Gençlik Dergisi - bilgiyurdu gençlik eğitim ve kültür derneği

advertisement
Gençlik Dergisi
ISSN 2148-5062
YIL: 8 SAYI: 46
KASIM-ARALIK 2014
İKİ AYDA BİR YAYIMLANIR
ÜCRETSİZDİR.
Gençlik Dergisi
ISSN 2148-5062
YIL: 8 SAYI: 46
KASIM-ARALIK 2014
İKİ AYDA BİR YAYIMLANIR
ÜCRETSİZDİR.
İÇİNDEKİLER
ZALİMLER ve MAZLUMLAR
Mustafa ÖZTÜRK.............................................................................................. 3
ATATÜRK KAPİTÜLASYONLARI ANLATIYOR
Prof. Dr. Cihan DURA........................................................................................ 5
MUŞMULA HAFIZAYA ÇİLİNGİR…
Osman KARABABA........................................................................................... 7
MİLLÎ BAYRAMLARDA ATATÜRK’ÜMÜZÜ İHMAL ETMEYELİM
Yrd. Doç. Dr. A.Vehbi ECER............................................................................... 8
BİR NOKTADA BULUŞANLAR
İsmail BOZKURT.............................................................................................. 10
BİLGİYURDU
GENÇLİK DERGİSİ
YIL: 8 SAYI: 46
ISSN 2148-5062
SAHİBİ
Bilgiyurdu Gençlik Eğitim ve Kültür Derneği Adına
Dernek Başkanı
Mustafa ÖZTÜRK
YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
Osman KARABABA
YAZIŞMA ADRESİ
Sahabiye Mah. Mete Cad.
Boylar Sk. Çetinbulut Apt Nu:1 K:2 D:3
Kocasinan/KAYSERİ
TELEFON
(0352) 232 32 67
WEB
www.bilgiyurdu.org.tr
E-POSTA
bilgiyurdu@hotmail.com
GRAFİK TASARIMI
Hatice İbakorkmaz
BASKI
Orka Matbaacılık
San. Tic. Ltd. Şti.
Organize San. Böl.
43. Cad. Nu: 11 KAYSERİ
(0352) 322 17 00
Bağışlarınız İçin
Bilgiyurdu Gençlik Eğitim ve Kültür Derneği
Türkiye İş Bankası Sahabiye Şubesi
Hesap Nu.: 5307-0618614
IBAN : TR920006400000153070618614
Yazılar yayınlansın ya da
yayınlanmasın iade edilmez.
Yazılarda kısaltma yapılabilir. Hukukî
sorumluluk yazarlara aittir.
2
BİR TÜRK DÜŞMANI NASIL DÜŞÜNÜR?
Mehmet ÇAYIRDAĞ......................................................................................... 12
SI- FIR-LA (Şiir)
Kerim YILMAZ................................................................................................. 13
HAVAÎ CAHİLE EFSANE YETER
Hamza ERAVŞAR............................................................................................. 14
TÜRMEN KIZININ ÇAĞRISI (Şiir)
Mustafa ÖZTÜRK............................................................................................ 15
ATATÜRK’ÜN BAŞBUĞ DURUŞU
Seyit Ali ERGEÇ............................................................................................... 16
ÖĞRENMEYİ ÖĞRENME VE ÖĞRENME STRATEJİLERİ IV
İbrahim GÜNGÖR............................................................................................ 18
ÇALINAN İNSANLARIMIZI KURTARMAK
Mehmet KILINÇ............................................................................................... 20
LANETLİ PROJE: BOP
Eyüp S. KARAKAŞ............................................................................................ 22
ŞAİR BETÜL ÖVÜNÇ’LE “KASIT”LI BİR SÖYLEŞİ.................................................................23
HÜKÜMET- CEMAAT ÇATIŞMASI
Hakan BOZDOĞAN......................................................................................... 26
BİRİCİK HOCAMIZ MUSTAFA ÖZTÜRK’E (Şiir)
Sevil Yılmaz..................................................................................................... 27
DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI LÂİKLİĞE AYKIRI MIDIR?
Yrd. Doç. Dr. A.Vehbi ECER............................................................................. 28
BU İŞ SEVGİSİZ OLMAZ
Röportaj: Sevil YILMAZ.................................................................................. 31
ALİ GÜNGÖR HAKK’A YÜRÜDÜ
İsmail KAYACIK................................................................................................ 33
MUZAFFER SÖYLEYECEKLERİME ACABA NE DER?
Mustafa ŞERBETÇİOĞLU................................................................................. 34
MUZAFFER TOK’A AĞIT (Şiir)
ÂŞIK MEYDANİ................................................................................................ 35
Sevgili Mustafa ÖZTÜRK Hocam,
Hilal ÖZENÇ.................................................................................................... 35
“58 GÜN” HAKKINDA
Semra BAYRAKTAR......................................................................................... 36
GÜNÜMÜZDE ÖĞRETMENLİK ZORDUR
Alper KEPEZKAYA........................................................................................... 38
JANDARMA’NIN GENLERİYLE OYNAMAK…
İsmail ÖZÖREN................................................................................................ 39
Gençlik Dergisi
Mustafa ÖZTÜRK
ZALİMLER ve
MAZLUMLAR
bilgiyurdu@hotmail.com
Çirkin benzetme
Başbakan Davutoğlu 09 Kasım 2014 tarihinde yaptığı
konuşmada “Dersim modern Kerbelâ’dır.” dedi. Bu ifadeyle
1937’de Cumhurbaşkanı olan Atatürk, Başbakan mevkiindeki İsmet İnönü ve Genelkurmay başkanlığını yürüten Fevzi Çakmak Yezit’e; ayaklanmanın lideri Seyit Rıza ise Hz.
Hüseyin’e benzetilmiştir. Türkiye Cumhuriyetini kuran ve
Türk İstiklâl Savaşına önderlik yapan bu mümtaz şahsiyetlerin zalim gösterilip aşağılanması kabul edilemez.
Devlet adamları her sözü ölçüp biçerek dikkatle söylemek
ve tarihi olayları anlatırken de gerçeklerden sapmamak zorundadırlar. Sayın Davutoğlu bir bilim adamı gibi değil sıradan bir politikacı gibi konuşmuştur.
1937 Dersim olayı bir ayaklanmadır. Olayın bu yönü nedense hiç anlatılmıyor. Bir isyan çıkarılmışsa bir devlet ne yapar? Elbette o isyanı bastırır ve bozulmuş olan düzeni yeniden
sağlar. 1937’deki Türk Hükümeti de bunu yaptı: Ayaklanma
bölgesine ordu sevk etti ve ayaklanmayı bastırıp asileri cezalandırdı.
Kabul etmek gerekir ki her isyanda ölümler olur ve arzu
edilmeyen acılar yaşanır. Tarih boyunca böyle olmuştur. “Ya
devlet başa, ya kuzgun leşe” diye yola çıkanlar, başaramadıkları anda teşebbüslerinin bedelini başlarıyla ödemişlerdir.
Zira hiçbir devlet kamu düzeninin bozulmasına, ülkesinde
ikinci bir otoritenin oluşmasına izin vermez. Dolayısıyla
Dersim’de yaşanmış olan acılardan ayaklanmayı çıkaranları
değil de bastıranları sorumlu tutmanın akıl ve mantıkla bağdaşır bir yanı olamaz.
Sayın Davutoğlu sorumluluklarını bilen bir devlet adamı
gibi konuşmuyor, tarihin kabuk bağlamış yaralarını kanatarak
bundan siyasi rant elde etmeye çalışıyor. Alevi yurttaşlardan
bir miktar fazla oy almak uğruna onların duygularını istismar
etmek ve Türk devletini zalim göstererek kışkırtıcılık yapmak
bir devlet adamına yakışmaz. Sayın Davutoğlu Alevileri çok
seviyorsa onların haklı taleplerini yerine getirsin. İcra makamında bulunduklarına göre, yapmak için bir engeli yoktur.
Sayın Başbakan Dersim ayaklanmasını bastıran Türk Hükümetini Yezit’e benzetip zalim olarak nitelerken isyancıları da Hüseyin yapıyor, masum gösterip aklıyor. Olaya böyle
baktığımız zaman, ülkemizde 30 yıldır kan döken ve 6-7-8
Ekim’de 32 ili harabeye çeviren terör örgütünü de masum
saymamız gerekir. Davutoğlu, maalesef, bu mesajı PKK’ya
vermiş, bu kanlı ve cani örgütü aklamıştır.
Sayın Davutoğlu zulme karşı olduğunu söylüyor. Çok güzel… Ancak sözde kalan ve sadece söz olan güzel dileklerin
kimseye bir yararı yoktur. Daha da önemlisi “zulme karşıyım” diyen kişi kimseye zulmetmeyecek. Bugün Suriye’de
bir günde yüzlerce insan ölüyorsa bu faciada bir vebali olup
olmadığını Sayın Davutoğlu düşünmelidir.
Sayın Davutoğlu zulüm nedir görmek istiyorsa 77 yıl,
1334 yıl öncesine gitmesine gerek yok, 12 yılın Türkiyesine baksın. Bu Türkiye’de zulmün her çeşidini somutlaşmış
olarak göreceklerdir. Hem de bir Kerbelâ değil yüzlerce
Kerbelâ…
Türkiye’de zulmün sınırı yok
Zulüm haksızlık ve eziyet anlamına gelen geniş manalı
bir kelimedir. Dolayısıyla nerede bir haksızlık var ise orada
zulüm de vardır. Konuya böyle baktığımızda Yeni Türkiye’ye
bir zulüm ülkesi demek bir abartı olmayacaktır:
Bölücü HDP’nin kışkırtması sonucu 32 ilimizi yangın yerine çeviren ve tarihe 6-7-8 Ekim Kobani olayları diye geçen
kalkışmada 212 okul binası, 67 emniyet binası, 25 kaymakamlık binası, 29 parti binası, toplamda bin 113 bina ateşe
verildi, 556 araç kullanılamaz hale getirildi ve 40 vatandaş
öldürüldü. Araç kundaklamalar, koruculara ve güvenlik güçlerine yönelik infazlar halen devam ediyor. Bu barbarlıklar,
teröristlere gülücükler gönderen “açılım” politikasının doğal
bir sonucudur. Türk askerini kışlaya çekerek PKK terör örgütüne alan açan ve “yaptırım gücü”nü bile bile kullanmayan
Davutoğlu Hükümeti’nin olaylardaki vebali büyüktür. Vatandaşın canını, malını korumayarak Hükümet etme görevini ifa
etmemiş, dolayısıyla suç işlemiş ve kendi vatandaşına zulmetmiştir.
Zulüm, adaletle giderilir. 6-7-8 Ekim barbarlığını kışkırtıp icra edenlere adaletin yumruğu hâlâ inmemişse, hiç kimse
zulmün karşısındayım, mazlumun yanındayım demesin.
Bugün devletin gücü, masumlara ve iyi insanlara yetiyor;
teröristlere, zorbalara yetmiyor. Bu gerçeği görmek için gazeteleri izlemek, adliye koridorlarını gözlemlemek yeterli
olacaktır.
Daha dün Soma’nın Yırca köyünde 6 bin zeytin ağacı kesilerek hem bir çevre katliamı yapıldı, hem de köylünün geçim kaynağı elinden alındı. Bu zulüm değil midir?
Ölümle sonuçlanan iş kazalarında Türkiye, Avrupa’da
1’inci, dünyada 3’üncü geliyor. Bu durumda, gerekli yasaları
çıkarmayan ve mevcut yasaları uygulamayan iktidar haksızlık yapmış ve suç işlemiştir. Dolayısıyla maden ocaklarında
işçileri ölüme mahkum eden iktidar, zalim konumundadır.
Tarihimiz boyunca başka başka devletlerden zulüm
gördük: Kırım’da Moskof tarafından sürüldük, Balkan’da
Bulgar Komitacıları eliyle yok edildik, Kafkasya ve Doğu
Anadolu’da Ermeni çetelerince katledildik, Batı Anadolu’da
Yunan gavurunun hışmına uğradık. Anlımıza “mazlum millet” yazılmış olmalı ki bugün kendi vatanımızda ve devlet bildiğimiz devletimizde de mağduriyetimiz devam ediyor.
40 bin kişinin katili Öcalan, “Kürt açılımı” marifetiyle itibarlı adam haline getirildi, bir dediği iki edilmiyor. Bu, şehit
ve gazilerimizin aziz hatıralarına hakarettir; insan ve Türk
onuru taşıyan her erdemli kişiye de yapılmış bir zulümdür.
Evet zulüm ve manevî işkence altındayız:
İktidar, yandaşlarını memnun etme uğruna bir günde 7 bin
okul müdürünü görevden aldı: Zulümdür.
Rüşvet ve yolsuzluk dosyaları bir bir kapatılıyor: Zulümdür.
Türk ordusuna kumpas kuruldu, yiğit askerler tutuklandı,
çirkin iddiaları kaldıramayan onurlu askerler ölümü seçtiler.
Askere yapılanlar zulümdür.
Madenlerimiz, toprağımız yabancılara satıldı, satılıyor.
3
Ormanlarımız villa yeri açmak için yakılıyor. Sahillerimiz
yağmalandı, yağmalanıyor: Zulümdür.
Halkımız, hormonlu ve bozuk gıdaları yemeye mecbur bırakılmıştır: Zulümdür.
En acısı, Allah’ın her günü iktidar yandaşı gazetelerin yalanlarını, iftiralarını dinlemeye mecbur bırakıldık. Türk milletinin hak ve hukukunu savunacak bir mercii, bir makam var
mı diye aranıyoruz ama bulamıyoruz. Mecburen boynumuzu
eğip susuyoruz. Bu hâl, zulüm altında olmanın kanıtı ve esaretin de tanımıdır.
Türkiye’de zulmün sınırı yok. Çünkü, para kendisine tapınılan en yüksek değer yapılmıştır. Aldanmayın sakın şöyleyiz böyleyiz palavralarına. Çünkü, mal meydanda. Çünkü,
İslâm’ın men ettiği ve günah saydığı her melanet kucaklarında
büyüdü. Devr-i iktidarlarında bütün suçlar 5’e, 10’a katlandı.
Meselâ, 2002’den 2010’a fuhuş suçları yüzde 220, çocuklara cinsel taciz yüzde 120 artmış. Yazık değil mi bu ülkenin
çocuklarına, yazık değil mi koskoca bir ülkenin geleceğine?
Ey AKP, senin iktidarında oluyor bunlar, vicdanın hiç sızlamıyor mu?
İKTİDAR; AYAKLANMAYI, BARBARLIĞI SİNEYE ÇEKTİ
PKK’YA YİNE DİZ ÇÖKTÜ
Türk milleti olarak karanlık ve tehlikelerle dolu bir berzahtayız. Türk milleti böylesine zifiri karanlıkta hiç yaşamadı. Çünkü, Türk milletinin kurduğu hiçbir devlet, eşkıyaya
boyun eğip otorite ve egemenliğini onunla paylaşmadı.
İktidarın İç İşleri Bakanı Efkan Ala, terör örgütü PKK’nın
şehirlere inip alan hakimiyeti sağladığını söyledi.
İktidarın danışmanı Etyen Mahçupyan, “Güneydoğu’da
şu an kamu düzenini PKK sağlıyor.” dedi.
İktidarın milletvekili Mehmet Metiner, PKK’nın şımarıklıklarına göz yumduklarını itiraf ederek PKK eylemlerinden
bunalan bölge halkının devletten güvenlik talep ettiğini açıkladı.
Söz konusu bölgede durum, anlatılandan daha vahim…
Hükümet kamu düzenini sanki isteyerek PKK’ya devretmiş:
PKK yargılama yapıyor, vergi topluyor ve keyfince cezalandırıyor. Yani terör örgütü devlet olmuş. Sanki fiilen devir teslim yapılmış da resmi devir teslim için uygun zaman beklenmektedir.
Hafızası olanlar hatırlayacaklardır. Bir devlet büyüğü, bu
işleri hazmettire hazmettire yapacağız demişlerdi. Şimdi Doğu’daki fiili durumu halkın hazmetmesini bekliyorlar.
Tarih boyunca Türk devletlerinin egemenliğinde bulunan
bir vatan parçasının bir terör örgütüne, halkı alıştıra alıştıra
ve mecbur ederek, devredilmesi, Türk devletinin her kademesindeki kişiler için zillet ve Türk milleti için de büyük bir
utançtır.
Bu zillete nasıl katlanılır, benim havsalam almıyor.
Öyle zannediyorum ki Kürt devletinin kurulması doğrultusunda ABD’ye verilmiş sözler vardır, Oslo’da atılmış imzalar vardır.
ABD ile yapılmış gizli anlaşmalar ve Oslo’daki mutabakat açıklanırsa “çözüm süreci” nin iç yüzü de anlaşılacaktır.
Çözüm süreci, “analar ağlamasın” teranesiyle başlatıldı
ama Türklerin anası ağlamaya devam ediyor. Son 3 ayda 63
vatan evladı PKK tarafından katledildi. PKK tarafı verdiği
hiçbir sözde durmadı: Ne silah bıraktılar, ne sınır ötesine çekildiler, ne de siyasi emellerinden vazgeçtiler.
AKP hükümeti ise PKK taleplerinin büyük bir kısmını
demokratikleşme adına kabul edip yasalaştırdı ama PKK’nın
talebi hiç bitmiyor ve siyasi hedefleri olan Büyük Kürdistan’a
ulaşana kadar da bitmeyecektir. Türk hükümetinin bunu anlaması lazım.
6-7-8 Ekim Ayaklanmasından sonra Hükümet sözcüsü
Sayın Arınç, “ Çözüm sürecine mecbur mahkum değiliz.”
4
demişlerdi ama çok geçmeden mecbur ve mahkum oldukları
görüldü. Her iki tarafında “aman süreç tıkanmasın” yaygarası
yükselince, HDP’li Sırrı Süreyya Önder’den “çözüm süreci
gerçekleşmez ise kamu düzeni de gerçekleşmez.” tehdidi
gelince ve en önemlisi 2015 seçimleri yaklaşınca Hükümet,
32 vilayeti harabeye çeviren ve PKK-KCK-HDP tarafından
organize edilen Kürtçü ayaklanmayı sineye çekti ve barbarlığı organize edenlerle tekrar masaya oturdu. Gazetelerden
edindiğimiz ve yalanlanmayan bilgiye göre, Ankara ile İmralı, “seçime kadar eylem yapılmaması” konusunda anlaşmışlar. İmralı ne aldı, bunu bilmiyoruz. Ancak bu mutabakatın
Kandil’i bağlamadığını biliyoruz. Çünkü, Kandil, cezaevinde
tutsak olan bir kişiye tabi olma aşamasını çoktan geçmiştir.
Unutmayalım ki Kandil’in gerçek sahipleri Beyaz Saray’da
oturuyor ve talimatı oradan alıyor. Bu nedenle ne kadar taviz
verilirse verilsin çözüme bir katkısı olmayacak, aksine bölücülerin iştahı kabartılacaktır.
Ortadoğu’da emperyalizmin sahneye sürdüğü IŞİD,
PKK’yı kuvvetlendirdi ve Batı emperyalizmine, Kürt devletini gerçekleştirme konusunda yeni ümitler verdi. Bu ümitle
Kürtçü terör örgütlerini silahlandırma yarışına girdiler. Türkiyeli Kürtçülerin cüret kazanıp tehditler savurmaları da buradan kaynaklanıyor. Sırtlarını ABD’ye dayamışlar, havlıyorlar.
Türk vatanı bölünmeye doğru sürüklenirken siyasi iktidarın kendisini gözden geçirmesi, yanlışlardan dönmesi gerekir.
Tarihe “vatan bölen iktidar-hükümet” olarak geçmek istemiyorlar ise:
a) ABD’nin Ortadoğu planlarının bir parçası olmaktan
vazgeçmelidirler.
b) Devlet olmanın gereğini yaparak PKK zorbalığına son
vermelidirler. Türk ordusunun bunu başarmaya gücü yeter.
Ancak yetki verilmesi şarttır.
c)PKK’yı ve Öcalan’ı kamu nazarında aklama ve sevimli
gösterme gayretleri mevcut. HDP sözcüsü 16 Kasım 2014 Pazar günü yaptığı açıklamada “Öcalan’ı özgürleştirerek barış
yolunu açıyoruz.” dedi. Gazeteci Oral Çalışlar, 3 Ekim 2014
tarihinde 360 adlı Tv’de, “PKK ve PYD’ye terör örgütü demek doğru değil.” derken aynı programda konuşan AKP’li
Osman Can da “Öcalan süreci doğru ve makul yürüyor, olaylara yukarıdan bakabiliyor.” ifadesini kullandı. Anlaşılıyor ki
Türkiye’nin birliğine ve huzuruna karşı işlediği ağır suçlar
nedeniyle ömür boyu hapse mahkum edilen cani Öcalan’ı
cezaevinden çıkarmak amacıyla planlar yapılmış ve Türk halkını ikna etmek için görevli piyonlar devreye sokulmuşlardır.
Bu yolda çaba harcayanlar Türk milleti ve Türk devletinin
düşmanlarıdırlar. Temenni ederiz ki Davutoğlu Hükümeti,
Öcalan’ı ev hapsine çıkarmak veya serbest bırakmak gibi bir
gaflete düşmez.
ç) Kürt sorunu, dünyanın değil Kürtlerin yaşamakta olduğu Türkiye, Suriye, Irak ve İran’ın sorunudur. Kürt devleti
kurulursa bu devletlerin de sınırları mecburen değişecektir.
Dolayısıyla buna engel olmak için bu dört devletin dövüşmesi
değil barışıp anlaşmaları gerekiyor.
Bu nedenle, AKP Hükümeti yüzde yüz yanlış olan ve sadece İsrail’e ve Batı emperyalizmine yarayan Suriye politikasından dönmelidir.
İktidarda kalmak uğruna bir terör örgütüne boyun eğen
iktidar sonsuza dek iktidarda kalamaz. Sonunda hak, hukuk,
doğruluk kazanacaktır.
Bu inançla diyoruz ki Türkiye, içinde bulunduğu karanlık
berzahtan kurtulacaktır. Tarihteki fetret devirlerinin nasıl aşıldığını inceleyerek yürüyeceğiz.
Kürşad olacağız.
İlteriş olacağız.
Çelebi Mehmet olacağız.
Mustafa Kemal olacağız.
Bozkurt yürekli yiğitlere çağrımız budur.
Gençlik Dergisi
Prof. Dr. Cihan DURA
ATATÜRK KAPİTÜLASYONLARI
ANLATIYOR
duracihan@hotmail.com
“İki Mustafa Kemal vardır: Biri ben,
et ve kemikten…
diğeri siz, ölümsüz olan.”
M. K. Atatürk
Millî Mücadele yılları... Henüz barış antlaşması imzalanmamış. Ben o sıralar birçok yerde konuşmalar yapıyor,
tam bağımsızlık istediğimizi ısrarla tekrarlıyordum. Bunun için de ilk şartın kapitülasyonların kaldırılması olduğunu vurguluyor, halkımı kapitülasyonlar konusunda aydınlatıyordum. Şunları söylüyordum:
Biz bu topraklar üzerinde tamamıyla bağımsız, yani
kapitülasyonsuz bir Türkiye istiyoruz. Bu, Büyük Millet
Meclisi’nin hâkim olan prensibidir. Kapitülasyonlar Türk
milletinin son derecede nefret ettiği bir şeydir. Çünkü kapitülasyonların sürdürülmesinin, kendisini çok az bir zamanda ölüme götüreceğini çok iyi anlamıştır.
Kapitülasyonlar Türk milletinin bir hezimete uğramış
olmasının sonucu değildi. Türkiye’ye zorla kabul ettirilmiş bir boyunduruk da değildi, padişahlarımızın birkaç yabancı devlete büyük bir lütuf ve cömertlikle sundukları bir
armağandan ibaretti. Devletler bu armağandan aleyhimize
istifade ettiler. Kapitülasyonlar bir devleti mutlaka bitirir;
ülkemizi de yoksullaştırdı, harap etti. Osmanlı devleti ile
Hindistan Türk ve İslâm imparatorlukları bunun en büyük
kanıtlarıdır.
İzmit’te 1923 Ocağında yaptığım konuşmada kapitülasyonlar konusunda halkımı şöyle aydınlattım: Osmanlı
Devleti Uhud-u Atika adı altında birtakım kapitülasyonlarla acze düşmüştü. Hıristiyan unsurlar birçok ayrıcalıklara
ve istisnalara sahip bulunuyordu. Bir devlet kendi ülkesinde bulunan yabancılara yargılama hakkını uygulayamazsa,
o devletin kendi halkından aldığı bir vergiyi yabancılardan
alması yasaklanmış bulunuyorsa, bir devlet kendi hayatını kemiren, kendi içindeki unsurlar hakkında önlemler almaktan men edilmişse, böyle bir devletin, egemenliğine
sahip bağımsız bir devlet olduğuna inanmak doğru olur
mu?
İşte böyle bir durumda idi Osmanlı Devleti. Ve bu kadar
da değildi. Kendisini kuran aslî unsurun, milletin, insanca
yaşamasını sağlayacak araçlara başvurması da yasaklan-
mıştı. Ülkeyi imar edemez, demir yolu yaptıramaz, yaptırmaya giriştiği zaman derhal yabancılar müdahale eder
ve hatta bir okul yapmak istediği zaman bile müdahaleye
maruz kalırdı. Kayda değer ki, bütün bu kötülükler, milletin boynuna geçirilmiş bütün bu zincirler, milletimizin
herhangi bir hastalığından, devletin zaafından ileri gelmiş
değildir. Tam tersine, bütün bu tutsaklık zincirleri devletin
en kuvvetli, en kudretli olduğu bir zamanda boynumuza,
devletimizin boynuna geçirilmiştir. Fatih’lerden başlamış,
Selim’ler ve Süleyman’lar zamanında pekiştirilmiştir.
5
Efendiler, bu durumun hikmetini “devlet” kavramı- sonunda, dünya gözünde iflâs etmiş sayıldı.
nı anlayış şeklinde aramak lâzımdır. Biliyorsunuz ki taç
O halde Osmanlı Devleti’nin son dakikaya kadar gesahipleri, hükümdarlar ve özellikle kendilerine “Allah’ın çirdiği aşamaları görmek istersek, şöyle diyebiliriz: Ülke
gölgesi” diyen, “Allah tarafından destekleniyorum” diyen, içinde bütün Hıristiyan unsurlar; aslî unsurların çok üzekendilerine veraset ve hak yoluyla “mülk ve devletin sahi- rinde birçok istisna ve ayrıcalıkları olan, devleti mahvetbi” diyen padişahlar, ülkeyi kendi malikâneleri sayıp aslî mek için her türlü özel teşkilâta sahip, dışarının sürekli
unsur olan milleti de yine Allah tarafından kayıtsız şartsız teşvik ve himayesine mazhar, devlet ve hükümet ise bunu
emirlerine itaat ettirilmiş bir kitle kabul ederler. Bundan men etmekten âciz... Çünkü gerçekten âciz ve önemsiz
başka padişahların çevresinde birtakım çıkarcılar bulunur bir hale gelmişti ve çünkü bütün bu yok edici girişimlerin
ki, onlar da padişahın lütuf ve sevgisine, teveccühüne, hi- dayanak noktası, dışardaki birtakım kuvvetli devletlerdi.
mayesine erişmek için bu anlayış tarzını türlü şekillerde O devletler hem bir taraftan içerdeki unsurları, devlet ve
yorumlar ve ona anlam verirler. Bütün bu anlayış ve yo- ülkeyi tahrip etmeye ve birtakım bağımsızlıklar meydana
rumlar karşısında mâsum millet; gerçekten bunun doğru getirmeye teşvik ediyor, harekete geçiriyor; bir taraftan da
olduğunu, din gereği olduğunu kabul ve zanneder. İtiraz
onların adı ve hesabına müetmeden de gösterilen herhandahale ediyor, çalışıyor ve bu
gi belirsiz bir hedefe yürüşekilde bütün dünya gözünde
mekte devam eder.
