ULUSLARARASI 13. YÜZYILDA FELSEFE SEMPOZYUMU BİLDİRİLERİ Editörler Doç. Dr. Murat Demirkol Ar. Gör. M. Enes Kala Yıldırım Beyazıt Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi Yayınları: 1 ULUSLARARASI 13. YÜZYILDA FELSEFE SEMPOZYUMU BİLDİRİLERİ Editörler Doç. Dr. Murat Demirkol Ar. Gör. M. Enes Kala © T. C. YILDIRIM BEYAZIT ÜNİVERSİTESİ (Sertifika No: 26056) Kapak / Mizanpaj CİNAS GRAFİK 0312.3100860 Baskı / Cilt KALKAN MATBAACILIK Büyük San. 1. Cad. 99/32 İskitler Tel: 3419234-3421656 Ankara ISBN: 978-605-4929-00-9 Basım Tarihi Şubat 2014 Bu bildiriler kitabı Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Bilimsel Araştırma Projeleri Biriminin sağladığı destekle yayımlanmıştır YILDIRIM BEYAZIT ÜNİVERSİTESİ İNSAN VE TOPLUM BİLİMLERİ FAKÜLTESİ Cinnah Cad. No: 16 Çankaya/ANKARA Tel: (0 312) 466 75 33 / 01 Fax: (0 312 ) 324 15 05 Web: www.ybu.edu.tr ULUSLARARASI 13. YÜZYILDA FELSEFE SEMPOZYUMU BİLDİRİLERİ Editörler Doç. Dr. Murat Demirkol Ar. Gör. M. Enes Kala Ankara 2014 İslam Felsefesinin 13. Yüzyıl Latin Ortaçağa Etkisi Süleyman Dönmez1 13. yüzyıl pek çok yönden incelemeye tabii tutulabilir. Biz ilgi alanımızı, düzenlenen bilgi şöleninden beklenen hedefler doğrultusunda sınırlandıracağız. Çalışma sahamın felsefe olması ise, çizilen çerçeveye felsefî bir refleksle katkı sağlayamaya çalışacağım anlamına gelmektedir. Zaten Bilgi şöleni için tercih edilen üst başlığın da “13. yüzyılda Felsefe” olması, incelemelerin felsefe içerikli olması yönünde bir beklenti doğurmaktadır. Esasen başlık 13. yüzyıla bütüncül bir yaklaşımı gerektirmektedir. Ancak bilgi şöleni davet yazısında”Niçin 13. yüzyılda felsefe?” sualine bir yanıt aranırken kabul gören sunumlarda İslam felsefesi ve düşüncesinin ağırlık kazanacağı anlaşılmaktadır. Bu nedenle biz de tertip heyetinin beklentilerine saygı duyarak 13. yüzyıl Latin ortaçağını İslam felsefesi bağlamında okumayı deneyeceğiz. Bu çerçevede bizce yapılması gereken ilk açıklama; 13. yüzyılda felsefeden ne anlaşıldığı olmalıdır. Söz konusu yüzyılda gerek İslam gerekse Hıristiyan felsefesinin etkin olduğu coğrafyalarda felsefeden daha ziyade felsefî ilimlerden söz edilir. Felsefî ilimler denilince de “septem artes liberales” olarak bilinen yedi özgür sanat dalı akla gelir. Trivium ve quadrium olarak iki ana kategoriye ayrılan bu yedi özgür sanat dalı, günümüzde müstakil alanlara dönüşmüştür. O dönemde ise felsefe ağacının dallarıdırlar. Diğer yandan dinî ilimlerden de söz edilebilir. İlerde bu sınıflamanın detayları kısaca verilmeye çalışılacaktır. Öyle görünüyor ki, karşımızda keskin ayrımlara sahip olmasa da din ve felsefe olarak belirginleşen iki ayrı çizgi vardır. Bu yarılma, yaygın ve genel kullanımı ölçü alırsak din, dar anlamda teoloji, bilim ve felsefe ilişkisi üzerine düşünce üretmeyi gerektirmektedir. Özellikle teolojiyi 13. yüzyıl Latin ortaçağında felsefî ilimlerden biri yapma gayretleri dikkat çekicidir. Bilhassa 13.yüzyıl Avrupa’sında Büyük Albertus’un yol açıcı, talebesi Thomas Aquinas’ın tamamlayıcı ve sistemleştirici çalışmaları, teolojinin felsefî bir bilim sayılması girişimlerinde belirleyici bir fonksiyona sahip görünür. Demek ki, 13. yüzyıl Latin Ortaçağda felsefe denilince önce ikiye ayrılan, ardından da bir parçanın üçe, diğer parçanın ise dörde ayrıldığı bir tasnif akla geliyordu. Burada başta ikiye ayrılanın ne olduğu belli olmasa de, trivium denilen üçlü grup, gramer, diyalektik ve retorikten; quadrium ise, aritmetik, geometri, müzik ve gökbilimden müteşekkildi. Esasen felsefe adı altında yarı bilimsel bir aktivite söz konusuydu. Teoloji de bunun dışında kalmak istemiyordu. Ancak gerek felsefe gerekse teoloji adına Aristo mantığının desteğiyle yapılan temellendirmeler ve elde edilen veriler, daha önceki süreçte etkin olmuş olan ve 13. yüzyılda da geçerli olan dinî bakışı rahatsız etmiş ve bir tehlike olarak algılanmaya başlanmıştır. Doğal olarak bu da bir takım çatışmaları ve çözüm önerilerini belirginleştirmiştir. Bu bağlamda bir sonuca gitmek gerekirse, her dönemin düşünsel bağlamda yüzleşmek durumunda olduğu temel bir problem vardır. “Nedir o?” diye bir sual tevcih edecek olursak, verebileceğimiz en kestirme 1 Doç. Dr. Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Felsefe ve Din Bilimleri/Felsefe Tarihi DOĞU BATI ETKİLEŞİMİ ǁ 477 yanıt, “sıradan insanların inanışlarına, değerlerine ve tutumlarına felsefî bir mantıksal temel bulabilme” şeklinde olabilir. İşte 13. yüzyıl Latin Ortaçağda bunun “Hıristiyan hakikatine bir biçim verme” tarzında cereyan ettiği iddia edilebilir.2 Bu durumda bizim İslam felsefesi bağlamında 13. yüzyıl Latin ortaçağa yönelen incelememiz, genel anlamda din, bilim ve felsefe kavramları etrafında şekillenecek demektir. Hiçbir dönem nevi şahsına münhasır felsefî problemlere sahip değildir. Öncesi ve sonrası vardır. Bu nedenle 13. yüzyıl Latin Ortaçağın karşısında bulduğu problem, aslında sadece Hıristiyan inancının felsefî olarak temellendirilmesi değil, aynı zamanda 12. yüzyıldaki düşünsel çıkışları da hazmetmektir. Kısaca ifade etmek gerekirse, 12. yüzyıla rengini veren yaklaşım, “daha Hıristiyan bir felsefe”3 olarak netleştirilebilir. 13. yüzyıl, 12. yüzyıla hâkim olan daha Hıristiyanca bakışın İslam felsefesinin etkisiyle yeniden düzenlenmesidir. Mesela 13. yüzyıl için temel bir düşünür olan Thomas Aquinas için başat sorun, Hıristiyanlığın Tanrı anlayışını, insan ve doğa hakkında içerdiklerini Latin ortaçağ için yeni olan bir takım fikirlerle buluşturmaktı. Çünkü Thomas’ın önünde bizim İslam felsefesi ile yakın ilişkisi olduğundan kuşku duymadığımız yeni bir dünya ve bilgiler vardı. Bu, doğal bilgiden beslenen bir yaklaşımdı. Ancak Thomas, İslam felsefesinden aldığı kuvvetli destekle Hıristiyan anlayışını pagan bakıştan ayırma şansı da buldu. Öyle ki, eski Yunan fizikçilerin düşündüğü doğal nedenselliğe bağlı olaylardan örülü kapalı sistem, Hıristiyanlar için üzerinde kurtuluş dramının açılım kazandığı hür bir sahne dekoruna dönüşmüştü.4 Thomas, dayanaklarını ifşada çok dürüst davranmayan bir teologdur. Özellikle İbn Rüşd söz konusu ise, bu tavır çok daha belirgileşir. Hatta karşıt bir duruşa dönüşür. İslam filozoflarından yapılan çevirilerle Antik çağı keşfeden batı, genel itibariyle İslam filozoflarının düşünce dünyalarına yaptıkları katkıyı görmek istemezler. Mesela Thomas için İbn Rüşd, aslında Aristoteles’i yanlış yorumlayan bir sapkındır. Elbette bu, doğru değildir. Esasen İbn Rüşd, Thomas’a Aristoteles’i tanıtan filozoftur. Dikkatli bir inceleme, Thomas tarafından İbn Rüşd’e atfedilen düşüncelerin gerçeği yansıtmadığını; dahası Thomas’ın gizli bir İbn Rüşdcü olduğunu kolayca görmemizi sağlayacaktır.5 Demek ki, Aquinas’ın hanesine yazılan “Aristoteles felsefesi üzerinden bir araya getirdiği Helenizm ile Hıristiyanlığın taşıdığı mesajın oluşturduğu sentezin tamamlayıcısı olma”6 payesine karşısında durduğunu iddia ettiği İbn Rüşd’ün ve sıkça atıflar yaparak açık takipçisi olduğu İbn Sina’nın göz ardı edilemez bir katkısı vardır. Bu nedenle Le Golf’un bildirdiği “Tanrıya inanan, başıboş yaşamayan ve özgür Krş W. T. Jones: Ortaçağ Düşüncesi / Batı Felsefesi Tarihi, C. 2, Çeviren: Hakkı Hünler. Paradigma Yayınları, İstanbul, 2006, s. 325. 3 Jones, a. g. e., s. 326. 4 Jones, a.,g., e., s. 329 ve 333. 5 Bkz. S. Dönmez: “İbn Rüşd ve Thomas Aquinas Bağlamında Hıristiyanlığın Rasyonel Yorumuna İslam Felsefesinin Etkisi”, Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 7 (2), Adana 2007, s. 2138. 