BİLİM TARİHİ İSLAM DÜNYASI’NDA BİLİM 1 BATI İSLÂM DÜNYASI ENDÜLÜS EMEVÎLERİ Doğu İslam Dünyası’nda bilim faaliyetler hızla ilerlerken, Batı İslam Dünyası’nda bilimsel faaliyetler nasıldı? İlginç bir gelişme ve canlanma göze çarpmaktadır. Bilim ve kültür etkinliği canlılığını İspanya'da ortaya çıkmaktadır. 2 Abbasîlerin, 750 yılında Emevî Devleti'ni yıkmasının ardından, Endülüs bölgesini denetimi altında tutan I.Abdurrahman yeni bir emirlik kurarak, Abbasîlerle siyasî ve ilmî sahada rekabete başlamıştı. Cordoba (Kurtuba), kısa bir süre içinde yeni bir ilim ve irfan merkezi haline getirilmiş ve özellikle II.Hakem döneminde felsefe, astronomi ve tıp alanlarında çok seçkin araştırmacılar yetiştirilmişti. 3 Endülüs Emevileri, medeniyet tarihini iki yönden etkilemiştir: i. İbn Rüşd gibi filozoflar aracılığıyla, Aristoteles'in yeniden gündeme getirilerek Aristotelesçiliğin doğru bir biçimde tanıtılması ve yaygınlaştırılması, ii. Endülüs'ün Yunan ve İslâm biliminin Batı'ya aktarılmasında bir köprü görevi görmesidir. Buradaki okullarda eğitilen Hıristiyanlar ve Yahudiler, 12. yüzyılda bilim ve felsefe eserlerini Arapça'dan Latince'ye ve Îbranice'ye tercüme ederek Avrupa medeniyetinin zeminini hazırlamışlardır. Bu sebeple Arapça, bu dönemde bilim ve felsefede klasik dil niteliği kazanmıştır. 4 Bu dönemde İspanya; İslam, Hıristiyan ve Yahudi kültür geleneklerinin karşılaştığı ve karıştığı ilginç bir yerdir. Felsefe, dinsel inançlarla eski Yunan'dan beri sürüp gelen laik düşünceyi uzlaştırma çabası içine girer. Akla önem veren filozoflar ile Tanrısal vahye dayanan teologlar arasında bitmez tükenmez tartışmalar dönemi başlar. Ünlü Ressam Rafael’in İspanya’nın Kozmopolit Yapısını Tasvir Ettiği Tablosu 5 İşte bu ortamda büyük bir İslam düşünürü olan İbn Rüşd'ün (1125-1198) yetiştiğini görüyoruz. İbni Rüşd, insanlığın ortaklaşa düşünüşünden söz ediyordu. İBN RÜŞD-AVERROES İbni Rüşd, yalnız Cordobalı bir İspanyol Arabı değil, bir insan olduğunu anlamıştı... "En büyük mutluluğun, bilinmeyenin önünde eğilmek değil, her şeyi öğrenmeye can atmak olduğunu" söylüyordu. 6 İbn Rüşd, Sevilla ve Cordoba kadılığı yaptı. Babası ve büyük babası da kadıydı. Teoloji, fıkıh, tıp, matematik ve felsefe öğrenimi gördü. Üstad bir tefsirci olarak da kabul edilir. Kitapları beş yüz yıl süreyle Doğu ve Batı üniversitelerinde ders kitabı olmuştur. CORDOBA CAMİİ 7 Endülüs'ün yetiştirmiş olduğu en büyük filozoflardan ve hekimlerden birisi olan İbn Rüşd, Aristoteles'in yapıtlarına yapmış olduğu yorumlarla Aristotelesçiliğin dirilmesini ve güçlenmesini sağlamıştır. Felsefecilerle kelamcılar arasında cereyan eden tartışmalarda, İbn Rüşd, felsefecilerin tarafını tutmuş ve Gazâlî'nin Tehâfütü'l-Felâsife (Filozofların Tutarsızlıkları) adlı yapıtındaki görüşleri eleştirerek akıl yoluyla ulaşılan bilgilere güvenilebileceğini Tehâfütü'l-Tehâfüt (Tutarsızlığın Tutarsızlığı) adlı eserinde savunmuştur. 8 İbn Rüşd'e göre, akıl ile vahiy çatışmaz ve bu nedenle, İlahî Hakikatin bilgisine götüren yollardan birisi de akıldır. İbn Rüşd'ün bu yaklaşımı, felsefecilerle kelamcılar arasındaki çatışmayı giderecek nitelikte olmasına rağmen, İslâm Dünyası'ndan çok Hıristiyan Dünyasında etkili olmuştur. İbn Rüşd idarî görevlerinin yanında saray hekimliği de yapmış ve 1162-1169 yılları arasında yazmış olduğu el-Külliyât fî't-Tıb (Tıp Ansiklopedisi) adlî yapıtıyla tıbbın bütün konularını bir araya toplamıştır. 