¾ËWh¸?Âh¸??¾lG ÀÍYjºA ÄjºA A ÀnI ¿mH Âlimlerimizin beyanlarına göre herkesin vücudunda nefs bulunur ve hiçbir zaman oradan çıkmaz. Nefs, Allah’ın emridir, vücuda konulması bir hikmet ve bir ilâhi irade sebebiyledir. Bilinmelidir ki insan vücudundaki nefsin sıfatlarını değiştirmek yani kötü sıfatları iyi hale çevirmek mümkündür; bu da mücahede ve riyazet ile olur. Sordular: - Ey Allah Rasulü, büyük cihad nedir? Buyurdu ki: - O nefsle yapılan cihaddır . ¿ÌXi¹@Ãi¹@@¿mH Kötü huyların ve çirkin işlerin ortaya çıkmasına sebep nefstir. Nefsin böyle yaratılmış olmasının hikmeti ise kemalâta basamak olması, er kişi ile her kişinin ayırt edilebilmesidir. ¾ËXh¸@Âh¸@@¾lH Tasavvufun gayesi, mücahede ve riyazet ile nefsi yenmektir. Sıfatları değişen nefs, emmareden levvameye, levvameden mülhimeye… yükselir. Şeytan, insanın maddi ve manevi temizliği için elzem olduğu gibi, nefs de elzemdir. Ataullah İskenderî k.s. “el- Hikemü’l Ataiyye” isimli eserinde buyuruyor ki: “Şeytan taharet mendili gibidir. İnsan vücudunu temizler. Şeytana itaat edenleri gördüm, kendilerine hiç faydası dokunmadı. Karşı duranları da gördüm, onlara hiçbir zararı dokunmadı.” Nefs yaratılmışların en karanlığı ve en cahilidir. Allah’a ve Rasulullah’a karşı adeta harp eder. Allah Tealâ, emmare olan nefsine uyan için, “onlar nefsini ilâh edindi” buyurmuşur . Bu halden kurtulmanın ilacı nefsle mücadele ve onun isteklerine muhalefettir. Alimlerimizin beyanına göre nefs ile şeytanın fitnelerinin farkı şöyledir: Dinin kötü gördüğü bir hale inat halinde gelişen arzu nefstendir. Bu sürekli haldeki meyil duruma göre halden hale giriyorsa, değişiyorsa, bu da şeytandandır. Nefs nasıl bir varlıktır? Ulemanın bildirdiğine göre nefs bir sıfat değidir. Bir varlıktır. Yani göz gibi kulak gibi bir yaratıktır. Haset, hırs, kin, nefret, kendini beğenme gibi haller onun sıfatlarıdır. Allah Tealâ buyurmaktadır ki: “Rabbinin makamından korkan ve nefsini kötü arzulardan uzaklaştırmış kimse için, şüphesiz cennet onun yegâne barınağıdır.” (Naziat , 40-41 ) Allah Tealâ bize nefsin meselesini şöyle bildirmiştir: “Bizim uğrumuzda mücahede edenlere gelince, elbette biz onlara yollarımızı gösteririz. Şüphesiz ki Allah iyi davrananlarla beraberdir.” (Ankebut, 69) Buradaki mücahede nefsle mücahedeye de işaret eder. Hadis-i şerifte ise Rasulullah s.a.v. Efendimiz buyurmuştur ki: Bir diğer ayet-i celile de şöyledir: “… nefs aşırı şekilde kötülüğü emreder; Rabbim acıyıp korumuş, müstesna…” (Yusuf, 53) Hadis-i şerifte de şöyle buyurulmuştur: “Allah bir kuluna hayır murad ederse nefsinin ayıplarını ona gösterir.” - Küçük cihaddan büyük cihada dönmüş bulunmaktayız. Rabbimiz cümlemizi nefsin hilelerinden korusun ve nefis ile yapılan mücadelede yardımcımız olsun. Daha iyi, daha güzel Burhan’larda buluşmak dileği ile Allah’a emanet olunuz. İçindekiler AYLIK İLİM KÜLTÜR DERGİSİ Yıl: Nisan Sayı: Nefis Tezkiyesi (Arınma, Temizlenme) Mübarek Günler, Aylar ve Yıllar 6 Burhan Basın Yayın Eğitim ve Tur. Ltd. Şti. Bizi Nefsimize Galip Et Rabbim! 12 Kur’ân Rehberdir 15 Nesli ve Nefsi Muhafaza Etmek 16 Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN Yard. Doç. H. Murat KUMBASAR Derviş Olmak; Devrilmiş Olmak 20 Yusuf ELİBOL Ramazan ÇAKIR Aydın BAŞAR Dar-I Fena’dan Dar-I Beka’ya Yolculuk 25 Salih AYDIN Musa KARACA Zor Zamanın Ahlâkı 28 Sohbetsiz Geçen Günlere Yazık! 31 Talha AKA İmam Mâlik Rh.a. ve Zühd Hayatı 32 Asim AYDOĞDU Gsm: 0538 233 5000 Dosdoğru Ol! 35 # ' ) * + , - ) % & # İmanlı Gençlikten Kelâmcı Gençliğe! 36 Kader’e İman Etmemek Küfürdür 38 ' $ * . / % 0 & + & $ 2 " Ölüme Giden Hayat Yolunda… 42 # # Nasıl Bir Kardeşlik? 44 1 " " 1 2 " # 3 " $ $ 1 1 4 $ Bülbül Oldum Gülistanda 51 5 " # " $ $ 1 1 $ Müslüman Aklını Kiraya Vermez 52 Pir Seyyid Ahmed Er-Rufai Hz. Buyuruyor ki; 55 Kuran Kursu Cad.No: 87 Sultanbeyli / İST. Tel: +9 (0216) 498 94 00 burhandergisi@hotmail.com www.burhandergisi.com Yard. Doç. Dr. Ebubekir SİFİL Ahmet KAYAK Murat TÜRKER Hüseyin AVNİ M. Emin Karabacak Mehmet TALU Şiir Hasan BAŞAR Ahmed Er-Rufai Hz. Mustafa K. Topaloğlu: Faks: +9 (0216) 398 94 69 Abdullah ÇAKIR Mehmet Akif Mah. Nureddin YILDIZ " Emre TOPOĞLU Ziraat Bankası Sultanbeyli Şubesi Hesap No: Ahmet HALİLOĞLU " Ahmet YAŞAR ! Posta Çeki No: Türkiye Finans Sultanbeyli Şubesi Burhan Basın Yay.Eğt.Tur.Ltd.Şti. Müşteri No: Yrd. Doç. Dr. İsmail ALTUN " ( Fuat TÜRKER ! Tek Sayı: 1 Yıllık (12 Sayı) Abone: Yurtdışı 1 Yıllık Abone: Prof. Dr. Ali AKPINAR Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN Serdar TAŞAR 4 “Gençler evliliği geciktirmeyin.” 56 Röportaj Aklın Temelinde Allah Korkusu Vardır 60 Esra Erat Milsan A.Ş. 0212 697 1000 Tarihten Günümüze İslamcılık Akımları Aylık Süreli Yayın II-Çağdaş Mutezile ve Modern İslamcılık 6 ) 7 * : * 7 + ! 7 + * ; 0 ! , ! * ) , ) + 8 / ! / < + + 8 ) + * ) & 8 ! ( & + * + ( + ) ! & & & + 7 7 & < * 7 6 ) , ) 6 7 & * ) & 9 * + * , ) = 6 . ! ) 8 * ! & , + % + & * & & * % + 7 % * , Düşüncesi 62 Yusuf KARAGÖZOĞLU < , + 0 + & 7 , > & > ) 9 * ? 8 0 Efsane bir hoca; Mahmut Bayram Hoca 66 * Aydın BAŞAR 4 + * & ) . ' & % 0 + % + % : % & * , + 0 9 * & * ) * & < Burhan Çocuk 70 Musa KARACA 4 Nefis Tezkiyesi (Arınma, Temizlenme) Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN 6 Mübarek Günler, Aylar ve Yıllar Prof. Dr. Ali AKPINAR 16 Nesli ve Nefsi Muhafaza Etmek Ahmet YAŞAR 20 Derviş Olmak; Devrilmiş Olmak Ahmet HALİLOĞLU Nefis Tezkiyesi (Arınma, Temizlenme) Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN Tezkiye, Arapça bir kelimedir. Artırmak, temizlemek, arındırmak, düzeltmek, ıslah etmek, malın zekâtını vermek ve övmek manalarına gelir. Yüce Allah, biz insanların arındırılması için peygamberler göndermiştir. Bütün peygamberler özellikle de bizim peygamberimiz, insanları karşısına almış, onlara nasihat etmiş ve onları arındırmıştır. Arınan insan hem kendisine hem de çevresine faydalı olur. Arınan insan, cennete gider. Konuya şöyle giriş yapalım. Elinizde bir tarlanız var. Bu tarlaya bir tohum ekip istediğiniz ürünü elde etmek istiyorsunuz. Önce tarlaya tohumu mu serpersiniz; yoksa tarlayı, tohumu serpecek hale mi getirirsiniz? Önce tarlayı ekime elverişli hale getiririz, değil mi? Tarla birkaç kere sürülür, toprak altüst edilir, yabancı ve zehirli ayrık otları yok edilir, ondan sonra tohum serpilir. Tohum atıldıktan sonra da tarla kendi haline bırakılmaz. Çapası yapılır, suyu verilir, zararlı haşerâttan ve çevreden gelebilecek zararlardan korunur. Yani iyice bir bakım yapılır, ondan sonra istenilen verim elde edilir. 4 Saygıdeğer okuyucularım! İnsanlar da bir tarla gibidir. Onlardan da istediğiniz verimi elde etmek istiyorsanız bu yolu takip edeceksiniz. Yani, Hz. Peygamber’in yolunu, “nefis tezkiyesi” yolunu takip edeceksiniz. Önce kendinizi, sonra çocuklarınızı, sonra da çevrenizi işte bu şekilde yetiştireceksiniz. Bu yol zordur ama verimi yüzde yüzdür. Hz. Peygamber, ilgilendiği insan ile tam ilgilenmiş ve hayat boyu onun elinden tutmuştur. O, muhâtaplarını karşısına oturtur, onların içlerini temizler ve kendilerine hayat boyu unutamayacakları nasihatleri verirdi. Veya sahâbî efendilerimiz gelir; Hz. Peygamber’in karşısına oturur ve “bana nasihat ediniz, ey Allah’ın elçisi!” der, sonra da kendisine yapılan nasihatleri dinlerdi. Sahâbe-i Kirâm efendilerimizden biri olan Hz. Ebû Zer el-Ğifârî (r.a.), Hz. Peygamber’den dinlediği bir nasihat demetini bize şöyle anlatır: “(Bir gün veya bir gece) mescide girdim. Bir de baktım ki, Rasûlullah (s.a.v.) yalnız başına oturuyor. Nisan Ben de vardım, yanına oturdum. Bana dedi ki: “Ey Ebû Zer! Mescide girdiğinde “Tahiyyetü’l- mescid” namazı kılman gerekir. Bu da iki rekâtlık bir namazdır. Kalk, bu namazı kıl!” Ben de kalktım, bu iki rekât namazı kıldım ve sonra gelip tekrar yanına oturdum.” “-Cihada sımsıkı sarılmanı tavsiye ederim. Çünkü cihad, ümmetimin, dünyaya değil âhirete değer vererek yaşamasını sağlar.” dedi. Hz. Ebû Zer, Hz. Peygamber’in yanına oturduktan sonra O’na bazı sorular sorar ve bu soruların cevaplarını alır. Sorduğu sorular ve aldığı cevaplar konumuzla alakalı olmadığı için onları buraya almıyorum. Asıl üzerinde durmak istediğim ve okuyucularıma iletmek istediğim, Hz. Peygamber efendimizin, Ebû Zer el- Ğifâri’ye yaptığı nasihatlerdir. Ebû Zer (r.a.), şöyle devam ediyor: “- Yoksulları sevmeni, onlarla birlikte olmanı ve onlarla oturmanı tavsiye ederim.” dedi. “- Ey Allah’ın elçisi! Bana biraz nasihat eder misiniz?” dedim. Rasûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “- Ey Ebû Zer! Sana, Allah’ın emirleri ve yasaklarına uyarak yaşamanı tavsiye ederim. Çünkü bütün işlerin başı, bu şekilde takvâ üzere yaşamaktan geçer.” “- Ey Allah’ın elçisi! Biraz daha nasihat eder misiniz?” dedim. “-Ey Allah’ın elçisi! Biraz daha nasihat eder misiniz?” dedim. “- Ey Allah’ın elçisi! Biraz daha nasihat eder misiniz?” dedim. “- Her zaman senden aşağıda olana bakmanı; senin üstünde olana bakmamanı tavsiye ederim. Böyle yapman,Yüce Allah’ın sana verdiği nimetin kadrini daha iyi anlamanı sağlar.” dedi. “- Ey Allah’ın elçisi! Biraz daha nasihat eder misiniz?” dedim. “- Yakınların sana uğramasa da senin onlara uğramanı ve onları ziyaret etmeni tavsiye ederim.” dedi. “- Ey Allah’ın elçisi! Biraz daha nasihat eder misiniz?” dedim. “-Kur’ân okumanı ve Allah’ı zikretmeni tavsiye ederim. Böyle yapman, göklerde yücelmene, yerde nurlanmana sebep olur.” dedi. “- Allah’ın dinini yaşama konusunda (sakın ha!) kınayanların kınamasından korkma.” dedi. “- Ey Allah’ın elçisi! Biraz daha nasihat eder misiniz?” dedim. “- Ey Allah’ın elçisi! Biraz daha nasihat eder misiniz?” dedim. “- Çok gülmekten sakın. Zira çok gülmek kalbi öldürür ve yüzün nûrunu giderir.” dedi. “- Nefsin için acı ve ağır da olsa her zaman doğruyu söyle.” dedi ve şöyle devam etti: “- Ey Allah’ın elçisi! Biraz daha nasihat eder misiniz?” dedim. “Ey Ebû Zer, şunu da bil ki, akıl gibi bir tedbir yoktur; günahlardan kaçmak kadar güzel bir takvâ yoktur; güzel ahlak kadar bir şeref yoktur.” (Ebû Nuaym, Hilye, I,166-167.) “-Sana, ya hayır söylemeni veya susmanı tavsiye ederim. Böyle yaparsan şeytanı yanından kovmuş ve dinin emirlerini yaşama konusunda nefsine yardımcı olmuş olursun.” dedi. “-Ey Allah’ın elçisi! Biraz daha nasihat eder misiniz?” dedim. Nisan Şimdi de her birimiz Hz. Peygamber’den dinlediğimiz bu nasihatlerle nefsimizi bütün kötülüklerden arındıralım; hayatımızı, evimizi, ocağımızı ve dünyamızı güzelleştirmeye çalışalım. 5 Mübarek Günler, Aylar ve Yıllar Prof. Dr. Ali AKPINAR şöyle u y u n n de ko i l A için dü . n i n Hz e S insan! elmez. g y E i r “ : e r g bağla r daha ir. O halde i b , r i t e geçmiş kesin değild risind e ç e i s i n , r Yarı iyi demdi u n o u b de m ândır, n u ğ u bulund ir end değerl 6 İslama göre zamanın bütün dilimlerinin sahibi Celal ve İkram sahibi, bereket kaynağı Yüce Allah’tır. Tebarekte ya Zel-Celali ve’l-İkram. Bu nedenle tüm zamanlar mübarektir, bereketlendirilmeye açıktır. Zamanı bereketlendirmek ise, bereket kaynağı Yüce Rabbin ölçülerine uygun olarak geçirmektir ve bu bizim elimizdedir. Yani biz önce bereketi hakedeceğiz, Yüce Rabbimiz de bereketi yaratacaktır. Bereketi haketmek ise, Bereket kaynağına bağlanmakla mümkündür ancak. Bazı zamanları diğerlerinin önüne geçiren şey, o zamanlarda meydana gelmiş olan çok önemli olaylardır. Sözgelimi Cuma günü, günlerin efendisi ise, bu o günde insanlık tarihinin çok önemli olaylarının gerçekleşmiş olmasındandır. Aynı şekilde ‘Üç aylar’ diye bilinen Receb, Şa’ban ve Ramazan’ın diğer ayların önüne geçmesi de, o aylarda çok önemli olayların olmasındandır. İşte bu nedenle bu mübarek günlerin ve ayların, diğer gün ve aylara göre sevap çarpanı fazladır. Elbette diğer gün ve aylarda yapılan güzel şeylerin de sevabı vardır, ama bu aylarda yapılan güzelliklerin sevabı katmer- Nisan lidir. Yüce Allah, zamanın bu mübarek dilimlerini, günahkar kulları için bir tevbe ve kulluğa dönüş fırsatları olarak belirlemiştir. İşte bu anlayış, ibadet ve taatlerin, iyilik ve güzelliklerin yalnızca bu mübarek günlere hasredilmesine engeldir. İnanan kişi, zamanın, üzerinde Allah’ın önemli bir emaneti olduğunun bilincinde, onun tüm dilimlerini iyilik ve güzelliklerle değerlendirmeye gayret eder. Sözgelimi on iki ay içerisinde Allah’ın haram ay diye nitelediği ve savaş yapılması yasaklanan dört ay, insanları barışa hazırlayan aylardır. İnsanlar bu aylarda barış antremanı yaparlar ve kendilerini diğer aylarda da barış içinde yaşamaya adarlar. Yoksa bu dört ayda kan dökmeyi terkedeceksin, ama bu dört ayın dışında hemen kan dökmeye başlayacaksın anlamına değilidir bu niteleme. Zaten Kur’âna göre savaş, başvurulacak en son çaredir. Eğer çaresiz kalınırsa bu haram aylarda da savaş yapılabilir. İşte bu haram aylardan biri de Allah’ın ayı Receb ayıdır. Elbette tüm aylar Allah’ındır. Ama Receb’e ‘Şehrullah’ denilmekle, bu ayın önemi bir kez daha vurgulanmaktadır. Receb ayı, sadece haram ay değildir. Onda Regaib gecesi gibi, Mirac gecesi gibi önemli geceler de vardır. Receb ayı, peygamber ayı diye nitelenen Şaban ayının da habercisidir. Şaban ayı ise bağrında Berat gecesini ve kendisinden hemen sonra gelen Kur’ân, ümmet ve oruç ayı olan Ramazan’ın müjdecisidir. Dolayısıyla bu aylar bizi, tevbeye, Miraca, berata, Kur’ânın adamı olmaya, oruca hazırlamalıdır. Peki Receb ayı bizi nasıl Miraca hazırlayacaktır, yahut biz nasıl Miraca hazırlanabiliriz? Mi’rac, Peygamberimizin büyük mucizelerinden biridir. Miracın bizi ilgilendiren en önemli tarafı, beş vakit namazın sembolü olmasıdır. İşte Miraca hazırlanmak, namazla barışık olmak demektir. İşte her sene Receb ayı ve Mirac gecesi, bizim namaz ibadetiyle kendimizi test etme, kontorol etme fırsatı olmalıdır. Şöyle ki, biz her şeyden önce nicelik olarak günde beş vakit namazı tam olarak kılıyor muyuz? Eğer beş vakit namazı nicelik olarak aksatmadan kılıyorsak, nitelik olarak ne kadar kılabiliyoruz? Kıldığımız namazlar, ne kadar Kur’ânın öngördüğü ve Peygamberimizin kıldığı namazlara benziyor? Hani o yüce Peygamber, “Siz, beni nasıl namaz kılıyor görüyorsanız, öylece namaz kılın” buyurmuştu. Peki bizim namazlarımız ne kadar onun namazlarını andırıyor? Namaz bizi kötülüklerden, ahlaksızlıktan alıkoyabiliyor mu? Hani Yüce Rabbimiz, “Hiç şüphesiz namaz fuhşuyat ve münkerden alıkor” buyurmuştu. Namazla biz, Rabbimize yakınlığımızı artırabiliyor muyuz? Hani Peygamberimiz, “Namazıyla Rabbine yaklaşmayan kimsenin kıldığı namaz, ancak Rabden uzaklaşmasına neden olur” buyurmuştu. Üşenmeden, istekli olarak namaza kalkabiliyor muyuz? Hani Kur’âna göre, üşenerek tembel tembel namaza kalkanlar münafıklardı. Kur’ân bizden namazı ikame etmemizi, ayağa kaldırmamızı, onu gereği gibi adamakıllı kılmamızı istemişti. Peki biz namaz ibadetini gereği gibi kılma konusunda ne kadar başarılıyız? İşte bu ve benzeri sorularla kendimizi yoklama fırsatıdır Receb ve Mirac. Miraca hazırlanmak, namazla barışık olmak demektir. İşte her sene Receb ayı ve Mirac gecesi, bizim namaz ibadetiyle kendimizi test etme, kontorol etme fırsatı olmalıdır. Nisan 7 Kur’ân ve oruç ayı Ramazana hazırlanmak, en geç Recepte başlamalıdır. Nasıl mı, daha yüzünden Kur’ân okumasını bilmeyenler, önce onu yüzünden okumayı öğreneceklerdir. Receb ve Şaban aylarında. Sonra onu anlamaya ve yaşamaya çalışacaklar. Ve böylece Kur’ânlı bir şekilde Kur’ân ayı Ramazanı karşılayacaklar. Aksi takdirde Kur’ânla hiç dostluk kurmadan, Kur’ân ayı nasıl karşılanabilir? Aynı şekilde, geçen yıldan kaza yahut keffaret oruç borçlarımızın ödenmesi için iyi bir fırsattır Recep ve Şaban. Borcumuz yoksa, midemizi ve ruhumuzu oruca hazırlamak Öyleyse haydin, bereketlendirilmeyi bekleyen bu ayları bereketlendirmeye, haydin bu mübarek ayları kulluk yenilemesi için değerlendirmeye! Unutmayalım ki, biz her anın adamı olmak ve her anı değerlendirip bereketlendirmekle yükümlüyüz. Allahım Recebi ve Şabanı bize mübarek kıl, onları üzerimize bereketlendir. Allahım bizi Ramazana eriştir. Allahım, bu aylarda Seninle olarak, her zaman Seninle kalmayı bizlere nasip et. Allahım bizi, Ramazana, yani Kur’âna eriştir. Hep Kur’ânla olalım, hep Kur’ânlı olalım ve hep Kur’ânla kalalım. Kıldığımız namazlar, ne kadar Kur’ânın öngördüğü ve Peygamberimizin kıldığı namazlara benziyor? Hani o yüce Peygamber, “Siz, beni nasıl namaz kılıyor görüyorsanız, öylece namaz kılın” buyurmuştu. Peki bizim namazlarımız ne kadar onun namazlarını andırıyor? için, Peygamberimizin yaptığı gibi Pazartesi-Perşembe oruçlarıyla, yahut her ayın başında ortasında ve sonunda tutacağımız oruçlarla Oruç ayına hazırlanabiliriz. Kısaca söylemek gerekirse, bu mübarek aylar, bizi kulluğa hazırlayan, bunun için de kullukta yoğunlaşacağımız aylardır. Yoksa diğer aylarda bol bol işlediğimiz günahları çunutmak için, aylık ibadetlerle kendimizi aldatacağımız zamanlar değil. Çünkü müslümanlıkta kesintiye yer yoktur. Müslümanlık mevsimlik elbise değildir ki, üç ay giyelim sonra çıkarıp atalım. Rabbimiz bizden müslüman olmamızı, her an müslümanlığımızın gereğini yapmamızı ve müslümanlar olarak can verip huzuruna müslüman olarak varmamızı istemektedir. Bunun içindir ki, ay hesabına göre gelen bu aylar, yazıyla kışıyla tüm mevsimleri gezmektedir. Bazı ZamanveveMekanların Mekanların Bazı Zaman Ayrıcalığı Ayrıcalığı Kur’ân pek çok ayetinde, değişik isimlerle, zaman ve zaman dilimlerinden bahseder. Bazı zamanlara dikkat çeker. Tıpkı bazı mekanlara dikkat çektiği gibi. Aslında bütün zaman ve mekanların sahibi Yüce Allah’tır ve bütün zaman ve mekanlar değerlidir. Zira onlar, bir takım güzellik ve çirkinlikler için araçtır. İmam Şafi’nin dediği gibi: “Bütün ayıplar bizde olduğu halde, hep zamanı ayıplarız, zaman kötü/bozuk diye zamana ve dolayısıyla onun sahibine hicivler düzeriz. Zaman dile gelse kim bilir bizim için neler söyle?. Bir kurt bile kendi cinsini yemezken, biz insanlar birbirimizi yer, sonra da suçu zamana atarız.!” Mekanlar için de durum böyledir. Asıl itibarıyla kötü zaman ve kötü mekan yoktur. Zaman ve mekanda kötülükleri işleyen insanlar vardır. Ne var ki, bazı zaman ve mekanlar diğer zaman ve mekanların önüne geçmişlerdir. Bunun temel nedeni de o zaman ve mekanlardaki iyilik ve güzellik yoğunluğudur. Sözgelimi Muazzam Ev Kabe, yeryüzünde yapılan ilk mabeddir. 8 Nisan Yapıldığı andan beri orada hep ibadet edilmiş ve manevi bir atmosfer oluşmuştur. Zaman zaman o beyt etrafında sapmalar olmuşsa da yine de o mekan, diğer yerlere göre ayrıcalıklı olmuştur. İşte oradaki ibadet yoğunluğu ve bunun sonucu oluşan manevi atmosfer yoğunluğu Kabe’yi diğer yerlerin önüne geçirmiştir. Bu yüzden Kabe’de kılınan namaz, diğer mabedlerde kılınan namazdan çok daha faziletlidir. Çünkü orada oluşan ve var olmaya devam eden manevi atmosfer, orada yapılan ibadetlere ve bu ibadetleri yapanlara da olumlu olarak etki etmektedir. Bu yüzden ilmihal kitaplarında, bir yerde kılınan en faziletli namaz, o yerin en eski mabedinde kılanınıdır, denmiştir. Bütün peygamberler, Allah’ın elçisi olmaları bakımından eşittir. Bu yüzden biz, hiçbir peygamberin arasında fark gözetmeden hepsine iman ederiz.[1] Ancak, kendisine kitap verilmesi, mucizeler verilmesi, tevhid mücadele süresinin farklılığı ve zorluklarla dolu olması, ümmetinin çokluğu, evrensel olması gibi sebeplerden bazı peygamberler, diğerlerinden üstündür[2], denebilir. Zamanlar için de durum aynıdır. Sözgelimi Cuma günü, öteden beri insanlık tarihinde çok önemli olayların gerçekleştiği ve özel ibadet Allah’ın kelamı olmak ve O’nun katından günü olarak seçilmiş bir gündür. Tarih boyunca o günde, diğer günlerden çok daha fazla ibadet gelmiş olma bakımından Kur’ân ile diğer ilahî edilmektedir. Yapılan bu ibadetler ise, o günde ma- kitaplar arasında bir fark yoktur. Ancak, son kitap olması, evrensel olması ve nevi bir yoğunluk oluşturmakkendinden önceki kitapların ta, bu da sonuçta o günü mesajlarını kuşatması gibi ve o günde yapılan ibadeti, nedenlerden Kur’ân, diğer diğer günlerde yapılanların kitaplardan farklıdır. önüne geçirmektedir. Diğer Namaz bizi kötülüklerden, mübarek gün ve geceler ahlaksızlıktan alıkoyabiliyor mu? Aynı şekilde, için de benzeri durumHani Yüce Rabbimiz, “Hiç şüphesiz Kur’ân’ın bütün sure ve lar söz konusudur. namaz fuhşuyat ve münkerden alıkor” ayetleri Allah’ın kelamı buyurmuştu. olma bakımından eşitİçerisinde pek çok tir ve Kur’ân’dır. Ancak, kimsenin çokça ibadet Yüce Allah’ı bize tayapmasıyla o zaman ve nıtan İhlas suresi ile, mekanlara ilahî rahmet, Allah düşmanı Ebu Lesekinet ve mağfiret yağar, onları melekler kuşatır, sonuçta oralarda ma- heb’den bahseden Tebbet suresi arasında fanevî bir yoğunluk oluşur. İçerisinde çokça insanın zilet farkı vardır. sürekli günah işlediği zaman ve mekanlar için benzeBazı zaman ve mekanları da bu şekilde değerri durum söz konusudur. Oralar da ilahî rahmetten mahrum olurlar, lanetler yağan şeytanların arenasına lendirebiliriz. Tüm zaman ve mekanlar Allah’ındır ve onlar iyilik-kötülük yapma aracıdırlar. Bu bakımdan dönüşürler. hepsi eşittirler. Bu yüzden hadislerde “Zamana sövBazı zaman ve mekanların diğerlerinden üs- meyin/onu kötülemeyin, zamanın sahibi Altün oluşu, Hz. Peygamberin diğer peygamberlerden; lah’tır”, “Yeryüzü bana mescid kılındı” şeklinde Kur’ân’ın diğer ilahî kitaplardan; sözgelimi cümleler yer alır. Ancak onlarda yapılan iyilik ve İhlas suresinin Tebbet suresinden üstünlüğü kötülüklere göre onlar, değer kazanır yahut gibidir. Şöyle ki: değer kaybederler. Nisan 9 Ramazan ve Gecenin Bereketi Ramazan ve Gecenin Bereketi Kur’ân, özel olarak mübarek gecelerden bahsettiği gibi, genel olarak geceden bahseder. Hz. Peygambere ve onun şahsında müminlere gece ibadetini ve gece Kur’ân okumayı emreden ayetlerden sonra gelen bir ayette şöyle buyurulmaktadır: “Gece neşesi hem daha dokunaklı, hem deyişçe daha sağlamdır. Çünkü gündüzün senin için uzun bir uğraşı vardır.”[3] Çünkü gece dinginlik anıdır, onda yapılan olumlu olumsuz her şey ruhlarda derin izler bırakır. Dikkat edilirse Kur’ân’da gece inmiştir, gündüz değil. Hz. Peygamberin İsra mucizesi de gece gerçekleşmiştir. Hz. Musa peygamber Tûr dağında kırk gece kalmıştır. Kavmiyle birlikte Hz. Musa, Firavun’un zulmünden gece kurtulmuştur. Hz. Lut helaktan gece kurtulmuştur. Dolayısıyla gecenin müslümanın hayatında ayrı bir yeri olmalıdır. O, Kur’ân okuma başta olmak üzere, namaz, tefekkür, dua ve zikir gibi ibadetlerle karanlığı aydınlatmalıdır. Gece inen/inmeye başlayan Kur’ân ile gece dolan Müslüman, gündüz o ilahî mesaj doğrultusunda bir hayatla yaşamalıdır. İşte manevi yoğunlukların doruğa ulaştığı Ramazan Ayı da böyledir. Ramazan Kur’ân’ın inmeye başladığı mübarek bir aydır. Müslümanlar, o ayı oruç ve diğer ibadetlerle geçirerek adeta Kur’ân’ın inişini kutlarlar. Nitekim Peygamberimizin hayatında bu ay, her bakımdan diğer aylardan farklı olmuştur. Şöyle ki, her zaman cömert olan Hz. Peygamber Ramazan’da daha cömert olur; her zaman Kur’ân okuyan Hz. Peygamber, Ramazan’da daha çok Kur’ân okur; her zaman ibadet eden Hz. Peygamber daha çok ibadet ederdi. Dünyanın pek çok yerinde çok sayıda insanın ibadet kervanına katılmasıyla Ramazan ayı, amel ve rahmet panayırına dönüşmektedir. Bunun sonucunda Ramazan’da bir ibadet ve rahmet yoğunluğu yaşa- maktadır. Bu yoğunluktan her seviye ve konumdaki her insan nasibini alabilmektedir. Bu yüzden Ramazan’da suç işleme oranları en aza inmekte, ibadet yerleri dolup taşmaktadır. Sonuçta o ay Müslümanlar için bir dolum ayı olur. Öyle bir dolum ki, bir dahaki Ramazan’a kadar, yani on bir ay Müslümanı idare etmeli, günahlardan korumalıdır bu dolum. Hicrî ay hesabına göre idrak ve ihya edilen Ramazan, her sene on gün erken gelmekle tüm seneyi dolaşır ve otuz üç sene içerisinde senenin tüm günleri Ramazan ayı ile buluşur. Bu süre içerisinde Müslümanlar senenin her günü oruç tutmuş ve Ramazana özel diğer ibadetleri yapmış olurlar. Bunun anlamı şudur: Müslüman, senenin her gününde Müslüman olduğunun bilincinde, Rabbine karşı sorumluluklarını yerine getirmelidir. İbadetlerini, ahlakî erdemlerinin senenin belli zaman ve mekanlara, belli yaş ve kesimlere bırakmamalıdır. Bunu şöyle de ifade edebiliriz: Ramazan ayı, bizleri hayata hazırlayan bir okul, bir kamp zamanıdır. O, bizi manen güzelliklerle tanıştırır, iyiliklerle donatır. Önemli olan ise, onun bize kazandırdıklarını Ramazan’dan sonra da sürdürebilmektir. Zira müslümanlık bize her zaman gerekli olan bir değerdir. İslamî güzellikler de her zaman bize yakışan erdemlerdir. Bu nedenle Ramazana Elveda, Ramazan güzelliklerine elvadaya dönüşmemelidir. Namazla biz, Rabbimize yakınlığımızı artırabiliyor muyuz? Hani Peygamberimiz, “Namazıyla Rabbine yaklaşmayan kimsenin kıldığı namaz, ancak Rabden uzaklaşmasına neden olur” buyurmuştu. 