. 2752 Ayette ilimde râsih olanlar kalplerinde eğrilik bulunanların mukabili olarak gelmiştir. “Ona inandık, hepsi Rabbimizin katındandır” demeleri bir anlamda onların tarifini vermektedir. Onların Allah ve ayetleri hakkında hiçbir şüphenin yer almadığı bilgileri vardır. 2753 İlimde derinliği bulunanlar eğilmez, 2742 Özsoy-Güler, Konularına Göre Kur’an, s. 380; Ayrıca bk. Kutub, Çağdaş Fikir Akımları, s. 69. Eren, Kur’an ve Toplum, s. 92. 2744 Bk. Şeriati, İslam Sosyolojisi, s. 119; Kutub, a.g.e., s. 39-40. 2745 Garaudy, İslam ve İnsanlığın Geleceği, s. 129. 2746 Âli İmrân 3/7; Muhkem ve müteşâbih hakkında bilgi için bk. Döndüren, Hamdi, İnsanlığı Son Çağrı Kur’an-ı Kerîm Meal-Tefsir-Ansiklopedik İndeks, İstanbul, 2003, I, 108. 2747 İsfehânî, el-Müfredât (r-s-h md.), s. 352; Tabâtabâî, el-Mîzân fî Tefsîri’l-Kur’ân, s. III, 33. 2748 Râzî, Tefsîr-i Kebîr, VI, 162. 2749 İsfehânî, a.g.e. s. 352; İsfehânî, ilimde derinleşenlerin vasıflarının Hucurât 49/15 ayetinde belirtildiğini söyler. Bk. a.y. 2750 Zamahşerî, Keşşâf, I, 333; Nesefî, Tefsîru’n-Nesefî, I, 237. 2751 es-Süleymî, ed-Dimeşkî, eş-Şâfi‘î, İzzuddîn Abdulaziz b. Abdusselâm, Tefsîru’l-Kur’ân li İhtisâri’n-Nüket-i li’l-Mâverdî, Tah. Abdullâh b. İbrâhîm b. Abdullâh el-Vüheynî, 1. Bsk., Dâru’bn-u Hazm, Beyrut, 1996/1416, I, 252. 2752 Râzî, a.g.e., VI, 162. 2753 Tabâtabâî, a.g.e., s. III, 33. 2743 eğrilikten hoşlanmaz, ilim yolunda kuvvetli olup bildiğini bilmediğini seçebilirler. 2754 İlimde derinleşenlerden bahseden diğer ayette bu özellik, Yahudilerin iman eden din adamlarının bir niteliği olarak sunulmuştur: “Fakat onlardan ilimde derinleşmiş olanlar ve iman edenler, sana indirilene ve senden önce indirilenlere iman ederler. Onlar, namazı kılan, zekâtı veren, Allah’a ve ahiret gününe iman edenlerdir. İşte onlara büyük bir mükâfat vereceğiz.” 2755 Burada ehl-i kitaptan ilimde derinleşmiş ihtisas sahibi bulunan ve gerçekten iman etmiş olan Abdullah b. Selam ve arkadaşlarından bahsedilmektedir. 2756 İlimde rusûh sahibi olanlar, ilimde sebat eden, kesinkes inanan basiret sahibi kimselerdir. 2757 Böylece her iki ayette de ilimde derinleşenlerden bahsederken onların iman etmelerinden de bahsedilmiş ve iman onların bir niteliği olarak sunulmuştur. Hz. Peygamber şöyle buyurur: “Âlimler, peygamberlerin varisleridir. Peygamberler ne dinar ne dirhem miras bırakmaktadırlar, ancak ilim miras bıraktılar. Şu halde o ilmi alan büyük bir pay almış demektir.” 2758 Âlimler, çağının insanlarına karşı sorumludurlar. Onlar, toplumlarını değiştiren, geliştiren, çekip-çeviren, önderlik yapan peygamberlerin sorumluluğunu taşımaktadırlar. Âlimlerin, peygamberlerin mirasçıları olmalarının anlamı da burada ortaya çıkmaktadır. Âlimler çağının dilinden anlayacaklar, toplumlarındaki aksaklıkları tespit edecekler, uyaracaklar, toplumsal olaylardaki sebep-sonuç bağlantısını kurarak, toplumun iç ve dış hastalıklarını doğuran temel etkenleri ortaya çıkaracaklardır. Toplumun içine kadar işleyen, fakat görülmeyen toplumsal çelişkileri toplumun bilinç düzeyine çıkaracak, böylece toplumsal çöküntüyü önleyecek çözümler üretecekler ve toplumlarının geleceğini şekillendireceklerdir. 2759 Düzeltmek, ıslah etmek, onarmak insanın özelliklerinden biridir. Tarihe çoğunlukla tüketici ve kirleticiler egemen oldular. Ancak çoğu zaman yenilseler de tarihe ıslah ediciler yön vermişlerdir. Günümüzde kirlenme ve fesat o kadar yoğun ve baskındır ki, kirlenen denizi kovalarla temizlemeye uğraşan ıslah edicilerin varlıklarından haberdar olmak mümkün olmamaktadır. Bu nedenle ilk önce kirliliği kaynağından kurutmak; sahte bilginin yerine gerçek bilgiyi koyarak insanın kafasını temizlemek gerekir. 2760 Çünkü “hakikat batılın üstüne atılınca batılın beyni parçalanır ve böylece batıl ortadan kalkar.” 2761 Âlimlerin sorumluluğunu anlatan bir ayet şöyledir: “Onların birçoğunun günahta, düşmanlıkta, haram yemede yarıştıklarını görürsün. Yaptıkları ne kötüdür! Rabbanîlerin ve hahamların (bilginlerin) onlara günah söz söylemeyi ve haram yemeyi yasak etmeleri gerekmez miydi? Yapmakta oldukları ne kötüdür!” 2762 Ayette din ve ilim adamlarının bu yanlış davranışlara karşı tutumlarının, onları önlemek ve toplumu korumak olması gerektiğine dikkat çekilmektedir. 2754 Yazır, Hak Dîni, II, 279. Nisâ 4/162. 2756 Zamahşerî, a.g.e., I, 577; Râzî, a.g.e., VIII, 412; Nesefî, a.g.e., I, 415; İbn Kesîr, Muhtasar-u Tefsîr-i İbn Kesîr, I, 464; Yazır, a.g.e., III, 58. 2757 Zamahşerî, a.g.e., I, 577; İbn Kesîr, bunu dinde derinleşen diye yorumlamıştır. Bk. İbn Kesîr, a.y. 2758 Buhari, İlim, 10; Tirmizî, İlim, 19, no: 2682 (V, 48-49); Ebû Dâvûd, İlim, 1, no: 3641 (IV, 57-58); İbn Mâce, Mukaddime, 17, no: 23 (I, 81). 2759 Pazarbaşı, Kur’an ve Medeniyet, s. 140. 2760 Bk. Soyalan, Kur’an ve İnsan (İnsanın Kimliğine Dair Bir sorgulama), s. 49-52. 2761 Enbiyâ 21/18. 2755 İnsanları helakten kurtarmanın yolu, Kur’an’ın belirttiği gibi onlara Kur’an’la vaaz etmekten geçer. 2763 Kur’an, Allah adına yalan fetva vermekten de sakındırır: “Dillerinizin yalan yere nitelendirmesinden ötürü ‘şu helaldir, şu haramdır’, demeyin, sonra Allah’a karşı yalan uydurmuş olursunuz. Allah’a karşı yalan uyduranlar ise iflah olmazlar.” 2764 Demek ki din adamları ve halk, din adına gelişigüzel fetva vermemelidirler. Bu, bir bakıma insanların kalbine akacak Kur’an’ın nurunu engellemek, kalplerini kirletmek ve insanların dine tepki göstermesine sebep olmak ve insanların gönlündeki dinî duygunun gelişmesini engellemektir. 2765 Kur’an, din adamlarını ve âlimleri bozulmaya karşı uyarmak için kendisine ilim verildiği halde hevasına uyup yoldan çıkan bir kişinin misalini anlatır: “Onlara, şeytanın peşine taktığı ve kendisine verdiğimiz ayetlerden sıyrılarak azgınlıklardan olan kişinin olayını anlat. Dileseydik, onu ayetlerimizle üstün kılardık; fakat o, dünyaya meyletti ve hevesine uydu. Durumu, üstüne varsan da, kendi haline bıraksan da, dilini sarkıtıp soluyan köpeğin durumu gibidir. İşte ayetlerimizi yalan sayan kimselerin hali böyledir. Sen onlara bu kıssayı anlat, belki üzerinde düşünürler.” 2766 Bu kıssada bahsedilen kişinin kimliği hakkında tefsirlerde çeşitli yorumlar yapılmış olup ağırlıklı görüş, Hz. Mûsâ zamanında İsrail oğullarının âlimlerinden Bel‘âm İbn-i Baurâ adında birisi olduğudur. 2767 Allah böyle bir kimseyi hırs ve şehvette tıpkı bir köpeğe benzetmiştir. Zira köpek bu tip karakteriyle meşhurdur. Dışarıya sarkan dili ve akan salyası, onun doymak bilmeyen oburluğunu gösterir. 2768 Allah, bu kıssayı insanları böyle bir hale düşmekten sakındırmak için zikretmiştir. Bir âlim, ilmi vasıtasıyla dünya malı elde etmeye yönelirse, bu, insanlara çeşitli ilimlerini bildirmek ve kendisinin faziletleriyle şanını şöhretini ortaya koymak için olmuş olur. Hiç şüphesiz bu kimse, o sözleri anlatıp ifade ederken ve dünyalık elde etmeye karşı olan kalbindeki aşırı susuzluğu ile hırsının hararetinden ötürü, dilini çıkarır (sarkıtır). Böylece de bu kimsenin durumu, bir ihtiyaç ve zaruret olmadığı halde, sırf adi huyundan ötürü, dilini hep sarkıtan bir köpeğin haline benzer. 2769 Allah’ın dininin bilgisi kendilerine bağışlandığı halde bu bilgiler doğrultusunda hareket etmeyenler çoktur. Onlar, bu bilgilerini kendi hevâ ve hevesleri ve dünya hayatının nimetlerine sahip olduklarını zannettikleri efendilerinin arzu ve istekleri doğrultusunda kullanırlar. 2770 Hidayetin ve manevi gücün kaynağı olması beklenen din adamlarının bozulması, bir toplumun bozulmasındaki son adımdır. Bozulmanın takip ettiği tabiî yol, hakikatin ya zenginlerin ya da genel olarak toplumun huysuz arzuları (hevaları) ile uzlaştırılmasıdır. Her iki durumda da din adamları önce baskı altında kalır ve taviz verirler. İşte her şey bu tavizle başlayarak sonunda 2762 Mâide 5/62-63. Bk. En‘âm 6/70. 2764 Nahl 16/116. 2765 Bk. Bayraklı, Kur’an’da Değişim, Gelişme ve Kalite Kavramları, s. 102, 172. 2766 A‘râf 7/175-176; Kur’an, başka bir ayette ilmiyle amel etmeyenleri kitap yüklü merkebe benzetir. Bk. Cuma 62/5; Nesefî, Tefsîru’n-Nesefî, III, 480. 2767 Bk. Zamahşerî, a.g.e., II, 171; Râzî, Tefsîr-i Kebîr, XI,146-148; İbn Kesîr, a.g.e., II, 65-66. 2768 Mevdûdî, Tefhîmu’l-Kur’ân, II, 118. 2769 Râzî, Tefsîr-i Kebîr, XI, 149, 151. 2770 Kutub, Fî Zılâli’l-Kur’ân, IV, 461. 2763 bilinçleri zayıflar, şuurları kararmaya başlar; ya para veya şöhret, ya da her ikisini de elde edebilmek için uzlaşmaya giderler. Kendilerini gözden düşüreceği için din adamlarının kötü yolda olan toplumlarına, artık nasihat bile veremezler. 2771 Böylece toplumda kötülükler ve cehalet çoğalınca, bunlara ters düşecek herhangi bir fikre tahammül edemez hale gelirler. Kutsal kitabın istekleri ile kendilerinin istekleri çatışınca çıkış yolu olarak kendilerini değiştirmeleri gerekirken Allah’ın kitabını değiştirmeye, 2772 toplumun nazarında bir makam ve maddi bir kazanç elde etmek için toplumun istekleri doğrultusunda ayetleri yanlış yorumlamaya kalkarlar. Bugün bu durum bazı müslüman din âlimlerinde görüldüğü gibi Hıristiyan kilisesinde ve din adamlarında yoğun olarak görülmektedir. Bunlar, öğretileriyle toplumu değiştiremeyeceklerini anlayınca hiç değilse onların kendi dinlerinde kalmalarını sağlamak için birçok buyruğu yumuşatırlar veya tamamen devre dışı bırakıp gün yüzüne çıkarmazlar. Kur’an sık sık Yahudi din adamlarını ve ara sıra Hıristiyan din adamlarını tefessüh etmekle suçlamaktadır. Yahudi fukahâ ve hahamlarına en çok yapılan eleştiri “Allah’ın kelimelerini çok ucuza satmaktır.” 2773 “Sonra onların ardından bir nesil geldi ki Kitaba varis oldular ve şu adi (dünya)menfaatini seçtiler: ‘Biz nasıl olsa bağışlanırız’ diyorlardı. Kendilerine ona benzer bir menfaat daha gelse onu da alırlar. Peki, Allah hakkında hakikatten başka bir şey söylememeleri hususunda kendilerinden Kitap sözü alınmamış mıydı? Ve onun içindekini okuyup öğrenmediler mi?” 2774 Kilise, dinin kul ile Allah arasında, yeri sadece kalp olan bir ilişkiden ibaret bulunduğunu ve yeryüzündeki olaylarla alakası olmadığını yanlış olarak insanların akıllarına yerleştirdi. Böylece daha sonra gelecek olan din karşıtlarına dinin hayattaki etkilerini toptan silip kaldırma imkânlarını hazırlamış oldu. 2775 Sonuç olarak İslam’ın bir ruhbân sınıfı ve din adamları diye bir sınıfı yoktur, salih kimseler ve din âlimleri vardır. Bunlar, Allah tarafından indirilen dinin yapısı gereği kutsallaştırılamazlar. Çünkü hak din kutsallığı yalnız Allah için kabul eder. Kur’an, Yahudi ve Hıristiyanların hahamlarını ve rahiplerini sorgulamaksızın Allah’ın emirlerine zıt olarak verdikleri fetvaları kabul ettikleri ve böylece onları kutsallaştırdıkları için rab edinmiş olduklarını belirtiyor. Kur’an, İslamiyet için din adamları diye bir sınıfa yer vermeyip özellikle ehli kitabın din adamlarından bahseder. Kur’an, Yahudi ve Hıristiyan din adamlarının olumlu yönlerinden ziyade olumsuz yönlerinden bahsederek aynı yanlışlara düşmemeleri için Müslüman din âlimlerini uyarır. İslam, orta bir toplumu ve orta yolu önermesi dolayısıyla ruhban-lığı tavsiye etmez. Âlimler, çağının insanlarına karşı sorumludurlar. Onlar, toplumlarını değiştiren, geliştiren, onları çekip-çeviren, önderlik yapan peygamberlerin sorumluluğunu taşımaları bakımından peygamberlerin mirasçılarıdırlar. 