9 Türklerin İslâmiyet'e Girişi ve Bu Dönemdeki Bilimsel Etkinlikler Türkler, 10. yüzyıldan itibaren İslâmiyet'i benimsediler. Belki bütün İslâm Dünyası'nı hâkimiyetleri altına alamadılar ama hâkim oldukları dönemlerde ve memleketlerde, gerek açmış oldukları bilim ve öğretim kurumları ve gerekse yetiştirmiş oldukları bilim adamları aracılığıyla bilimin gelişimine çok önemli hizmetlerde bulundular. 10 GAZNELİLER GAZNELİ MAHMUD 963-1186 yılları arasında Horasan, Afganistan ve Kuzey Hindistan'da hüküm süren Gazneliler, Sebük Tegin'in oğlu Mahmud'un hükümdarlığı döneminde en parlak günlerini yaşadı. 11 Gazneli Mahmud, çeşitli uluslara mensup Müslüman sanatçı ve bilginleri devletinin başkenti olan Gazne şehrinde bir araya getirdi. Bir yanda büyük Acem şâiri Firdevsî'nin ŞÂHNÂME'si (1010) diğer yanda Ortaçağ'ın en büyük bilginlerinden birisi olan Birûnî'nin matematik ve astronomi bilimlerine ilişkin çalışmaları, Türk yönetiminin sağlamış olduğu olanaklar içinde düşünüldü ve yazıldı. 12 KARAHANLILAR 840-1211 yılları arasında Mâverâünnehir ve Doğu Türkistan'a egemen olan Karahanlılar, 940'a doğru İslâmı benimsediler. Arapça olarak İslâm Peygamberi Hazret-i Muhammed'e vahiy edilmiş olan KURAN-I KERİM'İ okuyabilmek ve diğer Müslümanlarla medenî ilişkiler kurabilmek için süratle Arapça öğrenmeye başladılar. Türkler İslâm uygarlığının oluşturmuş olduğu birikimi öğrendikten sonra, bilimin çeşitli alanlarında eserler vermeye başladılar. Kaşgarlı Mahmud'un DİVÂNU LUGÂTİ'T-TÜRK'ü, Yusuf Has Hâcib'in KUTADGU BİLİG'i ve Edib Ahmed Yüknekî'nin ATEBETÜ'L-HAKÂYIK'ı bu dönemde Türkçe olarak yazıldı. 13 DİVÂNU LUGÂTİ'T-TÜRK, Araplara Türkçe öğretmek ve Türkçe'nin Arapça kadar zengin bir dil olduğunu kanıtlamak maksadıyla yazılmıştı. Türklerin yaşadıkları bölgelere, Türk tarihine, edebiyatına, müziğine, gelenek ve göreneklerine ilişkin önemli bilgiler de içeriyordu. 14 KUTADGU BİLİG, her iki Dünya'da da mutluluğa kavuşmak için gidilmesi gereken yolu göstermek maksadıyla yazılmıştı. Yusuf Has Hâcib'e göre; “Öteki Dünya'yı kazanmak için bu Dünya'dan el etek çekerek yalnızca ibadetle vakit geçirmek doğru değildir.” “Çünkü böyle bir insanın ne kendisine ne de toplumuna bir yararı vardır.” “Oysa başkalarına yararlı olmayanlar ölülere benzer.” “Bir insanın erdemi, ancak başka insanlar arasındayken belli olur.” “Asıl din yolu, kötüleri iyileştirmek, cefaya karşı vefa göstermek ve yanlışları bağışlamaktan geçer.” “İnsanlara hizmet etmek suretiyle faydalı olmak, bir kimseyi, hem bu Dünya'da hem de öteki Dünya'da mutlu kılacaktır.” 15 Edib Ahmed Yüknekî'ye göre, bizi mutluluğa ulaştıran şey bilgidir. Öyleyse yalnızca bilgili insanlarla dost olunmalı, bilgisiz insanlardansa uzak durulmalıdır. “İnsan, bilgisi sayesinde öldükten sonra da yaşamaya devam eder.” Oysa bilgisiz insan, yaşarken ölmüş gibidir. Ne tanınır ne de ismi bilinir. Bilgiden ancak bilgili insan anlar, tadını ancak o tadabilir. Bilgi, malı olmayanlar için bitmeyen bir hazine ve soyu olmayanlar için tükenmeyen bir soydur. Yaratan Tanrı bile, ancak bilgi ile bilinir. Bilgisizlikten hayır gören var mıdır? Öyleyse yaşarken bıkmadan ve usanmadan bilgi peşinden koşmak gerekir. 