10 Nisan Bayram da Tekbir ve Namazla Bayram da Tekbir ve Namazla Başlar Başlar Şu imtihan dünyasına bizler, kulaklarımıza okunan Muhammedî Ezanlarla geldik. Hayat, dinin özeti olan ezan cümleleriyle başladı. Sonunda Rabbimizin bize biçtiği ömür süremizi doldurup bu dünyadan öteki aleme gidişimiz de namaz ve dualarla olmaktadır. Bunun bir anlam ifade etmesi için, ilk ezanla son namaz arasındaki günleri- Tekbir ve namazla başlayan Bayramlarımız, İslamî ölçülerle kutlanmalı, bayramdan sonraki hayatımız da aynı doğrultuda olmalıdır. Bir hadislerinde Peygamberimiz şöyle buyurur: “Her yeni gün ve gece şöyle seslenir: Ey insan oğlu! Ben yeni bir ânım. Yaptığın işler konusunda ben sana şahidim. O halde beni hayır işleyerek iyi değerlendir ki senin lehine tanıklık yapabileyim. Zira ben bir daha geri gelmeyeceğim.” miz de ezan ve namaz doğrultusunda olmalıdır. Rabbimiz de şöyle buyurur: “Sana ölüm gelene kadar sen Rabbine kulluk et/ibadet et” [4] Müslüman olarak bizlerin bayramları da tekbir ve namazla başlar. İnanan insanlar, sabah erkenden İbadetleri belli zamanlarla tekbirlerle gittikleri camide kısınırlı tutmak doğru değildir, lacakları sabah ve bayram ama belirli zamanlarda yanamazlarıyla bayrama girerpacağımız özel ibadetler de ler. Bu da son derece anlamvardır. Nerede ve ne zaÜşenmeden, istekli olarak lıdır. Zira İslam adamının man öleceğimiz bizim namaza kalkabiliyor muyuz? Hani için meçhuldür, ama her kutlamaları da bir başKur’âna göre, üşenerek tembel tembel ân ölebileceğimiz bir gerkadır. Çılgınlık, günah ve çektir. Ölüm meleğinin namaza kalkanlar münafıklardı. israf yoktur o kutlamalarbizi güzel bir işte bulmada. Bu yüzden tekbir ve sı ise hepimizin en büyük namazla girilir bayrama. emelidir. O halde hep iyilik Nitekim tarih boyunca bizim, ve güzelliklerin adamı olarak zafer kutlamalarımız da şükür ölüm meleğini karşılamaya hazır secdeleri ve tekbir naralarıyla başlamış ve bu doğrulolmalıyız. Şairin dediği gibi: “Sual: Ey veli, mümin tuda devam etmiştir. nasıl olmalı söyle/Cevap, son anında nasıl olacaksa hep öyle.” Özetleyecek olursak: Özetleyecek olursak: Tüm zaman ve mekanlar, Allah’ın bize emanetidir. Onları iyi değerlendirmek ve iyilik-güzelliklerle süslemekle yükümlüyüz. Zaman ve mekanlar, içlerinde işlenen eylemlere göre birbirlerinden farklılık arzederler. Bize düşen, bize emanet edilen tüm zaman ve mekanları, onların asıl sahibi olan Yüce Yaratıcının ölçüleri doğrultusunda dolu dolu geçirerek değerlendirmektir. İbadet yoğunluğunun yaşandığı Ramazan ayı, rahmet, mağfiret ve bereket ayı olarak bizim ruhumuzda ve hayatımızda derin izler bırakan bir aydır. O aydaki kazanımlarımız, bir son- Bir sahabî oğluna öğüt verirken şunları söyler: “Yavrucuğum, unutma ki ölüm meleği insanın iki iyilik arasında canını alır: Biri yaptığı iyilik, diğeri ise yapacağı iyilik. Yavrucuğum sen hep iyiliklerin adamı ol ki, o seni iyilikleri yaparken bulsun.” Hz. Ali de konuyu şöyle bağlar: “Ey insan! Senin için dün geçmiştir, bir daha geri gelmez. Yarın ise kesin değildir. O halde dem bu demdir, içerisinde bulunduğun ândır, onu iyi değerlendir! Kaynaklar [1] “Biz peygamberlerin hiç birisinin arasında bir fark gözetmeyiz, hepsine inanırız.” 2 Bakara 136, 285; 3 Alu Imran 84. [2] “O peygamberlerden bir kısmını, raki Ramazan’a kadar sürmelidir. İşte ancak o zaman diğerlerinden üstün kıldık. Allah onlardan bazısı ile konuşmuş, bazılarını da yüksek Ramazan okulu hedefine ulaşmış demektir. derecelere yükseltmiştir…” 2 Bakara 253. [3] 73 Müzzemmil 6-7. [4] 15 Hıcr 99. Nisan 11 Bizi Nefsimize Galip Et Rabbim! Fuat TÜRKER ulunu k ı ş r a e fs e k n h a All : e uyarır i temiz m i s f e n çekten de) Ben r e e n g i Y ( “ kü disini . Çün n m e a k m ’in çıkara abbim var gücüyle R a, nefis, dışınd ir. Şüphesiz i ğ i d esirge redend şlayandır, m e ü ı ğ kötülü abbim, bağ si, 53) R ure benim dir.”(Yusuf S en esirgey 12 İki yol var insanın önünde. Biri tek dost ve velî olan Allah’ın, diğeri apaçık düşman olan şeytanın karanlık yolu. Bazen insan her iki yolda da yaşayarak, Allah’ı razı edebileceğini düşünür ancak bir tek dosdoğru yol vardır; tali yollar şeytana çıkar. İnsan, içinde duyduğu iki sesten vicdanına ait olana uyduğunda Allah’ın, nefsininkine uyduğunda ise şeytanın yolundadır. Nefis şeytanın kontrolündedir. Sürekli insandan yiyen ve çalan bu düşmanı, insanın kendi içindedir. En zorlu savaşı insan, uzaklardaki bir düşmana değil, benliğinin bir parçasına karşı verir. Var gücüyle kötülüğü emreden nefis ıslah edilmediğinde, kendisinde İlahlık görür, Firavunlaşır, Karun’laşır. Nefis ‘fahre meftun, şöhrete mübtelâ, methe düşkün’dür. Nefsini ıslah edemeyen ise başkasını ıslah edemez. Eğer insan, nefsini arındırıp temizleyebilir ve bu düşmanından kurtulabilirse Rabbinin rahmetini umut edebilir. Nisan Nefis hiç sınır tanımaz. Kendisine sunulan şeylerin kaybolup gideceğini bildiği için hiç tatmin olmaz. İnsan sürekli nefsini doyurmaya çalışırsa, insanlıktan çıkar. Kötülüklerinden etkilenmemek için insanın nefsinden yana olmaması ve onu sahiplenmemesi gerekir. İnsan, karşısındaki bir düşmanmış gibi davranır ve acımasız olursa nefsi kölesi haline gelir. İnsanı kötülüğe yönlendiremez, çirkin davranışlara sürükleyemez. Kişi ne derse onu yapar. Bu da inanan insan için zor değildir. Aslında insan bedeni emir kulu gibidir; insan ne emrederse onu yapar. Beden isyan etmez. Nefis var gücüyle kötülüğü emreder ama zorlayıcı bir güce sahip değildir. Nefsi abartmamak gerekir; gerçekte zavallıdır. Yalnızca insanın emrine bağlıdır; “dur” denildiğinde durur. “Nefsim devreye girdi, nefsim yaptı” ifadeleri iman zafiyeti ve ona bağlı akıl zafiyetidir. Kaldı ki iman sahibi kendisini en zor koşullarda dahi kontrol altına alabilir. İnsanın nefsini dizginlemesi, nefsini ilah edinmemesi ve bencil tutkularının esiri olmaması gibi konulara eserlerinde sıkça yer veren Bediüzzaman, insanın kendi dışındakilere çevirdiği mücadele enerjisini, nefsinin kötü eğilimlerine yöneltmesi gerektiğine vurgu yapar. Bediüzzaman, Risale-i Nur’da meşru dairede yaşamanın gerekliliğini, “Helal dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir; harama girmeye lüzum yoktur.” (Sözler, s. 33, 133) sözleriyle ifade eder. Nefsin telkinleri bazen insana çok inandırıcı görünebilir. Ancak unutulmamalıdır ki nefis asla insanın iyiliğini istemez. Çözüm Allah’a sığınmaktır. Nefis, Allah’ın tarafında olan insana karşı koyamaz, gücünü yitirir. Böylece imanı ve vicdanıyla kişi nefsini emri altına alır. Ancak bu kararlılık insanın yaşamı boyunca sürmelidir. “Nefsin ejderhadır. Öldü sanma, uykuya dalar o. Dertten eline fırsat düşmediği için uyur. Derdin bitince çıkar hemen. Hüner; dertsizken de nefsi uykuda tutmadadır” der Mevlâna hazretleri. Çünkü ne denli iyi eğitirse etsin, nefis ilk fırsatta yeni bir atak başlatır, onu kötülüğe çekmeye çalışır. Allah nefse karşı kulunu uyarır: “(Yine de) Ben nefsimi temize çıkaramam. Çünkü gerçekten nefis, -Rabbim’in kendisini esirgediği dışında- var gücüyle kötülüğü emredendir. Şüphesiz, benim Rabbim, bağışlayandır, esirgeyendir.”(Yusuf Suresi, 53) Yaptığı hataya suçlu arayan birçok kişi de şeytanı işaret eder. Bu da imanın zayıflığındandır. Oysa şeytan da yalnızca fısıldar. Samimi kullar üzerinde etkisi yoktur. İmanı güçlü olan insan bu fısıltıları dinlemez. İmanı sağlam insan harama güç yetiremez. Günahlar insana acısıyla, azabıyla gelir ve asla mutluluk vermez. İnsan harama girdiğinde huzurlu olmaz. Gayrimeşru olan her şeyde inanan insanın âdeta ruhu kilitlenir, vücudu kasılır. Vicdanı çok rahatsızlık duyar. Zaten bile bile günah işlediğinde insan nasıl rahat olabilir? İnsanın beyni, bir konuya karşı net tavır görürse vücudu kilitler. Ancak imanı zayıf, imanı gelip giden kişi nefsin etkisinde kalır. Gerçekten iman eden insanın bu konuda yaratılıştan sistemi güçlüdür. Mümin de günaha düştüğünde durumdan olumsuz etkilenebilir. Ancak büyük pişmanlık hissederek manen çökmez. Morali bozulup, kendine olan güvenini yitirecek ya da kendisini kontrol edemeyecek duruma gelmez. Aklını ve iradesini kullanır, Allah’tan bağışlanma diler, samimi ve kesin bir tevbeyle tevbe eder. Nisan 13 Nefsi kontrol altına alamamak insanın kendi zararınadır. Kafasını yerden yere vurmak gibi, kendine acı çektirmektir. Nefsini terbiye eden insanın ise fıtratına uygun yaşadığı için kafası dinçtir; vicdanı rahat, aklı ve şuuru açıktır. Mümin de günaha düştüğünde durumdan olumsuz etkilenebilir. Ancak büyük pişmanlık hissederek manen çökmez. Morali bozulup, kendine olan güvenini yitirecek ya da kendisini kontrol edemeyecek duruma gelmez. Aklını ve iradesini kullanır, Allah’tan bağışlanma diler, samimi ve kesin bir tevbeyle tevbe eder. İmanı derinleştirmek gerekir; derin iman önemlidir. Mümindeki imanî derinliği gören şeytan ona yanaşamaz. Çünkü şeytan sığdakilere yanaşır, onlarla uğraşır. Allah’ın dediğini yapmadığımızda şeytan yanımızdadır. Kurtulmak için Allah’a yöneliriz. Böylece tüm yaşadıklarımızdan ders alırız ve bozulan fıtratımız değişir, güzelleşir. İnsan, Allah’ın kusursuzluğunu kavradığında kendi aczini, ilmini kavradığında kendi cehaletini, kemalini kavradığında kendi eksikliğini, müstağniliğini kavradığında kendi fakirliğini görür. Nefsimizi bir kenara bırakırsak, yaşadığımız her şeyi Allah’ın lütfu olarak görürüz. O zaman hiçbir şey zor gelmez. Her an şuuru açık tutmak şeytanı zorlar. Şeytana yenik düşmemek, Allah’ın çok beğendiği bir davranıştır. Gün içinde yaptığımız her şeyi Allah’a bağladığımızda, nefsimiz mesai yapamaz; dolayısıyla şeytan da… Çünkü o sadece çağırır; zorlayıcı gücü yoktur. O halde şeytandan etkilenmek, zorlanmadan gitmektir. “Sana kavuşmayı bana sevimli kıl ve benim de sana varmamı kendine sevimli kıl. Sana vardığımda bana esenlik, kurtuluş ve keramet nasip et. Allah’ım! Beni geçmiş salihlere kavuştur ve kalan salihlerden eyle; salihlerin yolundan gitmeyi bana nasip et. Salihleri kendi nefislerine galip eylediğin gibi beni de kendi nefsime galip et.” (İmam Zeynü’l-Âbidin as.) 14 Nisan Kur’ân Rehberdir Yrd. Doç. Dr. İsmail ALTUN Müslümanlar namazlarda Fatiha suresini okur, âlemlerin Rabbi’ne yalvarır ve “Bizi doğru yola ilet” diye niyazda bulunurlar. Cenab-ı Hak da Fatiha’dan hemen sonra gelen Bakara suresinin ilk ayetlerinde onlara “Elif, Lâm, Mim. İşte o kitap…” buyurarak doğru yola girmek isteyenlerin Kur’ân-ı azîmüşşana sarılmaları gerektiğine işaret eder ve bu kitabın muttakiler için bir kılavuz olduğunu bildirir. cennete kılavuzlar. Elverir ki bu kitaptan isti- Son zamanlarda “navigasyon” adı verilen bir cihaz çıktı. Bu cihaz sayesinde bilemediğiniz, ancak ulaşmak istediğiniz adrese en kolay ve en kısa yoldan ulaşma imkânına sahipsiniz. Zira söz konusu cihaz, uydudan aldığı sinyallerle sesli ve görsel yönlendirmeler yapar ve sizi hedeflediğiniz varış noktasına ulaştırır. Günümüz insanı bu cihazdan istifade ediyor, talimatına kulak veriyor ve itiraz etmeksizin tamamen teslim oluyor. Aklın her şeyi kavrayamayacağını bildiği için “bu cihazı yapan da benim gibi bir insandır” diye her hangi bir itirazda bulunmuyor. Aksi halde bunun bir ahmaklık olacağını düşünüyor. ve “Dâru’s-Selâm”a ermelidir. Kur’an-ı Kerim de bir yönüyle “navigasyon” gibidir. İnsanları selamet ve saadet yurdu olan Nisan fade edilsin, talimatına kulak verilsin ve itiraz edilmesin. Beşerin çıkardığı bir cihaza dahi itiraz edemeyen insanoğlunun Yaratıcısına itiraz etmesi akılla bağdaştırılabilir mi? O halde insan, “akılsız hiçbir şey kavranamaz ama akıl her şeyi kavrayamaz, öyleyse vahye teslim olmak aklın gereğidir” demeli, Kur’ân’ın rehberliğinde, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve selem)’in önderliğinde yoluna devam etmeli Unutulmamalıdır ki Kur’an, bize Rabbimizden bir öğüt, gönüllerde olana bir şifa ve müminler için bir hidayet ve bir rahmettir.”1 O halde öğüt isteyenler Kur’an’a kulak versin. Maddî ve manevî şifa isteyenler Kur’an eczanesinden istifade etsin. Cennetin adresini bulmak isteyenler onun gösterdiği istikamette yoluna devam etsin. Rahmet-i Rahman’a nail olmak isteyenler Kur’ân pınarından kana kana içsin. Fazla söze ne hacet! “Muhakkak ki bu Kur’an, en doğru olana götürür (en doğru yola sevkeder)...”2 Kaynaklar: 1 Yunus, 10/57. 2 İsra, 17/9. 15 Nesli ve Nefsi Muhafaza Etmek Ahmet YAŞAR Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla Allah Zülcelal’e sonsuz hamd ü senalar ve şükürler olsun ki yine sizlerle bir araya gelerek kısa bir sohbet yapma imkânını bizlere nasip buyurmuştur. İnşallah bizlere hidayet edip rızasına uygun olarak yazmayı, okuyanlara da hidayeti ilahisini ihsan buyu- a uhafaz m l ı s a n emiz e nesli Nefsi v öğrenm ri zretle izi a m i H ğ e c ede eâlâ itaplar k lah T l A ve için r e l r e b peygam tir. rmiş gönde rup okuduklarını anlayıp, kabul edip, yaşamayı nasip ve müyesser buyursun. Dünyaya bakınca, Âdem (a.s) babamız ile başlayan insan hayatını tefekkür edip o günden bu güne ve bu günde yaşanan hayatları düşünelim. İnsan nesli Âdem (a.s) babamızla başlayıp bu güne kadar gelmiş ve kıyamete kadar da devam edecektir. Âdem babamız insanlık ağacının gövdesi, ondan sonra gelenler ise bu gövdenin dalları mesabesindedir. 16 Nisan Zaman içerisinde Âdem babamızın temsil ettiği insan ağacının etrafında fideler meydana gelmeye başlar. Ve öyle bir zaman gelir ki bir kökten yayılan insan nesli farklı düşünceler etrafında kümeleşmeye başlamıştır. Yaşamakta olduğumuz dünyadaki bu korkunç değişikliklerin, felaketlerin niçin ve nasıl meydana geldiğini tespit ederek gelecek nesillerimizin bu felaketlere düşmemeleri için ciddi ve samimi olarak kurtuluş yollarını araştırmalıyız. Bu durumda insanlık âleminin yapması gereken şey nesilleri, asılları ve suretleri bir olan bu insanların birbirine hiç benzemeyen bir hayat yaşamalarının sebeplerini en ince ayrıntısına kadar düşünmektir. Hiçbir şahsın kendisinin ve gelecek neslinin iman noktasında bir emniyetinin veya garantisinin olmadığını Âdem (a.s) babamızın evlatlarının durumuna bakarsak görürüz. Bunlar bir annenin, bir babanın evlatları olarak dünyaya geldiler. Fiziki olarak suretlerinde bazı değişiklikler olsa bile şeklen insan şeklindedirler ve kendileri de insan olduklarını iddia ederler. Ama asırlar sonra hatta Hz. Âdem babamızın devrinde bile insanlık ağacının meyvelerinin yaratılış gayesinden uzaklaştığını, insan kelimesinin gereği olarak birbirleri ile ünsiyet kuracak yerde nefislerinin ve şeytanın fitnelerine kapılarak ünsiyet yerine ayrılığa düşüşlerini de tefekkür etmeliyiz. Bunun hikmet ve sebebi nedir? İnsanoğlunun yaratılışı değişmediği halde ahlak ve kabiliyetleri niçin değişiyor diye düşünmeliyiz. Çünkü bu farklı düşünceler neticesinde dünya içerisinde birbirine hiç benzemeyen farklı topluluklar meydana gelmektedir. İnsanlık hayatı devam ettiği müddet bu sapmaların da arttığını ve bu durumun insanlığa nasıl bir vahşet ve korkunç bir umutsuzluk getirdiğini de düşünelim. Düşünelim ki aile reisleri olarak, fertler olarak kendimizi, Allah Teâlâ’nın ihsan buyurduğu Âdem (a.s) babamızla başlayan insanlık ağacının gövdesinde yer alarak gelecek nesillerimizin de bu büyük felaketlerden korumanın gayretinde olalım. O insanlığın babası ve ilk nebi iken onun neslinden de iyiler ve kötüler meydana geldiği gibi bizlerin de nesillerinden iyiler ve kötülerin meydana geleceğini düşünmeli ve bu hususta gereken bütün tedbirleri almalıyız. Onun için Allah Teâlâ Hazretleri Âdem (a.s) babamızın kıssası ile bizleri uyarmaktadır. Hem kendimize bakalım, hem topluma bakalım ve felakete düşüldüğü vakit benim evladım veya şunun evladı diye düşünmenin bize bir faydası olmayacağını bilelim. Durum böyle olduğuna göre derhal kendimize çekilip şeklen, fiziken insan olarak dünyaya gelen ve Allah Teâlâ’nın koyduğu kanunlar ile hayatını devam ettiren insanın, manen de insan olmasının yollarını araştıralım. Ve bilelim ki bir insanın fiziken olduğu gibi ruhen de insan olabilmesi Allah Zülcelal’in Hz. Âdem’in (a.s) dünyaya gelişi ile koymuş olduğu nesli ve nefsi terbiye edici kanunlara riayet etmekle mümkün olduğunu bilelim ve bunları öğrenip uygulamanın gayretinde olalım. Bilmeliyiz ki ailemizin ve kendimizin maddi sağlığını korumak ve sağlıklı bir şekilde yaşamayı sürdürmek için aldığımız tedbirlerden daha mühimi ailemizin, kendimizin ve neslimizin manevi terbiyesini Allah Teâlâ’nın gönderdiği nebi ve resuller ile kitaplara iman edip, nebiler ve kitaplardan neslin ve nefsin muhafaza yollarını öğrenen nesillere bakınca İbrahim (a.s) milletindeniz sözünün hakikat olduğunu öğreniriz. Nisan 17 tamamlamak, gerekli tedbirler alarak onları yapılan manevi saldırılardan korumak ve bu şekilde yaşamanın gayretinde olmaktır. Tarih boyunca Allah Teâlâ bizlere bildirdiği gibi yaşayan örnek nesiller her devirde olmuş ve bu günde bu gayrette olanlar mevcuttur. Allah Zülcelâl Hazretleri yaratılış için maddi kanunlar koyduğu gibi; manevi hayatımızı tanzim eden kanunlar da koymuştur. Bir canlının yaratılışı için Allah Teâlâ’nın koymuş olduğu kanunlar ilk günden bu güne kadar değişmemiş, değiştirilememiş ve bundan sonra da değiştirilemeyecektir. Bu kanunlarla insanlığın bedeni yani fiziki varlığı devam ediyorsa bunları neslimize öğretmek için gayret sarf ediyorsak aynı şekilde Allah Teâlâ’nın bizler için koyduğu manevi kanunları da öğrenmeye, neslimize öğretmeye ve bunların öğretileceği müesseseleri tesis etmeye gayret etmeli ve daima manayı maddenin önünde görmeliyiz. Çocuğunuzun sağlık, sıhhat ve hayatının devamı için gereken zaruri ihtiyaçları sağlamaktan daha önemli olan şey ona manevi hayatın ölçülerini, bunların önemini ve yaşamasını öğretmektir. Eğer bu çalışmamızda başarılı olabilirsek o zaman Âdem (a.s) babamızın gövdesini teşkil ettiği ağacın dallarındaki meyvelerden olabiliriz. Bu insanlık ağacının dallarındaki meyvelerini görünce suretleri, siretleri ve yaşayışlarıyla insan olanların ilk günden bu güne kadar değişmeden varlıklarını muhafaza ettiklerini ve kıyamete kadar da devam edeceğini görür gibi oluruz. Allah Teâlâ’nın koymuş olduğu ölçülerle terbiye edilmeyen nesiller ise insanlık ağacının yanında filizleyen ağacın dalarındaki meyveler gibidir. Buradaki insanların hallerine bakınca hepsinin ne kadar korkunç şekillerde olduğunu, hu- zursuzluk ve endişe içerisinde yalvarır gibi etraflarına baktıklarını görür gibi oluruz. Bu düşünce sahiplerinin ilk günden bu yana işledikleri cinayetler, yaptıkları zulümler, insanlık âlemini sürükledikleri sapıklıkları tarihin derinliklerinde ve günümüz dünyasında görmekteyiz. Bütün bu hadisat karşısında akıl sahibi mü’minler; Hz. Âdem (a.s) ile başlayan kök salıp gelişen ağacı ve meyvelerini ve evladı sebebi ile dikilen isyan ağacını ve meyvelerini düşününce kurtuluşumuzun “nesli ve nefsi” muhafaza etmekle mümkün olduğunu görür ve anlarız. Aynı zamanda dünyayı huzursuzluk ve felaket çukuruna, hırs, kin, intikam, hasetlik, sarmalına ve cehennem çukuruna dönüş sebebinin de “nesli ve nefsi” muhafaza edememenin olduğunu öğreniriz. Nefsi ve nesli nasıl muhafaza edeceğimizi öğrenmemiz için Allah Teâlâ Hazretleri peygamberler ve kitaplar göndermiştir. Allah Teâlâ’nın gönderdiği nebi ve resuller ile kitaplara iman edip, nebiler ve kitaplardan neslin ve nefsin muhafaza yollarını öğrenen nesillere bakınca İbrahim (a.s) milletindeniz sözünün hakikat olduğunu öğreniriz. Allah Zülcelâl Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin manevi hayatın devamı için göndermiş olduğu İslam dinini öğrenip nefsi muhafazaya alışmayı, bu eğitimin ardından da nesli muhafaza etmenin önemini öğrenmeliyiz. 18 Nisan Allah Zülcelâl Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin manevi hayatın devamı için göndermiş olduğu İslam dinini öğrenip nefsi muhafazaya alışmayı, bu eğitimin ardından da nesli muhafaza etmenin önemini öğrenmeliyiz. Nesil ağacının dalında nefsini muhafaza edenleri gördüğü gibi kendisini ve neslini görmek isteyenler; Allah Teâlâ’nın gönderdiği kitabı ilahisindeki ahkâmı öğrenip yaşamaya ve nesillerinin de bu ahkâmı öğrenip yaşamasını sağlamaya çalışmalıdırlar. kulluk yapıp itaat edersiniz” diye sormuşlar. Yetiştirdikleri evlatlarından “Senin kulluk ettiğin ilaha ve senden evvelki peygamberlerin ilahına itaat ederiz. Biz Allah’a teslim olmuşuz” şeklinde ikrar almışlardır. Biz o Allah teslim olmuşuz demişler. Biz de hayatta iken kendimizi, aile ve evlatlarımızı ilahi iradeye teslim edelim. Dünyadan giderken inşaallah yalnız kendi teslimiyetimizle değil, evlatlarımız ve neslimi- Allah Zülcelâl Teâlâ ve zin teslimiyeti ile de övüneTekaddes Hazretlerinin bilmeyi düşünelim. gönderdiği İslam diniNesil ağacının dalında nefsini ni öğrenip, evlatlarını bu Bu âlemden ayrılırmuhafaza edenleri gördüğü gibi dini esaslara göre terbiye ken inşallah Yakuplar gibi: kendisini ve neslini görmek isteyenler; edince dünyada sûreten ve “Elhamdülillah Alsireten insan olarak dünAllah Teâlâ’nın gönderdiği kitabı lah Teâlâ’nın koymuş yadan ayrıldığında da Hz. ilahisindeki ahkâmı öğrenip yaşamaya Âdem’le başlayan insanlık olduğu nizam üzerine ve nesillerinin de bu ahkâmı öğrenip ağacının dallarında sureten yaşayan evlatlar yetişyaşamasını sağlamaya çalışmalıdırlar. ve hakikaten insan olarak tirdik. İnsan ağacının yerini alır. dalında hayırlı meyveler bırakarak gidiyoruz.” diBu gibiler yaşadıkların toplumların mesrur ve mutlu yaşamasına vesile olur. yerek gitmeye gayret edelim. Eğer bunu başarabilirsek “elhamdülillah” Bunun için nebiler ve rasuller silsilesi nesillerini ve ümmetlerini Allah Teâlâ’nın koyduğu ölçülerle terbiye etmenin gayreti içerisinde olmuşlar ve onların Allah Teâlâ’nın emrettiği gibi yaşamaları için bütün imkan ve güçleriyle çalışmışlardır. Dünyadan ayrılacakları zamanda evlatlarına “Benden sonra kime diyelim. Başaramazsak “eyvah, eyvah, eyvah” diyerek gideceğimizi Allah Teala Hazretleri “eyvah kulların başına gelecek hasretlik günleri” buyurduğu ayet-i kerimesini şimdiden düşünmenin gayretinde olalım. Dünyada Allah Teala’nın yolunda kullanılmayan evlat ve servet sahibi olmanın, makam ve mevkileri işgal etmenin, dünyevi menfaat, güç ve kudret elde etmenin o gün duyulacak pişmanlık ve hasretliğe bir faydası olmayacağını asla unutmayalım. İnsan neslinin ağacının ana gövdesinin dalında meyve yetiştirebilenlere selam olsun. Nisan 19 Derviş Olmak; Devrilmiş Olmak Ahmet HALİLOĞLU Derviş olmak ne demektir? Mürşidi kâmilin elinden tutup, “Ya Rabbi, ben pişmanım…” demekle derviş olunur mu yoksa yapmamız gereken başka işler de var mı? İşte, asıl soru da budur!.. r n bi e d n i r e isiml ataları n h ( ’ı h a l l ’ r A n s-Setta E ‘ runda u u n i ş n n i i s ş i tane u, derv lmiş ise ‘Esğ u d l o vri örten) en; de k z a m afildir. g hiç çık n e d ismin Settar’ 20 Asrımız; Rabbani mürşitlerin, kibrit-i ahmer gibi nadir bulunduğu bir zaman dilimi olduğu gibi kelimenin tam anlamıyla dervişlerin/sofilerin de ender rastlanıldığı devre. Mürebbi-i Rabbaninin elini tutmakla, intisap etmekle işin bittiğini zannediyoruz ama iş yeni başlıyor farkında değiliz. Rabbani bir mürşide intisap eden salik; kendi ahlakını Allah Rasulünün ahlakına benzetme, “insanı kâmil” olma yolculuğuna başlamış demektir. İntisap anından sonra, artık nefis bir başka şahlanmış; şeytanın hücumları ise alabildiğine derinleşmiş bir hale gelir. Bunun en önemli sebebi de yolculuğun sonunda varılacak olan makamın, nefsin alacağı ahvalin, kalbin ulaşacağı mertebenin, ahlakın dönüşeceği şeklin