Haftalık Bülten - Sorularla İslamiyet

advertisement
Haftalık Bülten
04 Mart 2011
www.sorularlaislamiyet.com
1
İçindekiler
Fudayl b. Iyaz’ın hayatı hakkında bilgi verir misiniz? Aşık olduğu bir cariyenin evinden
duyduğu bir ayet nedeniyle eşkıyalığı bıraktığı doğru mudur? ............................................. 3
Bir hadiste, “abdestin, azap meleklerinden; namazın, kabir azabından; zikir ve tesbihlerin,
şeytanlardan; orucun, susuzluktan kurtardığı ...” bildiriliyor. Bu rivayet sağlam mıdır?
İbadetler insanı nasıl kurtarır? ................................................................................................... 5
“Müminlerin ölen çocukları cennette bir dağdadırlar, babalarına teslim edilinceye kadar
bakımlarını Hz. İbrahim ve hanımı Sâre üzerine alır.” hadisiyle “cennete giden kafir
çocuklarının hizmetçi olmalarını” açıklar mısınız? ................................................................... 7
Rızk deyince maddi rızık olan yiyip içmek akla geliyor. Acaba manevi rızk da var mı? ......... 9
Hz. Musa (as) neden Allah´la konuşmak istemiştir? Haşa, Allah´ın varlığına inanmayıp
tatmin olmak mı istemiştir? ..................................................................................................... 10
Peygamberimiz Hz. Muhammed (asv), kendi peygamberliğine nasıl inanmıştır? Allah onu
peygamberliğe nasıl hazırlamış, onu peygamber olduğuna nasıl ikna etmiştir? ................ 11
Craig Venter Enstitüsü’nden bilim adamlarının laboratuvar ortamında ürettikleri ilk yapay
bakteri DNA´sı ve bunun Mycoplasma türünden bir bakteri hücresine naklinin yoktan var
etmeyle bir ilgisi var mı? .......................................................................................................... 14
Fetih Suresinin 27. ayeti, gelecekten haber veren bir ayet midir? ........................................ 16
"Benim adım güneşin doğup battığı her yere gidecektir/ulaşacaktır." anlamına gelen bir
hadis var mıdır? Varsa asıl anlamak gerekir, ne zaman olacaktır? ........................................ 17
Hz. Musa (as)'ın daha önce birini öldürdükten sonra “Ben peygamberim” diyerek geri
dönmesi, o günün şartlarında inanılabilir bir şey miydi? ...................................................... 18
Hz. Muhammed (asv)’e, peygamber olmadan önce verilen “el Emin” unvanının sadece
emanetçiler için kullanıldığı iddiası doğru mudur? ............................................................... 19
“Münafıklar, şeytanları ile baş başa kaldıklarında, biz sizinle beraberiz, biz onlarla
(müminlerle) sadece alay ediyoruz, derler.” (Bakara, 2/14) ayetine göre, münafıklar
şeytanlarla mı konuşuyorlar? .................................................................................................. 21
Allah, Kur’an’ı koruyacağına dair verdiği sözü, İslam’ın ikinci temel kaynağı hadisler için
niçin vermemiştir? Bize ulaşan hadis kitaplarının içindeki hadislerin tamamı, hiç şüphesiz
peygamberimizin sözüdür diyebiliyor muyuz? ...................................................................... 24
2
“Hz. Muhammed, yolculuktan gelen erkeklerin evlerine geceleyin gelmeyi yasakladığı ve
buna uymayan kimselerin evinde hanımının yanında bir yabancı erkek bulduğu”
şeklindeki rivayet doğru mudur? ............................................................................................ 25
Hz. Muhammed (asv) neden her zaman mucize istememiştir? İsteseydi her zaman mucize
olabilirdi?................................................................................................................................... 27
Allah’ın mahiyeti ve kemiyeti yoktur, sözünü nasıl anlamalıyız? ......................................... 29
Ahzab 52 ve Tahrim 1. ayetlerde Allah’ın, Peygamberin günlük ve cinsel hayatına direkt
müdahale etmesi benim imanımı sarstı, mantıklı cevapları var mıdır? Kur'an’ın
evrenselliğine tamamen zıt bir durum oluşturmuyor mu?.. .................................................. 30
"Ben sapık ve saptıran kimseleri hiçbir zaman yanıma yaklaştırmam, yardımcı edinmem."
(Kehf, 18/51) ayetindeki "sapık"tan maksat kimlerdir? ......................................................... 32
Yunus Suresi 100. ayette "Akıllarını kullanmayanlar üzerine Allah bir uğursuzluk yükler."
denilmektedir. Allah'ın kendi yarattığı kuluna uğursuzluk vermesi haksızlık değil midir? 33
Namazda ihlas suresi gibi kısa bir zammı sure okunurken bir ayet unutulursa sehiv secdesi
gerekir mi? ................................................................................................................................. 35
"Kıskanmayan erkekte hayır yoktur." sözü hadis midir? ....................................................... 36
“Allah bir kavme kıtlık vermişse, Allah´a başkaldırmalarındandır.” (Hatib, Tarih) Hadisine
göre, Afrika’da görülen yoğun açlık ve kıtlık onların şu an başkaldırmaları sebebiyle midir?
Eğer öyleyse, Çin, Avrupa ve ABD´de neden kıtlık ve açlık yok? ........................................... 38
Suni kar, dolu ve yağmur yağdırmak, şirk değil midir? Erzurum’da yapılacak kayak
olimpiyatları için suni kar yağdırıldı........................................................................................ 41
3
Fudayl b. Iyaz’ın hayatı hakkında bilgi verir misiniz? Aşık
olduğu bir cariyenin evinden duyduğu bir ayet nedeniyle
eşkıyalığı bıraktığı doğru mudur?
Ebû Alî el-Fudayl b. İyâz b. Mes'ûd et-Temîmî el-Yerbûî (ö. 187/803) 107'de (725) doğdu.
Temîm kabilesinin Yerbü' boyundandır. Oğlu Ebû Ubeyde, baba tarafının aslen Kûfeli bir
aileden olduğunu, babasının Semerkant’ta doğduğunu söyler. Diğer bir rivayete göre ise
aslen Buhara’lıdır. Ailesi hakkındaki rivayetlerden Fudayl'in Arap asıllı olduğu anlaşılmaktadır.
Kuşeyrî'nin verdiği bilgiye göre Fudayl gençliğinde Merv ile (diğer bir rivayette Serahs)
Ebîverd arasında eşkıyalık yapan bir çetenin reisiydi. Ancak basit şeylere tenezzül etmeyen
mert bir kişiliğe sahipti. Âşık olduğu cariyenin evine girmek için duvara tırmandığı bir sırada
içeride Kur'an okunuyordu. Bu arada duyduğu,
"İman edenlerin Allah'ı zikretme ve O'ndan inen Kur'an sebebiyle
kalplerinin ürperme zamanı hâlâ gelmedi mi?" (Hadîd 57/16)
mealindeki âyetten çok etkilendi ve, "Evet yâ Rabbi, o an geldi." diyerek oradan ayrıldı.
Yaptıklarına tövbe edip kendini tamamen ibadete verdi. (er-Risâle, Kahire 1966, s. 57)
Daha sonra memleketini terkederek Kûfe'ye gitti; burada Ebû Hanîfe, Süfyân es-Sevrî ve
A'meş gibi âlimlerin meclislerine devam etti; otuz yıl ilim ve ibadetle meşgul oldu. 187 yılının
Muharrem ayında (Ocak 803) Mekke'de vefat etti.
Kaynaklarda Fudayl'in zühd ve takvası hakkında geniş bilgi bulunmaktadır. Korku, hüzün ve
ağlama, diğer ilk dönem zâhid ve sofileri gibi Fudayl'in de şiddetli ve sürekli olarak etkisi
altında kaldığı hallerdi. Kaynaklar, "bekkâîn" denilen sofilerin önde gelenlerinden olan
Fudayl'in gülümsediğinin dahi görülmediğini kaydederler. Âhiret endişesi dolayısıyla ölümden
son derece korkması ve, "İnsan ölümün ne olduğunu bilse hayat ona zehir olur." demesi,
çevresindekilere ölümü, kabir hallerini ve âhiret azabını göz önünde tutmalarını tavsiye
etmesi, yine onun bu özelliğiyle ilgilidir.
Zühdü kanaat, kanaati zenginlik olarak gören Fudayl, mümini "az konuşan, çok çalışan,
sözünde hikmet, susmasında düşünce, bakışında ibret, işinde iyilik bulunan kişi" diye tarif
eder. (Ebû Nuaym, Hilye, 8/98) Fudayl, kendisi hakkında karamsar, halk hakkında iyimser ve
ümitlidir. Kur'an'ı hüzünlü bir şekilde ağır ağır okur, bazen Kur'an dinlerken kendinden
geçerdi.
Fazla yeme, uyuma ve konuşmanın kalbi katılaştırdığını söyleyen Fudayl, çok namaz kılarak
ve çok oruç tutarak değil gönül zenginliği, temiz vicdan ve halka karşı beslenen samimiyetle
Hakk'a ulaşılabileceği kanaatindedir. (Sülemî, Tabakât, s. 10, 13)
Onun tasavvuf anlayışında ilâhî inayet ve ihsan kavramları ön planda yer alır. Allah korkusuna
ağırlık vermekle birlikte zaman zaman Allah sevgisinden de söz etmiştir. Kendisinden sonra
gelen sûfîlerin üzerinde önemle durdukları "dünya âlimi-âhiret âlimi" ayrımını Fudayl de
yapmıştır. Ona göre dünya âliminin ilmi açık, âhiret âliminin ilmi gizlidir; hakimler âlimlerden
üstündür ve peygamberlerin vârisleridir. (Ebû Nuaym, 8/92, 93, 99)
4
Fudayl, Kur'an okuma ve zâhidâne yaşamanın gerekliliğini vurgulamanın yanı sıra, kurrâ
(hafızlar) hakkındaki düşünceleriyle de dikkati çeker. Ona göre kurrânın sultanlar başta olmak
üzere hiç kimseye muhtaç olmaması, aksine herkesin kurrâya ihtiyaç duyması gerekir. Böyle
olmayan kurrâdan uzak durulmalıdır. Zira bunlar sevdiklerine meddahlık yapabilir,
sevmediklerine iftira edebilir.
Fudayl, âbid, zâhid ve âlimlerin devlet adamlarından uzak durmasını istemekle beraber,
inziva köşesinde devlet adamlarının âdil ve dürüst olmaları için dua etmiş ve "Allah katında
mutlaka kabul edilecek bir tek duam olsa, devlet başkanının iyi olması için dua ederdim.
Zira devlet başkanı dürüst olursa beldeler mâmur, insanlar güven içinde olur." demiştir.
Fudayl aynı zamanda güvenilir bir hadis râvisidir. (bk. TDV. İslam Ansiklopedisi, Fudayl b. Iyaz
md.)
5
Bir hadiste, “abdestin, azap meleklerinden; namazın, kabir
azabından; zikir ve tesbihlerin, şeytanlardan; orucun,
susuzluktan kurtardığı ...” bildiriliyor. Bu rivayet sağlam
mıdır? İbadetler insanı nasıl kurtarır?
Bu hadisi Taberanî rivayet etmiştir. Senedinde zayıf raviler bulunduğundan, hadis zayıf olarak
kabul edilmiştir.(bk. Heysemi, Mecmau’z-Zevaid, 7/179-180).
Bu rivayet zayıf olmakla beraber, iyi ameller yapmayı teşvik etmekte ve kötü amellerden
uzak durmayı öğütlemektedir. Bunun özeti şudur: Her günahın karşılığında bir ceza olduğu
gibi, her sevabın karşılığında da bir mükâfat vardır. Günah işlemiş kimsenin onun cezasından
kurtulmasının çaresi, güzel amel işlemektir.
Örneğin, müminin silahı olan abdest, sahibini azap meleklerinden kurtaracak bir iksire
sahiptir. Kabir azabına mani olan ibadetlerin başında bir nur olan namaz gelir. Kalbi gafletle
sersem olan kimsenin içinde şeytanlar cirit atar. Ancak, Allah’ı zikr ile meşgul olduğu zaman
şeytanların yerine melekler gelir. Meleklerin gelmesiyle -vesveseler yerine- ilhamlar söz
konusu olur. Oruçtan ötürü susuzluk çeken kimse, kıyametin o dehşet verici susuzluğundan
kurtulur.
Demek ki her iyi iş, bir kötü akıbetten kurtulmanın anahtarı hükmündedir.
“(Nefsine uyup) bir kötülük işlediğin zaman ardından hemen bir iyilik yap
ki, onu silip süpürsün.”(Zevaid, 10/81)
manasındaki hadiste bu hususa işaret edilmiştir. Her zehirin bir panzehiri olduğu gibi, her
günahın silinmesine vesile olan bir iyilik vardır.
Ayrıca, İslamın emir ve yasaklarına uyulmadığı zaman karşılaşılacak muhtemel tehlikeler ile
bunlara uyulduğu zaman kazandıracağı mükafatlar, Allah'ın elçisine gösterilmiş O da
Ümmetine haber vermiştir.
İlgili rivayet şöyledir:
"Ben akşam rüyada hayret verici bir şey gördüm. Ümmetimden bir adam
gördüm ki, azap melekleri etrafını sarmıştı. O anda almış olduğu abdest geldi
ve onu kurtardı.
Ümmetimden bir adam gördüm ki, kendisi için kabir azabı hazırlanmıştı.
Namazı geldi ve onu kurtardı.
Ümmetimden bir adam gördüm ki, şeytanlar etrafını kuşatmıştı. Yaptığı
zikirler geldi ve onu kurtardı.
Ümmetimden bir adam gördüm ki, susuzluktan dili dışarıya sarkmış
soluyordu. Tuttuğu Ramazan orucu geldi ve ona su ikram etti.
Ümmetimden bir adam gördüm ki, önü karanlık, arkası karanlık, solu
karanlık, üstü karanlık, altı karanlıktı. Yaptığı hac ve umresi geldi, onu bu
6
karanlıklardan kurtardı.
Ümmetimden bir adam gördüm ki, ölüm meleği ruhunu almak için gelmişti.
Anne ve babasına yaptığı iyilikler geldi, meleğin o anda ruhunu, almasına
engel oldu.
Ümmetimden bir adam gördüm ki, mü’minlerle konuştuğu halde onlar
kendisiyle konuşmuyorlardı. Akrabalarıyla olan iyi ilişkileri geldi ve onlara
hitaben, “Bu akrabalarına iyilik ederdi” dedi. Bunun üzerine onlar da o zatla
konuştular. O da onlara karıştı.