6 Jacqueline Russ: Avrupa Düşüncesinin Serüveni. Antik Çağlardan Günümüze Batı Düşüncesi, Çeviren: Özcan Doğan, DoğuBatı, Ankara 2011, s. 69. 2 478 ǁ ULUSLARARASI 13. YÜZYILDA FELSEFE SEMPOZYUMU BİLDİRİLERİ düşünemeyen Latin ortaçağ insanı”7 Antik çağın ve İslam felsefesinin etki alanından korunabilmiş kesimler için geçerli bir genelleme olabilir. Russ’un da dikkat çektiği üzere Le Golf’un belirlemesi, daha ziyade 11. yüzyıl ile 12 yüzyılın ilk çeyreğine hasredilebilecek bir yaklaşımdır. Söz konusu devirler Latin ortaçağ için Âdem’in Havva tarafından ayartılmasıyla ikiye bölünen insan tipine gönderme yapar. Bu dönemin İnsanı Âdem’in işlediği günahın bedelini ödeyen günahkâr ve kötümser bir varlıktır. 12. yüzyılda değişmeye başlayan ve 13. yüzyıla hâkim olan insan ise, Tanrı’nın yansıması olan iyimser bir tiptir.8 Bu dönüşümde ana saik nedir? Hıristiyanlığın teolojisi, bu sorunu çözme noktasında çok da başarılı görünmez. İnsanlığın kurtuluşu adına çarmıhı tercih ederek kendini feda eden İsa inancı, sözü edilen olumlu modeli kurma ve geliştirmede etkin olsaydı, son dönemlerde birçok araştırmacı tarafından 12. yüzyıl bağlamında dile getirilen “Rönesans”9 Latin ortaçağda çok daha önce yaşanması gerekirdi. 12. yüzyılda kitleleri harekete geçiren uyanışın 13. yüzyılda büyük bir dönüşümle “aydınlanmayı10“ doğurması da iç sâiklerin dış etmenler vasıtasıyla harekete geçebildiğini kuşkusuz hâle getirmektedir. Dış sâikten kastın İslam felsefesinin makaslanarak Antik çağa hasredilen bir etkileşim olmadığının altı kalınca çizilmelidir. Zira 13. yüzyılda yaşanan dönüşümü, sadece Antik çağdan gelen etkiyle açıklamak tutarlı görünmemektedir. Artık şu soruyu yöneltebiliriz: Acaba aydınlanma olarak yorumlanan bu dönemde yaşanan nasıl bir dönüşümdür? Dönüşümün dayanaklarının insan ve doğa arasında kurulan ilişkide yoğunlaştığı ifade edilmelidir. Yeniden hatırlarsak, 13. yüzyıl insanı Tanrı ile olumlu bir ilişkiye girmeyi becermişti. Bu ise, cennetten yalınayak kovulmakla dünyası başına yıkılan insanın hem kendisine hem de kendi dışındakilere yaklaşımını olumluya çevirecektir. Artık Tanrının bir yansıması olarak doğayı insanın hizmetine sunan bir insandır öne çıkan. İşte Tanrının yansıması olan insanın yine Tanrı tarafından ona lütfedilmiş doğayla kurduğu ilişki, önceki yüzyıllarda görülmeyen yeni bir “akılcılığı” doğuracaktır.11 Buradaki akılcılığın kökenleri Heraklietos’a kadar götürebildiğimiz “logos” üzerinden kurulmuş bir bakış olduğu ifade edilmelidir. Dolayısıyla bizim “rasyonel yeti” olarak anladığımız logos dayanaklı akılcılığın, yine Anaxagoras’a kadar indirmek mümkün görünen “nous” merkezli akılcılıktan farklı bir açılıma sahip olduğu unutulmamalıdır. Antikçağda “nous” kavramsal olarak vardır. Ama onun ne olduğu açık değildir. Bu nedenle nous esaslı felsefenin mekânı tarihsel olarak 10. yüzyıla kadar kolayca inebildiğimiz Anadolu’dur. Anadolu, gönlü esas alarak logosu nousla birleyebilen içli dünyadır. Latin ortaçağ ise, nousu logos ile açma yoluna gitmişJ. Le Golf: L’homme médiéval, Points Histoire-Seuil, s. 10. (Russ’un adı geçen eserinden alıntı, s. 69). 8 Russ, a. g. e., s. 70. 9 Bkz. Russ, a. g. e., s. 71-74. 10 Bkz. Russ, a. g. e., s. 71. 11 Bkz. Russ, a. g. e., s. 70. 