mükemmelliğidir. Şeytan, bir kimsenin böyle bir halle ahlaklanmasını istemez. Nisan Dervişin Hali ile Devrilmişin Hali Dervişin Hali ile Devrilmişin Hali Derviş; intisap ettiği andan itibaren letaiflerini (ruhun bedendeki şubeleri) çalıştırır. Kalp, ruh, sır, hafi ve ahfa latifelerinin her birinin asli makamları olan Arş-ı Âlâ’ya gitmesi için çaba gösterir. Devrilmiş olan ise hayvani nefsini çalıştırır. Nefsini körükledikçe körükler. Kibir, devrilmişin nefsinin ana sermayesi haline gelir. Cüneyd-i Bağdadi Hazretleri “Derviş”i tarif ederken “İbnül Vakt/vaktin oğlu” tabirini kullanarak, dervişin boşa vakit geçirmeyeceğini, zamanlarını en faydalı işlerle kıymetlendireceğini vurgular. Derviş hasbidir, harbidir, samimidir. Devrilmiş ise çıkarcı, riyakâr ve gerçek yüzünü gizleyendir. Dervişin olduğu yerde, geçim ve huzur varken; devrilmişin olduğu meclislerde, huzursuzluk ve geçimsizlik vardır. Derviş; vaktini malayani ile geçirmez. Kalbinde masivaya dair ne varsa atmaya çalışır. Devrilmiş ise vaktini malayani ile geçirir. Televizyon karşısında, iman ve akıldan sonraki en değerli sermayesi olan zamanı zayi eder; kalbine lağımdan beter fikriyatı ve lehviyyatı akıtır. Kalbine giren her boş mesele, devrilmişi kapıdan uzaklaştırır. Derviş; hiçbir vazifeye talip olmaz. Bir vazife, dervişe tevdi edilirse itiraz etmeden kabullenir. Verilen vazifeyi en güzel şekilde yerine getirmek için tüm enerjisini sarf eder. Devrilmiş ise baş olmak, vekil olmak, sözünü dinletmek gayesindedir. Talip olduğu makamı ele geçiremediği zaman, önüne çıkan herkese ayak oyunları yapar, çelme takar, ancak siyasi partilerde görülen kulis faaliyetleri yürütür. Derviş hasbidir, harbidir Derviş hasbidir, harbidir Derviş; günahları örtmede, ayıpları/kusurları gizlemede, Hazreti Mevlana’nın tabiri ile ‘gece gibi’dir. Ramazanoğlu Mahmud Sami Efendinin beyan ettiği gibi insanları tarif ederken, güzel hasletlerinden bahseder. Devrilmiş ise insanların günahlarını, ayıplarını öğrenmek için kulak kabartır; yeri geldiğinde bire bin katarak, bunları yaymakta beis görmez. Allah’ın isimlerinden bir tanesinin ‘Es-Settar’ (hataları örten) olduğu, dervişin şuurundan hiç çıkmazken; devrilmiş ise ‘Es-Settar’ isminden gafildir. Derviş, gıybete prim vermezken; devrilmişin en büyük sermayesi, gıybet ve iftiradır. İmam-ı Gazali’nin kalpten en son atıldığını söylediği ‘riyaset/baş olma sevdası’, devrilmişin hayatının ana gayelerinden birisidir. Dervişlik; Silistreli Süleyman Hilmi Efendinin buyurdukları gibi; “Hizmet muvaffak olsun da varsın bizim yerimiz Caminin pabuçluğu olsun” cümlesinde gizlidir. Derviş; ismi anılmadan, şöhrete düşmeden hizmete talipken; devrilmiş kendisine paye verilmeyen hizmetlerin akamete uğraması için vazifenin baltalanmasını sağlamaya çalışır. Derviş; tenkitlerinde bile yapıcı, hakkı gözeten, yol gösteren bir tutum içindedir. Devrilmiş ise önüne geleni tenkit eder, kendisinden Derviş; intisap ettiği andan itibaren letaiflerini (ruhun bedendeki şubeleri) çalıştırır. Kalp, ruh, sır, hafi ve ahfa latifelerinin her birinin asli makamları olan Arş-ı Âlâ’ya gitmesi için çaba gösterir. Devrilmiş olan ise hayvani nefsini çalıştırır. Nefsini körükledikçe körükler. Nisan 21 Derviş, bütün müminleri kardeşi gibi kabul eder, bağrına basar. Hatta kâfir ve münafıklara bile, Derviş Yunus rahimehullahın tabiriyle “Yaradan’dan ötürü” insani şefkat duyguları beslerken; devrilmiş, sadece kendi cemaatini, tarikatini ve mezhebini gözetir. Fanatik ve kelimenin tam manasıyla yobazdır. başkasını beğenmez. Bediüzzaman Said Nursi merhumun “Her şeye eleştiri, her şeye tenkit, bir yıkma hamlesidir” sözü, devrilmişler için söylenmiş olsa gerektir. Devrilmişin tüm sermayesi, keşif ve keramettir. Hatta Mürşidinden sudur eden kerametleri bile naklederken, sanki her kerametin muhatabı kendisiymiş gibi bir tutum sergiler. Derviş övgüden, iltifattan alabildiğine kaçar. Yüzüne karşı dervişi övdüğünüzde, yerin dibine girmekten beter bir hale gelir. Devrilmişin hedefinde ise insanlardan iltifat almak, takdir edilmek, parmakla gösterilmek vardır. Şah-ı Hazne “Mürşidin iltifatı (süluku engelleme bakımından) öldürücü zehir gibidir. Ama insanlar Mürşidin iltifatlarına pek düşkündür” derken, bu hakikati hatırlatmaktadır. Devrilmiş; ender gördüğü ve tabirini bilmediği girift rüyaları bile ‘hal/zuhurat’ olarak değerlendirir, kendi hülyalarını yakazaya dönüştürür, ballandıra ballandıra anlatır. Derviş; mürşidini geçin, avamın bile kendisine itibar etmesini istemezken; Devrilmiş, mürşidinin bulunduğu meclislerde bile hususi alaka bekler, kendisine ayrıcalık tanınmasını ister. Devrilmiş Devrilmişmahrum mahrumkalmıştır kalmıştır Derviş, keşfe ve keramete itibar vermez. O, istikamet peşindedir. Derviş, yakaza hallerinde cihanı dolaşsa zuhuratta Arşı müşahade etse bile yutar, hazmeder. Mürşidine bile -anlatması gerektiği için- utana sıkıla anlatır. Derviş, varlık göstermekten imtina ederken; devrilmiş gâh meczup/mecnun pozlarına girer gâh âşık… Derviş cezbesini tutmak, hazmetmek için dişlerini damağına geçirir. Devrilmiş ise cezbe gelsin diye, fazladan gayret gösterir. Derviş; başta kendi mürşidi olmak üzere, tüm kâmil ve icazetli mürşitlere karşı hürmetkârdır. Edebini bütün mürebbi-i manevilerin gıyabında dahi sergiler, kendi mürşidinin sözlerini kabul eder ama diğer mürşitlerin sözleri kendi meşrebine uymasa bile itiraz etmez. Devrilmiş ise diğer mürşitleri küçük gördüğü gibi -gerçekte- kendi mürşidine karşı da lakayt bir tutum sergiler. Mürşidi kâmilleri, olmayan ilmi ile kararmış basireti ile kendince kıyaslar. Derviş; başka kapıya müntesip birisi ile karşılaştığında, onun mürşidini överek arada, muhabbet ve uhuvveti artırırken; devrilmiş tenkit kapısını ardına kadar açar; diğer dervişin buğzunu ve öfkesini celp eder. Derviş, bütün müminleri kardeşi gibi kabul eder, bağrına basar. Hatta kâfir ve münafıklara bile, Derviş Yunus rahimehullahın tabiriyle “Yaradan’dan ötürü” insani şefkat duyguları beslerken; devrilmiş, sadece kendi cemaatini, tarikatini ve mezhebini gözetir. Fanatik ve kelimenin tam manasıyla yobazdır. Derviş, etrafına sevgi ve muhabbet haleleri saçarken; devrilmiş buğz ve kin tohumları eker. 22 Nisan Derviş, virdinde attığı her tespih tanesi ile ötelerin ötesine açılır. Rahmet feyizleri, kalbini katre katre yıkar. Dünyevi ve şeytani halleri yakar, nefsanî halleri temizler. Kalbi, etrafına burcu burcu Muhammedi nefesler saçar, tevhidi şuleler muhataplarını gönülden yakalar. Yolda, bakışları dükkânların vitrinlerinden ayrılmaz. Hazreti Hace’nin ayaklarınıza bakın emrini duymamıştır bile. Başı kalbine eğilmez; sürekli mağrur bir nefsin alameti olarak diktir. Derviş münevver, devrilmiş ise ham softadır Devrilmiş ise virdini savsaklar. İlahi rahmetten yoksun olduğu için dersin bir an önce bitmesi için çalışır. Füyuzatı ilahiyeden mahrum kalır. Nefsanî hastalıkları daha da azgınlaşır. Çevresine verdiği zarar, gün geçtikçe onulmaz bir yaraya dönüşür. Dervişi, camide namazda veya duada; tekkede virdde veya Hatm-i Hacegan’da gören, imrenir. Rükûsundaki, secdesindeki derinlik, dua dua yalvarışındaki güzellik, insanları büyüler. Gün geçtikçe namazlarındaki huşu ve Derviş, mürşidinin rabbani nefesi ile gün haşyet artar. Dualarındaki gözyaşları, avuç be gün ilerler. Kemal basaiçlerini ıslatır. Ama derviş maklarını tırmandıkça tüm bunları gizlemeye ahlakı güzelleşir, ruhu çalışır. Derviş, virdinde attığı her nazenin bir hal alır. tespih tanesi ile ötelerin ötesine açılır. Görenler nezaketin, leDevrilmişe gelince Rahmet feyizleri, kalbini katre katre tafetin, kemalatın tüm onun riyakârlığı ve gösteriş alametlerini müşahede yıkar. Dünyevi ve şeytani halleri yakar, merakı, camide olsun deretmeye başlar. Kalbinnefsanî halleri temizler. Kalbi, etrafına gâhta olsun insanları rahatdeki Rahmani şualar, sız eder. Dinden, diyanetten burcu burcu Muhammedi nefesler ahvaline yansır. soğutur. saçar, tevhidi şuleler muhataplarını Devrilmiş ise insangönülden yakalar. Derviş, boş bulduların nefretini kazanacak ğu yere otururken; devhallerini, gün be gün artırır. rilmiş, caminin en ön safına Nezaketten uzak tavırları, insanları bezdirir. O, bu halgeçmek için insanların üzerinden atlar, ayaklarına baleriyle, tasavvuf ehlinin kötü bir reklamı gibi zarar verir. sar. İnsanları rahatsız ettiğini, ibadetlerindeki huşuyu bozduğunu aklına dahi getirmez, helallik almayı bile Derviş, kemalatın bir alameti olarak, düşünmez. ince zevk sahibidir. Devrilmiş ise ince ve hassas bir zevk anlayışından uzak, gösteriş ehlidir. Derviş, Derviş, gönülsüzdür. Yunus Emre Azizin bugiyim kuşamındaki renklerin ahenginden bile yurduğu gibi dövene elsizdir, sövene dilsizdir. anlaşılır. Devrilmiş ise ahenk kelimesinden fersah Hak/hukuk iddiasında değildir. Devrilmiş ise sürekli fersah ötededir. “hakkımı helal etmem” der, ortalıkta dolaşır. Derviş, camide olsun dergâhta olsun, hangi bir mecliste olursa olsun, başı kalbine eğik, kendi iç âleminde tefekkür ile tezekkür ile meşguldür. Dünya ve içindekiler alakasını cezbetmez. Sokakta yürürken, Hace Abdulhalık-ı Gücdevani Hazretlerinin emri üzere, ‘nazar ber kadem’dir. Yani bakışları ayaklarındadır. Devrilmiş ise hatim halkalarında bile, kapı sesi duyduğunda, kim geldi sorusu ile meşguldür. Hatimlerde okunan evradı, acaba kim geldi düşüncesinden ötürü hatalı okusa bile pişmanlık hissetmez. Nisan 23 Derviş toprak gibidir. Dervişe kim hangi kötülüğü yaparsa yapsın, iyilikle mukabele eder. Devrilmiş ise tam tersidir. Gün gelir, kendi menfaati için en yakın dostlarını bile satar. Derviş, herkesi Hızır aleyhisselam bilir. Her çiçekten bal yapmaya çalışan bal arısı gibidir. Devrilmiş ise -af buyrun- eşek arısı gibidir. Bal yapamadığı gibi insanlara zararı da dokunur. Dervişin evinde, işyerinde, mutlaka kütüphanesi vardır. İhtiyaç duyduğu ilmihal bilgilerinden, tasavvufun klasiklerine, hadis külliyatlarından tefsir şaheserlerine kadar, pek çok kitabı okur, notlar alır. İlimsiz, irfan mektebinde yol alınamayacağının şuurundadır. Devrilmişin ise insanlarla olduğu gibi kitaplarla da arası iyi değildir. Elinde, evinde, pek kitap göremezsiniz. Evine kütüphane yaptırsa da yanına uğramadığı için örümcekler kitapların arasına ağ kurarlar. Devrilmiş, irfan mektebinden, hikmet ekolünden bihaberdir. Derviş, Allah’ın her an ahvalinden haberdar olduğunun bilincindeyken; devrilmiş, insanların görüp görmemesine takılıp kalmıştır. Derviş, ancak Allah’tan korkarken; devrilmiş, Allah korkusunu düşünmez. Derviş, topluluk içinde yaptıkları riya olmasın diye, tek başınayken, ahvaline özel itina gösterir. Devrilmiş ise inzivadayken, yalnızken, hal ve hareketlerinde kendi başınadır. İster maziye bakın, ister bugünümüze; göreceğiniz, ehl-i tasavvufun kemalatıdır. Kemalatsız dervişlik olmayacağı gibi kemalata talib olmayan derviş de olamaz. Fakat günümüzde, hem dervişliğe hem de kemalata talep azaldı. Şimdi kendimize bir soralım: Derviş miyiz, Devrilmiş miyiz? Hepimizin “dervişan” zümresine dâhil olmamız duasıyla, Allah bizleri ihlâslı kullarından eylesin efendim... 24 Nisan Dar-I Fena’dan Dar-I Beka’ya Yolculuk Emre TOPOĞLU Dünya Telaşı İçinde Takva Azığına Ulaşma Mücadelemiz “Nefsini tezkiye eden elbette felaha kavuşmuştur.” buyruğu sırrınca iç alemimizin, gönül dünyamızın bu ölçülerde terbiye edilmesidir, “Takva”. ndisin e k , ) V iz (SA şiye önce m i d n ki Efe teyen s i larının h a a u n d ü g de n tinde nra e o y s a h i a ve n takva, ı s a n du i m ç i n a l ş i s bağı abilme ira takva p a y Z ı hayır rdır. a olmas l ş u n i m r n i u r buy diğerle r. n a d ğildi e olma d n ü ümk pek m Diğer bir ifade ile, kulun Rabbi ile kalpte buluşması; yani merhamet, şefkat, affedicilik, hilm gibi cemali sıfatların kalpte tecelli bulmasıdır. Yani kulun her nefeste, Rabb’inin huzurunda olduğu bilinci ile hareket etmesidir. İşte bu kısa tanımlama sonrasında, şu soruyu sormak lazım gafil nefsimize; biz ne için yaşıyoruz? Dar-ı Fena olarak bilinen fani dünya hayatının geçici saltanatı mı bizi cezbeden, yoksa Dar-ı Beka’nın yolcusu olduğumuzun farkında olmamıza rağmen zor mu geliyor kabullenmek? Geçim derdi, ailevi sorumluluklar, iş ya da okul hayatı ya da çeşitli renklerle bezenmiş fani aldanışların cazibesi ve nihayet hepsinin genel Nisan 25 adıdır, dünya telaşı... Asırlardır vazgeçilmeyen şifreli sözcükler, özellikle son günlerde belki hepimizin çok sık kullandığı iki kelime, dünya telaşı... Birçoğumuz etrafımızda olan bitenin, az ya da çok, şöyle veya böyle farkındayız. Okuduklarımız, dinlediklerimiz, hissettiklerimiz ve en mühimi bize doğrudan bildirilenler, ahirete yolculuğu haykırıyor duymayan kulaklarımıza...Kimimiz bahanelerin ardına sığınırken, kimimiz görmemezlikten gelmeyi tercih ediyoruz gerçekleri. Peki ne kadar huzurluyuz iç dünyamızda hiç düşündük mü? Ufak tefek sıkıntılar karşısında nasılda manevi bir çöküş yaşıyoruz ruhumuzda değil mi! Peki bir çaresi yok mu bunun diye soruyoruz kendimize ve cevabı yine Rabb’imiz veriyor bize; Efendimiz (SAV); “... Kim Allah’a karşı takva sahibi olursa, Allah Teala ona bir çıkış yolu ihsan eder.” ayetini tilavet buyurdular.(İbn-i Mace, Zühd, 24) “ ... Her bir nefis ve onu düzenleyene, ona hem fücuru ( Allah’tan uzaklaştıran kötülükleri), hem de takvayı ( Allah’a yakınlaşma yolunu) ilham edene yemin olsun ki, iç alemini temizleyen, onu arındıran felaha ermiştir. Onu temizlemeyen, günahlar ile örten ise felakettedir.” Sahabi; “Biraz daha, anam-babam Sana feda olsun Ya Rasulullah!” deyince, Bu minvalde bakıldığında, hem dünya ve hem de ahiret saadeti için tek yolun, hakiki bir takva hayatı yaşama gayreti ile oluşabileceği açıktır. Bu hususta Mevlana Hazretleri şöyle buyururlar; “ Ey Hak yolcusu! Gerçeği öğrenmek istiyorsan; Musa da, Firavun da ölmediler; senin içinde yaşamaya devam etmekte, senin varlığına gizlenmiş ve senin gönlünde savaşlarına devam etmekteler. Bu sebeple birbirine düşman bu iki kişiyi kendi içinde araman gerektir.” Ebu Zer (r.a.), Rasulullah (SAV)’in bir gün şöyle buyurduklarını rivayet eder; Yine bir kimse Efendimiz (SAV)’e gelerek; “Ya Rasulullah, yolculuğa çıkıyorum, benim için dua ediniz.” dedi. Fahr-i Kainat Efendimiz (SAV); “Allah sana takva nasib etsin.” buyurdular. O kişi; “Biraz daha Ya Rasulullah!” deyince; “Allah senin günahlarını bağışlasın.” buyurdular. Rahmet Peygamberinin mübarek dudaklarından şu dua göklere yükseldi; “Allah Teala, bulunduğun her yerde, sana kolayca hayır yapmanı sağlasın!” (Tirmizi, Deavat, 44/3444) İşte Efendimiz (SAV), kendisinden dua isteyen kişiye önce takva, sonra günahlarının bağışlanması ve nihayetinde hayır yapabilmesi için dua buyurmuşlardır. Zira takva olmadan diğerlerinin olması pek mümkün değildir. Yine İmam-ı Azam Ebu Hanife, elbisesindeki çok ufak bir lekeyi temizlemekle meşgul iken, kendisini görenler; “Ya İmam! Temizlemek için çaba sarfettiğiniz leke, sizin fetvanıza göre namaza mani değildir. Ne diye bu derece zahmet çekmektesiniz?” diye sorduklarında; “Ben bir ayet biliyorum. Şayet insanlar ona göre yaşasalardı, hepsine kafi gelirdi.” buyurmuştu. Ashab-ı kiram; Büyük İmam şu calib-i dikkat cevabı verir; “O fetva, bu takva!” “Ey Allah’ın Rasulü, bu hangi ayettir?” diye sordular. İşte bu ölçüler dikkate alındığında unutmamalıyız ki, Rabbimiz yarattığı sayısız varlık içinde insanı Efendimiz (SAV); “... Kim Allah’a karşı takva sahibi olursa, Allah Teala ona bir çıkış yolu ihsan eder.” ayetini tilavet buyurdular. (İbn-i Mace, Zühd, 24) 26 Nisan eşref-i mahlukat olarak yarattı. Onu akıl, izan gibi pek çok vasıfla tezyin etti ve imtihan için dünyaya gönderdi. Adem (a.s)’dan bu yana sayısız insan bu imtihana girdi. Şimdi ise sıra bizde... Nefes alabiliyor ve şu an gönül dili ile buluşmuş, bu yazıdan bir şekilde haberdarsanız, okuyor ya da dinliyorsanız, imtihanımız halen devam etmekte demektir. Belki süremiz azaldı ancak hala bir umut var. Zira Allah (C.C.)’ın rahmeti sonsuz... Nasuh bir tevbe ile takva alemine ilk adım için belki hala vaktimiz vardır. Öyleyse ne duruyoruz. Merhameti sonsuz Rabbimiz, Kur’an-Kerim’de tam 258 yerde iç dünyamıza takva ile hitap etmektedir. anlama şuuruna erer. Tüm sıkıntı ve problemlerini, Kur’an ve sünnet dairesinde çözer, huzur ve sükun bulur. İnsan takva deryasına dalıp derinliklere indikçe, Kuran’ı ve kainatı idrakte başkalaşır. Kainatın derunundaki sır ve hikmete mazhar olur. Böylelikle, küçük yaşlarda daha çok dillerde terennüm eden, Yunus’un “Sarı Çiçek” ilahisinde de belirttiği, belki bugüne dek hikmeti ve sırrını fark edemediğimiz üzere, bitki ve hayvanatın, akarsu ve dağların dilini anlamaya başlar. Sarı çiçeğin dile geldiği ve kendisini tanıdığı, bu vesile ile çiçek ile konuşabilecek bir gönül kıvamına erişmiş olduğunu anlayabildiğimiz gönlü pak Yunus ne diyor; Sordum sarısarı çiçeğe Sordum çiçeğe Boynun neden eğridir Boynun neden eğridir Muhterem Osman Nuri Topbaş Hocaefendi, bu hususu şöyle ifade ederler; “Takva, yasaklardan kaçınmak, emirlerine sarılmak sureti ile Cenab-ı Hakk’ın himayesine girmek, Allah’a sığınmak demektir. O, celal sahibi yüce Allah’ın gazabından ve azabından korkarak, rahmetinin gölgesine girmeye gayret etmek demektir. Bunun için de nefsani arzuların köreltilmesi ve ruhani istidatların inkişaf ettirilmesi zaruridir.” Hepimizin bildiği gibi, büyüklerimiz gerçek manada imanı, dil ile ikrar ve zihinle değil kalp ile tasdik olarak beyan etmişlerdir. Bu bağlamda takva, Allah’tan uzaklaştıran her şeyden kalbin korunması, Allah’a yakınlaştıracak her şeye de muhabbet içerisinde olmaktan geçer. Buradan hareketle, Allah Resulü’ne büyük bir aşk ve muhabbet ile bağlanmak, tüm mahlukata Halık’ın nazarı ile merhamet ve şefkat ile bakacak bir muhabbet içersinde olmamız gerekmektedir. Takva üç derecedir; yasaklardan kaçınmak, emirlere riayet etmek ve nihayet daima Cenab-ı Hak ile beraberlik duygusu taşıyabilmektir. İşte bu sonuncusu takvanın havas için olan ölçüsü, en yüksek derecesidir. Bize “... Şahdamarından daha yakın...” olduğunu bildiren ve kullarına “Nereye gitseniz yine sizinle beraberdir.” diye haber veren Cenab-ı Hak ile beraberlik; O’nunla birlikte olduğumuzun şuuruna varabilmek, cemali sıfatlar ile müzeyyen hale gelebilmektir. Bu şekilde takva kılıcını kuşanan kalpte, doğru ve yanlışı muhakeme ilhamı oluşur. Eşyanın hakikatini Nisan Çiçek eydür derviş baba Çiçek eydür derviş baba Kalbim hakka doğrudur Kalbim hakka doğrudur Sordum sarı çiçeğe Sordum sarı çiçeğe Sen beni bilir misin? Sen beni bilir misin? Çiçek eydür derviş baba Çiçek eydür derviş baba Sen Yunus değil misin? Sen Yunus değil misin? O halde vakit tamam olmadan, ömür sermayemiz bitmeden kendimize gelelim, takva elbisesini giymek için dua ve gayret edelim. Son olarak Zeyd İbni Erkam’dan rivayet edilen Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in duası ile nasiplenelim; “Allâhümme innî eûzü bike mine’l-aczi ve’l-keseli ve’l-buhli ve’l-heremi ve azâbi’l-kabr. Allâhümme âti nefsî takvâhâ, ve zekkihâ ente hayrü men zekkâhâ, ente veliyyühâ ve mevlâhâ. Allâhümme innî eûzü bike min ilmin lâ yenfa‘ ve min kalbin lâ yahşa‘ ve min nefsin lâ teşba‘ ve min da‘vetin lâ yüstecâbü lehâ: Allahım! Âcizlikten, tembellikten, cimrilikten, ihtiyarlayıp ele avuca düşmekten ve kabir azâbından sana sığınırım. Allahım! Nefsime takvâ nasip et ve onu her türlü günahtan temizle; onu en iyi temizleyecek sensin. Ona yardım edip eğitecek sadece sensin. Allahım! Faydasız ilimden, ürpermeyen gönülden, doyma bilmeyen nefisten ve kabul olunmayan duadan sana sığınırım.” Amin. 27 Zor Zamanın Ahlâkı Nureddin YILDIZ mesini l e s k ü ın y ak Ahlâk elmesi olar s ı n yük aybolmasın ı n a m i k , ması, i l y e a k m r gö n esi alpleri k yitirilm . da rin idirler e l l e l e m m n a r düşü k lâk, zo a h r a a ola d r rışımı manla ğ a a z ç r n o a Z arda im l n a m za alıdır. yapılm Ahlâk bütün zamanlarda güzeldir, gereklidir. Ancak zor zamanlarda ahlâk diğer zamanlara göre daha değerlidir, ahlâklı olmak isteyen için gereken himmet de daha yoğundur. Bu, sahrada ahlâklı olmakla şehirde ahlâklı olmak şeklinde bir benzetme ile de izah edilebilir. İnsanların sayısı arttıkça ortaya konması gereken ahlâki tavır da yoğunlaşmalıdır. Zenginlik elde edildiğinde ortaya çıkması gereken ahlâk, fakirlikle boğuşurkenki ahlâktan daha zor bir ahlâk olacaktır. İmanın elde kor gibi taşınır hâle geldiği bir zamanda ahlâk elbette kolay bir beceri olmayacaktır. İnsanlar ya ahlâkın şeklini değiştirecekler ve ahlâksızlığı da ahlâk olarak benimseyecekleri için ortada aykırılık kalmayacak ya da ahlâk ispatı zor bir iddiaya dönüşecektir. Her iki durum da ahlâk için erimedir, ahlâklı için zorluktur. Gerek ahlâka yeni bir şekil verilip, aslında gayri ahlâki olanların ahlâk dairesine alınması ve gerekse ahlâkın esastan gereksiz görülmesi, 28 Nisan mü’min için elbette bir zorluktur; ama kayıp değildir. Çünkü mü’min, dininin bir emrini yerine getirirken karşılaştığı sıkıntı onun için ecre dönüşür. Kimsenin ahlâka itibar etmediği bir zamanda veya maddi değerlerin daha üstün tutulduğu ortamlarda aslî kimliğini koruyup ahlâk üzere kalan, bir tür cihat eden mücahit durumundadır. Şüphe ve tereddütlerin fırtına gibi estiği dönemlerin sabit ayakta kalabilenleri, cephelerinde ribat hâlinde olan murabıtlar olarak vasfedilmeye müstehaktırlar. Ahlâk, dinin en tabii parçalarından bir parçadır hatta ahlâkın hayâ gibi bölümleri imandan bir parça olarak takdim edilmiştir. Ahlâktaki erime, gelgitler mü’min gözüyle bakıldığında esastan bir tehlikeyi, kalplerdeki sapmaları işaret eder. Ahlâksız bir İslam düşünülemeyeceğine göre, onun varlığı veya yokluğu ya da zayıflığı İslam adına varlık, yokluk veya zayıflık kelimelerini çağrıştırır. Her hâlükârda iman davasında olanlar, ahlâk adına da talepte bulunmalıdırlar. Ahlâkın yükselmesini imanın yükselmesi olarak görmeli, kaybolmasını da kalplerin kayması, amellerin yitirilmesi olarak düşünmelidirler. Zor zamanlarda ahlâk, zor zamanlarda iman çağrışımı yapılmalıdır. Ahlâkın en mükemmel örneği olan Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ve sünnetinin önemsenmediği bir zamanda yaşayan Müslümanların ahlâka verilmeye çalışılan yeni şekle karşı da ahlâkın kökten yok sayılmasına karşı da kendilerini kalenin son neferleri olarak görme basiretini gösterebilmelidirler. Mü’min, kapasitesini ve imkânlarını aşan, altında kalacağı işlere girmemelidir. Ahlâk, ikinci insanlara karşı mü’min kimliğimize uyumlu tavırlar sahibi olmak olduğu gibi, şahsiyetini ve mü’min kimliğin verdiği özellikleri korumak da bir tür ahlâktır. Mü’min onuru, imanî şahsiyet acil korunacaklar arasında bulunmalıdır. Mü’min, altında ezileceği sözleri konuşmamayı, altından kalkamayacağı taahhütlerde bulunmamayı prensip edinmelidir. Çocukları ve sorumluluğunu taşıdıklarının önünde onurunu zedeleyecek söz ve tavırlardan kaçınmalıdır. Kendi kuyusunu kazan durumunda olmaması mü’min kimliğinin gereğidir. İbadetlerde bile durum böyledir. Ardını getiremeyeceği yükümlülüklerin altına girmesi hatadır. Ödeyemeyeceği bir rakamı infak etmeyi söz vermesinden filan ibadeti şu çapta yapmayı benimsemesine varıncaya kadar her alan için bu prensipten söz edebiliriz. Mü’min, kapasitesini bilmeli ve o kapasiteyi zorlamamalıdır. Bu hususta, kapasiteyi zorlamakla Allah yolunda meşakkate katlanmak arasındaki ince çizginin korunması da ayrı bir önem taşımaktadır. İmam Tirmizî’nin Huzeyfe radıyallahu anhtan bize ulaştırdığı bir hadisi şerif çok önemli bir uyarıyı kulağımıza akıtmaktadır. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem. ‘Mü’minin kendini zelil düşürmesi uygun olmaz.’ buyurunca: ‘Kendini nasıl zelil düşürebilir?’ diye sormuşlar. Bunun üzerine şöyle buyurmuştur: ‘Kaldıramayacağı bir sıkıntının altına girerek.’ (Tirmizî, Fiten, 67-2254) Ahlâktaki erime, gelgitler mü’min gözüyle bakıldığında esastan bir tehlikeyi, kalplerdeki sapmaları işaret eder. Nisan 29 Kaldırılamayacak bir yükün altına girmek, düşmanla çarpışma, sözlü taahhütte bulunma, ağır tehditler savurma, devam ettiremeyeceği işlere girişme şekillerinden biri ya da daha farklı bir amel olarak anlaşılabilir. Bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde, kolayı 1- Hayâyı bir İslam simgesi olarak be1- Hayâyı bir İslam simgesi olarak benimse. nimse.Hayâsı Hayâsıolmayanda olmayandahayır hayıryoktur. yoktur. bulunanın zoruna talip olmak bu hadisi şerifte öne- 2-2-Emin Eminolmak olmakşarttır. şarttır.Eli, Eli,beli, beli,dili, dili,gözü, gözü,kulağı kuemin olan zor bile imanî vasıflarını korulağı emin olanzamanlarda zor zamanlarda bile imanî vasıflarını rilmemektedir. koruyan insandır. yan insandır. Biz bu hadisi şerifi, en güzel anlaşılabileceği mesela teheccüt namazına uyarlayabiliriz. Teheccüt namazı, farzlardan sonra birinci derecede bir nafile ibadettir. Allah dostlarının büyük makamlara yükseldikleri önemli ibadetlerden biridir. Kimsenin teheccüdün azametine karşı söyleyebileceği bir sözü olamaz. Teheccüt, tartışmasız bir ecir kaynağıdır. Buna rağmen mü’min teheccüt eda etme uğruna ertesi gün işinden olmayı tercih edebilir mi? Gece teheccüde kalkıldığı için iş göremez hale gelip mü’minlerin sadakalarıyla ailesini geçindirmek durumunda kalan birinin durumu nasıl değerlendirilecektir? Ya da teheccütten ötürü sabah namazını hatta sabah namazının cemaatini kaçırmak değer mi? Mü’min bela peşinde koşmaz. Bela gelirse sabreder, azmeder, cihat eder ama bela aramaz. Başına sorun oluşturacak işlerin alternatifi varsa onu yeğlemesi nebevî bir tavsiyedir. Şüphesiz, belanın tek tercih olduğu durumu konuşmuyor, tartışmıyoruz. O zamanki tercihin adı cihat olur ki, onun ne alternatifi olur ne de terk edilmesinin affı. Burada, kısa yol varken uzun yolu kullanmanın anlamsızlığı, maşa varken ateşi tutmanın abesliği vurgulanmaktadır. Şeriatımızın en temel ilkelerinden biri, Allah Teâlâ’nın kimseye kaldıramayacağını yüklemediği ilkesidir. Allah kimseye zorluk dilememiştir, bilakis kolaylık dilemiştir. 30 Zor zamanda ahlâk ölçüleri Zor zamanda ahlâk ölçüleri Vefa,taviz taviz verilemez özelliklerimiz3-3-Vefa, verilemez özelliklerimizdendendir. Allah’a Peygamber aleyhisdir. Allah’a karşı,karşı, Peygamber aleyhisselama selama karşı, mü’minlere karşı, ebeveyne karşı, mü’minlere karşı, ebeveyne karşı, iyiliği karşı, iyiliği bulunanlara karşı vefalı olmak bulunanlara karşı vefalı olmak gerekmektedir. gerekmektedir. 4- Merhamet esas ölçüdür. Merhamet etmeyen 4- Merhamet esas ölçüdür. Merhamet etmerhamet görmeyeceği için muhtaç kameyen merhamet görmeyeceği için olduğumuz muhtaç oldudar merhamet etmek zorundayız. Göstermediğimiz ğumuz kadar merhamet etmek zorundayız. Göstermediğimiz şeyi beklemeye hakkımız olmaz. şeyi beklemeye hakkımız olmaz. Yumuşaklığı da merYumuşaklığı da merhametin uzantısı hametin bir uzantısı olarak tercihbir ettiğimiz tavırolarak olarak tercih ettiğimiz tavır olarak benimsemeliyiz. Bağışbenimsemeliyiz. Bağışlamak önemli bir erdemdir. lamak önemli bir erdemdir. 5- Doğru olmak, doğrularla beraber bu5- Doğru olmak, doğrularla beraber bulunmak Allah’ın emridir. lunmak Allah’ın emridir. 6- Anne ve babanın önünde kimse yoktur. 6- Anne ve babanın önünde kimse yoktur. 7-7-Haramdan harama sürükleyen şeyHaramdanve ve harama sürükleyen den uzakuzak dur. dur. şeyden 8-8-Dilin Dilinveveeylemin eyleminAllah’a Allah’aşükretsin. şükretsin. Mü’minkardeşliği kardeşliğimukaddesattandır; mukaddesattan9-9-Mü’min dır; korunması dini korumaktır. korunması dini korumaktır. 10-Sevgi, Sevgi,basit basit kelime değildir. Allah’ı 10birbir kelime değildir. Allah’ı sevsevmek ve sevdiğini Allah için sevmek dindir. mek ve sevdiğini Allah için sevmek dindir. 11- Sabrı bütün zamanların silahı ola11- Sabrı bütün zamanların silahı olarak bil. rak bil. 12bir hakhakkı 12-Her Herhak haksahibine sahibine hakkını hakkını ver ver ve ve bir vermen öbüröbür hakhak sahibini ezmesin. kı vermen sahibini ezmesin. 1313-İlimsiz İlimsizkalmayı kalmayıgüneşten güneştenvevehavadan havadan kalmak uzak kalmak tehlikeli uzak kadarkadar tehlikeli gör. gör. 14- Ahlâkının Ahlâkının ecrini ecrini Allah’tan 14Allah’tan bekle. bekle. Ahlâk Ahlâk Allah’ın emri, peygamberinin kimliği olduğuna Allah’ın emri, peygamberinin kimliği olduğuna göre göre ahlâklı ecir kazanacak, ahlâksız da çok şey ahlâklı ecir kazanacak, ahlâksız da çok şey kaybedekaybedecektir. cektir. Nisan Abdullah ÇAKIR Sohbetsiz Geçen Günlere Yazık! Sohbetin oluşumu için üç şeyin bir arada bulunması gerekir. Ziya Paşa’nın dediği gibi arif arifle; cahil cahille konuşmaktan zevk alabilir ancak: Birincisi muhabbettir. Muhabbet; mutluluktur, neşedir. Yüzde, dilde, gönülde güllerin açılmasıdır. “Nadanlar eder sohbet-i nadanla telezzüz “Abusu’l vec kerîhü’l-manzardır” diye bir söz vardır. Yani “yüzü dökkün, somurtkan bir çehre en berbat manzaradır” demektir. Somurtkan bir çehreyle sohbet olmaz. Çünkü Sohbetin amaçlarından birisi de muhabbeti yakalamaktır. Muhabbeti koyulaştırarak demlenmektir. Demlenerek olgunlaşmak ve kemale doğru yelken açmaktır. Zahir batınsız, batın zahirsiz olmadığı gibi konuşan sohbetin zahiri, hemzeban olan dinleyen batınıdır. Sohbet dostsuz olmaz, dost sohbetsiz. Muhabbet aynı zamanda samimiyettir, Ortam, samimiyet kokuyorsa sohbettir. Aşksız sohbet olmaz, sohbetsiz aşk olmaz. Sohbette yalan olmaz, riyakarlık ise hiç. Sohbet hikmettir. Dedikodudan sohbet olmaz. Sohbete fuzuli olan bir şey giremez ama sohbet eden Fuzûlî olursa başka olur: Divanelerin hemdemi divane gerektir” Üçüncüsü uygun bir mekandır. Neşe sohbetin sireti, mekan ise suretidir. Hem ortam sohbeti şekillendirir hem de sohbet ortamı. Sohbetin en güzel mekanı gönüldür. Gönülde en mutena ve müstesna köşeye kurulmaktır. Sohbet cennet bahçesidir. Sohbet çaredir. Sohbet dermandır. Sohbet candır, muhabbettir. Kan kana içilen ama bitmesini istediğindir. Gönülü soldurmayan, gönlü canlandırandır sohbet. “Yattılar Ferhad u Mecnûn mest-i câm-ı aşk olup Ey Fuzuli biz onlar yattıkça sohbet bekleriz” [Ferhat ve Mecnun aşk kadehinden içince kendilerinden geçtiler,(Fuzuli ise bu mest edici aşk şarabından içtiği halde istidadının fazla olduğunu ortaya koymak için) Ey Fuzûli onlar böyle sermest oldukça biz yar ile sohbeti bekleriz diyor.] İkincisi sohbete layık uygun bir kişidir ki bu sahabe makamında musahib olmaktır. Musahib hemhaldir, hemzevktir,hemderttir. hemzeban olan iki kişi anlar birbirini ancak. Buradaki hemzeban aynı dili konuşan iki kişi değildir, aynı duyguyu paylaşan iki kişidir. Aynı duyguyu paylaşanlar yani duygudaşlar tek gönül gibidir. Sohbet namahrem kabul etmez. Sohbette dinleyen söyleyenden arif olmak gerektir. Mart Sohbet cemaledir, cemalde gözedir, gözgözedir, diz dizedir. Gözden gönüledir. Bir gönülden bir gönüle akmaktır. Gönle girmektir. Gönülde yaşamaktır. Gönlü onunla olmaktır. Sohbet, dildir yani gönüldür. Gönül, yârdir. Yar ile yaren olmaktır Yunus Emre: “Önce doğru iman et, haramdan el etek çek Ruha gıdadır sohbet, badem helvası değil” 31 İmam Mâlik Rh.a. ve Zühd Hayatı Yard. Doç. Dr. Ebubekir SİFİL Medine alimlerinin ilminin vârisi. Hicret yurdu imamı, yüzüne bakanların ahireti hatırladığı Mâlik b. Enes rahmetullahi aleyh… Bu güzide alimimizin Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’i rüyasında görmediği bir gece dahi olmadığı rivayet edilmiştir. şahsi a d n u us lerden n kon i n e D d “ e areket r Ehl-i h e l y i la er görüşl . On .” (Ebu n u r u d dır uzak şmanı ü d .) t’in 348 vd / Sünne 6 , . e . , a. g Nuaym Malikî mezhebinin imamı Mâlik b. Enes rh.a. Medine’de, Mescid -i Nebî’de ders verirken Hz. Ömer r.a.’ ın hüküm ve meşveret için oturduğu yerde otururdu. Evi de büyük sahabi Abdullah b. Mes’ud r.a.’ ın oturduğu evdi. ( Ebu Nuaym , Hilyetu’l -Evliya, 6/346) Salih zatlarla birlikte bulunmaya ayrı bir önem verir ve şöyle derdi: “Kalbimde bir kasvet hissettiğim zaman Muhammed b. Münkedir’e gider, bir süre yüzüne bakarım. Bu, günlerce bana bir ibret ve nasihat olarak yeter.” (Kadı İyâd , Tertîbu’l – Medârik , 1/179) 32 Nisan Peygamber saygısının zirvesi Peygamber Saygısının Zirvesi Kendisine talebelik etmiş olan İmam Şâfiî rh.a. anlatıyor: Mâlik’in kapısında bağlı cins atlar ve bir de katır gördüm ve “ne güzel!” dedim. “Al, hepsi benden sana hibe olsun.” dedi. “Binmen için birini kendine ayır.” dedim; şöyle karşılık verdi: - “Allah’ın Peygamberi’nin gezdiği toprakta hayvan sırtında gezmekten hayâ ediyorum.” (Aynı eser, aynı yer.) Talebelerinden biri şöyle demiştir: - “Mâlik bizimle beraber oturduğu zaman sanki bizden biriymiş gibi olur, bizimle beraber söze dalar, bizden daha çok tevazu gösterirdi. Fakat hadis-i şerif rivayetine başladığı zaman, artık sözü bizde heybet hissi uyandırır; sanki bizi tanımıyormuş, biz de kendisini tanımıyormuşuz gibi konuşurdu.” (Ebu Zehra, İmam Mâlik , 53) Hadis dersine çıkmadan önce abdest alır, güzel elbiselerini giyer, güzel koku sürünürdü. Ders boyunca vakar ve sekinetin muhafazasına dikkat ederdi. Bir keresinde Ebu Hâzim’in meclisine gitmiş, yer bulamadığı için ayakta kalmıştı. Ebu Hâzim’in naklettiği hadisleri yazmadığını görenler bunun sebebini sorduklarında şöyle demişti: - “Hz. Peygamber s.a.v.’in hadislerini ayakta iken almayı uygun görmedim.” (el- Halîlî, el- İrşâd , 26) Ayakta iken, yürürken veya acele bir işi varken hadis rivayet etmekten hoşlanmaz ve şöyle derdi: - “Rasul -i Ekrem s.a.v.’den rivayet ettiğim hadisin anlamını iyi kavramak isterim.” (Ebu Nuaym , a. g.e ., 6/347) Gece ibadeti Gece İbadeti Yine Kadı Iyâd’ın naklettiğine göre İmam Mâlik rh.a.’in her gece kılmayı alışkanlık haline getirdiği belli bir miktar gece namazı vardı. Cuma geceleri ise bütün geceyi ihya ederdi. Bir keresinde namaz kılarken Fatiha’dan sonra Tekâsür Suresi’ni okumaya başladı. “Sonra, andolsun ki o gün her nimetten sorguya çekileceksiniz.” mealindeki ayete geldiği zaman uzun uzun ağladı. Bir taraftan ayeti tekrar ediyor, bir taraftan da ağlıyordu. Nihayet tan yerinin ağardığını hissettiğinde rükû ve secde yaparak namazını tamamladı. Zorlama altında söylenen boşama sözünün geçerli olmayacağı konusunda fetva verdiği zaman, bu fetva Emevî sultanları tarafından halktan zorla alınan biatın geçerli olmayacağı görüşünde olduğu şeklinde yorumlanmış, İmam Mâlik rh .a . bu yüzden takibata uğramıştı. Hatta kendisine sopa atılmış, işkenceden dolayı omuzu çıkmıştı. ( İbn Abdilberr , el- İntikâ , 87) Bu takibat sürecinde bile gece namazını aynen devam ettirmişti. Kendisine, “Bari bu durumda gece namazını biraz hafiflet” denildiğinde şöyle mukabele etmi şti: - “Allah için amel işleyen bir kimseye gereken, o amelini güzelleştirmektir.” (Kadı Iyâd , a.g.e., 1/178) Allah korkusu sorumluluk Allah Korkusu veve Sorumluluk duygusu Duygusu İmam Mâlik rh .a . kendisine sorulan bütün sorulara cevap vermez, çoğu zaman susmayı veya bilmiyorum demeyi tercih ederdi. Öyle meseleler olurdu ki, üzerinde on yıl, hatta yirmi yıl düşünür, araştırma yapar, buna rağmen kalbi mutmain olmadığı için o konuda kesin bir şey söylemezdi. Hadis dersine çıkmadan önce abdest alır, güzel elbiselerini giyer, güzel koku sürünürdü. Ders boyunca vakar ve sekinetin muhafazasına dikkat ederdi. Nisan 33 Öğrencisi İbn Vehb şöyle demiştir: - “Mâlik , sorulan bir soruya cevap vermeden önce (o kadar uzun süre susardı ki), bir kimse elindeki boş bir sayfayı ‘bilmiyorum’ kelimesiyle doldurmak istese bunu yapabilirdi.” (Kadı Iyâd , a.g.e., 1/147) Meclisinde bulunanların çok soru sormasından hoşlanmaz, kimi zaman da soru soran kişiye: - “Yazıklar olsun sana! Beni kendinle Allah Tealâ arasında hüccet kılmak mı istiyorsun? Ben önce kendimi nasıl kurtaracağıma bakayım; seni sonra kurtarırım” dediği olurdu. (Aynı eser, 1/146) Kendisine bir mesele sormak için Mağrib’den kalkıp altı ay yol teptikten sonra Medine’ye gelen birine, “bir araştırayım, yarın gel” demişti. Ertesi gün adam tekrar geldi ve neticeyi sordu. İmam Mâlik “bilmiyorum” cevabını verdi. Adam, “Benim geldiğim yerde insanlar yeryüzünde senden daha alim birisi bulunmadığını söylüyor!” deyince şöyle mukabele etti: - “Onlara gittiğinde benim ‘bu işin altından kalkamıyorum’ dediğimi söyle.” Yine kendisine sorulan yirmi sorunun ancak ikisine, uzun süre “lâ havle velâ kuvvete illâ billâh” dedikten sonra cevap vermişti. Kendisine; “Sen de bilmiyorum dersen kim bilir?” dendiğinde şöyle mukabele etmi şti: - “Yazık … Beni ne zannediyorsunuz? Ben neyim ki sizin bilmediğinizi bileyim?” (A.g.e., 1/146-147) ÖğütÖğüt ve tavsiyeleri ve Tavsiyeleri Kendisinden tavsiye isteyen birisine şöyle demişti: - “Allah Tealâ’dan ittika et ve hadisi ancak ona ehil olan kimseden al.” - “Din konusunda şahsi görüşleriyle hareket edenlerden uzak durun. Onlar Ehl -i Sünnet’in düşmanıdır.” (Ebu Nuaym, a. g.e., 6/348 vd.) - “İlim bir nurdur ki, ancak takva ve Allah korkusu ile dolu olan kalp ile ünsiyet eder.” Kendisine, “İlim öğrenmek farz mıdır?” diye sorulduğunda şöyle cevap vermi ştir: - “Hayır! İnsanların hepsi alim olacak değildir. Halk arasında öyleleri var ki, onlara ilim talep etmelerini emretmem. (Mecburi olanın dışındaki) ilim insanların hepsine farz değildir.” Bu konuda talebesi İbn Vehb’e şu tavsiyede bulunmuştur: - “İşittiğin şeyleri hayatına tatbik et ve bununla yetin. Başkalarının menfaati için kendi sırtına yük alma. İnsanların en bedbahtı, ahiretini dünya için satandır. Ondan daha bedbahtı ise, kendi ahiretini başkasının dünyası için satandır.” Yine şöyle demiştir: - “Kendisine ilim nasip edilen ve ilimde parmakla gösterilecek seviyeye ulaşan kimsenin, nefsiyle baş başa kaldığında başına topraklar saçıp nefsini azarlaması, riyaset (üstünlük) sebebiyle rehavete kapılmaması gerekir. Zira kabrine uzanıp da üstüne toprak atıldığında elde ettiği riyaset onun aleyhine olacaktır.” - “İstemediğin şeyi sorup da istediğin şeyi unutma. Zira muhtaç olmadığı bir şeyi satın alan kimse, ihtiyaç duyduğu şeyi satmış olur.” - “Sana soru soran herkese cevap vermen, ilmi ortadan kaldıran hususlardandır. Duyduğu her şeyi nakledenlerin önderi olma. Sorulmadığın şey hakkında konuşman da ilmi ortadan kaldıran sebeplerdendir.” - “Allah Tealâ’ya taat çerçevesinde bir ilim öğrendiğin zaman, onun eseri üzerinde belli olsun.” Şu öğüt ve tavsiyeler de ona aittir: - “İlim talep eden kimseye düşen, vakar, sekinet ve haşyeti muhafaza etmek ve kendisinden önce yaşamış olanların izine uymaktır.” 34 - “Kişi dilini muhafaza etmedikçe imanı kemale ermez.” (Kadı Iyâd, a.g.e., 1/185-186) Allah ondan razı olsun. Nisan Ahmet KAYAK DOSDOĞRU OL! Her zaman Kur’an-ı Kerim’in: “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol.” (Hûd sûresi, 11/112) beyanı üzere hareket etmek gerekir. İslam’ın ve insanlığın şu an ki durumu; ağ örmeye çalışan bir örümceğin halinden farksızdır. Son üç asırdır Ümmet olarak belimizi doğrultamıyoruz. Her hareketimize bir ölçüde İslam’ın dışında, Kur’an ve Sünnet haricinde bir düşünce, görüş kattığımız vakit mayası bozulur ve yapılan işler muvaffakiyet sağlamaz. Nefsaniyet eksenli yaşantımızla bu geçici dünyada ahireti kazanmayı umuyoruz. Heyhat… Aldanmışlık bu olsa gerek… Bazı dünyevi meselerle haşır-neşir olduğumuz ölçüde; kalbi ve ruhi hayatımızdaki eksikliklerle bir ölçüde ilgilenebilseydik; içinde bulunduğumuz sıkıntıları belli bir ölçüde izale edebilirdik. Maddi, manevi füyuzat hislerinden sıyrılmadıkça ulaşmamız gereken hedeflere ulaşmak bir yana dursun, bulunduğumuz noktadan hareket edemeyiz. Kur’an ve Sünnet dahilinde günahlarımızı ele alıp, gassalın elindeki meyyit gibi İlahi Beyan’ın atmosferi ile hemhal etmedikçe, arınmak kelimesini lügatımızdan çıkaralım. Bazen olur ki, insan işlediği günahlardan dolayı vicdanen rahatsızlık duymaya başlar, nefs-i levvame mertebesine çıkmıştır. Bir annenin hasta olan çocuğu hakkında duyduğu endişeyi; o insan kalbi ve ruhi hayatında hissetmeye başlar. Allah’a karşı saygısızlık yaptığı düşüncesiyle yemeden içmeden kesilir. Çünkü, tek dayanak noktası, tek güvencesi O’dur. Kedinin fareyi beklediği gibi(teşbihte hata olmasın); o insan da Rabb’inin afvu mağfiret deryasından bir damla da olsa manevi susuzluğunu gidermek için bekliyor. İlahi Beyan’ın düsturuyla: “Allah’ın rahmetinden asla ümidinizi kesmeyiniz. Çünkü kâfirler güruhu dışında hiç kimse Allah’ın rahmetinden ümidini kesmez.” (Yusuf Suresi 12/87) hareket etmek gerekir. Ama bizler nefsimizin ve şeytanın tuzağına nasıl da kolayca düşüyoruz. İki dehşetli canavara karşı tam teslimiyet gösterirken; bizleri yoktan var eden Allah’a karşı liyakatsizlik göstermekte Nisan neyin nesi? Tenperverlik adeta kalbi ve ruhi hayatımızın önüne geçti. Her daim başka kurgu ve hayallerle yaşadık, farklı hülyaların sath-ı mailinde dolaştık. “Her bir günah içinde küfre gidecek bir yol var.” (Lem’alar, İkinci Lem’a) sözü adeta freni patlamış bir kamyonun feci sonu gibi, bizlerin sonu da böyle olabilir. Günahları yüzünden dertlenmeyen, adeta zevk alır gibi günah işleyenlerin acı sonu, akıbeti ne olur acaba? Ama şeytan bizleri boş bırakır mı? Hemen veriyor vesvesesini: “Boşver, Allah affeder.” Ama dumura uğramış, güdükleşmiş bu düşüncenin reçetesini manevi şifa kaynağı Kur’an’dan alabiliriz: “O aldatıcı (şeytân), sizi Allâh hakkında (O’nun yumuşak davranmasına, mühlet vermesine güvendirerek) aldatmasın.” (Lokman Suresi 31/33) Havf u reca yani korku ve ümit arasındaki dengeyi sağlamalıyız. Beşerin tek mülahazası; dünyevi kazançlar… Geçici dünya bataklığına saplanmış; çırpınıp duruyoruz. Ama içinde bulunduğumuz durumu gül bahçeşi olarak tahayyül ediyoruz. Şeytan ve avaneleri bizleri Kur’an’dan uzaklaştırmak için; hatta ahireti düşünmememiz için canını dişine takarcasına gayret ediyorlar. Farzımuhal; bir hasta doktorun yazdığı ilaçları kullanmak yerine koca-karı ilaçlarına başvuruyor; mü’minler de Kur’an ve Sünnet yerine şeytani ve nefsani fısıltıların peşine takılıp gidiyoruz. Yol, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun, Hazreti Ebu Bekir’in, Hazreti Ömer’in yoludur. Onların yol ve yöntemlerinin dışında yürümeye yolsuzluk denir. Yürüdüğümüz yolu; yol zannediyoruz. Acaba neyimize güveniyoruz? Aslında hiçbir şey bize ait değilken; bize verilen emanetlerin, dünyevi oyuncakların bir an güzelliğine kanıyor ve manevi sarhoşluğa kapılıyoruz. Zannediyorum ki bu gafletimiz devam edecek, dağınıklığımızın dağılması adına gayret sarf etmeyecek ve makam, para, şöhret ve koltuk sevdası denen dünyevi hazlar; o zehirli balını yedirmeye devam edecek. Başkalarının başka şeyleri anlattığı kadar Allah’ı ve Kutlu Nebi’yi anlatamamanın üzüntüsünü hissedemeyeceğiz. 35 İmanlı Gençlikten Kelâmcı Gençliğe! Murat TÜRKER İmam Gazzâlî, el-Mustasfâ’nın başında, kelâmı, ilimlerin en şereflisi olarak zikreder. Esasen kelâmî kabuller, kişinin bir bütün olarak İslâmî ilimlerle ilgili ana bakış açısını çerçeveler. daima e y i kiş asını, m İman, l o l gu le meş y asını, i s i m r d ı t t r ken a efsini i n n i , l p e i m d e a tezkiye öteler i n i b l ka , i n besini lemesi y n e i g h z i d a burad eder. n i n k i l e iç t ı masın doldur 36 Yekdiğerini ehl-i bid’at yapan fikrî inhiraflar da, onun kelâmî perspektifinden beslenmektedir. Buraya kadar sorun yok. Sorun, işbu kelâm nosyonu sevdasının İslâmî heyecanla meşbu genç nesiller nezdinde de merkezî bir ehemmiyet kazanmaya başlamış olmasındadır. İman/akide ile kelâm ayrılığının tesirini somut olarak gösterdiği yer de burasıdır. İman; kişiye, istikamet üzere olan, itikadın temel-zarurî öğelerinde sahih bir bakış açısına sahip, amel-i salihle zenginleşen bir hayat tasavvurunu telkin eder. İmanın gereklerini hayata taşıyan kişi, huzur-u İlâhî’de başını öne eğdirecek işler yapma korkusuyla tir tir titrer ve tüm hayatını bu hassasiyeti aşındırmama çabasıyla devam ettiririr. Ana hedefi, çok fazla mâlûmat sahibi Nisan Bir mü’mine hiç yakışmayacak böbürlenmelere gönül eğdiren; buna mukabil namazlarını geçiştiren, Kur’an’la dostluğu zayıflamış, gündüzünü ‘sosyal atışmalar’la heba ettiği vaktinin, gecesini de fasılasız uykulara kaptıran tiplerin artmasından ise endişe duyalım. olmak değil, amel sahibi olabilmektir. İslâm’ın zaruriyatına bilgi düzeyinde hâkimiyet ve amel boyutunda istikrar tesis edebildiği ölçüde itminan bulacaktır. Dinî nazariyatın girift meseleleri üzerine kafa yormaktansa, temel meseleleri fiiliyata taşımakla meşguldür. Kelâm, ehlinin elinde kendisine ihtiyaç duyulan bir ilim fonksiyonu ifâ ederken, İslâmî motivasyonu ve dava şuuru öne çıkan genç nesillerin gündemini imana galebe çalacak şekilde işgal etmeye başladığında, çoğu kez Demokles’in kılıcı denen şeye dönüşmektedir. İmanın en sade ve temel gereklerini yapma hususunda ahesterevlik gösteren nice internet mücahidinin, yarım yamalak kelâmî donanımla şunu tekfir edip, bunun üstünü çizdiğini, falanı bid’at ehli olarak yaftalayıp, filanı dalâletle itham ettiğini akıldan çıkarmayalım. Ama şunu sormak durumundayız: Gerçekten ihtiyacımız olan şey bu mu? Kelâmı bir üst donanım mertebesi olarak göreceksek, daha temel basamaklarda bile tekleyen insanların, her an ayaklarının kayabileceği bir irtifada birbirlerini itekleyip durmasının kime ne faydası var? Bir gözlemci, yine sosyal medyada herhalde, “Twitter-Facebook âlim kaynıyor ama camiler bomboş!” meyanında birşeyler yazmıştı. Hâl-i pür melâlimizi güzel özetliyor. den ihata etmişçesine çalım satarken, bir mü’mine hiç yakışmayacak böbürlenmelere gönül eğdiren; buna mukabil namazlarını geçiştiren, Kur’an’la dostluğu zayıflamış, gündüzünü ‘sosyal atışmalar’la heba ettiği vaktinin, gecesini de fasılasız uykulara kaptıran tiplerin artmasından ise endişe duyalım. Bu öyle bir şeydir işte: İman, kişiye daima kendisiyle meşgul olmasını, amelini arttırmasını, kalbini tezkiye edip, nefsini dizginlemesini, öteler için burada heybesini doldurmasını telkin eder. Kulaktan dolma kelâmcılık ise kişiyi sürekli başkalarını tarassut etmeye, iman-küfür çeteleleri tutmaya, üzeri kalın çizgilerle çizilecek adamlar aramaya sevk eder. Kendisini bu tür bir arızalı tutumun ‘İslâmî mücadele’ olduğuna inandırmış ruh durumu problemli tipler, birini yaftalayamadıkları, bir başkasını dışlayamadıkları günü, heba olmuş bir gün telakki ederler. Problem kelâmda değil, kelâmî bilginin bu ölçüde harcıâlem bir işlerlik kazanmasındadır. İmanı sindirememiş ruhların, bu konudaki eksikliklerine hiç aldırış etmeksizin nazarî meselelerde boğulması ve bu arada başkalarını da boğmaktan haz duyar hale gelmesi, ne yazık ki, ‘kelâmın ayağa düşmeye başladığının’ habercisidir. Namazda titizlenen, her namaza ‘son namaz’ ehemmiyeti yükleyen; güzelce abdestini alıp rahlesi üzerine koyduğu mushaftan Allah kelâmını tilavet eden; elinden ve dilinden emin olunan bir insan olarak yaşamayı, sosyal medyada din kardeşlerini köşeye sıkıştırmanın enaniyet körükleyici zevkine tercih eden ‘imanlı gençler’imizin sayısı artıyorsa, inşiraha gark olalım. Dikkat ettiniz mi, falan cemaate, filan tarikata mensup olan ve bu tür teferruat denecek meseleler üzerinden başkalarını ademe mahkûm eden kimselerin sayısı arttı. Üstünkörü edindiği kelâmî formasyonu, önüne çıkan her muhatap üzerinde deneyen; hakikati tüm- Kelâmî merakla imanî kıvam ters orantılı mı seyrediyor? Nisan Ama mesela bir dükkâna alışverişe gidenler, artık eskisi kadar sık bir şekilde, esnafın cama astığı “Namazdayım, geleceğim” yazısına rastlayamıyorlar. 37 Kader’e İman Etmemek Küfürdür Hüseyin AVNİ iz esiz b[1] h p ü Ş ’da, “ yarattık” , Kur’ân e kaderl edilen r i r b î i d y k a her şe i/işi, t “Bu [2] r m e , ” n . ı r ’ h u t a muş in “All er ol an Allah)’ d a k l bir alîm(o irçok âyette e v b [3] gibi azîz ” . r i id ktedir. e m takdîr l i d isbât e Kader Zamanımızda bir takım câhiller ve sapıklar türetilmiştir. Kadere îmân Kur’ân’da yoktur, hadîslerle de îmân sâbit olmaz, O halde Kader’e îmân mecbûriyeti yoktur, gibi açık küfür sözlerini sarf etmekten çekinmemektedirler. Böylece bir yanda kâfir inancı sergilemekte, diğer yanda da başkalarını dahi kâfirleştirmeye çalışmaktadırlar. Maksadımız, Kader isbâtından çok, meseledeki bakış açısı noktasında hasta olan bir zihniyetin tahlîl ve teşhîsidir. O bakımdan yapacağımız bilinen bir usûlle delîlleri ortaya koymak olmayacaktır. Kur’ân’da Kader’e Îmân Kur’ân’da Kader’e Îmânİle İle AlâkalıÂyet Âyet Yok mudur? Alâkalı mudur? Kur’ân’da Kader’e Îmân ile alâkalı bir âyet değil, âyetler vardır. Aksini iddiâ edenler hem yalan söylemekte hem de Allah celle celâlühû’yu yalanlamaktadırlar. Evet, “Kur’ân’da kader’e îmân ile alâkalı âyet yoktur” diyenler yalan söylemekte ve birçok âyeti inkâr etmektedirler. Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem ile 38 Nisan bütün bir Ümmet’in karşısına geçerek bir takım âyetleri “farklı yorumlama” ismi altında tahrîf etmeleri ve yaptıklarına yorum kılıfı geçirmeye çalışmaları Onları sözü edilen âyetleri inkâr etmiş olmaktan aslâ kurtaramaz. Nitekim Kur’ân’da, “Şüphesiz biz her şeyi bir kaderle yarattık”[1], “Allah’ın emri/işi, takdîr edilen bir kader olmuştur.”,[2] “Bu azîz ve alîm(olan Allah)’in takdîridir.”[3] gibi birçok âyette Kader isbât edilmektedir. Bu âyetlerde geçen “kader” veyâ “takdîr” nasıl manalandırılacaktır? Kimi câhil sapıklara âid “belli bir ölçü ile yaratmak” ve benzeri meâllerde olduğu gibi gelişi güzelce veya bir takım keyfî lüğat yakıştırmalarına dayanarak mı, Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem’e sorarak mı?... Gerçi âyetleri manalandırma ve îzâh etmeyi bir yanda kendilerine noter senediyle verilmiş bir hak olarak görürlerken, bunu Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem’e çok gören ve O’nu mes’eleye karıştırmamaya yeminli görünen nice şaklabanlar var… Bu manalandırmak bir Mü’mine göre ilk önce elbette Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem’e sorarak olacaktır… İmâm Süyûtî ed-Dürrü’l-Mensûr’unda şöyle naklediyor: Ahmed İbnü Hanbel, Müslim, Abd İbnü Humeyd, Tirmizî, İbnü Mâce, İbnü’l-Münzir, İbnü Merdûye (ve Beyhakî) Ebû Hureyre radıyallahu anhu’dan şöyle dediğini rivâyet ettiler: “Kureyş Müşrikleri Kader hakkında münâkaşa yapmak üzere Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem’e geldiler. Bunun üzerine, “(Müşrikler) o günde sürüklenip ateşe atılacaklardır. (Onlara) Cehennem’in dokunmasını tadın (denilecektir.) Şübhesiz biz her şeyi bir kaderle yarattık” âyetleri indi.”[4] Bu rivâyetin Abdullah İbnü Amr, Zürâre İbnü Evfâ, Ebû Ümâme ve başkalarından şâhidleri vardır. Peki, Müşriklerin bu sözü edilen münâkaşaları kaderin nesi hakkındaydı? Müşrikler Allah’a inanan insanlardı… O’nun kâinâtın tek yaratıcısı olduğunu i’tirâf ediyorlardı… Böyle bir inançta olanların Allah’ın, yarattıklarını “belli bir ölçü ile yaratma”sı husûsunda i’tirazları hiç olur muydu? Elbette olmazdı… Öyleyse, itirazları ne hakkındaydı? Elbette kaderin inkârı veya ucu inkâra varan ve götüren te’vîli hakkındaydı. Nitekim, Bezzâr ve İbnü’l-Münzir ceyyid/iyi bir senedle Amr İbnü Şuayb yoluyla babasından, O da dedesinden şöyle dediğini rivâyet ettiler: “Şübhe yok ki, müşrik günahkarlar (dünyada) sapıklıkta ve (Âhiret’te de) alevli ateşler içindedirler. (Müşrikler) o günde sürüklenip ateşe atılacaklardır. (Onlara) Cehennem’in (azabının) dokunmasını tadın (denilecektir) Şübhesiz biz her şeyi bir kaderle yarattık.” âyetleri, ancak kader ehli/kader inkârcıları hakkında inmiştir.”[5] İbnü Ebî Hâtim, Taberânî, İbnü Merdûye, İbnü Şâhîn, İbnü Mende, Bâverdî, Hatîb ve İbnü Asâkir, Zürâre radıyallahu anhu’dan şöyle dediğini rivâyet ettiler: “Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem “(Onlara) Cehennem’in (azabını) dokunmasını tadın (denilecektir.) Şübhesiz biz her şeyi bir kaderle yarattık) âyetlerini okudu., ‘Bu âyetler, Âhir zamanda Ümmetimden Allah’ın kaderini inkâr edecek bir takım insanlar hakkında (indi)’ buyurdu.”[6] Ve daha nice rivâyetler… Âyetin iniş sebeblerinin birden fazla olmasına da hiçbir mâni’ yoktur… Âyet birden fazla sebeble inmiş olabilir. “Şübhe yok ki, müşrik günahkarlar (dünyada) sapıklıkta ve (Âhiret’te de) alevli ateşler içindedirler. (Müşrikler) o günde sürüklenip ateşe atılacaklardır. (Onlara) Cehennem’in (azabının) dokunmasını tadın (denilecektir) Şübhesiz biz her şeyi bir kaderle yarattık.” âyetleri, ancak kader ehli/kader inkârcıları hakkında inmiştir.”[5] Nisan 39 Bu âyetlerde bir amel bulunmamaktadır. Bunlar Allah’ın verdiği haberler olduklarına göre Mü’min tarafından îmân/tasdîk edilmek mecbûriyeti olan hakîkatlerdendir. Bunu, ister Allah’ın Mukaddir/takdîr edici sıfatı çerçevesinde olarak Allah’a Îmân’a, ister Kur’ân’ın verdiği bir habere îman etmek dâiresinde düşünerek Kur’ân’a Îmân’a dâhil eder, isterse hakkındaki müstakil âyetlere ve manevî Tevâtür haddine varmış hadîslerin tasnîfine uyarak müstakil bir “Kader’e Îmân” esâsı kabûl edersiniz. Böylece de bu sınıflandırmada Resûlüllâh sallallâhu aleyhi ve sellem’e uymakla en münâsib olanı yapmış olursunuz. Nitekim Selefimiz dahî böyle yapmışlardır. Hadîslerle VeyaSünnet’le Sünnet’le Hadîslerle Veya Îmân Esâsı Sâbit Olmaz mı? mı? Îmân Esâsı Sâbit Olmaz Mecmûamızda neşredilen Haber-i Vâhid ile alakalı makalede de anlatıldığı gibi, -Cumhûr’a göreMütevâtir olmayan Sünnet ile -kesinlik bildirmediği içün- Temel Îmânî bir esas sâbit olmaz. Yalnız Cumhûrun bu aslı/temel Usûl kaidesi câhillerin zannettiği gibi mutlak değildir, kayıdlıdır. Şöyle ki, Ümmet’in âlimleri bir Haber-i Vâhid’i söz birliği ile kabûl ederlerse, o zaman haber artık kesin olur; onunla da temel îmân esası sâbit olur. Yani, Ümmet bir Haber-i Vâhid’in sâbitliğinde İcmâ’/sözbirliği ederse, artık o haber tartışmasız kesinlik arz eder. Başka bir ifâdeyle, İcmâ’ ile pekişen Haber-i Vâhid artık Mütevâtir seviyesine çıkar. Hattâ bu hadîsler, -İcmâ’ ile kabûl edilmeselerdi bile- bir tarafta Manevî Mütevâtirlik kazanmanın yanında, diğer tarafta da lafzî Meşhûrluk seviyesine ulaşmışlardır. Üstelik, bir çok hadîs âlimine göre ise -Mütevâtir olmasa da- Sahîh Sünnetle Îmânî bir esas sâbit olabilir. Bütün bunlardan dolayı, Kader ile alâkalı hadîsleri yalanlamak da -Kur’ân hesâba katılmasa bile- başlı başına bir kâfirliktir. Kaldı ki, buradaki kaderle alâkalı Sünnet rivâyetleri Kader’e Îmân’ı isbâtta müstakil değillerdir; aksine bu babtaki âyetleri tefsîr etmektedirler. O sebeble ortada hiçbir müşkil kalmamaktadır. “Sünnetle îmân sabit olmaz”mış(!)… Kim demiş?... Böylesi bir saçmalığı küfür sistemlerinin gübre yığınları üzerinde yetiştirilen küflü ve zehirli kültür mantarlarından başka kim söylemiş?... Bu anlayış, hadd-i zâtında mevcûd olmamasına rağmen var zannettikleri akıllarına tapınan muâsır putperestler tarafından yontulup ibâdet edilmeye başlanılan bir puttur. Asrî/çağdaş hurâfecilerin uydurup tapındığı sahte dîn prensiplerindendir. İslamoğlu’nun İslamoğlu’nun Kader’i İnkâr EtKader’i İnkâr mesi Etmesi Mustafa İslamoğlu Kader hakkında kendine sor(dur)ulan bir suâle internette yine kendi sesiyle görüntülü olarak cevâbı verdi.[7] Biz O’nun cevâbını aşağıya parça parça olarak kelşimesi kelimesine ele alacağız. Cevâb diye sarfettiği cümleler esâsen cevâba değmese de, kandırdığı kimseleri hesaba katarak onları cevâblandıracağız: İslamoğlu: Ebu’l-A’lâ el-Mevdûdî’nin İslam’a Giriş kitabını ben görmedim, böyle bir kitabının olduğunu da bilmiyorum. İslam’a Giriş kitabı Muhammed Hamidullah’a ait. Onun için acaba bir yanlış var “Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem “(Onlara) Cehennem’in (azabını) dokunmasını tadın (denilecektir.)” “Şübhesiz biz her şeyi bir kaderle yarattık” âyetlerini okudu., ‘Bu âyetler, Âhir zamanda Ümmetimden Allah’ın kaderini inkâr edecek bir takım insanlar hakkında (indi)’ buyurdu.”[6] 40 Nisan mı, kardeşimiz daha iyi bilir, ama ben sadece bir soru işareti koymakla yetindim. Fakat Ebu’l A’lâ el-Mevdûdî’nin kadere imanı ayırmasını da bilmiyorum. O halde Onların îmân esaslarının bazılarını bulunduran şu rivâyetleri getirmeleri başka rivâyetlerde bulunanları inkâr etmeleri manasına gelemez. Yoksa onlar, şimdiki sulu beyinliler gibi çelişkiler kumkuması Cevâb: Hiç mühim değil. Mü’minler ayırmıyorlar… Ayıramazlar… Allah korusun ayırırlarsa kâfir olurlar… İslamoğlu: Çünkü kadere imanı ayıran Ebu’l A’lâ el-Mevdûdî değil, koca koca muhaddisler o bize nakl edilen hadisteki kadere imanı ayırırlar. Hatta İman isimli kitabımda bize aktarılan iman hadisi, Cibril hadisindeki kadere imanın olmadığı versiyonlar var Buhari ve Müslim’de. Her versiyonda o geçmez. ne dediğini bilmeyenlerin derekesine düşmüş olurlardı. Doğrusu Onlar îmân esaslarını Kur’ân’dan, açıklamalarını da Sünnet’ten ve Selef’in anlayıp yaşadığından alıyorlardı. Bu sebeble hadîs rivâyetlerindeki çelişki arz etmeyen eksiklik veya fazlalık bulunan lafızları “sağlam râvînin ziyâdesi makbûldur” kaidesi çerçevesinde kabûl ediyorlardı. Çünki, nakleden yahud nakledenlerden nakleden bir veya birkaç kelimeyi duymamış veya unutmuş olabilirdi. Başka yollarla ve Ümmet’in Cevâb: Bu “kadere Selef’inin İcmâıyla, hatta îmân etmeyi diğer îmân Ayetlerde bir amel Kur’ân’la pekişen ilâvelerin esaslarından ayırmak” bulunmamaktadır. Bunlar Allah’ın kabûlünde İslâm âlimleiddiâ ve isnâdı o murinden hiçbir kimsenin zıd haddislere yapılan süflî verdiği haberler olduklarına bir iftirâdır. Eğer bu idbir düşünce ve sözü bilingöre Mü’min tarafından îmân/ diâ “Cibril hadisindeki memiş ve görülmemiştir. tasdîk edilmek mecbûriyeti olan kadere imanın olmadıTevâtür-i Ma’nevî denilen hakîkatlerdendir ğı versiyonlar var Bubir ilmî mesele vardır ki o, hari ve Müslim’de, her hoşaf değildir. Olsaydı bile versiyonda o geçmez” onu herkesin yemesi bahis sebebine dayandırılıyorsa, mevzuu değildi. Neydi o Ma’nevî Tevâtür? Bir madanlatılması zor bir câhillik veya hâinlik sergilenmek- denin değişik rivâyetlerde tevâtür mertebesinde geltedir. Çünki Onlar, sözü edilen kitâblarında Kadere mesiydi… Kader Meselesi de öyledir. Mücerred hadis îmânla alakalı olarak onlarca rivâyet getirmişlerdir. rivâyetleri olarak başta Ma’nevî Mütevâtir, âlimleMeselâ Buhârî Sahîh’inde açtığı “Kitâbu’l-Kader” rin tartışmasız kabûlü ve bütün bir Ümmetin âlimi başlığı altında tam (27) hadis getirmiştir.[8] İmam ve câhilinin kabulü ve tatbîki ile de sonunda kesin Müslim de Sahih’inde Kitabu’l-Kader başlığı altınMütevâtirdir. Bütün bu Mütevâtir Sünnet ve İcmâ’ da mükerrerler haric (34) rivayet getirmiştir.[9] BüKur’ân’daki kader ve takdîr âyetlerinin tefsîri ve açıktün bunlara rağmen “Buhârî ve Müslim Kader’e lamasıdır.(Devam edecektir.) Îmânı Îmân esaslarından ayrı tuttu” demek ne ile anlatılabilir? Dinleyenleri ve okuyanları eşek yeriKaynaklar ne koymak ve bilgisizliklerinden faydalanmakla mı? [1] Kamer: 49 [2] Ahzâb:38 [3] Yâsîn:38 [4] Ed-Dürrü’l-Mensûr (7/601), Buhârî’nin ve Müslim’in Sahîh’lerini hiç okumamış olmakla mı? Buhârî’ye ve Müslim’e ne dediğini an- Ahmed, Müsned (9443), Müslim (2656), Tirmizî (2157), İbnü Mâce (83), (benzerini) İbnü lamayacak kadar bunak olmak çamurunu atmak Cerîr, Tefsîr (27/65, bir çok yolla), Beyhakî, El-Kadâ ve’l-Kader (177,180), [Halku Ef’âçamurluğuyla mı?... Hadîs ilimlerinden hiç nasîbi li’l-İbâd (104), Beğavî, Şerhu’s-Sünne (80), Beyhakî, El-Kadâ ve’l-Kader dipnotu:180] olmamakla beraber o sahada konuşma densizliğiyle [5] Ed-Dürrü’l-Mensûr (7/602) [6] Ed-Dürrü’l-Mensûr (7/602) Meselâ, “Kader ölçüdür, mi?... Beyin çukurunda usturaya sürecek kadar akıl kadere iman Allahın hiçbir şeyi ölçüsüz yaratmamış olduğuna imandır” gibi sözleriyle… bulunmamakla mı? Neyle?... Bu ihtimâllerin ilk üçü [7] Süâl: “Seyyid Ebu’l A’lâ el-Mevdûdî imanın şartlarından olan kaderi İman dan ayırıp tiksindirecek seviyede müptezellikler… Son ikisi ise Ehl-i Sünnet akidesine ters düşmüş müdür? Zannedersem İslama giriş kitabı.” [8] Buhârî, Sahîh (6594-6620) Yani tam (27) aded hadis. [9] Müslim, Sahih (3/2036-2052) acınacak haller… Nisan 41 Ölüme Giden Hayat Yolunda… M. Emin Karabacak Bir zamanlar efendisinin evine her gün nehirden su taşıyan bir köle vardı. Köle boynunda taşıdığı bir sopanın iki ucuna birer kova asar, bu kovaları nehirden aldığı su ile doldurur ve eve getirirdi. Ancak kovalardan birisi birkaç yerinden delinmiş eski bir kovaydı. Dolayısıyla, nehirde ağzına kadar doldurulan suyun ancak yarısını tutabilirdi eve kadar. Diğeri ise yepyeni ve sağlam bir kovaydı. Suyu hiç sızdırmadan taşırdı. Tam iki yıl bu böylece devam etti. Sucu köle nehirde iki tam kova dolduruyor, efendisinin evine geldiğinde ise geriye sadece bir buçuk kova su kalıyordu. Deliksiz kova bu başarısıyla gurur duyuyor ve “Ben işimi tam görüyorum.” diyerek böbürleniyordu. Zavallı delik kova kusurundan dolayı utanıyor ve kendisinden beklenenin sadece yarısını yapabildiği için hep üzülüyordu. İki yıl boyunca deliğinden su sızdırmayı içine sindiremediği için bir gün dile gelip nehir kenarında sucuya şöyle dedi: -Ey sucu insan! Kendimden utanıyorum ve senden özür dilemek istiyorum. 42 -Niye ki? diye sordu sucu. -Neden utanıyorsun? -İki yıl boyunca, yan tarafımdaki çatlaklar yüzünden sular akıp gitti ve yükümün sadece yarısını efendinin evine götürebildin. Benim kusurum nedeniyle sen de gayretlerinin karşılığını tam alamıyorsun. Sucu eski delik kovaya acıdı ve şefkatli bir sesle şöyle dedi: -Efendinin evine dönerken yol kenarındaki çiçeklere bir dikkat et istersen. Gerçekten de, tepeye çıkarken, delik kova yol kenarındaki enfes yaban çiçeklerini gördü ve bu onu birazcık neşelendirdi. Ama yolun sonunda yine kederlendi çünkü yükünün yarısını yine çatlaklardan akıtmıştı. Bu başarısızlığından ötürü sucudan yine özür diledi. Sucu kovaya şöyle dedi: -Yolun sadece senin tarafında çiçekler açtığını, diğer tarafında hiç çiçek olmadığını fark etmedin mi? Bu neden böyle biliyor musun? Ben senin delik olduğunu baştan beri biliyordum ve Nisan bundan faydalanmak istedim. Senin tarafındaki yol kenarına çiçek tohumları ektim. Ve her gün dereden dönerken onları sen suladın. İki yıl boyunca bu güzel çiçeklerle efendimin masasını süsleyebildiysem bu senin sayende oldu. Senin sayende, efendimin odası böylesine güzelleşti. Hikâyede olduğu gibi hayata ve olaylara, olumlu bir şekilde bakılmalıdır. Hedefe ulaşmak, sadece amacımız olmamalıdır. Hedefe ulaşırken, etrafımızdaki güzellikleri görebilmeliyiz. Nedir hedefteki Nedir bu,bu, hedefteki güzellikleri görebilmek? güzellikleri görebilmek? Hayatın içindeki olumsuz yönlerden daha çok, olumlu yönlerini görebilmektir. Bardağın boş tarafı değil, dolu tarafını görebilmektir. Eşimizin, dostumuzun ve çocuklarımızın olumsuz davranışlarını değil, olumlu davranışlarını görebilmektir. Mevlana Hazretlerinin: “Ayıpsız dost arayan dostsuz kalır.” misali ile elektriği bulmak için 999 defa (bazı rivayete göre de 9999) deneme yapan Edison’a etrafındakiler: “Üstat, bir daha deneyince başarısız oldum diyebilir misiniz?” demişler. Edison: “Hayır, elektriğe gitmeyen bir yol daha buldum diyebilirim.” şeklinde cevap vermiştir. İnsan bu bakış açısıyla hayata bakabilmelidir. Memlekete ziyarete ya da tatile gitmeye karar verdiğinizi düşünelim. Tatil programını yaptıktan sonra akla; “Ne zaman çıkalım?” sorusu gelecektir. Baba: “Erken çıkalım, erken varalım.” der. Anne: “Benim için fark etmez.” der. Çocuklar ise; “Gündüz çıkalım, hem etrafı seyrederiz hem de piknik yaparak gideriz.” derler. Babanın görüşüne göre hareket edilirse, sadece önemli olan hedefe ulaşmaktır. Annenin yaklaşımı uyumlu gibi görünse de hayattan da çok fazla beklentisi yok. Çocukların düşüncelerinde hem hedefe ulaşmak hem de hedefe ulaşırken zamanı ve ortamı en güzel şekilde değerlendirmek vardır. İnsanoğlunun hayatında sadece bir kesit olan bu örnek, gerçekten de insan hayatının tümüyle nasıl Nisan değerlendirildiğini veya nasıl değerlendirilebileceğini gözler önüne sermektedir. İnsanoğlu çocukluğunda büyümeyi, büyüyünce okulu bitirmeyi, üniversite kazanmayı, işe yerleşmeyi, evlenmeyi, çoluk çocuk derken emekli olmayı hedefler. Oysa hedeflerine adım adım ulaşırken içinde bulunduğu zamanı ve ortamı en güzel şekilde değerlendirmeyi aklının ucuna bile getirmez. Hayatındaki gülleri değil dikenleri görerek yaşamaya çalışır. Bu ömür nasılsa geçecektir. Kimi yetmiş yaşında, kimi elli yaşında, kimi hayatın baharı dediğimiz genç yaşta ölümle tanışacaktır. Ölüme giden hayat yolunda zamanı ve ortamı en güzel şekilde değerlendirmek gerekir. En güzel şekilde değerlendirme adına kendimize, eşimize, çocuklarımıza ve çevremize en azından tebessüm etmeyi ihmal etmemeliyiz. Sabah işe başladığımız zaman akşam eve gitme hayaliyle zamanı geçirmek yerine “İşimi en güzel şekilde nasıl yaparım, insanlara nasıl yardımcı olabilirim?” diye düşünmek gerekir. Hatta bunu düşünceden öteye götürüp uygulamaya koyarsak hem insanları hem de kendimizi mutlu etmiş oluruz. Önemli olan burada bakış açısıdır. Çünkü olumlu bakmak kişinin hem işini sevmesini sağlayacak hem de kendini geliştirmesini sağlayacaktır. Faydalı olabilme adına kendini geliştiren insan, olaylara geniş açılardan bakmayı öğrenecektir. Her sabah işimize giderken zihnimizi olumsuzluklarla meşgul etmek yerine faydalı şeylerle meşgul etmeliyiz. Dolmuş ve otobüslerde insanlara baktığınız zaman herkesin camdan dışarı baktığını görürsünüz. İnsanlar yanındakilerle ya iletişime kapalı olduğundan ya da diğer insanları rahatsız etmeme adına konuşmamaktadırlar. Oysa eline bir kitap veya dergi alıp okusa ya da zikir yapsa içinde bulunduğu anı en güzel şekilde değerlendirmiş olacaktır. Gerçekten de insanlar, aklıselim şekilde bir düşündüğü zaman, ne kadar önemli olduğunun farkına varacaktır. Telafisi ve dönüşü olmayan bir hayat yolunda bulunduğumuzu ve bulunduğumuz konum ve yerin kıymetini bilerek yaşamak ve değerlendirmek gerekir 43 Nasıl Bir Kardeşlik? Mehmet TALU Rahmet yüklü evrensel mesajlarıyla gönülleri fetheden Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimizin asırlar önce dillendirdiği kardeşliğe dair sözlerine gelin hep birlikte kulak verelim: Abdullah b. Ömer (R.A.) den rivayete göre Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz: ancak iki inler alde h “Mü’m O bulup irler. t ı ş n e ı s d r a ar ka eâlâ’ya zin i T n i ş e H kard ALLA ki size . n ı n ı r ı n t ı ş k ı sa bar ekten m l e g .” karşı edilsin t e m a merh 44 “Müslüman, Müslümanın din kardeşidir. Ona zulmetmez. Onu başına gelen musibete veya düşmanına teslim etmez” buyurmuşlardır.1 Ebu Hureyre (R.A.)den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.)Efendimiz şöyle buyurdu: “Bir kimse bir müminden dünya sıkıntılarından bir sıkıntı giderirse; ALLAH ondan ahiret sıkıntılarından bir sıkıntı giderir. Bir kimse başı sıkılana kolaylık gösterirse, ALLAH ona dünya ve ahirette kolaylık verir. Ve bir kimse bir Müslümanın aybını örtbas ederse, ALLAH da dünya ve ahirette onun aybını, günahını örtbas eder. Kul din kardeşinin yardımında oldukça, ALLAH Nisan da kulun yardımındadır. Ve her kim bir yol tutarak, o yolda ilim ararsa, bu sebeple ALLAH ona cennete götüren bir yol müyesser kılar. Bir kavim ALLAH Teâlâ’nın evlerinden bir evde toplanarak kitabullahı okurlar ve onu aralarında müzakere ederlerse; üzerlerine sekinet iner. ALLAH Teâlâ’nın rahmeti onları kaplar. Melekler de etraflarını kuşatırlar. ALLAH onları kendi nezdindekilere anar. Bir kimseyi ameli yavaşlatırsa, nesebi hızlandıramaz.”2 Yüce dinimizde kardeşlik, aynı anne-babadan dünyaya gelenlere hasredilemeyecek kadar kapsamlıdır. Kardeşlik, mümine muhabbet beslemektir. Yağmurun toprağa getirdiği bereket misali birbirimize rahmet ve şefkat olmaktır. Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimizden gelen bir vefadır kardeşlik. Fırtınalı denizlerde birbirimize sığınılacak bir liman olabilmektir. Kardeşlik, zor zamanlarda gönül alıcı bir söz, mütebessim bir çehre sunabilmektir. Kardeşlik, huzur ve mutluluğu paylaşmak, hüzün ve kedere, acı ve ızdıraba ortak olmaktır. Kardeşlik, mesafeleri, sınırları, engelleri ortadan kaldıran gönüller arası ülfet köprüsüdür. Renkleri, dilleri, kökenleri farklı da olsa yürekleri bir kardeşler, birbirlerinin hüznüne, uğradıkları zulüm ve şiddete, akan kan ve gözyaşlarına asla duyarsız kalamaz. Kardeşlik duygusu, ayrı bedenlerin aynı kalbi paylaşabilmesidir. Kardeşlik: Enes b. Malik (R.A.) den rivayete göre Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimizin: “Sizden hiçbiriniz kendisi için sevip arzu ettiği şeyi din kardeşi için de sevip arzu etmedikçe gerçek anlamda iman etmiş olmaz.”3 mesajı gereği, diğerkâmlıktır. Duyarlı olabilmektir. Kardeşlik: Numan b. Beşir (R.A.) den rivayete göre Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin: “Birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerine şefkat hususunda Mü’min- lerin örneği bir vücud gibidir. Ondan bir organ hastalanırsa, vücudun diğer organları uykusuzluk, ateş ve rahatsızlık hususlarında ona katılırlar.”4 ifadesiyle birbirimize muhabbet, merhamet ve şefkat gösterme hususunda bir vücut gibi hareket edebilmektir. Türlü sıkıntılara müptela olduğumuz şu imtihan dünyasında beraberce ALLAH Teâlâ’nın rızasını aramaktır, kardeşlik. Ebu Hureyre (R.A.) den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Birbirinize hased etmeyin. Kendiniz almak istemediğiniz halde diğerini zarara sokmak için bir malı medh edip fiyatını artırma yarışına kalkışmayın. Birbirinize buğz etmeyin. Birbirinize yüz çevirip arka dönmeyin. Sizden bazınız diğer bazınızın alış verişi üzerine alış verişe girişmesin. Ey ALLAH Teâlâ’nın kulları! Birbirinizle kardeşler olunuz. Müslüman, Müslümanın kardeşidir. Müslüman Müslüman’a zulmetmez. Yardıma muhtaç olduğu zaman da onu yalnız ve yardımcısız bırakmaz. Onu hor ve hakir görmez. Takva işte budur.” Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz: “Takva işte budur.” sözünü üç defâ tekrarlamış ve her seferinde de eli ile göğsüne işaret etmiştir.5 Ebu Eyyub Ensarî (R.A.) den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) Efendimizin: “Müslüman bir kimseye dîn kardeşini üç gün üç geceden fazla terk edip dargın durmak helâl olmaz Öyle ki birbirlerine karşılaşırlar da, birisi yüzünü şu tarafa, öbürüsü de öte tarafa çevirir. Bunların en hayırlısı, önce selâm vermeğe başlayandır.” buyurdu.6 ifadesiyle, hangi şartta olursa olsun kardeşini yalnızlığa terk etmemektir. Kardeşlikte terk yoktur, sorumsuzluk, duyarsızlık yoktur. Kardeşlik her şeyden önce bir söylem ve edebî bir kurgu değil, bir hukuk, bir hak, bir görev, bir iman ve ahlâktır. Abdullah b. Ömer (R.A.) den rivayete göre Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimiz: “Müslüman, Müslümanın din kardeşidir. Ona zulmetmez. Onu başına gelen musibete veya düşmanına teslim etmez” buyurmuşlardır. Nisan 45 İşte Ensar ve Muhacir, böyle bir kardeşliği hücrelerine kadar yaşayarak ortaya koydular. Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz, asabiyet ve cehaletin çelik ağını kırarak; dilleri, renkleri, gelenek ve görenekleri farklı olmasına rağmen “iyilik ve takvada yardımlaşan” kardeşlerden örnek bir toplum meydana getirdi. Fakat ne hazindir ki Müslümanlar olarak, Resûlullah (S.A.V.) Efendimizden sonra bu ulvi mirasa yeterince sahip çıkamadık. Ensar ve Muhacir’in destansı kardeşliği bizlere örnek olması gerekirken hafızalarımızda bir tarih, bir hatırat oldu. Dünyevi çıkarlar, güç mücadeleleri, Kutlu Nebi’nin, ardında bıraktığı bu örnek toplumu zedeledi. Kardeşlik duyguları ve gönüller onulmaz yaralar aldı. Asr-ı saadette gönülleri bir, zihinleri bir, gayeleri bir kardeşlerin arasına ayrılık-gayrılık girdi. Birbirine ülfet, muhabbet, samimiyet, ünsiyet beslemesi gereken gönüller, hırs, menfaat, bencillik, kin ve intikam ateşiyle kavruldu. Bu ateş, geçmişte yaşanan pek çok müessif hâdisenin fitilini tutuşturdu. Asırlarca yürekleri dağlayan fitne ve fesat alevini körükledi. Günümüzde de pek çok İslam ülkesinden ateşler yükseliyor. Rahmet Elçisi’nin kaynaştırdığı kalpler kin, nefret gibi kötü duyguların mekânı oldu. Bütün bunlar, Resûlullah (S.A.V.) Efendimizin asırlar önce haykırarak ilan ettiği kardeşliğe uzak kalışın acı neticeleri değil midir? Kardeşliğin zihinlerimizde ve gönüllerimizde tam anlamıyla zemin bulamayışının elbette birçok sebebi vardır. Bunların başında herkesin kendini, kendi düşüncesini, mezhebini, meşrebini, benliğini hakikatin yerine koyması geliyor. Oysa Yüce Rabbimiz, biz Müslümanlara hakikatin yolunda olmayı, hakkın peşinden koşmayı emretti. Kendimizi hakikatin yerine koymayı, hakkı yalnız kendimize has kılmayı emretmedi. Hepimiz hakikatin yolunda hizmet etmekle emrolunduk. Hiç kimse ‘hakikat avucumda’ dememeli, ‘hakikat benim’ diye iddia etmemelidir. Müslümanlar olarak: “Mü’minler ancak kardeştirler. O halde iki kardeşinizin arasını bulup barıştırın. ALLAH Teâlâ’ya karşı gelmekten sakının ki size merhamet edilsin.”7 ilahi emri gereği yıkıcı değil yapıcı; ayrıştırıcı değil, birleştirici olmalıyız. Fitneyi değil, ıslahı esas almalıyız. Bizi biz yapan değerlere sımsıkı sarılarak birliğimizi ve dirliğimizi korumalıyız. Bu yolda; Sakın incitme bir canı, Yıkarsın arş-ı Rahmân’ı sözü genel, geçer anlayışımız olsun. Yüce Rabbimizin, Kitabımız Kur’an-ı Kerîm’de bize öğrettiği şu duayı daima okuyalım: “Rabbimiz! Bizi ve bizden önce gelip geçmiş imanlı kardeşlerimizi bağışla; kalplerimizde, iman edenlere karşı hiçbir kin bırakma! Rabbimiz! Şüphesiz ki sen çok şefkatli, çok merhametlisin!”8 Kısacası: Bütün Mü’minler kardeştir. Müslümanın Müslümana düşmanlık etmesi haramdır, fâciadır, rezalet ve hıyanettir, fitne ve fesattır, utanç vericidir. Aralarında ihtilaf çıkarsa, Müslümanların bunu Kur’an-ı Kerim’in, Sünnetin, Şeriatın, hikmetin ve ahlakın ışığında, ehliyetli ve güvenilir kimselerle istişare ederek kardeşçe çözmeleri gerekir. Bütün Müslümanlar tek bir Ümmet olmalıdır. Birlik rahmet ve izzettir, tefrika azap ve zillettir. Mü’minlere düşmanlık edip, Kardeşlik: Enes b. Malik (R.A.) den rivayete göre Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimizin: “Sizden hiçbiriniz kendisi için sevip arzu ettiği şeyi din kardeşi için de sevip arzu etmedikçe gerçek anlamda iman etmiş olmaz.” mesajı gereği, diğerkâmlıktır. 