SEVMEK LÂZIM : TÜRK DÜNYASI BENLİĞİ Sessiz, yabancı ve karanlık bir dünya. Aynı medeniyetin evlatları birbirinden ancak bu kadar uzak ve birbirlerine ancak bu kadar soğuk olabilirdiler. Hâlbuki bütün ümitlerimizin tükenmekte olduğu günlerde, tunç bileklerimizle, kızgın demirlerle, birlikte yarmıştık koca dağları, çıkmıştık Orta Asya’nın vadilerine, koklamıştık bozkırın sarı- sert kokusunu. Çin Seddi’nden Adriyatik’e kadar, Mete’den Atilla’ya kadar tesir eden Türk’ün muzaffer kılıcından eser nerede bugün? İslam’ın şanlı sancağını üç kıtada hüküm sürdüren, bükülmez Türk bileği ne oldu da bir hissizleşme ve yabancılaşma sürecine girdi? Bu başlık altında bakmamız gereken iki temel nokta var. Türk Dünyası ile ilişkilerin tarihi ve günümüze izdüşümü. Aslında, bütün Türkiye gözlemcilerinin, analistlerinin 300 yıldır sormuş oldukları hata neredeydi sorusu, Batı Medeniyeti dairesinde yaşamı okumamızdan ve Emevi zihniyeti formunda İslam’ı değerlendirmemizden, bizden olmayana, bizden olandan daha fazla değer vermemizden kaynaklanmaktadır. Dünya değişip dönüşürken, değişmeyen en temel noktalardan bir tanesi temel(kurucu-düzenleyici) medeniyetin hangi medeniyet olacağı meselesidir. Kamuoyumuzda istikrar gösteren tek şey, -aynı hataya tekrar tekrar düşerek- milliyet ve dinin önemsiz olduğunu, önemli olanın tek dünya medeniyetine hizmet etmek olduğunu, Tevfik Fikret’in, Şinasi’nin dizelerinin günümüzde de farklı camialar tarafından dillendirilmesidir. Halbuki, tek dünya medeniyeti olarak adlandırılan şey, Batı Medeniyeti’nin 150-200 yılı aşkın bir süredir, dünyayı kendi normlarıyla standartlaştırma çabasından başka bir şey değildir. “Tek dünya vatandaşlığı, tek medeniyet” sloganını oldukça benimseyen, Türk matbuatında ve siyasetinde etkin zümre ne yazık ki, yıllardır aynı hataya düşmekte, milliyet ve dinin modern zamanlarda işe yaramayan iki öge olduğunu savunmaktadırlar. Halbuki üç kıtada kılıç sallayan atalarımızın, her cenkte düşmanı korkuta korkuta söylediği “aşk ile sev milliyeti” sözünü unutmamak, gücün kaynağının buradan geldiğini hatırlamak gerekir. Bütün bu yukarda yazdıklarımızın akabinde Türk Dünyası ile ilişkilerin ne durumdan ne duruma geldiği, yeterince bu konuya ağırlık verip vermediğimizi sorgulayalım. Tarihi süreç içerisinde baktığımızda Türk dünyası ile ilişkilerin tarihinin 19.Yüzyıla dayandığı, Osmanlı Devleti’nin Türk Dünyası ile bu dönemde yakınlaşmaya başladığını söylenmektedir. Ancak bu düz mantık bir yaklaşımdan, diplomatik adımların belgelendirilmiş tarihinden çokta öte değildir. Aynı tarihlere bakıldığında Tanzimat’la birlikte birçok Türkmen dışı unsura, tazminatlar, haklar, eşitlik adı altında bir çok imtiyaz verilerek, neredeyse “etrak-ı biidrak-ı” haklı kılacak bir düşünce iklimini dönemi araştıran her araştırmacının görmesi mümkündür. Türk Dünyası ile ilişkilerin yaygınlaştırılması veyahut başlangıç tarihi olarak İttihat ve Terakki dönemi veya Turan ideolojisi ile anlamlandırmak da, tarihi kronolojiyle okumaktan başka bir şey değildir. Bu dönem olsa olsa, Türk Dünyası ve Türkmenlerle