Ümmetimden bir adam gördüm ki, peygamberler halka halka olmuşlardı.
Hangi halkanın yanına varsa kovuluyordu. O anda cünüplükten gusletmesi
geldi, ellerinden tutarak yanıma oturttu.
Ümmetimden bir adam gördüm ki, cehennemin hararetini elleriyle yüzünden
uzaklaştırmaya çalışıyordu. O anda verdiği sadakalar geldi, üzerine gölge,
yüzüne karşı perde oldu.
Ümmetimden bir adam gördüm ki, cehennem uçurumundan düşmüştü.
Dünyada iken Allah korkusundan döktüğü gözyaşları geldi ve onu ateşten
kurtardı.
Ümmetimden bir adam gördüm ki, amel defteri sol tarafından verilmişti.
Allah korkusu geldi ve amel defterini alıp sağ eline verdi.
Ümmetimden bir adam gördüm ki, terazisinin iyilik kefesi hafif gelmişti.
Küçük yaşta ölen çocukları geldi ve terazisini ağırlaştırdı.
Ümmetimden bir adam gördüm ki, cehennemin tam kıyısında bekliyordu.
Allah korkusundan kalbinin ürpermesi geldi, bu halden kurtardı.
Ümmetimden bir adam gördüm ki, yaş hurma dallarının sallanması gibi
titriyordu. Allah’a olan hüsnüzannı geldi ve titremesini dindirdi.
Ümmetimden bir adam gördüm ki, Sırat Köprüsünde sürünerek ve
emekleyerek yol almaya çalışıyordu. Bana getirdiği salâvatlar geldi, elinden
tutarak ayağa kaldırdı. Böylece Sıratı geçti.
Ümmetimden bir adam gördüm ki, cennet kapılarına kadar geldi, fakat
kapılar yüzüne kapandı. Getirdiği kelime-i şehadetler geldi, elinden tutarak
cennete girdirdi." (bk. Mecmau’z-Zevaid, a.y.)
7
“Müminlerin ölen çocukları cennette bir dağdadırlar,
babalarına teslim edilinceye kadar bakımlarını Hz.
İbrahim ve hanımı Sâre üzerine alır.” hadisiyle “cennete
giden kafir çocuklarının hizmetçi olmalarını” açıklar
mısınız?
İslam alimlerinin bildirdiğine göre, İbrahim kelimesinin anlamı gerek Suryânîcede ve gerekse
Arapça’da aynı anlamda olup, "merhametli, yufka yürekli baba" mânâsına gelir. Süheylî gibi
bazı müfessirlerin belirttiğine göre Süryanice ile Arapça dili "İbrahim" kelimesinde olduğu gibi
pek çok yerde birbirine uymaktadır. Onun bütün çocuklara merhametli bir baba şeklinde
yaklaştığını ve hanımı Sare ile birlikte berzah aleminde kıyamete kadar ölüp oraya gelen
çocuklarla ilgilenmekte olduğunu gösteren rivayetlerdir. (Kurtubî, II/96)
Kurtubî'ye göre, Buharî'de geçen ve Efendimiz (a.s.v)'in Hz. İbrahim (as)'i, çevresinde
çocuklar bulunduğu bir halde rüyasında gördüğünü ifade eden hadis-i şerif de bu mânâya
delâlet etmektedir.(a.g.e). Yani bu çocukların Hz. İbrahim (as)’in himayesine verilmesi,
isminin anlamı açısından manidardır.
Ayrıca -Kur’an’da geçtiği üzere- kendisinden sonra gelen peygamberlerin de onun soyundan
gelmiş olmaları ve ümmetlerin de bir cihetle peygamberlerin çocukları sayılması, onun bu
şefkatli baba unvanını pekiştirmektedir. Özellikle, eşlerinden kendisinden sonra gelen
İsrailoğullarının peygamberlerinin babaanneleri olan Hz. Sare’nin de bu çocukların hâmisi
olması da bu manayı teyit etmektedir.
Keza, bir baba olarak bütün şefkatine rağmen, Allah’ın emri karşısında şefkatini bir kenara
bırakıp oğlunu Allah’a feda etmekle denenmiş ve bu imtihanı başarıyla vermiş bir
peygamberdir Hz. İbrahim (as). Berzah aleminde bir mükafat olarak bütün çocukların kendi
himayesine verilmesi, onun Allah katındaki makbul “baba” profilinin en güzel örneğini
göstermiş olmasından dolayı, bu babalık sıfatını hakiki şefkate muhtaç tüm çocuklara
liyakatiyle göstereceğine dair, yani şefkat noktasında Rabbi katında makbul olmasına dair bir
gönderme olarak da anlaşılabilir.
Çocukları vefat eden mümin bir anne-babanın, kabir hayatında ve cennette Hz. İbrahim (as)
ve eşi Sare'nin kendi çocuklarıyla ilgilenmelerini bilmeleri, onları hem rahatlatır hem de
sevindirir.
Diğer konuya gelince; Taberanî (Kebir, evsat) ve Bezzar’ın yaptığı rivayete göre Semüre b.
Cündüb şöyle demiştir:
“Biz Resulullah (a.s.m)’dan müşriklerin çocuklar(nın ne olacakları)
hakkında sorduğumuzda, ‘Onlar cennet halkının hizmetçileridir.’ diye cevap
verdi.”(Mecmau’z-Zevaid, 7/219).
Burada müşrik çocuklarına yapılan bir haksızlık yoktur. Çünkü, çocuk olarak herhangi bir iyi
amel yapmamalarına rağmen, yine de cennete alınmaları büyük bir lütuftur. “Niye büyük
olmadık?” demeye hakları yoktur. Çünkü, eğer büyük olsalardı, babaları gibi müşrik olma
8
ihtimali vardı.
Bununla beraber, sadece müşriklerin çocukları değil, bütün çocukların cennet halkının
hizmetçileri olduğuna dair rivayetler de vardır.(a.g.e). Büyümeleri halinde çok tehlikeli bir
yola sürüklenmeleri mümkün olan çocuklar -ilahî merhametin bir yansıması olarak- akıl-baliğ
olmadan önce vefat etmeleri, onlar için büyük lütuftur. Çünkü onlar hesaba çekilmeden artık
cennetin gülleri gibi el bebek,gül bebek bir konumda olacaklardır.
Bediüzzaman Hazretleri de, "(Cenette) insanların etrafında ölümsüz çocuklar, (pervane gibi)
dolaşır." (İnsan, 76/19) mealindeki ayeti açıklarken şu görüşlere yer vermiştir:
"Kur'an'da geçen, "vildânun muhalledûn" (Vâkıa, 56/17) tabiri gösteriyor
ki, müminlerin akıl-baliğ olmadan önce ölen çocukları, cennette ebedî,
sevimli, cennete lâyık bir sûrette çocuk olarak kalacaklar. Demek ki,
cennet’te diğer hadsiz lezzetlerin yanında; evlat okşayıp, koklamak gibi, en
güzel bir zevki de Allah ebeveynlere ikram eder. Buna göre, cennetin tenâsül
yeri olmadığını nazara alarak, orada evlat sevgisi ve okşamasının söz konusu
olamayacağını söyleyenlerin bu görüşleri doğru değildir." (Sözler, 689;
Mektûbat, 71).
Bediüzzaman'ın bu görüşü, Hz. Ali (ra) ve Hasan-ı Basrî'nin görüşlerine dayanır. (Kurtubî,
17/203)
Abdullah ibn Abbas diyor ki, "Dünyada var olan şeylerin, cennetteki varlıkları ile dünyadaki
varlıkları arasında bir isim benzerliğinden başka bir münasebeti yoktur." Buna göre,
cennetteki muzların dünya muzlarıyla yalnız isimde bir benzerlikleri olduğu gibi, cennetteki
gölgelerin dünya gölgeleri ile de sadece bir isim benzerliği vardır. Nasıl ki, naylondan yapılan
portakal ile gerçek portakalın ismi aynıdır. Bunun gibi, dünya nimetleri ile cennet
nimetlerinin ismi aynı olsa bile, her şeyi farklıdır.
Sonsuz bir hayatta, sırf dostlar için hazırlanmış bir mutluluk diyarındaki lezzetlerin derecesi,
her türlü tanımlamanın üstünde ve ötesindedir. Oradaki güzellikler -hadiste ifade edildiği
üzere“Ne bir göz görmüş, ne bir kulak işitmiş ve ne de bir kimsenin aklından,
hayalinden geçmiştir.” (bk. Buhari, Bed'ü'l-Halk 8; Müslim, Cennet 2)
Cennet çocuklarının bakımının yapılmasını ve onların hizmet etmelerini de aynı anlamda
değerlendirmek gerekir...
9
Rızk deyince maddi rızık olan yiyip içmek akla geliyor. Acaba
manevi rızk da var mı?
Rızık, Allah Teâlâ'nın bilhassa yaşayan mahlûkatına faydalanmalarını nasib ettiği her şeydir.
Rızık yalnız yenilip içilecek şeylerden ibaret değildir. Kendisinden faydalanılan herşeye rızık
denir.
Maddî rızık, her türlü yiyecek ve içecek, giyilecek ve kullanılacak eşya, para, mücevher, çolukçocuk, vücudun çalışma kudreti, bilgi, mal-mülk, servet vs. gibi şeylerdir.
Mânevî rızık ise, ruhun ve kalbin gıdası olan şeylerdir. Başta îman olmak üzere insanın
mânevî hayatına ait bütün duygular ve o duyguların ihtiyacı olan şeyler, hep mânevî rızıktır.
İnsan ve cin ruhlarının rızkları, saadete eriştiren bilgilerdir. Bu manevi rızıkların en şereflisi ve
temeli de marifetullah, yani Allah'ı bilmektir. Bundan sonra diğer iman esaslarına dair bilgiler,
Allah'a ibadet, kullarının haklarına riayet ve güzel ahlâkı tanıma bilgileri gelir. Bütün bunların
semeresi ebedî hayat saadetidir.
Ekmek, peynir, elbise, ayakkabı, saat, kalem, bilgisayar, iletişim araçları ve gözlük birer madd
î rızık oldukları gibi; Allah, peygamber ve din sevgisi, iman ve ibadet sevgisi de birer manevi
rızıktır. Vatan sevgisi, meslek sevgisi de şüphesiz manev î rızıklardan sayılır.
Kainatımızdaki renkler ve güzel kokular da manevi rızıklardandır. Allah bu nimetlerini fark
etmemizi istiyor. Mesela Rahman sûresinin 12. ayetinde yapraklı taneler ve hoş kokulu
bitkilerden; 76. ayetinde cennette yeşil yastıklar ve harikulade güzel döşeklerden
bahsedilmektedir. Özel mülkiyetimizde olmasa bile, dağlar, denizler, gökyüzü, yeryüzündeki
bahçeler, parklar ve ormanların manzaraları da duygulu ruhları doyuran manevi rızıklardır.
Tabir caiz görülürse, insanı bir sentez, Kur'an-ı Kerimi de bir sentez olarak düşünebiliriz.
İnsanın en ince, en küçük ihtiyaçları bile Kur'an-ı Kerim'le karşılanmaktadır. Kendimizin bile
fark edemediğimiz nice duygularımız, Kur'an-ı Kerim'le tatmin olmaktadırlar. Kur'an-ı
Kerim'in ısrarla kendisini okunmaya çağırması, Peygamberimiz (asv)'in bu yoldaki teşvikleri
işin önemini vurgulamaktadır.
Midemiz, rızık istediği gibi gözümüz, kulağımız da rızık istemektedirler. Yenilecek, içilecek,
lezzet alınacak şeyler, görülüp işitilecek şeyler de bunlara cevap vermek için yaratılmışlardır.
Mesela, insan ruhunun Kur'an-ı Kerim'in zevk verici sesine, insanın aklının, Kur'an-ı Kerim'de
akla hitap eden, düşünmeyle ilgili âyetlere ihtiyacı vardır. İlimle ilgili âyetler, insanın bilgi
ihtiyacını karşılamakta, insan ilişkileri ile ilgili âyetler ise, sosyal hayatın şekillenmesine yön
vermektedir. Kalp, ruh, hatta hayal de rızka muhtaçtır ve kendilerine münasip rızıkları
hazırlanmıştır.
10
Hz. Musa (as) neden Allah´la konuşmak istemiştir? Haşa,
Allah´ın varlığına inanmayıp tatmin olmak mı istemiştir?
Her iman sahibi insan, Rabbini görmek ve Onunla konuşmak arzu eder; bu imansızlıktan değil
imanın verdiği şevk ve arzudan kaynaklanır.
Bu hususu Hz. Musa (as) şöyle ifade etmiştir:
Cenâb-ı Hak, Hz. Musa (as)’ya ilk önce niçin kavminin işlerini iyice yola koymadan geldiğini
sordu. Hz. Musa da:
"Yâ Rabbi! Onlar benim yolumdadırlar. Ben şevk ve muhabbetimden, kelâm-ı İlâhîni
işitmeye şiddetli iştiyakımdan ve senin rızanı tahsil için acele ettim" dedi.
Cenâb-ı Hak ise, ona geride bıraktığı İsrailoğulları arasında fitne çıktığını, Samirî’nin onları
yoldan çıkardığını haber verdi.
Hz. MUSA’NIN RÜ’YET TALEBİ
Cenâb-ı Hak kendisiyle konuşma (tekellüm) lütfunda bulununca, Hz. Musa (as) bundan
cesaret alarak engin bir ruh haleti ve coşkun bir muhabbet içinde bütün cesaretini toplayıp
Cenâb-ı Hak’tan zat-ı ulûhiyetini görmek talebinde bulundu. Cenâb-ı Hak ona şöyle ferman
etti:
"Yâ Musa! Sen beni bu dünyada, dünya gözüyle kat’iyyen göremezsin. Buna gücün yetmez.
Fakat şu karşında duran dağa bak. Eğer o olduğu yerde durur, bir değişikliğe uğramazsa, o
zaman beni görebilirsin.”
Bunun üzerine Hz. Musa (as), başını çevirip söylenen dağa baktı. Cenâb-ı Hakk’ın azametinin
tecellisiyle dağın tuz buz olup dağıldığını gördü. Bu azametli tecelli karşısında, Hz. Musa (as)
düşüp bayıldı. Uzun süre kendinden geçmiş vaziyette kaldı. Sonra yavaş yavaş kendine geldi.
