Haftalık Bülten - Sorularla İslamiyet

advertisement
Haftalık Bülten
01 Ekim 2010
www.sorularlaislamiyet.com
1
İçindekiler
Orucun koruyucu bir zırh / kalkan olması ne demektir, oruç bizi nasıl korur? .........................3
İmam Azama nisbet edilen, subhanel ebediyyil ebed, duasının aslı ve tercümesi nedir? Bu
duayı sabah ve akşam okuyanın kıyamet azabından kurtulacağı doğru mudur? .......................6
Mahşerde peygamberler de mi kendini düşünecek ve kendi derdine düşecek? "Peygamberleri
bile kendi derdine düşüren mahşer gününde Resulullah (asv)'ın şefaatine layık eyle" şeklinde
bir duada bulunmak uygun mudur?............................................................................................... 7
Her haber için kararlaştırılmış bir zaman vardır. Ve yakında bileceksiniz. (Enam, 6/67) ayeti,
günümüzde geldiğimiz bilgi seviyesince anladığımız ve daha ileride anlayacağımız gerçeklerin
varlığına işaret ediyor olabilir mi?................................................................................................ 11
Hz. Ömer (ra), Hz. Abbas’a giderek yağmur duası için onu vesile kılmıştır. Hz. Peygamber
(asv)'in ruhu, kabir hayatında hayatta olduğu halde, neden onun hatırı için istememiştir?
Tevessül sadece yaşayanlarla mı olur?......................................................................................... 12
Sokrates, Aristo gibi filozofların yaşadığı dönemlerde hangi peygamberler dünyadaydı? Ve
bu peygamberler Allah yolunu dünya insanlarına hangi yollar ile anlatmıştır?.......................18
Erkek ve kadınlar cemaatle namaz kılarken, yer darsa, kadınların ne kadar geride durması
lazımdır?......................................................................................................................................... 20
Aç insanlar varken, kediye yapılan aylık 50 TL masraf günah mıdır? Hijyen açısından sorun
çıkarıyor; sokağa bıraksam günah olur mu? Ne yapmalıyım? ................................................... 21
İmam Gazali’nin, bir Müslüman kadının zorunlu olmadıkça evden çıkması mekruhtur,
fetvasına göre, Müslüman bir kadının sohbet, hal hatır için de olsa komşusuna gitmesi yanlış
mıdır?.............................................................................................................................................. 22
Muhammedi ruh nedir, nasıl elde edilir?..................................................................................... 23
İmam Rabbani, hoparlör ezan okumaya değil, ezanı yok etmeye sebep oluyor, demiş midir? 24
Cinler dumansız ateşten yaratıldığına göre, maddeden olan nasıl metafizik olur? Belki de
cinler dahi belirli fizik kurallarına tabidirler; bu yüzden metafizik denilemez? ......................25
İmam Azam Ebu Hanife, Caferi Sadık’tan hadis almış mıdır? Ehl-i sünnet alimleri, Hz. Ali
(ra), Zeynelabidin, İmam Bakır, Caferi Sadık gibi Ehl-i beyt alimlerinden neden hadis
almamıştır?..................................................................................................................................... 26
İnsana, elest bezmin(bezm-i elest)deyken olmuş olacak her şey gösterilmiştir, biz bunları
çeşitli kayıtlar altına girme sonucu (beden, aura, vs...) unuturuz, ifadeleri doğru mudur? .....29
Siyasi olaylardan ve eylemlerden uzak durmaya çalışanlar, kötü emeli olan insanların
ekmeğine yağ sürmekle ve haksızlığa karşı bir tepki göstermemekle itham ediliyorlar. Bu
insanlara nasıl bir cevap vermeliyiz?............................................................................................ 30
Bazı kaynaklarda, Şeyhülislam Ebussuud Efendi'nin, Yunus Emre'yi küfürle suçlayıcı
fetvalar verdiği, şeklinde bilgiler gördüm. Böyle bir fetva var mıdır? .......................................32
2
Orucun koruyucu bir zırh / kalkan olması ne demektir, oruç bizi
nasıl korur?
Orucun koruyucu vasfı hem Kur’an’da hem hadislerde vurgulanmıştır.
“Ey iman edenler! Sizden öncekilere farz kılındığı gibi oruç tutmak size de
farz kılındı. Böylece umulur ki fenalıklardan korunursunuz.”(Bakara, 2/183)
mealindeki ayette orucun koruyuculuğu asıl hedef olarak gösterildiği gibi, hadis-i şerifte de
“Orucun koruyucu bir zırh olduğu.”(Buharî, Savm, 2; Müslim, Sıyam, 162) bildirilmiştir.
Bundan anlaşılıyor ki, oruç kuru bir açlık ve susuzluktan ibaret değil, koruyucu zırh özelliğine
sahip bir ibadettir.
Prensip olarak bu korumanın üç ayağından söz edilebilir:
a. Biyolojik ayağı:
Orucun biyolojik açıdan koruyucu bir zırh görevini yaptığını şöyle açıklayabiliriz: İnsanda
yaratılıştan var olan kuvve-i şeheviye ve kuvve-i gazabiyenin kaynağı nefistir. Hayvanî ve
nebatî kaynaklı olan bu iki kuvvetin aşırılığa kaçmaları ve serserice hareket etmeleri her
zaman söz konusu olabilir. Bunların ruhanî hayata karşı bu aşırı, dengesiz ve orantısız
hayvanî güç kullanmalarını engellemek için, onların dizginlenmesi ve dengeli hareket
etmelerinin sağlanması gerekir. Bu ise, kalp, akıl ve ulvî duyguların tarafını temsil eden
ruhanî hayatın güçlendirilmesi; nefis, his ve süflî duyguları temsil eden cismanî hayatın
güçsüzleştirilmesi ile mümkündür. Yani, ruhanî hayatın cismanî hayata üstün gelmesini
sağlamak için biyolojik-cismanî bünyenin enerji kaynağı olan maddî gıdaları kısmak ve
lojistik desteği kesmek, buna mukabil manevî-ruhanî hayatın enerji kaynağı olan manevî
gıdaları yetiştirmek, ibadet, zikir, tefekkür gibi ulvî duyguları pekiştiren bir ortam hazırlamak
gerekir.
Bazı hadis rivayetlerinde Ramazan ayında şeytanın bağlanacağı ifade edilmektedir. (Buhari,
Savm, 5) Bunu şeytanların azgınlarının bağlanması şeklinde anlaşılacağı gibi, mecaz olarak
algılanması da mümkündür. Buna göre Ramazan ayında şeytanın bağlanması demek, şeytanın
yanlış telkinler yapmasına zemin hazırlayan şartların olmaması demektir.
Şeytan, fırsat bulduğu yerden insanlara sokulabilir. Bu yerlerin başında insanların nefsini
şımartan tokluk gelir. Ramazanda bu tokluk ortadan kaldırılmakla şeytanlara telkin etme
yolları kapanır, hareket alanı daralır. Bu da onun bağlanması anlamına gelir. Nitekim bir
hadis-i şerifte “Şeytan insan oğlunun kanının dolaştığı yerde dolaşır.” (Tirmizî, Radâ 17,
1172) diye ifade edilmiştir. Bu da damarlara giren gıda oranında, insanda şehevî duyguların
kabaracağını ve şeytan için telkin yolu açılacağını; bu damarların açlıkla daralması nispetinde
şeytanın hareket kabiliyetinin kısıtlanacağını, bir manada onun bağlanacağını göstermektedir.
Konuyu daha açık bir ifadeyle özetlemek gerekirse; şeytan, cin kabilesinden olduğuna göre,
hava gibi her yerde, damarlarda dolaşabilir. “Damarıma dokundu” derken bile, bel ki de
şeytanın oradaki tahribatını da dillendirmiş oluyoruz.
Şeytanın telkinleri ile nefsin istekleri bir konuda birleşince, artık insanın ona karşı mücadele
etmesi çok güç olur. Nefsin arzuları daha çok yiyecek ve içecekle alakalıdır. Lezzet aldıkça
daha fazlasını ister. Tok olduğu zaman direnç kazanır ve şeytanın telkinlerini -kendi işine de
yaradığı için- ısrarla gerçekleştirmeye çalışır. Fakat aç, susuz kaldığı takdirde direncini
3
kaybeder ve şeytanın telkinlerini dinlemeye mecali kalmaz.
Hikmetli bir menkıbede denildiği gibi, Allah nefse her türlü azabı verdiği halde “Ben kimim,
sen kimsin?” diye sorduğunda, azgın bir âsi olarak “Ben benim, sen de sensin.” demiştir.
Ne zaman ki kendisini bir süre aç bırakmış o zaman bu soruya “Sen benim merhametli
Rabbimsin, ben ise senin âciz kulunum.” itirafında bulunmuştur.
İşte oruç bu manada şeytanı hakkıyla bağlayan, şeytanın yardımcısı olan nefsi dizginleyen ve
böylece insanları gayri insanî ve gayri İslamî davranışlardan koruyan ve bir anlamda
koruyucu hekimlik görevini yapan bir koruyucu zırhtır.
b. Psikolojik ayağı:
Bu günkü bilimin verilerine göre, insanların hareket ve davranışları üzerinde psikolojik
etkinin varlığı tartışmasızdır. İnsanın oruçlu olmadığı zamanki açlık ve susuzluk hali ile oruca
niyet edip oruç tuttuğu zamanki hali arasında büyük çapta fark olduğu binlerce tecrübe ile
sabittir. Oruca niyet eden kimse, bu niyetle Allah’a verdiği sözün bir gereği ve kendi öz
benliğiyle yaptığı sözleşmenin bir sonucu olarak, artık gün boyunca bir şey yiyip
içemeyeceğine dair kendisinde oluşan bir azim bir dayanma gücü verir. Allah, Hakîm isminin
bir tecellisi olarak, oruçlu kimsenin bu niyet ve azmi ekseninde meydana gelen psikolojik
direnci, bu dayanma gücünün oluşmasına bir vesile kılmıştır.
Normal zamanlarda helal olduğu halde, oruçlu iken geçici bir süre zarfında haram kılınan bazı
eylem ve davranışlarını frenleyen kişi, her zaman haram ve yasaklar listesinde bulunanlara
karşı daha mesafeli kalmasının zorunluluğunu daha iyi kavramaya başlar ve bu psikoloji ile
kötülüklerden daha fazla sakınmaya çalışır. İşte orucun koruyuculuk zırhının bir boyutu da bu
psikolojik idrakin oluşmasıdır.
c. Sosyolojik ayağı:
Bilindiği üzere, insan fıtraten medenîdir, sosyal bir varlıktır, hayatını ancak toplumsal bir
hayatta sürdürebilir. Hem etken hem de edilgen bir yapıya sahip olan insanların yaptığı işler,
fert bazında kalmaz sosyal yapıyı da etkiler. Bu sebeple, çevrenin durumu, toplumun konumu
fertlerin kişiliklerinin oluşmasında önemli rol oynar. “Üzüm üzüme baka baka kararır.”,
“Herkes kendi evinin önünü süpürürse belediyeye ihtiyaç kalmaz.”, “toplum baskısı,
mahalle baskısı” gibi ifadelerin hepsi, sosyolojik birer vakayı tespit etmeye yöneliktir.