Osmanlı Devleti’nin hiçbir
İşte Osmanlı padişahları,
değeri, erdemi ve bir onuru
milletin bu anlayışından yakalmıyor. Uluslararası hukukrarlanarak milletin hakkı olan,
tan ve devlet onurundan hiçbir
hayatı görkem ve gösteriş içinde
milletin şerefiyle, onuruyla ve
şey kendisinde farz edilmiyor.
geçirmeye alışan bu padişahlar ve
bütün varlığıyla ilgili olan birÂdeta himaye ve vesayet alyakınları, sarayları ve bütün ileri
çok kaynağı, birçok hukuku,
tına alınmış bir devlet ve bir
gelenleri, artık ne olursa olsun
armağan olarak, ihsan olarak
heyet gibi farz ediliyordu.
bütün
bu
debdebe
ve
gösterişi
yabancılara sunmakta teredİşte bu acı manzaranın son
devam ettirmenin zorunlu olduğu
düt etmemişlerdir. Dolayısıyaşaması olmak üzere ülke ve
kanaatinde bulunuyorlardı.
le Osmanlı Devleti’ni mahmillete son darbeyi indirmeye
veden, yok eden, bu devletin
hazırlandıkları sırada, devgerçek kurucusu olan milleti
letin başında bulunan Saray,
sefaletten sefalete, felâketten
Babıâli ve bütün mensupları
felâkete götüren bütün bu ayo düşmanlarla birlik olarak
rıcalıklar; bütün bu antlaşmamilletin başına musallat olular hep padişahların ihsan ve hediyeleriyle gerçekleşmiştir. yor; en son cinayeti işliyorlardı. Fakat arkadaşlar, ölmüş
Biliyorsunuz ki, ilk kapitülasyon Fatih zamanında, sanılan millet, mahvolmuş sanılan bu ülke, yeniden bütün
İstanbul’da oturan Cenevizlilere verilmiş ve hemen ardın- yaşamsal yeteneğini gösterebilecek bir duruş alıyor. Bütün
dan genişletilmiş, başka milletleri de içine almıştır. Yine kadınlarıyla, erkekleriyle, ihtiyarlarıyla el ele vererek, kençok iyi biliyorsunuz ki, milletin içinde yaşayan Hıristiyan disinin dünyada var olduğunu bir kere daha kanıtlayacak
unsurlara imtiyazlar aynı tarihte verilmiştir. Fakat bu im- harikalar gösteriyor. İşte o harikaların doğal sonucu olmak
tiyazlar –ki doğrudan doğruya milletin yaşamsal kaynak- üzere sonunda Lozan Konferansı’na davet ediliyoruz. Falarıyla ilgilidir- verile verile o kadar büyüdü ki, millet, sır- kat esasen bizden sorulacak hiçbir hesap yoktur. Geçmişe
tına yüklenen bu yükün altında kıvranmaya ve tahammül ait hataların gerçek faili biz değiliz. Bu böyle olmakla beedememeye başladı, güçsüz kaldı. Fakat millet ve devlet raber, dünya ile karşı karşıya gelmek bize düşüyor. Millet
zaafa uğradıktan sonra bir zamanlar armağan ve ihsan ve ülkeyi, gerçek bağımsızlığına ve egemenliğine sahip
olarak verilmiş olan bu ayrıcalıklar, alanlar tarafından ka- kılmak için çalışmak zorunluluğu bizim üzerimizde kalızanılmış bir hak olarak görüldü ve bu kazanılmış hakları yor.
yalnız muhafaza ile kanaat etmediler. Belki artırmak için
Ve o mutlu gün de geldi, kapitülasyonların kaldırılmış
her türlü araca başvurdular. Her türlü tehdit ve tahakküme olduğunu sonunda müjdeledim halkıma. Dedim ki, serbest
kalkıştılar.
ve bağımsız bir hayata atılan Türkiye için, ekonomik haArkadaşlar, hayatı görkem ve gösteriş içinde geçir- yatını boğmakta olan kapitülasyonlar artık mevcut değildir
meye alışan bu padişahlar ve yakınları, sarayları ve bü- ve olamaz. Bugün için düşündüğüm tek şey; maddî ve fiili
tün ileri gelenleri, artık ne olursa olsun bütün bu debdebe olarak, kanla kaldırılmış olan kapitülasyonların bir daha
ve gösterişi devam ettirmenin zorunlu olduğu kanaatinde dirilmemek üzere yokluğa gömülmesini sağlamaktır. Tibulunuyorlardı. Onun için devletin hakikî kaynaklarını caretimizin de, sanayimizin de, her türlü ekonomimizin de
kuruttuktan sonra, muhtaç oldukları parayı dışarıdan te- gelişmesi ve yükselmesi ancak bununla mümkündür.
darike kalkıştılar. Ve bunun için milletin bütün çıkarlarını
sınırlamak suretiyle, onur ve şerefini feda etmek suretiyle
çok sayıda borçlanmaya başvurdular. O kadar ki, devlet
bunların faizlerini bile ödeyemeyecek bir duruma geldi ve
6
Gençlik Dergisi
Osman KARABABA
karababaosman@hotmail.com
MUŞMULA HAFIZAYA
ÇİLİNGİR…
Yine Hakkari… Yine Diyarbakır… Yine Bitlis, Şırnak,
Cizre, Silopi…
Yine kan, yine cinayet… Kudurdu ihanet...
Fıtratında var… Asrının aynısı, Nemrut’tan çekilmiş
fotokopi…
“Açılım”ın marifeti; “analar ağlamasın” derken vatan
ağlıyor!
Kol geziyor vahşet; adım başı kahpe pusu…
Dünyanın bütün iblisleri mekân tutmuş…
Gaflet, hıyanet, ölüm uykusu… En ağır zillet... Şeytanı
kıskandıran şirret…
Orada...
PKK, Türkiye Cumhuriyeti’nin erkine konmuş...
Vahşet kusuyor sırtlan sürüsü… Binlerce okulu, iş yerlerini, haneleri, araçları kundaklıyor… Yol kesiyor, haraç
topluyor, kimlik soruyor, kaymakam atıyor, özel güvenlik
kurmuş, zehir satıyor…
Milletin canına, malına, ırzına, namusuna, şerefine, şehidine, Ata’sına, toprağına, devletine, şanlı bayrağına, bütün
kutsal değerlerine tecavüz ediyor enikler!
Binlerce kez kurşuna dizilmeyi hak etmiş domuz sürülerini her seçimin arifesinde kimler ölümüne kudurtuyor?!.
Yeter be gözünü aç! İyi bak!
Sokak sokak, cadde cadde kurtarılmış bölgeler…
Kürtçe’yle adı kirletilen sokaklar, meydanlar, beldeler…
Bu ne büyük utanç!
İhanet daha nasıl olur, hey idraksizler!
*
İşlenen organize vahşet ve devletin varlığına kasıt, neden idam cezası görmez!?
Niçin, PKK maşasıyla Cumhuriyete karşı kin ve nefret yeşertiliyor durmadan, Atatürk tarihten silinmek isteniyor dört koldan? Neyin derdinde kahpeler?
Bu zillet, Uzay Çağı’nda, Ortaçağ’a duyulan özlemin
sancıları…
Habur’da, Oslo’da, İmralı’da ihanet şebekelerini niçin
kucaklıyor adam, yüzleri hiç kızarmadan… Ve vatan hainlerini hala “çözüm süreci” haltıyla aklıyor?
Eşkıyayla müzakereci, yönetimden acizler;
Niçin; adını “barış” koymuşlar ihanetin… Türk’e,
Türklüğe beslenen kinin… Nefretin, en büyük vahşetin?
Niçin PKK paçavrasına rüzgâr oluyor beyinsizler?!
*
Neden peydahlandı 81 ülkenin sırtlanlarından İslam
düşmanı IŞİD denen ABD mamulü, küresel piç?
Ya tezgahlanan sonuç; TSK, PKK’nın Suriye kolu
PYD’ye müttefik yapılıyor!
40 bin insanın katili PKK canavarı aklanıyor!
Cumhuriyetin 91. yıl dönümünde vahşetin eniklerinin
Peşmerge kisvesinde Türk topraklarından Kobani’ye geçişi
teranesiyle 2.Habur hançeri bağrımıza saplanıyor!
Neler tezgâhlanıyor “ihanet”e “çözüm süreci” demekle? Niçin siyasi erk her gün “van münit”le İmralı’ya
seferde?
“Barış süreci” ne muhatap hainler…
Niçin ayrı dil, ayrı devlet olma emeliyle yaşıyor? Sa-
tılmış basın, bölücü güçler, sahte aydınlar, beyni boş akiller,
siyasi katiller… Niçin millete damardan ha bire morfin veriyor?
Siyasi iktidar, hainleri anında duvara mıhlayacağı
yerde… Niçin canilere “barış” önererek “çözüm süreci”
maskesinde küresel sömürünün bir senaryosu olan “çözülme süreci” ne aktörlük yapıyor?
Dalga geçer gibi milletle…
Saltanatları için katilin kusmuklarından kanun
tasarısı… Muşmula hafızaya çilingir… Nedir, müebbetlik
Bebek Katilinin kutsanması, tütsülenip kollanması, ininden terörü yönettirilmesi? Olmadı, bir de emrine cillop
sekreter verilmek istenmesi?!
Hiç düşündün mü?
Ve sonrası, asrın projesi Kürdistan’ın ihdası!!!
Bu yüzden ihanette durmak yok, yola devam!?
*
Ya vatan için, namus için kellesini ortaya koyanlar?
Niçin; “Ergenekon”, “Balyoz”la, darbeci diye
“Kafes”lendi?.. Askerin, polisin iğdiş edilmesi hangi akla
hizmet? Ve hangi hakla?!
Düşünmekten aciz misin?!
Millet bölünüyor, parçalanıyor vatan! İblisin
tezgâhında “açılımlar”la ilmik ilmik dokunuyor “Kürdistan”!
Terörle masaya oturmaktan daha büyük ihanet mi olur
be?! Kör müsün, Anadolu, iç savaşın eşiğinde “Sevr”e
gebe!
*
Bu demde, iktidar mı nerde?
Rantına rant, ölümüne saltanat için eşkıyayla pazarlıkta!.. O halde iktidarın, küresel emperyalizmin kemikçilerine
göz yumması katmerli bir ihanet değil mi?
Peki neden anlamaz, anlamak istemez, pancar suratlar,
paspas beyinler?! Arşa yükselen çığlıkları… Kavrulan ciğerleri… Parçalanan yürekleri… Doğranmış hayatları?
“Summün bukmün ‘umyün fehüm lâ yerci’ûn(e)”:
“Bunlar sağırdırlar, kördürler ve dilsizdirler. Artık girdikleri
yoldan geriye dönmezler.” (Bakara Suresi: 18. Ayet)
İhanete göz yummanın, dökülen kanları rantlara
tahvil etmek olduğunu düşünemezsin sen!
Muşmula hafıza, ihaneti türbanlamakla… Eşkıya ile
pazarlık yapılmamış gibi seni aptal yerine koysun. Sen de
“ileri demokrasi” ve “barış” safsatalarıyla “güzel şeyler
olacak” diye sayıkla…
Oh, ne âlâ! Aman rantın azalmasın! Yeter ki âli keyfin
bozulmasın… Daha ne kadar, kafanı kuma sokacaksın acaba?
Ama şunu hiç unutma:
“Allah aklını kullanmayanların üzerine bela yağdırır!” (Yunus Suresi:100.Ayet)
Saltanatları ve rantları uğruna ülkeyi kaosa sürükleyenlerin yanında olmakla ihanete ortaksın! Dökülen
kanların içinde sen de boğulacaksın!
Çok yakında…
*
7
Yrd. Doç. Dr. A.Vehbi ECER
avehbiecer@hotmail.com
MİLLÎ BAYRAMLARDA
GAZİ MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ÜMÜZÜ
İHMAL ETMEYELİM
Millî bayramlarımızı
larak menfaat ve ihtiraslara alet
milletçe kutlamanın eski heedilmiştir;
yecanını, bürokratlarımızın da
3. İnanç ve vicdanımıza ait
vurdumduymazlıkları sebebiyle
kutsal duygularımız, böyle ihtiAtatürk kendisine teklif edilen
âdeta kaybediyor gibiyiz. Oysa
raslara alet edilmemeliydi. Onu
“halifelik teklifini” reddetti. Bu
cumhuriyet yönetimi çağımızın
bu durumdan kurtarmak vazifeen büyük inkılâplarındandır ve
mizdir;
inkılâp Türk ve İslâm tarihinin en
çağdaş, medenî bir yönetim bi4. Din ve dünya işlerini ayırönemli dönüm noktalarından biri
çimidir. Anayasamızın birinci
mak, Müslümanların bu dünyada
oldu, İslam dünyasında heyecan ve
maddesinde de yer alan cumve öbür dünyada mutluluğu için
hareket uyandırdı, yeni bir dönem
huriyet, çağdaşlaşmaya yönelik
zorunludur. İslâm dininin gerçek
açıldı
milliyetçi, adaletçi, katılımcı…
büyüklüğü bununla meydana
bir toplum oluşturmaya yönelik,
çıkacaktır.”(1)
insanlık onuruna en yakışan bir
Böylece : “…Atatürk reform
yönetim biçimidir. Bu yönetimin
için, topluma yeni bir biçim kainşasının altında “Gazi Mustafa
zandırmak üzere kafasında yeni
Kemal Paşa”mızın imzası vardır. Onun bu konudaki hizbir toplum haritasıyla harekete geçmiştir.”(2) “…Atatürk
met ve himmetini unutmak, unutturmaya çalışmak, çoinkılâbı, bugün artık yalnız Türklerin değil, hür dünyanın
cuklarımıza onu gereği gibi anlatmamak haksızlık olur.
idealidir. Onun kurduğu milli devlet, uyanan milletlere bir
Millî Mücadele kahramanı, başkomutan Mustafa
ilham ve kuvvet kaynağı olmaktadır.”(3) “Bu gelişme ve
Kemal Atatürk, çağdaş cumhuriyetin ilânını hazırlamak
kazanımlar “elit bir zümrenin liderliğinde”(4) olmakla
için çağdışı bazı kurum ve makamları kaldırdı. Babadan
beraber, XIX. yüz yıl reformcu bürokratlarının çabaları
evlâda geçen ve hiçbir üstünlüğü olmadığı halde devletin ve yeni kurulan askerî okullar da unutulmamalıdır. Bütün
yönetiminde söz ve karar yetkisi tanınan saltanat (sulbu çabalar sonucunda Anadolu denilen toprak üzerinde
tanlık) kurumuna 1 Kasım 1922’de son verdi. Çağdaş
farklı inancın ve ruhban sınıfının bulunmadığı bir dine
yönetimlere ve hatta İslâm dinine aykırı olarak sonradan
bağlı toplumun yaşadığı bir ülke oluşturulmaya çalıoluşan hilâfet makamı, otoritesini, ruhbaniyetini kaybetşılmıştır. Anadolu’da yaşayan bu toplumun adı TÜRK
miş bir kurum olarak 23 Ekim 1923’te tarihe gömüldü.
MİLLETİ’dir. Yahya Kemal’in ifadesiyle:
Atatürk kendisine teklif edilen “halifelik teklifini” reddet“…Türk Milleti bir dinde ve bir mezhepte olan,
ti. Bu inkılâp Türk ve İslâm tarihinin en önemli dönüm
Türkçeyi müşterek bir dil telâkki eden Türk, Kürt, Çernoktalarından biri oldu, İslam dünyasında heyecan ve
kes, Arnavut ve Boşnak unsurların kurun-u vustâ’dan
hareket uyandırdı, yeni bir dönem açıldı. 1924’ten sonra
(=orta çağdan) beri terkibiyle (=birleşimiyle) vücut
Osmanlı hanedanının hiçbir yetkisi ve sorumluluğu kalbulmuş (=oluşmuş) bir millettir. Bu kütle birdir, ayrılmadı. “Lâik devlet kanunları” diye anılan “Şer’iye ve Ev- maz.”(5)
kaf Bakanlıkları”nın kaldırılması, şer’iye mahkemelerinin
Son günlerde artan bir şekilde Atatürk, Atatürk
ve medreselerin kapatılması, tevhid-i tedrisat ( eğitimin
milliyetçiliği, cumhuriyetçiliği, inkılâpları, Atatürkçü
birleştirilmesi) ile eğitimin devletin kontrolü ve maddî
lâiklik … aleyhine propagandaların arttığını izliyoruz.
himayesi altına alınması aynı dönemlerde kanunlaştı.
Atatürk’ün heykelleri yıkılıyor, onun adı unutturulmaya
Böylece cumhuriyetin temelleri sağlamlaştırıldı.
çalışılıyor. Prof. Dr. Anıl Çeçen, 2001 yılında yazdığı bir
Cumhuriyetin ilânı ile Mustafa Kemal, şunları yapmak eserinde dikkatimizi çeken şu ifadeleri kullanır:
istiyordu:
“…İkinci cumhuriyetçiler, yeni mandacılar, ılım“…1. Müslümanız. Müslümanlığı reddetmiyoruz;
lı İslamcılar el birliği ile demokratik görünüm altında
2. Fakat tarih gösteriyor ki din, siyaset vasıtası yapıAtatürk’ün çağdaş cumhuriyetini yıkma konusunda
8
Gençlik Dergisi
ortaya kor:
“Sen dâhisin, buna çoktan inandık
Mefkûresiz rehberlerden çok yandık
Garpta, şarkta yaşayıştan usandık
Kurtar bizi bu karanlık zindandan.”(11)
Mustafa Kemal Atatürk, tüm Anadolu halkının kurtarıcısıdır, dünyadaki bütün ezilmiş halkların ideal başkanıdır, Cenab-ı Hakk’ın insanlığa armağanıdır. Mübarek
dinimize göre şehitlik nasıl mânevî bir yücelik ise gazilik
de öyle mânevî ve saygıya değer bir mübarek yüceliktir.
Mustafa Kemal gazilik makamını kazanmış olan kişidir.
Mehmet Emin Erişirgil, eserinde Gazi’miz için şöyle yazıyor:
“…İstiklâl harbi Türkler için yeni bir Ergenekon’dur.
Mustafa Kemal “Bozkurt”tur. O,yalnız Türkler için değil
şark (doğu) dünyası için de kahramandır.(12)”
Gazi Mustafa Kemal Atatürk, yüceler yücesi Tanrı’mızın insanlığa kurtarıcı olarak gönderdiği inançlı, büyük
bir kahramanımız, genç nesillerimizin örnek alacakları,
daima hayranlıkla bağlanacakları büyük bir tarihî kahramanımızdır. Lütfen gençlerimizin gönüllerinden atalarına,
millî kahramanlarına duydukları sevgilerini azaltacak
propagandalara imkân ve fırsat vermeyelim.
anlaşmışlardır.»(6) «…Liberal görünümlü bazı aydınlar, demokrasi ve insan hakları adına, aslında Türkiye
Cumhuriyeti›ni çözülmeye götürecek yolun taşlarını döşemektedirler.»(7)
1950 yılından sonra Cezayirli Ahmet Ticanî (17371815)’nin kurduğu “Ticanî tarikatı”nın Türkiye’deki
şeyhi Kemal Pilâvoğlu’na ( öl:1977 ) bağlı müritlerin
Atatürk heykellerine saldırmaları o dönemde büyük tepki
uyandırmış, o günkü yönetim gerekli önlemleri alarak
saldırganların cezalandırılmalarını sağlamıştı. Günümüzde ise Atatürk’e hakaret açıkça yapılmakla kalmamış,
Atatürk’ün eserlerine, onu hatırlatan âbide, kurum ve
kişilere de saldırganlıklarını arttırmışlardır. Bazı bölgelerimizde Türk bayrağı gönderinden indirilmiş, okullar,
öğrenci yurtları yakılmış, İstiklâl Marşımızın okunması
engellenmiş, kütüphaneler ve müzeler tahrip edilmiştir.
Ziya Gökalp müzesinin teröristlerce yakılması, bazı kendini bilmez kişilerin Ziya Gökalp’ı küçültücü ifadeler
kullanması Atatürk’e olan hınçlarındandır. Zira Ziya Gökalp da Atatürk de bir Türk kimliğinin oluşması için
çalışan, bu oluşumun teorilerini pratiğe çeviren ve
bu konuda fikir birliği içinde olan kişilerdir.(8) Ziya
Gökalp, Millî Mücadele sonrasında Anadolu halkına millî
kimlik kazandırmak için eserler veren bir sosyolog, bir
bilim adamıdır.(9) Atatürk, Ziya Gökalp’tan etkilendiğini
şu sözleriyle ifade eder:
“Vücudumun babası Ali Rıza Efendi, coşkularımın
babası Namık Kemal, düşüncelerimin babası ZİYA
GÖKALP’tır.”(10)
Ziya Gökalp da Atatürk’e hayranlığını şu dörtlüğü ile
______________________
1) Halil İnalcık; Rönesans Avrupası-Türkiye’nin Batı
Medeniyeti ile Özdeşleşme Süreci, İstanbul, 2014, 361. s.
2) Halil İnalcık; Atatürk ve Demokratik Türkiye, İstanbul, 2007, 61. s.
3) Halil İnalcık; Atatürk ve Demokratik Türkiye, İstanbul, 2007, 147. s.
4) Halil İnalcık; Atatürk ve Demokratik Türkiye, İstanbul, 2007, 211. s.
5) Yahya Kemal Beyatlı; Eğil Dağlar, İstanbul,1970,
65. s.; Ahmet Vehbi Ecer; Millî Kültürden Millî Birliğe,
İstanbul,2009, 115. s.
6) Anıl Çeçen; Türkiye Cumhuriyeti Ulus Devleti,
Ankara, 2001, 71. s.
7) Anıl Çeçen; Türkiye Cumhuriyeti Ulus Devleti,
Ankara, 2001, 76. s.
8) Halil İnalcık; Rönesans Avrupası-Türkiye’nin Batı
Medeniyeti ile Özdeşleşme Süreci, İstanbul, 2014, 359. s.
9) Ünver Günay-Celâlettin Çelik(editör); Türk Kimliğinin Yeniden İnşası Bağlamında Ziya Gökalp, İstanbul,
2010, (içinde Ünver Günay,Celalettin Çelik, Hülya Argunşah ve arkadaşlarının makaleleri).
10) Ahmet Vehbi Ecer; “Ziya Gökalp- Atatürk Yakınlığı”, aynı kitap içinde, 213- 224. s.
11) M.Emin Erişirgil; Ziya Gökalp, İstanbul, 1951, 25.
s. ; Ecer; aynı makale,212-224. s.
12) M.Emin Erişirgil; Ziya Gökalp, İstanbul, 1951, 25.
s. ; Ecer; aynı makale, 245. s.
9
BİR NOKTADA
BULUŞANLAR
İsmail BOZKURT
ibozkurt1944@hotmail.com
Ülkemizin ana damarları, kaldırımlara dökülmüş el
ayası kalınlığındaki çınar yapraklarının hoyrat yürüyüşlü
insanların ayakları altında ezildiği gibi ezilmektedir. Elinde imkânları olanların bu ruhsuz yürüyüşe “dur” demelerine mani olan şey, -her ikisi de ruhsuzluk olan- “gözü dönmüşlüğe karşı göz yumma zevki” yahut “dünyalığa karşı
omuzu düşüklük” değil midir?
Öte yandan feraset sahibi oldukları kendilerinden
menkul olanların ferasetleri, zanları ile birlikte zanna
uğramakta ve hiçbir surette de tesir-i icra edememektedir.
Bunlar kendi dar çemberleri içinde sahip oldukları fasit
dairede döner dolaşır, alır verirler. Bunların muhatapları,
“ahmak mü’min” ile bir türlü ısınamadıkları “din”dir.
Bunlar, hiçbir bilimsel başarıları olmamasına rağmen,
kendilerini Batılı bir mucit, ahmağın şahsında da İslâm
dinini Rönesans sonrası kiliseden kovulan Hıristiyanlık
zannederler. Daha önce sahip oldukları veya olduklarını
zannettikleri ideal düşüncenin ağırlığından kurtulmak için
liberal, bağımsız ve Batıcı düşünceye yöneldiklerini hissettirmeye çalışırlar. Bu tembelliğin aslı, gerçeği kapatmaya çalışmaktan başka bir şey değildir. Sonra da dönüp
“Bu millet adam olmaz, millet bize inanmıyor, milleti din
ile aldatıyorlar” derler de biraz önce hafife aldıkları dinin
nelere kadir olduğunu düşünemezler.
Şu iyi bilinmelidir ki, inandırabilmek için inanmaya
ihtiyaç vardır. İnandıramayan birinin önce dönüp kendine
bakması gerekmez mi? Hesabını doğru veremeyenin, başkasından hesap sormaya hakkı olabilir mi? Bu nâkısadan
hiçbir yarar beklenemez. Bu zaaf ve noksanlık, sadece
istismarcının ekmeğine yağ sürer.
Devlet adamları, halk önderleri, peşlerinden gidilsin,
sözleri tutulsun istiyorlar ise halkına hesabını açık olarak
verebilmelidirler. Zamanında hesabını veremeyenlerin
istismarcıya zemin hazırladıklarının farkına varamayacak kadar gaflette bulunmaları ne acıdır! Türk tarihinde
halkına hesap veren iki büyük devlet adamı vardır: Bilge
Kağan ve Mustafa Kemal Atatürk.
10
(Sonradan görme dindar ile
düşünce yoksunu kindar)
Bugün ülkemizde ve âlem-i İslâm’da
İslâm adına yapılan yanlışların
görülmemesi mümkün müdür?
Görüldüğü halde görmezlikten
gelmek ise sadece menfaate yönelik
hüsn-ü kabuldür.
Halkına hizmet etme iddiasında olan, halkın değerlerine sahip çıkmakla beraber, bu değerleri inkâr ve istismar
edenlere karşı sahip olduğu sembol kişiliğini onların suratına bir şamar gibi patlatabilmelidir.
Bugün ülkemizde ve âlem-i İslâm’da İslâm adına
yapılan yanlışların görülmemesi mümkün müdür? Görüldüğü halde görmezlikten gelmek ise sadece menfaate
yönelik hüsn-ü kabuldür. Hangi şart ve ortamda olursa
olsun can vermenin (cana cömertliğin) kolay bir şey olduğunu düşünmek akl-ı selim için cinnettir. Bir daha dönüşü
mümkün olmayan sımsıkı sarıldığımız, adına da yalan
dediğimiz bu dünyadan ayrılığın adı ölümdür.
Tanrı buyruğu, öldürmek değil yaşatmaktır. Hak olan
ölüm, sadece Allah yolunda (vatan, millet, din ve devlet
için) şahadetle taçlanan ölümdür. Bunun dışındaki şuursuzca yapılan savaşlar ve ölümler emperyal güçlerin
kurdukları tuzak sonucu olabilir. Silâh tüccarlarının yeni
silâh satımına sahne olan savaş alanlarını yaratanların, onlara yol açanların hayal ettikleri “kendine özgü
yenilik”in “yeni”sinde boğulmaları kaçınılmazdır.
Geçmiş ile gelecek bilincinden yoksun olanlar, gelişme ile değişme, teknoloji ile ideoloji konularında düşünce
yorgunudurlar. Bunlar teknoloji ile ideali beraberinde
Gençlik Dergisi
götüremediklerinden dolayı teknolojinin getirdiği ahlâka
teslim olarak kendilerini teknolojinin hapishanesine
mahkûm ederler. Rahmetli Erol Güngör “Teknoloji kendine özgü bir ahlâk düzenler; yahut da teknoloji ahlâkını
beraberinde getirir.” der.