7 DOĞU BATI ETKİLEŞİMİ ǁ 479 tir. Ancak bu, mümkün olmamıştır. Doğal bir sonuç olarak da nous ile logosun arası açılmıştır. Bu ayrılma 14. yüzyılda özellikle devlet anlayışında öne çıkan modern yaklaşımı kaçınılmaz kılacaktır. Esasen hem 14. yüzyıldaki modern devlet oluşumu hem de 13. yüzyıl aydınlanması, ilk etapta İslam felsefesinden alınan daha sonraki süreçte ise Antikçağdan doğrudan alınmaya çalışılan kavramlara Latin havzada yeni bir ruh üfleme gayretidir. Niçin geç kalmış bir doğum söz konusudur? Pek çok batı eğilimli değerlendirme 5. ve 9. yüzyıllar arasında Latin ortaçağı etkisi altına alan sıkışmışlığa dikkat çeker. “Bu, nasıl bir daralmadır?” diye soracak olursak; sıklıkla öne sürülen dayanak, Helenistik düşünceye karşı kayıtsız kalındığıdır. Bu fikrin batılı bakışa sıcak gelmesinde “Helenistik” kavramının hatırı sayılır bir payı vardır. Batı, İslam felsefesinin baskın tesirinden eski Yunan kültürü ile cilalanan bir yorumla kurtulabileceğini düşünmüştür. Kurgusu da Aristo mantığı ölçülerinde tutarlı görünmektedir. Zira bu mantığa göre eski Yunan felsefesinin ihya ettiği bir İslam felsefesi vardır. Demek ki, aslolan eski Yunan felsefesidir. Hayat veren odur. Lakin bir takım iç ve dış etkenler, batılı dünyayı sözü edilen yüzyıllar arasında bu can suyuyla buluşma yollarında bariyerler oluşturur. Ancak batılı dehalar, Arapçadan Latinceye yapılan tercümeler sayesinde engellerin nasıl kaldırılacağını görür. Batılının tercümeler vasıtasıyla gördüğü neydi? Batılı bakış için bu, tabi ki, İslam felsefesine de ruh vermiş olan eski Yunan düşüncesiydi. Batılı temellendirmede, fark edildiği üzere, İslam felsefesine biçilen rol, sadece bir uyandırıcılıktır. Zaten 12. yüzyılda yaşanan uyanışın İslam felsefesinin yaptığı etkiden daha ziyade, yine batıda vuku bulmuş olan “corpus Juris civilis”in ortaçağa yeniden uyarlanmasıyla da yakın ilişkisi vardı. Çünkü “corpus Juris civilis” Romalı Kral Justinien tarafından temel hukuk metni hâline getirilmiş bir düzenlemeydi.12 Bu durumda Latin ortaçağın 13. yüzyıldaki aydınlanması ve 14. yüzyıldaki modern devlet yapılanması için dâhili ortam hazırdı. Sadece bir ateşleyiciye ihtiyaç duyulmaktaydı. Esasen kendi içinde tutarlı görünen bu okuma, farkında olmadan İslam felsefesine bağışladığı uyandırıcılık rolünün daha öte bir anlam ifade ettiğini farkında olmadan itiraf etmektedir. Gerçekten de 13. yüzyıl Latin ortaçağında yunan ve Latin kavramlarına yeniden bir ruh verme faaliyeti vardır. Bizce ayırt edici sual şudur: Ruh verme işlemine kalkışanları harekete geçiren ruh nereden gelmektedir? 13. yüzyılda yaşanan kutuplaşmaların başında “averroizm” olarak bilinen İbn Rüşd hayranlığının felsefe adına olumlu bir etki alanına sahip olması, sözü edilen ruhun kaynağı hakkında yeterince fikir vermektedir. Bir başka ifadeyle İslam felsefesinin Latin ortaçağı doğrudan etkilediği, tartışma götürmez bir realitedir. Pek çok araştırmacı tarafından sıkça tekrarlandığı gibi, 12. yüzyılda yaşanan uyanış, tartışmasız Arapçadan Latinceye çevrilen eserlerle sağlanan bir değişimdir. Gözle görülür en belirgin değişim, eğitim ve öğretim alanında yaşanır. Okullar açılır. O güne kadar adı dahi duyulmayan filozofların eserleriyle tanışılır. 12 Bu çerçevede daha geniş bilgi için bkz. Russ, a. g. e., s. 71. 480 ǁ ULUSLARARASI 13. YÜZYILDA FELSEFE SEMPOZYUMU BİLDİRİLERİ Mesela Plâtoncu okula bağlı kalmaya çalışan “Chartes” şehrinde Platon’un Timaios diyalogundan bir bölüm meraklısının elinden düşmez olur. Aristoteles’in fiziği ilgi çeker. Müslüman filozofların yorumları taraftar bulur. Böylece Şehirleşme başlar. Medeniyet algısı hızla değişir. 