16 SELÇUKLULAR 1038-1194 tarihleri arasında hüküm süren ve en güçlü oldukları dönemde Harezm, Horasan, İran, Irak ve Suriye'ye egemen olan Selçuklu Türkleri, bütün Müslümanları aynı bayrak altında toplamaya çalışmışlar ve bu yöndeki girişimleri ile sadece Ortaçağ İslâm tarihi üzerinde değil, Ortaçağ Hıristiyan tarihi üzerinde de çok etkili olmuşlardı. 17 Alp Arslan, Bizans imparatoru IV. Diogenes'in komutası altındaki Bizans ordusu'nu 1071 yılında Malazgirt'te bozguna uğratarak Anadolu topraklarını Türklere açtı ve Selçuklu ailesinden Süleyman Şah, 1075'te Anadolu Selçuklu Devleti'ni kurdu. Böylece Müslüman Türkler, ilk defa Hıristiyan orduları ve Hıristiyan medeniyeti ile yüz yüze gelmiş oluyorlardı. Bundan sonraki Hıristiyan Müslüman çatışmaları, çoğu zaman Hıristiyan topluluklarla Türkler arasında cereyan edecek ve kısa bir müddet içinde Türkler İslâm medeniyetinin koruyucuları konumuna yükseleceklerdi. 11. yüzyılın son çeyreğinde, İslâm Dünyası'nın yaklaşık dörtte üçü I. Melikşah'ın sarayından idare ediliyordu. 18 BİLİMSEL KURUMLAR MEDRESELER Yüksek eğitim ve öğretim kurumları olan medreseler, ilk defa Selçuklu sultanı Alp Arslan‘ın baş veziri Nizâmü‘l-Mülk tarafından kuruldu. “Bir gün Sultan Alp Arslan, baş veziri Nizâmü‘l-Mülk ile Nîşâbûr'da dolaşırken, bir caminin kapısında üstleri başları perişan vaziyette bir takım gençler görür ve orada ne aradıklarını sorar. Nizâmü‘lMülk de "Bunlar insanların en şereflileri olup, dünya zevkleri olmayan ilim taliplileridir." deyince, Alp Arslan bunlar için bir yurt inşa edilmesini ve giderlerini karşılayacak kadar para verilmesini emreder. “ 19 Medreseler süratle yayılır ve sultanlar, vezirler, beyler ve hatunlar medrese inşa ettirmek için adeta birbirleriyle yarışır. Kısa bir süre içinde Bağdat başta olmak üzere tüm İslâm kentleri medreselerle donatılır. 20 4 yıllık eğitim ve öğretim veren Nizamiye medreseleri, vakıf kurumlarıydı yani varlığını zenginlerin vakfettikleri taşınır ve taşınmazlardan elde edilen gelirlerle sürdürüyordu. İçinde bulunan dersliklerinde, kütüphanelerinde, yatakhanelerinde ve yemekhanelerinde öğrencilerin her türlü ihtiyacı karşılanmaktaydı. Ayrıca Gazâlî gibi, dönemin en büyük hocalarının ve alimlerinin ders verdiği bu kurumlarda, ilmî araştırmaları teşvik maksadıyla 1000 akçeye varan ödüller de verilmekteydi. 21 Bugünün üniversiteleri olan bu kurumlarda dinî ilimlere ağırlık verilmiş, aklî ilimler ise dinî ilimlerin ihtiyacı oranında öğretilmişti. Büyük Selçuklu Devleti'nin kurulduğu ilk günden beri sürekli olarak varlığını koruyan savaş koşulları, doğal olarak eğitim ve öğretimin dinî bir temele oturtulmasını gerekli kılıyordu. Aksi taktirde Batınîlerin ve Hıristiyanların İslâm medeniyetini yıkmaları kaçınılmazdı. 