3. Başka Toplumlarla İlişkiler 2771 Fazlurrahman, Ana Konularıyla Kur’an, s. 120. Bayraklı, a.g.e., s. 172. 2773 Bk. Bakara 2/41, 79, 174; Âli İmrân 3/77, 187; Nahl 16/95. 2774 A‘râf 7/169. 2772 İslam’da inananlarla inanmayanların gerek ayrı toplumlar olarak gerekse aynı toplum içinde bir arada yaşamaları için gerekli düzenlemeler yapılmıştır. Kur’an’a göre Müslümanların birbiriyle ilişkileri İslam toplumunun fertleri arasındaki dini kardeşliğe dayanır. 2776 Müslümanların başkalarıyla ilişkilerine gelince İslam’ın bu konudaki esası, o anki durumlarının gereğini ve değişen şartları gözetmektir. İslam, tebaasındakilerin din hürriyetini sağlar, herkesi istediği gibi dinini yaşamada serbest bırakır. Fakat bu durumda düşmanlarının İslam dinine dil uzatmalarına, başkalarının İslam’a girmelerine engel olmalarına izin vermez. Düşmanların tarafsız bir şekilde kendi sınırlarında durmaları gerekir. İslam bu durumda kendi devleti gölgesinde eman hayatını gözeterek her türlü barışseverliğe barış elini uzatarak hoşgörü gösterir. İslam, bu sözleşmelilerle sözleşme şartlarına göre ilişkisini düzenler, her devletin İslam devletine karşı durumuna göre de başka devletlerle ilişkilerini belirler. 2777 İslamiyet evrensel vasfıyla hiçbir ırk, dil, cins, toplum ve zümre ayırımı yapmaksızın bütün insanları ilahi vahyin muhatabı ve aynı insanlık ailesinin üyeleri sayar. İnsanlara aynı anne babadan geldiklerini bildirerek aralarındaki bazı farkların düşmanlık sebebi değil karşılıklı iyi ilişkilere bir vesile olarak görülmesini telkin eder; aralarındaki tek üstünlük ölçüsünün, yeryüzünde üstlenilen beşeri sorumluluğu en iyi şekilde yerine getirmekten (takva) ibaret olduğunu belirtir. 2778 İnsanların farklı ırklardan gelmeleri ve ayrı toplumlar oluşturmaları, kendilerine verilen nimetler hususunda bir imtihan, insanlığın ortak ideal ve hedefleri için bir yarışma ve iş birliği vesilesi olarak görülmüştür. 2779 Böylece devletler hukukunun en önemli dayanağı olan milletlerarası topluluk fikri ilk defa Kur’an’da ifadesini bulmuş ve Hz. Peygamber devrinden başlayarak toplumlararası ilişkiler hukuki esaslara dayandırılmıştır. 2780 a. Barışın Esas Olması Barış kelimesi, toplum içinde gerek bireysel gerekse toplumsal ilişkilerdeki düzen ve dengeyi sağlayacak kaide kurallar bütününü ifade eden bir kavramdır. Kur’an ve hadislerde barış kavramı dar ve geniş anlamda kullanılır. Dar anlamıyla barış, savaşsızlık halidir. Geniş anlamıyla barış ise, uyum, karşılıklı anlayış ve hoşgörü ile oluşturulan ortam anlamını ifade eder. Bu anlayışa göre insanlar kendi aralarında ve aynı zamanda tabiatla büyük bir uyum içinde yaşamalıdırlar. Bu açıdan barış, yalnızca saldırmamak veya şiddet kullanmamak anlamında ele alınmaz, aynı zamanda korku duymamak olarak da görülür. 2781 2775 Kutub, Çağdaş Fikir Akımları, s. 70. Bk. Hucurât 49/10. 2777 Hadîdî, Menhecü’l-Kur’ân ve’s-Sünne fi’l-‘Alâkâti’l-İnsâniyye, s. 202-203. Ayrıca bk. Sıddıkî, Mazharuddîn, İslam Dünyasında Modernist Düşünce, Trc. Murat Fırat-Göksel Korkmaz, Dergah Y., İstanbul, 1990 , s. 111-113; 2778 Bk. Hucurât 49/13. 2779 Bk. Mâide 5/48. 2780 TDVİA (Gayri Müslim md.), XIII, 419. 2781 Çelik, Ali, “İslam’ın İnsanlığa Sunduğu Evrensel mesaj: Sevgi ve Barış”, Diyanet Aylık Dergi, Ocak 2002, S. 133, s. 10-11. 2776 Kur’an’da genel anlamda barışı ifade etmek üzere silm ve sulh kelimeleri kullanılmıştır. 2782 Sadece müslümanlar arasındaki kaynaşmayı, kalplerinin birleşmesini ifade etmek üzere de ülfet kelimesi kullanılmıştır ve bunu müslümanların kalbine Allah’ın yerleştirdiği belirtilmiştir. 2783 Kur’an’da genellikle bir ülke veya beldedeki huzursuzluk ve kargaşa ortamı ifsad, barış ve güvenlik ortamı da ıslah mastarından kelimelerle ifade edilerek ifsadın kötülüğü, ıslahın da faydası ve gerekliliği vurgulanır. Pek çok ayette iyi işler için yaygın olarak -barış anlamındaki sulh ile aynı kökten- sâlih ve sâlihât, iyi müslümanlar için sâlihîn ve sâlihûn kelimeleri kullanılarak iyilikle barış, iyi müslüman olmakla barışçı olmak arasındaki ilişkiye işaret edilmiştir. 2784 Aynı zamanda İslâm kelimesi de barış anlamında ki silm ile aynı kökten gelerek barışı ifade etmektedir. Savaş, insan münasebetlerini maddî kuvvete dayandırması dolayısıyla prensip olarak ahlaka aykırı bir harekettir. 2785 Bu münasebetle Kur’an, barışı esas alıp zorunlu ve gerekli olmadıkça savaşı onaylamaz. Kur’an’ın savaş ve cihat hükümleri geniş manası ile insanlar arasında barış ve güvenliği sağlamak hedefine yöneliktir. 2786 Kur’an-ı Kerim yeryüzünde insanî bağları kuvvetlendirmeye, toplumları insanî gayelerle birbirine yaklaştırmaya, karşılıklı ilişkileri faydalı hususlarda iş birliğine dayandırmaya büyük önem vermiştir. İslamiyet, gerek özel gerekse milletlerarası ilişkilerde müslümanlara, verdikleri sözleri tutarak karşılıklı güveni sarsacak davranışlardan sakınmalarını, 2787 insanlar arasında hiçbir ayrım yapmadan adaletle davranmalarını kin ve düşmanlıklar yönelmemelerini emreder. 2788 yüzünden zulüm ve haksızlığa İslamiyet’in evrensel bir din olması ve müslümanların İslam’ı tebliğ yükümlülüklerinin bulunması da diğer toplumlarla iyi ilişkiler kurmalarını gerekli kılmaktadır. 2789 Kur’an, ehl-i kitapla ilişkilere kitap ehli olmaları dolayısıyla özel bir önem vermiştir. Kur’an’ın ehl-i kitaba yönelik tebliğ ve davet mesajlarında da ortak noktaları öne çıkaran ve uzlaşma arayan bir özellik göze çarpmaktadır. Uzlaşma arayışından amaç ise tavizkâr olmak değil, onlarda var olan ama belki de kendilerinin farkında olmadıkları makul ve doğru olan noktaları açığa çıkararak gönüllerini kazanmak ve onları İslam’a yakın tutmak, aradaki düşünce ve inanç farklılığını en aza indirmektir. 2790 Kur’an, ehl-i kitabı bir tek söze ve bildikleri bir gerçeğe çağırmaktadır: “De ki: ‘Ey Ehl-i Kitap! Sizin ve bizim aramızda aynı olan şu söze gelin: Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Allah’ı bırakıp da birbirimizi rabler edinmeyelim.’” 2791 Böylece Kur’an, İbrahim örneği vb. ortak değerleri dile getirerek bütün ehl-i kitap hatta müşrikleri de kapsayan 2782 Sulh, insanlar arasındaki nefreti, düşmanlığı gidermeye mahsus bir kavramdır. İsfehânî, elMüferedât (s-l-h md.), s. 489. 2783 Bk. Âli İmrân 3/103; Enfâl 8/63. 2784 İlmihal İslam ve Toplum, II, 527. 2785 Güngör, Ahlak Psikolojisi ve Sosyal Ahlak, s. 185-187. 2786 Beyaz, Zekeriyya, “İslam Barışçı Dindir”, Diyanet Dergisi, S. 2, Mart-Nisan 1975, XIV, 125. 2787 Bk. Mâide 5/1; İsrâ 17/34; Nahl 16/91, 92, 94. 2788 Bk. Nisâ 4/58; Mâide 5/2, 8. 2789 TDVİA, XIII, 419; Bk. Nahl 16/125; Ankebût 29/46. 2790 Şanver, Kur’an’da Tebliği ve Eğitim Psikolojisi, s. 179; Bk. Ankebût 29/46. 2791 Âli İmrân 3/64. geniş bir kesimle uzlaşma yolu aramakta ve tevhidde buluşmaya çağırmaktadır. 2792 İyi niyetli bir araştırmayla dinlerin ortak yönlerinin bulunması, hak olanın ortaya çıkmasına ve barışın sağlanmasına katkıda bulunabilir. Zira dinlerin hiçbiri şu dünya hayatında niza ve kargaşanın kaynağı değildir. Tam tersine dinler, insanları birlik ve yakınlaşmaya çağırmaktadırlar. Dünyadaki husumetlerin hepsi de zannedilenin aksine, insanların dinlerden ve dinlerin özünden uzaklaşmadaki inat ve ısrarlarından meydana gelmektedir. İnsanlığın bugünkü ıstırabının yegâne tedavisi, her dine mensup din görevlilerinin, kendi dinlerindeki genel, ahlak anlayışını geliştirerek, o dine tabi olanlarda insan kardeşliği düşüncesinin uyanmasını yine din adına yapmalarında olacaktır. 2793 Zira savaşı önlemenin en tesirli yolu, insanlara barışçı bir ahlak terbiyesi vermek ve kuvvete başvurmayı gerektiren halleri ortadan kaldırmaktır. 2794 İnsanlardaki din duygusu, zıtlıkları önleyerek yardımlaşma, dayanışma ve bütünleşmeyi sağlar. Hz. Peygamber’in Medine’ye hicretini müteakip ilkin yaptığı iş, Yahudilerle bir sulh anlaşması yapmak ve Muhacirlerle Ensâr arasında bir kardeşlik ilan etmek olmuştur. Hz. Peygamber’in bu barışçı tutumunun en bariz örneği, kendine karşı yirmi yıl düşmanlık eden Kureyşlilere karşı Mekke fethindeki affedici tutumudur. Fetihten sonra “hadi gidin serbestsiniz” diyerek altı bin esiri serbest bırakmıştır. 2795 Din ayrılığı düşmanlık sebebi değildir. Düşmanlık, zalimlere yapılmalıdır. Ehl-i kitaptan zulmedenler varsa onlara karşı zulümlerine engel olmak amacıyla şiddet gösterilebilir. 2796 Zira Kur’an’ın savaşa müsaadesinin gerekçesi de zulme karşı koymadır ve zulme uğrayanlara yardım etmedir, köleleştirilmiş halkları zillet ve horlanmaktan kurtarmadır. Allah, zulme uğrayıp da savaşanlara yardım edeceğini vaad ediyor. 2797 Sadece zulme uğrayanların değil diğer insanların da zulme uğrayanların yanında zulme karşı savaşmalarını istiyor. 2798 Zira Allah’ın yardımı ancak, insanlar ellerinden geleni yapıp da Allah’tan yardım istedikten sonra gelmektedir. Kur’an’a göre savaşın diğer bir gerekçesi de, yeryüzünde fitne ve fesadı, şirkin her çeşidini ortadan kaldırmak, dinin yalnızca Allah’ın olmasını, insanların hiçbir cezalandırma korkusu kalmadan Allah’a ibadet etmelerini sağlama ve ibadethanelerin yıkılıp yok olmasını önlemektir. 2799 Yine Kur’an, karşı tarafın ahitlerini ve sözleşmelerini bozmaları ve müslümanlara saldırmaları durumunda savaşa izin vermektedir. 2800 Böylece İslamî savaş, temel insan haklarının ve insan hürriyetinin korunmasını sağlamak, insanlara Allah’ın birliği konusunu gerçekçi ve doğru bir şekilde inceleyip inanç alanındaki hürriyetlerini kullanma imkânı vermek ve sosyal adaleti gerçekleştirmek için yapılır. 2801 2792 Bk. Şanver, a.g.e., s. 179-186. Bk. Draz, İslam’ın İnsana Verdiği Değer, s. 193-194. 2794 Güngör, Ahlak Psikolojisi ve Sosyal Ahlak, s. 186. 2795 Bk. Draz, a.g.e., s. 184-191. 2796 Bk. Öztürk, Kur’an’ın Temel Kavramları, s. 680; Şanver, a.g.e., s. 180. 2797 Bk. Hac 22/39. 2798 Bk. Nisâ 4/75. 2799 Bk. Bakara 2/193; Hac 22/39-40; Esed, Kur’an Mesajı, I, 56. 2800 Bk. Enfâl 8/56-58; Tevbe 9/26. 2801 Bk. Beyaz, “İslam Barışçı Dindir”, s. 120, 125-126; el-Behiy, Muhammed, Kur’an ve Toplum, Bir Y., İstanbul, 1986, s. 141; Sıddıkî, a.g.e., s. 111-113; Ebû Zehrâ, İslam’da Toplum Düzeni, s. 782793 Kur’an’da Müslüman bir toplumun gayri müslim toplumlarla ilişkilerinin barış esasına dayandığı ve bu ortamın ancak gayri müslimlerin düşmanca tavırları sebebiyle bozulabileceği ifade edilir: “Sizinle din uğrunda savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik etmekten ve onlara adaletle davranmaktan Allah sizi menetmez. Çünkü Allah adaletli olanları sever. Allah ancak sizinle din uğrunda savaşanları, sizi yurtlarınızdan çıkaranları ve çıkarılmanız için onlara yardımda bulu-nanları dost edinmenizi yasaklar. Kim onlarla dost olursa işte zalimler onlardır. 2802 Bu ayet aynı zamanda, müslüman bir devletin gayri müslim devlet ve toplumlara karşı takip edeceği dış siyasetin de ana çerçevesini belirlemektedir. Gayri müslim toplum-larla iyi ilişkiler kurulması hükmü, ayetteki “sizinle din uğrunda savaşmayanlar” ifadesinin delaletiyle bu özelliğe sahip bütün din mensuplarını kapsar. 