Sonradan görme dindar ile düşünce yorgunu kindar
aynı yerde buluşurlar: dünle bugün arasında bir teknoloji
hayranlığıdır. Bunun için de teknoloji bu tiplere yeni bir
ahlâk düzenlemektedir: Kendi üretmediği teknolojinin
getirdiği her şeyi almaya teşne bir yapı. Dine, devlete ve
millete özgü olanlar bunlar için sadece aksesuar olarak
kullanılır.
Çıkarı olan veya çıkarcının hayranı olan biri takıyor
ise Türk bayrağı onun yakasında rozet olarak takılır. İçinden bir satırını bile okumadığı misafir salonu raflarındaki
ciltler dolusu mealler, tefsirler; Nutuk, Safahat v.b. kitaplar da dine, devlete ve millete hizmet iddiasıyla açılan
binlerce İmam - Hatip okulu, İlahiyat Fakültesi ve Kur’an
kursu da birer aksesuardan farklı değildir. Hainler tarafından ayaklar altına alınan Türk bayrağı, yakılıp yıkılan,
tekmelenen Atatürk büstleri, ne açlıktan ölenler, ne öğle
yemeğinden fedakârlık ederek kömür karasına bürünmüş
kapkara yumurtasını yerken su baskınına uğrayıp toprağın yüzlerce metre altında can veren maden işçileri, ne de
Allah’ın her günü eşi, oğlu veya nefsine hâkim olamayan
bir serseri tarafından öldürülen kadınlar, bir aksesuar olmadıkları için bunların ilgi alanlarının içine giremezler..
Hani nerede kaldı, “Dicle’nin kenarındaki sahipsiz
koyunun kurt tarafından kapılmasının sorumluluğu”nu
yüklenmeye talip olanlar? Bu iş, sözle değil, inanmak ve
inandırmakla alâkalıdır. Dayanılması gereken ortak ve
mutlak değerleri, tarumar edilircesine istismara uğrayan
toplumların tek dirilişi, bu değerleri istismarcının elinden
kurtarmak olmalıdır.
Hz. Peygamber’in hayatını, doğruluk derecesi tartışılır, erkân ve edepten uzak, zaman ve mekân algısı bozuk,
vurdumduymaz birinin duygu dışı davranışlarla anlatmasının önüne geçmek isterken kendine çeki düzen vermez
ve Türk’ün, Türk tarihinin, Türk ahlâkının ve Türk adının hadis-i kutsî ve sünnet-i Rasul ile tebliğini Türk’ün
düşmanları kadar tanımaz isen işin elbette zordur.
Doğruyu sunup istismarın önünü kesmek için hakkı ve
hakikati güvenilir bir dil ile anlatmak zorundasınız. Bir
yanlışın tespitini yapmak kadar, işin doğrusunu sunmak
ve sergilemek de gerekir. Hastalığın teşhisi kadar tedavisinde takip edilecek yol ve kullanılacak ilâçlar da o kadar
doğru ve isabetli olmak ve ehil kişilerce uygulanmak
zorundadır.. Siz zannediyor musunuz ki, hitap ettiğiniz
kitle topyekûn şikâyette bulunduğunuz kimselerin istismarından habersiz? Asla, öyle değil; onun asıl beklediği,
güvenini kaybetmemiş bir öncü grubun varlığını görebilmektir.
niyazını sahte saydığı birine karşı, daha sağlam musalli,
sünnet-i Rasul ve sünnet-i milelde (milletin örf, âdet ve
geleneklerinde) istismarcıyı kapı dışarı edecek derecede
dile, üslûba ve itimada sahip olacak gönül dostu, dava
adamlarıdır.
Hani nerede kaldı, “Dicle’nin
kenarındaki sahipsiz koyunun
kurt tarafından kapılmasının
sorumluluğu”nu yüklenmeye talip
olanlar? Bu iş, sözle değil, inanmak ve
inandırmakla alâkalıdır.
İşte bu kimseler, imrenilenler ve beklenenlerdir; iğrenilenler değildir. İmrenilen ve beklenenler öne çıkmadıkça hakka ve hakikata inandığını iddia edenlerin bir arpa
boyu dahi yol almaları mümkün değildir.
Hayatları zaaflarla malûl olanların gösterecekleri
erdem, geriye çekilip güvenirliliği olanlara fırsat tanımaktır. Bu kabul ve değişim, hayatın her kademesi için
geçerlidir. Gömlek diken terziden ekmek pişiren fırıncıya
kadar… Bunun adı: “emanetin ehlinde olmasıdır.” Üretmeden toplayanlar, pişirmeden yiyenler, halkı ve hakkı
düşünemezler.
Kişi kendini bilmekle erdemlidir. Nefs-i emmareden
sıyrılıp, bazı gelişmeleri dikkate almak zorundayız. Sorulanlara kulak tıkamaktan vazgeçelim. Obje ve süje münasebetleri dikkate alındığında her defasında süjeliği seçip,
objeyi tırnaklayacağımız yerde bir de obje olma cesaretini
göstermeye ne dersiniz? Daha açık bir ifade ile, her daim
elimizde bir kantar önümüze geleni tartacağımız yerde,
kantar korkaklığından kurtulup kendimizin tartılmasına
müsaade etmeye var mıyız? Kantarın en büyük eksikliği,
her şeyi tartmasına rağmen kendini tartamamasıdır. Kantarı titreten şey, “Haydi bir de kendin tartıl!” sesidir.
Her türlü muktedirin iktidarından faydalanmak için
yanaşmalıktan kurtulup kendi alın terinin ekmeğini yemeye talip olmak, anti-tez durumundan vazgeçip kendi
tezine sahip çıkmak, tezini doğru savunmak; en iyi savunabilmek için de tezini şahsında özümlemek, yani bilmek,
inanmak ve yaşamak gerekir. O zaman inandırırsın; inandırırsan arkandan yürüyenler sel olur. Aksi halde başkasının zehir tohumları üreten bağını, bağ duvarının dışından
taşlamak sana bir şey kazandırmaz. Bu hal ve bu ihmal,
hiçbir zaman senin bağını hozan kalmaktan kurtaramaz.
Kimdir bu beklenen kimseler? Bunlar, inancından
şüphe ettiği kimseye karşı, imanı daha sağlam, namazını,
11
BİR TÜRK DÜŞMANI NASIL
DÜŞÜNÜR?
Mehmet ÇAYIRDAĞ
Bir Türk düşmanı deyinait olanlarınsa gayeleri dışında
ce kastım, yurt dışında, dünkullanıldıklarını; cahillerin,
yada bulunan binlerce Türk
kaçkınların barınağı haline geldüşmanı değildir. İçimizde
diklerini bilmezler, bilseler dahi
“Müslüman”ım diyen, çok zorda
söylemezler. Bunlardan ümidini
Bazı camilere hububat depolandığını,
kalırsa “Ben de Türk’üm; ne olakesen II. Abdülhamit, memleketbunun çok büyük tehdit karşısında
caksa!” diyen, aslında birçoğu
te rüşdiye (oraokul), sultanî ve
mecburen yapıldığını kabul etmek
aslını gizleyen, zehirlenmiş, geri
idadî (lise) adı verilen Avrupaî
istemezler, Cumhuriyeti kuranların,
zekâlıları kastediyorum.
tarzdaki orta öğretim kurumlarıcamileri yıktıkları, ahır yaptıkları
nı yaygınlaştırmıştır. Bu dönemBunlar önce “Türklük nedir?
iftirasını atmaktan ve bunu insafsızca
de Kayseri’de Kayseri Lisesi,
Ha Alman, ha Rus olmuşun,
tekrar edip durmaktan vazgeçmezler.
ondan önce Abdülaziz döneminne fark eder?” derler. “İnsande de ortaokullar açılmıştır. Yine
lar zaten Âdem’le Havva’dan
o dönemde İstanbul’da ünivergeliyor. Dinimizde de ırkların
site (darü’l-fünûn) kurulmuştur.
yeri yok” diye de ilâve ederler.
Cumhuriyeti kuranların yeniden
Eee! Âmennâ, insanlar Âdem’le
düzenledikleri Vakıflar teşkilatı
Havva’dan geliyor da onları milletlere ayıran, onların
ile
yok
olmak
üzere
olan
Anadolu’daki eski eserleri, medayrı ayrı dilleri konuşmasını sağlayan Cenab-ı Hak değil
reseleri,
camileri,
türbeleri
onardığını, yaşattığını, bu günmi? Millet gerçeğini reddedersek Yaradan’a karşı çıkmış
olmayacak mıyız? İnsan kendi akrabasını, kendi hemşeh- lere intikalini sağladıklarını bilmezden gelirler. Diyanet
teşkilâtını kurup din görevlilerini maaşa bağlayarak dirisini, kendi milletini inkâr mı edecek? Dinimiz, yardıma
lenmekten kurtardıklarını, modern din okulları açtıklarını,
akrabadan başlamayı emretmiyor mu? Üstelik sen hiçbir
ilk defa en geniş ve en ilmî şekilde Kur’an-ı Kerîm’in
millete peşinen düşmanlık beslemezken, aranda MüslüTürkçe tefsirini hazırlattırdıklarını, cuma hutbelerini
man veya gayrimüslim çeşitli ırklardan insanları barındıTürkçe okutarak hutbede anlatılanların cemaatçe anlaşılrıp, şekilde onlara hiçbir farklı gözle bakmazken, onların
masını sağladıklarını düşünmezler, bilmezler, bilseler de
ve diğer bütün milletlerin peşinen Türk düşmanlığını
nereye koyacaksın? Onlara karşı en ufak bir savunma bile gizlerler. Tarihimizde ilk defa devletin bütçeden ayrılan
ödeneklerle camileri onardığını, yeni camiler yaptırdığını
yapmayacak mısın? Sen Filistin’deki, Çeçenistan’daki,
da söylemezler.
Bosna-Hersek’teki, Miammar’daki ezilen Müslümanlara
yanarken onlar, zehirli Müslümanlar -hatta Türk asıllı
Camilerin, tekkelerin, türbelerin imar hareketleri baolanları da- Doğu Türkistan’ı, Azerbaycan’ı ağızlarına
hanesiyle -bilhassa 50’li yıllardan sonra- çoğu zaman
alıyorlar mı? Onların da bir İslâm topluluğu olduğunu
belediyelerce yıkılıp yok edildiklerini görmezler; İkinci
hatırlıyorlar mı?
Dünya Harbi esnasında cemaati az olan bazı camilere
hububat depolandığını, bunun çok büyük tehdit karşısında
Bu beyinleri ve kalpleri zehirliler sanki bir mektepten
mecburen yapıldığını kabul etmek istemezler, Cumhuriyetişmişler gibi aynı şeyleri söyler, aynı şeyleri tekraryeti kuranların, camileri yıktıkları, ahır yaptıkları iftiralarlar. Cumhuriyete ve Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranlara
sını atmaktan ve bunu insafsızca tekrar edip durmaktan
baştan karşıdırlar. Kurtuluş mucizesini görmezlikten gevazgeçmezler.
lemezler; ama bu defa da İstiklâl Savaşı’nı Vahdeddin’in
başlattığını iddia ederler.
Sakarya Savaşı kaybedilseydi veya yurdun tamamı
Yunan’ın,
İngiliz’in, Fransız’ın, İtalyan’ın, Ermeni’nin
Bunlar Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranların dini yasakişgaline
uğrayıp
Türk’ün harim-i ismeti çiğnenseydi neler
ladıklarını; medreseleri, tekkeleri, türbeleri kapattıklarını,
olacağını, camilerin nasıl yıkılacağını veya nasıl kiliseye
yani onların dinsiz olduklarını iddia ederler. Medreseçevrileceklerini de bilmezlikten gelirler.
lerin, tekkelerin, türbelerin Cumhuriyet dönemine nasıl
ulaştıklarını, zaten harap olan birçoğunun ortadan kalktıTürk milleti tarihinde ilk defa Cumhuriyetle harpsizğını, kalan harabeler içinde gelirlerini kaybetmiş vakıflara darpsız yüz yıla yakın bir dönemi geçirerek çoluğunu
12
Gençlik Dergisi
çocuğunu yetiştirip yüz milyona yakın bir nüfusa erişme
imkânını buldu. Milletin çoğunluğu, hatta tamamına
yakını bu dönemde okur-yazar oldu ve yine bu dönemde refah mümkün olduğu kadar tabana yayıldı. Herkes
dünya standardında az çok ihtiyaçlarını temin eder hale
geldi. Milletin köydeki, kentteki evlâtlarının devletin en
üst kademelerine kadar yükselmesini yine bu cumhuriyet
sağladı. Yollarını yaptı, sularını getirdi. Her türlü münakale vasıtasını yaygınlaştırdı. Hastalarını dünya standardında tedavi ettirme imkânını sağladı. Çocuk ölümlerini
asgariye indirdi. Sağlıklı, boylu poslu yakışıklı bir neslin
yetişmesini sağladı. Türk milleti iş sahası itibarı ile dünyaya açıldı. Yurt dışında büyük iş adamları yetişti. Bütün
bunları Cumhuriyeti kuranlara borçluyuz; ama nankörler
bunları ifade edemezler.
Türk’ün düşmanları Türk milletini her alanda haksız,
suçlu ve zalim bir millet gibi göstermek isterler. Ermenileri, bizim, ırkçı-Türkçü İttihat Terakki’nin soykırıma
uğrattığını kabul ve iddia ederler. İnsanları durduk yere,
sebepsiz olarak, sırf “Türk” diye en feci usullerle katledenleri görmezler. Kıbrıs’a haksız yere çıktığımızı, hâlen
orada haksız yere durduğumuzu, Kıbrıs’ın başımıza dert
olduğunu söylerler. Kıbrıs’taki Türk ve Müslümanların güçlü devletimiz ve ordumuz sayesinde katliamdan
kurtarıldıklarını söylemezler. Hâlâ Kıbrıs’ın stratejik bir
parçası olan Maraş’ı Rumlara vermek üzere bekletirler,
harap olmasına göz yumarlar. Kürtlere bile katliam yaptığımız iftirasını alçakça tekrar ederler de onların İstiklâl
Savaşı’nı yapan Türk milletini isyanlarla arkadan vurduklarını bilmez görünürler. Musul-Kerkük petrollerini
bunların yüzünden kaybettiğimizi bilmezler, bilseler de
söylemezler. Herkesi bizim karşımızda haklı görürler.
Arapları sevmediğimizden dolayı onların ismini kedilerimize, köpeklerimize verdiğimizi utanmadan söylerler.
Hâlbuki zenci gibi Arap’ı da biz bir renk olarak kullanmışızdır. Beyaz veya sarı köpeğe, kediye arap dendiği hiç
görülmüş, duyulmuş mudur? Avrupalı barbarlarla bir olup
dünya medeniyetine bir katkımızın olmadığını iddia ederler; ederler de ederler…
Bütün bunları, Türk milletinin içimizdeki düşmanları, gizledikleri ırkî ayrılıklarının ve kıskançlıklarının bir
tezahürü ve nankörlüğü ile dile getirirler. Ama gerçekten
Türk olup beyinleri efsunlanmış ve bu iftira kampanyalarına katılan geri zekâlılara ne demeli? Ne denecek? Bu
masum milletin ahı tutar da düşmanlıklarınızla çatlayıp
esfel-i safiline, cehennemin dibine gidersiniz inşallah.
SI- FIR-LA
Kerim YILMAZ
Siyasetle zengin olmak ne kolay
On yediyi yirmi beşi sıfırla
Daha görülmüş mü böyle bir olay
Hesap kitap tutmuyorsa sıfırla
Tüy bitmemiş yetim hakkı yiyenler
Kedilerle trafoyu soyanlar
Dünkü sözlerine yalan diyenler
Hesap kitap tutmuyorsa sıfırla
Torba yasalardan çıkan kararı
Kimlere olmuştur belli yararı
Vatandaş ödüyor bunca zararı
Hesap kitap tutmuyorsa sıfırla
Halkımız kızıyor gelen zamlara
Analar ağlıyor akan kanlara
El koymuyor savcı haram mallara
Hesap kitap tutmuyorsa sıfırla
Saç kalmamış kel Bilo’nun tepede
Yumurtayı çalmış koymuş sepete
Konuşmalar gerçek çıktı tapede
Hesap kitap tutmuyorsa sıfırla
Herkes güder böyle sessiz koyunu
Sorup sual etsen bilmez soyunu
Tapelere düşen kirli oyunu
Hesap kitap tutmuyorsa sıfırla
Doldurmuş havuzu balla kaymakla
Dört köşe oldular halkı soymakla
Kusurları bitmez inan saymakla
Hesap kitap tutmuyorsa sıfırla
Memleketin kaçtı bunlarla tadı
Dinle vatandaştan gelen feryadı
Çulsuz babaların donsuz evladı
Hesap kitap tutmuyorsa sıfırla
Bir bela gelmesin korkarım Hak’tan
Aç yatıp kalkıyor fukara yoktan
Cari açık aştı çıtayı çoktan
Hesap kitap tutmuyorsa sıfırla
Kerimî der böyle gitmez bu düzen
Türk olabilir mi halkını üzen
Pisliğin içine batıp da yüzen
Hesap kitap tutmuyorsa sıfırla
13
Hamza ERAVŞAR
HAVAÎ CAHİLE
EFSANE YETER
İslâm›ı sadece ibadet çerçevesinde tanıyan «32 FARZ
MÜSLÜMANI « her nasılsa bir gün bir kürsü arslanına
rast geliyor. O güne kadar duymadığı şeyleri duyuyor
ondan. “Adam doğrudan doğruya Kur’an’dan söylüyor(?!)”, inanmamak mümkün mü? (Haşa) Kur’an’a mı
karşı gelsin? “Vay be! Biz şimdiye kadar uyumuşuz; bizi
uyutmuşlar” diye düşünüyor ve bir anda efsunlanıveriyor.
Karnı tok, sırtı da pek ise, ahireti düşünebilir artık! Gayrı
sokaklar, meclisler, mescitler onundur.
Bir başka çeşit insan daha var: İslâm’ı hiç tanımadan
yaşarken bir gün bir cihat ehli (!) ile karşılaşıyor. Hayatından pek memnun değildir. Tutunduğu dallar elinde
kalmıştır. Kahramanımızdan da o ana kadar duymadığı
değişik şeyler dinlemiştir. Birden gerçekleri kavrayıveriyor(!) ve hayretler içinde kalıyor. “Demek ki ben bugüne
kadar dünyadan habersiz yaşamışım. İşte yol budur!”
deyip kervana katılıyor. Artık onu tut tutabilirsen! Sanki
o hızı ile geçmişini de affettirecek!.. Eski hayatından
dönmüş, fakat İslâm’a dönememiş olduğunun farkına
bile varamayacak kadar hızlı bir mücahit (!) oluvermiştir.
Kervanlarına katılmayanlar, kâfir; yalnız kendi ve kendi
gibi efsunlananlar, Müslüman... Bir araştırmam yok; ama
Avrupa tarafını iyi bildiğim için tahminim var: IŞİD denen ehl-i sünnet düşmanı, Selefî-Vahabî güruhuna katılan
cihat ehli(!) zavallılar bunlar arasından çıkmıştır/çıkar.
Bir de din aşkı ile İslâmcı(!) derneğe, cemaate, partiye katılanlar var. Gayeleri için her vasıtayı mübah sayan
efendileri sayesinde kısa zamanda, farkına bile varamadan, gaye ile vasıtayı değiştiriveriyorlar. Bundan sonraki
mücadeleleri artık partisi, cemaati, derneği, ağabeyi, büyüğü içindir.
Hele safdillerimiz… İslâm adına düşer bir Allah
Dostu(!)nun peşine... (O, Allah dostu(!) olunca, o mertebeye(!) ulaşamayan Müslümanlar yani bizler de -haşaAllah düşmanı oluyoruz demek ki.) Bu zavallı, aklını,
iradesini hatta imanını ona teslim eder. Artık o, sürüde bir
koyundur, güdülür. Nereden, nasıl temin etti ise “şefaat
etme” hakkı da vardır efendisinin elinde… Yani öbür tarafı da teminat altındadır sürüdeki bu koyunun… Yaratılış
gayesi üzerinde kafa yormaz, yormayı akıl bile edemez.
Şu “şefaat meselesi”ni biraz açalım: Şefaat hep yanlış
yorumlanmıştır. “Bize şah damarımızdan daha yakın”
olan Rabb’imiz, kulunun durumunu bilmiyor mu ki, bir
başkası O’na anlatsın… Günahkâr kulunu Allah cezalandıracakken, çıkacak birisi bunu engelleyecek(!); veya
“Benim şu kadar insana şefaat hakkım var (bu hakkı kimden aldı ise), günahkârlardan o kadar insanı alıp Cennet’e
götüreceğim” diyecek; yahut da Allah ile o kullar ara-
14
Şefaat böyle ise, günde yüzlerce
defa çektiğimiz besmele ile
“rahmeti sonsuz, merhameti
sınırsız” dememiz ne oluyor? Kul,
“rahmetim gazabımı geçti” diyen
Rabb’inden daha mı merhametli?
sında aracı olacak ve diyecek ki: “Ya Rabbi -hâşâ- sen
bilmiyorsun, bu kulun iyi bir insandır, onu cezalandırma!” Yoksa, yakasına yapışılan günahkârı, zebanileri kovalayarak alıp Cennet’e mi tıkacak?
Şefaat böyle ise, günde yüzlerce defa çektiğimiz
besmele ile “rahmeti sonsuz, merhameti sınırsız” dememiz ne oluyor? Kul, “rahmetim gazabımı geçti” diyen
Rabb’inden daha mı merhametli?
Şefaat, yani aracılık ve yardım, “kimsenin kimseye
faydasının olmayacağı” o dünyada değil, oraya hazırlık
olsun diye, gaflettekilerin uyandırılması için bu dünyadadır. Şu ayet gözleri açmalı: “Ve hiçbir insanın diğerine
bir yararının olmayacağı, hiç birinden fidye kabul edilmeyeceği; şefaatin (aracılığın) fayda etmeyeceği ve hiç
kimseye yardım edilmeyeceği bir günün gelip çatacağını
aklınızdan çıkarmayın.” (2/Bakara/123)
Peygamber, peygamber iken şöyle dediği halde, o aracılar ne oluyor? “Ey kızım Fatıma! ‘Babam Peygamber’
diye güvenme; Rabb’ine karşı kulluk vazifeni yap; vallahi
ben senin namına hiçbir şey yapamam.”
Kur’an-ı Kerîm, bir ikram olarak meleklerin ve
peygamberlerin şefaatinden bahsediyor. O da yine
Rabb’imizin iznine bağlanıyor; yani kimsenin kimseye
kendiliğinden bir yardımı, aracılığı söz konusu değildir.
Bu şefaatin mahiyetini tam bilemiyoruz. (En azından ben
bilmiyorum. Okuduğum kitaplarda, dinlediğim sohbetlerde rastlamadım.) Günahları bağışlatma mı, hafifletme
mi, hesabı kolaylaştırma mı?.. Bahse konu ayetleri tefsir
edenler, sadece “şefaat” diyor, nasıllığı hakkında bilgi
vermiyorlar.
*****
Gençlik Dergisi
Bunlar insanın kendisini aldatmasıdır. Kendisini aldatan kişi ise yardıma muhtaçtır. Kendiliğinde çıkamaz
o düştüğü kuyudan. Hele bir de özel sohbetlere alınmış,
kulağına sırlar(!) fısıldanmış, aferin almış, sırtı tapıklanmışsa, tut da bağla!.. Artık o, dâvâ(!)nın vaz geçilmezlerindendir.
Müslüman kardeşim, sen niye bu kadar safsın? Herkes kendisine bahşedilen iradeden, imanından ve amelinden mes’uldür. Dâhil olduğun güruhu dışarıdan bir
seyret; ne maskaralıklar görürsün. “Din” diye giriyorsun;
kısa zamanda, farkına bile varmadan gaye ile vasıtayı
değiştiriyorsun. Bundan sonraki mücadelenin “parti,
dernek, cemaat, ağabey, büyük” için olduğunu ne zaman
anlayacaksın?
İnsanın kendini aldatması üzerine bir tarihî misal:
Sultan Murad, oğlu Fatih’e nasihat ederken şunları demişti: “İnsanın en büyük aldanışı kendini aldatmasıdır.
Ve bu aldanış, başkalarının aldatmasına da benzemez.
Çünkü başkalarının aldatması çok seyrek olur; bu da,
üzerinde biraz düşünülünce anlaşılır ve giderilmesi için
çareler aranır. Fakat kişi kendi kendini kandırdığında,
bunu gidermeyi beceremediği gibi, çare teminine de başvuramaz. Bulunduğu yer, zaten kendi düşüncelerinin son
sınırıdır; ötesine geçmesine imkân ve ihtimâl yoktur.”
Zamanı, zemini, şartları, imkânları, ihtimalleri hiç
hesaba katmadan hareket eden, zihniyet değişikliklerinin
sosyal, iktisadî, siyasî ve pisikolojik şartları üzerinde
kafa yormaktan aciz olandan rahatsızlık duyacak hale
getirilerek olması lâzım gelen için dalkılıç sokağa salınan güruhun ruh halleri bir tahlile tâbi tutulacak olsa
karşımıza kimler çıkar! Yani, güruh (parti, cemaat, tarikat kulları) bünyesine kimler toplanır? Şunlar:
* Gayrimemnunlar
* Şahsiyetinden kaçanlar
* Şahsiyet arayanlar
* Topluma uymayanlar
* Bir baltaya sap olamayanlar
* Gafiller
* Sabit fikirliler
* Aklî melekesi körlenenler
* Benciller
* Bunalımı olanlar
* Suçlular
* Ailevî geçimsizliği olanlar
* Hayal kırıklığına uğrayanlar
* Kendisinde büyüklük vehmedenler
* “Nefsini ilâh edinenler”
* Destek arayanlar
* Maddî sıkıntı çekenler
* Sosyal hadiselerde sebep-sonuç ilişkisini kuramayan cahiller
* Toplumdan dışlananlar ve
* SOY ÖZÜRLÜLER (Günümüzün hastalığı)
Bilgili, kültürlü, imanlı, samimî sessiz çoğunluk
köşelerinde oturadursun, mukaddes değerlerimizi kullanarak mukadderatımıza, gafillerin desteğini de alarak,
böylesi din tâcirleri hükmediyor işte.
TÜRMEN KIZININ
ÇAĞRISI
Mustafa ÖZTÜRK
Bir Türkmen kızıyım, dört yanım zalim
Namusum gidiyor, ölümden elim
Bu zulmü tarife yetmiyor dilim
Türk’üm diyen her can imdada gelsin
Bebeler ağlaşır, Kerkük ilinde
Babalar çaresiz, Irak çölünde
Bülbüller ötmüyor, gülün dalında
Gülü seven canan imdada gelsin
Haneler yakıldı, balalar öldü
Gülistanın yeri bir küllük oldu
Zorbalar elimden yârimi aldı
Hak hak diye yanan imdada gelsin
Bir yandan Peşmerge, bir yandan IŞİD
Müslüman sanmayın sanki bir ifrit
Haykırıp dururum sesimi işit
Çağrımı anlayan imdada gelsin
Şehitler doğrulsun ayağa kalksın
Gaziler Musul’a, Kerkük’e aksın
Paşalar kılıcı eline alsın
Ulubatlı Hasan imdada gelsin
Peşmerge bayrağı burca çekildi
Türkmen milletinin boynu büküldü
Başımıza zebaniler dikildi
Korkusuz Genç Osman imdada gelsin
Anadolu neden böyle duygusuz
İşte ölüyoruz ekmeksiz susuz
Yok mu Türk ilinde bir tane yavuz
Var ise bir arslan imdada gelsin
15
Seyit Ali ERGEÇ
ATATÜRK’ÜN
BAŞBUĞ DURUŞU
Türk milleti hiçbir dönemde umutsuzluk yaşamamıştır.