Beraberinde getirdiği levhalar yazılmış, yanı başında duruyordu. Bunun üzerine kulluk
edebine yakışmayan bir istekte bulunduğu endişesiyle Cenâb-ı Hakk’a şu niyazı yaptı:
"Yâ Rabbi! Seni bütün noksan sıfatlardan tenzih eder, sana sonsuz hamd ve şükrederek
tövbe ederim. Takatimin ve haddimin fevkinde bir şeyi senden istemekten dolayı
kusurumun afvını niyaz ederim. Ben iman edenlerin ilkiyim.”
Hz. Musa (as)’ın bu tövbe ve yakarışı üzerine, Cenâb-ı Hak: peygamber olarak göndermekle
O’nu insanlar üzerine seçtiğini, kendisine ihsan ettiği şeylerden başkasını istememesini ve
her haline şükredenlerden olmasını beyan buyurdu. Yine Hz. Musa (as)’a: Benî İsrail için
gerekli nasihat ve emirlerinden ibaret olan Tevrat-ı Şerif levhalarını ciddiyetle alıp kavmine,
en güzel şekilde tebliğ etmesini bildirdi.
(bk. Mehmet Dikmen, Peygamberler Tarihi)
İlave bilgi almak için tıklayınız:
İLME'L-YAKÎN...
11
Peygamberimiz Hz. Muhammed (asv), kendi
peygamberliğine nasıl inanmıştır? Allah onu
peygamberliğe nasıl hazırlamış, onu peygamber
olduğuna nasıl ikna etmiştir?
Arapça lisanı, ileride Kur’an’ın mucizeliğine ev sahipliği yapacak bir donanıma sahip kılındığı
gibi, Hz. Peygamber (a.s.m) de peygamber olmaya aday bir şahsiyette yaratılmıştır.
Peygamberlikten önce şahsıyla alakalı olarak meydana gelen ve irhasat denilen harika olaylar
da onun her zaman eşsiz bir insan olduğunu göstermektedir.
Bir incir ağacının çekirdeği, incir ağacının bütün özelliklerini ihtiva ettiği gibi, peygamberlik
tuba-i cennet ağacının bir çekirdeği hükmündeki Hz. Muhammed (a.s.m)’in şahsiyeti de her
zaman peygamberlik nuruyla dopdolu yaşamıştır. Adı bile onun eşsiz şahsiyetinin simgesi ve
göstergesidir.
Hz. Peygamber (asv)'in peygamberliğe hazırlanmasının uzun bir süreç aldığını söyleyebiliriz.
Bu sürecin tamamını bilmemiz söz konusu değildir. Fakat, bazı olaylardan hareketle bu süreci
birkaç madde halinde açıklamakta fayda olduğunu düşünüyoruz.
a. Doğumu esnasında meydana gelen olaylar
Mesela, Hz. Peygamber (asv)'in doğum gecesinde, hem annesi, hem annesinin yanında
bulunan Osman b. Âs'ın annesi, hem Abdurrahman b. Avf'ın annesi üçü de demişler:
"Hz. Muhammed’in doğumu ânında biz öyle bir nur gördük ki, o nur hem
doğuyu hem batıyı bize aydınlattırdı."(1)
Bazı sahabîler, “Yâ Resulallah! Bize (Peygamberliğinizle alakalı) kendinizden bahseder
misiniz?” diye sordular. Şu cevabı verdi:
“Ben babam İbrahim’in duası, İsa’nın müjdesiyim. Bir de annem bana
hamile iken kendisinden çıkıp Busra’yı / Şam bölgesini aydınlatan bir nur
görmüştü.”(Hâkim, 2/600). Diğer bir rivayette hamilelik yerine doğum söz
konusu edilmiştir: ”… annem beni doğururken kendisinden çıkıp Busra’yı /
Şam bölgesini aydınlatan bir nur görmüştü.”(Ahmed b. Hanbel, 4/127).
İşte Hz. Muhammed (asv)’in daha sonra, gerek hamilelik gerekse doğumu esnasında
görülmüş olan bu “Nur” olayından haberdar olduğu anlaşılmaktadır. Kendisiyle alakalı bu
harikulade olayın varlığı onun için bir ön mukaddime olduğunda şüphe yoktur.
b. Hz. İbrahim (as)’e bağlılığı
Fetret devrinde tevhit inancına sahip, putlardan nefret eden ve Hanif denilen bazı kimseler
gibi, Hz. Muhammed (asv)’in de Hz. İbrahim (as)’in dinine bağlı olarak tevhit inancına sahip
olduğu bilinmektedir. Bu inanç, hem Allah’ın varlığı ve birliğine, hem de peygamberlik
kurumunun varlığına iman anlamına geliyordu. Bu ise, peygamberlik realitesini kabul etmeyi
12
kolaylaştıran bir faktördür.
c. Başında bulut ve ağaçların şemsiye görevini yapması
Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, küçüklüğünde Halime-i Sa'diye'nin yanında iken,
Halime ve kocasının şehadetiyle, güneşten rahatsız olmamak için, çok defa üstünde bir bulut
parçasının ona gölge ettiğini görmüşler ve halka söylemişler ve o vakıa sıhhatle şöhret
bulmuştu.(İbn Sad, et-Tabakat, 1/152; Kadı Iyaz, eş-Şifa, 1/322).
Keza, Hz. Muhammed (asv) Şam tarafına on iki yaşında iken gittiği vakit, Râhip Bahîra’nın
şehadetiyle, bir parça bulut Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın başına gölge ettiğini
görmüş ve göstermişti.(Tirmizî, Menakıb,3; Hâkim, 2/615).
Yine bi'setten evvel, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, bir defa Hatice-i Kübrânın
Meysere ismindeki hizmetkârıyla ticaret yolculuğundan geri geldiği zaman, Hatice-i Kübrâ
(r.anha), Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın başında iki meleğin bulut tarzında gölge
ettiklerini görmüş, kendi hizmetkârı olan Meysere'ye de bunu söylemişti. Bunun üzerine
Meysere, Hatice-i Kübrâya demiş: "Bütün seferimizde / yolculuk boyunca ben de öyle
görüyordum.” demişti (Beyhakî, Delailu’n-nübüvve, 2/67).
Nakl-i sahihle sabittir ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, bi'setten evvel bir ağacın
altında oturdu. O yer kuru idi, birden yeşillendi. Ağacın dalları, onun başı üzerine eğilip
kıvrılarak gölge yapmıştı.(Kadı Iyaz, eş-Şifa, 1/322).
d. Taşın selam vermesi
Hz. Câbir’den nakledildiğine göre, Resûlüllah (s.a.m) şöyle buyurmuştu:
“Ben Mekke'de bir taş bilirim. Peygamber olarak gönderilmezden önce bana
selâm veriyordu. Ben onu şimdi (de) pek âlâ biliyorum.”(Müslim, Fezail,2;
Tirmizî, Menakıb,3).
Hz. Peygamber (asv)'in bizzat başından geçen ve defalarca tekrar eden bu olaylardan
haberdar olmaması imkânsızdır. İşte bu harikulade olaylar da onun için peygamberlik
görevine bir hazırlık safhasını teşkil etmiştir.
e. Rüyay-ı sâdıka
Hz. Âişe (r.anha)'nin belirttiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.m)'e gelen ilk vahiy, rüya şeklinde
tezahür etmiştir. Hz. Peygamber (s.a.m)'in gördüğü rüyalar, sabahın aydınlığı gibi ortaya
çıkardı. (Buhârî, Bed'ü'l-vahy, 3.)
Bu altı aylık süreçte Hz. Peygamber (asv)'in bir nevi ilham olan rüyadaki gerçekler gösterilmiş
ve bu rüyaların olduğu gibi çıkmasıyla da kendisi vahiy olgusuyla bir derece tanıştırılmıştır.
f. Allah aşkı ve Kulluk Sevgisi
Mü'minlerin annesi Hz. Âişe (r.anha) anlatıyor:
13
"Rasûlullah'ın ilk vahy başlangıcı uykuda doğru rüyâ görmekle olmuştur.
Hiç bir rüyâ görmezdi ki sabah aydınlığı gibi açık seçik zuhur etmesin.
Ondan sonra kalbine yalnızlık sevgisi bırakıldı. Artık Hırâ Dağı'ndaki
mağara içinde yalnızlığa çekilip, orada –tekrar azık almak için ailesinin
yanına dönünceye kadar- sayılı gecelerde kalıp ibadet ederdi. Sonra yine
Hatîce'nin yanına dönüp, bir o kadar zaman için yine azık tedârik ederdi.
Nihayet Rasûlullah (asv)'a bir gün Hırâ mağarasında bulunduğu sırada Hak
(vahiy) geldi.”(Buharî, Bedu’l-Vahy,3).
Bu safha, Hz. Peygamber (asv)'in bir inkılab-ı ruhî neticesinde tamamen ilahî aşk ile tevhit
inancı çerçevesinde kulluk etmiş ve Rabbiyle baş başa kalmayı tercih etmişti. Bu durum, onun
artık Allah’ın mesajına muhatap olacağının son sinyali idi.
g. Varaka b. Nevfel’in tasdiki
Peygamberimiz (a.s.m) vahiyle ilk karşılaştığında bir insan olarak telaş göstermiş ve
durumunu validemiz Hz. Hatice (r.anha)’ye açmıştı. O da vakit kaybetmeden Efendimizi (asv)
Nevfel b. Varaka’ya götürmüştü. Bu zatın seçilmesi, Hz. Hatice (r.anha)’nin yakını olması
yanında, yaşlı, ağırbaşlı, o ümmî toplumda okuma-yazması olan bilge bir kimse olması, Tevrat
ve İncil’i okuyan kültürlü bir şahsiyet olmasındandır. Onun bu kimliği gizemli olan hadiseleri
yorumlamasına imkân veriyordu. Nitekim, Varaka b. Nevfel’in yanına girmenin çok isabetli
olduğu hemen anlaşılmıştır. O bu hadisenin “bir nübüvvet olduğu, görülen o gaybî şahsın da
Namus-u ekber Cebrail olduğunu” tereddütsüz olarak söylemişti. Bu olayda Hz. Peygamber
(asv)'in peygamberliğinin tasdik edilmesi yanında bu şok etkisini hafifletmek, bu beşerî
telaşını izale etmek ve endişelerini gidermeye yöneliktir. Bu olaydan sonra Efendimiz (asv)'in
çok daha tatmin olduğu anlaşılmaktadır.
h. Hads-i Sadık
Allah peygamberine vahiy gönderdiği gibi, kendisine gelenin vahiy olduğuna dair kanaatini
pekiştirmek için de kalbini tereddütsüz tatmin eden bir hads-i sadık, bir kesin bilgiyi de
kendisine lutfetmiştir. Bu kesin bilgiyle vahyin kesinliği, kesin bir kanaat olarak kalbine, aklına
ve diğer hissiyatına yerleştirilmiştir.
(1) Beyhakî, Delailu’n-nübüvve, 1/80-92; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1/321; Ebu Nuaym, Delailu’nnübüvve,1/135-136; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1/750
14
Craig Venter Enstitüsü’nden bilim adamlarının laboratuvar
ortamında ürettikleri ilk yapay bakteri DNA´sı ve bunun
Mycoplasma türünden bir bakteri hücresine naklinin
yoktan var etmeyle bir ilgisi var mı?
Önce meydana gelen olayın tanımını yapalım. Craig Venter ve ekibi, dizilimini değiştirdiği
bir DNA’yı bir bakteriye enjekte etmiş, bakteri de bu dizilimi hücre şeklinde sentezlemiştir.
Aslında bu teknik eskiden beri uygulanmaktadır. Ancak, onlar bu tekniği biraz daha ileriye
götürmüşlerdir.
Virüsler, bakterilerden de küçük varlıklardır. Bunların bazıları bakteri hücreleri içinde
yaşayabilirler. Bakterilerde yaşayan virüslere özel bir ad verilir ve faj olarak adlandırılır. Bir
bakteri hücresine tutunan fajın, genetik yapısını teşkil eden tek dizilimli DNA’sı bakteri
hücresine geçer. Faj DNA’larının bakterinin içine girmesinden sonra bakteri biyosentez
mekanizması, fajın çoğalmasının hizmetine girer. Bundan sonra bakterinin kendi kromozomu
ve dolayısıyla DNA’sı imha edilir. Bakterinin bütün biyosentez mekanizmasının fajın emrine
girmesi çok önemli bir olaydır.
Gen teknolojisinde bu sistemden istifade edilir. Yani bakteri mekanizmasını, dışarıdan
gönderdiğiniz bir DNA dizisiyle yönlendirebilmeniz fevkalade önemlidir.
Bu olaydan uzun zamandan beri faydalanılmaktadır. İnsülün gibi bazı maddelerin genetik
yapıları bakteriye enjekte edilerek, bu ürünün sentezi sağlanmakta idi. Şimdi Venter ekibi,
her hangi bir virüsün DNA’sının bazı bölgelerindeki dizilimleri kesip, yeni eklemeler
yaparak, yeni dizilimli bir DNA elde ettiler. Bu yeni dizilimli DNA, bir bakteriye enjekte
edilince, bakterinin genetik yapısı imha edilerek bu yeni DNA sentezleniyor. Hâsıl olan bu
DNA’lar etrafında faj örtüsü teşekkül edince bakteri hücresi parçalanarak içerisinden fajlar,
yani virüsler ortaya çıkıyor. Böylece yeni genetik dizilimli virüsler elde edilmiş oluyor.
Bu yeni bir canlı yaratma mıdır?
Yeni bir canlı yaratma değil, yeni bir canlıyı kopyalamadır. Craig Venter’in yaptığı bu
çalışmayı bir bakıma aşılamaya benzetebiliriz. Siz bir şeftali ağacı üzerine eriği
aşılayabilirsiniz. Böylece şeftali ağacından erik elde etmiş olursunuz. Bunun bir başka benzer
şekli, kabak fidesi üzerine karpuz aşılayıp, tabanı kabak olan bitkiden karpuz elde etmedir.
Venter ve ekibinin yaptığı da, bitkilerdeki aşılamanın biraz daha hassas şekli olup, molekül
seviyesinde bir aşılama olarak değerlendirilebilir.
Bizim bütün yaptıklarımız, farklı bir canlının veya meyvenin meydana gelmesine ortam
hazırlamış olmamızdır. Bunlar yaratma değildir. Mevcut elementlerden veya malzemelerden
bir eser yapmadır. Yaratma Allah’a hastır. Bir canlıyı yaratmak için, onun bütün
hücrelerinde görülen büyüme, gelişme ve farklılaşma kanunlarına söz dinletip, atom ve
molekülleri ona göre şekillendirmemiz gerekir. Daha önemlisi, elementlerde bulunmayan
canlılık veya hayat özelliğini de yapmamız icap eder.