2803 Düşmanlığın derecesi ne merhaleye ulaşırsa ulaşsın müslümanlar adaletle hareket etmek zorundadırlar. 2804 Çünkü adalet dost ve düşmanın eşit tutulmasını gerektiren ilahî bir haktır. Bununla beraber bize düşmanlık besleyip saldıran kimselere, onun düşmanlık durumuna denk fakat asla aşırı gitmemek şartıyla düşmanlık beslemek de adaletin bir kanunudur. 2805 Allah, “Olur ki Allah, sizinle düşmanınız arasında, yakın bir dostluk oluşturur” 2806 buyurarak düşmanlıkta ileri gidilmemesini istemektedir. Ancak yeryüzünde bozgunculuk ve kargaşa çıkaracak, kan döküp haksızlık yapacak insanlar ve toplumlar daima mevcut olacağından bunlara da engel olmak gerekir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de, “Eğer Allah insanların bir kısmını diğerleriyle önleyip savmasaydı yeryüzü elbette altüst olurdu. Fakat Allah bütün insanlığa karşı lütuf ve kerem sahibidir” 2807 mealindeki ayetle sulh ve sükûnun asıl olduğuna, savaşın bu durumu bozanlara engel olmak için meşru kılındığına işaret edilmiştir. Bu gerçeği göz önünde bulundurmayan bazı kişi ve grupların savaşa karşı çıkmaları ise ne savaşı yeryüzünden kaldırmış ne de modern teknolojinin imkânlarıyla genelleşen savaşın yıkımından insanlığı koruyabilmiştir. İslamiyet, eşyanın tabiatında mevcut olan çatışma ve savaşı hiç yokmuş gibi saymaktansa onu kabul etmiş, onunla ilgili yasalar koyup tahribatını sınırlı tutmaya çalışmıştır. 2808 Kur’an, bağlılarının silahsızlanmasına gidecek bir yola onay vermez. Böyle bir şey, Kur’an’ın insanını korumak ve yüceltmek zorunda olduğu değerleri savunmada yetersiz bırakır. Kur’an’ın insanı Allah yolunda yani iyilik ve güzellik uğrunda savaşacak, ezilip-itilen, yurtlarından edilen çocuklar, kadınlar, ihtiyarlar için didinecektir. 2809 “Ey inananlar! Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar Allah’ın düşmanı ve sizin düşmanlarınızı ve bunların dışında Allah’ın bilip sizin bilmediklerinizi korkutup yıldırmak üzere kuvvet ve savaş atları hazırlayın. Allah yolunda sarf ettiğiniz her şey size haksızlık yapılmadan, tamamen ödenecektir. Eğer onlar barışa yanaşırlarsa, sen de yanaş ve Allah’a güven. O, şüphesiz işitir 79; Zuhayli, a.g.e., s. 214-215. Mümtehine 60/8-9; Ayrıca bk. Nisâ 4/90; Enfâl 8/61; Ebû Zehrâ, a.g.e., s. 68. 2803 Bk. Zamahşerî, Keşşâf, IV, 503; Râzî, Tefsîr-i Kebîr, XXI, 442; TDVİA, XIII, 419. 2804 Bk. Mâide 5/8. 2805 Ebû Zehrâ, a.g.e., s. 68-69; Bk. Bakara 2/194. 2806 Mümtehine 60/7. 2807 Bakara 2/251. 2808 Nasr, Seyyid Hüseyin, İslam: İdealler ve Gerçekler, Trc. Ahmet Özel, İstanbul, 1985, s. 33-34; TDVİA (Gayri Müslim md.), XIII, 419. 2809 Bk. Nisâ 4/75-76; Saff 61/4; Öztürk, Kur’an’ın Temel Kavramları, s. 301. 2802 ve bilir.” 2810 Bu ayet, o zamanın en değerli savaş aracı olan savaş atının hazırlanmasından bahsetmesi ve hazırlanacak gücün düşmanın gözünü korkutacak bir üstünlükte olmasını istemesi dolayısıyla her türlü güç ve teknolojide müslümanların en önde olmasını emretmektedir. Düşmanın gözünü korkutacak bir güç hazırlamak da düşmanı savaştan yıldıracak ve barışı sağlayacak bir nitelik de arzeder. Zira İslam’ın temel prensibi barıştır. Ancak günümüzde silahlanmanın büyük külfet gerektirmesi ve milletlerin başına bela olması dolayısıyla silahlara harcanacak para, silahlanmayı durdurmak için milletler arası bir kontrol sistemi kurulmasıyla 2811 eğitim vb. insanların faydasına olacak alanlara ayrılabilir. Bu alanda yapılacak bir yarış da insanlığın faydasına olur. Çünkü Kur’an’ın amacı silahlanma değil iyiliğin hâkim olmasıdır. Zira Kur’an, insanlara iyilikte yarışmayı ve yardımlaşmayı emreder. 2812 Kur’an, barış ve kardeşliğin özellikle müslüman toplum içinde ve müslüman toplumlar arasında gerçekleştirilmesine büyük önem vermektedir. Zira bu, İslamî hayatın devamı ve Müslümanlığın yaşaması için zaruridir. 2813 Kur’an, karı-kocanın sulhundan, barışından bahsettiği gibi 2814 bütün müslümanların kendi aralarında birlik ve beraberlik içinde olmaları gereğinden de bahseder. “Toptan Allah’ın ipine sarılın, fırkalara bölünüp parçalanmayın.” 2815 Kur’an, iki mümin topluluk birbiriyle savaşırsa aralarını düzeltmek amacıyla müdahalede bulunmayı emreder: “Eğer müminlerden iki topluluk birbirleriyle savaşırlarsa aralarını düzeltiniz; eğer biri diğeri üzerine saldırırsa, saldıranlarla Allah’ın buyruğuna dönünceye kadar savaşın; eğer dönerlerse aralarını adaletle bulunuz, adil davranınız şüphesiz, Allah adil davrananları sever.” 2816 Burada müminlerin arasını uzlaştırma gereği, ümmetin tümü arasında iman kardeşliği bağının korunması gereğinden kaynaklanır. Böylece Allah, müminlerin kardeş olduğunu belirterek aralarında savaşı yasaklamıştır. 2817 Kur’an ve hadislerin barış ve birliğe yaptığı teşviklere rağmen, müslümanlar bu nasslara muhalefet ederek bölünüp parçalandılar. Çeşitli tuzaklara düşerek, çıkarlarını düşünerek ve önemsiz düşünce farklılıkları ve mezhep taassubu sebebiyle şeytanın adımlarını izleyip 2818 birbirlerine düşman oldular ve sonuçta rezil oldular. 2819 “Bu benim dosdoğru yolumdur, onu izleyin, başka yolları izlemeyin! Yoksa bu hal sizi O’nun yolundan uzaklaştırıp parçalara böler. Allah size bunları sakınasınız diye buyurmaktadır.” 2820 Başka bir ayet, inananları toptan barışa ve Allah’a teslim olmaya çağırır: “Ey İnananlar! Hep birden barışa girin, şeytanın adımlarını izlemeyin, o sizin apaçık düşmanınızdır.” 2821 Bu ayetteki silm kelimesi değişik şekillerde yorumlanmıştır. Bir kısım müfessirler, buradaki hitabın ehl-i kitaba 2810 Enfâl 8/60-61. Bk. Güngör, Ahlak Psikolojisi ve Sosyal Ahlak, s. 187. 2812 Bk. Bakara 2/148; Mâide 5/2, 48. 2813 Bk. Beyaz, “İslam Barışçı Dindir”, s. 121-125; Nisâ 4/114; Enfâl 8/46. 2814 Bk. Bakara 2/228; Nisâ 4/35, 128-129. 2815 Âli İmrân 3/103. 2816 Hucurât 49/9. 2817 Bk. Hucurât 49/10; el-Behiy, a.g.e, s. 142-144; Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, s. 312. 2818 Bk. Bakara 2/168-207; En‘âm 6/146; Nûr 24/21. 2819 Rızâ, Tefsîru’l-Menâr, XI, 258-259. 2820 En‘âm 6/153. 2821 Bakara 2/208. 2811 yönelik olduğunu ve onların İslam’a girmeleri istendiği şeklinde yorumlamıştır. 2822 Yine ayetin sibakında münafıklardan bahsedildiği için münafıkların İslam’a girmeleri istendiği söylenmiştir. 2823 Bir kısım müfessirler de bu hitabın müslümanlara yönelik olduğunu ve ömrünüzün devamında da Müslümanlıktan çıkmayın veya hep birlikte Allah’a, İslam’ın bütün emirlerine teslim olun O’nun hiçbir emrinden dışarı çıkmayın şeklinde yorumlamışlardır. 2824 Diğer bir kısmı itaat ve barış anlamında yorumlamıştır. 2825 Daha kapsayıcı bir görüşe göre ise ayet, hem barışa hem de İslam’a girmeyi emretmektedir. Barış da hem müslümanların kendi aralarındaki barışı, birliği beraberliği hem de diğer insanlarla barış içinde olmayı kapsamaktadır. Zira İslam ve barış aynı kökten gelmektedir. 2826 Diğer ayetlerde de silm, barış anlamında kullanılmıştır. 2827 Bu da esasen İslam’ın “teslim olma, boyun eğip itaat etme” manasına dönüktür. İslam, “Allah’a teslim olma ve ihlâs” demek olduğu gibi, bir de buna dayanarak “barış içinde olmaya girmek” anlamını ifade ediyor. Dolayısıyla ey müminler, ilahî emirlere teslim olmakla, öyle mükemmel bir sosyal birlik ve görünüm, öyle muntazam bir İslam yurdu oluşturunuz ki, aranızda isyandan, çekişme ve ayrılıktan, birbirinize eziyet vermekten, eğrilikten, Allah’ın ve kulların haklarına tecavüzden; kısacası Allah’ın rızasına aykırı hareketlerden eser bulunmasın da, herkes güvenlik ve karşılıklı muhabbet, asayiş ve tam bir huzur içinde vazifeleriyle meşgul olsun. 2828 Müslüman bu çağrıya kesinlikle uyunca tümü ile barış ve dirlik olan bir âlemin içine girerler. Bu âlemde vicdanla ve duygu dünyası ile barış vardır, akılla ve mantıkla barış vardır, insanlarla ve diğer canlılarla barış vardır, varlık bütünü ile ve teker teker her varlıkla barış vardır. 2829 Kur’an’ın savaş ve cihat hükümleri geniş anlamı ile insanlar arasında barış ve güvenliği sağlama amacına yöneliktir. Kur’an’ın savaşa müsaadesinin gerekçesi, zulme karşı koyma, zulme uğrayanlara yardım etme ve temel insan haklarının ve insan hürriyetinin korunmasını sağlamadır. Kur’an’da müslüman bir toplumun gayri müslim toplumlarla ilişkileri, barış temeli üzerine kurulması gerektiği ve bu ortamın ancak gayri müslimlerin düşmanca tavırları sebebiyle bozulabileceği belirtilmektedir. Böylece Kur’an’da sulh ve sükûnun asıl olduğu, savaşın bu durumu bozanlara engel olmak için meşru kılındığı görülmektedir. Kur’an, barış ve kardeşliğin özellikle müslüman toplum içinde ve müslüman toplumlar arasında gerçekleştirilmesine büyük önem vermektedir. Kur’an’ın belirttiğine göre iki mümin topluluk birbirleriyle savaşırlarsa aralarını düzeltmek amacıyla müdahale bulunmak gerekir. b. İnanmayanlarla Dostluk Kur’an, inanmayanlarla dostluğu ifade etmek üzere velî (ç. evliyâ) kelimesini kullanır. Velî’nin kökü, velâ’ kelimesidir. Velâ’ ve velâyet, mekân, zaman, doğruluk, din, inanç ve nispette 2822 Bk. Tâberî, Tâberî Tefsiri, I, 511; Zamahşerî, a.g.e., I, 249-250; İbn Kesîr, Muhtasar-u Tefsîr-i İbn Kesîr, I, 185. 2823 Bk. Râzî, Tefsîr-i Kebîr, V, 24. 2824 Bk. Tabâtabâî, el-Mîzân fî Tefsîri’l-Kur’ân, I, 102; Sâbûnî, Safvetü’t-Tefâsîr, I, 133. 2825 Bk. İsfehânî, el-Müfredât (s-l-m md.), s. 423; Râzî, Tefsîr-i Kebîr, V, 23-26. 2826 Bk. Rızâ, Tefsîru’l-Menâr, XI, 256-258; Yazır, Hak Dîni, II, 44; Kutub, Fî Zılâli’l-Kur’ân, I, 328. 2827 Bk. Enfâl 8/61; Muhammed 47/35; Silm, sulh, barış içinde olmak demektir. Bk. İsfehânî, a.g.e., s. 423; Rızâ, Tefsîru’l-Menâr, XI, 256; Yazır, a.y; Âli İmrân 3/103; Enfâl 8/46. 2828 Yazır, a.g.e., II, 44-45. 2829 Kutub, a.g.e., I, 329. yakınlık anlamındadır. Vilâyet ise işi üstlenme demektir. 2830 Velâyet, adâvet (düşmanlık)in zıddı olup dostluk anlamına da gelir. 2831 Mevlâ, köle, yardımcı, efendi demektir. 2832 Allah, velî kelimesini Allah ve kulun ortak sıfatı olarak kullanmasına karşın, mevlâ sıfatını yalnız Allah için kullanır ve yirmi civarında ayette Allah’ı müminlerin biricik mevlâsı olarak gösterir. 2833 Velî’nin anlamı, “faydalı işleri tekeffül eden, üstlenen kimse” olup Yüce Allah kendisini hususi olarak müminlerin dostu yapınca, Yüce Allah’ın kafirlerin işlerini tekeffül etmesinden daha fazla olarak müminlerin işlerini uhdesine aldığı anlaşılır. 2834 Kur’an’da reddedilen velayet bir tarafta bulunup da diğer tarafta bulunmayan özel bir yakınlıktır. Allah, cihet itibariyle mümine ve kâfire aynı seviyede yakın-dır. 2835 Fakat mümin, yakınlaştırıcı ibadetleri ve amelleri yapması itibariyle Allah’a yakındır. Kâfir ise yakınlaştırıcı amelleri terk etmesi ve hastalıklı amelleri işlemesi dolayısıyla Allah’tan uzaktır. 2836 Buna binaen burada çelişki var ise bu, Allah yönünden değil kul yönündendir. Zira Allah, herkese yakındır. Bir şahıs Allah’a yakın olursa Allah da ona yakın olur. 2837 Velâ, yakınlık anlamında olması itibariyle şayet hakka yakın olarak var olursa onda hak neticeler ortaya çıkacaktır. Bundan elde edilen ise sevgi ve yardımdır. Şayet batıla yakın olursa bu dostluk batıl bir dostluktur. Elde edilen sevgi ve yardım da batıldır. Bu, görünüşte sevgi ve yardım olsa da iç yüzü düşmanlık, zillet ve yenilgidir. 