Tecrübelerle sabittir ki, Ramazan ayı, oruç sayesinde İslam âlemini çok güzel bir ahlakî
disipline sokar, şefkat ve merhamet hislerini kabartır, yardım ve dayanışma ruhunu
canlandırır. Kötülüklerden azamî derecede uzaklaştırır. Kur’an’ın ilk indiği saadet asrının
havasını teneffüs ettirir. İnsanlar, oruç sayesinde bir nevi melekleşmeye kanat çırpar. Kalbin
nefse, aklın heva ve hevese, ulvî duyguların süflî duygulara, mananın maddeye, dimağın
damağa, ruhun mideye hâkim olduğu bir ortam sayesinde insanlık erdemleri toplumda
yaygınlaşmaya başlar. Toplum âdeta bu ayda nefsanî boyuttan sıyrılıp ruhanî bir boyut
kazanır. Oruçlu toplumda artık akıl konuşur, şeytan susar, gönül konuşur, nefis susar. Artık
fert gibi toplum da orucun koruyucu zırhına bürünmüştür. İşte Orucun sosyolojik koruma
boyutu.
Konuyu oruçla ilgili önemli bir uyarıda bulunan bir hadis-i şerifle bitirelim: Ebu Hüreyre’nin
bildirdiğine göre Efendimiz (a.s.m) şöyle buyurdu:
4
“Yanında ismim anıldığı halde bana salavat getirmeyen kimsenin burnu yere
sürünsün; Ramazan ayı girip çıktığı halde, affolunmayan kimsenin burnu
yere sürünsün; yaşlı olan ana-babasının her ikisine veya onlardan birine
kavuştuğu halde, cennete girmeyen kimsenin burnu yere sürünsün.”(Tirmizî,
Daavat, 101).
5
İmam Azama nisbet edilen, subhanel ebediyyil ebed, duasının aslı
ve tercümesi nedir? Bu duayı sabah ve akşam okuyanın
kıyamet azabından kurtulacağı doğru mudur?
Kaynaklarda -Hafız en-Necm el-Gayzî’den naklen- bildirildiğine göre, İmam-ı Azam şöyle
demiştir:
"Yüce Rabbimi rüyamda doksan dokuz kere gördüm -kendi kendime “Eger Rabbimi
yüzüncü defa görürsem "Kıyamet gününde mahluklar ne ile azabından kurtulacak?"
diye kendisine soracağım dedim”
Arkasından Hak Sübhanehü ve Teala’yı gördüm ve "Ey Rabbim! Senin koruman güçlüdür,
övgün yücedir ve isimlerin mukaddestir. Kıyamet gününde kulların senin azabından ne ile
kurtulur?” dedim, Hak Sübhanehu ve Teala şu cevabı verdi:
“Her kim sabah, akşam namazından sonraَ”Sübhanel ebediyyil ebed…” duasını okursa
azabımdan kurtulur.”
Duanın tamamı -Arapça ve Latin harfleriyle- şöyledir:
(‫ سبحان من بسط الرض‬،‫ سبحان رافع السماء بل عمد‬،‫ سبحان الفرد الصمد‬،‫ سبحان الواحد الحد‬،‫سبحان البدي البد‬
‫ سبحان الذي لم يتخذ‬،‫ سبحان من قسم الرزق ولم ينس أحد‬،‫ سبحان من خلق الخلق فأحصاهم عدد‬،‫على ماء جمد‬
‫ سبحان الذي لم يلد ولم يولد ولم يكن له كفوا أحد‬،‫)صاحبة ول ولد‬
“Sübhânel ebediyyil ebed. Sübhânel vâhidil ehad. Sübhânel ferdis samed.
Sübhâne râfiis semâi bi ğayri amed. Sübhâne men besatal arda alâ mâin
cemed. Sübhâne men halekal halka fe ahsâhum aded. Sübhâne men kasemer
rizka ve lem yense ehad. Sübhânellezî lem yettehiz sâhibeten velâ veled.
Sübhânellezî lem yelid ve lem yûled. Ve lem yekun lehû küfüven ehad.”
Aayrıca bazılarına göre o duanın sonunda şunlar da vardır: “Sübhâne men yerânî
ve ya’rifu mekânî ve yerzukunî velâ yensânî.” (bk. İbn Abidin, 1/51)
Duanın Türkçe Anlamı:
“Ebedî olan Allah her türlü noksanlardan münezzehtir. Vahid-Ehad olan Allah
münezzehtir. Ferd ve Samed olan Allah münezzehtir. Gökleri direksiz yüksekte
tutan Allah münezzehtir. Yeri donup yoğunlaşmış suyun üzerinde yayan Allah
münezzehtir. Bütün mahlukları yaratan ve onları bir bir sayan Allah
münezzehtir. Rızkın taksimatını yapan ve hiç birini unutmayan Allah
münezzehtir. Ne eş ne de çocuk edinmeyen Allah münezzehtir. Doğurmayan,
doğmayan ve hiçbir dengi olmayan Allah münezzehtir.”
Duanın ilave kısmının tercümesi: “Beni gören, yerimi bilen, rızkımı veren ve beni hiç
unutmayan Allah münezzehtir.”
İlave bilgi için tıklayınız:
Okunan dualara verilen sevaplarla ilgili rivayetler var. Dualara vadedilen netice ve
sevaplara kavuşmanın şartları nelerdir? O duayı her okuyan o sevabı alabilir mi?
6
Mahşerde peygamberler de mi kendini düşünecek ve kendi derdine
düşecek? "Peygamberleri bile kendi derdine düşüren mahşer
gününde Resulullah (asv)'ın şefaatine layık eyle" şeklinde bir
duada bulunmak uygun mudur?
Evet, sahih rivayetlere göre, mahşerin dehşetinden herkes, hattâ peygamberler dahi “Nefsî,
nefsî - Nefsim, nefsim” dedikleri zaman, Resul-i Ekrem Hz. Muhammed Aleyhissalâtü
Vesselâm “Ümmetî, ümmetî - Ümmetim, ümmetim” diyerek (Buharî, Tevhid, 36; Müslim,
Îmân: 326, 327) ümmetini esirgemesini, korumasını, acımasını ve şefkatini gösterecektir.
Buna göre "Peygamberleri bile kendi derdine düşüren mahşer gününde Resulullah
(asv)'ın şefaatine layık eyle." şeklinde bir duada bulunmak uygundur.
Hayatı boyunca ümmeti diyen, sıkıntı, keder ve ızdıraplarını herkesten derince vicdanında
duyan Allah Resûlü (asv), ümmetinin dünya ve ahirette takılıp yollarda kalmaması; en
önemlisi de cehennem azabına düşmemesi için çırpınıp durmuş, dua dua Allah’a yalvarmıştır.
Ümmetinin ebedi helake götürecek yollara makas gibi kollarını gererek çıkmaz sokak diyen
Allah Resûlü (asv), her fırsatta Yüce Mevla’dan ümmetinin affını, ahiret saadetini istemişti.
İşte bir gece sabaha kadar, Hazreti İbrahim (as)in duası olan,
“Ya Rabbî! Doğrusu onlar (putlar) insanların çoğunu saptırdılar. Artık
bundan sonra kim bana tâbi olursa, o bendendir. Kim de bana karşı gelirse,
o da Senin merhametine kalmıştır, şüphesiz Sen Gafûrsun, Rahîmsin.”
(İbrahim, 14/36)
mealindeki ayet ile; Hazreti İsa (as)'ın duası olan,
“Ya Rabbî! Eğer onları cezalandırırsan, şüphe yok ki onlar Sen'in
kullarındır. Onları affedersen, Aziz ü Hakîm (üstün kudret, tam hüküm ve
hikmet sahibi) ancak Sen'sin!” (Mâide, 5/118)
mealindeki ayeti tekrar tekrar okumuş, ellerini kaldırıp
"Allah'ım! Ümmetimi (mağfiret et), ümmetimi (mağfiret et!)"
diye yalvarmış ve ağlamıştı. Bunun üzerine Allah Teala Hazretleri:
"Ey Cebrail! Muhammed'e git ve O'na de ki: "Biz seni ümmetin hususunda
razı edeceğiz ve asla kederlendirmeyeceğiz." buyurmuştu. (Müslim, iman, 346)
Ve yine Peygamber Efendimiz (asv)’e
“Elbette Rabbin sana ileride çok ihsanda bulunacak, tâ ki sen de O'ndan ve
verdiğinden razı olacaksın.” (Duha, 93/3)
buyurulmuştu. Selef-i salihinden bazıları, “Kur'ân'da en ümit verici ayet budur, zira
kendisine ümmet olma şuur ve şerefini taşıyan kimseler kurtulmadıkça Efendimiz (asv)'in razı
olması düşünülemez.” demişlerdir. (Kurtubi, el-Câmi li Ahkami’l-Kur’an, Duha suresi 5.
ayetin tefsiri) Peygamber Efendimiz'in (sallallahu aleyhi ve sellem) ümmetine karşı duyduğu
büyük şefkat de bunu gerektirmektedir.
Peygamber Efendimiz (asv), hiçbir kimseye nasip olmayan bir hususiyet olarak şefaat-ı uzmâ
(Buhari, Salat 56; Cihad 122; Müslim, Mesacid 3, 5-8) ve makam-ı mahmudla
müjdelenmiştir. (İsra suresi, 17/79)
7
Sürekli ümmetini düşünen ve ümmetinin afv ve mağfirete mazhar olması için dua dua
yalvaran Şefkat Peygamberi (asv), gökler ötesinden gelen teklife tercih hakkını ümmetine
ebedi hayatta en faydalı olanı seçmekle cevap vermişti:
“Rabbimin nezdinden bir melek geldi ve ümmetimin (ümmeti icabet) yarısını
Cenab-ı Allah cennete koymak ile şefaat arasında bir tercih yapmamı istedi.
Ben şefaati tercih ettim. Zira şefaat daha umumi ve kifayetlidir. Siz bu
şefaatin ümmetimin müttakilerine mi olduğunu sanıyorsunuz. Hayır! O
ümmetimin hata ve günah işlemiş, günahlarla kirlenmiş olanları içindir.”
(İbn-i Mace, Zühd, 37; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/75)
Âhirette peygamberlerin hepsine mü'minlere şefâat etme hakkı tanınmıştır (Buhârî, Rikak, 45;
Tevhid, 33; Müslim, İman, 81). Ancak peygamberler içinde ilk defa şefâat edecek ve şefâatı
kabul olunacak peygamber, Hz. Muhammed (s.a.s.)'dir. (Müslim, Fadâil, 2). Âhirette Hz.
Muhammed (s.a.s.)'in bu ilk şefâatı, mahşer halkının muhakemeye başlanılması hakkındaki
umûmî ve büyük şefâattır. (bk. Buhârî, Tevhid, 24; Müslim, İman, 84)
Cennet'te derecelerin artırılması için ilk şefâat edecek olan peygamber de Hz. Muhammed
(s.a.s.)'dir. Bundan dolayı Hz. Peygamber (asv) bir hadisinde, "Cennet'te insanların ilk önce
şefâatte bulunanı benim." buyurmuştur (Müslim, İman, 85).