Umudunun karşılığında her dönemde bir lideri olmuş ve
çağ açıp çağ kapatmış bir millet olmanın haklı gururunu
yaşamıştır.
Atatürk de son lideridir. O kurduğu Türkiye
Cumhuriyeti’ni koruma ve kollamanın yanında vatandaşlık kimliğinin oluşmasına da büyük önem vermiştir. Bu
kimliğin oluşmasındaki merkez hareket noktası ve temel
kültürel değeri “Türklük bilincine sahip olmak”tır. İşte bu
yönüyle kimi gruplarca asılsız nice ithamlarla karşı karşıya kalmıştır. Hayatta iken bu iddiaları bertaraf etmiştir;
ölümünden sonra ortaya çıkan kimi şer odakları boş durmamışlar, bu menfi propagandalarına ve iftiralarına devam
etmişlerdir ve halen çeşitli vesilelerle de karşımıza çıkmaktadırlar. Atatürk bu cumhuriyeti gençlere emanet etmiştir; ancak gençliğin yetiştiği pek çok kurum ve kuruluş,
aynı duyarlılığı paylaşmayan ve fikren duru olmayan kimi
kişilerle yönetilmiştir ve halen de yönetilmektedir. Son zamanlarda Türkiye’de Atatürk’e ve Cumhuriyet’e yöneltilen saldırılar yeterince karşılık görmemiştir. Bu saldırılardan birisi de Atatürk’ü mason olmakla suçlama girişimidir.
Büyüklerimiz bir söz söyler “Altına çamur bulaştırmakla altın değerini kaybetmez” diye. Atatürk’e çamur atmaya kalkanlar onun altın olma gerçeğini kapatmak isterler. Çelişkilerle dolu mesnetsiz iddiaları sıralamış olsalar
da Türk milletinin sinesine girmiş bu büyük sevgiye, leke
süremezler. Bu sevgi karşılıksız değildi. Atatürk Türk tarihini okuyor, araştırıyor ve yaşıyordu. Gazi çok kitap okurdu. Tarihe olan ilgisi ile hayatında uygulamış olduğu Türk
tarihine ait semboller, hep farklı olduğunu hissettirmiştir.
Bir lider düşünün ki mason olmakla suçlanır; ama “çırak seviyesinde bir mason” denir. Bir siyasî dehanın “çırak “ seviyesinde kalması, bu gülünç iddianın ne kadar
mesnetsiz olduğunu da göstermektedir. İddia taşeronları
bu durumu Atatürk’ün ateist olduğu gibi temelden çürük
bir iddiaya dayandırmaya çalışırlar. Oysa gerçeği kendileri
de bilmektedir. Atatürk’ü seven “Türkçülüğü” için sever,
sevmeyen “Türkçülüğü” için sevmez. Gerisi teferruattır.
Çünkü; Güneşin ilk doğduğu Japonya topraklarında “Tokyo Camii”ni yaptıran odur. Balıkesir’de hutbe okuyan, Afyon Kocatepe’de Mareşal Fevzi Çakmak ile hatim indiren
de Medine’de Peygamber’imizin kabrini yıkmak isteyen
Suudî kralını tehdit eden de yine odur. O, hep inandığı
16
Yaratıcı’nın yardımından bahseder; ama bunu görmek istemeyen gözler görmez; çünkü o bir Türk’tür.
Kağan Duruşu Nedir?
Atatürk inceleyip öğrendiği Türk tarihini hayatında
uygulamış bir liderdir. Şüphesiz bu ritüel ve semboller
resimlere de yansımıştır. Bunu bilmeyenler Atatürk’ü mason nizam duruşu ile yakaladıklarını zannederler. Oysa o,
bu resim ile Orta Asya bozkırlarının tenha köşelerindeki
Bengü Taşlara kazılı Bilge Kağan’ın ve minyatürlerdeki
Cengiz Han’ın kağan duruşunu göstermektedir. Sağ elin
kalp hizasında durması, kağan duruşu, yani baş-buğ duruşudur. Atatürk bu şekilde şunu demektedir: “Ben Türk’üm,
ben Türk başbuğuyum, ben Bilge Kağan’ım, ben Cengiz
Han’ım, ben atalarımın fikirleriyim.” Ayrıca Atatürk bir
konuşmasında şöyle der. “Beni görmek demek mutlaka
yüzümü görmek demek değildir. Benim fikirlerimi, benim
duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu yeterlidir.”
Osmanlı Beyliğinin kurucusu Osman Gazi’nin oğlu
“Şücaeddin (dinin kahramanı)” lâkaplı Orhan Gazi de
aynı duruş ile karşımıza çıkmıştır. Peki, şu soru sorulmaz
Gençlik Dergisi
Orhan Gazi
Cengiz Han
mı? Masonluğun “m”si ortada yokken anıtı yapılan Bilge
Kağan mı masondur? Yoksa yine ortada masonluk yokken
portresi yapılan Orhan Gazi mi? Elbette onlar mason olamazlar; gerçek olan şudur: Türkler sahip olduğu sıfatlarla
gurur duyarlar ve bunu saklamazlar, hissettirirler.
Mason Localarının Kapatılması
Cumhuriyet kurulup önemli tehlikeler bertaraf edilince
sıra masonluğun ortadan kaldırılmasına gelmişti. Atatürk
ticareti ellerinde bulunduran masonların şirketlerini takip
ediyor, mason gazete sahiplerinin yayınlarını izliyordu.
Bu yüzden Yunus Nadi’yi ülkeden kovmuştu. Atatürk bir
gün eski Adliye Vekili olan Mahmut Esat Bozkurt’u yanına çağırarak masonlukla ilgili bir kitap verdi. Okumasını
ve kökleri dışarıda olan mason localarının yasaklanması
için gerekli çalışmayı yapmasını istedi. Bir müddet sonra
teklif Meclis’e getirilip okundu. Hararetli tartışmalar yaşandı. Ekseriyet mason localarının kapatılmasını istemekteydi. Meclis’in etkin masonlarından Şükrü Kaya mecliste
muvaffak olamayacağını anlayınca Atatürk’ün huzuruna
çıktı. Yapılan konuşmanın sonunda Atatürk mason heyete hitaben şöyle der: “Haydi defolun buradan, cehennem
olun, gidin Yahudi uşakları! Benim milletim bana kahraman sıfatını verdi. Ben sizin gibi bir çıfıt yahudiye uşak mı
olacağım?”
Bundan sonra mason locaları 1935’te kapatılır. 1937’de
Yahudiler Taksimde Hitler aleyhinde protesto yürüyüşü
yapmak isterler. Atatürk Dolmabahçe’de hasta yatağında
“Hâlâ akıllanmadı mı bunlar?” diyerek izin vermez. Kovulmayı masonlar hazmedemezler ve aynı yıl Moskova’da
Mason Heyetin Kovulması
Bilge Kağan
toplanarak Atatürk’e yakın olunmasına ve akabinde ortadan kaldırılmasına karar verirler. İfade aynen şu şekildedir: “O ‘Sarı Lider’ ortadan suret-i katiyetle kaldırılacaktır!” Bu kararı Balkan’lardan sorumlu 33. derece mason
Bulgar Avram Benaroysan 1948 yılında Yunanistan’da
yayınlanan “Laiki Foni” gazetesindeki yazısında ifşa etmiştir. Atatürk’ün, etrafını çeviren Türkiye masonlarından yardım gören bir doktorun 1937 yılında yaptığı bir
metotla öldürüldüğü Avram Benaroysan tarafından iddia
edilmiştir. Mason locaları 1948’de Celâl Bayar ve İsmet
İnönü’nün girişimleriyle tekrar açılır. İsrail’i ilk tanıyan
ülke Türkiye olur. Mason locaları 1958 ve 1976’da tekrar
kapatılmak istense de gerekli desteği bir daha Meclis’te
bulamaz. Zira masonluk artmış ve himaye görür hale gelmiştir. Bu yönüyle bakılınca Gazi’nin yapmak istedikleri
anlaşılmış olacaktır.
Genel olarak hasmane eleştiri yapanların amacı ne masonluktur ne de din hassasiyetidir. Türklüğü kendisine çatı
yapmış ve sığınacağı tek güvenli liman olarak görmüş olan
Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e kin kusmaktır. Sarı Lider’e
masonların yaptıklarından daha kötüsünü bu gün pek çok
kandırılmış bilgisiz, kimi zaman okumuş unvan sahibi kişiler onun kurduğu Cumhuriyet içinde yapmaktadır. Sayıları az, ama azim ve inançları güçlü vatanseverler, himaye
gören Türk düşmanı kesimlere karşı Atatürk’ü ve fikirlerini savunmaya devam edeceklerdir. Bu mücadeleyi elbette
Hakk için yapanlar kazanacaktır.
M. Kemal ATATÜRK
17
İbrahim GÜNGÖR
ibrahimgungor38@hotmail.com
ÖĞRENMEYİ ÖĞRENME VE
ÖĞRENME STRATEJİLERİ IV
Daha önce öğrenme stratejimateryalini ana başlık ve alt
leri üzerine yazdığımız yazıların
başlıklara dikkat ederek gözdevamı olarak öğrenme stratejiden geçirir. Okuma parçasının
lerine devam ediyoruz. Önceki
hangi konu ile ilgili olduğunu
yazılarda, öğrenme stratejisinin
tahmin eder.
ne demek olduğu ve öğrenmeyi
2.Soru Sorma (Question):
öğrenme konusunda açıklayıcı
Öğrenci ana başlık ve alt başbilgiler verilmişti. Daha sonra öğlıkları dikkate alarak okuma
Daha sonra anlamlandırmayı
renmeyi öğrenme stratejilerinden
materyali ile cevaplandırılabiarttıran stratejilere giriş
dikkat stratejileri ve tekrar stratelecek sorular sorar.
yapılmış, eklemleme stratejileri
jileri anlatılmıştı. Daha sonra an3.Okuma (Read): Öğlamlandırmayı arttıran stratejilere
ve anlamlandırmayı artıran
renci, ana fikre dikkat ederek
giriş yapılmış, eklemleme stratestratejilerden örgütleme stratejileri
sorduğu soruların cevaplarını
jileri ve anlamlandırmayı artıran
araştırarak materyali derinleözetlenmiştir.
stratejilerden örgütleme stratejilemesine okur.
ri özetlenmiştir. Bu yazıda okudu4.Yansıtma (Düşünmek,
ğunu anlama stratejileri ile bellek
ifade etmek- Reflect): Öğdestekleyici stratejiler özetlenmerenci okuduğu metin hakkınye çalışılacaktır. Bu iki strateji
da düşünür. Okuduğu metnin
yine öğrenmeyi öğrenme kavramı
görsel imajlarını oluşturmaya
içinde değerlendirilecektir.
çalışır. Hâlihazırda var olan bilgileri ile okuduğu
Okuduğunu Anlama Stratejileri: SQ4R: Garner, düyeni bilgiler arasında ilişki kurmaya çalışır.
şük başarı beklentisi olan öğrencilere, öğretmenlerin ne
5. Bakmadan Cevaplama (Recite): Öğsöylerlerse daha başarılı olacağına ilişkin olarak, straterenci
kitabı kullanmaksızın 2. basamakta sorduğu
jilerin tam ve gerçek olarak açıklanması gereği üzerinde
soruları
kendi kendine ya da başka birine yüksek
durmuştur. Ona göre okuduğunu anlama stratejileri için
sesle
cevaplar.
Metinde bulunan önemli bilgi listeöğrencilere aşağıdaki soru listesinin açıklaması yapılmalıdır. Bu sorular (Garner, 1988);
1. Strateji niçin öğrenilmelidir?
2. Strateji nedir?
3. Stratejiyi nasıl kullanırız?
4. Strateji ne zaman ve nerede kullanılır?
5. Strateji kullanımını nasıl geliştiririz?
Öğrencilerin okuduğunu anlamada kullandıkları en
eski stratejilerden biri de SQ4R’dır. SQ4R stratejisi altı
basamaktan oluşmaktadır. Bu strateji önceleri SQ3R olarak adlandırılmıştır. Daha sonra “R” (Reflect) basamağı
eklenmiştir. Bu strateji ilköğretim yıllarında öğrencilere
etkili olarak öğretilebilecek bir stratejidir. SQ4R; İngilizce
S “Survey –göz gezdirme”, Q “Question-soru sorma”, dört
R de “Read-okuma”, “Reflect-yansıtma”, “Recite-bakmadan cevaplama” ve “Review- yeniden gözden geçirme”
sözcüklerinin baş harflerinden oluşur. SQ4R stratejisinin
basamakları ise şunlardır (Senemoğlu, 2002);
1. Göz Gezdirme (Survey): Öğrenci, okuma
18
Gençlik Dergisi
lerini ya da diğer olguları ezbere, sesli ya da sessiz
olarak tekrar eder.
6. Yeniden Gözden Geçirme (Review):
Öğrenci, materyale tekrar dönerek bilgiyi yeniden
gözden geçirir, organize eder. Hatırlayamadığı,
anlayamadığı, cevaplamakta güçlük çektiği yerleri yeniden okur ve soruları tekrar cevaplar.
Bellek Destekleyici Stratejiler: Bellek destekleyici
öğrenme stratejileri de bilginin kısa süreli bellekte anlamlandırılarak uzun süreli belleğe yerleşmesini sağladığından, kalıcı öğrenmede ve hatırlamada önemli etkiye sahiptirler. Özellikle sözcüklerin, ilkelerin, olguların öğrenilesi
ve hatırlanmasında bellek destekleyici öğrenme stratejileri
sıkça kullanılmaktadır. Bellek destekleyici ipuçları, içerikle doğal olarak var olmayan ilişkileri kurarak kodlamaya
yardımcı olurlar. Bu yöntemler şöyle özetlenebilir (Ulusoy, et al., 2003);
Yerleşim Yöntemi: Doğru sırayla bir listeyi hatırlamak
için iyi bilinen fiziksel çevrenin bölümleri (evin odaları),
anımsanmak istenen listedeki öğelerle birleşerek imgeler
oluşturulmaktadır.
Askı Sözcük Yöntemi: Düzenli bir listeyi hatırlamak
için imge oluşturulan bir başka bellek destekleyicidir. Bu
yöntemde sıra ile her bir sayı için söylenişine uygun ritmik
askı sözcükler bulunur. Askı sözcükler zihinsel resimlerin
oluşturulmasını kolaylaştırmalıdır. Madde imgelerinin hatırlanabilmesi için her biri askı sözcükle ilişkilendirilir.
Böylelikle anımsanmak istedikleri maddeyi kolaylıkla zihinlerinde canlandırabilirler.
Anahtar Sözcük Yöntemi: Bu yöntem imgeler kullanılan diğer iki yönteme benzemekle birlikte, bilginin sırası
ile hatırlanması istenmediği durumlarda kullanılır. Özellikle yabancı dildeki sözcükleri öğrenmede kullanılır.
İlk Harfleri Kullanma Stratejisi: Bu yöntem iki formda
da kullanılır. Birincisi, hatırlamak için bilgi sözcüklerinin
baş harfleri kullanılır. Acronym, birkaç sözcüğün baş harflerinden oluşur. Örneğin; TSE (Türk Standartları Enstitüsü) gibi. İkincisi, sözcüklerin baş harfleri ile anlamlı cümleler oluşturulur.
Örneğin (Senemoğlu, 2002); aile planlaması danışmanlığının adımlarının kolaylıkla hatırlanması için öğrencilere
şu şekilde öğretilebilir;
1. Karşılayarak selamlama,
2. Alaka ve yakınlık göstermek,
3. Yöntemleri anlatmak,
4. Nasıl koruduğu, ne kadar koruduğunu belirtmek,
5. Açıklayıcı bilgiler vermek,
6. Kontrol için randevu vermek.
Örnekte altı maddenin baş harflerinin birleşmesiyle
KAYNAK sözcüğü ortaya çıkmaktadır. Bu adımlar hatırlanmak istendiğinde KAYNAK sözcüğündeki her harfin
kapsadığı bilgi geriye getirilir.
Sonraki yazılarımızda yine öğrenme, öğretme ve eğitimin diğer konularında bilgi verilmeye çalışılacaktır. Yararlı olması dileğiyle…
KAYNAKÇA
Garner, R. (1988). Metacognition and Reading Comprehension. New Jersey: Ablex Publishing Corporation.
Senemoğlu, N. (2002). Gelişim Öğrenme ve Öğretim,
Kuramdan Uygulamaya. Ankara: Gazi Kitabevi.
Ulusoy, A., Güngör, A., Akyol, A., Subaşı, G., Ünver,
G., & Koç, G. (2003). Gelişim ve Öğrenme (İkinci b.).
Ankara: Anı Yayıncılık.
19
ÇALINAN İNSANLARIMIZI KURTARMAK VEYA
Mehmet KILINÇ
YENİDEN “MÜDAFAA-YI HUKUK-U
MİLLİYE” HAREKETİ BAŞLATMAK
mehmetkilinc1@gmail.com
Yanılmıyorsam 1968 veya 1969 yılındayız. Ankara’da
Kızılay’da Mülkiyeliler Birliği karşısında C.K.M.P.’nin
genel merkez olarak kullandığı iki katlı bir küçük binanın giriş katındaki geniş bir oda büyüklüğündeki toplantı
salonunda bir seminerdeyiz. Salonda Ankara’daki çeşitli
fakülte ve yüksek okullardan gelmiş 20-25 kadar öğrenci
genç var. Semineri veren sonradan adını M.H.P. olarak
değiştirecek olan C.K.M.P.’nin genel başkanı Alparslan
Türkeş. Türkiye’nin o yıllarda maruz kaldığı Sovyet komünist tehlikesinden ve onun hedeflerinden bahsediyor,
sosyalizm, devrimcilik maskesi altında Türkiye›nin parçalanmak, Doğu Anadolu’da da bir Kürt devleti kurulmak
istendiğini anlatıyordu. Kürt diye adlandırılan insanlarımızın Türkçeyi unutmuş Türkler olduklarını belirtirken
bir hatırasını da nakletmişti.
Rahmetli Türkeş, TSK’da görevli bir subayken doğudaki illerimizden birinde -yanlış hatırlamıyorsam
Kars’ta- bir aileye misafir olur. Ailede üç nesil bir aradadır. Dede, baba, torun. Ailedeki en yaşlı olan dede -birinci
nesil ferdi- sadece Türkçe konuşuyor, başka dil bilmiyor,
anlamıyor. Onun oğlu -ikinci nesil ferdi- baba ise hem
Türkçe hem Kürtçe biliyor. Ailenin üçüncü nesil ferdi
olan çocuk/torun ise sadece Kürtçe biliyor, Türkçeyi ise
hiç bilmiyor.
Demek ki oradaki insanlarımız bu hatıranın yaşandığı
yıllarda-1960 öncesinde- iki nesil geçmeden anadilleri
Türkçeyi unutarak Kürtçe denen mahallî anlaşma vasıtasını kullanır hâle gelmişler. Bu konuşma ayrılığı, dil
asimilasyonu buna maruz kalan insanlarımızın bazılarının
kendilerini Türk olmayıp farklı bir milletten oldukları
duygusunun oluşmasına yol açmış.1
***
1991 yılında Adana’daki bir lisede (Adana İmam
Hatip Lisesinde) 7. sınıflardan birindeki ilk dersime giriyorum. Mutad tanışma konuşmalarından sonra “İçinizde
Müslüman olmayan var mı?” diye sordum. Ses çıkmadı.
“İçinizde Türk olmayan var mı?” sorusuna2 parmaklarını
1) Şanlıurfa›nın Siverek ilçesinde «Karakeçi” nahiyesindeki “Karakeçili Türkmenleri” de Türkçe konuşmuyorlar; yüzlerce yıllık Türk kültürünü, âdetlerini de yaşıyorlar. Bilecik Söğütteki, Muğla Fethiye’deki
ve diğer bölgelerimizdeki Karakeçili Türkmenleri ile aynı boy aynı
soydan geliyorlar; ama Türkçeyi unutmuşlar. Aynı ilçede “Kızılkeçili,
Akkoyunlu, Karakoyunlu -muhtemelen Sarıkeçili- Türkmenleri” de var,
kendilerini “Kürt” zannediyorlar.
2) Bu soruları hemen hemen görev yaptığım her okulda derslerine
girdiğim sınıflardaki öğrencilere ilk derslerinde sordum. Bir Türk
okulunda ve hele bir İmam-Hatip Lisesinde “İçinizde Müslüman/Türk
olmayan var mı?” şeklindeki sorular tuhaf olmasına rağmen burada
rastladığım gibi umulmadık cevaplar da alınabilmiştir. Maalesef bilhassa Marksist-Leninist yahut Maoist komünist ideolojinin esiri olan
yahut millet ve milliyet gerçeğini inkâr ederek İslâm kisvesi altında
beynelmilelciliği (enternasyonalizmi/sözde ümmetçiliği) benimseyen
ve bu düşüncelerini Türklüğü tahkir ve etnikçiliği teşvik için kullanıp
-bilerek yahut bilmeyerek- milleti parçalamaya matuf faaliyetlerde
bulunan öğretmenlerin olduğu bir ortamda ilk görevinin öğrencilerinde Türk milletine mensubiyet şuuru uyandırmak olduğunun idrakinde
olan bir öğretmen olarak bu şuurda olmayan öğrencilere millî kimlik-
20
kaldırarak söz alan iki öğrenci “Biz Kürt’üz.” diye cevap
verdiler. Adlarını sordum. Hz. Peygamber’in sevgili torunlarının adlarını -Hasan ve Hüseyin adlarını- taşıyan bu
iki amcaoğlu çocuğun soy adları da “Karakoyun” imiş ve
mensup oldukları aşiretten dolayı bu soy adını almışlar.
Çocuklara Karakoyunluların Türk olduklarını anlayabilecekleri bir dille izah ettikten sonra velilerini çağırttım.
Çocukların velisi, birinin ağabeyi imiş ve bir küçük
camide imamlık yapıyormuş. Ona da aynı soruyu sordum; o da kardeşi ve yeğeni gibi cevap verdi; Kürt olduklarını ve Karakoyunlu aşiretine mensup olduklarını
söyledi. Ona “Ben de Karakeçili’yim” deyince gözleri
parladı; “Benim annem de Karakeçili’dir” dedi. “Peki”,
dedim; “Ben Türk iken sen nasıl Kürt oluyorsun?” Şaşırdı, utandı. Ona da Karakoyunlu, Akkoyunlu, Karakeçili,
Kızılkeçili,Sarıkeçililerin Türk olduklarını anlattım. “Bilmiyordum hocam” dedi,”Bize böyle öğrettiler.”
***
Aynı yıllarda -1994/1995 yıllarında- Adana’daki
yine aynı lisede kendisinin Türk değil Kürt olduğunu
zanneden henüz 8. sınıftaki bir kız öğrenci, tartıştığı bir
arkadaşına “Anadolu topraklarını Türklerden alacağız, o
toprakların tamamı bizimdir.” demişti saf saf.
***
Son yıllarda bilhassa Doğu ve Güneydoğu Anadolumuzdaki ve oralardan Türkiye’nin başka illerine göç
etmiş olan insanlarımız emperyalist Batılı devletlerin
(AB, ABD, Rusya, İsrail ve bunların kuklalarının) sürekli
ve sistemli propagandalarıyle içimizdeki iktidarın yahut
muhalefetteki yöneticilerimizin, aydın sıfatı verilen ve
hatta akademik ünvan taşıyan bazı yazar, çizerlerimizin
vurdumduymazlıkları, gafletleri ve hatta kimilerinin
ihanetleri sonucu mankurtlaştırılıp kendi milletlerine ve
keni devletlerine düşman edilmekte, onları kontrol altında
tutan yabancı istihbarat servislerinin ve terör örgütlerinin
oyuncağı haline getirilerek emperyalist devletlerin emellerine hizmet ettirilmektedirler.
Türk insanının Türk milletinden koparılıp yabancılaştırılması, Türk milletine ve Türk devletine karşı
kullanılması uzun yıllardan beri çok zaman gizli, zaman
zaman da açıkça yürülen bir toplum mühendisliği projesidir. Türk milleti, yüz yıldan fazla bir zamandır büyük
mâlî desteklerle yürütülen bu projeye karşı bugüne kadar
direnmiş, emperyalist devletlerin heveslerini kursaklarında bırakmıştır. Ancak Batılı emperyalist devletler,
bilhassa devletin yönetim ve karar mekanizmalarını din,
demokrasi, insan hakları v.b. sihirli kamuflaj sloganları
ve seçim hileleriyle ele geçiren/ele geçirmelerini sağladıkları Türk aleyhtarı kadrolar -ki bazıları soyca da Türk
değillerdir- vasıtasıyle, Türk milletini ve Türk devletini
parçalayıp bin yıllık emellerinin gerçekleşmesine ramak
kaldığı düşüncesiyle Türk milletinin bir kısmını kitle iletişim vasıtaları ile uyuştururken bir kısmını da milliyetini
Aykut
lerini öğretmeye, hatırlatmaya birMustafa
vesile yaratmak
içinAKŞİT
bu tür sorularla
onları yoklamayı âdet edinmiştim.
Gençlik Dergisi
unutturarak ayrı millet ayrı devlet oluşturma hayallerinin
gerçekleştirme faaliyetlerine hız vermişlerdir.
Görüntülü, sesli ve yazılı kitle iletişim organları ve
fısıltı gazeteleri vasıtasıyle yürüttükleri kesif propaganda
ile binlerce yıllık Türk yurdu Doğu ve Güneydoğu Anadolu topraklarını Kürdistan, oralarda yaşayan insanlarımızı da Kürt olarak adlandırmaya ve bunu kabul ettirmeye
başlamışlardır. Meselenin ciddiyetinden ve gerçeklerden
habersiz insanlarımız da Karadeniz bölgesindeki insanlarımızı Laz, Doğu ve Güneydoğu Anadoludaki insanlarımızı Kürt ve hatta Hatay ve Adana Çukurova’da yaşayan
vatandaşlarımızı Arap/Fellah olarak görür hale gelmişlerdir.
Yıllarca insanlarımız kandırıldı.Yetkililer bunları
önleyecek tedbirleri bilerek yahut bilmeyerek almadılar.
Yıllarca oralarda teröristlerle mücadele eden polisleri, askerleri “Ermeni eşkiyaları” gibi tanıttılar. Doktorlarımızı,
hemşirelerimizi, sağlık memurlarımızı kendilerine düşman olarak bellettiler3. Devleti yönetenler, onları aydınlatmakla görevli olanlar kıllarını kıpırdatmadılar. Siyasî
partiler oy kaygusuyla, kimileri menfaat endişesiyle,
kimileri korkudan bu propagandalara destek oldular, alet
oldular, görmezden geldiler. Benim anlattığım bu hadiselerin üzerinden 20 yıldan fazla bir zaman geçti. Geldiğimiz durum vahim; yarın daha da vahim hale gelecek.
