eylül-ekim 2015 düşün dergi

advertisement
eylulekimdergifilm_Layout 1 10.11.2015 14:13 Page 1
ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ
KARŞIYAKA ŞUBESİ TARAFINDAN
İKİ AYDA BİR YAYIMLANIR
EYLÜL-EKİM 2015
ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ
KARŞIYAKA ŞUBESİ ADINA İMTİYAZ SAHİBİ
ŞUBE BAŞKANI
TUNA ARSLAN
GENEL YAYIN YÖNETMENİ VE
SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
TUNA ARSLAN
YAYIN KURULU
M. FEVZİ YILMAZ
MEHPARE ÖZKABAN
ÜMRAN KEBABÇIGİL
VOLKAN ACAR
AYÇIN TANUK
ÖMER BAYRAM
ENİS MUSLUOĞLU
DÜZELTİ
MEHPARE ÖZKABAN - ÜMRAN KEBABÇIGİL
GRAFİK TASARIM UYGULAMA
AYÇIN TANUK
YÖNETİM YERİ
ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ
KARŞIYAKA ŞUBESİ
Bahriye Üçok Mah 1766 Sk. No: 10/3 Yekta Apt.
Karşıyaka / İZMİR
Telefon: 0 (232) 323 40 40
elektronik posta: addkarsiyaka@gmail.com
Yazılarınız için elektronik posta:
adddusundergi@gmail.com
web adresimiz:
www.addkarsiyaka.com
Baskı Yeri:
Kanyılmaz Matbaacılık, Kağıt ve Ambalaj Sanayi Tic. Ltd. Şti.
kanyilmazmat@gmail.com
Baskı Tarihi:
Kasım 2015
Başyazı
Merhaba (Tuna Arslan)...................................................................................................................... 2-3
Editörün Köşesi
Bizden Size! (M. Fevzi Yılmaz) ....................................................................................................... 4
Son Dakika
‘1 Kasım 2015’ ............................................................................................................................................ 5
Ayın Konusu I
Açılım Sorununa Nasıl Yaklaşılmalı? -VI (M. Fevzi Yılmaz) ........................ 6-7
Ayın Konusu II
Kıbrıs Barış Harekâtı ve Sonuçları - II (Tahir Ceyhan) ....................................... 8-9
Ayın Konusu III
Nasrettin Hoca ve RTE (Erdoğan Bakkalbaşı) ............................................................. 10
Ayın Konusu IV
İzmir Yangını (Ahmet Gürel) ...................................................................................................... 11
Ayın Röportajı
Cumhuriyet Öğretmeni Fahriye Çokgürses Çalık’a Merak Ettiklerimizi
Sorduk ....................................................................................................................................................... 12-13
DÜŞÜN’ce
Ütopya ve Eğitim ............................................................................................................................ 14-15
Konuk Yazar
Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı ve Bugünümüz
“Doğruluk, İyilik ve Güzellik Örneği Aydınlık Bir Türkiye İçin Canını
Veren Şehitlerimize Saygıyla!” (Yılmaz Yılmaz)................................................. 16-17
Konuk Yazar
Cumhuriyet Donanması, Ege ve Doğu Akdeniz’de
Barış ve İstikrarın Güvencesidir (Cem Gürdeniz) .............................................. 18-19
Gençlik
Millet, Milliyetçilik Üzerine, Altına, Yanına... (Tamer Özşeker) ......... 20-21
Ekonomi
Dünya Eko-politiğine Bakış (Enis Musluoğlu) .............................................................. 22
Yerel
Dedebaşı Mahallesi Muhtarını Ziyaret Ettik .............................................................. 23
Yerel
Eğitim İş Sendikası 3 Nolu Şubesi’ni Ziyaret Ettik ........................................ 24-25
Cumhuriyet Tarihi
1923-1938 Atatürk Dönemi
Havayolu Ulaşımında Gelişmeler (Ömer Bayram) .......................................... 26-27
Atatürk ve Çevre
Yürüyen Köşk - Unesco Bilgi Dosyamız (Metin Erdoğan) ...................... 28-29
Edebiyat
Çakmaklı’da Bir Akşam... (Hidayet Karakuş) ..................................................... 30-31
Kadın Gözüyle
Bahriye Üçok ve
“Atatürk’ün İzinde Bir Arpa Boyu...” (Mehpare Özkaban) ..................... 32-34
Türk Dili
Dil Bayramı (Ümran Kebabçıgil) ............................................................................................... 35
Kültür Sanat
Türk Devrimi ve Sanat -II (Atilla Eşen) ........................................................................ 36-37
Kitap Köşesi
Sırça Köşk (Ümran Kebabçıgil) .................................................................................................. 38
Anket ...................................................................................................................................................... 39-40
1
eylulekimdergifilm_Layout 1 10.11.2015 14:13 Page 2
MERHABA!..
Temmuz-Ağustos gibi, Eylül ve Ekim ayları da
önemli olayların yıldönümlerini barındırır kendi süreleri içinde. Bu sayıda, açılım olarak tanımlanan bölünme sürecinin geldiği noktayı ve Asya-Afrika ülkelerinden Avrupa’ya gittikçe artan sayıda insanın katıldığı
yasadışı göç olarak adlandırılan, aslında umutsuzluktan
umutsuzluğa doğru kaçış demenin daha doğru olduğu
olguyu ele alacağız.
Ayrılıkçı Kürt hareketinin tarihi Cumhuriyet tarihimizle yaşıttır. Hatta tarihçiler bu süreci daha eskilere
de taşıyabilirler. Biz sorunun Cumhuriyet tarihimize
ait olan dönemini ele alarak ayrılıkçı Kürt hareketlerinin emperyalizm ile bağlantılarını irdeledik.
Kurtuluş Savaşı sırasındaki iç isyanların fikri ve mali
kaynakları İngiliz emperyalizmi ve İngiliz altınlarıydı.
Geçmişteki ve günümüzdeki ayrılıkçı hareketlerin
ortak özelliği; hiçbir menzile ulaşmayacağının yalnızca
ateşe sürülen piyonlar tarafından bilinmiyor olmasıdır.
Bir başka ortak özellik de “yananların” hiçbir kazanç
elde edemeyişleridir.
15 Mayıs 1919’da İzmir’e çıkan Yunan köylüleri,
işgal ettikleri bölgelere uygarlık getireceklerine kendileri de inanıyorlardı. 9 Eylül 1922’de ise Türk
Ordusu’nun önünden bozguna uğramış bir sürü halinde kaçarlarken yaktılar, yıktılar; kadın, çocuk demeden
öldürdüler ve İzmir’e ulaşabilenler uygarlık iddiaları ile
birlikte Ege’de boğuldular.
2015 yılında Amerika’dan rol talep edenlerin bu
durumdan ders almaları gerekmez mi? Bu topraklarda
Amerikan güdümü ile bağımsızlık kazanılamayacağını
bilmemeleri mümkün mü? Asgari akıl, birazcık tarih
bilinci bunların bilinmesini gerektirir.
Petrol zengini Ortadoğu’da büyük ve güçlü devletler istemeyen ABD ve AB ülkeleri, merkezi hükümetlere karşı bazen mezhep, bazen de etnik köken ölçeğinde ayrımcılığı desteklediler. Irak’ın üçe bölünmesi
planı, Suriye için öngörülen senaryolar bunların
örnekleridir.
1984 yılında silahlı eylemlere başlayan PKK,
1990’da askeri anlamda yenilgiye uğramış, Birinci
Körfez Savaşı ile yeniden yaşam alanı bulmuştur. Bu
dönemde Türkiye, 36. paralelin kuzeyinin Irak
Ordusu’na yasaklanmasını desteklemiş ve Çekiç Güç
uygulaması ile PKK’nın ABD tarafından büyütülmesine
seyirci kalmıştır.
1991-2002 döneminde PKK ile süren mücadelede
gene askeri başarılar elde edilmiş, ancak sosyal ve
ekonomik politikalar ile desteklenmeyen bu mücadele
emperyalistlere müdahale zemini sağlamıştır.
2
2003 yılına gelindiğinde, yani AKP hükümetlerinin başlangıcında, PKK neredeyse
dağılmış, teslim olmuş
durumda iken, “Büyük
Tuna ARSLAN - Şube Başkanı
Ortadoğu
Projesi
Eşbaşkanlığı” görevi nedeniyle yeniden diriltilmiştir.
İkinci Körfez Savaşı ve Irak’ın emperyalistlerce işgal
edilmesi ile PKK güçlendirilmiş ve bu süreç terör
örgütünün lehine gelişmiştir. Avrupa Birliği’nin hiçbir
zaman gerçekleşmeyecek tam üyelik için Türkiye’den
istedikleri ile PKK’nın talepleri örtüşmektedir. AKP
hükümetlerinin de “Batı” ile iyi geçinip bunları karşılayacak yasal düzenlemeleri gerçekleştirmek gibi bir
başat görevi olduğu göz önüne alındığında, durumun
Türkiye açısından vehameti ortaya çıkmaktadır. Bu
adıyla sanıyla bir bölünme sürecidir, üstelik de celladımız tarafından “kendi rızamızla” bize uygulattırılmaktadır.
2007 yılı, Ergenekon tertibi ile birlikte yeni bir
sürecin başlangıcıydı. Koşullar olgunlaşınca başlatılan
Ergenekon, ardından Balyoz, Askeri Casusluk gibi
davalar, 4 Temmuz 2003’te müttefikimiz ABD tarafından Türk Ordusu’na karşı gerçekleştirilen “çuval olayının” devamı niteliğindeydi. 2003 yılında Amerika’nın
Bağımsızlık Günü’nde Irak’ın Süleymaniye kentinde
askerlerimizin başına geçirilen çuval çıkartılamasın
diye başlatılan davalar, ABD-Fethullah Gülen CemaatiAKP işbirliği ile kotarıldı. Bugün “aldatıldığını” söyleyen Tayyip Erdoğan, o günlerde davanın savcılığını üstlenecek kadar işin içindeydi. Bugün FETÖ (Fethullah
Gülen Terör Örgütü) diye adlandırılan cemaat ile kol
kola idiler.
Rüzgarın ABD’den yana estiği o günlerde delilsiz
içeri atılan aydınları, subayları savunmak cesaret işiydi.
Ancak, o cesaret Türk Milleti’nin desteğini alınca
davalar çöktü. Tayyip Erdoğan, 2008’de savcılığını üstlendiği davada cemaat tarafından aldatıldığını 2015
yılında idrak etti. Dengeyi bozan gelişme ise “Gezi
Direnişi” oldu. Cemaat-AKP ortaklığı Türk Milleti’nin
diktatörlüğe isyanı karşısında dağıldı.
Aslında Tayyip Erdoğan “aldatılmaya müsait” bir
kişiliğe sahip. Kısa bir süre önce de PKK’nın çözüm
sürecinde kendilerini aldattığını söyledi. Türk filmindeki genç kız aldatıldığında durum kendisi ve ailesi için
bir dram olur, ancak Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı
aldatıldığında tüm ülke için bir trajedi oluyor.