Peygamber Efendimiz (asv)'in şefaatinden bütün insanlık istifade edecektir. Mahşer günü,
güneşin iyice yaklaşmasıyla kan-ter içinde kalan insanlık, sıkıntı ve dehşet içinde bir an evvel
bu atmosferden kurtulmaya çalışacak “Aman ne olur şefaat edecek birini bulalım” diyerek
insanlığın babası Hz. Adem (as)’e koşacak. Hz. Adem (as), kendisinin böyle bir hususiyetinin
olmadığını söyleyerek insanları Hz. Nuh’a gönderecek; Hz. Nuh, Hz. Musa’ya; Hz. Musa’da
Hz. İsa’ya (Aleyhimüsselam) gönderecek. Hz. İsa da bu hususiyetin Hz. Muhammed (asv)’e
ait olduğunu söyleyerek onları Peygamber Efendimiz (asv)’e gönderecek. Zira o gün herkes
kendi derdine düşecek ulü’l-azm olan peygamberler bile “nefsî nefsî” diyecek, kendilerinin
umum insanlığa şefaat etme gibi bir kredilerinin olmadığını söyleyeceklerdir. (Buhari,
Enbiya, 3; Tefsir, 17/5; Tirmizi, Kıyamet, 10)
Mahşer yerinin eşi-benzeri görülmemiş bir şekilde insanın kan-ter içinde kaldığı bunaltan
atmosferinden bir an evvel uzaklaşmayı isteyen beşer, Peygamber Efendimiz (asv)’in kapısına
dayanacak ve ondan şefaat etmesini isteyecek. Allah Resûlü (asv), arşın altına gidip Yüce
Mevla’ya secde ederek O’nun ilham ettiği dualarla Rabbini tesbih edecek yakarışa geçecek ve
kendisine vaad edilen umum insanlar için şefaat etme kredisinin yerine getirilmesini,
kendisine lutfedilmesini isteyecek, Peygamber Efendimiz (asv)'in nezd-i ilahideki hiçbir
varlığa nasip olmayan fazilet ve şerefi bütün insanlığa gösterilerek insanlar arasında hüküm
verilerek mahşer yerinde dehşet içinde beklemenin ızdırabından Allah’ın şefaat dalga
boyundaki rahmeti ile kurtulacaklardır.
Allah Resûlü (s.a.s), ümmetinden bir kısmının cehenneme gireceğini duyduğu an mahşer
meydanında secdeye kapanıp "Ümmetim! Ümmetim!" diye yakarışa geçecek, o esnada
cenneti, hurilerin perdedarlığını ve kim bilir daha nice güzellikleri unutacak ve gözyaşlarını
ceyhun ede ede hep ağlayacak O'na "Artık başını kaldır! Şefaat et, şefaatin kabul
edilecek!" deninceye kadar başını yerden kaldırmayacak ve hep "Ümmetî! Ümmetî!" diye
inleyecektir. (Buhari, Tevhid, 36; Tefsirü'l-Kur’ân, 5; Müslim, İman, 326,327; Tirmizi,
Kıyamet, 10)
8
Böylelikle Şefkat Peygamberi (asv)’in şefaatinden olabildiğince istifade edecek olanlar ise
O’nun getirdiği mesaja iman ederek icabet eden ümmeti olacaktır. Zira Peygamber Efendimiz
(asv)’e kimlere şefaat edeceği sorulduğunda “Benim şefaatim dili kalbini tasdik ederek
yürekten kelime-i tevhidi getirenleredir.” buyurarak samimi olarak "La ilahe illallah
Muhammedün Resûlüllah" diyenlerin şefaat atmosferinden istifade edeceğini bildirmiştir.
(Tirmizî, Daavat, 126; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/307)
Mücessem rahmet olan ve Allah’ın engin rahmetinden istifade yollarını gösterip rehberlik
eden Allah Resûlü (asv)’ın şefaati ile ümmeti, kabirden, haşirden, mahşer yerinden, sırattan,
hesaptan, cennet ve cehenneme uzanan uzun yolda en tehlikeli yerleri Peygamber Efendimiz
(asv)’e iman ve O’nun şefaati sayesinde geçecek ve hayal ufuklarını aşkın nimetlere mazhar
olacaktır.
Ümmeti içinde de Efendimiz (asv)'in engin şefaat kredisinden en çok istifade edecek olanlar
ise en çok darda kalanlardır. “Benim şefaatim ümmetimden büyük günah işleyenleredir.”
buyurarak şefaat dairesinin ne kadar geniş olduğunu bildirmişlerdir.
Evet, günah-ı kebaîr işlemiş, düşmüş kalkmış, yer yer sürüm sürüm olmuş ve kirlenmiş, fakat
ümidini yitirmemiş, ümitle ve zayıf da olsa imanla Huzur-u Risaletpenâhî’ye varabilmiş,
Rasulü Ekrem (asv)’in şefaat atmosferi içine girmiş ne kadar mücrim varsa herkese bir
bişarettir bu. Allah (celle celâluhû) O’na “Şefaat et! Şefaatin kabul görecektir.”
buyurmuşsa, O da bu teveccühü değerlendirecektir.. evet, Cenab-ı Hak, Habibi başını yere
koyup, “Ümmetim, Ümmetim!” diye yalvardığında O’nun içine su serpecek ve rahmet
esintili şu sözleri söyleyecektir:
“Ya Muhammed! İrfa’ ra’seke, işfa’ tüşeffa’ - Ya Muhammed! Başını kaldır. Şefaat et!
Şefaatin makbuldür bugün.”
İşte bu, âlemlere rahmet olarak gönderilen Allah Rasulü (asv)’ın, günah-ı kebâir işlemek
suretiyle cennet yolundan aşağıya düşmüşlere yeniden çizgilerini bulma manasında bir rahmet
tecellisidir.
Allah Resûlü (asv)’ın şefaatinden en çok büyük günah işleyip cehenneme düşmüş olanlar
istifade etmekle birlikte, her mümin de Allah’ın rahmetinin farklı bir tecellisi olan şefkat
atmosferinden istifade edecektir.
Ümmetinden tevhid hakikatini arızasız inanıp temsil eden yetmiş bin insan Efendimiz (asv)'in
şefaati ile sorgusuz-sualsiz, hesaba çekilmeden cennete girecektir. (Buhari, rikak,50; Müslim,
iman, 369)
Ve yine Allah Resûlü (asv)’in şefaati ile ümmetinden cennete girenler, sevaplarının üstünde
makamlara, lütuflara nail olacaklardır. (Bu konudaki hadisler tevatür derecesindedir. bk.
Kettani, Nazmü’l-Mütenasir fi ehadisi’l-mütevatir, 304 nolu hadis)
Tabii ki Efendimiz (asv)'in şefaatinden istifade nisbeti, O’na iman etmeye, O’nun getirdiği
dini rızay-ı ilahi eksen ve hedefli yaşamaya bağlıdır. Cenab-ı Allah, Peygamber Efendimiz
(asv)'in ruhaniyatından, şefaatinden istifadeyi rızasına ve Efendimiz (asv)’e karşı duyulması
gereken saygıya bağlamıştır. Efendimiz (asv)'in şefaatinden olabildiğince istifade Allah’ın
hoşnutluğu dairesinde inanmaya ve o çizgide hayat yaşamaya bağlıdır. Allah’ın hoşnutluğuna,
rızasına götüren yol da Efendimiz (asv)'in tebliğ ve temsil ettiği mesaj çizgisinde yaşamaktan
geçmektedir.
9
Peygamber Efendimiz (asv)’in şefaat atmosferinden olabildiğince istifade edebilmenin en
önemli yolu nam-ı celil-i Muhammedî’yi (asv) her yerde dalgalandırmak, insanlığın ızdırap
ızdırap üstüne kıvrandığı günümüzde O rahmet ve şefkat peygamberi ile insanları tanıştırmak,
O’nu sevdirmek ve hayatımızı sünneti çizgisinde yaşamaktır. O’nun şefaatinden istifade
yollarının en önemlilerinden biri de her fırsatta Allah Resûlü (asv)’e salat u selam okumak,
ezan-ı Muhammedî’den sonra dua etmektir.
Cenab-ı Allah, Peygamber Efendimiz (asv)'in şefaat atmosferinden olabildiğince istifade eden
kullarından eylesin… (bk. Dr. Ergün Çapan, Efendimiz'in Ümmetine Düşkünlüğü, Yeni Ümit,
Ocak - Şubat - Mart 2006 Sayı :71 Yıl :18)
10
Her haber için kararlaştırılmış bir zaman vardır. Ve yakında
bileceksiniz. (Enam, 6/67) ayeti, günümüzde geldiğimiz bilgi
seviyesince anladığımız ve daha ileride anlayacağımız
gerçeklerin varlığına işaret ediyor olabilir mi?
İlgili surenin 66-67. ayetlerinin tam meali şöyledir:
“Bu, hakikatin ta kendisi olduğu halde, senin halkın onu yalan saydı. De ki:
“Ben sizden sorumlu değilim. Her haberin kararlaştırılmış bir zamanı
vardır; Siz de yakında öğrenirsiniz.”
Bu ayetten anlaşılıyor ki, zamanla ortaya çıkan bazı gerçekler ışığında ilgili ayetlerin manası
daha iyi anlaşılır. Yani “Zaman ihtiyarladıkça Kur’an gençleşiyor, remiz ve işaretleri
daha açığa çıkıyor.”
İbn Abbas ve daha başkaları ayetten şunu anlamışlardır; Kur’an’da verilen her haberin
gerçekleşeceği bir zaman mutlaka gelecektir.(İbn Kesir, ilgili ayetin tefsiri).
Tabii ki, ayetten ilk anlaşılması gereken husus, ölüm ötesinde yapılacak bir hesabın varlığına
yapılan vurgudur. Kur’an’a inanmayan, onun haber verdiği hesap gününün olacağına
inanmayan inkârcılara özellikle bir tehdit ve uyarı söz konusudur.
Bununla beraber, Kur’an’ın dünyada gerçekleşecek ve gözler önüne serilecek hakikatlerinin
ortaya çıkacak bir zamanının olacağına dair işareti sezmek de mümkündür.
“İnsanlara ufuklarda ve kendi nefislerinde âyetlerimizi göstereceğiz ki onun (Kur'an'ın)
gerçek olduğu, onlara iyice belli olsun. Rabbinin her şeye şahit olması, yetmez mi?
“(Fussilet, 42/53)
mealindeki ayetin vurgusu da, söz konusu ettiğimiz ayetin bu işaretini pekiştirir mahiyettedir.
Alimlerin belirttiği gibi, bu ayette vurgulanan husus şudur: İster dünya ister ahiretle alakalı
olsun, Allah’ın Kur’an’da haber verdiği her şey bütün gerçekliğiyle mutlaka zamanı
geldiğinde ortaya çıkacaktır. Her haberin vukuuna dair belirlenen bir zaman vardır, o zaman
geldiğinde ilgili gerçek de olduğu gibi ortaya çıkacaktır.(bk. Beğavî, Enam, 6/67. ayetin
tefsiri).
İlave bilgi için tıklayınız:
Kuran-ı Kerim Her Zaman Taze ve Gençtir
11
Hz. Ömer (ra), Hz. Abbas’a giderek yağmur duası için onu vesile
kılmıştır. Hz. Peygamber (asv)'in ruhu, kabir hayatında hayatta
olduğu halde, neden onun hatırı için istememiştir? Tevessül
sadece yaşayanlarla mı olur?
Bu konu, selefî düşüncede olanlarla Ehl-i sünnet alimleri arasında eskiden beri münakaşa
mevzuu olmuş geniş bir konudur. Her iki tarafın da kendilerine göre delilleri vardır.
Şu bir gerçektir ki, insan, bir şekilde benimsediği kendi düşüncesinden kolay kolay
sıyrılamaz, tarafsız konuya bakamaz. Karşı tarafın elinde dağ gibi bir delile çok zayıf bir
emare gözüyle bakabildiği gibi, kendi düşüncesini destekleyen en zayıf bir emareyi sağlam bir
delil olarak görebilir. Bu psikoloji ile bir meseleye bakanların zihnine, düşüncesinde olmayan
her türlü şaibeden uzak elmas gibi bir hakikat gelse, kömür görünümüne bürünür ve abesiyete
dönüşür. Bu sebeple, hakkı hak olarak görmek için hepimiz her zaman Allah’a yalvarmalıyız.