Kâinatta her şey Allah’ın ilim ve iradesi altındadır. Biz bilimsel çalışmalarla O’nun evrene
15
koyduğu kanun ve prensiplerini açıklamaya ve anlamaya gayret ediyoruz. Bu âlemde
yaptığımız çalışmalarla molekül ve atom seviyesinde ne kadar ince ayrıntıya girsek, elde
edeceğimiz bilgiler, O’nun ilim ve kudretini anlamaya ve bilmeye bir basamak olmalıdır.
Çünkü, Allah’ın eseri ve sanatı olan bu kâinat kitabı, O’nu tanıttırmaktadır.
Yoksa, Allah’ın ilim ve kudretinin yanında küçücük ilmiyle elde ettiği bir takım sonuçlara
dayanarak, Allah’ı devreden çıkararak İlahlık dava eder gibi; “Ben yarattım” şeklindeki bir
yaklaşım, Allah’ı hakkıyla bilip tanıyamayan cahillerin işidir.
Allah, bilim adamlarını böyle cahiller olmaktan korusun, âmin.
16
Fetih Suresinin 27. ayeti, gelecekten haber veren bir ayet
midir?
Fetih Suresi, 27. ayetin meali:
"Andolsun, Allah, Peygamberinin rüyasını doğru çıkardı. Allah dilerse, siz
güven içinde başlarınızı kazıtmış veya saçlarınızı kısaltmış olarak,
korkmadan Mescid-i Haram’a gireceksiniz. Allah, sizin bilmediğinizi bildi ve
size bundan başka yakın bir fetih daha verdi."
Hz. Peygamber (s.a.s.)'in Hudeybiye andlaşmasından önce gördüğü rûya ele alınarak
Peygamber (asv)'in bu rûyasının gerçek çıkacağı bildirilmiştir.
Rivayet tefsirlerinin ve siyer kitaplarının ortaklaşa verdikleri bilgiye göre Peygamberimiz
(asv) Hudeybiye'ye gelmeden önce veya burada iken rüyasında Mekke'ye girdiklerini ve
burada tıraş olduklarını görmüş, bunu da ashabına anlatmıştı. Rüyayı işitenler hemen bu
sefer de Mekke'ye gireceklerini ve umre yapıp tıraş olacaklarını zannettiler, rüyayı böyle
yorumladılar.
Olaylar farklı gelişip barış ve antlaşma yaparak geri dönme kararı verilince, münafıklar rüya
olayını kullanarak kafaları karıştırmak üzere harekete geçtiler; bazı müminlerin de kafalarında
tereddütler oluştu. Hz. Peygamber (asv)'e gelip durumu sordular; o da "Ben bu yıl olacak demedim, rüyada da bu yıl olacağını görmedim." dedi. Hz. Ebû Bekir (ra) de aynı şeyi söyledi.
Heyecan yatıştıktan sonra gelen bu âyet, bir yandan Hz. Peygamber (asv)'i tasdik etmekte,
diğer yandan da yakında gerçekleşecek bir fethin müjdesini vermektedir. Bu fetih için Hayber
fethi diyenler çoğunlukta olmakla beraber, Hudeybiye veya Mekke fethi şeklinde açıklayanlar
da olmuştur. (Müsned, IV, 328-331; İbn Kesîr, VI, 337 vd.; Kurtubî, XVI, 276 vd.)
(bk. Diyanet Tefsiri, Kuran Yolu)
17
"Benim adım güneşin doğup battığı her yere
gidecektir/ulaşacaktır." anlamına gelen bir hadis var
mıdır? Varsa asıl anlamak gerekir, ne zaman olacaktır?
Hz. Sevban’dan rivayet edildiğine göre, Resulullah (a.s.m) şöyle buyurdu:
“Allah / Rabbim yeryüzünü benim için -her tarafı görünür şekilde- dürüp
topladı. Onun hem doğu taraflarını hem batı taraflarını gördüm. Muhakkak
ki, benim ümmetimin mülkü / hükümranlığı bana dürülüp toplanan
(gösterilen) yerlere kadar ulaşır.”(Müslim, Fiten, 19; Ebu Davud, Fiten,1;
Tirmizî, Fiten,14)
Bu hâdîs-i şerif, Rasûlullah (asv)'ın peygamberliğine şahitlik eden mucizeler kabilindendir.
Çünkü Hz. Peygamber (a.s.m), ileriye matuf bir takım haberler vermiş ve bu haberler aynı ile
tahakkuk etmiştir. Gerçekten İslâmiyet tüm dünyaya yayılmış ve bu yayılma genelde doğubatı istikametinde olmuştur.
Müslümanlar zenginleşmişler, ganimetler elde etmişlerdir. Hicaz bölgesinin doğusunda
bulunan Sasanî devleti ve başında bulunan Kîsrası'nın gümüşleri Müslümanların eline
geçmiştir.
Özellikle Hz. Osman (ra) döneminde İslam fütuhatı hız kazanmış, Batıda Atlas okyanusuna
kadar uzanmış, Endülüs, Kirvan, Sebte gibi yerler İslam’ın hükümranlığına teslim olmuştur.
Doğu tarafında da bu fetihler, Uzak Doğu'ya, Çin bölgesine kadar yayılmıştır. Irak, Horasan
gibi diğer doğu ülkeleri de bu fetihlerin halkalarına eklenmiştir.(bk. Nebhanî, Huccetullahi
ala’l-âlemîn, s.526-27).
“Allah, içinizden iman edip makbul ve güzel işler işleyenlere kesin olarak
vaad buyurur ki: Daha önce (ki ümmetlerde) müminleri dünyada hakim
kıldığı gibi kendilerini de hakim kılacak, kendileri için beğenip seçtiği İslâm
dinini tatbik etme gücü verecek ve yaşadıkları korkulu dönemin arkasından,
kendilerini tam bir güvene erdirecektir. Çünkü onlar, yalnız bana ibadet
edip hiçbir şeyi bana şerik yapmazlar. Artık bundan sonra kim küfrana
saparsa, işte onlar yoldan çıkıp Allah’a karşı gelmiş olurlar.”(Nur, 24/55)
mealindeki ayette de İslam’ın bu hâkimiyetine ve cihan-şümul hükümranlığına işaret
edilmiştir.
Kim bilir, belki de yakın bir gelecekte -dünya çapında- yeniden Kur’an’ın manevî hâkimiyeti
söz konusu olacak ve “Şu istikbal inkılabatı içerisinde en gür ve en yüksek seda, İslam’ın ve
Kur’an’ın sedası olacak” şeklindeki Bedîâne müjde tahakkuk edecektir.
18
Hz. Musa (as)'ın daha önce birini öldürdükten sonra “Ben
peygamberim” diyerek geri dönmesi, o günün
şartlarında inanılabilir bir şey miydi?
Önce şunu diyebiliriz ki, Hz. Musa (as)’ın -yanlışlıkla- adam öldürme olayını çok az kimse
biliyordu. Çünkü, o günkü iletişim şartlarını düşündüğümüzde, bu tür olaylarla yakın ilgisi
olanlar, bir de yetkililer dışında pek fazla kimselerin duyması söz konu olamaz.
“Derken, şehrin öte başından bir adam koşarak geldi ve dedi ki: “Ne
yapıyorsun Mûsa? Yetkililer idam istemi ile senin hakkında karar vermek
üzere toplantı halindeler. Beni dinlersen derhal şehri terk et! Ben, hakikaten
senin iyiliğini isteyen biriyim!”(Kasas, 28/20)
mealindeki ayetin ifadesinden de bunu anlamak mümkündür.
Hz. Musa (as), soydaşı bir Yahudî yüzünden olaya karışmış ve Kıptî adama yumruk atarken
kazara öldürmüştü. Hz. Musa (as), Yahudîlere gönderilmiş bir peygamber olduğuna göre,
kendilerini savunma adına -kazara- adam öldürmesini fazla abartmadıkları anlaşılmaktadır.
Çünkü, insanlar genellikle kendi lehlerine olan olayları -çirkin de olsa- öyle kötü görmezler.
“Bizim takımımızdandır” der taraftar olurlar. Meşhur “Rıza / hoş görü gözü kördür, kusurları
görmez” manasındaki şiirde bu gerçeğe işaret edilmiştir.
Yahudilerin, kendilerini Firavun ve taraftarlarının zulmünden kurtarmaya gelen Hz. Musa
(as)’ın bir değil, bin kusurunu görmezlikten gelmeleri, normal ve insanların doğasına uygun
bir davranıştır.
Özellikle Hz. Musa (as)’ın elinde ortaya çıkan “Asa ile beyaz eli/yed-i beyzası”, geçmişin
bütün kusurlarını örtecek kadar parlak birer mucizedir.
Şu var ki, değişik sebeplerden ötürü inkârcılığı menfaatlerine daha uygun görenler, bu tür
mucizelere “sihir” kılıfını uydurup halkı aldatmaktan çekinmemişlerdir. Nitekim, bizzat
sahnede insanları büyüleyen sihir üstatları Asa-yı Musa’nın bir mucize olduğunu kabul
etmelerine rağmen (A'râf, 7/115-122), Firavun ve taraftarları da aynı teraneye baş vurmuş ve
bunun bir sihir olduğunu iddia etmişlerdir.
İlave bilgi için tıklayınız:
Hz. Musa (as)'ın hayatı hakkında bilgi verir misiniz?
19
Hz. Muhammed (asv)’e, peygamber olmadan önce verilen
“el Emin” unvanının sadece emanetçiler için kullanıldığı
iddiası doğru mudur?
Bu iddia tamamen uydurmadan ibarettir.
Emin olmakla emanetin kendisine teslim edildiği emanetçi arasındaki ilişki, eminlik
noktasıdır. Emin olmayan kimseye kim mallarını emanet eder?
Hz. Peygamber (a.s.m)’in resmî olarak halk arasında “emanetçi” şeklindeki bir unvanı hiç
olmamıştır. Çünkü "emin" kelimesi emanetçiden ziyade "emânete riâyet eden kimse"
demektir.
Mekke’de bazı kimseler bir kısım değerli mallarını -çalınmasın veya gasp edilmesin diyetoplumda en emin gördükleri Hz. Muhammed (asv)’e teslim etmişlerdi. Nitekim,
Peygamberimiz (asv), hicrete mecbur olduğu zaman Hz. Ali (ra)’yi -kendisini öldürmek isteyen
canilerin de içinde bulunduğu- insanların bu emanetlerini kendilerine teslim etmekle
görevlendirmişti.
Şunu iyi biliyoruz ki, her emanetçi emin olmadığı gibi, her emin de emanetçi değildir. Bunu
böyle yakıştırmak isteyenler, Hz. Peygamber (asv)'in güvenirliğini hazmetmeyenlerdir.
"el-Emin", "E-Mi-Ne" fiilinden ism-i fâildir. "E-Mi-Ne"; korkusuz ve âsude olmak, "el-Emin"
ise "koruma muhâfızı, bir şeyi koruyan, güvenilen, itimatlı adam, hâin olmayan"
anlamındadır.
"Emin, mümin ve emânet" kelimelerinin kendinden türediği "EMN", her türlü korku ve
şüpheden uzak olmak, bütünüyle mutmain bulunmak, itimat edilen kimse demektir. (Râğıb
el-İsfahânı, el-Müfredât fi Garibi'l-Kur'ân, EMN maddesi)
Eminlik vasfı, bütün peygamberlerin olmazsa olmaz şartıdır. Bu yüzdendir ki, Kur’an’da adı
geçen bir çok peygamber “emin” vasfıyla anılmıştır.(bk. Yusuf Suresi:54; Şuara Suresi:
107,125, 143, 162, 178; Duhan suresi:17-18). Şimdi bu ayetlerde “emin” olarak
vasıflandırılan bütün bu peygamberlerin bulundukları toplumda “emanetçi” olduklarını
söyleyebilir miyiz?
Güzel bir inceliktir ki, Şuara suresinde adı geçen yerlerde söz konusu edilen peygamberler
“emin” vasfıyla anıldığı halde, Hz. Peygamber (asv) için, meal olarak;
“Bu Kur’an, Rabbu’l-âlemin olan Allah’ın indirdiği bir kitaptır.
Uyarıcılardan olasın diye, onu Ruhu’l-Emîn (Cebrail) senin kalbine
indirmiştir.”(Şuara, 26/192-194)
ifadesine yer verilmiştir. Yani, burada Hz. Muhammed (asv)’in eminliğinden değil, ona vahiy
getiren meleğin eminliğinden bahsedilmiştir. Bu ifadeden şu işareti anlamak mümkündür:
“Hz. Muhammed, içinde bulunduğu toplumda zaten “Muhammedu’l-Emîn” olarak
biliniyordu. Onun için o vasfını bir daha vurgulamaya gerek yoktur. Önemli olan kendisine
20
vahiy getirenin de onun gibi emin olduğuna dikkat çekmektir.”
Bütün siyer, hadis ve tarih kaynakları şu hususta ittifak etmişlerdir ki; Hz. Muhammed (a.s.m)
bir beşer olarak dünyaya gelmiş ve içinde bulunduğu topluma onun bir üyesi olarak
katılmıştı. Fakat, o günkü cemiyette insanlar babalarından, dedelerinden miras aldıkları
hareket ve davranış kalıplarını uygulamakta, onların değerlerini paylaşmakta ve yaşamakta
son derece kararlıydılar. Bunların kendilerinden sonra evlatlarına intikali için de tavizsiz bir
tutum içindeydiler. Bütün bunlara rağmen, bu insanlar kendi hareket ve davranışlarını kabul
etmeyen, değerlerini paylaşmayan, aksine cemiyete yeni değerler teklif eden Hz.
Muhammed (sav)’i “emin” sıfatı ile tavsif ediyorlar, O'na “Muhammedü’l-Emin” diyorlardı.
Evet, Hz. Muhammed (sav) babasından yetim, anasından öksüz kalmıştı. Arkasında hiçbir
otorite yoktu. Yine de cemiyet ona sonsuz güveniyor ve kendisine “emin” diyordu.
21
“Münafıklar, şeytanları ile baş başa kaldıklarında, biz sizinle
beraberiz, biz onlarla (müminlerle) sadece alay ediyoruz,
derler.” (Bakara, 2/14) ayetine göre, münafıklar
şeytanlarla mı konuşuyorlar?