2013 yılına gelindiğinde, PKK’nın silahları bırakıp
eylulekimdergifilm_Layout 1 10.11.2015 14:13 Page 3
Türkiye’yi terk etmesi karşılığında yeni bir “aldatılma”
süreci başlatılacaktı. PKK ne silah bıraktı ne de ülkeyi
terketti. Bu dönemi MİT yetkilisinin ifadesine göre
“şehirleri silah deposu haline getirmek” için değerlendirdi. Bugün askerimizin, polisimizin kanına giren,
yerin iki metre altına gömülmüş ve üzeri yerel belediye tarafından üç kez asfaltlanmış “uyuyan bombalar” o
dönemin eseri. Açılım denilen sürecin ülkenin yıkıma
uğratılıp bölünmesi anlamına geldiğini yurtseverler yıllardır söylemekteydi, ancak açılım cephesi “barış” gibi
sihirli bir kavramla, “analar ağlamasın” gibi kimsenin
reddedemeyeceği bir söylemle milleti aldatmayı sürdürdü.
Amerikan güdümündeki kumpas davalara karşı
direnen, Gezi’de Tayyip’e dünyayı dar eden Türk
Milleti, bu sürecin devamında 7 Haziran seçimlerinde
AKP’nin 2002’den beri süren tek başına iktidarına son
verdi. Öte yandan, bunu sağlamak uğruna PKK meclise sokuldu. Bu sefer “aldatılanlar” 2010 referandumundan tanıdığımız “Yetmez ama evet”çilerdi.
Bölünme sürecinin devamı uğruna, ancak görüntüde
demokrasi ve barış adına bölücülerin siyasi kimliklerinin pekiştirilmesi gerekmekteydi.
Ortaya çıkan aritmetik tam bir iktidarsızlık durumu
olunca ve ABD-AB-TÜSİAD takımının istediği büyük
koalisyon da kurulamayınca, 80 milletvekilliği kazanan
bölücü örgüt, açılım sürecinde gerçekleştirdiği “birikim”in sonucunu alabileceğine inandığından olsa gerek
harekete geçti. Daha doğrusu Tayyip Erdoğan’ın “açılım ortaklığı” sona erdi. Daha önce, Türk Ordusu’na
karşı birlikte yürüttükleri “kumpas ortaklığı”nı bozmak zorunda kalan ve cemaatin ne kadar tehlikeli bir
örgüt olduğunu farkeden (!) Tayyip Erdoğan bu kez de
PKK’nın içyüzünü farkederek kendisinin de ne kadar
milliyetçi olduğunu anımsadı. 2013 yılında “Her türlü
milliyetçiliği ayaklarının altına almış bir iktidarız,” diyen
bu kişi, 2015 yılında “döndü.” Meclisten bir hükümet
çıkmayınca, daha doğrusu Tayyip Erdoğan bir hükümet kurulmasına izin vermeyince, anayasa gereği seçimin yenilenmesi gündeme geldi.
Bu anlatılanlardan, ülkemizdeki gelişmelerin tamamen ABD-AB gibi güçler ya da Tayyip Erdoğan’ın istek
ve çıkarları doğrultusunda gerçekleştiği sonucu çıkarılmamalıdır. Denklemin başka unsurları da var.
Ergenekon’u, Balyoz’u püskürten, Gezi’yi gerçekleştiren yukarıdaki güçler değil Türk Milleti’nin ta kendisidir. Kumpas davalar ve açılım sürecinde eli kolu bağlı
gibi gözüken, kısmen de öyle olan Türk Ordusu’nun,
NATO’cu özelliğinin yanında, “Türk Milleti’nin
Ordusu” olduğu da bir gerçektir ve bugün öne çıkan
yönü de budur.
PKK terör örgütüne karşı yürütülen mücadelenin
kimleri rahatsız ettiğine bakmak, durumun anlaşılmasını kolaylaştıracaktır. Aynı ekip karşımızda: ABD-ABTÜSİAD. “Silahlar susmalı ve ‘taraflar’ hemen barış
görüşmelerine başlamalı.” Yani, Türk Ordusu, ya da
Türkiye Cumhuriyeti Devleti bir tarafta, PKK da karşı
tarafta. Başka bir söylemle eşit düzeyde güçler.
“Analar ağlamasın” diyerek şu kısa süreçte 100’den
fazla şehit vermemize yol açanlar şimdi de PKK’yı
içine düştüğü durumdan kurtarmak için “Barış, hemen
şimdi!” gibi cümle yapısı bile Türkçe olmayan bir slogan atıyorlar ortaya.
PKK bir terör örgütü müdür? Yanıtınız evet ise
ikinci soru: Terör örgütü ile nasıl mücadele edilir?
Bunlar, üzerinde varsayımlar üretilecek karmaşık
sorular değil. Çözüm, açılım; adı her neyse, bizce ihanet sürecidir. Bu süreçte PKK güç kazandı ve “demokratik özerklik” ilan edeceği bölgelere kadro ve silah
yığdı. Askerin ve polisin kışlaya ve karakola kapatıldığı
dönemde belirli noktalara “uyuyan bombalar,” yerleştirdi. Başka bir deyişle “Tayyip Erdoğan’ı kandırdı.”
Ancak Türk Milleti’ni kandıramadı.
Bu mücadelede, takınılacak tutum kimin hangi safta
olduğunun göstergesidir. Ya, Türk Milleti’nin ya da
ABD’si AB’si vb. ile tüm emperyalist güçlerin yanındasınızdır. Arada bir yer yoktur.
Yazının başından beri ülkemize yöneltilen emperyalist saldırıyı anlattık. Bizi bölemediler, bölemeyecekler. Ancak, bunu başardıkları ya da bu konuda önemli
kazanımlar sağladıkları ülkeler de var; Libya, Irak,
Suriye bu durumu en yakıcı biçimde yaşayanlar.
Bu ülkelerdeki karışıklıklar ve merkezi hükümetin
gücünün azalmış olması nedeniyle can derdine düşmüş
olan insanlar, doğru bir tercih olup olmadığı ayrı bir
konu, çareyi “uygar” Avrupa’ya kaçmakta buluyorlar.
Deniz yoluyla kaçışlarda yaşanan trajediler ve son
olarak Aylan bebeğin karaya vurmuş cesedi
Avrupa’nın da vicdanını yaraladı. Ancak kurumsal olarak değil, bireysel olarak. Avrupa Birliği içişleri bakanları 160 bin göçmeni paylaşma konusunda anlaşamadı.
Emperyalist vicdan böyle bir şey işte. Ülkeleri karıştır,
yakılıp yıkılmasın neden ol, elbette özgürlük, demokrasi vs. adına, kundakladığın evden kaçanlara sırtını
dön.
Türkiye, olarak vatandaşları yasa dışı göçe mecbur
kalan bir ülke olmak istemiyorsak, yazının başından
beri anlattığımız emperyalist saldırıyı püskürtmeliyiz.
Bunun yolu da; sahte barış çağrılarına kanmamak ve 7
Haziran’daki hataları tekrarlamamak, PKK ile değil
PKK’ya karşı mücadele edenlerle birleşmekten geçiyor.
3
eylulekimdergifilm_Layout 1 10.11.2015 14:13 Page 4
BİZDEN SİZE!
Dergimiz yayın hayatına 8. sayısıyla devam ediyor. İki ayda
bir yayımlanan dergimizin günceli yakalamakta geç kaldığı
söylenebilir. Bu doğal sayılmalıdır. Yaşanan iç ve dış siyasi
gelişmeler, ilk kez halkın yaşam biçimini güçlü bir şekilde etkilemeye başladı. Gündem değişimi o kadar hızlı ve köşeli
olmaya başladı ki, toplum bilimcilerin de şaşkınlıklarını açıklamakta zorluk çektiklerini okuyor, görüyoruz. Bunun en
yakın örneği; 7 Haziran seçimleri hiçbir siyasi partiye tek
başına iktidar olanağı tanımadığı halde, sadece 5 ay sonra aynı
seçmen, bir siyasi partimizi yaklaşık %49 gibi önemli bir oranla iktidar yaptı. Ülkemiz için önemli bir deney olan bu seçimin sonuçlarının analizini uzmanlarına bırakarak diğer gelişmelere ve dergimizdeki yazılara göz atalım.
İsviçre’de bir konferansta “Ermeni soykırımı emperyalist
bir yalandır” sözü nedeniyle İsviçre tarafından cezaya çarptırılan Vatan Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek, davanın kararını Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne taşımıştı. 28 Ocak
2015 tarihindeki AİHM temyiz duruşmasından sonra karar,
yaklaşık 9 ay sonra 15 Ekim Perşembe günü verildi. AİHM
verdiği kararda Doğu Perinçek’i haklı buldu. İfade özgürlüğünün hangi sınırlara dayandığını gösteren tarihi dava Türkiye ve
Avrupa açısından büyük önem taşıyor. Verilen karar sonucunda İsviçre’nin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 10. maddesinde yer alan ifade özgürlüğünü ihlal ettiği AİHM yargıçlarının 7’ye karşı 10 oyuyla karara bağlandı. İsviçre davayı kaybetti. Ayrıca kararda 1915 olaylarının Yahudi soykırımına benzetilemeyeceğine vurgu yapıldı. Bu karar sadece Sayın
Perinçek’in kazanımı değil, Türkiye’nin kazanımıdır. Bu dava
sonucuyla Avrupa’da artık Türkleri soykırımcı olarak suçlayamayacak. Bu başarıda yıllardır bizlerle aynı düşünceyi savunan
Avrupa ADD şubelerinin de payı büyüktür.
ADD Karşıyaka Şube Başkanı Tuna Arslan, başyazısında,
Kürt sorununun son yüz yılını, siyasi gelişmeleriyle birlikte
özetlemiş. 1 Kasım’da yenilenen seçimlere de damgasını
vuran, kimilerine göre sürpriz olan Kürt sorununun kavranmasına katkı sağlayacak bir başyazı olmuş.
Her iki seçim öncesi ve sonrasında açılım sorunu üzerinde çok konuşuldu. Siyasi iktidar birinci seçimi, açılım yüzünden kaybetti, ikinci seçimi ise yine açılımı bitirdiği için kazandı. İktidar partisi halkın bu konudaki tepkilerini iyi analiz
etmişe benziyor. M. Fevzi Yılmaz, “açılım” sorunu üzerine
yazmaya devam etti. Yedi sayıdır devam eden “Açılım
Sorununa Nasıl Yaklaşılmalı” yazısı bir tefrikaya dönüştü.
Ülkemizin, hem iç siyasi hem de dış politik gelişmelerinin itici
gücü olan Kürt sorunu; genetik değişime uğrayan virüs gibi
akıl almaz bir hızla tüm sorunları baskılayarak gündemde kalmayı başarıyor. Hele Rusya’nın Suriye’ye müdahalesi ile uluslararası bir sorun olarak bundan sonra da gündemi örmeye
devam edeceğe benziyor. Bu gelişmeleri M. Fevzi Yılmaz
değerlendirdi. Bu konudaki görüş ve eleştirileriniz ufkumuzu
açacaktır.
Erdoğan Bakkalbaşı engin siyasi birikimiyle, anlattığı
4
Nasrettin Hoca fıkrasıyla
iktidara ince bir gönderme yapmış, keyifle okunuyor.