2838 “Onlar, müminleri bırakıp kâfirleri dost ediniyorlar. Onların yanında izzet ve şeref mi arıyorlar? Hâlbuki bütün izzet ve şeref Allah’a aittir.” 2839 Allah’ın veli sıfatından bahseden ve bu sıfatın gerçek sahibinin ancak Allah olduğuna dikkat çeken ayetlerin birçoğu veliliği yardım edicilikle birleştiriyor. O halde, Kur’an her velinin mutlaka nasîr (yardımcı) olması gerektiğini, bir başka deyimle, yardım etmeden dostluk iddiasının anlamsızlığını belirtmektedir. Allah Nasîr-Veli olduğu gibi 2840 kul da nasîr-velî olmalıdır. 2841 Allah ile kulları arasında kurulmuş olan velâyet, insan fertleri arasında var olan velâyet çeşitlerinden değildir. Zira insan fertleri arasındaki dostluk eşit iki taraf arasında olur. Müminler arasındaki dostluk karşılıklı dostluktur. Bunun neticesi de benzer ve karşılıklıdır. Böylece müminler birbirlerini severler. Bunun için iyiliği emir kötülüğü nehiy vasıtasıyla birbirlerini irşat eder, Allah’a ve birliğe çağırırlar. 2842 2830 İsfehânî, el-Müfredât (v-l-y md.), s. 885. Râzî, Tefsîr-i Kebîr, V, 430; Bk. Mümtehine 60/1. 2832 Zamahşerî, Esâsu’l-Belâğe (v-l-y md.), s. 689. 2833 Bk. Muhammed 47/11; İsfehânî, a.g.e.,s. 885-886; Öztürk, Kur’an’ın Temel Kavramları, s. 610. 2834 Râzî, a.g.e., V, 430. 2835 Bk. Kâf 50/16. 2836 Bk. Fussilet 41/44. 2837 Âmilî, Cevâdî, Velâyetü’l-İnsân fi’l-Kur’ân, 1.Bsk, Dâru’s-Sufve, Beyrut, 1993/1414, s. 38. 2838 Âmilî, a.g.e., s. 64; Bk. Nisâ 4/139. 2839 Nisâ 4/139. 2840 Bk. Bakara, 2/107, 120; Nisa 4/45; Tevbe 9/74, 116; Ankebût 29/22; Şûrâ 42/31, 46 vb. 2841 Öztürk, a.g.e., s. 613; Bk. Enfâl 8/72. 2842 Âmilî, a.g.e., s. 80; Bk. Tevbe 9/71. 2831 Kur’an, müminlere kâfirleri ve Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmeyi yasaklar. İnanmayanlar, kişinin babası, kardeşi de olsalar velî olamazlar. 2843 Yine Kur’an, müminlere şeytanı dost edinmelerini yasaklayarak 2844 şeytanın müminleri dostlarıyla korkuttuğunu 2845 ve dostlarını karanlığa sürüklediğini belirtir: “Allah inananların dostudur, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. İnkâr edenlerin ise dostları tâğût (şeytan, 2846 azgın putlar, 2847 tapılan her şey, insanı yoldan saptıran her azgın kişi) 2848 tur. Onları aydınlıktan karanlıklara sürükler.” 2849 Kur’an, aynı inanca sahip olanların birbirinin dostu olduğunu belirterek dostluğu yani iman ve duygu beraberliğini, kan ve soy beraberliğinin üstünde tutmaktadır. Tıpkı küfre sapanların birbirlerinin dostları oldukları gibi 2850 müminler de birbirlerinin evliyasıdır. 2851 O halde dostluk, bir madde üstü beraberlik, bir ideal beraberliğidir. 2852 Kur’an, müminlerin Allah’tan kaynaklanan dostları olarak Allah resulünü, müminleri 2853 ve melekleri gösterir. 2854 Allah’ın dostlarının kimler olduğunu ise şöyle açıklar: “İyi bilin ki, Allah’ın dostlarına korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir. Onlar, inanmış ve takvaya sarılmış kişilerdir. Dünya hayatında da, ahirette de müjde onlaradır.” 2855 Kur’an, Yahudi ve Hıristiyanların Allah’ın oğulları, sevgilileri ve dostları oldukları iddiasını reddeder. 2856 Ayrıca Kur’an, zalimlerin dost ve yardımcıları olmadığını, onların birbirlerinin dostu olduğunu belirtir. 2857 Kur’an kötülüğe iyilikle karşılık vermenin insanları samimi, sıcak dost haline getireceğini belirtir. 2858 Kâfirlere de güzel söz söylenmesini emreder. “Mümin kullarıma söyle de (kâfirlere) en güzel olan sözü söylesinler. Çünkü şeytan aralarına fesat sokar.” 2859 Bu ayet, müslümanların müşriklere ve diğerlerine olan husumetlerine rağmen, onları ikna için onlara güzel sözlerin söylenmesi ve asla onlara sövülmemesi ve küfür edilmemesini ifade eder. 2860 “Ey müminler! Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar kendi kendilerinin dostudurlar.” 2861 Burada Ehlikitabın gönül dostu (veli) edinilmemesi söyleniyor. Bu, onların düşman tutulmalarını gerektirmez. Bir insanın gönül dostu olmaması düşman ilan edilmesini gerektirmez. Arada nüanslar vardır. Ehlikitap veli olmaz ama muâhed (anlaşmalı, birlikte yaşanır kişi) olur ve 2843 Bk. Tevbe 9/23. Bk. Nisâ 4/76, 119; En‘âm 6/121; A‘râf 7/27; Nahl 16/63. 2845 Bk. Âli İmrân 3/175; En‘âm 6/121. 2846 Zamahşerî, Keşşâf, I, 300; İbn Kesîr, Muhtsar-u Tefsîr-i İbn Kesîr, I, 233; Esed, tâğût’u “şeytanî güçler” diye tercüme etmiş. Bk. Esed, Kur’an Mesajı, I, 79.. 2847 Râzî, a.g.e., V, 435. 2848 İsfehânî, el-Müfredât (t-ğ-v md.), s. 521; Ayrıca bk. Yazır, Hak Dîni, II, 148. 2849 Bakara 2/257. 2850 Bk. Tevbe 9/73. 2851 Bk. Tevbe 9/71. 2852 Bk. Öztürk, a.g.e., s. 615. 2853 Bk. Mâide 5/55; Cuma 62/6; Tâberî, Tâberî Tefsiri, III, 330-331. 2854 Bk. Fussilet 41/31. 2855 Yûnus 11/62-64; Ayrıca bk. Enfâl 8/34. 2856 Bk. Mâide 5/18. 2857 Bk. Şûrâ 42/8; Câsiye 45/19. 2858 Bk. Fussilet 41/34. 2859 İsrâ 17/53. 2860 Merâğî, Tefsîru’l-Merâğî, XV, 59; Kırca, a.g.e., s. 303. 2861 Mâide 5/51. 2844 olmalıdır. Ehlikitapla gönül dostu olmamamızın anlamı, onlarla ilişkiyi kesin, onlarla savaş halinde olun demek değildir. Onlarla birlikte yaşanır, dinlerine, ibadetlerine engel olunmaz. 2862 Allah, Müslümanların ehl-i kitap ve münafıklardan farkını şöyle belirtir: “Siz öyle kişilersiniz ki, onlar sizi sevmedikleri halde siz onları seversiniz. Ve Kitabın tümüne inanırsınız. Onlar ise sizinle karşılaştıklarında inandık! derler; baş başa kaldıklarında size öfkelerinden parmaklarını ısırırlar. De ki onlara: ‘Öfkenizle geberin!’ Allah, göğüslerin içindekini çok iyi bilmektedir. Size bir iyilik dokunsa bu onları rahatsız eder. Size bir kötülük dokunsa bununla sevinir, ferahlarlar. Eğer sabreder, sakınır/korunursanız onların tuzakları size hiçbir şekilde zarar veremez.” 2863 Katade bu hususta diyor ki: “Mümin olan bir insan, münafığı hoş görür, onu barındırır, ona merhamet eder. Şayet münafık müminin sahip olduğu şeye sahip olsa müminlerin kökünü kurutur. 2864 Müslümanlar, hem Musa’ya hem de İsa’ya inanmakla yükümlü oldukları için tarih boyunca ehli kitabı korumuşlardır. Fakat ehli kitap Hz. Muhammed’i peygamber sayıp ona saygı duymadıkları için aynı şey onlar için söylenemez. Öztürk, günümüzden 700 yıl önce yaşamış olan Mevlana ile Dante’yi mukayese eden İngiliz bilgini Nicholson’un şu tespitini aktarır: “Mevlana, sokak köşelerindeki Hıristiyanların küçük görülmesini Tanrı’yı gücendirecek bir davranış olarak nitelerken, Onun ölümünden birkaç yıl sonra İlahi Komedya’sını kaleme alan Dante, eserinde, Müslümanların Peygamberi’ni cehennemin alt tabakalarında yanan bir zındık olarak gösteriyordu.” 2865 İslamiyet ortaya koymuş olduğu düsturlarla müslümanların kalbinde dini husumet ve düşmanlık tohumlarını söküp atabildi ve başka dinde bulunanlara karşı düşmanlık beslememelerini temin etti. Çünkü diğer din reisleri insanları cebren kendi dinlerine sokmak için dindaşlarına en şiddetli emirleri verdikleri, hatta bu hareketleri masumları öldürmek, medeni memleketleri yıkmak, barış ve saadet esaslarını kökünden devirmek gibi feci sonuçlar bile doğursa, bütün bunları mubah gördükleri bir sırada Yüce Allah, ilahi rahmetinden şu hikmet dolu ayeti indirdi. 2866 “De ki: Gerçek Rabbinizdendir. Dileyen inansın, dileyen inkâr etsin.” 2867 Bu itibarla İslam, dinlerin en evrenselidir. Çünkü Yahudiler Hz. İsa’yı Mesih olarak kabul etmeyi reddediyorlar, Hıristiyanlarsa Hz. Muhammed’i bir peygamber olarak kabul etmekten kaçınıyorlar. Kur’an ise Hz. Muhammed gibi Hz. İbrahim, Hz. Musa ve Hz. İsa’yı da aynı Allah’ın elçisi olarak görür. 2868 Kur’an, hicret eden müminlerin birbirlerinin velisi olduğunu bildirir: “Doğrusu inanıp hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla canlarıyla cihat edenler ve muhacirleri barındırıp onlara yardım edenler, işte bunlar birbirinin velisidirler…” 2869 Reşit Rıza, burada velinin “işi üstlenme” anlamında olduğunu belirterek ayeti şöyle açıklar: Yani kendi işlerini üstlendikleri gibi savaş, ganimetler vb. 2862 Öztürk, a.g.e., s. 111. Âli İmrân 3/119-120. 2864 Tâberî, Tâberî Tefsiri, II, 347. 2865 Öztürk, a.g.e., s. 112. 2866 Akseki, Ahlak İlmi ve İslam Ahlakı, s. 287. 2867 Kehf 18/29. 2868 Garaudy, İslam ve İnsanlığın Geleceği, s. 129. 2869 Enfâl 8/72; Ayrıca bk. Mümtehine 60/8-9. 2863 şeyler hususunda yardımlaşmaya, dayanışmaya ihtiyaç duyulduğunda fert fert veya cemaat olarak birbirlerinin işlerini üstlenirler. Çünkü hukukları, refakatleri, maslahatları ortaktır. 2870 “İnkâr edenler birbirlerinin dostlarıdır. Eğer siz de öyle yapmazsanız (aranızda dost olmazsanız/müminleri bırakıp kâfirleri dost edinirseniz) yeryüzünde kargaşalık, fitne ve büyük bozgun çıkar.” 2871 Yani müslümanlara karşı savaşta, yardımlaşmada onlar birbirine düşman birçok millet olsa da onların tamamı müslümanlar karşısında tek bir gruptur. Bu ayet ve sure indiğinde müşrikler ve Yahudiler dışında onlardan hiçbiri hicazda yoktu. Yahudiler, müşrikleri dost edindi ve peygambere ve müminlere karşı onlara yardım etti. 2872 Kâfirlerin kendi aralarında yardımlaştıkları gibi siz de kendi aranızda yardımlaşmaz, birbirinize karşı olan vazifeleri yerine getirmezseniz, yeryüzünde büyük bir fitne çıkar. Öyleyse bu konudaki vazifelerinizi asla ihmal etmeyiniz, onları titizlikle yerine getiriniz. 2873 İslam âlimleri küfre, küfrün tezahür, işaret ve sembollerine saygı ve buna bağlı bir sevgiye delalet etmeyen her türlü insanî ilişkiyi prensip olarak mubah saymışlardır. 2874 Ebû Zehrâ, diğer dinlere mensup kişiler tarafından müslümanlara karşı bir düşmanlık ve saldırı olmadığı takdirde onlarla dostluk kurulacağını belirtir. Savaşın doğmasında fikrî yardımı dahi olmayanlar Müslümanlardan zarar görmezler, dostluk ve insanî ilişkilerden de mahrum bırakılmazlar. 2875 Bu konuda Yazır, şu ayeti yorumlarken güzel bir sonuca varır. “Ey İnananlar! Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin, onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse o da onlardandır.” 2876 Yani onlara dost olmayınız değil, onları dost tutmayınız, yardaklık etmeyiniz. Dostluklarına, hükümlerine, yardımlarına başvurmak, onları âmir ve yönetici yapmak şöyle dursun, onlara gerçek bir dost gibi son derece halisane güvenip de kendinizi kaptırmayınız. Onları dost olur zannedip de dostunuz gibi sıkı-fıkı birlikte yaşamaya dalmayınız, tuzaklarına düşmeyiniz, hevâlarına ortak olmayınız. Görülüyor ki “Yahudi ve Hıristiyanlar için dost olmayınız.” buyrulmamış, “Onları dost edinmeyiniz” buyrulmuştur. Çünkü Allah, Yahudi ve Hıristiyanlara iyilik etmekten, dostluk yapmaktan, onlara amir durumunda olmaktan yasaklamış değildir. 2877 Onları dost edinmekten, yardaklık etmekten yasaklamıştır. Çünkü onlar müminlere yar olmazlar. 2878 Başka bir ayet de müminlerin dışındakilerin, müminlere zarar verme isteklerinden dolayı inananları onları sırdaş edinmekten, onlara müminlerin sırlarını vermekten yasaklamıştır. 2879 Tâberî’nin belirttiğine göre, müşriklere açılan savaş sebebiyle müşrikler dost edinilmiyor, müminlerle anlaşma yapıp onlara dost 2870 Rıza, Tefsîru’l-Menâr, III, 105; Yazır da bu ayetteki velî kelimesini velayet olarak açıklar. Bk. Yazır, Hak Dîni, IV, 159. 2871 Enfâl 8/73. 2872 Rızâ, a.g.e., III, 109. 2873 Tâberî, a.g.e., IV, 248. 