Hz. Enes b. Mâlik’ten rivâyet edildiğine göre ikinci Halife döneminde, Müslümanlar kuraklık
yüzünden kıtlık tehlikesiyle karşı karşıya geldikleri zaman, halife Hz. Ömer (ra), Hz. Abbas
bin Abdulmuttalib’i vesile kılarak Allah’tan yağmur talebinde bulunur ve şöyle der:
“Allah’ım! bizler daha önce Peygamberimizi (asv) vesile edinerek sana
niyazda bulunurduk. Sen de bize yağmur verirdin. Şimdi ise Peygamberimiz
(asv)'in amcasını vesile kılıyor ve senden taleb ediyoruz, bize yağmur ihsan
et."
Enes b. Mâlik, Hz. Ömer (ra)’in bu duâlarından sonra kendilerine yağmur ihsan edildiğini
belirtir. (Buhârî İstiska, 3)
Hz. Ömer (ra)’in Hz. Abbas’ı duanın kabulüne vesile kılması, her şeyden önce salih bir
insanla Allah’a tevessül etmenin caiz olduğunu göstermektedir. Burada Hz. Abbas’ın Hz.
Peygamber (asv) ile olan irtibatının kurulması ise, vefatından sonra dahi Hz. Peygamber
(asv)'in vesile kılınmasının caiz olduğunu göstermektedir. Çünkü, Hz. Ömer (ra)’in bu
duasında Hz. Abbas’ın Resulullah (asv) ile olan yakınlığının zikredilmesi, Hz. Abbas’ın
diğer sahabe arasında bir ayrıcalığının olduğunu, Allah nezdinde bir itibarının olduğunu
gösterir. Hz. Peygamber (asv) ile irtibatlı olarak zikredilmesi ise, vefatından sonra da Allah’ın
Peygamber Efendimiz (asv)'e sağlığında olduğu gibi değer verdiği, onun adının zikredildiği
yerde hatırını sayıp ilgili duayı onun vesilesiyle kabul ettiğinin belgesidir.
İslam inancına göre, ölüm hiçlik değil, yokluk değil, sadece bir yer değiştirmektir, bu fani
hayattan bakî bir hayata kavuşmaktır. Durum böyle olunca, ölüp öbür hayata geçmiş olan bir
kimsenin ilk hayatı ile ikinci hayatı arasında ne fark var ki? Şimdi Allah için düşünelim;
bizim çok sevdiğimiz bir yakınımız, sadece dünya hayatında iken mi hatırını sayıyoruz?
Vefatından sonra artık gözümüzde değersiz bir varlık mı olmaktadır? Bunu hangi vicdan
kabul eder? Peki Allah’ın en sevdiği elçisi Hz. Muhammed (asv)’i dünya hayatında iken
-deyim yerindeyse- yere-göğe sığdırmazken, vefatından sonra onun üzerine çizgi çekmesi,
öldü diye bütün bütün değerden düşürmesi, adeta en büyük dostunu en âdi bir konuma
sokması mümkün müdür? Kaldı ki, ölümle insanlar Allah’ın huzuruna varıyorlar, daha da
yakınlaşıyorlar. Nitekim, Kur’an’da Rabbimiz sık sık “bana döneceksiniz” diye buyuruyor.
Selefîcî kardeşlerimizin bir yanılgısı da ölü ile diri olanları ayırmalarıdır. Onlara göre, hayatta
iken birinin vesile kılınması caizdir, fakat öldükten sonra vesile kılınması ise şirktir. Oysa,
12
diri olanlarda zahiren görülen bir güç olduğu için onların vesile kılınması şirke daha müsait
zannedilebilir. Kaldı ki,
“Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü zannetme! Bilakis onlar hayatta olup,
Rablerinin katında yaşarlar, rızıklanırlar.” (Al-i İmran, 3/169)
mealindeki ayette ifade edildiği gibi, şehitler diridir. Peygamberler de diridir, çünkü, onlar
şehitlerden çok üstündür. Şehitlik bir nevi velayettir. Şehitlerden daha üstün mertebede olan
veliler de vardır. Kur’an’da şehitlerin özelikle söz konusu edilmesi, onların kendilerini ölü
bilmeyecek derecede Berzah aleminde bir hayata mazhar olmalarındadır. Yoksa, bütün ölüler
diridir, çünkü asıl olan ruhtur ve o da zaten -Allah’ın izin ve inayetiyle- bâkidir.
Bir Müslümanın “Allah’ım! Peygamberinin hakkı için / onun yüzsuyu hürmetine şu işimi
yap...” şeklinde bir duada bulunmasında bir sakınca yoktur. Bu konuda önemli olan
“vesilelik” konusudur. Eğer kendi salih ameli veya başkasının salih ameli bir şefaatçi olarak
bir vesile kılınıyorsa, bunda bir sakıncanın olduğunu düşünmüyoruz. Yok, eğer iş “vesilelik”
ten çıkarılıp bizzat yaratıcılık konumuna taşınırsa; bunun tehlikeli bir yaklaşım olduğu
ortadadır.
Bu konuda karşıt görüşlere yer veren Alusî, vefatından sonra da Resulullah (asv)’ı vesile
kılmak ve “Allah’ım! Peygamberinin yüz suyu hürmetine şu işimi yap.” demekte bir
sakıncanın olmadığını söylemiştir. Alusi’ye göre, peygamberlerin dışındaki salih insanların
vesile kılınmasında da bir sakınca yoktur.(bk. Alusî, Maide, 5/35. ayetin tefsiri).
Prof. Dr. Mesut Erdal, “Kur’ân'da Vesile Kavramı ve Tevessül Meselesi” isimli
makalesinde (bk. Yeni Ümit Temmuz-Ağustos-Eylül 2010 Sayı :89 Yıl :23) vesile kavramına
ilişkin bilgi ve yorumları serdettikten sonra, tevessül konusunu daha açık şekilde ve
kısımlarıyla şöyle açıklar:
1. Allah’a İsim ve Sıfatlarını Vesile Kılarak Yalvarmak
Bu tevessül şöyle misâllendirilebilir. “Allah’ım, Senin Rahmân, Rezzak vb. isimlerinin hakkı
için beni şununla rızıklandırmanı veya bana şunları ihsan etmeni diliyor ve dileniyorum.” Bu
duada Allah’tan istenenler, O’nun Rahmân ve Rezzak ismi vesile kılınarak istenmektedir.
Efendimiz (s.a.s) de pek çok hadîslerinde Cenâb-ı Allah’a isim ve sıfatlarını vesile kılarak
tazarru ve niyazda bulunmuşlardır. Allah Resulü (s.a.s) çok sıkıntılı olduğu anlarda, “Ey
Hayy ve Kayyum olan Allah’ım! Sen’in rahmetinden medet bekliyorum.” (Tirmizi,
Sünen, Hadis no: 3524) diye yalvarmıştır.
Bir diğer dualarında ise şöyle buyurmuşlardır:
“Bir kul başına gelen bir sıkıntı ve üzüntü karşısında, ‘Allah’ım, ben Sen’in
kulunum, bir kulunun oğluyum, bir cariyenin oğluyum, benim bütün her şeyim
Sen’in elindedir. Sen, hakkımda istediğin hükmü verirsin; Sen’in verdiğin
bütün hükümler benim için âdilânedir. Kendini bize tanıttırdığın bütün
isimlerinin hakkı için, kitabında inzal buyurduğun bütün isimlerinin hürmetine
veyahut kullarından birine talim buyurduğun isimlerinin hürmetine yahut da
gayb ilmindeki bize açıklamadığın isimlerinin hürmetine, Kur’ân’ı kalbime
bahar kılmanı, gönlüme ışık yapmanı, onun vasıtasıyla sıkıntı ve üzüntümü
gidermeni diliyorum.’ derse, Allah onun sıkıntı ve üzüntüsünü giderir ve o
13
sıkıntılar yerini sevinç ve feraha bırakır.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 452;
Taberani, el-Mu’cemü’l-Kebir, X, 169)
2. Allah’a, Geçmişte Yapılan Salih Amelleri Vesile Kılarak Dua Etmek
Bu şekilde tevessül ile duaya örnek olarak, Allah Resulü (asv)’nden nakledilen, mağarada
mahsur kalan üç adamın kıssası verilebilir. Hazreti Enes Allah Resulü’nden şöyle işittiğini
anlatıyor:
“Üç kişi birlikte yürürken yağmura yakalanınca dağdaki bir mağaraya
sığındılar. Dağdan kopup yuvarlanan bir kaya parçası, sığındıkları
mağaranın ağzını kapattı ve onları mağaraya hapsetti. Birbirlerine şöyle
dediler: ‘Allah için yaptığımız amelleri araştıralım ve o amellerle Allah’a dua
edelim. Ümit edilir ki, Allah o amellerimizin hürmetine bizi bu sıkıntıdan
kurtarır.’
"Biri yaşlı ve ihtiyar anne ve babası olduğunu, eşi ve küçük çocuklarından
önce onları doyurmak için sabaha kadar başlarında uyanmalarını
beklediğini ifade ettikten sonra, ‘Allah’ım, eğer biliyorsan ki bunu yalnız
senin rızan için yaptım, mağaranın ağzını birazcık arala da gökyüzünü
görebilelim.’ diyerek yalvardı. Allah da bunun üzerine mağarayı biraz açtı, o
aralıktan göğe baktılar."
"İkincisi çok sevdiği bir amca kızından bahisle, onu çok sevdiğini, bir gün
onunla yalnız kalarak evlilik dışı ilişki kurmayı talep ettiğini ve sonunda
kızın direnmesi ve 'Allah’tan kork' demesiyle vazgeçtiğini anlattıktan sonra,
‘Allah’ım, eğer bunu Sen’in için yaptığımı biliyorsan, mağaranın ağzını biraz
daha arala.’ diyerek yalvardı. Allah da bu duaya mukabil mağaranın ağzını
biraz daha açtı."
"Üçüncü kişi de ücret mukabilinde işçi tuttuğunu ama işçinin hakkını
almadan ayrılıp gittiğini, ancak o ücreti çalıştırarak nemalandırdığını, yıllar
sonra o işçi yanına gelip de hakkı olan ücreti istediğinde sürülerle
hayvanların ona ait olduğunu ve sonunda adamın o sürüleri götürdüğünü
ifade ettikten sonra ‘Allah’ım, eğer bunları senin rızan için yaptığımı
biliyorsan, mağaranın geri kalan kısmını da açıver.’ dedi. Akabinde Allah
mağaranın geri kalan kısmını da açıverdi.” (Müslim, Zikir, 27, Hadis no: 2743)
Anlaşıldığı üzere her üç mağara arkadaşı yaptıkları salih bir işi Allah’a arz ederek o amellerle
tevessülde bulunmuşlardır.
3. Allah’la İrtibatının Kuvvetli Olduğuna İnanılan Birini Vesile Kılarak Allah’a Dua
Etmek
Bu tarz tevessül şöyle izah edilebilir: Birisi salih bir zâta gider ve ondan mevcut sıkıntısını
gidermesi için Allah’a dua etmesini istirham eder. Hadîslerden buna misâl olarak Hazreti
Ömer (ra)’in naklettiği şu rivayet zikredilir: “Allah Resulü’nden şöyle derken işittim:
‘Tâbiînin en hayırlısı, Üveys adındaki şahıstır. Onun bir annesi vardır.