Ayetin meali şöyledir:
“İman edenlerle karşılaşınca 'inandık" derler, şeytanlarıyla baş başa
kaldıklarında ise "Biz sizinleyiz, biz yalnızca alay etmekteyiz" derler.” (Bakara,
2/14)
Münafıklar durumlarını gizlediklerini ve müminleri aldattıklarını zannederek, işlerini
yürütürken ve bunda başarılı olduklarını düşünerek kendi aralarında müminleri alay konusu
edinirken, Allah her şeyi bildiği ve Hz. Peygamber (asv)'e durumu bildirdiği için -yaptıkları,
gizli kameradan ekrana aktarılan kimseler gibi- kendilerini alay konusu haline
getirmektedirler.
İkiyüzlülüğün dünyadaki cezası bununla da kalmamakta; kendilerini akıllı, iman edenleri de
akılsız ve ahmak sananlar, kendilerine emanet edilen hayat, akıl ve irade sermayesiyle
hidayet yerine sapkınlığı aldıkları için, hayat ticaretini de iflasla kapatmaktadırlar.
İnsanoğlunun hayat çizgisini belirleyen âmiller yalnızca onun kendi akıl ve iradesi, kendi
çabasıyla elde ettiği bilgiler değildir; bunların ve daha başka âmillerin yanında eğitim
çevresinin, rahman veya şeytandan gelen yönlendirici etkilerin önemli tesirleri vardır.
Şeytanın cin türünden yardımcıları olduğu gibi, insanlar arasından edindiği iş birlikçileri de
vardır. İşte, bu âyet "Şeytanlarıyla baş başa kaldıklarında..." diyerek, bu saptırıcı etkiye
işaret etmekte ve insanları, kimlerle beraber olduklarına, kimlerin tesiri altında kaldıklarına
dikkat etmeleri konusunda uyarmaktadır. (bk. Kur'an Yolu, Heyet, ilgili ayetin tefsiri)
Beydavi’de geçen bir rivayete göre, münafıkların reisi İbnu Übey ve yandaşlarının önlerine
sahabeden bir grup çıktı. İbnu Übey, arkadaşlarına dedi: “Bakın, bu sefih insanları sizden nasıl
çevireceğim?”
Ardından Hz. Ebu Bekr (ra)'in elini tutup şöyle dedi: “Merhaba ey Teym oğullarının efendisi,
şeyhül-İslâm, Rasulullahın hicrette mağara arkadaşı, canını ve malını Allah Rasulü için feda
eden zat!”
Sonra Hz. Ömer (ra)’in elini tutup şöyle dedi: “Merhaba ey Adiy oğullarının efendisi, hak ile
batılı ayıran, dininde kuvvetli, nefis ve malını Allah Rasulü için feda eden zat!”
Daha sonra Hz. Ali (ra)’in elini tutup şöyle dedi: “Merhaba ey Peygamberin amca oğlu ve
damadı, Rasulullah müstesna Haşim oğullarının efendisi.”
İşte bu ayet, bu olaydan sonra nazil oldu.
22
Halvet, biriyle baş başa kalmaktır. Ayette, ifade edilen şeytanlar, hakkı kabul etmemekte
şeytan gibi direnen kimselerdir. Bunlar, inkarlarını gizlemeyip açıkça ilan
edenlerdendir. “Şeytanlarıyla...” şeklinde izafetle gelmesi, inkarda ortak olmalarından
dolayıdır.
Veya bu şeytanlardan maksat, münafıkların reisleridir. Onların yanında “Biz gerçekten sizinle
beraberiz...” diyenler ise, onlara uyanlardır.
Şeytan, Ş-T-N kökünden gelir ve uzaklığı ifade eder. Şeytan da, salah halinden uzak kalmıştır.
“Şeytanlaştı” anlamındaki fiil de aynı kökten türetilmiştir.
Bu münafıklar, küfrün önderlerine vardıklarında ise, “Din ve itikatta biz gerçekten
sizinleyiz...” derler.
Münafıklar, müminlerle karşılaştıklarında fiil cümlesiyle “Amenna / iman ettik” dediler.
Şeytanlarına vardıklarında ise, te’kidli bir şekilde isim cümlesi kullanarak “Biz gerçekten
sizinle beraberiz” dediler. Çünkü onlar birinci durumda imana girdikleri iddiasında
bulundular, ikinci durumda ise, bulundukları hâl üzere sebatlarını murat ettiler.
Öte yandan, müminlere olan hitaplarında, kendilerini buna sevkeden bir inanç, doğru bir
rağbet, imanla müminlere karşı mükemmellik iddiasına revac verecek bir beklentileri yoktu.
Ama, kendi reislerine hitap ederken kendi gerçek hallerini beyan ediyor, şevkle
anlatıyorlardı: “Biz (onlarla) ancak alay eden kimseleriz.” Bu ifade, öncesini te’kiddir. Çünkü
bir şeyi küçük görüp onunla alay eden kimse, onun hilafında ısrarcıdır.
Veya bu ifade, önceki cümleden bedeldir. Çünkü İslamı küçük gören kimse, küfrü büyük kabul
etmektedir.
Veya, yeni bir cümledir, mukadder bir suale cevaptır. Sanki onların şeytanlaşmış reisleri,
onların “Biz gerçekten sizinle beraberiz.” ifadelerinden sonra şöyle sordu: “Eğer bu
doğruysa, öyleyse niye mü’minlerle beraber oluyorsunuz, “iman ettik” deyip iman davasında
bulunuyorsunuz?” Onlar da “Biz (onlarla) sadece alay eden kimseleriz” diye cevap verdi. (bk.
Beydavi, ilgili ayetin tefsiri)
İnsan, bir anlaşma ile bağlı olduğu için olmasa da, ilâhî takdir gereği dünyaya geldiği için
topluluğun bir parçasını teşkil eder. Fakat asıl konu, o kişinin bağlı bulunduğu toplum
arasında -onlardan biri olmak bilinci içinde- yerini tayin edip bulabilmesidir. İşte münafıklar
bu muhit ve bu şuurdan mahrumdurlar.
Şunu da ilâve edelim ki, her insanda bir takım ihtiyaçları aşırı derecede tatmin etme
temayülü doğuştan mevcuttur. Meselâ, cinsel istek, gıda, emniyet, istirahat ve hürriyet gibi
ihtiyaçlarını kayıtsız denecek derecede yerine getirmek İster. İlâhî nizam ise, bu ihtiyaçları
insana faydalı olacak şekilde sınırlar ve kayıtlar. Buna karşı insan ruhunda, diğer bir tabirle
"insan nefsinde" bir isyan başlar. Bu yoldaki isyan, din ve ahlâkın sihirli (yani rahmet) elleriyle
bastırılmazsa, ya küfre, ya da münafıklığa sebep olur. İşte kitap ve peygamberlerin
gönderilmesi, insan ruhundan veya nefsinden yükselen bu isyanı durdurmak ve kişiyi
toplumun kopmaz bir parçası, bütünleyici bir cüzü haline sokmak, ilâhî sünnete uygun bir
hayat düzeni kurmak ve nihayet insanı ebedî saadet yurduna salimen ulaştırmak içindir.
23
Fakat bu hayatı en mükemmel şekilde organize edip düzene sokan İslâm dinine, maddî
menfaatleri, mevki ve şöhretleri, nefsî istekleri zarar görenler, dün olduğu gibi bugün de
şiddetle karşı çıkmışlardır. Mekke müşriklerinden, Medine Yahudîlerinden tutun da
günümüzün aynı özelliği taşıyanlarına ve bunların kuklaları olan ilimsiz ve irfansız münafıklara
kadar kimler ve kimler... Ama bunların en tehlikelisi, Müslümanlar arasında Müslüman
geçinen münafıklardır.
Ancak Allah şöyle buyuruyor:
"... Tövbe edip durumlarını (düşünce ve davranışlarını) düzeltip Allah'a
sarılanlar ve dinlerini gösterişten uzak, Allah için katıksız ve saf tutanlar
müstesna... İşte bunlar mü'minlerle beraberdirler, mü'minlere ise Allah
büyük mükâfat verecektir."(bk. Nisa, 4/145-146)
24
Allah, Kur’an’ı koruyacağına dair verdiği sözü, İslam’ın ikinci
temel kaynağı hadisler için niçin vermemiştir? Bize
ulaşan hadis kitaplarının içindeki hadislerin tamamı, hiç
şüphesiz peygamberimizin sözüdür diyebiliyor muyuz?
"Kur an´ı kesinlikle biz indirdik; elbette onu yine biz koruyacağız."(Hicr,
15/9)
Kur’an’ın Allah’ın kesin korumasına alınması, onun mucizeliğinin bir parıltısıdır. Hz.
Peygamber (asv)'in sözlerinin bile bu değerde görülmemesi, Kur’an’ın ilahî kimliğinin bir diğer
nişanesidir. Kaldı ki, Hz. Peygamber (asv) Kur’an’ı yazdırıp korumaya aldığı halde, kendi
sözlerini buna dahil etmemiştir. Aksine ilk zamanlarda -Kur’an’ın bazı kelime veya ifadeleriyle
karıştırılır diye- hadislerin yazılmasına bile müsaade etmemiştir.
Ayrıca, hadislere benzer ifadeler eklemek, hadis olmayan sözleri hadis gibi göstermenin
mümkün olduğunu, onlarca uydurma rivayetlerin varlığından anlıyoruz. Hadisler, Kur’an’dan
sonra en beliğ ifadeleri barındıran kaynaklar olmakla beraber, yine de mucize şeklinde bir
ayrıcalığı yoktur. Mucizelik vasfı sadece Kur’an’a mahsustur. Mucize olmayan hadislerin
ifadelerini, birer mucize olan Kur’an’ın ifadeleri ile aynı kefeye koymak, ne adalet ne de
hikmet açısından uygundur.
Özetle, Hz. Muhammed (asv)’in elinde zuhur eden iki kaynaktan biri olan Kur’an’ın koruma
altına alınması, özel bir gayretle yazılıp kayıt altına alınması, milyonlarca hafızlar tarafından
ezberleme geleneğine sahip olması ve sağlam bir yolla bize kadar ulaştırılması, bunun
yanında ikinci kaynak durumundaki hadisler için bunların söz konusu olmaması, Kur’an’ın
Allah’ın kelamı olduğunun açık göstergesidir... Bu mucizeliğin parlak bir şekilde görünmesi
için, ona herhangi bir rakip, bir alternatifin olmamasını gerektirir. Bu da hadislerin Kur’an’da
farklı bir konumda olmasını icap ettirir...
Bununla beraber, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (asv)'in hayatı ve Kur'an'ın canlı
tefisiri demek olan hadisler ve sünnet, onun ashabı başta olmak üzere Ümmeti tarafından
korunmuştur. Hem kendi zamanında hem de diğer zamanlarda bizzat yaşanarak, yazılarak ve
ezberlenerek korunmuş, hayata geçirilmiş, fıkıh ve hadis kaynaklarında kaydedilmiştir.
İlave bilgi için tıklayınız:
Hadislerin yazılması, toplanması, günümüze kadar ulaştırılması ve bağlayıcılığı konusu...
25
“Hz. Muhammed, yolculuktan gelen erkeklerin evlerine
geceleyin gelmeyi yasakladığı ve buna uymayan
kimselerin evinde hanımının yanında bir yabancı erkek
bulduğu” şeklindeki rivayet doğru mudur?
Bu hadisi Tirmizî (İstizan,19) İbn Abbas’tan ve diğer bir rivayeti Hz. Cabir’den naklen rivayet
etmiş ve “sahih” olduğunu söylemiştir. Kaldı ki, aynı manadaki bazı rivayetler Buharî ve
Müslim’in sahihinde de yer almıştır.
Hz. Peygamber (asv)'in, erkekleri bir yerden dönerken geceleyin evlerine dönmemelerini
yasaklamasının sebebi, bazı erkeklerin eşlerinin bir yanlışını yakalamak için özellikle geceleyin
eve dönmeyi tercih etmeleridir. Nitekim, soruda söz konusu edildiği üzere, ilgili eserin aynı
yerinde,
“Resulullah onları (yolculuktan dönenleri), kadınları ihanet zannı altında
tutmuş ve açıklarını aramış olmaları için, evlerinin kapılarını geceleyin
çalmaktan nehyetti.”
manasındaki rivayete de yer verilmiştir.
Demek ki, bu tür yasaklamalarda, Hz. Peygamber (asv)'in kadınları töhmet altında bırakması
diye bir şey söz konusu değildir. Bilakis, kadınları töhmet altında bırakan erkekleri bu
yanlıştan vazgeçirme gayreti vardır. Kur’an’da tecessüs / kusuru araştırmak kesin olarak
yasaklanmıştır:
"Ey iman edenler! Zannın çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı
günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerinizi arkasından
çekiştirmesin. Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte
bundan tiksindiniz. O halde Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah, tevbeyi çok
kabul edendir, çok esirgeyicidir."(Hucurat, 49/12).
İlgili hadislerin yasağı, bu ayetin yasağıyla örtüşmektedir.
Peygamberlerden başka hiçbir insan masum olmadığına göre ve -erkek ve kadın olarak- eşler
de birer insan olduklarına göre, bunların da her zaman suç işleme ihtimalleri vardır. Ancak,
kuvvetli bir delil olmadığı sürece, herhangi bir ihtimalin bir değeri yoktur. Herhangi bir
emareden kaynaklanmayan bir ihtimal, sadece bir vesvese, bir vehimden ibaret kalmaya
mahkumdur. İşte konuyla ilgili hadis rivayetlerinde bu ilmî ve mantıkî kural işletilmiş ve
durup dururken eşlerinin bir açığını (saçı-başı dağınık bir vaziyetini) veya bir yanlışını
yakalamaya çalışanlar, bu konuda sert bir dille uyarılmıştır. Bu uyarıya uymayanlar
“evhamlarının gerçekleştiğini görmekle” cezaya çarptırıldıkları da aynı eserdeki bazı
rivayetlerde ifade edilmiştir.
Ayrıca, bu uyarılarla, ailelerin barış ve huzurunu bozan bu tür evhamlara kapı açacak
davranışların önünü de kesilmek istenmiştir. Herkes için asıl olan masumiyettir. İslam dini,
bu masumiyetin devamlılığını ve çok önem verdiği ailenin huzurunun devamını sağlamak için
çok önemli tedbirler almıştır. Bir yandan eşlerden hıyanet suçunu işleyen erkek ve kadına
26
ağır cezalar getirmiş, bir yandan bu konuda dedikodulara mahal vermemek adına, suçun
sübutu için dört şahit ön görmüştür. Ayrıca, yalancı şahitlikte bulunan veya dört şahit
getirmeyen ithamcılara da seksen değnek cezasını getirmiştir.