2874 TDVİA (Gayri Müslim md.), XIII, 423. 2875 Bk. Ebû Zehrâ, İslam’da Toplum Düzeni, s. 84-86. 2876 Mâide 5/51. 2877 Bk. Mümtehine 60/8. 2878 Yazır, Hak Dîni, III, 202. 2879 Bk. Âli İmrân 3/118; Tâberî, Tâberî Tefsiri, II, 345. görünmeye çalışan Yahudiler dost ediniliyordu. Bu nedenle ayet, müminleri onları dost edinmekten menetti. 2880 Bu ayetlerin, müslümanların o zamanki stratejik durumlarıyla yakın ilişkisi vardır. Müslümanlar, o zaman gayri müslimlerle, özellikle Kureyş müşrikleriyle savaş halinde idiler. İslam’a karşı tavır alan Yahudiler de İslam’ın yıkılması için fırsat kolluyorlardı. Bundan dolayı kuvvetli durumda bulunduklarını hissettiklerinde Hz. Peygamber’le yaptıkları antlaşmayı derhal bozup müşrikleri destekliyorlardı. Şimdi müslümanların, böyle kimselerle sıkı fıkı dost olmaları, askeri sırların bunların eline geçmesine sebep olurdu. İşte böyle aleyhlerine bir sonuç doğuracak durumlarda inkârcılar toplumu ile dost olmaları yasaklanmıştır. Bu ayetler, müslümanları başka toplumlarla kendi yararlarına olacak antlaşmalar yapmaktan menetmediği gibi, savaş halinde bulunmadıkları toplumlarla ilişki kurmaktan da menetmez. 2881 Kur’an-ı Kerim’in düşmanlarla olan ilişkiler konusunda izlemiş olduğu yöntemde, müminlerin putperest veya materyalist müşriklere karşı dostluk ve sevgi ile bağlanmama talebi, Kur’an’ın metodu içerisinde kendilerine verilen emir sıralamasına uygun olarak bir tekâmül göstermiştir. Önce müşriklerin kötülüklerine karşı sabırlı olunması ve onların affedilmesi istenmişken, daha sonra müminleri bırakıp onlara velâ bağları ile bağlanılmaması istenmiş, daha sonra kesinlikle onlara velâ ve sevgi gösterilmemesi emredilmiştir. Arkasından da bunlara sevgi duymakla Allah’a iman etmek hususiyetlerinin tek bir kişide bulunmasının imkânsız olduğu bildirilmiştir. Son olarak da Hudeybiye Antlaşmasını bozmalarından itibaren, onlara ve ahitlerine güvenilmemesi istenmiş ve İslam’ı kabul etmekle fitne yeryüzünden kalkıncaya ve din tümüyle Allah’ın oluncaya kadar devam edecek bir savaşın sonucunda kendilerini bekleyen bir bozgun arasında muhayyer bırakılmışlardır. 2882 Kur’an’dan anlaşıldığına göre, inananların Kitap ehlini veli edinmemelerini ve onlara karşı gereken tedbirleri almalarını gerektiren sebepler, müminler arasında fesadı yaymaktan geri durmamaları, onların türlü zorluklarla karşılaşmalarını arzu etmeleri, sürekli müminlere karşı düşmanlık duyguları beslemeleri, kendilerine geldiği şekilde Allah’ın Kitabına iman etmemeleri, müminlere karşı iman ettiklerini gösterip, arkalarında kinlerini açıklayarak onları aldatmak istemeleri, müminleri sevindirecek bir şeyin olması halinde bundan memnun olmamaları, müminlere kötülük isabet ettiğinde ise sevinmeleridir. 2883 Yine Kur’an, onları dost edinenin onlardan olacağını yani onlara benzeyip huylarını kapacağını belirtir. 2884 Sonuç olarak Kur’an’a göre dostluk, bir madde üstü beraberlik, bir ideal beraberliğidir. Kur’an, aynı inanca sahip olanların birbirinin dostu olduğunu belirterek dostluğu yani iman ve duygu beraberliğini, kan ve soy beraberliğinin üstünde tutmaktadır. Küfre sapanlar birbirlerinin dostları oldukları gibi müminler de birbirlerinin evliyasıdır. Kur’an, zalimlerin dost ve yardımcıları olmadığını, onların birbirlerinin dostu olduğunu belirtir. Birçok ayette de ehlikitabın gönül dostu (veli) edinilmemesi istenir. Bu, onların düşman tutulmalarını gerektirmez. Onlarla her türlü insanî 2880 Tâberî, a.g.e., II, 346. Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, II, 34. 2882 Bk. el-Behiy, Kur’an ve Toplum, s. 348-353; Ayrıca bk. İzutsu, Kur’an’da Allah ve İnsan, s. 100. 2883 Bk. Âli İmrân 3/118-120; Mümtehine 60/1; el-Behiy, a.g.e., s. 382, 414-415. 2881 ilişki prensip olarak mubahtır. Zira Allah, onlara iyilik etmekten, iyi ilişkiler kurmaktan yasaklamış değildir. Onları dost edinmekten, yardaklık etmekten yasaklamıştır. Bu ayetlerin, müslümanların o zamanki stratejik durumlarıyla da yakın ilgisi olduğu ve şartlara göre bir tekâmül gösterdiği görülmektedir. c. Hicret Hicret kelimesi Kur’an’da geçmeyip bu kelimenin kökü olan hecr (hicrân) ve türevleri otuz bir yerde geçmektedir. 2885 Hicret, herhangi bir şeyden bedenen, lisânen veya kalben ayrılıp uzaklaşma demektir. 2886 Genel anlamda hicret, bir kişinin dini uğruna yurdunu terk edip başka bir beldeye göç etmesidir. 2887 Özel anlamda ise Hz. Peygamberin ve Mekkeli müslümanların Medine’ye göçünü ifade eder. 2888 Kur’an’da hicret sadece bedensel olmayıp, kalbi Allah dışındaki şeylerden ayırıp Yaratıcıya yönelmek anlamında da kullanılmaktadır. Kur’an, buna Allah’a hicret veya Allah yolunda hicret demektedir. 2889 Bunun dışında “Kur’an’ı terk etmek”, 2890 “bir kişiden veya gruptan ayrılmak”, 2891 “kötü şeyleri terk etmek” 2892 ve terim anlamına uygun olarak “Allah uğrunda bir yere göç etmek” 2893 anlamlarında da kullanılmaktadır. “Hicret eden kimse” karşılığında da muhâcir (ç. muhâcirûn, muhâcirât) kelimeleri kullanılmakta, 2894 bu ayetlerin çoğunda da Mekke’den Medine’ye göç eden müslümanlar kastedilmektedir. Hz. Peygamber’e ve muhacirlere yardım eden Medineli müslümanlar için de ensâr kelimesi kullanılmaktadır. 2895 Kur’an-ı Kerim’de hicret olayının kendisinden çok, onu gerçekleştirenlerin ve amellerinin önemine dikkat çekilmiştir. Hicretin ahlak ve zühd ile ilgisine işaret eden ayet ve hadisleri dikkate alan mutasavvıflar da bu kavramı “kötülüklerden uzaklaşmak”, “kalbin Allah’a yönelmesi”, “nefsi terbiye etmek maksadıyla yolculuğa çıkmak”, “yüce menzile ulaşmak için yapılan sefer” anlamlarında kullanmışlar, seyrusulûk dedikleri manevi yolculuğu hicret diye anmışlardır. 2896 Kur’an, Hz. Peygamber’den önceki dönemlerde de Hz. İbrahim, 2897 Hz. Lût, 2898 Hz. Şuayb 2899 Hz. Musa 2900 gibi peygamberlerin ve onlara inanan insanların kâfirlerce hicret etmeye zorlandıklarından ve bunların inançları uğrunda yurtlarını bırakıp başka yerlere gittiklerinden 2884 Bk. Mâide 5/51; Yazır, Hak Dîni, III, 203. Bk. Abdulbâkî, el-Mu‘cemu’l-Müfehres (h-c-r md.), s. 900. 2886 İsfehânî, el-Müfredât (h-c-r md.), s. 833. 2887 Mir, Kur’ânî Terimler ve Kavramlar Sözlüğü, s. 85; Ayrıca bk. Er, Din Sosyolojisi, s. 133. 2888 TDVİA (Hicret md.), XVII, 458. 2889 Bk. Ankebût 29/26. 2890 Furkân 25/30. 2891 Nisâ 4/34; Meryem 19/46; Müzzemmil 73/10. 2892 Müddssir 74/5 2893 Örneğin bk. Bakara 2/218; Âli İmrân 3/195; Nisâ 4/89, 97; Tevbe 9/20. 2894 Bk. Nisâ 4/100; Tevbe 9/100; Nûr 24/22; Mümtehine 60/10; TDVİA (Hicret md.), XVII, 458. 2895 Muhâcir ve ensâr kelimeleri hakkında bk. Esed, Kur’an Mesajı, I, 380. 2896 Bk. Öztürk, a.g.e., s. 171-172; TDVİA, XVII, 458. 2897 Bk. Meryem 19/48; Ankebût 29/26. 2898 Bk. Hûd 11/80-81; Hicr 15/65. 2899 Bk. A‘râf 7/88. 2885 bahseder. Bu gibi ayetlere dayanarak hicretin çok sayıda peygamberin hayatında yer aldığı söylenebilir; kâfirlerden görülen eziyet ve baskılar, hak dini tebliğ imkânının ortadan kalkmış olması onları göç etmek zorunda bırakmıştır. Nitekim İbrahim suresinde Mekkelilerden öncekilerin, Nûh, Ad ve Semûd kavimlerinin ve onlardan sonrakilerin kıssaları anlatılırken kafirlerin peygamberlerine, “Elbette sizi ya yurdumuzdan çıkaracağız ya da mutlaka dinimize döneceksiniz” dedikleri belirtilmektedir. 2901 İnsanlar, zalim diktatör yönetimler altında, bilgi edinme, düşünme ve hakikatleri öğrenme hürriyetinden ve direnme gücünden genellikle mahrum bulunmaktadırlar. Bu gibi durumlarda, orayı terk edip daha özgür ülkelerde hakikati arama, bulma imkânı olup da araştırmaya, hakikati bulmaya ve onu yaşamaya girişmeyen kişi Allah katında sorumludur. Fakat bu güçten yoksun olan ihtiyarlar, kadınlar ve çocuklar sorumlu tutulmazlar. 2902 Aşağıdaki ayet bu gerçeği ortaya koymaktadır: “Kendilerine yazık edenlerin canlarını aldıkları zaman onlara: ‘Ne işle meşguldünüz?’ deyince, ‘Biz yeryüzünde zavallı kimselerdik’ diyecekler, melekler de: ‘Allah’ın arzı geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya!’ cevabını verecekler. Onların varacakları yer cehennemdir. Orası ne kötü dönülecek yerdir! Çaresiz kalan, yol bulamayan zavallı erkek, kadın ve çocuklar müstesnadırlar.” 2903 Hz. Peygamber ve O’nun arkadaşları putperest Mekke oligarşisinin zulüm ve baskıları yüzünden hicrete üç kez başvurdular. Bunların ilk ikisi Habeşistan’a, üçüncüsü ve en büyüğü de Medine’ye olmuştur. Kutsal değerler tehlikeye düştüğü sırada sırf bedensel gayelerle toprağa bağlılığı sürdürmek Kur’an’ın talimatına aykırıdır. Vatan, ancak bu değerlerle birlikte kutsaldır. 2904 Bir Müslüman dininden dolayı bir beldede işkence görüyor veya inandığı gibi yaşamaktan menediliyorsa, tasarrufunda ve dinini yaşamada hür olacağı bir yere hicret etmesi ona vaciptir. İsyanın olduğu bir yerde ikamet ettiğinde isyandan kurtulamaz. 2905 Günümüzde başka yere göç etmek yerine bulunulan yerde hicret eylemi içerisinde olup, daha iyinin, daha güzelin, kemalin peşinde koşmanın gerekliliğinden söz ediliyorsa da 2906 şartlar gerektirdiği takdirde hicret emrinin yerine getirilmesi kaçınılmaz olur. İster gönülde, ister bedende olsun, hicret daha iyiye bir yükseliş, bir koşuştur. İman erleri sürekli yürüyüşte sükûn bulurlar. Durmak onları öldürür. Mümin, her an hicret halindedir. Hicret sadece sosyolojik değil, aynı zamanda psikolojik bir imkân değişikliğidir. 2907 Kur’an’ın hicreti anlatırken kullandığı ifadelerden, hicretin felsefî ve sosyal açıdan, çok derin bir kavram ve ilke olduğu anlaşılmaktadır. Hicret, yeni bir medeniyetin doğuşuna hizmet eden başlıca 2900 Bk. Yûnus 10/90; Tâhâ 20/77-78; Şuarâ 26/52-67. Bk. İbrâhîm 14/9-13; TDVİA (Hicret md.), XVII, 458-459. 2902 Rızâ, Tefsîru’l-Menâr, VIII, 361; Özsoy-Güler, Konularına Göre Kur’an, s. 559. 2903 Nisâ 4/97-98; Esed, bu ayetteki hicreti “insanın şeytandan Allah’a hicreti” diye yorumlamakta ve Mekke’den Medine’ye maddî anlamda göç Mekke’nin fethinden sonra zorunlu olmaktan çıktığı, kötülük yurdundan iyilik yurduna ruhsal göçün ise İslam’ın temel şartlarından biri olmaya devam ettiği şeklinde görüş belirtmektedir. Bk. Esed, Kur’an Mesajı, I, 163. 2904 Öztürk, a.g.e., s. 171. 2905 Rızâ, a.g.e., VIII, 361. 2906 Bk. Demir, Abdulkadir, Kavram ve Hadise Olarak Kur’an’da Hicret (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Ankara, 1999, s. 47. 2907 Öztürk, a.g.e., s. 171-172; Bk. Nisâ 4/100; Hac 22/58. 2901 faktördür. Tarihte bilinen yirmi yedi medeniyetin hepsi bir hicretten sonra ortaya çıkmıştır. İlkel topluluklar, ancak hicret ettikten sonra medenileşebilmişlerdir. Bütün medeniyetler, ilkel toplulukların hicretinden doğmuştur. 2908 Hicret, fert ve toplumun yere bağlılığını ve bağımlılığını kopararak 2909 özgürlük, düşünce, duygu, akıl, ilim, sanat, kültür, din ve dünya görüşü alanında değişim, gelişim ve ilerleme sağlar. Hicret kavramı, Kur’an’ın Arap kültürüne hâkim fikirlerin anlamlarını nasıl değiştirdiğine güzel bir örnektir. İslam öncesi şiirlerde sıkça bir kişinin yurdundan başka bir yere giderek onurunu koruma arzusu işlenirdi. Kur’an, bu şahsî onur anlamı yerine, bir dizi dinî ilke üzerinde kurulmuş bir topluluğun onuru anlamını ikame ederek ve şahsi bir duygunun yüceltilmesini bir cemaate bağlanmaya dönüştürerek hicretin mahiyet ve gayesini kökten değiştirmiştir. 