Bunlara “Biz sizinle kardeş değiliz” diyerek
engel olunmaz. Onların büyük kısmı Türk’tür; ama kandırılmış, millletine yabancılaştırılmış Türk.... Biz büyük milletiz, efendi milletiz; başka
3) Okulun yanındaki bir kitap-kırtasiyecinin okunması için öğrencilere
ücretsiz verdiğini sonradan öğrendiğim “Firavunları Öldürmek” adlı
kitapta Türkiye Cumhuriyeti Devletinin polisleri -Özel Harekâtçıları-,
jandarmaları, bölge halkının ırzına namusuna göz diken iğrenç yaratıklar olarak gösterilmekte, sağlık görevlilerinin aşı kampanyalarının
Kürtlerin kısırlaştırılması için düzenlendiği propagandası yapılmaktadır. Bu propagandalara bildirilmesine rağmen maalesef ne okul yönetimi, ne Millî Eğitim Müdürlüğü ne Emniyet ne MİT görevlileri ve ne de
valilik engel olmamışlar, tedbir almamışlardır.
milletlere kol kanat germiş milletiz. Merhametli olmak,
efendi olmak bizim hem en büyük meziyetimiz, hem en
büyük zaafımız; ama bu vasfımız bizi “alnımıza kara
bir leke sürülmekten” kurtardı; ya böyle olmasaydı da
atalarımız katliam yapsaydı, ne olurdu? Bugün soykırım
yapmadığımız, aksine soykırıma maruz kaldığımız halde
“Türkler soykırım yaptı” diye bas bas bağıran ve aleyhimizde iftira kampanyaları düzenleyenlerin mesnetsiz iddialarına/iftiralarına bile karşılık veremezken o zaman ne
yapacaktık? Bu vasfımız bizi “Allah’ın ordusu” yapmadı
mı? Avrupalılar Atilla’ya bu yüzden “Tanrı’nın kılıcı/kırbacı” lâkabını takmadılar mı?
Devlet yönetiminde olsun veya olmasın vatansever, milletsever kuruluşlarımız ve insanlarımız bu yanlış ve bölücü propagandayı ellerindeki bütün imkânları
kullanarak etkisiz hale getirmek, Türkçeden başka bir
dil - Kürtçe denen mahallî anlaşma vasıtasını- konuşan
ve Türk değil de başka bir millete mesup oldukları şuuru
verilmek istenen bu insanlarımızın çok büyük bir kısmının soyca da kültürce de Türk olduklarını bilmek ve
bilmeyenlere bildirmek, mankurtlaşan ve gaflete düşen
insanlarımızı yabancıların elinde oyuncak olmaktan kurtarmak için siyasî görüş ayrılıklarını bir kenara itip birlik
halinde çalışmalıdırlar.
Bilhassa Türk milliyetçileri, aralarındaki büyük-küçük bütün ihtilafları bir kenara itip birleşmek, yüz
yıl önceki gibi yeniden “Müdafaa-yı Hukuk-u Milliye”
cemiyetleri gibi teşkilatlanıp Türk milletinin uyanmasını
sağlamak, kendinden çalınan/çalınmak istenen evlâtlarını
düşmanlarının elinden kurtarmak, vatan topraklarını düşmanlara peşkeş çekmek isteyenlerin de, bunu dört gözle
bekleyen düşmanlarımızın da heveslerini kursaklarında
bırakmak zorundadırlar. Türk milletinin de, diğer İslâm
ülkelerinin de, insanlığın da kurtuluşu buna bağlıdır. Başka da çaremiz yoktur.
21
LANETLİ PROJE: BOP
Eyüp S. KARAKAŞ
Ortadoğu kan gölünde
Japonya’yı bu kaynaklardan
döndü. Her gün yüzlerce insan
uzak tutmak istemektedir. Ortaölüyor, binlerce insan yaralanıdoğu Bölgesinde bulunan tüm
yor, on binlerce insan evinden,
petrol ve doğalgaz yataklarına
köyünden, kentinden göç etmek
serbestçe ve korkusuzca ulaşOrtadoğu’nun cahil halkı
mecburiyetinde kalıyor. Etnik,
mayı hedeflemektedir.
etnik köken ve mezhep
din ve mezhep farklılıkları in Bütün bu nedenlerle Irak’a
sanları birbirine düşman hale
müdahale edilmiş. Irak 3 ayrı
üzerinden yapılan siyasetin
getirmiş. Düşmanlık mermidevlete bölünmeye çalışılmış.
ve kışkırtmaların kurbanı
ye, bombaya, bıçağa dönüşüp
Onun için de Sünniler, Şiiler ve
olmuştur.
sivil, asker; büyük küçük deKürtler birbirine düşman hale
meden can alıyor.
getirilmiştir. Amaç, bunları
Bütün bunlara yol açan
çarpıştırmak, halkı göç ettirmek
ABD’nin uyguladığı Büve Sünni, Şii ve Kürt bölgeleyük Ortadoğu Projesi’dir
ri oluşturarak bunları devlete
(BOP)’dir. BOP, ilk defa
dönüştürmektir. IŞID’a verilen
Condoleezza Rice’ın 7.8.2003
görev de buydu.
Washington Post gazetesinde yayınlanan yazısın Projeye göre, Irak’ın kuzeyinde kurulması planlanan
da görülmektedir “Transforming The Middle East
yeni devlete bizim topraklarımızın da bir kısmı katılacak
– Ortadoğu’yu Dönüştürmek.” Rice bu yazısında
yani bizim sınırlarımız da değişecektir.
Fas’tan Basra körfezine kadar Ortadoğu’da bulunan 22
Bölge halkları için bu projeyi gerçekleştirmenin
devletin rejiminin, sınır ve haritalarının değiştirileceğini,
maliyeti yüz binlerce ölüm, sakat ve evsiz yuvasız kalTürkiye’nin de bunların içinde olduğunu vurgulamıştır.
mış milyonlarca insandır. Ortadoğu’nun cahil halkı
Ortadoğu’da zengin petrol kaynaklarının bulunması
etnik köken ve mezhep üzerinden yapılan siyasetin ve
ABD’yi bu projeyi gerçekleştirmeye itmiştir.Dünyanın
kışkırtmaların kurbanı olmuştur. Bu siyaseti yürütenkanıtlanmış doğalgaz rezervlerinin yüzde 34’ü Ortaler ve halkı bir biri aleyhine kışkırtanlar da aşağılık
doğu’dadır. Petrol tüketimi 2003’te günde 66 milyon
birer katildir. Tarih bunları lanetle anacaktır.
varilken, 2020’de 119 milyon varil olacaktır. Bu da petrol
Maalesef bizim ülkemizde de emperyalistlerin
ihtiyacını çok artıracaktır. Ortadoğu petrolünün kaliteuşağı olmuş bu lanetlilerden çokça var. Halkımızın
si bir hayli yüksek ve maliyeti de ucuzdur. Ortadoğu
bu oyuna gelmeyeceğini, etnik ve mezhep farklılıklarını
dünya petrol rezervlerinin yüzde 65.4 üne sahiptir.
düşmanlığa dönüştürmeyeceğini diliyorum. Ülkemizdeki
Mısır, Cezayir, Libya ve Tunus rezervleri de eklenince
etnik ayırımcıların aklını başına toplaması ve Türkiye
toplam, rezerv dünya rezervlerinin yüzde 69.6 sına
Cumhuriyeti’nin onurlu bir vatandaşı olarak yaşaulaşmaktadır.
ması onlar için en uygunudur. Kurtuluş, etnik köken ve
ABD bu proje ile kendisine rakip olabilecek
dini inanç ayırımı gözetmeden kanun önünde eşitlikten,
muhtemel bir gücün oluşmasını engellemek istemekhukukun üstünlüğünden, demokrasiden ve kardeşlikten
tedir. ABD bu proje ile rakipsiz askeri gücü teknolojik
geçer. Herkes dönsün Irak’a, Suriye’ye, Libya’ya bakimkânı ile Ortadoğu bölgesinde bulunan petrol ve dosın ve ders alsın. Çıkacak kargaşada en büyük zararı
ğalgaz kaynakları üzerinde denetimini sağlamak isteGüneydoğu’da yaşayanların göreceği de unutulmasın.
mektedir. ABD bu proje ile ayrıca İsrail’in emniyetini
sağlama amacını gütmektedir. Avrupa Birliği, Çin ve
22
Gençlik Dergisi
ŞAİR BETÜL ÖVÜNÇ’LE
“KASIT”LI BİR SÖYLEŞİ
“Şairim diyerek gezenlerin” bol olduğu bir memlekette, “işte gerçek şair” dedirten, son şiir kitabı
KASIT’la adeta şiirin kitabını yazan Betül ÖVÜNÇ’ü
Bilgiyurdu’nun bu sayısına misafir ettik. Aslında Bilgiyurdu okuyucuları, daha önceden yayınlanan şiirleri vasıtasıyla tanışıyorlar Betül ÖVÜNÇ’le. Ama biz biraz daha
yakından tanıtalım:
1968 Yeşilhisar doğumlu. İlkokulu Kayseri’de, ortaokulu Şarkışla Lisesi’nde, liseyi Kayseri’de tamamladı.
Kastamonu Eğitim Yüksek Okulu’ndan mezun oldu. Yurdun değişik yerlerinde öğretmenlik yaptı. Türk Dünyası
Araştırmalar Vakfı aracılığıyla gittiği Azerbaycan/Bakü’de
öğretmenlik yaptı. AÖF Türkçe bölümünü bitirerek lisansını tamamladı. Halen öğretmenlik görevini Kayseri’de
sürdürmektedir.
Yayımlanan şiir Kitapları: Duygu Militanı, Hasretle Sarıldı Toprak Yağmura, Yangınlarda Yalın Yürek, Aynanın
Arka Yüzü ve son kitabı Kasıt.
BİLGİYURDU: Ehil olmayanların elinde can çekişmekte olan şiirimize suni teneffüs gibi gelen son kitabınızın adıyla başlayalım söyleşimize, neden “KASIT”?
B.ÖVÜNÇ: Öncelikle iltifatlarınız için teşekkür ederim.
Çoğu kişi kitabın ismini, içindeki “Kasten” şiirinden
aldığını düşündü. Oysa gerçek öyle değil. Hayatımda
uymaya önem verdiğim kurallarından biri dobralıktır. Bazen direk bazen ise hafif, ağzımdan kaçmış gibi yaparak;
ama kasıtlı olarak, bilerek söylenecek sözü muhatabından
esirgemem. Hayatımdaki her şeyi kasıtlı yaparım. İşte bu
kasıt, kitabıma isim olmuş ve içinde de ne söylemiş ne
yazmışsam kasıtlıdır.
Kitabın kapağı ilginç; aynı yere giriş ve aynı yerden çıkış. Özel olarak “kendine dönüş”ü, genel ola-
rak da “kendimizden kopuş”u çağrıştırıyor. Kapağın
hikâyesini ve mesajını sizden dinlemek isteriz?
Kapaktaki fotoğraf, Kayseri-Yoğunburç Kültürevi kapısında Dursun BERKOK ağabeyimiz tarafından çekilmişti.
Daha sonra ben, giriş ve çıkış fotoğraflarını bir resim programı yardımı ile birleştirerek kitap kapağı haline getirdim.
Ondaki anlam ise ne kendinden kaçış ne kendine dönüş.
Kapakta yazan beyit, vermek istediğim anlamı açıklıyor
sanırım.
“Kapılara olmazsa kalbinin mudarası
Birkaç adıma bakar gitmek gelmek arası”
Hocam kitabınızın ilk şiirinde demişsiniz ki;
“Mundar etti dili, yarım kasaplar,
Bağdat’tan dönmüyor yanlış hesaplar.
Bu yüzden karıştı deneler saplar,
Türkçe’mi çiğneyip ezeni gördüm.
Şairim diyerek gezeni gördüm.”
Bu sitemin, daha doğrusu eleştirinin kaynağına inelim istiyorum. Şair olanlarla şairlik taslayanları nasıl
ayırmalı?
Bu konuda hem Türk dili hem de “şairlik” adına ciddi
kaygılarım var. Dilimiz, bizi millet yapan en önemli öğe
iken ne yazık ki ehil olmayanların elinde eziyet çekmektedir. “Türkçe’yi koruma, geliştirme vb kaygılardan uzak
durarak yazılan her söz milletimize ihanettir” diyecek
kadar bu konuda hassasım. Hayatını üç kelime ile idame
ettirenlerin şiir yazmaya kalkması kadar büyük bir had
aşımı yoktur.
Şairlik konusuna gelince, şair topluma ve toplumun
sorunlarına duyarsız kalamayan kişidir. Şair esen hiçbir
rüzgârın önünde eğilmeyecek kadar onurlu, sözünü kimseden esirgemeyecek kadar yüreklidir. Şair, şiirin o büyülü
gücünü sadece ilhama dayayıp kullanma hakkına sahip
değildir. Sadece ilhamla yazanlar “dinden eden yarım
23
Sık sık vurguladığım gibi kalemim, dilimin ve fikrimin hizmetkârıdır. Aşk şiiri yazarken de milli duyguları
işlerken de toplumsal sorunları yansıtırken de kalemim bu
hizmeti sunmakla mükelleftir. Tema ve teknik tercihlerim
bu hizmeti sunmakta kullandığım araçlardır.
Yalnızlık, şiirlerinizin önemli teması… Sizce insan
mı yalnız, insan ve toplumu yüreğinde, zihninde yaşayan şair mi daha yalnız?
Şair yalnızdır. Kaderidir bu onun. Ailesi, çalışma ortamı ve toplum içinde hatta en kalabalık ortamda bile
yalnızdır şair. Ama yüreği kalabalıktır. Bir ya da birkaç
değil, tüm insanlar, koca bir vatan, buutsuz bir sevda, bu
gün değil, dün değil ezelden an’a kadar geçen koca bir
zamanın örekesinde örselenirken yüreği, şairin yalnızlıktan
gayrı çıkar yolu yoktur…
imam” gibidir. Şiir; ilham perilerinin, kulağa fısıldadığı ve
sürekli kendini tekrar eden söz yığınından çok daha farklı
bir sanattır. Tekniği bilmeli şair, Türkçe’ye hâkim olmalı,
kelime hazinesi dolu olmalı. Ancak o zaman; yazdığı şiir,
kendisi de şair olur. Şairliğin vasıflarını taşımayan kişiler
kapı kapı gezerek, reklâmlarını yapsalar da etraflarında
yine şiir bilgisinden yoksun yalakaların gazlarına gelseler
de ederleri, yazdıkları kadardır.
Kitabınızda, gelenekleşmiş Türk şiiri ile modern
şiirin terkibini görüyorum. Bu konuda siz ne dersiniz?
Ben, serbest vezin ve hece vezni ile yazıyorum. Şiirlerimde hem geleneksel hem modern şiiri tercih etmemin
sebebi; kıymetli Türkçe’min her iki tarzda da rahatlıkla
kullanılabileceğini göstermektir. Serbest vezinli bir şiirin
içine bin yıllık bir atasözünü ya da deyimlerimizi sığdırmak; bir koşma ile günümüz sorunlarını dile getirmek vb.
çabalarım; dil zenginliğimizi, töremizi Türklüğümüzü
şiirlerle yaşatmak ve yansıtmak çabasıdır.
Kitapta yer alan şiirler, milli duyuşun şahsi sanat
potasından geçirilmesiyle kaleme alınmış. Sizi en çok
neler etkiliyor ve şiirde milli değerler nasıl işlenmeli?
Daimi duam şudur : “Kalemim; fikrime, milletime,
dilime hizmeti bıraktığı gün varsın kırılsın.”
“Vatan söz konusu iken gerisini teferruat” kabul eden
Atatürk’ün ve şehitlerimizin, gazilerimizin emaneti olan
bu vatanla ilgili her şey beni etkiler. Damarını kesseler
“ah!” demeyen Betül Övünç’ü, gönderdeki bayrağın dalgalanırken çıkardığı ses ağlatmaya yeter. Bir şehit verdiğimizde ciğerime düşen ateşle yanarım. Yorganım toprak
olur, geceleri çekerim üzerime, gözlerimi vatan için yumarım…
Şiirlerinizde tema çeşitliliği ve işleyiş zenginliği de
dikkati çekiyor. Bu konuda biraz açıklama yapar mısınız?
24
Şiirlerinizde güncel konular da var. Günlük olaylarla ilgili daha çok eleştirel yaklaşımınız var. Bu gerçekten hareketle şair günlük olaylara nereden, nasıl bakmalı? Sadece eleştirilecek yönleri yeterli midir?
Şair, zaman ve mekânlar arası ziyaret gücü olan insandır. Asırlar öncesine gider, Ötüken’de at biner, Yenisey’den
aka aka günümüze gelir. Ama elbette en çok günümüz ve
mevcut durumdur muhatabı. Doğruya ulaşmak için eleştiri, doğruyu korumak içinse övgü şarttır. Benim toplumsal
sorunlara yaklaşımımın daha çok eleştirel yönde olmasının
sebebi teraziyi dengede tutma gayretimdir. Ne yazık ki
alkış tutmanın ve yalakalığın moda olduğu, eleştirmekten
korkmanın tavan yaptığı günümüzde şairin biraz daha yürekli olması gerekir.
Kitaptan edindiğim izlenim, pek çok konuda kaygılı
oluşunuz. Bu kaygınızın sebebi duyarlılığınız mı, yoksa
memleketin içinde bulunduğu durum mu?
“Memleket”, ya da “Vatan”… Kelime olarak söylerken
bile içiniz ürpermiyor mu? En kıymetlinizin, teline zarar
gelmesin diye üzerine kol kanat germez, önüne siper olmaz mısınız? Onun için kaygılanmaz mısınız? Bu konuda
duyarsız olmak; ya kandaki bir bozukluğu ya da akıldan
yoksunluğu işaret eder.
Kitabın sahifelerini çevirenler siyasi duruşunuzu
da hemen fark edebiliyor. Her mısrasından adeta kurt
ulumaları duyuluyor. Sanatla siyasi görüş ne yakınlıkta
olmalı?
Ben Türk milliyetçisiyim ve davam alnımın akıdır.
İnandığım davamı kimseden miras almadım. Kalemim de
bu davanın hizmetkârıdır. Sizin mısralar arasında duyduğunuz o kurtlar benim damarlarımda ulumaktadır!
“Nazlı vurur doru taylar ayağını
Ciğerimde bir bozkurt ulur
Bir millet kalkar ayağa damarlarımda
Bir millet şahlanır
Su akar yatağını bulur.”
Yaşayan yazı ve konuşma dilinin kendine has Türkçesi var. Şiirinizin dilini siz nasıl tarif edersiniz?
Sorunuza şöyle cevap versem yeterli olur sanırım;
Özüm Türk’tür, sözüm Türk,
Şiirlerim, Türkçe, “Türk”çe.
Erciyes’in kızıyım ben,
Başım, Erciyes kadar dikçe…
Şiirlerinizi nasıl yazarsınız? Belli bir zaman dilimi,
yer tercihiniz var mı?
Şairlerin geneli geceyi sever sanırım… Onun en sesli
olduğu zamanlardır sessiz geceler… Şiir yazmak ciddi bir
Gençlik Dergisi
iş ve şair için sorumluluktur. Birilerinin “otobüste gelirken
dizimin üstünde yazdım…” gibi ifadelerinin şiire ve bu
uğurda adını tarihe yazdırmış şairlerimize hakaret olduğunu düşünüyorum.
Şiir yazarken şairin ilikleri kemikten ayrılmalı. Şiir
ortaya çıkmadan önce o doğum sancıları çekilmeli... Eğer
bunlar hissedilmiyorsa yazmaya devam etmenin bir anlamı
kalmaz. Şiir yazarken, şart olmamakla beraber geceleri,
ama illaki sessizliği, başımda ters taktığım şapkamı, yanımda kahvemi tercih ederim. Yer konusunda bir ısrarım
olmamakla birlikte yalnız olduğum bir ortam “olmazsa
olmaz”ımdır.
Hocam, kitap bastırmanın zorluklarından bahsedelim biraz da… Kitabı için kapı kapı gezip sponsor
arayan, çıktıktan sonra da aynı kişilere onar, yirmişer
adet satan, dinletilere bir çanta kitapla gidip hem ziyaret hem ticaret yapan şairlere sık rastlıyoruz. Siz
KASIT’ın okuyucuyla buluşması hususunda neler yaptınız?
Ne yazık ki bahsettiğiniz şekilde kitap çıkarmaya çalışan, şairden çok dilenci kılığında insanları tanıyoruz. Kapı
kapı sattıkları şey kitapları değil onurlarıdır! Şairin
başı dik olmalı ki dik başlı olabilsin.
Ben ise, “KASIT”ı kasıtlı olarak, her kuruşu alın terim
olan para ile meydana çıkardım. Şair dostlarımın da katıldığı bir imza günü ile okuyucularla buluşturdum. Siz iyi
bir şey yaptığınızda, ortaya çıkardığınız ürünün reklâma
ihtiyacı yoktur. Önemli olan, ondan maddi menfaat elde
etmekten çok onu insanlarımızın menfaatine ve faydasına
sunmaktır.
Gelelim KASIT sonrasına; her ne kadar arada bir
“kalemi elime aldırmasınlar” deseniz de, bildiğim kadarıyla epeydir şiir yazmıyorsunuz. Bunda da bir kasıt
var mı? Yoksa o gözünü budaktan ayırmayan Betül
ÖVÜNÇ artık korkak mı oldu?
Evet. Kesinlikle kasten yazmıyorum. Bunun sebebi,
artık şiir yazamıyor olmam değil. Aksine, şiir aklıma, kalbime, ruhuma oradan da kalemime kadar ulaşmayı ısrarla
başarıyor. Şiir kapımı çaldığında bazen dayanamıyor ilk
dörtlüğünü yazıyorum. Bakıyorum ki arkası akıp geliyor
ve “yaz beni” diye ısrar ediyor şiir. İşte o an, en dayanılmaz anında kalemi elimden bırakıyor, yazdığım o dörtlüğü
de yok ediyorum. Özetle bunun anlamı, şiir ile nefsim
arasında bir savaş ilan ettim ve nefsimin gücünü şiire ispata çabalıyorum. Bir şair olarak en zor olan şey şiire kafa
tutmak, “senin esirin olmayacağım, her istediğinde bana,
seni yazdıramazsın” diyebilmektir. İşte bir müddettir şiir
yazmayışımın sebebi bu savaştır. Ama yine de;
Kalemi elime aldırmasınlar,
Uyuyan kurtları kaldırmasınlar
Yetti vatanıma saldırmasınlar;
Cami duvarına …… itler…
Böyle yapmakla Türk edebiyatına karşı bir vebal
altında hissetmiyor musunuz kendinizi?
Bazen durmalı şair. Birikmeli, biriktirmeli. Pişmeli. Üç
günlük ömrüne üç bin şiir(!) sığdırdığını söyleyen şair rolü
oynayanlardan olmamalı. İçim rahat. Kalemim işini bilir.
Yüreğim sorumluluğumu yerine getirecek kadar güçlü
şükür…
İlkokul seviyesindeki kültürüyle ilkokul öğrencilerine yönelik eğitim kitapları yazan, namaz kılmadığı halde namaz hocası hazırlayan, yemek pişirmeyi bilmeden
yemek tarifi kitabı yazan, Karacoğlan’ı tanımadan şiir
kitapları bastıran şair ve yazarlar kapladı ülkemizi.
Oysa siz fakülte mezunu, eğitimci bir şairsiniz. Kendi-
nizi kenara çekip, meydanı böylelerine bırakmanız ne
derece doğrudur?
Evet, ne yazık ki dediklerinizden etrafımızda çok var.
Bu sebeple “KASIT”ın ilk şiirinin “Şairim diyerek gezeni
gördüm” olmasını kasıtlı olarak tercih ettim.
Ancak biz kendi yolumuza bakmalıyız. Gözü sürekli
dikiz aynasında olan, hangi araç nerden geliyor, nerden
geçiyor, nereye dönüyor diye bakan şoför kaza yapar.
Bana gelince, hiçbir zaman meydanları doldurmak
kaygısı gütmedim. Kenara çekilmiş de değilim. Öğretmen,
anne, şair, evlat, kardeş, arkadaş ve en önemlisi de Türk
olan Betül ÖVÜNÇ, isminin başında taşıdığı her sıfatı bir
görev kabul edip, gereği için en son gücüne kadar kullanmaktadır.
Yüreğine şiir sevdasının kıvılcımı düşmüş olan gençlerimize bir nasihatiniz olacak mı?
Şiir bir sevdadır. Kalemine şiir değmeye başlamışsa,
genç kardeşlerimiz öncelikle Türk edebiyatının şiirlerini,
bir o kadar da şairlerini tanımak için çok okumalılar. Ne
kadar çiçek, o kadar bal! Ne kadar çok okurlarsa o denli
güzel şiir yazarlar. Kelime hazinelerini zenginleştirmek
için sözlüğü ellerinden bırakmamalarını tavsiye ederim.
Dilimizin, deyimlerimizin, atasözlerimizin o uçsuz bucaksız anlam zenginliğinden faydalanmayı öğrenmeleri gerek.
Şiirin tekniğini de iyi öğrenmeli ve bu konuda şiir ehli
kişilerin fikrine başvurmaktan çekinmemeliler.
Bilgiyurdu dergisinde sizi konuk etmekten mutlu
olduk. Son sözlerinizi alabilir miyiz?
Ben de Bilgiyurdu dergisine, size ve bilgeliği ile bu
mekânı bilgiye yurt eyleyen Mustafa ÖZTÜRK hocamıza
teşekkür ederim. İkinci teşekkürüm ise gençlerimiz adına
olacak. Burada bir çınarın kol-kanat gerişleri altında yetişen o fidanları gördükçe onlarla gurur ve Bilgiyurdu’na da
minnet duyuyorum. Varlığı daim olsun inşallah.
Biz de size teşekkür ediyor ve KASIT kitabınızdan
“TANRI TÜRK’Ü KORUSUN” şiirinizle sohbetimizi
sona erdiriyoruz:
Şimdi destanlaş ırkım, seni yazsın destanlar,
Nuruyla aydınlatsın seni mukaddes tanlar…
Çık Orta Asya’dan, Yenisey’den ak da gel
Ardında atlarının tozunu bırak da gel…
Asalet parlıyorken kılıcında Kürşat’ın,
Yönü hep kıbleyeydi bindiği soylu atın…
Vacip olan, devletin başı değil kendisi,
Hakan değil! Devlettir hakanın efendisi.
Bu töredir yaşattı, Türk’ü asırlar boyu,
Maziye ve atiye tanıttı kutlu soyu.
Kanındaki o güce ekleyince İslam’ı
Türk’e yakışan ruhun Allah oldu kelamı
Kıskanır kanındaki asaleti tüm ırklar,
Çünkü hep yanımızda, üçler yediler kırklar
Torunuyuz, cennetle müjdelenmiş hakanın,
Bil neslim, kıymetini damarındaki kanın…
Doğduğu yer çadırdır, öldüğü yerse çayır,
Galebeden kaçmaz Türk, düz olur ona bayır…
Asker doğar bu millet, hem oğlu hem kızıyla,
Şimşekler yarışamaz, Türkün yürek hızıyla…
Vicdanı Yunus gibi, tokatı Yavuz gibi,
Dostuna yaz sıcağı, düşmanına buz gibi…
Mazlumun dostusun sen, zalimlerin zorusun,
Dik tut başını ırkım, TANRI TÜRK’Ü KORUSUN
25
HÜKÜMET- CEMAAT
ÇATIŞMASI
Hakan BOZDOĞAN
sahittepe@hotmail.com
AKP Hükümetinin 2002 yılında iktidara gelmesine
en çok sevinen Fetullah Gülen cemaati olmuştu. İstanbul
Büyükşehir Belediye başkanlığından beri Recep Tayyip
Erdoğan’ın en büyük destekçilerinden birisi de cemaati.
2002-2013 yılları arasındaki AKP iktidarını bütün kurumlarıyla açıkça destekleyen yine cemaatti.
Cemaatin bir iktidar partisini desteklemesi yeni bir şey
değildi. 40 yıllık bir hareketin bu güne kadar hiçbir hükümete muhalif olmadığı, her gelen hükümetle iyi ilişkiler
geliştirdiği aşikârdır. Hatta Fetullah Gülen 12 Eylül Askeri Darbesini yapanlarla da iyi ilişkiler geliştirmişti. 1997
yılında 28 Şubat Milli Güvenlik Kurulu kararlarından
sonra da askerle iyi ilişkilerini korumaya çalışmış, hatta
o dönem getirilen türban yasağına uyacağını açıklamıştı.