Vücudunda da beyazlık vardır. Ona söyleyin de sizin için Allah’a istiğfarda
bulunsun.’”
14
Diğer bir rivayette ise “Sizden kim onunla karşılaşırsa, sizin için dua etmesini istesin.”
demiştir. (Müslim, Fedâilü’s- sahâbe, 55, Hadis no: 2542) İmam Nevevi bu hadisin şerhinde
şöyle der: “Bu hadîsten, dua talep eden daha faziletli de olsa, salih zâtlardan dua istemenin
müstehap olduğu anlaşılmaktadır.” (Ebu Zekeriyya en-Nevevi, ilgili hadisin şerhi)
Osman İbn Huneyf nakleder: Gözünden rahatsız olan bir adam Allah Resulü (asv)’ne geldi ve
“Ey Allah’ın Resulü, bana afiyet ve sıhhat vermesi için Allah’a dua et.” Efendimiz,
“İstersen dua edeyim ya da istersen sabret, bu senin için daha hayırlıdır.”
Adam “Dua et” dedi. Bunun üzerine Allah Resulü (asv) ona mükemmel ve kusursuz bir
abdest almasını ve şu dua ile yalvarmasını tavsiye etti:
"Allah’ım, rahmet peygamberi olan Senin peygamberin Muhammed’in
hürmetine sana teveccüh ediyor ve senden istiyorum. Sen’inle bu ihtiyacımın
giderilmesi konusunda Rabbime teveccüh ettim. Allah’ım, o Rahmet
Peygamberi’ni benin iyileşmem için vesile eyle." (bk. İbn Mâce, İkâme, 189;
Tirmizî, De’âvât, 118; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/138)
4. Dua Esnasında, Bekâ Yurduna İrtihal Eden Peygamber, Veli ve Diğer Salih Kulları
Vesile Kılmak
Bu nevi tevessül de önceki üç türde olduğu gibi, İslâm bilginlerinin çoğunluğu tarafından
kabul görmüştür. Yani cumhur-u ulemanın kâhir ekseriyetinin genel görüşü budur. Buna göre
bir peygamber, bir şehit veya velinin kabri ziyaret edildiğinde ziyaret edenle kabirde medfun
olan zât arasında mânevî alışveriş söz konusudur. Karşılıklı istifade ve istifâza bahis
mevzudur. Nitekim bu konuyu Allâme Fahreddin Razi şöyle izah etmektedir:
“İnsanın ruhu bedeni öldükten sonra ebedî olarak kalıcıdır. Bedenlerini terk eden ruhlar henüz
bedenlerden çıkmamış ruhlardan pek çok yönden daha güçlüdürler. Şöyle ki ruhlar
bedenlerini geride bıraktıkları zaman perdeler kalkar, onlara gayb perdesi ve âhiret
menzillerine ait sırlar ayân olur. Ruh bedende, yani hayatta iken delille elde edilen bilgiler
bedenden ayrıldıktan sonra zaruri / kesin bilgiye dönüşür. Beden kaybolunca bu ruhlar
aydınlanır, nurlanır ve bir nevi kemale erer. Diğer taraftan henüz bedende olan ruhlar da bazı
yönlerden bedenlerini terk etmiş ruhlardan daha güçlüdürler. Çünkü onlar talep etme /
araştırma ve kazanma vesileleri olan tefekkür ve nazar sayesinde her gün yepyeni bilgilere
ulaşırlar. Bu durum ölenlerin ruhlarında olmaz.
İkinci mesele ise şudur: Ruhların bedenleriyle olan ilişkisi şiddetli bir aşka ve tam bir
sevgiye benzer. Bu sebeple, dünyada elde etmek istediğin her şeyi bu bedenini rahat ettirmek
ve ona iyilik etmek için yaparsın. İnsan öldüğünde ve ruhu bedenini terk ettiğinde o muhabbet
ve aşk kaybolmaz. Böylece ruhlar geride bıraktıkları bedenlerine meyilli ve müncezip olarak
kalırlar. Bunların üzerine şunu bina edebiliriz: İnsan, kâmil ve etkili bir ruha sahip bir zatın
kabrine vardığında ve orada bir süre durduğunda onun nefsi/ruhu o topraktan etkilenir. Ölen
zatın ruhunun o toprakla olan ilişkisi malumunuzdur. İşte ziyaret esnasında canlı bedenin ruhu
ile orada yatan zatın ruhu o toprak vesilesiyle karşılaşırlar. Sanki cilalanmış aynaya benzeyen
bu iki ruh ışıklarını birbirine aksettirmeye başlarlar. Ziyaret edenin ruhunda hâsıl olan ilim,
mârifet, fazilet, Allah’a boyun eğme ve kadere teslimiyet gibi güzellikler oradaki meyyitin
ruhuna akseder. Diğer taraftan o meyyitin ruhundaki parlak ve kâmil ilimler de nur olarak
ziyaret eden kişinin ruhuna akseder. Böylelikle bu ziyaret hem ziyaretçi hem de ziyaret edilen
hakkında büyük bir menfaate ve güzelliğe vesile olur. Kabir ziyaretinin meşruiyetindeki asıl
15
hikmet de budur. Burada zikrettiğimizden daha ince, daha esrarengiz sırlar da hâsıl olabilir;
ama eşyanın hakikatlerini kuşatıcı şekilde bilmek Allah’a mahsustur.” (Kevseri, Makâlât,
s.383-384)
Aynı şekilde Sa’duddin Teftâzânî de dünyada iken aralarında muârefe olan kişiler arasında
kabir ziyareti anında mânevî alışveriş olacağından söz eder ve şöyle der: “Kabirleri ziyaret
faydalıdır. Dünyada hayır yörüngesinde yaşamış olan şahsiyetlerin ruhlarından iyiliklerin celp
edilmesi ve birtakım musibetlerin defedilmesi konusunda yardım istenebilir. Zîrâ insanın ruhu
bedeninden ayrıldıktan sonra bedeni ve onun defnedildiği toprakla sımsıkı bir alâkası olur.
Hayatta olan kişi o toprağı ziyaret ettiğinde iki ruh arasında bir mülâkat ve karşılıklı bir feyiz
alışverişi olur.” (Teftazânî, Şerhu’l- mekâsıd fî ilmi’l- kelâm, Pakistan, 1981, II/ 43)
Sözün tam burasında Allâme Kevserî der ki: “Büyük imamın bu meselede vardığı sonuç
böyledir. Acaba bu imam da tevhid ile şirki ayırt edemeyen kimselerden midir? Tuh böyle
tahayyül edenlerin yüzüne!” (Makâlât, s.385)
Tevessüle dair bazı ölçü ve prensipleri şöyle özetleyebiliriz:
a. Allah her şeyin yaratıcısıdır. Her şey O’nun kudret elindedir. Hakiki anlamda bütün işleri
evirip çeviren O’dur. O’ndan başka Hâlık, Mûcid ve Müdebbir yoktur. Nebiler ve veliler ise
kendilerinden yardım istenilen ve O’nun inayetine davetiye anlamında birer vesile-sebeptirler.
b. Bizim Allah’a ve Peygamber Efendimiz (asv)’e yönelik sevgimiz ve muhabbetimiz, O’nun
dışındaki her şeyden bize daha sevimli olmalıdır. Allah’tan ötürü Efendimiz (asv)’i, velileri,
şehitleri, sıddîkleri vs. severiz.
c. Hakiki anlamda Allah’ın dışında medet ve yardım edecek hiç kimse yoktur. Her ne kadar o
yardımlarını yaratıklarının eliyle veya vasıtasıyla bize ulaştırıyorsa da bütün yardım ve
medetler O’ndandır.
d. Bizler, dua ederken, “Nebinin hakkı için, onun yüzüsuyu hürmetine veya filan veli kulunun
hürmetine” dediğimizde, bu ifadelerle Allah’a daha yakınlaşmayı ve o zatların Allah
katındaki mevkilerinin hürmetine dualarımızı kabul etmesini istiyoruz.
e. Tevessülün cevazı konusunda yaşayan biriyle vefat eden biri arasında ayrım yapmak, yani
yaşayan biriyle tevessülü kabul edip de bekâ yurduna intikal edenlerle tevessülü reddetmek
temelsiz bir iddiadır. Kaldı ki peygamberler ve şehitler bu dünyadan irtihal etmiş olsalar da,
belirli bir hayat mertebesinde yaşamakta ve dünya ile alâkaları devam etmektedir. Dünya ile
irtibatlı olan peygamber ve şehitleri vesile kılmakla bedeni ile hayatta olanı vesile kılmanın ne
farkı olabilir ki?
f. Hakikatte tevessül, Allah’ın belirlediği ve takdir ettiği neticeler için yerine getirilmesi
gereken sebeplerden sadece biridir. Hakiki tesir Allah’tan olmakla birlikte, Allah, varlık
âleminde sebeplerle sonuçlar arasında bir mukarenet (birliktelik, yakın sebeplilik) kılmıştır.
Buna göre tevessülün hükmü diğer sebeplerden farklı değildir. Zîrâ Allah’ın bir hastalığın
iyileşmesini ve şifa bulmasını yahut herhangi bir ihtiyacın giderilmesini veya rızık genişliğine
kavuşmayı salih kullarından birinin duasına bağlamış olabilir. (Abdullah el-Humeyri, etTeemmül fi hakikati’t-tevessül, Dâru Kurtuba, Beyrut, 1422, s.50 vd)
16
Sonuç olarak, kendisiyle tevessül edilen şahıslar, esas gaye ve maksat yerine geçirilmemeli ve
onların sadece bir vesile ve vasıta olmaktan öte hiçbir yetkilerinin bulunmadığı
unutulmamalıdır. Bütün bunlarda İlâhî iradenin esas olduğu da gözden kaçırılmamalıdır. Bu
kıstaslara uyularak yapılacak bir tevessülün, şirkle ilgisi yoktur. Ancak her masum
düşüncenin kötüye kullanımı mümkün olduğu gibi, bunu da suistimal eden bir kısım cahiller
bulunabilir. Bu, meselenin özüne zarar vermez.
İlave bilgi için tıklayınız:
Dua ederken vesile kılmak, evliyalardan medet istemek caiz midir?
17
Sokrates, Aristo gibi filozofların yaşadığı dönemlerde hangi
peygamberler dünyadaydı? Ve bu peygamberler Allah yolunu
dünya insanlarına hangi yollar ile anlatmıştır?
Sokrates, Milattan önce 470-399 yılları arasında yaşamıştır. O dönemde hangi peygamberin
yaşadığını tespit etmek güçtür. Kaynaklarda o devirde yaşamış ünlü bir peygamberin varlığına
dair kesin bir bilgi yoktur. Yalnız, Kitab-ı Mukaddes'te 17 Sifrin sahibi olarak bilinen
peygamberlerden olan UBDİYA ve MELAHÎ adındaki nebiler m. Ö. 450 civarında
yaşamışlardır.(el-Azamî, el-Yahudiyetu ve’l-Mesihiye, s.149) ki, Sokrates’in yaşadığı
döneme denk geliyor.
Prensip olarak Hz. Muhammed (asv)’den önceki bütün peygamberler içinde bulundukları
topluluklara tebliğ ile görevli idiler. Bütün dünyaya hitap eden tek din İslam’dır. Hristiyanlar
da Hz. İsa (as)’dan sonra böyle bir yola başvurdular. Bu sebeple, onların tebliğleri de kendi
güçleri nispetinde cereyan ediyordu. Bazıları bir kasabaya peygamber oluyordu. Onun içindir
ki, aynı dönemde bazen birden çok peygamber bulunuyordu. Söz konusu peygamberlerden
bazılarına birkaç sayfa vahiy veriliyordu. Bir kısmı ise daha önceki peygambere ait sayfaların
mesajlarını tebliğ etmekle yükümlü idi.