Cem Gürdeniz, Türk
Donanması’nın Ege ve
M. Fevzi YILMAZ - Orm. Yük. Müh.
Akdeniz’de barış ve istikrarın güvencesi olduğunu
yazıyor. Tarihi ve acı olaylarla örneklediği yazısında, bilimi ve
aydınlanmayı öncelemeyen ulusların dramatik olaylarla sarsılmasının kaçınılmaz olduğunu belirttikten sonra, denizciliğin
yurt savunmasında asla hafife alınamayacağını vurguluyor.
İlginç, ilginç olduğu kadar da her yurtsever aydının bilmesi
gerekenleri anlatıyor.
Dergimizin düşünce sayfasında “Barış ve Ütopya” konu
ediliyor. Günümüzde sıkça, önü arkası kestirilmeden kullanılan barış kavramı da değişime uğramış, artık herkesin bir
“Barış’ı” var. Platon’un “Devlet”, Campanella’nın “Güneş
Ülkesi”, More’nın “Ütopya” ve Bacon’un “Yeni Atlantis” i
gibi ütopya geleneğinin temel eserlerinde savaşın reddi veya
barışın reddi yerine mutlak bir barışın konulması düşüncesinin yer almadığı veya çok az olduğu saptaması yapılıyor.
Böyle bir yazının dergimize giriş zamanlaması oldukça ilginç.
Ekonomide Enis Musluoğlu’nun değerlendirmelerinin
yanısıra, milliyetçi akımları Tamer Özşeker’den İzmir
Yangını’nı Ahmet Gürel’den, Kıbrıs’ın önemini Tahir
Ceyhan’dan, Dil Bayramı’nı Ümran Kebapcıgil’den, Hava yollarını Ömer Bayram’dan okuyacağız. Aydınlanma şehidimiz
Ahmet Taner Kışlalı’yı Yılmaz Yılmaz büyüğümüz anlattı.
Bahriye Üçok’u kadın gözüyle köşesinde Mehpare Özkaban
anlattı. Yine unutmadıklarımız; Turan Dursun, M.Suphi
Gürsoytrak, Oktay Akbal ve yeni kaybettiğimiz Levent
Kırca’nın kısa da olsa yaşam öykülerini bulacaksınız.
Şair ve yazar Hidayet Karakuş’un yazısı hem bizler hem
de, kendisi de yazarlarımızdan olan, Gündüz Öğüt ve ailesi
için hoş bir sürpriz barındırıyor. Öğüt ailesine imrenmemek
ne mümkün. Hidayet öğretmenimizin kaleminden okumanın
keyfi ayrı.
Metin Erdoğan’ın büyük özveriyle ve beceriyle yürüttüğü
ve şimdi de Avrupa kamuoyuna taşıdığı “Yalova-Yürüyen
Köşk” mücadelesini imrenerek izliyoruz. Yazısı, bizleri işin
hukuki boyutu konusunda bilgilendirmesi bakımından önemli ve yararlı.
Attila Eşen, “kitabı olan” bir üyemiz. Geçen sayıda birinci bölümünü yayımladığımız Türk Devrimi ve Sanat yazısının
ikinci bölümünü bu sayıda okuyacaksınız.
Görüldüğü gibi yerelde yayın yapan “DÜŞÜN” dergisi
gerek içerik gerek biçim olarak derneğimizin değerli üyelerine, yine kendi üye kitlesinin kalitesini yansıtacak biçimde hizmet etmeye çalışıyor. Elbette eksiklerimiz var, sizlerin destek
ve çabalarıyla daha iyi yayınlar yapacağımız aydınlık ve güzel
günlerde buluşmak dileğiyle esen kalın.
eylulekimdergifilm_Layout 1 10.11.2015 14:13 Page 5
“1 KASIM 2015”
Düşün Dergi’nin bu sayısını biraz da 1 Kasım milletvekili seçiminin sonucunu görebilmek için geciktirdik. Seçimden önce genel kanı beş aylık bir sürede, 7
Haziran seçimine göre çok farklı bir sonucun çıkmayacağı şeklindeydi. Dahası, bu o kadar güçlü bir olasılık
olarak görülüyordu ki, üçüncü bir seçimin ülkeyi yıkıma götüreceği tartışmaları bile başlamıştı.
Ancak, ortaya AKP’nin bile beklemediği bir sonuç
çıktı ve beş aylık aradan sonra AKP yeniden tek başına iktidar oldu. Şimdi Tayyip Erdoğan, hükümeti
kurma görevini Davutoğlu’na verecek ve kuramsal
olarak 2019 yılına kadar sürecek olan yeni bir AKP
hükümeti ile karşı karşıya kalacağız.
Sonuç neden böyle oldu? Bu kadar kısa süre içinde
seçmenin tercihi nasıl bu kadar büyük bir değişikliğe
uğradı? Bunlar, geçtiğimiz hafta içinde çok tartışıldı ve
bir süre daha tartışılacak gibi görünüyor.
Biz, yarım kalan Atatürk Devrimi’ni tamamlamak
görevini üstlenenler olarak bu durumdan ne gibi dersler çıkaracağımızı ve önümüzdeki görevlerin neler
olduğunu tartışmalıyız.
Öncelikle görüldü ki terör örgütü PKK, kağıttanmış, üstelik kaplan da değilmiş. Türk Ordusu’nun
kararlı tutumunun yüreklendirdiği bölge insanı,
PKK’nın “bizim” dediği bölgenin “onların” olmadığını
ortaya koydu. Yurtdışında kullanılan oylar olmasa
PKK’nın siyasi kanadı olan HDP barajın altında kalacaktı. PKK terörünü yaşayan ve bundan zarar gören
seçmen, Türk Ordusu’ndan ağır darbe yiyen bölücülere oy vermedi. Olayların uzağında olan ve
PKK/HDP’yi özgürlük savaşçıları olarak gören yurtdışı oylarının sahipleri ise desteklerini sürdürdüler.
Demek ki, insanımızdan umudumuzu kesmeyeceğiz. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da yaşayan yurttaşlarımız, açılım adı verilen süreçte kendilerini PKK ile
başbaşa buldukları için çaresiz o güce boyun eğdiler.
Ancak, devlet gücünü ortaya koyunca kendilerini
PKK’dan soyutladılar. Çünkü, PKK en çok kendilerini
mağdur ediyor, ticareti engelliyor, yaşamı çekilmez
hale getiriyordu.
Ülkenin geri kalanında da benzer bir durum gerçekleşti aslında. Halk güçlü gördüğü ve geleceğe ilişkin
söylemi olduğunu düşündüğü partiye oy verdi.
Yakın geçmişte iki büyük felaketin yaşandığı iki ilçemizde Soma ve Ermenek’te 1 Kasım’da yapılan seçimde AKP’nin kazanması şaşırtıcı değil midir? Tarihimizin
en büyük maden faciasının yaşandığı Soma’da AKP’nin
1 Kasım’daki oy oranı % 49,7; Ermenek’te ise % 51.
Her iki yerde de henüz davalar sürüyor ve madenle-
rin sahipleri ile AKP hükümeti arasındaki ilişki açık
seçik ortada. Bu durumu nasıl açıklayabiliriz?
Sosyoloji, ekonomi vs. bilimler buralarda yetersiz kalır.
Bu tablonun en özlü açıklaması vatandaşın seçeneksizlik karşısındaki çaresizliğidir. Durumdan memnun değil
ama, karşısında başka bir seçenek de göremediği için
alışkanlıklarını sürdürüyor. Daha doğrusu sürdürmek
zorunda kalıyor. Ondan sonra da aydınlarımız alıyor
sazı; “celladına aşık olma durumu”, “Aziz Nesin az bile
söylemiş,” vb.
Suçu halka atınca, yani mevcut durumun suçlusunu
bulunca da rahatlıyoruz. “Bunlar adam olmayacağına
göre” mücadele etmeye de gerek yok.
Oysa aydın olmanın temel koşulu eğitiminizin
düzeyi, bilgi birikiminiz gibi şeyler bir yana, halka
güvenmektir. Atatürkçü olmanın temel koşulu ise
halka güvenmekten öte, onu harekete geçirebilmek, o
güveni verebilmektir. Atatürk öyle yaptı ve başardı. O
kadar çaresizlik ve olumsuzluk içinde tutunabileceği
en küçük olumluluğu değerlendirdi. En umutsuz gibi
görünen durumda bile karamsarlığa kapılmadı.
Kendisine “hayalperest” ve “maceracı” diyenlere
aldırmadı. Anadolu insanının içindeki cevhere inandı
ve kazandı. Kendisi için değil, halkı için mücadele etti.
Ümmetten millet yaratmanın yolunu buldu.
2015 yılında, 1919’un koşullarının geçerli olup
olmadığı gibi bir tartışma da sürdürülebilir. Kuşkusuz
koşullar farklılıklar göstermektedir, ancak temel kural
aynıdır: Kendine ve halka güven!
Doğru olanın benimsenmesi hiçbir zaman kolay
olmamıştır. Çünkü doğru, yanlışı, yanlıştan çıkarı olanları yenmek zorundadır. Üstelik iktidarda olan yanlış
her zaman örgütlüdür. Doğrunun kazanabilmesi için
örgütlenmesi ve mücadele etmesi gerekir. Bu yapılmazsa, doğru sırf doğru olduğu için kendiliğinden
kazanmaz. Gereken koşulları yaratamayan doğrunun
kazanması ertelenir, ancak bu doğrudan vazgeçmeyi
gerektirmez.
O halde karar verelim. Biz doğruyu temsil ediyoruz. Üstelik tarihimizde bir örnek de var. Atatürk’ün
yaptığı gibi yapacağız. Çok çalışacağız, kendimize güveneceğiz ve sonunda kendimizle öğüneceğiz. “Biz adam
oluruz” diyeceğiz. Aksini söyleyeni içinde bulunduğu
“aydın karamsarlığından” kurtarmaya çalışacağız.
Olmazsa yolumuza onsuz devam edeceğiz. Biz başardıktan sonra ışığı gören gelecektir.
2015 yılının Kasım ayındaki durum geçicidir çünkü
yanlıştır. Doğruyu egemen kılmak için Atatürk gibi
yapmamız gerekmektedir.
5
eylulekimdergifilm_Layout 1 10.11.2015 14:13 Page 6
AÇILIM SORUNUNA NASIL
YAKLAŞILMALI? (6)
M. Fevzi YILMAZ
Bölgemizde köşeye sıkıştırılmış
yalnızlaştırılmış bir Türkiye yok,
bölgemizde artık Rusya, Suriye, İran,
Irak da var. Bundan sonra işler
bu dengeler üzerinden yürüyecek,
denklemler yeniden buna göre
kurulacak.
ABD ve AB ile birlikte Türkiye’nin komşusu
Suriye’nin iç işlerine müdahale etmesinin üzerinden
yaklaşık dört yıl geçti. Başlangıçta iki gün içinde
Suriye’nin dize getirileceği ve Başer Esad’ı iktidardan
uzaklaştırılabileceği düşünülüyordu. Gerçek durumun
bu olmadığı kısa bir zaman sonra ortaya çıktı. Başer
Esad’ın iktidardan uzaklaştırılması, Rusya’nın
Akdeniz’de tek deniz üssünün Suriye’de olması,
Ortadoğu’yu ve dünya siyasi dengelerini değiştirecek
önemdedir. Rusya’nın bu bölgedeki siyasi gelişmelere
ilgisiz kalması düşünülemezdi.