“Her devrin adamı” ifadesi “her iktidarın cemaati” ifadesine Fetullah Gülen’le dönüşmüştü. Kurulduğu günden beri
devletle girdiği uyumlu ilişkiler sayesinde cemaat birçok
kazanım elde etmiş ve Türkiye’nin en büyük cemaatlerinden biri haline gelmişti. Devletin kilit kurumlarına yerleştirdiği üyeleriyle devlet yönetiminde söz sahibi olmaya
başlamıştı.
Cemaat, 2002’de AKP’nin iktidara gelmesiyle, bütün
iktidarlarla olduğu gibi, AKP ile de iyi ilişkilere başladı.
Yalnız bir farkla… Önceden hiçbir iktidarı açıkça desteklememişken AKP iktidarını alenen desteklemeye başladı.
AKP öncesinde, neden toplumsal konulara ilgisiz kalındığı kendilerine sorulduğunda bir dinî cemaat olduklarını
ve siyasetle ilgilenmediklerini söylerlerdi. Bunun anlamı,
“biz hükümetlerin açıklarını görmediğimiz sürece devletten kazanımlar elde ediyoruz” demekti.
AKP’nin iktidara gelmesi ve karşısında onu durduracak ciddi bir gücün bulunmaması, küresel güçlerin AKP’yi
açıkça desteklemesi, en önemlisi de kamuoyu desteğinin
büyük olması nedeniyle cemaat de açıkça hükümete desteğini vermiştir. AKP Hükümetleriyle girdiği yakın ilişkiler
nedeniyle cemaat adeta devleti yöneten gizli bir güç haline
geldi. Çıkarılan bütün yasalarda cemaatin onayı alınıyordu. Özellikle devlete kadro alımında gerçek söz sahibi cemaatti. Hatta gerek polis teşkilatı gerek yargı gerekse de
istihbarat teşkilatına personel alımlarında cemaatin usulsüzlükleri görmezden gelindi.
AKP’nin cemaati destelemesi de karşılıksız değildi. İki
grup arasında menfaate dayalı bir ortaklık vardı. AKP’nin
menfaati cemaatin yargı-polis-istihbarat yapısından destek
alarak iktidarını güvence altına alma çabasıydı. Ayrıca ce-
26
AKP’nin cemaati destelemesi de
karşılıksız değildi. İki grup arasında
menfaate dayalı bir ortaklık vardı.
AKP’nin menfaati cemaatin yargıpolis-istihbarat yapısından destek
alarak iktidarını güvence altına
alma çabasıydı.
maatin küresel güçlerle geliştirdiği iyi ilişkilerden de yararlanarak uluslararası toplumdan destek sağlıyordu. Bu
yüzden hem cemaat hem de hükümet birbirlerinin açıklarını kapatmak suretiyle uyumlu ortaklıklarını sürdürmekteydiler.
Hükümetle cemaat arasındaki ortaklığı define avcıları
arasındaki ortaklığa benzetebiliriz. Define avcıları defineyi bulana kadar bin bir güçlüğe, hiç gocunmadan, birlikte
göğüs gererler. Ancak define bulunup sıra paylaşıma geldiğinde ihtilaflar, çatışımlalar başlar.
Cemaat için define, devleti ele geçirmekti. Ortak çabaları sonucu 12 Eylül 2010 referandumuyla devleti tamamen ele geçirdiler. Hükümet artık güç olarak en yüksek
noktaya geldiğinden, yani hedefine ulaştığından cemaat
desteğine ihtiyaç duymamaya başladı. Cemaat ise hükümete devleti teslim ettiğinden ödül veya ayrıcalık beklemeye başladı. Çünkü Türkiye’nin en köklü kuruluşlarından olan Türk Silahlı Kuvvetlerini hükümete esir vermiş;
üniversiteleri, sivil toplum kuruluşlarını, gazeteleri ve
yargıyı yaptığı operasyonlarla hükümetin emrine vermişti.
Cemaate yakın hâkim ve savcıların başlattıkları Ergenekon, Balyoz ve Askeri Casusluk operasyonlarına hükümet
yargıyı etkilemek pahasına açıkça destek vermiştir. Hükümet yanlısı basın yayın organları bu operasyonları öve öve
bitirememişlerdir.
Dünyanın 8’inci büyük ordusunu sahte delillerle ve
iftiralarla hükümetin güdümüne sokan cemaat kendini
hükümetten daha yetkili görmeye başlamıştı. Artık cemaat alenen hukuku çiğniyor, devlet personeli alımlarında
Gençlik Dergisi
kendi elemanlarına açıkça öncelik tanıtıyor, hiç gizleme
gereği duymadan devlet memurluğu alımı sınavlarında
üyelerine sorular veriyor ya da üyelerinin puanlarını yükseltiyordu. Polis alımlarında açıkça kendi adamlarının
seçilmesini sağlıyordu. Kamuoyundan gelen tepkilere kulaklarını tıkıyor ve gittikçe pervasızlaşıyordu. Cemaat, Fetullah Gülen’i kamuoyunda dokunulmaz kılıyor ve Fetullah Gülen’e en ufak eleştiri yapanları bile devlet içindeki
görevlileri sayesinde acımasızca cezalandırıyordu.
Tarih, insanoğlunun güç ve iktidar savaşlarıyla doludur. Güç ve iktidar için kimi zaman kardeş kardeşi öldürmüş, kimi zaman da baba oğlunu katletmiştir. Sahip
olduğu gücü hiç kimseyle paylaşmak niyetinde olmayan
Tayyip Erdoğan, artık cemaate de ihtiyacı kalmadığına
göre, cemaatin pervasızlıklarına son vermeye karar vermişti. İlk olarak kamuoyuna fazla yansımsa da cemaat
kökenli emniyet müdürlerini kritik görevlerinden alarak
pasif görevlere vermeye başladı. Sonra cemaat kökenli
yakın korumalarını değiştirdi. Cemaat de alttan alta basın
yayın organlarıyla hükümeti eleştirmeye başladı. Yani el
altından güç savaşları yürütüldü. Bunun üzerine Tayyip
Erdoğan cemaatin en hassas noktası olan ve büyümelerine
en büyük katkıyı sağlayan dershanelerini kapatmaya karar verdi. Halkın ifadesiyle öküz öldü ortaklık bozuldu. İlk
olarak cemaat basın yoluyla hükümete bir uyarı gönderdi.
Bir sonuç alamayınca kendine yakın polisler ve savcılar
yoluyla 17 Aralık yolsuzluk operasyonlarını başlattı. Bu
operasyonlar hükümeti çok sarstı. Dört bakanı istifa etti.
Ancak bu operasyonlarda cemaat istediğini alamadı.
Konumuza açıklık getirmesi bakımından şunu belirtmek istiyorum: Cemaat yolsuzlukları ilk günden beri biliyordu. Ama menfaatleri gereği birbirlerinin ayıplarını
örtüyorlardı. Ne zaman ki çıkar çatışmasına düştüler bu
sefer eteklerindeki taşları dökmeye başladılar. Çünkü bunlar uzun dönem ortaklık yaptıklarından birbirlerini çok iyi
biliyorlardı.
Hükümet Mart 2014 seçimlerinden aldığı güçle cemaatten intikam almaya karar verdi. Cemaat, devleti ele
geçirmeye çalışan devlet içinde çeteleşen paralel bir örgüt olarak hükümet tarafından ilan edildi. Cemaate birçok
operasyon düzenledi. Amaç cemaati bir suç örgütü haline
getirmektir. Ancak hükümet bu konuda fazla bir şey yapmamıştır. Yaptığı bütün operasyonlardan hukuki alt yapısının olmaması nedeniyle sonuç alamamıştır. Halbuki Ergenekon, Balyoz, Askeri Casusluk davalarında cemaatin
uyguladığı hukuksuzluğu kullanarak cemaati suç örgütü
ilan edecek hukuki delillere sahip olmasına rağmen hükümet bu konuları es geçmektedir. Hükümetin ilan ettiği
paralel yapı KPSS sınavlarındaki usulsüzlüklerde ve polis
alımlarında varken bu alanlara hiç değinmiyor. Sadece rüşvet ve yolsuzluk operasyonlarındaki sarsılan imajını düzeltmek için kamuoyu önünde paralel algı operasyonları
yapmaktadır.
İşin acı yanı ise hukuki olarak devlet içinde paralel
örgüt kurduğu tescillenen PKK terör örgütünün şehir yapılaması olan KCK meşrulaştırılmaya çalışılıyor. Yani 17
Aralık operasyonlarından sonra gün yüzüne çıkan hükümet- cemaat savaşının en kazançlısı PKK terör örgütü olmuştur.
70. yaş gününde
BİRİCİK HOCAMIZ
MUSTAFA ÖZTÜRK’E
Sevil Yılmaz
Pamuktan daha beyaz yüzüne,
Ne güzel de yakışır o gülümseme.
Merak eder dururdum, ama artık biliyorum;
Saklı bir bahçe varmış senin yüreğinde.
Bir bahçe ki içinde sevgi pınarları akar,
Çiçekler açar, kuşlar uçar,
Ama lakin;
Bir köşede sönmeyen bir ateş yanar,
Kızıl Elma hem seni, hem bizi yakar.
Belki yürümeyle varılmaz Kızıl Elma’ya,
Ama Turan aşkını biz senden aldık.
Yürürüz Tanrı Dağı’na, düştük bir sevdaya,
Ülkü aşkıyla ruhumuzu kandırdık.
Bir bakışınla hainlerin içini titretirsin,
Sen Bilge Kağan, sen Yavuz Sultan,
Sen Mustafa Kemal’sin.
Çalışkansın, mertsin, cömertsin, yenilmezsin,
Sen gözümle gördüğüm yiğitler yiğidisin.
Bir sözümüz var sana, tutacağız bilesin,
Koruruz bu vatanı, isterse gök çöksün yer delinsin.
Türk genci çalışkandır, Türk genci yiğittir,
Asla eğilmez başımız, eğilse de herkesin.
Bu kadar değil sana diyeceğim;
Belki bu değil ama,
Sana en güzel şiiri yazamazsam,
İşte o zaman
Kahrımdan öleceğim...
27
Yrd. Doç. Dr. A.Vehbi ECER
avehbiecer@hotmail.com
DİYANET İŞLERİ
BAŞKANLIĞI LÂİKLİĞE
AYKIRI MIDIR?
Cumhuriyet’in 22 Eylül 2014 tarihli sayısında gazetenin köşe yazarlarından Özgür Mumcu’nun “Türkiye Lâik
Değil” başlıklı bir yazısı yayımlandı. Yazıda bazı doğru
tespitler olmakla birlikte lâikliğin 90 yıl önce Türkiye
Cumhuriyeti Devleti’nin kurucusu Gazi Mustafa Kemal
Atatürk’ün temellerini attığı ve Anadolu halkının törelerine ve gerçeklerine uygun, kendine özel lâikliğin anlaşılmadığı görülmektedir. Anılan yazıda göze çarpan ve
yazının özeti sayılan cümleler aynen şöyledir:
“…Türkiye lâik bir devlet değil… Bir devlet, bir dinin
bir mezhebinin bir yorumu üzerine Diyanet İşleri Başkanlığı kuruyor ve bunu anayasal bir kurum haline getiriyorsa o devlete nasıl lâik denebilir? Doğru İslâm’ı öğretmek
neden devletin görevi olsun! Neyin doğru İslâm olduğunu
devlet, hangi yetkiye dayanarak nasıl belirleyebilir?...
İmam-hatip okulları da lâikliğin olmadığının başka bir
delili… Devlet, üzerine vazifeymiş gibi bütün imamları
maaşa bağladı… Herkes dini dilediği gibi yorumlasın…
Devlet, elini dinden çekip neyin gerçek İslâm olduğunu
anlatma iddiasını bırakmalı… Din adamlarını maaşa
bağlayan bir devleti senelerce lâik zannettik…”
Bu iddialar yeni değildir. Meseleye sadece Batılı
devletlerin uygulamalarıyla bakanlar, dünyada tek uygulama olan Atatürkçü düşüncedeki lâikliği anlayamamış
veya anlamak istememişlerdir. Atatürkçü lâiklik, Türk
kültür tarihi tabanına dayanan ve “lâiklik” -adından söz
edilmemesine rağmen- atalarımızın çok önceden beri
uyguladıkları bir hukukî sistemdir. Hatta bazı bilginlerin
“lâikliğin, lâik devlet sisteminin Hıristiyanlara Türklerden geçtiği” fikrini ileri sürmüş olmaları yadırganmamalıdır1. Zira, Türk tarihinin en eski kaynaklarından biri olan
Orhun Kitabeleri’nde kağanın görevleri arasında hiçbir
dinî ödevden bahsedilmemektedir. Kağanın görevleri
arasında “ölecek ulusu diriltip kaldırmak, çıplakları giydirmek, yoksulu zengin etmek…” gibi dünyevî görevler
sıralanmaktadır. Ayrıca İslâm öncesi Türk toplumları arasında din savaşlarına rastlanmamaktadır. Türkler, İslâmî
dönemlerinde de Prof Dr. Halil İnalcık’ın ifadeleriyle
“… Devlet idaresine yeni bir gelenek getirdiler. Avrasya
imparatorluklarından gelen bu gelenek, hakanın mutlak
bağımsızlığı ve kamuya ait meselelerde yasama hakkının,
kanun koymanın yalnız hakana / devlete ait olması biçiminde tanımlanabilir. Kanun rejimi, aynı zamanda gerçek
durumların gerektirdiği reform ve yenilikleri uygulamakta
vasıta olmaktaydı.”2 Prof. Dr. Kemal Karpat ise “Osmanlı hukuk sistemi, görünüşte İslâm hukuku ile uyum
1) Bak: Ahmet Vehbi ECER, “Atatürkçü Düşüncedeki Lâiklik Türkiye Gerçeklerine Uygundur” Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi,
Kasım 2000, sayı:48, 699-710
2) Halil İNALCIK, “Atatürk ve Demokratik Türkiye”, İst 2007,S:209
28
içindeydi… İslâm hukuku ne zaman siyasal ve toplumsal
gerçeklik ile sürtüşmeye girdiyse ödün verilen, kurban
edilen, hukuk olmuştur.”3 diyerek Osmanlı döneminde
İslâm hukukunun değişik gerekçelerle uygulama alanı bulamadığına işaret eder. Osmanlı döneminde de, görüldüğü
üzere, yarı lâik sayılabilecek uygulamaların olduğu anlaşılmaktadır. Halil İnalcık bir makalesinde: “… Özellikle
Fatih’ten sonra, yönetime ait alanlar, kanun yapma
faaliyeti bakımından sultana özgü sayılmıştır.”4 diye
yazar. Zira, Osmanlı döneminde “örfî-sultanî” denen
ve toplumun ihtiyaçlarını karşılamak üzere düzenlenen
fermanlar, emirler, hatt-ı hümayûnlar, kanun-nâmeler bu
konuda verilebilecek örneklerdir5. Bu örnekler gösteriyor
ki milletimizin tarihî uygulama ve tecrübeler yönünden
-Batı’nın kullandığı “lâik” kelimesini kullanmasa da- lâik
uygulamaya tamamen yabancı olmadığı anlaşılmaktadır.
Bu konuyu Halil İnalcık bir kitabında6 “Türk Tarihinde
Töre ve Yasa Geleneği”, “Türk İslâm Devletlerinde Devlet
Kanunu Geleneği”, “Batılılaşma ve Lâikleşmenin Tarihî
Kökenleri” başlıklarını taşıyan makalelerinde örnekleriyle anlatmaktadır. Ancak Türk kültürü ve sosyal yapısına uygun çağdaş lâiklik, devletimizin kurucusu, büyük
inkılâpçı, eşsiz fikir ve devlet adamı Mustafa Kemal
Atatürk’ün önderliğinde kazanılan İstiklâl Savaşı sonucunda oluşturuldu.Yönetim dinî etkilerden, İslâm dini de
hurafelerden, bâtıl inanışlardan korundu. Bir tarihçimizin
ifadesiyle “Atatürk, İslâm’ı Türkiye’de gerici etkilerden arındıran ve böylece gerçek inancın ruhunu yeniden canlandıran bütün Müslüman reformcuların en
büyüğü”7 olduğu kabullenildi. Lâikliğin sağlam temellere
oturtulması için sosyal hayatın birçok yönleriyle ilgili bir
dizi inkılâplar yapıldı8.
Yeni Türkiye’nin belirgin özelliklerinden olan lâiklik:
a) Din ve vicdan hürriyetini,
b) Resmî bir devlet dininin bulunmamasını, devletin din ve mezhep ayrımı gözetmemesini,
c) Devlet kurumlarıyla din kurumlarının ayrılmış
olmasını,
3) Kemal KARPAT, “Osmanlı ve Dünya”, Çev. Talip Küçük Can,
İstanbul 2001, s.124.
4) Halil İNALCIK, “Osmanlı’da Devlet, Hukuk, Adalet” İst. 2000, s.
39-46
5) Bu konuda fazla bilgi örnekler için bakınız: İnalcık, age; İnalcık,”
Türk Devletlerinde Sivil Kanun Geleneği”, Türkiye Günlüğü Dergisi,
Kasım-Aralık 1999, Sayı:58, s. 5-12
6) Halil İNALCIK, “Türklük, Müslümanlık ve Osmanlı Mirası”,
İstanbul 2014, çeşitli sayfalar.
7) Kemal KARPAT, “Ortadoğu Osmanlı Mirası ve Ulusçuluk”, Çev.
R. Boztemir, s. 157
8) Bu inkılâpları makalemizin hacmini artıracağı düşüncesiyle ele
alamıyoruz.
Gençlik Dergisi
ç) Devlet yönetiminin din kurallarına bağlı olmamasını ilke olarak içermektedir9.
Bu ilkeler arasında, adını andığımız köşe yazarının
itiraz ettiği dördüncü ilkedir; yani devlet kurumlarıyla din
kurumlarının ayrılmış olmasına rağmen Diyanet İşleri
Başkanlığı kurulmasının, devlet bütçesiyle cami yapımının , din görevlilerine devletin maaş vermesinin uygunsuzluğu hususudur.
Bu itiraz, Türkiye’nin “devlete tâbi din” modeline
bağlı kaldığı ve bu sebeple tam lâikliğe geçilemediği
varsayımına dayanmaktadır. Bu varsayım, bazı Batı ülkelerinin uygulamalarına bakılarak şeklen haklılık taşır gibi
görünse de Anadolu toplumunun Batı toplumundan farklı
bir yapıya ve farklı geleneklere sahip ve aynı dine mensup olduğu göz ardı edildiği ve lâikliğin “Batı”dan aynen
kopya edilmek istendiği anlaşılmaktadır. Oysa Türkiye’de
hiçbir zaman Batı’daki “devlet ve kilise ayrımı”na benzer
“devlet-din ayırımı” olmamıştır ve zaten buna da sosyal
ve dinî yapının izin vermesi mümkün değildir.. Zira Anadolu halkının yüzde doksan sekizinin bağlı bulunduğu
İslâm dini “… Devletten ayrı olarak kurumlaşmış bir
kilise veya cemaat teşkilâtı ortaya koymamıştır.”10
Bu özelliği merhum Turhan Feyzioğlu, andığımız makalesinde “ Bir ülkenin tarihî, siyasî ve sosyal şartları,
ülkede yaygın olan dinin özellikleri o ülke için gerekli
ve geçerli olan lâiklik anlayışı ve uygulamasını geniş
ölçüde etkiler.”11 cümlesiyle formülleştirir.
Bu konuda göz ardı edilmemesi gereken birinci husus,
İslâm dininin, toplumun bütününden ayrı bir ruhban sınıfı yahut din adamları veya cemaat teşkilâtı veya kilise
kurumuna yer vermediği gerçeğidir12. İslâm dini lâik karekterli bir dindir. Tarih boyunca da -Batı ülkelerindeki
gibi- devlet ve kilise ayrımına dönüşmemiştir. Zira
İslâmda böyle -kilise gibi- bir kurum yoktur. Bu konu9) Turhan FEYZİOĞLU, “Türkiye Cumhuriyetinin Temel İlkelerinden
Lâiklik”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi,Mart 1987, Sayı:8, s.
220-225.
10) Ünver GÜNAY-Harun GÜNGÖR-A. Vehbi ECER, “Lâiklik, Din
ve Türkiye”, Ankara 1997, Adım Yayınevis.146.
11) Feyzioğlu, aynı yer.
12) Ruhban için bakınız: Selime Leyla GÜRKAN, “Ruhban” , TDVİA
(Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları) XXXV, s. 204-205.
yu ortak yazarlı bir eserimizde şöyle özetlemiştik: “…
Türkiye’de kendi şartlarında oluşmuş ve kendine özgü
lâikliği Batı’nın Hırıstiyan toplumlarındaki kilise/devlet
ayrımı bağlamındaki bir ayrışma şeklinde algılamak
onun bu özel durumunu kavrayamamaktır ve hatalıdır.”13
Anlaşılacağı üzere Türkiye Cumhuriyeti’nde Diyanet
İşleri Başkanlığı’nın genel idare içinde yer alması lâikliğe
aykırı değil, aksine lâikliği koruyucu nitelik taşıyan bir
çözüm şeklidir. Din işlerinin devletin kontrölünün dışında bırakılması, kargaşaya ve ayrışmaya sebep olacağı
gibi lâik cumhuriyetin hayatiyeti bakımından sakıncalar
doğuracağı da ortadadır.
Devletin halkını eğitme, bilgilendirme, doğruya ve
bilime yönlendirme görevi vardır. Bu görevi gereği
olarak din görevlileri ve din eğitimi kurumlarının masraflarının genel bütçeden karşılanması kamu hizmeti
olarak uygun görülmüştür. Böyle bir çözüm, dinin
devlet hayatına müdahele edebilme imkânına son vereceği gibi dini siyasete karıştıran devlet sisteminin
acılarını da sonlandıracaktır. Din işlerinin cemaatlere
bırakılması, ayrışmalara, kontrölsüz biçimde dinin çıkar aracı olarak kullanılmasına, indirilmiş din yerine
uydurulmuş dinin güçlenmesine -son günlerde dehşetle
izlediğimiz- sapıklıkların topluma hâkim olmasına sebep
olacaktır. Bu itibarla, dinin çıkar aracı olarak kullanılmasını engellemek, Cumhuriyet rejimini korumak için her
vatandaşını, her ferdini din ve diyaneti açısından eğitmek
ve bilgilendirmek devletin yüklenmesi gereken bir kamu
hizmeti gereğidir. Bu hizmetin gereğinin tam olarak
yerine getirilebilmesi için 29 Ekim 1923 ve 3 Mart 1924
tarihli kanunlar çıkartılmış ve İslâm dünyasına model bir
yönetim şekli sunulmuştur14. Ayrıca Atatürkçü lâiklik uygulamasıyla devlet işlerinin din kurallarına değil, akla ve
bilime dayandırılması, devlet hayatında aklın ve bilimin
eğemen olması amaçlanmıştır. Böylece iman ve ibadet
hayatımızın dışındaki bütün devlet hayatımıza, fikir, devlet ve siyaset hayatımıza müspet ve sosyal bilimler, akıl
13) Günay ve arkadaşları, 147
14) Bu konu için bak.Turhan FEYZİOĞLU, “Mustafa Kemal Atatürk
Oeuvre et İnfluense” Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Mart
1987, Sayı:8, s.287-357; Ortak yazarlı;”Yabancı Gözüyle Atatürk ve
Türk İnkılâbı”, aynı dergi,393-399.
29
yol gösterecektir.
Köşe yazarının düşündüğü gibi Diyanet İşleri
Başkanlığı’nın kaldırılması,din eğitiminin cemaatlere bırakılması, imam hatip okullarının kapatılması, din görevlilerinin kontrolsüz ve maaşsız hale getirilmesi durumunda ilim dışı , din dışı sapıklıkların at oynatacağı aşikardır.
Devlet, milletin iktisadî, ahlâkî, ruhî, güven (emniyet),
eğitim, özgürlük, yaşama, sağlık v.b. ihtiyaçlarını karşılamak ile görevlidir. Üniter Türk toplumunun, çoğulcu
toplumda, eşitlik ilkesinde bütünleştirici bir lâikliğe
ihtiyacı vardır. Şayet Diyanet teşkilatı genel idareden
çıkarılırsa, sivil toplum içinde başına buyruk cemaatler
ortaya çıkmakla kalmaz, alternatif dinlerin oluşması15 da
kaçınılmaz olur.
Bazılarının anladığı gibi lâiklik din değildir, dinsizlik
de değildir. Lâiklik; eşitlik, taassupsuzluk, hoşgörü, saygı
ve sevgi ortamı içinde milletçe birleşip bütünleşmemizin
güvencesidir. Bazı akımların ve emperyalist güçlerin
birlik ve beraberliğimizi bozmak için lâikliğin dinsizlik
olduğunu veya Türkiye’deki lâikliğin hürriyetleri kısıtladığını ileri sürmeleri yanlıştır. Ancak bazı büirokratların
işgüzarlıkları sonucunda uygulamalarda yanlışlıklar yapılmıştır, yapılmaktadır. Köşe yazarı Özgür Mumcu’nun
haklı olduğu bir husus, isteği dışında birçok vatandaş
evlâdının bir meslek okulu olan imam-hatip liselerine
kaydedilmesi, başka mezhep ve dinlere aynı maddî ve
idarî imkânların tanınmaması yanlışından dönülmemesidir.
Lâiklik, cumhuriyetimizin kuruluşundan bu yana,
çoğunluğu dindar olan halkımızın ekseriyeti tarafından
15) Alternatif din durumuna dönüşen tarikatlarla fazla bilgi için
bak: Ünver GÜNAY – Ahmet Vehbi ECER; Toplumsal Değişme, Tasavvuf Tarikatlar ve Türkiye Erciyes Ü. rektörlük yayını
no:113,Kayseri,1999.
içtenlikle benimsenmiştir. Dinî alanda görülen artıştan,
çarpık inanışların gelişmemesi şartıyla, endişe etmemek
gerekir. Dinî inanışların sağlıklı gelişmesinin yolu, objektif ve ilmî metotlara göre düzenlenmiş dinî eğitim-öğretimden geçmektedir. Yüzeysel ve çarpık bir din anlayışı
ile son zamanlarda “siyasî İslam – İslâmcılık” adı altında
tüm İslâm ülkelerinde görüklen radikal akımların din ve
devleti birleştirmeyi amaçlayan anti-lâik propagandalarına karşı uyanık olmalıyız16.
Sonuç olarak diyebiliriz ki lâiklik, ülkemizde akılcı
ve ilmî düşüncenin yerleşmesi, hurafelerin ve cehaletin
ortadan kalkması, dine saygının artması, din istismarının
önlenmesi, toplumsal bütünleşmenin güçlenmesi; inanç,
mezhep ve tarikat ayrılıkları sebebiyle parçalanmanın
önüne geçilmesi, düşünceye saygının, sevginin gelişip
kökleşmesi bakımlarından çok büyük önem taşır17.
16) A. Vehbi ECER; Tarihte Vehhabî Hareketi ve Etkileri, Ankara
,5001,Avrasya Stratejik Ar.Merk yayını, Sönmez KUTLU; Çağdaş
İslâmî Akımlar ve Sorunları, Ankara 2008; A.Vehbi ECER; Tarihte
ve Günümüzde İhvanü’l – Müslümîn Örgütü, Kayseri 1992; Abdullah MANAS; Siyasal İslâmcılık I,II, İstanbul, 2008; F.BULUT-M.