Tebliğ, peygamberlerin sıfatlarından ve onların gerçek vazifelerindendir. Bu gerçeği ifâde
eden bir ayetin meâli şöyledir:
"Ey elçi, Rabbinden sana indirileni duyur. Eğer bunu yapmazsan, O'nun
elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan korur."(Mâide 5/67).
Bu görev yalnız Hz. Muhammed (a.s.m.)'e verilmemiş, diğer peygamberlere de verilmiştir.(A
'raf, 7/62, 68, 79, 93; Ahkâf, 46/23).
Tebliğ vazifesini yapan peygamberler, bu vazifelerinde zorlayıcı herhangi bir yola
başvurmamışlar, sadece tebliğ vazifelerini yerine getirmişler ve sonucu Allah'a bırakmışlardır:
"Peygambere düşen, sadece tebliğ yapmaktır." (Mâide, 5/99)(1)
Allah'tan aldıkları mesajları, muhatabı olan insanlara tebliğ etmekle görevli olan
peygamberler, tebliğ vazifelerini yerine getirirken, çeşitli sıkıntılarla karşılaşmışlardır. Ama
hiç bir zaman yollarından sapmamışlar ve davalarında taviz vermemişlerdir. Hayatları bu
hususta ibretli olaylarla doludur.
Bu şekilde sabırla davranarak tebliğde bulunmak, insanları hikmetli sözler ve güzel öğütlerle
Allah'ın yoluna davet etmek Allah'ın, Kur'an'a kulak veren her mümine ilâhî bir emridir:
"(Ey Muhammed) Sen (insanları) Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütlerle
çağır ve onlarla en güzel şekilde mücâdele et." (Nahl, 16/125).
Bu ayette söz konusu olan "hikmet" ve "güzel öğüt", tebliğ ile ilgilenen insanlar için çok
önemlidir. Hikmet, kişinin tebliğ sırasında dikkatli ve basiretli olması, bunu körü körüne
yapmamasıdır. Hikmet, hitabedilen kişinin zihin, yetenek ve şartlarını gözönünde
bulundurulmasını ve mesajın bunlara uygun bir şekilde iletilmesini gerektirir.
"Güzel öğüt" ise, kişinin muhatabını sadece mantıkî ikna metotlarıyla değil, aynı zamanda
duygularını cezbederek de inandırmaya çalışmasıdır .
18
Bu ayette geçen "Onlarla en güzel şekilde mücadele et." emri de, tebliğ vazifesini ciddi bir
şekilde yerine getirmeyi taleb etmektedir. Buna göre tebliğci, tatlı bir dile sahip olmalı,
tebliğde soylu bir davranış göstermeli, cezbedici, akla ve mantığa uygun fikirleri öne sürmeli
ve muhatabını en güzel bir şekilde ikna etmeye çalışmalıdır.(2).
(1) Bu konu ile ilgili olarak bk. Âl-î İmrân, 3/20; Mâide, 5/92; Ra'd, 13/40; Nahl, 16/35,82;
Nûr, 24/54; Ankebût, 29/18; Yâsîn, 36/17; Şuarâ, 42/48; Teğâbûn, 64/12.
(2) Kurtubî, el-Camiul'i-Ahkâmi'l-Kur'ân; Razî, et-Tefsiru'l-Kebir, Zemahşerî, el-Keşşâf, ilgili
ayetin tefsiri
19
Erkek ve kadınlar cemaatle namaz kılarken, yer darsa, kadınların ne
kadar geride durması lazımdır?
Muhazat, dini bir terim olarak, namazda erkek ve kadının aynı hizada olması anlamına
gelmektedir.
Muhazatta muteber olan, bacakla topukların aynı hizada bulunmasıdır. O halde kadının
topukları erkeğin topuklarından geride olursa, erkeğin namazı bozulmaz. Çünkü muhazat
gerçekleşmemiştir.
Erkekle aynı hizada duran kadının, yabancı ya da erkeğin çok yakını olması arasında bir fark
yoktur. Önemli olan bu konuda kadın unsurudur. (bk. Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam
Fıkhı, Uysal Kitabevi: 1/312.)
İlave bilgi için tıklayınız:
MUHÂZÂT (MUHÂZÂT-I NİSA)
20
Aç insanlar varken, kediye yapılan aylık 50 TL masraf günah mıdır?
Hijyen açısından sorun çıkarıyor; sokağa bıraksam günah olur
mu? Ne yapmalıyım?
“Aç insanlar varken kediye yapılan bu masraflar günah mı?” sorusu, biraz serbest bir
muhtevaya sahiptir. Yani, şayet bu masraf kediye yapılmasaydı, o aç olan insanları bulup
kediye yaptığınız masraf kadar her gün o kişilere harcar mıydınız? Sanmıyoruz, çünkü bizim
kedimiz olmadığı halde böyle bir şey yapmıyoruz. Böyle bir düşünce sanki, “kediden
kurtulma” adına fetvaya bir gerekçe gibi görünüyor.
Bununla beraber, muhtaç olan hayvanlara bakmak da önemlidir. Ama hiç şüphesiz
muhtaçlardan biri insan diğeri hayvan ise, insanın ihtiyacının giderilmesi önceliklidir. Bu
sebeple, eğer mümkünse, güvenilir bir kişi veya kuruma bırakılması uygun olur.
Hijyenlik durumu elbet çok önemlidir. Kaldı ki eşlerden birinin istemediği bir kedinin
evde olması, aile huzurunu da bozabilir. Bizim tavsiyemiz kediyi sokağa bırakmak yerine,
kedi satan kişilere veya uygun gördüğünüz bir yere hediye etmek en makul olanıdır.
21
İmam Gazali’nin, bir Müslüman kadının zorunlu olmadıkça evden
çıkması mekruhtur, fetvasına göre, Müslüman bir kadının
sohbet, hal hatır için de olsa komşusuna gitmesi yanlış mıdır?
Bir Müslüman kadının dinî sohbetlere katılmak veya komşusunun, akrabasının hal hatırını
sormak için dışarıya çıkmasında bir sakınca yoktur. Çünkü bunlar da bir zorunluluk
nevindendir. Özellikle her zamanın bir hükmü vardır. Bu günkü şehirleşmeden kaynaklanan
hayat şartlarında aynı apartmanda oturanların bile birbirlerine gitmediği bir dünyada,
kadınların -İslam’ın ön koşul gördüğü şartlarına uyarak- bazen uygun yerlere gitmek üzere
dışarı çıkması bir zorunluluk gibi görünüyor. Zira, yaratılış gereği sosyal bir varlık olan
insanların başkalarıyla konuşması, dertleşmesi, sohbet etmesi, bir şeyler öğrenmesi, öğretmesi
insanların olmazsa olmaz şartıdır. Kadın da bir insan olduğuna göre, onun da bu ihtiyaçlarını
gidermesi çok önem arz etmektedir.
Gerek bazı hadis rivayetlerinde ve gerek alimlerin eserlerinde “kadınların lüzumsuz yere
dışarı çıkmasının hoş görülmemesi” sedd-i zerayi kabilinden, muhtemel fitnelerden ve
zararlardan kadınları korumaya yöneliktir. Dolayısıyla, bu zararların olmadığından emin
olunduğu bir ortamda kadınların bu beşerî ihtiyaçlarını gidermesinde bir sakınca olmasa
gerektir.
“Kadınların babasının evine gitmesi durumunda bile, eşinden izin alması”nın ön
görülmesi de aile emniyetini, karşılıklı güven ortamını sağlamaya yönelik bir tedbirdir. Bu
sebeple, aile ortamını zedelememek için, kadının hiçbir yere kocasının haberi olmadan
gitmemesi ne kadar uygundur. Ayrıca lüzumsuz yere çarşıda-sokakta gezmemek de bir kadın
için bir onur ve mürüvvet anlamına gelir.
Şunu da belirtelim ki, İmam Gazalî’nin “mekruh” dediği, tenzihen mekruh manasınadır.
Çünkü, kendisi şafidir, Şafii mezhebinde “tahrimen mekruh” kavramı yoktur, “haram ve
mekruh” vardır. Onun için “mekruh” denildiği zaman sadece tenzihî kerahet söz konusudur.
22
Muhammedi ruh nedir, nasıl elde edilir?
Bu tür ifadeler mecazdır. Benzetme yönü hazfedildiği için “teşbih-i beliğ” türündendir. Yani,
“Hz. Muhammed (asv)’in ruhuna benzeyen ruh” ifadesi yerine “Hz. Muhammed (asv)'in
ruhu” anlamında “muhammedî ruh” ifadesi kullanılmıştır. Çünkü, gerçekte hiç kimsenin
ruhu başkasının ruhu olamaz. Herkesin ruhu kendine mahsustur.
Mecaz manada “Muhammedî ruhu elde etmek” Hz. Muhammed (asv) gibi yaşamaktan
geçer. Hz. Aişe (ra) validemizin ifadesiyle “Hz. Muhammed’in ahlakı Kur’an ahlakı idi.”
(Müslim, Müsafirin, 139) Demek ki, Onun ruhu Kur’an’la beslenmiş ve öyle olgunlaşmıştı
ki,
“Şüphesiz sen çok büyük bir ahlak üzeresin.” (Kalem, 68/4)
şeklindeki Allah’ın iltifatını kazanmıştır.
“Peygamber'de sizin için güzel bir misal/örnek vardır.” (Ahzab, 33/21)
mealindeki ayette ifade edildiği üzere, Hz. Muhammed (asv) ’e ahlakta, kullukta, Allah’ın
emir ve yasaklarına riayet etme hususunda uyarsak, onu gibi yaşamaya çalışırsak, onun kutsî
ruhundan -bir parıltıda olsa- ruhumuza yansıtabilir, feyzinden istifaza edebilir, marifetinden
istifade edebiliriz.
Özetle, Hz. Muhammed (asv)’in ruhu iman ve İslam prensipleri çerçevesinde şekillenmiştir.
Onun ruhundan bir ışık almak ve aydınlanmak için onun gibi hareket etmek gerekir. Bu da
kitap ve sünnet dairesinde Ehl-i sünnet alimlerinin verdiği derslerinden istifade etmek ve
bildiklerimizi amelle, pratiğe dökmekle olur.
23
İmam Rabbani, hoparlör ezan okumaya değil, ezanı yok etmeye
sebep oluyor, demiş midir?
Öyle zannediyoruz ki, bu bilgiyi doğrudan İmam Rabbanî’nin Mektubat'ından değil, ondan
alıntı yapan kiaplardan okumuşsunuz. Oralarda yazılan mektupların metinlerine, açıklama
mahiyetinde kendi bilgileri de ilave edildiği için, okuyucu bazı sözlerin -yanlışlıkla- İmam
Rabbanî’ye ait olduğu zannına kapılabiliyor.
Önce şunu çok net olarak söyleyelim ki, ezan kelimelerinin 7 olduğuna işaret edilmiş ve
kısaca o kelimelerin ne anlama geldiği izah edilmiş olan İmam Rabbanî’nin 303. mektubunda
“hoparlör”den hiç söz edilmemiştir.
Zaten hoparlörden söz etmesi mümkün değildir; çünkü, İmam Rabbanî devrinde
“HOPARLÖR” diye bir şey yoktu.
İlave bilgi için tıklayınız:
Camilerde mikrofon ve hoparlör kullanımı caiz midir?..