12. yüzyıl Latin ortaçağında yükselen bir akıl vardır. Diyalektiğe dayalı bir düşünüş zihinleri biçimlendirmeye başlamıştır. Ulaşılan nokta ise, sezgisel bir tavırdan kopmaya çalışan diyalektik esasta akılcı bir tümdengelimdir. Esasen düşünmede erişilen bu seviye, genel olarak ortaçağ bilimsel mantığına temel olur. Bu mantıkta Tanrı, bilginin konusu olmaya devam eder. Ancak insan zihni sadece kalbe değil, felsefî yöntemlere ve akılcı düşünceye de başvurma gerekliliğine inanır. Rasyonel yetinin ve zekânın inancı aydınlatmaya çalıştığı bir tavır öne çıkar. Oysa 11. yüzyılda felsefeye açık bir saldırı vardır.13 13. yüzyıl ise uzlaşma arayışlarının daha çok öne çıktığı bir evredir. Elbette çatışmaların bütünüyle bittiğini söylemek mümkün değildir. Bu nedenle burada yüzyıllar içine sıkıştırdığımız belirlemeler, değişimin yönünü tayin etmek içindir. Artık olumlu bir açılım olan bu yeni yolun temel sâiki İslam felsefesinin özellikle 13. yüzyıldaki durumundan kısaca söz edilebilir. Zira bu çalışmada çürütmek istediğimiz asıl iddia, İslam felsefesinin Gazalî sonrası gerilemeye başladığı ve bu sürecin 13. yüzyıla gelene kadar iyice belirginleştiği, dolayısıyla felsefe bayrağının Latin ortaçağa kaptırıldığıdır. Gazali sonrası İslam felsefesinin gerilediği tezi, geçen yüzyılda müsteşrik De Boer tarafından ileri sürülmüştür.14 Müslüman coğrafyada yaygınlaşmış ve sıkça da taraftar bulmuş olan bu görüşün tutarlı olmadığı çok açıktır. Zira İslam felsefesi 12. yüzyılın ilk çeyreğinde vefat eden Gazali’den sonra da yoluna hızla devam etmiş ve birçok Müslüman filozof yetişmiştir. Sadece 13. yüzyıla bir kala hakkın rahmetine kavuşan İbn Rüşd’ü bile hatırlatmak, sanırım Gazalî sonrası felsefî seviyeyi görmek için yeterlidir. Ya 13. yüzyıl, İslam felsefesinin gerilediği bir dönem midir? Hayır. 13. yüzyıl da oldukça verimli bir çağdır. Özellikle söz konusu dönemlerde felsefenin bir ilimler bütünü olduğu anımsanırsa, bugün anladığımız manada sadece felsefede değil, diğer ilmî alanlarda da canlılığın korunduğu ortadadır. Hatta batının daha sonraki süreçte övündüğü matematik temelli ölçülebilir bilimsel atılımın İslam filozoflarının katkısıyla mümkün olduğu ifade edilmelidir. İslam düşüncesinin güncel sıkıntısı, daha çok geçmişten haberdar olup olmamakla alakalıdır. Batılı gözlükten kurtulduğumuz an, gerçekleri daha iyi görmeye başlayacağımızdan kuşku yoktur. Hakikatin gizlenemeyeceğini tarihsel tecrübeler insanlığa öğretmektedir. Bu nedenle batıda da ortaçağ algısı süratle değişmektedir. Mesela pek çok çağdaş ortaçağ uzmanı, bir zamanlar geri kalmada önemli bir paya sahip olduğu iddia edilen skolastik düşünüşü, daha dinamik bir perspektiften okumaktadır. Yukarıda da sıkça dile getirdiğimiz gibi, 12. yüzyılın bir Rönesans 13. yüzyılın ise bir Krş. Russ, a. g. e., s. 72, 73. Tjitze J. De Boer: Geschichte der Philosophie im Islam, Fr. Frommanns Verlag, Stuttgard 1901, s. 150. 13 14 DOĞU BATI ETKİLEŞİMİ ǁ 481 aydınlanma olarak yorumlama girişimleri, bu yeni tavrı ortaya koymaktadır. Bu yeni yaklaşımın skolastik kavramına da yeni açılımlar getireceği açıktır.15 Skolastik sıkça ortaçağdaki düşünüş biçimini nitelemek için kullanılsa da esasen 13. yüzyıla ait bir kavramdır. Zira kavramın okullaşma ve kurumsallaşmayla yakın ilişkisi vardır.16 Gerçekten de 13. yüzyıl Latin ortaçağı, üniversiteler ve loncalar yüzyılıdır.17 Bu oluşumun içinin doldurulmasında da İslam felsefesi yön vericidir. Öyle ki, ağırlıklı olarak İbn Rüşd’ün şerhleri üzerinden 12. yüzyılın sonunda keşfedilmeye başlanılan Aristoteles, 13. yüzyılda Latin meşşaliğinin temellerinin atılmasını sağlar Sonuç itibariyle de skolastik, söz konusu yüzyılda altın çağını yaşar. Ancak bu süreçte revaçta olan fikirler, büyük kutuplaşmaların da doğmasına sebebiyet verir. Kutuplaşmanın özünde de İslam felsefesinin etkisi altında felsefe yapmaktan gocunmayanlarla karşısında olduğunu iddia edenler vardır. Mesela Thomas Aquin’in İbn Rüşd ve İbn Rüdçülere karşı takındığı tavırda bu kutuplaşmanın detayları rahatça takip edilebilir.18 İslam felsefesine mesafeli durmaya çalışan bazı yorumcular, İslam felsefesinin yoğun etkisi altında