FARAÇ; Kod Adı Hizbullah,İstanbul,1999
17) Ayrıca bak: A.Vehbi ECER; ”Atatürk’ün Din ve İslâm Dini
Hakkındaki Görüşleri, Atatürk’ün İslâm’a Bakışı- Belgeler ve
Görüşler, Hazırlayan : M.SARAY Ruk içinde 115-136; E. Ruhî
FİGLALI: Din ve Devlet İlişkileri, Muğla, 1957: Tarık Zafer
TUNAYA: Devrim Hareketleri İçinde Atatürkçülük, İstanbul
1997; Ercüment KURAN; “ Atatürk İnkilâbının Özellikleri” Millî
Kültür Dergisi,Temmuz 1980,sayı:14, 9-10 ; Ahmet Vehbi ECER;
“Atatürk’ün Kültür Politikasında Akılcı Yön”, ERÜ İlahiyat Fak.
Dergisi , Kayseri 1986, Sayı:2,139-154 ; Ahmet GÜNTAŞ; Atatürk
ve Din Eğitimi, Ank. 1982; Ahmet MUMCU; Atatürk’ün Kültür
Anlayışında Vicdan ve Din Özgürlüğünü Yeri, Ankara, 1991…
BİLGİYURDU GENÇLİK EĞİTİM VE KÜLTÜR DERNEĞİ’NDEN
DUYURU
Derneğimizin 5’inci olağan Genel Kurul toplantısı 20 Aralık 2014 Cumartesi günü
saat 11.00’de dernek salonunda yapılacaktır. Bu tarihte çoğunluk sağlanamaz ise Genel Kurul 27 Aralık 2014 Cumartesi günü saat 11.00’de dernek salonunda çoğunluk aranmadan
aşağıdaki gündemi görüşmek üzere toplanacaktır.
Üyelere duyururuz.
Bilgiyurdu
GÜNDEM
Gençlik Eğitim ve Kültür Derneği
1) Açılış ve yoklama
Yönetim Kurulu
2) Divan kurulunun teşekkülü
3) Saygı duruşu ve İstiklâl Marşı’nın okunması
4) Yönetim Kurulu Faaliyet Raporunun okunması
5) Denetleme Kurulu Raporunun okunması
6) Raporların müzakeresi
7) Eski Yönetim Kurulu ile Denetleme Kurulunun ibrası
8) Yeni Yönetim ve Denetleme Kurulunun Seçilmesi
9) Dilek ve temenniler
10)Kapanış
30
SEVGİ REHABİLİTASYON’UN KURUCUSU MEHMET ŞAHİN:
Gençlik Dergisi
BU İŞ SEVGİSİZ OLMAZ
Röportaj: Sevil YILMAZ
Eğitim, öğretim hakkı ve bu konuda imkan eşitliği yalnızca sağlıklı bireyler için midir? Engelli olduğu için çoğu
zaman toplumda varlığı görmezden gelinen, birçok imkanlardan alı konulan hatta yok sayılan engelli vatandaşların
eğitim hakkı, bu konuda imkan eşitliği yok mudur? Elbette
vardır!
Sağlıklı bireyler normal okullarda eğitim görürken, engelliler-özürlüler için de açılmış rehabilitasyon merkezleri
ve özel eğitim kurumları hizmet vermektedir. Peki, hiç düşündünüz mü, kaç engelli-özürlü vatandaşımız bu haktan
ve imkandan yararlanıyor? Ya da kaç engelli vatandaşımız
böyle eğitim kurumlarının varlığından haberdar?
Engelliler İdaresi Başkanlığı’nca yapılan son araştırmaya göre, Türkiye nüfusunun yüzde 12,29’unu engelliler
oluşturuyor. Bu da yaklaşık olarak 9 milyon 300 demektir.
Bu oranın yüzde 9.70’ ini süreğen hastalığı olanlar, yüzde
2,58’ ini ise ortopedik, görme, işitme, dil ve konuşma ile
zihinsel engelliler oluşturuyor. Bunların 1,5 milyonu çocuk. Her yıl 4 bin işitme engelli, 2 bin down sendromlu
(zihinsel ve bedensel bozukluk) çocuk doğuyor.
Bu korkunç rakamlar arasında sizin de gelecekte engelli çocuğunuz veya yakınınızın olmayacağının garantisi
yok elbette. Sevgi olmadan yapılamayan işler sıralandığında listenin en başında engelli çocuklara eğitim vermek
olur diye düşünüyoruz. İşte “Sevgi” olmadan yapılamaz
dediğimiz bu işi gerçekleştiren Sevgi Rehabilitasyon
Merkezi’nin kurucu müdürü Mehmet Şahin’le bir söyleşi
gerçekleştirdik.
BİLGİYURDU: Rehabilitasyon Merkezlerinde verilen eğitimin ve hizmetin çerçevesini çizer misiniz?
Mehmet ŞAHİN : 5378 sayılı kanuna göre kurulan
Rehabilitasyon Merkezleri, engelli çocukların eğitimi ve
topluma kazandırılması için faaliyet gösteren kurumlardır.
Akranlarından 3-5 yıl geri kalmış çocukların, kendi akranlarının seviyesine getirilmesi için çaba gösterilir. Bu sektör
Türkiye geneli 1900 kurumla 250 bin çocuğa ve ailesine
eğitim hizmeti vermektedir. Bu gruba giren öğrenciler
yaklaşık 6 bin ticari araçla ücretsiz taşınmakta ve her türlü
ihtiyaçları karşılamakta… Kurumlarımız bu tür çocukları
sokak çocuğu olmaktan koruyarak topluma kazandıran ve
akranlarının seviyesine gelmelerini sağlayan kuruluşlardır.
Kurumlarımızın ücretini devlet karşılamaktadır.
Rehabilitasyon Merkezleriyle ilgili yasa ne zaman
ve hangi amaçla çıkarıldı?
İlk yasa 1983 yılında 5799 sayılı Sosyal Hizmetler Kanunu adı altında çıkarılmıştır. Ancak o günden bugüne dek
pek çok kez değişikliğe uğramıştır. Bu kanun tüm sosyal
hizmet kurumlarını kapsayan bir kanundur. Ancak daha
sonra Rehabilitasyon Merkezleri ayrı bir kurum olarak ele
alınmıştır.
Rehabilitasyon Merkezlerinde genel olarak karşılaşılan sorunlar ve kurumunuzun sorunları nelerdir?
Türkiye’de bütün kurumlarda ve bizim kurumumuzda
karşılaşılan en büyük sorunlardan biri kimlik doğrulama
sistemidir. Bu sistem öğrencinin derse giriş ve çıkışının bir
nevi takibi olan bir sistem. Bir cihazımız var. Her öğrenci
derse girerken ve çıkarken elini bu cihazın içine sokuyor
ve damar sistemini okutuyor. Biz bu sisteme karşı değiliz,
ancak engelli öğrenci elini bilmediği yabancı bir cihazın
içine sokmaya korkuyor. Korkunca öğrencinin damarlarında kasılma oluyor ve cihaz öğrencinin kimliğini doğrulamıyor. Doğrulayana kadar aynı şeyi öğrenciye defalarca
kez yaptırmak zorunda kalıyoruz. Böyle olunca dersin on
beş dakikası bununla uğraşmakla geçiyor. Bu hem zaman
31
kaybına, hem de öğrencinin ruh sağlığının bozulmasına
neden oluyor. Bu sistem çocukların kaygılarını artırdığı
için, çocukları huzursuz ve saldırgan yapmaktadır. Bütün
kurumlarda veli imzasıyla bir kontrol, denetleme sistemi zaten mevcut. Ancak damar tanıma cihazı engelli bir
öğrencinin kullanabileceği bir cihaz değil. Diğer sorun
servis araçlarının trafiğe takılması. Çünkü biz öğrencileri
saate göre alıyoruz. Trafik yüzünden zaman kaybı oluyor.
Bir başka sorun da iş planlamasının bir ay önceden yapılması. Engelli çocuğun ne zaman hastaneye yatacağı belli
olmuyor ki. İş planlaması da öğrenci eğitime başladığı gün
yapılmalı.
Öğrencilerin eğitiminde karşılaştığınız sorunlar nelerdir?
Öğrencilerin eğitiminde karşılaştığımız en büyük sorun,
devamsızlık sorunu. Bazı veliler öğrencileri eğitime kasıtlı
olarak göndermiyor. Çünkü çocuğun sokakta oynaması,
evde oynaması, televizyon izlemesi onları daha mutlu ediyor. Başka bir sorun, eğitime gelen çocukların birçoğunun
aile yapısının, aile düzeninin bozuk olması. Aile içi sorunlar çocukları çok kötü etkiliyor ve çocuk eğitime cevap
vermiyor. Araştırmalarımıza göre çocuklarımızın büyük
bir kısmının ailede ileri yaş evliliğinin mevcut olmasından
dolayı engelli doğduğunu görüyoruz. Ya anne genç, baba
yaşlı oluyor ya da baba genç, anne yaşlı oluyor. Personel
konusunda da sıkıntı yaşıyoruz. Geçtiğimiz dönemde kurumlarımızda çalışan 2 bin öğretmen devlete atandı. Böyle
olunca biz kurumlarımızda öğretmen sıkıntısı yaşıyoruz.
Madem devlet bizim öğretmenlerimizi kendi kurumlarına
atıyor o zaman bize de yerine öğretmen göndermeli. Şahsen benim kurumumdan 2 öğretmen Millî Eğitime atandı.
Bu iki öğretmen 40 öğrenciye eğitim veriyordu.
Kurumunuzdaki her öğrenci eğitime karşılık veriyor mu, bütün çabalara rağmen karşılık alamadığınız
oluyor mu?
Rehabilitasyon Merkezlerinde eğitim alan çocukların
eğitimlerine düzenli olarak devam etmeleri gerekiyor. Özel
eğitim süreklilik isteyen bir eğitim şeklidir. 12 ay boyunca
bizim öğretmenlerimiz ders verir. Bu çocuklar eğitimlerine
devam ettikleri sürece kurumu, öğretmenleri sevdikleri sürece ve burada öğrendiklerini evde aileleriyle destekledikleri sürece olumlu sonuçlar alırlar. Biz 2007 yılında bu eğitim kurumunu açtık ve 74 çocuğumuz “düzeldi raporu”
almış ve akranlarıyla birlikte aynı seviyeye gelmişlerdir.
Bunun için de öğretmen, kurum ve aile arasında işbirliği
sağlanması gerekiyor. Ayrıca aileden, kurumun aşçısına,
şoförüne kadar herkesin çocuklara dikkatli davranması ve
şefkatle yaklaşması gerekiyor. Bir başka konuda fiziksel
32
engelli çocuklarla zihinsel engelli çocukların bir arada eğitilmemesi gerekiyor. Çünkü zihinsel engelli çocuklar bu
durumda kötü etkileniyorlar.
Rehabilitasyon merkezlerinin standartlarının geliştirilmesi yönünde neler yapılabilir? Görüşleriniz nelerdir?
Bu konuda son çıkan yönetmenlik bizi zor duruma sokmuştur. Çünkü bireysel eğitim sınıflarının 10 metre olması
zorunlu kılınmıştır. Bizim sınıflarımız 6 metredir. Bu sınıfları 10 metreye çıkarmamız mümkün değildir. Yeni yönetmenlikle yeni kurumların açılması zorlaştığı gibi mevcut
kurumlara bir çivi dahi çakılamaz hale gelindi. Özel eğitim
yönetmenliği ihtiyaçlara cevap vermediği gibi kurumlarımızın mevcut standartlarına da uygun değildir. Yeni yönetmenlik kurumları kapanmaya zorluyor. Halbuki yerleşim
yerlerinin nüfusuna göre belli bir kotada rehabilitasyon
merkezi açılması şart.
Kurumlarda eğitim gören çocuklar hangi alanlarda
yetiştiriliyor ve eğitimi tamamlandıktan sonra toplumda hangi rolde yer bulabiliyor?
Genel olarak fiziksel, zihinsel, görsel ve işitsel olmak
üzere özel eğitim ve destek grupları var. Bu merkezlerde
öğrenci devlet hastanesinden aldığı sağlık kurulu raporu
ve Rehberlik Araştırma Merkezinden aldığı eğitim raporuyla eğitime başlıyor. Bir çocuğa renkleri öğretmek 3 ay
sürebileceği gibi 3 yıl da sürebilir. Rehberlik Araştırma
Merkezi raporları inceliyor ve eğitimi tamamlanan çocukların eğitimini sona erdiriyor. Eğer çocuk ortaokul seviyesine ulaşmışsa iş okullarına yönlendiriliyor. Sosyal hayata
buralarda kazandırılıyor. Eğer çocuk tamamen düzelmişse
kendi hayallerinin, hedeflerinin peşinden gidiyor; lise ve
üniversite okuyor. Bu çocuklarımızın yüzde 70’i iş okullarına, yüzde 30’u da liseye, üniversiteye gidebiliyor.
Verdiğiniz eğitimden aileler memnun mu, nasıl bir
dönüt alıyorsunuz?
Eğitim verdiğimiz çocuklar ve aileleri yıllar sonra
bize teşekküre geliyorlar. Engelli dediğimiz bu çocukların
kıymeti daha başka. Aileler verilen eğitimden çok memnunlar, ancak eğitim süresinin kısıtlılığından şikâyetçiler.
Ayda 8 saat bireysel eğitim çocuklarımız için az. Bu eğitim
süresinin ayda 12 saate çıkarılması gerekiyor. Bu çocuğa
12 ay boyunca 96 saat eğitim verilmek zorunda .Ancak
bunu 12 ay değil de 10 ayda versek, hem eğitmen hem de
çocuk nefes almış, rahatlamış olur. Ama biz kurallara uymak zorundayız. Tabi ki aldığımız dönüt, velilerin eğitim
ve kültür seviyesine göre değişiyor.
Kurumunuzun adını niçin “Sevgi” koydunuz? Topluma bir mesajınız var mı?
Sevgi, bir mutluluk ifadesi, sevgi bir bağlılık ifadesidir.
Çocuklarımızı sevgiyle kucaklamak için sevgi koyduk. Bu
iş şefkat ve ana yüreği isteyen bir iş. O yüzden şimdiye
kadar 2 şoförümüz dışında hiç erkek personel, erkek eğitmen çalıştırmadık. Bayanların sevgisini daha iyi verebileceklerine inanıyoruz. Burası sevgi gerektiren bir kurum, o
yüzden kurumumuzun adını sevgi koyduk.
Sevgi sadece engelli öğrenciler için değil, bütün insanlar için elzemdir. Sevgiyle kalın... Sesimizi duyurmamıza
vesile olduğu için teşekkür ederiz.
Bilgiyurdu olarak bize kapılarınızı açtığınız için biz
teşekkür ediyoruz, çalışmalarınızda başarılar temenni
ediyoruz.
Gençlik Dergisi
ALİ GÜNGÖR HAKK’A YÜRÜDÜ
İsmail KAYACIK
Vatanın yiğit evlâdı Ali Güngör’ü de ebedî
âleme uğurladık. 1965’te rahmetli Türkeş’in
başlattığı Ülkücü Hareket’in önemli isimlerinden biriydi. Ön saflarda savaşan alperenlere benzerdi.
Ali Güngör 1949 yılında Tarsus’un
Çamlıyayla köyünde doğdu. Çok zeki
olan Güngör, okula gitmeden okumayı, yazmayı ve dört işlemi öğrendi.
Köylüler kahvehanede tüm kitap ve
gazeteleri ona okuturlardı. İlkokul, ortaokul ve liseyi Tarsus’ta okudu. Yüksek tahsilini Ankara Üniversitesi Ziraat
Fakültesi’nde yaptı.
Türk milliyetçiliği mücadelesine Türk
Ocakları’nda başladı. Daha sonra “Ankara
Üniversitesi Ziraat Fakültesi Ülkü Ocağı”nı
kurdu. 12 Mart !971 askerî müdahalesi sonrasında
tutuklandı ve 12 yıl ceza aldı. Bu cezanın 2 yılını çektikten
sonra 1974 affıyla cezaevinden çıktı.
Mezuniyetini müteakip ziraat mühendisi olarak Tarım
Bakanlığında çalıştı. Bu görevde iken “Türk Ziraat Yüksek Mühendisleri Birliği”ni kurdu ve uzun süre genel başkanlığını yaptı. Aynı zamanda “Ülkücü Teknik Elemanlar
Derneği”nin de genel başkan yardımcısı idi.
12 Eylül 1980 askerî darbesinin oluşturduğu sıkıntılı
ortamda tutuklanmayıp dışarıda kalan ülkücüleri organize ederek o gün için yapılması gereken ne varsa hepsini
yapmaya çalıştı: Önce “Sözcü” dergisinin, bu dergi kapatıldıktan sonra da “Bakış” dergisinin çıkışına öncülük etti.
MAYAŞ Matbaacılık Yayın Anonim Şirketini kurdu. Ülkücü Hareketi toparlamaya çalıştı.
Milliyetçi hareketin 12 Eylül sonrasında yeniden partileşmesi için gayret gösterdi. 1984 yılında Milliyetçi Çalışma Partisi’nin Genel Başkan Yardımcılığı görevini üstlendi. Bir an olsun davasından ayrılmadı.
1999 genel milletvekili seçimlerinde MHP’nin Mersin
milletvekili olarak T.B.M.M.’ye girdi. DSP–MHP–ANAP
hükümetinin kurulması çalışmasına daha başlanmadan
Ecevit’in eşi “eli kanlı katillerle hükümet kurmak zorunda kaldığımız için çok üzgünüm” diyerek MHP için
hakaretâmiz sözler sarf etmişti. Ayrıca seçim süreci devam
ederken 30 bin kişinin katili Abdullah Öcalan Türkiye’ye
getirilmiş, hemen ertesi gününde Ecevit, basının önünde
seçimden sonra T.B.M.M.’nin ilk işinin pişmanlık yasasını çıkarmak olacağını açıklamıştı. Ertesi gün ANAP
Genel Başkanı da bir haber bülteninde Reha Muhtar’a
Ecevit’le aynı görüşü paylaştığını açıklaması idam cezasının uygulanmayacağının açık bir delili idi. Ali Güngör
bu açıklamalardan ve gelişmelerden rahatsız oldu. Dolayısıyla oluşacak hükümetin yararlı olmayacağını düşün-
dü; ama bu hükümet yine de kuruldu. Pişmanlık
yasası üzerine T.B.M.M.’de görüşlerini açıklarken CHP sıralarından “Sen B.Ecevit’in
affı ile cezaevinden çıkarıldın, eğer bu af
olmasaydı sen şimdi ceza evinde olurdun. Sen milletvekili değil, çöpçü bile
olamazdın.”diye lâf attılar. Bunun
üzerine Ali Güngör,“Bu af benim için
çıkarılmadı, şimdi olduğu gibi vatan
hainleri ve teröristler için çıkarılmıştır.
Ben vatanım için değil ceza evinde zindanlarda ömür boyu kalmaya razıyım.
Bu pişmanlık yasasına da hep karşı olacağım. Vatanıma ihanete karşılık şahsî
menfaatim için hiç eğilmedim ve eğilmeyeceğim” dedi. Meclis’te bu önergenin açık
olarak oylanması hususunda MHP’nin parti
içinde aldığı bağlayıcı karara Edip Özbaş, Dr.
Mesut Türker, Hakkı Duran ve Sadık Yakut dışında tüm
MHP’li milletvekilleri uymuştur ve açık oylamayla söz
konusu yasa kabul edilmiştir.
Bundan sonraki süreçte çok sevdiği, yıllarca canı pahasına hizmet ettiği partisinden ihraç edilmiştir. O davasına
hiç ihanet etmemiştir. 64 yıllık ömrü boyunca yüreği hep
bu dava için çarpmıştır.
Oğlunun MHP çatısı altında siyaset yapmasını istemiş
ise de bu isteği gerçekleşmemiştir. MHP’de siyaset yapma
imkânı bulamayınca yeni bir parti kurmaya karar verdi.
Bu kararının gerekçesini şu sözlerle açıklar: “Ülkemizin
içinde bulunduğu durum hiç de iç açıcı değildir. Milletin
birliği, vatanın bütünlüğü, devletin bağımsızlığı tehlikede. Bu nedenle istedik ki tüm kardeş kuruluşlar bir olalım.
Ayrılıkta azap vardır. ‘Bir olalım diri olalım’, diyoruz ama
bir yerde bulunanların acımasızca suçlamaları bizi yeni
bir parti kurmaya yönlendirdi. Yoksa birbirimizi saygı ve
sevgi ölçüsünde millî değerler çerçevesinde kabullenebilsek problem yok. Ben partimden asla kopmadım; ama koparıldım.”
Kürtçe televizyona, Kürtçe eğitime karşıydı. Resmî
kurumlarda dil birliğinden yanaydı. PKK ile görüşmelere
de karşıydı. Bunun için Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e
14.05.2009 tarihinde bir mektup yazmış, “açılım”ın bir
İngiliz projesi olduğunu ısrarla belirtmiştir.
Hayallerinde yer alan “Türkiye Toplumcu Kardeşlik
Partisi”ni kurdu. Ancak bu partiyi geliştirmeye fırsat bulamadı. Çünkü, aşırı derecede sigara tiryakisi olduğu için
hastalandı. Bayındır Hastanesi Onkoloji Servisinde 2 ay
süren tedavisinden bir sonuç alınamadı. 16 Ekim 2014
günü Hakk’a yürüdü. Mekânı Cennet olsun. Tüm sevenlerinin başı sağolsun Allah rahmet eylesin…
33
Vefatının 14. yılında özlemle anıyoruz.
MUZAFFER SÖYLEYECEKLERİME
ACABA NE DER?
Mustafa ŞERBETÇİOĞLU
Vefakâr anam kendisini
hoşnut edecek bir alaka ile
karşılaştığı zaman, “dünya
durdukça durasın” temennisinde bulunurdu. Bu dileğin anlamının “ömrün
uzun olsun” demek olduğu aşikar olsa da, bir
başka uygulama ile de
“dünya durdukça durmak” ihtimal dâhilinde
değil mi? Hayatını
“anlamlı” bir şekilde
yaşamış olan insanların,
terki dünya eylemiş olsalar
da, aramızda yaşıyor olmaları mümkün değil mi? Bu
şahıslar “dünya durdukça
yaşamak” özdeyişine anlam
kazandıran insanlar olamazlar mı?
Çerçevelerini çizmeye
çalıştığımız bu bahtiyar
insanlar ömürleri boyunca
gönüllere hitap etmişler, nasibi olan canlara seslenmişler. Emekler boşa gitmemiş,
saçılan “değerler” yerini
ve muhatabını buldukça
dal-budak salmış, yeni yeni
membaların ortaya çıkmasına
vesile olmuşlar. Toplumlar
ihtiyaç duydukça da bu devam etmiş gitmiş. İçtimai miras adına birlikte, kaliteli bir
hayat yaşamayı davet edecek “gıdalar”dan yoksun olma
hali ise “çoraklık” olarak nitelendirilmiş. Bir başka ifade
ile, sözü edilen dönemler “yaşanmamış” sayılmış. Netice
itibariyle de, böyle temelsiz bir geçmişi olan insanlar arası münasebet de bişiriksiz (çamur harç) örülen duvar gibi
mukavemetsiz olmuş.
Bizlere ne mutlu ki, son kompartımanına yetişmiş
olsak da, bugün “boşa yaşamamışız” diyebileceğimiz ve
tadı da damamızda kalmış olan bir münasebeti idrak etmiş olarak ayaktayız. Son zamanlardaki beşeri ilişkilerimizde eksikliğini iliklerimize kadar hissettiğimiz, gelecek
adına karamsarlığın, zerresinin aklımıza gelmediği bir
havayı teneffüs eyledik. Hiçbir zaman ümitsiz-nevmit olmadık. Ancak zaman hükmünü icra eyledi ve hasretle-gu-
34
rurla yad eylediğimiz yaşanmışlığı el birliği ile oluşturan
“elemanlar” birer-ikişer “mekan değiştirmeye” başladılar.
Yerlerine “yenilerini” koyamadığımızdan ve sanki bizlerin nasiplenmiş olduğu kaynaklar da kurumuş gibi, bir
garip olduk, çaresiz bir yalnızlığa büründük. Çok mu iddialı olur bilemiyorum, adeta birer “iman zafiyeti” halini
temsil eden bireyler haline geldik. İnanılanın-düşünülenin
söylenmediği bir vasatta ömür tüketiyoruz. “Yevmün
beter” sözünü haklı çıkarmaya çanak tutar bir gidişat söz
konusu. “Elimizin eseri…” olan realite hususunda başka
neler söylenir… Ben mazurum. Söz erbabının…
Bunca sözün muradı, Muzaffer’i yâd eylemeye kapı
aralamaktı. Böylece de, aramızdaki hak etmiş olduğu konumu ve her birimizde ayrı ayrı yeri olan hatıraları konusunda herkes meşrebince bir alış-verişte bulunsun, diye
düşündük. Belki de sözü, yerini dolduramadığımızı “itiraf” etmeye getirmek istedik. Rahmetlinin hali, yaptıkları,
niyeti ve çektikleri malumken, demek ki başka bazı şeyler daha olmadan olmuyor, diyebilmenin aczini paylaşalım dedik. Niyete, gayrete saygı duymak, eyvallah, ancak
bu gayret yeterli olmuyor. Zira, “bazı şeyler” tezgahtaki
yerini almayınca “bütün” teşekkül etmiyor. Kimse “oturduğu yere bakma” cesaretini göstermiyor. Aslında, değirmenin nasıl bir “su” ile dönebileceği hatırlanınca işin püf
noktası seziliyor, problem çözülüyor, ama nasıl oluyorsa
bunu da “bir engel olan” çıkıyor. Sağlıklı bir toplum için
“itaat kültürü” nü aşabilen, “müesses nizam” ı silkeleme cehdini bir icap olarak görebilen, bir anlayışa ihtiyaç
olduğunu düşünen-söyleyen çıkamıyor…
Kimseler debelenip durmasın, yol-erkan belli. Yaşanmışlıklar da öyle çok uzaklarda değil… İyi niyetle de olsa
insanlar ne kendilerini ve ne de başkalarını kandırmasınlar, vesselam…
Değerli dostum, müsterih ol; “azık, amma imanlıyık!”
BAŞSAĞLIĞI
Çok değerli büyüğümüz Kore gazisi Osman
CÜCER’in muhterem eşi İlhan CÜCER (19362014) 13 Kasım 2014 Perşembe günü vefat
etti. Bütün yakınlarının üzüntülerini paylaşır,
merhumeye Allah’tan rahmet dileriz.
MUZAFFER TOK’A
AĞIT
ÂŞIK MEYDANİ
Güneş yaslı vermez ışık
Yüce dağlar pusta bugün
Ülkü denen kıza âşık
Türk dünyası yasta bugün
Muzaffer Tok saldı acı
Yoktur bu derdin ilacı
Ali, Cömert, Kara Hacı
Kulaklarım seste bugün
Doktor yaraya elledi
Deprem derinden salladı
Dostları çiçek yolladı
Güller deste deste bugün
Şerbetçi’ye haber verin
İçerde yaralar derin
Yüce ruhun, Cennet yerin
Gök kubbeden üstte bugün
Cengiz ağlar, Ahmet gülmez
Acı büyük eller bilmez
Mektup yazdım cevap gelmez
Nerde kaldı posta bugün
Salih, Zeki yola bakar
Dost acısı dostu yakar
Gözyaşım içime akar
Yazdım beste beste bugün
Gazeteler haber yazar
Geçer ömür azar azar
Önü beşik, sonu mezar
Kavuştu dost dosta bugün
Emir Bey’den mesaj aldım
İstanbul’a haber saldım
Meydani’yem öksüz kaldım
Deli gönül hasta bugün
Gençlik Dergisi
Sevgili Mustafa ÖZTÜRK
Hocam,
Hilal ÖZENÇ
Öncelikle 17 Ekim 2014 Cuma günkü törende göstermiş olduğunuz
incelikten dolayı çok teşekkür ederim. Benim için çok duygusal bir andı.