Emperyalist sistemin egemen olduğu alanlarda,
etnik ve mezhepsel gruplaşmalar siyaseti sınırlayan,
esnekliği yok eden olgulardır. Emperyalizme bağımlı
olan ülkelerin “yönetişim” denilen aygıtın içindeki
yönetim kadrosu da bu ağın bir parçasıdır. Uluslararası
sermaye ve çıkar gruplaşmaların davranışlarını standart, sınırlayıcı ve kısıtlıdır. Kalıplaşmış siyasetlerin dışına çıkmak, “hizadan çıkmaktır”. Bunun yerine; vatan
savunması, ulusal çıkarları önceleyen halkçı temel yaklaşımlar, siyaseti zenginleştirir. Bu yaklaşım demokratik
bir ortam yarattığı gibi, ulusal ve sınıfsal çıkarlara göre
ideolojik olarak karşılıklı pazarlık ve ödünler de siyaseti esnekleştirir. Bu kurala göre; Türkiye kendi öz iradesiyle bir Suriye politikası yürütemedi. Emperyalist ülkelerin iradesi ve yönlendirmeleri Türkiye’yi geri dönülmez bir noktaya sürükledi.
TSK, NATO ve batı ittifaklarını sorgulamaya başladığında, yani “hizadan çıktığında”; Ergenekon, Balyoz,
Kafes, tertipleriyle karşılaştı. Bunların hepsi çöktü. Yedi
Haziran (2015) genel seçim sonrasında, “Açılım” programının devamını isteyen siyasi partiler, mecliste
çoğunluğu elde etmiş olmalarına karşın, bir koalisyon
hükümetinde buluşamadılar. Ülkemiz artık düzenin
içinde kalarak, sorunlara çözüm bulamıyor.
6
Cumhurbaşkanı; “Türkiye’de yönetim sistemi değişmiştir, sıra fiili durumu, yeni anayasa ile hukuki çerçevesini, güçlendirmektir” biçiminde konuşabiliyor. Bu
ifade, ülkenin yönetilmez durumunun en üst makamdan seslendirilmesidir. 7 Haziran seçimleri sonrası yalnız ülkemizi değil, bölgemizi ve dünyayı etkileyecek
yeni bir sürece girilmiştir. ABD’nin, yetkilerini Irak
savaşı yenilgisinden sonra Pasifik’te karşılaştığı sorunları çözmek üzere, kısa bir süre bölgemizle doğrudan
ilişkilerini vekâleten yürüten bölücü terör örgütlerine
kısmen bıraktığı anlaşılıyor.
Türkiye kimle savaşıyor?
Komşumuz Suriye’nin iç işlerine, ABD’nin tetiklemesiyle, burnumuzu sokmamız, hesaplanması gerekirken özensiz ve ilkesiz yapılan dış politika atakları
yüzünden ülkemiz ayrılıkçı terör örgütleriyle karşı karşıya kaldı. Güney sınırımızda sadece Suriye yok, güney
sınırımızda IŞİD, PYD, PKK, ÖSO var artık. Otuz yıldan beri Türkiye PKK denilen ayrılıkçı terör örgütüyle
mücadele ediyor. Binlerce insanın hayatına, milyarlarca
dolar kaynak israfına mal olan, adı konmamış iç savaşın
tarafı “meğer “ABD’nin kara ordusuymuş! İnsana şaka
gibi geliyor. Değil mi? Bunu bile bile İncirlik Hava
Üssü’nün ABD’ye veya NATO Hava Kuvvetleri’ne açılmasının anlamı nedir? Bunu birilerinin anlatması gerekmiyor mu? Üstelik PYD silahlı gücünün 20.000 kişiye
çıkarılması bekleniyor. ABD kara kuvvetlerinin sayısını
570.000’den 420.000’e düşürerek bu açığı, PKK, PYD,
IŞİD ile doldurmaya çalıştığı anlaşılıyor. Olayları anlamak için çok büyük strateji uzmanı olmaya gerek var
mı? Normal gazete haberlerini, olayları alt alta koyun
ortaya çıkan tablo bize her şeyi anlatıyor.
TSK 24 Temmuz 2015 tarihinden beri PKK kamplarına ve bazı sığınaklarına hava akınları yapmaktadır.
Bazı çevreler, bunu “saray harekâtı” veya HDP’i baraj
dışında bırakma eylemi olarak göstermeye çalışmaktadırlar. Bu çevreler, Türkiye’de olayların boyutlarını
göremiyor veya kasıtlı olarak TSK’ne karşı yürütülen
psikolojik savaşın bilmeyerek bir parçası oluyorlar.
Ordu adına gazetelerinde “Niçin Ölüyoruz “ manşeti
atanların, veya “barış”ı dillerinden düşürmeyenlerin
kimle, nasıl barış sorusunu yanıtlamaları gerekir.
Bağımsız egemen bir devletin terör örgütüyle masaya
oturup barış anlaşması yapmak mı kast ediliyor?
“Halkların Demokrasi Partisine (HDP) oy ver, AKP
iktidar olamasın!“ söyleminin “AKP iktidar olamasın”
eylulekimdergifilm_Layout 1 10.11.2015 14:13 Page 7
bölümü birçok insana hoş gelebilir. Ancak oy verme ve
propaganda sürecinde taktik anlamda bir söylem olduğu düşünülebilir. Oysa Türkiye’nin terör sorunu stratejik sorundur, taktik manevralarla karşılanamaz. Üstelik
insanların kafasını karıştırmaktan öteye de bir anlam
taşımaz. AKP gidince terörün de biteceği inancı vardır.
Terörün AKP tarafından azdırıldığı doğrudur; ancak
AKP giderse terör biter anlayışı doğru değildir. Çünkü
terörün kaynağı ABD emperyalizminin Büyük
Ortadoğu projesinde somutlaşan, bölgenin siyasi coğrafyasını yeniden düzenleme isteğidir.
Dengeler yeniden kurulacak
Eşzamanlı olarak, yine başta ABD, NATO, AB, özellikle Almanya, çözüm sürecinin yeniden başlaması için
çok gayret ettiler. Hatta ABD acilen hava harekâtının
durdurulmasını istedi ve Türkiye’yi tehdit ettiler.
CIA'nın Türkiye uzmanlarından Henri Barkey,
Türkiye'yi açık açık tehdit etti.” ABD ile Türkiye'nin
Suriye politikalarının farklı olduğunu” belirten Barkey,
bu durumun ABD'yi rahatsız ettiğini söyledi. Ne de
olsa “Kara Kuvvetleri” zarar görmekteydi! Artık ortak
düşman “TC” değil mi? Oyun artık açık oynanıyor,
ABD, Alman füzeleri saklanmıyordu. Bu ortamda
Suriye’nin isteği üzerine Rusya oyuna dâhil oldu ve
ayrılıkçı terör örgütlerinin karargâhlarını bombalamaya
başladı. Elbette bu müdahale yani bir ülkeye yabancı
askeri müdahale tercih edilen bir durum değildir.
Ancak uluslararası hukuk Suriye’de, ABD ve Türkiye
tarafından daha önce ihlal edilmişti. Üstelik Suriye’nin
isteği üzerine yapılan müdahale uluslararası hukuka da
uygundu. Türkiye’nin ve ABD‘nin itiraz edecek halleri
yoktu. Suriye’nin toprak bütünlüğüne hizmet eden bu
müdahale başta ABD ve PKK olmak üzere birçok ülke
ve örgütün tepkisini çekti.
Terörün tırmanışı, çözüm süreci açmazı ve dış politika açmazı ile birlikte geldi. Bu iki sürecin eş zamanlı
olarak iflası aynı zamanda ABD’nin bölgemizdeki politikalarının da çöktüğünü gösteriyor. Bölgemizde köşeye
sıkıştırılmış, yalnızlaştırılmış bir Türkiye yok.
Bölgemizde artık Rusya, Suriye, İran, Irak da var.
Bundan sonra işler bu dengeler üzerinden yürüyecek,
denklemler yeniden buna göre kurulacak. Aylardan
beri bu sayfalarda gerek terör sorununun çözümü
gerekse bölgeyi yeniden düzenlemeye çalışan büyük
projelerin şerrinden korunmanın yolunun, bağımsız
ülkelerin milli birliklerini ve toprak bütünlüklerini
korumalarından geçtiğini anımsatmaktayız.
Açılımın sonu ne olacak?
Yaklaşık dört yıldan beri devam eden süreç 7
Haziran seçimlerinden sonra bitme noktasına gelmiştir. Suruç’ta canlı bombanın patlaması sonrası karşılık-
lı suçlamalar, güvenlik güçlerine suikast düzenlenmesi,
Dağlıca katliamı ve diğerleri, TSK’nin terör kamplarına karşı hava harekâtı, gerginliği doruk noktasına
çıkarmıştır. Bu kısa fakat kanlı süreçte ortaya çıkan
gerçek: PKK barış sürecini KCK denen devletleşme
süreci olarak kabul etmiş, Güneydoğu Anadolu bölgesi kentlerini ve kırsal alanını iç savaşa hazır hale getirecek silahlarla donatmıştır. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin
24 Temmuz’da başlattığı operasyonlar devam etmektedir. Daha bu hareketin ilk günlerinden beri PKK
büyük kayıplar vermiş, ona bağlı siyasi ve sivil toplum
kuruluşları yeniden barış sürecin başlamasını istemişlerdir. Çünkü PKK tüm kazanımlarını bu sürece borçlu olduğunun ayırdındadır.
102 yurttaşımızın öldürüldüğü 10 Ekim Ankara patlamasından sonra, bu kanlı eylemi “hangi örgüt yaptı”
tartışmaları kamuoyunu meşgul etti. Klasik bir söylem
olarak kimin yaptığı değil, kimin işine geldiğidir. Ancak
olay sonrası Kandilin “Bize bir saldırı olmadıkça, eylem
yapmayacağız” açıklamasının (ki şu ana kadar uyulmamıştır) sorgulanması gerekir. Bunun yanında,
Amerika’nın Sesi’ne konuşan Barkey, saldırıyı IŞİD'in
yaptığını, ancak üstlenmeyeceğini söyledi. Barkey,
"Herkes biliyor bunu IŞİD’in yaptığını, ama açıklık
getirmeyerek hem kendi mesajlarını vermiş oluyorlar
hem de istediklerine ulaşıyorlar" dedi. Ancak bu patlama sonucu çözüm sürecinin yeniden başlamasını
zorlayıcı bir mesaj varsa, bunun Türkiye’nin yararına
olmadığı görülüyor. Ayrıca PKK’ya yapılan operasyonlar neden IŞİD’i rahatsız etsin? Bize göre buradan
çıkan sonuç; çözüm sürecinin devam etmesi, PKK ve
PYD’nin büyümesine katkı sağlıyor. Bu sürecin bu
şekilde devamında Türkiye her geçen gün kan kaybediyor; barış değil, bölünme süreci hızlanıyor. Elbette
Türkiye’de Türk ve Kürtler barışıktır. Bugüne dek,
tüm kışkırtmalara karşın bu birliktelik bozulmadı.
