İÇİNDEKİLER KÜLTÜR, MEDENİYET, MEDENİYETLER İLE İSLAM MEDENİYETİ VE DOĞDUĞU ORTAM • Kültür ve Medeniyet • Kültür • Medeniyet • Kültür-Medeniyet İlişkisi • Medeniyetlerin Doğuşu • İslam Medeniyeti • Tanım • Doğduğu Ortam • Tarihî Çevre • Coğrafî Çevre İSLAM KURUMLARI ve MEDENİYETİ HEDEFLER TARİHİ • Bu üniteyi çalıştıktan sonra; • Kültür ve Medeniyet kavramını tanımlayıp, açıklayabilecek, • Kültür ve Medeniyet arasındaki ilişkiyi kavrayabilecek, • Medeniyetlerin tezahürleri ve oluşumları için gerekli şartları bilecek, • İslam medeniyetinin doğduğu tarihî ve coğrafî çevreyi öğrenebilecek, • İslam medeniyetinin önemini kavrayarak, medeniyetler tarihindeki konumunu değerlendirebileceksiniz. ÜNİTE 1 Kültür, Medeniyetler, İslam medeniyeti ve Doğduğu Ortam GİRİŞ Dinler, sadece bireysel inanç, düşünce veya eylemi ortaya koyma, benimsetme veya uygulatma gayesinde olmamışlardır. Tam tersine dinlerin, her zaman hayata ve topluma dönük bir yönleri vardır. İslamiyet de salt iman etme ve buna bağlı olarak yapılması istenilen birtakım ibadetlerden ibaret değildir; aynı zamanda, yönetim, hukuk, düşünce ve sanat sistemini oluşturan, şekillendiren, bunlara ayrı bir kimlik kazandıran boyutu da vardır. Dinlerin şekillendirdiği toplumlar, sahip oldukları değerlerden hareketle kültür ve medeniyetlerini oluşturmuşlardır. Bu açıdan dinler, medeniyetlerin oluşmasında bir bakıma dinamo rolü üstlenmişlerdir. Dinlere atıfla yapılan medeniyet isimlendirmelerinde (Yahudi, Hıristiyan, İslam gibi) herhangi bir coğrafya veya ırk ekseninde olmaksızın dinin yerleştirdiği veya şekillendirdiği medeniyetler kastedilmektedir. Dolayısıyla bu medeniyetler, Grek (Eski Yunan), Hint, Mısır, Çin gibi millet ve coğrafyalara atıfla yapılan medeniyetlerden içerik ve nitelik bakımından ayrılmaktadırlar. İslam medeniyeti, kendine has kurumları, bilim, sanat ve mimarî eserleri, sosyal hayatı, düşünce yapısı ile dünya tarihinin yaklaşık on iki asrına damgasını vurmuş, gerilemesine rağmen bugün hala etkisini sürdürmekte olan büyük medeniyetlerden biridir. Din olarak İslam’ın insanlığa katkısının boyutlarını anlayabilmek için, prensipleri doğrultusunda şekillenen medeniyetini de çok iyi etüt etmek gerektiği muhakkaktır. Özellikle de günümüzde İslam’ın medeniyet boyutunun inkâra kalkışıldığı bir ortamda bu gereklilik ayrı bir önem kazanmıştır. KÜLTÜR VE MEDENİYET Kültür Latince asıllı “kültür (cultur)” kelimesi, “ziraatçılık, ekim” anlamlarına gelmektedir. Bu bağlamda Arapçada “Hars” kelimesi de,“ziraat için toprağı sürmek, mal, sermaye, iyi amel” gibi anlamlara gelmektedir. Bugünkü Arapçada kültür karşılığı olarak “sekâfe” kelimesi de kullanılmaktadır. Kültür, kelime olarak ilk kullanılmaya başlanmasından itibaren farklı manalarda kullanılmıştır. Bunlar arasında;“insanın farklı yollarla kendisini geliştirmesi, insanlar arasındaki gelişmişliği, sanat dalları, inançlar, kurumlar, toplumların kendine özgü özellikleri” gibi anlamlarını sayabiliriz. Bu kelime aynı zamanda Tıp, Biyoloji gibi bilimlerde farklı içerik kullanımlarına da sahiptir. Kültürün kavramsal karşılığı konusunda ise değişik ilimler tarafından onlarca tarif yapılmıştır. Yapılan bu tariflere şunları örnek olarak verebiliriz: “Bir toplumun sahip olduğu, tarih boyunca meydana getirdiği fikir, sanat, duyuş ve değerlerin tümü”, “Toplumların yaşadığı ve paylaştığı ortak değerler”, “Bir toplumda varlığını Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 Kültür, Medeniyetler, İslam medeniyeti ve Doğduğu Ortam sürdüren ve gelenek halinde devam eden her türlü duygu, düşünce, dil, sanat, yaşayış unsurların tamamı”, “Sosyal hayatın dil, düşünce, gelenek, görenek, kurumlar, yasalar, sanat yapıtları gibi her türlü maddî ve manevî ürünlerin toplamı” gibi tanımlamaları zikredebiliriz. Yapılan bu tanımların ortak noktasından hareketle kültürü, “Toplumların tarihî süreç içerisinde elde ettikleri maddî ve manevî değerleri, yaşam tarzları, övünçleri, davranışları, bunları elde etme ve aktarma yolları, kendilerine özgü inanç ve âdetler bütünü” şeklinde tanımlamak mümkündür. Toplumlar, bir taraftan geçmişten gelen değerlerini benimseyip, koruyup, aktarırken diğer taraftan da yaşadıkları zamanın şartlarına göre kültürüne yeni unsurlar ekler veya mevcudun üzerinde değişiklikler yaparlar. Böylece her nesil miras aldığı kültüre maddî ve manevî katkıda bulunur ve bir sonraki nesle aktarır. Bütün bu işlem sürecinde tek tek bireylerin değil, toplumun genelinin kabulünün geçerli olduğu da unutulmamalıdır. Medeniyet “Medeniyet” kelimesinin Batı dillerindeki karşılığı Latince “şehirli” anlamına gelen “civil” kökünden türetilmiş olan “civilisation”dur ve “şehirleşme” demektir. Arapçada “yerleşik, göçebe olmayan” anlamındaki “el-Hadara”kelimesi de aynı kavramı ifade için kullanılmaktadır. Türkçede ise “medeniyet” kelimesi kullanıldığı gibi “uygarlık” kelimesi de kullanılır ve kelime olarak “şehirli, şehirde oturan” anlamına gelir. Kültürde olduğu gibi “medeniyet”in kavramsal tanımı konusunda da farklı görüşler ileri sürülmüştür. Yapılan tanımlar, kavramı ele alan ilimlerin veya ilim adamlarının bakış açılarına göre farklılıklar göstermektedir. Bununla beraber en çok dile getirilen anlamları olarak; “Bir toplumun sahip olduğu maddî ve manevî değerlerin tümü”, “Farklı milletlerin birlikte yaşayarak veya katkı sağlayarak oluşturdukları değerler”, “Maddî-manevî bütün yansımaları ile yaşam tarzı” şeklindeki tanımlamaları sayabiliriz. Yapılan bu tanımların kültürle benzer bir içeriğe sahip olduğu görülmektedir. Kültürle arasındaki farkı vurgulama açısından medeniyeti, “Evrensel düzeye ulaşmış bir kültür veya benzer kültürlerin oluşturdukları anlama, yaşama, bilgi, teknoloji ve maddî-manevî kurumların bütünü” şeklinde tarif etmek mümkündür. Bu tanıma göre medeniyetlerin maddî ve manevî olmak üzere iki ana tezahürü vardır: Maddî Tezahürleri: Sosyal hayat, Bilim, Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 Kültür, Medeniyetler, İslam medeniyeti ve Doğduğu Ortam Kurumlar, Mimarî, Sanat (Resim, Müzik, Heykel, Hat vs.), Teknoloji. Manevî Tezahürleri: Din-Ahlak, Düşünce, Hukuk, Yaşam algısı. Medeniyetlerin bu tezahürleri, hem ilgili medeniyetlerin ulaştığı gücü, hem de diğer medeniyetlerle arasındaki farklılıkları ortaya koyan özelliklerdir. Bir medeniyet üzerinde araştırma yapılması bu hususların incelenmesi demektir. Medeniyet üzerinde yapılacak bilimsel çalışmalarda dikkat edilmesi gereken en önemli husus ise; bu tezahürleri birbirinden bağımsız olarak değil, bir bütünün parçaları olarak değerlendirmek gerekliliğidir. Hiçbir medeniyetin örneğin hukuku veya sanatı, ilgili medeniyetin benimsediği dininden, kurumlarından veya düşünce yapısından, yaşam biçimden bağımsız olarak gelişmiş değildir. Kültür-Medeniyet İlişkisi Kültürle medeniyetin aynı mı yoksa farklı mı olduğu tartışılmış ve halen tartışılmaya devam etmektedir. Kültürle medeniyet arasındaki ilişki konusunda yaşanan bu tartışmanın ilgili kavramlara yüklenen anlam farklılıklarından doğduğu anlaşılmaktadır. Başka bir ifade ile sorun; tanım problemidir. Bu anlam yüklemelerine paralel olarak da medeniyetle kültürün aynı olduğunu savunanlar çıkmıştır. Ancak genel kabul; ikisi arasında farklılıklar olduğu yönündedir. Kültür, insanın gelişimi ile alakalı bir kavram olduğu için her insan topluluğunun mutlaka kültürü vardır. Kültürle medeniyetin ayrıştığı esas nokta işte burasıdır. Zira her insan topluluğunun kültürü olduğu halde bir medeniyeti olmayabilir. Medeniyetler, birçok ulusun ortak malıdır. Medeniyetleri farklı milletler birlikte üretmişler, kendi renklerini bağlı oldukları medeniyete yansıtmışlar, medeniyetlerinin zenginliğine katkıda bulunmuşlardır. Bu yüzden de medeniyetler evrenseldir. Ancak bu evrensel özelliğe sahip medeniyetlerin, her millette görünümü farklılık gösterir ki, bu da kültürdür. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 Kültür, Medeniyetler, İslam medeniyeti ve Doğduğu Ortam Şekil-1: Medeniyet-Kültür İlişkisi Netice itibariyle kültürle medeniyet arasındaki farklılıklar olarak şunları sıralayabiliriz: Medeniyet evrenseldir, kültür millîdir. Medeniyetler farklı uluslar tarafından benimsenebilir, kültür sadece ait olduğu millet tarafından benimsenir. Milletler medeniyetlerini değiştirebilir, kültürleri ise değişikliğe uğrayabilir. Medeniyetleri, iktisadî, dinî, ahlakî, hukukî gibi düşünceler (kurumlar); kültürü ise, din, ahlak ve sanat duyguları şekillendirir (Gökalp: 1995, 9). Kültürler de medeniyetler gibi gelişim ve değişime uğrayabilirler. Hiç şüphesiz İslam öncesi Mekke’deki insanların kendilerine ait bir kültürleri vardı. İslam’dan sonra bu kültür büyük ölçüde değişime uğramış, önceki kültürün birçok unsuru ortadan kaldırılmıştır. Dinin kültür üzerindeki bu etkisinde olduğu gibi, yaşam alanlarının değişmesi, bilim ve teknolojik ilerlemeler, ekonomik yapıdaki farklılaşmalar da aynı şekilde kültürel değişimleri etkilemektedirler. Medeniyetlerin ortaya çıkmaları, gelişimleri ve yok olmaları konularında farklı teoriler ileri sürülmüştür. Kimi düşünür, her medeniyetin teolojik, metafizik ve en sonunda da mantıkî dönemlerden geçtiğini savunurken, Marksist tarihçiler medeniyetlerin, ilkel, feodal, kapitalist ve sosyalist aşamalardan geçtiğini iddia etmişlerdir. İbn Haldûn gibi bazı Müslüman teorisyenler ise, tekâmülcü tezi kabul ederek, her medeniyetin organik yapılar gibi doğup, gelişip ve en nihayetinde öleceğini ileri sürmüşlerdir. Medeniyetlerin Doğuşu Kurulmaları, gelişmeleri ve kalıcı bir hale gelebilmeleri için medeniyetlerin birtakım şartlara ihtiyaçları vardır. Her medeniyetin doğuşuna ayrı ayrı etki eden faktörler olmakla beraber, genel olarak medeniyetlerin ortaya çıkmalarında, Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 Kültür, Medeniyetler, İslam medeniyeti ve Doğduğu Ortam gelişmelerinde etkili olan ortak bazı unsurlar vardır. Bu unsurlar ana hatları ile şunlardır: Coğrafya: İnsanların normal yaşamlarını sürdürmeleri, fikrî, siyasî, mimarî, sanat eserleri vermeleri için uygun coğrafî ve iklim özelliklerine sahip bölgelerde yaşamaları kaçınılmazdır. Adalardan veya buzullardan oluşan bir coğrafyada insanların medeniyet kurmaları son derece güçtür. Aynı şekilde coğrafya, o bölgede kurulan medeniyetin diğer medeniyetlerle etkileşimini, iletişimini sağlaması, kendi değerlerini yaygınlaştırması açısından da önemlidir. Toplum: Medeniyetler, toplumlar tarafından inşâ edilir. Bu toplumun belli bir seviye kat etmiş, belli hedefler etrafında toplanabilmiş olması gerektiği de açıktır. Burada kastedilen; ortak hedefte bir araya gelme becerisini gösterebilmiş insan topluluklarıdır. Birbirleri ile çatışma halinde olan veya ortak bir ideali paylaşmayan insanların medeniyet kurmaları mümkün değildir. Burada yeri gelmişken medeniyetlerin kurulmasında ırkın hiçbir zaman belirleyici bir şart ve gereklilik olmadığını kaydetmeliyiz. Medeniyetlerin ırk şartı yoktur. Din, Ahlak, Kültür gibi Manevî Değerler: İnsanların birbirleri ile ilişkilerini düzene koyan kurallar olmaksızın sağlıklı bir siyasî, sosyal, ekonomik sistem oluşturulamaz. Belli bir yönetim ve yaşam düzenine sahip olmayan kaos ve karmaşanın hâkim olduğu milletlerin bir medeniyet kurmaları da haliyle mümkün değildir. Din, ahlak, kültür, örf ve gelenekler, toplumları şekillendiren değerlerdir. Aynı zamanda bunlar medeniyetlere kendi renklerini katıp, oluşum ve gelişim aşamalarındaki süreci yönlendirirler. Netice itibariyle sosyal çevre, din, inanç, düşünce özgürlüğü, adalet, bilimsellik gibi manevî değerlerden yoksun ise herhangi bir medeniyet oluşturması son derece güçtür. Siyaset, Ekonomi, Eğitim, İmar gibi Maddî Değerler: Medeniyetlerin oluşumunda bu tür maddî değerler onların sağlam bir zeminde yükselmelerine katkıda bulunurlar. Ekonomik açıdan yeterli seviyeye ulaşamamış, siyasî açıdan istikrarı yakalayamamış, adaletsizliklerin yaşandığı, ciddi ve yeterli eğitimden mahrum insan topluluklarının evrensel bir medeniyet kurup, bunu insanlık tarihinde kalıcı hale getirmeleri mümkün değildir. Uluslar, ekonomik zenginliklerine bağlı olarak kurumlarını, sanatlarını, mimarîlerini geliştirebilir, farklı milletlerle iletişim kurabilir, sosyal şartlarını geliştirebilirler. Bütün bunlar bir medeniyetin inşası için gerekli olan ilk şartlardır. Ancak bunlar tek başlarına bir medeniyet oluşturamazlar. Bunları bir araya getirecek, Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 Kültür, Medeniyetler, İslam medeniyeti ve Doğduğu Ortam üretime (sosyal, siyasal, ekonomik, sanat vb.) geçirecek olan ortak bir amacın da benimsenmesi gerekmektedir ki, bunu da daha çok din, ahlak, ortak ülkü gibi manevî değerler sağlar. Asırlardır Araplar aynı coğrafyada, aynı dili konuşarak yaşamalarına rağmen bir medeniyet kurabilmiş değillerdi. Arapları harekete geçiren, parlak bir medeniyet kurduran; dinî ve toplumsal yapılarını değiştirmiş olan İslam’dır. Farklı coğrafyalar ve farklı insan toplulukları tarafından kurulmuş olan medeniyetlerin ortak özellikleri de vardır. Bu ortak özellikleri de şu şekilde sıralamamız mümkündür: Evrensel Olmaları: Hiçbir medeniyet sınırlarını dışa kapatmış değildir. Bilakis coğrafya ve tarihle sınırlı olmaksızın, farklı tarih dönemlerinde farklı coğrafyalarda izlerini, etkilerini sürdürmüşler, kendisinden sonraki medeniyetleri etkilemişlerdir. Öyle ki bugün tamamen izleri silinmiş gibi görünen birçok medeniyetin mutlak anlamda ortadan yok olduklarını söylemek zordur. Çünkü tarih ve antropoloji çalışmaları, yeni bulgularla beraber medeniyetlerin birbirleriyle olan bağlantılarını ortaya çıkarmaya devam etmektedirler. Dolayısı ile salt bilgi yetersizliği yüzünden bir medeniyetin tamamen tasfiye olduğundan bahsetmek, bilimsel bir yaklaşım olmayacağı gibi, ilgili medeniyetin insanlık mirasına muhtemel katkısına da ciddi haksızlık olacaktır. Etkileşim İçerisinde Olmaları: Her medeniyet bir öncekinden faydalandığı gibi bir sonrakini de etkileme gibi bir fonksiyonu icra etmiştir. Bu durum söz konusu medeniyeti taklitçi yapmadığı, orijinalitesini ortadan kaldırmadığı gibi bir öncekine de eksiklik getirmez. Çünkü medeniyetler, insanlığın gelişim sürecinin birbirinden ayrılmaz halkaları konumundadırlar. Her medeniyet, kendisinden önce insanlığın ulaştığı medenî seviye üzerine kurulmuş, onların ürünlerinden faydalanmıştır. Doğal olarak bilgi-tecrübe transferinde bulunan bir medeniyet, aldıklarını kendi değerler sistemi içerisinde eriterek, kendi öz parametrelerini ekleyerek yeniden dizayn eder, üretir ve sonraki döneme aktarır. İslam medeniyeti, felsefe, tıp, astronomi, matematik, mimarî gibi alanlarda Eski Yunan, Mısır, Hint ve Çin medeniyetlerinden faydalanırken, aldıklarını olduğu gibi benimsememiş, doğrudan nakletmemiş tam tersine bunları geliştirmiş, tashih etmiş,kendi tespitlerini eklemiş, kendi değerleri çerçevesinde kendi kimliğini katarak içselleştirmiştir. Aynı şekilde bütün inkâra rağmen bugünkü Batı medeniyetinin oluşmasında da İslam medeniyetinin ürünleri olan bilim ve değerlerin ciddi rolü olduğu açıktır. Bu yüzden taassupla hareket eden bazı Batılı araştırmacıların İslam medeniyetini görmezden gelerek medeniyetlerini Eski Yunan medeniyetine bağlama çabalarının, tarihî ve bilimsel bir zemine sahip olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Kendine Münhasır Olmaları: Her medeniyet, farklı medeniyetlerden beslenmesine, teşekkülüne farklı milletlerin katkı sağlamasına karşın kendine has Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 Kültür, Medeniyetler, İslam medeniyeti ve Doğduğu Ortam özellikleri de bünyelerinde taşımaktadır. Medeniyetleri birbirinden ayıran da kendilerine has olan bu özellikleridir. Bu özellikleri belirleyen unsurların başında da din gelmektedir. Nitekim Arap, Türk, İran gibi farklı milletler tarafından oluşturulmasına, Yunan, Hint, Mısır gibi eski medeniyetlerden faydalanmasına rağmen İslam medeniyetinde İslam dininin tesirini, mimarîden felsefeye, hukuktan siyasete birçok alanda görmek mümkündür. Bir edebiyat metni veya sanat eseri, üretildiği medeniyetin özelliklerini barındırır. Medeniyetlere mensup insanların maddî-manevî sahip oldukları genel ve ortak değerler, o medeniyetin kendine has özelliklerini oluşturmaktadır. Dolayısıyla medeniyetleri birbirinden sadece maddî ürünleri ile ayırmak sağlıklı değildir. Medeniyetlerin ayrıldıkları noktalar daha çok hayata bakışları, inançları, düşünceleri gibi, o maddî ürünlere bir nevi ruh katan manevî değerleridir. Bugünkü Batı medeniyetine mensup bazı teorisyenler biraz da mensubu bulundukları medeniyetin uygulamalarından ve bu uygulamaya gösterilen tepkilerden etkilendiklerinden “medeniyetler çatışmasından” söz etmektedirler. Ancak medeniyetler, çatışarak, savaşarak, birbirlerini yok ederek veya yok sayarak değil bilakis birbirlerinin tecrübelerinden, bilgi birikimlerinden, her türlü ürünlerinden faydalanarak gelişmişler, büyümüşlerdir. Binaenaleyh ülkelerin veya ulusların birbiri ile çatışmalarını, medeniyetlerin çatışması olarak görmemek gerekir. Medeniyetler birbirleriyle çatışarak değil, iletişim kurarak, birbirlerinin ürünlerinden faydalanarak gelişirler. Yeryüzünde farklı coğrafyalarda farklı insan grupları tarafından büyük medeniyetler kurulmuştur. Bütün bu medeniyetleri tespit imkânına doğal olarak sahip değiliz. Araştırmacılar ilmî, siyasî, ideolojik, dinî kabul veya birikimlerine göre yeryüzünde kurulmuş medeniyetlere dair isim listeleri hazırlamışlardır. Bunlardan bazıları şunlardır: Sümer medeniyeti, Bâbil medeniyeti, Yunan (Grek) medeniyeti, Mısır medeniyeti, İran medeniyeti, Çin medeniyeti, Hint medeniyeti, Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 Kültür, Medeniyetler, İslam medeniyeti ve Doğduğu Ortam İslam medeniyeti. Bu büyük medeniyetlere ek olarak coğrafya ve zaman açısından etkileri daha sınırlı olan başka medeniyetler de vardır. Bunları üç ana grupta toplamak mümkündür: Eski Anadolu medeniyetleri (Eti, Hitit, Fenike gibi), Eski Amerika medeniyetleri (Aztek, İnka, Maya gibi), Eski Türk medeniyetleri (Göktürk, Uygur, Hun gibi). İSLAM MEDENİYETİ Tanım İslam medeniyeti, miladî VIII. asırda ortaya çıkan ve Endülüs’ten Çin’e kadar uzanan geniş bölgede hüküm sürmüş, temelinde İslam dininin prensiplerinin olduğu, bugünkü Batı medeniyeti karşısında gerilemekle beraber varlığını hâlâ devam ettiren, farklı etnik unsurlardan oluşan Müslümanların kurdukları medeniyetin adıdır. İslam medeniyetini kendi içerisinde alt başlıklara ayırmamız mümkündür: Arab-İslam medeniyeti, Türk-İslam medeniyeti, İran-İslam medeniyeti, Endülüs-İslam medeniyeti. Başlangıçta Müslüman Arapların siyasî himayelerinde gelişen İslam medeniyeti; Arap, Türk, İran, Mısır ve diğer farklı milletlerin katkı ve destekleri ile oluşturulmuş bir medeniyettir. Şekilsel çerçevesini ve içeriğini her zaman İslamiyet belirlemiş, açık bir şekilde her alanda tesirini göstermiştir. İslâm Medeniyeti diğer medeniyetlerin kavram ve ürünlerini kendi değer ve prensipleri ile karşılaştırmış, kendi inanç ve kabullerine uygun olanları benimsemiş, ters düşenleri ise ya uygun hale getirmiş ya da reddetmiştir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 Kültür, Medeniyetler, İslam medeniyeti ve Doğduğu Ortam Şekil–2: İslam medeniyetinin Temelleri İslam medeniyeti bir din medeniyetidir. Başka bir deyişle bu medeniyetin ortaya çıkmasında, gelişmesinde İslam dini başat rol oynamıştır. Bu yüzden de bu medeniyeti din faktörü göz ardı edilerek belli bir ırka atıfla Arap Medeniyeti şeklinde değerlendirmek veya yorumlamak tarihî zeminde herhangi bir geçerliliğe sahip olmayacaktır. İslam’ın, öğrenmeyi, araştırmayı, çalışmayı, üretmeyi, düşünmeyi şiddetle tavsiye etmesi, mensuplarını bu konuda teşvik etmiş, sadece maddî planda değil olayın manevî boyutta da ele alınmasını sağlamıştır. Bu durum Müslümanların yeni bir medeniyet inşasında yoğun bir faaliyet içerisine girmelerine neden olmuştur. İslam medeniyeti, bugünkü Batı Medeniyeti ile Eski Yunan, İran, Hint, Çin ve hatta Mısır medeniyetleri arasında köprü vazifesi görmüştür. Ancak yanlış anlamaların önüne geçme adına şunun altını çizmemiz gerekir ki, İslam medeniyeti bir nakil veya taklit medeniyeti değildir. Yani geçmişi olduğu gibi aktaran taklitçi veya hiçbir orijinalliği olmayan ara bir medeniyet değil, bilakis kendi inancını, düşüncesini, bakışını, keşiflerini, tespitlerini bu birikime eklemiş, farklı medeniyetleri kendi kültür potasında eriterek yeni bir kimlik kazandırmış, kendi kökenlerine sahip orijinal bir medeniyettir. İşte bu yüzdendir ki, Kindî, Fârâbî, İbn Sînâ, İbn Rüşd, Birûnî, Tûsî, İbn Haldûn, Ali Kuşçu gibi onlarca âlim bugüne gelebilmiş, çağdaş Batı Medeniyetinin temellerini atmışlardır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 Kültür, Medeniyetler, İslam medeniyeti ve Doğduğu Ortam Doğduğu Ortam Medeniyetleri doğru konumlandırabilmek için tarihî ve coğrafî çerçevelerinin iyi çizilmesi şarttır. İslam medeniyeti, VIII. yüzyıldan XX. yüzyıla kadar yaklaşık on iki asır boyunca hâkimiyetini sürdürmüş, birçok alanda medeniyet tarihine eşsiz eserler kazandırmıştır. Dolayısı ile İslam medeniyetinin doğduğu ortam üzerinde kısaca durmamız, onun hangi tarihî ve coğrafî temel üzerinde teşekkül ettiğini anlamak için gereklidir. Tarihî Çevre Hz. Muhammed’in vefatından sonraki kısa bir süre içerisinde Müslümanlar batıda Fransa’ya, doğuda Çin Seddi’ne kadar uzanan büyük bir coğrafyayı hâkimiyetleri altına almıştır. Müslümanlar, fethedilen bu coğrafyadaki halka müsamaha göstermişler, onların dinlerine, inançlarına, ibadet yerlerine karışmamışlar, hatta bunları kendi korumaları altına almışlardır. Müslümanlar elde ettikleri bu siyasî, askerî, iktisadî ve ictimaî güçle beraber onlarca ilimde, sanatta, mimarîde söz sahibi olmuşlar, kendi değerleri ile yoğurdukları büyük bir medeniyet kurmuşlardır. Hz. Muhammed’in 610 yılında tebliğe başladığı İslamiyet, başlangıçta ciddi bir tepki ile karşılaşmakla beraber zamanla Araplar tarafından kabul edilmiştir. Bu kabullenme ile beraber Kur’ân ve Hz. Muhammed’in uygulamaları (Sünnet) Müslümanların rehberleri olmuş, bunların emirleri ve tavsiyeleri ile Müslümanlar, yeni hayatlarına uyum sağlamaya, karşılaştıkları sorunları Kur’ân ve Sünnet çerçevesinde çözmeye çalışmışlardır. İnananlar topluluğu İslâm’ın prensipleri doğrultusunda kendi yönetim, düşünce, bilim, sanat ve hukuklarını oluşturmuşlardır. Hz. Muhammed vefat ettiği sırada Arap yarımadasının önemli bir kısmı İslamiyet’i kabul etmiş durumdaydı. Hz. Muhammed’den sonra devletin başına geçen Hz. Ebu Bekir döneminde hem Arap yarımadasındaki ayrılıkçı hareketler bastırılmış, hem de kuzey yönünde Suriye, Filistin, Irak taraflarına ilk fetih hareketleri başlatılmıştır. Hz. Ömer döneminde ise fetih hareketi devam ettiği gibi, fetihlerin getirdiği ihtiyaçlara binaen kurumsallaşmaya da yönelinmiştir. Hz. Ömer döneminde, Sâsânî ve Bizans İmparatorluklarına karşı elde edilen askerî ve siyasî başarılar neticesinde; Irak, İran, el-Cezîre, Suriye, Filistin ve Mısır toprakları Müslümanların eline geçmiş bulunuyordu. Arap yarımadası dışında birbirini takip eden bu fetihler esnasında ve sonrasında, İslam Devleti hâkimiyeti altına giren değişik milletlerin, dinî, siyasî, iktisadî ve medenî statülerinin tespit edilmesi gerekliliği kendisini hissettirmişti. Devletin gerek Müslümanlarla, gerek gayr-ı müslimlerle alakalı olmak üzere ortaya çıkan sorun ve ihtiyaçlarını gören Hz. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 Kültür, Medeniyetler, İslam medeniyeti ve Doğduğu Ortam Ömer, bunların çözülmesi yolunda çeşitli düzenlemelere girişmiş ve birçok yeni müessesenin kuruluşunu gerçekleştirmeye çalışmıştır. Hz. Ömer, fethedilen ülkelerdeki Sâsânî ve Bizans İmparatorluklarının iktisadî ve idarî tecrübelerinden istifade etmiş, teşkilatlanmada bunlardan da faydalanmıştır. Bu dönemde birtakım idarî ve malî kurumlar oluşturulduğu gibi, fetih organizasyonun sağlıklı bir şekilde yürütülmesi ve Müslüman yerleşiminin sağlanması için Kûfe, Basra gibi ilk şehirler de kurulmuştur. Fetihler, dinî, fikrî, içtimaî, mâlî, iktisadî, idarî, siyasî olmak üzere hayatın her alanında değişimi beraberinde getirmişti. Hz. Ömer bu değişim rüzgarından faydalanma yoluna gitmiş, devletin değişen şartlara göre yeniden yapılandırılması sürecinde, elzem olan siyasî ve iktisadî hamleleri zamanında yapmıştır. Hz. Ömer’den sonra devlet başkanlığına geçen Hz. Osman döneminde de fetihler devam etmekle beraber, İslam toplumunda ilk ayrılıklar görülmeye başlanmıştır. Hz. Ali dönemi, bu ayrılıkların savaş meydanına taşındığı dönemdir. Onun öldürülmesi ile de Râşid Halifeler dönemi son bulmuştur. Emevi Devletinin kurucusu olan Muâviye’nin döneminde İslam toplumu tekrar siyasî istikrarı yakalamıştır. Emeviler zamanında yönetim, dışa kapalı Arap ağırlıklı bir yapı görünümündeydi. Emevi idarecilerinin birtakım uygulamaları nedeniyle fethedilen bölgelerdeki yerli halkın İslam toplumuyla bütünleşmeleri gecikmiştir. Bununla beraber Müslüman Araplar, hâkimiyet sağladıkları coğrafyada Hıristiyan, Yahudi, Mecusi gibi farklı dinî gruplar, Fars, Süryani, Rum, Kıbtî, Berberî gibi farklı ırklarla bir arada yaşamaya başlamışlardı. Bu dönemde fethedilen İspanya (Endülüs) bir arada yaşama tecrübesi konusunda son derece önemli bir örnek oluşturuyordu. Çünkü buradaki Müslüman, Hıristiyan ve Yahudiler dinî grupları, Berberîler, Araplar ve dini tercih açısından kendi aralarında bölünmüş olan yerli halk da etnik unsurları oluşturmaktaydı. Emeviler dönemini siyaseten içe dönük olmasına rağmen Müslümanların dış kültür ve medeniyetlerle tanışma dönemi olarak tanımlamak mümkündür. Bu dönemde Müslümanlar, farklı medeniyetlere mensup insanlarla muhatap olmaya, onların özellikle de ilmî tecrübelerinden istifade etmeye başlamışlardır. Ancak çok geçmeden Müslümanlar bu birikimi içselleştirmeyi başarmışlardır. Nitekim ekonomik bağımsızlık anlamında para politikasının belirlenip dinar ve dirhemlerin bastırılması, resmî dilin Arapça olarak kabulü bu döneme rastlamaktadır. Emeviler dönemi sadece siyasî veya malî anlamda değil aynı zamanda bilimsel anlamda da Müslümanların profesyonelleşmeye başladıkları süreci ifade etmektedir. Siyer, Hadis, Tefsir, Fıkıh gibi İslamî ilimlere dair ilk risâleler bu dönemde yaygınlaşmış, ilimlerin metodolojilerine dair prensipler yerleştirilmeye başlanmıştır. 661 yılında kurulan Emevi Devleti 750 yılında Abbasi ihtilali ile yıkılmıştır. Abbasiler dönemi, İslam tarihinin (749-1258) 524 yıllık önemli dönemlerinden Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 Kültür, Medeniyetler, İslam medeniyeti ve Doğduğu Ortam biridir. Her ne kadar Abbasi hanedanı 1517 yılında kadar Mısır’da varlıklığını devam ettirmişse de bu dönemde ne siyasî ne de askerî bir etkinliği kalmamıştı. Abbasi halîfeleri, Cengiz Han’ın torunu Hulagu Han’ın gelişine kadar yani 1258 yılına kadar saltanatlarını devam ettirmişlerdir. 524 yıllık bu dönemde toplam 37 halife iktidara gelmiştir. İslam medeniyetinin tarih sahnesinde ortaya çıkma zamanı/etkili olmaya başladığı Abbasiler dönemidir. Nitekim Halife Mehdî ve Hârûn Reşîd dönemi sadece askerî zaferlerin, malî zenginliğin arttığı dönem değil, aynı zamanda kültür ve medeniyette yükselişin dönemidir. Siyer, Tefsir, Hadis, Fıkıh, Kelam gibi İslam’ın kendi bünyesinden doğmuş olan dinî ilimleri hariç tutacak olursak başlangıçta Müslüman Arapların özellikle de fen bilimlerinde sistematik bir ilmî geleneğe sahip olduklarını söylemek zordur. Ancak Müslümanlar diğer ilimlerde de İslam’ın öğretileri doğrultusunda son derece araştırma ve öğrenme arzusuna sahiptiler. Bu nedenle hem fethettikleri bölgelerde yaşayanların bilgi ve tecrübelerinden istifade ile hem de geçmiş veya çağdaş medeniyetlerin ürünleri olan kitapların Arapçaya çevrilmesi ile kısa süre içerisinde kendi özgün bilimsel anlayışlarını ortaya koymuşlar, kendilerine ulaşan ilim, fikir ve sanat gibi birçok alanda çağlarını aşan bir ilerleme kaydetmişlerdir. Abbasi hilâfeti döneminde merkezde değişik iktidar dönemleri yaşandığı gibi, diğer bölgelerde de birçok devlet kurulmuştur. Hiç şüphesiz İslam medeniyeti açısından bunlar içerisinde en önemlisi Endülüs’tür. Emeviler döneminde fethedilen ve Emevi ailesine mensup I. Abdurrahman’a kadar valiler tarafından yönetilen Endülüs, İslam medeniyetinin Batı’ya açılan kapısı konumundaydı. Abbasilerin Emevileri yıkmasından sonra İslam dünyasının doğusuna Abbasiler hâkim olurken, batısında yer alan Endülüs Emevileri onlardan ayrılmışlar, bağımsız olarak hâkimiyetlerini sürdürmüşlerdir. Endülüs Emevileri bölgede seksen yıl devlet olarak varlıklarını devam ettirmişlerdir. Endülüs Müslümanları, Emevilerinden sonra da Tavâif-i Mulûk, Murabıtlar ve Muvahhider gibi devletlerle XVI. yüzyıla kadar siyasî varlıklarını; XVIII. yüzyıla kadar da dinî ve sosyal varlıklarını birçok zorluklarla beraber sürdürmeyi başarmışlardır. Endülüs, siyasî, ilmî ve sanat çevreleri, çeviriler, kurumlar, sanat eserleri, mimarî ve birçok ilim dalında ortaya koydukları onlarca eserle İslam medeniyetine büyük katkı sağlamıştır. Doğuda Abbasi idaresi altında gelişen İslam medeniyeti, neredeyse eş zamanlı olarak Endülüs aracılığı ile de Batı’ya aktarılmıştır. Müslüman ilim adamları bu dönemde yapılan çevirilerle geçmiş medeniyetlerin birikimlerini öğrenmişler, eksik gördüklerini tamamlamışlar, hatalarını düzeltmişler, kendi buluş ve görüşlerini bu birikim üzerine ekleyerek daha ileriye götürmüşlerdir. Yaklaşık olarak 750-850 yılları arasını sürdürülen çeviri hareketini, orijinal bilimsel eserlerin verildiği dönem takip etmiştir. Bu dönemde devletin başında bulunan halifeler de ilmî çalışmalara ayrı bir önem vermişlerdir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 Kültür, Medeniyetler, İslam medeniyeti ve Doğduğu Ortam Çevirilerin sağlıklı yapılabilmesi için kurumlar teşkil ettirilmiş, âlimler teşvik edilmiş, bu konuda maddî imkânlar seferber edilmiştir. Öyle ki bu dönemde ilmî, edebî kitapların getirtilmesi için Doğu Roma gibi çevre ülkelere heyetler dahi gönderilmiştir. Çeviri hareketi döneminde Müslümanlar, Abbasiler döneminde Fars edebiyatı ve siyasetini, Hint kozmoğrafyasını, matematiğini, Eski Yunan’ın çeşitli ilimlerini ve felsefesini Arapçaya çevirmişlerdir. Abbasilerin zayıflaması ile beraber yeni bir siyasî güç olarak Selçukluların ortaya çıktığı görülmektedir. Tuğrul Bey, Alparslan, Melikşah gibi ünlü hükümdarlara sahip olan Selçuklular, Moğol saldırılarına kadar İslam coğrafyasında varlıklarını sürdürmüşlerdir. Hemen belirtelim ki Selçuklular da ilimden sanata birçok alanda İslam medeniyetine büyük hizmetler sunmuşlardır. Özellikle de Anadolu Selçuklularının Haçlılara karşı direnişlerini Müslüman Türklerin İslam medeniyetini koruma konusunda verdikleri en önemli hizmet olarak değerlendirmek gerekir. Selçuklulardan sonra ise Memluklular ve Osmanlılar siyasî hâkimiyeti ele geçirmişlerdir. Osmanlılar, İslam kültür ve medeniyetini daha da geliştirdikleri gibi Avrupa’ya taşımakla İslam medeniyetini yayma, XX. yüzyılın başına kadar Batı’dan gelen saldırılara karşı koymakla da koruma görevini yerine getirmişlerdir. Coğrafî Çevre Müslümanlar, siyasî anlamda en geniş sınırlarına ulaşmakla beş farklı medeniyetin coğrafî mirası üzerine oturuyor veya onlarla komşu oluyorlardı. Fetihlerle Müslümanlar, Mısır ve İran medeniyetlerinin coğrafyasının tamamına, Grek/Roma medeniyetlerinin bir kısmına hâkim olurken, Hint ve Çin ile de komşu olmuşlardır. Böylece İskenderiyye, Cundişapur, Harran gibi ilim ve kültür merkezleri Müslümanların idaresine geçmiş oluyordu. Buralardaki Hıristiyan, Süryani, Yahudi âlimlerin, Eski Yunan filozoflarının eserleri artık Müslüman Arapların elindeydi ve Müslümanlar bunları anlamak için yoğun bir çaba harcayacaklardı. Bu anlama süreci çeviri, şerh ve tashihle devam edecek, eleştiri ve yeniden üretme ile de geliştirilecekti. Müslümanlar, karşılaştıkları bu medeniyetlerin bilgi birikimlerinden, ürünlerinden, tecrübelerinden faydalanmışlardır. Bu çerçevede İslam medeniyetinin faydalandığı medeniyetleri şu şekilde sıralayabiliriz: Yunan (Grek) medeniyeti, İran medeniyeti, Mısır medeniyeti, Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 Kültür, Medeniyetler, İslam medeniyeti ve Doğduğu Ortam Hint medeniyeti, Çin medeniyeti. İslam medeniyetinin doğduğu ve geliştiği coğrafya, aynı zamanda İran, Mısır, Yunan, Roma gibi eski medeniyet havzalarının tamamına yakınını kapsamaktadır. Bu medeniyetlerin üzerinde hüküm sürdüğü coğrafyalarda veya komşu coğrafyaların fethedilmesi ile ilk münasebetler sağlanmıştır. Buna göre İslam medeniyetinin doğduğu ve geliştiği coğrafi çerçeve şu şekildedir: Arap Yarımadası: İslamiyet’in doğduğu bölge olması itibariyle burayı İslam medeniyetinin doğuş merkezi olarak kabul etmek mümkündür/gerekir. Yarımadanın en gelişmiş kültür ve medeniyete sahip bölgesi olan Güney Arabistan’da Main, Sebe ve Himyerî; Kuzey Arabistan’da ise Nabat, Tedmür, Hîre, Kinde gibi devletler kurulmuştur. İslam’ın doğduğu Hicâz ise İslam tarihi açısından Arabistan’ın en önemli bölgesidir. Çünkü İslamiyet, bu bölgenin iki önemli şehrinden biri olan Mekke’de doğmuş, Medine’de gelişip yayılmıştır. Ka’be’nin burada bulunması Mekke’nin ve hâliyle Hicaz’ın dinî ve kutsal bir bölge hâlini almasına sebep olmuştur. Hicâz bölgesinde düzenli bir hükümet kurulmamıştır. Her kabile, bağımsız bir şekilde hareket ediyor ve şeyh denilen bir reisin idaresi altında yaşıyordu. Bununla beraber Hicaz, bağımsızlığını koruyabilme konusunda diğer merkezlerden daha şanslı olmuştur. Hiçbir yabancı istilası Arap yarımadasının merkezine yani Hicaz bölgesine ulaşamamıştır. Suriye: İslam tarihi kayıtlarında Biladu’ş-Şam olarak isimlendirilen bugünkü Suriye, Filistin, Lübnan bölgelerini içerisine alan geniş bir coğrafi bölgedir. Bu bölge, Kenanlılar, İbraniler, Aramiler, Asurlular, Babilliler, Persler, Yunanlılar, Romalılar gibi birçok devlet ve medeniyete yurt olmuştur. Doğu Roma’nın kontrolü altında olan Suriye’nin fethine Hz. Ebu Bekir döneminde başlanılmış, Hz. Ömer döneminde tamamlanmış, daha sonra da bölgenin en önemli şehirlerinden olan Dimeşk (Şam) Emevilere başkentlik yapmıştır. Emeviler döneminde doktor, şair, edip, memur gibi yerli halktan birçok Hıristiyan, Emevi sarayında görevlendirilmiştir. Böylece Müslümanlar, onların nesillerdir sahip oldukları bilgi ve tecrübe birikimlerinden bu şekilde faydalanma imkânına kavuşmuşlardır. İran: İslam medeniyetinin tarih sahnesine çıktığı dönemde bölgenin en güçlü iki devletinden biri olan Sasanî İmparatorluğu’nun hâkim olduğu İran, Hz. Ömer döneminde fethedilmiştir. İran, M.Ö. 4000'lere dayanan tarihi ve yerleşkeleri ile dünyadaki en eski uygarlıklardan birine ev sahipliği yapmıştır. Farslıların İslamiyet’i kabulü ile beraber İran edebiyatı, felsefesi, bilimi ve sanatı yeni oluşan İslam medeniyetinin ana unsurlarından biri olmuştur. Özellikle de Abbasiler Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 Kültür, Medeniyetler, İslam medeniyeti ve Doğduğu Ortam döneminde Fars kültür ve medeniyeti, İslam medeniyetine dâhil olmaya başlamış, siyasî yapı, kurumlar, edebiyat, sanat, mimarî gibi birçok alanda etkisini göstermiştir. Mısır: Antik Çağdaki en büyük medeniyetlerden birinin kurulduğu Mısır, Doğu Roma’nın eyaletlerinden biri iken Hz. Ömer döneminde Müslümanlar tarafından fethedilmiştir. Özellikle mimarî alanda ciddi bir kültürel mirasa sahip olan Mısır’da ayrıca Müslümanlar Kobt dilinden Arapça’ya çeviriler de yapmışlardır. Kur’ân’ın Firavunlardan bahsetmesinin, Müslüman ilim çevrelerinin geçmişteki Mısır uygarlığı ile ilgilenmelerinde önemli rol oynadığını söylemeyi mümkün kılmaktadır. Endülüs: Bugün İspanya olarak bilinen Avrupa kıtasındaki yarımada Müslümanlar tarafından Emevi halifesi Velîd b. Abdulmelik döneminde fethedilmiştir. İslam medeniyeti açısından buranın fethinin önemi, farklı din ve etnik unsurların bir arada yaşama tecrübesi ile zenginlik katması, burada yetişen birçok âlimin ilmî hayata canlılık getirmeleri ve İslam medeniyetinin Avrupa’ya aktarılmasında köprü vazifesi görmesidir. Bugünkü Batı medeniyetinin öncüllerini oluşturan birçok öğrenci Endülüs medreselerinde eğitim görmüşlerdir. Bunlara ek olarak Orta Asya’nın fethi ile beraber Müslümanlar, Çin ve Hint gibi iki büyük medeniyete sahip bölgeye de komşu olmuşlar, bilhassa ticarî ve diplomatik ilişkiler neticesinde bu iki coğrafyayı da tanımışlar, kültür ve medeniyetlerinden faydalanmışlardır. İslam medeniyetinin doğduğu bu tarihî, siyasî ve coğrafî ortama dayanarak İslam medeniyetinin ortaya çıkmasında etkin olan kendine has unsurları şu şekilde saymamız mümkündür: İslamiyet: Yukarıda da belirttiğimiz gibi, İslam medeniyeti din temeli üzerinde ortaya çıkmış ve gelişmiş bir medeniyettir. İslamiyet’in öğrenmeye, araştırmaya, düşünmeye teşvik ile Kur’ân’ın inananlarını ilim sahibi olmaya çağrısı, Hz. Muhammed’in bu konudaki tavsiyeleri Müslümanları cesaretlendirmiş, öğrenmeye, araştırmaya yöneltmiştir. Özellikle de bilgiye insanlığın ortak mirası olarak bakılması, bilgiyi edinme konusunda önemli bir anlayış oluşturmuştur. Halifelerin savaş tazminatı olarak kitap istemeleri, eser bulup getirmeleri için çevre devletlere heyetler göndermeleri, âlimleri himâyelerine almaları hep bu “bilginin” önemini kavramlarının neticesidir. Fetihler: İslam fetihlerinin hiçbir zaman Haçlı veya Moğol saldırıları gibi yıkıcı, tahrip edici etkisi olmamıştır. Bilakis fetihler, fethedilen bölgelerdeki artık unutulmaya yüz tutmuş değerlerin ortaya çıkmasına aracı olmuştur. Müslüman Araplar, âlimlerin dinlerine bakmaksızın onlardan yararlanma yoluna gitmişler, bir Hıristiyan edip, bir Yahudi doktor, bir Süryani mütercim pekâlâ toplumda kendisine yer bulabilmiş, büyük bir hoşgörü ve müsamaha içerisinde kendi ilmî birikimlerini Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 Kültür, Medeniyetler, İslam medeniyeti ve Doğduğu Ortam yeni yöneticilerine, yeni öğrencilerine aktarmışlardır. Fetihlerle beraber Müslümanlar, eski kültür ve medeniyetlerin hüküm sürdüğü coğrafyaya hâkim olmuşlar, onların maddî-manevî eserlerine, tecrübelerine mirasçı konumuna geçmişler veya medeniyet çevreleri ile komşu olmuşlardır. Nitekim bu komşuluğun bir neticesi olarak Çin’den kâğıdı, Hint’ten rakamları almışlardır. Fetihlerin sonucunda Müslüman Araplar, eski medeniyetlerle karşılaşmışlar, İslam’ın temel prensiplerinden olan hoşgörü ve bilime teşvik ile İslam medeniyetini oluşturmada bu medeniyetlerden faydalanmışlardır. Çeviriler: Medeniyetlerin kurulmasında dilin başat rol oynadığı açıktır. Her medeniyet kendine özgü ortak bir dil temeli üzerinde yükselmiştir. Kur’ân’ın ve ilk bağlılarının dili olması hasebiyle Arapça, İslam medeniyetinin ortak dili olmuştur. Fethedilen bölgelerde Arapçanın iletişimin ortak dili haline gelmesi ile beraber diğer medeniyetlerle bağlantı kurulabilmiş, Müslümanlar, artık kendi dillerine çevrilen eserleri anlayabilmişler ve Astronomi’den Fiziğe, Kimya’dan Biyoloji’ye, Felsefe’ye kadar onlarca farklı ilimde geçmiş medeniyetlerin birikimlerini hem tashih etmişler, hem geliştirmiş, hem de bir sonraki döneme aktarabilmişlerdir. Siyasî ve ekonomik istikrar: Fetihlerin getirdiği maddî zenginlik Müslüman ilim adamlarının desteklenmesini sağlamıştır. İslam dünyasında sadece devlet adamları değil, zengin muhitler de ilmî faaliyetlere destek olmuşlardır. Siyasî kaos dönemleri, medeniyetlerin çöküşünü hızlandıran, medeniyet ürünlerinin imha edildiği dönemlerdir. Dolayısıyla Emeviler, Abbasiler, Endülüs Emevileri, Selçuklular ve Osmanlılar gibi İslam medeniyetinin siyasî kanadını oluşturan devletler, kendi içlerinde istikrarı sağladıkları dönemlerde İslam medeniyetine katkı sağlayabilmişlerdir. Son olarak İslam medeniyetinin bugünkü durumu üzerinde de kısaca durmamız gerekecektir. Öncelikle şunu ifade edelim ki, bugün için İslam medeniyeti tamamen yok olmuş ortadan kalkmış bir medeniyet değildir. Ancak çağdaş Batı medeniyeti karşısında gerilemiş durumdadır. İslam medeniyetinin gerileme nedenlerini iç ve dış sebepler olmak üzere iki başlıkta inceleyebiliriz: İç Sebepler: Siyasî yönetim alanında dönem dönem istikrarsızlıkların yaşanması, Müslümanların kendi aralarında çekişmeleri, kabile savaşları, iktidar mücadeleleri, Yönetim alanında görevlendirmelerde liyakatin değil, kişisel ve ailevî bağların dikkate alınması, Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 Kültür, Medeniyetler, İslam medeniyeti ve Doğduğu Ortam Maddî kaynakların üretime aktarılması yerine, lüks bir yaşam uğruna israf edilmesi, Başlangıçtaki düşünce ve ifade özgürlüğünün zamanla kısıtlanması, Tefsir, Hadis, Fıkıh gibi dinî ilimlere verilen önemin, Felsefe, Astronomi, Coğrafya gibi beşerî ilimlere verilmemesi, zaman içerisinde bunların ihmal edilmesi, Müslümanların bilim ve teknolojiyi üretemedikleri gibi, takip de edememeleri, Batı’nın aksine yeni ekonomik kaynaklara ulaşamamaları, sömürge hareketine direnememeleri, sanayi devrimini kaçırmaları. Dış Sebepler Haçlı ve Moğol saldırılarının yıkıcı etkileri, Coğrafî keşifler neticesinde, pazar ve ticaret yollarının kaybı, XVIII. yüzyıldan beri sürdürülen sömürü hareketinin yönünün İslam dünyası olması. İslam medeniyetini bu durağan halden çıkartıp yeniden büyük ve etkin bir medeniyet hale getirebilmek için, bir taraftan geçmiş bilgi ve tecrübelerden istifade ederken, diğer taraftan da hatalardan ders çıkarılması gerektiği açıktır. Ancak bu şekilde kökenlerden kopmaksızın, İslam medeniyetinin yenilenmesinin sağlanabileceği kanaatindeyiz. Hiç şüphesiz, bunun için de gerekli fikrî zeminin oluşması adına İslam medeniyetinin tüm tezahürleri ile çok iyi öğrenilmesi gerektiği muhakkaktır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 Özet Kültür, Medeniyetler, İslam medeniyeti ve Doğduğu Ortam • Kültür; “toplumların tarihî süreç içerisinde elde ettikleri maddî ve manevî değerleri, yaşam tarzları, övünçleri, davranışları, bunları elde etme ve aktarma yolları, kendilerine özgü inanç ve âdetler bütünü”, Medeniyet ise; “evrensel düzeye ulaşmış bir kültür veya benzer kültürlerin oluşturdukları anlama, yaşama, bilgi, teknoloji ve maddî-manevî kurumların bütünü” demektir. • İslam Medeniyeti, miladî VIII. asırda ortaya çıkan ve Endülüs’ten Çin’e kadar uzanan geniş bölgede hüküm sürmüş, temelinde İslam dininin prensiplerinin olduğu, bugünkü Batı medeniyeti karşısında gerilemekle beraber varlığını devam ettiren, farklı etnik unsurlardan oluşan Müslümanların kurdukları medeniyetin adıdır. İslam medeniyeti, Arap, Türk, İranlı, Mısırlı ve diğer birçok halkın katkısı ile oluşturulmuş bir medeniyettir. Ancak şekilsel çerçevesini ve içeriğini her zaman İslâm belirlemiş, açık bir şekilde her alanda etkisini göstermiştir. • Fetihlerle beraber Müslümanlar, Mısır ve İran medeniyetlerinin coğrafyasının tamamına, Grek/Roma medeniyetlerinin de bir kısmına hâkim, Hint ve Çin ile de komşu olmuşlardır. Müslümanlar, bu medeniyetlerin eserlerini kendi dillerine çevirmişler, yorumlamışlar, tashih etmişler ve kendi görüşleri çerçevesinde farklı alanlarda orijinal eserler vermişlerdir. • İslâm medeniyeti bugünkü Batı medeniyeti ile Eski Yunan, İran, Hint, Çin ve hatta Mısır medeniyetleri arasında köprü vazifesi görmüştür. Ancak İslam medeniyeti bir nakil veya taklit medeniyeti değildir. Bilakis Müslümanlar, kendi inançlarını, düşüncelerini, hayata bakışlarını, keşiflerini, tespitlerini bu birikime eklemişler, farklı medeniyetleri kendi kültür potalarında eriterek yeni bir kimlik kazandırmışlar, kendi kökenlerine sahip orijinal bir medeniyet kurmuşlardır. İşte bu yüzdendir ki, Kindî, Fârâbî, İbn Sînâ, İbn Rüşd, Birûnî gibi onlarca âlim bugüne gelebilmiş, çağdaş Batı medeniyetinin temellerini atmışlardır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 Kültür, Medeniyetler, İslam medeniyeti ve Doğduğu Ortam DEĞERLENDİRME SORULARI Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. 1. Aşağıdakilerden hangisi kültürle medeniyet arasındaki ilişki bağlamında dile getirilemez? a) Kültürle medeniyet arasındaki temel ayrışma kavramlara yüklenen anlam farklılıklarından doğmaktadır. b) Medeniyet evrensel, kültür millîdir. c) Milletler kültürlerini değiştirebilirler, medeniyetlerini değiştiremezler. d) Kültürler de medeniyetler gibi gelişim ve değişime uğrayabilirler. e) Kültürle medeniyet birbirinden farklı kavramlardır. 2. Bir medeniyetin doğup gelişebilmesi için aşağıdakilerden hangisi gerekli bir şart değildir? a) b) c) d) e) Din, ahlak, kültür gibi manevî değerler. Siyaset, eğitim, ekonomi gibi maddî değerler. Ortak bir ideal etrafında bir araya gelmiş toplum. Mensupları arasında iletişimi sağlayacak ortak bir dil. Toplumda birlik ve beraberliği sağlayacak olan ortak bir ırk. 3. Aşağıdakilerden hangisi medeniyetlerin ortak özelliklerinden değildir? a) b) c) d) e) Evrensel olmaları. Diğer medeniyetlerden etkilenmemeleri. Kendilerine has özelliklere sahip olmaları. Oluşumları için benzer şartları taşımaları. Farklı kültürleri bünyelerinde barındırabilmeleri. 4. Aşağıdakilerden hangisi İslâm Medeniyetinin doğrudan faydalandığı bir medeniyet değildir? a) b) c) d) e) Yunan Medeniyeti. Mısır Medeniyeti. İran Medeniyeti. Hitit Medeniyeti. Hint Medeniyeti. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 Kültür, Medeniyetler, İslam medeniyeti ve Doğduğu Ortam 5. Aşağıdakilerden hangisi İslâm Medeniyetini tam olarak ifade etmektedir? a) b) c) d) e) İslâm Medeniyeti, geçmiş medeniyetlerden istifade etmiş, kendine has özellikleri olan orijinal bir medeniyettir. İslâm Medeniyeti geçmiş medeniyetlerin eserlerini bugüne taşımış olan ara bir medeniyettir. İslâm Medeniyeti hiçbir medeniyetten istifade etmemiş, kendine özgü değerlerlerle ortaya çıkmış orijinal bir medeniyettir. İslâm Medeniyeti, kendinden önceki medeniyetlerin ürünlerini taklit etmek suretiyle oluşan bir nakil medeniyetidir. İslâm Medeniyeti, kendi içerisine kapalı orijinal bir medeniyettir. 6. İslâm Medeniyetinin geçmiş medeniyetlerle ilişkisini sağlayan en önemli etken aşağıdakilerden hangisidir? a) Fetihler. b) Siyasî ve ekonomik istikrar. c) Müslüman olan yerli halk. d) Çeviriler. e) Eski medeniyetlere ait arkeolojik buluntular. Hz. Muhammed’in 610 yılında tebliğe başladığı İslâmiyet, başlangıçta ciddi bir tepki ile karşılaşmakla beraber zamanla Araplar tarafından kabul edilmiştir. Bu kabullenme ile beraber Kur’ân ve Hz. Muhammed’in uygulamaları (Sünnet) Müslümanların rehberleri olmuş, bunların emirleri ve tavsiyeleri ile Müslümanlar, yeni hayatlarına uyum sağlamaya, karşılaştıkları sorunları Kur’ân ve Sünnet çerçevesinde çözmeye çalışmışlardır. 7. İslâm Medeniyetinin ortaya ilk çıkışında Müslümanlar problemlerini aşağıdakilerden hangisine uygun olarak çözmeye çalışmışlardır? a) b) c) d) e) Yahudi gelenek ve şeriatına Hıristiyan gelenek ve şeriatına Cahiliye gelenek ve şeriatına Kur’an ve Sünnete Haniflik gelenek ve şeriatına 8. Aşağıdakilerden hangisi İslâm Medeniyetinin doğduğu ve geliştiği coğrafî çevreye dâhil değildir? a) b) c) d) e) Suriye. İran. Mısır. Endülüs. Çin. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21 Kültür, Medeniyetler, İslam medeniyeti ve Doğduğu Ortam 9. Selçuklu Türklerinin İslâm aşağıdakilerden hangisidir? a) b) c) d) e) Medeniyetine en büyük hizmetleri Dış saldırılara karşı koruma. Sanat eserleri. Ekonomik destek. Çeviriler. Yeni bir siyasî yapı oluşturmaları. 10.Aşağıdakilerden hangisi İslâm Medeniyetinin geri kalma nedenlerinden biri değildir? a) b) c) d) e) Siyasî istikrarsızlıklar. Düşünce özgürlüğünün kısıtlanması. Hilâfetin siyasî otoritesini kaybetmesi. Haçlı ve Moğol saldırıları. Pazar ve ticaret yollarının kaybı. Cevaplar Anahtarı 1-c, 2-e, 3-b, 4-d, 5-a, 6-a, 7-d, 8-e, 9-a, 10-c Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22 Kültür, Medeniyetler, İslam medeniyeti ve Doğduğu Ortam YARARLANILAN KAYNAKLAR Arnold, T. Walker. (1982). İntişar-ı İslam Tarihi. (çev. Hasan Gündüzler). Ankara: Akçağ Yayınları. Ana Britannica. (1990). “Kültür”. (XX, 119-123). İstanbul: Ana Yayıncılık. Avcı, Casim. (2003). İslam Bizans İlişkileri. İstanbul: Klasik Yayınları. Baltacı, Cahit. (2007). İslam Medeniyeti Tarihi. İstanbul: Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Yayınları. Barthold, W. Wiladimir. (1984). İslam Medeniyeti Tarihi. (çev. Fuat Köprülü). Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları. Behiy, Muhammed. (1992). İslam Düşüncesinin İlahi Yönü. (çev. Sabri Hizmetli). Ankara: Fecr Yayınları. Corci Zeydan. (1972). İslam Medeniyeti Tarihi. (çev. Z. Megamez). İstanbul: Üçdal Neşriyat. Durant, Will. (1996). Medeniyetin Temelleri. (çev. N. Muallimoğlu). İstanbul: Birleşik Yayıncılık. Durant, Will. (2004). İslam Medeniyeti. (çev.Orhan Bahaeddin). Ankara: Elips Yayınları. Gökalp, Ziya. (1991). Türk Uygarlığı Tarihi. (haz. Yusuf Çotuksöken). İstanbul: Toker Yayınları. Gökalp, Ziya. (1995). Hars ve Medeniyet. (haz. Yalçın Toker). İstanbul: Toker Yayınları. Hitti, Philip K. (1989). Siyasi ve Kültürel İslam Tarihi. (çev. Salih Tuğ). İstanbul: Boğaziçi Yayınları. İbn Haldun. (2004). Mukaddime. (çev. Halil Kendir). İstanbul: Yeni Şafak Yayınları. Kafesoğlu, İbrahim. (2007). Türk Milli Kültürü. İstanbul: Ötüken Yayınları. Kayaoğlu, İsmet. (1986). “İslam Kültürünün Doğuşu”. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, XXVIII, 205-211. Kazıcı, Ziya. (2003). “İslam Medeniyeti”. Köprü, 81. Kutluer, İlhan. (2003). “Medeniyet”. (Diyanet İslam Ansiklopedisi, XXVIII, 296-297). Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. Lewis, Bernard. (2000). Tarihte Araplar. (çev. H. Dursun Yıldız). İstanbul: Anka Yayınları. Meydan Larousse. (1972). “Kültür”. (VII, 724-725). İstanbul: Meydan Yayınevi. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23 Kültür, Medeniyetler, İslam medeniyeti ve Doğduğu Ortam Meydan Larousse. (1981). “Medeniyet”. (VIII, 505-506). İstanbul: Meydan Yayınevi. Öz, Şaban. (2010). Yeni Başlayanlar İçin İslam Tarihi. İstanbul: Koridor Yayınları. Özdemir, Mehmet. (1994). Endülüs Müslümanları-1. Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. Öztürk, Levent. (2007). “Bilim ve Medeniyet Çalışmalarında İdeolojik Bir Sorun: Öncelik Meselesi”. Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, XXIII, 23-33. Rodinson, Maxime. (2003). İslam’ın Mirası. (çev. Cemil Meriç). İstanbul: Pınar Yayınları. Şeker, Mehmet. (1976). “Medeniyet ve Kültür”. Diyanet Dergisi, XV (1), 51-56. Uludağ, Süleyman. (2003). “Din ve Medeniyet”. Köprü, 81. Yurdaydın, H. Gazi. (1981). “Türk-İslam Kültürüne Giriş”. Diyanet Dergisi Hicret Özel Sayısı, 249-283 Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24 Kültür, Medeniyetler, İslam medeniyeti ve Doğduğu Ortam BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR Aydın, Mustafa. (1991). İslam Toplumunun Şekillenişi. İstanbul: Pınar Yayınları. Bayezidof, Ataullah. (1993). İslam ve Medeniyet. Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. Bayrakçı, Halil. (1990). İslam Medeniyetinin Devam Eden Tesirleri. İstanbul: Marifet Yayınları. Bedevî, Abdurrahman. (2002). Batı Düşüncesinin Oluşumunda İslam’ın Rolü. (çev. Muharrem Tan). İstanbul: İz Yayınları. Blunt, A. W. F. (1965). Batı Medeniyetinin Temelleri. (çev. Müzehher Erim). İstanbul: İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları. Ebu Halil, Şevki. (2005). İslam ve Dünya Medeniyetleri Tarihi. (çev. A. Aydın, A.Timurtaş). Van: Bilge Adam Yayınları. Güngör, Erol. (1997). İslam’ın Bugünkü Meseleleri. İstanbul: Ötüken Yayınları. Halil, İmadüddin. (1987). İslam Medeniyeti Üzerine. (çev. Mehmet Yolcu). İstanbul: Madve Yayınları. Hitti, Philip K. (1995). Arap Tarihinin Mimarları. (çev. Ali Zengin). İstanbul: Risale Yayınları. Kaegi, Walter E. (2000). Bizans ve İlk İslam Fetihleri. (çev. Mehmet Özay). İstanbul: Kaknüs Yayınları. Karlığa, Bekir. (2004). İslam Düşencesi’nin Batı Düşüncesi’ne Etkileri. İstanbul: Litera Yayınları. Kuper, Adam. (1995). İlkel Toplumun İcadı. (çev. İsmail Türkmen). İstanbul: İnsan Yayınları. Lewis, Bernard. (1996). İslam Dünyasında Yahudiler. (çev. Bahadır Sina Şener). Ankara: İmge Kitabevi. Mevdudi, Seyyid Ebu’l-A’la. (1968). İslam Medeniyeti: Esasları ve Menşei. (çev. Mehmet Aydın). Ankara: Hilal Yayınları. Mutlu, Latif. (2006). Uygarlığın Durak Yerleri. İstanbul: Goa Yayınları. Özakpınar, Yılmaz. (1997). Kültür ve Medeniyet Anlayışları ve Bir Medeniyet Teorisi. İstanbul: Kubbealtı Neşriyat. Özbudun, S. (2003).Kültür Hâlleri. Ankara: Ütopya Yayınları. Serdar, Ziyaüddin. (1986). İslam Medeniyetinin Geleceği. (çev. Deniz Aydın). İstanbul: İnsan Yayınları. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 25 Kültür, Medeniyetler, İslam medeniyeti ve Doğduğu Ortam Sezgin, Halit. (1972). İnsan ve Medeniyet. İstanbul: Malazgirt Yayınları. Şenel, Alâeddin. (1995 ). İlkel Topluluktan Uygar Topluma. Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları. Topçu, Nurettin. (1970). Kültür ve Medeniyet. İstanbul: Hareket Yayınları. Toynbee, Arnold J. (1978). Tarih Bilinci. İstanbul: Bateş Yayınları. Üçer, S. Sırrı. (1969). İslam Medeniyeti Tarihi. İstanbul: İrfan Yayınları. Williams, R. (1993). Kültür. (çev. Suavi Aydın). Ankara: İmge Kitabevi. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 26 HEDEFLER İÇİNDEKİLER İSLAM MEDENİYETİNİN KAYNAKLARI, GELİŞİM AŞAMALARI ve TEMEL ÖZELLİKLERİ • Medeniyetlerin Oluşum Süreci ve İslam Medeniyetinin Kaynakları • İslam Medeniyetinin Gelişim Aşamaları • İslam Medeniyetinin Temel Özellikleri İSLAM KURUMLARI ve MEDENİYETİ TARİHİ • Bu üniteyi çalıştıktan sonra; • Medeniyetlerin nasıl oluştuğunu açıklayabilecek, • "İslam Medeniyeti" kavramını tanımlayabilecek, • İslam medeniyetini oluşturan unsurları sıralayabilecek, • İslam medeniyetinin kaynaklarını ifade edebilecek, • İslam medeniyetinin gelişim aşamalarını çözümleyebilecek, • İslam medeniyetinin temel özelliklerini listeleyebilecek, • İslam medeniyetinin geleceği hakkında öngörülerde bulunabileceksiniz. ÜNİTE 2 İslam Medeniyetinin Kaynakları, Gelişim Aşamaları, Temel Özellikleri GİRİŞ Bir önceki ünitede kültür ve medeniyet kavramları için pek çok farklı tanım verildiğini görmüştünüz. Aslına bakılacak olursa medeniyet tarihi bir bütün olarak ele alındığında medeniyetin, insanlığın ortak malı olduğu anlaşılacaktır. İlk insandan itibaren ortaya konulan her bir bilgi, her bir tecrübe ve gözlemin nesilden nesile, asırlardan asırlara, coğrafyalardan coğrafyalara ve nihayet medeniyetlerden medeniyetlere aktarılışıyla ilgili mutlaka bir öyküsü bulunmaktadır. Medeniyet kavramıyla ilgili tanım farklılıklarının, medeniyetlerin birbirine karşı üstünlüğü veya önceliği ile ilgili tartışmalardan ve çoğu zaman ideolojik bakış açısından kaynaklandığını söylemek mümkündür. Bu bakımdan hangisi olursa olsun herhangi bir medeniyeti, insanlık tarihinin akışı içersinde birbirine geçmiş zincir halkalarından sadece birisi olarak düşünmek daha gerçekçi olmamızı sağlayacaktır. Bireysel Etkinlik Dolayısıyla tarihin derinliklerinde kalan veya yeni oluşan bir medeniyete; bir dinin, bir milletin veya bir coğrafyanın, geçmişten gelen birikimler ve bünyesinde bulunan tüm insanlarla birlikte asırlar içerisinde oluşturduğu veya oluşturacağı maddi ve manevi tüm değerlerin bileşkesi olarak bakmak daha doğru olacaktır. • Genel hatlarıyla baktığımızda Batılıların, birçok bilimsel buluşu ilk defa Yunanlıların ortaya koyduğunu iddia ettiklerini görürüz. Öte yandan bu durum diğer medeniyet mensupları için de söz konusudur. Onlar da birçok buluşun kendi medeniyetlerinde ilk defa ortaya konulduğunu ileri sürmektedirler. Bu konuya ait örnekler bulmaya çalışınız? Bu örnekler üzerinde araştırma yaparak iddiaların doğru olup olmadığını tetkik ediniz. Yardımcı olmak üzere bk. Levent Öztürk, "Bilim ve Medeniyet Tarihi Çalışmalarında İdeolojik Bir Sorun: Öncellik Meselesi", Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi (Konya 2007), XXIII, 23-34. MEDENİYETLERİN OLUŞUM SÜRECİ VE İSLAM MEDENİYETİNİN KAYNAKLARI Medeniyetlerin Oluşum Süreci Biraz önce ifade ettiğimiz “medeniyet” kavramıyla ilgili görüşlerimizi, birkaç örnekle açmaya çalışalım. Mesela, ilk örnek olarak Yunan medeniyeti kavramını ele Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 İslam Medeniyetinin Kaynakları, Gelişim Aşamaları, Temel Özellikleri Bilim ve medeniyet Yunanla başlamamıştır. Bilakis çok daha öncesine dayanmaktadır. Pitagoras teoremi ve Öklit postulatları, Yunanlılardan önce de biliniyor ve kullanılıyordu. alalım. Birçok tanıma göre Yunan medeniyeti denildiğinde Yunanlıların üretmiş olduğu üstün seviyedeki maddi ve teknik unsurlar anlaşılmakta; hatta bilim ve medeniyet Yunanla başlatılmaktadır. Ancak şunu hemen söylemek gerekir ki, ne tarih ve medeniyet, ne de bilim ve teknik Yunanla başlamıştır. Bu cümlemizi şu üç hususa vurgu yaparak birlikte çözümlemeye çalışalım: Öncelikle Yunan medeniyetinin oluşum sürecini daha iyi anlayabilmek için kendisinden önceki dönemlerde insanlık tarihinin üretmiş olduğu bilgi birikiminin mahiyetini kavramak gerekmektedir. Medeniyetin önemli görünümlerinden birisi olan sadece bilim çalışmalarından birkaç tane örnek vermek bile konuyu anlamamızı kolaylaştıracaktır. Matematik, astronomi ve tıp sahalarındaki bazı buluşlar bunun için uygun olacaktır. Mesela, Yunanlı bilim insanı Pitagoras’a (M.Ö. 580-500) ait olan Pitagoras teoreminin milattan önce sekizinci yüzyıldan itibaren Hint geometrisinde bilindiği kabul edilmektedir. Yine bir diğer Yunanlı bilim insanı Öklides’e (M.Ö. 330-275) ait olan Öklit postulatlarının (ispatsız kabul edilen önermelerin) benzerleri de milattan önce sekizinci asır ile beşinci asırlar arasına ait Brahmanik metinlerde Yunandan beş asır kadar önce görülmektedir. Yunan düşüncesinin ilk ekollerinden birisi olan Milet Okuluna mensup bilim insanlarının, düşüncelerini Pers-Hint kültürünün etkisinde şekillendirdikleri, hatta birtakım bilgileri onlardan aldıkları yine tespit edilen bilgiler arasındadır. Mısır, Sümer, Hint ve Çin tıplarının Yunan tıbbından çok eskilere dayandığını söylemeye bile gerek yoktur. İkinci olarak da Yunan medeniyetinin sadece Yunanlıların yarattığı bir medeniyet olmadığı ifade edilmelidir. Yunanlıların hâkimiyetleri altına aldıkları coğrafyalarda yaşayan köle dahi olsalar tüm insanların, Yunan medeniyetine önemli katkıları bulunmaktadır. Makedon kralı Büyük İskender’in Hint coğrafyasına kadar gerçekleştirdiği istila hareketi sonrasında Hint, Pers ve Mısır coğrafyasından getirdiği eserlerin ve bilim insanlarının Yunan bilimini derinden etkilediği bugün daha net bir şekilde söylenebilmektedir. Üçüncü bir husus olarak da Yunanlıların hâkimiyetleri altındaki coğrafyalarda yaşayan farklı inanç ve kültürlerle zamanla etkileşim sürecine girdiklerini de unutmamak gerekmektedir. Burada konuyu daha iyi kavrayabilmemiz için Osmanlı medeniyetini de örnek olarak verebiliriz: Osmanlı medeniyetini anlayabilmek için bir yandan temellerini teşkil eden Selçuklu, Abbasi uygulamalarını, Türk medeniyetini ve nihayet bir bütün olarak İslam medeniyetini; diğer yandan da hâkim olduğu coğrafyada ona katkı sağlayan Anadolu medeniyetlerini, Bizans ve Avrupa krallıklarını göz önünde bulundurmak gerekmektedir. Buna bünyesinde yaşayan farklı inanç ve kültürlere mensup insanların katkılarını da ilave etmeliyiz. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 İslam Medeniyetinin Kaynakları, Gelişim Aşamaları, Temel Özellikleri Buradan hareketle şu noktaya ulaşmamız mümkündür. Öncelikle her medeniyet mutlak manada kendisinden önce ortaya konulmuş olan bilgi, birikim ve medeniyet unsurlarından istifade etmektedir. Şüphesiz kendisinden önce oluşan birikim kendisine o bilgileri geliştirme imkânı vermektedir. İslam Medeniyeti Birinci ünitede İslam medeniyetinin tanımı verilirken “İslam medeniyeti, miladî VIII. asırda ortaya çıkan ve Endülüs’ten Çin’e kadar uzanan geniş bölgede hüküm sürmüş, temelinde İslam dininin prensiplerinin olduğu, bugünkü Batı medeniyeti karşısında gerilemekle beraber varlığını hâlâ devam ettiren, farklı etnik unsurlardan oluşan Müslümanların kurdukları medeniyetin adıdır.” ifadesine yer verilerek“farklı etnik unsurlardan oluşan Müslümanların kurdukları medeniyet”e vurgu yapılmıştı. Bu ünitede, “İslam medeniyeti” kavramını zihnimizde kurgulamaya çalışırken şu hususları da ilave ederek tanımımızı zenginleştirmeye çalışacağız. Bir din olarak İslamiyet asırlar içinde çok farklı kültür ve medeniyetleri bünyesinde barındıran “yedi iklime” yayılmış ve bu coğrafyaların büyük bir kısmını hâkimiyeti altında bulundurmuştur. Bu coğrafyalarda yaşayan birbirinden oldukça farklı inanç ve kültüre sahip insanların bir kısmı İslam dinini benimsemiş; bir kısmı da zimmî olarak İslam hâkimiyeti altında yaşamayı kabul etmiştir. Bu bakımdan İslam toplumunun, İslam medeniyetini oluşturan İslam toplumu, müslümanlardan gayrimüslimlerden ve kölelerden oluşmaktadır. Ana unsurunu Arapların teşkil ettiği, buna ilave olarak asırlar içerisinde farklı ırk ve kültürlere mensup olmalarına karşın İslamiyet’i kabul eden Müslümanlardan, Müslümanlar dışındaki İslam hâkimiyetinde yaşamayı kabul etmiş olan farklı din, inanç, ırk ve kültüre mensup insanlardan, yani en geniş anlamıyla gayrimüslimlerden, Bir de inançları ve ırkları ne olursa olsun kölelerden oluştuğunu dikkate almamız gerekmektedir. Hiç kuşkusuz bu gruplardan her biri sahip olduğu değerler ve birikimler ile İslam toplumuna katkıda bulunmuşlardır. Sosyal grupların ve yapıların farkına varsınlar veya varmasınlar karşılıklı olarak birbirlerini etkiledikleri hepimiz tarafından bilinen bir husustur. Buna bağlı olarak İslam hâkimiyetinin şemsiyesi altında yaşayan tüm insan unsurlarının geçmişten getirdikleri farklı gelenek, inanç ve kültürleriyle asırlar içinde birbirinden istifade etmek suretiyle ürettikleri medeniyete “İslam medeniyeti” adını vermek daha doğru olacaktır. Bir diğer ifadeyle İslam medeniyeti, özünü İslam dininin teşkil ettiği, ilk müntesipleri Araplar olan, ancak zamanla gerek Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 İslam Medeniyetinin Kaynakları, Gelişim Aşamaları, Temel Özellikleri İslam’a geçen gerekse İslam hâkimiyetinde yaşayan farklı din, kültür, ırk ve millete mensup insanların bir arada yaşayarak ürettikleri medeniyetin adıdır. İslam medeniyeti kavramının zihnimizde daha iyi şekillenmesi için bazı örnekler vermek istiyorum: Bireysel Etkinlik İlk olarak mimariyle ilgili bir örnek üzerinde duralım. Hepimizin bildiği üzere Hz. Muhammed döneminde inşa edilen Mescidü’n-Nebî’nin mimarî özellikleri ile asırlar içinde Müslümanların hâkim oldukları coğrafyalarda inşa ettikleri camiler birbirinden farklıdır. Bu duruma, coğrafyadan kaynaklanan ihtiyaçlar, yaşanılan coğrafyanın malzeme faktörü, o coğrafyada mevcut olan geçmiş medeniyetlerin mimari alandaki etkisi ve estetik algısının değişimi gibi birçok faktör etki etmiştir. • Suriye, İran, Anadolu, Kuzey Afrika, Endülüs, Hint ve Çin coğrafyalarında inşa edilen camilerin mimarilerindeki farklılıkları tespit ederek bu farklılığın sebepleri üzerinde bir araştırma yapınız. Medeniyetin maddi unsurlarının oluşumunda nelerin etkili olduğu üzerinde düşününüz. İkinci örneğimizi de devlet bürokrasisinde gayrimüslimlerin istihdam edilmesi hususunu ele alarak ortaya koymaya çalışalım. Aramızda Abbasiler döneminde vezir olarak zaman zaman gayrimüslimlerin de görevlendirildiğini bilenlerimiz mutlaka vardır. Bu durum hem gayrimüslimlerin sorunlarının çözümü, hem de bir arada yaşanan sosyal hayatta, tecrübelerin paylaşımı bakımından önem arz ettiği için tercih edilmiştir. Bireysel Etkinlik İslam medeniyeti, başta müslümanlar olmak üzere İslâm toplumunda yaşayan herkesin katkısıyla vücuda getirilmiştir. • Osmanlı devletinde gayrimüslim kökenli devlet ricali bulunup bulunmadığı hususunu araştırınız. Hz. Peygamber döneminden itibaren İslam idalerelerindeki bu konuyla ilgili tutum ve uygulamalar için bk. Levent Öztürk, İslâm Toplumunda Hıristiyanlar, İstanbul 1998, s. 381-413. Üçüncü örneğimizi de gayrimüslim hekimlerin, Abbasi bilim hayatındaki tesirlerini hatırlatmak üzere verebiliriz. İkinci Abbasi halifesi Mansûr döneminden itibaren sarayda himaye gören Hıristiyan hekimlerin, İslam dünyasında tercüme faaliyetlerinin başlamasına, tıp hizmetlerinin ilerlemesine, hastanelerin kurulmasına oldukça önemli katkıları olmuştur. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 Bireysel Etkinlik İslam Medeniyetinin Kaynakları, Gelişim Aşamaları, Temel Özellikleri • Abbâsîler döneminde saray hekimi olarak görev yapan Hıristiyan hekimleri biliyor musunuz? Onların tercüme faaliyetlerine nasıl bir katkı yapmış olabileceğini düşünüyorsunuz? Yardımcı olmak üzere şu makaleyi okuyabilirsiniz: Levent Öztürk, "Abbâsîler Döneminde Yaşayan Hristiyan Doktorların İslâm Toplumuna Katkıları", İstem (Konya 2004), III, 71-79. Yukarıda zikrettiğimiz üç örneği bir arada düşündüğümüzde, İslam dininin sahip olduğu adalet ve hoşgörü prensipleri çerçevesinde hâkimiyetinde bulundurduğu kültür ve medeniyetleri yok etmediğini; onların katkılarını da alarak zengin ve canlı bir medeniyet meydana getirdiğini ifade etmek gerekecektir. Paylaşımlarını artıran ve bünyesindeki her unsurdan istifade eden toplumlar, güçlü medeniyetler kurarlar. Medeniyetlerin, kendisinden önceki veya iç içe yaşadığı kültür ve medeniyetlerden istifade ederek şekil kazandığını ifade etmiştik. Medeniyetlerin güçlenmesi ve varlığını daha uzun bir müddet sürdürebilmesinin, bünyesindeki her unsurdan faydalanabilmesi ve paylaşımlarını artırabilmesi ile mümkün olduğunu bir kere daha vurgulamak yerinde olacaktır. Bu paylaşımın zayıfladığı ortamlarda medeniyetlerin gücünde bir düşüş görülür. Kısa veya uzun sürsün, devam ediyor olsun veya tarihin derinliklerine gömülmüş olsun bütün medeniyetler -aynen insanlar gibi, hatta devletler gibi- bir ömre sahiptir. Nitekim medeniyetler de doğar büyür ve ölürler. Ancak bunların varlık süreci, medeniyetlerin gücüne göre değişir. Medeniyeti temsil eden, bir ırk veya kültür ise zamanla diğer ırkların ve kültürlerin güçlenmesiyle bizzat kendisi zayıflar. Böylece medeniyetlerde birtakım dönüşümler yaşanır. Bu dönüşümler yozlaşmış ve kültür değişimine uğramış toplumlar doğurursa medeniyetlerin bir müddet sonra tarihin derinliklerine gömüldükleri görülür. Mesela, Roma ve Bizans medeniyetleri yaşam biçimlerinin yozlaşmasıyla ortadan kalkmışlardır. Buna karşın medeniyeti temsil eden, bir din veya değerler bütünü ise bunlar da özleri ve temel prensipleri bozulmadığı sürece bütünleyici ve medeniyeti zenginleştirici bir rol üstlenerek varlıklarını sürdürürler. Bu tamamlayıcı bilgilerden sonra İslam medeniyetinin kaynaklarını incelemek yerinde olacaktır. İslam Medeniyetinin Kaynakları Tarih boyunca tüm medeniyetler, tespit edilsin veya edilmesin kendisini meydana getiren tüm etkenlerin tesirinde oluşur ve gelişir. Hiç kuşkusuz medeniyetlerin bağlı olduğu bir öz bulunmaktadır. Ayrıca onlar bir coğrafya, bir millet veya bir dinin ayrılmaz parçası da olabilirler. Ancak medeniyet kavramından bahsediyorsak bu özün, bu çekirdeğin üzerine eklemlenen tüm unsurların ve süreçlerin yaptığı katkıyı ve ortaya çıkan yeni bileşkeyi görmek gerekmektedir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 İslam Medeniyetinin Kaynakları, Gelişim Aşamaları, Temel Özellikleri Tevhit İnancı ve Vahiy Kültürü İslamiyet, Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e uzanan tevhit mücadelesini ve vahiy geleneğini, sisteminin olmazsa olmazı olarak ortaya koymuştur. Vahiy, doğrudan veya kıssalar üzerinden temellendirdiği anlatımları ile ilk İslam toplumunda siyasi, içtimaî, iktisadî, hukukî, askerî ve ahlakî prensiplerin yerleşmesini sağlamıştır. Böylece Müslümanlar insan-toplum ilişkilerinde, temel hak ve özgürlüklerde, başka toplumlarla ilişkilerinde evrensel değerler çerçevesinde kendilerini şekillendirme imkânı elde etmişlerdir. Bunun da ötesinde geçmiş din ve toplumlarla ilgili Kur’ân-ı Kerîm’de yer alan bilgi ve uyarılar, Müslümanlarda evrensel bir düşüncenin ve bir dünya görüşünün uyanmasına neden olmuştur. Ayrıca vahiy, Müslümanların dünya-ahiret dengesinde ebedî kalma düşüncesini algılayış biçimlerini de derinden etkilemiştir. Son bir nokta olarak Âdem’den itibaren insanlık tarihine bir bütün olarak bakabilme ve bu süreçten güç alma imkânı vermiştir. İslamiyet’in karmaşık olmayan tek yaratıcıyı kabul eden tevhit vurgusu, farklı inanç ve kültürlerin yeni dini kabullenmelerini hızlandırmıştır. Bu katılım ve birliktelik de insan ve toplum yapısının zenginleşmesini sağlamıştır. Vahyin sunucusu ve uygulayıcısı olan Hz. Muhammed’in yaşam biçimi, tavsiyeleri ve emirleri de hiç kuşkusuz tevhit inancının yerleşmesi ve Müslümanların medeniyeti yaratacak manevi gücü elde etmelerinde önem arz etmiştir. Bireysel Etkinlik “İslam Dini”nin kaynağı sadece ve sadece vahiydir. Ancak “İslam medeniyeti”nin kaynağı, yalnızca vahiy değildir. Şüphesiz, “İslam Dini”nin kaynağı sadece ve sadece vahiydir. Ancak “İslam medeniyeti”nin kaynağı, yalnızca vahiy değildir. O halde İslam medeniyetine kaynaklık teşkil eden faktörleri belirlemeye ve kısaca açıklamaya çalışalım: • Dünyanın her yerinde namaza çağrı olan ezan Arapça okunur. Bunun Müslümanlar üzerinde oluşturduğu psikolojiyi analiz etmeye çalışınız. Yahya Kemal’in Eski Musiki ve Itrî şiirlerini okuyunuz. Itrî’nin Tekbir bestesinin diğer İslam ülkelerinde söylenip söylenmediğini araştırınız. Dinî musikînin ırkları ve coğrafyaları birleştiren yönü üzerinde düşününüz. İnsan ve Toplum Unsuru Hz. Muhammed, Medine toplumunda Muhacir ve Ensarı aynı değerler bütünü etrafında birleştirmiş, onları manevi üstünlük fikri etrafında dinamik bir toplum biçimine dönüştürmüştür. Bu manevi dinamizm bir çekim gücü oluşturmuş, Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 İslam Medeniyetinin Kaynakları, Gelişim Aşamaları, Temel Özellikleri “insanlar için ortaya çıkarılmış” seçkin bir toplum olma ruhu, daima canlı kalmıştır. Kur’ân-ı Kerîm’in insana eşref-i mahlûkât olarak bakması ve her bir ferdi, tüm insanlığa bedel olarak görmesi; insandaki benlik algısı, kendisini ve karşısındakini değerli hissetme duygusu bakımından önemli bir iç dinamizm kazandırmıştır. Sorumluluk hissiyle beslenmiş olan bu güç, Müslümanların mutlak üstünlüğü inancını ve her türlü sorunu Allah’ın yardımıyla göğüsleme fikrini ilham etmiştir. Her bir ferdin, kendisini büyük bir ümmetin üyesi olarak algılaması da bu üstünlüğü pekiştirmiştir. Bütün bunlar, insanlık için çalışmayı, iyi şeyler üretmeyi, insanların tüm ihtiyaçlarını en güzel bir biçimde karşılamayı beraberinde getirmiştir. Sonuç olarak ideal ölçütlerdeki insan ve toplum unsuru, İslam medeniyetini oluşturan önemli temel taşlardan birisi olarak karşımıza çıkmaktadır. Fetihler İslam medeniyetinin oluşumuna kaynaklık teşkil eden önemli unsurlardan birisi de Hz. Muhammed’in vefatından sonra gerçekleşen fetih sürecidir. Bu yeni durum öncelikle Müslümanların hâkimiyet ve üstünlük duygularını pekiştirmiştir. Müslümanlar ilk İslam fetihleriyle birlikte bir anda kadim medeniyetlerin ve kültürlerin beşiği olan coğrafyaları ellerine geçirmişlerdi. Müslümanlar bu hâkimiyet kurma mücadelesi esnasında ve sonrasında asırlar boyunca, ele geçirdikleri bölgelerdeki farklı din, kültür ve medeniyetlere ait mimarî eserlere, kütüphanelere, bilim ve sanat ürünlerine zarar vermemişlerdir. Aslına bakılacak olursa fetih ve hâkimiyet sürecinde bu varlıklar yok olabilirdi. Ancak asırlar boyunca varlığını koruyarak günümüze gelmeyi başaran milyonlarca belge, kitap ve eser, Müslümanların bu husustaki tavrını çok açık bir şekilde göstermesi bakımından yeterli olacaktır. Bugün İslam’dan önceki Sümer, Hint, Mısır gibi birçok medeniyete dair bilgilerimizi, günümüze kadar varlığını koruyan bu malzemeler üzerinden kurguladığımızı dikkatlerden kaçırmamamız gerekir. Müslümanlar ele geçirdikleri yerlerdeki maddi ve manevi medeniyet unsurlarını yok etmiş olsalardı hâlihazırda bu medeniyetlerle ilgili birçok bilgiye ulaşma imkânımız olmayacaktı. Dolayısıyla Müslümanlar, öncelikle fetihlerle başlayan ve günümüze kadar uzanan zaman diliminde bu malzemeleri tahrip etmeyerek maddi ve manevi yapıyı korumuşlar ve yeri gelince kendi ilgi ve ihtiyaçlarına göre bu malzemelerden istifade etme başarısını göstermişlerdir. Öte yandan Hz. Muhammed’in vefatından sonra gerçekleşen fetihler, birtakım yeni oluşumların, uygulamaların ve kurumların ortaya çıkmasına da katkı sağlamıştır. Artan ve Değişen İhtiyaçlar, Yeni İlgi ve Meraklar İslam öncesinde Araplar, o dönemde varlığını sürdüren veya izleri devam eden medeniyetlere göre oldukça geri bir durumdaydı. Ticaret ve tarım, ihtiyaçları karşılayacak nitelikte ve basit seviyedeydi. Devlet teşkilatlanması, bilim, mimari vb. alanlarda medeniyet seviyesinde bir gelenek bulunmuyordu. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 İslam Medeniyetinin Kaynakları, Gelişim Aşamaları, Temel Özellikleri Fetihlerle başlayan süreç içersinde Müslümanlar tabii olarak diğer kültür ve inançlara ilgisiz kalmadılar. İslam ilimlerinin teşekkül evresini tamamlamasından sonra diğer kültür ve inançların eserleri, fikirleri de ilgi çekmeye başladı. Yaşanan toplumsal hayatın tabii bir tezahürü olarak pek çok şey gözlemleniyor, konuşuluyor, tartışılıyor; hatta paylaşılıyordu. Bu süreçte öncelikle Müslümanların İslamiyet’i diğer kültür mensuplarına karşı savunma arzusu önem arz etmiştir. Ancak öğrenilen yeni fikirlerin, bazen Kur’ân-ı Kerîm ile karşılaştırıldığı, bazı sentez ve analizlerin yapıldığı; hatta diğer kültürlere ait metinlerden istifade edilerek yeni düşünce ve problemlerin ortaya atıldığı da oluyordu. Öte yandan İslam toplumu büyüdükçe yeni ihtiyaçlar da kendisini hissettiriyordu. Tıp, astronomi, matematik, coğrafya gibi çeşitli alanlarda artan öğrenme ihtiyacı, tercüme faaliyetlerini gündeme getirmişti. Tercüme Faaliyetleri Tercüme faaliyetleri, bir toplumun kültür ve medeniyet bakımından şekillenmesinde ve gelişmesinde önemli bir rol oynar. Tercüme faaliyetleri Abbasi halifesi Hârûnürreşîd tarafından tesis edilen ve haleflerinin desteği ile büyüyen Beytülhikme’de kurumsallaşmış ve İslam bilim dünyasına önemli katkılarda bulunmuştur. Medeniyetlerin oluşumunda veya zenginleşmesinde, diğer kültür ve medeniyetlerden yapılan tercüme faaliyetlerinin önemli bir yeri bulunmaktadır. Yunanlıların Sümer, Hint ve Mısır medeniyetlerine ait eserleri tercüme etmeleri ve bunlardan istifade ederek yeni fikirler üretmeleri burada örnek olarak hatırlanabilir. İslam medeniyetinin oluşumunda ve zenginleşmesinde de tercüme faaliyetleri önem arz etmiştir. Bilim ve felsefe geleneğine sahip olmayan Müslümanlar, bu yolla diğer medeniyetlere ait eserler ve görüşler hakkında bilgi sahibi olmuşlardır. İslam dünyasında gerçekleştirilen tercüme faaliyetlerine hızlıca göz atacak olursak Hulefâ-yı Râşidîn ve ardından gelen Emeviler döneminde tercüme edilen eser sayısının oldukça sınırlı olduğunu görürüz. Tercüme faaliyetleri Abbasi Halifesi Hârûnürreşîd zamanında Beytülhikme’nin kurulmasıyla en yüksek seviyesine çıkmıştı. Bu döneme kadar yapılanlar ya halifelerin veya veliahtların, ya da bazı meraklı şahısların özel gayretleriyle gerçekleşmiştir. Bugünkü bilgilerimize göre ilk tercüme teşebbüsü, Emevi veliahtlarından Hâlid b. Yezîd’in (ö.85/704) destekleriyle gerçekleşmiştir. Emevi halifelerinden Mervan b. Hakem, Ömer b. Abdülazîz ve Hişâm b. Abdülmelik döneminde birkaç tıp risalesi ile bazı felsefe metinlerinin tercüme edildiği bilinmektedir. Emeviler döneminin siyasi çatışmalar ve istikrarsız devlet yapısıyla bilim çalışmalarına yeterince ilgi duymadığı söylenebilir. Abbasi halifeleriyle birlikte Cündîşâpûr’dan saraya getirtilen Hıristiyan hekimlerin (özellikle Buhtîşû ailesinin)ve saraya davet edilen diğer milletlere mensup bilim insanlarının halifelere sundukları tercüme eserler, başlangıçta ihtiyaç duyulan alanlarla, Mesela, tıp, matematik, astronomi vb. alanlarla sınırlı kalmıştır. Ancak bir yandan Halife Mansûr tarafından sarayda kütüphane oluşturulması (Hızânetü’l-Hikme), diğer yandan gittikçe artan ilginin Abbasi Halifesi Hârûnürreşîd Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 İslam Medeniyetinin Kaynakları, Gelişim Aşamaları, Temel Özellikleri zamanında Beytü’l-Hikme adı verilen bir tercüme evine dönüşmesi; tercüme faaliyetlerinin ulaştığı aşamayı gösterir. Bu son dönemde pek çok alanda kitap tercüme edilmiştir. Sınır tanımayan bir merak Hint, Mısır ve Yunan düşünce ve biliminin İslam dünyasına aktarımını sağlamıştır. Bilimsel bir geleneğe sahip olmayan Arap toplumu, öncelikle çeşitli alanlarda tercüme edilmiş olan kitaplardaki bilgileri anlamaya çalışmış; ardından bu tercümelerdeki birtakım hatalar, dikkatleri çekmeye başlamıştı. Bu süreç, tercüme eserlerin yeniden gözden geçirilmesini, başka kişilere yeniden tercümelerin yaptırılmasını beraberinde getirmiştir. Tıp, matematik, biyoloji, fizik, kimya, felsefe, mantık, coğrafya, astronomi, botanik, zooloji, hatta eski inanç ve düşüncelere varıncaya kadar çok geniş bir alanda gerçekleştirilen tercüme faaliyetlerinin, İslam medeniyetine, kendisini yeniden şekillendirecek bilgiler bütünü sunduğu tartışmasızdır. Şüphesiz bu, İslam toplumu için çok önemli bir zenginlik olmuştur. Pek kolay olmasa da Müslümanlar bu bilgileri hızlı bir şekilde özümsemiş; hatta bazı fikir ve görüşleri tartışmaya bile açmışlardı. Sonuç olarak bilgilerin özümsendiği, elde edilen bilgilerin geliştirildiği, sentezlendiği ve ardından yeni fikirlerin üretildiği bir dönem gelmiştir. Bireysel Etkinlik Miladî 800-950 yıllarını kapsayan bu dönem, İslam medeniyetinin en önemli hamlelerinden birisini gerçekleştirdiği dönemlerden birisini teşkil etmektedir. Batılı araştırmacıların büyük bir kısmı bu döneme, “İslam Rönesansı” adını vermektedir. • Beytülhikme'nin kuruluşu ve faaliyetleri hakkında neler biliyorsunuz? Beytülhikme'de kimler görev almıştır? Görev alan bu kişilerin bilim ve fikir hayatına ne gibi katkıları olmuştur? Bilgilerinizi geliştirmek için bk. Mahmut Kaya, "Beytülhikme", DİA (İstanbul 1992), VI, 88-90. İSLAM MEDENİYETİNİN GELİŞİM AŞAMALARI Hepinizin bildiği üzere uzun ve sağlıklı yaşayan insanlar için “çınar ağacı gibi” ifadesi kullanılır. Bu betimlemeyle o kişinin uzun ömürlü, tüm olumsuzluklara dayanıklı ve çevresine faydalı olduğu ifade edilmeye çalışılır. Çınar ağacı çok uzun boylu, kalın gövdeli, piramit şeklinde, her toprakta ve her mevsimde yetişebilen, yaprağını dökse de kökleri çok güçlü olan, içi koflaştığında bile varlığını sürdüren, uzun asırlar boyunca yaşayabilen bir ağaçtır. İslam medeniyetinin gelişim safhalarını çınar ağacının genel özelliklerine benzeterek açıklamak belki de yerinde olacaktır. Bu benzetmeyi bir yıl içinde çınar ağacında gözlemlenen değişmeleri, Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 İslam Medeniyetinin Kaynakları, Gelişim Aşamaları, Temel Özellikleri zaman zaman İslam medeniyetinin gelişim aşamalarının bazı özelliklerini tasvir etmek için kullanmak istiyorum. Tohum Dönemi: Medine (610-632) İslam medeniyetinin temelleri bizzat Hz. Muhammed tarafından Medine’de atılmış; ardından gelenler tarafından geliştirilmiştir. Bilime ilgi, bir toplumun ona ihtiyaç duyması kadar, bu geleneğe sahip olması veya zamanla bunu oluşturması ile de ilişkilidir. Köklü bir bilim geleneğine sahip olmayan toplumlar zamana ihtiyaç duyarlar. Bizzat Hz. Muhammed’in örnekliği ile şekillenen ve vahyin temel prensiplerinin, manevi unsurları yüksek bir insan ve toplum yapısı oluşturduğu dönemdir. Bu dönem, İslam medeniyetinin özünün tamamlandığı ve tohumun en mükemmel bir biçimde beslendiği en önemli evredir. Temel değerlerin bu süreçte beslediği insan ve toplum yapısı, ilerleyen zamanlarda, karşılaştığı sorunları çözebilen ve farklı şartlara direnebilen bir gücün kaynağını teşkil etmiştir. Tohumun Kök Salması ve Filizlenmesi: Fetihler ve Toplumların Karşılaşması (632-661) Bu dönem, tohumun çok farklı özelliklere sahip topraklarda kolayca geliştiği, kök saldığı ve filizlendiği dönemdir. Hz. Muhammed’in vefatından sonra Hz. Ebû Bekir’in halifeliği döneminde başlayan fetih hareketi Hz. Ömer ve Hz. Osman dönemlerinde en geniş sınırlarına ulaşmış; çınar tohumları birçok bölgede kök salmıştır. Başta sahabe olmak üzere İslamiyet’i yeni benimsemiş Arap kabileleri tarafından gerçekleştirilen bu fetihler neticesinde özellikleri birbirinden farklı olan kadim kültür ve medeniyet havzaları, Müslümanlar tarafından hâkimiyet altına alınmıştır. Ele geçirilen bu bölgelerde, daha önce de zikrettiğimiz üzere birbirinden farklı özelliklere sahip olan Roma-Bizans, Sâsânî-Fars, Mısır, Afrika, Hint medeniyetleri ve kadim dinler bulunuyordu. Farklı inanç ve kültürleri zimmî statüsünde hâkimiyetinde bulunduran Müslümanlar bir yandan fetih hareketinin devam etmesi öte yandan hâkimiyet altına alınan halklara din ve vicdan hürriyeti sunarak onları himaye altında bulundurmaları sebebiyle birbirini tanıma sürecini yaşamışlardır. Temel değerlerin yerleştiği, devlet kurumlarının teşekkül ettiği, İslamlaşma sürecinin tabii seyrinde devam ettiği bir dönemdir. Bu dönemde Müslümanlar özellikle Hz. Osman’ın şahadetinden sonra, öncelikle Hz. Muhammed’in öğretilerinin toplanması ve muhafaza altına alınmasında önemli adımlar atmışlardır. İlk Sürgünler ve Boy Atma Dönemi (661-750) İslam sınırlarının en geniş coğrafyaya ulaştığı, ancak siyasi iç çekişmelerin yoğun olduğu bir dönemdir. Bununla birlikte öncelikle dini bilgilerin toplanması ve tasnif edilmesi, tevhit inancının ve temel değerlerin korunması bakımından önem arz etmiştir. Halifelerin özellikle devlet teşkilatlanmasında farklı kültürlerden de istifade ederek birtakım yenilikler ortaya koymaları, sanat ve mimarî alanında önemli birtakım teşebbüslerde bulunmaları bu döneme rastlar. Ancak bilim ve felsefeye ilgi yok denecek kadar azdır. Yapılan bazı tercümeler ve özel çalışmalar Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 İslam Medeniyetinin Kaynakları, Gelişim Aşamaları, Temel Özellikleri sınırlı sayıda olup özel gayretlerle gerçekleşmiştir. Bunları ilk sürgünler ve çınar ağacının yavaş yavaş boy atması olarak nitelemek mümkündür. Gelişme Dönemi (750-800) Emevi devletinin yıkılmasıyla birlikte kurulan Abbasiler döneminde birtakım farklı anlayış ve yaklaşımlar hâkim olmuştur. Bu yaklaşımlar, İslam medeniyetinin çehresini farklılaştıracak özelliklere sahiptir. Öncelikle 750-800 yılları arasında artan ihtiyaçlara ve oluşan ilgiye bağlı olarak gittikçe artan bir yoğunlukta tercüme faaliyeti söz konusudur. Bu dönemde İran, Grek ve Hint ilim ve kültürünün birçok alandaki eseri Arapçaya çevrilmiştir. Öte yandan Emevi devletinin Arapçılık politikasının aksine Abbasi devletinin, tüm ırklara eşit davranmaya çalışması, onları devlet yönetiminde istihdam etmesi, zamanla gayrimüslimlere de devlet kurumlarında yer vermesi çok kültürlü zengin bir yapının oluşması ve karşılıklı paylaşım imkânını sunmuştur. Görkemli Yükseliş (800-950) Siyasi gücünü ve toplumsal barışı yitiren toplumlar, bilim, kültür ve medeniyet sahasındaki güçlerini de kaybederler. Yukarıdaki gelişmelerin tabii bir sonucu olarak elde edilen bilgiler yoğunlaşmış, İslam toplumu birçok alanda yeni şeyler üretme sürecine girmiştir. Tercüme faaliyetinin yoğunlaşması tabii olarak farklı kültür ve medeniyetlere ait bilgilerin İslam toplumuna intikalini, onların öğrenilmesini ve akabinde telif dönemini doğurmuştur. Müslümanlar tercümelerle elde ettikleri bilgileri kendi ihtiyaç ve düşünce tarzlarıyla sentezleme yaratıcılığını göstermişlerdir. Onlar, tıp, felsefe, kimya, astronomi, matematik ve coğrafya alanlarında birçok yeni eser vücuda getirmişlerdir. Mesela, Benû Mûsâ kardeşler pi sayısının belirlenmesinde Greklerden öğrendiklerinden çok daha ince sonuçlara ulaşmışlardır. Hatta yararlanılan eserler eleştirilmeye başlanmış, Mesela, Câbir b. Hayyân, Câlînûs’un basit ilaçların etkileriyle ilgili yazdıklarını, yalnızca duyulara dayandığı için muteber saymamıştır. Sonbahara Doğru: Abbasi Devletinin Siyasi Gücünü Yitirmesi (9501100) Abbasi devletinin miladî 945 yılında başkent Bağdat’ta siyasi hâkimiyetini kaybetmesi üzerine pek çok bilim insanı ya İslam coğrafyasının daha gözde kentlerine göç etmiş, ya da farklı devlet veya emirliklerin hizmetine girmişlerdir. Başkentin siyasi gücünü kaybetmesi ve diğer yerlerin çekim merkezi haline gelmesi şüphesiz ilmin devamlılığını sağlamaktadır. Ancak ilmin gelişmesini sağlayan hâlihazırdaki atmosferin ve desteğin kesintiye uğradığını ve çoğu zaman güçlü devlet yapısının sahip olduğu malî desteğin eskisi kadar sağlanamadığını da dikkatten kaçırmamak gerekir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 İslam Medeniyetinin Kaynakları, Gelişim Aşamaları, Temel Özellikleri Sonbaharın Sert Esen Rüzgârı: Haçlı Seferleri (1100-1250) Onuncu yüzyılın başlarından itibaren İslam dünyasının Bizans devletiyle yürüttüğü mücadelede toprak kaybettiği bilinmektedir. Bununla birlikte asıl kayıp, kitleler halinde İslamlaşan Türklerin Anadolu için bir tehlike arz etmesi üzerine Avrupalılar tarafından başlatılan Haçlı Seferleri olmuştur. Haçlı seferleri, hem İslam dünyasında, hem de Avrupa’da önemli sonuçlar doğurmuştur. İslam dünyası açısından bakıldığında ele geçirilen bölgelerde birçok eserin tahrip olmasına, insan gücünün azalmasına, bilim, kültür ve sanatın durgunlaştığı ve kesintiye uğradığı bir dönemin başlamasına neden olmuştur. Haçlı seferleri İslam dünyasının duraklamasına neden olmakla birlikte Batının İslam dünyasına ilgi duyması, bilim ve sanat eserlerinden etkilenmesi ve İslam dünyasını öğrenme isteğini yaratması gibi Batı açısından olumlu sonuçlar doğurmuştur. Bunun neticesinde on birinci yüzyıldan on beşinci yüzyıla kadar pek çok İslam eseri Batı dillerine çevrilmiştir. Çevrilen bu eserler neticesinde Batıda“Rönesans”dönemi başlamıştır. İlk Yaprak Dökümü ve Çetin Geçen Kış: Moğol İstilası (1250-1450) Medeniyetlerin inşasında temel değerlerle beslenmiş ve içtenlikle insana hizmet anlayışını benimsemiş bir anlayışa sahip olmanın önem arz ettiği görülmektedir. Zayıflayan İslam dünyası, Doğudan gelen Moğol istilası ile tüm gücünü yitirmiş; başta Bağdat olmak üzere pek çok kent harabeye dönmüş; maddi ve manevi birikimlerini kaybetmişti. Bununla birlikte medeniyet bakımından oldukça geri bulunan Moğollar ele geçirdikleri yerlerde hâkimiyetlerini sürdürebilmek için bilim ve sanatı desteklemek zorundaydılar. Bu durum İslam coğrafyasının farklı bölge ve kentlerinin (Mesela, Merâğâ) canlanması anlamına geliyordu. Moğolların bir müddet sonra İslamiyet’i benimsemesi ise yeni birtakım gelişmelere ve kısmen eski yaraların sarılmasına zemin teşkil etmiştir.Bu döneme ait İslam medeniyetine katkı sağlayan pek çok bilim ve sanat eseri günümüze kadar gelme imkânını elde etmiştir. Yeni Bahar (1450-1700) Moğol istilasının tahrip ettiği yerlerden birisi de Anadolu Selçuklularına ait Anadolu coğrafyasıydı. Beyliklere parçalanmış ve küçülmüş olan Anadolu Selçuklu Devleti bu istilayla ortadan kalktı. Moğol hâkimiyetine girdi. Uç beyliklerinden Osmanlılar yönlerini batıya çevirerek ilgi alanlarını belirlediler ve kısa sürüde başarıya ulaştılar. Ancak Timur’la yapılan savaş Osmanlı Devleti’nin ve medeniyetinin yükselişinde bir müddet kesinti oluşturdu. Bu kesintiye rağmen Osmanlılar Türk ve İslam kökenleri ile hâkim oldukları coğrafyanın katkısıyla İstanbul’un fethine kadar geçen süre içinde yeniden eski güçlerine kavuştular. Fatih dönemiyle birlikte İslam medeniyetinin üç kıtaya yayılmış olan Osmanlı coğrafyasındaki baharı başlamış ve yaklaşık üç asra kokusunu yaymıştır. Buna ilave Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 İslam Medeniyetinin Kaynakları, Gelişim Aşamaları, Temel Özellikleri olarak Hint coğrafyasında Babür İmparatorluğu da unutulmamalıdır. Bu dönem, Batıda Rönesans dönemi başlamadan önce İslam medeniyetinin maddi ve manevi değerlerinin yeniden güçlendiği önemli evrelerden birisidir. Aniden Bastıran Kış: Sömürgeleşen İslam Coğrafyası (1700-2011) Müslümanlar özellikle Osmanlı Devleti’nin duraklaması ve gerilemesiyle birlikte birtakım zorluklarla yüz yüze gelmeye başlamışlardır. On sekizinci yüzyıl ile yirmi birinci yüzyılları kapsayan üç asırlık bu süreç İslam medeniyetinin kış mevsimi gibidir. Uzun yıllar işgal altında kalan ve sömürgeleştirilen İslam devletleri Batı Rönesansının yarattığı medeniyet hamlelerinden oldukça uzak kalmış; Osmanlı Devleti’nin Batıdaki gelişmeleri takip etmeye çalışması da sonuç vermemiştir. Bu yüzyıllar ilim ve fende ilerlemeden ziyade, bağımsızlık için mücedele verilen bir zaman dilimidir. Bu dönemde bazen bağımsızlık kazanılan yerlerde dahi siyasi ve ekonomik özgürlüklerin sınırlı kaldığı görülmektedir. 1990’lı yıllarda Orta Asya’da; 2010’lu yıllardan bu güne Arap dünyasında verilen mücadeleler bunu açıkça göstermektedir. Ayakta kalma ve özgürlükleri yeniden kazanma mücadelesi verilen bu dönemde İslam medeniyetinin duraklaması, hatta geri durumda kalmış olması, üzerinde düşünülmesi gereken bir süreçtir. Yeniden Bahara: İslam Medeniyetinin Yeniden İnşası Bireysel Etkinlik İslam medeniyeti, on beş asırlık süreç içerisinde birçok evreden geçmiştir. Bu sürece bakıldığında çok farklı dönemler, yükseliş ve düşüşler, kısaca önemli tecrübeler söz konusudur. Bir bütün olarak bakıldığında İslam dininin bu süreç içinde daima yayıldığı, varlığını ve gücünü daima sürdürdüğü görülmektedir. Ancak İslam medeniyetinin asırlar içindeki görünümü farklı olmuştur. İslam medeniyetinin oluşum ve görkemli yükseliş evrelerinde insan unsurunun ve temel evrensel değerlerin daima ön planda olduğu; çözülme ve dağılma evrelerinde ise bunların zayıfladığı tespit edilmektedir. İslam medeniyetinin pek çok alanda eski gücünü yakalaması, hatta öncesinden daha güçlü yeni bir evreye adım atması için öncelikle temel değerlere sahip insan gücünü yeniden şekillendirmeye ihtiyacı bulunmaktadır. • İslam medeniyetinin geleceği hakkında öngörülerde bulunarak arkadaşlarınızla gelişmelerin neler olabileceğini tartışınız. Mesela, çeşitli bilim ve teknik alanlarında yeni gelişmelerin neler olabileceği ve ulaşılan başarının insanlığın iyiliği için nasıl kullanılabileceği hakkında örneklemelerde bulununuz. Bunları gerçekleştirmek için neler yapılması gerektiği hususunda arkadaşlarınızla değerlendirmeler yapınız. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 İslam Medeniyetinin Kaynakları, Gelişim Aşamaları, Temel Özellikleri İSLAM MEDENİYETİNİN TEMEL ÖZELLİKLERİ İslam medeniyetinde tüm canlılara merhametin nişanesi olarak, dağ başlarındaki yaralı hayvanların bile bakımı yapılmıştır. Gurebâ-yı Laklakân ile kuş evleri bu medeniyet tarafından üretilmiştir. İslam medeniyetinin özü, evrensel değerlere vurgu yapan vahiy kültürüne dayanır:Bir coğrafyada veya zaman diliminde medeniyetin oluşması, yükselmesi ve varlığını uzun müddet sürdürebilmesi, o coğrafyada veya zaman diliminde yaşayan insanların birtakım temel değerlere sahip olmasıyla mümkündür. Medeniyetin gücü, yayılma hızı ve devamlılığında, insan ve toplumla ilgili bu temel değerlerin, herkes tarafından kabul edilebilir evrensel ilkelerden oluşması belirleyici bir rol üstlenir. Bu değerler asırdan asıra, toplumdan topluma, coğrafyadan coğrafyaya değişmezler. Bu ilkeler her toplum ve asrın ortak aklında ve vicdanında akis bulurlar. Bu temel değerler, sadece gayeyi belirler; araçlara ise temas etmezler. Her toplum, her asır bunu ihtiyaçlarına göre şekillendirir. Bu mevzuu daha iyi kavrayabilmek için birkaç örnek üzerinde birlikte düşünelim: Mesela, yardımlaşma, tüm insanlar tarafından tartışmasız kabul edilebilecek temel değerlerden birisidir. Hiçbir insan tarafından reddedilemeyeceği için evrenseldir. Yardımlaşmanın asırlar içindeki görünümü, bir kişiye maddi destek sunmaktan yolcular için kervansaray inşa etmeye, hastane kurmaktan yurt inşa etmeye varıncaya kadar değişkenlik arz edebilir. Hiç kuşkusuz yardımlaşmaya dair pek çok örnek sunulabilir. Ancak hangi örneği ele alırsak alalım özde temel insanî bir tavır olan yardımlaşma duygusunun olduğu görülecektir. Bireysel Etkinlik Herkes tarafından kabul edilebilen evrensel temel değerler, vahye ve insanın özüne dayanan temel değerlerdir. Özünü İslam dininin teşkil ettiği, ilk müntesipleri Araplar olan, ancak zamanla gerek İslam’a geçen gerekse İslam hâkimiyetinde yaşayan farklı din, kültür, ırk ve millete mensup insanların bir arada yaşayarak ürettikleri medeniyete İslam medeniyeti adını verdiğimizi yukarıda zikretmiştik. Bu tanım bağlamında İslam medeniyeti kavramını belirleyen temel özellikleri kısaca ele almaya çalışalım: • Son bir yıl içinde deprem, tusunami, kuraklık ve açlık gibi doğal afetlerden etkilenen ülkeleri ve onlara yardım elini uzatan ülkeleri araştırınız. Buna ilave olarak Selçuklu dönemi kervansarayları ile günümüzde birçok kurumun açmış olduğu misafirhane ve yurtları, yardımlaşma ve vakıf hizmeti bakımından inceleyiniz. Yine hepimizin kabul edeceği üzere insanları liyakat esasına göre göreve getirmek temel değerlerden birisidir. Hiç kuşkusuz bu değeri canlı tutan toplumlar hızlı bir şekilde yükselirler. Bunu çiğneyen toplumlar ve dönemler ise kısır çekişmeler içinde tıkanıp kalırlar. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 Bireysel Etkinlik İslam Medeniyetinin Kaynakları, Gelişim Aşamaları, Temel Özellikleri • Hz. Ömer dönemi ile Emevi halifelerinden Muaviye ve Yezid dönemlerini, vali görevlendirmeleri arasındaki temel farkları tespit etmek üzere inceleyiniz. Bulduğunuz farkları karşılaştırmalı bir liste halinde yazınız. Bu değerler arasında, hiç kuşkusuz sevgi-saygı, güven, dayanışma, merhamet, doğruluk, dürüstlük, ahde vefa, adalet, bir arada yaşama, kişisel hak ve hürriyetlere özen gösterme, canlı cansız tüm varlıkları koruma, çalışma, tefekkür, araştırma, estetik ve güzellik arayışı gibi hususlar da bulunmaktadır. İşte tam bu noktada, her bir insana kâinattaki yerini ve insan olarak değerini vurgulayan, insanlar arasındaki ilişkilerde evrensel temel değerleri hatırlatan, bu değerleri yerleştirmeye çalışan ve İslam medeniyetinin oluşmasında çekirdek yapıyı teşkil eden vahyin, yönlendirici bir rol üstlendiği görülmektedir. İnsan ve toplum ilişkilerinin evrensel temel değerler üzerine oturmadığı toplumlarda, medeniyetlerin süreklilik arz etmesi mümkün değildir. Vahiy kültürü, bu sürekliliği sağlayacak olan temel prensipleri sunması bakımından önem taşımaktadır. Dolayısıyla İslam medeniyetinin en belirgin özelliklerinden birisi, tevhit inancı ve vahiy kültürüdür. İslam medeniyeti, insana değer veren bir medeniyettir: İnsan mukaddes bir varlıktır. Yeryüzündeki her şey onun için hazırlanmıştır (Bakara/2: 29; Lokman/31: 20). Bu dünya hayatı da onun mutluğunu sağlamak için sunulmuştur. Bu temel çerçeve içinde vahye mazhar olan insan, kendisine verilen kıymetten dolayı başta şahsı olmak üzere tüm insanlara ve onlar tarafından üretilen şeylere değer verir. O, öncelikle iman kardeşliğini esas alır. Kabile kardeşliğinden, haksız koruma ve savunmalardan uzak durur. Sınıf ve sınıflaşmaya müsaade etmez. İnsana sunulan din özgürlüğünden dolayı kendi inancından farklı inanç sahiplerini küçümsemez. İnsana verilen değerin bir ifadesi olarak hoşgörü anlayışına sahiptir. Bunun bir neticesi olarak kendisinden önceki her bir insanın veya diğer inanç ve kültürleri temsil eden insanların ürettiklerini değerli bulur. Genel hatlarıyla özetlemeye çalıştığımız bu anlayış, fetihlerle ele geçirilen bölgelerdeki maddi ve manevi değerlerin yok olmamasını sağlamıştır. Dolayısıyla fethedilen coğrafyalarda yaşayan tüm insanların ve sahip oldukları maddi-manevi değerlerin koruma altına alınması, zamanla Müslümanların ihtiyaç duydukları hususlarda bunlardan istifade etmesi sonucunu doğurmuştur. Ayrıca sınıflaşmanın olmaması sebebiyle köle kökenli veya mevlâ kökenli bazı insanlar, birçok ilim dalında önemli hizmetlerde bulunmuşlardır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 İslam Medeniyetinin Kaynakları, Gelişim Aşamaları, Temel Özellikleri Bu yapıyı oluşturan temel prensipler kuşkusuz Kur’ân-ı Kerîm’in ilme, tecrübeye, araştırmaya, gözlem yapmaya ve akla vermiş olduğu değerde gizlidir. (Mesela, bk. Ankebût/29: 20, A’râf/7: 185, Bakara/2: 73, En’âm/6: 50). Zira Kur’ân-ı Kerîm bu tavsiyeleriyle ilimlerin gelişmesi için mükemmel bir atmosfer oluşturmuştur. İslam toplumu kendisini hazır hissettiğinde bu atmosferden en güzel bir biçimde yararlanmıştır. Tarih boyunca çeşitli coğrafyalarda kurulan İslam başkentleri ve önemli ilim merkezleri haline gelen birtakım İslam kentleri her zaman çekim merkezi olmuş; birçok bilim insanı bu şehirlerde himaye görmüş ve bilimsel çalışmalarını özgür bir şekilde gerçekleştirmişlerdir. Herhangi bir İslam devletinin gerileme veya çöküş sürecinde bir diğer İslam devleti, ilim ve siyasette ön plâna çıkarak İslam medeniyetinin devamlığını sağlamıştır. Bireysel Etkinlik İslam’da maddi ve manevi ilimler (fizikmetafizik) ayrımı bulunmamaktadır. İlimler bir bütündür ve Allah’ın ilim ve kudret sıfatının tecellisidir. İslam medeniyetinin en önemli yapı taşı ilimdir (bilgi ve bilimdir): İslam inancına göre kâinatın yaratıcısı Allah’tır. Bu yaratma onun ilim ve kudret sıfatının bir tezahürüdür ve insanlar tarafından yine onun isteği üzere araştırılır. Bu bakımdan İslam’da maddi ve manevi ilimler (fizik ve metafizik) ayrımı bulunmamaktadır. İlimler bir bütündür ve Allah’ın ilim ve kudret sıfatının bir tezahürü olarak âfâk ve enfüse damgasını vurmuştur. Dolayısıyla bunları düşünmek, araştırmak, tefekkür etmek; Allah’ın mutlak kudretini, yaratma gücünü ve ilim sıfatını anlamak ve elde edilen bilgiyi insanlarla paylaşmak demektir. Bunun bir yansıması olarak ilmin anlamını kavrayan kişi, insanî bir tavır olarak elde ettiği veriler ışığında insanlığa ve medeniyete katkı sağlama arzusunu daima içinde hisseder. Mesela, gen biliminde elde edilen yeni tespitler, özü itibariyle Allah’ın yaratma sıfatının bir tezahürünü, onun yaratma sıfatının farklı bir yönünü tespit etmek demektir. Elde edilen bilgiler ışığında etik kuralları ihlal etmeden hastalıkların tedavisi için gen üzerinde birtakım çalışmalar yapmak medeniyete katkı sağlamak anlamına gelecektir. Müslümanların ilim tahsilini farz olarak algıladıkları ve gereklerini yerine getirdikleri asırlarda, medeniyet tarihine, orijinal ve insanlığa fayda sağlayan katkılar sundukları hiçbir zaman unutulmamalıdır. • Abbâsî devletinin siyasî açıdan zayıfladığı ve Şii Büveyhî hanedanının hâkimiyetine girdiği süreçte, bilim insanlarının hangi devletlerin himayesi altına girdiğini araştırınız. Meselâ, İbnü’l-Heysem ile İbn Sinâ’nın hayatlarını bu açıdan inceleyiniz. İslam medeniyeti, sentezler bütünüdür: Bilginin ve faydalı olanın elde edilmesinde vahyin sınırlandırıcı bir yönü bulunmamaktadır. Dolayısıyla müminin yitik malı olan bilgiye nerede ve ne zaman ulaşılırsa alınmalı ve kendisinden istifade edilmelidir. Bu anlayış İslam medeniyetinin her aşamada farklı veya yeni fikir, Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 İslam Medeniyetinin Kaynakları, Gelişim Aşamaları, Temel Özellikleri Bilgi ve hikmet Müslümanın yitik malıdır. Onu nerede bulursa alır ve sentezler. Geliştirmiş olduğu bu bilgiyi insanlığın faydasına sunar. düşünce ve buluşu takip ederek kendisini zenginleştirmesini, sentezci bir yapıyla bunları bünyesinde yoğurmasını sağlamıştır. Bilindiği üzere Fransız yazar Paul Valery’nin, “Aslanın vücudu, yediği hayvanlardan oluşur” sözünü, Mehmet Kaplan şu şekilde yorumlamaktadır: “Bu fikir, fertlerin kültür hayatına uygun olduğu kadar, millî kültür sahasına da uygundur. Nasıl bir fert maddi ve manevi şahsiyetini dışarıdan aldığı gıdalarla geliştirebilirse, milletler de öyledir. Fakat aslan yediği bütün hayvanları kendi vücuduna kalbeder. İnsanlar ve toplumlar da öyledir. Her fert ve millet dışarıdan kendi bünyesine uygun olanları seçer. Bu bakımdan seçilen unsurlar son derece önemlidir. Nasıl hayvanlar ve insanlar dışarıdan bünyelerine uygun olmayan gıdaları alınca rahatsız olur, hastalanır, hatta ölürlerse millî varlığa uygun olmayan yabancı kültürler de milletleri öldürebilir. Dünya ve Türk tarihinde yabancı kültürleri benimsemek yüzünden yok olan devletler vardır” (Kaplan, 1996:s. 31). Mehmet Kaplan’ın yaptığı teşbihi, benzer bir biçimde İslam medeniyeti için ifade etmek mümkündür: İslam medeniyeti aslan gibidir. Birçok farklı ürünle beslenir. Onları hazmeder ve güç kazanır. Özü güçlü olduğu için dışarıdan bünyesine aldığı şeyleri yeni güçlere dönüştürür. Zaman zaman bünyeye uymayan yiyeceklerle beslendiği de olmuştur. Ancak bunların oluşturduğu rahatsızlıklar bağışıklık sistemi güçlü olduğu için kısa sürede ortadan kalkmış; hastalanmaya yüz tutmuş medeniyet her aşamada yeniden toparlanmıştır. Bireysel Etkinlik İslam medeniyeti, tüm farklılıklardan ve değerlerden istifade etmesini bilmiştir. İslam’ın bu sentezci yaklaşımında birbirine eklemlenerek zenginleşen bir medeniyet oluşumu söz konusudur. İslam medeniyeti farklı kültür ve değerleri korur: Biraz önce ifadelendirdiğimiz örnek, zihinlerde İslam medeniyetinin diğer medeniyetleri veya kültürleri asimile edebileceği düşüncesini doğurmamalıdır. Zira İslam medeniyeti, birçok ırk, kültür ve din mensubunu sahip olduğu temel prensipler çerçevesinde korumuş, gösterdiği hoşgörü sayesinde varlıklarının devamını sağlamış ve asırlar içinde karşılıklı paylaşım ile medeniyet tarihine önemli katkılar sunabilmeyi başarmıştır. İslam’ın sentezci yaklaşımında, birbirine eklemlenerek gelişen bir paylaşım ve çeşitlilik süreci dikkatleri çekmektedir. •İslam medeniyetinde hoşgörü kültürü hakkında neler biliyorsunuz? Bu konuyla ilgili örnekler bulmaya çalışınız. Yardımcı olmak üzere şu makaleyi okuyunuz: Levent Öztürk, "İslam Toplumunda Hristiyanlara Gösterilen Hoşgörü Örnekleri –İlk Beş Asır-", Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, IV (Sakarya 2001), s. 25-37. İslam medeniyeti, dengeyi gözeten bir yapıya sahiptir: Madde-mana, dünyaahiret, insan-toplum, cimrilik-aşırı harcama vb. dengeleri gözetmeyi vurgulayan âyetler, İslam medeniyetinin ürettiği maddi ve manevi unsurlarda oldukça yönlendirici bir etkiye sahip olmuştur. İslam medeniyetinin güçlü olduğu ve temel Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 İslam Medeniyetinin Kaynakları, Gelişim Aşamaları, Temel Özellikleri değerlerinin iyi yorumlandığı dönemlerde bu anlayış, tüm uygulamalara ve eserlere aksetmiştir. Mesela, Hıristiyan mabetlerinin kasvetli yapısı ile Çin mabetlerinin şekilci karmaşıklığı İslam medeniyetine ait mabetlerde görülmez. İslam medeniyetinin bir örneği olarak Osmanlı camilerini de kendi arasında karşılaştırırsak Selimiye Camii (1575) ile Valide Sultan(Dolmabahçe) Camii (1855) arasındaki üslup farklılığı dikkatlerimizi çekecektir. Bu durum asırlar içinde Osmanlı coğrafyasında yaşayan farklı ırk, kültür ve dine mensup insanların sanat anlayışının, Osmanlı sanatını ve devlet ricalini etkilemesi anlamına gelmektedir. Bununla birlikte bu ve benzeri eserler İslam medeniyetinin bir parçası, bir asırdaki tercihi ve farklılıklardan istifade ederek sentezlediği kültürel mirasıdır. İslam medeniyeti, ahlâkîliği ve insan haklarını ön plâna alır: İslam medeniyetinde üretilen her maddi ve manevi unsur, insanın kutsallığını ön plâna alan ahlakî bir yapıya sahiptir. İnsanın hak ve hürriyetleri, merkezdedir. Ahlâkî değerleri ihmal eden, insana değer vermeyen, temel hak ve hürriyetleri sınırlandıran medeniyetlerin, maddi açıdan bir dönem parlasa bile kısa bir müddet sonra çözülmeye başladığı tarih içinde gözlemlenen gerçeklerden birisidir. Bireysel Etkinlik İslam medeniyeti hâkim olduğu coğrafyaları sömürmemiştir. Aksine sahip olduğu temel değerler sebebiyle tüm insanlara hizmet sunmuştur. İslam medeniyeti, anti-emperyaldir: Roma medeniyeti, Batı medeniyeti gibi bazı medeniyetlerin emperyalist yapılarına karşın İslam medeniyeti hâkimiyet kurduğu coğrafyaları sömürgeleştirmemiş; bilakis ele geçirdiği topraklarda gayrimüslimlerle aynı ortam ve şartları birlikte paylaşmıştır. Buna ilave olarak ele geçirilen bölgelerdeki ihtiyaçlar, hizmet anlayışı içinde karşılanmaya çalışılmıştır. Tarih boyunca Müslümanlar tarafından fethedilen yerlerde toplanan vergilerin adil ölçülerde olmasına karşın götürülen hizmetlerin yoğunluğu dikkat çekici mahiyettedir. İslamiyet’in uzun asırlar boyunca hâkimiyet kurduğu; ancak son yüzyılda siyasi hâkimiyetini yitirdiği bölgelerdeki Türk İslam eserleri bunu açıkça göstermektedir. • Bugünkü Makedonya, Bosna-Hersek, Bulgaristan ve Yunanistan sınırları içinde kalan İslam eserlerini araştırınız. Yapılan hizmetlerin bilançosunu çıkarınız. Günümüze gelen ve gelmeyen eserlerin sayısını tespit etmeye çalışınız. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 Özet İslam Medeniyetinin Kaynakları, Gelişim Aşamaları, Temel Özellikleri • Her bir medeniyeti besleyen temel değerler ve medeniyetlerin bu öz çerçevesinde ürettiği unsurlar birbirinden farklıdır. Ancak medeniyetin, insanlık tarihinin ortak malı olan yönünü de görmek gerekir. Her bir medeniyet, kendinden önceki ve çağdaşı bilgi birikimlerinden ve medeniyet unsurlarından istifade eder. Dolayısıyla medeniyetler, farklı insan ve kültür unsurlarının bileşkesidir. • Buna bağlı olarak İslam medeniyeti, özünü İslam dininin teşkil ettiği, ilk müntesipleri Araplar olan, ancak zamanla gerek İslam'a geçen gerekse İslam hâkimiyetinde yaşayan farklı din, kültür ve millete mensup insanların bir arada yaşayarak ürettikleri medeniyetin adıdır. • İslam dininin ana kaynağı vahiydir. Ancak İslam medeniyetine kaynaklık teşkil eden veya İslam medeniyetinin istifade ettiği pek çok kaynak bulunmaktadır. Bunlara örnek olarak tevhit inancı ve vahiy kültürü, temel değerleri güçlü insan ve toplum yapısı, fetihler sayesinde farklı inanç ve kültürlerin yaşadığı eski medeniyet havzalarının ele geçirilmesi, zamanla artan ilgi ve ihtiyaçların müslümanları yeni bilgi ve tecrübelere yöneltmesi, diğer kültür ve medeniyetlere ait eserlerin tercüme edilmesi sayılabilir. • Medine'de tohum evresini yaşayan İslam medeniyeti, Hz. Ebû Bekir dönemiyle başlayan fetih sürecinde farklı medeniyetlerle karşılaşmıştır. Öncelikle kendi değerlerini koruyan İslam toplumu, zamanla diğer kültür ve medeniyetlerin bilgi birikiminden istifade etmeye başlamıştır. Emeviler döneminde sınırlı kalan bu istifade, Abbasiler döneminde halifelerin desteği ve artan ihtiyaçlar vesilesiyle önemli bir gelişme göstermiştir. 'İslam Rönesansı' adı verilen bu dönemin ardından siyasi gücün zayıflaması ve birtakım dış faktörler sebebiyle İslam medeniyeti durgunluk dönemine girmiştir. Ardından Osmanlılar ile geniş bir coğrafyada hâkimiyet kuran İslam medeniyeti Osmanlı Devleti'nin zayıflaması ile geri kalmıştır. Son yüzyıl bağımsızlık mücadelesi ve toparlanma süreci olarak dikkatleri çekmektedir. • İslam Medeniyeti, vahye dayanan insan merkezli bir medeniyettir. İslam medeniyetinin en önemli yapı taşları ilim, ahlâk, farklılıkları bünyesinde barındırabilme ve bu farklılıklardan istifade ederek yeni sentezler üretebilme gücüdür. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 İslam Medeniyetinin Kaynakları, Gelişim Aşamaları, Temel Özellikleri DEĞERLENDİRME SORULARI Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. Hindistan’da ve Arabistan’da kullanılan bir takım bitkisel ilaçlar, aynı anda Yunan tabipleri tarafından aranıyor ve Yunan pazarlarında kendisine yer buluyordu. 1. Yukarıda yer alan bilgiler çerçevesinde aşağıdakilerden hangisi söylenemez? a) Bir takım bitkisel ilaçların Hindistan, Arabistan ve Yunan coğrafyasında kullanıldığı b) Yunanlı tabiplerin bir takım bitkisel ilaçları farklı coğrafyalarda yetişen bitkilerden elde ettikleri c) Yunanlı tabiplerin diğer coğrafyalardaki bilimsel gelişmelere açık oldukları d) Yunan pazarlarında farklı coğrafyalara ait ürünlerin satıldığı e) Yunanlı tabiplerin farklı coğrafyalarda yetişen bitkisel ilaçları Yunan pazarlarından aldıkları 2. Yunanlı bilim insanı Pitagoras’a (M.Ö. 580-500) ait olan Pitagoras teoreminin milattan önce sekizinci yüzyıllarda Hint geometrisinde biliniyor olması aşağıdakilerden hangisini gösterir? a) b) c) d) e) Hintlilerin Yunanlılardan daha geri olduğunu Pitagoras teoremini önce Yunanlıların bulduğunu Hint geometrisinin Yunan geometrisinden önceye dayandığını Pitagoras’ın Yunan geometrisine önemli katkılarda bulunduğunu Hintlilerin teoremi Yunanlılardan aldığını 3. Makedon kralı Büyük İskender, Hint coğrafyasına kadar gerçekleştirdiği istila hareketi sonrasında Hint, Pers ve Mısır coğrafyasından pek çok eseri ve bilim insanını ülkesine götürmüştür. Aşağıdakilerden hangisi bunun doğuracağı sonuçlardan birisi olamaz? a) b) c) d) e) Yunan biliminin Hint, Pers ve Mısır biliminden etkilenmesi Yunan bilim insanlarının Hint, Pers ve Mısır’a göç etmesi Yunan düşüncesinin farklı görüş ve fikirler üretmesi Hint, Pers ve Mısır bilimine ait eserlerin tercüme edilmesi Hint, Pers ve Mısır bilim insanlarının ön plâna çıkması 4. Aşağıdakilerden hangisi İslâm toplumunu oluşturan unsurlardan birisi değildir? a) Zimmî statüsündeki zerdüştler b) Müslüman İranlılar c) Müslüman köleler d) İslâm toprakları dışında yaşayan hristiyanlar e) Zimmî statüsündeki hristiyanlar Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21 İslam Medeniyetinin Kaynakları, Gelişim Aşamaları, Temel Özellikleri 5. Hz. Peygamber döneminde inşa edilen Mescidü’n-Nebî’nin mimarî özellikleri ile asırlar içinde Müslümanların hâkim oldukları coğrafyalarda inşa ettikleri camiler birbirinden farklı olmuştur. Bu durumla ilgili olarak Müslümanlar hakkında aşağıdaki durumlardan hangisi söz konusu edilemez? a) b) c) d) e) Yaşadıkları coğrafyanın iklim şartlarından etkilendikleri Estetik algılarının değiştiği Hz. Peygamber dönemi mimarisini beğenmedikleri Hâkim oldukları coğrafyanın mimarisinden etkilenmiş olabilecekleri Yaşadıkları coğrafyanın malzeme yapısını kullandıkları İslâm dininin kaynağı sadece ve sadece vahiydir. Ancak İslâm medeniyetinin kaynağı, yalnızca vahiy değildir. 6. Yukarıda yer alan cümlelerle anlatılmak istenen fikir aşağıdakilerden hangisinde en doğru bir biçimde ifade edilmiştir? a) b) c) d) e) İslâm dini vahye dayanır. İslâm medeniyeti ise vahye dayanmaz. İslâm’ın da İslâm medeniyetinin de kaynağı vahiydir. İslâm’ın da İslâm medeniyetinin de pek çok kaynağı bulunmaktadır. İslâm medeniyetinin kaynakları çeşitlidir. İslâm dininin ana kaynağı vahiydir. İslâm medeniyeti ise pek çok kaynaktan beslenmektedir. Yunan bilimi Hint ve Mısır medeniyetine ait kitaplardan; İslâm bilimi Yunan medeniyetine ait kitaplardan; Batı bilimi de İslâm medeniyetine ait kitaplardan tercüme yapmak suretiyle gelişmiştir. 7. Yukarıda yer alan cümleye göre aşağıdaki sonuçlardan hangisi çıkarılabilir? a) Yunan, İslâm ve Batı medeniyetleri birbirinin takipçisidir. b) Yukarıda yer alan medeniyetlerden hiçbiri orijinal değildir. c) Diğer kültürlere ait eserleri tercüme etmek medeniyetleri geliştirir. d) Diğer kültürlere ait eserleri tercüme etmek medeniyetleri diğer medeniyetlere bağlı kılar. e) Diğer kültürlere ait eserleri tercüme edenler medeniyet seviyesine ulaşırlar. 8. Aşağıda yer alan cümlelerden hangisinde İslâm duraklayışının sebepleri diğerlerine göre farklılık gösterir? a) Büveyhîlerin Bağdat’ı işgali b) Haçlı seferleri c) Moğol istilası d) Avrupanın İslâm coğrafyasını işgali e) Bizans saldırıları Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi medeniyetinin 22 İslam Medeniyetinin Kaynakları, Gelişim Aşamaları, Temel Özellikleri Gen bilimindeki gelişmeler bağlamında müslümanlar etik kuralları dikkate alarak insanların faydasına olacak çalışmaları yapmak zorundadırlar. İslâm medeniyetinin zirveye yöneldiği zamanlarda müslümanların kendi dönemlerinin bilimsel çalışmalarını en üstü seviyede gerçekleştirerek bilim tarihine önemli katkılarda bulundukları unutulmamalıdır. 9. Yukarıdaki cümlede İslâm medeniyetinin hangi özelliğine vurgu yapılmaktadır? a) Tevhit b) Ahlâkîlik c) Sentez d) Bilim e) Denge 10.Abbâsîler döneminde hristiyan hekimlerin katkılarıyla İslâm dünyasında hastanelerin kurulmaya başlaması hakkında aşağıdakilerden hangisi kesinlikle söylenemez? a) İslâm medeniyeti, sadece müslümanlar tarafından inşa edilmiştir. b) Hristiyan hekimler İslâm medeniyetine bir takım katkılarda bulunmuşlardır. c) İslâm dünyasında hastaneler hristiyan hekimlerin katkıları sonucunda açılmıştır. d) Abbâsî halifeleri hristiyanların İslâm medeniyetine katkı yapmasına müsaade etmişlerdir. e) İslâm medeniyeti farklı unsur ve medeniyetlerin katkılarından istifade etmesini bilmiştir. Cevap Anahtarı 1-b, 2-c, 3-b, 4-d, 5-c, 6-e, 7-c, 8-a, 9-d, 10-a Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23 İslam Medeniyetinin Kaynakları, Gelişim Aşamaları, Temel Özellikleri YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR Ahmet Hâşim. (1969). Bize Göre, Gurebâhâne-i Laklakan, Frankfurt Seyahatnamesi. (haz. Mehmet Kaplan). Ankara: Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları. Baltacı, Cahid. (2005). İslam Medeniyeti Tarihi. İstanbul: Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, s. 21-73. Bayezidof, Ataullah. (1993). İslam ve Medeniyet. Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. Durant, Will. (1996). Medeniyetin Temelleri. (çev. N. Muallimoğlu). İstanbul: Birleşik Yayıncılık. Durant, Will. (2004). İslam Medeniyeti. (çev. Orhan Bahaeddin). Ankara: Elips Yayınları. Faruki, İ.Raci-Faruki, Lamia.(1991). İslam Kültür Atlası. (çev. M. O. Kibaroğlu-Z. Kibaroğlu). İstanbul: İnkılâp Kitabevi. Görgün, Tahsin. (2003). “Medeniyet: Modern Tartışmalar”. DİA, XXVIII (Ankara). 298-301. Grunebaum, G. E. Von. (1997). “İslam Medeniyetinin Kaynakları. (çev. İlhan Kutluer). İslam Tarihi Kültür ve Medeniyeti, I-IV. 2. Baskı. İstanbul: Kitabevi Yayınları, IV, 15-59. Hitti, Philip K.. (1995). Siyasi ve Kültürel İslam Tarihi. (çev. Salih Tuğ), I-II. İstanbul: Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakütlesi Yayınları. I, 457-486, 555-626. Kahya, Esin. (1999). Hintte Bilim. Ankara: Nobel Yayıncılık. Kaya, Mahmut (1992). “Beytülhikme”. DİA (İstanbul). VI, 88-90. Kazıcı, Ziya. (2006). İslam Medeniyeti ve Müesseseleri Tarihi. İstanbul: Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları. Kutluer, İlhan (2001). “İslam: Düşünce. İlim ve Sanat”. DİA, XXIII. (İstanbul). 23-26. Kutluer, İlhan. (2003). “Medeniyet”. DİA, XXVIII. (Ankara). s. 296-297. Miss Pardoe. (2004). Şehirlerin Ecesi İstanbul: Bir Leydinin Gözüyle 19. Yüzyılda Osmanlı Yaşamı. (trc. Banu Büyükkal). İstanbul: Kitap Yayınevi. Nasr, Seyyid Hüseyin. (2006). İslam ve Bilim. (çev. İlhan Kutluer). İstanbul: İnsan Yayınları. s. 3-12. Özakpınar, Yılmaz. (1997). Kültür ve Medeniyet Anlayışları ve Bir Medeniyet Teorisi. İstanbul: Kubbealtı Neşriyat. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24 İslam Medeniyetinin Kaynakları, Gelişim Aşamaları, Temel Özellikleri Öztürk, Levent. (2007). “Bilim ve Medeniyet Çalışmalarında İdeolojik Bir Sorun: Öncellik Meselesi”. Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi. XXIII, 23-33. Öztürk, Levent. (2007). İslam Dünyasında Hastaneler. İstanbul: İz Yayınları. Pazarbaşı, Erdoğan. (1996). Kuran ve Medeniyet. İstanbul: Pınar Yayınları. Sarıçam, İbrahim-Erşahin, Seyfettin. (2006). İslam Medeniyeti Tarihi. Ankara: DİB Yayınları. s. 1-63. Serdar, Ziyaüddin. (1986). İslam Medeniyetinin Geleceği. (çev. Deniz Aydın). İstanbul: İnsan Yayınları. Tekeli, Sevim vdd.. (1999). Bilim Tarihine Giriş. Ankara: Nobel Yayınları. Toynbee, Arnold. (1978). Tarih Bilinci, I-II. İstanbul: Bateş Yayınları. Ural, Şafak. (1994). Bilim Tarihi. İstanbul: Kırkambar Yayınları. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 25 HEDEFLER İÇİNDEKİLER CAHİLİYEDEN RİSALETE KISA TARİH, KÜLTÜR ve KURUMLAR • İslam Öncesi Arap Devletleri • Hicaz'ın Yakın Tarihi • Cahiliye Kültürünün Genel Özellikleri • Cahiliye Dönemi Kurumları İSLAM KURUMLARI ve MEDENİYETİ TARİHİ • Bu üniteyi çalıştıktan sonra; • İslam öncesi Arap tarihinin önem ve gerekliliğini kavrayabilecek, • Cahiliye kültürünün genel özelliklerini kavrayabilecek, • Araplarda kabile ve yönetim sisteminin yeri ve gerekliliğini anlayabilecek, • İslam öncesi hayatın sosyal, hukuki ve dini kurumları arasındaki bağlantıyı değerlendirebileceksiniz. ÜNİTE 3 Cahiliyeden Risalete Kısa Tarih, Kültür ve Kurumlar GİRİŞ Arabistan; Asya, Afrika ve Avrupa kıtalarının kesiştiği bölgede yer alan, doğusunda Basra Körfezi ve Umân Denizi, güneyinde Hint Okyanusu, batısında ise Kızıldeniz ile sınırlı 1.700.000 km2 genişliğinde bir yarımadadır. Arabistan, tarih boyunca gerek yabancı, gerekse İslam coğrafyacıları tarafından çeşitli bölgelere ayrılmışsa da, yaygın anlayış bu coğrafyanın Güney Arabistan, Kuzey Arabistan ve Orta Arabistan (Hicaz) olarak ayrıldığı şeklindedir. Bu bölge dünyanın en eski tarih alanlarından olduğu gibi aynı zamanda kültür ve kurumların kendini gösterdiği hayat sahalarından da biridir. İSLAM ÖNCESİ ARAP TARİHİ Güney Arabistan Güney Arabistan’ın medeniyet merkezleri: Yemen-Hadramut Yemen, Hadramevt ve Umân gibi üç bölgeden meydana gelen Güney Arabistan, asırlar boyunca güçlü devletlere ev sahipliği yapmıştır. İslam'ın doğuşundan önceki asırlarda Güney Arabistan'da Mainîler, Sebeliler ve Himyerliler adlarında üç büyük devlet hüküm sürmüştür. Asıllarının Amâlika Arapları olduğu anlaşılan Mainîler, Güney Arabistan’da MÖ. 1400 ile 650 arasında yaşamışlardır. Main Devleti, bir ticaret devleti olduğu için hâkimiyetini askerî fetihlere değil, ticarete dayandırmıştır. Bu sebeple onların ekonomik nüfuzu Akdeniz ve Kızıldeniz yoluyla Basra Körfezi kıyılarına kadar ulaşmıştır. Bölge halkı, Arabistan ürünleriyle Hint ve Çin'den getirilen ticaret mallarını Mısır, Filistin ve Suriye’ye ulaştırmıştır. Mainîler’den sonra Arap yarımadasının güney-batı bölgesini yurt edinen Sebeliler, medeniyet eşiğine adım atan ilk Arabistanlılar olarak kabul edilir. Başkentleri, Me’rib şehridir. Sebe Devleti, Mainîler’de olduğu gibi bir ticaret devletiydi ve onlar, yaşadıkları dönemde özellikle Güney Arabistan ticaretini tamamen ellerinde tuttular. Bu sebeple Sebeliler, güney denizlerinin Fenikelileri olarak tanınmışlardır. Öyle ki, yaşadıkları dönemde Yemen'den harekete geçen ticaret gemileri, Güney Arabistan yoluyla Akdeniz sahillerine, ardından da zamanın önemli ticaret merkezlerinden biri olan Gazze'ye kadar ulaşmıştır. Bu şekilde Sebe halkı, Kuzey Arabistan ve Akdeniz ülkelerine kadar uzanıp Afrika'nın kıyı ve hatta iç bölgeleriyle de ilişkiler geliştirmiş, ticaret vesilesiyle geniş bir coğrafyada faaliyet göstermiştir. Tarih sahnesinde yedi asırdan fazla kalan Sebe Devleti döneminde gerçekleşen tarihi hadiselere dair ne Arap tarihlerinde, ne de keşfedilen kalıntılarda yeterli bilgilere sahibiz. Ancak bu devletin ortadan kalkma sebebi olarak Me’rib Seddi'nin (baraj) yıkılışı, yani Arîm Seli hadisesi gösterilmektedir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 Cahiliyeden Risalete Kısa Tarih, Kültür ve Kurumlar Nitekim Arap tarihçilerine göre Yemen Arapları, Arîm Seli'nin gerçekleşmesine ve Me’rib Seddi’nin yıkılmasına kadar Yemen ve Hadramevt bölgelerinde ikamet etmişler, iç karışıklıklar sebebiyle ihmale uğrayan barajın yıkılacağına dair işaretlerin alınması üzerine yurtlarını terk edip Arabistan’ın orta ve kuzey bölgelerine göç etmişlerdir. Sebelilerin bir kolu olan ve kendilerine Himyerliler adı verilen Arap topluluk, zamanla nüfuz alanını genişletip Sebelilere üstün gelerek Güney Arabistan’da yeni bir devletin temellerini atmıştır. Himyerliler, Sebelilerden devraldıkları toprakları kontrol altına aldıktan sonra, bölgenin doğusundaki Hadramevt’i de işgal etmek suretiyle, İslamiyet'ten önce Güney Arabistan'da kurulan devletlerin en güçlülerinden biri haline geldiler. Bu devletin başkenti Reydân’dır. Bu şehir daha sonra Zafâr adını almıştır. Savaşçı özellikleriyle tanınan Himyerîler, Güney Arabistan’da sağladıkları hakimiyetin ardından komşuları olan İranlılar ve Habeşlilerle de çetin mücadele içine girmişlerdir. Himyerîlerin birinci hâkimiyet devri Mîladî IV. yüzyılın başına kadar devam eden feodalite dönemidir. Bu yıllarda hükümdar, bir derebeyi olarak, hâkimiyeti altındaki bölgeleri yönetmiştir. Himyerîler Miladî IV. yüzyılın ortalarında yaklaşık yarım asırlık bir süre Habeş işgaline uğramış, ancak MİLADÎ 375 yılından itibaren tekrar bağımsızlıklarına kavuşmuşlardır. Habeş işgali döneminde Güney Arabistan’da Hıristiyanlık dini yayılmaya başlamıştır. Nitekim bu tarihten itibaren San'a, Aden, Me’rib ve Zafâr gibi önemli merkezlerde birçok kilise inşa edilmiştir. Hıristiyanlık, Himyer topraklarında bilhassa Necran’da daha geniş yayılma imkânı bulmuştur. Kuzey Arabistan Kuzey Arabistan’ın tarihi hakkında Mezopotamya, İbranî, Grek ve Fars kaynaklarında bulunan bilgilere göre, İslam’ın ortaya çıkışına kadar bölgede dört siyasî birlik kurulmuştur. Bunlar Nabâtîler, Tedmürlüler, Gassânîler ve Hîrelilerdir. Tarih kayıtlarında Arabistan’ın kuzeyinde bilinen en eski devlet, Filistin’in güneyinde kurulan Nabâtî Krallığı kabul edilir. Nabâtîler, hüküm sürdükleri dönem boyunca Roma İmparatorluğu ile Hicaz bölgesi arasında tampon görevini üstlenmişlerdir. Ancak Nabâtîler ile Romalılar arasındaki iyi ilişkiler uzun süre devam etmemiş, siyasî ve iktisadî sebepler yüzünden anlaşmazlıklar baş göstermiştir. Nitekim onlar, hükümdarları IV. Hâris devrinde Romalılarla kanlı savaşlara girişmişlerdir. IV. Hâris'ten sonra Nabâtî Devleti hakkında tarih kitaplarında fazla bilgi yoktur. Ancak, Mîladî 40 yılından sonra krallık zayıflayıp yıkılmaya yüz tuttuğu anlaşılmaktadır. Nabâtîlerin son hükümdarı olan III. Mâlik döneminde (saltanatı Miladî 101 -106) Roma imparatoru Traianus’un (Miladî 98-117) emriyle onun Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 Cahiliyeden Risalete Kısa Tarih, Kültür ve Kurumlar Suriye'deki vekili Kornelyus Palma adındaki komutan, başkent Petra'yı ele geçirmek suretiyle Nabâtîler devletine son vermiştir. (Miladî 106). Ticari faaliyetleri ile tanınan Nâbâtîler, Kızıldeniz’den geçen İpek Yolu’nun ve Arap yarımadası üzerinden gelen Baharat Yolu’nun Batıya açıldığı son durakları ellerinde bulundurmuşlardır. Bu yol üzerinde hareket eden kervanların ve Hindistan’a oradan da Uzakdoğu’ya giden ticaret gemilerinin birçoğunun onlara ait olduğu kaydedilmektedir. Kuzey Arabistan’da Eski Arap devletleri arasında tarihleri en iyi bilinenler Tedmürlülerdir. Nabâtî Krallığı’nın sonlarına doğru Kuzey Arabistan’da M.Ö. I. yüzyılda kurulan bu krallığın merkezi olan Tedmür şehri, Şam’ın 260 km. kuzeydoğusunda yer alır. Greko-Romen çağda Palmira denilen bu vahaya Araplar Tedmür adını vermişlerdir. Vaha’da bir medeniyet şaheseri: Tedmür Genel anlamda Roma’nın stratejik ortağı gibi görülen Tedmür Devleti, bununla birlikte fırsat buldukça Romalılara karşı bağımsızlık adımları atmaktan da geri durmamıştır. Nitekim Romalıların komutan seviyesine getirdikleri Tedmürlü Uzeyne b. Hayrân, Mîladî III. asrın sonlarına doğru Romalıları ülkesinden çıkarmak üzere gizli faaliyet başlatmış, ancak girişimi başarısızlıkla neticelenince öldürülmüştür. Bu hadise Tedmür halkının bağımsızlık düşüncesini daha da kuvvetlendirmiştir. Bunu fırsat bilen Uzeyne’nin kendi adını alan oğlu Uzeyne (Odenat) babasının intikamını almak ve ülkesine bağımsızlık kazandırmak hedefiyle dağlara çekilerek isyan başlatmıştır. Miladî 267 yılında kocasının yerine Tedmür tahtına geçen kraliçe Zenubiya, tarihte görülen kadınlar arasında müstesna bir şahsiyet kabul edilir. Roma imparatorlarından Gallienus ve II. Claude dönemlerinde Tedmür’de bağımsız olarak saltanat süren Zenubiya, genişleme siyaseti takip ederek Miladî 271 veya 272 başlarında, ordusunu harekete geçirerek Mısır’ı zapt etti. Kraliçe bu başarısından aldığı cesaretle yeni hedef olarak Anadolu topraklarını belirledi. Onun orduları kısa sürede Ankara’ya kadar ulaştı. Roma İmparatoru Aurelianus, kendisine meydan okuyan, üstelik Roma’nın hâkimiyeti altında bulunan Asya'daki toprakları da tehdit etmeye başlayan Zenubiya’ya karşı büyük bir orduyla doğu seferi başlattı. İki taraf arasında Humus şehri yakınlarında büyük bir savaş gerçekleşti. Çarpışmalar sonucunda mağlup duruma düşen Tedmürlüler, başkentlerine çekilmek zorunda kaldılar. Kısa süre içinde Roma ordusu Tedmür kalesini muhasara altına aldı. Kuşatma neticesinde yenilginin muhakkak olduğunu fark eden kraliçe Zenubiya, İran hükümdarından yardım talep etmek için gizlice kaleyi terk ederek Fırat Nehri’ne kadar ulaştı. Ancak takip eden Roma askerleri onu yakalayarak Roma kralının huzuruna getirdiler. Kraliçelerinin yakalandığını haber alan şehir halkı, muhasaracılardan af dileyerek barış yapılmasını talep ettiler. İmparator barışı kabul edip şehrin yağmalanmasına izin vermedi. (Miladî 272). Tedmür’ü ele geçirdikten sonra devletin muazzam hazineleri ve esir kraliçe Zenubiya’yı yanına alarak geri dönen Roma kralı Tuna Nehri kıyısına Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 Cahiliyeden Risalete Kısa Tarih, Kültür ve Kurumlar geldiğinde Tedmür halkının tekrar ayaklandığı haberini aldı. Bunun üzerine derhal geri dönerek Tedmür’ü önce muhasara, ardından da işgal etti. Surlarını yıkıp şehri yağmalattığı gibi halkı da büyük bir katliama tabi tuttu. (Miladî 273). Tedmür Devleti ve şehri bu olaydan sonra bir daha toparlanamamış, bugünkü görüntüsünde bir harabe haline gelmiştir. Tedmür toprakları Hicretin 12. yılında (Miladî 633) Hâlid b. Velîd tarafından fethedilerek Müslümanların yönetimine geçmiştir. Kahtânî Araplarına mensup olan Gassânîler, Güney Arabistan’dan Suriye topraklarına göç etmiş bir Arap kabilesidir. Kabile büyüklerinden Amr Müzeykıyâ b. Amr Mâüssemâ' adlı reisinin oğlu Cefne, Gassânîlerin kurucusu ve ilk hükümdarı kabul edilir. Havran ve Belkâ gibi şehirleri yurt edinen Gassânîler daha sonra da kadim Busra şehrini hükümet merkezi haline getirmişlerdir. Burada kendilerine tarihte önemli bir yer açan birtakım saray ve kalelerle inşa etmişler. İslam tarihinde ismi geçen meşhur rahip Bahira'nın manastırı burada olup kalıntıları hala ayaktadır. Milattan önce birinci asırda Suriye toprakları Roma’nın eline geçtiğinde Suriye çölleri Nabâtîlerin ve onların müttefiki kabile şeyhlerinin kontrolü altında bulunuyordu. Romalılar Nabâtî Devleti’ni yıktıktan sonra bölgedeki kabileler Suriye ve Irak çöllerine dağılmış, buralardaki halklarla karışmış vaziyetteydiler. Romalılar tüm çabalarına rağmen çölde yaşayan Arap bedevîlerini bir türlü etkisiz hale getiremediler. Çünkü bunlar fırsat buldukça Romalıların idaresindeki yerleşim alanlarına girerek baskın yapıyorlar, ticaret kervanlarını vuruyorlardı. Neticede imparatorluk bunlarla anlaşma yapmak zorunda kaldı. Bu sebeple bilhassa bölgenin güçlü toplulukları arasında olan Gassânîleri muhatap alarak onlarla yakın ilişkiler kurmaya karar verdi. İlişkilerin gelişmesi sonucunda bir Bizans valisi gibi hareket eden yarı bağımsız Gassânî krallarından II. Hâris b. Cebele zamanında (Miladî 529-569) hanedanlık en ihtişamlı dönemlerini yaşadı. Bu süreçte Gassânî Arapları arasında Hıristiyanlık da yoğun bir şekilde yayıldı. Irak’ta bir Arap devleti: Lahmi (Hire) Krallığı Kuzey Arabistan’da son Gassânî kralı Numan b. Münzir'in etkisiz hale getirilmesi, Kuzey Arabistan’da çöl bedevîlerinin gerçekleştirmiş oldukları siyasî birleşmeye kesin bir darbe vurdu. Bu olaydan sonra, her biri bir reis idaresinde pek çok bağımsız gruba ayrılarak, birçoğu İran hükümdarlarının yüksek hâkimiyetini tanımaya başladı. Bölgedeki yeni durum Bizans'ın ezelî düşmanı Sâsânîlerin işine yaradı. Nitekim Sâsânî kralı Hüsrev Pervîz büyük bir orduyla Suriye üzerine yürüyüp Kudüs ve Dımaşk'ı ele geçirdi. Bu gelişme Gassânî Devleti’nin tamamen yıkılmasına yol açtı (Miladî613-614). Kuzey Arabistan’da kurulan ve Müslümanların fethine kadar bölgede varlığını sürdüren diğer bir devlet Hîrelilerdir. Soyları, Kahtânîlerin Kehlân koluna ulaşan Lahm b. Adî b. Hâris b. Mürre'ye dayandığı için bu devlet aynı zamanda Lahmîler olarak da tanınmıştır. Bu kabile Me’rib Seddi'nin yıkılmasından sonra III. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 Cahiliyeden Risalete Kısa Tarih, Kültür ve Kurumlar yüzyılın başlarında Yemen'den göç ederek Irak'a yerleşmiştir. Bunlar burada bir süre Sâsânîlere bağlı olarak yaşamışlar ve göçebe Arapların saldırılarına karşı İran sınırlarını korumuşlardır. Lahmî Krallığı’na başkentlik yapmış olan Hîre, günümüzde Irak'ın Necef iline bağlı bir kaza merkezi olup Kûfe'nin 5 km. güneyinde Fırat Nehri kenarında yer alan geniş bir ovada kurulmuştur. Şehir ilk defa Mîladî 240 yıllarında Sâsânîlerin verdiği kral unvanıyla burada bir emirlik kuran Lahmîler zamanında adını duyurmaya başlamıştır. Şehir, Lahmî emiri III. Münzir döneminde (Miladî 503-554) en şaşaalı dönemini yaşamıştır. Tarihi kayıtlara göre sayılarının yirmi olduğu bilinen Lahmî hükümdarlarının en meşhuru İmriu’l-Kays’tır. Mîladî 288-328 yılları arasında hüküm sürmüş, idaresi döneminde Sâsânîlerin yanı sıra Bizans ile de diplomatik faaliyetler gerçekleştirmiştir. Numan el-Aver de (Miladî 403-431) Hîre hükümdarlarının en meşhurlarındandır. Cesaretiyle tanınan hükümdar, defalarca Suriye üzerine seferler gerçekleştirmiştir. Sonuçta Cezîre bölgesi, Bahreyn dolayları ve Suriye çöllerinde yaşayan Arapları cizyeye bağlamıştır. Mîladî VI. yüzyılın ilk yarısında Hîre tahtına yine büyük bir hükümdar kabul edilen III. Münzir geçmiştir. Onun saltanatı süreci Hîre Devleti için zirve dönemi kabul edilir. Nitekim Münzir, özellikle Bizanslılara karşı önemli başarılar elde etmiş, 531 yılında Urfa'nın güneyinde Fırat Nehri kıyısında yapılan Kallinikum savaşında Doğu Roma ordusunu yenerek büyük bir zafer kazanmıştır. Onun Mîladî 539'da Gassânî Kralı Hâris ile girdiği çatışma, 545 yılına kadar süren Sâsânî-Bizans savaşına dönüşmüş, kendisi de 554 yılında Gassânîlerle gerçekleştirdiği savaş esnasında Kinnesrin yakınlarında öldürülmüştür. Babasının ölümünden sonra Lahmî hükümdarı olan III. Numân b. Münzir (Miladî 580-602) başlangıçta kendisine karşı çıkan Arap kabilelerini itaat altına aldıktan sonra Lahmî hâkimiyetini sağlamlaştırmıştır. Onun döneminde Hîre, zamanın başlıca kültür merkezlerinden biri haline de gelmiştir. Ancak aynı süreçte ülkenin İran ile ilişkileri bozulmuştur. Bunun sebebi Kisra’nın, Numân b. Münzir’in kızını kendisine göndermesini istemesi, onun da olumsuz cevap vermesidir. Bunun üzerine Pervîz, Numan’ı Medâin'e çağırdı. Kral başına gelecek felâketi tahmin ettiği için ailesini ve hazinesini bölgenin büyük Arap kabilesi Şeybânîlere emanet ederek Sâsânî başkentine gitti. Burada bir süre tutuklu kaldıktan sonra idam edildi. (Miladî 602). Bu şekilde Lahmî hanedanı son bulmuş oldu. Hîre ve civarındaki topraklar (H.12/M.633) yılında Hâlid b. Velîd’in seferleri neticesinde Müslümanların hâkimiyetine geçmiştir. Hicaz Hicaz, Arap yarımadasının ortasında Kızıldeniz tarafında yer alıp, Necid Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 Cahiliyeden Risalete Kısa Tarih, Kültür ve Kurumlar yaylalarıyla sahildeki Tihâme ovaları arasında bulunan coğrafî bölgeye isim olarak verilmektedir. Hicaz’ın en önemli merkezleri Mekke, Medine ve Taif’tir. Mekke, güneyde Yemen'e, kuzeyde Akdeniz'e, doğuda Basra körfezi’ne, batıda Kızıldeniz Limanı Cidde'ye komşu olan ve Afrika istikametinde giden ana yolların kesişme noktasında yer alan bir şehirdir. Burası aynı zamanda Hicaz’ın en önemli dinî ve ticarî merkezidir. Burada Kâbe, Mescid-i Harâm, Safâ ve Merve adlı kutsal mekânlar Mekke’de bulunduğu gibi, hac vazifelerinin geri kalan kısımlarının îfâ edildiği Arafat, Müzdelife ve Mina da bu şehrin civarında yer almaktadır. Mekke‘nin tarihi M.Ö. V. yüzyılın ortalarına kadar ulaşır. Burayı ilk yurt edinenler Güney Arabistan asıllı Amâlikalılardır. Amâlikalılardan sonra Mekke’ye yine Güney Arabistan menşeli Cürhüm kabilesi yerleşmiştir. Bu şekilde Harem etrafında başlayan iskân faaliyeti ile Mekke bir yerleşim merkezi haline gelmiştir. Kur'ân-ı Kerîm'de Hz. İsmail'in Hz. İbrahim tarafından Mekke'ye getirildiği ve burada Kâbe'yi inşa ettiği zikredilir. Hz. İsmail burada kabilenin reisi olan Mudad’ın kızı Seyyide ile evlenerek Cürhümlülerle akrabalık kurmuş, bir peygamber olarak Kâbe ve hac vazifelerini yerine getirmiştir. Onun ardından bu görevler oğulları tarafından yürütülmüştür. İsmailoğulları, zamanla şehirde çoğalarak İsmailîler, Adnânî, Maadî veya Nizarî adlarıyla anılmışlardır. Yüzyıllar sonra aynı topraklarda peygamberlik görevini üstlenecek olan Hz. Muhammed’in yakın ataları olan Kureyş kabilesi de, Hz. İsmail’in Cürhümlü kadınlarla evlenmesinden meydana gelen İsmailoğulları soyundan meydana gelmiştir. Mekke'de kısa sürede güç kazanan ve önceleri Hz. İsmail'in tebliğ ettiği dini benimseyen Cürhümlüler, zamanla Mekke'ye dışarıdan gelen insanlara kötü davranmaya başladılar. Bu esnada Güney Arabistan’dan Hicaz’a doğru göç eden Huzâalılar, kendilerine uygun bir yerleşim yeri buluncaya kadar Mekke civarında kalmak için Cürhümlülerden müsaade istediler. Ancak bu talepleri kabul edilmeyince meydana gelen çatışmalarda Huzâalılar üstün gelerek Cürhümlüleri Mekke’den uzaklaştırdılar. Şehrin idaresini rakiplerine terk etmek zorunda kalan Cürhümlüler, Mekke’den ayrılırken Zemzem kuyusunu da işlemez hale getirdiler. Huzâalılar Cürhümlüleri Mekke’den uzaklaştırırken, onların akrabası olan İsmailoğulları’nın şehirde kalmalarına izin verdiler. Arap Yarımadasının Dini merkezi: Mekke Mekke’de üç asır süren Huzâa hâkimiyeti Hz. Muhammed’in beşinci dedesi olan Kusay b. Kilab vasıtasıyla sona erdirilip Kureyş idaresine geçilmiştir. Kureyş kabileleri, Huzâalıların hâkimiyeti boyunca Mekke çevresinde ve yakın akrabası olan Kinâneoğulları’nın arasında dağınık bir şekilde yaşıyorlardı. Bu soya adını veren Fihr b. Mâlik’in altıncı nesilden torunu olan Kusay b. Kilâb, Mekke ve Kâbe’nin yönetimini ele geçirmeyi başardı. Bundan sonra Mekke’de Huzâa idaresi yerine Kureyş hâkimiyeti dönemi başladı. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 Cahiliyeden Risalete Kısa Tarih, Kültür ve Kurumlar Kusay, Mekke’de idareyi eline alır almaz, daha önce şehrin çevresinde dağınık bir şekilde yarı göçebe hayatı yaşayan Kureyş kabilesini bir araya getirerek Mekke’nin Harem bölgesine yerleştirdi. Kureyş kabilesinin boylarını bir araya getirmesi sebebiyle kendisine “Mücemmi'” (Birleştirici) unvanı verilmiştir. Mekke’den sonra önem derecesinde Hicaz’ın ikinci şehri Yesrib’dir. Burası Arap yarımadasının batısında Hicaz bölgesinde Kızıldeniz kıyısına yaklaşık 130 km. uzaklıkta, Mekke'nin 350 km. kadar kuzeyinde yer alır. Anavatanları Yemen olan Evs ve Hazrec kabileleri Arîm Seli’nden sonra muhtemelen Mîladî V. yüzyılda Yesrib ve civarına yerleşmişlerdir. Ancak bir süre sonra Yahudilerin kışkırtması ile bu iki kabile birbirine düşerek yaklaşık 120 yıl boyunca savaşmışlardır. Ayrıca sayıca daha az olan Evsliler Kureyza ve Nadîroğulları ile, Hazrecliler de Benî Kaynuka ile ittifak kurmuşlardır. İslam'ın doğuşuna kadar Evs ve Hazrec mücadelesi bazen Evs, bazen de Hazrecliler lehine sonuçlanmıştır. Bu savaşların sonuncusu ve en kanlısı olan Buâs, Hicret’ten beş yıl kadar önce vuku bulmuş ve Hazreclilerin mağlubiyetiyle neticelenmiştir. Medine’nin Araplarla birlikte diğer sakinleri ise Yahudilerdir. Onların Medine'ye gelişini Hz. Mûsâ dönemine kadar götürenler olduğu gibi, Suriye'nin Yunanlılar veya Filistin'in Romalılar tarafından işgaliyle bağlantılı görenler de vardır. Buna göre MÖ. VI. yüzyılın başlarında Kudüs’ü işgal eden Babil Kralı Buhtunnasr işgalin ardından Yahudileri kendi ülkesine götürünce, onun elinden kurtulanların bir kısmı daha güvenli buldukları Hicaz’a gelerek Yesrib, Hayber ve Fedek gibi şehirlere yerleşmişlerdir. Yahudilerin Filistin’den Arabistan’a göç etmelerini zorunlu hale getiren sürgün ve baskılar daha sonra da devam etmiş, özellikle Roma İmparatorlarından Adriyanus’a (Miladî 117-138) karşı yapılan ayaklanmanın başarısız olması üzerine Yahudilerin birçoğu Arabistan’a sığınmak zorunda kalmışlardır. Hıristiyanlığın Suriye’de yayılmasının ardından Romalıların dinî baskısına maruz kalan Yahudiler de kendileri için daha güvenli buldukları Hicaz’a gelmişler, bilhassa bölgenin kuzey kısımlarına yerleşmişlerdir. Hicaz’ın üçüncü önemli merkezi olan Taif, Mekke‘nin yaklaşık 120 km güneydoğusunda Irak-Yemen ticaret yolu üzerinde Sakîf kabilesinin yurdudur. Sakîfliler arazilerinin verimliliği ve şehirlerinin ticaret yolu üzerinde olması sebebiyle ekonomik anlamda zaman zaman Mekke ile yarışabilecek hale gelmişlerdir. Şehir ahalisinin mahalli ve mevsimlik panayırlar sebebiyle Mekke halkıyla sağlam bağlarının bulunduğu da anlaşılmaktadır. Nitekim bu iki şehir Karyetân (iki karye) veya Mekketân (iki Mekke) adıyla anılmıştır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 Cahiliyeden Risalete Kısa Tarih, Kültür ve Kurumlar ARAPLARDA SOSYO-KÜLTÜREL HAYAT VE KURUMLAR Sosyal Hayat Cahiliye Kültürü Cahiliye sözlükte, bilmemek, tanımamak ve kaba davranmak gibi anlamlara gelir. Ayrıca bu tabir bilginin zıddı olarak bilgisizlik, kendini bilmezlik gibi farklı manalara da gelmektedir. İslami dönemde ortaya çıkmış bir tabir olan Cahiliye, gerek Kur'ân’da, gerekse hadislerde Arapların İslam'dan önceki inanç, tutum ve davranışlarını İslamî devirdekinden ayırt etmek amacıyla kullanılmıştır. Bu sebeple genellikle Arapların İslam'dan önceki dönemine "Cahiliye Çağı" denilmiş, bu süreçte faaliyet gösteren şairlere de “Cahiliye şairleri” adı verilmiştir. Genel anlamda Cahiliye kelimesiyle İslam öncesi, yani Arapların Milâdî 610 yılında vahyin inmeye başlamasından önce yaşadıkları devir kastedilmiştir. Arapların İslam'dan önceki tarihlerinin Cahiliye kelimesiyle ifade edilmesinin sebepleri arasında onların hayat tarzına bedevîliğin hâkim olması, çevrelerinde yaşayan insanlara göre medeniyet bakımından geri kalmaları, bilgisizlik ve gaflet içerisinde göçebe ve yarı göçebe hayat yaşamaları gösterilmiştir. Kabile ve Yönetim İslam öncesi Arap toplumu çöl şartlarının ortaya çıkardığı sosyal bir model olan kabile sistemi üzerine kurulmuştur. Kabile, aynı atadan geldikleri kabul edilen ve aralarında neseb irtibatı bulunan insan topluluklarına verilen ortak isimdir. Arap toplumunda kabile, zenginlik ve şeref gibi şahsî meziyetleri ile tanınan ve kendilerine “şeyh” veya “seyyid” adı verilen kişiler tarafından idare edilmiştir. “Şeyh” Arapçada “yaşlı adam” anlamına geldiği gibi, “ileri gelen” anlamına da gelmektedir. Dolayısıyla bu durum aynı özelliklere sahip adaylar arasından yaşça büyük olan üyenin riyasete getirilmesini intaç etmiştir. Araplar ferdiyetlerine ve özgürlüklerine aşırı düşkünlükleri sebebiyle hiçbir zaman kral yetki ve otoritesine sahip kişiler tarafından yönetilmeye razı olmamışlar, reislerini de kendilerinden daha üstün veya kutsal özellikleri bulunan şahıslar görmeyip, eşitler arasındaki birinciler olarak kabul etmişlerdir. Kabilede reisin aslî görevi, sülâle ileri gelenlerinin tabiî üyesi oldukları istişare heyetini organize etmektir. Onun sorumluluğuna emretmek değil, kabilesini diğer kabilelere karşı temsil etmek verilmiştir. Şeyh, soyu adına savaş ilân eder, barış anlaşması yapar, kabilenin yükümlülüğünde olan diyetleri öder, misafirleri ağırlar, kabile adına elçilik vazifesini yerine getirirdi. Bu sebepledir ki, Araplar arasında kabile reisleri hırslı otorite düşkünleri değil, soyunun sıkıntı ve yükünü üstlenen fedakâr adamlar olarak şöhret bulmuşlardır. Kabile ileri gelenlerinin bunca az yetkiye sahip olmalarına rağmen pek çok ağır maddî ve manevî sorumluluk altına Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 Cahiliyeden Risalete Kısa Tarih, Kültür ve Kurumlar girmelerini, hatta reislik görevini üstlenebilmek adına bazen savaşa dahi girişmelerini ancak onlarda en yüksek haliyle bulunan şeref duygusuyla izah etmek mümkündür. Araplar arasında asırlar boyunca hükmünü icra eden bir hayat nizamı olan kabile, rastgele meydana gelmiş düzensiz bir toplanma faaliyeti değildir. Bu birliğin de kendine göre kuralları ve bütünlük içerisinde tutarlılığı olan bir düzeni vardır. Kabile gelenekleri sayesinde insanlar, soylarının emniyet ve istikrarını muhafaza edebilmişlerdir. Kabile mensubu saf bir ferdiyetçi olmakla birlikte, bu sistem gereği cemaatinin bekası için kendi menfaatini, hatta hayatını terk etmeye her zaman hazır olmuştur. Çünkü o bilmektedir ki, yaşama hakkı başta olmak üzere sahip olduğu bütün hakları kabilesi sayesinde elde etmiştir ve kabile bireylerinden her birinin hayatı diğer bireylerin hayatlarıyla doğrudan ilintilidir. Aile Araplar, ataerkil aile sistemine sahiptirler. Cahiliye dönemi Araplarında bağımsız bir aileden bahsedilemez. Çünkü çöl ortamında müstakil aile hayatı sürdürebilmek neredeyse imkânsızdır. Bu sebeple Araplar, geniş çerçeveli ataerkil aile şeklinde yaşamayı tercih etmişlerdir. Başka bir ifadeyle aileler ancak daha büyük aile demek olan bir kabilenin parçası olmakla varlık kazanabilmişlerdir. Bütün toplumlarda olduğu gibi Araplarda da kabilede en küçük birim aile kabul edilir. Arap ailesinde mutlak hâkim erkektir. Dolayısıyla Araplar arasında erkeğin tartışılmaz üstünlüğü vardır. Bu sebeple ataerkil bir toplum yapısını benimseyen Araplarda yakınlık ilişkisi erkek akrabalar (asabe) yoluyla kurulmuştur. Cahiliye Arapları erkek cinsini üstün tutarken, buna karşılık kız çocuğuna sahip olmaktan daima rahatsızlık duymuşlardır. Özellikle göçebe Araplar arasında kızların aileye yük olduğu düşüncesi yaygındır. Zira kadının, kabileyi koruyabilecek gücü bulunmadığı gibi, onun esir duruma düşmesi soyun zarar görmesine de sebep olabilirdi. Bu durum Arap toplumsal yapısında kadına oranla erkeğe daha çok değer verilmesi sonucunu getirmiştir. Cahiliye döneminde kız çocuklarını diri diri toprağa gömme âdetine “ve'd”, gömülen kız çocuklarına da “mevûde” adı verilmiştir. Araplarda kız çocukları hakkındaki olumsuz düşünceye rağmen onların canlı olarak gömülmesi âdeti bilhassa Temîm kabilesi dışında diğer Arap kabileleri arasında çok yaygın olarak görülmemiştir. Üstelik Kureyşli Zeyd b. Amr b. Nüfeyl gibi şahıslar öldürülmek istenen kız çocuklarını babalarından alarak onların bakım ve büyütülmelerini üstlenmişlerdir. (Buhârî/Menâkıbu’l-Ensâr: 24). Kültürel Hayat İslam öncesinde Araplar, yarımadanın sınırlı miktardaki yerleşik hayata ve ziraata elverişli yerleri hariç olmak üzere genel olarak göçebe hayatı süren bir kavim olarak bilinir. Dolayısıyla bu coğrafyadaki kültür hareketleri, hemen Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 Cahiliyeden Risalete Kısa Tarih, Kültür ve Kurumlar tamamıyla göçebe hayatın zaruretlerinden doğan tecrübe, âdet ve geleneklerin geliştirdiği bilgilerden ibaret kalmıştır. Ancak buna karşılık Yemen, Basra ve Akabe körfezleriyle Bahreyn civarında oturanlar eski zamanlarda çok önemli medeniyetler kurmuş, kültür hareketleri geliştirmişlerdir. Kültür hayatının en önemli taşıyıcısı ise yazı ve alfabedir. İslam müellifleri, Arapların önceleri Yemen kökenli “Müsnet” yazısı kullandıkları, daha sonra da adına “Hîrî” yazı denilen ve zamanla “Arap” yazısı olarak şöhret kazanan yazıyı kullanmaya başladıklarını ifade ederler. Zamanla “Kûfî” yazıya dönüşecek olan “Hîrî” yazının, Irak’ta bulunan Enbâr'dan Hîre'ye, oradan da Hicaz'a geçtiği ifade edilmektedir. Hicaz halkının adı geçen medeniyet merkezleriyle yakın ilgisinin, yazının önce Nabât ülkesinin bir bölgesi olan Havran'dan Enbâr ve Hîre'ye, buradan da Dûmetülcendel üzerinden Hicaz'a geçmesine vesile sayılmıştır. Buradan, Hicaz bölgesi Araplarının yazıyı başka milletlerden öğrendikleri sonucu çıkmaktadır. Nitekim eski kaynaklarda Arapların, “Nabât” yazısını ticaret için gittikleri Şam bölgesinin Havran şehrinden, “Kûfî” yazıyı da Irak'tan öğrendikleri zikredilir. Bu faaliyetin İslam dininin ortaya çıkışından az önce tamamlandığı anlaşılmaktadır. Arapça, Sami dil ailesindendir. Arapça, Sâmî dil ailesindendir. Bu dil ailesinin eski Mısır dilini de içine alan bir Hâmî-Sâmî köke bağlı olduğu kabul edilmektedir. Arap dilinin tarihi, gelişme ve yayılma safhaları şu şekilde tasnif edilir: Eski Arapça, Klasik Arapça ve ona kaynak olan eski edebî lehçeler, Orta Arapça, Yeni (modern) Arapça, Bu son iki safhada edebî yazı diline bağlı olarak devamlı gelişen mahallî lehçeler. Eski Arapçanın özellikleri ve zamanla geçirdiği safhalar hakkındaki bilgiler daha ziyade bazı eski kitabelere, bir dereceye kadar da Araplarla münasebetleri olmuş kavimlerin metinlerinde geçen kabile, şahıs ve yer adlarına dayanır. Günümüzde en eski Arapça vesika, milâttan önce 853-626 yılları arasında Asurluların Aribilere karşı yaptıkları savaşlara dair Asurî metinlerinde geçen kırk kadar isimdir. Klasik Arapça tabiriyle bugün mevcut en eski edebî metinlerde, Kur'ân-ı Kerim'de ve hadislerde gördüğümüz, daha sonraları da Arapçanın yayıldığı yerlerde din, edebiyat ve ilim dili olarak devam eden lehçeler üstü Arapça kastedilir. Klasik Arapçayı temsil eden eski metinler kadîm şairlerin şiirleri, Kur'ân-ı Kerîm, Hz. Muhammed'in ve ilk halifelerin resmî haberleşmeleri, Arap kabileleri arasındaki savaşları ifade eden Eyyâmü'l-Arab'a dair yazılı parçalardır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 Cahiliyeden Risalete Kısa Tarih, Kültür ve Kurumlar Arap dilinin ürünü olan