ilişkilerin velbasübadelmevti olabilir. Çünkü, Türk Dünyası bizim özümüzdür. Toplumun kendi özü ile iletişimin çabası içerisine girmesine herhangi bir tarih biçilebilir mi? Ancak, Türklük, tıpkı devlet geleneğinde olduğu gibi iki farklı coğrafyaya ayrılmıştır. Geçmişte ve günümüzde, Türk coğrafyası dediğimiz coğrafyanın, Batı ve Doğu Türkleri, olarak adlandırılması veya Anadolu Türkleri ile Rusya Türkleri denmesi, ruhun bedenden ayrılarak salt anlamda ölümün gerçekleşmesini, hiçbir zaman yeniden dirilişin gerçekleşmeyeceği anlamında okumanın, oryantalistlerin medeniyetlerin ölümü ve birkaç medeniyet dışındaki medeniyetin yeryüzünde kalmadığı tezine yağ sürmekten ve toplumsal bir ruh hali olarak “aşağılık kompleksine” kapılmaktan başka bir sonucunun olmayacağı aşikârdır. Türk Dünyası ile ilişkilerin azalmasının, Turan idealinin gerçekleşmeyişi sonucu o coğrafya ile bağı kopartmanın bir sonucu olduğu somut bir gerçek olarak karşımızda dururken, soyut anlamda, siyasetin sosyolojik tabana etkimesinden olsa gerek, iki farklı coğrafyanın ancak aynı özün evlatlarının bugün birbirlerine karşı oldukça yabancı kaldıkları söylenebilir. Öyle ki, bir zamanlar aynı coğrafyada at koşturan, cirit atan, Çin’e meydan okuyan ve İslam’la şereflenen insanlar bugün birbirinin dilini anlamakta zorluk çekiyorlar. Geçenlerde birkaç yerde haberi yapılmış olan Türk Birliği ve Türk Dili’ne dair Türk Dünyası ve Türkiye arasındaki ilişkilerin Rus lisanıyla yürütüldüğünü görmek bugün ister Orta Asya bozkırında yaşasın ister Anadolu’nun bereketli topraklarında, her Türk’ün içini sızlatması gereken bir durumdur. Kadir kıymet bilmemek ve ahde vefasızlık. Aslında Türk’ün tesir ettiği her coğrafyada yüz yüze kaldığı, üstesinden gelemediği bir durum. Tek taraflı da değil bu. Kaybedilen toprakların çaresi, Batı Medeniyetine bütünüyle yönelmek, Harsı değiştirmek, kendi geçmişine, kendi milletline ve kendi dinine sövmekle bulunmaya çalışanlar, hem Türk dünyasına sırtlarını dönmüşler, hem de dindar insanların inançlarına saldırmışlardır. Böyle bir durumla, ne Batı medeniyeti tarafından kabul edilmişiz, ne de kırdığımız kalpleri yeniden almayı başarabilmişiz. İki tarafından sıkışmış, ortada kalmış, kültür ve medeniyet olarak nereye ait olduğu belli olmayan, sınır olarak bütün kültür olarak parçalanmış ve yabancılaşmış bir toplumdan başka bir şey ortaya konamamış. Ağabeyin yanlışlarını kardeşte görmezden gelmemiş ve hem toplumların hem de devletlerin birbirlerine karşı söylemleri sloganlardan ileriye gitmemiş ve tam bir sonuç üretilememiş. Aslında Cemil Meriç’in aşağıdaki sözleri de kendi özümüzle ilgili duyarsızlığımızı pek ala ifade ediyor. 