İslam’da suçların gizliliği esastır. Onun içindir ki, suçunu açığa vuran, açıktan suç işleyen
“fasık-ı mütecahir”in gıybeti yoktur. Çünkü, açıktan suç işleyen kimse, hem Allah’a karşı,
hem de insanlara karşı saygısızlık etmekte ve haya duygusundan mahrum bir utanmazlık
halini almaktadır. Bu yüzdendir ki İslam, suçların gizli kalmasını, tecessüslerin yapılmamasını,
kusurların araştırılmamasını istemektedir. Toplumsal ahlakî değerlerin sağlanması da buna
bağlıdır. Çünkü, üzüm üzüme baka baka kararır...
27
Hz. Muhammed (asv) neden her zaman mucize
istememiştir? İsteseydi her zaman mucize olabilirdi?
Mucize; peygamberlerin, nübüvvetini insanlara ispat etmek için, insanların yapmaktan aciz
olduğu bir takım işlere mahzar olmalarıdır. Mucizeleri, Allah, peygamberlerini teyit ve tasdik
için, ihtiyaç durumunda ikram eder. Bütün peygamberlerin hayatında mucize vuku
bulmuştur. Dolayısıyla bir kanun-u İlahi hükmündedir.
Mucizeler üç sınıftır:
Birincisi, Manevi (akli) Mucize: Bunun en büyük ve mükemmel örneği Kur'an-ı Mu’ciz-il
Beyandır. Bu mucize ebedi olarak devam eder; bir an ve zaman ile kayıtlı değildir. Kur’an’ın
mucize olduğunu belagat alimleri kati deliller ile ispat etmişlerdir.
İkincisi, Hissi (maddi) Mucize: Bu mucizeler zaman ve zemin ile kayıtlı ve sürekliliği olmayan
maddi mucizelerdir. Bu mucizeler ekseri olarak ihtiyaç anında ya da bir zaruri durumdan
sonra vuku bulur. Bu çeşit mucizeler Peygamberimiz (asv)'in hayatında çokça vuku
bulmuştur. Hadis alimleri kat’i bir tahkik neticesinde bine yakın mucize rivayet etmişlerdir.
Mesela şakkı kamer, Miraç, parmaklarından suyun akması, az yemek ile çokların doyması,
gibi bine yakın hissi ve maddi mucizeler, kati bir silsile ile günümüze aktarılmıştır.
Üçüncüsü Haberi Mucize: Bu da Peygamber Efendimiz (asv)'in geleceğe dair birtakım
ihbarlarıdır. Mesela, ahir zaman ve kıyamete dair gaybi ihbarlar ve buna benzer bir çok
hadisleri, buna örnek teşkil eder.
"Eğer onların hakka sırt çevirmeleri sana pek ağır gelip de, kendilerine
bambaşka bir mûcize getirmen için, yer altında bir geçit veya göğe çıkacak
bir merdiven arama peşinde olursan, şunu bil ki; şayet Allah dileseydi
onların hepsini elbette doğru yol üzerinde toplardı. O halde sen sakın bunu
bilmeyenlerden, fevrî davrananlardan olma."(En’am, 6/35)
mealindeki ayette, mucizelerin, insanların iradesini elinden alacak kadar zorlayıcı ve açık
olmaması gerektiği ihtar ediliyor.
Diğer taraftan, biz Müslümanlar olarak, özel yaşantımızın tarzını ve şeklini Peygamberimiz Hz.
Muhammed aleyhissalatü vesselamdan öğrendiğimiz gibi, toplum hayatımızın tarzını ve
şeklini de yine ondan öğreneceğiz; o nasıl yaptı ise, biz de ona bakarak yapacağız. Bunun
böyle olması için, Efendimiz (asv)'in hayatında tatbikatının olması ve bir beşer olarak
yaşaması gerekir. Eğer bütün hayatı, mucizelerle olsaydı, o zaman bize örnek olamazdı, onu
her haliyle örnek alamazdık.
Evet, isteseydi, Allah’ın izniyle, ellerini çevirir tüm müşrikleri Karun gibi yerin dibine batırır,
hiç açlık, yokluk, sıkıntı çekmez, dünya hayatını cennet hayatı gibi geçirirdi. Ancak o zaman
ümmetine imam, her haliyle önder, hayatın her yerinde örnek olamazdı.
İşte bu sır içindir ki, yalnız dâvâsını tasdik ettirmek, inançsızların inadını kırmak, iman
28
edenleri motive etmek ve zaruri durumlarda ihtiyaç gereği ara sıra mucizeler gösterirdi. Diğer
vakitlerde nasıl ki herkesten ziyade Allah’ın emir ve yasaklarına uymuşsa, Allah’ın kainatta
koyduğu adetullah kanunlarına da herkesten daha çok itaat etmiştir.
O da her beşer gibi, yer, içer, acıkır, üzülür, hastalanır, evlenir, uyur, yorulur... Sahabe açlığın
acısını hissetmemek için karnına bir taş bağlamışsa, o iki taş bağlamıştır. Düşmana karşı zırh
giyer, “Sipere giriniz” emreder, yaralanır, zahmet çekerdi.
Demek ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın her hali ve her tavrı, doğruluğuna ve
peygamberliğine delil ise de; fakat her hali, her tavrı hârikulâde ve mucize olması gerekmez.
Çünkü Allah, onu insan olarak göndermiştir. Böylece hayatın bütün yönlerinden ümmetine
örnek olabilsin. Toplumda, dünya ve ahiret hayatında mutluluğu kazandıracak her durumda
rehber ve önder olsun.
Diğer taraftan, dünya bir imtihan ve tecrübe meydanı olduğundan, bu imtihan gereği olarak
elbette her şey açık ve net, herkesin inanmaya mecbur kalacağı bir durumda da olmamalıdır.
İmtihan salonunda akla kapı açılsın ve aklın iradesi elinden alınmasın.
Eğer her şey açıkça mucizelerle ortaya konsaydı, o zaman insan iradesi kalmaz, Ebu Cehil de,
Ebu Bekir (ra) gibi tasdik ederdi. İmtihan ve teklifin faydası da kalmaz, kömür ile elmas bir
seviyede kalırdı.
Onun hayatını, hayatımıza hayat etmeye çalışmalıyız…
29
Allah’ın mahiyeti ve kemiyeti yoktur, sözünü nasıl
anlamalıyız?
Mahiyet: Bir şeyin -haricî vücuduna bakılmaksızın- özünün, aslının ne olduğunu ifade eden
makul bir kavramdır. İnsanın “düşünen, konuşan bir canlı” olarak tasvir edilmesi, onun
mahiyetine yönelik yapılan bir tanıtımdır. Allah’ın özü, yani Zat-ı Akdesinin ne olduğu
bilinmediğine ve bilinmeye imkân da olmadığına göre, onun mahiyetinden söz etmek de
mümkün değildir.
Mahiyet, “ma-huve / ma-hiye”(o nedir?) sorusunun işaret ettiği bir hüviyetin ifadesidir.
Allah’ın elbette bir zat-ı akdesi vardır ve bu manada bir mahiyeti, özü de vardır, fakat onun
mahiyetinin ne olduğunu bilmediğimiz için “mahiyetinden söz edilmez” denilebilir.
Bununla beraber, ilmî birer terim olarak bakıldığı zaman, mahiyet bir mevcudun dışarıdaki
vücud-u haricisi nazara alınmadan kavramsal olarak ne olduğunu ifade ettiği için , bu manada
Cenab-ı Hak hakkında kullanılması uygun olmaz. Çünkü, mutlak varlıktır ve o anıldığı zaman
mutlaka onun varlığı kastedilmiş olur. Hakikat ise, vücud-u haricîyi ifade ettiği için Allah
hakkında bu kavramın kullanılması caizdir.
Kemiyet: Bir şeyin sayısal tablosunu, miktarını ifade eder. Allah’ın miktar ve sayı olarak bir
yere yerleştirilmesinin caiz olmadığı Ehl-i sünnet alimlerinin ittifak ettiği bir husustur. “Allahu
Vahidun Bila Aded = Allah sayılara girmeksizin birdir, tekdir.” ifadesi bu gerçeğin altını çizmek
içindir. Çünkü, bir şey sayıca bir ise, onun cinsinden ikincisi de var demektir. Allah hakkında
böyle bir yanlışın önüne geçmek için bu ifadeler kullanılmıştır(bk. Cürcani, Tarifat)
Nitekim, İmam Azam Fıkh-ı Ekber'de bu hakikati, “Allah Teâlâ zatında birdir. Fakat bu birliği
sayı bakımından değil, ortağı bulunmaması bakımındandır.” (bk. İhlâs, 112/1-5; Cin, 72/3;
Enbiyâ, 21/22) cümlesiyle özetler.
İlave bilgi için tıklayınız:
Allah’ın mahiyeti, insan aklıyla kavranabilir mi?
Tevhid ne demektir?
30
Ahzab 52 ve Tahrim 1. ayetlerde Allah’ın, Peygamberin
günlük ve cinsel hayatına direkt müdahale etmesi benim
imanımı sarstı, mantıklı cevapları var mıdır? Kur'an’ın
evrenselliğine tamamen zıt bir durum oluşturmuyor
mu?..
Farz edelim ki, söz konusu edilen hususlar evrensel değildir. Bununla imanı kaybetmek
arasında ne gibi bir ilişki vardır? Şimdi, gök yüzünde gözle gördüğümüz güneş bulutlara
sarılarak kaybolsa veya tam tutularak ışıkları görünmez olsa, bu duruma bakarak güneşin
varlığını inkâr etmek mümkün müdür? Zerre kadar aklı olan kimse, bir takıntıya tutunur mu?
Bu misalden milyon defa daha parlak bir gerçektir ki, Kur’an Allah’ın kelamıdır, pek çok
yönden mucizedir, on beş asırdan beri, inkârcı cin ve insanların hepsi bir araya gelse, bir tek
suresinin bir benzerini getiremeyeceklerini ilan ederek meydan okumuştur. Bu sebeple, şu
sönmez ve söndürülemez olan Kur’an güneşini, bazı bahanelerle inkâr etmek kâinatı inkâr
etmek gibidir. Çünkü, insanlar tarafından kâinatın taklidini yapmak, bir benzerini ortaya
koymak ne kadar imkânsız ise, Kur’an’ın taklidini yapmak, onun bir benzerini ortaya koymak
da o kadar imkânsızdır.
Acaba bir devletin, bir ülkeye -devlet namına, evrensel bir görevle- tayin ettiği bir elçisinin
özel durumuyla ilgilenmesi bir noksanlık mıdır? O elçinin evrensel görevleriyle çelişen bir
tarafı var mıdır? Evet, Hz. Muhammed (a.s.m) Allah tarafından alemlere rahmet olarak
gönderilmiş bir elçidir. Eline verdiği Kur’an da evrensel bir rehberdir. Ancak, o aynı zamanda
bir beşerdir, diğer insanlar gibi evlenmeye, yemeye, içmeye, uyumaya da ihtiyacı vardır. Onu
elçi olarak tayin eden yüce Allah’ın -evrensel mesajları yanında- bir iki hususta onun bu özel
halleriyle de ilgilenmesi neden garip karşılanıyor ki!.. Aklıselimle anlamak mümkün değildir.
Bununla beraber, iman güvenmeyi istediği gibi, İslam da teslim olmayı gerektirir. İnsanların
en büyük imtihan vesilesi Kur’an’dır. Eğer, Kur’an’da herkesin aklını, gönlünü, duygularını
güneş gibi tatmin eden yüzde doksan dokuz beyanları yanında, onu iyice hazmedemeyenlerin
de bulunacağı bazı ifadeleri olmasaydı, o zaman bu imtihan imtihandan çıkmış olacak ve
herkes hemen Müslüman olacaktı... Bu ise, iman ve İslam unvanlarının gerektirdiği “Kur’an’a
güvenmek ve ona teslim olmak” gibi önemli bir imtihan sorusunun kaybolması anlamına
gelirdi.
Ahzab suresi 52. ayetin gelişinden sonra ayete uygun olarak Hz. Peygamber (asv) hiçbir eşini
boşamamıştır. Peygamber eşlerine ayrılma ya da peygamber eşi olarak kalma muhayyerliği
verilmiş ve istisnasız hepsi Hz. Peygamber (asv) ile kalmayı tercih etmişlerdir. Hz. Peygamber
(asv) bu ayetten sonra da başka bir kadınla evlilik yapmamıştır. Eğer Hz. Muhammed (asv)’e
bir insan olarak bakılırsa, onun bu ayetle kendini bağlaması, bundan böyle evlenmesini
yasaklaması ve de mevcut olanları boşama gibi herkesin hakkı olan bir özgürlüğü kendi
hakkında kısıtlaması ne ile izah edilecektir?.. Bu ayetin muhtevası açıkça gösteriyor ki, Hz.
Muhammed (asv) sadece bir elçidir, kendisine Allah tarafından indirilenleri tebliğ etmek ve
insanlara anlatmakla yükümlüdür.
31
Tahrim suresinin başından yer alan ilgili ayetlerin nüzul sebebi hakkında değişik rivayetler
mevcuttur. Ancak, muhakkik alimlere göre bu rivayetlerin en sağlamı Buharî’de yer alan
aşağıdaki rivayet şeklidir (bk. İbn Kesir, ilgili ayetin tefsiri):
Hz. Âişe (r.anha) anlatıyor:
"Rasûlullah (s.a.m), Zeyneb binti Cahş'ın yanında bal şerbeti içerdi ve onun
yanında çok kalırdı. Bunun üzerine ben ve Hafsa, Rasûlullah (a.s.m)
ikimizden hangimizin yanına gelirse ona "Sen meğâfir mi yedin? Ben sende
meğâfir kokusu buluyorum." desin diye söz birliği yaptık. (Rasûlullah
geldiğinde Hafsa bu sözü söyledi). Rasûlullah (s.a.m): "Hayır, ben meğâfir
yemedim. Lâkin ben Zeyneb binti Cahş'ın yanında bal şerbeti içmiştim.
Artık bir daha onu içmem. Ve işte yemîn de ettim. Sakın bunu başka bir
kimseye söyleme!" buyurdu."(Buharî, 66).
Rivayete göre, Hz. Hafsa -beşerî bir zaaf olarak- bu olayı sırdaşı olan Hz. Aişe (r.anha)’ye
anlatmış ve bunun üzerine aşağıdaki ayette bu sırrı ifşa ettiğine dair Hz. Peygamber (asv) ile
olan diyaloguna yer verilmiştir:
“Hz. Peygamber (a.s.m) hanımlarından birine gizli bir şey söylemiş ve kimseye açmamasını
tembih etmişti. Ancak, o Efendimizin diğer bir hanımına söylemişti. Vahiy ile bundan
haberdar olan Hz. Peygamber (a.s.m). söz konusu hanımına kendi sırını başkasına açtığını
söyleyerek sitemde bulunmuştu. Hanımı, bundan nasıl haberdar olduğunu sorunca da Hz.