46 Nisan kafirleri dost ve velî edinmek haramdır. İslam kardeşliğini ve birliğini bozanlar haindir. Müslümanlar arasındaki kavgalar, savaşlar, çekişmeler şeytanîdir, küfrün ekmeğine yağ sürer. Ey Ehl-i Tevhid ve Ehl-i Kıble kardeş olunuz, tek bir Ümmet olunuz, râşid bir İmam-ı Kebire biat ve itaat ediniz, barış ve tesanüd içinde yaşayınız! Rahmanın gösterdiği doğru yoldan gidiniz, şeytana ve nefs-i emmârelerinize uymayınız. İman kardeşlerinizi seviniz, onlara merhametli ve şefkatli olunuz, bütün hayırlı ve mâruf işlerde birbirinizi destekleyip işbirliği yapınız. Hiçbir gerçek mü’min, aklı başında Müslüman iman kardeşlerine düşmanlık etmez, fitne fesat ve tefrikaya sebebiyet vermez. Bunun İçin Neler Yapılacak Neler yapılmayacak? ALLAH Teâlâ’yı Rabb, Kur’an-ı Kerim’i Kitab, İslam’ı din, Hz.Muhammed Mustafa (S.A.V.) Efendimizi Nebi ve Resûl, Şeriat-ı İslamiye’yi şeriat olarak kabul ediyor, bunlara iman ediyor, bunlardan razı isek: Beş vakit namazı dosdoğru cemaatle kılacağız. Zekatımızı dosdoğru ve tastamam vereceğiz. Nefs-i emmâreye ve şeytana uymayacağız. Kanaatli yaşayacak, israf etmeyeceğiz. Lüks ve şatafattan uzak duracağız. Rüşvet almayacağız. Haram rantlar yemeyeceğiz. Kafirleri dost ve velî edinmeyeceğiz. İşleri ehliyetli, liyakatli, güvenli kimselere danışarak halledeceğiz. Kendi ilmihalimizi öğrenecek ve hayata uygulayacağız, çoluk çocuğuna da öğreteceğiz. Dünya tuzaklarına düşmeyeceğiz. Ümmet şuuruna sahip olacak, cemaat holiganlığından kaçacağız. Boynumuzda Yüce Rabbimizin, Kitabımız râşid ve âdil bir İmama biat Kur’an-ı Kerîm’de bize öğrettiği şu duayı ve itaat bağı olacak. daima okuyalım: “Rabbimiz! Bizi ve bizden önce gelip geçmiş imanlı kardeşlerimizi bağışla; kalplerimizde, iman edenlere karşı hiçbir kin bırakma! Rabbimiz! Şüphesiz ki sen çok şefkatli, çok merhametlisin!” Yalan söylemeyeceğiz. Aldatmayacağız. Sözümüzden dönmeyeceğiz. Dosdoğru olacak, eğrilik yapmayacağız. Haram yemeyeceğiz. Şüpheli şeylerden uzak duracağız. Zina etmeyeceğiz. Ribaya bulaşmayacağız. Fitne fesat çıkartmayacağız. Tecessüs edip insanların gizli günahlarını, ayıplarını araştırmayacağız. Gıybet etmeyeceğiz. Lâf taşımayacağız. Ara bozmayacağız. Din ve iman kardeşlerimizi sevecek ve onlara hıyanet etmeyeceyeğiz. Kötülükleri iyilikle def edeceğiz. Kimseye zulm ve eziyet etmeyeceğiz. Kara, kirli, necis, haram servete ve birikime sahip olmayacağız. Yaratana isyan konusunda yaratıklara itaat etmeyeceğiz. ALLAH için sevecek, ALLAH için buğz edeceğiz. ALLAH ile olan işlerinde ihlaslı, yaratıklarla olan işlerinde âdil, insaflı ve kerim olacaksın. Cimri olmayacaksın, cömert olacaksın. Kezzabları, Deccalları, Süfyanları sevmeyecek ve desteklemeyeceğiz. Dünya hizmetlerini ve vazifelerini aksatmamak şartıyla ahirete yönelik olacağız. ALLAH Teâlâ’nın istediği ve beğendiği güzel ahlakla ahlaklı olacağız, bu konuda Resûlullah (S.A.V.) Efendimizi örnek alacağız. Bütün azgınlıklara uzak kalacağız. Günah, ayıp, kusur, edepsizlik ve terbiyesizliklerine tevbe edip pişman olacağız. Bizi ALLAH Teâlâ’dan başkasının kurtaramayacağını bileceğiz. ALLAH Teâlâ’dan sabır ve namaz ile yardım isteyeceğiz. Derecemiz ve imkanımız ne ise ona göre emr-i bil-mâruf ve nehy-i anil-münker yapacağız. Nisan 47 İhlasla zekat sadaka vererek, hayır hasenat yaparak âhirete yönelik ticaret yapacağız. Nifaktan şikaktan fitneden fesattan her türlü şeytanlıktan uzak duracağız. Din işlerini râsih, ilmiyle âmil, zahid, muttekî, mustekîm ulemaya, fukahaya ve mürşidlere soracağız. Kibirden, gururdan, enaniyetten, ucubtan ateşten kaçar gibi kaçacağız. Velhasıl laf Müslümanı değil, hal Müslümanı olacağız. Doğduğumuzda biz ağlıyorduk, yanımızdakiler ise gülüyordu; öyle bir ömür süreceğizki, öyle olacağız ki, öldüğümüzde herkes ağlayacak, fakat biz güleceğiz. Müslümanın Hasletleri ALLAH Teâlâ katında doğru, makbul, hak dinin ancak İslam olduğunu kesin şekilde bilir ve hak din olmakta İslam’a ortak koşmaz. Müslüman nebi ve resul olarak Hz.Muhammed Mustafa (S.A.V.) efendimizden razıdır. O’nu seyyid, kâid, mürşid kabul eder, O’nu canından, çoluk-çocuğundan daha fazla sever, en fazla O’nu sever. O’na biatli, irtibatlı ve itaatlidir. Müslüman, nizam olarak, hükümleri Kur’an-ı Kerim’den ve Sünnetten çıkartılmış Şeriat-i Garra-i Ahmediyyeden razıdır. Müslüman istikamet yani doğruluk dürüstlük sahibidir, eğrilik ve yamukluk yapmaz. Müslüman ya göründüğü gibi olan yahut olduğu gibi görünen kimsedir. Müslüman Tevhid inancına, Kur’an-ı Kerim’e, Şeriata aykırı inançlara sahip değildir, bunlara aykırı söz söylemez, kanaat beyan etmez, fetva vermez, ictihad yapmaz. Müslüman itikadını tashih eder, doğru inançlı olur. Müslüman beş vakit namazı dosdoğru kılar. Müslüman, iyi veya kötü bütün Mü’minleri kardeş bilir. İyi Müslüman iyi kardeş, kötü Müslüman, kötü olmasına rağmen yine kardeştir. Müslüman kendisini kurtaracak, kendisine yetecek derecede ilmihalini ve İslam ahlakını öğrenir, ezberler ve hayata uygular. Din konusunda bir ihtilaf zuhur ederse, Müslüman Sevad-ı Âzam yani büyük karaltı içinde yer alır. Müslüman Rabb olarak ALLAH Teâlâ’dan razıdır. O’nun kemal sıfatlarla sıfatlı, noksan sıfatlardan münezzeh olduğunu bilir. Bezm-i Ezelde Allah Teâlâ ile yapmış olduğu ahd ü misakı unutmaz, Daima O’na dönüktür. Müslümanın yüreğinde hüsn-i hâtime korkusu ve endişesi vardır. Müslüman kıldığı namazlar, tuttuğu oruçlar ve diğer ibadetler dolayısı ile ucba ve gurura kapılmaz, aksine istiğfar eder. Çünkü ALLAH Teâlâ’ya layık kulluk edememektedir. Müslüman, Kitap ve düstur olarak Kur’an-ı Kerim’den razıdır. Kur’an-ı Kerim’in bütün emirlerinin, yasaklarının, öğütlerinin, koyduğu sınırların, hükümlerinin doğru olduğunu bilir. Müslüman ALLAH Teâlâ’nın, Resûlünün, İslamın, imanın, Kur’an-ı Kerîm’in, Sünnetin, Şeriatin, fıkhın, İslam ahlakının düşmanı olan Kezzablara, Deccallara, Süfyanlara düşmandır. Onlara zerrece muhabbet etmez, onları zerrece desteklemez. Müslüman, din olarak İslam’dan razıdır. Müslümanın seyyidi, sultanı, reisi, âmiri, imamı, değişmez başkanı Resûlullah (S.A.V.) Efendimizdir. Müslümanın dünya ve hukuk nizamı Şeriat-i Garra-i Ahmediyyedir. Müslüman Rabb olarak ALLAH Teâlâ’dan razıdır. O’nun kemal sıfatlarla sıfatlı, noksan sıfatlardan münezzeh olduğunu bilir. Bezm-i Ezelde Allah Teâlâ ile yapmış olduğu ahd ü misakı unutmaz, Daima O’na dönüktür. 48 Nisan Müslüman, bütün insanlığı Resûlullah (S.A.V.) Efendimizin ümmeti kabul eder. Müslümanlar Ümmet-i icabet’tir, gayrımüslimler Ümmet-i davet’tir. Müslüman yeryüzünde ALLAH Teâlâ’nın şahididir. Müslüman şarlatanlık ve soytarılık yapmaz. Müslümanın güzel ahlakına, iyi ahvaline, faziletlerine, güvenilir bir insan olduğuna, adaletine, doğruluk ve dürüstlüğüne düşmanları ve karşıtları bile şahitlik eder. Müslüman târik-i salat ve târik-i cemaat değildir. Müslüman biatsizlikten ve itaatsizlikten korkar; râşid ve âdil bir İmama biat ve itaat eder. Müslüman, Ümmet denilen çok mübarek bir topluluğun bir ferdi olduğunu bilir, bunun şuuruna sahip olur. Müslüman Müslüman ıslah yani iyileştirmek, düzeltmek için çalışır, ifsad yani bozmak için çalışmaz. Müslüman fitne fesat, nifak şikak yangınları çıkartmaz. Müslüman askerî veya sivil darbe yapmaz, darbeleri ve darbecileri desteklemez. Müslüman terörist değildir. Müslüman büyüklerine saygı gösterir, küçüklerine şefkatli ve merhametli olur. Müslüman kendisini günahsız, hatâsız görmez. Müslüman, kendi günah, ayıp ve kusurlarına bakıp üzülüp ağlamaktan dolayı başkaları-nınkileri göremez. kendisini günahsız, hatâsız görmez. Müslüman, kendi günah, ayıp ve kusurlarına bakıp Müslüman kendi günah ve hatalarına, İslam âleminin feci’ durumuna, insanlığın haline, dünyanın kötülüklerle dolu olmasına, âhir zaman alametlerine bakar ve ya gözyaşı dökerek yahut kalbinden ağlar. Müslüman, mü’min üzülüp ağlamaktan dolayı başkalarıkardeşlerini ötekileşnınkileri göremez. Müslüman, şayet tirmez, hepsini kardeş başkalarının günah ve bilir. Müslüman: Cemaayıplarını ez-kaza öğreat, tarikat, hizip, fırka, nirse onları ifşa etmez, meşreb, grup, parça, batam aksine gizler. ron holiganlığı, militanlığı, fanatizmi yapmaz. Müslüman parçayı yani ceMüslüman dünya hizmetlerini, dünya imarını maat, tarikat, hizip, fırka, grubu bütünle yani Ümmetle özdeşleştirmez, parça ile bütünü eşit yapar ama ahirete dönüktür. görmez, hele parçayı bütünden büyük görmek Müslüman herkesin içinde ve arasında, akılsızlığını hiç yapmaz. sokakta, çarşı pazarda, kaldırımda, nakil vasıMüslüman Allah için sever, Allah için buğz eder. talarında açıkta yemez içmez, kimseyi imrenMüslüman o kimsedir ki, İslam dünyasının en uzak dirmez, üzmez. yerindeki bir kardeşinin ayağına diken batsa, acısını yüreğinde hisseder. Müslüman, kendisinin babasının kardeşinin dostunun aleyhinde de olsa doğru şahitlik yapar; babasını, kardeşini, dostunu kayırmak için yalancı şahitlik yapmaz. Müslüman İslam Şeriatinin kabul etmediği, küfür olarak gördüğü bâtıl yeminleri etmez. Müslüman aklı, kültürü, imkânları derecesinde ya doğrudan doğruya, ya dolaylı olarak, yapanları destekleyerek derecesi neyse, ya fiilen, ya söz ve yazı ile yahut kalp ile emr-i bil-mâruf ve nehy-i anil-münker yapar. Nisan 49 Müslüman, kendisinin babasının kardeşinin dostunun aleyhinde de olsa doğru şahitlik yapar; babasını, kardeşini, dostunu kayırmak için yalancı şahitlik yapmaz. Müslüman riyasete, vazifeye talip olmaz. Matlub yani istenen olursa, ehliyeti yoksa yine kabul etmez. Müslüman nefsini yani kendini beğenmez, tebrie etmez, aklamaz. Müslüman yalan söylemez. Müslüman aldatmaz. Müslüman verdiği sözü tutar. Müslüman emanetleri ehliyet sahiplerine verir, ehliyetsizlere vermez. Müslüman yemede içmede, meskende, giyim kuşamda, binitte, her konuda israftan kaçınır, hiçbir konuda israf etmez. İsraf haramdır. Müslüman, ALLAH Teâlâ’nın kendisine lütfetmiş olduğu nimetlerin bir kısmını ihtiyaç sahiplerine tasadduk ve infak eder. Müslüman Zekâtını Kur’an-ı Kerim’e, Sünnete, Şeriata, fıkha uygun şekilde hak eden gerçek şahıslara verir. Müslüman kazançların helal, haram ve şüpheli diye üçe ayrıldığını bilir, haram ve şüphelilerden uzak durur, haram yemez, haram gelir elde etmez, kirli ve kara para zengini olmaz, haram servet sahibi olmaz. Müslüman rüşvet almaz ve vermez. Müslüman ihalelere fesat karıştırmaz. Müslüman haram, kirli, necis rant yemez. Müslüman adaletsizlik ve insafsızlık yapmaz. Müslüman ribadan ve ribaya benzer kötülüklerden uzak durur, riba yemez, ribaya bulaşmaz, riba kâtipliği ve memurluğu, riba muhasebeciliği yapmaz. Müslüman gazeteler, dergiler ve tv’ler riba kurumlarının ilan ve reklamlarını basmaz. Müslüman, zinanın haram olduğunu bilir ve zinayı kötüler ve onunla mücadele eder. Müslüman, başkalarının karılarına kızlarına analarına şehvet gözüyle bakmaz. Müslüman bâtıl alış veriş denilen kötülüklerden uzak durur. Müslüman gıybetten, tecessüsten, nemimeden ve diğer dil âfetlerinden uzak durur. Müslüman kâfirleri, münafıkları dost ve velî edinmez, onlara benzemez, onların örflerini âdetlerini hayat tarzını taklid etmez. Müslüman komşusuna eziyet etmez, ona rahatsızlık vermez, o komşusunun kurdu değil, meleği olmaya çalışır. Müslüman kibirli, gururlu, azametli olmaz; alçakgönüllü ve mütevazı olur. Müslüman iyilik ve faziletlerini söylemez, veli ise keramet reklamı yapmaz aksine setreder yani gizler. Müslüman hilekâr ve düzenbaz değildir, ölçü ve tartıda dosdoğrudur, içinde yalan bulunan aldatıcı reklam yapmaz. Müslüman, büyüklere saygılı, küçüklere şefkatli ve merhametlidir. Kaynaklar 1Buhari, Mezalim:4, İkrah:7, Müslim, Birr:58 2 Müslim, Zikir:38, Ebû Davud, Vitr:14, Tirmizi, Kıraat:12, İbn-i Mace, Mukaddime:17 3 Buhari, İman:6, Müslim, İman:7172, Tirmizi, Kıyamet 59: Nesai İman, 19.33. İbn-i Mace, Mukaddime 9 4 Müslim, Birr: 66 5 Müslim, Birr:32; Tirmiz, Birr:18; Ahmed b. Hanbel, 2/325 6 Sahih-i Buharî, Edeb:62, No:5727, 5/2256, Müslim, 8/9, Sünen-i Ebî Davûd, 4/278-279, Sünen-i Tirmizî, 4/327, Muvetta’: 2/213 7 Hucurat süresi 9-10 8 Haşr sûresi:10 50 Nisan BÜLBÜL OLDUM GÜLİSTANDA Bülbül oldum gülistanda şakırım Gül dalında biten gül neme yetmez. Süleyman’ım kuş dilini okurum Bana tâlim olanöğretilen dil neme yetmez. Aşk kitabın açtım okur yazarım Hakk’a doğru açılmıştır nazarım Neme gerek dağı taşı gezerim Şol pîrime giden yol neme yetmez. Derviş oldum pîr eteğin tutarım Hakk’a doğru çekilmiştir katarım Baykuş gibi garib garib öterim Issız viranede çul neme yetmez. Şu dünyanın n’olacağı malumdur Bu ilmin aslına eren âlimdir Az yaşa çok yaşa sonu ölümdür Eski hırka ile şal neme yetmez. Budala’m sırrına kimseler ermez Tevekkül malını erteye koymaz Kişi kısmetinden ziyade yemez Bana kısmet olan mal neme yetmez. Kul BUDALA (?- 1650) Nisan 51 Müslüman Aklını Kiraya Vermez Hasan BAŞAR t. sünne e v Kerim i bunlar ı n a r Ku e rle r t i r k ından ğ nın a a n s y n i ka İşte ait Dini . r e ak ı v d ı l a t o lm ş e r ia eliyiz. , i m l n e e r m ğ ö ğ re n iyi ö larda a ı t n k ı o r n a ş bu k u r al l arkada san n i , a c o Eğer ğ il h yalım, e a d m t e u n ğu eksiks z. U a m y u rd u a l u o b n e bile rimizi klı sayesind e b m a a Peyg ilmi ve , i ş i K ] g ibi: “ eylemi D [ .” r u ku r t u l 52 Avcılar bir araya gelmişler av maceralarını anlatıyorlarmış. Birisi demiş ki : “Ben bir tavşan vurdum, mermi kulağından girip arka ayağından çıktı.” Diğer avcılar: “Hadi canım olur mu öyle şey.” demişler. İnanmıyorsanız avcı kralına gidelim. Gitmişler krala durumu anlatmışlar. Kral demiş: “Olur.” “Bakın bu tavşan sabah erkenden kalkar, genleşirken bu adam sıkar, kurşun kulağından girer, arka ayağından çıkar.” Diğerleri: “Tamam.” Demişler. “Olur, mu olur.” Diğer bir avcı anlatmaya başlamış: “Ben bir ördek vurdum, ördek karnı pirinç dolu ve pişmiş olarak önüme düştü.” Diğer avcılar: “Olur mu canım hadi sen de.” demişler. Adam demiş: “Krala gidelim.” Kral düşünmüş ve olur arkadaşlar demiş. “Bu ördek Pekin’de pirinç yer, Taklamakan Çölünü geçerken çöl sıcağı ile pişer, tam o esnada arkadaş vurur.” der. Diğer avcılar: “Olur mu, olur.” derler. Ayrılırlar. Diğer bir avcı başlar anlatmaya: “Ben bir balık tuttum, balık sudan pişmiş olarak çıktı”. Diğer avcılar itiraz ederler. Yine krala giderler kral düşünür düşünür bir şey Nisan bulamaz. “Ulan oğlum der atılır da bu kadarı da fazla olmuş, her şey tamam da suda nasıl ateş yakarım onu bulamadım.” Biz insanoğlu neden böyleyiz? Aklımızın almadığı durumlarda olayları tevil etmesi için hep birilerinin açıklamalarına ihtiyaç duyarız. Ve her defasında olmayacak şeylere de olabilir diyerek te kendimizi kandırırız. Hâlbuki hadi canım sen de olur mu öyle şey diyebilmeliyiz. Aklımızı kullanmalıyız. Aklımızı kullanmadığımız zaman aklımıza yatmayan, fikrimize uymayan bir durum karşısında ne yapıyoruz: “Hocamızın kalp gözü açıktır, vardır bunda bir hikmet.” demeye başlıyoruz. Ben bu hocam söylemişse bir mantığı vardır lafından oldum olası hoşlanmamışımdır. O sanki hiç hata yapmazmış gibi. Onun kalp gözü açıktır, böyle söylemişse vardır bildiği, hikmeti lafından nefret ediyorum. Aklın yok mu kardeşim. Aramayın hikmet, aslını astarını araştırın. Kuran’a sünnete müracaat edin uymuyorsa yoktur bir hikmeti. Mesele bu kadar basittir. Kendimizi zorlamaya gerek yok. Niye kendimizi bu kadar zorluyoruz? Kendimizi ve dinimizi bu kadar zorlamaya gerek yok. İslam akıl ve mantık dinidir. Zorlama yorumlara gerek yok. Hocada asıl olarak aranacak özellik dine tam anlamıyla bağlı olmasıdır. Hoca da hikmet ve keramet aranmaz. Asıl olan İslamiyet’i doğru yaşamaktır. Esas olan hoca değildir. Dinin kendisidir. Hocalarımız İslami ölçü içerisinde insanlara yardımcı olmalıdır. Yoksa kendi heva ve heveslerini sana yaşatmamalıdır. Hocam dediğiniz insana körü körüne bağlanmak Allah muhafaza insanı dinden bile çıkarabilir. Kuran-ı Kerim başkalarının heva ve heveslerine uyanların nasıl mahvolup gittiklerini bizlere göstermiyor mu? Düşünüp ibret alalım diye. Aklımızı kullanmazsak, Kuran-ı Kerim’i okumazsak, mürit oluruz. Diyeceksiniz ki mürit olmak kötü bir şey mi? Kesinlikle hayır. Hatta bir önde- re bağlanmak, ondan feyz almak, istikamet üzere daim olarak onun rehberliğinde yol almak güzeldir. Ama hoca gerçek hoca olacak. Aksi halde, hocam diye sarıldığımız kişi hakiki hoca değilse vay halimize. İşte o zaman Allah muhafaza ahiretimizi kaybetmemiz bile mümkün. Peki, gerçek hoca olduğunu nereden anlayacağız? Rehberimiz kim olacak? Tabi ki Kuran-ı Kerim ve sünnet. İşte insanın kriterleri bunlar olmalıdır. Dini kaynağından öğrenmeli, şeriat ve akait kurallarını iyi öğrenmeliyiz. Eğer insan bu noktalarda eksikse değil hoca, arkadaş bile olamaz. Unutmayalım, Peygamberimizin buyurduğu gibi: “Kişi, ilmi ve aklı sayesinde kurtulur.” [Deylemi] Bu hayatta insanın en önemli iki serveti vardır. İman ve akıl. Her şey gibi iman da Allah’ın bir lütfudur. Akıl imanı ayakta tutan, sabit kılan en önemli araçtır. Allah insanlara akıl vermiş ki düşünsünler diye. Kuran-ı Kerim’de Allah kullarına yönelik olarak akıl etmez misiniz diyerek uyarmıyor mu? “Kuran’da akıla, düşünmeye büyük önem verilmiştir. Kuran’da akıl bizzat fiil olarak (Yani çalıştırılan-kullanılmakta olan akıl ) 49 kere geçer. Bunun dışında düşünme ile ilgili de birçok ayet vardır. “De ki, hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer, 9), “Aklınızı kullanasınız diye ( Hadid, 17), aklınız ersin ve düşünesiniz diye ( Bakara 242), akıl sahipleri düşünürler Hatta bir öndere bağlanmak, ondan feyz almak, istikamet üzere daim olarak onun rehberliğinde yol almak güzeldir. Ama hoca gerçek hoca olacak. Aksi halde, hocam diye sarıldığımız kişi hakiki hoca değilse vay halimize. İşte o zaman Allah muhafaza ahiretimizi kaybetmemiz bile mümkün. Nisan 53 (Rad, 19), çokları akıllarını kullanmazlar (Ankebut, 63), aklınızı kullanmaz mısınız ( Saffat, 138), Aklınızı hiç işletmiyor muydunuz? (Yasin, 62 ),” Örnekleri ancak bilgin olanlar aklederler.”(Ankebut, 43), “Allah akıllarını kullanmayanları pislik içinde bırakır.” (Yunus, 100), ” İyi bilin ki Allah katında canlıların en şerlisi aklını kullanmayan (gerçek) sağır ve dilsizlerdir.” (Enfal, 22) … vb.” (İslami Cevaplar sitesi) Akletmek: tefekkür (düşünmek), teemmül (ummak/beklemek), teşe’ur (hissetmek/anlamak) kelimeleriyle de anlam yakınlığı olmakla beraber, insanın beş duyusu da dâhil olmak üzere bunların hepsini kapsamına alan bir ifadedir. Akletmek doğru bir hükme varmanın, gerçeğe uygun karar vermenin, doğru inanıp, doğru davranmanın adıdır. Aradan bunca zaman geçti ama geldiğimiz nokta ortada. Beni en çok düşündüren okumuş dediğimiz insanların bu hataya daha fazla düşmeleri. Yani onlar akıllarını daha fazla kiraya veriyorlar. Onlardan beklenmeyecek saflıkta davranıyorlar. Oysa okumamış ama basireti güçlü olan, akıl sahipleri gerçekleri daha iyi kavrayabiliyorlar. Tek farkı onların akıllarını kiraya vermemeleri. Olayları düz mantıkla düşünüyorlar. Akıllarına ve mantıklarına uymuyorsa dikkate almıyorlar. Olaylarda ve konuşmalarda hikmet aramıyorlar. Yazımı psikolog Abraham Maslow’un inancın gücü hakkındaki yazısıyla bitirmek istiyorum. Bir hastanın kendisine karşı saygısı yoktur. Çünkü kendisinin bir ceset olduğuna inanmaktadır. Psikiyatrı Hayatta insanın en önemli iki serveti vardır. İman ve akıl. Her şey gibi iman da Allah’ın bir lütfudur. Akıl imanı ayakta tutan, sabit kılan en önemli araçtır. Allah insanlara akıl vermiş ki düşünsünler diye. Hadis-i şerifte, “Akıl, hak ile bâtılı birbirinden ayıran bir nurdur.” buyuruluyor. Şu halde hak ile bâtılı ayıramayana akıllı denmez. Dinimizi tam olarak öğrenmezsek, bize gösterilen her şeyi dinin kuralıymış gibi görürüz. Aslında tam olarak yaşadığımız sorun da bu değil midir? En büyük sorunumuz okumuyoruz. Dini kaynağından araştırmıyoruz. Kaynak Kuran ve sünnettir. Ama Allah’ın kitabına o kadar çok yabancıyız ki. Mehmet Akif ne güzel demiş, bir asır öncesinden: “İbret olmaz bize, her gün okuruz ezber de! “İbret olmaz bize, her gün okuruz ezber de! Yoksa, bir maksat aranmaz mı bu âyetlerde? Yoksa, bir maksat aranmaz mı bu âyetlerde? Lafzı muhkem yalınız, anlaşılan, Kur’an’ın: Lafzı muhkem yalınız, anlaşılan, Kur’an’ın: : Çünkü kaydında değil, hiçbirimiz ma’nânın Çünkü kaydında değil, hiçbirimiz ma’nânın: Ya açar Nazm-ı Celîl’in, bakarız yaprağına; Ya açar Nazm-ı Celîl’in, bakarız yaprağına; Yahud üfler geçeriz bir ölünün toprağına. Yahud üfler geçeriz bir ölünün toprağına. İnmemiştir hele Kur’an bunu hakkıyla bilin, İnmemiştir hele Kur’an bunu hakkıyla bilin, Ne mezarlıkta okunmak ne de fal bakmak Ne mezarlıkta okunmak ne de fal bakmak için!” için!” 54 çok sayıda seans boyunca onu bir ceset olmadığına ikna etmeye çalışmıştır. Sonunda bir gün psikiyatr hastasına cesetlerin kanının akıp akmadığını sorar. Hasta çok katı düşünceler içerisindedir. “Cesetlerin kanı akmaz.” diye ısrar eder. “Onların bedensel işlevlerinin tümü sona ermiştir.” Psikiyatr daha sonra hastayı eline bir iğne batırıldığında kanadığını görmesi durumunda ikna olacağı bir deneye katılmaya razı eder. Kendinden yeterince emin olarak iğneyi hastanın derisine batırır ve kan akmaya başlar. Hasta şaşırmış bir bakışla şunu söyler: “Şey ben sözümü düzeltiyorum… Cesetlerin kanı akar.” Arkadaşlar bugün bazı arkadaşlarımız ısrarla cesetlerin kanı akar diyorlar. Kendilerini hocam dedikleri kişilerin insafına bırakmışlar. Akıllarını kiraya vermişler. Hiç sorgulamıyorlar. Olmayacak şeylere din adına inanmışlar. Ne olur açın gözünüzü. Cesetlerin kanı olmaz. Nisan Pir Seyyid Ahmed Er-Rufai Hz. Buyuruyor ki; Ey muhib, işlerinde beyyine ile yani delile dayalı olarak hükümet ve insaflı ol! Ne zulmet ne de zulme uğra! Anacak haklıya öncelik tanı ve haksız yere onu geri bırakma. Dünya ve ahiret işlerinizde sizi Allah’dan sakındırırım. Gafillerden olmayınız. Kalplerin dostu olan Allah Teala’nın, sizinle dost olabilmesi için kalbinizi düzeltiniz. O, salih kişilerin dostudur. İşte bunlar, Cenab-ı Allah’ın fakir, miskin kulu olan Ahmed’in kalbine ilham ettiği şeylerdir. De ki, bunların hepsi Allah’dandır. Güç ve kuvvet ancak şanı yüce olan Cenab-ı Hakk’a mahsustur. İzzet sahibi olan Cenab-ı Allah’ı kafirlerin nitelemesinden tenzih ederim. Senin kudret ve şeref sahibi Rabbın, onların isnat ettikleri vasıflardan yüce ve münezzehtir. Alemlerin Rabbi olan Allah’a hamd ve gönderilen bütün peygamberlere de selam olsun. Nisan 55 Mustafa K. Topaloğlu: “Gençler evliliği geciktirmeyin.” Röportaj: Aydın BAŞAR Evlilik ve aile konuları üzerine yazdığı kitaplarından tanıdığımız Milli Gazete Yazarı Mustafa