edebiyatının geçirdiği safhalar, muhtelif yönleri ve gelişmeleri göz önüne alınarak bazı devrelere ayrılır. Bu devreler ise, Cahiliye devri veya İslamiyet'ten önceki Arap edebiyatı; ilk İslami devir edebiyatı (ilk dört halife ve Emeviler devri); Abbasiler ve Endülüs Emevileri devri edebiyatıdır. Arap edebiyatında Cahiliye dönemi kültürü daha ziyade şifahî gelenekle aktarılmıştır ki, bunun en önemli kaynağı Cahiliye şiiridir. Arap şiirinin ilk defa nasıl teşekkül ettiği, nasıl düzenli bir şekil aldığı kesin olarak bilinmemektedir. Bununla birlikte Miladî VI. yüzyıl başlarında bütün kuzey Arabistan'da hemen hemen bütün kabilelerce bilinen ortak bir şiir dilinin mevcut olduğu anlaşılmaktadır. Klasik Arap şiirinin belli başlı konuları övme (medh) ve övünme (fahr), mersiye söyleme (risâ'), hicvetme (hicâ), kadından ve aşktan bahsetme (nesib, tegazzül, teşebbüb), özür, af ve şefkat dileme (i'tizâr, isti'tâf), tasvir (vasf, teşbih), yiğitlik, kahramanlık, bahadırlık (hamâse), ayrıca zühd, edeb ve hikem, kadın ve şaraba vb. dair hafif mevzulardır. Bunlardan ilk üçü klasik kasidenin en mühim temaları olarak karşımıza çıkar. İlim Araplar, tıp ilmini Babillilerden aldılar. İslam öncesi Araplar’da özellikle astronomi ilmi alanında önemli bir birikim bulunmaktadır. Arabistan gecelerinin ekseriyetle sıcak, berrak ve bulutsuz atmosferi, çölde göçebe hayatı süren Arapların az veya çok astronomi bilmesini gerekli kılıyordu. Uçsuz bucaksız çölde, kum tepelerinin rüzgâr sebebiyle sürekli yer değiştirmesi, tabiî yol bulma imkânını tamamen ortadan kaldırıyordu. Ayrıca bedevîler genellikle kendilerini ve bineklerini gündüzün kavurucu sıcağından koruyup kurtarmak üzere geceleri seyahat ederlerdi. Yolculuk esnasında karanlık olduğu için yeryüzü şekilleri ve tabiî işaretlerden istifade mümkün değildi. Bu durumda yön tayini için tek yol, gökyüzünden istifade etmekti. Araplar bu sebeple çöl yolculuklarında sabit yıldızlardan istifadeye çalışırlardı. Bu sebeple sürekli ay ve yıldızların hareketini tahmin eden Araplar, astronomik bilgiler açısından çağdaşları milletlere göre daha üstün derecede idiler. Onlar, bu ilmi Keldanîler ve Babillilerden almışlardır. Bunun en büyük delili ise Arap dilinde geçen belli başlı yıldızların pek çoğunun adı veya adının delâlet ettiği mânanın Keldalilerin diliyle hemen hemen aynı olmasıdır. Araplar, tıb ilmini de Babillilerden öğrenmişlerdir. Ayrıca çağdaşları İranlılardan da tıb bilimi konusunda bazı şeyler alarak onları, daha önce Babillilerden ithal ettikleri bilgi ve tecrübelere katmışlar, nihayet bu birikimlere kendilerinin buldukları yeni tedavi yöntemlerini de dahil ederek Cahiliye Çağı tıp bilimini ortaya çıkardılar. Araplarda yaygın olarak iki çeşit tedavi metodu uygulanıyordu. Bunlardan ilki kâhinlerin usulü, öteki ise tıbbî metod yani ilâçla tedavidir. Kâhinler hastaları okuyup üflemek, sihir yapmak, tapınaklara kurban adayıp dua etmek, yahut nüsha (muska) yazmak gibi uygulamalarla iyileştirmeye Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 Cahiliyeden Risalete Kısa Tarih, Kültür ve Kurumlar çalışırlardı. Bu uygulama sadece Araplara has bir yöntem olmayıp, bütün eski milletlerde yaygın olarak görülen bir tedavi anlayışıdır. Arap tabipler arasında gerçekten yaşadığı bilinenlerin en meşhuru ise Eymü’r-Rebab kabilesine mensup İbn Huzeym’dir. Hâris b. Kelde es-Sakafî Cahiliye Çağının son ünlü tabiplerinden biridir. İslam öncesi dönemde Araplara ait beşeri bilimlerin başında kehanet ve arafet gelir. Kehanet ve arafet genelde aynı anlamda kullanılmış olmakla birlikte bazıları kehanetin geçmişe arafetin ise gelecekteki olaylara ait bilgi verme anlamına geldiği kanaatindedirler. Cahiliye Çağında Araplar kâhinlerin olağanüstü güçlere sahip olduklarına inandıklarından her işlerinde onlara müracaat ederlerdi. Bilhassa aralarında çıkan anlaşmazlıklarda onların yardımına ve neticede verecekleri hükümlere önem verirlerdi. Onlar hasta oldukları zaman da kâhinlerin tavsiyeleriyle şifa bulmaya çalışırlardı. Ayrıca kendi başlarında çözemedikleri her türlü konuda onlara fikir danışırlar, gördükleri rüyaları onlara yordururlar, hatta gelecekte başlarına gelecekler hakkında da onlardan bilgi almaya çalışırlardı. Bu bakımdan kâhinler Cahiliye Çağı Araplarında, felsefe, hukuk, tababet gibi faaliyetlerle meşgul olan, aynı zamanda din adamları sınıfını, yani bu alanlarda uğraşma imtiyazını ellerinde bulunduran ruhanî başkanları temsil ediyorlardı. Hukuk İslam öncesi dönemde bilhassa Hicaz bölgesinde teşkilatlı siyasî bir otorite ve devletin olmaması, yargı faaliyetlerini yürütecek hukuk organının da yokluğuna sebep oluyordu. Bunun yerine kabile hakemleri tahkim ifade olunan bir sistem içinde hukukî faaliyetleri yürütüyorlardı. Dolayısıyla hakemler, devlet otoritesine dayalı bir adliyenin yerine getireceği işleri üstlenirlerdi. Araplarda kabile içinde çıkan hukukî ihtilâflar, yine kabileye mensup hikmet sahibi hakemlere götürülüyordu. Hakemler tanınmış, emin, tecrübeli ve şahsiyet sahibi insanlardan oluşuyordu. Neredeyse her kabilenin en az bir hakemi bulunuyordu. Bunlar aynı zamanda kâhin olarak da tanınmışlardır. Ancak bunlardan başka bazı hakemler bütün kabileler üzerinde güven kazandıkları için, sıradan şahıslar yerine daha ziyade kabileler arasında meydana gelen daha büyük davalara bakarlardı. Zaman zaman büyük kabile anlaşmazlıklarında çözüm için taraflarla hiç akrabalığı bulunmayan ve daha uzak beldelerde yaşayan hakemlere ihtiyaç duyulurdu. Çünkü ancak o durumda mutlak tarafsızlığın gerçekleşeceğine inanırlardı. Nitekim Hz. Muhammed’in dedesi Abdülmuttalib ile diğer Mekkeliler, Zemzem kuyusunun sahipliği konusunda düştükleri ihtilâfın çözümü için Mekke’de veya civarda yaşayan bir hakeme değil, çok uzak bir yolu göze alarak Şam’da bulunan Sa’dü Hüzeym kabilesinin kâhinine gitmeye karar vermişlerdir. Çünkü onlara göre Mekkeli veya yakın bir beldede yaşayan hakemin taraflardan birine Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 Cahiliyeden Risalete Kısa Tarih, Kültür ve Kurumlar uzaktan da olsa akraba olma ihtimali tam anlamıyla tarafsız ve yansızlığa halel getirebilirdi. İslam öncesi Arabistan’da hakemlerin tatbik edecekleri yazılı bir kanun bulunmuyordu. Bundan dolayı hakemler bunun yerine şahsi görüş, örf ve âdete göre hüküm verirlerdi. Ayrıca onların mahkeme sonucunda verdikleri karar, icra ve infaz edilmekten de mahrumdu. Zira bunu gerçekleştirecek bir hukuk organı yoktu. Dolayısıyla hükmün icrası ancak tarafların iyi niyetlerine ve taraflardan lehine hükmolunanın üstün kuvvetine bağlı idi. Bununla birlikte kamuoyu baskısı ve Arapların şereflerine verdikleri önem, alınan kararın icrasını neredeyse garanti ediyordu. Hilfü’l-Fudul: Erdemliler ittifakı Hz. Muhammed’in gençliği döneminde faaliyete başlayan Hilfü’l-Fudül cemiyeti, Arap toplumu içinde alışılmışın dışında yeni bir hukuk kurumu olarak faaliyet göstermiştir. Bu da korumasız bir şahsın hakkının onunla akrabalık bağı olmayan farklı kişiler tarafından alınması girişimidir. Hz. Muhammed’in 20 yaşında olduğu sırada gerçekleşen bu hadisenin sebebi, ticaret amacıyla Yemen’den Mekke‘ye gelen bir tüccarın Sehm kabilesi reislerinden Âs b. Vâil’e satmış olduğu malının parasını tahsil edememesidir. Mağdur Yemenli bunun üzerine Kureyşlilerden kendisine yardımcı olmalarını isteyince, onun çağrısına ilk cevap Teym kabilesi reisi Abdullah b. Cüdân’dan gelmiştir. Daha sonra başta Hâşimoğulları olmak üzere başka Kureyş boyları da buna dâhil olmuşlardır. Abdullah b. Cudân’ın evinde bir araya gelen bu topluluk, Mekke’de haksızlığa uğrayan herkese yardımcı olacaklarına dair söz vermişlerdir. Bu sözleşme Mekke’de Hilfü’l-Fudûl (Faziletliler ittifakı=Erdemliler birliği) olarak isimlendirilmiştir. Hz. Muhammed de bu organizasyona bizzat iştirak etmiş, peygamberliği döneminde bu anlaşmayı övmüştür. (İbn Hişâm, es-Sîre, I, 140-142; İbn Sa’d, et-Tabakât, I,128-129) Din Başta gök cisimlerine tapınmak gibi pek çok kadim inanç sisteminin görüldüğü İslam öncesi Arap toplumunda, bunlardan başka Yahudilik, Hıristiyanlık, Mecusilik, Sâbiilik, Hanîflik ve putperestlik gibi inançlar faaliyet göstermiştir. Yahudilik eski ilâhi kaynaklı büyük dinlerden biridir. Milattan önce ikinci bin yılın başlarında Yahudilik, Hz. İbrahim'in oğlu İshak'la sahneye çıkmıştır. İshak'tan sonra yerine Yakûb geçmiştir. Bu din daha ziyade İsrailoğulları’nın Babil'de geçirdikleri sürgünden sonra yayılma göstermiştir. Milattan önce iki binlere kadar İsrailoğulları Mısır'da üçüncü sınıf insan muamelesi görmüşler, burada adeta tutsak hayatı yaşamışlardır. Nihayet kavmin içinden çıkan Mûsâ (as), Firavun'un zulmüne karşı gelerek onların kurtuluşunu sağlamıştır. İsrailoğulları buradan Mûsâ’nın liderliğinde Ken'an iline ulaşarak kurtulmuşlardır. Ken'an ülkesinde başta Filistinliler olmak üzere çeşitli topluluklarla savaşmak zorunda kalan Yahudiler, Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 Cahiliyeden Risalete Kısa Tarih, Kültür ve Kurumlar M.Ö. 990 dolayında Hz. Davud'un peygamberlik ve liderliğiyle bileşik bir devlet kurmayı başarmışlardır. Bu tarihten sonra Kudüs merkezli olarak bölgede geniş bir yayılma faaliyeti gerçekleştirmişlerdir. Onlar bilhassa Filistin ve Şam topraklarında etkinlikleri artırmışlardır. Bu din İslam’dan önceki dönemde Arabistan’a da girmiştir. Nitekim Hz. Peygmaber’in tebliğe başladığı zamanda Arap yarımadasının dört köşesinde Yahudilere tesadüf edilir. Yahudilik, Arap yarımadasında Medine ve çevresinden başka bu dine mensup tüccarların faaliyetleri neticesinde Yemen’de de yayılma fırsatı bulmuştur. Yahudilikten sonraki ikinci büyük semavi din olan Hıristiyanlık, Filistin bölgesinde doğmuş ilahi kaynaklı evrensel bir inanç sistemidir. Filistin’de doğan Hıristiyanlık daha sonra çok geniş bir coğrafyaya yayılmış, bilhassa Roma’nın desteğini aldıktan sonra bu imparatorluğun hâkimiyeti altında yaşayan milletlerin resmî dini haline gelmiştir. Hıristiyanlık dördüncü miladî asırdan itibaren de Arap yarımadası’na kuzeyde Şam beldeleri, güneyde ise Habeşistan üzerinden girmiştir. Başlangıçta Suriye kanalıyla Arabistan’a ulaşan ilk Hıristiyanlar, doğu kiliseleri arasındaki mezhep ihtilâfları sebebiyle İmparatorluk topraklarında barınamayan muhalif gruplara mensuptur. Onların çabalarıyla bu din Kuzey Arabistan’da sakin Gassânî ve Hîre Arapları arasında yayılmıştır. Irak bölgesinde Hıristiyan olan Arapların çoğu Nastûrî mezhebini benimsemiş ve onlar eliyle Hîre’de hatırı sayılır bir Hıristiyan Arap topluluğu meydan gelmiştir. Güney Arabistan’ın Hıristiyanlık merkezi: Necran Mekkeli bir Hanîf: Varaka b. Nevfel Hıristiyanlık Kuzey Arabistan’dan başka Yemen’de de büyük ölçüde yayılma imkânı bulmuştur. Bu dinin bölgeye ne zaman ve ne şekilde girdiği kesin olarak bilinmemekle birlikte, Bizans Hükümdarı Justinianus zamanında (527-565) Bizans'a bağlı ülkelerden kaçarak Kuzey Yemen'deki Necran'a gelen monofızitler sayesinde Hıristiyanlığın burada yer edinmeye başladığı görüşü yaygındır. İslam'ın doğduğu sırada Sâsânî İmparatorluğu’nun resmî dini olan Mecûsîlik, yarımadadaki Araplar arasında pek fazla ilgi görmemiştir. Bununla birlikte Arabistan’ın bilhassa güneydoğu bölgeleri içinde yer alan Hecer ve Bahreyn’de yaşayan bazı Arap kabilelerinin sınırlı da olsa bu dine girdikleri görülmüştür. Bu dinin Arabistan’da ilgi görmemesinde Sâsânîlerin bu inanç sistemini ulusal din olarak kabul edip başka milletler arasında yaymaya çalışmamalarının, ayrıca siyasî ve ekonomik hâkimiyeti dinlerini yaymaya tercih etmelerinin büyük etkisi vardır. İslam öncesi inançları arasında Hanîflik de öne çıkmaktadır. İslam'ın ilk yıllarına ait şiirlerde hanîf kelimesine farklı, hatta birbirine zıt anlamlar verildiği görülür. Nitekim bu kelimeyle ilgili olarak hem putperest, hem de tevhid ehli şeklinde tanımlamalar yapılmıştır. Hanîf kelimesi Kur’ân'da bir taraftan Hz. İbrahim'in imanını ifade etmek için ve müşrikliğin karşıtı olarak kullanılırken, diğer taraftan Hz. İbrahim'in Yahudi ve Hıristiyan olmadığı (Âl-i İmrân/3: 67; Bakara/2: 135), Ehl-i kitabın Hanîfler olarak Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 Cahiliyeden Risalete Kısa Tarih, Kültür ve Kurumlar Allah'a kulluk etmekle emrolundukları (Beyyine/98: 5) vurgulanmaktadır. Bunlardan başka Hz. Muhammed'e ve ona uyanlara hanîf olarak Allah'a kulluk etmeleri de emredilmiştir (Yûnus/10: 105; Rûm/30: 30). Buna göre Hanîflik müşriklik olmadığı gibi, Yahudilik ve Hıristiyanlık da değildir. Bilakis Allah'ın başlangıçtan itibaren insanlara bildirdiği, insan tabiatına en uygun olan tevhid dinidir. Netice olarak bütün bunlar hanîf kelimesinin Kur’ân'da hem putperestliğin hem de Yahudilerle Hıristiyanların bozulmuş tevhid inancının karşıtı olarak kullanıldığını göstermektedir. Hanîf kavramı Kur'ân'daki anlamıyla hadislerde de yer alır. Nitekim İbn Abbâs'tan rivayet edilen bir hadise göre Hz. Muhammed'e, “Allah katında hangi din daha makbuldür?” diye sorulduğunda. "Kolaylaştırılmış Hanîflik" cevabını vermiştir. (Buhârî/Îmân: 29). Buhârî'de yer alan başka bir rivayete göre de Zeyd b. Amr b. Nüfeyl hakiki dini aramak amacıyla Şam'a gitmiş, rastladığı bir Yahudi ve bir Hıristiyan âlimine dinlerini sorup beklediği cevabı alamayınca kendisine hangi dini önerdiklerini sormuş, onlar da Hanîfliği tavsiye etmişler; Hanîfliğin İbrahim'in dini olduğunu, onun Yahudi ve Hıristiyan olmadığını, sadece Allah'a kulluk ettiğini belirtmişlerdir (Buhârî/Menâkıbü'l-Ensâr: 24). İslami literatürde hanîf olarak nitelenen pek çok kişinin adından bahsedilmekte olup bunların en başta gelenleri şunlardır: Kuss b. Sâide el-İyâdî, Zeyd b. Amr b. Nüfeyl, Ümeyye b. Ebu's-Salt’dır. Mekke’de bulunan Hanîflerin en meşhurlarından olan Varaka b. Nevfel, Hz. Muhammed’in eşi Hz. Hatice’nin amcasının oğludur. O kavminin dinine uymayı reddedip Şam'a giderk Hıristiyan olmuş, burada ayrıca Tevrat ve İncil kitaplarını tahsil etmiştir. Varaka, Allah Resulü’nü ilk vahyi almasının ardından dinledikten sonra kendisine gelenin bütün peygamberlere ilahî emirleri ulaştıran vahiy meleği Cebrail olduğunu söyleyerek onun peygamberliğini müjdelemiştir. (Buhârî/Bedü’l-Vahy: 3). Meşhur Hanîflerden biri de Kureyşli Zeyd b. Amr b. Nüfeyl’dir. O daha hayatta iken cennetlik olduğu müjdelenen sahâbîlerden Saîd b. Zeyd’in babasıdır. Zeyd b. Amr ne Yahudilik ne de Hıristiyanlık’a girmiş, kavminin dinini de terk edip putlara tapmamış, kendisinin sadece Hz. İbrahim'in ilahına inandığını açıklamıştır. İslam’ın doğuşu döneminde Arap yarımadasında en yaygın dinî anlayış şüphesiz putperestliktir. Bu inanç, Sâmî toplumlarındaki inanç sistemlerinin en eski ve en ilkel şeklini temsil eder. Hz. İbrahim’in Mekke‘de Kâbe’yi inşa etmesiyle birlikte Allah’ın birliği inancı (Tevhid) Arap yarımadasında kabul edilmeye başlamış, Mekke zamanla bu anlayışın merkezi olmuştur. Hz. İbrahim döneminden itibaren Mekke, tevhidin merkezi iken zamanla onun soyu bu inancı terk edip Allah’a ortak koşmaya başlamıştır. Cahiliye dönemi kaynaklarında Hicaz’a ve Mekke’ye putperestliğin şehrin yönetimini üstlenen Huzâalılar zamanında getirildiği zikredilir. Nitekim kabilenin reislerinden Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 Cahiliyeden Risalete Kısa Tarih, Kültür ve Kurumlar Amr b. Luhay, ticaret amacıyla gittiği Şam bölgesinde Maab denilen yerde yaşayan Amâlikalıların putlara taptıklarını görmüş, bunun üzerine kendisine de bir put vermelerini talep etmiştir. Amr onların hediye ettikleri Hübel (Ha-Ba’l) isimli putu Kâbe’ye getirerek Zemzem kuyusunun üst tarafına yerleştirip halkına bu puta ibadet etmelerini emretmiştir. Mekke’de putperestliğin sadece liderin bir davranışıyla başladığını ileri sürmek eksik bir hüküm olur. Anlaşılan bu dönemde Mekke’de şirk için uygun bir ortam vardı. Nitekim Araplar, Amr’ın Şam’dan getirdiği Hübel ile iktifa etmeyip zamanla Kâbe’yi sayıları 360’ı bulan putlarla doldurmuşlar, ayrıca Safâ’ya İsâf, Merve’ye ise Nâile isimli putları yerleştirmişlerdir. Araplarda en yaygın inanç sistemi putperestliktir. Taif’te yaşayan Sakîf kabilesi Lât, Medine ve civarında yaşayan müşrik Araplar ise Menât isimli putlara tapmışlardır. Böylece her kabilenin, hatta zamanla her ailenin kendine ait bir putu olmuştur. Kur’ân’da müşriklerin taptıkları Vedd, Süvâ, Yeğûs ve Nesr isimli put adları da geçmektedir. (Nûh/84: 23) Genel anlamda putperest olan Arapların belirgin ortak bir inanç anlayışı yoktu. Onlardan bazıları Tanrı kavramını kökten inkâr etmek suretiyle materyalist bir anlayışla zamana ve tabiata tapınmışlardır. Diğer bir kısmı ise kısmı ise Allah’ın âlemin yaratıcısı ve düzenleyicisi olduğunu kabul etmişlerdir. Nitekim onlar diğer tanrı ve put adlarından ayrı olarak en yüce yaratıcı Tanrı’yı ifade etmek üzere Allah kelimesini de kullanmışlar, özellikle dualarında “yâ Allah” ve daha sık olarak “Allâhümme” tabirlerine yer vermişler. Bu konuda en açık deliller ise Kur’ân’da zikredilir: “Andolsun! Onlara, “Gökleri ve yeri kim yarattı?” diye sorsan, mutlaka, “Onları mutlak güç sahibi, hakkıyla bilen (Allah) yarattı” diyeceklerdir” (Zuhruf/43: 9). “Eğer, yerde ve gökte Allah’tan başka tanrılar bulunsaydı, yer ve gök Cahiliye dönemi Araplarında siyasî ve fikrî birlik bulunmadığı gibi tamamen (bunların nizamı) kesinlikle bozulup gitmişti.”(Enbiyâ, 2l/22). ortak bir akîde de yoktur. Bu dönemin başlıca ibadet şekilleri ise put evleri kurarak buralarda dua, secde ve tavaf etmek, kurbanlar kesmek, tanrıların hoşnutluğunu kazanmak için sadaka vermek gibi faaliyetlerdir. Bu tür ibadetlerin gayesi ise sağlık, afiyet, servet kazanmak, savaşlarda zafere ulaşmak, erkek evlât sahibi olmak gibi imkânlara ulaşabilmeleri için putların ilgi, yardım veya şefaatine erişmekti. Anlaşıldığı kadarıyla Cahiliye Arapları ibadet ve diğer iyilikleri sadece dünyevî beklentiler adına yapmışlardır. Bu da onların âhirete inanmamalarının tabiî bir sonucudur. Nitekim Kur'ân’da müşriklerin öldükten sonra dirilmeyi ve hesabı inkâr ettikleri (Enâm/6: 29; Nahl/16: 38; İsrâ/17: 49) bildirilmektedir. Cahiliye dönemi Araplarının büyük çoğunluğu Allah’ı tanımakla, onu yüce yaratıcı olarak bilmek, hatta dualarında ve yeminlerinde Allah’ın adını sıkça anmakla birlikte, onların Allah inançları oldukça zayıf, bulanık ve muğlâktı. Ancak tehlike anında Allah’a dua ediyorlar, selamete kavuştukları anda ise O’nu Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 Cahiliyeden Risalete Kısa Tarih, Kültür ve Kurumlar unutuyorlardı. Varlığını hatırladıklarında ise doğrudan tek ve mutlak güç sahibi olan Allah’a inanıp bağlanmak yerine, O’nunla kendi aralarında bağ kurduğuna inandıkları ikinci dereceden tanrıları aracı kılıyorlar, kısacası Allah’a ortak (şirk) koşuyorlardı. Şirk, ulûhiyette ve ibadette Allah’ın dışında başka varlıkları ortak koşmak demektir. Onların şirke vesile saydıkları varlık put olabildiği gibi, bir melek, şeytan ya da tabiat güçlerinden biri de olabilirdi. Müşriklerin Allah’a ortak koştukları varlıkların başında ise putlar gelir. Müşrik Araplar önemli işlerinin hallinde putlardan yardım dilemiş, onların önünde çektikleri fal okları ile problemlerine çözüm arayışına girmişler, üstelik bu faaliyeti dinî bir vecibe olarak kabul etmişlerdir. Mekke‘de bu tür uygulamaların gerçekleştirdiği yer ise Hübel putunun bulunduğu mekândır. Sonuç olarak ifade etmek gerekirse, Cahiliye Arap toplumunda hem semavî hem de beşerî dinler var olmakla birlikte, bilhassa Mekke merkezli Hicaz’da hâkim inanç putperestlikti. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 Özet Cahiliyeden Risalete Kısa Tarih, Kültür ve Kurumlar • Arabistan Yarımadası dünyanın en eski yaşam alanlarından biridir. Güney, Kuzey ve Hicaz şeklinde genel olarak üç coğrafi kısma ayrılan yarımadanın özellikle güney ve kuzey bölgelerinde güçlü devletler kurulmuştur. • Hicaz, Arap yarımadasının orta batı kesiminde yer almış ve etrafında bulunan geniş çöller sayesinde büyük devletlerin saldırılarından kendisini koruyabilmiştir. Bölgenin en önemli şehri olan Mekke, bu özelliğini başta Kabe olmak üzere kutsal mekanlara ev sahipliği yapmasından alır. • İslam öncesinde Araplar klasik kabile sistemi içinde yaşamışlardır. Gücün hakim olduğu hayat şartlarında erkek egemen bir aile anlayışı görülmüştür. Bu sebeple aileler daha çok erkek çocuk sahibi olmak istemişlerdir. • İslam öncesi Arap tarihi için her ne kadar Cahiliye dönemi tabiri kullanılmışsa da, bu çağda yaşayan Araplar, çevrelerinde yaşayan insanlardan aşağı kalmayacak kültür eserleri ve bilimseler ilerlemeler sergilemişlerdir, aynı zamanda ilmi, hukuki ve dini kurumlar meydana getirmişlerdir. • Arabistan Yarımadası'nda İslam'dan önce başta Yahudilik ve Hıristiyanlık olmakla birlikte, Sabiilik ve Mecusilik gibi dinler de yayılmıştır. Bilhassa Hicaz'da semavi dinlerle yakından ilgili olan , putperestlikten uzak duran ve kendilerine Hanif adı verilen az sayıda inanç mensubuna rastlanmıştır. Bununla birlikte bölgede en yaygın inanç görüntüsü şüphesiz putperestliktir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 Ödev Cahiliyeden Risalete Kısa Tarih, Kültür ve Kurumlar • Diğer bilim dallarından istifade ederek Cahiliye dönemi sosyal hayatını 200 kelimeyi aşmayacak şekilde yazınız. • Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “ödev” bölümüne yükleyebilirsiniz. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 Cahiliyeden Risalete Kısa Tarih, Kültür ve Kurumlar DEĞERLENDİRME SORULARI Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. 1. Aşağıdaki devletlerden hangisi Güney Arabistan’da kurulmuştur? a) Hireliler b) Nabatiler c) Gassaniler d) Himyerliler e) Tedmürlüler 2. Aşağıdakilerden hangisi Tedmürlüler devleti için doğru değildir? a) Kuzey Arabistan’da kurulmuştur. b) Tarihleri en iyi bilinen Arap devletlerindendir. c) Romalılar tarafından ortadan kaldırılmıştır. d) Zenubiya isimli bir kraliçe tarafından yönetilmişlerdir. e) Habeşistan üzerine sefer düzenlemişlerdir. 3. Mekke şehrinin ilk sakinleri kimlerdir? a) Nizariler b) Amalikalılar c) Huzaalılar d) Kureyşliler e) Cürhümlüler 4. Mekke’de Kureyş hakimiyeti kimin tarafından gerçekleştirilmiştir? a) Abdülmuttalib b. Haşim b) Haşim b. Abdümenaf c) Kusay b. Kilab d) Amr b. Luhay e) Fihr b. Malik Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21 Cahiliyeden Risalete Kısa Tarih, Kültür ve Kurumlar 5. Aşağıdakilerden hangisi Medine’nin özelliklerinden değildir? a) Arabistan’da Yahudilerin yerleşim alanlarındandır. b) Asıl adı Yesrib iken hicretten sonra Medine olarak değiştirilmiştir? c) Evs ve Hazrec kabilelerinin yurdudur. d) Arabistan’ın önemli bir liman şehridir. e) Hayber ve Fedek gibi Yahudi şehirlerine komşudur. 6. Cahiliye döneminde geçim sıkıntısı veya namus endişesi sebebiyle öldürülen kız çocuklarının öldürülmesine ne ad verilir? a) Mevude b) Mazlume c) Maktule d) Masume e) Mahmule 7. Araplar Kufi yazıyı nereden aldılar? a) Mısır b) Irak c) Habeşistan d) İran e) Yemen 8. Aşağıdakilerden hangisi Klasik Arapça’yı temsil etmez? a) Kur’an-ı Kerim b) Hadisler c) alife mektupları d) Eyyamü’l-Arab e) Abbasi dönemi şiirleri Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22 Cahiliyeden Risalete Kısa Tarih, Kültür ve Kurumlar 9. Araplarda tıp ilmi hakkında aşağıdakilerden hangisi doğrudur? a) Araplar tıp ilmini daha ziyade Habeşlilerden almışlardır. b) İmruü’l-Kays en meşhur Arap tabiplerindendir. c) Araplar İranlılardan bazı tedavi yöntemlerini almışlardır. d) Araplar sadece büyücüler vasıtasıyla tedavi uygulmışlardır. e) Araplar açtıkları hastanelerde pek çok tabip yetiştirmişlerdir. 10.Putperest Araplar için aşağıdakilerden hangisi söylenemez? a) Putperes Arapların tamamı Allah’ın varlığını inkar ediyordu. b) Onlar, iyilikleri ancak dünya menfaati için yapıyorlardı. c) Büyük bir kısmı ahrete inanmıyordu. d) Putları Allah’a şirk koşuyorlardı. e) Bazen Tanrı’yı ifade etmek için Allah kelimesini kullanıyorlardı. Cevap Anahtarı 1-d; 2-e; 3-b, 4-c; 5-d; 6-a; 7-b; 8-e; 9-c; 10-a Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23 Cahiliyeden Risalete Kısa Tarih, Kültür ve Kurumlar YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR Ahmed Refik. (tsz.). Târîh-i Umûmî, I-VI. İstanbul (Dersaadet). Aksun, Ziya Nur. (1994). Osmanlı Tarihi, I-VI. İstanbul. Akşit, Oktay. (1976). Roma İmparatorluğu Tarihi. İstanbul. Altıntaş, Ramazan. (1996). Bütün Yönleriyle Cahiliyye. Konya. Apak, Adem. (2011). Anahatlarıyla İslam Tarihi I (Hz. Peygamber Dönemi). İstanbul. Avcı, Casim-Şentürk, Recep. (1996). “Kabile”. DİA, XIV, 30. Bailly, Auguste. (tsz.). Bizans Tarihi, I-II. (Çev. Haluk Şaman). İstanbul: Tercüman, 1001 Temel Eser. Büyükcoşkun, Kudret. (1991). “Arabistan”. DİA, III, 248-251. Çağatay, Neşet. (1957). İslam Öncesi Arap Tarihi ve Cahiliye Çağı. Ankara. Çağrıcı, Mustafa. (1991). “Arap”. DİA, III, 319. Çetin, Nihat. (1973). Eski Arap Şiiri. İstanbul. Fayda, Mustafa. (1992). “Cahiliyye”. DİA, VI, 17-19. Hasan, Hasan İbrahim. (1996). Siyasî-Dînî-Kültürel-Sosyal İslam Tarihi, I-X. (Çev. İsmail Yiğit-Sadreddin Gümüş). İstanbul. Hıttı, Philip K.. (1980). Siyasî ve Kültürel İslam Tarihi, I-V. (Çev. Salih Tuğ). İstanbul. İbn Abdilhakem, Ebu’l-Kasım Abdurrahman b. Abdillah (257/870). (1991). Futûhu Mısr ve Ahbâruhâ. (thk. Charles Torrey). Kahire. İbn Hişam (218/833). (tsz.). es-Siretü’n-Nebeviyye, I-VI,. (thk. Mustafa Sakkaİbrahim Ebyari-Ebu’l-Hafız Şelebi). Beyrut. İbn Hurdazbih, Ebu’l-Kasım Ubeydullah b. Abdillah (280/893). (1967). Kitabu’lMesâlik ve’l-Memâlik. Leyden. İbn Sa’d (231/845). (tsz.). et-Tabakatü’l-Kübra, I-VIII. Beyrut. İstahrî, Ebû İshak İbrahim Muhammed el-Farisî (340/951). (1967). Kitabu’l-Mesâlik ve’l-Memâlik. Leyden. Küçükaşçı, Mustafa Sabri. (1998). “Hicaz”. DİA, XVII, 433. Marek, Kurt W.. (1982). Tanrılar, Mezarlar, Bilginler. (Çev. Hayrullah Örs) İstanbul. Mes'ûdî, Ebu’l-Hasan Ali b. Hüseyn b. Ali (345/956). (1964). Mürûcü'z-Zeheb, I-IV. (thk. M. Muhyiddin Abdulhamid). Mısır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24 Cahiliyeden Risalete Kısa Tarih, Kültür ve Kurumlar Meydan Larousse, I-XIII. (Meydan Gazetecilik). (1987). İstanbul. Ostrogorsky, Georg. (1995). Bizans Devleti Tarihi. (Çev. Fikret Işıltan). Ankara. Özaydın, Abdülkerim. (1991). “Arap”. DİA, III, 321. Palabıyık, M. Hanefi. (2007). “Cahiliye Dönemi ve İslam’ın İlk Yıllarında OkumaYazma Faaliyetleri”. Erzurum: Atatürk Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, sayı: 27, s. 31-68. Sarıcık, Murat. (2002). İslam Öncesi Cahiliyye Kültürü. Isparta. Şevki Dayf. (1960). el-Asru’l-Cahili. Kahire. Watt, M. Montgomery. (1986). Muhammed Mekke’de. (Çev. Rami Ayas-Azmi Yüksel). Ankara. Yâkût el-Hamevî, Şihabüddin Yakut b. Abdullah (626/1229). (1975). Mu‘cemu’lBuldân, I-V. Beyrut. Zeydan, Corci. (1970). İslam Medeniyeti Tarihi, I-IV. (Çev. Zeki Meğamiz). İstanbul. Zeydan, Corci. (tsz.). el-Arab Kable’l-İslam. (thk. Hüseyin Munis). Kahire. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 25 HEDEFLER İÇİNDEKİLER + DÖNEMİNDE HZ. PEYGAMBER DİNİ, KÜLTÜREL ve ADLİ i KURUMLAR • Dini Kurumlar • Namaz ve Mescid • Zekât • Hac • Eğitim-Öğretim ve Kültür • Eğitim-Öğretim • Kültür • Adalet Kurumu • Merkez • Taşra • Hz Peygamber’in Kâdîları İSLAM KURUMLARI ve MEDENİYETİ TARİHİ • Bu üniteyi çalıştıktan sonra; • Hz. Peygamber dönemindeki dini kurumların önem ve fonksiyonunu kavrayabilecek, • Hz. Peygamber dönemindeki eğitim-öğretim kurum ve faaliyetleri ile dönem kültürünün genel özelliklerini kavrayabilecek, • Hz. Peygamber dönemindeki adli kurumların yeri ve gerekliliğini anlayabilecek, • Hz. Peygamber döneminin din, öğretim ve adliye kurumları arasındaki bağlantıyı kurabileceksiniz. ÜNİTE 4 Hz. Peygamber Döneminde Dini, Kültürel ve Adli Kurumlar GİRİŞ Bu ünitede Hz. Peygamber dönemindeki dini, kültürel ve adli kurumlar ele alınarak, işleyişleri ve görevlileri hakkında bilgi verilecektir. Şüphesiz hiçbir kurum ve yapı tek başına anlamlı değildir. Diğer kurumlarla birlikte ve kendi sistemi içinde değerlendirilmelidir. Bu yüzden Allah Resulü’nün hayatını, dönemini ve zamanında oluşturduğu yapı ve kurumları bir bütün olarak ve tüm sistemi birlikte düşünmelidir. DİNİ KURUMLAR İnsanın yaratılışında inanma, ibadet etme veya tapınma ihtiyacı vardır. Yani insan, aklını, kalbini ve midesini gerekli şeylerle doldurmaya muhtaçtır. İnsanı hangi yönden ele alırsak alalım, bir ihtiyaç içindedir. İnsanın canlılığını devam ettirebilmesi için midesini doyurması, orada hazmedilen yiyeceklerin vücudun belli yerlerine dağılması ve bunlar sayesinde vücudun fizyolojik fonksiyonlarını yerine getirmesi şarttır. Nasıl ki insan, az veya çok, yeterli veya yetersiz gıda almaya mecbursa; yaratılıştan kendine verilen inanma ve ibadet etme ihtiyacını da gidermeye mecburdur. Yemek, içmek vakıası gibi iman ve ibadet vakası da reddedilemez bir şekilde sürüp gelmiştir. Asırlar boyunca bu ihtiyacı, Allah’ın dini veya batıl dinlerle gideren insan topluluklarını görüyoruz. Yüce Allah’ın gönderdiği peygamberler, insanlara hak dini tebliğ etmek ve bu dinin ibadetlerinin nasıl yapıldığını göstermek vazifesini yerine getirdiler. Peygamberler zincirinin son halkası olan Hz. Peygamber de, kendinden önceki peygamberler gibi bu vazifesini en güzel bir şekilde yerine getirdi. Ümmetine namaz kılmayı, oruç tutmayı, zekat vermeyi, kurban kesmeyi, bayram etmeyi, hac ve umre yapmayı öğretti. Yüce Allah’ın emrettiği ve Hz. Peygamber’in de nasıl yapılacağını öğrettiği ibadetlerin başında namaz gelir. Namaz Sözlükte namaz, dua etmek, övmek, tazim etmek, hayır duada bulunmak gibi manalara gelir. Yüce Allah, bir ayette meal olarak şöyle buyurur: “(Ey Muhammed! Sen) onlara dua et! Çünkü senin duan onlar için bir huzurdur.” (Tevbe/9: 103) Dini bir terim olarak namaz, tekbir ile başlayıp selam ile tamamlanan özel fiil ve sözlerden ibaret bir ibadettir. İslam dininde farzların en önemlisi namazdır. Kıyamet gününde insanın ilk hesaba çekileceği konu namaz olacaktır. Namaz, inancın dışa ve topluma yansıyan Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 Hz. Peygamber Döneminde Dini, Kültürel ve Adli Kurumlar belirtilerinin başında gelir. Namaz kalbin nuru, gönlün süruru, ruhun gıdası, müminin miracı, kulun yüce yaratıcı ile aracısız buluşma ve konuşma halidir. Kur’ân-ı Kerîm’in çeşitli ayetlerinde, İslam’dan önceki ilahi dinlerde de namazın emredildiği haber verilir. Önceki peygamberlerin kıldıkları ve ümmetlerinden de kılmalarını istedikleri namaz, Mekke’de Hz. Peygamber’in peygamberliğinin başlangıç yıllarında kılınması istenen bir ibadettir. Mekke döneminin başlangıç yıllarında Cebrail , Hz. Peygamber’e gelerek, onu Akabe denilen yere götürmüş, orada fışkıran su ile önce Hz. Cebrail, sonra Hz. Peygamber abdest almış ve birlikte iki rekat namaz kılmışlardı. Hz. Peygamber, sevinçli bir halde eve gelmiş ve eşi Hz. Hatice’yi de oraya götürmüş, birlikte abdest alarak iki rekat namaz kılmışlardı. Kimi alimlere göre aşağıdaki ayet mealleri, bu gizli namaz dönemiyle ilgilidir: “Namazında ne yüksek sesle oku ve ne de sesini alçalt, ama ikisi arasında bir yol ara!” (İsrâ/17: 110) “Kendi kendine, yalvararak ve ürpererek, yüksek olmayan bir sesle sabah akşam Rabbini an ve (sakın) gafillerden olma!” (A’râf/7: 205 ) İslam’ın ilk yıllarında namaz, genel kabule göre yalnız sabah güneşin doğmasından önce ve akşam güneşin batmasından sonra olmak üzere ikişer rekat kılınıyordu. Daha sonra Miraç gecesinde beş vakit namaz farz kılındı. Yaygın kabule göre Hz. Cebrail’in, Hz. Peygamber’e Kabe’de, namaz vakitlerini göstermek üzere imamlık etmesi Miraç olayının ertesi günü olmuştur. Namazın farz olması kitap, sünnet ve icmâ ile sabittir. Cuma namazı ve bayram namazlarının dışındaki namazlar münferiden kılınabileceği gibi cemaat halinde kılınması daha makbuldür ve sevabı daha çoktur. Cemaat halinde kılınan namazın en güzeli de, camide imamın arkasında kılınanıdır. Mescid: Müslümanların topluca ibadet ettikleri yere “mescid” veya “cami” denilmektedir. Bu iki kavram birbirinin yerinde kullanıldığı gibi bazen ikisi birlikte “el-mescidü’l-cami” şeklinde de kullanılmıştır. İslam’ın ilk devirlerinde ibadethaneler, “mescid” diye anılırken daha sonra küçük ibadethaneler “mescid”, cuma ve bayram namazlarının kılındığı büyük ibadethaneler de “cami” diye anılmaya başlamıştır. Bununla birlikte bazı İslam memleketlerinde küçük-büyük bütün ibadethanelerin “mescid” adıyla anıldığı müşahede edilmektedir. Mescid kelimesi, Arapçada “eğilmek, baş eğmek, alnı ve burnu birlikte yere koymak” manalarına gelen “scd” sülasi kökünden ism-i mekandır. “Secde edilen yer” manasına gelir. Cami kelimesi ise Arapçada “parçaları bir araya toplamak, bir şeyin bir kısmını diğer kısmına koymak, uzlaştırmak, barıştırmak, bir işe azmetmek Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 Hz. Peygamber Döneminde Dini, Kültürel ve Adli Kurumlar ve elbise giymek” manalarına gelen “cma” sülasi kökünden ism-i faildir. “Bir araya toplayan, bir arada uzlaştıran” manasına gelir. Bu kelime, Hicri dördüncü asırdan itibaren kullanılmaya başlamıştır. Mescid kelimesi, Kur’ân-ı Kerîm’de müfred, cemi ve izafet terkibi şeklinde yirmi beş yerde geçmektedir. Hadis kitaplarında ve diğer İslam kaynaklarında da “Mescid ” kelimesi, mabed manasında kullanılmıştır. Yeryüzünde yapılan ilk mabed, Mekke’deki Kabe olduğu gibi; İslam tarihinde özel mahiyetteki ilk mescid de Mekke’de, Ammar b. Yasir’in evinin bir köşesinde yaptığı mesciddir. Bundan ayrı yine Mekke’de, Hz. Ebu Bekir’in evinin bir bölümünü mescid olarak ayırdığı bilinmektedir. Hz. Peygamber, 622 yılında Mekke’den Medine’ye hicret ettiğinde Medine topraklarındaki Kuba köyünde, Gülsüm b. Hidm’in evine misafir olmuş ve burada Kur’ân-ı Kerîm’de “takva üzere inşa olunan mescid” diye bahsedilen İslam tarihinin ilk mescidini yapmıştır. Hacca ve umreye gidenlerin ziyaret ettikleri “Kuba Mescidi” işte bu mesciddir. Hz. Peygamber, Kuba’da beş gün kaldıktan sonra Medine’ye hareket etti. Medine’ye geldiğinde serbest bıraktığı devesi, Neccar oğullarının boş bir arsasına çöktü. Bu arsa, Sehl ve Süheyl adında iki yetim kardeşe aitti. Hz. Peygamber, çocuklardan bu arsayı bedelini ödeyerek satın almak istedi. Çocuklar, arsayı parasız vermek istedilerse de Hz. Peygamber kabul etmedi. On dinara (altın) alınan arsanın bedelini Hz. Ebu Bekir ödedi. Bu arsaya en yakın ev, Ebu Eyyub el-Ensarî’nin eviydi. Hz. Peygamber, bu arsa üzerinde başlattığı mescid inşaatı tamamlanıncaya kadar Ebu Eyyub’a misafir oldu. Bu arsa üzerine yapılacak mescidin planını bizzat Hz. Peygamber çizdi bu plana göre yapılacak mescid üç ana bölümden oluşmaktaydı: Mescid Suffa Hucurat Bu mescidin temelleri taştan, duvarları da kerpiçten yapıldı. Üzeri de hurma gövdesi, dalları ve yaprakları ile kapatıldı. İlk zamanlar kıblesi, Kudüs’e doğru idi. Hicretin on altıncı ayında gelen ayet ile kıblesi Mekke’ye/Mescid-i Haram’a yani Kâbe’ye doğru çevrildi. Mescidin doğu tarafına Hz. Peygamber’in odaları yapıldı. Giriş tarafındaki gölgelik (zulla) de “Suffa” olarak tarihe geçti. İnşaatın tamamı yedi ay içerisinde bitirildi. İnşaat bittikten sonra Hz. Peygamber, Mekke’den getirttiği eşi Sevde’yi ve çocuklarını kendi evine yerleştirdi. Sonradan evlendiği her eşi için buraya bir “oda” (hucre/hucurât) daha yaptırdı. Ezanın meşru kılınmasından sonra Hz. Bilal, günde beş vakit ezan okuyor ve bu mescid arı kovanı gibi dolup taşıyordu. Medineliler, günde beş vakit namaz için burada toplanıyorlardı. Hz. Peygamber ile görüşüyorlar ve onun yaptıkları sohbetlerden istifade ediyorlardı. Cuma günü de Medine’nin çevresindeki Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 Hz. Peygamber Döneminde Dini, Kültürel ve Adli Kurumlar mahallelerde ve köylerde oturan Müslümanlar buraya geliyor, Cuma namazı kılıyor ve birbirleri ile kaynaşıyorlardı. Mescid, bir su kaynağı gibi herkesin uğradığı bir merkez haline geldi. Hz. Peygamber’in evi mescidin bitişiğinde olduğu için, onu arayan ya mescidde veya evinde buluyordu. Mescidde kadınlar için de bir yer ayrılmıştı. Beş vakit namaza gelen kadınlar, birbirleri ile görüşüyorlar ve sohbet ediyorlardı. Muhacir ve Ensar kadınlarının aralarındaki sevgi ve saygı bağı artarak gelişiyordu. Ayrıca mescide devam eden kadınlar, din ile ilgili sorularını bizzat Hz. Peygamber’e sorarak cevaplarını alıyorlardı. Mekke’den gelen Muhacir Müslümanlarla Medineli Müslümanlar, namaz vakitlerinin dışında da mescide geliyorlar, oturuyorlar ve birbirleri ile sohbet ediyorlardı. Bu iki toplum burada birbiri ile kaynaşıyordu. Zaman zaman Hz. Peygamber de gelip aralarına oturuyor ve onları bilgilendiriyordu. Sahabe, işte bu sohbetlerde yetişti. Mescidin bitişiğindeki suffa da bekar delikanlılar, Medine’ye yeni gelen Muhacirler ve Hz. Peygamber’i görmeye gelen misafirler kalırdı. Yani burası hem talebe yurdu, hem misafirhane hem de okuldu. Hz. Peygamber, hemen hemen her namazdan sonra bunların yanına uğrar, kısa da olsa kendileriyle sohbet etmeyi ihmal etmezdi. Hz. Peygamber’in vefatından sonra İslam’ı Arap yarımadasının dışına taşıyan nesil, işte burada yetişen nesildir. Hicretten sonra Medine’de bir ibadet merkezi olarak yapılan mescid, aynı zamanda eğitim merkezi, talebe yurdu, misafirhane, istişare yeri, hastane, mahkeme salonu, toplantı yeri, elçileri kabul salonu ve uğurlama yeri gibi görevleri de yerine getiriyordu. Zekat Zekat, sözlükte “artma, çoğalma, arıtma, bereket ve övme” manalarına gelir. Bir fıkıh terimi olarak zekat şöyle tarif edilir: “Belli mal çeşitlerinin belirli bir bölümünü, yüce Allah’ın belirlediği Müslümanlara mülk olarak vermektir.” Müminlerin, Allah’ın emirlerine uymadaki sadakatlerini gösterdiği için zekata “sadaka” da denilmiştir. Bununla birlikte sadaka kelimesi, zekattan daha kapsamlı olup, vacip ve nafile kabilinden olan bağışları da içine alır. Allah rızası için ayrılıp verilen mala zekat denilmesi, geride kalanı arıtması ve afetlerden koruması yüzündendir. Şu ayet-i kerimede bu anlamı görmek mümkündür: “Müminlerin mallarından zekat al ki, onunla kendilerini temizleyip mallarını bereketlendirsin.” (Tevbe/9: 103) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 Hz. Peygamber Döneminde Dini, Kültürel ve Adli Kurumlar Diğer yandan zekat, ödeyicisini günahtan temizler ve onun manevi derecesini yüceltir. Zekatı verilen mal da kirlerden temizlenir, bereketlenir, arıduru bir hale gelir. Zekat İslam’ın beş temel esasından biridir; Hicretin ikinci yılında Şevval ayında Ramazan orucu ve fitreden sonra farz kılınmıştır. Zekat, yirmi yedi ayette namazla birlikte zikredilmiştir. Bu durum namaz ile zekat arasında sıkı bir ilişkinin bulunduğunu gösterir. Zekat, önceki peygamberlere de genellikle namazla birlikte emredilmiştir. Zekatın farz oluşu kitap, sünnet ve icmâ ile sabittir. Zekat farz olan bir ibadet olduğu için, doğrudan yükümlü tarafından zekat niyetiyle yerine getirilmesi asıldır. Ancak zekatın mali yönünün bulunması, daha başlangıçta onun devlet eliyle toplanmasını gerekli kılmıştır. Bu yüzden farz kılınışının ardından zekatı toplama ve ihtiyaç sahiplerine ulaştırma işini devlet üstlenmiştir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Peygamber’e zenginlerin mallarından zekat alması emredilmiştir. Ayrıca bu işin, birtakım görevliler (amiller) eliyle yapılmasına işaret edilmiş ve kendilerine, bu görevlerine karşılık olarak zekat gelirinden pay verilmesi istenmiştir. Yüce Allah, mealen şöyle buyurmaktadır: “Sadakalar (zekatlar) Allah’tan bir farz olarak ancak yoksullara, düşkünlere, (zekat toplayan) memurlara, gönülleri (İslam’a) ısındırılacak olanlara, (hürriyetlerini satın almaya çalışan) kölelere, borçlulara, Allah yolunda olana, yolda kalana mahsustur. Allah pekiyi bilendir, hikmet sahibidir.” (Tevbe/9: 60) Hz. Peygamber zamanında bu ayetin gereği olarak, zekatı toplama ve hak sahiplerine dağıtma işi genellikle devlet memurları tarafından yapılmıştır. Hz. Peygamber’in Muaz b. Cebel’i Yemen’e vali olarak gönderirken, “Onlara söyle, Allah, onların mallarında zekatı farz kıldı. Bu zekat onların zenginlerinden alınır ve oranın yoksullarına verilir.” (Buharî, Zekat 1 )buyurması bir uygulama örneğidir. Aynı zamanda belde ve bölgelerin yerinden yönetimi için bir teşviktir. Dört halife ve daha sonraki dönemlerde zekatı toplama ve hak sahiplerine dağıtma işi genellikle devlet memurları tarafından yapılmıştır. Zekat memurlarının maaşları, beytülmalin “zekat fonu”nda toplanan zekatların sekizde biri üzerinden ödenirdi. Zekat memurları Hz. Peygamber, Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer devirlerinde her çeşit zekata tabi malların zekatını toplarken, Hz. Osman devrinden itibaren özellikle zahiri mallar denilen tarım ürünleri ile hayvanların zekatlarını toplamakla görevlendirildiler. Hz. Osman döneminde zengin Müslümanlar, paralarının zekatını kendileri verebiliyordu. Ancak mal sahibinin gizli mal denilen altın, gümüş, nakit para ve ticaret mallarının zekatını vermediği belirlenirse, yine devlet eliyle alınırdı. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 Hz. Peygamber Döneminde Dini, Kültürel ve Adli Kurumlar Hac Hac sözlükte “kast etmek, yönelmek” anlamlarına gelir. Bir fıkıh terimi olarak hac şöyle tarif edilir; “Mekke deki Kâbe’yi ve çevresindeki kutsal sayılan özel yerleri, belirli vakitte, önceden hac niyetiyle ihrama girerek, usulüne göre, yani vakfe ve tavaf yaparak ziyaret etmekten ibaret olan ve İslam’ın şartlarından birisini teşkil eden mali ve bedeni bir ibadettir.” Hac ibadeti, Hz. İbrahim ile başladı; Hz. Peygamber’e kadar devam etti. Hz. Peygamber, Cahiliye devrinde bozulan ve saptırılan hac ibadetini asli şekline döndürdü. Hicretin dokuzuncu senesinde farz olan hac ibadeti, Hz. Ebu Bekir’in idaresinde yapıldı. Onuncu senede de bu ibadeti bizzat Hz. Peygamber’in kendisi idare etti. Hz. Ebu Bekir’in “emir” olarak tayin edilmesi, bu ibadetin devlet eliyle yönlendirilmesi gereken bir kurum olduğunu göstermektedir. Veda Haccı’nda da işin başında Hz. Peygamber vardı. Hz. Peygamber’in vefatından sonra da bu görevi ya halifeler veya halifelerin tayin ettiği “hac emirleri” yerine getirirdi. Tayin edilen hac emirlerinin görevi, bu ibadetin emniyet ve huzur içinde yerine getirilmesidir. Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer, halifeliklerinin ilk yılında hac emiri tayin edip ertesi yıl bizzat hacca gitmişler; Hz Osman halifeliğinin ilk ve son yılları hariç her yıl hacca gitmiş; Hz. Ali ise, iç karışıklıklar sebebiyle hilafet yılları içinde hacca gitmeye hiç fırsat bulamamıştır. Dört halifenin bu uygulaması, sonradan gelen halifeler için uyulması gereken bir yol olmuştur. Özellikle Osmanlı sultanları, bu konuda Hz. Ali’nin yolunu takip etmişlerdir. Hz. Peygamber, Veda Haccı’nda zaman zaman değişik yerlerde yaptığı konuşmalarda, Müslümanları hac ibadeti hakkında bilgilendirdi. Ayrıca kendisine sorulan sorulara cevap verdi ve haccın nasıl yapılacağını bizzat gösterdi. Hac ibadeti bugüne kadar onun yaptığı ve gösterdiği şekilde yapıldı, kıyamete kadar da onun gösterdiği şekilde yapılmaya devam edecektir. EĞİTİM-ÖĞRETİM VE KÜLTÜR Eğitim-Öğretim Hz. Peygamber, çevresindeki insanların eğitim ve öğretimine çok önem verdi. İnsanların bilgi ve amel seviyesini yükseltmek için çok uğraştı; bunu da başardı. Hz. Peygamber’in en büyük başarılarından biri de budur. O, Cahiliye toplumundan sahabe nesli gibi mümtaz bir nesil çıkarmıştır. Hem de az zamanda, az masrafla, ama çok gayretle bu neticeyi elde etmiştir. Bugün devletlerin eğitimöğretim için ayırdıkları bütçelere ve yapılan masraflara baktığımızda bu başarı daha iyi anlaşılmaktadır. Bilindiği gibi bu dinin ilk emri “Oku!” emri ile başlamaktadır. Okumak, Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 Hz. Peygamber Döneminde Dini, Kültürel ve Adli Kurumlar öğrenmek ve bilmekle alakalı birkaç ayetin meali şöyledir: “Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı bir aşılanmış yumurtadan yarattı. Oku! İnsana bilmediklerini belleten, kalemle (yazmayı) öğreten Rabbin, en büyük kerem sahibidir.” (Alak/96: 1-5) “Kur’an okuduğun zaman o kovulmuş şeytandan Allah’a sığın!” (Nahl/16: 98) “De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer/39: 9) “Allah, içinizden iman edenlerin ve kendilerine ilim verilenlerin derecelerini yükseltir.” (Mücadele/58: 11) Konu ile alakalı birkaç hadis-i şerifin meali de şöyledir: “Allah, hakkında hayır dilediği kimseye, din hususunda derin bir anlayış verir.” (Buhari/İlim: 10) “Yalnız şu iki kimseye gıpta edilir: Birincisi Allah’ın kendisine ihsan ettiği malı hak yolunda harcayıp tüketen kimsedir. İkincisi de, Allah’ın kendisine verdiği ilimle yerli yerince hükmeden ve onu başkalarına da öğreten kimsedir.” (Buhari/İlim: 15) “Kim ilim tahsili için yola çıkarsa, Allah o kişiye cennetin yolunu kolaylaştırır.” (Müslim/Zikir: 39) Bilindiği gibi Hz. Peygamber’in peygamberlik yılları Mekke devri ve Medine devri olmak üzere ikiye ayrılır. Mekke devrinin eğitim-öğretim merkezi Daru’lErkam, Medine devrindeki merkez de Mescid ve Suffa’dır. Hz. Peygamber, Mekke’de tebliğ görevini üslendiği tarihten itibaren İslam dinini kabul edenleri eğitmekle meşgul olmuştur. O, daha Mekke döneminde, kendisine vahyedilen ayetlerin yazılmasını ve çoğaltılarak öğrenilmesini teşvik etmiştir. Mekke döneminin ilk yıllarında Erkam’ın evini bir eğitim-öğretim merkezi olarak kullanmıştır. Burada, Kur’ân ayetleri okunup yazılıyor, dini bilgiler veriliyor ve bu bilgilerin uygulaması yapılıyordu. İslam’ı öğrenmek isteyenler de buraya geliyorlardı. Hz. Peygamber Hicretten iki yıl önce Mekke’ye gelip Akabe mevkiinde Müslüman olan Medinelilerin eğitimi ile de ilgilenmiş; onların isteği üzerine Kur’ânAtatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 Hz. Peygamber Döneminde Dini, Kültürel ve Adli Kurumlar ı Kerim’i ve İslam’ın prensiplerini öğretmek için Mus’ab b. Umeyr’i öğretmen olarak Medine’ye göndermiştir. Mus’ab da kısa zamanda İslam dinini Medine şehrinde yaymış ve bu dini kabul eden yeni Müslümanların eğitim-öğretimini en güzel şekilde başarmıştır. Hicretten sonra Medine’de Hz. Peygamber ‘in ilk ve önemli faaliyetlerinden birisi, bir ibadet yeri olmasının yanında aynı zamanda eğitim-öğretim merkezi olan Medine mescidini inşa etmek olmuştur. Mescidin bitişiğindeki Suffa denilen mekanda kalan bazı genç sahabiler, Kur’ân-ı Kerîm okumayı ve yazı yazmayı öğreniyorlardı. İslam’ın temel esaslarını öğrenmek için çeşitli bölgelerden Medine’ye gelenlerin bir kısmı da Suffa’da kalıyordu. Burası yatılı öğrenci yurduydu. Mescid de okuldu. Burada kalan öğrenci sayısının kimi zaman dört yüze ulaştığı oluyordu. Hz. Peygamber, burada bizzat kendisi ders verdiği gibi Kur’ân-ı Kerîm ve yazı öğretmek üzere öğretmenler de tayin ediyordu. Sahabe-i kiramdan Ubade b. Samit ve Ubey b. Ka’b, burada öğretmenlik yapanlardandı. Hz. Peygamber, Suffa ashabını ve çevresini hem bilgilendiriyor hem de eğitiyordu. Kazandıkları bilgi ile nasıl amel edeceklerini uygulamalı bir şekilde gösteriyordu. Gereği yerine getirilmeyen bir bilginin insana yük olacağını hatırlatıyordu. Herhalde eğitim-öğretim metotlarının en güzeli de budur. Hz. Peygamber, her işte olduğu gibi bu işte de en güzel olanını yapıyordu. O dönemde idareci ve memurların yetişmesi için Suffa’dan ayrı bir mekan yoktu. Merkezdeki büyük mescidin dışında bir de mahalle mescidleri vardı. Sayıları dokuza varan bu mescidlerde de halk eğitiliyordu. Halkın eğitildiği bu mekanlarda eğitim-öğretim görenler, her çeşit idari görevlerde istihdam ediliyorlardı. Hz. Peygamber’in eğittiği insanlar arasında hafızlar, kıraat alimleri, hâkimler, valiler, ülkeler fetheden ordu komutanları, devlet adamları ve devlet başkanları yetişmiştir. Hz. Peygamber bilginin yaygınlaşmasını teşvik etmiş, insanlardan bildiklerini başkalarına aktarmalarını istemiştir. Taşradan Medine’ye gelip burada bir müddet kalan ve İslam’ı öğrenen heyetlere, bölgelerine dönüp, öğrendiklerini insanlara öğretmelerini istemiştir. Hz. Peygamber, yoğun ve titiz bir çalışma sonunda, Cahiliye örf ve adetleri üzerine yaşayan bir toplumun fertlerini eğitmiş ve yepyeni bir toplum, yani İslam toplumu oluşturmuştur. Bu muazzam dönüşüm, eğitim-öğretim sayesinde mümkün olmuştur. Kültür Cahiliye kültürüyle yetişmiş olan Arap toplumunun yaşantısını değiştirmek Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 Hz. Peygamber Döneminde Dini, Kültürel ve Adli Kurumlar kolay olmadı. Hz. Peygamber, kendini bu toplumu değiştirmeye adadı ve bunu başardı. Ferdin ruh yapısından toplumun ortak algısına kadar, ticaret hayatından ziraata kadar, aile hayatından devlet yapısına kadar her şeyi değiştirdi. Bilindiği gibi bu kolay olmadı. Bu kültürel değişimi hazmedip vahiy kültürünü benimseyen samimi Müslümanların yanında bu değişimi hazmedemeyen ve Hz. Peygamber’in vefatından sonra dinden dönenler de vardı. Hz. Peygamber’in İslam’ı yaymaya başladığı Hicaz bölgesinin üç şehrinde üç ayrı kültür vardı. Mekkeliler ticaretle meşgul oldukları için maddi durumları ziraatla uğraşan Tâiflilerden ve Medinelilerden daha iyiydi. Bu şehirde para bolluğu ve çok paranın getirdiği güzel bir yaşantı vardı. Zenginlerin evlerinde hizmetçi erkekler ve hizmetçi kadınlar bulunuyordu. Bu hizmetçiler, daha ziyade Mekkeli olmayan yoksul insanlardı. Medine’de oturan müşrik Araplar ziraatla, Yahudiler ise hem ziraat hem ticaretle meşgul olurlardı. Bu şehirde yaşayan insanların hayatında ziraat, hurma ağacı, hayvan ve daha ziyade deve vardı. Kültür de bunların çevresinde oluşmuştu. Tâif, bu iki şehre nispetle rakımı yüksek olan bir yerde kurulmuş bir şehirdi. Tâif’te üzüm bağları, bahçeler ve tarlalar vardı. Burası bitkisel ve hayvansal ürünlerin merkeziydi. Zengin Mekkelilerin Tâif’te üzüm bağları ve yazlıkları vardı. Mekkelilerin, bu iki şehir halkı ile yakından ilgileri vardı. Hem Medineliler hem de Tâifliler, Hac Mevsimin de Mekke’ye gelir, Kabe’yi tavaf eder, arkasından da kendi putlarını ziyaret ederlerdi. Mekkelilerin Tâif’te üzüm bağları ve yazlıkları vardı. Suriye ticaretine çıktıkları zaman da Medine’den geçerlerdi. Medine onların kuzeye giden ticaret yollarının üzerinde bulunuyordu. Mekkeliler, ticaretle meşgul oldukları için Yemen’den Bizans’a kadar Habeşistan’dan Fars ülkesine kadar uzayan geniş bir coğrafyayı avuçlarının içi gibi biliyorlardı. Mekke’deki okur-yazarların sayısı Medine’dekilerden fazlaydı. Çünkü Mekke, ticaret toplumu; Medine ise tarım toplumuydu. İslam’ı kabul eden insanların hepsini bir kültür potasında eritmeyi hedefleyen Hz. Peygamber, Bedir savaşında esir alınan ve fidye ödeyemeyen her Mekkeliye, Medineli on çocuğa okuma-yazma öğretme şartını koştu. Bu şartı yerine getirenler serbest bırakıldı. Bu suretle Medineli çocuklar arasında okur-yazar olanların sayısı arttı. Müslümanlar Medine’ye hicret ettiğinde bu şehirdeki ticaret hayatı Yahudilerin elindeydi. Mekke’den gelen ve ticareti çok iyi bilen Muhacirler kısa zamanda Medine pazarına hâkim oldular. Yahudilerin İslam düşmanlığı biraz da buradan kaynaklanmaktadır. Çünkü Mekke’den gelen her Muhacir, ticarete atılıyordu. Bu da Yahudilerin zoruna gidiyordu. Tâif’te oturan Sakif kabilesinin İslam’ı kabul etmesi kolay olmadı. Mekke’nin fethinden ve Kureyş’in Müslüman olmasından sonra bile direndiler. Sonra da kendi gönül rızalarıyla Medine’ye gelip Hz. Peygamber’in huzurunda Müslüman oldular. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 Hz. Peygamber Döneminde Dini, Kültürel ve Adli Kurumlar Hz. Peygamber, vefat etmeden önce bu üç şehir halkının Müslüman olduğunu ve Veda Haccı’nda bunların birbiriyle kaynaştığını, kardeş olduğunu, İslam kültürünün potasında yoğrulduklarını gördü ve tebliğ vazifesini yapmış olmanın huzuruna erdi. Bu insanların, Cahiliye toplumundan getirdikleri kültürün kalıntılarını ve tortusunu atmaları kolay olmadı. Bu sebepten dolayı Hz. Peygamber Veda hutbesinde Cahiliye örf ve adetlerinin ayaklarının altında olduğunu ilan etti. Artık bu üç şehirde oturanlar ve çevredeki kabileler yeni bir kültür havzasından su içmeye başladılar. İslam’dan önce Arap yarımadasında Mekke kültürü hâkimdi. Hicretten sonra Medine ön plana çıktı. Hz. Peygamber bunun için çok gayret gösterdi. Mus’ab b. Umeyr’in ve son Akabe’de görevlendirilen nakiblerin gayreti ile Medine İslamlaştı ve hicretten sonra da İslam kültürünü çevreye yayan bir merkez haline geldi. Hz. Peygamber, bunun oluşması için Medinelilere çok değer verdi ve kendileri ile çok ilgilendi. Bir tarım toplumundan, İslam kültür ve medeniyetini etrafa yayan entelektüel (aydın) bir nesil çıkardı. Hz. Peygamber, çevresindeki insanların her birine kabiliyet ve fıtratlarına göre işler verirdi. Kimisine komutanlık verir, kimini kendisi şehir dışına çıktığında yerine vekil bırakır, kimine de yabancı dil öğrenmesini emrederdi. Bir gün, Zeyd b. Sabit’e Süryanice bilip bilmediğini sormuş, “Bilmiyorum!” cevabını alınca öğrenmesini söylemiştir. Bunun üzerine Zeyd b. Sabit de İbranice ve Süryaniceyi öğrenmiştir. Sahabe arasında Farsça, Rumca, Kıptice, Habeşce, İbranice ve Süryanice bilenler vardı. Hz. Cebrail , yirmi üç yıl boyunca Hz. Peygamber’e vahiy getirmiştir. Hz. Peygamber, kendine gelen vahiyleri hemen ezberlemiş ve sahabilere yazdırmıştır. Hz. Peygamber’den vahiy yazan okur-yazarlara Vahiy Katibi denilmiştir. Vahiy Katipleri Kur’ân ayetlerini ellerinde mevcut olan kırtaslara ( yazı yazılabilecek deri, yassı taşlar, geniş kemik, hurma ağacının gömleği v.s.) yazarlardı. Mekke’de ve Medine’de vahiy katipliği yapan sahabiler, Hz Ebu Bekir zamanında Kur’ân’ın toplanmasında büyük görevler icra etmişlerdir. Sahabenin vefatında sonra, Tabiun ve etbauttabiun dönemlerinde ortaya çıkan ilimlerin ayrışmasının ve alimlerin belli ilim dallarında uzmanlaşmalarının temellerini Hz. Peygamber’in şu hadis-i şeriflerinde bulabiliriz: ”Ümmetimin en merhametlisi Ebu Bekir, Allah’ın dinine en bağlı olanı Ömer, en hayalısı Osman, en adaletlisi Ali, helal ve haramı en iyi bileni Muaz, feraizi (miras hukukunu) en iyi bileni Zeyd b. Sabit ve Kur’ân’ı en çok okuyanı Übey b. Ka’b’dır. Her ümmette emin olan biri vardır, bizim ümmetimizdeki en emin kişi ise Ebu Ubeyde b. Cerrah’tır.” (Buharî) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 Hz. Peygamber Döneminde Dini, Kültürel ve Adli Kurumlar ADALET KURUMU Merkez Hz. Peygamber, İslam devletinde yargı organının başı olarak kaza fonksiyonunu ifa ediyordu. Her türlü dava ve ihtilaflar onun tarafından çözüme kavuşturuluyordu. O, gerek hukuki ve gerek cezai davaları Kur’ân hükümleri çerçevesinde hallediyordu. Kendisine gelen bütün olaylara Kur’ân’ın hükümlerini uyguluyordu. Bu arada Kur’ân’da hükmü bulunmayan olaylar için de bizzat kendisi hukuki hükümler koyuyordu. Hz. Peygamber’e gelen hırsızlık, zina, sarhoşluk, adam öldürme, yaralama ve buna benzer cemiyetin huzur ve sükununu kaçıran hadiselerde, suçlulara Kur’ân’ın tespit ettiği cezalar uygulanıyordu. Bu ararda davaları çözüme kavuştururken, gelecek asırlardaki İslam hâkimlerinin takip etmesi gerekli muhakeme usulü hakkında da prensipler ortaya koyuyordu. Safvan b. Ümeyye’nin elbisesini çalan hırsız, Hz. Muhammed’in huzuruna çıkarıldı. Yapılan muhakeme sonunda hırsızlık suçu tespit olundu ve hırsız, el kesme cezasına çarptırıldı. Mekke fethinde zengin bir kadın hırsızlık edince, Hz. Peygamber ona da aynı cezayı verdi. Başka birisine ait bir malı çalıp mahkeme huzurunda suçunu da itiraf eden birini, Hz. Peygamber aynı şekilde el kesme cezasına çarptırdı. Hz. Peygamber, zina suçunu işleyenleri recim cezasına çarptırıyordu. Nitekim Eslem kabilesinden bir şahıs ile Maiz b. Malik’e recim cezası uygulamıştı. Gebe olduğu halde zina suçu tespit edilen bir kadın, çocuğunu doğurduktan sonra recmedildi. Bekar olduğu halde zina ettiği tespit olunan bir şahsa yüz değnek vuruldu. Bir öldürme vakasında suç failini yüz deve vermekle cezalandırdı. Ebu Nu’aym isminde bir şahıs içki içtiği için adalet huzuruna çıkarıldı. Hz. Peygamber ona ceza olarak kırk değnek vurulmasına karar verdi. Hilal b. Ümeyye, karısının zina ettiğini mahkemeye ihbar etti. Yapılan muhakemede kadının zina ettiğini ispatlayamayınca, iftira suçuna (hadd-i kazif) çarptırıldı ve seksen değnek vuruldu. İslam devletinin her köşesinden Hz. Peygamber’e hukuk davaları da getiriliyordu. Hz. Peygamber, hukuk davalarını çözerken de hukuk muhakemeleri hakkında birtakım prensip ve kaideler koydu. Ona gelen hukuk davaları arasında miras ihtilafları, toprak mülkiyeti, su kuyusu mülkiyeti, su hakkı ihtilafları, nesep, borç, vs. bulunuyordu. Taşra Hicretten sonra Medine’de gayri müslimlere tanınan adli, hukuki ve dini muhtariyetin aynısı, sonradan İslam devletine idari ve siyasi yönden bağlılığı söz Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 Hz. Peygamber Döneminde Dini, Kültürel ve Adli Kurumlar konusu olan eyalet devletlerine de tanınmıştır. Necran Hıristiyanları ile İslam devleti arasında siyasi bir antlaşma oldu. Necranlılara antlaşma gereğince, dini, hukuki ve adli sahada muhtariyet verilmişti. Necranlılar, İslam adaletine hayran olmalılar ki, Hz. Peygamberden adli işlerini yürütecek bir hâkim isterken, “aramızda ihtilafa düştüğümüz konularda hüküm verecek bir kadı gönder!” dediler. Hz. Peygamber de onların bu isteğini yerine getirmek üzere Ebu Ubeyde b. Cerrah’ı oraya kadi olarak gönderdi. Amr b. Hazm da Necran’a İslam devletinin temsilcisi olarak gönderildi. İbn Hazm orada yeni Müslüman olan kimseler arasında dini, idari, adli, öğretim ve eğitim işlerini yürütüyordu. Hz. Peygamber zamanında İran devletine bağlı Uman eyaleti, Ceyfer ve Abd isimlerinde iki kardeşin müşterek saltanatıyla idare ediliyordu. Hz. Peygamber onlara Amr b. As ile bir mektup gönderdi ve onları İslam’a davet etti. Mektubun metni şöyledir: “Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla, Allah’ın Resulü Muhammed’den Cülenda oğulları Ceyfer ve Abd’e: “... Siz şayet, her ikiniz de İslamiyet’i kabul ederseniz, ben her ikinizin de iktidarda kalmasına rıza göstereceğim. Fakat her ikiniz de İslamiyet’i kabulü reddederseniz, her ikinize ait krallık da elinizden gidecektir.” Abd ve Ceyfer Müslümanlığı kabul ettiler ve ülkelerinde bulunan gayri müslimlerin idarecisi olarak aynı görevlerinde kaldılar. Bu arada, İslam hükümetinin temsilcisi sıfatıyla elçi Amr b. As Müslümanlar arasında adaletin dağıtımı ve ifası, Müslümanlardan sadaka ve zekatların toplanması ve gerekli yerlere sarf edilmesi ve ayrıca gayri müslimlerden cizye vergisinin toplanması ve Müslüman halkın dini öğretim ve eğitim işleriyle görevlendirildi. Bahreyn eyaleti, İran’a bağlı olarak Münzir b. Sava tarafından idare ediliyordu. Hz. Peygamber, A’la b. Hadrami ile eyalet valisi Münzir’e bir mektup gönderdi ve o mektupta valiyi İslam’a davet etti. Eyalet valisi Münzir, Hz. Peygamber’e olumlu bir cevap verdi. Hz. Peygamber, Münzir’i eskiden olduğu gibi yine gayri müslimlerin idarecisi olarak vazifesinde bıraktı. İslam devletinin temsilcisi sıfatıyla orda bulunan A’la b. Hadrami Müslüman olanların idarecisi oldu. Bundan sonra O, Müslüman halkın idari, adli, mali, dini ve öğretim işlerini yürütmeye başladı. Yemen’de Bâzân b. Sâsân, İran devletinin valisi idi, Hz. Peygamber, Bâzân’ı Müslüman olduktan sonra, aynı şekilde Yemen’de vali olarak bıraktı. Bâzân, sadece idari işleri yürütüyordu. Adli ve diğer işler ise Peygamber tarafından gönderilen, âmil ve hâkimler tarafından yürütülüyordu. Hz Peygamber’in Kadıları Arap yarımadası, Hz. Peygamber’in vefatına yakın sıralarda büyük oranda İslam devletinin hâkimiyeti altına girmişti. Takdir edilir ki, bu kadar geniş toprakları Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 Hz. Peygamber Döneminde Dini, Kültürel ve Adli Kurumlar içine alan bir ülkenin idaresinin tek kişi tarafından yürütülmesi imkansızdır. Bu sebeple Hz. Peygamber her fethedilen veya kendi rızalarıyla Müslüman olarak İslam hâkimiyeti altında yaşamayı arzu eden her bölgeye bir vali tayin ediyordu. Valiler idari işlerle meşgul oluyorlardı. Valiler, vazife yaptıkları bölgelerde kazai işleri bazen kendileri yapıyorlardı. Bazen de İslam hükümeti tarafından sırf kazai işlerle görevli memurlar yani hâkimler gönderiliyordu. Hatta Hz. Peygamber Medine’de kazai işlerin çoğalması sebebiyle önceden hâkim sıfatıyla taşımakta olduğu görevlerden bir kısmını sahabilerine devretmişti. Amir eş-Şa’bi’den gelen bir rivayete göre, Peygamber devrinde dört kadi vardı. Bunlar Hz. Ömer, Ali, Zeyd b. Sabit ve Ebu Musa el-Eş’ari idi. Mesruk ve Katade, Peygamber zamanında altı tane kadı olduğunu zikrediyorlar. Bu kadılar Ömer, Ali, Abdullah b. Mes’ud, Übey b. Ka’b, Zeyd b. Sabit ve Ebu Musa el-Eş’ari’dir. Bu rivayetler Hz. Peygamber zamanında hâkimlerin mevcut olduğunu gösteriyor ve ispat ediyor. Ancak bu iki rivayet Hz. Peygamber zamanında hâkimlik yapmış şahısların bir kısmının listesini vermektedir. Serahsi ilk zamanlarda kadıların müfti olarak adlandırıldığına dikkati çekmektedir. Kanaatimizce ilk devirlerde kadıların ekseriya müftiler arasından tayin edilişi, kadılara müfti diye isim verilmesine sebep olmuştur. Kaynaklardan tespit edildiğine göre peygamber devrinde 140 müftiden ekserisinin kadılık vazifesi yaptığını kabul etmek mecburiyetinde kalırız. Gerek Şa’bi’nin ve gerek Mesruk ve Katade’nin hâkim olarak gösterdikleri şahıslar da bu 140 kişi arasındadır. Peygamber zamanında dört veya altı tane kadı var denilmesi o şahısların vazifelerinde başarı elde etmeleri ve şöhret bulmalarıyla tefsir olunabilir. Aksi halde vesikalar arasında onlardan başka yer alan hâkimlerin durumunu izah etmek mümkün olmaz. Hz. Peygamber’in sahabilerinden ekserisine kazai sahada görev tevdi ettiğini tarihi vesikalarla izah edebiliriz. Bir gün iki şahıs aralarındaki ihtilafı Hz. Peygamber’e getirdiler ve, “biz önce bu ihtilaf için ilim sahibi şahıslara müracaat ettik, onlar bize ihtilafın çözümü hakkında şöyle bir hüküm verdiler.” dediler. Hz. Peygamber’in ihtilafı getiren şahısları dinledikten sonra, verilen kararı yerinde bulup, taktir edilen cezayı da derhal infaz etmesi, hâkimlerin kararlarına yapılan itirazları tetkik ettiğini göstermektedir. Müellif Hamidullah bu hususa işaretle, “ilk anlarda, Hz. Peygamber’in kendisi nihai istinaf veya temyiz olmak üzere, nakibler onun emri altında hâkim olarak vazife görmüşe benzemektedir. … Tedricen, Medine’de kazai işlerin miktarı artmış ve Hz. Peygamber hâkim sıfatıyla taşımakta olduğu yetkilerden bir kısmını başkalarına devretmek ve kazai hususta sadece temyiz yetkisini kullanmakta iktifa etmeğe mecbur olmuştur.” demektedir. Ukbe b. Amir şunları anlatıyor: “Bir gün Resulullah’ın yanında otururken iki şahıs aralarındaki bir ihtilafı ona getirdiler. Hz. Peygamber bana hitaben: “Ey Ukbe! Kalk ve bu iki kişi arasındaki ihtilaf hakkında hükmet!” dedi. Ben, “Ey Allah’ın Resulü, bu hususta sen benden daha salahiyetli ve daha liyakatlisin!” dedim. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 Hz. Peygamber Döneminde Dini, Kültürel ve Adli Kurumlar Resulullah sözüne devam ederek: “Ey Ukbe, eğer onların arasında hükmedersen içtihat etmeğe ihtiyaç duyduğun için, içtihat edip de gayene isabet edersen on sevap mükafatına nail olursun. Şayet içtihadında çalışmana ve cehdine rağmen hata edersen -çalışman karşılığı olarak- bir sevap mükafatı elde edersin.” dedi. Hz. Peygamber bir davada da hüküm vermekle Amr b. As’ı görevlendirdi. Amr, ihtilafın çözümüne memur edilince: “Ey Allah’ın Resulü! Senin yanında ve huzurunda mı davacılar arasında ihtilafa bakmam gerekiyor?” dedi. Hz. Peygamber cevaben: “Evet, benim huzurumda davaya bakacaksın!” dedi. Amr, tekrar Peygamber’e sordu: “Ya Resulallah hangi esas üzerine hüküm vereceğim?” Hz. Peygamber: “Şayet sen, davacıları dinledikten sonra aralarında karar vermek için içtihat edersen bir sevap (başka bir rivayette iki sevap) mükafatını elde edersin!” dedi. İki kardeşin müşterek mülkiyetlerinde bir arazi parçası vardı, burada bir kulübe inşa edildi. İki kardeşin varisleri bu kulübenin hangi kardeşe ait olduğu hususunda ihtilafa düştüler. Bu meselenin çözümü için Hz. Peygamber’e geldiler. Hz. Peygamber davaya bakmakla Huzeyfe b. Yeman’ı görevlendirdi. Huzeyfe, bizzat dava edilen kulübenin mahalline gitti. Gerekli keşiften sonra, ihtilafı bir çözüme bağladı ve tekrar Medine’ye döndü. Verdiği kararı Hz. Peygamber’in tasviplerine sundu. Hz. Peygamber verilen kararı temyiz ederek tasdik etti. Hz. Osman hilafet mevkiinde iken, Hz.Ömer’in oğlu Abdullah’ı hâkim olarak tayin etti. Abdullah b. Ömer görevden affedilmesini istedi. Gerekçe olarak da kaza fonksiyonunun mes’uliyetli bir fonksiyon olduğunu ileri sürdü. Hz. Osman, Abdullah b. Ömer’e: “Niçin görevden affını istiyorsun? Halbuki baban bile hâkimlik yapmıştı.” dedi. Abdullah b. Ömer cevaben şöyle dedi: “Evet, babamın hâkimlik yaptığını biliyorum. Fakat herhangi bir müşkil esnasında hemen Hz. Peygamber’e soruyor ve o meselenin çözümünü O’ndan öğreniyordu.” Müellifler bu rivayet ile Hz. Ömer’in, Hz. Peygamber zamanında hâkimlik yaptığına hükmederler. Diğer bazı rivayetlerde de Hz. Ömer’in kadı tayin edildiği belirtilir. Bu arada Hz. Ömer’in 11/632 yılında amil olarak taşra vilayetlerine gönderildiğini de hatırlatalım. Hz. Peygamber, taşra vilayet ve eyaletlerinde adli işlerin yürütülmesini valilere ek görev olarak tevdi ediyordu. Fakat oralara sırf kazai ve adli işleri yürütecek memurlar da gönderdi. Hz. Peygamber tarafından sırf adli işlerle görevlendirdiği hâkimlerin Yemen’in çeşitli bölgelerinde görev yaptıklarını görüyoruz. Hz.Peygamber tarafından sırf adli görevle tayin edilen ilk hâkim Hz.Ali’dir. Hz. Ali, kadı tayin edilmeden önce Yemene bir askeri birliğin kumandanı olarak gönderilmişti. Hz. Peygamber, Hz. Ali’yi Yemen’in Necran bölgesine kadı tayin ettiği zaman Hz. Ali böyle bir görevi önceden ifa etmediği için tereddüt etti ve şöyle dedi: “Ya Resulallah! Beni her bakımdan bilgili bir topluluğa hâkim tayin ediyorsun, hâlbuki Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 Hz. Peygamber Döneminde Dini, Kültürel ve Adli Kurumlar ben gencim ve adli idare muhakeme usulü hakkında bir bilgim yoktur.” Bu söz üzerine Hz. Peygamber, önce elini göğsüme koydu ve şöyle dedi: “Allah’ım! Bu gencin dilinin belagatini artır, kalbini hidayetten ayırma ve gayesine ulaştır!” Hz. Peygamber, böyle dua ederek bu hususta bana cesaret verdi. Ve ayrıca şu nasihatte bulundu: “İki tarafı da dinlemeden aralarında sakın hükmetme! Bu alınması gerekli kararı tayin etmede sana daha elverişlidir.” Hz. Ali, konuşmasına şunları da ilave ediyor: “Ben bu andan itibaren hüküm vermeğe devam ettim, asla bir şüphe ve tereddüde düşmedim.” Hz. Ali’nin Yemen’de kaç sene hâkimlik görevi yaptığını tesbit etmek güçtür. Kaynaklardan edindiğimiz bilgiye göre orada bir seneden fazla bu görevde kalmadığı anlaşılıyor. Hz. Ali Yemen’de hâkimlik yaparken taraflar onun verdiği bazı kararlara itiraz edip Hz. Peygamber’e temyiz edilmek üzere götürmüşlerdir. Hz. Peygamber, Hz. Ali’nin vermiş olduğu kararları temyiz etmiş ve bütün kararların hukuki usul ve kaidelere uygun olduğunu açıklamıştır. Hatta onun vermiş olduğu kararlarda büyük bir isabet kaydettiğini ifade etmiştir. Hz. Peygamber zamanında hâkim olarak temayüz etmiş şahsiyetlerden biri de Muaz b. Cebel’dir. Muaz, Mekke ve Yemen bölgelerinde dini eğitim ve öğretim görevlerinde bulunmuş, dolayısıyla bilgi ve tecrübesi artmıştı. Hukuk sahasında nazari ve tatbiki bilgisiyle Hz. Peygamber’in takdirini kazanan Muaz’ın, Yemen’in Cened bölgesine tayin edildiğini görüyoruz. Hz. Peygamber kendilerine Yemen’e kadı olarak tayin ettiği haberini verdikten sonra İslam mahkemelerinde tatbik edilecek kanunları sordu. Bu soruya verilecek cevap müstakbel hâkimlerin, İslam mahkemelerinde uygulayacakları kanunları teşkil edecektir. Hz. Peygamber’in sorusu bu gayeye matuf ve mebnidir. Muaz’ın, Peygamber’in sorusuna verdiği cevap, çok yerinde ve ilginç sayılır. Resulullah, Muaz’a şöyle sordu: “Hangi esasa göre hüküm vereceksin ya Muaz?” Muaz, bu soruya “Allah’ın Kitabına (Kur’ân’a) göre” diye cevap verdi. Hz. Peygamber, bu sefer: “Onda o hadiseyle ilgili bir hüküm bulamazsan, ne yaparsın? Ne ile hüküm verirsin?” diye sordu. Muaz, bu soruya: “Peygamber’in Sünneti ile” diye cevap verdi. Bu sefer Hz. Peygamber: “Ya onda da bulamazsan, ne yaparsın? Ne ile hüküm verirsin?” diye sordu. Muaz, bu soruya da: “Kendi içtihadımla hükmederim.” diye cevap verdi. Hz. Peygamber Muaz’ın bu şekilde olgun ve kemal-i dikkatle verdiği cevaplara karşılık büyük bir memnuniyet hissetmiş ve ona şöyle dua etmiştir: “Allahım! Sana hamd ve senalar olsun ki, Resul’ünün elçisini, Resulullah’ın razı olduğu ve istediği şeye muvaffak kıldın!” buyurmuştur. Muaz, adli ve kazai işler yanında mali, dini, eğitim ve öğretim işlerini de yürütüyordu. Muaz’ın, Yemen bölgesinde hâkimlik yaptığı zamana ait vermiş olduğu mahkeme içtihatları bugün elimizdedir. Hz. Peygamber, Yemenlilere bir yazı (mektup) göndererek Muaz’ın kendi bölgelerinde hâkim olarak vazife yapacağını Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 Hz. Peygamber Döneminde Dini, Kültürel ve Adli Kurumlar bildirmiştir. Ma’kıl b. Yesar, kendi kabilesi Müzeyne’de hâkimlik yapmak üzere Hz. Peygamber tarafından tayin edilmişti. Ma’kıl’ın kazai faaliyeti ve içtihatları hakkında bir bilgiye sahip değiliz. Herhalde olağanüstü sayılacak bir faaliyette bulunmamıştır. Vesikalar arasında Ebu Musa el-Eşari’nin, Yemen’de Peygamber zamanında hâkimlik ve öğretmenlik yaptığı geçmektedir. Ebu Musa’nın içtihadları ve adli idare konusunda yaptığı faaliyet hakkında herhangi bir haber bize ulaşmamıştır. Ancak, Hz. Ömer zamanında adli idaredeki aktif faaliyeti kaynaklar arasında geçmektedir. Bazı kaynaklarda, Attab b. Esid’in Mekke’ye hâkim olarak tayin edildiği gösterilmektedir. Daha ziyade onun Mekke’ye vali, olarak gönderildiği kabul edilir. Attab’ın Mekke’ye kadı değil, vali tayin edildiğini kabul etmek daha doğru olur. Bu şekilde kabul edilirken, valilik görevini ifa ederken ek görev olarak da adli işleri yürüttüğünü düşünebiliriz. Hz. Peygamber tayin ettiği hâkimlere birtakım tavsiye ve direktiflerde bulunuyordu. Yukarıda Hz. Ali ve Muaz’a yaptığı tavsiyeleri zikretmiştik, aynı şekilde Ubeyde’yi Necran’a hâkim olarak gönderirken: “Onların sana dava olarak getirecekleri şeyler hususunda adaletle hükmet!” dedi. Hz. Peygamber, başka bir tayin sırasında: “Hâkimin, muhakeme esnasında alış-veriş yapamayacağını” tenbih etmiştir. Ayrıca hâkimin, muhakeme esnasında öfkeli ve sinirli bir halde iken hüküm vermesini yasaklamıştır. Başka bir tayin esnasında da: “Kim olursa olsun, İslam kanunlarına göre hareket etmeyen görevinden alınacaktır.” demiştir. (Bu dersin “Adalet Kurumu” bölümü, Fahrettin Atar’ın “İslam Adliye Teşkilatı” isimli kitabının 33-49. sayfaları arası özetlenerek hazırlanmıştır.) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 Özet Hz. Peygamber Döneminde Dini, Kültürel ve Adli Kurumlar • Din, insanların dünya hayatını tanzim eden ve bunun karşılığında kendilerine ahiret mutluluğu sunan ilahi kanunlar manzumesidir. Bu manzumenin en önemli bölümü de ibadettir. Din, ibadeti ile var olur ve mabedi ile ayakta kalır. • İslam dininin var olan ibadetlerinin başında namaz gelir. Namaz yalnız kılınacağı gibi camide cemaatle de kılınır. Hz. Peygamber, hicretten sonra Medine’de yaptırdığı mescidde günde beş vakit cemaatine imam olmuş ve onlara namaz kıldırmıştır. İslam’ın beş şartından birincisi iman, diğer dördü de ibadettir. Namaz, oruç, zekat ve hac, İslam’ı ayağa kaldıran ibadetlerdir. Bunların bütünü dini kurumlar olarak Hz. Peygamber’in hayatında yerini almıştır. • İslam, bilgiye çok önem verir. Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerimde; Hz. Peygamber de hadis-i şeriflerinde Müslümanları ilme yönlendirirler. Hz. Peygamber, Müslümanları hem ilme yönlendirmiş hem de çevresini bilgilendirmiştir. Bunun için Mekke’de Dâru’l-Erkam’ı, Medine’de de Suffa’yı ilim tahsilinin merkezi olarak kullanmıştır. Bu iki merkeze devam edenler, Hz. Peygamber’e öğrenci olmuşlar; o da öğrencilerini en güzel şekilde yetiştirmiştir. Bu merkezlerde yetişenler, Hz. Peygamber hayatta iken ve vefat ettikten sonra devletin çeşitli kademelerinde görevler yapmışlardır. • Cahiliye toplumunu bütün değer yargılarıyla değiştirmeyi hedefleyen Hz. Peygamber, Müslümanların anlayışlarını, yaşantılarını, kültürlerini değiştirdi. Bu değerlerden İslam ile çelişmeyenleri bıraktı; çelişenleri atarak onların yerine yenilerini ikame etti. Müslümanlar, yaşadıkları bölgenin İslam ile çelişmeyen kültürlerini muhafaza etmekle birlikte bu kültüre İslami bir renk kazandırdılar. İslam ile kazandıkları bu yeni bilgi ve kültürlerini güzel bir şekilde hazmederek kendilerinden sonraki nesillere aktardılar. • Yüce Allah tarafından İslam dininin gönderilmesinin maksatlarından biri de yeryüzünde adaleti ikâme etmektir. Yüce Allah tarafından İslam dinini dünyaya yaymakla görevlendirilen Hz. Peygamber, bu görevi de en güzel şekilde yerine getirmiş ve insanlar arasında adaletle hükmetmiştir. Adaletin dağıtımı için valiler ve hâkimler görevlendirmiş, kendisi hayatta iken çok güzel çalışan bir yargı sistemi kurmuştur. Bu sistem ile suçlular cezalandırılmış, haklılara hakları verilmiştir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 Hz. Peygamber Döneminde Dini, Kültürel ve Adli Kurumlar DEĞERLENDİRME SORULARI 1. Mekke’de evlerinin bir bölümünü mescid haline getiren iki shâbî kimdir? Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. a) Hz. Ömer ve Hz. Ali b) Hz.Osman ve Hz. Talha c) Hz. Câfer ve Hz. Abbas d) Hz. Sâlim ve Hz. Bilal e) Hz. Ebû Bekir ve Hz.Ammâr 2. Hz. Peygamber tarafından temeli atılan ilk mescid hangisidir? a) Kubâ mescidi b) Cuma mescidi c) Medine mescidi d) Seleme oğulları Mescidi e) Rânûnâ mescidi 3. Hz. Peygamber zamanında zekât toplayan memurlara ne ad verilirdi? a) Vâli b) Âmil c) Kâtib d) Kâid e) Tasildâr 4. Hac ibâdeti hicretin kaçıncı senesinde farz oldu? a) Beşinci sene b) Onuncu sene c) Dokuzuncu sene d) Birinci sene e) İkinci sene Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 Hz. Peygamber Döneminde Dini, Kültürel ve Adli Kurumlar 5. Hz. Peygamber’in emriyle kısa zamanda Süryânice ve İbrânice’yi öğrenen sahâbî kimdir? a) Zeyd b. Hârise b) Zeyd b. Sâbit c) Âsım b. Sâbit d) Said b. Zeyd e) Muaz b. Cebel 6. Aşağıdaki isimlerden hangisi Hz. Peygambe’in tayin ettiği hâkimlerden değildir? a) Ali b. Ebî Tâlib b) Ebû Bekir b. Ebî Kuhâfe c) Abdullah b. Mes’ûd d) Ebû Mûsâ el-Eş’arî e) Ömer b. el-Hattâb 7. Yemen’in Necrân bölgesine kadı olarak tayin edilen sahâbî kimdir? a) Hz. Ömer b) Hz. Ali c) Hz. Bilal d) Hz. Enes e) Hz. Zeyd 8. Medine mescidinin eğitim-öğretim yapılan bölümüne ne ad verildi? a) Medrese b) Mekteb c) Suffa d) Kurs e) Okul Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 Hz. Peygamber Döneminde Dini, Kültürel ve Adli Kurumlar 9. Hz. Peygamber, Mekke’de ashâbını nerede eğitirdi? a) Kâbe’de b) Harem’de c) Mescid’de d) Dâru’l-Erkam’da e) Sahra’da 10.Hz. Peygamber kaç kere hacca gitti? a) İki kere b) Üç kere c) Beş kere d) Dört kere e) Bir kere Cevap Anahtarı 1e, 2a, 3b, 4c, 5b, 6b, 7b, 8c, 9d, 10e Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21 Hz. Peygamber Döneminde Dini, Kültürel ve Adli Kurumlar YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR Ağırman, Mustafa. (1997). Hz. Muhammed (s.a.v.) Devrinde Mescid ve Fonksiyonları. İstanbul. Ağırman, Mustafa. (2006). “Asr-ı Saadette Ordu ve Savaş Stratejisi”, Asr-ı Saadette İslam, I-V. III, 379-341. İstanbul. Atar, Fahrettin. (1979). İslam Adliye Teşkilatı. Ankara. Baltacı, Cahit. (2005). İslam Medeniyeti Tarihi. İstanbul. Canan, İbrahim. (1984). Medeniyet, Kültür ve Teknik. İstanbul. Çelebi, Ahmed. (1976). İslam’da Eğitim-Öğretim Tarihi. (Çev. Ali Yardım). İstanbul. Çubukçu, Asri. (1989). İslam Devletlerinde Devlet Teşkilatı ve İlmî Faaliyetler. Erzurum: (Ders Notları) Hamidullah, Muhammed. (1980). İslam Peygamberi, I-II. (Çev. Salih Tuğ). İstanbul. Hamidullah, Muhammed. (1972). Hz. Peygamber’in Savaşları. (Çev. Salih Tuğ). İstanbul. Hamidullah, Muhammed. (1981). İslam Müesseselerine Giriş. (Çev. İ. Süreyya Sırma). İstanbul. Hitti, Philip K.. (1980). Siyasi ve Kültürel İslam Tarihi, I-IV. (Çev. Salih Tuğ). İstanbul. Kallek, Cengiz, “Haraç”. DİA. XVI, 71-86. Kayaoğlu, İsmet. (1980). İslam Kurumları Tarihi I. Ankara. Kayaoğlu, İsmet. (1994). İslam Kurumları Tarihi II. Konya. Kazıcı, Ziya. (1999). İslam Medeniyeti ve Müesseseleri Tarihi. İstanbul. Salih, Suphi. (1981). İslam Mezhepleri ve Müesseseleri. (Çev. İbrahim Sarmış), İstanbul. Sarıçam, İbrahim-Erşahin, Seyfettin. (2011). İslam Medeniyeti Tarihi. Ankara. Ebu Halil, Şevki. (2005). İslam ve Dünya Medeniyetleri Tarihi. (Çev. Atik AydınAbdulhadi Timurtaş). İstanbul. Yeniçeri, Celal. (1984). İslam’da Devlet Bütçesi. İstanbul. Yeniçeri, Celal. (2000). Hz. Muhammed ve Yaşadığı Hayat. İstanbul. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22 HZ. PEYGAMBER DÖNEMİNDE İDARİ, MALİ, ASKERİ VE SOSYAL KURUMLAR İSLAM KURUMLARI ve MEDENİYETİ TARİHİ ÜNİTE 5 Hz. Peygamber Döneminde İdari, Mali, Askeri ve Sosyal Kurumlar GİRİŞ Hz. Peygamber’in doğup büyüdüğü Arap yarımadasının Hicaz bölgesinde bir devlet ve devlet geleneği yoktu. Yarımadanın üç tarafında üç imparatorluk hüküm sürmesine rağmen, yarımadanın tamamına hakim olan bir devlet yoktu. Yemen bölgesine zaman zaman Sâsânî İmparatorluğu, zaman zaman da Habeş İmparatorluğu hâkim olurdu. Kuzey Arabistan’da da Bizans İmparatorluğu’nun ve Sâsânî İmparatorluğu’nun hakimiyeti vardı. Orta Arabistan’da ve Hicaz bölgesinde ise bütün işler kabile geleneğine göre yapılıyordu. Hz. Peygamber, Mekke’den Medine’ye hicret ettikten sonra Medine’de bir devlet kurdu. Bu devletin kuruluşu öyle birden bire değil, yavaş yavaş oldu; uzun zaman geçtikten sonra ve ihtiyaç duyuldukça kurumlar yerine oturabildi. Hz. Peygamber bu kurumları kurarken çevre devletlerin etkisinde kalmadı. Arap yarımadasında var olan kabile geleneğinin etkisinde de kalmadı. Her şeyini bağımsız ve hür olarak kurdu. Suyun suya benzediği gibi insan insana, devlet devlete, kurum da kuruma elbette benzeyecektir. Hz. Peygamber’in kurduğu devlette var olan bazı kurumların çevre devletlerde veya kabile geleneğinde var olması Hz. Peygamber’in oralardan etkilendiği ve bu kurumları oralardan almış olduğu manasına gelmez. Bu kurumlar tamamen Hz. Peygamber’e mahsustur. Onun kurduğu devletin yapısında var olan kurumlardan birkaçı şunlardır: İDARİ YAPI Yüce Allah’ın insanlığa gönderdiği peygamberlerden bazıları dini lider, bazıları da hem dini hem de siyasi lider olarak insanlara hizmet etmişlerdir. Hz. Muhammed, hem dini hem de siyasi liderliğe sahip olanlardan biridir. Bilindiği gibi Hz. Peygamber’in hayatı, Mekke dönemi ve Medine dönemi diye ikiye ayrılır. O, Mekke döneminde putları terk edip Yüce Allah’a inananlara başkanlık ediyordu. İslam dinini kabul edenlerden biat alıyordu. Mekke döneminin son yıllarında Akabe’de bazı Medinelilerden de kendisine itaat edeceklerine dair söz aldı. Hac mevsiminde Mekke yakınındaki Mina bölgesinin Akabe mevkiinde görüştüğü Medinelilerden dini, siyasi ve idari bağlılık anlamına gelen biat aldı. Son Akabe Biatı’nda, Medine’yi İslamlaştıracak ve kendisiyle irtibatı sağlayacak on iki nakîb (gözcü, temsilci) seçilmesini istedi. Son Akabe Biatı’na katılan yetmiş beş Medineli içerisinden seçilen bu nakîblerin dokuzu Hazrec kabilesinden, üçü de Evs kabilesindendi. Bunlar, başkanları Es’ad b. Zürare’nin ve muallim Mus’ab b. Umeyr’in üstün gayretleriyle kısa zamanda Medine’nin İslamlaşmasını sağladılar ve burayı hicrete hazır hale getirdiler. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 Hz. Peygamber Döneminde İdari, Mali, Askeri ve Sosyal Kurumlar Ardı ardına yapılan üç Akabe görüşmesinden sonra Hz. Peygamber, Müslümanlara Medine’ye hicret etmelerini emretti; Müslümanlar da Medine’ye hicret ettiler. Sonra da Hz. Peygamber, Hz. Ebu Bekir ve beraberindekiler hicret ettiler. İki ay içinde hicret tamamlandı ve hicret sonrasında Medine’de yapılan muâhat (Ensar ile Muhacirlerin birbirlerine kardeş olması) ile iki toplum Hz. Peygamber’in liderliğinde birbiri ile kaynaştı. Medine’de, Hazrec ve Evs kabilelerinin dışında bir de Yahudiler vardı. Kaynuka oğulları, Nadir oğulları ve Kurayza oğullarından oluşan Yahudi cemaati ve daha değişik dinlere mensup kişiler ile de ayrı bir anlaşma (muâhede) yapıldı. Bir arada yaşama, karşılıklı hak ve hukuka riayet, Medine’yi dışarıya karşı birlikte koruma gibi elli üç maddenin yer aldığı Medine Sözleşmesi olarak bilinen bu yazılı anlaşmanın maddelerinden biri de, taraflar arasında çıkabilecek her türlü anlaşmazlıkta Hz. Peygamber’in hakem olacağının kabul edilmesiydi. Buna göre bütün taraflar Hz. Peygamber’in liderliğini kabul etmiş oluyorlardı. Hicretten sonra, devletin üç unsuru olan millet, toprak ve idare tamamlanınca Müslümanlar, Medine’de müstakil bir idari yapıya kavuştular. Hz. Peygamber’in başkanlığında oluşan bu devletin unsurlarının modern devletlerde olduğu gibi ülke, muhtelif inanç ve etnik gruplardan meydana gelen halk, teşkilat ve hakimiyetten oluştuğu görülmektedir. Hz. Peygamber, Medine’de hem dini hem dünyevi otoriteyi temsil ediyordu. Mekke’nin fethi ve devletin genişlemesinden sonra, büyük bölümünün, tek bir idareye boyun eğdiği Arap yarımadasının yeni idari yapılanması netleşmeye başladı. Hz. Peygamber, Müslüman olan bölgelere valiler tayin etti. Bunlar, Hz. Peygamber adına o bölgeyi idare eder, bölge halkının zekatını toplar ve yoksulların ihtiyacından arta kalanı devletin genel maslahatında kullanılmak üzere Medine’ye gönderirlerdi. Hz. Peygamber’in etrafında kendisine yardımcı olan çok sayıda katip bulunuyordu. Onlardan bir kısmı, inen Kur’ân ayetlerini yazmaktan sorumlu iken, bir kısmı da insanların ihtiyaçlarını yazıyordu. Zeyd b. Sabit, valilere genelge; komşu devlet başkanlarına da İslam’a davet mektupları yazardı. Hem genelgeler hem de mektuplar Hz. Peygamber’in mührü ile mühürlenirdi. Bu katiplerden herhangi birinin bir mazeretinden ötürü bulunamaması durumunda, Hz. Peygamber’in mührünü taşıyacak ve kendisine vekalet edecek bir görevli bulunuyordu. Devletin İlkeleri Hz. Peygamber’in Medine’de kurduğu devlet idaresinde izlediği ilkeler, Kur’ân-ı Kerîm’de çerçevesi çizilen şu ilkelerdir: Meşruiyet, adalet, ehliyet/liyakat, istişare, ahlak ve insana saygı. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 Hz. Peygamber Döneminde İdari, Mali, Askeri ve Sosyal Kurumlar Meşruiyet Meşruiyyet, idarede halkın desteğini almak demektir. Hicretten sonra Medine’de bir devlet kuran Hz. Peygamber, her şeyden önce idaresinin meşruluğunu gözetmiştir. Halkın desteğini almayan idarelerin kalıcı olamayacağını düşünmüştür. Onun idaresinde Meşruiyet aracı, bugünkü anlamında dar seçim diyebileceğimiz biattır. Bilindiği gibi biat, bağlılık akdi ve itaat yemini demektir. Türkçede “biat” şeklinde telaffuz edilen kelimenin Arapça aslı “bey’at”tır. Bey’at, İslam devletinde, “idare edenle idare edilenler arasında yapılan, seçim ve bağlılık karakteri taşıyan sosyo-politik bir akittir.” Hz. Peygamber, kendisini Allah’ın elçisi olarak tasdik edenlerden biat alıyordu. Kur’ân-ı Kerîm’de de ifade edildiği gibi biat, aslında Hz. Peygamber’in şahsına değil; onun aracılığı ile Yüce Allah’a edilmektedir. Asr-ı Saadet’te sadece erkekler değil, kadınlar da biat etmekle mükellef idiler. Hz. Peygamber’den sonra biat, İslam devletlerinde idarecilerle halk arasında yapılan, seçim veya bağlılık karakteri taşıyan bir akit olarak devam etmiştir. Adalet Adalet, mülkün temelidir. Buradaki mülk, idare ve saltanat demektir. Yani idarenin ve saltanatın temeli adalettir. Kur’ân-ı Kerîm’deki yüzlerce ayet-i kerime ve Hz. Peygamber’in bir hayli hadis-i şerifi, İslam’da adaletin önemini ortaya koymaktadır. Hz. Peygamber’in idaresi, işte bu adaletin en güzel bir şekilde tatbik edildiği bir idaredir. O’nun idare anlayışını ve uygulamalarının esasını adalet oluşturuyordu. O, idare ettiği insanlar arasında ayrım gözetmeden, hepsine adil davranmıştır. Bunun en bariz örneği, hicretten hemen sonra kaleme alınan Medine Vesikası ve O’nun Medine dönemindeki uygulamalarıdır. Ehliyet Hz. Peygamber, çeşitli görevlere tayin ettiği kişilerde ehliyet ve liyakat arardı. Daha Mekke’de bir cemaat reisi iken Medine’ye göndereceği muallimi (öğretmeni) ince eleyip sık dokuyarak seçmiş ve bu görevi Mus’ab b. Umeyr’e vermiştir. Medine’de İslam’ın kısa zamanda yayılması Hz. Peygamber’in bu tayinde ne kadar isabetli olduğunu göstermektedir. Hz. Peygamber, Medine’ye hicretten sonra orduya komutanlar, vilayetlere valiler, zekat toplamak için amiller, insanlara Kur’ân-ı Kerîm öğretmek için öğretmenler tayin etmiştir. Bunların hepsinde de ehliyet ve liyakate önem vermiştir. Görevi isteyene değil; ehil olana vermiştir. Zaman zaman kendisinden görev isteyenler olmuştur, ehil görmediği için onlara görev vermemiştir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 Hz. Peygamber Döneminde İdari, Mali, Askeri ve Sosyal Kurumlar İstişare İstişare, idare edilenlerin yönetiminde söz sahibi olmasına imkan tanıyan bir uygulamadır. Bir diğer ifadeyle siyasal katılımdır. Kur’ân-ı Kerîm’de istişarenin üzerinde çok durulur; Yüce Allah tarafından bizzat Hz. Peygamber’e idare işlerinde çevresi ile istişare etmesi emrolunur. Bu sebepten dolayı Hz. Peygamber’in idaresi, istişare üzerine kurulmuştur. Onun istişaresi, dünyevi meseleleri kapsadığı gibi, bazen hakkında vahiy gelmeyen dini hususları da içeriyordu. Hz. Ebu Hureyre, “Resulullah’dan daha fazla arkadaşları ile istişare eden hiç kimse görmedim.” demektedir. Ahlak Ahlak, devletin her türlü muamelesinde, kişilerle, kurumlarla ve devletlerle olan ilişkilerinde dürüst davranması demektir. İdarenin başarısı, kendisini ahlaki temeller üzerine oturtması ve istihdam ettiği insanlarda bu ilkeleri gözetmesine bağlıdır. Başka bir ifade ile hükmi şahsiyet olan idare ile idarecilerin ahlaklı olmaları, hem söz konusu medeniyetin başarısını, hem de toplumun barış, huzur ve refahını sağlar. Kendisi güzel ahlakı tamamlamak için gönderilmiş olan ve bu konuda gerçekten başarılı olmuş olan Hz. Peygamber de idaresinde, ahlakın başta gelen umdelerinden doğruluk, şefkat, merhamet ve güven gibi hususları esas almıştır. O’nun, şahsı adına ve devlet adına verdiği sözden döndüğü görülmemiştir. Hudeybiye musalahası ve devamında olup bitenler, bunun en büyük delilidir. Bu sebepten dolayı düşmanları bile O’nun üstün bir ahlak sahibi olduğunu kabul etmişlerdir. Yüce Allah da Kur’ân-ı Kerîm’de bu gerçeği şöyle ifade etmektedir: “Muhakkak ki sen, üstün bir ahlak üzeresin.” (Kalem/68: 4) İnsana Saygı Hz. Peygamber, idarede asıl hedef olan insana saygıyı daima göz önünde bulundurmuştur. O’nun idaresinde insana saygı, iki türlü tezahür etmiştir. Bir yandan Müslümanları şefkat ve merhametle kucaklarken, diğer yandan da Müslüman olmayanların temel hak ve hürriyetlerini gözetmiştir. Prensip olarak savaşlarda karşılaştığı düşmanı bile yok etmeyi değil, kazanmayı gaye edinmiştir. Bunun en büyük delili onun katıldığı savaşlarda iki taraftan da çok az insanın kayıp verilmesidir. Vatandaşın Hakları Hz. Peygamber’in hicretten sonra Medine’de kurduğu devletin hudutları içerisinde yaşayan insanlar, insan olmanın ve O’nun devletinin vatandaşı olmanın zevkini ve lezzetini yaşadılar. Önceden elde edemedikleri birtakım hakları, bu Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 Hz. Peygamber Döneminde İdari, Mali, Askeri ve Sosyal Kurumlar devletin çatısı altında edindiler. Bu devletin çatısı altında kurulan kurumlar da vatandaşa hizmet için kurulmuştu. Bunların en önemlileri şunlardır: Kardeşlik Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerîm’de “Müminler ancak kardeştirler.” (Hucurat/49: 10) buyurmakta; Hz. Peygamber de, “Müslüman Müslümanın kardeşidir.” (Buhari/Mezalim: 3; Müslim/Birr: 58) buyurmaktadır. Hz. Peygamber’in hayatında ümmet ve devlet, kardeşlik ilkesi sayesinde tek bir aile oldu. Hz. Peygamber, hicretten sonra Mühacir ve Ensarı, evlerini ve mallarını birbiri ile paylaşan kardeşler yaptı. Bu kardeşler, birbirleri ile öz kardeşlerden daha iyi geçindiler. Mümin olmayanlara da kardeş (insan kardeşi) muamelesi yapıldı. Eşitlik İslam dinine göre insanlar kanun önünde eşittir; birinin diğerine karşı üstünlüğü yoktur. Haklar verilirken ve adalet dağıtılırken herkese eşit verilirdi; sınıf, ırk ve din ayrımı yapılmazdı. Vergiler de ayrım yapılmaksızın herkesten eşit olarak alınırdı. Müslüman olanlardan malı çok olanın zekatı çok, malı az olanın da zekatı az olurdu. Müslüman olmayan vatandaşlardan alınan vergiler de gelirlerine göre olurdu. Hürriyet Cahiliye döneminin en büyük ayıplardan biri, insanı köleleştirmesi ve hürriyetini elinden almasıdır. İslam’ın en başta gelen güzelliklerinden biri de insanı hürriyete kavuşturmasıdır. İslam, insanın hem bedenini hem aklını hem inanç ve düşünce dünyasını hürriyete kavuşturmuştur. Ayrıca İslam, köleliğe giden bütün yolları kapatmış, kölelikten kurtuluş yollarını da çoğaltmış ve genişletmiştir. Bir insan için en önemli hürriyet din ve inanç özgürlüğüdür. Yüce Allah, insanlara din ve inanç hürriyeti de vermiş ve şöyle buyurmuştur: “Ve de ki: Hak Rabbinizdendir. Öyle ise, dileyen iman etsin, dileyen inkar etsin.” (Kehf/18: 29) “Dinde zorlama yoktur. Artık doğrulukla, eğrilik birbirinden ayrılmıştır.” (Bakara/2: 256) Bu ayetlerin gereği olarak, Hz. Peygamber’in döneminde Müslüman olmayan vatandaşlara İslam’a girme konusunda hiçbir baskı yapılmamıştır. Onlar, İslam’ın kendilerine verdiği bu geniş hürriyetten azami derecede istifade Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 Hz. Peygamber Döneminde İdari, Mali, Askeri ve Sosyal Kurumlar etmişlerdir. Hz. Peygamber’in, Müslüman olmadığı için bir ehl-i kitabı öldürdüğü veya istediği şekilde ibadet etmesine mani olduğu görülmemiştir. Onun kilise ve sinagog gibi gayri müslim mabetlerini yıktığı da olmamıştır. O, bu konuda Yüce Allah’ın şu ayetine uymuştur: “Allah, sizinle din uğrunda savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve onlara adil davranmanızı yasaklamaz. Çünkü Allah, adaletli olanları sever.” (Mümtehine/60: 8) Hz. Peygamber, gayri müslimlerin düğünlerine ve cenaze törenlerine katılır, hastalarını ziyaret ederdi. Necran Hıristiyanlarından bir heyet, kendisini ziyarete geldiğinde Hz. Peygamber abasını serdi ve onları üzerine oturttu. İnsan hakları, din ve inanç hürriyeti gibi konularda çok hassas olan Hz. Peygamber, konu ile alakalı olarak şöyle buyurmaktadır: “Kim, bir zimmiyi rahatsız ederse, karşısında beni bulur.” (Acluni: II,218) “Kim, bir zimmiyi öldürürse cennet kokusunu alamaz.” (Buharî) Bürokrasi Girişte kaydettiğimiz gibi Hz. Peygamber’in doğduğu zaman, Arap yarımadasının üç tarafında üç ayrı imparatorluk bulunmasına rağmen, Mekke’de ve Medine’de kurulu bir devlet ve devlet geleneği yoktu. Hicaz bölgesinde ilk devleti hicretten sonra Hz. Peygamber kurdu. Temelini attığı devletin yapısını da kendisi oluşturdu. Hz. Peygamber, Medine’de kurduğu devleti yalnız idare ediyordu; tayin edilmiş bir yardımcısı, bir veziri yoktu. Yapılması gereken işler için görevliler, komutanlar, öğretmenler, elçiler, mürşitler tayin ediyordu. Yeri geldiği zaman çevresindekilerin fikirlerine müracaat ediyor, herkesi işin içine katıyordu. Daha ziyade de ilk Müslümanlara ve Medine’nin ileri gelenlerine danışıyordu. Yaptığı istişarelerin sonunda nihai kararı kendisi veriyordu. Çünkü Yüce Allah, kendisine şöyle emretmişti: “Devlet işleri hakkında onlarla iştişare et. Kararını verdiğin zaman da artık Allah’a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine dayanıp güvenenleri sever.” (Al-i İmran/3: 159) Medine merkezindeki devlet işlerini kendisi yürüten Hz. Peygamber, Müslüman olan bölgelere valiler ve görevliler tayin etti. Tayin ettiği görevlileri ehil olanlardan seçiyordu. Görevi isteyene değil, ehil olana veriyordu. Valiler, gittikleri Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 Hz. Peygamber Döneminde İdari, Mali, Askeri ve Sosyal Kurumlar bölgeyi Hz. Peygamber adına idare ederlerdi. Zekat toplama memurları halktan zekat toplarlar ve yoksulların ihtiyacından geri kalanı devletin genel maslahatında kullanılmak üzere Medine’ye gönderirlerdi. Hz. Peygamber’in tayin ettiği valiler ve bu valilerin gönderildiği bölgeler şunlardır: Attab b. Esid, Mekke; Ebu Müsa el-Eş’ari, Yemen’in Ma’rib; Muhacir b. Ebi Ümeyye, Yemen’in San’a şehirlerinde; Ziyad b. Lebid, Hadramevt; Adiy b. Hatem, Tayy kabilesinin yaşadığı bölgede; A’la b. Hadrami, Bahreyn’de görev yapıyor ve Muaz b. Cebel ise Hadremevt ve Bahreyn arasında gezgin muallim olarak çalışıyordu. MALİ YAPI Yüce Allah, insanların dünya ve ahiret saadetini elde edebilmeleri için kendilerine din göndermiştir. Bu dinin birinci kaynağı olan Kur’ân-ı Kerîm, insanlara dünya saadetinin yollarını öğretmiş, Hz. Peygamber de bu yolları hayatında yaşayarak göstermiştir. İslam, insanın hem manevi dünyasını hem de maddi dünyasını imar ve ihya eden bir dindir. Dinimiz, yemeye, içmeye, giymeye, ikram etmeye önem veren bir dindir. Dinimize göre insan, her türlü ihtiyacını helal yollardan gidermelidir. İhtiyacını giderirken de aşırı bir şekilde israfa gitmemelidir. “Yiyiniz, içiniz ama israf etmeyiniz.” (A’raf/7: 30) buyuran Rabbimiz, Kur’ân-ı Kerîm’de, İslam ekonomisinin temel ilkelerini belirlemiştir. Hz. Peygamber de sözleri ve fiilleri ile birer ekonomik değer olan üretim, tüketim, emek ve buna benzer konularda önemli ilkeler ve uygulamalar ortaya koymuştur. Onun, ekonomik anlamda üzerinde durduğu hususlardan birisi çalışmadır. O, Kur’ân-ı Kerîm’in çalışma prensibi ile ilgili ayetlerini kendi hayatında uygulamıştır. Kişinin, ailesini geçindirmek ve bir de yoksula yardım etmek için çalışmasını, Allah yolunda cihad etmek ve gündüzleri oruç tutup geceleri de namaz kılmakla bir tutmuştur. Hz. Peygamber, devamlı olarak çevresindeki insanları çalışmaya ve kazanmaya teşvik etmiştir. Bilindiği gibi Mekkeliler ticaretle, Medineliler de ziraatla meşgul olurlardı. Ticareti iyi bilen Mekkeli Muhacirler, Medine’ye geldikten sonra oradaki ticaret hayatını Yahudilerden aldı ve pazara hakim oldular. Ticaret Hicaz bölgesinin şehirlerinden Mekke’de ticaret, Medine’de de ziraat yapılırdı. Mekke’de ziraat yoktur, çünkü arazisi ziraate elverişli değildir. Yüce Allah’ın Kur’ân-ı Kerîm’de de haber verdiği gibi Mekkeliler, yazın kuzeye; kışın da güneye giderek ticaret yapar ve çok para kazanırlardı. Hz. Peygamber’in dedelerinden Haşim’in (Abdülmüttalib’in babası), Mekkelilere kazandırdığı “îlâf” (ticarette serbest dolaşım) , bu şehirde yaşayanlar için büyük bir ticari açılım oldu. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 Hz. Peygamber Döneminde İdari, Mali, Askeri ve Sosyal Kurumlar Mekkeliler, bu açılım sayesinde ithalat ve ihracat yaparak çok para kazanıyorlardı. Ayrıca Yemen’den Bizans’a, Kuzey Afrika’dan Orta Asya’ya kadar giderek bu bölgelerin insanları ile tanışıyorlardı. Hicretten sonra Medine’ye yerleşen Mekkeli Muhacirler, bu şehirde ticaret yapmaya başladılar. Ticari tecrübeleri sayesinde Yahudilere baskın çıkarak Medine pazarına hakim oldular ve Mekke’deki ticareti Medine’ye taşımış oldular. Medine’deki ticareti İslam hükümlerine göre yaparak ticarete de yeni bir şekil ve mana kazandırdılar. Medine Pazarı Hicretten önce, Medine şehrindeki pazarlar, genellikle müşriklerin ve Yahudilerin kontrolündeydi. Bu iki sınıf, ticari faaliyetlerinde kendi dini anlayışlarına ve Cahiliye adetlerine göre hareket ediyorlardı. Hz. Peygamber, Medine’deki mevcut pazarları gezip gördükten sonra buraların Müslüman pazarı olamayacağını söyledi. İslam’ın ekonomik konulardaki hükümlerini uygulayabilmek için Müslümanların kendi pazarlarını kurmalarına gerek duydu. Saide oğullarının oturduğu bölgede bulunan açık bir alanı pazar yeri olarak seçti ve bir pazar nizamnamesi hazırladı. Bu pazarda esnafın sabit mekanlar edinmesini yasakladı ve vergi alınmayacağını ilan etti. Kendisi de çok iyi bir tacir olan Hz. Peygamber, vergi alınmadığı takdirde satıcıların yeni pazarı tercih edeceklerini biliyordu. Nitekim ticaret yapanlar, Müslümanların kurduğu pazara rağbet göstermiş ve burası yeterli müşteri bulmuştur. Hz. Peygamber, Medine pazarı canlandıktan sonra burayı kontrol için görevliler tayin etmiştir. Bunlardan biri Hz. Ömer, diğeri de Semra bint Nuheykil ismindeki bir hanım sahabidir. Fetihten sonra da Said b. As’ı Mekke çarşısını kontrol için görevlendirilmiştir. Faizin Yasak Edilmesi Mekke, öteden beri Arap yarımadasının ticaret merkezidir. Mekkeliler, kışın Yemen’e; yazın da Suriye’ye doğru gider ve Ortadoğu’da uluslararası ticaret yaparlardı. İthalat ve ihracatın merkezi olan Mekke’de para boldu. Paranın ve ticaretin olduğu bu şehirde faiz de vardı. Bu şehirde olan tefecilik Taif ve Medine’de de yaygındı. Elinde parası olanlar hiçbir zahmet çekmeden, tefecilikten haksız kazanç elde ediyorlar, tefecilerden para alanlar da çok sıkıntı çekiyorlardı. İslam, ticareti helal kılarken ve teşvik ederken faizi merhale merhale yasaklamıştır. Alışverişi, ticaret yapmayı ve borç verip almayı faizden arındırmıştır. Mekke’de nazil olan ayetlerle bazı uyarılarda bulunan Yüce Allah, Medine döneminde indirdiği şu ayet-i kerime ile faizi haram kılmıştır. “Faiz yiyenler (kabirlerinden başka türlü değil) ancak şeytan çarpmış kimselerin cinnet nöbetinden kalktığı gibi kalkarlar. Bu hal onların, “Alış-veriş de tıpkı faiz gibidir” demelerinden dolayıdır. Oysa Allah, alış-verişi helal; faizi haram Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 Hz. Peygamber Döneminde İdari, Mali, Askeri ve Sosyal Kurumlar kılmıştır. Bundan sonra kime Rabbinden bir öğüt gelir de (o öğüte uyarak) faizden vazgeçerse, artık önceden aldığı kendisinindir ve onun durumu da Allah’a kalmıştır (İnşaallah Allah onu affeder). Kim, tekrar (faize) dönerse, işte onlar cehennemliktir. Orada ebedi kalacaklardır. Allah, faiz malını mahveder (Faiz karışan malın bereketini giderir), sadakaları ise artırır (bereketlendirir). Allah, hiçbir günahkar nankörü sevmez.” (Bakara/2: 275-276) Hz. Peygamber, bu ayetle gelen faiz yasağını bütün Müslümanlara bildirdi ve onlardan bu yasağa uymalarını istedi. Ayrıca Veda Hutbesi’nde bu yasağı bir kez daha hatırlattı. Bütün yasaklara titizlikle uydukları gibi faiz yasağına da aynı titizlikle uyan Müslümanlar, ticarete ve helal kazanca önem verdiler. Kısa zamanda Medine’de ticareti ellerine geçirdiler. Hicretten sonra Medine, hem ticaretin hem de hayvancılığın merkezi haline geldi. İnsanlara dinlerini öğreten Hz. Peygamber, dünyalarını da öğretti. Ekonomik hayatla ilgili hükümler koydu. Müslümanlar da Kur’ân’ın ve Hz. Peygamber’in talimatlarının ışığı altında hareket ederek ekonomik hayatı canlandırdılar. Hz. Peygamber’in vefatından sonra bir araya getirilen sonra da tasnif edilen hadislerin konu başlıklarına baktığımızda, İslam’ın ekonomik hayata ne kadar önem verdiği ortaya çıkmaktadır. Bu konu başlıklarından birkaçı şöyledir: Kitabu’l-büyü, Kitabu’l-icare, Kitabu’s-selem… İşçi Hakları Cahiliye döneminde ve Asr-ı Saadet’te, Hicaz bölgesinin üç şehri olan Mekke, Medine ve Taif’te canlı bir ekonomik hayat vardı. Mekke’de ticaret, Medine’de ziraat ve hayvancılık, Taif’te de ziraat ve hayvancılık ön plandaydı. Her üç şehirde zenginlerin yanında karın tokluğuna çalışan köleler, evlerde temizlik işlerinde çalışan cariyeler vardı. Mekke’nin zengin tüccarları, Medine ve Taif’in toprak ağaları bu işçilere çok kötü davranıyor ve onlara zulmediyorlardı. İslam, var olan ekonomik hayatı baltalamadan bu insanların haklarını görüp gözetti. Cahiliye dönemindeki haksız uygulamaları çok yakından bilen Hz. Peygamber de ücretle iş yaptırma ve işçi çalıştırmaya toptan karşı çıkmamış; işçilere ağır iş yüklenmesi, ücretin geciktirilmesi, kaybolan malın haksız yere işçiye ödetilmesi gibi uygulamaları yasaklamıştır. İşçilere adaletli bir şekilde davranılmasını ve kardeş muamelesi yapılmasını emretmiş ve bunları da hayatında uygulamıştır. Modern dünyanın işçi haklarını gündeme almasından bin dört yüz yıl önce, işçilere alınlarının teri kurumadan ücretlerinin adil bir şekilde verilmesini istemiştir. Devletin Gelir Kaynakları Devlet gelirlerinin toplandığı ve dağıtıldığı yere/hazineye Beytülmal denir. Devletin gelirleri burada toplanır ve harcamalar da buradan yapılır. Bir devletin harcama yapabilmesi için her şeyden önce gelirinin olması lazımdır. Hz. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 Hz. Peygamber Döneminde İdari, Mali, Askeri ve Sosyal Kurumlar Peygamber’in hicretten sonra Medine’de kurduğu devletin gelir kaynakları şu maddelerden oluşmaktaydı: Ganimet İslam dini, insanlık tarihi kadar eski olan savaşa bir çeki-düzen vermiş; sebeplerini, seyrini ve neticesini belli hükümler çerçevesinde düzenleme altına almıştır. Bu düzenlemeye göre savaşın neticesinde alınan ganimetler şu üç maddeden oluşmaktadır. Savaş esirleri, Gayrimenkul mallar (arazi), Menkul mallar. Yüce Allah’ın, Kur’ân-ı Kerîm’de belirlediği düzenlemeye göre ganimetler beşe ayrılacak, dört hissesi savaşa katılan gazilere, humus adı verilen beşte biri de devlete gelir olarak kaydedilecektir. Bu konuda ki ayetin meali şöyledir: “Biliniz ki, ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri, mutlaka Allah’a, Resulüne, onun yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yolculara aittir. Allah, her şeye hakkıyla gücü yetendir.” (Enfal/8: 41) Cizye Cizye, İslam devletindeki Müslüman olmayan vatandaşlardan alınan baş vergisidir. Akil, baliğ, hür, maddi, gücü yerinde ve sağlıklı olan gayrimüslim erkeklerden alınan bir vergidir. Gözleri görmeyen, felçli, yaşlı, çalışmaktan aciz ve yoksul kimseler, cizye vermekle mükellef değildi. Cizye, Müslümanlığı kabul eden zimmilerden alınmaz. Cizye karşılığında zimmilerin can, mal ve inanç hürriyetleri emniyet altına alınır. Ehli kitaptan olan kimselere önce Müslüman olmaları teklif edilir, kabul etmezlerse cizye vermeleri istenir, bunu da kabul etmezlerse onlarla savaşılır. Konu ile ilgili ayetin meali şöyledir: “Ehl-i kitaptan Allah’a ve ahiret gününe inanmayan, Allah ve Resulünün haram saydığını haram saymayan ve hak dini kendilerine din edinmeyen kimselerle, küçülerek elleriyle cizye verinceye kadar savaşınız.” (Tevbe/9: 29) 9/630 yılında yapılan Tebük Seferi esnasında inen bu ayetten sonra Hz. Peygamber, aynı yıl Eyle, Ezruh, Cerba ve Dümetulcendel, ertesi yıl Necran, Yemen, Bahreyn, Makna, Teyma ve Hecer’deki gayrimüslimlerle cizye antlaşmaları yapmıştır. Bunlardan Eyle, Ezruh, Dümetulcendel ve Necran halkı Hıristiyan; Teyma Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 Hz. Peygamber Döneminde İdari, Mali, Askeri ve Sosyal Kurumlar ve Makna halkı Yahudi; Bahreyn, Hecer ve Yemen ahalisi de kısmen Yahudi ve Hıristiyan, kısmen de Mecusilerden oluşuyordu. Bunlar, Hz. Peygamber’in devletine cizye veriyorlar; devlet de bunları koruyordu. Cizyenin miktarı, zamana ve alındığı bölgeye göre değişebiliyordu. Hz. Peygamber zamanında cizye, ya doğrudan mükelleflerden alınır veya gayrimüslim kabile başkanlarının yahut da ileri gelenlerin aracılığı ile toplanırdı. Bu dönemde özel cizye memurlarının bulunmadığı, Müslümanlardan zekat toplayan amillerin gayrimüslimlerden cizyeyi de topladıkları görülmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’de zekat ile ganimetin harcanacağı yerler açıkça zikredilmiştir. Buna karşılık, cizyenin dağıtılacağı yerler hakkında açık hükümler yer almamıştır. Kur’ân-ı Kerîm’de cizyenin mahiyeti ve uygulanışı hakkın da detaylı hükümler mevcut değildir. Dolayısıyla cizyenin zekattaki gibi belirli yerlere harcanma zorunluluğu yoktur. Kamu yararına uygun olarak, ihtiyaç duyulan yerlere harcanabilir. Harac Harac, gayrimüslimlerin topraklarından alınan vergidir. Hz. Peygamber döneminde ganimet olarak elde edilen toprakların bir kısmı ganimet statüsüne tabi tutulmuş, bir kısmı eski sahipleri üzerinde bırakılarak vergilendirilmiş, az bir kısmı da Hz. Peygamber’e tahsis edilmiş; o da kendisine tahsis edilenlerden elde edilen gelirleri kendi ailesi, yoksullar ve devlet giderleri için harcamıştır. Medine’den sürgün edilen üç Yahudi kabilesinin ve Hayber Yahudilerin arazisi bu cümledendir. Hz. Ömer zamanında gayrimüslimlerin ellerindeki topraklardan alınan vergiye harac adı verilmiştir. Zekat İslam devletinin gelir kaynaklarından birini teşkil eden zekat, Müslümanların mallarından alınan bir vergidir. Zekat, Müslümanlar için bir ibadet, devlet içinde bir gelir kaynağıdır. Altın, gümüş, madeni ve kağıt nakit paralar nisab miktarına ulaştığında, üzerinden bir yıl geçtikten sonra kırkta biri, yani yüzde iki buçuk miktarı zekat alarak verilir. Ticaret malları da böyledir. Müslümanların arazi gelirlerinden alınan zekata da öşür denilir. Öşür, yağmur suyu ile sulanan topraklardan yüzde on, emek sonucu sulanan topraklardan ise yüzde beş nispetinde alınır. Nisab miktarına ulaştığında hayvanların zekatı ise cinsine ve miktarına göre değişir. Zekat, hicretin ikinci yılında farz kılınmasından itibaren bizzat Hz. Peygamber tarafından toplanmış ve gerekli yerlere dağıtılmıştır. İlk yıllarda zengin Müslümanlar zekatlarını bizzat getirip Hz. Peygamber’e teslim ediyorlardı. İslam dininin Arap yarımadasının çeşitli bölgelerine yayılmasından sonra Hz. Peygamber, zekatları toplamak için memurlar tayin etti. Bu memurların topladığı zekat, öncelikle mahallindeki yoksullara dağıtılır kalanı da merkeze getirilirdi. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 Hz. Peygamber Döneminde İdari, Mali, Askeri ve Sosyal Kurumlar Zekat gelirinin harcanacağı yerleri Yüce Allah belirlemiştir, onun dışındaki yerlere harcanmaz. Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerîm’de zekatın harcama yerlerini şu şekilde belirlemiştir: “Sadakalar (zekatlar) Allah’tan bir farz olarak ancak, yoksullara, düşkünlere, zekat toplayan memurlara, gönüllüleri İslam’a ısındırılacak olanlara, hürriyetlerini satın almaya çalışan kölelere, borçlulara, Allah yolunda olana ve yolda kalana mahsustur. Allah (her şeyi) pekiyi bilendir, hikmet sahibidir. (Tevbe/9: 60) ASKERİ YAPI İslam’da esas olan sulhtur, barış içinde yaşamaktır. Savaş, arızi bir durumdur. Fıtrata uygun olan, insanların emniyet ve barış içinde yaşamalarıdır. Fakat ne var ki, savaş da göz ardı edilemeyecek bir gerçektir. İnananların vatanlarını ve sahip oldukları her türlü değerlerini düşmandan korumaları ve kendilerini savunmaları da bir vazifedir. Hz. Peygamber, Medine’de bir devlet kurduktan sonra bu devleti dışarıya karşı korumak için Medine’de oturan üç Yahudi kabilesi ile saldırmazlık antlaşması yaptı. Daha sonra da Kureyş müşriklerinin, Müslümanlara ve dolayısıyla Medine şehrine olan saldırılarına karşı koydu. İslam dininde barış esas olmakla birlikte, gerektiğinde savaşa hazır olunması ve mecbur kalındığında savaşılması da emredilmiştir. Bu konuda Yüce Allah, şöyle buyurmaktadır: “Onlara (düşmanlara) karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenmiş atlar hazırlayın, onunla Allah’ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka sizin bilmediğiniz, Allah’ın bildiği (düşman) kimseleri korkutursunuz. Allah yolunda ne harcarsanız size eksiksiz ödenir ve siz, asla haksızlığa uğratılmazsınız.” (Enfal/8: 60) Ayrıca savaş sonrası uygulamalarla ilgili temel ilkelerin neler olduğu da Yüce Allah’ın talimatları ve Hz. Peygamber’in kavli ve fiili sünnetiyle tespit olunmuştur. Ordu Medine döneminde Müslümanlar devlet kurup bir vatana sahip olunca yurt savunması anlayışı geliştirilmiş ve bunun için gerekli adımlar atılmıştır. Elbette bu adımların ilki, vatanı savunmak için asker hazırlamaktır. Hz. Peygamber zamanında özel olarak muvazzaf bir ordu mevcut değildi. İç güvenliği sağlamak için polis teşkilatı da yoktu. Eli silah tutan her Müslüman, vatan savunmasına katıldığı gibi Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 Hz. Peygamber Döneminde İdari, Mali, Askeri ve Sosyal Kurumlar asayişi sağlamak için de zaman zaman görevlendirilirdi. Bir sefer tertiplemek veya bir saldırıya karşı koymak gerektiğinde Hz. Peygamber, gönüllüleri çağırır; bir kayıt defteri açılır ve her aday buraya adını kaydettirirdi. Tespit edilen günde gönüllüler, silahları, binekleri ve yol boyunca yiyecekleri azıkları ile şehir dışında bir karargahta toplanırlardı. Hz. Peygamber oraya gelir, orduyu teftiş ederdi. Her sefer için gerekli asker sayısını kendisi kararlaştırırdı. Kendi imkanlarıyla teçhizatını alamayanları devlet bütçesinden donatırdı. Bunun en güzel örneği Tebük Seferi’nde görülür. Asker toplama işi kabile başkanları tarafından yapılırdı. Hz. Peygamber, hemen her seferde, gideceği bölgeye orduyu en kısa ve emniyetli yoldan ulaştıracak bir kılavuz tayin eder, onun rehberliğinde hareket ederdi. Kendisi Medine’de kalacaksa sefere çıkacak bir ordunun komutanını yine kendisi tayin ederdi. Bizzat kendisi orduya katılmışsa, bu sefer de kendisine bağlı komutanları tayin ederdi. Ordu, klasik şekilde öncü ardcı, sağ kanat, sol kanat ve merkez olmak üzere beş kısma ayrılırdı. Askeri birlik ve kıtaların toparlanması ve teşkili genellikle kabilelere bırakılırdı. Şayet bazı kabilelerden gelenler çok az ise, bunlar diğerleriyle birleştirildi. Sefere çıkan ordu içinde, kesin çizgiler olmamakla birlikte, çeşitli komuta kademeleri vardı. Ordunun karargahı, nöbetçiler vasıtasıyla gece-gündüz korunurdu. Esirler sorguya çekilerek veya ileri keşif kolları gönderilerek sefere çıkılmadan önce düşmanın durumu hakkında bilgi toplanırdı. Keşif birlikleri vasıtasıyla düşmanın izini sürme, pusu kurma ve casusluk gibi savaş taktikleri biliniyordu. Hz. Peygamber bilgi toplamak için casus kullandığı gibi, düşman casuslarına karşı da casusluk tedbirleri alıyordu. Üsame b. Zeyd’i, Suriye’ye sevk ederken ondan kılavuzlar kiralamasını, önden gözcüler göndermesini istemişti. Taktik ve Strateji Düşmanın, kan dökülmeden teslim olmasını sağlamak için, içeceği suya engel olmak da dahil bazı tedbirlere başvuruluyordu. Hz. Peygamber, daha çok düşmanı şaşırtma metotlarını uygulardı. Medine’den ayrılmadan önce asıl gayesinden başka bir maksadı varmış gibi bir şayi’a yaydırırdı. Başlangıçta, asıl hedefinden başka bir istikamete yürürdü. Sonra bir dönüş yaparak yolunu değiştirdi. Tahmini mümkün olmayan tenha yolları seçerdi. Tebük Seferi hariç, asıl hedefini genellikle gizli tutardı. Hz. Peygamber, hicret yürüyüşü de dahil, katıldığı savaşlarda ve gönderdiği seriyyelerde bayrak (liva) ve sancak (raye) kullanmıştır. Her zaman savaştan önce düşmanı yeniden ve bir kere daha İslam’a davet ederdi. Şayet kendisi sefere çıkmıyorsa, gönderdiği komutanlara bu kurala uymaları için kesin talimat verirdi. Hz. Peygamber iklim şartlarının savaşan askerler üzerindeki etkilerini biliyordu. O dönemde savaşlar, Hendek, Taif ve Hayber kuşatmaları hariç, Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 Hz. Peygamber Döneminde İdari, Mali, Askeri ve Sosyal Kurumlar genellikle yarım gün sürmüştür. En uzun süreli savaşlar, Bizans İmparatorluğu üzerine tertip edilen Mute Savaşı ve Tebük Gazası olmuştur. Savaşlarda koruyucu silah olarak zırh, kalkan ve miğfer; yaralayıcı ve öldürücü silah olarak da kılıç, ok ve yay, mızrak, kargı, mancınık ve debbâbe kullanılıyordu. Binek hayvanı olarak daha ziyade at ve deve tercih edilirdi. Askerlerin silah arkadaşlarını düşmandan ayırabilmesi için her seferde ayrı olmak üzere bir parola (şiar) kullanılıyordu. Ancak o dönemde henüz üniforma mevcut değildi. Şüphesiz düşmanın canına ve malına zarar verme, savaşta tabii bir durumdur. Fakat insan haysiyetine yakışmayan hareketler ve ölülere işkence yapmak (müsle), Hz. Peygamber tarafından yasaklanmıştır. Ölülerin ve canlı varlıkların yakılması gibi davranışlara izin verilmemiştir. Çünkü bu tür uygulamalar, insan onuruna yakışmayan, sadece kin ve nefreti artıran davranışlardır. Düşman tarafında savaşan erkeklerin dışında kalan sivillerin, yani çocukların, yaşlıların, din adamlarının, işçilerin, sakatların, kadınların ve savaşla ilgisi bulunmayan diğer kimselerin, savaşa iştirak etmedikleri müddetçe öldürülmeleri yasaklanmıştır. Savaşta ele geçirilen esirlere, öldürülme, fidye karşılığı serbest bırakılma veya mübadele ile (Müslüman esirlere karşılık) serbest bırakılma, şartlı serbest bırakma, köleleştirme ve karşılıksız serbest bırakma (ki Hz. Peygamber döneminde en fazla uygulanan usul budur) gibi muameleler yapılırdı. Hz. Peygamber, savaş esirlerine iyi davranılmasını istemiş, onlara eziyet ve işkence yapılmasını yasaklamıştır. Kendisinden bilgi almak için bile olsa esire baskı yapılmasının uygun olmadığına işaret etmiştir. SOSYAL YAPI Devlet, büyük bir ailedir. Bu aileyi meydana getiren küçük aileler vardır. Bu küçük aileler de devletin kurumları sayılır. Bu küçük aileleri meydana getiren fertlerin dini, ekonomik ve sosyal durumları, her zaman için devletin üs kademesini etkiler. Aile Aile, sosyal yapının çekirdeğidir. İslam dinine göre toplumun temeli ailedir. Aile toplumu, toplum da milleti, millet de devleti meydana getirir. Aile yapısı sağlam olanların devleti de sağlam olur. Müslümanlar aileyi küçük bir millet, milleti de büyük bir aile kabul ederler. Aile, anne- baba ve çocuklardan meydana gelir. Çatının kurulması, yani anne ve babanın bir araya gelmesi nikahla olur. Nikah, yüce Allah’ın emri ve Hz. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 Hz. Peygamber Döneminde İdari, Mali, Askeri ve Sosyal Kurumlar Peygamber’in sünnetidir. Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerîm’de nikahı emretmiş, Hz. Peygamber de evliliği teşvik ve tavsiye etmiştir: “Kim, güç yetirirse evlensin. Zira evlenme, gözü haramdan uzak tutar, iffeti korur.” Nitekim İslamiyet’in beş gayesinden ikisi olan canın ve neslin korunması ancak aile yuvası kurarak sağlanabilir. “Nikah, benim sünnetimdir. Kim, sünnetimden yüz çevirirse benden değildir. Nikaha rağbet ediniz, çoğalınız. Ben, kıyamet gününde sizin çokluğunuzla öbür ümmetlere karşı övüneceğim.” (İbn Mace/Nikah: 1) Dinimiz İslam, aile fertlerinin haklarını, sorumluluklarını ve yükümlülüklerini belirlemiştir. Bu konuda Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Erkeklerin kadınlar üzerinde, kadınların da erkekler üzerinde hakları vardır. Yalnız erkekler, kadınlara göre bir derece üstünlüğe sahiptirler.” (Bakara/2: 228) İslam, aile içi ilişkileri, aile fertlerinin huzur ve refahını gerçekleştirmeye yönelik düzenlemiştir. Aile çatısı altındaki fertler arasındaki ilişkiler karşılıklı sevgi, saygı, şefkat, dayanışma, doğruluk, sadakat, bağlılık ve haklara riayet gibi evrensel insani değerler olarak kabul edilmiştir. Hz. Peygamber, bir aile reisiydi. Aile huzurunun nasıl olacağını yaşayarak ve göstererek öğretti. Sahabe de onu örnek aldı. Toplumu Oluşturan Unsurlar Hz. Peygamber zamanında toplum, Müslüman olanlardan ve bir de Müslüman olmayanlardan meydana geliyordu. Her iki sınıfın da kendine göre özellikleri ve kendi içinde alt sınıfları vardı. Bu sınıflar hiçbir zaman birbirleri ile çatışmıyordu. Müslümanlar Hz. Peygamber döneminde toplumu oluşturan unsurların başında Müslümanlar gelirdi. Müslümanların büyük çoğunluğu da Araplardan oluşmaktaydı. Toplumda Habeş, Fars ve Rum kökenli Müslümanlar da vardı. Toplumu oluşturan unsurların başında gelen Müslümanların bir kısmı şehirlerde bir kısmı da köylerde yaşardı. Şehirlerde yaşayanlara hadari, köylerde yaşayanlara da bedevi denirdi. Ayrıca Müslümanlar hukuki ve sosyal açıdan da hürler, mevlalar ve köleler olmak üzere üç kısma ayrılırdı. Hürler kabilenin esas Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 Hz. Peygamber Döneminde İdari, Mali, Askeri ve Sosyal Kurumlar üyesi sıfatıyla diğer iki sınıfa mensup insanlardan üstün kabul edilirdi. Köleler, sahibinin malı olarak nesilden nesile intikal ederdi. Mevlalar (Mevali) ise hürler ve köleler arasında bir sınıftı. Bunlar; sahiplerinin serbest bırakması veya anlaşma yoluyla sahibine para ödemek gibi çeşitli yollarla hürriyetine kavuşmuş kimselerdi. İslam toplumunda hicretten sonra Medine döneminde büyük ölçüde eşraf anlamında “Ensar” , “Muhacir” , “Ehl-i Bedir” gibi yeni zümreler ortaya çıkmıştır ki, bunların faziletlerine İslam’ın temel kaynaklarında deliller bulunmaktadır. Bu noktada fazilet ölçüsü, cahiliye toplumundaki üstünlük telakkilerinden farklı olarak, İslam’a hizmettir. Ensar ve Muhacir, Medine İslam toplumunu meydana getiren iki kardeş sınıftır. Savaşlarda bunların sancakları ve komutanları ayrı olurdu. Ama bu ayrılık iki toplumu birbirinden ayırmaz, üstelik iyice birbirine kaynaştırırdı. Gayrimüslimler İslam, Müslümanların oluşturduğu toplumda bu inancı paylaşmayanların inanç hürriyetine, can ve mal güvenliğine sahip olarak yaşamalarına imkan tanımıştır. Hz. Peygamber de bu imkanı gerçekleştirmiştir. Hicretten hemen sonra Medine’de bulunan müşrik ve Yahudi toplumları ile bir sözleşme yaparak bu uygulamanın ilk adımını atmıştır. Bu suretle birçok dini, kültürel gurubun bir arada yaşamasını mümkün kılan bir yapı oluşturmuştur. Bununla beraber başşehir dışında Hayber, Vadilkura, Fedek, Makna ve Teyma da Yahudiler; Eyle, Ezruh, Dümetülcendel ve Necran’da Hıristiyanlar, ayrıca Hecer ve Bahreyn’de kısmen Mecusiler oturuyordu. Buraların halkıyla yapılan anlaşmalar sayesinde gayrimüslimler dini ve hukuki temele dayalı kültürel kimliklerini koruyarak İslam toplumunun içinde yaşamaya devam etmişlerdir. Hz. Peygamber, antlaşmalarda zimmilerin canlarını, mallarını, dinlerini, ayin ve ibadetlerini, mabetlerini ve din adamlarını hukukun himayesi altına almıştır. Müslümanlar dışında kalan ve daha çok Yahudiler, Hıristiyanlar, küçük azınlıklar şeklinde de Sabiiler ve Mecusiler cizye vergisi ödeyen hür tebaa statüsünde yaşıyorlar, bunlar “zimmi” diye adlandırılıyordu. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 Hz. Peygamber Döneminde İdari, Mali, Askeri ve Sosyal Kurumlar Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 Hz. Peygamber Döneminde İdari, Mali, Askeri ve Sosyal Kurumlar DEĞERLENDİRME SORULARI 1. Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. Mekkeli muhâcirlerle Medineli ensârın birbiri ile kardeş yapılmasına ne adı verilir? a) Musâlaha b) Muâhât c) Muâhede d) Mâmele e) Mubâyaa 2. Medineli Müslümanlarla Medine’de oturan Yahudilerin vatandaşlık antlaşmasına ne adı verilir? a) Musâlaha b) Muâhât c) Muâhede d) Mâmele e) Mubâyaa 3. Aşağıdakilerden hangisi Hz. Peygamber’in Medine’de kurduğu devlet idaresinde izlediği ilkelerden değildir? a) Meşrûiyet b) Adâlet c) İstişâre d) Ahlâk e) Menfaat Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 Hz. Peygamber Döneminde İdari, Mali, Askeri ve Sosyal Kurumlar 4. Aşağıdakilerden hangisi gelirlerinden değildir? Hz. Peygamber zamanındaki devletin a) Rant b) Ganimet c) Zekât d) Öşür e) Cizye 5. Gayr-i Müslimlerin toprak mahsullerinden alınan verginin adı nedir? a) Öşür b) Cizye c) Ganimet d) Rant e) Haraç 6. Zekâtın kimlere verileceği Kur’ân âyetiyle tesbit edilmiştir. İlgili âyete göre aşağıdakilerden hangisine zekât verilmez? a) Zekât toplama memurlarına b) Yoksullara c) Yolda kalanlara d) Borçlulara e) Zimmîlere 7. Hz. Peygamber döneminin askeri yapısı için aşağıdaki cümlelerden hangisi yanlıştır? a) Devamlı hazır bekleyen muvazzaf bir ordu vardı. b) Savaşa katılacaklar savaş öncesi şehir dışında bir karargâhta toplanırdı. c) Her seferde orduya bir kılavuz tayin edilirdi. d) Her seferde ayrı bir parola kullanılırdı. e) Askerlerin belli bir üniforması yoktu. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 Hz. Peygamber Döneminde İdari, Mali, Askeri ve Sosyal Kurumlar 8. İslâm toplumunu meydana getiren Müslümanlardan hür olanlar ile köle olanlar arasında kalan sınıfa ne ad verilirdi? a) Ahrar b) Câriye c) Abd d) Mevâli e) Zimmî 9. Aşağıdakilerden hangisi Hz. Peygamber’in tayin ettiği valilerden değildir? a) Attâb b. Esîd b) Adiy b. Hâtem c) Ebû Zerri’l-Ğifârî d) Muhâcir b. Ebî Ümeyye e) Ebû Mûsâ el-Eş’arî 10. Aşağıdakilerden hangisi Hz. yaşadıkları şehirlerden değildir? Peygamber zamanında yahûdilerin a) Hayber b) Fedek c) Teymâ d) Hecer e) Vâdilkurâ Cevap Anahtarı 1 b, 2 c, 3 e, 4 a, 5 e, 6 e, 7 a, 8 d, 9 c, 10 d. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21 Hz. Peygamber Döneminde İdari, Mali, Askeri ve Sosyal Kurumlar YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK KAYNAKLAR Ağırman, Mustafa. (1997). Hz. Muhammed (s.a.v.) Devrinde Mescid ve Fonksiyonları. İstanbul. Ağırman, Mustafa. (2006). “Asr-ı Saadette Ordu ve Savaş Stratejisi”. Asr-ı Saadette İslam. III, 379-341. İstanbul. Atar, Fahrettin. (1979). İslam Adliye Teşkilatı. Ankara. Baltacı, Cahit. (2005). İslam Medeniyeti Tarihi. İstanbul. Canan, İbrahim. (1984). Medeniyet, Kültür ve Teknik. İstanbul. Çelebi, Ahmed. (1976). İslam’da Eğitim-Öğretim Tarihi. (Çev. Ali Yardım). İstanbul. Çubukçu, Asri. (1989). İslam Devletlerinde Devlet Teşkilatı ve İlmî Faaliyetler. Erzurum: (Ders Notları) Demirci, Mustafa. (2003). İslam’ın İlk Üç Asrında Toprak Sistemi. İstanbul. Ebu Halil, Şevki. (2005). İslam ve Dünya Medeniyetleri Tarihi. (Çev. Atik AydınAbdulhadi Timurtaş). İstanbul. Erkal, Mehmet. (1992). “Beytülmal”. DİA, VI, 90-94. Erkal, Mehmet. (1993). “Cizye”. DİA, VIII, 42-45. Erkal, Mehmet. (1996). “Ganimet”. DİA, XIII, 351-354. Hamidullah, Muhammed. (1972). Hz. Peygamber’in Savaşları. (Çev. Salih Tuğ). İstanbul. Hamidullah, Muhammed. (1980). İslam Peygamberi, II. (Çev. Salih Tuğ). İstanbul. Hamidullah, Muhammed. (1981). İslam Müesseselerine Giriş. (Çev. İhsan Süreyya Sırma). İstanbul. Hitti, Philip K.. (1980). Siyasi ve Kültürel İslam Tarihi, I-IV. (Çev. Salih Tuğ). İstanbul. Kallek, Cengiz. (1997). “Haraç”. DİA, XVI, 71-86. Kayaoğlu, İsmet. (1980). İslam Kurumları Tarihi I. Ankara. Kayaoğlu, İsmet. (1994). İslam Kurumları Tarihi II. Konya. Kazıcı, Ziya. (1999). İslam Medeniyeti ve Müesseseleri Tarihi. İstanbul. Palabıyık, M. Hanefi. (2002). “Hz. Peygamber’in Devlet Kurma Faaliyeti (Tarihi Arkaplan ve Tesri Açısından)”. Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, sayı: 17, Erzurum, s. 99-126. Salih, Suphi. (1981). İslam Mezhepleri ve Müesseseleri. (Çev. İbrahim Sarmış). İstanbul. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22 Hz. Peygamber Döneminde İdari, Mali, Askeri ve Sosyal Kurumlar Sarıçam, İbrahim-Erşahin, Seyfettin. (2011). İslam Medeniyeti Tarihi. Ankara. Terzi, M. Zeki. (1990). Hz. Peygamber ve Hulefa-i Raşidin Döneminde Askeri Teşkilat. Samsun. Yeniçeri, Celal. (1984). İslam’da Devlet Bütçesi. İstanbul. Yeniçeri, Celal. (2000). Hz. Muhammed ve Yaşadığı Hayat. İstanbul. Yılmaz, Hüseyin. (2006). Camilerin Eğitim Fonksiyonu. İstanbul. Yiğit, İsmail. (2004). “Mevali”. DİA, XXIX, 424-426. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23 HEDEFLER İÇİNDEKİLER HİLAFET VE RAŞİT HALİFELER DÖNEMİNDE KURUMLAR VE KÜLTÜR • Hilafet • Hilafetin Şartları ve Hükümleri • Halifenin Taşıması Gereken Şartlar • Halifenin Seçimi, Azli ve Vazifeleri • Raşit Halifelerin Kısa Tarihi • Raşit Halifeler Döneminde Siyasi, İdari Yapı ve Kurumlar • Raşit Halifeler Döneminde Kültür ve İlim Hayatı İSLAM KURUMLARI ve MEDENİYETİ TARİHİ • Bu üniteyi çalıştıktan sonra; • Hilafet ve özellikleri hakkında bilgi sahibi olabilecek, • Halifeyi, halifenin görev ve yetkilerini bilecek, • Raşit Halifeler dönemindeki idari, siyasi yapı ve kurumları anlayabilecek, • Raşit Halifeler dönemindeki kültürel yapı ve ilmi faaliyetleri kavrayabileceksiniz. ÜNİTE 6 Hilafet ve Raşid Halifeler Döneminde Kurumlar ve Kültür GİRİŞ Hulefâ-yi Râşidîn dönemi 11/632 yılında vefat eden Hz. Peygamber’in yerine geçen Hz. Ebu Bekir’le başlayıp Hz. Ali’nin 40/661 yılında vefatıyla veya Hz. Hasan’ın Muaviye ile antlaşmasıyla (41/662) son bulmaktadır. Bu dönem tüm İslam dinî ve ilmî geleneği için Asrı Saadet’ten sonraki en önemli dönemi ve süreci ifade eder ve ümmet için özel bir anlamı haizdir. Bu yüzden Asrı Saadet kadar bu dönemin de, her yönüyle çok iyi bilinmesi ve anlaşılıp anlamlandırılması gerekmektedir. Bu ünite, Raşid halifelerle başlayan Hilafet kurumu hakkındaki klasik görüşlerin özetini vererek, ilgili yapıyı ve özelliklerini öğrenciye kısaca hatırlatmaktadır. Daha sonra Raşid Halifeler dönemi özetlenerek, dönemlerindeki siyasi ve idari yapı ile kültürel ve dinî ilimlerin durumu kısaca ele alınmaktadır. HİLAFET Hilafet, “Peygambere halef olarak, din ve dünya işlerinde riyâset-i âmme sıfatı ile ona naiplik etmek” olup, bunu yapan kimseye de ‘halife’ denir. Lügat manası “bir kimsenin peşinden gelmek, ona halef olmak, onu temsil etmek” olan ’hilafet’ kelimesi, ıstılahta muradifi olan ‘imamet’ (el-İmametü’l/ezZeâmetü’l- Kübrâ/Uzma), terimleriyle birlikte, “Peygambere halef olarak, din ve dünya işlerinde riyâset-i âmme sıfatı ile ona naiplik etmek” olup, bunu yapan kimseye de ‘halife’ denir. Bu manasıyla, yani ‘İmâmü’l-Müslimin’ olarak halife lakabı, ilk defa Hz. Ebu Bekir hakkında (Halifetu Resulillah) kullanılmıştır. ‘Emirü’lMü’minin’ lakabı ise, ‘Halifetu Halifeti Resulillah’ yerine ilk olarak Hz. Ömer hakkında kullanılmış, daha sonraki halifeler hakkında da aynen kullanılmaya devam etmiştir. Halifenin Seçimi İlk halife Hz. Ebu Bekir’in seçimi hakkında muhtelif rivayetler arasında müşterek olan hususları kısaca şöyle tespit edebiliriz: Hz. Muhammed vefat ettiği gün (Hicretin 11. senesi 12 Rebiülevvel Pazartesi günü) tüm Müslümanlar Mescid-i Nebi’de büyük bir teessür içindeydiler. Hz. Ali, Zübeyr, Talhâ ve Resulullah’ın diğer yakın akrabalarından bazı Haşimîler, Fatıma’nın evinde toplanmış ve Arapların geleneği üzere, cenazenin defin ve techiz işleriyle meşguldüler. Ensardan bazıları ise hilâfet meselesini görüşmek üzere ‘Sa’ideoğulları’nın Çardağı’nda (Sakifetü Benî Sâ’ide) toplanmış, Allah Resulu’nün yerine devletin başına kimin geçmesi gerektiğini görüşüyorlardı. Bu arada Ensardan birkaç kişi bunu Hz. Ebu Bekir’e bildirerek, duruma müdahil olmasını istediler. Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Ebu Ubeyde b. Cerrah’la birlikte Sakife’ye geldi. O sırada Ensar, hasta olduğu için örtülere sarılmış halde oraya getirilmiş bulunan Hazreçli Sa’d b. Ubade’nin başkanlığına karar vermek üzereydiler. Hz. Ebu Bekir ve arkadaşları oraya Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 Hilafet ve Raşid Halifeler Döneminde Kurumlar ve Kültür geldiklerinde tartışmalara müdahil oldular. Onlar İslam’a hizmetlerinden ve Allah Resulu’nün Mekke’ye dönmeyip Medine’de kalmayı tercih etmesinden bahsederek riyasetin kendi hakları olduklarını söylüyorlardı. İlk Halife Hz. Ebu Bekir, Medine’de Ashabın büyük çoğunluğunun seçimi ile halife olmuştur. Ona bey’atı geciktiren Hz. Ali ve diğer bazıları da, daha sonra bey’at etmişlerdir. Bu konuşmayı dikkatle dinleyen Ebu Bekir, onların bu faziletlerini teslim ederek söze başladı; Muhacirler hakkındaki Kur’ân ayetlerini de okudu ve bilhassa günün siyasî şartları ve nüfuz politikasına dikkati çekerek, hilâfet meselesinin bunlarla değerlendirilmesini istedi. Ebu Bekir, Arapların bu reislik işini (hilâfeti) ancak KureyşIi birine tanıyacaklarını, onların Arapların nesep ve mevki bakımından üstte olmalarının gözden uzak tutulmaması gerektiğini söyleyerek hilâfet için Ömer veya Ebu Ubeyde’yi aday gösterdi. Ensardan Sabit b. Kays söz alarak, Muhacirlere hitaben, Ebu Bekir’i bırakıp, Ömer veya Ebu Ubeyde’ye bey’at etmelerinin doğru olmayacağını beyanla sözlerini bitirdi. Zaten onlar da, Ebu Bekir varken bunu kabul etmeyeceklerini bildirdiler. Bundan sonraki konuşmalarda Ensardan Hubâb b. Münzir, bir Ensardan bir de Muhacirlerden olmak üzere ‘iki emir’e bey’at edilmesi teklifinde bulundu. Bu teklifin sebep olduğu şiddetli münakaşalar arasında, daha sonra çokça tartışılan “İmamlar Kureyş’tendir” (el-Eimmetü min Kurayş) hadisinin rivayet edildiği nakledilir. Rivayetlere göre, bu münakaşaların sonucundan endişelenen Ömer ve Ebu Ubeyde, Ebu Bekir’e bey’at için hazırlanırlarken Beşir b. Sa’d onların önüne geçerek ilk olarak kendisi bey’at etti. Orada bulunan Muhacirler ve Ensar da bunlara uyarak bey’at ettiler. Bu hususî bey’atı, ertesi gün Medine mescidinde yapılan umumî bey’at ta’kib etti ve Hz. Ebu Bekir, Medine’deki Müslümanların büyük çoğunluğu ile ‘Müslümanların İlk Halifesi’ seçildi. Ensardan Hazreclilerin halife adayları olan Sa’d b. Ubade, Ebu Bekir ve daha sonra da Ömer’e bey’at etmemiş ve ölünceye kadar bu küskünlüğünü sürdürmüştür. Hz. Ebu Bekir’in şahsiyeti ve takip ettiği siyaset, diğer muhalifleri bey’ata razı etmişti. Hz. Ali, Talha, Zübeyr, Ebu Zerr ve Haşimilerin bey’atları hakkındaki rivayetlerden birine göre Hz. Ali ve taraftarları ilk günde bey’at etmişler ve Hz. Ali, Ebu Bekir hakkında, “Peygamber namazda onu imam tayin etti. Resulullah’ın dinimize imam tayin ettiği kimsenin, dünya işlerimize de başkan olmasına razı olduk ve onu (halife olarak) seçtik” demiştir. Daha sıhhatli olan diğer rivayete göre ise Hz. Ali, bu seçimi bir oldu-bitti sayarak memnuniyetsizliğini açıkça ifade etmekle birlikte, Ebu Bekir’in halife seçilmesinden altı ay sonra, Hz. Fatıma’nın vefatını müteakip, Haşimoğulları ve diğer taraftarları ile birlikte bey’at etmişlerdir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 Hilafet ve Raşid Halifeler Döneminde Kurumlar ve Kültür İLERİ OKUMALAR İÇİN Halife seçimleri hakkında, M. Ali KAPAR’ın,“İslam’da Seçim Sistemi Bey’at” (Beyan Yay., İstanbul 2003) adlı kitabını okuyabilirsiniz. HİLAFETİN HÜKMÜ Ehl-i Sünnet alimlerine göre, Hz. Peygamber’den sonra bir halifenin nasbı vaciptir, farz-ı kifâyedir, şâri’ bu mükellefiyeti herhangi bir kimseye yüklemez, fakat cemaat halinde bütün Müslümanları mükellef tutar. Sahabe ve Tabiinin halife nasbındaki ittifakı buna delildir. Çünkü Hz. Peygamber’in vefat ettiği gün sahabe çarçabuk Ebu Bekir’e bey’at ederek bir halife seçtiler. Bundan sonrada hep böyle devam etti. Müslümanlar bu vecibeyi yerine getirmezlerse günahkâr olurlar. Müslümanların mükellef oldukları dini vecibelerin ifası, ümmetin huzur ve saadeti bir halifenin varlığı ile mümkündür. Bir halife bulunmazsa Müslümanların emniyeti ve asayişi demek olan emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker vazifeleri ifa olunamaz. Bazı alimler ve bazı mezhepler imam nasb etmenin vacip olmadığı kanaatindedirler; Bazı Mutezile ve Hariciler bu görüştedirler. Bunlara göre vacip olan, şer’i hükümlerin yerine getirilmesidir. Ümmet adaletin ve Allah’ın hükümlerinin yerine getirilmesinde ittifak ederse imama hacet kalmaz; böyle olunca imam nasbı da vacip olmaz. HALİFENİN TAŞIMASI GEREKEN ŞARTLAR Bu şartlar klasik eserlerimizde detaylandırılmakla beraber, burada özetle saymak istiyoruz. Bununla birlikte bu şartların sonradan belirlenen şartlar olduğunu da ifade etmek gerekir: Günümüzde cumhurbaşkanı veya başbakan olmak için nasıl bir takım şartlar aranıyorsa, Hilafet makamına gelecekler için de belli şartlar aranmaktadır. Erkek olmak, Baliğ olmak, Akıllı olmak, Gözü sağlıklı olmak, Kulağı sağlıklı olmak, Kol ve bacakları sağlıklı olmak, Konuşma yeteneği olmak, Hür olmak, Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 Hilafet ve Raşid Halifeler Döneminde Kurumlar ve Kültür Müslüman olmak, Adil olmak, Şecaatli ve cesur olmak, Müçtehit olmak, İsabetli görüş sahibi olmak, Nesepçe Kureyş’ten olmak. Bu şartlarda tüm İslam mezhepleri arasında olduğu gibi, Ehl-i Sünnet alimleri arasında da ittifakın olmadığını belirtmek istiyoruz. HALİFENİN TAYİNİ Halifenin tayin yolu ve hilafet makamının doldurulması için üç esas kabul edilmiştir. Bu esasların her birinin de birtakım hükümleri vardır. Seçim (İntihab) Usulü: Ehlü’l-hal ve’l-akd denen adil, halife adaylarının durumunu iyi bilen, bunlar arasında en layığını seçebilecek kabiliyetteki seçkin topluluğun, hilafet şartlarını kendisinde toplayan birini seçmeleri ve her birinin onun hilafetine rızalarını göstermeleri, yani bey’at etmeleridir. Halife seçimine gidilebilmesi için: Önceki halifenin, kendisinden sonraki halifeyi seçmeden ölmüş olması Önceki halifenin, hilâfetten ayrılmayı gerektiren sebeplerle istifa etmesi veya ehlü’l-hal ve’l-akd tarafından azledilmiş olması lazımdır. Geleneksel anlayışa göre halife üç yolla hilafete gelebilir: Seçim (İntihab) Usulü Tayin (Nasb=Atama) Usulü Hilâfeti zorla ele geçirmek (Gasb veya İstilâ) Usulü Bu seçimin sıhhati için; 1. Bey’at edilecek kimse de, yukarda saydığımız halifede aranacak vasıfların bulunması, 2. Hilafet akdini yapacak olanların, yani halifeyi seçecek olan ehlü’l-hal ve’l-akd alimler, devlet erkânı ve halkın ileri gelenlerinin hazır olmaları, 3. Bey’at olunan kimsenin, hilafeti kabul etmesi, 4. Bey’at eden ve hilafet akdini yapan bir kişi ise, bunun şahitleri olması, 5. Bey’atın bir kişi için olması, gerekmektedir. Tayin (Nasb=Atama) Usulü: Mevcut halifenin hilafet şartlarını taşıyan bir kimseyi, kendisinden sonra halife olmak üzere tayin etmesi ve ehlü’l-hâl ve’lakd’dan söz almasıdır. Halife ölünce, kendisi için söz alınan kimse halife olur. Hilâfeti zorla ele geçirmek (Gasb veya İstilâ) Usulü: Halife ölünce hilafet şartlarını kendinde toplayan bir kimse, önceki halife tarafından tayin edilmeden, ehlü’l-hâl ve’l-akd’ın bey’atını da almaksızın bu makamı silah zoruyla veya başka yollarla ele geçirirse, bunun hilafeti de sahih sayılmıştır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 Hilafet ve Raşid Halifeler Döneminde Kurumlar ve Kültür HALİFENİN VAZİFELERİ Dinin aslî şekliyle korunması, İslam ülkesinde emniyetin sağlanması, Sınırların tahkimi ve korunması, İslam düşmanlarına karşı cihat edilmesi, Hükümlerin tenfizi ve kardeşliğin tesisi yani hak ve hukuka riayetle adaleti tevzi etmek, kanunlara riayeti sağlamak, cezaları infaz ederek zalimi kötülüklerden sakındırmak, mazlum ve mağdurun hakkını korumak, Devlet idaresine emin ve ehliyetli kimselerin getirilmesi, Zekât, ganimet, fey’ ve haracın toplanması, Ordunun ve devlet memurlarının maaşlarının takdiri, Devlet işlerinin bizzat takibi. Halkın Halifeye Karşı Vecibeleri Halifenin, halka (raiyyeye) karşı mükellefiyetleri yanında, halkın da halifeye karşı bazı mükellefiyetleri vardır: İtaat etmek, Düşmanla cihad ve din işlerinde yardımına koşmak, Zekatını (vergisini) vermek. Halifenin Azlini Gerektiren Haller Bunlar Halifede iradi veya gayri iradi vaki olabilecek bazı ahlâki zaaflar veya fiziki eksikliklerdir: Yaşlılık veya hastalık sebebiyle uhdesindeki vazifeleri yerine getirememesi halinde, kendiliğinden istifa etmesi, Ahlâkî zaaf sayılabilecek hallerin ve fısk alametlerinin görülmesi üzerine, ehlü’l-hal ve’l-akd tarafından hal’ edilmesi, Aklî melekelerini kaybetmesi halinde, azlolunması, Körlük, sağırlık ve dilsizlik gibi iş yapmaya mani sakatlıkların zuhuru da azledilmesine sebeptir. İki el veya iki ayağının yokluğu gibi rahat hareket etmeğe mani hallerde de halife vazifesinden ayrılır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 Hilafet ve Raşid Halifeler Döneminde Kurumlar ve Kültür Halifenin düşmana veya asilere esir düşmesi, kurtuluş ümidi bulunmaması ve kaybolması halinde, ortaya çıkan tasarruf imkansızlığı veya noksanlığı nedeniyle, ehlü’l-hal ve’l-akd başkasını halife seçer ve ona bey’at edilir. HİLAFETİN TARİHÇESİ Hilafetin tarihçesinden kastettiğimiz, ilk halifenin seçiminden sonraki süreçtir ve bu süreç, Hz. Ebu Bekir’le başlayıp, Osmanlı Devleti’nin son hükümdar-halifesi Vahdeddin’e kadar devam etmektedir. Dolayısıyla ‘hilafetin tarihi veya halifeler tarihi’ denince herhangi bir ayrıma girmeden bu süreci gözetmek gerekmektedir. Ancak geleneksel olarak bu süreç, ‘Hanedanların Tarihi’ olarak algılanmakta ve buna uygun olarak da çeşitli tasnifler yapılmaktadır. Bütün bu tasniflere göre de, unutulmaması gereken husus, her halükarda halifelerin tarihinin izlenebileceğidir. Bu tasniflerden biri de genelde çalışmalarımızda benimsediğimiz biçim olup, şu şekildedir: Raşid Halifeler Devri Emeviler Devri Raşid Halifeler (Hulefâyi Râşidîn), Hz. Ebubekir (11-13/632-634), Hz. Ömer (13-23/634-644), Hz. Osman (23-35/644656), Hz. Ali (3540/656-661) ve Hz. Hasan (40-41/661-662) devrini kapsamaktadır. Abbasiler devri Müstakil İslam Devletleri Devri (Bu dönemde çok sayıda devletler ve hanedanlar ortaya çıkmış, halifenin tesiri azalmış; ancak halifelik, Osmanlılara intikaline kadar resmen Abbasilerde olmuştur.) Raşid Halifeler (Hulefâ-yi Râşidîn), Hz. Ebubekir (11-13/632-634), Hz. Ömer (13-23/634-644), Hz. Osman (23-35/644-656), Hz. Ali (35-40/656-661) ve Hz. Hasan (40-41/661-662) devri ve tarihlerini kapsamaktadır. Şimdi bu dönemleri kısaca görelim. HZ. EBU BEKİR (11-13/632-634) DEVRİ Hulefâ-yi Râşidîn devri devlet teşkilatında ilk ve en önemli vazife hilafet, ilk halife de Hz. Ebu Bekir b. Ebî Kuhâfe’dir. Ka’b b. Sa’d b. Teym b. Mürre ailesinden olan Ebu Bekir’e Hz. Peygamber tarafından ‘Atîk’ lakabı verilmiştir. Diğer bir lakabı da ‘es-Sıddîk’tır. Hicretin 11. yılı 12 Rebiülevvel Pazartesi günü halife seçilmiştir. Hilafeti, Hicretin 13. yılı 9 Cumadelahire Cuma gününe kadar, iki yıl dört ay beş gün sürmüş ve Hz. Peygamber’in yanına defnedilmiştir. Abdullah, Abdurrahman ve Muhammed adlarında üç oğlu, Aişe (Hz. Peygamber’in hanımı ve Abdurrahman’ın öz bacısı) ve Esmâ (Abdullah’ın öz bacısı) adlı iki kızı vardı; üçüncü kızı Ümmü Gülsüm ise vefatından sonra doğmuştur. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 Hilafet ve Raşid Halifeler Döneminde Kurumlar ve Kültür Kısa süren hilafeti esnasında çok büyük gailelerle uğraştı. Resulullah’ın hazırladığı, fakat vefatı dolayısıyla beklemekte olan Üsame ordusunu, Hz. Peygamber’in defnini müteakib bizzat Suriye seferine uğurladı. Kureyş ve Sakif kabileleri dışında irtidad eden Benu Âmir, Hevazin, Süleym, Bahreyn, Uman, Mehre, Yemen, Hadramevt ve Kinde gibi Arap kabilelerini bir yıldan az bir zamanda itaat altına aldı. Hz. Muhammed’in sağlığında, San’â’da nübüvvet iddiasıyla ortaya çıkan elEsvedü’l-Ansî mağlup ve katledildi. Sahte peygamberlerin ikincisi Tuleyha b. Huveylid 9/630 yılında Müslüman olmuş, 10/631 yılında irtidat etmiş, Hz. Peygamber’in hastalığı sırasında da peygamberlik iddiasına kalkışmıştı. Hz. Ebu Bekir, Tuleyha ve taraftarlarıyla yaptığı uzun mücadelelerden sonra Tuleyha Şam’a gitti ve Gassanlılardan Cefne Oğullarına sığındı. İslam tarihindeki üçüncü yalancı peygamber Secâh bt. el-Haris adlı kahine bir kadın da Hz. Ebu Bekir’i epeyce meşgul etmiş ve neticede Müslümanlığı kabul etmiştir. Hz. Peygamber’in son zamanlarında Necid’in güney-doğusunda ve Bahreyn’in batısında bulunan Yemame’de, Müseyleme (el-Kezzâb) adlı biri, nübüvvet iddiasıyla ortaya çıkmış ve etrafına birçok taraftar toplamıştı. Bu yalancı, Hz. Ebu Bekir’in hilafeti zamanında faaliyetlerini daha da hızlandırmış, halkın gözünü boyayan hokkabazlıklarla İslam halifesini uzun müddet meşgul etmişti. Neticede Müseyleme öldürülmüş kabilesi Benu Hanifeliler yeniden itaat altına alınmıştır. Müseyleme ile mücadelede İslam ordusunun komutanlarından biri olan Halid b. Velid, bu gailenin neticelenmesinden sonra Irak’ta Hireliler üzerine yürüdü ve onları cizyeye bağladı, el-Enbâr ve Aynü’t-Temr’i fethetti. Oradan Dumetü’lCendel’e yönelerek emir Ukeydir el-Cendel’i öldürdü. 13/634 yılında, büyük bir Bizans ordusuna karşı Yermük’te zafer kazanıldı ve Suriye kapıları İslam ordularına açılırken, Busrâ fethedildi. Hz. Ebu Bekir zamanının önemli işlerinden biri de Kur’ân’ın toplanmasıdır. Müseyleme ile yapılan çetin savaşlarda çok sayıda ‘Kurrâ’ şehit olunca, Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer’in teşvikiyle, Hz. Ali ve diğer ashab ile müşavere ederek Kur’ân’ın toplanmasına karar verdi. Bu iş için, Hz. Peygamber’e vahiy kâtipliği yapmış olan Zeyd b. Sabit başkanlığında bir heyeti vazifelendirdi. Esasen Resulullah zamanında Kur’ân’ın tamamı zaten yazıya geçirilmişti. Ancak Zeyd, gereği gibi araştırıp çalışarak halkın elinde Kur’ân’ın yazılı bulunduğu hurma lifleri, derileri, tahtaları, ince taş ve levhaları ile hafızların ezberlerindeki metinleri toplayarak onları Resulullah’ın metnine şahit kılmış, bunu tüm halka da mal ve kabul ettirerek, bu metni mushaf haline getirmiştir. Hz. Ebu. Bekir’in Valileri Hz. Peygamber zamanında gördüğümüz devlet yapısı ve devlet teşkilatını, hemen hiçbir değişikliğe uğramadan aynen Hz. Ebu Bekir zamanında da Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 Hilafet ve Raşid Halifeler Döneminde Kurumlar ve Kültür görmekteyiz. Devlet yeni kurulmakta ve henüz mükemmel bir kurumlaşma görülmemektedir. Fethedilen yerlere bazı görevliler gönderilirken, çoklarına birkaç vazife birden verilmektedir. Bunlar o bölgenin valisi, komutanı, hâkimi (kadı), vergi memuru (âmil), imam ve muallimi idiler. Hz. Ebu Bekir zamanında bahsettiğimiz çeşitli hizmetleri gören muhtelif bölgelere atanmış bazı devlet temsilcileri şunlardı: Taif valisi olan Osman b. Ebi’l-As, Hz. Muhammed tarafından tayin edilmişti. Mekke’de de Hz. Muhammed’in tayin ettiği Attab b. Esîd vali idi. Hz. Peygamberin San’a valiliğine tayin ettiği Kays b. Abdi Yeğus el-Muradî, Hz.Ebu Bekir tarafından değiştirildi ve yerine Feyrûz ed-Deylemî gönderildi. Yemen’de vuku bulan ridde hadiselerinde, San’a’ya el-Muhacir b. Ebî Umeyye ve İkrime b. Ebî Cehil komutan olarak vazifelendirildiler. Hadramevt valisi, Ziyad b. Lebîd el-Ensarî; Havlan valisi Ya’lâ b. Münye; Zebid ve Rima’a valisi, Ebu Musa el-Eş’ari; Cened valisi, Mu’az b. Cebel; Necrân valisi, Cerir b. Abdillah; Cüreş valisi, Abdullah b. Sevr; Bahreyn valisi, el-A’lâ b. el-Hadramî; Dumetü’l-Cendel valisi, İyaz b. Ganm idiler. Hz. Ebu Bekir devrinin en önemli olayları: İç isyanların (Ridde) bastırılması Devletin istikrarının ve yapısının korunması Hz. Peygamber zamanında tamamı yazıya geçirilen Kur’an-ı Kerim’in, iki kapak arasına toplanması. Şam bölgesi henüz İslam devletine katılmamıştı. Oradaki orduların başında Ebu Ubeyde, Şurahbil, Yezid ve Amr komutan idiler. Başkomutan Halid b. Velid idi. Fethedilen yerlerin idaresi fetheden komutanlara aitti. Hz. Ebu. Bekir’in Kadıları Hz. Ebu Bekir halife olarak bizzat bazı hukukî ve cezaî davalara bakıyor, bazı ihtilafları çözüyordu. Bir katil olayı, bir hırsızlık olayı ve bir zina davasını hükme bağlamıştır. Ebu Bekir davalarda güç durumda kalırsa, aynı zamanda müftileri olan Ömer, Ali, Abdurrahman b. Avf, Muaz, Übey b. Ka’b ve Zeyd b. Sabit gibi alim sahabeye sorardı. Medine kadılığına Ömer’i tayin etti. Ömer bu görevde bir yıl kaldığı halde kendisine hiç dava gelmemiştir. Vilayetlere kaza vazifesi için (Bahreyn hâkimi Enes b. Malik hariç) hususi memurlar, hâkimler tayin edilmemiş olsa da, bu vazifeyi her vilayetin valileri yerine getirmekteydiler. Ebu Ubeyde, beytülmal sorumlusuydu. Ali b. Ebî Talib, Zeyd b. Sabit ve Osman b. Affan katiplik (kitabet) vazifesini yürütüyorlardı. HZ. ÖMER’İN HİLAFETİ (13-23/634-644) Ömer b. el-Hattab b. Nufeyl b. Abdi’l-Uzzâ, Ebu Bekir vefat ettiği gün, onun tayini ve sahabenin bu tayine rıza ve bey’atı ile halife oldu. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 Hilafet ve Raşid Halifeler Döneminde Kurumlar ve Kültür Hz. Ömer’in hilâfet yılları, İslam devletinin büyük fetihlerle gelişip yayıldığı yıllarıdır. Ömer devleti teşkilatlandırmış, yeni müesseseler kurmuştur. Bu teşkilat ve müesseselere gelmeden önce, kısaca Ömer zamanındaki fütuhat ve önemli olaylara tarih sırasıyla işaret edelim: Hz. Ömer devrinin en önemli olayları: Fetihler Devletin yapısında yenileşme ve ilaveler Divanların teşkili. 14/635 yılında Dımaşk, Hıms, Ba’lebek, Busra fethedildi, Basra şehrinin inşasına başlandı. 15/636 yılında Ürdün tamamen alındı, Yermuk ve Kadisiyye zaferleri kazanıldı. Kufe şehri inşa edildi. Divanlar kurularak Müslümanlara hizmetleri ve derecelerine göre maaş bağlandı. 16/637 yılında, Ehvâz ve Medâin şehirleri fethedildi, Celulâ harbi kazanıldı. İran meliki Yezdicerd hezimete uğratıldı, Tikrit fethedildi. Kudüs bizzat Halife tarafından alındı. Kınnisrin, Halep, Antakya ve Menbic şehirleri fethedildi. Hz. Muhammed’in Mekke’den, Medine’ye hicreti takvim başlangıcı kabul edildi. Resmi yazılarda gün, ay ve seneyi gösteren tarih kullanılmaya başladı. Halid b. Velid başkomutanlıktan azledildi. 17/638 yılında da Mescid-i Nebevi genişletildi. Şam’da Ta’un salgınında Ebu Ubeyde, Mu’az b. Cebel ve 25.000 kişi öldü. Basra’da da felaket aynı büyüklükte idi. Şam’da çıkan bu veba salgını sırasında Hz. Ömer Şam’a gitmek için yola çıkmışken, oradaki veba salgını haberiyle geri döndü. 18/639 yılında Cündişabur, Hulvan (Irak’ta), Ruha (Urfa), Sümeysat, Harran ve Nusaybin ile el-Cezire’nin (Dicle ile Fırat arasındaki şehirler) bir kısmı, Musul ve civarı fethedildi. Medine’de büyük kıtlık oldu. Mısır’dan buraya erzak gönderildi. 19/640 yılında Kaysariyye (Suriye) alındı. 20/640 yılında Mısır ve Tüster fethedildi. 21/641 yılında İskenderiye, Nihavend, Berke alındı. Halid b. Velid vefat etti ve Hıms’da defnedildi. 22/642 yılında Azarbeycan, Dinever, Hemedan, Trablus ve Rey fethedildi. 23/643 yılında Kirman, Sicistan ve İsfehan civarı fethedildi. Bu yılın sonunda Zilhicce ayında Hz. Ömer şehid edildi ve Mescid-i Nebi’nin yanında Hz. Peygamber ile Hz. Ebu Bekir’in yanına defnedildi. Hz. Ömer Zamanında Devlet Teşkilatı Fetihlerle büyüyen İslam ülkesinde idari taksimat, vilayetler ve bunlara bağlı daha küçük idari merkezler halinde idi. Her vilayette vali, kâtip, divan katibi (askeri idare katibi), Sahibu’l- harac, Şurta, Sahibu’l- beytilmal ve kadı gibi memurlar vardı. Hz. Ömer’in on yıllık hilafeti boyunca bu memuriyetlerde epeyce değişiklikler olduğundan, sadece onun vefatı sırasında vazifeleri bulunan valileri ve diğer memuriyetleri vermeyi uygun bulmaktayız: Hz. Ömer’in Valileri Mekke’de Nafi b. Abdilharis el-Huzâî; Taif’te Süfyan b. Abdillah es-Sakafi; San’a’da Ya’la b. Münye; Cened’de Abdullah b. Ebî Rebi’a; Kufe’de Muğire b. Şu’be; Basra’da Ebu Musa el-Eş‘arî; Mısır’da Amr b. el-As; Hıms’da Amir b. Sa’d; Dımışk’ta Muaviye b. Ebî Sufyan; Bahreyn’de Osman b. Ebi’l-As es-Sakafi. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 Hilafet ve Raşid Halifeler Döneminde Kurumlar ve Kültür Kaza Teşkilatı ve Kadıları Hilafeti müddetince büyük fetihlerle İslam devletinin sınırlarını çok genişletip devleti büyüten Halife Ömer,kaza teşkilatı gibi birçok teşkilat ve müessesenin de kurucusu olmuştur. Ömer, Hz. Muhammed ve Ebu Bekir zamanlarında, ekseriye bir kişinin uhdesinde bulunan muhtelif devlet görevlerini müstakil memuriyetler haline getirmeye başlamıştır.Bilhassa kaza müessesesinin istiklâline önem vererek kaza ve icra kuvvetlerini ayırmıştır. Her tarafta kadılar tarafından idare edilen mahkemeler kurmuş,ilk defa yeni kurulan Kufe ve Basra şehirlerine de müstakil hâkimler tayin etmiştir. Hâkimlerin takip etmeleri gereken usûl ve prensipler bizzat halife tarafından Ebu Musa el-Eş’ari’ye gönderdiği bir talimatnamede vaz’ edilmiştir. Kufe kadısı Şureyh, Hz. Ömer zamanında aylık 100 dirhem; Basra vali ve kadısı Ebû Musa el-Eş’ari, senelik bir milyon dirhem; Şureyh’ten önceki Kufe kadısı Selman b. Rabia aylık 500 dirhem alıyordu. Hz. Ömer, hâkimliğe zengin ve nüfuzlu olanları tayin eder ve hâkimler başka işlerle meşgul olamazlardı. Her şehirde bir veya birkaç hâkim bulunurdu. Gayrimüslimler davalarını kendi kanunlarına göre hallederler veya isterlerse Müslüman hâkimler de davalarına bakarlardı. Ömer, davaların çözümünde kolaylık sağlamak ve hükümlerin sıhhatini temin etmek için bir de ‘bilirkişi’ kurumu ihdas etmişti. Camiler mahkeme binası olarak kullanıldığı gibi, hususî binalar da yapılmıştı. Çok geniş İslam ülkesinde kaza vazifesini yürütmekte olan kadıların hepsinin ismini tespit etmek mümkün olmamakla birlikte, valilerin ve komutanların bulundukları ve fethetmekte oldukları bölgelerin aynı zamanda kadılıklarını yaptıklarını nazar-ı itibara alarak, hiç bir yerin kadısız kalmadığını söyleyebiliriz. İsimlerini tespit edebildiğimiz kadılar ve hizmet yerleri şöyledir: Medine’de kendisiyle beraber Zeyd b. Sabit; Basra’da Ka’b b. Sûrel-Ezdi; Filistin’de Ubade b. Sâmit; Kûfe’de, Abdullah b. Mes’ud ve 19/640 yılından itibaren Kadı Şureyh (Bu zat Kufe’de 60 yıl kadılık etti) kadı idiler. Şam’da bulunan bir askeri birliğe ‘cünd kadısı’ (asker kadısı) olarak da Ebu’d-Derda tayin edilmişti. Böylece bir de ‘kâdı-askerlik’ diye bir vazife ihdas edilmiş oldu. Ali b. Ebî Talib, Cemil b. Muammer, Selman b. Rab’ia el-Bahili, önce Kufe, daha sonra Medain ve Kadisiye kadılıklarında; Ebu Kurra, el-Kindî, Urve b.İyad, Kufe kadılığında; Abdullah b. Mes’ud, Kufe kadısı, beytülmal memuru idi. Ka’b b. Yessar el-Mahzumî (Mısır’ın fethinden sonra vali Amr b. el-As’a yazarak bu zatı oraya vali tayin ettirdi), Kays b. Ebi’l-As es-Sehmî (Amr b. el-As tarafından Mısır’a kadı tayin edildi) ve İmran b. el-Husayn gibi zatlar da kadılık yapmışlardı. Kadisiye’deki İslam ordusuna gönderilen doktor, kâtip, tercüman, öncü gibi görevliler arasında kadı Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 Hilafet ve Raşid Halifeler Döneminde Kurumlar ve Kültür (kadı’l-asker) olarak da Abdurrahman b. Rabia el-Bahili vardı. Ebu Hureyre’nin Bahreyn’de valilik yaptığı rivayeti de vardır. Hz. Ömer hac mevsiminde Mekke’de bir temyiz mahkemesi kurarak kadıların hükümleri hakkındaki itirazları dinliyor ve hadiseyi yeniden tetkik ediyordu. O, hâkimler tarafından verilen ölüm cezalarının kendi tahkikinden geçmeden infaz edilmeyeceğini bildirmişti. Fetva Teşkilatı İslam’ın ilk devirlerinde teşekkül eden ve kaza teşkilatına önemli yardımları olan bir müessesedir. Hz. Peygamber hem kadı hem müfti idi. Bu müessese Hz. Ömer zamanında tanzim edilmiş ve bazı esaslara bağlanmıştır. Fetihlerin genişliği ve Müslüman sayısının artmasıyla fetvaya olan ihtiyaç da artmaktaydı. Buna rağmen Ömer, herkesin fetva vermesini istemezdi. Ali, Osman, Muaz, Abdurrahman b. Avf, Ubey b. Ka’b, Zeyd b. Sabit, Ebu Hüreyre, Ebu’d-Derdâ fetva salahiyeti olan meşhur isimlerdi. Kendiliğinden fetva verenler, gerektiğinde imtihan edilir ve fetvadan menedilebilirlerdi. Fetva salahiyeti olanların isimleri halka duyurulurdu. Şurta (Polis) Her ne kadar güvenlik görevlileri Hz. Peygamber zamanından itibaren görülmeye başlamışsa da, Şurtanın teşkilatlandırılması ve geliştirilmesinin Hz. Ömer’e ait bir hadise olduğunu belirtmelidir. Hz. Ömer, suçluları takip, cezaları tatbik için hususi bir daire teşkil etmişti. Zina ve hırsızlık gibi cürümlere hâkimler bakarlar, ilk araştırma ise, ‘Ahdas’ veya ‘Şurta’ adı verilen güvenlik görevlileri tarafından yürütülür, cezalar da onlar tarafından infaz olunurdu. Şurta idaresi kazaya bağlı bir kuruluştu. Hisbe (İhtisab) Bir hukuk müessesesi olarak ‘hisbe’, “devlet reisliğince hükmedileni icrâ, ona muhalif düşeni men’, ma’rufu emir ve münkeri nehy bakımından takarrür edeni tenfiz suretiyle şehir halkının işlerini gece ve gündüz murakabe etmektir.” Hz. Ömer zamanında oluşturulan ve geliştirilen kurumlar arasında en önemlisi adliye teşkilatı ve ilgili birimleridir. Hz. Peygamber zamanından itibaren şurta ve hisbenin işleri ve salahiyetleri birbirine benzediği ve bazen bir kişiye birkaç iş birden verildiği için, Ebu Bekir zamanında ‘ases’ diye vazifelendirilen Abdullah b. Mes’ud’u aynı zamanda muhtesib olarak da zikredebiliriz. Hz. Ömer ise bu vazifeyi kendisi, kölesi Eslem ve Abdurrahman b. Avf ile birlikte bizzat yapar ve çok kez çarşı ve pazarları gezerken ölçü ve tartıları da kontrol ederdi. Devesine ağır yük vuran bir adamı ve sattığı gıda maddelerini sokağa serip yolu kapayan bir tüccarı te’dip ettiği rivayet edilir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 Hilafet ve Raşid Halifeler Döneminde Kurumlar ve Kültür Hz. Ömer’in Abdullah b. Utbe’yi ve Saib b. Yezid’i çarşı ve pazarları kontrol için muhtesib olarak tayin ettiği rivayet edilir. Şifâ bt. Abdillah adlı bir kadın da Hz. Peygamber zamanında olduğu gibi, Medine’de hisbe vazifesini yürütüyordu. Semra bt. Nuheyk’in de bu vazifeye tayin edildiği rivayet edilmektedir. İhtisab işlerinin önemi bakmandan bazı tedbirler alınmış ve buna göre birtakım esaslar benimsenmişti. Muhtesibin, 1. Satıcıların müşterileri aldatmalarını, bir şeyi eksik tartıp satmalarını, 2. Bir kimsenin umuma ait yolları, sokakları kendi mülküne ilhak etmesini, 3. Hayvanlara güçlerinin üstünde yük yüklenmesini, 4. Bir kimsenin içki içmek ve kumar oynamak gibi münkerat işlemesini, engellemek gibi vazifeleri vardı. Erkeklerin kadınlarla birlikte tavaf etmelerini de yasaklamıştı. Medine dışındaki vilayetlerde bu memuriyetin varlığı hakkında sarih bilgimiz yoktur. Ancak hukuki bir müessese, önemli bir amme hizmeti ve hilafet merkezinde de tatbikatı bulunan bu kurumun, diğer vilayetlerde de aynı işlerin tedvir ve icrası için bulunmasının muhtemel olduğunu düşünmekteyiz. Hapishaneler Hz. Peygamber zamanında çok az ihtiyaç duyulmuş ve hapishane olarak mescitten ve evlerden istifade edilmiştir. Hz. Ömer, müstakil hapishanelere ihtiyaç duymuş olacak ki, Saffan b. Umeyye’nin evini 4.000 dirheme satın alıp orayı hapishane olarak kullanmıştır. Kadı Şureyh (Kufe’de), borçlarını vermeyenleri hapse mahkum etmiş ve muhtemelen bu cezayı camide tenfiz etmişti. Basra’da Daru’l-İmare denilen yerde hapishane vardı. Sürgün cezası da ilk defa Hz. Peygamber zamanında tatbik edilmiş ve Hz. Ömer’de buna binaen sürgün cezası vermiştir. Beytülmal Bu müessese, kuruluşu itibariyle en eski ve fonksiyonu bakımından en mühim müessesedir. Unsurları hakkında çok sayıda ayet ve hadis vardır. Hz. Ebu. Bekir zamanında bir değişiklik olmadan aynen Peygamber zamanında olduğu şekliyle korunmuş, fazlaca ihtiyaç olmamakla beraber bu hizmetler için bir mekân bile tahsis edilmiştir. Beytülmal müessesesi Hz. Ömer zamanında gelişip teşkilatlanmıştır. Vilayetlerden merkeze gelen gelirler, ganimetler gibi taksim edilip dağıtılmayınca çoğalarak Ebu Bekir’in tahsis ettiği binada toplanmıştır. Burada toplanan bu varidat, bir deftere kaydedilerek sarfiyattan fazlasının burada muhafazası usulü getirilmiştir. İdarenin başına Abdullah b. Erkam ve iki yardımcı tayin edilmiştir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 Hilafet ve Raşid Halifeler Döneminde Kurumlar ve Kültür Vilayetlerde de beytülmal daireleri kuruldu. Halid b. Hares Isfahan ve Abdullah b. Mes’ud Kufe beytülmal teşkilatlarının idaresine tayin edildiler. Sağlam binalar yapılarak beytülmal hizmetlerine tahsis edildi. Vilayetlerde toplanan vergi, ganimet vs. gibi gelirlerden, gerekli meblağ mahalli ihtiyaçlar için mahalli beytülmale ayrıldıktan sonra, geri kalan her sene sonunda merkeze gönderilirdi. HZ. OSMAN’IN HİLAFETİ (23-35/644-656) Hz. Ömer vefatından önce, halifeyi seçmesi için Abdurrahman b. Avf’ın başkanlığında altı kişilik bir şura seçmişti. Bunlar Ali, Osman, Abdurrahman b. Avf, Zübeyr b. Avvam, Talha b. Ubeydillah, Sa’d b. Ebî Vakkas ve seçilmeyip sadece seçimi kolaylaştırması kaydıyla oğlu Abdullah’tan ibaretti. Aralarında iki gün süren münakaşadan sonra Abdurrahman b. Avf’ın gayretleriyle Hz. Osman’ın hilafetine karar verildi ve mescidde yapılan bey’atla 23/644 yılının Muharrem ayında üçüncü halife seçilmiş oldu. Hz. Muhammed’in iki kızı Rukiyye ve Ümmü Gülsüm ile evlendiği İçin ‘Zünnureyn’ diye lakablanan Osman b. Affan b. Ebi’l-As b. Umeyye b. Abdişems b. Abdi Menâf, bu makamda 12 yıl kaldı. 35/656 yılının Zilhiccesinde öldürüldü. Hz. Osman’ın hilafeti zamanında İskenderiye, Ermeniyye (25/645), Kuzey Afrika (27/647), Kıbrıs (28/648), Fâris (29/649), Taberistan (30/650), Kirman, Sicistan, Nişabur, Herat ve Horasan’ın kalan kısımları (31/651) fethedildi. Hz. Ömer zamanında Müslümanların önünden kaçıp Türk ülkelerine sığınan İran hükümdarı Yezdicerd öldürüldü (31/651) ve Kostantiniyye’ye (İstanbul) üç yıl üst üste sefer yapıldı. Hz. Osman devrinin en önemli olayları: Fetihler Kur’ân-ı Kerim’in çoğaltılması İlk altı yılda gelişen zenginlik ve istikrarın bozulmaya başlaması Hilafetinin önemli hadiselerinden biri, Kur’ân’ın okunuşundaki (Kırâatü’lKur’ân) ihtilafların giderilmesidir (30/650). Huzeyfe’nin (el-Yemâni) anlattığına göre, Ermeniyye’nin fethi sırasında, orada bulunan Iraklılar ve Suriyeliler, kıraatlarındaki farklılık dolayısıyla birbirlerini tekfir ediyorlardı. Hz. Osman, Zeyd b. Sabit’e Kur’ân’ı yazıp çoğaltmasını emretti. O da, Ebu Bekir zamanında yine kendisinin topladığı ve Hz. Hafsa’nın yanında bulunan mushaf ile de tekrar mukayese ederek Kur’ân’ı birkaç nüsha yazdı ve bunlar belli başlı merkezlere gönderildi. Bunlar dışındaki nüshaların tamamı yakıldı. Hz. Osman’ın katibi, Mervan b. el-Hakem, kadısı Zeyd b. Sabit idi. Hz. Osman, zamanında büyük fetihler yapıldı. Hilafetinin başlangıcında yaşanan hoşnutsuzluk ilk zamanlar aleni muhalefetler şeklinde olmadıysa da altıncı yıldan sonra bütün ülkede huzursuzluklar baş gösterdi ve neticede bu ihtilaflar ve ihtilallar halifenin hayatına mal oldu. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 Hilafet ve Raşid Halifeler Döneminde Kurumlar ve Kültür Devlet idaresinde kendisine yöneltilen ithamlar ile akrabalarını kayırdığı ve onları devletin en yüksek makamlarına getirdiği iddialarına rağmen, onun devlete büyük hizmetlerde bulunduğu da kabul edilmektedir. Fetihleri selefi Ömer’inkilerle mukayese edilecek kadar büyüktü; farklı olarak Bizans’ın başkentine kadar üç sefer yapılmış, Endülüs’e gidilmiş, ilk defa bir donanma teşkili ile deniz seferi yapılarak Kıbrıs fethedilmiştir. Hz. Osman zamanında, devlet teşkilatında herhangi bir değişikliğe rastlamıyoruz. Belli ki, selefleri zamanında müesses teşkilat ve kurumların çoğunu aynen muhafaza etmişti. Vefat ettiği yıl, valiler ve hizmet bölgeleri şöyleydi: Mekke’de Abdullah b. el-Hadramî; Taif’te Kasım b. Rabia’ es-Sakafî; San’a’da Ya’la b. Münye; Hemedan’da Cerir b. Abdillah; Cened’de Abdullah b. Rabia; Basra’da Abdullah b. Amir; Kufe’de Sa’id b. el-As; Mısır’da Abdullah b. Sa’d; Şam’da Muaviye b. Ebi Süfyan; Hıms’ta Abdurrahman b. Halid b. Velid; Kınnesrin’de Habib b. Mesleme; Ürdün’de Ebu’l-A’ver es-Sülemi; Filistin’de Alkame b. Hâkim el-Kinani. Hıms, Kınnesrin, Ürdün ve Filistin idarecileri, Şam valisi tarafından tayin edilmiş vali naibleri idiler. Muaviye’nin teklifi ile kuvvetli bir donanma kuruldu ve İskenderiye’de Bizans donanması mağlup edildi. Bu donanma sayesinde Sicilya ve Rodos adaları fethedildi. Muaviye ‘donanma’ komutanlığına Abdullah b. Kays el-Fezarî’yi tayin etmişti. Irak haracını Cabir b. Fülan el-Müzenî topluyordu. Kufe’de komutan elKa’kaa b. Amr idi. Karkisiya’da Cerir b. Abdillah, Azerbaycan’da el-Eş’as b. Kays, Hulvan’da Uteybe b. en-Nehhas, Mah’da Malik b. Habib, Rey’de Sa’id b. Kays, İsfehan’da es-Saib b. el-Akra’ bulunuyorlardı. İslam devleti bu dönemde dünyanın en büyük devleti olup çok zengin idi. Memurların maaşına ihtiyaçlarından çok fazla zam yapılıyor, muhtaç olan herkese yemek veriliyordu. Ramazan aylarında Hz. Peygamber’in hanımlarına günde iki dirhem, halka birer dirhem veriliyordu. Hz. Osman devlet daireleri için çok sayıda önemli binalar yaptırdı. Mescid-i Nebi’yi tamir ettirip genişletti ve kendisi için bir ‘maksure’ ilave ettirdi. Ordu, muntazam ve mükemmel olup yeni fethedilen yerlerde, Ömer’in yaptığı gibi askeri merkezler kurulmaktaydı. Hz. Osman bazı davalara bizzat kendisi bakardı. Kendisinin iştirak ettiği mahkemelerde, diğer kadıları da bulundurur ve hükümleri beraber verirlerdi. Hz. Ömer’in katliyle ilgili davaya Hz. Osman bakmıştı. Hâkimlerin verdiği cezaların (hadlerin) infazında halifenin tasvibinin alınmasını emretmişti. Hz. Ömer zamanında olduğu gibi Hz. Osman da hac mevsiminde Mekke’de bir nevi temyiz Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 Hilafet ve Raşid Halifeler Döneminde Kurumlar ve Kültür mahkemesi fonksiyonunu yerine getiriyor ve hâkimlerin kararlarını gözden geçiriyordu. Şurta teşkilatını tanzim ederek teşkilatın başına ‘Sahib-i Şurta’ adıyla yüksek bir memur tayin etmiştir. Ali B. Ebî Tâlib’in Hilafeti (35-40/656-661) Hz. Osman’ın katlinden sonra, 35/656 yılının Zilhiccesinde Medinelilerin bey’atıyla halife oldu. Bey’atı geciktirenler olduğu gibi, hiç bey’at etmeyerek muhalefetlerini sürdürenler de olmuştur. Bey’attan sonra Medine’de dört ay kaldı. Talha, Zübeyr, Ümeyye Oğulları ve başka gruplar Hz. Osman’ın katlinden Ali’yi sorumlu tutarak Hz. Aişe’nin etrafında toplandılar. Mekke’de bulunan Aişe, Osman’ın intikamını almak için Basra’ya geçti. Hz. Ali, 36/567 yılında Kufe’den aldığı destekle Basra’ya yürüdü ve meşhur ‘Cemel Vak’ası’ meydana geldi. 37/658 yılında Muaviye b. Ebî Süfyan, Şam’da halife olmak iddiasıyla ortaya çıktı ve Irak üzerine yürüdü ve Ali ile Safer ayında ‘Sıffin’de karşılaştılar. İki taraf da büyük kayıplar verip hilafet işini ‘hakemler’e bıraktılar. Hz. Ali ve Kufelilerin hakemi Ebu Musa el-Eş’arî, Muaviye ve Şamlıların hakemi ise Amr b. el-Âs idiler. Hakemler Dumetü’l-Cendel’de toplanarak, Ali’nin ve Muaviye’nin hilafetten hâl edilip, onların yerine Müslümanların razı olacakları birini halife seçmeyi kararlaştırdılar. Ezruh’da 38/659 yılının Şaban ayında iki tarafın huzurunda, kararı bildirmek için toplanan hakemlerden ilk sözü Ebu Musa el-Eş’ari aldı ve Ali’yi halifelikten hal’ etti. Ondan sonra sözü alan Amr ise Muaviye’yi hilafet için seçtiğini ilân etti. Şamlılar buna memnun oldu, fakat Kufeliler kabul etmediler.Ali’nin taraftarlarından bir kısmı (Hariciler) kendisini terk ederek Harura’da toplandılar ve Hz. Ali’yi de diğerleri gibi düşman ilân ettiler vuku bulan bu ihtilaf, Hz. Ali’nin öldürülmesine kadar devam etti.Hz. Ali 40/661 yılının Ramazan’ında Harici Abdurrahman b. Mülcem tarafından öldürüldü. Hz. Ali devrinin en önemli olayları: Fetihler Devletin yapısında yenileşme ve ilaveler Divanların teşkili. Hilafette bulunduğu beş yıl boyunca hep harplerle, anarşi ve isyanlarla meşgul olan Hz. Ali zamanında, devlet teşkilatı için önemli bir yenilik ve gelişmeden bahsedemiyoruz. Ülkenin her tarafı kendisine bağlı olmadığı gibi, bir kısmına da asi hariciler terörle hükmediyorlardı. Ali’ye bağlı olan Mısır’da önce Ebu Yahya elÂmirî, sonra Kays b. Sa’d b. Ubade el-Hazrecî, onun azlinden sonra Malik b. el-Haris el-Eşter ve onun ölümünden sonra da Muhammed b. Ebi Bekir vali idiler. Mekke’de Ebu Katade el-Haris, sonra Kusem b. Abbâs; Medine’de Sehl b. Huneyf, sonra Ebu Eyyub; Yemen’de Ubeydullah b. Abbas, sonra bunun kardeşi Abdullah b. Abbas daha sonra da Cariye b. Kudame; Basra’da Abdullah b. Abbas; Ali’nin merkez edindiği Kufe’de Ammar b. Hassan; Kuzey Afrika’da (Bilâdü’l-Mağrib) Abdullah b. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 Hilafet ve Raşid Halifeler Döneminde Kurumlar ve Kültür Ebi Serh valilik yaptılar. Hz. Ali zamanında birçok vilayetlerde valilerin diğer hizmetleri de yürüttükleri anlaşılmaktadır. Mısır’da Ebu’l-Esved ed-Düeli kadı; Ebu Râfi ise beytülmal hâzini idi. Kaza Teşkilatı Hz. Ali Kufe’yi merkez ittihaz ederek memleketin kendisine bağlı olan kısımlarını buradan idare ediyordu. Onun bilhassa kaza işlerinde mütebahhir bir âlim olduğu malumdur. Bu sahada tecrübesi de vardı; zira Hz. Peygamber ve Ömer zamanlarında kadılık yapmıştı. Hilafeti zamanında da hüküm verdiği, adli işlerle bizzat meşgul olduğu bilinir. Hz. Ali’nin mahkeme içtihatlarını bir kitapta topladığı da rivayet edilmektedir. Hz. Ali, hâkim tayinlerine itina eder, en bilgili ve liyakatli olanları seçer, başarılı olanları terfii ettirir ve maaşlarını arttırırdı. Her vilayete kadı tayin edemediği hallerde, valiyi kaza ile de tavzif ederdi. Nitekim Muhammed b. Ebi Bekir’i Mısır’a vali tayin ettiği zaman ona kaza işlerini de yüklemiş ve bu hususta ona bir de talimatnâme vermişti. Hz. Ali muhakeme esnasında davacı ve davalıyı, birbirlerini görmeden onları ayrı ayrı dinleme usulünü getirmiş, aynı usulü şahitler için de uygulamıştı. Hz. Ali kaza dışında diğer memuriyetlere de önem verir, devlet hizmetlerinin doğruluk ve emniyetle yürümesini isterdi. Ka’b b. Malik’e gönderdiği bir emirle, ondan, bütün Irak’ı gezmesini, halkın devlet memurları hakkındaki kanaatlerini dinlemesini, memurların tavır ve hareketlerini tetkik etmesini istemiştir. Amcazadesi İbn Abbas’ın beytülmaldan aldığı bir miktar paranın hesabını kendisinden sormuş, İbn Abbas hakkını almış olmasına rağmen, korkusundan Mekke’ye gitmişti. Sınırda askeri merkezler te’sis etmjş olan Hz. Ali, stratejik önemi olan yerlerde kaleler de inşa ettirmiştir. Hz. Hasan’ın Hilafeti (40-41/661-662) Künyesi Ebu Muhammed olan el-Hasan b. Ali b. Ebi Talib, babasının vefatı günü (40/661 17 Ramazan) halife seçildi. 41/662 yılının Rebiülevvel veya Cemaziyelevvel ayında, ülkedeki karışıklığa son vermek düşüncesiyle Muaviye b. Ebi Süfyan lehine istifa etti. 49/669 yılının Rebiülevvel veya 50/670 yılının Muharrem ayında Medine’de vefat etti. Beş veya yedi aylık hilâfeti esnasında devlet idaresinde hiçbir değişiklik olmadı. Valiler ve diğer devlet ricali babasının zamanındakilerle aynıydı. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 Hilafet ve Raşid Halifeler Döneminde Kurumlar ve Kültür HULEFÂ-Yİ RÂŞİDÎN ZAMANINDA ASKERİ TEŞKİLAT Hz. Peygamber zamanında devamlı bir ordu yoktu. İlk Müslümanlarda büyük-küçük silah taşıyabilen her yetişkin insan askerlik hizmeti ile mükellefti. Harp esnasında Hz. Muhammed bu mükellefleri çağırırdı. Her gönüllü kendi silahlarıyla, kararlaştırılan günde, kararlaştırılan yerde toplanırlardı.Hz. Peygamber bizzat ordu komutanı olarak sefere çıkıyorsa, kendisine yardımcılar seçerdi. Kendisinin iştirak etmediği seferler için komutanın tayinini yaptıktan sonra gerekli talimatı verirdi. Ordu ‘hamis’ denen beş kısma ayrılırdı: Öncü (mukaddime), ardcı (saketü’lceyş) sağ kanat (meymene), sol kanat (meysere) ve merkez (kalb). Sefere çıkan birliklerde muhtelif kademeler vardı. Kumandanın yanında, başka birliklere haber götüren, emirleri bildiren haberciler vardı. Ordu karargâhı, nöbetçilerle gece-gündüz korunurdu. Düşmanın durumunu tetkik için keşif birlikleri kullanılırdı. Düşmanı takip, casusluk, pusu kurma gibi askerî hareketler bilinir ve tatbik edilirdi. Hz. Muhammed harp için meşru kabul ettiği ve düşmanı yanıltıcı birtakım hileleri kullanmıştır. Kendi durumunu gizli tutar, düşmana ani baskınlar yapardı. Harpten önce İslamiyet’e davet eder; kabul edilmediği takdirde harp ilan ederdi. Sulh zamanlarında, başta gençler olmak üzere, bütün Müslümanların harp oyunlarını yapmalarını, koşmak, ok atmak, ata binmek gibi harp için lüzumlu spor eğitimlerini teşvik ederdi. Askeri kıyafet henüz yoktu, Hz. Peygamber, kendi askerlerinin birbirlerini tanımaları, düşmandan ayrılabilmeleri ve bazı harplerde olduğu gibi (Hendek muharebesinde) yanlışlıklara meydan vermemek için her seferde ayrı ayrı ‘Parola’lar kullanıyordu. Bazen de elbiselerinde ayrıca bazı işaretler kullanmıştı. Şehirlerin savunması için ‘hendek kazma’ usulü, kuşatmalarda ‘mancınık’, kale duvarlarını yıkmak için ‘debbâbe’ ve ‘dabûr’ gibi silahlar kullanılmaktadır. Hz. Peygamberin tesis ettiği askeri yapı, uygulama ve esaslar, Hulafâ-yi Râşidîn zamanında da aynen kabul ve tatbik edilmişlerdir. Uhud ve Huneyn harplerinden itibaren hastabakıcı, aşçı gibi hizmetlerde kadınlara da görevler verildi. Seyyar askeri hastaneler kurulurdu. Hz. Peygamber Medine’yi bir sefer sebebiyle terk ettiği zaman bir sahabeyi kendisine nâib olarak tayin ederdi. Orduda ganimet işlerine bakan bir kısım memurlar da bulunurdu. Düşmana karşı kabalık ve vahşet yasaklanmıştı. Düşmanın uzuvlarını kesmek canlı bir mahluku yakmak gibi fiillere müsaade edilmemiştir. Esirleri doyurmak Müslümanların vazifesidir. Esirler taksim edildiğinde herkes esirine iyi muamele gösterecektir. Esirlere elbise ve yiyecek temin edileceği Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 Hilafet ve Raşid Halifeler Döneminde Kurumlar ve Kültür gibi, acıları ve ızdırapları da giderilecekti. Esirler ya bir fidye-i necat mukabilinde veya tamamen karşılıksız yahut mübadele esaslarına göre serbest bırakılırlardı. Hz. Peygamber’in tesis ettiği bu esaslar, Hulafâ-i Raşidin zamanında da aynen kabul ve tatbik edilmişlerdir. Hz. Ebu Bekir zamanında herhangi bir değişiklik yoktur. Hz. Ömer zamanında ise esaslar aynen muhafaza edilmiş, teşkilatta bazı ilaveler yapılmıştır. Irak, Şam ve Mısır gibi büyük ülkeler fethedilirken, İslam orduları için oralarda hususi yerler kurulmuştu. Meselâ, Basra vilayeti ‘Ehmas’ diye beş kısma ayrılmış, her kısımda kabilelerinden biri ikâmet ediyordu. Her kısım üzerinde bir komutan (emir) bulunurdu. Kufe, Fustat (Kahire), Şam ve Mısır gibi önemli ve stratejik yerlerde de askeri merkezler (cünd) tesis edilmişti. Fetihlerin devam ettiği yıllarda eli silah tutan her Müslüman asker olup, başka işlerle uğraşmazlardı. Hatta Hz. Ömer, Müslümanları ziraatla uğraşmaktan bile men etmişti. İslam Tarihinde ilk defa Hz. Ömer tarafından Medine’de müstakil bir askerî daire (Divanü’l-Cund) kurularak, askerlerin isimleri, maaşları ve tahsisatlarının kaydı yapıldı. Bu divanda Muhacirler, Ensar ve diğer Müslümanların isimleri, Hz. Peygamber’e olan yakınlıkları, İslamiyet’teki kıdemlerine göre kaydedildi; kendilerine verilecek maaşları da oraya yazıldı. Bu tarihlerde her Müslüman asker olduğu için, herkes bu deftere kayıtlıydı. Bir kimsenin askerliğe kabulü için birtakım şartlar vardı: Hür olmak, baliğ, olmak, Müslüman olmak, sıhhatli olmak, cesaretli olmak askerlik için önemli şartlardı. Asker adayında bu şartlar tespit edilince kayıt defterine ismi ile nesebi, boyu, rengi ve diğer bedenî hususiyetleri yazılırdı. Hz. Ömer’in talimatıyla her kabile askerleri ayrı ayrı bölümlere yazılırdı. Asker Maaşları ve Rütbeleri Hz. Peygamber zamanında Müslüman askerlerinin maaşları muayyen değildi, Ele geçen ganimet malları ve diğer gelirler, miktarlarına göre, az veya çok müsavi olarak Müslümanlara dağıtılırdı. Hz. Ebu Bekir bu usulü aynen devam ettirdi. Hz. Ömer ise tesis ettirdiği divana Müslümanları nesepleri ve kıdemleri, İslam’a hizmetleri itibariyle derecelendirerek her birine yıllık 3 ile 12.000 dirhem arasında değişen miktarlarda maaşlar verdi. Bu tahsisat Emeviler dönemine kadar hiç aksatılmadan verilmiştir. Hz. Peygamber zamanında her Müslüman asker sayılmakla beraber, İslam ordusunun sayısı çok azdı. 9/630. senede vuku bulan Tebük Gazvesi’nde ordunun sayısı kırk bine ulaşmıştı. Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’in hilâfetlerinde İslam ordusunun sayısı yüz elli bini geçmişti. Zamanla bu miktar daha da artmış, belki iki Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 Hilafet ve Raşid Halifeler Döneminde Kurumlar ve Kültür katına varmıştı. Askeri teşkilatta, başlangıçta Cahiliyye döneminden intikal eden askeri rütbe esası tatbik edilmişti. Her on kişinin başında bir ‘arif’ bulunurdu. Ariflerin kumanda ettikleri birlikler de ‘Arif’ diye isimlendirilirdi, Beş arifin başında bir ‘menkib’ vardı. Daha sonraları her arifin komutasına yirmi, otuz ve kırk nefer verildi. Yani ariften müteşekkil birliğin başında ‘ümerâü’l-İsbâ’ adlı kumandanlar bulunurdu. Hulafâ-yi Râşidîn zamanında asker maaş ve hayatında gelişmeler olmuştur. Orduda hiyerarşi olup ‘liva’ ve ‘raye’ kullanılmaktaydı. Hz. Peygamber’in, askeri, teftiş edip onlara geçit resmi yaptırması gibi, Hulefâ-yi Râşidîn de aynı şeyleri devam ettirmişlerdir. Müslümanlar bir bölgeyi fethettikleri zaman, ordugâhlarını şehrin dışında kurarlardı. Hz. Ömer kendisi ile Müslüman ordugâhı arasında nehir ve deniz bulunmasını istemezdi. Fatihler, aile ve çocuklarıyla ikâmet ettikleri bu ordugâhları daha sonra şehirler haline getirdiler ki, Basra, Kufe ve Fustat şehirleri bu şekilde kurulmuş şehirlerdir. Bayrak ve Sancaklar Cahiliyye devri Arapları, eskiden beri ‘bayrak’ (livâ) ve ‘sancak’ (râye) kullanıyor ve bunlara oldukça büyük değer veriyorlardı. Anlaşıldığına göre ‘livâ’, askeri sancak; ‘râye’ ise ordu komutanının alamet ve timsali olan bir bayraktır. Hz. Peygamber de her zaman ve muhtelif sebeplerle çıkarılan seriyyelerde ‘râye’ ve beyaz renkli bir ‘liva’ kullanmıştır. Hulefâ-yi Râşidîn zamanlarında da, bir yere bir ordu sevk edildiği zaman halifeler, kumandanlara sancaklar verirler ve bu sırada askerin muzafferiyeti için dua ederler ve tavsiyelerde bulunurlardı.Hz. Ömer sancak tevdiinde, askerin maneviyatını yükseltecek veciz hitabede bulunurdu. Kaynaklar askeri teşkilat hususunda en çok Hz. Peygamber ve II. Halife Ömer dönemleri için bilgi vermektedirler. Öyle sanıyoruz ki, Hz. Peygamber’in her yaptığını hiç değiştirmeden tatbik eden Hz. Ebu Bekir, askeri teşkilatta da herhangi bir değişiklik yapmamıştır. Hz. Ömer’in halefleri Hz. Osman ve Hz. Ali zamanlarında da bu teşkilatta ciddi bir değişiklik yapılmış olduğuna dair bir kayda rastlamıyoruz. Silahlar Araplarda Cahiliyye döneminde, kılıç, kargı, yay ve kalkandan başka silah yoktu onlar bu silahları büyük bir maharetle kullanırlardı. Bilhassa yay kullanmakta çok usta idiler. İslamiyet’in zuhuru sırasında da Müslüman muhariplerin silahları bunlardan ibaretti. Araplar kılıcı, silahların en şereflisi sayarlar, kargıları at üzerinde kullanılırdı. Gerek Cahiliyye döneminde, gerek İslam devletinin ilk zamanlarında kargı, kullanışlı Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 Hilafet ve Raşid Halifeler Döneminde Kurumlar ve Kültür olmadığından fazla kullanılmamıştır, çabuk kırılır, güvenilmez aletlerdi. Zırh ve kalkanların birçok çeşitleri vardı. Hz. Peygamber ashabını, iyi ata binmek ve iyi ok atmak için teşvik ederdi. Aynı teşvik Hulefâ-yi Râşidîn zamanlarında da devam etmiştir. Arapların eskiden muhasaraya mahsus aletleri, yoktu. İslamiyet’in ilk yıllarında da bu aletlere ihtiyaç duyulmadı; çünkü henüz onları gerektiren muhasaralar olmamıştı. Daha sonraki yıllarda muhasaralar başladı ve yabancı menşeli bu aletler de kullanıldı. Bu aletlerin en mühimi,‘mancınık’, ‘debbâbe’, ‘kebşir’ idi. İlk deniz seferi Hz. Ömer zamanında Bahreyn Valisi Alaüddin b. Abdilah elHadramî tarafından İran sahillerine yapıldı; fakat Hz. Ömer kendisinden habersiz yapılan bu hareketin devamına izin vermedi. Donanma ise, ilk defa Hz. Osman’ın hilafeti sırasında Muaviye tarafından kuruldu ve deniz seferine başlandı. Bu donanma Kıbrıs’ı (28/648) fethettikten sonra, Müslümanlar Akdeniz’de kazandıkları deniz seferlerinden ve gelirlerinden memnun kalarak donanmayla seferlere devam ettiler. HULEFÂ-Yİ RÂŞİDÎN DEVRİNDE İLİM VE ÖĞRETİM İslam’ın ilk devirlerinde ilmî faaliyetlerde ağırlık, günümüz anlamında olmamakla birlikte Kur’ân ve Hadis ilimleri üzerine toplanmıştı. Hulefâ-yi Râşidîn devrinde bu ilimlerin daha sonraları ele alınan usul ve şartları henüz tespit edilmemişti. Hz. Peygamber zamanında başlayan ilmî hareketin esasını ‘Kur’ân’ın anlaşılması’ ve ‘dinî ilimler’ teşkil etmekle beraber, Sahabe arasında Kur’ân tefsiri ile meşgul olanların sayıları çok azdı. Bu sahada kendilerinden rivayetler bulunanların en meşhurları Ali b. Ebi Talib, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes’ud, Ubey b. Ka’b, Zeyd b. Sabit, Ebu Musa el-Eş’arî ve Abdullah b. Zübeyr idiler. İslam’ın ilk devirlerinde ilmi faaliyetlerde ağırlık, günümüz anlamında olmamakla birlikte Kur’ân ve Hadis ilimleri üzerine toplanmıştı. Hz. Muhammed’in sağlığında Kur’ân dikkat ve itina ile yazılıp, ezberlenerek muhafaza edildiği halde, aynı titizlik hadisler için gösterilememiştir. Hz. Peygamberin, ilk dönemlerde ağzından çıkan sözlerden, Kur’ân’dan başkasının yazılmasını yasak ettiğine dair hadisler yanında, daha sonraları bazı sahabesine müsaade etmekle kalmamış, yazılmasını bile emretmiştir. Bu birbirine zıt görünen emirler, doğrudan muhatapları olan sahabe tarafından iyi idrak edilmiş, karışmanın önlenmesine yönelik bu maksat onlarca kavranmıştır. Hadis yazma işi çok hususî bir faaliyetti ve bir kısım büyük sahabe, Kur’ân’la karıştırılması veya Kur’ân’ın önüne geçmesi endişesiyle hadis yazma işine taraftar olmamışlardı. Hz. Muhammed Kur’ân’ın tedvinine bizzat ihtimam göstermiş, Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21 Hilafet ve Raşid Halifeler Döneminde Kurumlar ve Kültür hadislerin tedviniyle ise alâkadar olmamıştır. Hadislerin intikalini, yazılanlardan çok sahabelerin hafızalarına borçluyuz. Sahabenin bir kısmı, bildiklerini talebelerine ve dinleyicilerine şifahi olarak naklediyorlar veya bir meselede Hz. Peygamber’in tatbikatı aranınca, sahabe bunu araştırarak hatırlayıp naklediyorlardı. Veda Haccı’nda Hz. Muhammed, yaklaşık 140 bin Müslümana hitap etmiştir; yapılan incelemelere göre, bu sahabenin 114 bini, Hz. Peygamber’den az çok bir hadis nakletmiştir. Hz. Peygamber’den hadis dinleyen, ondan ilim alan 114 bin Sahabe’den 30.000 kadarı Medine’de bulunuyorlardı. Medine’deki bu âlim ve fazlaca hadis rivayet eden Sahabenin en meşhurları, faaliyet ve talebeleri hakkında kısaca bilgi vermek istiyoruz: Ebu Hureyre, çok sayıda hadis rivayet etmiş; Said b. el-Müseyyeb, Tavus b. Keysan, Muhammed b. Sirin, Abdurrahman b. Hürmüz gibi meşhur talebeleri ondan hadis almışlardır. Abdullah b. Ömer’in,‘es-Sahife’ adlı bir hadis mecmuası olduğu rivayet edilir. Salim b. Abdullah b. Ömer, Nafi ve Urve gibi meşhurlar onun talebeleridir. Hz. Aişe, Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali, Ebu Said el-Hudrî, Ebu Eyyub gibi büyük sahabeler Medine’de yetişmiş ve Hz. Peygamber’den hadis ve ilim alıp, bu ilimleri başkalarına nakleden âlim sahabelerdir. Sahabeden Cabir b. Abbas Medine’de bir ders halkası kurmuş ve talebelerine hadis okutmuştur; talebelerinden Vehb b. Münebbih kendisinden hadis yazardı. Muhaddis Katâde ve Süleyman b. Kays da onun talebelerindendiler. Hz. Aişe de çok hadis nakledenlerden olup Urve b. ez-Zübeyr de onun hadislerini nakletmiştir. Hz. Aişe’nin yetiştirdiği talebeleri arasında Urve ve Kasım b. Muhammed meşhurlarıdır. Hz. Ebu Bekir 500 kadar hadisi yazmış, bilahare bunları yakmıştır. Hz. Ömer Ashapla istişare ederek hadislerini toplamayı düşünmüş ve fakat sonra vazgeçmiştir. Hz. Ali’nin de, bir hadis sahifesi olduğu rivayet edilir. Sahabe, ilim bakımından birbirinden farklı idiler ve her sahabe din işlerinde konuşmaya, fetva vermeye salahiyetli değildi. Genç yaşta Hz. Peygamber’in emriyle Yemen’de kaza vazifesinde bulunan Hz. Ali, fıkhı meselelerde müşkülleri çözmekle meşhurdu. Vefatından sonra çözümü zor olan meseleler için, “bu öyle bir mesele ki, onun Ebu’l-Hasan’ı da yok” denirdi. Bazılarının anlayamadığı Kur’ân’a ait muğlâk meselelerin tefsirlerini de en iyi bilen Hz. Ali idi; mübhemâtı en iyi o çözerdi. Abdullah b. Abbas, Hz. Ali’nin talebesi idi. Sahabi Abdullah b. Ebi Avfa ise mektupla hadis öğretmiştir. Samure b. Cündüb ve Sa’d b. Ubade’nin de hadis mecmuaları vardır. Abdullah b. Ömer, azadlısı Nâfî’e hadis yazdırır ve bu kölesi ile iftihar ederdi. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22 Hilafet ve Raşid Halifeler Döneminde Kurumlar ve Kültür Şiir, ensâb ve eyyamü’l-Arab’ı iyi bilen, tefsir, feraiz, meğazi gibi ilimlerde de âlim olan Abdullah b. Abbas’ın rivayetlerinin bir deve yükü teşkil ettiği söylenir. Başka şehirlerden ilim talipleri Abdullah’a gelirler ve o, onlara hadis okurdu. Ensabu’l-Arabı en bilenlerden biri olan Ebu Bekir, Hz. Peygamber’e ihtiyaç duyduğu zamanlarda kabileler hakkında bilgiler verirdi. Mugire b. Şu’be, Abdullah b. Mes’ud, Ebu Hureyre, diğer ilimler yanında, bilhassa hadis ilmiyle iştigal etmiş büyük âlim sahabelerdi. Fethedilen bölgelere gönderilen ve oralarda Kur’ân, Hadis ve ihtiyaç duyulan dinî ilimleri öğreten sahabeden de bahsetmek istiyoruz: Yemen ve civarına Ebu Musa el-Eş’arî, Muaz b. Cebel, Hemmam b. Münebbih gönderilmişler ve orada dinî ilimleri öğretip yaymışlardı. Hz. Ömer, Muaz b. Cebel’i, Ebu’d-Derdâ’yı ve Ubade b. es-Samit’i Suriye’ye gönderdi. Şam’da Ebu’d-Derdâ, Ebu Zer el-Gıfarî, Muaviye b. Ebi Süfyan, Usame b. Zeyd, Bilal b. Rebah el-Habeşî hadis rivayet etmişler ve dinî ilimleri öğretmişlerdir. Hıms’da Ubade b. es-Samit, Filistin’de Muaz b. Cebel ve Şeddad b. Evs bulunmuşlar ve aynı ilmî faaliyetleri göstermişlerdir. Basra’da Enes b. Malik, Ebu Musa el-Eş’ari, İmran b. el-Husayn, Muğire b. Şu’be, Nufeyl b. Haris, Semure b. Cündüb, bilhassa hadis öğretimi ile meşgul olmuşlardı. Kufe’de,Hz. Ali, Ebu Musa el-Eş’ari, Muğire b. Şu’be, Semure b. Cündüb, Cerir b. Abdillah, Selman el-Farisî, Ammar b. Yasir devlet hizmetleri ve idarî faaliyetleri yanında Kur’ân ve hadis ilimlerini öğretmek hizmetini de yürütmüşlerdir. Medayin’de Selman ve Huzeyfe’nin varlıklarına rağmen ilmi gelişme olmadı. Mısır’da hadis ve dini ilimler Abdullah b. Amr b. el-Âs vasıtasıyla yayıldı. Sahabe, ilim bakımından birbirinden farklı idiler ve her sahabe din işlerinde konuşmaya, fetva vermeye salahiyetli değildi. Fetva, ancak Kur’ân’ı çok okuyan, ona ait ilimleri, Mekkî ve Medenîyi, nüzul sebeplerini, müteşâbihi ve muhkemi bilen, bunları Peygamberden öğrenmiş olan sahabenin salahiyetindeki bir işti.Bu âlim sahabeler, İslam ülkesinin muhtelif yerlerinde, bilhassa büyük şehirlerde, camilerde ders halkaları kurar ve talebelerine Kur’ân okuturlardı. Ebu‘d-Derda’nın Dımaşk Mescidindeki dersleri sabah namazından öyleye kadar devam ederdi. Abdullah b. Abbas Mekke’de, Abdullah b. Mes’ud Kufe’de, Ebu Musa el-Eş’arî Basra Camii’nde halka Kur’ân ve Kur’ân ilimleri öğretiyorlardı. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23 Özet Hilafet ve Raşid Halifeler Döneminde Kurumlar ve Kültür • Raşit Halifeler dönemi denince genellikle Hz. Ebu Bekir (11-13/632634), Hz. Ömer (13-23/634-644), Hz. Osman (23-35/644-656), Hz. Ali (35-40/656-661) ve Hz. Hasan (40-41/661-662) dönemleri kastedilmektedir. Bu dönem tüm Müslümanlar için, Hz. Peygamber dönemi kadar önemli görülmüş ve bu dönemin icraatları dini açıdan değerli sayılmıştır. • Halifelik kurumu, Hz. Ebu Bekir'le birlikte başlamış ve son Osmanlı hükümdarı Vahdeddin'le bitmiştir. Bu yüzden tüm İslam mezhepleri ve düşünürleri tarafından son derece önemli bir kurum sayılmış ve hatta hakkında en çok polemik yapılan konulardan biri olmuştur. Biz bu yüzden halifelik hakkında, şartları, özellikleri, halifenin taşıması gereken vasıfları, atanma yolları ve azlini gerektiren hallerin başlangıçtan itibaren belirlendiğini görmekteyiz. Tabii ki bu şart ve özelliklerin, günümüz islam devlet geleneğinin anlaşılma süreci açısından çok anlamlı olmadığı iddia edilebilir, fakat bu şartların, gerektiğinde düşünülmüş olması ve belli evrensel kriterleri önermesi açısından önemlidir ve göz ardı edilmemelidir. • Hz. Ebu Bekir Allah Resulu'nün vefat ettiği gün Medine'de Muhacir ve Ensar'ın ittifakıyla seçilmiş, ilk anda bey'at etmeyenler de daha sonra bey'at etmişlerdir. Ebu Bekir, iç isyan ve ayaklanmaları bastırmış, yalancı peygamberlerin yol açtığı kargaşaya son vermiş ve yaptığı fetihlerle, Peygamberimiz sonrası ilk ihtilafları kökten hallederek kendisinden sonrakilere sorunsuz bir devlet bırakmıştır. Zamanıda yapılan en önemli işlerden biri de Kur'an-ı Kerim'in bir araya toplanmasıdır. Onun zamanında Resulullah döneminden kalan devlet yapı ve teşkilatlanmöası devam ettirilmiştir. • İslam Devleti'nin asıl kurucusu olarak kabul edilen Hz. Ömer, Hz. Ebu Bekir'in tavsiye ve atamasıyla halife olmuş, zamanında İslam Devleti Türkistan'dan Bingazi'ye ve Doğu Anadolu'dan Doğu İran'a kadar bütün bölgeye yayılmıştır. Bu da beraberinde yeni bir teşkilatlanma ve yapılanma getirmiştir. Buna göre başta adliye ve diğer kurumlarda olmak üzere birçok ilave ve değişiklikler yapılmış, elde edilen gelirlerle devlet ve halk oldukça zenginleşmiştir. • Hz. Ömer tarafından oluşturulan altı kişilik bir şura vasıtasıyla halife seçilen Hz. Osman, Ömer'den aldığı devleti yeni fetihlerle genişletmiş ve daha da zenginleştirmiştir. Fakat hilafetinin ikinci altı yılının başlangıcından itibaren gelişen muhalefet, halifenin ölümüyle bile durmamıştır. Zamanında Ümeyye oğulları devletin birçok makamını işgal etmiş ve diğer sahabe ve kabile mensupları, devlet ve şuradan dışlanmıştır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24 Özet Hilafet ve Raşid Halifeler Döneminde Kurumlar ve Kültür • Medine'de kalan sahabe'nin tensib ve seçimiyle halife olan Hz. Ali'ye devletin her yöresinden bey'at yapılmamış olması, çeşitli huzursuzluklara yol açmıştır. Bu bağlamda önce Cemel'de Hz. Aişe ve etrafındakilerle daha sonra da Sıffın'da Hz. Muaviye ve taraftarlarıyla savaşan Ali, bir türlü istikrarı sağlayamamış ve muhalif Harici grupların suikasti sonucu öldürülmüştür. Kendisinden sonra Halife olan oğlu Hz. Hasan da, taraftarlarına güvenememesi ve yeni fitnelerin vuku bulmaması için Muaviye ile anlaşarak halifeliği ona devretmiştir. • Hz. Ali de selefleri gibi devlet yönetiminde gerekli titizliği göstererek, tüm makamlara atamalar yapmış ve elinden geldiğince kurumların idamesine çalışmıştır. • Raşit halifeler döneminde mükemmel ve istikrarlı bir yapıya kavuşturulan İslam ordusu, zamanının her türlü silah ve gereçleriyle donatılmış ve beşli taksimatıyla dünyanın en güçlü ordusunu oluşturmuştur. Ordu genel yapısı, silahları ve teşkilatlanması biçimiyle Hz. Peygamber dönemindekiyle aynı olmakla beraber, Hz. Osman zamanında donanma da teşkil edilmiştir. Herkes asker sayıldığı için durumuna göre maaş tahsis edilmiş, seferler esnasında 'liva' ve 'raye' kullanılmıştır. • Bu dönemde ilmî faaliyet denince akla öncelikle Kur'an ve ona ait bilgilenmeler ile Allah Resulü'nün söz ve davranışlarını ortaya koyan hadislerin ve sünnetlerinin bilinmesine yönelik faaliyetler akla gelmektedir. Kur'an'ın yazılması Hz. Peygamber zamanında olmnakla birlikte, onun iki kapak arasına alınması Hz. Ebu Bekir zamanında ve çoğaltılması ise Hz. Osman zamanında yapılmıştır. • Sahabe dini bir problemle karşılaştığı zaman Kur'an'a başvurur, onda bulamazsa sünnete başvurarak problemi çözmeye çalışırdı. Tüm sahabe aynı derecede alim ve müfti olmadığı için tefsir, fıkıh ve diğer konularda meşhur olan sahabe bilindiği için, ilgili konularda müracaatlar o sahabeye yönelirdi. • Sahabe de bildiklerini kendilerinden sonrakilere aktarmış ve zamanın ilmi meclislerlerini oluşturarak talebeler yetiştirmişlerdir. Bu sahabe ve talebelerin isimleri tüm eserlerimizde ve nakilleriyle birlikte genelde yer almıştır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 25 Hilafet ve Raşid Halifeler Döneminde Kurumlar ve Kültür DEĞERLENDİRME SORULARI 1. Aşağıdakilerden hangisi Hilafet kelimesinin terim anlamını karşılar? Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. a) İslam devletinde Dört Halifeyi ifade eder. b) Peygambere halef olarak, din ve dünya işlerinde riyâset-i âmme sıfatı ile ona nâiplik etmeyi ifade eder. c) İslam devlet geleneğinde riyaseti amme sıfatıyla Müslüman halkı temsil eden makamı ifade eder. d) Bir kimsenin ardından gelen ve onu temsil eden kurumu ifade eder. e) İslam devlet geleneğinde meclisi ifade eder. 2. Aşağıdakilerden hangisi halifeler için kullanılan unvanlardan biri olmamıştır? a) b) c) d) e) Halifetu Resulillah Emîrul Müminin İmâmul Müslimin Nâibül Müslimin Halifetu Halifeti Resulillah 3. Aşağıdakilerden hangisi Allah Resulu’nün vefatı esnasındaki Müslümanların sosyal, hukukî ve siyasî gruplarından değildir? a) b) c) d) e) Muhacir-Ensar Ehl-Sünnet-Şia Mümin-Kafir Evs-Hazrec Hür-Köle-Mevali 4. Aşağıdakilerden hangisi Halifenin mezheplerinin görüşlerinden değildir? a) b) c) d) e) bulunması hakkında İslam Vaciptir. Farz-ı kifayedir. Bulunması şart değildir. Müslümanlar ihtiyaç duymazlarsa, gerekmez. Sünnettir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 26 Hilafet ve Raşid Halifeler Döneminde Kurumlar ve Kültür 5. Aşağıdakilerden hangisi halife seçiminin sıhhati için gerekli şartlardan değildir? a) Bey’at edilecek kimsede aranan vasıflar bulunmadığı zaman, mutlaka biri tercih edilmelidir. b) Halifeyi seçecek olan ehlü’l-hal ve’l-akd alimler, devlet erkânı ve halkın ileri gelenleri hazır olmalıdır c) Bey’at olunan kimsenin, hilafeti kabul etmesi lazımdır. d) Bey’at eden ve hilafet akdini yapan bir kişi ise, bunun şahitleri olmalıdır. e) Bey’at bir kişi için olmalıdır. 6. Halife Ebu Beki döneminin en önemli olayı aşağıdakilerden hangisidir? a) b) c) d) e) Halife seçimlinin yerleşmesi Çok sayıda fetihler yapılması Kur’an’ın toplanması Namaz ve zekata devam edilmesi Dinin yayılmaya devam etmesi 7. Aşağıdaki kurumlardan hangisi oluşturulanlardan değildir? a) b) c) d) e) Halife Ömer zamanında ilk Divanlar Adliye Hapishane Kadı askerlik Beytülmal 8. Aşağıdakilerden hangisi Raşid halifeler zamanında gayrimüslimler hakkındaki uygulamalardan değildir? a) b) c) d) e) Sadece mabed yapmalarına izin verilmemiştir. Dini eğitimlerine izin verilmiştir. Din adamlarına asla dokunulmamıştır İsterlerse davalarını Müslüman hakimlere götürebilirlerdi. Davalarını kendi kanunlarına göre hallederlerdi. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 27 Hilafet ve Raşid Halifeler Döneminde Kurumlar ve Kültür 9. Aşağıdaki kurumlardan hangisi, Hz. Peygamberden başlayıp Hz. Hasan dönemine kadar devamlı bulunmamıştır? a) b) c) d) e) İhtisab Şurta Beytülmal Kaza Ordu 10. Raşid halifeler döneminde dinî ilimlerin temelinde aşağıdakilerden hangileri bir bütün olarak yer almaz? a) b) c) d) e) Kur’an-Sünnet Tasavvuf-Kur’an Sünnet-Kelam Fıkıh-Sünnet Kelam-Tasavvuf Cevap Anahtarı 1. b, 2. d, 3. b, 4. e, 5. a, 6. c, 7. e, 8. a, 9. b, 10. e Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 28 Hilafet ve Raşid Halifeler Döneminde Kurumlar ve Kültür YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR Apak, Adem. (2007). İslam Tarihi II (Hulefâ-i Raşidîn Dönemi). İstanbul: Ensar Yay.. Atar, Fahrettin. (1979) İslam Adliye Teşkilâtı, Ortaya Çıkışı ve İşleyişi. Ankara: DİB Yay.. Avcı, Casim, “Hilafet” mad.. DİA. XVII, s. 539-546. el-A’zamî, M. Mustafa. (1993). İlk Devir Hadis Edebiyatı ve Peygamberimizin Hadislerinin Tedvîn Târîhi. (Çev. Hulusi Yavuz). İstanbul: İz Yay.. Baktır, Mustafa. (1990). İslam’da İlk Eğitim Müessesesi Ashabı Suffa. İstanbul. Belâzurî. (1987). Fütûhu’l- Büldân. (Çev. Mustafa Fayda). Ankara: Kültür Bak. Yay.. Berki, Ali Himmet-Osman Keskioğlu. (2001). Hatemü’l Enbiya Hz. Muhammed ve Hayatı. Ankara: DİB Yay., 21. Baskı. Brockelman, Carl. (1964). İslam Milletleri ve Devletleri Tarihi. (Çev. N. Çağatay). Ankara: A. Ü. İlahiyat Fak. Yay.. Canan, İbrahim. (1984). Peygamberimizin Okuma Yazma Seferberliği ve Öğretim Siyaseti. İstanbul: Cihan Yay.. Cerrahoğlu, İsmail. (1933). Tefsir Usûlü. Ankara: DİB Yay.. Çağatay, Neşet. (1989). İslam Dönemine Dek Arap Tarihi. Ankara: TTK Yay.. Çelebi, Ahmet. (1983). İslam’da Eğitim-Öğretim Tarihi. (Çev. A. Yardım). İstanbul: Damla Yay.. Çubukçu, Asri. (1989). İslam Devletlerinde Devlet Teşkilatı ve İlmî Faaliyetler. Erzurum: (Ders Notları) Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi I. (1986). Ed.: H. D. Yıldız. İstanbul: Çağ Yay. Cahız. (1986). el-Beyân ve’t-Tebyin. Beyrut. Ebu Ya’la el-Ferra. (1983). el-Ahkâmu’s-Sultâniyye. (thk. M. Hâmid el-Fekî). Beyrut. Ebu’l-Fida. (tsz.). el-Muhtasar fî Ahbari’l-Beşer. Beyrut. Enver er-Rifaî. (1973). en-Nuzum’l-İslamiyye. Dımaşk. Fazlur Rahman. (2000). İslam. (Çev. M. Dağ-M. Aydın). Ankara: Ankara Okulu Yay.. Fayda, Mustafa. (1988). “Hulefâ-yi Râşidîn” mad.. DİA. XVIII, 324-338 Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 29 Hilafet ve Raşid Halifeler Döneminde Kurumlar ve Kültür Hamidullah, Muhammed. (2002). Hz. Peygamberin Savaşları. (Çev. Salih Tuğ). İstanbul: Beyan Yay.. Hamidullah, M.. (1991). İslam Peygamberi I-II. (Çev. Salih Tuğ). İstanbul: İrfan Yay., 5. baskı. Hamidullah, M.. (2001). Kur’an-ı Kerim Tarihi. (Çev. S. Tuğ). İstanbul: Beyan Yay.. Hamidullah, M.. (2004). Muhtasar Hadis Tarihi ve Sahife-i Hemmam İbn Munebbih. (Çev. Kemal Kusçu). İstanbul: Beyan Yay.. Hamidullah, M.. (2007). İslam Müesseselerine Giriş. (Çev. S. Tuğ). İstanbul: Beyan Yay.. Hamidullah, M.. (1999). İslam’a Giriş. (Çev. V. Uysal-İ. Arif Koytak). İstanbul: Beyan Yay.. Hasan İbrahim Hasan-Ali İbrahim Hasan. (1962). en-Nuzumu’l- İslamiyye. Kahire. Hasan İ. Hasan. (1986). Siyasî-Dinî-Kültürel İslam Tarihi. (Çev. İ. Yiğit vdd.). İstanbul: Kayıhan Yay.. Hatipoğlu, Mehmet Sait. (2011). Hilafetin Kureyşliliği. Ankara: Otto Yay.. Hitti, Philip K.. (1989). Siyasi ve Kültürel İslam Tarihi. (Çev. Salih Tuğ). İstanbul: Boğaziçi Yay.. İbn Haldun. (1986). Mukaddime. (Çev. Zakir K. Ugan). İstanbul: MEB Yay.. İbn Hişâm. (1971). es-Sîretü’n-Nebeviyye. Beyrut. İbn Sa’d. (1960). et-Tabakatu’l-Kübra. Beyrut. İbnü’l-Esir. (1966). el-Kamil fi’t-Tarih. Beyrut. İbnü’l-Verdî, Zeynuddin. (tsz.). Tetimetü’l-Muhtasar. Beyrut. İbnü’n-Nedim. (1978). el-Fihrist. Beyrut. Kabisi. (1966). İslam’da Öğretmen ve Öğrenci Meselelerine Dair Geniş Risale. (Çev. S. Ateş-H. R. Öğmen). Ankara. Kalkaşandi. (1964). Meâsiru’l- İnâfe fi Meâlimi’l- Hilafe. Kuveyt. Kavakçı, Yusuf Ziya. (1975). Hisbe Teşkilâtı, Bir Hukuk ve Tarih Müessesesi Olarak Kuruluş ve Gelişmesi. Ankara. Kayaoğlu, İsmet. (1980). İslam Kurumları Tarihi. Ankara: A.Ü. İlahiyat Fak. Yay.. Kettani, Abdu’l-Hayy. (1991). et-Terâtibu’l- İdâriyye, Hz. Peygamberin Yönetiminde Sosyal Hayat ve Kurumlar. (Çev. Ahmet Özel). İstanbul: İz Yay.. Koçyiğit, Talat. (1977). Hadis Tarihi. Ankara: A. Ü. İlahiyat Fak. Yay.. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 30 Hilafet ve Raşid Halifeler Döneminde Kurumlar ve Kültür Maverdi. (1985). el-Ahkâmu’s-Sultâniyye ve’l-Vilâyâtu’d-Dîniyye. Mısır: Dâru’lKütübi’l-‘İlmiyye. Nebhan, M. Faruk. (1980). İslam Anayasa ve İdare Hukukunun Genel Esasları. (Çev. Servet Armağan). İstanbul. Okiç M. Tayyib. (1959). Bazı Hadis Meseleleri Üzerine Tetkikler. İstanbul. Okiç, M. Tayyib. (1991). İslamiyet’te Kadın Öğretimi. Ankara. Palabıyık, M. Hanefi. (2007). “Cahiliye Dönemi ve İslam’ın İlk Yıllarında OkumaYazma Faaliyetleri”. Erzurum: Atatürk Üniv. İlâhiyat Fakültesi Dergisi. sayı: 27, s. 31-68. Sandıkçı, Kemal. (1991). İlk Üç Asırda İslam Coğrafyasında Hadis. Ankara: DİB Yay.. Sezgin, M. Fuad. (2001). Buhârî’nin Kaynakları Hakkında Araştırmalar. Ankara: Ankara Okulu Yay., 2. baskı. Sıddıki, M. Zübeyr. (1966). Hadis Edebiyatı Tarihi. (Çev. Y. Z. Kavakçı). İstanbul. Suphi Salih. (1983). İslam Mezhepleri ve Müesseseleri Tarihi. (Çev. İ. Sarmış). İstanbul. Suphi Salih. (1968). el-Mebahis fi Ulumi’l-Kur’an. Beyrut. Suyuti. (1952). Tarihu’l- Hulefa. İstanbul: Eser Yay.. Taberi. (1987). Târîhu'l- Ümem ve'l-Mulûk. Beyrût: Dâru'l-Fikr. Tuğ, Salih. (1963). İslam’da Vergi Hukukunun Ortaya Çıkışı. Ankara: DİB Yay.. Üçok, Bahriye. (1967). İslam’dan Dönenler ve Yalancı Peygamberler. Ankara. Yâkût el-Hamevî. (1965). Kitâbu Mu’cemi’l-Buldân I-VI. Tahran: Mektebetu’l-Esedî. (neşr.: F. Wüstenfeld, Leipzig, 1866). Yeniçeri, Celal. (1984). İslam’da Devlet Bütçesi. İstanbul. Yurdaydın, H. Gazi. (1971). İslam Tarihi Dersleri. Ankara: A. Ü. İlahiyat Fak. Yay.. Zebidi. (1957-1972). Tecridü’s- Sarih Tercümesi. (Çev. Kamil Miras). Ankara: DİB. Yay.. Zeydan, Corci. (1971). İslam Medeniyeti Târihi. (Çev. Zeki Meğamiz, Nşr., Mümin Çevik). İstanbul: Toker Yay.. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 31 • Dini ve Sosyal İlimler • Kur’ân İlimleri • Hadis • Fıkıh • Kelam • Tarih • Dil ve Edebiyat • Ulûmu’l-Evâil HEDEFLER İÇİNDEKİLER EMEVİLER DÖNEMİ İLİM VE KÜLTÜR HAYATI • Bu üniteyi çalıştıktan sonra; • İslam dininin ilme verdiği öneme dair bilgi sahibi olabilecek, • İslam ilim tarihinin Hz. Peygamber'den başlayarak dört halife ve Emeviler dönemindeki gelişimi hakkında bilgi sahibi olabilecek, • Emeviler zamanındaki ilim anlayışı ile akli ve nakli ilimler alanında yapılan çalışmaları anlayabileceksiniz. İSLAM KURUMLARI ve MEDENİYETİ TARİHİ ÜNİTE 7 Emeviler Dönemi İlim ve Kültür Hayatı GİRİŞ İslamiyet’in ilme verdiği önem ve teşvikler sonucunda daha Hz. Peygamber döneminden itibaren Müslümanlar ilim tahsil etmeye başlamışlardır. Çeşitli yöntemler kullanılarak sayıları hızla artan okuma yazma bilenlerin sadece okuma yazma öğrenmekle kalmayıp özellikle Kur’ân ve Hadisle ilgili bilgileri öğrenme ve öğretmede aktif olarak rol aldıkları görülmektedir. Raşid halifeler zamanında da ilmi gelişmeler devam etmiş, adeta bir ilim seferberliği ile Müslümanların ilmi bakımdan gelişimi devam ettirilmiştir. Her biri ilmi yönden toplumda saygın yere sahip olan Raşid halifelerin Hz. Peygamber tarafından temeli atılan ilim faaliyetlerini sürdürdükleri görülmektedir. Nitekim Hz. Ömer, “Çocuklarınıza yüzmeyi ve ata binmeyi öğretiniz. Onlara yaygın halde olan Arap atasözlerini (darb-ı mesel) ve güzel şiirlerini naklederek öğretiniz” diyerek çocukların eğitilmesi üzerinde durmuştur. Hz. Ömer tarafından adeta ders içeriği veya müfredatı olarak tavsiye edilen konularda zamanla gelişmeler olmuş; yazı, hesap, yüzme, Kur’ân-ı Kerîm, seçkin kimselerin anlamlı sözleri, salihlerin menkıbeleri, bazı dini hükümler, şiir ve Arap dili de öğretilecek dersler arasına dahil edilmiştir. Hz. Peygamber tarafından başlatılan ve Hulefâ-yi Râşidîn zamanında artarak devam eden ilmi gelişmeler Emeviler dönemi ilmi faaliyetleri için temel oluşturmuştur. Özellikle Hz. Osman ve Hz. Ali döneminde ortaya çıkan ve Müslümanları meşgul eden dahili problemler ve iç savaşların ardından Muaviye zamanında yeniden tesis edilen siyasi birlik sayesinde pek çok sahada olduğu gibi eğitim öğretim sahasında da önemli faaliyetler başlamıştır. Emeviler dönemi, özellikle dini ilimlerin temelinin atıldığı bir dönemdir. Bu devlet zamanında büyük alimlerin yaşaması, İslamiyet’in geniş alanlara yayılması, Müslümanların farklı kültürlerle tanışarak onlardan bazı konularda etkilenmeleri ve henüz tedvin ve tasnif edilmeyen hadislerin kaybolma endişesi gibi sebeplerle ilmi faaliyetler hız kazanmıştır. Başta Medine olmak üzere pek çok bölgeye dağılan sahabilerin etrafında ilim halkaları oluşmaya başlamış ve bu merkezler hareketli birer ilim merkezleri haline gelmiştir. Belli şehirlerde ilim meclisleri oluşmuştur. Emeviler Dönemi Aişe bnt. Ebî Bekir, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Abbas, Hucr b. Adiy, Ebû Eyyûb el-Ensârî, Said b. Cübeyr, Said b. el-Müseyyeb, Kadı Şüreyh, Tâvus b. Keysân, Muhammed b. Sirîn, Hasan-ı Basrî, Atâ b. Ebî Rebâh, Zührî, Eb’an b. Osman, Ma’mer b. Raşid ve Ebû Hanife gibi bir kısmı sahabi de olan pek çok meşhur alimin yaşadığı ve ilimleriyle etrafındakileri aydınlattığı, verdikleri sohbet ve derslerle Müslümanların bilimsel anlamda yetişmeleri için harekete geçtikleri bir dönem olması bakımından da önemlidir. İsmi zikredilen şahıslar dini ilimler bakımından önemli faaliyetlerde bulunmuşlar; Peygamber sonrası Müslüman toplumun ihtiyaç duyduğu dini sahalardaki bilgi eksikliğini gidererek insanların Tefsir, Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 Emeviler Dönemi İlim ve Kültür Hayatı Hadis, İslam Tarihi, Kelam vb. sahalarda bilgi sahibi olabilmelerini temin edebilmek için gayret göstermişlerdir. Böylece Emeviler devri, alimlerin çokluğu bakımından olduğu kadar ilimi faaliyetlerin çokluğu ve farklılığıyla da oldukça verimli bir dönem olmuştur. Emeviler dönemindeki ilmi gelişmeler sadece söz konusu dönemle sınırlı kalmamış, yukarıda isimlerinden bazıları verilen pek çok alim tarafından gerçekleştirilen ilmi faaliyetler sonraki devirlerde de Müslümanların ilmi açıdan gelişmesine katkı sağlamıştır. Bu devletin hükümranlığı dönemindeki ilmi çalışmalarla Hz. Peygamber ve Raşid Halifeler devrindeki bilgi ve birikim daha da geliştirilerek sonraki kuşaklara aktarılmış, böylece Emeviler önceki kuşaklarla sonrakiler arasında ilmin intikali hususunda bir köprü görevi görmüşlerdir. Emevilerden önce özellikle dini sahalarda yoğunlaşan İslam eğitim çalışmaları Emeviler döneminde de genel anlamda aynı çizgide devam etmiştir. Kur’ân ilimleri (Tefsir, Kıraat), Hadis, Fıkıh, İslam Tarihi, Kelam vb. dini ilimler Emeviler zamanında önemli ilim dallarından olma vasfını korumuşlardır. Bununla birlikte dini ilimlerin dışında değişik ilim dalları da (Şiir, Hitabet, Gramer, Ensab vb.) dini ilimler kadar olmasa da eğitimin konusu haline gelmişlerdir. Emevi hanedan mensupları ve devlet yönetiminde önemli görevleri yerine getiren üst düzey memurların ilgi alanları dini ilimlerden ziyade diğer ilim dallarıyla alakalı olmuştur. Emevilerin yönetime geliş şekli kadar iktidarda bulundukları zaman zarfındaki uygulamaları sebebiyle de iktidara karşı çıkan ve zaman zaman idarecileri sert ifadelerle ikaz eden hatta Haricilerin isyanları dışındaki isyanlara destek veren ulemanın ilmi faaliyetlerine Emevi idareciler ciddi anlamda destek vermemişlerdir. Ömer b. Abdülaziz, Abdülmelik b. Mervan ve Hişam b. Abdülmelik gibi birkaç halife dışındaki Emevi halifeleri dini ilimlerle meşgul olan ulemaya mesafeli durmuşlar, onlara ilmi çalışmaları esnasında yardımcı olmamışlardır. Emevilerin din bilginlerine mesafeli duruşunda genel anlamda onların ilme önem vermeyen, bunun yerine idarecilik, askerlik ve ticareti daha önemseyen bakış açılarının da etkili olduğu söylenebilir. Emeviler genel olarak idarecilik, askerlik ve ticareti ilmi çalışmalara tercih etmişlerdir. Bu sebeple de ilimle meşgul olan alimler yerine idarecilik, askerlik ve ticarette maharet kazanmış kimselere daha fazla itibar etmişlerdir. Dönemin idarecileri ilmi bakımdan dini ilimler yerine edebiyat sahasındaki ilimlere, özellikle de şiir ve hitabete ve bunlarla meşgul olan şair ve hatiplere önem vermişler, bu doğrultudaki çalışmaları desteklemişlerdir. İktidarın dini ilimlere, ilmi çalışma ve alimlere bakışı pek olumlu olmayınca, çıkan dini problemlere çözüm bulma, mevcut dini bilgileri toplama, ayıklama ve nakletme görevini dönemin uleması üstlenmek zorunda kalmıştır. Böylece İslam ilimleri devlet idarecilerinden bağımsız bir şekilde ve onların ciddi destekleri olmaksızın ulemanın gayretleri ile gelişimini sürdürmüştür. Alimlerin ders halkalarını toplumun her kesimine açık tutmaları, hiç kimseye dersleri takip hususunda engel olmamaları onların halk nazarında çok sevilip takdir görmelerine yol açmıştır. Dini Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 Emeviler Dönemi İlim ve Kültür Hayatı alandaki soru ve sorunlarını çözmede diledikleri anda kendilerine ulaştıkları ve aldıkları cevap ve çözüm önerileriyle mutmain olan halkın ulemaya karşı saygı ve sevgisi daha da artmıştır. Toplum nazarında saygın bir yeri olan dönemin alimleri hem halkın dini bilgi ihtiyacını karşılıyor hem de cemiyetin önemli bir kesimini oluşturan çocukların eğitimini üstleniyorlardı. Ulemanın halk katındaki nüfuzu Emevi devlet yöneticilerinin alimlerle ilişkilerinde belirleyici bir rol oynamıştır. Devlet aleyhindeki alimlerin bazı yöntemlerle muhalefetten vazgeçirilmeye çalışılması, hatta bu maksatla zaman zaman şiddete başvurulması görülebildiği gibi bazı alimlerin resmi görevi kabul etmeye zorlanarak nüfuzlarından yararlanılmaya çalışılması da söz konusu olmuştur. Bununla birlikte Emeviler dönemi boyunca pek az kimse dışında ulema devlet nüfuzu altına girmeden ilmi faaliyetlerini ne pahasına olursa olsun devam ettirmeye gayret göstermişler, böylece Abbasilerin ilk döneminde özellikle hicri iki ve üçüncü asırlarda altın çağını yaşayacak olan İslam ilimlerinin altyapısını oluşturmayı başarmışlardır. Emeviler döneminde ulemanın geçimlerini temin etmede farklılıklar olduğu görülmektedir. Ulemadan bazıları idarecilerin çocuklarının eğitimine verdikleri katkılar, kadılık görevini yerine getirmeleri ve daha başka nedenlerle idarecilerin de tasvibiyle divandan maaş alırlarken bazıları ise kendi gayretleriyle geçimlerini sağlayabilecek işler yaparak devletten maaş almayı reddetmişlerdir. Maaş almayı reddedenlerin bu kararlarında bunun dinen caiz olmaması değil kendilerine verilecek maaşlarla idarecilerin üzerlerinde nüfuz elde etmelerine imkan vermek istememelerinin etkili olduğu söylenmiştir. Zira ulemanın icra ettiği resmi görev karşılığında devlet tarafından verilen maaşı almalarını yasaklayan dini bir hüküm bulunmamaktadır. Bununla birlikte ulema, devlet yöneticilerinin güdümüne girerek onlar tarafından kendilerine dayatılan fikri ve siyasi anlayışları savunmak ya da bunlar karşısında sessiz kalmak gibi bir duruma düşmek yerine kendi çabalarıyla geçimlerini sağlamaya çalışmışlardır. Bazı alimlerin ise ilmi çalışmaları esnasında halifelerden maddi yardım taleplerinde bulundukları ve kendilerine sağlanan imkanlarla ilmi faaliyetlerini sürdürdükleri de görülmektedir. Hz. Peygamber’in gayretleriyle mescitlerde başlayan eğitim ve öğretim faaliyetleri Emeviler döneminde artarak devam etmiştir. Sadece Mekke ve Medine gibi Hicaz kentlerinde değil emsar olarak nitelendirilen büyük vilayetlerde (Kûfe, Basra, Fustat, Mekke, Medine vb.) ve daha küçük yerleşim birimlerinde cami ve mescitlerde kurulan ilim halkaları hemen her yaştan Müslümanlarla dolup taşmıştır. İslam şehrinin nüvesini oluşturan mescitler dini ilimlerin merkezi haline gelerek asırlar boyu ilmi çalışmaların sürdürüldüğü mekanların en önemlileri arasında yer almışlardır. Mısır’da Amr b. el-Âs ve Şam’da Ümeviyye Camiî Emeviler döneminin en önemli eğitim yuvalarındandılar. Emeviler zamanında mescitler dışında saraylar, alimlerin evleri, çöl ve küttâblar da önemli ilim merkezleri haline gelmişlerdir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 Emeviler Dönemi İlim ve Kültür Hayatı Saray, Emeviler döneminde eğitim bakımından önemli fonksiyonlar ircaa etmiştir. Söz konusu fonksiyon iki yönlü olmuştur. Emevi Devleti’nin kurucusu Muaviye döneminden itibaren halifeler saraylarında akşamları sohbet ve muhabbet ortamı oluşturmuşlar, burada devrin önde gelen tarihçilerini, şair ve hatiplerini, musikişinaslarını ve edebiyatta maharet sahibi olanları misafir ederek onlar tarafından gerçekleştirilen ilmi-edebi faaliyetleri zevkle takip etmişlerdir. Böylece Emevi halifelerinin kendi bilgi ve kültürlerini geliştirmeleri mümkün hale gelmiştir. Muaviye ile başlatılan saray akşamlarında oluşturulan toplantıların muhtevasında zaman içerisinde değişimin olduğu anlaşılmaktadır. Muaviye ve kısmen Yezid b. Muaviye döneminde söz konusu toplantıların en önemli konusu tarihe dair iken Yezid’den sonra şiir ve edebiyat revaç bulan konular arasına dahil oldular. Ferazdak, Cerir b. Atiyye, Ahtal, Halid b. Safvan vb. söz konusu dönemin en önemli şairleri arasında yer alarak saray toplantılarının vazgeçilmez kişileri haline geldiler. Emevi devletinin yıkılmaya yüz tuttuğu dönemlerde toplantıların konuları ve katılımcılar değişti ve ilmi toplantıların yerini artık eğlence meclisleri aldı. Yezid b. Abdülmelik ve Velid b. Yezid döneminden itibaren İslam dünyasında şöhret sahibi olan müzisyenler sarayda toplanmaya başladılar. Birçoğu ahlak düşkünlüğü ile tanınan bu müzisyenler, sarayın en gözde şahıslarından oldular ve devlet hazinesinden en büyük payı alanlar arasında yer aldılar. Öyle ki sarayın da desteği ile müzisyenler bölgeden bölgeye gitmek için transfer parası almaya bile başladılar, özellikle idareciler tarafından çeşitli imkanlara sahip hale getirildiler. Örneğin Yezid b. Abdülmelik’in iki meşhur cariyesi ve şarkıcısından biri olan Habbâbe’nin devlet yönetimine müdahale edecek kadar ileri gittiği, çok kritik görevlere bile bazı memurların tayininde etkili olduğu anlaşılmaktadır. Diğer taraftan saray özellikle halifelerin çocuklarının en iyi şekilde eğitilmesi için de kullanılmıştır. Emevi halifeleri çocuklarının hem dini hem de edebi ilimler bakımından iyi yetiştirilmesini temin etmek maksadıyla devrin tanınmış hocalarından istifade etmeye çalışmışlar, özel hocalar tutarak çocuklarının sarayda kendi gözetimleri altında eğitilmelerini sağlamışlardır. Her halife kendi döneminin en ünlü hocalarını sarayda istihdam ederek onlara yüksek maaşlar bağlamıştır. Sarayda ders veren hocaların öğretecekleri dersin muhtevasına da müdahale eden halifeler kendi ilgi alanları doğrultusunda dersler verecek hocaları çocuklarının eğitimine memur etmişlerdir. Örneğin tarihe ilgi duyan Muaviye, bu alanda ün kazanmış olan Dağfel b. Hanzala’yı oğlu Yezid’e hoca olarak seçmiştir. Tarihe merak duyan Yezid b. Muaviye de saray sohbetlerine, özellikle tarihi olayların konuşulmasına öncelik vermiştir. Muaviye’nin geçmiş toplumlar ve devletlerin tarihlerini kendisine anlatmak üzere Ubeyd b. Şerye’yi görevlendirdiği bilinmektedir. Diğer taraftan Medine fukahasından sayılacak derecede fıkıh bilgisine sahip olan Emevilerin dördüncü halifesi Abdülmelik b. Mervan’ın ise çocukları için hoca olarak Kûfe’nin ünlü fakihi ve bir dönem kadılık da yapmış olan eş-Şa’bî’yi görevlendirmiştir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 Emeviler Dönemi İlim ve Kültür Hayatı Sarayda devlet işleri görüşülürken idari konularla ilgili tecrübe sahibi olmaları istenilen veliahtların babalarının yanında yer almalarına özen gösterilmiştir. İlme merakıyla bilinen bazı halifelerin sarayda kendileri için özel hocalar tuttuklarına dair bilgilere de rastlanılmaktadır. Fasih ve beliğ bir şekilde Arapça konuşabilmek için çocukluğunda yeterli eğitimi almayan Velid b. Abdülmelik’in halife olduktan sonra söz konusu eksikliği telafi etmek maksadıyla birçok Arapça gramer hocası tutarak onlardan nahiv dersi aldığı ve gramerini geliştirmeye çalıştığı ifade edilmiştir. Dolayısıyla saray Emeviler döneminde en önemli ilim mekanları arasında yer almıştır. Abdülmelik b. Mervan zamanından itibaren sarayda sürekli görev yapan bir eğitimci (müeddib) bulundurulmuştur. Söz konusu hocaların mevcut birikimleri ile halife çocuklarını eğitmesi istenilirken aynı zamanda halifelerin bizzat kendileri de müeddiblere zaman zaman çocuklarının eğitimi hususunda telkinlerde bulunarak onların eğitimlerine dair özen gösterilmesi gereken konulara dikkat çekmişlerdir. Hulefâ-yi Râşidîn çocuklarını eğitim konusunda herhangi bir ayrıcalıklı uygulamada bulunamamışlar, evlatlarının diğer Müslümanların çocukları ile aynı ortamda aynı hocalardan aynı müfredata göre eğitilmelerini sağlamışlardır. Oysa Emevi halifeleri halktan kopuk bir şekilde yaşamanın bir sonucu olarak çocuklarını da halktan koparmışlardır. Sarayda özel hocaların eğitimi altında yetiştirilen halife çocukları halktan daha da uzaklaşmışlardır. Emeviler dönemi eğitim mekanlarından birisi de çöldür. Arap geleneği bakımından çöl bedeni bakımdan sıhhati, dil bakımından ise fesahati temsil etmektedir. İslam öncesinde olduğu gibi İslamiyet döneminde de Araplar çocuklarının bedenen sıhhatli yetişmesi ve fasih Arapçayı öğrenebilmeleri için küçük yaşlardayken çöle gönderirlerdi. Çöl sadece hayatta kalabilmek için zorunlu olan atıcılık, binicilik, dövüşçülük ve yüzücülüğün öğrenildiği bir yer olmayıp aynı zamanda şiir, musiki, fasih ve beliğ konuşma gibi sanatların da en güzel şekliyle öğrenilip icra edildiği bir mekandı. Bu sebeple Emevi halifeleri de evlatlarını çöle göndererek onların söz konusu bilgi ve becerileri öğrenmelerini istemişlerdir. Eğitim için çocuğunu çöle gönderen ilk halife Muaviye olmuştur. O, oğlu Yezid’i daha küçük yaşındayken çöle dayılarının yanına göndermiştir. Çölde verilen eğitimin öneminin anlaşılması bakımından Abdülmelik b. Mervan’ın, “Velid’e olan sevgimiz ona zarar verdi”, yani ona olan düşkünlüğümüz sebebiyle çöle göndermediğimiz oğlumuz Velid için iyi olmadı, bu durum ona zarar verdi” demesi manidardır. Çöl ortamında fasih Arapça öğrenme imkanı elde edemeyen Velid’in bunu telafi etmek üzere hilafeti döneminde kendisine özel hocalar tutarak fasih konuşabilmek üzere dersler aldığı ifade edilmiştir. Dolayısıyla Emeviler döneminde çöl sadece geleceğin devlet yöneticisi olan çocukların değil halktan pek çok kimsenin de çocuklarının eğitimi için önemli mekanlar arasında yer almıştır. Özellikle fetihlerin yoğun bir şekilde devam ettiği bu dönemde çölde binicilik, kılıç kullanma, ok atabilme daha da önemlisi çölün zorlu Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 Emeviler Dönemi İlim ve Kültür Hayatı şartlarına alışarak çocukluk çağını geçirenler İslam ordusunun asker ihtiyacının karşılanması bakımından da önem arz etmekteydi. Küttâblar da Emeviler döneminin önemli eğitim kurumları arasında idiler. Özellikle emsar denilen büyük vilayetlerde olduğu gibi kasaba, hatta köylerde bile küttâblar vardı. İlköğretim çağındaki öğrencilere buralarda okuma yazma yanında binicilik, atıcılık, şiir, darb-ı mesel ve Kur’ân-ı Kerim’in de öğretildiği anlaşılmaktadır. Küttâblarda tedrisatını tamamlayan öğrenciler eğitimlerine mescitlerdeki ders halkalarına katılarak devam etmişlerdir. Çoğu az sayıda öğrenciye eğitim veren küttâbların bazılarında ise sayıları binleri bulan öğrenci kapasitesine sahip olduğuna dair tarihi kayıtlara rastlanılmaktadır. Ebu’l-Kâsım el-Belhî (ö.105/723)’nin 3000 öğrenciye eğitim veren bir küttâbından bahsedildiği gibi Dahhâk b. Müzahim (ö.105/723)’in de Kûfe’de kendisine ait 3000 öğrenci kapasitesine sahip bir küttâbından söz edilmektedir. Küttâb öğrencileri yazı malzemesi olarak ellerinde taşıdıkları levhaları kullanırlardı. Öğrenciler, hocaları tarafından kendilerine yazdırılan ayet, hadis, darb-ı mesel ve şiirleri ezberlerdi. Bunun yanında temel dini bilgiler ve dini ibadetlerin de küttâblarda uygulamalı olarak öğretilerek öğrencilerin ibadet ve inanç esaslarına dair genel kaideleri hakkında bilgi sahibi olmaları temin edilirdi. Küttâblara devam etmek için belli bir sosyal zümreye sahip olmaya gerek yoktu. Her Müslüman çocuğunu bu okullara gönderebiliyordu. Hatta buralara köle ve cariyeler de giderek okuma yazma öğrenebiliyorlardı. Emeviler döneminde ilim adamlarının ev ve iş yerlerini de ilim öğretmek için kullandıkları görülmektedir. Özellikle devletten ve öğrenci velilerinden ilim öğretmeleri karşılığında herhangi bir ücret kabul etmeyen alimler, hem hayatlarını devam ettirebilmek hem de ilmi faaliyetleri sürdürebilmek için ya evlerinin ya da işyerlerinin bir kısmını eğitim için tahsis etmişlerdir. Ticaretle meşgul olmak zorunda kalan bazı alimler, hem ticari faaliyetlerini hem de öğrenci yetiştirme işini bir arada devam ettirmeye çalışmışlardır. Nitekim İmam-ı Azam Ebû Hanife Kûfe pazarındaki iki göz dükkanının bir odasında öğrencilerine ders verirken diğerinde müşterilerine mal satmaya devam etmiştir. Emeviler dönemi ilmi çalışmalarıyla ilgili olarak belirtilmesi gereken bir husus da bu devletin tebaası olarak yaşamlarını devam ettiren gayrimüslimlerin de kendilerine ait kilise, havra ve ateşgede gibi ibadethanelerinde okuma yazma ile dini ve sosyal yaşamla ilgili temel bilgileri öğrettikleri gibi din adamlarını da bizzat kendileri yetiştirmişlerdir. Emeviler döneminde ilmi çalışmaların sahası genişlemiş, Hz. Peygamber ve Raşid halifeler dönemindeki ilmi alanlara yenileri eklenmiştir. Bilindiği gibi İslam ilim tarihçileri ilimleri farklı kategorilere ayırmışlardır. Bunlardan bazıları şu şekildedir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 Emeviler Dönemi İlim ve Kültür Hayatı Nakli (şer’i/dini) ilimler: Tefsir, hadis, fıkıh, tasavvuf, kelam, nahiv, lügat, edebiyat vb. Akli ilimler: Felsefe, matematik, astronomi, tıp, coğrafya, kimya, biyoloji, botanik, zooloji, eczacılık, musiki, tarih. Diğer taraftan Dil ve Edebiyat (Şiir, Gazel, Hitabet ve Nahiv), Dini ilimler (Kraat-Tefsir, Hadis, Fıkıh, Kelam) ve diğer ilimler (Tarih, Ulumu’l-Evâil: Felsefe, Kimya, Tıp ve Eczacılık, Astronomi vb.) şeklinde bir gruplandırma da söz konusudur. Yukarıdaki tasnifin dışında bizim de benimsediğimiz bir tasnif daha bulunmaktadır. Bu tasnife göre ilimler; “dini ve sosyal ilimler” ile “Ulûmü’l-Evâil” şeklinde iki guruba ayrılarak mütalaa edilmiştir. DİNİ VE SOSYAL İLİMLER Dini ve sosyal ilimleri birbirinden kesin hatlarla ayırmak mümkün değildir. Zira dini ilimlerin sosyal ilimlere gerek içerik gerekse yöntem bakımından büyük etkileri olduğu gibi sosyal ilimlerin de dini ilimlere etkileri hatta katkıları söz konusudur. Dolayısıyla iki grubu aynı başlık altında değerlendirmeyi uygun görüyoruz. Kur’ân İlimleri Dini ilimlerin başında Kur’ân ilimleri gelmektedir. Kur’ân’la ilgili ilimler onun okunmasına dair kıraat ve yorumuna dair tefsirdir. Bu iki ilim dalının temelleri aslında Hz. Peygamber tarafından atılmış daha sonra gelişmiştir. İslam medeniyetinin birçok ilim ve sanat şubesinin hareket noktası Kur’ân-ı Kerîm olmuştur. Sadece tefsir, kıraat gibi doğrudan Kur’ân’la ilgili ilim dalları değil dil, gramer, imla gibi Filoloji ile ilgili ilim dalları da Kur’an’dan etkilenmiştir. Arap dili ve edebiyatının oluşumunda Kur’ân’ın önemli bir payı olduğu gibi Müslümanların konuştukları diller ve yaşadıkları kültürlerde de Kur’ân’ın değişik oranlarda payının olduğu görülmektedir. Kıraat Hz. Osman tarafından Kureyş lehçesi esas alınmak suretiyle çoğaltılan Kur’ân nüshaları Kur’ân’ın tek bir lehçe ile okunmasını sağladığı gibi lehçe farklılıkları sebebiyle çıkabilecek tartışmaları da sona erdirmiştir. Değişik bölgelere gönderilen ve resmi hüviyete haiz olan bu nüshalara bağlı olarak Kur’ân’ın okunması ve öğretilmesi için Emeviler döneminde muallimler görevlendirilmiştir. Bu dönemde çok sayıda Kur’ân nüshası istinsah edilerek Kur’ân üzerindeki ihtilaflar en aza indirildi. Böylece Kur’ân’ın Hz. Peygamber’e geldiği şekliyle sonraki kuşaklara intikali sağlandı. Kur’ân’ın okunuşunu yani kıraat ilmini iyi Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 Emeviler Dönemi İlim ve Kültür Hayatı bilen muallim sahabilerin verdikleri derslerle genç sahabiler ve tabiin bu alanda uzmanlık kazandılar. Emeviler döneminde yetişen bu alimler hocalarından duydukları ve öğrendikleri kıraat vecihlerini sistemleştirerek kıraat ilminin gelişmesine ön ayak oldular. Kırat ilmine dair ilk eserler Emeviler döneminde yazıldı. Günümüze intikal etmemekle birlikte söz konusu eserler sonraki dönemlerde bu alanda yapılacak olan çalışmalara kaynaklık etmişlerdir. Kıraat ilminde otoriter kabul edilen kıraat-ı seba alimlerinden üçü bu dönemde yetişmiştir. Bunlar Suriye bölgesinin kıraat üstadı İbn Âmir el-Yahsubî, Mekke’nin kıraat alimi İbn Kesîr ve Kûfelilerin imamı Âsım b. Behdele’dir. Emeviler dönemi Kur’ân’ın metni üzerinde ciddi katkıların gerçekleştirilerek okuyucular açısından kolaylıkların sağlandığı bir dönem de olmuştur. Zira Kur’ân ilk defa bu dönemde harekelenmiştir. Muaviye’nin emri ve Basra valisi Ziyad b. Ebîhi’nin aracılığıyla Ebu’l-Esved ed-Düeli (69/688) Kur’ân’ın noktalanma işini gerçekleştirmiştir. Kur’ân’ın noktalanması ve okunuş birliği sağlanması için harekelendirmesi bir ihtiyaçtan kaynaklanmıştır. Dönem içerisinde farklı kültür ve toplumlardan insanların İslam toplumuna dahil olmasıyla Arapçanın bozulması Kur’ân’a da tesir edebilir endişesi böyle bir çalışmanın gerçekleşmesinde etkili olmuştur. Kur’ân’la ilgili noktalama işleminin Emevilerin meşhur valilerinden Haccac b. Yusuf’un emriyle Nasr b. Âsım tarafından yapıldığı da ifade edilmekle birlikte daha ziyade kabul gören bu işi Ebü’l-Esved ed-Düeli’nin gerçekleştirdiğidir. Tefsir Kur’ân ayetlerinin muhkem veya müteşabih, mücmel veya mufassal oluşu gerek anlaşılması gerekse uygulanması bakımından birtakım farklılıklara ve tartışmalara yol açmıştır. Bu durum tefsir ilminin doğmasında etkili olmuştur. Hz. Peygamber hayatta iken Kur’ân’ın anlaşılmasıyla ilgili problemleri kendisi çözüyordu, ondan sonra ise Kur’ân hususunda otoriter olan müfessir sahabiler bu işi üstlenmişlerdir. Müfessir sahabiler Kur’ân’ı tefsir ettikleri gibi çok sayıda talebe de yetiştirerek kendilerinden sonraki dönemlerde Kur’ân’ın anlaşılmasına katkı sağlayacak bir nesil bırakmaya çalışmışlardır. Tabiinden olan bu müfessirler, yerleştikleri bölgelerde farklı ekoller oluşturarak Kur’ân’ın anlaşılması yönünde çalışmalarını sürdürmüşlerdir. Bu dönemde Mekke, Medine ve Kûfe’de tefsir çalışmaları yoğunluk kazanmıştır. Mekke tefsir ekolünün kurucusu sayılan ve “müfessirlerin sultanı”, ve “ Kur’ân tercümanı” olarak bilinen Abdullah İbn Abbas ve onun öğrencilerinden Atâ b. Ebû Rebâh, Tâvus b. Keysân, Saîd b. Cübeyr, İkrime vb. tefsir alanında önemli hizmetlerde bulunmuşlardır. Benzer şekilde Übey b. Kâ’b öncülüğünde Medine’de de tefsir çalışmaları yoğun bir şekilde devam etmiştir. Sahabilerin çoğu bu şehirde Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 Emeviler Dönemi İlim ve Kültür Hayatı yaşadığı için Medineli müfessirler, çalışmaları esnasında sahabilerden doğrudan bilgi alma imkanına sahip olmuşlardır. Diğer taraftan Irak bölgesinde ise tefsir çalışmaları yine sahabeden Abdullah b. Mes’ûd ve talebeleri tarafından gerçekleştirilmiştir. Katâde b. Diâme, Ebû Abdurrahman es-Sülemî, Alkame b. Kays, Hasan el-Basrî vb. Abdullah b. Abbas’ın meşhur öğrencilerinden ve Irak tefsir ekolünün en önemli mensuplarındandırlar. Emeviler döneminde telif edilen tefsir kitapları günümüze kadar gelmemişlerdir. Bununla birlikte bu eserler sonraki dönemlerde yapılan çalışmalara kaynaklık etmişlerdir. Hadis Hz. Peygamber’in söz, fiil ve takrirlerini aktaran, değerlendiren ve tasnif eden bilim dalı olarak daha Hulefâ-yi Râşidîn döneminden itibaren ortaya çıkan hadis ilmi Emeviler döneminde de muhaddis sahabiler öncülüğünde gelişimini sürdürmüştür. Hadislerin kitap oluşturacak boyutta olmasa bile sahifeler halinde yoğun bir şekilde yazıldığı Emeviler devrinde, tedvini de gerçekleştirilmeye başlamıştır. Emevi halifelerinden Ömer b. Abdülaziz halifeliği sırasında hadis alimlerinin vefatı sebebiyle ortaya çıkabilecek mahzurları göz önünde bulundurarak vilayetlerdeki valiler ve hadis alimlerine mektuplar yazarak Hz. Peygamber’den nakledilen hadislerin toplanmasını istemiştir. Böylece hadis sayfaları bir araya getirilerek tedvin dönemi başlatılmıştır. Bu emir doğrultusunda ilk olarak eser yazan kişi İbn Şihâb ez-Zührî (ö. 124/742) olmuştur. Hadislerin tedvin edilmesi ileride, Abbasiler döneminde hadislerin konularına göre tasnif edilmesi böylece hadis külliyatının oluşturulmasına büyük katkılar sağlamıştır. Özellikle Hz. Osman ve Hz. Ali döneminde yaşanılan siyasi ve dini tartışmalar esnasında bazı kimselerin hadis uydurma yoluna gitmesi sebebiyle hadislerin sıhhati önemli bir konu olarak gündeme gelmiştir. Sahih hadislerin uydurma olanlardan ayırt edilebilmesi için hadisi söyleyene nispet ederek hadisin sıhhatini tespit etmeye yarayan isnad sistemi Emeviler döneminde geliştirilmeye başlandı. Emeviler dönemi muhaddisleri arasında ez-Zührî’den başka Abdullah b. Amr b. el-Âs, Abdullah b. Abbas, Semüre b. Cündeb ve Câbir b. Abdullah, Hemmâm b. Münebbih gibi şahıslar sayılabilirler. Fıkıh Emeviler devri fıkhın müstakil olarak bir ilim dalı haline geldiği dönem olarak kabul edilmektedir. Bu esnada tabiin nesline mensup pek çok fakih, çeşitli bölgelerdeki fakih sahabilerin ders halkalarına katılmışlar, onlardan aldıkları bilgileri geliştirerek sonraki nesillere aktarmışlardır. Tabiin fakihleri değişik bölge ve çevrelerAtatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 Emeviler Dönemi İlim ve Kültür Hayatı de farklı karakteristiğe sahip fikıh ekolleri oluşturmuşlardır. Başını Saîd b. Müseyyeb’in çektiği “Hicaz ekolü” ve önderliğini İbrahim en-Nehâî’nin yaptığı “Irak ekolü” bu dönemde teşekkül etmiştir. Her iki grup da Kitap, Sünnet ve Sahabe icmaına dayanmakla birlikte Hicaz ekolü, sünnetin daha iyi bilindiği ve tatbik edildiği Medinelilerin yaşadığı İslam’a ve onların meselelere yaklaşımlarına daha fazla önem vermişlerdir. Ayrıca Hicaz ekolu, bulundukları çevre sebebiyle hadis malzemelerine daha kolay ve yoğun olarak ulaşabilmekteydiler. Mecbur kalmadıkça rey ve içtihat yoluyla hüküm vermezler, Kitap ve Sünnetteki delillerle karar vermeyi önemserlerdi. Söz konusu farklılıkların oluşmasında hadisi delil olarak alma veya reye başvurma konusunda bazı prensip ve metot farkları etkili olduğu gibi çevre, kültür ve üstat da önemli yere sahiptirler. Hicazlıların yaşadıkları bölge itibarıyla fazla problemle karşılaşmamaları onların hüküm verme konusunda Kitap ve Sünnetle yetinmelerinde etkili olmuştur. Bununla birlikte Irak ekolünü oluşturanların bulundukları bölge ise hem nicelik hem de nitelik bakımından problemlerin yoğun olduğu bir yerdi. Bundan dolayı bazen Kitap ve Sünnetteki deliller problemi çözmede, hüküm vermede yeterli olamayabiliyordu. Iraklı fukaha bu durumda sahabe kavline ve kendi rey ve içtihatlarına göre de hüküm vermek zorunda kalmışlardır. Konulara göre fıkıh kitaplarının yazılışı Emeviler döneminde başlamışsa da bunların çok az bir kısmı günümüze kadar gelebilmiştir. Kelam Emeviler dönemi, kelam tarihi bakımından itikadi konularda tartışmaların başladığı ve kelam ilminin temellerinin atıldığı bir devir olarak kabul edilmektedir. Söz konusu dönemde kişiler bazında bazı tartışmalar ve gruplaşmalar olmuşsa da büyük itikadi ekoller henüz teşekkül etmemiştir. Bu sebeple Emeviler devri kelam ilminin hazırlayıcı merhalesi olarak nitelendirilebilir. Kelam ve mütekellim ifadelerinin Abbasi halifelerinden Harunürreşid (170-193/786-809) döneminde yaygınlaşmış olması da Emeviler döneminin kelam ilmi bakımından hazırlık safhasının yaşandığı devir olarak kabul edilmektedir. Hz. Osman ve Hz. Ali döneminde ortaya çıkan siyasi ve fikri ayrılıklar zamanla itikadi mahiyet kazanmıştır. Son iki Raşid halife döneminde yaşanılan dahili problemler, Hz. Osman’ın asiler tarafından öldürülmesi, Hz. Ali’nin cemel ashabıyla mücadelesi, Sıffın ve Nehrevân Savaşı, tahkim vb. gibi olaylar kelamın konusuna giren kader, irade, iman, küfür gibi kavramların ortaya çıkmasına ve kelam ilminin doğuşuna tesir eden Şia, Hariciler, Cebriyye, Kaderiyye, Mürcie gibi grupların oluşmasına zemin hazırlamıştır. Emeviler döneminde kader konusunu gündeme getirerek insan hürriyetini savunan ilk kişilerin Ma’bed el-Cühenî ile Gaylân ed-Dımeşkî, cebir görüşünü destekleyenlerin Ca’d b. Dirhem ve Cehm b. Safvân olduğu, mutezililiği ilk savunan şahsın da Vâsıl b. Atâ olduğu kabul edilir. Bu dönemde yaşanılan itikadi tartışmaAtatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 Emeviler Dönemi İlim ve Kültür Hayatı larda görüşleriyle adlarından sıkça bahsettiren en önemli alimler ise Hasan-ı Basrî ve Ebû Hanîfe’dir. Kelam ilminin Emeviler döneminde ortaya çıkmaya başlamasında söz konusu zaman diliminde fetihler neticesinde farklı kültür, inanç ve felsefeye sahip kişilerin İslam toplumuna dahil olması veya Müslümanlarla ilişki kurmaya başlamalarının da etkisi vardır. Zira gerek Müslümanlığı benimseyen ancak eski inanç ve düşüncesinden de tamamen kurtulamayan yeni Müslümanlar gerekse İslamiyet’i fikir ve düşünce platformunda yıpratmaya çalışanlara karşı İslam dininin entelektüel boyutta anlatılması ve savunulabilmesi için kelam ilmine ihtiyaç duyulmuştur. Tarih İslam tarihçiliği siyer ve meğaziye dair Hadis-i Şeriflerin bir araya getirilip kategorize edilmesiyle başlamıştır. Daha Hz. Peygamber hayatta iken bazı sahabiler siyer ve meğaziye dair hadisleri yazıyorlardı. Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Amr b. el-Âs, Ber’â b. Âzib gibi sahabilerin siyere dair pek çok hadisi yazdıkları bilinmektedir. Söz konusu sahalardaki çalışmalar Emeviler döneminde büyük bir yoğunluk kazandı. Tabiin tabakasından olan zamanın alimleri siyer ve meğazi ilmini öğrenme uğrunda büyük bir gayret içerisine girdiler. Bu dönemde yazılan siyer ve meğazi kitapları günümüze ulaşmamakla birlikte bunlardan yararlanan alimlerin eserleri vasıtasıyla söz konusu sahabilerin yazdıkları eserlerle bunlardan haberdar olabilmekteyiz. Emeviler dönemindeki çalışmalarla siyer ve meğazi ilminin temelleri atılmış, bu temel üzerine Abbasiler devrinde gerçekleştirilen katkılarla İslam tarihinin çok zengin ve güvenilir kaynaklarının teşekkülü söz konusu olabilmiştir. Emeviler dönemi ilk siyer ve meğazi müellifleri arasında Hz. Osman’ın oğlu Eb’ân b. Osman (ö.105/723), Hz. Aişe’nin yeğeni Urve b. Zübeyr (ö.94/712), İbn Şihâb ez-Zührî, Vehb b. Münebbih, Katâde, Musa b. Ukbe, Ma’mer b. Raşid ve İbn İshak vb. sayılabilirler. Diğer taraftan Emeviler dönemi sadece siyer ve meğaziye dair değil diğer tarihi alanlarla ilgili de eserlerin yazılmaya başlandığı bir devir olmuştur. Nitekim Ubeyd b. Şeriyye el-Cürhümî ve Dağfel b. Hanzala gibi tarihçiler Cahiliye dönemine dair eserler yazarken Vehb b. Münebbih gibi ehl-i kitaba mensup bazı kimseler ise geçmiş milletler ve peygamberlerin tarihlerine dair eserler kaleme almışlardır. Benzer şekilde Emeviler döneminde cereyan eden savaşlar ve diğer siyasi olaylar da bazı tarihçiler tarafından kayda geçirilerek kitaplaştırılmışlardır. Avâne b. el-Hakem ve Ebû Mıhnef bu alanda eserler yazanlar arasında en sık isimleri duyulan kimselerdir. Şehir tarihi, genel tarih, mahalli tarih ve kültür tarihine dair eserlerin de Emeviler döneminden itibaren yazılmaya başlandığını görmekteyiz. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 Emeviler Dönemi İlim ve Kültür Hayatı Dil ve Edebiyat Emeviler döneminde dini, siyasi ve sosyal gelişmelerden etkilenen Arap şiiri yeni temalar ve yönelişler kazanmıştır. Fetihlerle yeni Müslüman olan mevali grupların Müslüman Araplarla bir arada yaşamaya başlamalarından sonra Arap şiirine değişik kültür ve medeniyetlerden yeni kavramların ve anlayışların dahil olmasına yol açmıştır. Din, bu dönemde de toplumsal hayatta önemli bir kavram olarak insanların gündemlerini belirlemeye devam etmiştir. Müslümanlar duygu ve düşüncelerini, savaş ve barışla alakalı hislerini ifade ederken dini ölçüler çerçevesinde şiiri kullanmışlardır. Diğer taraftan bu dönem zarfında yaşanılan siyasi ve itikadi rekabet, asabiyetten kaynaklanan kabileler arası mücadeleler de fiili mücadeleden daha çok şiir ve edebiyatın diğer türleriyle gerçekleştirilmiştir. Bütün bunlar da Arap şiirinin teşekkülünde etkili olmuştur. Hz. Ömer’in emriyle Rumca, Farsça ve Kıptice tutulan divan kayıtlarının Abdülmelik b. Mervân’ın halifeliğinde onun emriyle Arapça tutulması da Arapçanın edebi gelişimi bakımından önemli olmuştur. Emeviler zamanında çok sayıda hiciv ve medih şairi yetişmiştir. Devlet idaresinde bulunan kimseler için yazdıkları medhiyeler sayesinde büyük bahşiş ve ödüller alan şairler yanında hiciv şiirinde de maharetli çok sayıda şairin yine aynı devirde isimlerinin ön plana çıktıkları görülmektedir. Hiciv şiirlerinin oluşumunda kabilecilik anlayışının büyük tesiri vardır. Diğer taraftan Emeviler zamanında, hem medih hem de hiciv şiirinde aynı anda şöhret kazanan ve Arap şiirinin en önemlileri arasında gösterilen, “nekâiz” şairleri olarak kabul edilen şairler de vardır. Üçü de Irak’da doğan ve yetişen bu şairler, Ahtal, Ferazdak ve Cerir b. Atıyye’dir. Emeviler dönemi şiirini içerik olarak iki grupta değerlendirmek mümkündür: aşk şiiri, siyasi şiir. Her iki şiir türünün gelişmesinde de halifelerin ve hanedan mensupların katkıları olmuştur. Muaviye döneminde başlayan sarayda gece tertip edilen meclislerde ilgi gören ve takdir edilerek ödüllendirilen şairler ve hatipler en güzel şiirler arasında yer alacak şiirlerini inşad etmek için büyük bir gayret içerisine girmişlerdir. Kendisi de bir şair olan Yezid b. Muaviye ve diğer bazı halifelerin desteği ile sarayda düzenlenen meclislerde söylenilen şiirler ve bunların bestelenmesiyle oluşturulan şarkılar, gazeller ön plana çıkmıştır. Emeviler dönemi edebiyatı bakımından sadece şiirler değil edebiyatın diğer türlerinden olan edebi mektuplar, hutbeler ve nesir de oldukça gelişmiştir. Ömer b. Abdülaziz, Ziyad b. Ebîhi, Haccac b. Yusuf, Hasan- ı Basrî ve daha başka şahısların Arap edebiyatı bakımından şaheser olarak kabul edilen pek çok hutbeleri ve veciz konuşmaları bulunmaktadır. Kamuoyunu yönlendirmede Muaviye şair ve hatipleri kendi siyaseti doğrultusunda kullanmakta mahir bir kimse olarak bilinmektedir. Ondan sonra iş başına gelen diğer Emevi halifeleri de benzer şekilde hareket ede- Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 Emeviler Dönemi İlim ve Kültür Hayatı rek şair ve hatipleri kendi saflarına çekmeye çalışmışlar, onların aracılığıyla propagandalarını halk kitlelerine ulaştırmak ve benimsetmek için uğraşmışlardır. Emeviler zamanında Arap dilinin kurallarının oluşumu bakımından önemli olan Nahiv ilminin gelişmesine yönelik adımların atıldığı görülmektedir. Arap olmayan Müslümanların (mevali) Arapçayı öğrenmekte karşılaştıkları güçlükler ve farklı lehçelerle konuşan Arapların bir arada yaşamaları esnasında ortaya çıkan i’rab hataları nahivle ilgili çalışmalara başlanılmasında etkili oldu. Diğer taraftan Kur’ân’ın dil hatalarından korunabilmesi için de Arapçanın kurallara uygun bir şekilde yazılması ve okunması önem arz etmekteydi. Nahiv ilminin temelleri din, dil ve ırk yönünden oldukça karışık olduğu Basra’da Ebü’l-Esved ed-Düeli ve arkadaşları tarafından atılmıştır. Kur’ân’ın birbirine benzeyen harfleri birbirinden ayırmak üzere noktaları kullanan Nasr b. Âsım da bu dönemde yaşayan ünlü nahiv alimlerindendir. ULUMU’L-EVÂİL Emeviler zamanında sadece dini ve sosyal ilimler değil başta felsefe, astronomi, matematik, tıp ve kimya gibi akli ilimler sahasında da önemli çalışmaların başladığı görülmektedir. Roma imparatoru İskender’in fetihleri ile birlikte Mısır, Suriye ve Batı Asya’da tanınmaya başlanan Yunan kültürü, tercümeler yoluyla Müslümanların da istifadesine sunulmuştur. Mezhep anlaşmazlıkları yüzünden 489’da Edessa’dan (Urfa) sürülen Nasturiler ile putperest kabul edildikleri için 529’da Atina’dan sürgün edilen Yeni Eflatuncu sekiz felsefeci İran’daki Huzistân bölgesindeki Cündişâpûr’a yerleşmişti. Böylece Hıristiyan, Suriyeli, Hintli, Yunanlı ve İranlı bilim adamları burada toplanmıştı. İslam dünyasında Enüşirvân-ı Âdil diye bilinen I. Hüsrev (531-579) Cündişâpûr’da felsefe, tıp ve diğer ilimlerin okutulduğu bir mektep kurmuş ve onun zamanında şehir büyük bir ilim merkezi haline gelmiştir. Aristo ve Eflatun’un bazı eserleriyle Kelile ve Dimne bu devirde Farsça’ya çevrilmiştir. I. Hüsrev’in kurduğu bu okulda Hintli doktorların yanında Yunanlı doktorlar da görev yapmışlardır. Söz konusu okul Müslüman tıp kültürünün oluşmasında önemli rol oynamıştır. Hz. Peygamber döneminden itibaren Arabistan’da Cündişâpûr medresesinde tabiplik yapan bazı kimselerin görev aldıklarına dair kaynaklarda bilgilere rastlanılmaktadır. Nitekim Hz. Peygamber döneminin meşhur tabiplerinden Hâris b. Kelede söz konusu okul da tahsil gören kimselerdendir. Cündişâpûr, Hz. Ömer zamanında Müslümanlar tarafından fethedilmiştir. Fetihten sonra da Cündişâpûr bilim bakımından önemini korumuş ve burada gördükleri tahsil ile pek çok bilim adamı yetişmiştir. Emevi halifelerinden Muaviye b. Ebî Süfyan’ın doktoru İbn Esâl en-Nasrânî Cündişâpûr’da yetişmiştir. Cündişâpûr’da tıp okulunun dışında felsefe ve din eğitimi veren okullar da vardı. Diğer taraftan Irak’ta Harran da Yunan kültürünün merkezlerindendi. Harrân halkı Sabiilerden (melek ve Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 Emeviler Dönemi İlim ve Kültür Hayatı yıldızlara tapanlar) oldukları halde Arapça konuşuyorlardı. Dolayısıyla Yunan kültürünün ileriki zamanlarda Müslümanlar arasında yayılmasına büyük ölçüde yardımcı oldular. Yabancı dillerde yazılan pek çok eserin Arapçaya tercümesinde aktif bir şekilde rol alarak söz konusu eserler vasıtasıyla kadim toplumların kültür ve medeniyetinin Müslümanlar arasında tanınmasına ve öğrenilmesine katkı sağlamışlardır. Emeviler devrinde Hint, Yunan, Mısır ve İran gibi antik medeniyetlerden yapılan tercümelerin de etkisiyle Matematik, Astronomi, Fizik, Kimya, Zooloji, Biyoloji, Botanik, Tıbbın çeşitli dalları ve Eczacılık gibi “Fen ve Sağlık Bilimleri” alanlarında yoğun çalışmalar başlatılmıştır. İslam ilim tarihinde bu türden eserlerin ilk defa Emevi halifelerinden Yezid b. Muaviye’nin oğlu Halid b. Yezid tarafından Arapçaya tercüme ettirilmeye başladığı kabul edilmektedir. Halid b. Yezid’in astronomi, kimya (simya) ve tıp alanlarındaki kitapları Arapçaya çevirttiği, bunu İskenderiye’den getirttiği bazı Yunanlı bilginler vasıtasıyla yaptığı kabul edilmektedir. Zengin bir kütüphaneye sahip olduğu söylenilen Halid b. Yezid’in babası Yezid b. Muaviye’nin ölümünden sonra yine hanedan ailesinden Mervan b. el-Hakem tarafından veliahtlıktan uzaklaştırılmasından sonra kendisini ilme verdiği ve tercüme edilen eserlerden de yararlanarak astronomiye dair risaleler de yazdığı rivayet edilmektedir. Halid b. Yezid’in kimya ilmini (simya) kullanarak altın elde etmeye çalıştığı da ifade edilmektedir. Emevi halifeleri kendilerinin ve hanedan mensuplarının sağlıkları bakımından tıp ilmine dair eserlerin tercüme edilmesine büyük önem vermişler, devrin meşhur doktorlarını kendileri ve hanedan mensupları için özel hekim olarak görevlendirmişlerdir. Hemen hemen tamamı gayrimüslim olan bu doktorlar tıp alanına dair bazı eserleri Arapçaya çevirdikleri gibi bizzat yine tıpla alakalı birtakım kitap ve risaleler de kaleme almışlarıdır. Emevi halifelerinden Velid b. Abdülmelik döneminde yaşanılan bolluk ve refah ortamında halkın istifadesine sunulan pek çok hizmet yanında cüzzamlılar için bir tedavi merkezi yapıldığı gibi özürlülerin ve yaşlıların bakımı için elemanlar görevlendirilerek maaşları devlet bütçesinden karşılanmıştır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 Özet Emeviler Dönemi İlim ve Kültür Hayatı • Emevîlerden önce özellikle dinî sahalarda yoğunlaşan İslam eğitim çalışmaları Emevîler döneminde de genel anlamda aynı çizgide devam etmiştir. Kur’ân, Hadis, Fıkıh, İslam Tarihi, Kelam vb. dinî ilimler Emevîler zamanında önemli ilim dallarından olma vasfını korumuşlardır. Bununla birlikte dinî ilimlerin dışında değişik ilim dalları da (Şiir, Hitabet, Gramer, Ensâb, Coğrafya, Kimya, Tıp, Astronomi vb.) dinî ilimler kadar olmasa da eğitimin konusu haline gelmişlerdir. Emevî hanedan mensupları ve devlet yönetiminde önemli görevleri yerine getiren üst düzey memurların ilgi alanları dinî ilimlerden ziyade diğer ilim dallarıyla alakalı olmuştur. • Emevîler zamanında idarecilik, askerlik ve ticaret revaçta olduğu için ilmiye sınıfına fazlaca önem verilmemiştir. Bundan dolayı Emevîler döneminde ilmi faaliyetler devlet desteğinden ziyade kişisel gayretler ve toplumdaki bazı kişilerin yardımıyla devam ettirilmiştir. Küttâb, saray, çöl, ev ve işyerlerinin bir bölümü ile mescitler eğitim öğretim faaliyetlerinin sürdürüldüğü en önemli mekânlar arasında yer almışlardır. Bu dönemde hem naklî ilimler (Kur’ân, Hadis, Tefsir, Fıkıh, Kelam vb.) hem de akli ilimler (Matematik, Astronomi, Tıp, Eczacılık, Felsefe, Kimya vb.) sahasında çalışmalar yapılmış, sonraki dönemler için kaynaklık teşkil edecek önemli eserler telif edilmiştir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 Emeviler Dönemi İlim ve Kültür Hayatı DEĞERLENDİRME SORULARI Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. 1. Aşağıdakilerden hangisi Emevîler dönemi ilim ve kültür hayatına katkı sağlayan şehirler arasında yer almaz? a) İskenderiye b) Şam c) Cündişâpûr d) Kûfe e) İstanbul 2. Hadislerin tedvin edilmesi aşağıdaki halifelerden hangisinin emir ve desteği ile başlatılmıştır? a) Muaviye b. Ebî Süfyan b) Abdülmelik b. Mervan c) Hişam b. Abdülmelik d) Ömer b. Abdülaziz e) Mervan b. Muhammed 3. Kur’ân-ı Kerim’in harekelendirilmesi kim tarafından gerçekleştirilmiştir? a) Abudullah b. Abbas b) Abdullah b. Ömer c) Ebü’l-Esved ed-Düeli d) Zeyd b. Sâbit e) Amr b. el-Âs 4. İslam'ın ilk dönemlerinde, "okuma yazmanın öğretildiği eğitim kurumu aşağıdakilerden hangisidir? a) Medrese b) Kıraathane c) Tekke d) Encümen-i Daniş e) Küttâb 5. Aşağıdaki şairlerden hangisi Nekâiz şairleri arasında yer almaktadır? a) Ümmü Külsüm b) Kumeyt b. Ziyad el-Esedî Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 Emeviler Dönemi İlim ve Kültür Hayatı c) Cerir d) Habbâbe e) Yezid b. Ebî Süfyan 6. Arapçayı divan dili haline getirerek resmi alanlarda kullanılmasını sağlayan halife kimdir? a) Hz. Ömer b) Muaviye b. Ebî Süfyan c) Velid b. Abdülmelik d) Mervan b. Muhammed e) Abdülmelik b. Mervan 7. Aşağıdakilerden hangisi Emevîler dönemi nahiv bilginlerindendir? a) Ebü’l-Esved ed-Düeli b) İbn Manzûr c) Haccac b. Yusuf d) Halid b. Abdullah el-Kasrî e) Zeyd b. Sâbit 8. Emevîler Dönemi’nde çeşitli millet ve kültürlere ait eserlerin tercüme edilmesi kim tarafından başlatılmıştır? a) Yezid b. Ebî Süfyan b) Halid b. Yezid c) Muaviye b. Ebî Süfyan d) Ömer b. Abdülaziz e) Zeyd b. Sâbit 9. Dil eğitimi bakımından Emevî halifeleri çocuklarını çöle göndermişlerdir. Çöle gönderilmediği için Arapçayı iyi kullanamayan, bu açığını kapatmak üzere kendisine özel hocalar tutarak eğitim alan halife kimdir? a) Muaviye b. Ebî Süfyan b) Hişam b. Abdülmelik c) Velid b. Abdülmelik d) Abdülmelik b. Mervan e) Velid b. Yezid Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 Emeviler Dönemi İlim ve Kültür Hayatı 10. Aşağıdakilerden hangisi küttâblar için söylenemez? a) Küttâblarda okuma –yazma yanında Kur’ân ve temel dini bilgiler de öğretilmekteydi b) Küttâbların öğrencileri sadece devlet idarecilerinin çocuklarından oluşuyordu c) Küttâblara her Müslüman çocuğu devam edebiliyordu d) Küttâblardan mezun olanlar eğitimlerine mescitlerdeki ders halkalarına katılarak devam ediyorlardı e) Küttâblarda okuyan öğrencilerin sayısı bazen binleri bulabilmekteydi Cevap Anahtarı 1 e, 2 d, 3 c, 4 e, 5 c, 6 e, 7 a, 8 b, 9 e, 10 b Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 Emeviler Dönemi İlim ve Kültür Hayatı YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR Aycan, İrfan- Sarıçam, İbrahim. (1993). Emeviler. Ankara. Aycan, İrfan. (2003). “Emeviler Dönemi Kültür Hayatında Dinî İlimlerin Tarihsel Gelişimi”, Emeviler Dönemi Bilim, Kültür ve Sanat Hayatı. Ankara. Baltacı, Cahit. (2005). İslam Medeniyeti Tarihi. İstanbul. Bayrakdar, Mehmet. (1985). İslam’da Bilim ve Teknoloji Tarihi. Ankara Çelebi, Ahmet. (1983). İslam’da Eğitim ve Öğretim Tarihi. (Çev. Ali Yardım). İstanbul. Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi. (1992). Ed. Hakkı Dursun Yıldız, İstanbul. Fayda, Mustafa. (1988). “Hulefâ-yi Râşidîn”, XVIII, DİA Hasan, İ. Hasan. (1991). Siyasi- Dini- Kültürel- Sosyal İslam Tarihi. (Çev. İ. Yiğit- S. Gümüş). İstanbul. Hitti, Philip K.. (1995). Siyasî ve Kültürel İslam Tarihi. (Çev. Salih Tuğ). İstanbul. Kazıcı, Ziya. (2006). İslam Medeniyeti ve Müesseseleri Tarihi. İstanbul. Özkan, Mustafa. (2008). Emeviler Döneminde İktidar-Ulemâ İlişkisi. Ankara. Pedersen, J.. “Mescid”. İslam Ansiklopedisi. İstanbul: MEB Yay., VIII.cilt. Sarıçam, İbrahim- Erşahin, Seyfettin. (2006). İslam Medeniyeti Tarihi. Ankara. Söylemez, M. Mahfuz. (2003). “Eğitim ve Öğretim Faaliyetleri”, Emeviler Dönemi Bilim, Kültür ve Sanat Hayatı. Ankara. Uslu, Recep. (1993). “Cündişâpur”. VIII, DİA. Yiğit, İsmail. (1995). “Emeviler”. XI, DİA. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20