kalan bazı skolastik devrin düşünürlerini İbn Meymun üzerinden Yahudi külte bağlama gayretindedir. En azından 13. yüzyıl Latin ortaçağa yön verenlerin tek bir kaynaktan beslenmeyen bir harmanlayıcı oldukları düşüncesini savunmak isterler. Mesela bizim nazarımızda İbn Rüşd’ün sadık bir talebesi olan Thomas Aquin’in Tanrı kanıtlarından birisini İbn Meymundan aldığı bilgisi, böylesi bir gayretin ürünüdür. Dikkat çeken husus şudur. Thomas’ın meşhur beş kanıtından hangisi için bu bilgi geçerlidir? Bu, yeterince açık değildir. Diğer yandan bu kanıtın hangisi olduğu ve İbn Meymun’dan alındığı netleştirilse bile, gerçekten İbn Meymun İslam felsefesinden ayrı mütalaa edilebilecek bir filozof mudur? Söz konusu iddiayı dile getirenler, Albertus Magnus’un ve Thomas’ın Rabbi Moyses (İbn Meymun) üzerine çalışmış olmaları ihtimalinin ötesinde somut bir delil ileri sürememektedir.19 Bizce İbn Meymun’un bir Yahudi olduğunu öne çıkararak onu İslam felsefesinden koparma gayretleri doğru değildir. İbn Meymun, Müslüman coğrafyada İslam felsefesinin kavramlarıyla düşünen ve üreten birisidir. Dini tercihinin felsefesini etkilemesi ise gayet doğaldır. Aslında diğer İslam filozofları için de Yahudi veya Hıristiyan kaynaklardan etkilenme genel bir durumdur. Felsefe icra ederken dini mensubiyet bağının belirleyici olması zorunlu değildir. Bu nedenle bizi ilgilendiren kimin hangi dini referans alarak felsefe yaptığından daha ziyade ortaya konulan felsefenin ayrımlarıdır. İslam felsefesini eski Yunandan veya diğer felsefelerden farklı kılan noktalarının neler olduğu bugünün İslam felsefecilerinin ortaya koymakta geciktikleri bir husustur. Öyle ki, İslam felsefesi, iç dinamikleri esas alınarak bütüncül bir 15 Bkz. Süleyman Dönmez: “Skolâstik Üzerine Kavramsal Bir Analiz”, Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 5 (2), Adana 2005, s. 123-144. 16 Jacques Le Goff: Die Intellektuellen im Mittelalter, dtv, München 1993, s. 73. 17 Bkz. Russ, a. g. e., s. 77. 18 Bu bağlamda daha geniş bilgi için bkz. S. Dönmez: Aklın Birlikten Çokluğa Yolculuğu, Birleşik Yayınları, Ankara 2009, s. 126-133. 19 Bkz. Russ, a. g. e., s. 78. 482 ǁ ULUSLARARASI 13. YÜZYILDA FELSEFE SEMPOZYUMU BİLDİRİLERİ bakış açısıyla henüz okunmuş değildir. Eğer bu yapılabilirse, İbn Meymun’un Yahudi olmasına rağmen, bir İslam filozofu olduğu kolayca görülebilir.20 Böylece bazı batı felsefesi tarihçilerinin İbn Meymun gibi filozofların dini tercihlerini öne çıkararak İslam felsefesiyle olan bağı zayıflatma girişimlerinin temelsizliği gösterilmiş olur. Zira batılı okumada sadece İbn Meymun bağlamında değil, diğer Müslüman olmayan bazı filozoflar ele alınırken de İslam felsefesinin baskın etkisinden kurtaracak bir kanal açma gayreti genelde bakidir.21 Oysa İbn Meymun, E. Mittwoch’un da belirttiği gibi İbn Tufeyl’in ve İbn Rüşd’ün öğretilerini benimser.22 13. yüzyıl Latin ortaçağ, gerçekten felsefe tarihi adına büyük değişimlerin yaşanmaya başlandığı bir çağdır. Ancak felsefe lehine olan girişimler aslında mahdut sayıdadır. Buna rağmen dikkate değer bir çatışma ortamı doğmuştur. Hızlı bir kutuplaşma söz konusudur. Kabaca bir sınıflama yapılmak istenirse; “kilise taraftarı olanlar, kilisenin hedefinde olanlar ve elinde aforoz gibi bir sopa bulunduran kilisenin baskısı karşısında bir köprü kurmaya çalışanlar” şeklinde olabilir. Bu gruplamada daha ince ayrımlara dikkat edilerek sayı artırılabilir. Ancak derdimiz bu değil. Asıl fark ettirmek istediğimiz; 13. yüzyıl Latin ortaçağında hâkim zihniyetin kilise merkezli, kilisenin de felsefeye karşı mesafeli; hatta düşman olduğudur. Ama kilise, otoritesini sarsan bir dizi dış mihraklı fikrin gittikçe yaygınlık kazanmasından korkmaktadır. Buradaki “dış mihraklı fikir”den en çok akla geleni Latin İbn Rüşdcülüğüdür. 