K. Topaloğlu ile gençlerin evliliğe hazırlık sürecini konuştuk. Burhan Dergisi okurlarının istifadesine sunuyoruz. iyor, m e d n” evleni “ diyor. n ’a ” n i Kur ir evlend ısların h a ş ı r n “Onla ki üçüncü vlilikte E . r k o e y i t Dem asını is lerinin m l m e o l e b d o pr devre bu evlilik , a e d d e a m r gel son yordu. u n n e y d o n l i ro üstes r etkili a l n a danışm 56 Muhterem Hocam evlilik konusunda birçok kıymetli eseriniz bulunuyor. Dilerseniz mülakatımıza şu soru ile başlayalım: Evliliğe başlamak için en uygun zaman hangisidir? Evliliğin yaşı meselesi günümüzde artık çok değişken bir hale geldi. Neden değişken hale geldi? Çünkü insanlar şartlara göre şekilleniyorlar. Eskiden ergenlik çağına gelen gençleri aileler evlendiriyorlardı. Yaşı gelsin, gelmesin, hiç ona bakılmıyordu. Ama günümüzde artık geniş aile ortamından çekirdek aileye dönüşünce, insanlar ekonomik özgürlüğü ve ekonomik bağımsızlığı öne çıkartarak “önce bir işim olsun, mesleğim olsun, ya da kariyerim olsun” diye ya da “önce evimi alayım, arabamı alayım” diye düşünerek evliliği ileriki yaşlara doğru erteliyorlar. Şimdi bu tür hesapları çok inceden yaptığınız zaman Nisan bakıyorsunuz ki ömür dediğiniz şey bir su gibi akıp gidiyor. Evi oluyor, arabası oluyor, kariyeri oluyor, birçok imkânları oluyor ama yaşı geçmiş oluyor. Ondan sonra da evlenemiyor. Evlilik için uygun bir yaş vardır. Bunu kaçıran bir kişi artık evlenmeye niyet etse bile umduğunu bulamıyor. Bu yanlış anlayıştan dolayı günümüzde evlenemeyen erkeler ve evlenemeyen kızlar git gide çoğalıyor. İleride bu konu, ciddi bir sorun olacaktır. Evlilik için gerekli olan olgunluğu elde etmeden, çok erken bir yaşta evlenmek de yanlıştır, uygun olan zamanı geçirmek de yanlıştır. Şu durumda sorunuza ortalama olarak bir cevap verecek olursak, 17, 18 yaşına gelen bir genç kızın evlenmesi lazım diyebiliriz. Erkek ise bir geçim davası durumu söz konusu olduğundan dolayı, askerliğini bitirdikten sonra 23, 24 yaşlarında, en geç 25 yaşını geçmeden evlenmesi gerekiyor. Kariyer yüzünden evlilik ertelenmesi söz konusu oluyor. Bunu biraz daha açabilir misiniz? Evet, bu çok yanlış bir şeydir. Kariyerim olsun, şu ihtiyacımı karşılayayım, bu ihtiyacımı karşılayayım derken ömür gidiyor. Eskilerimiz ihtiyaç sahibi iken, imkânsızlıklar içerisinde iken evlendiler. O evlilikler çok sağlıklı evliliklerdi? Neden sağlıklı evliliklerdi? Çünkü hayat mücadelesi verirken çektikleri o zorluklar onları birbirlerine daha sıkı bağlıyor. Aynı zorluğu birlikte paylaştıklarından dolayı birbirlerine karşı daha saygılı oluyorlar, birbirlerine daha çok destek oluyorlar… Bir zorlukla beraber mücadele eden insanların dostlukları kuvvetli oluyor. Ama ekonomik bağımsızlığını elde eden, her şeyi hazır bulan çiftler birbirlerine daha zor ısınıyorlar. Aslında evliliği geciktirmemek dinen de uygun olandır, psikolojik olarak da uygun olandır. Ancak gerek kızın, gerekse erkeğin evlilik olgunluğuna gelmeden evlenmesi yani anne baba olacak olgunluğa gelmeyen gençlerin evlenmesi sakıncalıdır. Eskiden büyük ailede büyük anne ve baba o boşluğu doldurabiliyordu. Ama şimdiki şartlarda bu tür evliliklerde sakınca vardır. Bir de geniş ailede büyük anne, büyük baba, hala, amca, teyze, dayı birer danışman gibiydi. Onlar evlenecek olan kızın veya erkeğin evlenme zamanını çok iyi belirliyorlardı. Dikkat ederseniz Kur’an “evlenin” demiyor, “Onları evlendirin” diyor. Demek ki üçüncü şahısların devrede olmasını istiyor. Evlilikten sonra da evlilik problemlerinin üstesinden gelmede, bu danışmanlar etkili rol oynuyordu. Ekonomik meselelerde sıkıntı varsa destek oluyorlardı, çocuk eğitiminde onlara yardımcı oluyorlardı. Muhterem Hocam, evliliğe hazırlık hususunda nelere dikkat edilmelidir? Günümüzdeki evliliklerin sıkıntısı ortada zaten... Evliliğe hazırlık nasıl olur? Bir defa büyüklerin tecrübeleri, deneyimleri onlara rehber olmalıdır. Gerçi günümüzde gençler büyüklere danışmak istemiyorlar. Hani her şeyi biliyorlar ya… Oysa evlilikle ilgili kitaplar olsun, seminerler olsun, programlar olsun takip ederek evliliğe hazırlanmaları gerekiyor. Evliliği gündemine alan bir kimse, bilinçli bir evlilik yapmak için mutlaka bununla ilgili bilgilerini arttırmalıdır. Böyle bir kaygısı olan kişi mutlaka bunun üstesinden gelir. Ama en başta kendilerine rehber olacak kişilerin tecrübelerinden faydalanmaları gerekiyor. Biz evliliği gündemine alan gençlere diyoruz ki; “Önce ben güzel bir evlilik yapmak istiyorum, ömür boyu sürecek bir evlilik olmasını istiyorum” diye bir irade, bir niyet ortaya koymalısın. “Ben nasıl bir insanım, zaaflarım neler, hayattan, eşimden ne bekliyorum. Ne için aile kurmak istiyorum” gibi soruları kendi kendine sormalısın… Müslüman bir gencin eş seçimi sürecinde ne gibi hassasiyetleri olmalıdır? İnsan önce kendisini tanımalı, sonra da karşı cinsi tanımalıdır. Ondan sonra da eş seçim sürecine girmelidir. Biz toplum olarak İslami duyarlığı ön planda olan bir toplumuz. Biliyorsunuz, hadis-i şerifte, güzelliği, soyu sopu, zenginliği için de- Aslında evliliği geciktirmemek dinen de uygun olandır, psikolojik olarak da uygun olandır. Ancak gerek kızın, gerekse erkeğin evlilik olgunluğuna gelmeden evlenmesi yani anne baba olacak olgunluğa gelmeyen gençlerin evlenmesi sakıncalıdır. Nisan 57 ğil de dindarlığı için evlenin deniliyor. Dindar olan elbette ki dindar olanı tercih edecektir. Böyle olması gerekir çünkü ortak paydaları olan insanların evlilikleri daha sağlıklı oluyor. Birisi dindar, diğeri dindar değilse ortak paydası yok demektir. Biri çok cömerttir, diğeri çok cimridir, biri çok kıskançtır, diğeri vurdumduymazdır; bunlar evlilik için birer sıkıntıdır. Bu tür konunlar önemlidir. Ama kültürel bazı farklılıkların olması normaldir. Mesele erkeğin yemek kültürü farklıdır, kızın yemek kültürü farklıdır. Bu gibi şeyler evliliğe bir zarar vermez. Bir zenginliktir. Birbirlerinin güzel geleneklerinden, güzel alışkanlıklarından yararlanılır. Bu tür şeylerde değil de temel anlayışlarda, dini durum ve namus kavramı gibi meselelerde algılar farklıysa bu ciddi bir sorun teşkil eder. Eş adayını doğru tanıma noktasında da bazı sıkıntılar söz konusudur. Bu konuda neler söylemek istersiniz? Eskiden evlenme sürecinde bu konuda yardımcı olan gönüllü insanlar vardı. Mesela mahallenin bakkalı bunlardan biriydi. O aileden biri gibiydi. Çünkü evin fertleri mutlaka bakkala gidiyor, ihtiyaçlarını oradan karşılıyordu. Bakkal, gelenlerin hepsini tanıyor, ailesini biliyor, geçmişini biliyor, yapısını karakterini biliyordu. Dolayısıyla, tavsiye eden, yönlendiren bir konumdaydı. Diyelim ki kız arayanlar gidip ona soruyordu. O da “şu şöyledir, böyledir” diye tavsiye ediyordu ya da “uzak durun” diye uyarıyordu. Başka kimler vardı? Mahallenin muhtarı veya caminin imamı da bu konuda yardımcı oluyordu. Burada şöyle bir detay da var; evlenilecek kişinin geçmişinin bilinmesi gerekiyor. Genç halet-i ruhiyesi itibari ile evlenmeyi düşündüğü kimsedeki bazı durumları göremiyor. Onu başkaları daha iyi görüyor. Bunun için üçüncü şahısların görüşü mutlaka alınmalıdır. Bu konuda görücü usulünü nasıl değerlendiriyorsunuz? Günümüze baktığımız zaman, yine en sağlıklı evliliklerin görücü usulü ile yapıldı- ğını görüyoruz. Görücü usulünde metot nedir? Diyelim ki birisi oğlunu evlendirecek, arada referans olan kişiler ona birisini tavsiye ediyor; “Bu gençler birbirine yakışır” diyor. Sonra da gençler birbirini beğenirse bu iş oluyor. Fakat günümüzde genellikle herkes kendi eşini kendi seçiyor. Belki de yalan yanlış seçiyor. Neden böyle oluyor? Çünkü genç duygularının tesiri ile bu seçimi yapıyor. Güzelliğe, boya posa göre bir değerlendirme yapıyor. Fakat sadece duyguyla doğru tercih yapılmıyor. Hem duygu hem mantığı kullanarak tercihini yapmalı ki uygun eşi bulsun. Bu anlamda görücü usulünde üçüncü şahıslar devrede olduğu için, bir avantaj söz konusu oluyor. Peki görücü usulündeki gibi arada referans olan kişiler olmadığında ne yapmalıdır? Diyelim ki üçüncü şahıslar devrede olmamış, okulda beğenmiş, çarşıda pazarda beğenmiş ve evlenmek istemişler. Bunlar ne yapacaklar? Öncelikle yapılması gereken şey eş adayının ailesini araştırmaktır. Çünkü insan kişiliğini, kimliğini büyük oranda ailede kazanıyor. Genelde; “Ailesi beni ilgilendirmiyor” diye bir söz söyler ki bu fevkalade yanlıştır. Oysa evlilik sürecinde ailelerle sürekli muhatap olunur. Olması gereken de budur. Evlilikte sorun olduğu zaman ailelerin desteğine ihtiyaç vardır. İşte bugün aile cinayetlerinin artmasında, bu dış desteğin olmaması oldukça etkilidir. Şimdi bu eksikliği Aile Bakanlı- Günümüzdeki evliliklerin sıkıntısı ortada zaten... Evliliğe hazırlık nasıl olur? Bir defa büyüklerin tecrübeleri, deneyimleri onlara rehber olmalıdır. Gerçi günümüzde gençler büyüklere danışmak istemiyorlar. Hani her şeyi biliyorlar ya… 58 Nisan ğı, aile danışmanlığı müessesesi ile kapatmak istiyor. Ama bu danışmanlığı her iki taraftan aracı kimselerin yapmasıdır doğru olan… Aileyi araştırmanın dışında bir de kişilik verilerinden bir şeyler yakalamaya çalışmalıdır. Örneğin güvenilir bir insan olduğuna iyice kanaat getirilmelidir. Mesela haya duygusu eş adayında aranılacak vasıflardan birisidir. Günümüzde özellikle feminist kadınlar bu “haya” kavramından çok rahatsız oluyorlar. Televizyondaki evlilik programlarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu tür izdivaç programları çok ilgi görüyor ve de katılım da çok oluyor bu programlara… Bu izdivaç programlarını yapanlar ne için yapıyorlar. Evlilik kurumuna, aile müessesesine katkı sunmak için mi yapıyorlar. Hayır. İlgi uyandırsın, reyting alalım diye yapıyorlar. Yani ticari bir şey var burada. Bir şeyi değerlendirirken bir defa niyete bakarız. Bakıyorsunuz ki buradaki niyet sağMutlu bir evlilik için evli çiftlere neler tavsiye lam bir niyet değil. İnsanları evlendirmek veya inedersiniz? sanları mutlu etmek için bunu yapmıyorlar. Orada kadın erkek kendisini tanıtıyor ve takdim ediHepimiz mutlu olmayı çok istiyoruz. Talebeliyor. Yani onlar kendilerini ğimiz, iş hayatımız, dini nasıl takdim ediyorlarsa ona göre karar veriyorgayretimiz ve hayattaki lar. Kim ne derece doğru bütün mücadelelerimiz Bizim İslam kültüründe çocuk söylüyor bunu bilemiyor ne içindir? İki cihan eğitimi eş seçimi ile başlıyor. İyi bir kimse… Dolayısıyla orada mutluluğunu elde etmek çocuk yetiştirmek için iyi bir anne yapılan şeyler sağlıklı değil. içindir. Mutluluk evlilik Bunlar eğlenceye yöneve iyi bir baba vasfına sahip kişilerin hayatında daha da ön lik, gönül eğlendiren evlenmesi gerekiyor. plana çıkıyor. Mutluluprogramlardır. Evlilik ğun temel esası da evlilikte ise ciddi bir iştir. eş seçimidir. Evlilikte mutlu olmak için öncelikle “Mutlu Uzun yıllar aile üzerine olacağım” diye beynine bir konut vermesi lazım. çalışan bir araştırmacı olarak çocuk yetiştirme konuBununla ilgili de dersine çalışması lazım. Ben uzun sunda ne gibi tavsiyelerde bulunmak istersiniz? yıllardır evlilik üzerine çalışma yapıyorum. Evvela Modern eğitimciler çocuk eğitimini üç dört kendimizi doğru tanımamızın, sonra da eşimizi doğru yaşlarından itibaren ele alıyorlar. Bizim İslam kültanımanın bu konuda çok önem arz ettiğini düşünütüründe çocuk eğitimi eş seçimi ile başlıyor. yorum. Mesela bir erkek, Allahü Teala’nın bir kaİyi bir çocuk yetiştirmek için iyi bir anne ve dın olarak eşine verdiği özellikleri bilirse artık iyi bir baba vasfına sahip kişilerin evlenmesi ona bazı şeyleri dayatmaz. Mesela kadınlar çok gerekiyor. Çünkü olumlu ve olumsuz birçok yön, konuşur. Çünkü Allahü Teala onları konuşmaya genetik yoluyla anne babadan çocuğa geçiyor. Çoyatkın olarak yaratmıştır. Kadının neden çok ko- cuk eğitiminin ikinci safhası anne karnında nuştuğu ile ilgili birçok araştırmalar var. Bunlara göre başlıyor. Anne karnında iken dışarıda olup bibirincisi kadın konuşarak rahatlar. İkincisi anne ten her şeyi duyuyor. Bu safhada annenin yiyip olma özelliğinden dolayı Allahü Teala ona çok içtiğinin helal olması önem arz ediyor. Çocuk konuşma özelliği vermiştir. Niye? Çocuğunu kişiliğinin yüzde otuzunu anne karnında iken susturacak, çocuğuna ninni söyleyecek, ona kazanıyor. Çocuk doğduktan sonra da üçüncü hikayeler anlatacak, bir şeyler öğretecek. Bir safha başlıyor. Anne baba çocuğunun iyi bir insan, iyi bir Müslüman olması için ona göre baba öyle değil ki… Çocuk ağladığı zaman “yavterbiye veriyor. Daha sonraki safhada ise çocuk rum sus” der birkaç sefer, sonra “annesi ne yapıterbiyesini okuldan ve toplumdan alıyor. Fakat yorsan yap” der ve ona bırakır. Kadın öyle değil, çocuk terbiyesinde okul, aile kadar etkili deçocuğuna anlatır, çocuk tekrar sorar tekrar ğildir. Bunun için ailelerin çocuk yetiştirmeyi anlatır. İşte bunun için kadın çok konuşmaya bir sanat gibi görmeleri ve buna itina göstermeyilli bir şekilde yaratılmıştır? meleri gerekiyor. Nisan 59 Aklın Temelinde Allah Korkusu Vardır Esra Erat İnsanda bulunan her güzelliğin kaynağı Allah korkusudur. Allah’tan korkan bir insan, fedakardır, sevecendir, cesurdur, itidallidir, yalan söylemez, vefalıdır, sadıktır, helale harama dikkat eder, zekidir ve sadece Allah’tan korkanlara has bir özellik olarak akıllıdır. Bir insanı insan yapan en önemli özellik olan akıl, sadece Allah’tan çok korkan müminlere verilir. Bir insan çok zeki olabilir ama Allah korkusu yoksa akıllı değildir. Allah sadece Kendisi’nden korkanlara akıl, anlayış ve feraset verdiğini Enfal Suresi’nde şöyle bildirir: “Ey iman edenler, Allah’tan korkup-sakınırsanız, size doğruyu yanlıştan ayıran bir nur ve anlayış (furkan) verir, kötülüklerinizi örter ve sizi bağışlar. Allah büyük fazl sahibidir.” (Enfal Suresi, 29) Yani bir insan, Allah’tan gerektiği gibi korkup samimi iman ederse bu büyük nimete sahip olabilir. Çünkü sadece samimi iman sayesinde insan akıl sahibi olabilir. İmanın kazandırdığı bu güzellik insanın tüm hayatını da kapsar. Bu nimete sahip olan bir insan, sadece Allah’ın vicdanına ilham 60 ettiğine uygun yaşantısını sürdürür. Allah’ın doğru ve akıllıca olan ilhamını yani vicdanını dinler. Allah’ın ilhamına uygun hareket eder. Nefsinin hoşuna gidecek davranışlardan sakınır. Nefsine uyarsa, Allah’ın gazabına uğrayacağını bilir ve bundan şiddetle sakınır, sadece Allah rızası için yaşar. Kendisine sadece Kur’an’ı Kerim’i rehber edindiği için yanlış öğrendiği tüm bilgilerden arınarak açık bir şuur sahibi olur. Yaratılış amacının yalnızca Allah’a kulluk etmek olduğunun bilincinde olarak, berrak bir akılla, bu amaca uygun yaşar. Dünya hayatının bir gün son bulacağını ve Rabbi’nin huzuruna çıkarak hesap vereceğini hiç unutmadan, sonsuz hayatında, sonsuz mutluluğu yaşamak için çabalar. Bu nimetten yoksun olan insanlar ise, akılsız kimselerdir. Bu insanlar, sadece cahiliye toplumunun kurallarını benimserler. Bundan dolayı çok zor bir hayatları vardır. Allah rızası yerine insanların rızasını gözetirler. Ahiretteki sonsuz yurtlarını düşünmeden Nisan “Ey iman edenler, Allah’tan korkup-sakınırsanız, size doğruyu yanlıştan ayıran bir nur ve anlayış (furkan) verir, kötülüklerinizi örter ve sizi bağışlar. Allah büyük fazl sahibidir.” (Enfal Suresi, 29) sadece dünya hayatı için çabalarlar. Para kazanmak, iyi bir okulda okumak, makam-mevki sahibi olmak o kişinin tek amacıdır. Ama bu isteklerinin ahiretine bir faydası olup olmayacağını hiç bir zaman düşünemez. Çünkü samimi iman edip, gerektiği gibi Allah’tan korkmadığı için aklı kapanmıştır. Allah’tan bir bela olarak, basireti, feraseti kapalıdır. Bencil, egoist, acımasız, sevgisiz, menfaatleriyle çatıştığında her türlü kötülüğü yapabilecek bir insan olarak yaşamını sürdürür. Çok zeki de olabilir fakat zekası ahireti için ona bir fayda sağlamamaktadır. kişilerin, kalplerinin, gözlerinin, kulaklarının mühürlü olduğu açıkça anlatılır. “Dünya hayatı yalnızca bir oyun ve bir oyalanmadan başkası değildir. Korkup-sakınmakta olanlar için ahiret yurdu gerçekten daha hayırlıdır. Yine de akıl erdirmeyecek misiniz?” (Enam Suresi, 32) “...Biz gerçekten, kalpleri üzerine onu kavrayıp anlamalarını engelleyen bir perde (gerdik), kulaklarına bir ağırlık koyduk. Sen onları hidayete çağırsan bile, onlar sonsuza kadar asla hidayet bulamazlar.”(Kehf Suresi, 57) “Size verilen herşey, yalnızca dünya hayatının metaı ve süsüdür. Allah Katında olan ise, daha hayırlı ve daha süreklidir. Yine de, akıllanmayacak mısınız?” (Kasas Suresi, 60) Ayetlerde de açıkça belirtildiği gibi kimi insanlar, dünya hayatının bir oyun ve oyalanma yeri olduğunun farkında olmadan boş bir amaç için uğraşıp dururlar. Ve içinde bulundukları durumun farkında olmadan, kendileri gibi olan insanların akıllı olduğunu düşünürler. Yüce Rabbimiz ise bir başka ayetinde bu kişilerin durumundan şöyle bahsetmektedir; “Gerçek şu ki, Allah Katında, yerde debelenenlerin en kötüsü, (bir türlü) akıl erdirmez olan sağırlar ve dilsizlerdir.” (Enfal Suresi, 22) Yine bu kişiler, Allah’tan bir bela olarak, Kur’an’ı Kerim’i de okuyup kavrayamazlar. Çünkü Allah’a karşı büyüklüğe kapılıp, Allah’tan gerektiği gibi korkmadıkları için kalpleri ve anlayışları Allah tarafından mühürlüdür. Ayetlerde de bu Nisan “Onlardan seni dinleyenler vardır; oysa Biz, onu kavrayıp anlamalarına (bir engel olarak) kalpleri üzerine kat kat örtüler ve kulaklarında bir ağırlık kıldık. Onlar, hangi ‘apaçık-belgeyi’ görseler, yine ona inanmazlar. Öyle ki, o inkar etmekte olanlar, sana geldiklerinde, seninle tartışmaya girerek: “Bu, öncekilerin uydurma masallarından başka bir şey değildir” derler.” (Enam Suresi, 25 “Kur’an okuduğun zaman seninle ahirete inanmayanlar arasında görünmez bir perde kıldık. Ve onların kalbleri üzerine, onu kavrayıp anlamalarını engelleyen kabuklar, kulaklarına da bir ağırlık koyduk. Sen Kuran’da sadece Rabbini “bir ve tek” (İlah olarak) andığın zaman, ‘nefretle kaçar vaziyette’ gerisin geriye giderler.” (İsra Suresi, 45-46) Aklın tek sahibi Allah’tır. Rabbimiz ,sonsuz akıl sahibidir. Allah’tan bir nimet olan bu güzelliğe de sadece derin Allah korkusu olanlar sahip olabilirler. Akıl sahibi bir insan, canlı ya da cansız yaratılan her şeyde Rabbimiz’in aklını ve sanatını görüp, kendi acizliğinin farkına varır. Her şeyin tek sahibinin Allah olduğunu kavrayıp, Rabbi’ne teslim olur. “… Sen Yücesin, bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yok. Gerçekten Sen, herşeyi bilen, hüküm ve hikmet sahibi olansın.” (Bakara Suresi, 32) 61 Tarihten Günümüze İslamcılık Akımları II-Çağdaş Mutezile ve Modern İslamcılık Düşüncesi Yusuf KARAGÖZOĞLU Aleyhi u h a l l la h (Sal r: a l l u l u rmuştu Ras u y u b ) şöyle m e l l e S llah’ın ve A u s u r ırlısı en doğ y n a i h r e l en “Söz arın l l o İşlerin y . , r r u ı d d olu Kitabı Dine . r ’in y ı d d e r a m l m , es olan Muha d h id’attır u b m y i e s ş i l r he en şer alalet d kulan o r s e h n a ve sonrad alettir Nesai 3/188) l a d t d’a 7, her bi lim/86 s ü M ( ir.” ateşted 62 Klasik mutezilenin en önemli iddiası Kur’an mahluktur düşüncesidir. Abbasî halifesi Me’mun, Halku’l Kur’an’ı tartışırken Kur’an’ın mahluk olmadığını savunanları, Allah’ın kelimesi olan İsa’ya mahluk değildir diyen Hristiyanlara benzemekle suçlamış, Allah’ın dışındaki herşeyin mahluk olduğundan hareketle Kur’an’ın mahluk olduğunu iddia etmiştir. (Ebu Cafer Muhammed b. Cerir Taberî, Tarihu’t –Taberî, thk. Muhammed Ebu’l Fazl İbrahim, Daru Suveydan,Lübnan trs. VIII, 635.) Ayrıca ameli imanın bir cüz’ü sayan Mutezileye göre büyük günah işlemesi mü’mini imandan çıkarır, ama küfre de sokmaz. İman ile küfür arasında bırakır(el menzile-beyne’l-menzileteyn), Peygamberden (A.S) rivayet edilen “Kaderiye bu ümmetin mecûsisidir” hadisine göre Kaderiye’nin yani namı diğer mutezilenin Mecûsî sayılmasındandır. Hz. Peygamber, çağdaş mutezile oryantalist müsteşriklere gösterdiği müsamahayı Ehl-i Sünnete, Selef-i Salihin Alimlerine, Mezhep İmamlarına, Hadis İmamlarına göstermiyor, modern çağın mutezilesi Kuranın tarihselliğiyle Kuran-ı Kerim’i Allah merkezli vahiy yerine insan merkezli tarihi metine Nisan dönüştürme çabalarını sürüdürüyor, Hz. Peygamberin (S.A.V) hüküm koyamayacağı, sünneti nakledenlerin güvensizliği, hadislerin kesin ilim değil, zan ifade ettiği gibi vehim ve kuruntularla sünnet ve hadis etrafında inkarcılık ve şüphecilik çıkarıyor. vb maddiyat lazımdır, yok evliyse zevcesine ve varsa çocuklarının nafakasına bakmakla mükelleftir. Kız kardeş bekarsa bu pay tek başına yeter ona, evlense zaten mehir vb hediyeler alacaktır. 19. yy’daki Hind Alt kıtası Ehl’i Kur’an ekolü mensubu olan S.Ahmed Han ve arkadaşları tarafından Kur’an’ın tarihselliği ile ilgili düşüncelerin serdedildiği görülmektedir. (Abdulhamit Birışık, Hind Alt Kıtası Düşünce ve Tefsir Ekolleri, İnsan yayınları 2001, s.319.) Micheil Heobnik ise, Kur’an’a tarihselci yönelişin Taha Hüseyin ve Muhammed Halefullah tarafından ilk ciddi adımların atıldığı ve daha sonra Fazlurrahman, Hasan Hanefi, Muhammed Arkoun ve Nasr Hamid Ebu Zeyd tarafından bu çizginin günümüze kadar devam ettiğini belirtir.( Micheil Hoebnik, Thinking About Renewal In Islam, Towards A History of Islamic Ideas On Modernızatıon And Secularızatıon Arabica, sa:XLVI, Leiden, p.54.) Tarihselcilerin iddiası şu: Kuranın nazil olduğu hükümlerinin o günkü arap toplumunun has olduğu, şartların değiştiği günümüz modern toplumlarına uygulanamayacağı; bu yüzden yeni yorumlar ve hükümler ortaya konulması gerektiği şeklindedir.. Had cezalarından hırsızlık ve zina cezaları hakkında Peygamberimizin uygulamalarına bakalım. Önce hırsızlık ayeti ve Yaptıklarına bir karşılık ve Allah’tan caydırıcı bir müeyyide olmak üzere hırsız erkek ile hırsız kadının ellerini kesin. Allah, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir. ( Maide /38) Resulullah’ın (S.A.V) erkeklerden elini kestiği ilk hırsız Haydar bin Adiy Bin Nevfel bin Abdi Menaf’tır. Kadınlardan elini kestiği ilk hırsız ise Mürre binti Süfyan bin Abd el-Esed idi (Buhârî, Enbiyâ 54, Hudûd 12; Müslim, Hudûd 8-9; Ebû Dâvud, Hudûd 4). Hz. Ebubekir (r.a.) de kendi zevcesi Esma binti Umeys’ten gerdanlık çalan Yemenlinin elini kesmiştir. Bunun daha önce hırsızlık yaptığından dolayı sağ eli kesilmişti, Hz. Ebubekir(r.a) de bu defa sol elini kesmişti. Hz. Ömer/(r.a.) de Abdurrahman b. Semure’nin kardeşinin elini kesmiştir. Faiz, hırsızın elinin kesilmesi, kadının şahitliği, miras ve zina hakkındaki ayetlerin tarihsel olduğunu söylerler. Öncelikle faiz yasağı evrensel değil de tarihsel olup o günkü arap toplumuyla sınırlansaydı, bu cürmü işleyenin cezasının ebediyyen cehennem olacağı ve faizi terketmetmenin Allah ve Resulüne harp ilan etmekle bir olduğu ayette bildirilmezdi.