Kur'an ve ezanın hoparlörle okunması hakkında...
24
Cinler dumansız ateşten yaratıldığına göre, maddeden olan nasıl
metafizik olur? Belki de cinler dahi belirli fizik kurallarına
tabidirler; bu yüzden metafizik denilemez?
Cinlerin metafizik varlıklar olarak adlandırılması söz konusu ise şayet, bu, duyu organlarımız
tarafından görülmeyen varlıklar manasına gelir. Bunu böyle ifade edenler, sanki fizik
kavramını duyu organlarımızla görülen, metafizik ise duyu organlarımızla görülmeyen
fizikötesi varlıkları kastederek bunu seslendiriyorlar. Bu açıdan bu tanımlama doğrudur.
Çünkü, şeytanların / cinlerin insanlar tarafından görülmeyen varlıklar olduğu hususu
Kur’an’da açıkça ifade edilmektedir:
“Şüphesiz şeytan ve kabilesi (cinler), sizin kendilerini görmeyeceğiniz
yerlerden sizi görürler.”(Araf Suresi, 7/27).
Fakat, ayette vurgulanan husus, cinleri kendi hakikî şekillerinde görmeme olayıdır. Çünkü,
cinler Allah’ın izniyle kılık değiştirip insan veya başka bir cisim şeklinde ortaya çıkabilir ve o
şekilde görülebilir. Bu konuda Peygamberimiz (a.s.m)’in şeytanı gördüğüne dair rivayetler de
vardır. Ve başka insanlar da onları bu hallerinde görmüşlerdir. (bk. İbn Aşur, ilgili ayetin
tefsiri).
Fizik alemini maddî alem olarak düşündüğümüzde, cinlerin de fizik dünyasının bir parçası
olduğunda şüphe yoktur. Çünkü onlar da bir maddeden / ateşten yaratılmışlardır. Bu manada
melekler de bir maddeden / nur unsurundan yaratılmışlardır.
Bununla beraber, cinler ateşten yaratıldıklarına göre bir nevi enerji olarak da düşünülebilir ki,
enerji de maddedir. Çünkü madde, enerjinin yoğunlaşmış ve kesafet peyda ederek şekillenmiş
halidir. Ancak maddenin kesif hali olan fizikî unsurlar ile enerji hali olan letafeti nuranî bir
şeffafiyet ve saydamlığa sahiptir. Bu açıdan genel prensip olarak fizik sözcüğü -letafetiyle
şeffaf- bir enerji konumunda olan cinler için kullanılmayabilir.
25
İmam Azam Ebu Hanife, Caferi Sadık’tan hadis almış mıdır? Ehl-i
sünnet alimleri, Hz. Ali (ra), Zeynelabidin, İmam Bakır, Caferi
Sadık gibi Ehl-i beyt alimlerinden neden hadis almamıştır?
İmam Azam Ebu Hanife, Caferi Sadık’tan hadis almıştır. ayrıca, Ehl-i sünnet alimleri, Hz. Ali
(ra), Zeynelabidin, İmam Bakır, Caferi Sadık gibi Ehl-i beyt alimlerinden de hadis rivayet
etmişlerdir.
a. Güvenilir tarih kaynaklarında İmam Ebû Hanife’nin özellikle hadîs dersi aldığı hocaları
arasında, Ata b. Ebî Rebah, Zeyd b. Ali, Şa’bi, Tavus, İkrime, Katade, Nafi, Zühri, Simak b.
Harb ve Hammad b. Ebi Süleyman başta olmak üzere yüz civarında büyük tâbiûn âliminin
ismi geçmektedir. Bazı kaynaklarda ise Ebû Hanife’nin yüzlerce tâbiûn âlimiyle görüşüp
hadîs aldığı bilgileri yer almaktadır. Ebû Hanife, Kufe’deki tâbiûn âlimlerinin bilgi birikimini
elde etmede en fazla, Hammad b. Ebî Süleyman’dan faydalanmıştır. Onun Hammad b. Ebî
Süleyman’ın derslerine hiç aksatmadan yaklaşık yirmi yıl kadar devam ettiği bilinmektedir.
Hattâ onun bu hocasından iki bin civarında ahkâm hadîsi yazdığı bilgisi de güvenilir
kaynaklarda yer almaktadır.
İmam Ebû Hanife, Ehl-i beyt imamlarının hadîs birikimlerine de vâkıf olmuştu. Bu kapsamda
onun Zeyd b. Ali ile uzun süre yakından görüştüğü ve kendisinden hadîs dinlediği
bilinmektedir. Onun tahsil hayatında Hammad b. Ebî Süleyman ve Ata b. Ebî Rebah gibi,
Zeyd b. Ali de çok özel bir yere sahiptir. Ayrıca tarihî kaynaklarda onun hac esnasında Ehl-i
beyt imamlarından İmam Muhammed Bâkır ve İmam Cafer Sadık ile de görüşüp bazı fıkhî
konuları müzakere ettikleri bilgisi yer almaktadır.(1)
b. Hadisler daha çok Emevî döneminde toplanmaya başlanmıştır. O dönemde bir kısım Emevi
yetkililerin Ehl-i beyte karşı olumsuz tutumları ve zulümleri, Ehl-i beyt'ten açıkça hadis
rivayetinde bulunmaya engel teşkil etmiştir. Hasan Basrî’nin “Neden mürsel hadis rivayet
ediyorsun, sahabenin adını niçin vermiyorsun?” diyen birisine verdiği cevapta söylediği şu
sözleri bu konuda çok manidardır:
“Bulunduğumuz devrin (Haccac devrinin) durumunu biliyorsun. Ben mürsel
olarak rivayet ettiğim hadislerin hepsini esasen Hz. Ali (ra)’den
naklediyorum. Fakat bu devirde onun adını söyleyebilir miyim.”(bk. Suyutî,
Tedribu’r-râvî, 1/204).
c. O günkü siyasî ortamda meydana gelen olayların bir sonucu olarak bazı kimseler kendi
taraftarlarını haklı çıkaracak şekilde hadis uydurdukları bilinmektedir. Bu siyasî cereyanlar
arasında hariciler, nasıbiler ve Şialar da vardır. Ehl-i sünnet bu açıdan bu grupların
rivayetlerine ihtiyatla yaklaşmışlardır.
Şunu unutmamak gerekir, Ehl-i sünnetin Ehl-i beyt tarikiyle gelen bazı hadis rivayetlerine
itibar etmemeleri, söz konusu rivayet zincirinde yer alan Ehl-i beyt imamlarına karşı olumsuz
tavırlarından değil, Ehl-i beyt'in dışında kalan ravilere karşı bir tavırdır.
d. Bununla beraber, Ehl-i sünnet kaynaklarında Hz. Ali (ra) ile ilgili hadisler diğer raşit
halifelerle ilgili hadislerden kat kat fazladır. Bu da Ehl-i sünnetin İmam Ali (ra)’ye karşı
gösterdikleri saygı ve sevginin açık bir belgesidir.
e. Ehl-i teşeyyu / Şia alimlerine göre, Hz. Zeynelâbidîn, Hz. Muhammed Bakır, Hz. Cefar-i
Sadık gibi imamların sözleri de -masum kabul edildikleri için- dinde bir hüccet kabul edilmiş
ve bu açıdan onların sözlerine de hadis telakkisiyle bakılmıştır. Ehl-i sünnet alimlerine göre,
Peygamber (asv)'den başka kimse masum değildir. Bu sebeple, -özellikle sahabeden sonra
26
gelen- alimlerin sözleri bir hadis hüviyetinde kabul edilmemiştir.
f. Bununla beraber, Ehl-i sünnet kaynaklarında Ehl-i beyt imamlarının sözlerine, görüşlerine
yer verilmiştir. Burada İmam Zeynelâbidin Ali b. İmam el-Hüseyn’i bir örnek olarak
göstereceğiz:
Bilindiği gibi Meşhur hadis hafızı İbn Hacer, Kütübü Site kaynaklarında yer alan râvileri
tanıtmak üzere “Tehzibu’tehzib” adlı bir eser yazmıştır. Bu eserde Zeynelâbidin Hazretlerine
de yer vermiştir.(bk. Tehzib,7/304-307). Bu eserde kendisinin hadis aldığı kimselerin bir
listesi verilmiştir. Babasından, amcasından -mürsel olarak- dedesinden yaptığı rivayetler
yanında, Ebu Hureyre, İbn Abbas, Hz. Aişe, Hz. Safiye, Hz. Ümmü Seleme’den (Radiyallahu
anhum ecmain) de rivayet ettiği belirtilmiştir. Kendisinden de bir çok ünlü Ehl-i sünnet
muhaddisleri; Tavus b. Keysan, Zuhrî, Ebu Zennad gibi ünlü hadisçilerin de içinde bulunduğu
pek çok Ehl-i sünnet alimi kendisinden hadis rivayet etmiştir.(a.g.e).
Büyük bir muhaddis olam Zuhri: “Ondan (İmam Zeynelâbidin Ali b. İmam el-Hüseyn) daha
fakih olan kimseyi görmedim. Kureyşliler arasında ondan daha faziletlisini görmedim”
derken, İmam Malik, “Ehl-i beyt içerisinde ondan daha faziletlisini görmediğini…her bir gece
ve günde/24 saatte 1000 rekat namaz kıldığını” söylemiştir. İbn Sad da “Onun çok hadis
rivayet eden bir alim, takva sahibi, güvenilir, sika, tabiilerin ikinci tabakası arasında yer alan
mümtaz bir zat olduğunu” söylemiştir.(a.g.e).
g. Keza, İmam Muhammed Bakır’a da aynı eserde yer verilmiştir. Kendisi, dedeleri ve
amcalarının yanında, Semüre b. Cündub, İbn Abbas, Ebu Hureyre, Hz. Aişe, Hz. Ümmü
Seleme ve daha başka bir çok alimden hadis rivayet etmiştir. Kendisinden de İmam Cafer,
İshak es-Sebuî, A’rac, Zuhrî, Makhul, Evzaî, İbn Ata, Mamer b. Yahya gibi pek çok Ehl-i
sünnet alimi hadis rivayet etmiştir. İbn Sad, “onun Tabiî, muhaddis, sika bir zat olduğunu”
söylemiştir. Ünlü Hadisçi, Nesaî, “onun tabiinden ve Medine fakihlerinden olduğunu”
belirtmiştir. Muhammed b. el-Mükender şunları söylemiştir: “Ben İmam Zeynel’abidin’den
daha üstün bir kimseyi görmedim. Ta, oğlu İmam Muhammed Bakır’ı görünceye kadar..
Kendisine biraz vaaz etmek istedim fakat o bana vazetti.”(a.g.e, 9/350-352).
h. Keza, İmam Cafer-i Sadık hakkında da aynı eserde(2/103-104) bilgi verilmiş, İmam
Şafii,Yahya b. Main, Ebu Hatim, İbn Adî gibi ünlü ehl-i sünnet alimleri onun sika, güvenilir
olduğunu vurgulamışlardır. Amr b. Ebi’l-Mikdam, “onu gördüğümde, peygamber
sülalesinden olduğunu hemen fark ederim” demiştir. Süfyan Servî, Sufyan b. Uyeyne, İmam
Malik, İbn Cureyc, Ebu Hanife, Kattan ve daha başka bir çok ehl-i sünnet alimi ondan hadis
rivayet etmişlerdir.(a.g.e).
i. Bu bilgiler gösteriyor ki, Ehl-i sünnet alimleri Ehl-i beyt imamlarına gereken saygı ve
sevgiyi göstermiştir. Bu gibi bilgiler veren daha pek çok Sünnî kaynak vardır. Fakat, bizim
İbn Hacer’in bu kitabını seçmemiz, bu eserde, Ehl-i sünnetin en fazla itibar ettiği hadis
külliyatı olan Kütübü Sitte'de yer alan hadisçilere özel olarak yer ayrılmış olmasıdır.
j. Ehl-i sünnet ile Ehl-i beyt sevgisiyle ortaya çıkan Şialar arasındaki feri meseleleri ortaya
atmak, İslam’a ve Müslümanlara bir fayda vermez, fakat İslam düşmanlarına yarar sağlar...