2910 İnkılâpların en büyük rolleri, kavramları değiştirmelerinde görülür. İnsanın şuur derinliklerini ve ruhunun girift âlemini ilgilendiren kavramları değiştirmekse inkılâbın en çetin işidir. Hicret, en zorlu inkılâbın en müşkül bir devresinde insanlığın en köklü kavramlarını temelinden değiştirmiştir. Bu, bir bakıma insanlığın yeniden kuruluşuydu. Hicret, insanlık tarihinin o güne kadar tanıdığı kardeşlik kavramını da değiştirmiştir. Hz. Peygamber, kana bağlı kardeşliğin çağlar süren saltanatını yıkarak yerine fikre, duyguya ve iman birliğine dayanan, gönüldaşlıktan beslenen kardeşliği koymuştu. 2911 İslam’ın mensuplarına telkin ettiği kardeşlik anlayışı kadar Hz. Peygamber’in uygulamaya koyduğu muâhât (kardeşlik) ameliyesi, hicretten sonra muhacirlerle ensar arasında tam bir kaynaşma ve dayanışma sağlamıştır. Bu ameliye hicretten hemen sonra gerçekleştirilmiş ve Resul-i Ekrem, ensârla muhacirleri bir araya getirerek her muhacir için ensârdan bir kardeş tayin etmişti. 186 ailenin kardeş ilan edildiği bu uygulama sadece şekilde kalmamış, muhacirler ve ensâr kan bağından öte bir bağlılıkla birbirlerine bağlanmışlardı. Ensâr, mallarının yarısını kardeş olduğu muhâcire veriyordu. Hatta mirasla ilgili ayetler gelinceye kadar bu kardeşler birbirine varis dahi oluyorlardı. Siyasi, iktisadi, içtimaî, dinî ve askeri pek çok fayda sağlayan muâhât, İslam toplumunun yapılanmasındaki rolü bakımından hicrete anlam kazandırmıştır. 2912 Hicret, İslam davetinin seyrinde ve dinin yayılışında da etkili olmuştur. Medine döneminde Müslümanlığa meyli olan kimselere yapılan baskılar kırılmış, böylece insanlara hür iradeleriyle dinlerini seçme imkânı sağlanmıştır. Bir tarih başlangıcı olarak kabul edilen hicret, aynı zamanda tedrici tekâmül gösteren ibadetlerle birlikte sulh, savaş v.b. ahkâma ait meselelerin de bildirildiği ve açıklandığı bir dönüm noktasını teşkil eder. Mekke’de nazil olan ayetlerde; tevhid, nübüvvet, âhiret gibi temel inanç konuları ve sabır, güzel ahlak ve müşriklerle olan mücadele konuları işlenip ibadet ve ahlakla ilgili İslam esasları konulurken hicretten sonra ferdi ve içtimai hayatı düzenleyen ahkâmla ilgili ayetler inmiş, ibadet ve muamelâta dair hükümler konularak müeyyideler getirilmiş, Yahudi ve münafıklarla olan 2908 Şeriati, İslam Sosyolojisi, s. 44; Hicret hakkında çeşitli değerlendirmeler için bk. Diyanet Dergisi (1981 Yıllığı) Hicret Özel Sayısı, Ankara, s. 61-75; Er, Din Sosyolojisi, s. 135-136. 2909 Demir, a.g.e., s. 50. 2910 Mir, a.g.e., s. 86. 2911 Öztürk, a.g.e., s. 176. 2912 TDVİA, XVII, 461; Ayrıca bk. Tâberî, a.g.e., IV, 248. Kırca, a.g.e., s. 98-100; Özbuğday, Şükrü, “Hicret ve İslam Tarihindeki Yeri”, Diyanet Aylık Dergi, Temmuz 2002, S. 139, s. 12. münasebetler açıklanmış ve devletlerarası hukuku ilgilendiren kurallar belirlenmiştir. 2913 Ancak Medine döneminde kapsamlı işlenmiş hiçbir konu, Mekke döneminde tamamen ihmal edilmiş değildir; en azından nüve halinde işlenmiştir. Mekkî ve Medenî dönem arasında keskin bir ayrım yapmak, birbirinden bağımsız devrelermiş gibi göstermek doğru değildir. 2914 Hicretle birlikte Kur’an’ın üslubu ve ifade ettiği şeyler birdenbire değişivermiş ve onun muhatabı özellikle müminler olmuştur. Bundan sonra Yâ eyyühennâs (Ey insanlar) denildiği gibi Yâ Eyyühellezîne Âmenû (Ey İman Edenler) diye de hitap edilmiş ve onlara yapmaları ve uygulamaları gereken şeyler emredilmiştir. 2915 Reşit Rızâ’nın belirttiğine göre Kur’an’ın hicretle ilgili ayetlerine bakıldığında Hz. Peygamber dönemindeki müminlerin çeşitli gruplara ayrıldığı görülür. Ayetlerin birinde şöyle buyrulur: “İyilik yarışında önceliği kazanan Muhacirler ve Ensar ile onlara güzelce uyanlardan Allah hoşnut olmuştur, onlar da Allah’tan hoşnutturlar. Allah onlara, içinde temelli ve ebedi kalacakları, içlerinden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır; işte büyük kurtuluş budur.” 2916 Bu gruplardan birincisi, öne geçen muhacirlerdir. Bunların kim olduğuna dair çeşitli yorumlar yapılmakla beraber 2917 en makul yoruma göre bunlar, Hudeybiye anlaşmasından önce hicret edenlerdir. Bunlar, canlarıyla, mallarıyla cihad eden sadık müminlerdi. İkincisi, ensârdan öne geçenlerdi. Bunlar, birinci ve ikinci Akabe biatlerinde Hz. Peygamber’e biat edenlerdi. Bazı Medine ehlinden nifakla Müslümanlığını açıklayanlar olsa da muhacir ve ensârdan öne geçenlerden hiçbir münafık yoktu. Üçüncüsü, öne geçen muhacir ve ensâra en güzel şekilde uyanlar veya fiilî ve sözlü olarak iyilik yapanlardır. Buna iyiliğin en üstünü olan şehitlik mertebesine erenler de dâhildir. Bu grup içine münafıklar dâhil değildir. Allah, bu üç gruptan razı olmuş bunların imanlarını, ihsanlarını, hicret ve cihatlarını kabul etmiş ve günahlarını affetmiştir. 2918 Dördüncüsü, Hudeybiye anlaşmasından sonra göçen ve öncekilerle beraber cihat eden müminlerdir. Bunlar da öncekilerden sayılmıştır. Beşincisi ise hicret etmeyen müminlerdir. Bu iki gruptaki müminlere Enfâl sûresi 72 ve 75. ayetlerinde yer verilmektedir. İslamiyet’i kabul edenlerin Hz. Peygamber’in yanına hicret etmesi zorunlu olduğu ve imanla ilgili görüldüğü için hicret edenlerin etmeyenleri korumakla, onların işlerini üstlenmekle (velâyetlerinden) yükümlü olmadıkları, dolayısıyla onlara mirasçı olamayacakları fakat dinî hususlarda yardım isterlerse hicret edenlerin onlara yardım etmesi gerektiği belirtilir. 2919 Kur’an’da hicret sadece bedensel olmayıp, kalbi Allah dışındaki şeylerden ayırıp Yaratıcıya yönelmek anlamında da kullanılmaktadır. Kur’an, hicret olayını gerçekleştirenlerin fedakârlıklarını överek yaptıkları işlerin önemine dikkat çekmiş ve bu olayı ve şahsiyetleri bize ders ve örnek alınacak bir numune olarak sunmuştur. Hicret, çok sayıda peygamberin hayatında yer almış; kâfirlerden görülen eziyet ve baskılar, hak dini tebliğ imkânının ortadan kalkmış olması onları göç etmek zorunda bırakmıştır. Bütün bunlara göre dinî ve şahsî hürriyeti baskıda olan, dini öğrenme ve yaşama imkânı 2913 Bk. Kırca, Kur’an ve İnsan, s. 95-96; TDVİA, XVII, 462; Mekkî ve Medenî sûrelerin özellikleri için bk. Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, 9.Bsk., Ankara, 1993, s. 60-62. 2914 Bk. Zeyveli, “Kur’an’ın Öngördüğü Toplum Modeli”, s. 347. 2915 Kırca, Kur’an ve İnsan, s. 96. 2916 Tevbe 9/100. 2917 Bk. Tâberî, Tâberî Tefsiri, IV, 349-350; Rızâ, Tefsîru’l-Menâr, II, 14-15. 2918 Rızâ, a.g.e., II, 14-15. bulamayan bir Müslüman’ın o beldede oturması caiz görülmemiştir. Hicret, insanlığın en köklü kavramlarını temelinden değiştirmiş, inanca dayalı kardeşlik anlayışını müslümanların arasına yerleştirmiştir. Hicret, çeşitli meselelerde bir dönüm noktası teşkil ettiği gibi hicretle birlikte Kur’an’ın üslubu ve ifade ettiği şeyler de birdenbire değişivermiş ve O’nun muhatabı özellikle müminler olmuştur. B. KUR’AN’IN ÖNGÖRDÜĞÜ TOPLUMUN ÖZELLİKLERİ Kur’an, toplumlardan, toplumsal değişmeden, toplum içindeki gruplardan ve başka toplumlarla ilişkilerden bahsetmesinin yanı sıra belli bir toplum tipi de önermekte, önerdiği bu toplumun özelliklerinden bahsetmektedir. Zaten Kur’an’ın amacı da toplumları eğitmek, belli bir yerden alıp iletilmesi gereken hedeflere ulaştırmak, yeryüzünde iyiliğin, adaletin, hâkim olmasını sağlamaktır. 2920 Biz de burada Kur’an’ın öngördüğü toplumun genel özeliklerinden, nasıl bir toplum modeli ortaya koyduğundan bahsetmeye çalışacağız. 1. İman ve Salih Amel Kur’an’da küfr, ayıplanacak kötü vasıfların kaynağını teşkil ederken iman da, olumlu ahlakî değerlerin tam manası ile merkezidir. İman, tüm İslâmî erdemlerin çıktığı kaynaktır; hepsini oluşturan odur. 2921 İman varsa ibadetler vardır. İman yoksa yapılan ibadetlerin ve iyiliklerin bir faydası yoktur. İman ile sâlih amel arasında son derece güçlü bağ vardır. Gerçek iman, insanları hayırlı işler işlemeye teşvik eden en güçlü saik görevini görmelidir; yoksa o inanış sahih değildir. 2922 Sâlihât, davranış yolu ile bütünüyle dışa yansıyan imandır. Bu yüzdendir ki, ellezîne âmenû ve ‘amilu’ssâlihât (iman edip sâlih amel işleyenler) ifadesi Kur’an’da en sık kullanılan tabirlerden birisidir. İman edenler, içlerindeki inanışı, sâlih ismine layık bazı filler ile göstermedikleri sürece mümin değildirler veya imanları kâmil değildir. 2923 Kur’an incelendiğinde, onda inanan ancak sâlih amel işlemeyen bir insan tipinin yer almadığı görülür. Bu tavrıyla Kur’an, birbirinden kopuk iman ve amel ilişkisini tanımamaktadır. Aynı zamanda Kur’an eylemden söz ettiğinde mutlaka inancın rengini taşıyan bir eylemden söz ediyor demektir. 2924 Önemli olan sadece inanmak değil, hak ve doğruya inanmaktır. İmanın doğru ve iyi fiil şeklinde topluma açılışı üzerinde duran Kur’an, dinin sırf şahsî bir mesele olmadığını bildirmiştir. Buna göre iman, çoğu kez topluma eşdeğer bir kavramdır. 2925 el-amelü’s-sâlih, ifadesi, amel ve sâlih kelimelerinden oluşmuş bir sıfat tamlamasıdır. 2919 Bk. Tâberî, a.g.e., IV, 248; Rızâ, a.g.e., III, 104-108. Bk. Fazlurrahman, Ana Konularıyla Kur’an, s. 122. 2921 İzutsu, Kur’an’da Dinî ve Ahlakî Kavramlar, s. 245. 2922 İzutsu, a.g.e., s. 246. 2923 Bk. İzutsu, a.g.e., s. 269; Mir, Kur’ânî Terimler ve Kavramlar Sözlüğü, s. 98;. 2924 Özsoy, Sünnetullâh, s. 156. 2920 Sözlükte “iş, çaba, fiil, çalışma” gibi manalara gelen amel, 2926 canlı varlığın bir kasıt, niyet ve iradeye bağlı olarak yaptığı iş demektir. Buna göre amel fiil kelimesinden daha özel bir mana ifade eder. Çünkü fiil, bilgisiz ve gayesiz olarak yapılan işleri de kapsamaktadır. Buna göre hayvana nispet edilen fillerin hiçbirine amel denmez. 2927 Kur’an’a göre yalnız ibadetler ve bedensel faaliyetler değil, insanın niyeti, ruhsal ve fikrî bütün şuurlu faaliyetleri ameldir. Ayrıca Kur’an, kâfirlerin davranışlarını da amel kelimesiyle belirtir, ancak bunlara kötü amel der. Sâlih, aslında iyi, yaraşıklı, aklen ve naklen doğru, hayırlı anlamında sıfat iken, sonundaki tâ’yı almasıyla sâlih amel manasına isim olmuştur ki sâlih amelin kalbî, bedenî, malî olmak üzere üç türü vardır. 2928 Salâh, fesâdın zıttıdır. Kur’an, sâlih amel işlemeyenlerin yeryüzünü fesada boğmaya gayret göstermiş olacaklarını bildirerek bu karşıtlığı vurgulamıştır. 2929 Böylece Kur’an, yeryüzünde toplumsal bir düzen kurulmasını inanca ve güzel işler yapmaya bağlamıştır. Kur’an-ı Kerim’in birçok ayetinde iman ve amel-i sâlih, bazı ayetlerinde bunlarla birlikte ahiret inancı yan yana zikredilerek amel-i sâlihin faydası ve gerekliliği, kötü amelin zararı ve yanlışlığı üzerinde ısrarla durulmuş, müslümanlar her fırsatta iman ve amel-i sâlihe teşvik edilmiştir. 2930 Kur’an-ı Kerim’e göre Allah gökleri ve yeri, dünya nimetlerini, hayatı ve ölümü, hangilerinin daha güzel amel edecekleri hususunda insanları denemek için yaratmış, 2931 yine aynı maksatla insanları yeryüzünün halifesi kılmıştır. 2932 Söz konusu Kur’an ayetleri bütün varlıkların dahi sırf insanın güzel amelleri, verimli ve faydalı davranışları uğruna yaratıldığını belirtmektedir. Allah, ileride dünyada iken kimlerin daha güzel amel ettiğini ortaya çıkaracak ve hiçbir haksızlığa meydan vermeksizin herkesi ameline göre yargılayacaktır; 2933 zerre kadar iyi ameli olan da zerre kadar kötü ameli olan da karşılığını görecektir. 