Peygamber (a.s.m) “Bunu bana her şeyden haberdar olan Allah bildirdi.” diye cevap verdi."
“Hani peygamber zevcelerinden birine gizlice bir söz söylemişti. Fakat eşi, (o
sözü) başkalarına haber verip Allah da bunu peygambere açıklayınca,
peygamber bir kısmını bildirmiş, bir kısmından da vazgeçmişti. Peygamber
bunu ona haber verince hanımı: “Bunu sana kim haber verdi?” dedi.
Peygamber de: ‘Her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olan Allah bildirdi’
dedi.”(Tahrim, 66/3).
Evet, bu olaydan anlıyoruz ki, Hz. Muhammed (asv) eşlerine karşı olağanüstü saygı ve sevgi
göstermektedir. Onları rahatsız eden bir içeceği -çok sevmiş olmasına rağmen- terk ediyor.
Ayrıca, hiç kimsenin bilmediği -iki eşi arasında- gizlice cereyan eden konuşmalardan haberdar
oluyor ve onlara söylüyor. Kur’an’da da bu mucize mahiyetindeki bilgiden haber veriliyor..
Şimdi, bu ayetlerden, ailedeki saygı ve sevginin boyutunu öğrenmek, Hz Muhammed
(asv)’inhak peygamber olduğunu idrak etmek ve böylece bu ayetlerin muhtevasından
imanıgüçlendirmek dururken, tersine bir mekanizmayı işletmenin ne alemi var!..
İlave bilgiler için tıklayınız:
Ahzab suresi 50-52. ayetleri açıklar mısınız? Bu ayetler bahane edilerek Peygamberimize
yöneltilen iftiralar var. Bunlara nasıl cevap vermek gerekir?
Tahrim Suresi'nin ilk beş ayeti kimler hakkında ve niçin inmiştir?
Tahrim Suresi 4 ve 5. ayetlere göre, Peygamber (asv)'in özel hayatına Allah, Cebrail, hatta
melekler bile karışıyor; "Sizi boşarsam daha iyilerini de alırım" diyor. Bu ayetleri Allah’ın
indirmesi benim mantığıma ters geliyor?
Tahrim Suresi 5. Ayette; "Şayet Rasul (s.a.v) sizi boşarsa, Allah O'na bu özelliklere sahip
kadınlar verir." şeklinde hitap edilmiş olması, bu sıfatların onlarda olmaması mı demektir?
32
"Ben sapık ve saptıran kimseleri hiçbir zaman yanıma
yaklaştırmam, yardımcı edinmem." (Kehf, 18/51)
ayetindeki "sapık"tan maksat kimlerdir?
İlgili ayetin meali şöyledir:
“Ben onları ne göklerin ve yerin yaratılışına, ne de kendilerinin yaratılışına
şahit tuttum. Saptıranları da hiçbir zaman yardımcı edinmiş değilim.” (Kehf,
18/51)
"Ben onlara ne göklerin ... ne de kendilerinin yaratılışını gösterdim" cümlesindeki
zamirlerden kimin kastedildiğine göre âyete iki türlü mâna verilmektedir:
a) Zamirler, İblîs'i ve neslini ifade ettiği takdirde mealinde verilen mâna çıkar. Buna göre
âyette göklerin, yerin ve insanların yaratılışında -hazır bulundurulmadıkları için- hiçbir
katkıları olmayan, hatta kendileri dahi sonradan yaratılmış bulunan, dolayısıyla ilâh olmaları
imkânsız olan şeytanların ibadet ve itaate lâyık olmadıkları bildirilmekte ve Allah'ın, insanları
yanlış yola saptıranları kendisine yardımcı edinmeyeceği vurgulanmaktadır.
b) Zamirler, İblîs'i ve neslini dost edinen insanları ifade ettiği takdirde mâna şöyle olur:
"Ben onlara (müşriklere) ne göklerin ne yerin ne de bizzat kendilerinin yaratılışını
gösterdim. Ben, yoldan çıkaranları yardımcı edinecek değilim. Onlar, bana ortak
koştukları şeylerin, kâinatı yaratırken bana yardım ettiklerini görmediler. O halde
onların benim ortaklarım olduğunu nasıl iddia ediyorlar?"
Câhîliye döneminde insanlar cinlerin yeryüzünde tasarrufta bulunduklarına inanırlar,
korkutucu bir vadiye geldiklerinde, bâtıl inançlarına göre o vadide tasarrufta bulunan cinin
zararından emin olmak için "Bu vadinin azizine sığınırım." derlerdi. (İbn Âşûr, ilgili ayetin
tefsiri)
Yukarıdaki iki yoruma göre de Allah Teâlâ âyette kendisine ortak koşulmasını reddetmekte ve
bunu yapanları kınamaktadır. Zira kâinatta var olan her şeyi o yaratmıştır. Bu konuda eşi ve
ortağı yoktur. Kur'ân-ı Kerîm göklerin ve yerin, buralarda yaşayan varlıklardan daha önce
yaratılmış olduğunu ifade eder. (bk. Fussilet 41/9-12; Kur’an Yolu, Heyet, ilgili ayetin tefsiri)
Ayette geçen “el-mudıllîn” “yoldan çıkanlar, sapıtanlar, hak yoldan ayrılanlar" anlamına
gelmektedir. Yüce Allah sapıtmışları yardımcı edinmeyeceğini söyleyerek, sahte tanrıları
reddetmektedir. Allah'ın eşi yoktur, yardımcısı da yoktur.
Allah'ı bırakıp bazı varlıkları Allah'a ortak sayacak şekilde sevip ilâhlaştıranlar, her şeyden
önce kendi azizliklerini ve Allah yanındaki şerefli yerlerini zedelemekte, varlık âleminde
kendilerine ayrılan “mükerremlik, mükemmellik ve hürmete layık" makamından aşağı
inmektedirler. Bu bir bakıma insanın önce kendi yaratılışındaki hikmete ve sonra da kâinat
düzenine ters düşmesi demektir.
33
Yunus Suresi 100. ayette "Akıllarını kullanmayanlar üzerine
Allah bir uğursuzluk yükler." denilmektedir. Allah'ın
kendi yarattığı kuluna uğursuzluk vermesi haksızlık değil
midir?
İlgili ayetlerin mealleri şöyledir:
"Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzünde bulunanların hepsi topluca iman ederdi.
Hal böyleyken, mümin olsunlar diye sen insanları zorlayıp duracak mısın!
Allah'ın (kuralına göre işleyen) izni olmadıkça hiç kimsenin inanması
mümkün değildir. O akıllarını kullanmayanlara rics'i (azabı, rezilliği ve
murdarlığı) verir." (Yunus, 10/99-100)
Kur'an ayetlerinde (En'âm,6/ 125; Yunus, 10/100; Tevbe, 9/125) geçen “Rics” kelimesi,
sözlük anlamı itibariyle kir, pislik anlamına gelebilir. Fakat ayette bunun kastedilmediği açıkça
anlaşılmaktadır. İbn Abbas’a göre, buradaki “Rics”ten maksat şeytandır. Mücahid’e göre
hayırsız şey demektir. Ata’ya göre, azap anlamındadır. Zeccac’a göre, dünya ve ahirette
Allah’ın rahmetinden uzak olmak anlamına gelir.(bk. Râzî, En’am, 125. ayetin tefsiri).
Meallerde de bu kelime farklı tercüme edilmiştir:
“Allah, imandan yüz çevirenlerin başına işte böyle belâ ve sıkıntılar
yağdırır.”
“İşte Allah böylece iman etmeyenlere rüsvaylık verir.”
“Allah inanmayanları işte böyle kötü duruma sokar.”
Bununla beraber, “pislik” sözcüğü, Türkçede “kir” olarak da ifade edilir. Küfür ve sapıklığın
insan ruhunu, aklını kirleten bir manevî virüs olduğunu ifade eden Kur’an’ın bu ifadesine
karşı itiraz etmek yerine, takdir etmek gerekir.
Meallerini verdiğimiz âyetlerde, evrendeki düzenin ve en üstün kudretin yüce Allah'a ait
olduğu hakikatinin daima göz önünde tutulması istenmekte, Hz. Peygamber (asv)'den,
inkarcılıkta direnenler karşısında maneviyatını bozmaması istenmektedir. Ayrıca bu âyetler,
başkalarını zorla imana getirme çabası içine girenlerin kendi iradelerini Allah Teâlâ'nın iradesi
üstüne çıkarmaya çalışmak gibi bir yanlışlığa düşmüş olacakları uyarısında bulunmaktadır.
Allah'ın izni olmadan hiç kimsenin iman etmeyeceği hususunun hemen ardından Allah'ın,
akıllarını kullanmayanları iğrenç bir duruma sokacağının, yani kirli halleriyle baş başa
bırakacağının bildirilmesi; yaratanın Allah Teâlâ, seçme kararını verecek olanın ise insan
olduğunu; bir başka anlatımla, insanın imanla ilgili sorumluluğunun akıl nimetini yerli yerince
kullanıp kullanmamasından kaynaklandığını açıkça ortaya koymaktadır. Nitekim bir sonraki,
“De ki: "Bir bakın da görün, göklerde ve yerde neler var?" Fakat iman
etmeyecek topluma ne o kanıtların ne de uyanların yararı olabilir.”
mealindeki âyette hem yer ve göktekilere ibret gözüyle bakılması istenmekte hem de bu tür
kanıtların ve peygamberler tarafından yapılan uyarıların, aklını doğru istikamette işletmediği
34
için iman yeteneğini yitirenlere fayda etmeyeceği belirtilmekte, böylece inanmayanı buna
zorlamanın faydasız olduğuna dair bîr psikolojik tahlil yapılmış olmaktadır. (bk. Kur’an Yolu,
Heyet, ilgili ayetin tefsiri)
İnsan ancak Allah'ın kendisine verdiği irâde, akıl, yetenek ve hür düşünce çerçevesinde yine
Allah'ın koyduğu hayat kanunları doğrultusunda sebepler ve ortamlar, şartlar ve imkânlar
ölçüsünde imân nîmetine erişebilir. O bakımdan sünnetullahı anlayıp idrâk etmek, hayat
kanunlarının, hikmetini bilip kavramak ve sebeplere başvurup ciddi gayretler sarf etmek
Allah'ın iznine kapı açar. Bu düzeyde kişi kendi irâde ve düşüncesini aklının ışığında
kullanarak, kendisine yardımcı olup doğru yolu gösteren kitap ve peygamberin çağrısına
kulak verirse, ilâhî hidâyete mazhar kılınma çizgisine gelmiş olur. Bunun aksine bir yol tutan
kimseye ise, ilâhî izin ve onunla ilgili hidâyet kapıları kapalı kalır. O halde kulun irâdesi, hür
düşüncesi, aklı, zekâsı, sünnetullaha uymakla, sebepler zincirine başvurmakla bir araya
gelmedikçe, imân nîmetine erişme sınırına, ya da kapısına gelmesi bir bakıma mümkün
değildir. Ancak Allah'ın bu ölçüler dışında da olsa hidâyet verdikleri olabilir ki, bunlar birer
istisna teşkil eder.
Onun için ilim adamları sözünü ettiğimiz sınır veya kapıyı, ilâhî iznin tecelli noktası olarak
göstermişlerdir. (bk. Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, ilgili ayetin tefsiri)
Buna göre;
- Hiç bir kimse, kabiliyeti olmayan bir şahsı zoru zoruna hakikî bir şekilde imân şerefine
kavuşturmuş olamaz.
- Allah, iradesini, ihtiyarını güzelce kullanan bir kulunu imâna muvaffak kılar.
- O Hikmet Sahibi Yaratıcı, murdarlığı, azabı, hakarete sebep olan herhangi bir rezilliği, akıllıca
düşünmeyen, Cenâb-ı Hak'kın kendisine verdiği aklı, fikri, irade kuvvetini güzelce
kullanmayarak özgür iradesini inkar ve isyan yönünde kullanan kimselerin üzerine kılar, onları
hidayetten mahrum bırakır, onları ebedî azaplara uğratır, lâyık oldukları cezalara kavuşturur.
İşte bu imtihan âleminin gereği budur.
İlave bilgi için tıklayınız:
RİCS kelimesinin anlamı nedir?
"Rabbin dileseydi, yeryüzünde bulunanların hepsi inanırdı. Öyle iken insanları inanmaya sen
mi zorlayacaksın?" (Yunus, 10/99) Madem bu sure var Müslümanlar neden dini yaymaya
çalışıyor?
35
Namazda ihlas suresi gibi kısa bir zammı sure okunurken bir
ayet unutulursa sehiv secdesi gerekir mi?
Kişi Fatiha'dan sonra sûreyi terkettiği takdirde sehiv secdesi vâcib olur. Bunun gibi, Fatihayla
birlikte çok kısa bir âyet okumakla yetinildiği takdirde, müctehid imamların bir kısmına göre
yine sehiv secdesi gerekir. (Et-Tebyin / Zeylaî) İmam Ebû Hanîfe'ye göre bir şey gerekmez.
Fatihadan sonra sadece iki kısa âyet okuyup yanılarak rükû'a gider ve orada hatırlayarak
dönüp üç âyete tamamlarsa, yine sehiv secdesi vâcib olur. (bk. Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla
İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 1/420-421)
36
"Kıskanmayan erkekte hayır yoktur." sözü hadis midir?
Bu söz hadis değildir. Hz. Ali (ra)'ye izafe edilmektedir: Hz. Ali (r.a.) halka şöyle buyurmuştur:
"İşittiğime göre kadınlarınız çarşı ve pazarlarda erkekler arasında gezip
dolaşıyorlar. Sizde kıskançlık duygusu yok mu? Şunu bilin ki kıskanmayan
kimsede hayır yoktur."