Bundan sonra da bozulmayacak. Demokratik haklar
ve emperyalizme bağımlılık açısından, sadece
Kürtlerin değil toplumun bütün katmanlarının sorunları çözülmüş değil, o yüzden demokrasi mücadelesi
ortak sorunudur ve birlikte çözeceğiz. Onun için açılım sorunu bugünkü haliyle devam edemez. Terörün
sonlandırılması demokratik dönüşümün başlangıç
koşulu olacak gibi görünüyor. Türkiye’yi terörle yönlendirmek, tüm olumsuz koşullara karşın olanaklı
görünmüyor.
CIA uzmanı Henri Barkey; “Ya İstiklal Caddesi'nde
de bomba patlarsa, Türkiye ne yapacak” diye sorduğuna göre üzerinde çalışılmış bir senaryonun varlığı anlaşılmıyor mu?
7
eylulekimdergifilm_Layout 1 10.11.2015 14:13 Page 8
KIBRIS BARIŞ HAREKÂTI VE
SONUÇLARI - II
20 TEMMUZ 1974- BİRİNCİ BARIŞ HAREKÂTI
Harekât planına göre 20 Temmuz 1974 sabahı,
Türk uçaklarının bombardımanından sonra, saat
06.15’den itibaren, hava indirme ve uçar birlik harekatı ile Hava İndirme ve Komando Tugayları Gönyeli ve
Kırnı bölgelerine indirilmeye başlanmış, Mersin’den
Ertuğrul Gemisi ve 33 çıkarma gemisi ile donanmanın
koruması altında hareket eden Çakmak Özel Kuvveti
de komanda birliklerimizle eş zamanlı olarak Girne’nin
batısında dar ve sığ bir plaj olan Pladini
(Karaoğlanoğlu) Plajı’na, uçaklarımızın ve deniz topçusunun desteğinde çıkmaya başlamıştı.
SAT komandolarının plajın çıkarmaya müsait olduğunu bildirmeleri üzerine, birinci dalga olarak plaja ilk
çıkan Amfibi Deniz Piyade Alayı süratle ilerleyerek
Girne – Karava – Geçitköy (Panağra Boğazı) ana asfalt
yoluna ulaşmıştı. Çakmak Özel Kuvveti’nin diğer
unsurları saat 12.00’de plaja çıkarak kıyı başını genişletmeye başlamışlardı.
Gönyeli Ovası’na paraşütle atlayan Hava İndirme
Tugayı, bir taburu ile Kıbrıs Türk Alayı’nın batı yanını
korurken, geri kalanı ile Dikomo (Dikmen) bölgesini
ve Rum Bozdağı’nı ele geçirmek üzere taarruza başlamıştı. Kırnı bölgesine helikopterle inen Komando
Tugayı duvar gibi dik dağ yamacını tırmanarak St.
Hilarion ve Beyaz Ev bölgesine ulaşmış, bir taburu ile
St. Hilarion – Doğru Yol istikametinde, diğer taburu
ile Beyaz Ev- Zeytinlik- Girne istikametinde taarruz
ederek kıyı başı ile birleşmeye hazırlanmıştı.
Donanma, sahil bombardımanı yaparak sahile çıkan
birliklerimize topçu desteği sağlarken, 2’nci Taktik
Hava Kuvvetleri’ne bağlı savaş uçakları düşmanın Ada
genelinde askeri hedeflerine taarruz ederek tecrit ve
yakın hava desteği görevlerini yerine getiriyorlardı.
20 Temmuz’da Rumlar büyük bir baskına uğramışlardı. Rumlar, Türk Ordusu’nun 1964 ve 1967’de
olduğu gibi Ada’ya müdahaleye cesaret edemeyeceği
düşüncesindeydiler. Başlangıçta, paraşütle atlayan,
helikopterle inen ve kıyıya çıkan birliklerimize etkili
bir şekilde müdahale edemediler. Zamanla toparlanan
Rumlar akşam saatlerinden itibaren birliklerimize
karşı harekâta başladılar.
20/21 Temmuz gecesi Türk ve Rum kuvvetleri arasında çok çetin çatışmalar yaşandı. Rumların Ortaköy,
Gönyeli ve Boğaz Bölgelerini ele geçirerek; GirneLefkoşa irtibatını kesmek ve bu suretle; çıkarma yapan
birliklerimizle, inen birliklerimizin birleşmesini önle8
mek amacıyla gece
boyunca St.Hilarion,
Bozdağ, Dikmen Tepe,
Tahir Ceyhan - Emekli Albay
Ortaköy ve Gönyeli
ile Göçeri bölgelerinde yaptığı saldırılar, kahraman Mehmetçikler tarafından her defasında püskürtülmüştü. Kıbrıs’a çıkan ve
havadan inen Türk birlikleri ele geçirdikleri yerleri,
her ne pahasına olursa olsun elde tutmayı başarmışlardı. Harekâtın ilk günlerinde, birliklerimiz hava desteğinin haricinde topçu ve tank desteğinden mahrumdu.
Buna rağmen, Türk askeri Çanakkale’de, Kurtuluş
Savaşı’nda, Kore’de destan yaratan atalarını aratmadılar. Beşparmak Dağları’nda, Rumların gece saldırılarına
karşı Komando birliklerimizin ölüm-kalım mücadelesi
takdire şayandır.
Türk birlikleri 21 Temmuz’dan itibaren, Rum kuvvetlerine karşı tamamen üstünlük sağlayarak ileri
harekâtına devam ettiler. 22 Temmuz’da çıkarma
yapan birliklerimiz ile birleşme sağlandı. Harekât doğu
ve batı yönünde gelişerek Rum hedefleri tek tek ele
geçirildi. Girne-Lefkoşa yolu tamamen Türk birliklerinin kontrolüne girdi. Türkiye, BM Güvenlik
Konseyi’nin aldığı ateşkes kararını 22 Temmuz 1974
saat 17.00’de kabul edip uygulamaya koyduğunu ilan
etti. 23 Temmuz’da 29 araçlık bir Rum konvoyu Hava
İndirme Taburu tarafından pusuya düşürülerek imha
edildi.
Bu gelişmeler üzerine, Yunanistan’da cunta,
Kıbrıs’ta da Sampson istifa ettiler. BM Güvenlik
Konseyi’nin 20 Temmuz 1974 günü aldığı 353 sayılı
karara uyarak, üç garantör devlet olan Türkiye,
Yunanistan ve İngiltere; Kıbrıs’ta barışı ve anayasal
düzeni yeniden kurmak amacıyla 25 Temmuz’da
Cenevre’de görüşmelere başladılar. 30 Temmuz’a
kadar devam eden bu görüşmelerde; tarafların 8
Ağustos’ta, Cenevre’de tekrar toplanmaları kararı
alındı. Bu görüşmeler sonucu yayımlanan “Cenevre
Deklarasyon”u ile taraflar; Kıbrıs’ta ayrı iki otonom
yönetiminin mevcut olduğunu kabul etmişler, Otonom
Türk ve Rum toplumlarının federal bir devlet çatısı
altında ortak bir yönetim kurmalarını beyan etmişlerdir.
İlan edilen ateşkesten sonra, mevcudu 40 bini
bulan Türk birlikleri oldukça dar bir alana sıkışmış
durumdaydılar. Birliklerin uzun süre bu dar bölgede
bekletilmeleri, emniyetleri açısından uygun değildi.
eylulekimdergifilm_Layout 1 10.11.2015 14:13 Page 9
Ateşkes ile birlikte Türk birliklerinin ilerleyişlerini
durdurmaları üzerine adanın her yanındaki binlerce
Türk, Rumlar tarafından kuşatılmış, Rumlar Türk köylerindeki savunmasız çoğu çocuk, kadın ve yaşlı olmak
üzere yüzlerce Türk’ü topluca ve vahşice öldürmüştü.
14 AĞUSTOS 1974- İKİNCİ BARIŞ HAREKÂTI
İkinci Cenevre Konferansı’nda Yunan ve Rum tarafı zaman kazanmak, dünya kamuoyunu Türkiye aleyhine çevirmek için uzlaşmaz bir tutum sergilemeye başladılar. Birinci Cenevre Konferansı’nda alınan kararları
dahi dikkate almadılar. İkinci Cenevre Konferansı’nın
başarısızlığa uğraması üzerine, Türk Silahlı Kuvvetleri,
İkinci Barış Harekâtı’na başladı. 14 Ağustos 1974 tarihinde saat 06.30’dan itibaren 28’inci ve 39’uncu
Tümenler, Magosa ve Boğaz Deniz Üssü’nü ele geçirmek üzere doğuya doğru taarruza başladılar. Kıbrıs
Türk Kuvvetleri Alayı ile Lefkoşa Sancağı ve Komando
Tugayı, kolordu bölgesinin batı kesimini savunmakla
görevlendirildi. 39uncu Tümen bölgesindeki İngiliz
Tepe ve Kara Tepe, Rum savunmasının bel kemiği
durumunda idiler. 39uncu Tümen’in birlikleri saat
11.30’da İngiliz Tepe ve Kara Tepe’yi ele geçirdiler.
28’inci Tümen saat 12.00’ye doğru Mia Milia’yı işgal
etti. Saat 15.00 civarında 39uncu Tümen
Değirmenlik’i, 28’inci Tümen de Timbu hava alanını
ele geçirdi. Türk askeri karşısında çareyi kaçmakta
bulan Rumlar mağlubiyetin acısını çıkarmak için; 14
Ağustos’ta Taşkent, Terazi, Atlılar, Muratağa ve
Sandallar köylerinde; savunmasız, çoğu çocuk, kadın
ve yaşlı olmak üzere yüzlerce Türk’ü topluca ve vahşice katletti. Adanın diğer kesimindeki Türklere de
insanlık dışı, vahşice saldırılar yapıldı. Birliklerimiz 14
Ağustos akşama doğru Paşaköy ve Serdarlı’ya girerek
soydaşlarımızla kucaklaştılar.
15 ve 16 Ağustos’ta doğu ve batı istikametlerinde
ileri harekâtına devam eden birliklerimiz Magosa,
Lefkoşa ve Lefke hattının kuzeyindeki bölgeyi tamamen kontrol altına aldılar.
SONUÇ OLARAK;
Kıbrıs Barış Harekâtı ile Kıbrıslı Türklerin can
güvenlikleri sağlanmış, Rumların Enosis hayali
Akdeniz’in karanlık sularına gömülmüştür. Bu savaşta;
415’i Kara, 65’i Deniz, 5’i Hava ve 13’ü Jandarma
olmak üzere 498 Türk askeri şehit olmuş, 1200’ü de
yaralanmıştır. 70 Kıbrıslı Mücahit ve 270 Kıbrıs Türk’ü
şehit olmuş, 1000 Kıbrıslı Türk de yaralanmıştır. BM
Barış Gücü askerleri de kayıp vermişti: 3 Avusturyalı
asker ölmüş, 24 Avusturyalı, 17 Finlandiyalı, 4 İngiliz ve
3 Kanadalı asker de yaralanmıştı.
Türkiye bu harekâtı ile kendi güvenliğini ve Kıbrıslı
Türklerin güvenliğini tehlikeye atacak girişimlere hiçbir zaman seyirci kalmayacağını; Anadolu için, yaşam-
sal ve çıkarsal öneme sahip bu adaya daima sahip çıkacağını dünyaya fiilen kanıtlamış oluyordu.