22 GÖZLEMEVLERİ Bu dönemde ortaya çıkan gözlemevlerinin çoğu Türkler'in yönetimi altındaki şehirlerde kurulmuştur. Dönemin ilk gözlemevi Selçuklu Sultanı Celâleddin Melikşâh (1052-1092) tarafından 1075 yılında Ömer el-Hayyâm'a kurdurulmuş olan İSFAHAN GÖZLEMEVİ'ydi. Ömer el-Hayyâm, burada yapmış olduğu gözlemlere dayanarak Güneş'in yıllık dolanımına dayanan yeni bir takvim düzenlemişti. Bugün birçok ülke tarafından kullanılan GREGORYEN TAKVİMİ'nden çok daha duyarlı olan bu takvim, CELÂLİ TAKVİMİ olarak isimlendirilmişti. 23 İlhanlı hükümdarı Hülâgu, Merâga'da, dönemin en büyük bilginlerinden biri olan Nasîrüddin elTûsî'ye MERÂGA GÖZLEMEVİNİ kurdurmuştu. Merâga Gözlemevi, İslâm gözlemevlerinin gelişiminde önemli bir adımı temsil ediyordu. Çünkü, bu kurum gözlem aletlerinin zenginliği ve gözlemevinde çalışan bilim adamlarının sayısı ve seçkinliği bakımından, daha önce kurulmuş olan gözlemevlerinden çok ilerideydi. 24 Gözlem aletleri arasında ekliptiğin ve diğer göksel dairelerin izafi konumlarını gösteren çemberli bir alet, gezegenlerin yüksekliklerini ölçmekte kullanılan duvar kadranı ve gündönümü noktalarının belirlenmesini sağlayan bir çember de bulunuyordu. Nasîrüddin el-Tûsî burada yapmış olduğu gözlemlerden derlemiş olduğu bulguları, EZZÎCÜ'L-İLHÂNÎ (İLHAN'IN ZÎCİ) adlı yapıtta toplamıştır. Bu yapıt, uzun bir süre astronomların elinden düşmemiş ve bir başvuru kitabı olarak kullanılmıştır. 25 Gazan Han tarafından Tebriz'de başka bir gözlemevi kurdurulmuştur ve astronomi eğitim ve öğretimi açısından önemli olduğu bilinmektedir. Uluğ Bey'in, hükümdarlığı sırasında, Semerkand'da kurduğu medrese ve gözlemevi de bilim tarihi açısından oldukça büyük önem taşır. SEMERKAND GÖZLEMEVİ, SEMERKAND MEDRESESİ'ne bağlı bir araştırma kurumu olarak tasarlanmıştır. Bu gözlemevi bir tepe üzerinde, 23 metre çapında, 30 metre yüksekliğinde silindir biçiminde bir yapı olarak inşa edilmiştir. 26 Bu medrese ve gözlemevinde, Uluğ Bey'le birlikte, Gıyâsüddin Cemşid el-Kâşî, Kadızâde-i Rûmî ve Ali Kuşçu gibi devrin önemli bilim adamları çalışmışlar ve bu çalışmalarının sonuçlarını ZÎC-İ ULUĞ BEY (ULUĞ BEY ZİCİ) adlı bir eserde toplanmışlardı. Bu zic, 17. yüzyıla kadar yazılmış olan astronomi kataloglarının en mükemmelidir ve bu yüzyıla kadar konumsal astronominin temel kitabı olarak kullanılmıştır. 17. yüzyılda Greenwich Gözlemevi'nin kurucusu olan Flamsteed, sabit yıldızlar katalogu hazırlarken Uluğ Bey'in (1394 - 1449) bu katalogundan da yararlanmıştır. 27 HASTAHANELER Büyük Selçuklular ile Anadolu Selçukluları dönemlerinde İslâm Dünyası'ndaki geleneksel tıp anlayışının ve uygulamalarının sürdüğü anlaşılmaktadır. Türkler, Anadolu'ya yerleştikten sonra, birçok şehirde muhtelif sağlık tesisleri kurmuşlardı. Bugün bile kalıntılarına rastladığımız bu kurumların en eskilerinden birisi, Mardin'deki EMİNEDDİN DÂRÜ'Ş-ŞİFÂSI, yani Hastanesi'dir. 1108-1109 tarihleri arasında yapıldığı bilinen bu hastane günümüze kadar gelememiştir. 28 Yine bu dönemde yapılmış olan ve bugün de ayakta duran tedavi kurumlarından birisi de, Kayseri'deki GEVHER NESİBE SULTAN DÂRÜ'Ş-ŞİFÂ'sı ve Medresesi'dir. Adından da anlaşılacağı üzere, burası sadece bir tedavi kurumu olmayıp, aynı zamanda bir eğitim kurumudur. Selçuklular Dönemi'nde Anadolu'da Sivas, Tokat, Çankırı ve Amasya'da da tedavi ve eğitime yönelik hastanelerin kurulduğu görülmektedir. 29 HAZIRLAYAN: DAVUT ABDULLAH 12_B 844