"Kıskançlığın iki çeşidi vardır: Birincisi güzel olanıdır ki insan onunla aile
efradını ıslah ederek onların kötü yollara düşmelerine engel olur. İkincisi de
kötü olanıdır ki bu, sahibini cehenneme götürür."(1)
Dinî metinlerde kıskançlık anlamında kullanılan Arapça "gayret" kelimesi "kişinin kendi
mahremini koruması yönünde gösterdiği aşırı duyarlılık, izzet-i nefsine, şeref ve namusuna
zarar verecek durumlardan sakınıp korunmasını sağlayan duygusal tepki", daha özel olarak
da "erkek veya kadının başkasının cinsel ilgisine karşı kendi eşini koruma ve savunma
duygusu" mânasına gelir.(2)
Bir kimsenin eşini ve kendine ait olan bir hak ve menfaati, başkasından kıskanması haset
değil gayret olarak nitelendirilir. Çünkü bu tabii ve fıtrî bir eğilimdir. Kişinin sevip bağlandığı,
değer verdiği bir kimseyi ve bir şeyi koruma altına alması, esirgemesi sonucunu doğuran
kıskanma duygusu ve bundan kaynaklanan eylemler, yükselme, ilerleme, olgunlaşma, namus
ve iffetin, hak ve menfaatlerin muhafazası için gerekli bir tutum ve davranış özelliği olarak
kabul edilir.(3) Bu sebeple İslâm ahlâk kültüründe dengeli bir kıskançlık duygusu asalet,
namus, iffet ve mertliğin temeli sayılmış ve bir onur ifadesi olarak kabul edilmiştir.
Kıskançlığın olumlu ve olumsuz yönlerini birbirinden ayırt etmek önemlidir. Bazı kıskançlık
belirtileri vardır ki görünüşte dinî-ahlâkî endişe ve hassasiyetin dışa vurumu gibi olsa da çok
defa şahsî zaaf ve bencilce dürtülerden kaynaklanır. Gerek Resûl-i Ekrem (asv)'in hadislerinde
gerekse Müslüman âlimlerin açıklamalannda, kıskançlık duyguları arasındaki bu ayırıma
dikkat çekildiği görülmektedir. Nitekim bir hadiste Allah'ın sevdiği ve sevmediği kıskançlık
çeşitlerinin bulunduğu belirtilerek birincisinin haklı bir şüpheye dayanan kıskanma, ikincisinin
ortada şüphelenecek bir durum yokken ortaya konan kıskançlık olduğu ifade edilmiştir.(4)
İffet ve namusu koruma yönündeki kıskançlığı, kocaya düşen bir görev olarak gören Gazzâlî,
bu konuda aşırı gitmeyi de doğru bulmamakta ve orta yolu tavsiye etmektedir. Ona göre
sonu kötülüğe varacak davranışlara göz yummamak gerekir; fakat kadınla ilgili haksız bir
kanaatin oluşmasına yol açacak şekilde gereksiz yere vesveseye kapılmak da doğru değildir.
Meselâ, kadınların gizli hallerini araştırmaya (tecessüs) varacak kadar kıskançlıkta aşırılığa
sapmak yanlış ve zararlıdır. Ayrıca bu Allah'ın Kur'an'da açıkça yasakladığı(5) suizanna
girer.(6)
Allah Teâlâ'nın dininde belirlemiş olduğu özel durumlarda kıskançlık gereklidir. Bu sınırları
aşan her kıskançlık aklın sınırlan dışında olup yersiz duygulardan kaynaklanan bir davranıştır.
İnsanın kıskançlık duygusunun tesiriyle eşinin sırlarını açığa çıkarmaya kalkışması da yanlıştır.
Kıskançlıkta aşırı giden kişi, Allah'ın kötülük saymadığı bir konuda kendisinin Allah'tan daha
duyarlı olduğunu İddia etmiş sayılır.(7)
İlave bilgi için tıklayınız:
Eşler arası kıskançlık ne ölçüde olmalıdır?..
37
Dipnot:
1. Kenz, II/161; M. Yusuf Kandehlevi, Hayatü's-Sahabe, .3/276
2. İbnü'l-Esîr, III, 401; Lisânü'l-'Arab, "ğyr" md.; Râgıb el-İsfahânî, s.347
3. Elmalılı, IX, 6405-6406
4. İbn Mâce, Nikâh, 56; ayrıca bk. İbn Kayyim el-Cevziyye, s. 82
5. el-Hucurât 49/12
6. İhya, II, 38-39
7. el-Yevakit ve’l-Cevâhir, 11, 42
Kaynak: DİA, Kıskançlık Md.
38
“Allah bir kavme kıtlık vermişse, Allah´a
başkaldırmalarındandır.” (Hatib, Tarih) Hadisine göre,
Afrika’da görülen yoğun açlık ve kıtlık onların şu an
başkaldırmaları sebebiyle midir? Eğer öyleyse, Çin,
Avrupa ve ABD´de neden kıtlık ve açlık yok?
Hatib’in rivayet ettiği ilgili hadis için.(bk. Kenzu’l-Ummal, h.no: 21593).
Bu hadisin sahih olup olmadığını tespit edemedik. Ancak kaynak olarak Kütübü Sitte gibi
sağlam bir kaynak olmadığı kesindir.
Afrika ve benzeri kıtlıktan açlık çeken ülkelerin bu duruma neden düştüklerini kesin olarak
söyleme imkânımız yoktur. Çünkü, sebep bir değil, pek çoktur. Emperyalistlerin gaspları,
zulümleri, yerli bazı yöneticiler ve bazı zenginlerin zulümleri de bu sebeplerden bazılarıdır.
Şüphesiz insanların zulüm yaptığı aynı yerde Allah adalet eder. Zalimlerin yaptığı zulmün
faturasını Yüce Yaratıcıya kesmek yerden göğe haksızlıktır ve büyük bir dinî risk taşımaktadır.
Özellikle, yerli zalimlerin zulümleri, genel olarak halkın sıkıntısına sebep olacak şekilde
umumî belaların gelmesine yol açacaktır. Zalim ve günahkâr kimselerin başkasına olumsuz
etkilerini bir yan etki olarak değerlendirmek gerekir. Örneğin, yanınızda sigara içen bir
kimsenin size de zararı oluyor. Bunun gibi, bir zalimin yüzünden bir ceza geldiği zaman
başkasını da etkileyebilir.
“Bir de öyle bir fitneden sakının ki o, içinizden yalnız zulmedenlere
dokunmakla kalmaz, hepinizi içine alır. Biliniz ki Allah’ın cezalandırması
şiddetlidir.”(Enfal, 8/25)
mealindeki ayette bu hususa işaret edilmektedir.
Allah’ın kulları için hazırladığı yeryüzündeki ihtiyaç maddeleri, normalde kıyamete kadar
insanlık camiasına yeterli olacak ölçüdedir. Tarih boyunca -seller, tufanlar yanında- defalarca
meydana gelen kıtlıklar da birer ilahî uyarı veya cezadır. Bu kıtlıklar, kaynakların
yetersizliğinden ötürü değil, ilâhî ambargonun bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Bu
günkü dünyanın yüz yüze kaldığı ve ileride daha da kalacağı sıkıntıların tek müsebbibi,
insanların isyanları, nankörlükleri ve azgınlıklarıdır.
İnsanlık camiası doğayla barışık halde yaşamak istiyorsa, doğanın yaratıcısı olan yüce Allah ile
barışmalı, ona karşı saygılı olmalı ve kulluğunu kuşanmalıdır. Allah’ın gazabını celp edecek
şekilde, zina, rüşvet, faiz, katil, şirk gibi suçların yaygınlaştığı bir memlekete Allah kıtlık
verirse, bu kıtlıktan masum olanlar da zarar görür. Bu zarar o zalimlere gelen cezanın bir yan
etkisidir. Doğrudan masumları hedef almamakla beraber, ister istemez onları da rahatsız
eder. Fakat Allah onların mükâfatını verir. Ceza olarak gelen bir depremde masumları şehit
yapar, kaybettikleri mallarını sadaka olarak kabul eder. Aynı depremde ölenlerden kâfir
olanları cehenneme, mümin olanları cennete gider. Fakat kâfirle müminin aynı depremde
ölmeleri imtihanın gizliliğini sağlayan bir sırdır.
39
“Eğer Allah insanları işledikleri günahlar yüzünden cezalandıracak olsaydı,
dünyada tek bir canlı bile bırakmazdı; ama Allah onların cezasını
belirlenmiş bir vâdeye kadar erteler. O vâdeleri geldiği vakit hükmünü
yerine getirip onları cezalandırır. Çünkü Allah kullarını tamamen
görmektedir.”(Fatır, 35/45)
mealindeki ayette zalimler yüzünden gelen azabın yan etkisine de işaret edilmektedir.
“dünyada tek bir canlı bile bırakmazdı” hükmü bunun açık delilidir.
“Nerdeyse fakirlik küfre dönüşür.” (Aclunî, 2/108) manasındaki hadisin ifade ettiği gibi,
fakirlik isyan ve küfür potansiyeline sahip bir durumdur. Bu olumsuz potansiyel, fakirin
kendisi için olduğu gibi, insan olarak fakirin fakir halini düşünen kimseler için de ciddi bir
tehlike arz etmektedir. Şeytan insanı isyana sevk etmek ve küfre sürüklemek için kullandığı
kozların başında belki de fakirlik gelir. Bize düşen bu tuzağa düşmemeye çaba sarf etmektir.
Şeytanın en büyük tuzağı, insanın altından çıkamadığı fakirlik gibi bazı meseleleri ikide bir
önüne sürer ve onun imanını çalmaya çalışır. Adeta, kişinin sahip olduğu iman sarayının açık
olan doksan dokuz kapısını bir tarafa bırakıp, kapalı olan bir kapının yanına götürür ve “İşte
kapısı kapalıdır bu sarayın.. demek ki içi boştur.. İçine girilmez.. Yoksa böyle kapalı olur
muydu?” diyerek bir vesvese kapsını açar. Halbuki, bir sarayın bir tek kapısı açık olsa, o
sarayın içinin dolu olduğuna, oranın oturulacak bir yer olduğuna kanaat getirmek gerekir.
Bunun gibi, bizim Kur’an’ın Allah kelamı olduğuna, Allah’ın bir olduğuna dair onlarca kesin
delil elimizde olduğu halde, şeytan bunları göz ardı ettirip, bizim mahiyetini bilmediğimiz bazı
afakî sorunlara götürür, haydi çözün der... Onunla hak yoldan saptırmaya gayret eder..
Bu sebeple, içinde bulunduğumuz din imtihanını başarıyla bitirmek için, mahiyetlerini ve
hikmetlerini bilmediğimiz olaylara, realitelere yoğunlaşmak yerine, iman ettiğimiz Allah’ı
daha fazla tanımaya gayret etmeliyiz. Bu cümleden olarak, Allah’ın yaptığı her şeyin âdil
olduğuna, hikmetli olduğuna dair bilgilerimizi pekiştirmemiz gerekir. Çünkü, bu yol bizim için
en kısa kurtuluş yoludur. Madem Kur’an Allah’ın hak sözüdür, Madem Kur’an Allah’ın asla
haksızlık etmeyeceğini söylemektedir, öyleyse mevcut haksızlıkların faturasını Allah’a
kesmenin doğru olmadığına inanacağız..
İlave bilgi için tıklayınız:
Açlıktan ölüm yok deniliyor; ancak dünyanın birçok yerinde insanlar açlıktan ölüyor. Bu
çelişkiyi nasıl açıklarsınız?
Neden deprem, savaş, veba vb. musibetler çoğunlukla Müslümanların başına geliyor?
Hadis-i şeriflere göre Müslümana bela ve musibetlerin gelme sebebi nedir?
Musibetlerin Allah’ın kahrının tecellisi olduğu söyleniyor. Her musibet için bunu söylemek
mümkün müdür?
40
Suni kar, dolu ve yağmur yağdırmak, şirk değil midir?
Erzurum’da yapılacak kayak olimpiyatları için suni kar
yağdırıldı...
Bilindiği üzere Allah’ın kâinat çapında “sünnetullah” denilen kanunları vardır. Bu kanunlar
süreklidir, değişmez. Bu kanunları iyice belleyip bir köşesinden alıp istifade etmek bir şirk
sayılmaz. Çünkü, Allah hakimdir, onun hikmeti bazı işlerin sebepler altında yürümesini gerekli
kılmaktadır.
Mesela, bir insanın anne rahminde yaratılması için bir erkeğin tohumuna, bir ağacın meyve
vermesi için onun tohumunu sağlayan bir çekirdeğe ihtiyaç vardır. Gerçekte bu işi yapan
Allah’tır. Ancak, hikmetinin gereği olarak sebepleri de yaratmıştır. Bu sebepler, insanların
bakış açısına göre, ilahî hikmetin bir hizmetçisi veya bir şirk unvanını alabilir. Sebepleri
hikmetin elinde birer perde olduğunu düşünenlere göre birer hizmetçi; işi bizzat üstlenmiş
birer fail olduğunu düşünenlere göre ise, birer şeriktir.
Bir yumurtanın civciv olması için belli bir ısıda belli bir süreçte kalması, bir sünnetullahtır.
Allah’ın bu kanununu -bir ilham eseri olarak- çok iyi öğrenmiş olan tavuk, gereken şartların
oluşması için bir süre kuluçkaya yatar ve yumurta civciv olur.
Tavuktan bu şartları öğrenen insanlar aynı şartları bir teknoloji ürünü olan bir makine ile de
gerçekleştirebiliyorlar; tavuk yerine teknolojik ürünü kuluçkaya yatırıyorlar. Bu kuluçkaya
yatan ister tavuk, ister onun taklidi olan sunî teknolojik bir tavuk olsun -şartları yerine
geldikten sonra- değişmeyen sünnetullah / Allah’ın tekvinî kanunu yürürlüğe girer ve civciv
yaratılmış olur.
Bunun gibi, dolu, kar ve yağmurun yağması için -deyim yerindeyse- bulutların bir kuluçkaya
yatması gerekir. Meteorolojik şartlar olarak adlandırılan bu sünnetullah kanunlarına göre
şekillenen bulutların belli soğukluk derecesinin bulunduğu katmanlara göre dolu, kar veya
yağmur yağdırılır. Bulutlarda olması gereken şartlar daha oluşmadan önce, o şartları öğenmiş
olan insanlar Allah’ın bulutlarda geçerli olan o kanununa uygun şartları hazırladıkları zaman,
ilahî kudret -değişmez prensibi çerçevesinde- dolu, kar veya yağmur yağdırır.
Ha tavuk kuluçkaya yatmış, ha teknolojik makine vasıtasıyla civciv çıkmış; yahut ha yağmur
için gerekli şartlar normal seyrinde bulutta meydana gelmiş, ha aynı şartlar sunî olarak
meydana getirilmiş, sonuçta tüm bunların hepsi, Allah’ın kainatta cari olan kanunlarına
uygun olduğu için Allah tarafından yaratılmaktadır.
41
Download