2934 Bununla birlikte kötü ameli olanlar yalnızca kötülüklerinin dengiyle cezalandırılırken iyi amel işleyenler fazlasıyla mükâfatlandırılacaktır. 2935 Kur’an’da iman edip sâlih amel işleyenlere dünya ve ahirette verilecek nimetlerden bahsedilmekte; Allah’ın onlar için bir sevgi yaratacağı, 2936 onları yeryüzünde hükümran kılacağı, dinlerini sağlamlaştıracağı ve onları güvene erdireceği, 2937 onlara güzel bir hayat yaşatacağı, 2938 dualarını kabul edeceği, 2939 karanlıklardan aydınlığa çıkaracağı, 2940 ahirette de çeşitli mükâfatlar vereceği belirtilmektedir. 2941 Müminler iman 2925 Sezen, İslam Sosyolojisine Giriş, s. 28. İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab (‘a-m-l md.), Mısır, ts., XIII, 502-503; TDVİA (Amel md.), III, 13. 2927 İsfehânî, el-Müfredât (‘a-m-l md.), s. 587. 2928 Yazır, Hak Dîni, I, 236. 2929 Bk. Yûnus 10/81; Sâd 38/28. 2930 Bk. Ra‘d 13/29; Ankebût 29/4; Talak 65/11. 2931 Bk. Hûd 11/7; Kehf 18/7; Mülk 67/2. 2932 Bk. Yûnus 10/14. 2933 Bk. Tevbe 9/94, 105; Yâsîn 36/54. 2934 Bk. Zilzâl 99/7-8. 2935 Bk. Nûr 24/38; Sebe 34/37- 38; Mümin 40/40; Ahkâf 46/16. 2936 Bk. Meryem 19/96. 2937 Bk. Nûr 24/55. 2938 Bk. Nahl 16/97. 2939 Bk. Şûrâ 42/26. 2940 Bk. Talak 65/11. 2926 ettiği için nimetlerle karşılaştığı gibi ilâhî imtihan ve kâfirlerin zulümleri ile de karşılaşırlar. Sırf imandan ötürü eza ve cefaya maruz kalırlar. 2942 Salih ameller dinin yapılmasını emir veya tavsiye ettiği, iyi, doğru, faydalı ve sevap kazanmaya vesile olan işler; gayr-i sâlih ameller ise yapılması yasaklanan veya hoş karşılanmayan kötü, yanlış, zararlı ve günaha yol açan amellerdir. 2943 Amelin sâlih olması, önce imana dayanması, sonra da Allah’ın çizdiği sınırlar içinde olmasıdır. Allah’ın emir ve yasaklarına değil de, insanların hevâlarına dayalı ameller, fâsid amellerdir. 2944 İmandan sonra Yüce Allah’ın emrine saygı, yaratıklarına şefkat ve fayda esasında toplanan sâlih amel başlıca iki çeşittir. Birincisi, bedenle yapılan ibadetler gibi mükellefin öncelikle bizzat kendisine faydalı olan ve kendi iyiliğine yarayan işlerdir. İkincisi ise zekât ve sadaka gibi başkalarına faydalı işlerdir. Bunun en önemlisi de hakka davet etmek ve hak yolunda gayret göstermektir. 2945 Salih amel işleyenlere sâlihler denilir. Kur’an’a göre “bunlar yaratılmışların en iyisidirler; Allah onlardan, onlar da Allah’tan hoşnut olmuşlardır.” 2946 Ayrıca insanlara öğretilen dualarda, “Beni sâlih kullarının arasına kat” 2947 şeklinde ifadeler vardır. Kur’an-ı Kerim, sâlihlerin yanında muslihlerden de bahseder. 2948 Muslih, hem kendini düzelten, hem de başkalarını düzelten demektir. Kişi kendisini düzelttikten sonra başkalarını da düzeltmesi gerekir. Kur’an’a baktığımızda toplumları sâlih olan ve olmayan diye ikiye ayırmaktadır. Kur’an, iki ayette sâlih toplumdan (kavim) bahsetmekte, 2949 yine sâlihin zıddı olan fâsid (fesat çıkaran) 2950 toplumun yanı sıra mücrim (günahkâr), 2951 câhil, 2952 kâfir 2953 vb. toplumlardan bahsetmektedir. Sâlih toplumdan bahseden Mâide 84. ayetine baktığımızda Hıristiyanların içindeki bilginler ve rahiplerden peygamber’e inen gerçeği kabul edip gözleri dolarak Allah’a dua edip sâlihler toplumuna katılmayı umdukları belirtilir. Buradaki sâlih toplum, cahiliye dönemindeki fesat ve taşkınlıklarına rağmen, doğru inanç, faziletler, ibadetler, mükemmel bir terbiye ve edeple kendilerini düzeltip ıslah eden Hz. Peygamber’in ashabıdır. Onların yolundan giden herkes onlardan sayılır ve ahirette onlarla beraber haşrolunur. 2954 Ayrıca Kur’an’da iman edenlerden ve sâlih amel işleyenlerden bahsedilirken çoğul kalıplar kullanıldığı görülür. Bu da sadece fertlerin değil bütün toplumun sâlih olmasının istendiğini gösterir. 2941 Bk. Ra‘d 13/29; İsrâ 17/9. Bk. Burûc 85/9; Alak 96/9-10. 2943 TDVİA, III, 13; Ayrıca bk. Mevdûdî, Tefhîmu’l-Kur’ân, VI, 227-228; İzutsu, a.g.e., s. 270; Mir, a.g.e., s. 25; Dumlu, Kur’an’da Bazı Kavramlara Bakış, s. 140-142; Bakara 2/83; Kehf 18/110. 2944 Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, s. 312. 2945 Yazır, Hak Dîni, IX, 107. 2946 Beyyine 98/7-8. 2947 Şu‘arâ 26/83. 2948 Bk. Bakara 2/220; Hûd 11/117; A‘râf 7/170. 2949 Bk. Mâide 5/84; Yûsuf 12/9. 2950 Bk. Tevbe 9/53; Neml 27/12; Kasas 28/32; Zuhruf 43/54. 2951 Bk. A‘râf 7/133; Yûnus 10/75; Câsiye 45/31. 2952 Bk. Hûd 11/29; Ahkâf 47/23. 2953 Âli İmrân 3/86. 2954 Rızâ, Tefsîru’l-Menâr, Dâru’l-Ma‘rife, 2. Bsk, Beyrut, ts. V, 13; Merâğî, Tefsîru’l-Merâğî, V, 8. 2942 Yüce Allah, ‘Asr sûresinde şöyle buyurur: “Asra (akıp giden zamana) 2955 yemin olsun ki, insan hiç şüphesiz hüsran içindedir. Ancak inanıp yararlı iş işleyenler, birbirlerine gerçeği tavsiye edenler ve sabırlı olmayı tavsiye edenler bunun dışındadır.” İnsan kelimesinin başındaki elif lâm cins için olup, bu ifade bütün insan cinsini (şahısları, milletleri, bütün insanları) 2956 kapsamaktadır. Sadece sâlihler hariç, bütün insanlar ticaretlerinde kaybetmişlerdir. Çünkü sâlihler, dünyayı verip ahireti aldılar. Böylece kâr ettiler ve mutlu oldular. Onların dışındakiler, onların hilafına ticaret yaptılar ve böylece ziyana ve bedbahtlığa uğradılar. 2957 İnsanın hüsranda olmasının anlamı, hem dünyada hem de ahirette zarar etmesidir. Zira hüsran, kârın zıddı olup ticaret hayatında zarar ve iflas etme anlamındadır. Kur’an’da felâhın zıddı olarak da kullanılır. Kur’an’a göre gerçek felâh, ahiret felahıdır ve gerçek hüsran da oradaki başarısızlıktır. Ayrıca sâlih amel olmadan sadece iman ile insan hüsrandan kurtulamaz. 2958 Amel de ihsan şeklinde insanın pratiğinde kendini gerçekleştirmeye çalışmadan insanın kalbinde ve vicdanın da yerleşip duramaz. 2959 İmanları yalnız gönüllerinde ve dillerinde kalmayıp bütün duygularına, akıllarına, varlıklarına nüfuz ederek iradelerine sahip olup yaptıkları işleri Allah rızası için ve onun emirlerine uygun olarak yapanlar kurtuluşa ereceklerdir. 2960 Sûrede iman prensibi, sâlih amel prensibinden önce zikredilmiştir. Çünkü amel imana dayanır. Kalbe yerleşen iman, güzel amel şeklinde ortaya çıkar. Güzel ahlakın imana dayandığı genel kuraldır. İmana dayanmayan güzel ahlak çabuk sarsılabilir. 2961 Yine bu ayetler, hayatın insan için sermaye olduğunu, bunun için kişinin kendisine, ailesine ve bütün insanlığa faydalı olması gerektiğini ifade eder. 2962 Bu itibarla Kur’an insanın yaptığı bu tür sâlih amellerin sahiplerinin cennette ebedî olarak kalmalarını sağlayacağı için el-bâkiyâtu’s-sâlihât 2963 (kalıcı işler), semeresi insan için kalıcı olan iyi ameller ifadesini kullanmaktadır. Yüce Allah, iman edip sâlih amel işleyenlere cennette verilecek mükâfatı anlatırken onların kalplerinden kinin çıkarılıp atılacağını haber vermektedir. 2964 Kulun iman edip yararlı işler yapması, kendi göğsünde bir dizi değişime ve toplumsal hayatın huzura kavuşması gibi köklü değişimlere neden olmaktadır. 2965 İman ve sâlih amel, cennette kin duygusunun kaldırılmasına vesile olduğu gibi bu dünya hayatında da aynı dine inananlar arasında bir yakınlık bulunmakta ve kötülüğün insanları birbirinden uzaklaştırdığı gibi yapılan iyi işler de onları birbirine yaklaştırmaktadır. İdeal insan tipinin ve ideal toplumun yetişmesi için, ilk önce zihniyet değişimi olmalı yani insanın inandığı dinin zihniyetiyle dimağını bezemesi, doldurması, ikinci olarak da bu zihniyetin davranış boyutuyla günlük hayata yansıması gerekir. 2966 Bir dinin inanç sitemi ve muamelat 2955 Asr kelimesinin çeşitli anlamları ve tefsiri için bk. Yazır, Hak Dîni, IX, 98-105. Bk. Mevdûdî, Tefhîmu’l-Kur’ân, VII, 225. 2957 Zamahşerî, Keşşâf, IV, 787; Nesefî, Tefsîru’n-Nesefî, III, 677. 2958 Mevdûdî, a.g.e., VII, 226. 2959 Kutub, Fî Zılâli’l-Kur’ân, X, 555. 2960 Yazır, Hak Dîni, IX, 107. 2961 Bk. Kutub, a.g.e., X, 554; Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, XI, 82-83. 2962 Tabâtabâî, el-Mîzân fî Tefsîri’l-Kur’ân, XX, 235; Yazır, a.g.e., IX, 107. 2963 Meryem 19/76. 2964 Bk. A‘râf 7/42-43. 2965 Bayraklı, Kur’an’da Değişim Gelişim ve Kalite Kavramları, s. 138. 2966 Bk. Ra‘d 13/11; Er, Din Sosyolojisi, 202-205. 2956 prensipleri, bir cemiyetin var olma ve yaşama şartlarından biridir. 2967 Bir dine inanmak ve onun gereklerini yapmak, o dine inananları huzurlu, dengeli, itidalli bir ruh haline ulaştırır. Böyle fertlerden meydana gelen toplum, huzurlu, dengeli, itidalli bir görünüm arz eder. Sonuç olarak iman ile sâlih amel arasında son derece güçlü bağ vardır. Kur’an incelendiğinde, onda inanan ancak sâlih amel işlemeyen bir insan tipinin yer almadığı görülür. Salih ameller, İslam’ın yapılmasını emrettiği, hoş gördüğü bütün güzel işlerdir. Kur’an’ın emrettiği sâlih ameller, fertlere ve toplumlara fayda sağlayan ve onları eğiten bir özelliğe sahiptirler. Kur’an-ı Kerim’in birçok ayetinde amel-i sâlihin faydası ve gerekliliği, kötü amelin zararı ve yanlışlığı üzerinde ısrarla durulmuş, müslümanlar her fırsatta iman ve amel-i sâlihe teşvik edilmiştir. Kur’an, insanların her zaman kendileri ve bütün insanlık için iyi ve faydalı olan işleri yapmalarını isteyerek bu sayede huzurlu, iyiliğin hâkim olduğu bir toplum önermektedir. Kur’an’a baktığımızda toplumları sâlih olan ve olmayan diye ikiye ayırmakta ve bütün toplumların sâlih ameller işleyerek sâlih olmalarını istemektedir. 2. Hakkı, Sabrı ve Merhameti Tavsiye Etme Asr sûresinde ziyandan kurtulanlar arasında iman edip sâlih amel işleyenlerin akabinde hakkı ve sabrı tavsiye edenleri de saymaktadır. Zamahşerî hakkı tavsiyeyi şöyle açıklar: “İnkârı mümkün olmayan sabit emri yani Allah’ı birleme, O’na itaat etmek, kitaplarına ve peygamberlerine tabi olmak, dünyadan uzaklaşıp ahirete yönelmek gibi bütün hayırları tavsiye etmektir.” 2968 Hak kelimesi sözlükte “hakikat, gerçek, sabit, doğru olmak, gerekmek; bir şeyi gerçekleştirmek; bir şeye yakînen muttali olmak, varlığı kesin olan şey, hikmet” anlamlarına gelir. Çoğulu hukûk, hıkâktır. Genellikle batılın zıddı olarak gösterilir. 2969 İsfehânî’nin belirttiğine göre hakkın asıl manası, “mutabakat ve muvafakat” olup “bir şeyi hikmetin gereğine uygun olarak icat eden, hikmetin gereğine uygun olarak yapılan iş, bir şeye aslına uygun ve doğru olarak inanma, bu şekilde kazanılmış inanç ve bilgi, gerektiği şekilde, gerekli ölçüde ve gereken zamanda meydana gelen iş anlamlarına gelir. 2970 Hakkın esas anlamında bir uygunluk vardır ki, her şeyden önce zihinlerle a‘yânın (eşyanın Allah’ın ilmindeki sabit hakikatleri) bir başka tabirle nefislerle nefis dışındakilerin, bilgi ile bilinenin uygunluğunu ifade eder. 2971 Kur’an-ı Kerim’de iki yüz kırk yedi yerde geçen hak kelimesi ayetlerin çoğunda batılın zıddı olarak kullanılmıştır. 2972 Ayrıca hak ilah (Allah), 2973 İslam, 2974 vakıaya, gerçeğe uygun söz, 2975 doğru haber, 2976 doğru yol, 2977 aslına uygun bilgi, inanç, yakin, 2978 bir olayın iç yüzü, 2979 hak, 2980 adalet, 2981 2967 Er, a.g.e. s. 15; Ayrıca bk. Eren, Kur’an ve Toplum, s. 72 vd. Zamahşerî, Keşşâf, IV, 787. 