13 Şubat 1975’te Kıbrıs Türk Federe Devlet’i, 15
Kasım 1983’te Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti
(KKTC) ilan edildi. Kıbrıs'ta Türk ve Rumlar arasında
yapılan tüm görüşmelerde, Rumların uzlaşmaz tutumları nedeniyle günümüze kadar halen bir sonuç alınamamıştır.
Türkiye’nin önüne Kıbrıslı Türkleri kurtarmanın
cezalandırıcı acı faturaları konulmuştur. Türkiye’ye
uygulanan ambargolar ile ekonomik kriz yaşanmış ve
Türkiye yokluklar ülkesi yapılarak Türk Milleti’nin pes
etmesi istenmiştir. Türkiye’ye karşı vekâlet savaşı başlatılmış ve desteklenmiştir. Bunlardan ilki 1980’li yıllar
ortasında bitirdiğimiz ASALA Ermeni terörü, diğeri ise
PKK terörüdür. Kıbrıs Barış Harekatı sonrası maruz
kaldığımız ABD ambargosunun en önemli sonuçlarından birisi de gelecekte temelleri atılacak Türk Silahlı
Kuvvetleri Güçlendirme Vakfı’nın ve bu vakıf kanatları
altında kurulan ASELSAN, HAVELSAN, ve ROKETSAN gibi ulusal savunma sanayi firmalarının kuruluşunu tetiklemiş olmasıdır.
Kıbrıs
Barış
Harekâtına
katılan
tüm
Mehmetçiklerimizden, şehit ve gazi olanlarına şükran
borçlu olduğumuzu bir kez daha ifade etmek istiyorum. Türk Milleti onlara minnettardır. 20 Temmuz
1974 tarihinden beri, yani tam 41 yıldır Kıbrıs’ta hiçbir
Türk’e Rumlar tarafından saldırı yapılamamıştır. Bunu
sağlayan tek bir somut gerçek vardır. Mehmetçiğin
KKTC’de dimdik duran süngüsü! Mehmetçik,
KKTC’de bulunmaya ve KKTC’yi korumaya devam
ettikçe Kıbrıs’ta Rumlar tek bir Türk’e bile asla zarar
veremeyecektir. Bu sayede, Türkler, TMT mücahidi
büyük Türk devlet adamı rahmetli Rauf Denktaş’ın
kurduğu KKTC’de özgür olarak yaşayacaktır.
Türk Milleti Kıbrıs Barış Harekâtı’na candan destek
vermiştir. Tüm Türkiye’de askerlik şubeleri önünde
gönüllü Mehmetçik olmak için kuyruklar oluşmuştur.
Bunlar Türk Milletinin olağanüstü günlerde destan
yazma karakterinin bir göstergesidir. Kıbrıs Barış
Harekâtı tüm yönleriyle değerlendirildiğinde, elbette
kazançlı olan taraf Türk Milletidir. Türk’ün KKTC
adında bağımsız bir devleti olmuştur. Şehit ve gazilerin
mirası olan bu devleti korumak ve geliştirmek bizlerin
temel görevi olmalıdır.
KAYNAKÇA:
1. Çılgın Türkler Kıbrıs, Turgut Özakman, Bilgi Yayınevi, 2012
2. Hedefteki Donanma, Cem Gürdeniz, Kırmızıkedi Yayınları, 2013
3. Doğu Akdeniz’de Küresel Satranç, Dursun Yıldız, Prof. Dr. Doğan
Yaşar, Truva Yayınları, 2012
4. Atatürk Döneminde Türkiye-Kıbrıs İlişkileri (1919-1938),
Sabahattin İsmail, Ergin Birinci Akdeniz Haber Ajans Yayınları.
9
eylulekimdergifilm_Layout 1 10.11.2015 14:13 Page 10
NASRETTİN HOCA VE RTE
Ekim ayı genellikle bana iki konuyu anımsatır. Biri
kızım Ayşegül’ün yaş günü olan 14 Ekim, ötekisi ise ülke,
toplum, birey olarak herşeyimizi borçlu olduğumuz
Büyük Önder Atatürk’ün üstün çabaları, ona inanan,
desteğini veren tarihsel altın kadronun oluşturduğu
Cumhuriyet Bayramı’nın kutlandığı 29 Ekim 1923 tarihidir. Ancak bu Ekim ayında, TBMM’nin açılışında demokrasi tarihimize ibret sahnesi olacak olaylar meydana
gelince bu Ekim ayına da ayrı bir önem vermek gerektiği sonucuna vardım.
2015 yılının Ekim ayı sonunda YİNELENECEK genel
milet vekili seçimleri var. Bu konuda deneyimlerimi
belirten yazılar kaleme almak gerekirken 1 Ekim günü
TBMM’nin açılışında RTE’nin 55 dakika süren açış
konuşması sırasında ülkenin kimler elinde, demokrasimizin, geleceğimizin nasıl büyük tehlikeler altında olduğunu bir kez daha saptadım. Açılış törenini izlemeyenler
için bu konuşmadan bazı konuları okuyucularımın bilgisine sunmak istiyorum.
RTE 93 yıldır ulusal kurtuluşun simgesi olan, bu güne
dek 11 adet Cumhurbaşkanı’nın tek bir saygısız söz ve
eylemini yaşamadığımız meclisimizde, tarihin akıl ve
ahlak dışı olarak kaydedeceği bir tutum göstermiştir. Bir
toplantıda karşılıklı polemik yapan hatiplerin tutumuna
benzer laf atmalar, azarlamalar, karşısındakileri küçük
görmeler gibi bırakın bir Cumhurbaşkanı’na, sade bir
vatandaşa dahi yakışmayacak tutumları göstermekten
geri kalmamıştır.
RTE sözüne “95 yıl evvel toplanan bu mecliste görev
yapmış olan başta Gazi Mustafa Kemal meclis başkanı
sıfatıyla olmak üzere…” diye başladı. Hemen arkasından
bu mecliste çalışırken ölen “Ali Şükrü v.s. gibi milli iradeyi temsil eden kişileri de rahmetle anıyorum.” diye
ilave etti. Bu başlangıç cümleleri konuşmanın içeriği hakkında bana peşin bir fikir verdiyse de büyük bir sabırla
konuşmayı sonuna kadar dinledim. Meraklı olanlar yazılı ya da görsel basın aracılığı ile konuşmanın içeriğini
öğrenebilirler.
Benim üzerinde durmak istediğim ilk konu; RTE’nin
tarih bilgisinden yoksun olduğu kadar Cumhuriyet ve
devrim düşmanlarının yazı ve söylevlerinden başka bilgiler edinmediği ve devrim tarihimizi bilmediği konusudur.
Çünkü 95 yıl evvel yani 1920 yılının Nisan 23’ünde açılan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin başkanı Mustafa
Kemal Atatürk değildi. 7 maddelik bir anayasanın kabulüne kadar meclis başkanlığı görevini, Osmanlı Meclis-i
Mebusan reisi yani başkanı olan, ulusal kurtuluşa katılmak üzere İstanbul’dan kaçarak Ankara’ya gelen
Celalettin Arif bey yürüttü. İkinci konu; o tarihte
Atatürk “Gazi” ünvanını kazanmamıştı. Burada dikkat
10
edilecek en önemli
nokta RTE’nin özellikle
Atatürk ismini kullanmamak için büyük bir
ustalık(!)
göstermiş
olmasıdır. İkinci cümleErdoğan BAKKALBAŞI - Hukukçu
sinde TBMM’de çalışırken ya da milli iradeyi temsil ederken ölenlerin ya da
öldürülenlerin hepsinin adlarını saymasıdır. Bu kişilerin
tamamı padişah taraftarı, Cumhuriyet’i tanımayan,
Atatürk’ün her söz ve tutumuna karşı olmayı hedef
edinmiş, ellerinden gelse onu ortadan kaldırmayı düşünen kimselerdi. RTE’nin özellikle bu cümleyi kurmasındaki amaç; günümüzde Cumhuriyet ve devrimlere karşı
olan kendi yandaşlarının bu duygularını okşamak ve saflarını sıklaştırmaktır.
13 yıllık AKP iktidarının ve özellikle RTE’nin
Cumhuriyet, Cumhuriyet’in kazanımları, demokrasi,
laiklik, çağdaşlık konularındaki olumsuz gayretleri bana
göre hiçbir sonuç vermemiştir. 7 Haziran seçimlerindeki milli irade kararını beğenmeme aymazlığını göstererek demokrasiye ve onun kurallarına saygılı olmadığını
kanıtlayan ve anayasanın 116. maddesinde ön görülen
süre içinde hükümet kurdurmamak için akıl almaz suçlar işlemekten kaçınmayan RTE toplumu mutsuz kılmış
ve yorgun düşürmüstür. Kafasındaki; çağa uymayan ve
bilim akıl ve siyasal geleneklerimizle bağdaşmayan
eylemlerine, yinelenen seçime kadar aralıksız devam
edeceği anlaşılmaktadır .
Yukarıda anlatmaya çalıştığım ve hepimizin tanık
olduğu konular bana Hoca Nasrettin’in pek bilinmeyen
bir fıkrasını anımsattı. Hoca Nasrettin zamanın kralına
kendini övmek için “Ben eşeği bile konuştururum!”
demiş. Buna çok içerleyen kral “Hadi konuştur!”deyince hoca bir yıl süre istemiş. “Kral bir yıl sonra bu gün
eşeği konuşturamazsan kelleni alırım!”, demiş. Eve geldiğinde durumu karısına anlatan hocaya karısı “Hoca
bunu nasıl yaparsın? Hiç eşek konuşur mu?” deyince
hocanın cevabı şu olmuş: “Ben de biliyorum eşeğin
konuşmayacağını. Bir halt ettik o nedenle kraldan 1 yıl
süre istedim. Bu süre içinde ya eşek ölür ya kral ölür ya
da ben ölürüm.” demiş. Öykü böyle. RTE ve partisi 13
yıldır öyle yalanlar, palavralar saçtılar ki yaptıklarının
büyük bölümü bir eşeğin konuşturulmasıyla eş değerdedir. Bana göre öyküdeki kral ulusal egemenlik, RTE ve
AKP’yi temsil eden hoca efendi. Eşek ise ölmedi.