Bu duyguyu yaşattığınız için bir kere daha şükranlarımı sunuyorum.
O akşam konuşma fırsatı bulamadım. En azından konuklara kendimi
tanıtamadım. Bu yüzden satırlara dökmek istedim.
Sizinle ilk olarak üniversite birinci sınıfta tanışmıştık. Bize Başbuğ’umuzu anlatmıştınız. Sonra Bilgiyurdu Dergisi için bir yazı yazmıştım. Bu
yazımın dergide yayınlanmış olması benim için bir dönüm noktası olmuştu. Benim yazım Kayseri’de çok değerli bir Hoca’nın dergisinde yayınlanmıştı. O anki mutluluğum tarif edilemez.
Cuma sohbetleri, konferanslar v.b. derken “Düşünce Kulübü” oluşturuldu. Bu kulübün ilk mezunları arasında ben de vardım. 2013’te Erciyes
Üniversitesi Türkçe Öğretmenliği’nden mezun oldum. Mezun olduğum
sene atanamadım; ama bir yıl boyunca günde on saat büyük bir azimle
çalışarak K.P.S.S.’ye giren 290.000 (iki yüz doksan bin) öğretmen arasında 421. (dört yüz yirmi birinci), 16.000 (on altı bin) Türkçe öğretmeni
arasında 11. (on birinci) oldum.
Allah’ıma şükürler olsun ki bu mutluluğu bana yaşattı. Bu mutluluğun
perde arkasında stres, göz yaşı, bunalım, depresyon gizlidir. Çok zorlu bir
süreçten geçtim Hocam. Ağladığım, ağlayarak Allah’a yalvardığım anlar
olmuştur; ama sonunda başardım ve öğretmen olarak atandım..
Şimdi Ordu - Korgan Yatılı Bölge Ortaokulu’ndayım. İlk dersime girdiğimde öğrencilerin o bakışlarıyla karşılaşınca yaşadıklarımın çoğunu
unutmaya başladım. Peşimden “Hilâl Hocam” diye koşuyor, etrafımda
dört dönüyorlar.
Öğretmenlik çok farklı bir duyguymuş Hocam. O mâsum bakışları
gördükçe bütün sıkıntılarım kuş olup uçuyor. Moralim bozuk olsa bile
onları görünce neş’em yerine geliyor. Tabîî siz bunları daha iyi bilirsiniz.
Buradan yeni arkadaşlarıma da bir şeyler söylemek isterim. Düşünce
Kulübü’ne nasıl önem veriyorsanız, derslerinize de o denli önem vermeniz gerekiyor. Aradaki dengeyi iyi kurmanız lâzım; birini ihmal ederseniz
düzeniniz alt üst olur. Öncelikle ahlâklı bir birey, sonra da başarılı bir
öğrenci olduğunuz takdirde herkes sizi parmakla gösterir. Ayrıca K.P.S.S.
emek isteyen bir süreç. Çok iyi çalışın. Uykunuzdan, eğlencenizden, bir
şeylerden feragat edin ve günlerinizi iyi değerlendirin. Bu stresli dönemden bir an önce kurtulun.
Atanmak kadar mutluluk verici bir şey yok. Dilerim Allah’tan hepiniz
bu mutluluğu yaşarsınız ve çevrenize, bilhassa ailenize de yaşatırsınız.
Böyle bir tören düzenleyip beni de çağırdığınız için tekrardan teşekkürlerimi sunuyorum. Programda emeği olan herkesin eline sağlık; çok
başarılı ve güzel bir programdı.
Ordu’dan herkese selâmlar saygılar. Mustafa Hocam sizin ve Mustafa
Kılıçkaya Hocam ile Ferhan Hocamın da ellerinizden öpüyorum. Ayrıca
Alper Buğra Arslan’a da teşekkür ederim; çünkü onun da bize çok emeği
geçti.
Mustafa Öztürk Hoca’nın öğrencisi ve Bilgiyurtlu olduğum için gurur
duyuyorum.
Saygılarımla…
35
“58 GÜN” HAKKINDA
Semra BAYRAKTAR
“Mustafa Kemal ile Filistin’den
Anayurdun Dağlarına”
58 Gün, basında tanıtımına rastlayamayacağınız, âdeta gizli bir sansüre
uğrayan, 545 sayfa olmasına karşın
kısa sürede okuyacağınız, akıcı, sürükleyici bir romandır.
58 Gün’de yurtsever, onurlu bir
Türk kumandanıyla, Mustafa Kemal’le
Nablus’tan başlayıp, Şeria ırmağının
karanlık sularına, Aclun dağlarından
Şam’a, sonunda Anadolu’ya, uzun bir
yürüyüşe çıkacaksınız.
Açlığın, susuzluğun, hastalığın, bin
bir türlü kahpeliğin, ihanetin yenemediği vatan aşkını hissedeceksiniz yüreğinizin derinliklerinde.
Emperyalizm ete kemiğe bürünmüş,
başında kefiyesi, üstünde İngiliz üniforması, elinde cembiyesiyle dikilecek
karşınıza.
Genç Türk subaylarının, neferlerinin ölüme meydan
okuyan kahramanlıklarıyla gurur, hanedanın Mondros
limanında emperyalizmin önünde diz çöken teslimiyetiyle utanç duyacaksınız.
Bu uzun yürüyüşün amacı ana vatanı, asıl ve asil Türk
vatanı Anadolu’yu savunmaktı. Mustafa Kemal kaçınılmaz sonu görmüş, yaklaşan yenilgiyi, istilayı ancak
anayurdun dağlarında göğüsleyip durdurmanın mümkün
olduğuna inanmıştı ve bu amaç için yapılması gerekenin
orduyu en az kayıpla anayurdun dağlarına ulaştırmak olduğuna karar vermiştir.
58 Gün, Kuva-yı Milliye destanının hiç yazılmamış,
ilk kıvılcımlarının belge-romanı.
Okuyunca da göreceksiniz ki bu insanların hiçbiri
gurur budalası, maceracı veya çılgın değillerdi.
Yaşamak için, namusları için, onurlu bir gelecek
için dövüştüler. Ve sonunda kazandılar…
KİTAPTAN :
“24 Eylül 1918 / Damiye Köprüsü - Şeria Vadisi
-” “ Çarpışma yok ! Bunlar nehrin ötesine geçmek
üzere bir bedeviyi rehber edinmişler. Karşıya geçer geçmez Anzakların içine götürmüş bizimkileri. Bizim süvari
alayından da haber yok.
Sıcak hava birden soğuyuvermişti. Arkalarından biri
...”Bu topraklar bundan böyle bize dost değil !” dedi.
26 Eylül 1918 / Zerka – Amman
-”Türk garnizonu Amman’dan ayrılıyor.” Uzaklaşan
tayyarenin ardından “Thanks a lot !” diye bağırarak atını
gerilere sürdü. 2. Hafif Süvari Tugayı komutanı General
G. de L. Eyrie, otomobilin arkasında, kasketini alnına
eğmiş uyuyordu. Otomobil durunca uyandı ve teğmenin uzattığı kâğıdı okudu : “Bu iyi ! Zor olmayacak !
36
Amman’ı da alırsak Lawrence ve Emir
Faysal’ın önü açılacak. Hem batıdan,
hem de doğudan Türklerin önünü kesebiliriz artık !” diye söylendi.
30 Eylül 1918 / Şam Bahçeleri
- Silâhlar patladıktan sonra çoğu,
Kahire’deki misyonun kapısından
arkeolog olarak girmişler, üniformalı
askerî danışman, eğitimci ya da tüccar
olarak çıkıvermişlerdir. Tüccarlar her
devrin adamını oynarlar savaşta.
- Osmanlı’nın el yordamıyla ve
eski yöntemlerle kurmaya çalıştığı
şanı büyük gizli teşkilâtının uygulamaya çalıştığı eski oyunlara benzemez bu
oyun. Londra’da ünlü üniversitelerden
devşirilmiş ve özenle eğitilmiş kadrolarca yönetilir. Sosyolojik incelemelere, arkeolojik yolculuklarda kurulan
yakın dostluklara dayandırılır. Yerel
kadrolarını kolejlerden, misyoner örgütlenmesinden devşirir. Büyük para
isteyen bu oyun, Londra ve İsviçre bankerlerinin, elmas
kulüplerinin , petrol kumpanyalarının yardımıyla oynanır.
- Oyunun ara perdesi Şam’da oynanacaktır. Rol yapma gereği duymayan ve maskelerini bir yana atan gerçek
kişilerce!
10 Kasım 1918 / Adana
- Lokomotif treni Adana’dan ayrılıyordu, Kumandan
bir an durakladı; tren düdüğünün keskin sesini bastırmaya
çalışarak içinden bağırdı:
“O karanlıkta Şeria nehrini nasıl geçtiysek, bu karanlıktan da geçeriz! Bakalım bu yol bizi daha...”
Sözün gerisi, tekerlerin çelik raylara vuruşu arasında
dağılıp gitti. Yerine oturdu, başını cama çevirdi. Yarım
kalan sözünü “Nerelere götürecek?” diyerek tamamladı.
Ovanın karanlığına girerlerken “Çare yok” dedi, “Karanlığı yakmak için, bir kıvılcım çakmalı!”
“Kara günler yeniden gelip çattı…
Korkuya yer yok!.. Yılgınlık hiç gerekmez!.. Nihayetinde, Ulus Dağı’na çıkılacak! Ve yine bir ateş yakılacak!..”
Mustafa Yıldırım
Mustafa Yıldırım’ın derin araştırmasıyla günü gününe
ortaya çıkarılmış, ayrıntılanmış, belgelenmiş ve sonunda
da nefis bir roman olmuş. Okurken kendinizi Mustafa
Kemal’in yanı başında hissedeceksiniz.
58 Gün, basında tanıtımına rastlayamayacağınız, adeta
gizli bir sansüre uğrayan, 545 sayfa olmasına karşın kısa
sürede okuyacağınız, akıcı, sürükleyici bir romandır.
Okuyalım, okutalım.
BİLGİYURDU’NDAN MUHTEŞEM BİR
Gençlik Dergisi
GENÇLİK ŞÖLENİ
Haber: Sema Dal
Bilgiyurdu Gençlik Eğitim ve
Kültür Derneği ilk Gençlik Şöleni’ni
gerçekleştirdi.
Şölen Kayseri İl Kültür ve Turizm
Müdürlüğü konferans salonunda 17
Ekim Cuma günü saat 19.00’da yapıldı.
Program saygı duruşu ve İstiklal
Marşı ile başladı. Program takdimini
Nükhet Hasgül’ün yaptığı şölende dernek başkanı Mustafa Öztürk, Türkiye’nin
de içinde yer aldığı Ortadoğu’daki terör
olaylarının sebeplerini açıkladı. Amerika
Birleşik Devletleri’nin yıllardır gerçekleştirmek için çalıştığı Büyük Ortadoğu
Projesi’nin doğurduğu tehlikeleri dile getirdi. Kürtçü bölücülüğün Türkiye’yi bölünme noktasına getirdiğini vurguladı. Bölünmeyi engellemek için devlet adamlarını
yasalarla belirtilmiş olan görevlerini yapmaya davet etti.
Daha sonra Bilgiyurdu gençleri Türk büyüklerini
canlandırarak yeni nesillere atalarının tarihi muhteşem
mesajlarını ilettiler. Gençlerin canlandırdığı bu Türk büyükleri; Metehan, Bilge Kağan, Atilla, Tomris Han, Alparslan, Yunus Emre, Fatih Sultan Mehmet, Nene Hatun,
Ziya Gökalp ve Mustafa Kemal Atatürk’tür.
Dernek başkanı Mustafa Öztürk tarafından yazılan
“Bilgiyurdu Gençleri” adlı şiir, bir grup genç tarafından
seslendirildi. Ardından gençler tarafından “Bozkurtların
Başbuğları Kükreyince Söğütte” adlı marş söylendi.
Gençlik şöleninde Türk müziği unutulmadı. Erciyes
Üniversitesi Eğitim Fakültesi Sosyal Bilgiler Öğretmenliği Bölümü öğrencisi Fulya Arslan gitarıyla ve sesiyle herkesi kendisine hayran bıraktı. Udi Mesut Güler de Türk
sanat müziğinden sevilen eserlerle gönül telimizi titretti.
Program Kayseri’nin sevilen sanatçısı Tansel Ayaz’ın
müzik ziyafetiyle devam etti. Tansel Ayaz’ın oğlu
Alperen’in de gitarıyla babasına eşlik etmesi çok hoş bir
manzara yarattı.
Bilgiyurdu gençlerinden Erciyes Üniversitesi İletişim
Fakültesi Gazetecilik Bölümü öğrencisi Muğlalı Sevil
Yılmaz’ın bir Kayseri türküsü olan “Gesi Bağları”nı söylemesi herkesi duygulandırdı.
Programın hazırlanmasında emeği geçenler İsmail
Daşgeldi, Nükhet Hasgül, Akife Dölek, Derya Erhan,
Sema Dal, Ferdi Mezili, Aybüke Arslan, Volkan Turhan,
Sevil Yılmaz,
Ahmet Anıl Yiğit, Yunus Soyer, Mehmet Aynalı, Nazım Boyraz, Gül Hilal
Tuzcu, Fulya Arslan, Giray Yıkın ve
Sedat Aslantaş idi.
Gençlik Şöleni’nin en dikkate
değer ve duygulandırıcı yönlerinden
biri de KPSS’de Türkiye derecesi
yapan iki Bilgiyurdu gencine ödül
verilmesiydi. Bu gençler, 2014
KPSS’de Türkçe öğretmenleri arasında Türkiye’de 11’inci olan Hilal
Özenç ile aynı sınavda Sosyal Bilgiler Öğretmenleri arasında 20’nci
olan Aydın Karakuş’tur. Gençlerin
bu başarılarında Bilgiyurdu Gençlik Eğitim ve Kültür Derneği’nde
düzenlenen eğitim programlarının önemli ölçüde etkili olduğu
belirtilmesi, başta dernek başkanı Mustafa Öztürk olmak üzere
eğitim programlarında ders
veren öğretim elemanlarını gururlandırdı.
Program, daha önce olduğu gibi salonda bulunan herkesin bir ağızdan coşkuyla “Kürşat Marşı” nı söylemesi
ile sona erdi.
Programa katılanlar, “Böylesine coşkulu ve milli duyguları bu kadar güzel ifade eden bir program düzenlenmesinden duydukları hoşnutluğu” dile getirerek dernek
başkanına ve programda görev alan gençlere teşekkür ve
tebriklerini bildirdiler.
BAŞSAĞLIĞI
Şehrimize uzun süre hizmet veren iyiliksever
Doktor Emine MERCAN 11 Ekim 2014
Cumartesi günü Hakk’ın rahmetine kavuştu.
Merhumeye Allah’tan rahmet, başta değerli
eşi Dr. Mevlüt MERCAN olmak üzere tüm aile
yakınlarına ve dostlarına başsağlığı dileriz..
37
Alper KEPEZKAYA
uygurist@hotmail.com
GÜNÜMÜZDE ÖĞRETMENLİK
ZORDUR
Size göre öğretmenler yazın 3 ay, kışın 1 ay tatil yapan insanlar mı?
Hayır, böyle değildir, öğretmenlik zordur. Öğretmen,
mesleğini hem evinde hem de okulda icra eder. Okulda
ders anlatır, nöbet tutar, teneffüslerde bile öğrencileriyle
soru çözer, çocukların sorunlarıyla ilgilenir. Evde yarınki
dersin hazırlığını yapar; yıllık ve günlük plan hazırlar, çalışma kâğıtları, sınav soruları, testler, rehberlik dosyaları,
kol çalışmaları, tören hazırlıkları ile ilgilenir; öğrenciye
daha verimli olmak için devamlı kendisini geliştirmeye
çalışır çünkü öğretmenin eğitimi üniversite ile bitmez,
ömür boyu sürer. Bu yüzden Mustafa Kemal ATATÜRK
kendisine “Milletvekillerine ne kadar zam yapalım?” diye
sorulunca “Öğretmen maaşını geçmesin.” emrini vermiştir.
Bütün bunlara rağmen her zaman haksız olduğuna
hükmedilir öğretmenin. Eskisi gibi karşısında “Eti senin kemiği benim.” diyen bir veli de yoktur. Öğretmen,
“Karışma hoca”, “Sen dersini anlat, gerisini ben hallederim.”, “Okuyacak da ne olacak, diploma alsın yeter.” gibi cümleleri sık sık duyar. Ne acıdır ki, öğretmen
karışamaz uzun saçıyla okula gelen öğrenciye, mini etek
giyen kıza, ağzında sakızı olan çocuğa, serseri tiplerle
arkadaşlık edene… Başarısız öğrenciyi sınıfta bırakamaz,
kılık-kıyafetini sorgulayamaz… Disipline sevk ettiği
öğrenciye ceza çıkmaz. Kusurlu öğrenciye kızsa hemen
soruşturma geçirir, tanığa bile lüzum görmeden. Çocuğa
laf söylese karşısında veliyi; veliye laf söylese karşısında
müdürü bulur. Hep öğretmenin karşısında duran biri vardır. “Velileri öğretmenlere ezdirmeyeceğim.” diyen bir
Bakanı bile gördü öğretmenler.
Her zaman haklıdır veli… O, öğretmen için velidir,
iktidar için “oy”dur. Siyasilere göre, öğretmeni aşağılamak, oy kaybetmekten daha eftaldir. Öğrenci ve velinin
memnuniyetine dayalı bir eğitim sistemi... Bizimkiler
Avrupa’da böyle görmüş ve Türkiye’ye aynı uygulamayı
getirmeyi uygun bulmuş. Keşke veli sıfatıyla öğretmen
çağırınca hemen okula koşan eğitim bakanlarını da
görseydiniz. İngiltere eski başbakanı Tonny Blair gibi
çocuğunu karakoldan almak için akşam kendi arabasıyla
karakola giden başbakanları görseydiniz. “Avrupa’da
gördük, Türkiye›de uygulayacağız.” politikası sonuç
verdi; geçtiğimiz mayıs ayında Mehmet AKTAŞ Hoca
öğrencisi tarafından öldürüldü. Öğretmen dövme olayları
ise artık basında bile yer almayan sıradan olaylar haline
geldi.
Öğretmen olmak her zaman veliyle karşı karşıya
gelmektir. Milli Eğitim Bakanları her eğitim-öğretim
yılının başında iktidar olarak yaptıklarını ballandıra ballandıra anlatır, millete hoş görünmeye çalışır. Okullara
gönderdikleri “ihtiyaçlarınızı velilerden ve mahalli kay-
38
naklardan karşılayın.” anlamındaki talimatlarını halktan
gizlerler. Nedir mahalli kaynaklar? Okulun bulunduğu
bölgedeki işadamları ve esnaflar... Öğretmen para ister,
bağış toplar. Okullara verilmeyen ödenekler öğretmenleri
dilenci durumuna düşürür.
Karı - koca öğretmen olanların bir de yol çilesi vardır.
Her biri bir dağın ardındaki okuldadır belki de… Ya da
şehrin bir ucuna kendisi, diğer ucuna eşi gider. Mecburen, ziyan olmasın diye çocuğun okuluna yakın yerden
ev tutulur. Yeri gelir, 2 araç değiştirir okula gitmek için; 2
saat yol gider. İnsanlar bunu görmez, ama indirimli bilet
attığını görür: “Bak bir şey yaptıklar yok, bir de öğrenci
bileti atıyorlar(!)”
Öğretmen ülkenin en ücra yerlerinde görev yapar.
Doğru düzgün tuvaleti olmayan, banyo yerine leğenlerin
kullanıldığı kerpiç evlerde oturur; ailesini de o evlerde
yaşatır.
Birçoklarının gözünde, velinin gözünde, hele hele
kendi amirlerinin gözünde fazla değeri yoktur öğretmenin. Öğretmenler, yan gelip yatıyorlardır birçoğuna
göre. Öğretmenler yan gelip yatmazlar. Yurdun ücra
köylerinde yaşayan, görevini yaparken kurşunlanan
öğretmenler yan gelip yatmadı; yan yana yattı, kanlar içinde. Onlarca öğretmen bayrak direğine asılarak
şehit edildi. Güvenlik görevlilerinden sonra en fazla şehit
edilen memur kesimidir öğretmenler. Okuldan çıkınca
yetiştirdiği öğrencilerce taş yağmuruna maruz bırakılan
öğretmenler de oldu bu ülkede. Günümüzde de durum
pek farklı değil. Her sabah, “Bugün de sağ çıktık.” diye
gece baskını olmadığı için şükrediyorlar. Doğu’da görev
yapan genç öğretmenler her akşam, “Bugün de ölmedim.”
dercesine ailesini telefonla arıyor. Siz hiç Güneydoğu’da
dağ köylerinde öğretmenlik yapan birisinin hatıralarını
dinlediniz mi?
364 gün öğretmenlere gününü gösterenler, 24 Kasımı
es geçer mi? Öğretmene değer veren büyüklerimiz(!) bu
günün törenle kutlanmasını emrederler. Veli, tören emrinin milli eğitimden geldiğini bilmez. 24 Kasım hafta içine
denk gelirse sorun yok, hafta sonu ise “Hediye almak için
çocukları hafta sonu bile okula topladılar.” dedikodusuna
maruz kalırlar.
Gelecek nesiller öğretmenlerin eseridir, ancak şimdiki
nesil, öğretmenlerin eseri değil. Milli eğitimi çığırından
çıkaran, okulu öğrenci için boş vakit geçirme alanı, sanki
eğlence merkezi haline getiren, “okul eğitim yuvasıdır”
anlayışını “okul diploma alma yeridir” zihniyetine çeviren kanunları öğretmenler çıkartmadı.
Zordur, Peygamber mesleğini icra etmek…
Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesinde hain saldırılar sonucu şehit edilen öğretmenlerimizi rahmet ve minnetle anıyorum.
Gençlik Dergisi
İsmail ÖZÖREN
iozoren@my​net.com
JANDARMA’NIN
GENLERİYLE OYNAMAK…
Jandarma birlikleri 1984 yılından günümüze kadar
geçen süre içerisinde, ülkemizin bölünmez bütünlüğüne
kasteden PKK ve diğer terör örgütlerine karşı, başta özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi olmak üzere
bütün ülke sathında terörle mücadelenin en önemli unsuru
olmuştur. Bu uğurda binlerce şehit ve gazi veren Jandarma, bundan sonra da her ne pahasına olursa olsun ülkemizin birlik ve bütünlüğünü korumaya devam etmelidir.
Jandarma Genel Komutanlığı 175 yıllık bir tarihi geçmişe sahiptir; 81 il, 955 ilçe, 1500 karakolu ile hizmet
vermektedir. Türkiye’nin % 92’si Jandarma sorumluluk
bölgesidir. PKK ile mücadelede en büyük sorumluluk
Jandarma Teşkilatının üzerinde olmuştur.
Jandarma Teşkilatı sivilleştirme adı altında siyasallaştırılmak isteniyor; tıpkı Emniyet Teşkilatı’nda olduğu
gibi, siyasi otorite kendine göre, Jandarmayı dizayn etme
gayretinde… Dünyanın en etkili ve büyük ordulardan biri
olan Türk ordusunun en önemli savunma, koruma ve kollama gücü olan Jandarmanın genleriyle oynanarak Türk
ordusunun şu an kan gölü olan Ortadoğu’daki etkin ve
caydırıcılık gücü kırılmak isteniyor. Özellikle PKK denen
küresel emperyalizmin uşağının korkulu rüyası olmaktan
çıkarılarak terörle mücadelede Türkiye’ye diz çöktürülmek hedefleniyor.
Bildiğiniz gibi Jandarma şu anda hem Genel Kurmay
Başkanlığına hem de İçişleri Bakanlığına bağlı bulunmakta, yani genel asayiş hizmetleri bakımından mülki
amirden (vali, kaymakam) askeri hizmetler için sorumlu
bölge komutanlıklarından emir alırlar. Bu durum yıllardır
Jandarmayı iki başlılıktan muzdarip etmiştir. Hal böyle
iken bile iki arada bir derede kalan Jandarma tamamen
siyasi otoritenin emri altına girdiğinde “KIR POLİSİ”
şeklini alacak, böylece siyasilerin emniyet teşkilatında
yaptıkları her yer değişikliklerinde kendine yakın insanları etkili ve yetkili yerlere getirmeleriyle Jandarmanın
tarafsızlığına gölge düşecektir. Bu durum halk nezdinde
orduya olan güveni ve adalet duygusunu sarsacak, yeni
sosyal krizlere ve önü alınmaz olumsuzluklara sebep olacaktır. Jandarmanın tarihi itibarı ayaklar altına alınmakla
“çözüm süreci ihaneti” amacına ulaşacak, ülkede başlayan “çözülme”yle kaos kaçınılmaz olacaktır..
Yeni yasa tasarısı ile Jandarma Genel Komutanlığı
“Genel Müdürlük”e çevirmek isteniyor. Bu yasa tasarısının en önemli maddeleri; tayin, görev yeri değiştirme
ile görevden uzaklaştırma yetkisinin İçişleri Bakanlığına
verilmesidir. Hükümetin İçişleri Bakanlığı ile Jandarma
Genel Komutanlığına müdahale etmek istemesinin gerçek
amacı ise “sivil gözetim ve demokratikleşme” maskesiyle kendi istedikleri personeli istediği yere atamak, ordu
üzerinde siyasi tahakküm kurmaktır. Böylece Jandarmada
atamalar, siyasileşecek, AKP il başkanları, İl Jandarma
Alay Komutanlarının odasına kapıyı tekmeleyerek gireceklerdir. AKP, Emniyet Genel Müdürlüğünü nasıl tahrip
etti ise şimdi de aynı şeyi hatta çok daha fazlasını Jandarmaya yapacaktır.
İşin özü Jandarmanın, Genelkurmay Başkanlığı ile
olan bağı ve ilişkisi ortadan kaldırılacak ve akabinde askeri vasfını da yitirmesine neden olacaktır. Oysa Jandarma Genel Komutanlığına bağlı birlikler bugünkü hali ile
sınır ötesi operasyon yapacak güçtedirler. Zaten Türkiye
gibi dünya çapında strateJik bir coğrafyada yaşayan bir
milletin de Jandarmasının böyle olması gerekir. Aksi takdirde Doğu’da en önemli asayiş olan Jandarma, sivilleşip
siyasallaşınca PKK’nın çakalları meydanı boş bularak
atını istediği gibi oynatacaktır!
Jandarma bu kadar köklü bir teşkilat iken onu siyasi bir oyuncu haline getirmek bu ülkeye ve asayişine
yapılan en büyük kötülüktür. Güneydoğu’da askerin ve
polisin elini bağlarken Jandarmanın nüfuz ettiği en küçük
mezranın bile asayiş hizmetini sivilleştirmek ve siyasallaştırmak kime yarar sağlar halkımızın bunu düşünmesi
lazımdır. “Jandarmanın sivilleştirilmesi”, bebek katilinin, iktidarla mutabakatında şart koştuğu en önemli
maddelerinden biridir. Özellikle terör yuvası, ihanet
odağı ve PKK eniklerinin fink attığı yer haline getirilen
Doğu Anadolu Bölgesi gibi bir coğrafyada Jandarmanın
sivilleştirilmesi vatana yapılan en büyük ihanet planı
olaclaktır.
Sonuç olarak, ekmeğini yediğim suyunu içtiğim teşkilatın siyasilerin karanlık emellerine alet edilmesine karşıyım. “Çekin elinizi Jandarma’nın üzerinden!”
39
Download