2969 Bk. Zamahşerî, Esâsu’l-Belâğe (h-k-k md.), s. 135-136; İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab (h-k-k md.), XI, 332-343. 2970 İsfehânî, el-Müfredât (h-k-k md.), s. 246; TDVİA (Hak md.), XV, 137; Ayrıca bk. İzutsu, Kur’an’da Dinî ve Ahlakî Kavramlar, s. 141-144. 2971 Yazır, Hak Dîni, IV, 333. 2972 Bk. Abdulbâkî, el-Mu‘cemü’l-Müfehres (h-k-k Md.), s. 265-269; Nisa 4/105; İsrâ 17/81. 2973 Bk. En‘âm 6/62; Yûnus 10/30, 32; Hac 22/62; Lokman 31/30. 2974 Bk. Nisâ 4/170. 2975 Bk. A‘râf 7/169; Sâd 38/84; 2976 Bk. Mü’minûn 23/62. 2968 görev, ödev, hüküm 2982 gibi çeşitli anlamlarda kullanılır. Kur’an’da hak (hakikat) sözcüğüne belli bir kutsiyet izafe olunmakta ve sonuçta dilin bununla herhangi bir şekilde çelişebilecek her türlü kullanımı Allah’a ve O’nun dinine karşı apaçık bir suiistimal kabul edilmektedir. 2983 et-Tevâsî, müşareket için kullanılan bir fiildir. Karşılıklı birbirine tavsiye etmek, Allah’a ve peygambere itaate davet etmek anlamlarına gelir. İşte inanıp güzel işler yapanlar, birbirlerine hakkı, gerçeği, doğruyu, hak dini, başkalarının hakkına saygıyı, doğruluktan ayrılmamayı, olaylar karşısında yılmamayı, umutsuzluğa düşmemeyi, azim ve irade ile Allah’a tevekkül ile hak uğrunda sabretmeyi tavsiye ederler. Toplum saadetinin temel taşları olan iman, güzel amel, hakkı ve sabrı tavsiye, İslam davetinin en önemli prensiplerindendir. 2984 Yüce Allah bu sürede inananları alabildiğine taata düşkün olmakla ve sadece kendilerini ilgilendiren şeylerle yetinmeyip, başkalarının da taatlarına sebep olsunlar diye, “başkalarına da tavsiye eden kimseler” olarak nitelemiştir. İşte Allah, bu yüzden ve bu tarz üzere, “Ey iman edenler, kendinizi ve çoluk-çocuğunuzu ateşten koruyunuz” 2985 buyurmuştur. Binaenaleyh hakkı tavsiyenin içine, ilim ve amel, dine davet etmek, nasihat, iyiliği emredip kötülüğü yasaklama ve kendisi için sevip, arzu ettiği şeyleri, başkaları için de sevip arzu etmesi gibi hususlar girer. 2986 Hakkı tavsiye, dayanışmanın ve yardımlaşmanın en güzel ifadesidir. Bir toplumda hak, hukuk ve adalet varsa o toplumun istikbali aydınlıktır. Aksi takdirde, hak ve adaletin olmadığı yerde zulüm olacağından, o toplumun geleceği karanlıktır. Bilindiği gibi sabrın, acı ve zorluğa sabır, lezzet ve arzulara karşı sabır ve tebliğe engel olan güçlük ve eziyetlere karşı sabır gibi çeşitleri vardır. Burada öğütlenen sabır, nefsin hoşuna gitmeyen işlere yönelip haramlardan kaçınma hususunda sabır, 2987 iman ve salih amel ile hak ve hayır yolunda sabır 2988 ve hakkı destekleme ve fazilete yardım etme yolunda karşılaşılacak zorlukların hepsine tahammüldür. 2989 İnsan, iman eder, sâlih amelle yaşar ve bu inanç ve amelini insanlara tebliğ ederse şer güçlerin/batılın direnişi hatta tecavüzü ile karşılaşacaktır. Bütün bunlara sabır, yiğitlik, doğruluk ve mertlik şiarıdır, bir direniştir, bir sebattır ve bu uğurda bedel ödemeye hazır olmasıdır. 2990 Yoksa sabır, her kötülüğe katlanmak, her zillete boyun eğmek, batılda, fenalıkta kalmak ve şerre rıza demek olan atalet, zillet ve meskenet ile aşağı düşmekten ibaret olan duygusuzluk değildir. Çünkü “İzzet, 2977 Bk. Yûnus 10/35. Bk. Yûnus 10/36; Necm 53/28; Vakıa 56/95. 2979 Bk. Yûnus 12/51. 2980 Bk. Hûd 11/79; İsrâ 17/26; Zâriyât 51/19; Me‘âric 70/24. 2981 Bk. A‘râf 7/89; Enbiya 21/112; Sâd 38/22, 26; Zümer 39/69, 75. 2982 Bk. Bakara 2/180, 236, 241; Rûm 30/47; Mir, Kur’ânî Terimler ve Kavramlar Sözlüğü, s. 74-75; Karagöz, Kur’an’a Göre İnsana Verilen Değer ve Görev, s. 258-259; TDVİA, XV, 137. 2983 İzutsu, a.g.e., s. 144. 2984 Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, XI, 81. 2985 Tahrîm 66/6. 2986 Râzî, Tefsîr-i Kebîr, XXIII, 396. 2987 Zamahşerî, a.g.e., IV, 787; Râzî, a.y. 2988 Yazır, Hak Dîni, IX, 109; Ateş, a.g.e., XI, 81 2989 Rızâ, Tefsîru’l-Menâr, XI, s. 35. 2990 Zeyveli, Kur’an’ın Öngördüğü Toplum Modeli”, s. 351; Tebliğde sabrın gerekliliği için bk. Sâd 38/17; Fussilet 41/34; Ahkâf 46/35; Şanver, Kur’an’da Tebliğ ve Eğitim Psikolojisi, s. 114. 2978 Allah’a, Elçisine ve müminlere mahsustur” 2991 buyrulmuştur. Kur’an, ‘Asr sûresinde hakkı ve sabrı tavsiye etmeyi ziyandan kurtulmanın şartlarından biri olarak sayarken Beled sûresinde de sarp yokuşu aşmanın, zor geçidi geçmenin şartlarından birinin, inananlardan, sabrı ve merhameti tavsiye edenlerden olmak olduğu belirtilir: “Sonra, inanıp birbirlerine sabır tavsiye edenlerden, merhametlilerden olmayı tavsiye edenlerden olmaktır.” 2992 Sabrı ve merhameti telkin etme, mümin toplumun iki özelliğidir. Bir mümin toplum içinde toplumu zayıflatıcı bir üye değil, aksine güçlendirici bir elemandır, toplum içinde atılımın ve dinamizmin öncüsüdür. Merhameti tavsiye etmekse, toplumun safları arasında acıma, merhametli olma görevini yaymaktır. Bunun yolu ise toplumun üyelerinin bunu karşılıklı olarak birbirine tavsiye ve teşvik etmeleri ve bu görevi herkesin tanıdığı ve uğrunda birbirleriyle yarıştığı toplumsal ve aynı zamanda kişisel bir görev olarak kabul etmektir. Toplum, anlamını ancak bu yönlendirme ile kazanır. 2993 Şahıs olarak bir mümin Allah’ın merhametinin bir gölgesidir. Toplum olarak da müminlerdeki bu özelliği Allah’ın Resulü temsil eder ki Kur’an onu şöyle tasvir etmiştir: “Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” 2994 Hz. Peygamber’in en fazla üzerinde durduğu şey, ümmeti arasında yaymaya çalıştığı yüksek ahlakî meziyetti. Bu ise rahmet özelliğidir. İrşatlarında, Hz. Peygamber’in en önemli yönüdür. 2995 Şefkat ve merhametin toplumsal hayattaki yansıması, sosyal ilişkilerde yumuşak davranmaktır. 2996 İnsanlara karşı nazik, yumuşak ve merhametli yaklaşmak, hem bireylerin akıl ve ruh eğitiminde hem de sosyal ilişkilerin gelişmesinde önemli rol oynamaktadır. Zira tatlı dil, güler yüz, şefkat ve merhametle muamele, kalplerdeki soğukluğu sıcak ve samimi bir sevgiye dönüştürür. Bunun için toplumu ayakta tutan bu toplumsal ilkelerin beslenmesini ve yaygınlaşmasını sağlamaya çalışmak, insanların önemli görevlerindendir. Aksi takdirde insanların birbirine yabancılaşması kaçınılmaz olur. Bu nedenle Kur’an, insanlara karşı güzel ve yumuşak bir dil kullanmayı, şefkat ve merhametle yaklaşmayı istemektedir. 2997 Kur’an, insanî ilişkilerin bütün esaslarını merhamet ve sevgiye bağlamış, merhamet ve sevgiyi yeryüzündeki bütün insanları birbirine bağlayan bir bağ olarak görmüştür. 2998 Kur’an’a bakıldığında Kur’an’daki rahmet kavramının aşk, sevgi, şefkat gibi ilgili kavramları da içeren genel bir çerçeveye sahip olduğu görülür. O halde rahmet ve merhametin her geçtiği yerde bu kavramların tümünü birden hatırlamak ve ona göre değerlendirme yapmak gerekmektedir. 2999 Bun göre merhameti tavsiye ederken sevgiyi ve şefkati de tavsiye etmek gerekecektir. Netice itibariyle mümin toplumun özellikleri ve toplum saadetinin temel taşları olan iman, 2991 Münâfikûn 63/8; Bk. En‘âm 6/68; Bk. Yazır, a.g.e., IX, 109-110; Ateş, a.g.e., XI, 81-82. Beled 90/17. 2993 Kutub, Fî Zılâli’l-Kur’ân, X, 486-487. 2994 Enbiyâ 21/107. 2995 Bk. Mevdûdî, Tefhîmu’l-Kur’ân, VII, 130. 2996 Şanver, a.g.e., s. 116. 2997 Saka, Yabancılaşma Karşısında Kur’an, s. 218-219; Ayrıca bk. Şanver, a.g.e., s. 108-117; Nahl 16/125; İsrâ 17/28, 53; Tâhâ 20/44. 2998 Ebû Zehrâ, İslam’da Toplum Düzeni, s. 81. 2999 Öztürk, Kur’an’ın Temel Kavramları, s. 415. 2992 güzel amel, hakkı, sabrı ve merhameti tavsiye etme, İslam davetinin en önemli prensiplerindendir. Kur’an bu özelliklerin sadece belli bireylerde değil, tavsiye ve tebliğ yoluyla bütün topluma hâkim olması gereken özellikler olarak sunmaktadır. Kur’an’da hak çeşitli anlamlarda kullanılmakta olup inanıp güzel işler yapanların, birbirlerine hakkın her çeşidini, doğruyu, adaleti, hak dini, başkalarının hakkına saygıyı, doğruluktan ayrılmamayı tavsiye etmelerini ister. Aynı şekilde Kur’an’da tavsiye edilmesi öğütlenen sabır, acı ve zorluğa sabır, lezzet ve arzulara karşı sabır ve tebliğe engel olan güçlük ve eziyetlere karşı sabır gibi sabrın bütün çeşitlerini kapsamaktadır. Bütün bu güzelliklerin topluma hâkim olması için toplum üyelerinin bunları karşılıklı olarak birbirine tavsiye ve teşvik etmeleri gerekir. 3. İyiliği Emredip Kötülükten Sakındırma Kur’an, iyiliği emredip kötülükten sakındırmayı ifade etmek üzere emr-i bi’l-ma‘rûf-i ve nehy-i ‘ani’l-münker şeklinde formülleşen ifadeyi kullanmakta ve bu ifade Kur’an’da dokuz yerde geçmektedir. 3000 Ma‘rifet ve irfân kökünden gelen Ma‘rûf, akıl ve şeriatın iyi olarak nitelendirdiği fiilleri ifade eden bir isimdir. 3001 Sözlük anlamı “tanınmayan, yabancı, makul olmayan, kötü” 3002 anlamlarına gelen münker de bunun zıddı olup nekr ve inkâr kökünden gelmektedir ve sağlam aklın çirkinliğine hükmettiği veya akılların güzelliği ve çirkinliği konusunda durakladığı, şeriatın ise çirkinliğine hükmettiği şeydir. 3003 Tefsirlerde ma‘rûf, şeriatın uygun gördüğü her söz ve iş, münker de onun reddettiği her söz ve iştir diye tanımlanır. 3004 İnsanlar arasında ma‘rûf olan şeyler işlene işlene bir gelenek halini alabilir ki, buna ‘urf denir. Şu halde ‘urf adetten ayrıdır ve kitap ve sünnete uygundur. Adetse güzelliği ve çirkinliği bilinmeden insanların işleye işleye gelenek haline getirdikleri şeydir. Bu bakımdan peygamberler geldiklerinde insanlar arasında ‘urf olmuş şeyleri yerinde bırakırlar ve değiştirmezler; adetleri de sünnetleriyle ‘urf haline getirirler. Kur’an, toplumun pek çok davranış biçimlerini bu şekilde örfe bırakmış, hakkında kesinkes belirtilmiş hüküm koymadan “ma‘rûfla yapın” emrinde bulunmuştur. 3005 M. Aydın, ma‘rûfun sosyolojik açıdan tam karşılığının kamuoyu olduğunu belirtmektedir. 3006 Ancak kamuoyunda bazen kötülük ağır basmakta bu ise Kur’an’ın ma‘rûf anlayışına uygun düşmemektedir. İnsanlar münkeri işleye işleye onu adeta bir kural, terk edilmez bir adet haline getirirler. Bu bakımdan münkerlerin yayılmaması, toplumsal birer kural ve gelenek haline gelmemesi, terk edilmez bir babalar 3000 Bk. Abdulbâkî, el-Mu‘cemü’l-Müfehres (‘a-r-f md.), s. 582-583. İsfehânî, el-Müfredât (‘a-r-f md.), s. 560-561; Ma‘rifet ve ‘irfân kelimeleri için bk. a.y.. 3002 İzutsu, Kur’an’da Dinî ve Ahlakî Kavramlar, s. 281. 3003 İsfehânî, a.g.e. (n-k-r md.), s. 823; Ma‘rûf ve münkerin Kur’an’daki kullanımları için bk. Dumlu, Kur’an’da Bazı Kavramlara Bakış, s. 169-172. 3004 Bk. Tâberî, Tâberî Tefsiri, II, 334; İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab (n-k-r md.), VII, 90; İzutsu, a.g.e., s. 281; İzutsu, bu tanımı yeterli görmez, ancak benzer bir tanım yapar. Bk. İzutsu, a.g.e., s. 281-284. 3005 Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, s. 317; Bk. Bakara 2/180, 233, 236, 263; İslam hukukunda örf, sahih örf, fasid örf diye ikiye ayrılır: Sahih örf, İslam’a uygun olan, fasid örf ise İslam’a uygun olmayan örfü ifade eder. Bk. Hallâf, Abdulvahhâb, ‘İlm-u Usûli’l-Fıkh, Lübnan, ts., s. 69. 3006 Bk. Aydın, İlk Dönem İslam Toplumunun Şekillenişi, s. 272. 3001 dinini oluşturmaması için Kur’an, ma‘rûfu emretmekte münkeri de yasaklamaktadır. 3007 Cahiliye döneminde ma‘rûf, iyilik, ikram, gönül okşayıcı söz ve davranış anlamında yaygın olarak kullanılmaktaydı. 3008 Ancak onlar, kavimlerinin değerleri, a