Umarım aldığı bir yıllık süre de 1 Kasım 2015’te sona
erer. İster misiniz kral hocanın başını almış olsun! Olur
mu olur!..
eylulekimdergifilm_Layout 1 10.11.2015 14:13 Page 11
YANGIN İLE GELECEĞİ
DEĞİŞEN İZMİR
15 Mayıs 1919
günü,
emperyalist
ülkeler Yunan askerleAhmet GÜREL - ADD rini İzmir’e çıkartırken,
Bilim Danışma Kurulu Üyesi işgalci Palikaryaların,
“Zito Venizelos” demeyen Türk askerini ve sivillerin
binlercesini katlettiğini biliyoruz. Yaklaşık üç yıl süren
Yunan işgalinin İzmir’de ve Anadolu’da bıraktığı izler,
aradan doksan yıl geçmesine rağmen hâlâ belleklerdedir.
Yunanlılar, işgal ettikleri Anadolu topraklarından
geri çekilirken, acaba Anadolu halkına neler yaşatmışlardı? Ege Bölgesi’nde Kula ve Akhisar dışında her yeri
yakan Yunanlılar, 9 Eylül 1922 tarihinde, ‘Bana yar
olmayanı kimseye yar etmem’ düşüncesiyle mi İzmir’i
yakmışlardı?
13 Eylül 1922 günü, İzmir’in merkezi noktalarında
başlatılan yangının hedefi, imbat rüzgârının da tesiriyle
Kadifekale’deki Osmanlı mahallesinin yakılmasıydı. 14
Eylül günü, imbat rüzgârının yerini güney-güneydoğu
yönünden esen rüzgârın almasıyla, batıda yer alan
Levantenlerin mahallesine doğru yayılmaya başlayan
yangın, 15 Eylül’de kontrol altına alınabildi ve ancak 18
Eylül’de söndürülebildi. Bu tarihe kadar Ermeni ve
Rum mahalleleri tamamen, Levantenlerin yaşadığı
Frenk Mahallesi ise kısmen yanmıştır. Yangında yaklaşık 2.600 dönümlük bir alanda, 25 bin ev, işyeri, kilise,
hastane, fabrika, depo, otel ve lokanta yok olmuştur.
Yaklaşık üçte ikisi yanan İzmir’in bu yangınla sadece coğrafi kimliği değil, ticari ve sosyal hayatı da değişmiştir. İzmir yangınını kimlerin çıkardığı konusunda
birçok varsayımlar bulunmaktadır. O günlere tanıklık
yapanların anılarıyla İzmir yangınını inceleyelim.
1910-1922 yılları arasında, İzmir İtfaiye Şefi olan
Paul Grescovich’in (Sırp asıllı, Avusturya-Macaristan
vatandaşıdır) raporunda şunlar anlatılır:
“11/12 Eylül gece yarısından bir saat sonra Ermeni
Mahallesi’nde yangın çıktığını haber verdiler. İtfaiye
erleriyle yangın yerine hareket edip Rum Hastanesi’ni
geçerken 120–150 kadar çoluk çocuk ve kadın acı acı
bağırıyorlardı. ‘Niçin bağırıyorsunuz?’ diye sordum;
‘Ermeniler bizi yaktılar, Seyis Hanı içerisinde oturuyoruz’ dediler. Bunlar Rumlardı. Bu insanlar, Ermeni evlerine bitişik oturduklarını ve Ermenilerin duvardan bir
delik açtıklarını, delikten çokça gaz dökerek evi ateşlediklerini söylediler. Onları sabaha kadar çıkmaz
sokak içinde muhafaza ettim. Ve sabahleyin devriyeye
teslim ettim.
13 Eylül saat 10.30’da Ermeni Mahallesi’nde ateş
görüldüğünü haber verdiler. İtfaiye ile birlikte giderken
Ermeni Kilisesi’nden 50 metre mesafede bir Ermeni
evinin yandığını gördüm. Evin alt katından şiddetli bir
ateş çıkıyordu. Mecburi biraz geriye gittim ve etrafa
yayılmaması için söndürmeye uğraşırken, Ermeni
Kilisesi’nde yangın çıktığının haberini verdiler.”
Mark O. Prentiss de, İstanbul’daki Amerikan
Amirali Bristol’e İzmir yangınıyla ilgili rapor hazırlamıştır. “Yangını Türkler değil, Ermeniler ve Yunanlılar
başlattı” diyen Prentiss, raporunda şunları yazmıştır:
“…Bu genel bilginin öğesi olarak diğer yandan
Ermeni ve Rumlar bu bölgenin nefret ettikleri düşmanın eline geçmesine izin vermediler. Yangından birkaç
gün önce İzmir’de bulunan bir rapora göre örgütlenmiş genç bir Ermeni grubu, eğer şehir Türklerin eline
geçerse şehri yakmaya ant içmişlerdi. Ermeniler bu planı gerçekleştirebilmek için yeteri kadar hazırlık
yapmışlardı.”
Yaklaşık üçte ikisi yanan İzmir’in
bu yangınla sadece coğrafi kimliği
değil, ticari ve sosyal hayatı da
değişmiştir. “19. yüzyılın Paris’i”
olarak nitelendirilen İzmir’i yakanları lanetlemekten başka ne gelir
elden demeyelim, “İzmir’i Türkler
yaktı” diyenlere karşı davayı kaybedersek, sıra İzmir’in işgaline gelecektir.
İzmir yangını
11
eylulekimdergifilm_Layout 1 10.11.2015 14:13 Page 12
CUMHURİYET ÖĞRETMENİ
FAHRİYE ÇOKGÜRSES ÇALIK’A
MERAK ETTİKLERİMİZİ SORDUK...
Nerede ve ne zaman doğdunuz?
04-Ağustos-1929’da dünyaya geldim.
Babam Kuvva-i milliyeci idi. Lisede
okurken İstiklâl Savaşı’na katılmış;
Erzurum-Kastamonu-Ilgaz
hattında
çalışmış. Ilgaz Dağı’nda hala babamın
karakolunun dört direği duruyor. Sonra
babamı, Kurşunlu’ya nakletmişler. Ben
orada 4 yaşında iken askerler beni ata
bindirirlerdi, atta büyüdüm.
Hangi okularda eğitim aldınız?
İlk, orta ve liseyi Elazığ’da okudum.
Sonra yatılı olarak Ankara Kız Teknik
Öğretmen Okulu’nun Ev İdaresi ve
Yemek Pişirme Bölümü’nü bitirdim.
Orada okurken ailemden harçlık olarak Sayın Fahriye Çokgürses Çalık’ın 1942-1943 ders yılında aldığı başarı belgesi...
ayda 10 lira geliyordu. 1951’de okuldan
mezun olarak öğretmen oldum. Ben,
zor şartlarda onları temizliyor, kovalarda ısıttığımız
Atatürk öğretmeniyim. Elazığ’da İlkokul 2. sınıftaysularla
banyo yaptırıyoruz. Okul kıyafetlerini giydiken, Atatürk ile karşılaştım. Ona hayran oldum.
rip,
okula
ve yatakhaneye uyumları için çabalıyorNerelerde görev yaptınız?
duk. Bu emeklerimizi çocuklar boşa çıkarmadılar. İyi
Elazığ Kız Enstitüsü’nde; Sıdıka AVAR, benim
insanlar,
bilgili, fedakâr, Atatürk gençliği olarak tophocamdı. 1951 yılında ben Ankara Kız Teknik Öğretlumda
görevlerini
yerine getirdiler. Emeklerimiz,
men Okulu’ndan mezun olunca Ankara’ya kur’a çekihepsine helal olsun.
mine geldi. Ben Çorum’u çekmiştim, arkadaşlar;
Çorum, Erzurum, Elazığ, Tunceli, Antep’i çektiler ve
herkes memleketine gitti. Sıdıka Hanım, beni
müdürü olduğu Elazığ Kız Enstitüsü’ne götürdü.
Koluma girerek bahçeye çıkardı ve bana, “Artık
okulu bitirip öğretmen oldun, seni muavin yapıyorum. Sen, artık yalnız okul ve çocuklar için
varsın” dedi. Çocukları; katırlarla Tunceli,
Bingöl’ün dağ köylerinden ve kasabalardan toplayıp; giydirip, yedirir, yatırırdık. Parası olmayan
çocuklara, biz öğretmenler kendi aramızda para
toplayıp, harçlık olarak veriyorduk, ben 85 yıldır, okul ve çocuklar için varım.
Elazığ’daki çalışmalarımızla ilgili pek çok
anım var. Bunlardan ikisini sizlerle paylaşmak
isterim:
1. ATATÜRK KIZLARI:
Fahriye öğretmen öğrencileriyle birlikte.
Elazığ’da stajyer öğretmenim. Köylerden
okutmak için kız çocuklarını topluyoruz. Çok
12
eylulekimdergifilm_Layout 1 10.11.2015 14:13 Page 13
2. BALO:
Elazığ’da görev yaparken, 29 Ekim
Cumhuriyet Balosu düzenlendi. Valinin emriyle baloya yemekler hazırlanacaktı. Sobalardan
közleri, maltız mangallara çektik. Maltızların
üzerinde yemekleri pişirdik. Ben kapıya çıkar
çıkmaz yere yığılıp bayılmışım, çünkü maltızdaki gazdan zehirlenmişim. O akşam çok istememe rağmen Balo’ya katılamadım. Ama yemekleri yetiştirdik.
Elazığ Kız Enstitüsü’nde 6 yıl görev yaptım
ama 1956’da yorucu çalışma ve yetersiz beslenme koşullarından dolayı bana zafiyet gelince, tedavi için İstanbul Validebağ’daki Atatürkçü Düşünce Derneği Karşıyaka Şubesi yönetim kurulu üyelerinden
Mehpare Özkaban (arka solda), üyelerimizden Kadriye Gültekin (arka sağda),
Preventoryum’a yolladılar. Burada 6 ay kaldım. yardımcısı Makbule Hanım (ön solda), konuğumuz Fahriye öğretmen (ön
Artık Elazığ’a gidemeyeceğim için Kırıkkale İş sağda) söyleşi sonrası hatıra fotoğrafında.
Okulu’na gönderildim. 4 yıl da burada çalıştım.
Sonra da Sıdıka AVAR hanım, Ankara’da
Her 24 Kasım Öğretmenler Günü’nde;
Bakanlığa Genel Müdür olunca beni de, Şube
Bornova’daki
okuldan mezun olan ve şimdi 50-55
Müdürü olarak yanına aldı. Şube müdürümüz;
yaşlarında olan öğrencilerim, ziyaretime geliyor.
“Otelcilik Okulu açılıyor, seni oraya tayin edip
Parasız ve yatacak yeri olmayan öğrencileri
görevlendirelim. Kat Hizmetleri Dersi verirsin”
sahiplendim,
okuttum ve barınmalarını sağladım.
dedi. Okulda sadece erkek öğrenci vardı, çevredeki
Burslu okuttuğum birçok öğrencim var. Ancak bunla
köylerden katırlarla topluyorduk. Sonra da onları
övünmek
veya dillendirmek istemiyorum.
temizleyip, giydirip, yediriyorduk. Millî Eğitim
Öğretmenler,
hep Avrupa’yı anlatıyorlardı.
Şûrası’nda, “Bahçelievler’de bir bina yapılıyor, buraMüdür beye, “ şu Avrupa’yı bir de biz görsek”
yı çocuklar için otel okul yapalım, müşteriler gelip
dedim.