1 “Kıt’aları ipek bir kumaş gibi keser biçerdik. Kelleler damlardı kılıcımızdan. Bir biz vardık cihanda, bir de küffar… Zafer sabahlarını kovalayan bozgun akşamları. İhtiyar dev, mazideki ihtişamından utanır oldu. Sonra utanç, unutkanlığa bıraktı yerini, “Ben Avrupalıyım” demeğe başladı, “Asya bir cüzzamlılar diyarıdır.” Avrupalı dostları, acıyarak baktılar ihtiyara, ve kulağına: “Hayır delikanlı”, diye fısıldadılar, “sen bir az-gelişmişsin.” Ve Hıristiyan Batı’nın göğsümüze iliştirdiği bu idam yaftasını, bir “nişan-ı zişan” gibi gururla benimsedi aydınlarımız.” Türk Dünyası ile ilişkilerin arka plana atılmasının nedenlerinden biri olarak, Batı Medeniyeti’ne entegrasyonun yaratmış olduğu kültür şoku ve akıl tutulmalarına yakalanların yanında, Türk’ün temel şiarının İslam olduğu, bu nedenle de salt milliyetçiliğin İslam’da hükmünün olmadığının gösterenler de tarihi süreç içerisinde mevcut olmuştur. Bu, ciddi anlamda bir gafletten başka bir şey değildir. Bu noktada Kuran-ı Kerim’de “Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli ve en üstününüz O'ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, herşeyden haberdar olandır.”2 Ayeti, iddia edildiği üzere, milliyetçilik düşüncesini yasaklamamakta, aynı zamanda insanların birbiriyle tanışmaları, anlaşmaları için milliyet içi ilişkilerin önemine de dikkat çekmektedir. Zaten, bugün Türk olarak adlandırılan halklara bakıldığında, Türklük, İslam’la o kadar iç içe geçmiştir ki, Müslüman olmayan Türkler, Türk kavramı içerisinde kendini ifade 1 2 Cemil Meriç, Bu Ülke, İletişim Yayınevi, 6.Baskı, İstanbul 1992, s.80. Kuran-ı Kerim Meali, 49-13. şansı bulamamışlardır. Bugün, Türk soyundan gelen Bulgarlar, Gagavuzlar, Müslüman kimliklerini kaybedişlerinden dolayı, Türk olarak değerlendirilmezler. Bir kısım çevrelerce de iddia edildiğinin aksine, İslam, Türklük’ün özüne herhangi bir halel düşürmemiş, aksine Türklüğü daha da şereflendiren, daha da yücelten bir unsur olmuştur. Bir az önce de bahsettiğim gibi, İslam ve Türklük birbirinden hiçbir metotla ayrılamayacak homojen bir yapı içerisindedir. Yukarıda yazılanlardan bir toparlama gayreti içerisine girdiğimizde bu kısa yazımızda, aslında Türk dünyası ve Türkiye konusunun algısal problemlerinin paradigması şu şekilde özetlenebilir: 1. Değerlere sahip olamama ve kültür şoku, 2. Emevi zihniyeti formunda İslam yorumları, 3. Ütopik, ayakları yere basmayan Türkçülük idealleri, Bu üç mesele, Türk Dünyası ile ilişkilerin sistematik bir şekilde gidişatını oldukça zora sokmakta, ancak velbasübadelmevt’in de olmayacağını söylemek de şu an için aşırı ümitsizlikten başka bir şey olmaz. Her ne olursa olsun, hem Türkiye’nin, hem de Türk Dünyasının birbirlerinin problemlerine işteş olarak kafa yorması gerekir. Bugün, bir Batı’nın Latin ırkını, dilini kültürünü yaygınlaştırma çabası ne kadar meşru ve anlamlı ise, bizim için Türk lisanının ve zihniyetinin çeşitli coğrafyalara götürülmesi o kadar anlamlıdır. Bu, sadece Türk Dünyası ile ilişkileri geliştirelim, geriye kalanları es geçelim yaklaşımını da içermemelidir. Keza, böylesine bir yaklaşım da az önce sıralamış olduğum üç temel paradigmada yer alan, ütopik, ayakları yere basmayan bir Türkçülük idealine girer ki, böyle bir şeyin bir anda olması da mümkün değildir. Bütün bu yazımızda unutulmaması gereken bir nokta var: Geçmişini unutanlar, dostlarına ihanet, düşmanlarına ise merhamet ederler. haykırdığı gibi: Düşmanını tanı… Titre ve kendine gel. Orhun kitabelerinin de bizlere