Birbirimizi daha yakından tanıma imkânı bulursak, imanda kardeş olduğumuzu daha iyi
anlarız. Kur’an’la şerefleri, imanları, samimiyetleri sabit olan sahabeye dil uzatmakta hiçbir
sevap yok, aksine günah çoktur.
27
Kur’an’da, Sünnette, Ehl-i Beyt sevgisinde buluşmak dileklerimizle…
Dipnot:
(1) bk. Prof. Dr. Beşir Gözübenli, İmam Âzam Ebû Hanife’nin İçtihat Sistematiğinde Sünnet
ve Hadis, Yeni Ümit, Sayı : 88 Nisan-Mayıs-Haziran 2010
28
İnsana, elest bezmin(bezm-i elest)deyken olmuş olacak her şey
gösterilmiştir, biz bunları çeşitli kayıtlar altına girme sonucu
(beden, aura, vs...) unuturuz, ifadeleri doğru mudur?
Bu bilgiler doğru değildir; her şeyi bilmek sadece Allah’a mahsustur. Bezm-i elestte
“Allah’ın rububiyeti / Rab olduğu gerçeği” öğretilmiştir. Kur’an ve hadislerde, bunun
dışında geçmiş ve gelecekle ilgili bir ilmin verildiğine dair herhangi bir işaret söz konusu
değildir. Bilakis Kur’an’da “...Size ilimden çok az şey/bilgi verilmiştir.” (İsra 17/85)
denilmektedir.
Bununla beraber, -bir çok kötülüklerine rağmen- insanların meleklerden tercih edilerek
yaratılmış olmalarının en önemli bir hikmeti, Hz. Adem (as)’a “talim-i esma” unvanıyla
öğretilen ilimlerdir.
Bu açıdan bakıldığında, insanlarda maddî ve manevî ilimleri öğrenme kabiliyeti vardır. Maddî
teknik metoduyla, aklın inkişafıyla maddî ilimlerin keşfi mümkün olduğu gibi, manevî teknik
metoduyla (iman, takva, salih amelle), kalbin inkişafıyla da manevî ilimleri keşfetmek
mümkündür. Fakat bu her iki ilmin de sınırlı olduğunda şüphe yoktur.
Konuyla ilgili ayet hakkında bilgi için tıklayınız:
Misak, yani kalubeladaki "anlaşma" ne demektir? Ruhlar âlemindeyken Allah'a
verdiğimiz sözü, niçin hatırlamıyoruz? Bu sözü hatırlamayışımız, bizi sorumluluktan
kurtarır mı?
29
Siyasi olaylardan ve eylemlerden uzak durmaya çalışanlar, kötü
emeli olan insanların ekmeğine yağ sürmekle ve haksızlığa
karşı bir tepki göstermemekle itham ediliyorlar. Bu insanlara
nasıl bir cevap vermeliyiz?
Buna belli bir cevabı tespit etmek zordur. Çünkü, karşı tarafın gerekçelerini iyi bilip ona göre
bir argüman geliştirmek gerekir.
Bununla beraber, işin ifrat ve tefrit tarafına kaçmadan konuşmak gerekir. Yani eğer “Hiç
kimse siyaset yapmasın, siz de yapmayın.” derseniz, “uzak durmakla kötü emeli olan
insanların ekmeğine yağ süreceğiz” yargısını haklı çıkaracaksınız. Çünkü, sahneden iyi
insanlar çıkarsa ister istemez orası kötü insanlara kalır.
Müslümanlar olarak, kendi aramızda iş bölümü yapmak zorundayız. Bir kısmı siyasetle
uğraşsın ki, zaten uğraşmaktadır. Ama bütün insanlar siyasetle meşgul olsa, diğer çok önemli
işler sahipsiz kalır. Örneğin, herkes siyasetle iştigal etse, o zaman bütün insanları kucaklaması
gereken iman hizmetine darbe vurulmuş olur. Halbuki bütün siyasetlerin üstünde bir öneme
sahip olan İman ve İslam hizmetini yapmak için hiçbir partiye açıktan bağlı olmamak gerekir.
Çünkü, eğer siz A partisine bağlı iseniz, B partisine mensup olanların yanında “karşı
tarafsınız”. Bu durumda ağzınızdan kuş uçursanız size kulak asmazlar. En halis, en samimi
olan söz veya davranışınızı hep bir “siyaset propagandası” olarak görürler. Bu ise İslam’a
büyük bir zarardır.
Ayrıca siyasetle meşgul olmak herkese gerekmez; yalnız siyasî olanlara gerekir. Dört yılda bir
olacak bir seçim esnasında vereceğimiz her oy bizim siyasetimizi belirler. Yani bu da bir
siyasettir. Ancak, doğrudan siyaset içinde olmayan halkın lüzumsuz yere, “bir saatte
yapacağı işi / oy işini” dört yıl boyunca diline dolamak ve her yerde onu konuşmak
gerçekten akla ziyandır. Çünkü, “Dervişin fikri ne ise zikri de odur.” Gece-gündüz işi gücü
siyasetle iştigal eden kimsenin “Rabbini, peygamberini, dinini ve kendini düşünmeye” fazla
vakti kalmaz.
En büyük siyaset, siyasetsizliktir. Çünkü, bu tavrınızla çok daha güzel neticeler alma
imkânına sahip olabilirsiniz. Eğer maksat, iyi insanların iş başına gelmelerini sağlamak ise,
bunun tek çaresi vardır; milletin evladını iyi yetiştirmek, imanlı yetiştirmek, ahlaklı
yetiştirmek... Çünkü, iş başına geçenler bu milletin fertleri arasından seçilirler. Toplumda iyi
insan yoksa veya çok az ise o zaman işi hangi iyi insana bırakırsınız? Bu gün iş başında olan
bazı iyi insanlar varsa, bunun tek sebebi, daha önce toplum fertlerini iyi yetiştirmeye yönelik
olarak yapılan hizmetlerdir. İşte siyasetsizlik siyaseti…
Ahlaklı, dürüst, Allah korkusuna sahip, fazileti esas alan, "halka hizmeti Hakk’a hizmet"
olarak kabul eden bir anlayış olmadıktan sonra, adamın adı “Müslüman / mümin” olmuş ne
yazar. Nitekim, bu unvanı taşıyan nice kimselerin “keseyi doldurmaktan” başka işlere vakit
bulamadıklarına şahit olmuşuzdur.
Bu sebepledir ki, Bediüzzaman Hazretleri 1950’lerde şu tespitte bulunmuştu:
“Şu zamanda İslam adına her hangi bir partinin başa geçmesi isabetli
değildir. Çünkü, ahlak o kadar bozulmuştur ki, yirmi kişiden birine itimat
edilmez...”
Yani, din adına ortaya çıkıp da her türlü ahlaksızlığı yapanların bu “kırık notları” halk
tarafından yanlışlıkla “din” hanesine yazılır. Bu ise İslam’a yapılan en büyük hıyanettir.
30
Bir ordunun karacısı, havacısı, denizcisi vardır; hepsinin hedefi yurt savunmasıdır. Eğer bütün
ordu sadece havacı veya karacı veya denizci olsa düşmana karşı ta baştan mağlup olmuş
demektir. Bunun gibi, kendini Allah’ın dinine hizmete adayan kimseler bir sivil ordu gibidir.
Bir kısmı ilimle, bir kısmı güzel ahlakla, bir kısmı sosyal hizmetle, bir kısmı idare / siyasetle
uğraşmalıdır ki, toplum her yönden mükemmel olsun.
Bir ülke düşünün ki, üniversiteleri, sivil toplum hareketleri, sosyal aktivite sahipleri, sanayici
ve esnaflarının iş yerleri, hepsi birer askerî kışlaya dönmüş, böyle bir ülkede terakki, huzur ve
de onur namına bir şey kalır mı? İşte bir sermeşk, artık buna göre aşk edebilirsiniz.
İlave bilgi için tıklayınız:
Dinimiz siyasette ne oranda yer vermiştir, dindar bir insan siyasette yer alablir mi?
Bir Mayıs gibi eylemleri yapmanın ve protesto yürüyüşlerine katılmanın bir sakıncası
var mıdır? Bu tür eylemlere katılamayanları kınayanlara ne demeliyiz?
31
Bazı kaynaklarda, Şeyhülislam Ebussuud Efendi'nin, Yunus Emre'yi
küfürle suçlayıcı fetvalar verdiği, şeklinde bilgiler gördüm.
Böyle bir fetva var mıdır?
İslam Tarihi içerisinde bir kısım ehl-i tasavvufun “şatahat” denilen ve görünürde İslam
dininin esaslarına ters düşen sözlerinin küfür kabul edildiği bir gerçektir. Hallac-ı Mansur
bunlardan biridir. İbn Arabî de kıl payı kurtulmuştur.
Bunun sebebi şudur: Şeriat, fıkıh alimleri, şeriatın zahirî hükümlerine göre konuları
değerlendirmek durumundadır. Bu sebeple, zahiren / görünürde küfür sayılan söz ve
davranışlara müsamaha göstermelerini beklememek gerekir. Nitekim, bir rivayete göre Hz.
Ömer (ra) şöyle demiştir:
“Kim kendini töhmet altında bırakacak bir konuma soktuğu için başkası
tarafından suizanna muhatap olursa, sadece kendini ayıplasın.”(Kenzu’lUmmal, 3/804).
Bununla beraber, tarih içerisinde bu gibi olayların yaşanmasına, yanlış imaj oluşturan bir
kısım kapalı sözlerin varlığı yanında, işin tevil tarafına kulak asmayan alimlerin tolerans
tanımayan sertlikleri de sebebiyet vermiştir.
Yunus Emre’nin tekfir meselesine gelince:
“Bugün İstanbul’un tarihi bir caddesine ismi verilmiş bulunan Şeyhülislam Ebussuud Efendi,
dönemin devlet işlerini ve sivil hayatını dinsel hükümlere (şeriata) göre şekillendirmiştir. Bu
yüzden, Yunus Emre’nin şiirleri bile dine aykırı sayılmış, "Bu şiirleri okuyanların
öldürülmesi gerekir." diye fetvalar verilmiştir.
"Yunus Emre’nin,
'Cennet cennet dedikleri, bir ev ile birkaç huri / İsteyene ver sen onu, bana
seni gerek seni.'
diye başlayan şathiyesini okumak, idam edilmeyi göze almak demekti." bilgisine yer veren
yazar, kaynak olarak da M. Ertuğrul Düzdağ’ın yayımladığı “Şeyhülislam Ebussuud Efendi
Fetvaları"nı vermiştir. Siz de bu kaynağa bakabilirsiniz.
Bu fetvaları, verdiğimiz bilgiler ışığında değerlendirmek ve Yunus Emre ve Hallac-ı Mansur
gibi insanları -bu tür fetvalara bakarak- tekfir etmeye yeltenmemek en zararsız ve faydalı
yoldur.
32
Download