16. yüzyılın sonlarına kadar etkisi hissedilen bu akım, 13. yüzyıl düşünürlerini karşı karşıya getirmiştir. Bir kısmı alenî bir kısmı ise gizli İbn Rüşdcü olmuşlardır. Tabii ki, bu İbn Rüşdcülüğün İbn Rüşd’le olan fikri bağlılığı sorunludur. Çünkü tercümeler üzerinden okunan bir İbn Rüşd söz konusudur. Bir dizi yanlış anlamalar vardır. Mesela bu tür yanlış algılamalardan en belirgini “çifte hakikat” öğretisidir. 13. yüzyıl Latin ortaçağında da “çifte hakikat” öğretisi İbn Rüşd’e atfedilir. Çift hakikatçilere göre; felsefe ve din iki ayrı dünyadır. Her iki alanın kendine has doğruları vardır. Her iki alanın ulaştığı sonuçlar da kendi sınırları dâhilinde doğrudur ve geçerlidir. Bu tarz ikili bir hakikat öğretisini İbn Rüşd’e dayandırmak mümkün görünmemektedir. Zira İbn Rüşd ikili bir hakikati savunmaz. Onun nazarında hakikat tektir. Din ile felsefe de aynı hakikatten beslenen sütkardeştir. İslam felsefesinin Yahudi felsefesi üzerindeki etkisi ayrıca çalışılması gereken bir konudur. E. Renan’ın “Averroes et L’Averroisme” adlı çalışmasında da ifade edildiği şekliyle “Yahudi Felsefesi Maimonides’ten itibaren ancak Müslüman felsefesinin bir yansıması olmuştur.” Bkz. E. Renan: Averroes et L’Averroisme, Paris 1852, s. 175. 21 Yahudi kaynakların Latin ortaçağa etkisi, bizde çalışılması gereken bakir bir alandır. Yahudilik, Hıristiyanlığa doğrudan dayanak, İslam’ın kültürel mirasında da etkili bir oyuncudur. Ancak bizim iddiamız, felsefenin sürekliliği içinde, İslam felsefesinin gerek Hıristiyanlığın gerekse Yahudiliğin etki alanı dışında nevi şahsına münhasır bir yetkinliğe ve orijinalliğe sahip olduğudur. Bu bir iddiadır. Lehte ve aleyhte bakışlar söz konusudur. Ancak lehte ve aleyhte yer alan iddialar çerçevesinde henüz tartışılmış değildir. Sanıyorum, 13. yüzyıl sempozyumu böyle bir felsefî muhasebenin kapısını açabilir. 22 E. Mittwoch: “İbn Meymun” maddesi, İslam Ansiklopedisi, Ans. 5/11, 773 a, b. 20 DOĞU BATI ETKİLEŞİMİ ǁ 483 Çifte hakikat öğretisi, bizce Latin ortaçağ felsefecilerinin kilisenin bakısından kurtulmak için ürettiği bir ara çözümdür. Bu düalist bakışın daha sonraki süreçte düşünme biçimini tamamen belirleyeceği başta pek kestirilememiştir. Ama bu kilise baskısından kurtuluş reçetesinin din, felsefe ve bilim arasında batı dünyasında gittikçe klasikleşecek bir ayrışmaya yol açtığı artık açıkça görülebilmektedir. Elbette kilise bu zihinsel ayrışmayı, ilk etapta kendi lehine engellemeye çalışmıştır. Ancak başarılı olamaz. Din felsefeden ve bilimden gittikçe ayrılmaya başlar. Dinin hakikatleri bir inanç meselesine dönüşür. Günümüz batı zihniyeti için de geçerli olan bu zihin yarılmasında temel sâik İslam felsefesidir. İşte 13. yüzyıl bu ayrışmanın sistemleştirildiği devirdir. Baş aktör de Thomas Aquinas’tır. Thomas, sorunu teoloji lehinde birlik esasında çözmeyi dener. Tavrını teolojiden yana koyar. Ama yine de bir dizi fikrinden dolayı aforoz tehlikesiyle yüz yüze gelir. Kutuplaşmalarda bir takım çıkar hesaplarıyla mezhep taassubunun da rol oynamış olabileceği unutulmamalıdır. Lakin çatışmalarda hangi iç dinamik etkin olursa olsun, sahneye çıkan fikirler İslam filozofları üzerinden yürütülür. Mesela Thomas’ın Hocası Büyük Albetus, Aristoteles’in fikirlerinin Yunanca üzerinden anlamanın zorluğuna dikkat çekerek, onları İslam filozoflarının yorumlarıyla etüt etmiştir. Bu çerçevede seleflerinin felsefeye bulaşmakla birlikte felsefeyi anlayamadıklarından şikâyet eder. Kastettiği selefler içinde Anselmus, Abelardus, Erigena da vardır.23 Demek ki, genel olarak İslam felsefesinin Latin ortaçağla tanışıklığı daha erken dönemlere