(Bakara / 275, 279) Bakara Suresi 282. ayette bir erkeğin yanında iki kadın şahit bulunmasının istenmesi ise erkeğin kadından üstün olduğu anlamına gelmez. Aksine bu hüküm fıtri olarak duygusal yaratılan kadının unutma, yanılma gibi huy ve karekteriyle birlikte adaletin yerini bulmasına yöneliktir. Nisa suresi 176. ayette mirasta kardeşlerden bir erkeğe iki kadın payı denilmesinin birçok nedeni olabilir. Eğer erkek kardeş bekarsa evin geçimi için ticaret Nur suresi 2.ayette evli olmayan bekarlar için zina cezasının yüzer değnek olduğu hükmü veriliyor. Peygamberin (A.S) uygulamasında işvereninin eşiyle zina eden bekâr işçiye yüz değnek ve bir yıl sürgün cezası, kadına ise recm uyguladığı rivayet edilmiştir. Ebû Hureyre ile Zeyd b. Halid el-Cühenî (r.anhumâ)’dan nakledildiğine göre, zina eden kadının kocası ile, zina eden işçinin babası Resulullah (s.a.s)’e başvurarak bu konuda “Allah’ın kitabı” ile hüküm vermesini istemişlerdir. Işçinin babası şöyle dedi: “Benim oğlum bu adamın yanında işçi idi. Onun hanımı ile zina etti. Bana, oğlum için recm gerektiği haber verildi. Ancak ben onun adına yüz koyunla bir cariye fidye verdim. Bu arada bilenlere danıştım, (oğlum bekâr olduğu için) ona yüz değnekle bir yıl sürgün cezası, bunun karısına ise recm cezası gerektiğini haber verdiler”. Had cezalarından hırsızlık ve zina cezaları hakkında Peygamberimizin uygulamalarına bakalım. Önce hırsızlık ayeti ve Yaptıklarına bir karşılık ve Allah’tan caydırıcı bir müeyyide olmak üzere hırsız erkek ile hırsız kadının ellerini kesin. Allah, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir. ( Maide /38) Nisan 63 Bunun üzerine, Hz. Peygamber şöyle buyurdu: Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, aranızda Allah’ın kitabı ile hükmedeceğim. Cariye ve koyunlar geri verilecek. Oğluna yüz değnekle bir yıl sürgün gerek. Ey Üneys, sen de bu adamın karısına git. Eğer zinasını itiraf ederse, onu recmet”. Üneys kadına gitmiş ve kadın suçunu itiraf etmiş, Hz. Peygamber’in emri üzerine de recmedilmiştir (Müslim, Hudûd, 25; Buhârî, Hudûd III, 38, 46, Vekâlet,13). Hariciler ve mutezile dışında tüm mezheb imamları recm cezasının meşruiyetinde birleşmişlerdir. Modernist tarihselciler de recm cezasının islama ait devamlı bir had olmadığı devletin değiştirebileceği tazir nevinden bir ceza olduğu görüşündedirler. Peygamberin bizzat kendisi evli olarak zina edenlere recmi uygulamıştır. Zinasını dört defa ikrar eden Mâiz b. Mâlik (r.a)’in recmedilmesi ve Gâmidiyeli evli kadının zinadan dolayı recmedilmesi O’nun recm konusundaki uygulamalarına örnektir. ( Tarihsel Addedilen Ayetlerin Evrenselliği, Syf;116 / Rağbet Yayınları / Zeki Keskin ) bizzat onun tarafından korunmuş olması gibi sebeplere bağlıdır. (M. Fatih Kesler, Kuran-ı Kerimin Evrenselliği, Esra Yayınları, Konya,1996) Kuran-ı kerimi her önüne gelen tefsir edemez, onu tefsir edecek ilmi liyakat ve dirayet olması gerekir. Ulemaya göre tefsir yapmak için öncelikle Ulumu’l Kur’an yani Kur’an ilimlerinin bilinmesi şarttır. Kur’an’ı tefsir edecek kimsede bulunması gereken ilimler hakkında İmam Celaleddin Es-Suyuti, El-İtkan Fî Ulûmi’l Kur’an adlı eserinde şunları söyler: Tarihselci görüş parçacı-lafızcı metodu önemsiz bulup bütüncül-tarihi metodu kullanarak hükmün nesnel anlamı üzerinde ısrarla durur. Beşeri metinler için uygulanan tarihsellik yöntemi evrensel ilahi bir metin olan kuranın anlaşılması ve ondan hüküm çıkarılmasında başvurulan bir yöntem olamaz, Kur’an’ın evrensel olması demek tarihselcilerin aksine ondaki hükümlerin insanlara, zaman ve mekana göre değişmemesi, hitabının ve hükümlerinin kıyamete kadar geçerliliğini muhafaza etmesidir. “Herkes Kur’anı tefsir edebilir mi? Buna verilen cevap şudur: Bir kimse âlim veya edip olsa fıkıh, nahiv, tarih ve rivayetler hakkında geniş bilgiye sahip olsa Rasulullah’tan rivayet edilen hadislere dayanmadıkça Kur’anı tefsir edemez. Kuran-ı Kerim’in evrensel oluşu onun Allah tarafından korunmasının yanısıra onun insanlar arasında belli bir milleti veya ırkı menfaatlerini savunmamasıdır. Ve Allah katından gönderildiği gibi değiştirmeden günümüze kadar gelegelmiş ve 1.Lügat ilmi, 2.3. Sarf ve Nahiv ilmi, 4. İştikak ilmi, 5,6,7. Maâni, Beyan ve Bedi ilimleri, 8. Kıraat ilmi, 9. Kelam ilmi, 10. Usulu Fıkıh İlmi, 11. Sebeb-i nüzul ilmi,12. Nâsih ve mensuh ilmi, 13. Fıkıh ilmi, 14. Hadis ilmi, 15. İlmi mevhibe. Bu soruya verilen bir başka cevap da şudur: Müfessirin muhtaç olduğu ilimleri bilen kimsenin, Kur’anı tefsir etmesi caizdir. Bu ilimler de aşağıda zikredilen 15 ilimdir. Resulullah’ın (S.A.V) erkeklerden elini kestiği ilk hırsız Haydar bin Adiy Bin Nevfel bin Abdi Menaf ’tır. Kadınlardan elini kestiği ilk hırsız ise Mürre binti Süfyan bin Abd elEsed idi (Buhârî, Enbiyâ 54, Hudûd 12; Müslim, Hudûd 8-9; Ebû Dâvud, Hudûd 4). 64 Nisan Yazıyı bitirirken neo mutezili akımın öncülerin- bağlamından koparıp kendi tarihselliği içinde den Reşit Rıza ve Muammed Abduh’un içtimai tefsir okumasına kapı aralıyor vaziyette. sayılan Menar tefsirinde israilliyatı reddetmesine rağSon olarak anlattıklarımızla alakalı olarak sanmen sahih addedilen Deccal, kıyamet ve Hz. İsa’nın nüzulüyle ilgili rivayetleri İsrâiliyyât kategorisinde de- ki onların bir özetiymiş gibi bize sunan Türkiyenin ğerlendirmesi eleştiri konusu olmuştur. (Mesela bkz. mümtaz fikir adamı ve entellektüellerinden Yazar YuHasîb es-Sâmerraî. Reşit Rızâ el-Müfessir. Bağdat suf Kaplana kulak verelim. Yazara göre İslam dünya1976. s. 327-359) Tefsirinde yer yer akılla bağdaştı- sını bekleyen 3 tehlike: rılamayan ifadeler yerine temsili ve mecazi yorumlar 1- İslam’ın terorizmle eşdeğer hale getirilmesi. kullanmıştır. Âdem’in cennetteki yaşamı, yasak Müslümanların kafa kesen, saldırgan insanlar olarak ağaca yaklaşması ve cennetten kovulmasını ise insan hayatındaki çocukluk, gençlik ve olgun- gösterilmesi. luk çağlarına işaret sayarak ilgili kıssaları mi2- İslam’ın protestanlaştırılması. İslam’ın içinin tolojiden arındırır. (Abduh-Rıza, Tefsiru’l-menâr. boşaltılıp hayattan uzaklaştırılması... I. 282-283.) Nüzul-ü İsa, kabir azabı, mirac, ruyetullah gibi 3- Alem-i İslam’ı külakaidi konularda aynen türde, siyasette, sanatta diri kalsik mutezile çizgisin takip Kur’an’ın evrensel olması tutan Ehli Sünnet omuretmiştir. Muhammed Abganın çökertilmesi.. Şiilik, demek tarihselcilerin aksine ondaki duh mucizeye inanmadığı selefilik gibi akımların öne hükümlerin insanlara, zaman ve için sahih nakli bir taraf atıp çıkartılması... mekana göre değişmemesi, hitabının pozitivist bilimin perspektifinde akılcı davranarak Fil ve hükümlerinin kıyamete kadar Allah bizleri Kuran Suresi’nin tefsirinde Ebabil ve Sünnetti en iyi anlageçerliliğini muhafaza etmesidir. Kuşları’nı önce sinek yıp ve Onları hayatına ardından mikrop, taşlaen güzel şekilde tatbik rı da sineklerin ayaklaeden Sahabe-i Kiram, rına bulaşan toz zerreleri Tabiun ve Tebauttabiun yoolarak tevil etmiştir. (Ayrıntı için bkz. Muhammed lundan ayrımasın. Rabbim bizleri çağdaş ılımlı Abduh, Tefsîr-u Cuz’i Amme, Matbaatu’ş-Şa’b, Mısır, İslamcıların dini yumuşatan, dinde aslı astaty., s.118 vd.) rı olmayan diyalog ve hoşgörü tuzaklarından, Abduh ve Reşit Rıza, “Kur’an’da miadı dolmuş hiçbir buyruk yoktur. Bilakis her ayetin her zaman ve zeminde söyleyecek bir sözü vardır.” ifadeleri Kur’an’ı okuyan Müslümanın onu çağdaş tekfirci - harici düşüncesindeki radikal İslamcıların dini şiddet, kavga ve isyan olarak gösterme fitnesinden ve çağdaş modern İslamcıların dini şartlara uydurarak dini yozlaştırma ve dinde reform yapma bidatlerinden korusun. Tüm bidat ve hurafeleri ortadan kaldırıp sünnetleri ikame etmeye çalışan Ehl-i Sünnet yolunun neferleri kılsın. Amin Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur: “Sözlerin en doğrusu Allah’ın Kitabıdır, yolların en hayırlısı Muhammed’in yoludur. İşlerin en şerlisi muhdes olanlardır. Dine sonradan sokulan her şey bid’attır, her bid’at dalalettir ve her dalalet ateştedir.”(Müslim/ 867, Nesai 3/188) Nisan 65 Efsane bir hoca; Mahmut Bayram Hoca Aydın BAŞAR Sabahın yedisinde yollara düşen, gecenin bir vaktine kadar koşturan bir adam düşünün. İmamlık yapıyor, öğretmenlik yapıyor, ayrıca çeşitli semtlerde medrese usulü dersler okutuyor… Bir bakıyorsunuz Üsküdar’da, bir bakıyorsunuz Beykoz’da, bir bakıyorsunuz Beşiktaş’ta… Öğrencilerine karşı babacan bir tavrı var. Onların Hoca: m a r ay ut B ur’an’a K m h a M l um kuduğ m, bir deği o ı n “Ben ir insa lsa da ben b ş ı o ” inanm arar k utmam e k n o a e t l r fle bin ni har e y ı ’ n Kur’a harçlıklarını, elbiselerini bir şekilde temin etmek için canhıraş bir şekilde koşuşturuyor. Kıt imkânlara sahip olmasına rağmen gerektiği zaman onlar için evindeki ekmeğinden kesiyor. Herkese yetişmek istiyor, belki bin parçaya bölünüyor… Ama duyarsız kalmıyor. Derslerine zamanında giriyor ve derslerin bir dakikasını bile boş geçirmemek için aceleci davranıyor. Öyle ki birçok öğrencisinin naklettiğine göre silgiyi bulmak için bile vakit kaybetmeyip kara tahtayı boydan boya ceketinin kolluya siliyor. Derse gelmediği hiç görülmüyor. Öğrencilerine; “Derse gelmediysem cenazeme gelin” diyor. 66 Nisan O İmam Hatiplerin ilk hocalarından Mahmut Bayram Hoca… Eğitim anlayışından, terbiye anlayışından, iyiliğinden, faziletinden ne kadar bahsetsek az olan bir zat… O bir Allah adamı, o bir gönül insanı, o bir yufka yürek… Öğrencilerine “abi” diye hitap eden bir gönül insanı… Muallimliğe adanan bir ömür Bu zatı tanımam İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür Müdürlüğünün düzenlediği, Prof. Dr. İsmail Kara Bey’in sunumunu yaptığı anma toplantısı vesilesiyle oldu. Program Ali Emiri Efendi Kültür Merkezi’nde yapılmıştı. Salonun girişinde de katılımcılara Prof. Dr. İsmail Kara Bey’in Hazırladığı, Kültür Müdürlüğünün bastırdığı altmış iki sayfalık bir kitapçık dağıttılar. İstanbul Büyükşehir Kültür Müdürlüğünün basımını yaptığı diğer kitapçıkları da gören birisi olarak şunu söylemeden geçemeyeceğiz ki; “Muallimliğe Adanan Bir Ömür Mahmud Bayram Hoca” adlı kitapçık diğerlerine göre daha zengin bir içerikle hazırlanmış. Bir kitapçık olmanın ötesine geçerek, derleme bir kaynak eser hüviyeti kazanmış… Öyle ki Mahmut Bayram Hoca ile ilgili ne yazılmışsa bu kitaba alınmış… Kitap kısa bir sunuş yazısının ardından Prof. Dr. İsmail Kara Bey’in yazdığı, “Muallimliğe adanmış bir ömrün kısa hikâyesi” başlıklı yazı ile başlıyor. Bu yazıda 1914 yılında Balıkesir/ Gönen’in Bayramiç köyünde dünyaya gelen, 16 Ocak 1997 tarihinde bir ramazan günü vefat eden Mahmut Bayram Hocanın kısa hayat hikâyesi anlatılıyor. Cenazesini Fethullah Gülen Hocaefendi’nin kıldırıldığı bilgisi veriliyor. Ayrıca Gönenli Mehmet Efendi’nin yanında hafız olduğu, Hasan Basri Çantay ve Ömer Nasuhi Bilmen’e de talebe olduğu, 1951 yılında imam Hatip Liselerinin kurucu Müdürü olan Celalettin Ökten tarafından bu okula öğretmen olarak alındığı anlatılıyor. İmam Hatipleri doğmadan boğmak istediler Bu yazının ardından merhum Mahmut Bayram Hoca ile 1987 yılında yapılan, Altınoluk Dergisi’nde yayınlanan bir mülakata yer veriliyor. Bu mülakatta Mahmut Bayram Hoca birkaç tane hatırasını anlatıyor. Bunlardan birisi şöyle: İmam Hatip Liselerinin yeni kurulduğu dönemde çok sıkıntılı hadiseler yaşanıyor. Bu okulları bir damla suda boğmak isteyenler oluyor. Hocaların hepsi diken üstünde ve tedirginler... Mahmut Bayram Hocanın da hocası ve aynı zamanda İmam Hatip Lisesinde meslektaşı olan Hüsrev Hocaya İmam Hatip Liselerinin daha çok İslami bir hale getirilmesini talep eden bir mektup geliyor. Hüsrev Hoca bu mektubu İmam Hatip Lisesinin kurucu müdürü olan Celalettin Ökten Bey’e vermeye cesaret edemiyor. Oradan birisine; “Ben müdür odasındayken bu mektubu bana getirin verin” diyor. Hüsrev Hoca içerdeyken mektup kendisine veriliyor. Hüsrev Hoca; “Benim gözlerim iyi görmüyor, siz okuyun Celalettin Bey” diyor müdürüne… Celalettin Bey mektubu okuyunca küplere biniyor, Hüsrev Hocaya da bağırıyor çağırıyor. Hüsrev Hoca çıkışta Mahmut Bayram Hoca’ya diyor ki: “Oğlum ben mahkemelerin içinden gelen bir adamım. Ama bu okul rayına oturana, çocuklar kendine gelene kadar, eğil de başına küçük abdestimizi yapalım deseler eğilirim.” Bu sözler İmam Hatip Liselerinin ne fedakârlıklarla kurulduğunu ve ne sıkıntılardan geçtiğini gözler önüne seriyor. Zira Hüsrev Hoca gibi döneminin en önemli âlimlerinden olan bir zatı bile böyle düşündürtüyor. Hüsrev Hocanın bu sözünü iyi anlamak gerekir. Çünkü Hüsrev Hoca Kur’an öğretiminin yasak olduğu dönemde, camide içerden kapıyı kilitleyip, kapıya da bir nöbetçi dikerek Kur’an öğreten ve bu yüzden de başına türlü türlü işler gelen bir zattır. Yani bu zatın Allah’tan başka 18 Ocak 1997 tarihli Zaman Gazetesinde Ahmet Özer Bey, Mahmut Bayram Hocayı şöyle anlatıyor: “Yıkılış asrının insanı oldu. Tamire ihlasla ve muhabbetle koştu. Kış ağır geçti, öldürücü fırtınaların ortasında kaldı. İnayetle nazarını dikti ve inayet gördü. Bir tek çiçeğe bile tahammülü olmayan öldürücü ve yok edici mevsimleri arşınladı.” Nisan 67 kimseden korkusu yoktur, fakat gel gör ki bu okulların selametini düşünmektedir. Kur’an’ı Türkçe harflerle öğrettiler Altınoluk Dergisi’ndeki bu mülakatta Mahmut Bayram Hoca İmam hatiplerin açılmasında en çok katkısı olan isimlerden birinin Celalettin Ökten olduğunu, diğerinin de dönemin efsane Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri olduğunu söylüyor. Bu mülakatta İmam Hatip Liselerinin açılma sürecindeki şöyle bir olaya da yer veriliyor. Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri dindar ve iyi bir insan olarak bu okulların açılmasına yürekten destek veriyor ancak dönemin Cumhurbaşkanı bu okulların açılması için Kur’an derslerinin Türkçe harflerle verilmesini şart koşuyor. Talim Terbiye Kurulu’ndan okulların açılması ve Kur’an derslerinin Türkçe olması geçiyor. Ancak kurucu müdür Celalettin Ökten tarafından bu hiçbir zaman uygulanmıyor. Ne zaman ki Celalettin Bey müdürlüğü bir başkasına devrediyor o zaman Türkçe Kur’an eğitimi yeniden gündeme geliyor. Yeni müdür bu isteğini Kur’an hocası Mahmut Bayram Hocaya iletiyor. Mahmut Bayram Hoca: “Ben okuduğum Kur’an’a inanmış bir insanım, bir değil bin tane karar olsa da ben Kur’an’ı yeni harflerle okutmam” diyerek net bir tavır takınıyor. Ali Rıza Sağman ve Hüseyin Karagöz isimli adamlar ise bir süre Kur’an’ı yeni harflerle okutuyorlar. Altınoluk Dergisi’nde yapılan bu mülakatta son olarak Mahmut Bayram Hocanın şu sözlerine yer veriliyor: “Bu millete hukuk şuuru vermek lazım. kimin hukukunu yaşadığını anlatmak lazım. Namazla oruçla beraber kimin hukukunu yaşadığını anlatmamız lazım.” Mahir İz’in ayağını nasıl kaydırdılar? Kitapta üçüncü olarak 1995 Ensar Vakfı Bülteninde yayınlanan Abdullah Emin Çimen Bey’in Mahmut Bayram Hoca ile yaptığı mülakata yer verilmiş… Bu mülakatta Mahmut Bayram Hoca meslektaşı Ma- hir İz Bey hakkında şu önemli bilgileri veriyor: “Çok samimi bir Müslümandı Allah rahmet eylesin. Talebe yetiştirmek için çok uğraşırdı. Her vakit talebelerle otururdu. Talebeler evinde toplanırlardı. Talebe okuturdu. Talebeler de onu çok severdi. Hoca samimi bir insandı. Çok dürüst, çok iyiydi. Onun döneminde mektep huzur içindeydi. Fakat bazı kişiler onu okulda rahatsız ettiler, onu çekemediler. Telefonla onu görevden aldılar. Gündüz (Şevket) diye biri vardı. Daha sonra orada müdür oldu. Mahir İz Bey’in ayrılmasında büyük menfi tesiri oldu. Mahir Bey bu sebeple okuldan ayrılırken Allahaısmarladık bile demedi.” Celal Bayar camide çocuk görünce ne yapmış? Bu mülakatta bir önemli bölüm daha var ki o da dönemin Cumhurbaşkanı Celal Bayar ile ilgili... Bakın Mahmut Bayram Hoca ne anlatıyor: “İmam Hatip Okulunda iken İzhar, Kafiye ve Katru’n- neda gibi klasik Arapça kitapları okutuyordum. O zamanın Cumhurbaşkanı Celal Bayar Edirnekapı’da elli altmış çocuk görmüş. Bağırmış çağırmış ve çocukları da dağıtmış. Hemen bana haber geldi; hocam işler kötü, Arapça okutmayın, tedbir alın. Ben de buna karşı çıktım Celal Bayar bile gelse bu Arapça kitaplarını okutmaya devam edeceğim. Beni korkutmayın, ben hırsızlık yapmıyorum dedim.” Ahmet Davutoğlu talebesiydi Mahmut Bayram Hoca için hazırlanan kitapçık vefatından sonra hakkında yazılan yazılarla devam ediyor. İlk makale bir dönem talebesi olan Ahmet Davutoğlu Bey’e ait. Ahmet Davutoğlu 19 Ocak 1997’de Yeni Şafak gazetesindeki köşesinde şöyle anlatıyor: “Mahmut Bayram Hocamızı ilk olarak lise çağlarında klasik usulle İslami ilimler eğitimi yapmak üzere harekete geçtiğimiz bir “Cenab-ı bana Kur’an-ı Kerim’ini insanlara okutmayı meslek olarak nasip etti’ derdi rahmetli Mahmut Bayram Hocaefendi. Allah’ın Kitab’ını öğretmeyi mesleklerin en büyüğü en ulvisi bellemiş ömrü boyunca bu hizmetten bir an bile ayrılmadan Allah huzuruna çıkmış bir mübarek insandı.” 68 Nisan grup arkadaşla birlikte tanımıştık. Arapça ve İslami ilimler okuma talebimizi hemen kabul etmiş ve bizi mütevazi ama mana ve ihlas yüklü Kızılminare Cami’nin üst katında kara tahta ile sınıf haline getirilmiş dar odasına almıştı. Her derse büyük bir aşk ve aceleci tavırla gelir, tahtayı dirseğini bükerek bir silgi haline getirdiği ceketinin kolu ile siler ve güzel bir hat ile besmele yazardı. Bazen dersten sonra kendisinin devlethane olarak adlandırdığı evine geçer sohbet ederdik.” lara okutmayı meslek olarak nasip etti’ derdi rahmetli Mahmut Bayram Hocaefendi. Allah’ın Kitab’ını öğretmeyi mesleklerin en büyüğü en ulvisi bellemiş ömrü boyunca bu hizmetten bir an bile ayrılmadan Allah huzuruna çıkmış bir mübarek insandı.” Hiç boş durmazdı Sadık Kemal 27 Ocak 1997 tarihli Yeni Şafak Gazetesindeki köşesinde Mahmut Bayram Hocayı şöyle anlatıyor: “Onun hiç boş vakti yoktu. Ne okulda, ne imamlık yaptığı camide, ne de Ahmet Taşgetiren vefatına not düştü evinde boş kalmazdı. Mutlaka her yerde öğrencilerle meşgul olurAhmet Taşgetiren Bey du. Aynı konuyu aynı 17 Ocak 1997 tarihinde heyecanla defalarca anYeni Şafak gazetesindeki latmaktan usanmazdı. köşesinde Mahmut BaySıra Mahmut Hocaya gelince Bazen kızınca gözlüram Hocayı şöyle anlatıyor: ona da bir pardösü uzatıldı ve teklif ğünü burnunun ucuna “Mahmut Bayram Hoca kadar indirir, kaşlarını ile Altınoluk Dergisi tekrarlandı. Fakat Mahmut Hoca kaldırır ve gözlüğünün için 1987’de bir sohonların bu talebini reddetti.” üstünden babacan bir bet yapmıştık. O bize şefkatle bakardı. Biraz öğrencilerinin dersini daha kızacak olsa gözaksatmamak için kızılüğünü fırlatıp atardı.” nın cenazesini bekleten Hüsrev Hocayı anlatmıştı. Kendisi de silgi olmazsa ceketinin kolunu tutup tahtayı silen, evinin ekmeğinden kesip öğrenciye burs bulan, seher vaktinden gecelere kadar şu ülkede bir genç yürekte daha ışık yakmaya çalışan bir insandı.” Kış ağır geçti 18 Ocak 1997 tarihli Zaman Gazetesinde Ahmet Özer Bey, Mahmut Bayram Hocayı şöyle anlatıyor: “Yıkılış asrının insanı oldu. Tamire ihlasla ve muhabbetle koştu. Kış ağır geçti, öldürücü fırtınaların ortasında kaldı. İnayetle nazarını dikti ve inayet gördü. Bir tek çiçeğe bile tahammülü olmayan öldürücü ve yok edici mevsimleri arşınladı.” 19 Ocak 1997 tarihli Türkiye Gazetesinde Ayhan Songar Bey, Mahmut Bayram Hocayı şöyle anlatıyor: “Cenab-ı bana Kur’an-ı Kerim’ini insan- Nisan Çarşafa karşıydı bu adamlar Kitapta ayrıca Prof. Dr. Salih Tuğ’un anlattığı şu anı dikkatimizi çekiyor: 1960 ihtilalinden sonra İstanbul’a Refik Tulga adlı bir general vali olarak atanmış idi. İstanbul’daki bütün müftüleri ve imamları vilayet binasında topladı. Kararları şu idi. İstanbul’daki bütün çarşaflı kadınların çarşaflarını çıkartmak ve yerine kendi tespit ettikleri pardösüleri ve başörtülerini giydirmek. Mahmut Hoca da bu toplantıya çağırılan imamlardan biriydi. Askeri görevli her davetliye birer pardösü ve başörtüsü takdim etti ve çarşaflarının bir şekilde çıkarılacağını yerine pardösü giyileceğini bunun için de ilk önce imam ve müftülerin eşlerinden başlanacağını anlattı. Sıra Mahmut Hocaya gelince ona da bir pardösü uzatıldı ve teklif tekrarlandı. Fakat Mahmut Hoca onların bu talebini reddetti.” 69 Burhan Çocuk Ezanla Alay Eden Çocuk Musa KARACA Arkadaşlar sevgililer sevgilisi peygamber efendimizin dünyaya teşrifleri bu ayda olduğu için her yıl yirmi nisanla başlayan hafta “Kutlu Doğum Haftası” olarak kutlanmaktadır. Peygamber efendimizin doğumu münasebetiyle bu ay O’nu daha çok anmalı ve efendimiz(s.a.s.)in hayatını daha iyi öğrenmeliyiz. Biz de bu sayımızda peygamber efendimizin çocuklara yaklaşımını sizlerle paylaşmak istedik. Resûl-i Ekrem Tâif Muhasarasından Cirâne’ye dönüyordu. Namaz vakti gelince müezzin ezan okumaya başladı. Resûlullah’a karşı büyük bir kin ve düşmanlık besleyen Ebû Mahzûre ile Kureyşli on genç ezan sesini işitince bir yere gizlendiler ve alaylı bir şekilde müezzini taklit ederek yüksek sesle ezan okudular. İçlerinden birinin güzel sesli olduğunu fark eden Hz. Peygamber, onları yanına çağırttı ve kendilerine birer birer ezan okuttu. Hz. Peygamber, en son okuyan Ebû Mahzûre’nin sesini çok beğenerek ona ezanı öğretti; daha sonra namaz vakti gelince elini başına koyup alnını okşadı ve ezan okumasını emretti. Ebû Mahzûre bu emri isteksiz bir şekilde yerine getirdikten sonra Hz. Peygamber ona bir miktar gümüş para verdi ve kendisine dua etti. Gönlü İslâmiyet’e ısınan Ebû Mahzûre orada müslüman oldu ve Hz. Peygamber’den kendisini Mekke’deki Harem-i şerife müezzin yapmasını istedi. Hz. Peygamber bu arzusunu kabul etti ve Ebû Mahzûre, Resûl-i Ekrem’in Mekke’den ayrılmasına kadar Kâbe’de Bilâl-i Habeşî ile birlikte ezan okudu. Ebu Mahzure, ölünceye kadar Mekke’de müezzinliğe devam etti. Kendisinden sonra Mescid-i Haram müezzinliğini oğlu ve torunları yüzyıllarca devam ettirmişlerdir. Peygamber efendimiz öyle merhamet ve şefkat sahibiydi ki ezanla dalga geçen bir çocuğu bile azarlamadan, O’na kızmadan şefkat göstermiş, başını okşamış, yanlışını fark etmesini sağlamıştır. Bu güzel davranışından dolayı önceleri Resûlullah’a büyük bir kin ve düşmanlık besleyen Ebu Mahzûre’nin bu duyguları değişmiş, o duyguların yerini büyük bir sevgi ve saygı almıştır. Öyle ki Ebu Mahzure, Resulullah’ın alnını okşadığı için alnına düşen saçlarını saygısından dolayı hayatı boyunca hiç kesmemiştir. Bil Bakalım Neden? Bir gün anne, baba ve çocukları pikniğe gitmiş, evde hizmetçileri kalmış ve hizmetçi kapının anahtarını halının altına koymuş. Kapıya da “Anahtar halının altında” diye not asmış, hırsız gelmiş kapıyı açamamış, neden? Bülbülü altın kafese koymuşlar ne demiş? İstanbul’un en karanlık semti hangisidir? Tarlada biter, makine diker, sabah kalkınca yüzümü öper. Beşi 5 kuruştan 5 yumurta kaç kuruş eder? Cevaplar:*Hırsızın okuma yazması yokmuş.* Kaç ayar *Karaköy * Havlu *5 Kuruş Unutkan Enes Enes bin Malik, on yaşından yirmi yaşına kadar Hz. Muhammed’in hizmetinde bulunan, günlük işlerine yardım eden zeki bir çocuktur. Çocukluğu peygamberimiz(s.a.v.)in yanında geçen Enes’in peygamberimizle ilgili birçok hatırası vardır. Kendi anlatımıyla, Hz. Muhammed beni çarşıdan bir şey almaya gönderirdi. Ben sokakta oynayan çocukları görünce onlarla oyuna dalardım ve ne alacağımı unuturdum. Sonra sus pus O’nun huzuruna gelirdim. Peygamber efendimiz(s.a.v.) beni böyle mahçup ve ürkek görünce ‘’Ne yapsın Enes, O’nun elinde bir şey yok ki, ona yapacağı işi Allah unutturuyor .” der ve gönlümü alırdı. Yine günlerden bir gün Efendimiz (s.a.v) Enes’i bir işe göndermiş. Enes kendi içinden “Allah’a and olsun ki bu işe gitmeyeceğim.” demiş. Sonra pişman olup bu kararından vazgeçmiş. Efendimiz(s.a.v.)in istediği işi yapmak için yola koyulmuş fakat sokakta oynayan çocuklarla karşılaşınca gideceği işi unutup oyuna dalmış, bir süre sonra bir el onu ensesinden yakalamış. Enes Arkasına dönünce karşısında Hz. Muhammed’i görmüş, Peygamberimiz gülümseyerek: “Enesciğim! Gönderdiğim yere gittin mi?” diye sormuş. Enes: “Evet, ey Allah’ın Elçisi! Şimdi oraya gidiyordum.” demiş. Hz. Muhammed hiçbir şey söylemeden gülümsemeye devam etmiş. Enes yaşlandığında efendimiz(s.a.v.)in yanında geçirdiği o tatlı yılları şöyle hatırlarmış: “Küçük yaşta peygamber efendimiz(s.a.v)in yanına girdim ve tam on sene hizmetinde bulundum. Bana bir defa olsun kızmadı, beni bir defa olsun dövmedi. Yaptığım bir hatadan dolayı “Niçin bunu yaptın?” veya ihmal ettiğim, yapmadığım bir işten dolayı “Niçin bunu yapmadın?” diye azarlamadı. Yüzüme karşı yüzünü hiç somurtmadı. Ahlakın zirvesinde olan Nebi, salât ve selam sana olsun. Yemeğin Buğusu Paranın Sesi Nasreddin Hoca Akşehir’de kadılık vazifesini yürütürken karşısına iki adam çıkmış. Birisi öteden beri cimriliği ile tanınmış bir aşçı, diğeri de boynu bükük bir fakir. Aşçı: Hocam demiş, ben bu adamdan davacıyım. Dükkânın önünde fasulye pişiriyordum. Tencerenin kenarından buğusu çıkıyordu yemeğin. Bu adam elinde ekmekle geldi. Kopardığı lokmaları yemeğin buğusuna tutup başladı atıştırmaya. Nihayet koca bir ekmeği bitirdi. Ondan fasulye buğusunun parasını istedim, vermedi. Nasreddin Hoca anlatılanları dikkatlice dinledikten sonra fakire dönüp: Doğru mu bunlar? diye sormuş. - Evet, demiş fakir adam. - Öyleyse para kesesini çıkar bakalım. Zavallı fakir kadı efendiye karşı gelememiş. İçinde üç beş akçe bulunan para kesesini Hoca’ ya uzatmış. Bu sefer hoca aşçıyı yanına çağırmış. Keseyi kulağına yaklaştırarak şıngırdatmaya başlamış. Sonra da: Haydi demiş aldın işte alacağını. Aşçı: Nasıl olur? diye şaşkınlığını belli etmiş. Paramı vermediniz henüz. Hoca: Fazla uzatma, yemeğin buğusunu satan paranın da sesini alır elbet!