gitmektedir. Bu durumda 13. yüzyıl için belirleyici ayrımın İbn Rüşd olduğu söylenebilir. Gerçekten de İbn Rüşd, Aristoteles’e büyük kıymet veren 13. yüzyıl Latin skolastik düşünüşün inşasına doğrudan katkı sağlayan özel bir isimdir. İbn Rüşd’ün ekolleşmesi, batı dünyasının din ve felsefe algısında belirleyici olmuştur. Öyle ki, gerek Albetus’un gerekse Thomas’ın genelde İslam felsefesinin özelde ise İbn Rüşd’ün etkisi bağlamında tuttukları yol, din ile felsefenin arasını açmak olmuştur. Zira dışarıdan gelen, içerdeki Hıristiyan teolojiye uymamaktadır. Tehlike ise felsefenin teolojiye nazaran daha açık bir görünüme sahip olmasından gelmektedir. Çünkü kitleler gizemli olana ilgi duysalar da sonunda açık olandan yana tavır koymaktadır. Felsefenin daha açık bir dil kullandığını bizzat kilisenin içinden olan Albertus da itiraf etmektedir. Belki de onu felsefeye çeken bu daha açık bilme iştiyakıdır. Albertus, felsefi bilimlerden yana tavır alırken fazla sistemli değildir. Bitkiler, hayvanlar, insanlar… hakkında pek çok kitap yazmıştır. 13. yüzyılda Albertus’u ayırıcı kılan deney ve gözleme dayalı bir metodu benimsemesidir. Felsefe dediği ağırlıklı olarak tabii bilimlerdir. Bu yolda yürüyen diğer en dikkat çekici düşünür de Roger Bacon’dur. Albertus biyolojiye ağırlık verirken Bacon’un ilgisini daha çok matematik ve optik çeker. Her iki düşünürü de bu tarz bir araştırmaya sevk eden baskın unsur, hayran kaldıkları İslam bilim ve felsefesidir. Thomas da İslam felsefesi gözlüğünü takar, ama daha politik davranır. 23 Krş. Gülnihal Küken: Ortaçağda Eğitim Felsefesi, Alfa yayınları, İstanbul 2001, s. 549. 484 ǁ ULUSLARARASI 13. YÜZYILDA FELSEFE SEMPOZYUMU BİLDİRİLERİ Albertus felsefede talebesi Thomas kadar becerikli değildir. Thomas, felsefeyi teolojinin hizmetine almak için büyük bir gayret sarf eder. Ama bunu felsefe maskesi altında yapar. Teolojinin felsefi bir bilim olmaması için geçerli bir neden yoktur ona göre. Nasıl felsefede ilk ilkeler varsa teolojide de vardır. Ancak onlar Tanrı tarafından konulmuştur. Thomas, İbn Rüşd’ü hedef alır görünerek, Farabi, İbn Sina ve Gazali üzerinden bir sistem inşa eder. Fakat İbn Rüşd karşıtlığı, ifade edildiği üzere, esasen fikri değil, politiktir. Ağırlıklı olarak söz dalaşına girer. Akılların birliği düşüncesinde olduğu gibi, bazı yanlış anlamalar da bu üslupta pay sahibidir.24 13. yüzyılı Latin ortaçağın İslam felsefesiyle olan ilişkisinin yüzyıla rengini veren her bir filozof ve teologun öne çıkan görüşleri üzerinden genişletilerek incelenmesi, iki dünya arasında sanılandan çok daha kuvvetli bağların var olduğu gerçeğini alenen ortaya koyacaktır. Esasen hayatı algılamada ve sorunlara çözüm üretmede iç-dış bağlamında ciddi ayrımlar söz konusu olsa da birbirlerini körükleyen fikirlerin felsefeleri doğurduğu açıktır. 13. yüzyıl Latin ortaçağda düşünsel anlamda bir aydınlamadan söz edilebiliyorsa, bu aydınlamada İslam felsefesinin gözle görülür bir etkisi vardır. Metaforik bir söylemle bitirirsek özelde ortaçağın genelde batının aydınlanması üzerlerine düşen İslam felsefe ve düşünce güneşiyle gerçekleşen fenomenal bir yansımadır. Dıştan içe gitmek isteyen bir ışıktır bu. Logos üzerinden gerçekleşmiştir. İçe sirayet edemediği için de iç ile dışı bir birinden ayırmak zorunda kalmıştır. Oysa dışarıdan gelen içerde bir karşılık bulsa idi, aydınlanma içten dışa bir dönüşümle gerçekleşecekti. Lakin batı, İslam felsefesinin sunduğu bu fırsatı hakkıyla değerlendirememiş görünmektedir. 24 Bkz. Süleyman Dönmez: “İbn Rüşd’de Heyulani Aklın Birliği 13. Yüzyıl Latin İbn Rüşdçülüğü Çerçevesinde Bir Yanlış Anlamanın Düzeltilmesi”, Diyanet İlmi Dergi, 2012, cilt: LXVIII, sayı: 3, s. 169-194.