Müdür bey, “İngiliz Kültür’e gidip künyeni
yiyip içsinler, yatsınlar; çocuklar da servis yapmayı
yazdır”
dedi.
Daha sonra görevli olarak 1983 yılında
öğrensin” dedim. Orası yapılınca, “Öğretmen Evi”
Londra’ya
gittim.
dendi. Öğretmen evlerini; “çocuklar tatbikat yapsınEmekli olduktan sonra 1989’da Emiralem Otistik
lar” diye ben yaptırdım. Bir de Kimya dersini bana
Öğretim
Merkezi’ni; Sâbahat AKŞİRAY ve daha biryüklediler. Hoca Dil Okulu’nun da kurucu öğretmeçok
kişinin
yardımıyla açtık. Sâbahat Hanım, başkanıniyim. Çünkü çocukların bu sektörde, mutlaka
mızdı. Okulu ayakta tutmak için de 22 yıl bu evde,
yabancı dil bilmeleri gerekiyordu.
kermes
çalışması yaptık. El işleri hazırlıyorduk, kerDaha sonra atandığım Bornova Kız Meslek
meslerden
kazandığımız parayı da binanın yapımına
Lisesi’nde 6 yıl çalıştım. Mezuniyet töreninde öğrenharcadık. Okulun yemekhanesini ben döşedim. O
ciler, bana sözlerini değiştirerek “Biz, seni unutmak
zaman
40 öğrencimiz vardı. Öğrencilerin yemek
için sevmedik” şarkısını söylediler. Burada, benim
malzemelerini
bizzat alıp, evde pişirerek okula götüisteğim ve kermes destekleri ile Atölye yaptırdık.
rüyordum.
Şimdi
170 çocuk var. Dünya Sevgi
Sonra, Karşıyaka Kız Meslek Lisesi’nde 6 yıl çalışBirliği’nden birkaç bin Euro geldi. Bununla okula,
tım. Emekliliğime neden olan olay şu oldu:
İzmir’in
en büyük konferans salonu yapıldı.
Arkadaşlardan bir tanesinin anne ve babası da öğretGünümüzde
okulu; Sâbahat AKŞİRAY’ın başkanlığınmendi. Atölyelerden birinde birlikte çalıştığım arkadaki İnsan Dost İhsan Vakfı yönetiyor.
daş, “ Hoca hanım, öğrenciler sizi çok seviyor” dedi.
Karşıyaka Devlet Hastanesi’ni geliştirmek için de
“Ben de onları seviyorum” dedim. “Ama renginiz
4
yıl
çalıştım. Bir odayı özel hazırlattım. Ama şimdi
belli değil” deyince ben de “ne rengi” diye sordum.
sağlığım elverişli olmadığı için bu tür çalışmalara
Bana, “ ya sağdasınızdır ya da solda, sizi bilemiyokatılamıyorum.
rum” dedi. Ben de; “ne sağdayım, ne soldayım;
Fahriye öğretmenimize bir Cumhuriyet öğretmeAtatürk öğretmeniyim” dedim. “Bana verilen dersi,
ni
olarak
yaptıklarından dolayı saygı ve teşekkürlerien iyi nasıl öğretirim; ben bunu bilirim” dedim.
mizi ifade edip, yeniden görüşmek dileğiyle yanından
Öğretmenlikten 30 yıl sonra 1981 yılında emekli
ayrıldık...
oldum.
13
eylulekimdergifilm_Layout 1 10.11.2015 14:13 Page 14
ÜTOPYA ve BARIŞ
Barış savaşçılarına adanmıştır.
Ütopya tarihinin henüz tamamlanmamış/tanımlanmamış düşlemi barış ütopyalarıdır. Barışın egemen
olduğu bir dünya yaratma talebi, olumlu ütopya metinlerinde bile eğitim, din, devlet, adalet, çalışma hatta ev
ve evlilik ideallerini betimleyen satırların arasında kaybolmuş bir ayrıntı gibidir. Oysa bugün savaşlar dört
yanımızı saran bir “olgu” haline gelmişken, bir “olasılık”
konumunda tutulan barış, savaşa ara verildiği bir zaman
dilimi olarak değil, özgül bir durum olarak tarif edilmeli ve inadına talep edilmelidir.
Platon’un “Devlet”, Campanella’nın “Güneş Ülkesi”, More’un “Ütopya” ve Bacon’un “Yeni Atlantis”i;
Ütopya geleneğinin temeli sayılan bu dört eserde savaşın reddi ya da yerini mutlak bir barışa terk etmesi düşlemleri azdır, dolaylıdır ya da hiç yoktur. Kurgulanan
ideal yapıda bekçilerin nasıl seçileceği, asker ya da
koruyucuların eğitimi, devlet biçimleri, soyun devamını
kontrol etme, çocuk yetiştirme ve eğitme programları
ile “üst insan”ın inşaına giden toplum düzenlerinde
barışın kurmaylarından söz edilmediği görülür.
Aşağıdaki notlar bu iddianın kanıtlanma çabasından çok,
savaşa razı olmamanın bir ifadesi olarak tüm ütopya
okuryazarlarına barış ütopyaları yazma önerisi olarak
algılanmalıdır.
Platon ve “DEVLET”
Platon (M.Ö. 427-347) “Devlet ütopyasında savaşa/
savaşçılığa karşı çıkan ya da barışçı idealler içeren önermelere yer vermemiştir,” demek yanlış olmaz.
Platon’un ideal toplumunda Savaş Tanrısı Ares’in işgal
ettiği alanda Barış Tanrıçası Irene’ye yer bırakılmamıştır. Barışın, savaşların olmadığı zamanlara yüklenen
anlam olduğunu kabul edersek, Devlet ütopyasında
barışın bu belirsizliği karşısında savaşların kaçınılmaz ve
doğal olduğu anlaşılır. Devlet ütopyasının barıştan hiç
söz etmemesini Platon’un kendi söylemiyle “acıların
kesilmesinden ibaret olan tüm zevkler” gibi barış da
savaşın kesintiye uğradığı dönemin mutluluğu olmaktan
öte tanımlanamaz, diye yorumlayabiliriz.
Platon’un mükemmel toplum-ideal devlet kurgusunda üç ana sınıf vardır: Üretenler (zanaatkar, çiftçi ve
esnaflar), Yardımcılar (savaşçılar) ve Koruyucular
(yönetenler). Savaşçılar “devleti dış saldırılara karşı
savunmak ve içerde barışı korumak”la görevlidirler. Ve
Devlet ütopyasında barış sözcüğünün yer bulduğu tek
bölüm burasıdır. Belki bir de filozof-kral olarak seçilen
yöneticilere zorba olmayan yönetim biçimlerinin öne14
rilmesi, okurlara bir örtük mesaj olarak “barış”ı çağrıştırabilir. Ama daha çok vurgulanan konular devleti
yönetenlerin savaş gücü, askerlik bilgisi hatta ava düşkünlüğüdür ve Yöneticiler dışında sıradan insanlar/halk
için de bu ölçütler geçerlidir. Savaşın adeta bir sanat
gibi yüceltilmesi, Platon’un ideal devleti kurgularken
özellikle askerliğe, dövüş sporlarına ve savaşa verdiği
önem açısından Sparta devlet biçiminden etkilenmiş
olduğu şeklinde açıklanabilir.
Yine en iyi iyimser yorumla; Platon doğrudan barıştan söz etmemiş olsa da ona yakın kavramlar olan adalet, gerçek bilgi, erdem, yurttaşlık sevgisi vb. kavramlar
üzerine kurduğu ideal devlet/toplum düzeni için “bunların olduğu yerde barış zaten vardır” demeye getirmiş
olabilir. Ya da idealar dünyasından çıkıp güneşle buluşan
insanın durumu, güneşi iyiliğin sembolü olarak tarif
eden Platon’a göre barışı da kapsamaktadır.
More ve “ÜTOPYA”
Thomas More’un (1478-1539) Ütopya’sında da
“güneş” mutluluğun ve barışın simgesi olmaya devam
etmektedir. “Artık güneşe günaydın diyorum, devlete
iyi geceler” diyerek devletteki görevinden ayrılan
More, ideal toplum kurgusunda “barışa günaydın, savaşa iyi geceler” anlamında söylemlerine yer verir. Öncelikle var olan toplumsal yapıyı eleştirerek “Barış Avrupa
Krallarının umurunda değildir. Onlar kan dökerek ülkeleri ele geçirirler sadece ve yüksek mevki kapmaktan,
keselerini altınla doldurmaktan başka bir şey düşünmeyen, metelik etmez insanlardır” der (bu hayatına mal
olsa da!). More, Ütopya’nın birinci bölümünde
İngiltere’deki akılsız ve bağnaz yöneticileri eleştirir.
Baskılarını zorbaca sürdüren kral, kargaşa içinde yaşayan bir toplum, vicdan özgürlüğünün ve dinsel hoşgörünün olmadığı bir ortam, sadece üst tabakanın yararlandığı eğitim hakkı, küçük bir azınlığın zengin ve tembel yaşantısı, çoğunluğun yoksul ve çaresiz olduğu bir
düzene yergi, bu bölümün ana fikrini oluşturur. Ayrıca
bu düzenin tam karşıtı bir toplumun ipuçları da bölüm
sonunda verilir: Doğru ahlak, doğru düşünce, hümanist
bilim!
More’a göre Ütopyalılar ya da adalılar için savaş
hayvanca bir iştir ve tiksindiricidir. İnsanların kanını
dökerek elde edilen zaferlerle övünülmez, bu durum
utanç verici bulunur. İdeal toplumda savaş naraları atan,
dinsel baskılar yapan yöneticiler de yoktur. Ütopya
halkı, ülkeleri için öncelikle akıl yoluyla savunma yapmayı tercih ederler. Savaşmak zorunda kaldıkları zaman
da düşman ülkenin en kalabalık yerlerine ve savaş mey-
eylulekimdergifilm_Layout 1 10.11.2015 14:13 Page 15
danlarına ilanlar asılır, zorba ve savaşı tercih eden krallarını öldürenlere büyük paralar, öldürmeyip getirenlere ödülün iki katı, kendileri teslim olanlara ise bütün
ödüllerin verileceği ve canının bağışlanacağı bildirilir.
Ütopyalılar sadece kendilerinin değil düşmanlarının da
acı çekmesini istemezler. Eğer bütün bunlara rağmen
savaş kaçınılmaz olursa, kendileri savaşmaz bunun yerine paralı askerler tutarlar. Buna rağmen de ülkeleri
tehlikeye düşerse gönüllü olan herkes kadın-erkek fark
etmeden savaşa katılır. Ütopyalılar savaşı öç almak için
yapmazlar, şehirleri yakıp yıkmazlar ve eğer savaşı kazanırlarsa karşı devlete sadece savaş masraflarını ödetirler.
Campanella ve “GÜNEŞ ÜLKESİ”
Tommaso Campanella (1568-1639) haksızlıklar,
uzun hapis yılları ve acımasız sorgulamalarla geçen
yaşamında sarsılmaz bir direnme gücüyle hayatta kalmayı başarmış bir Ütopya savaşçısıdır. Böyle zorlu bir
hayatın içinde umutsuzluğa ve yılgınlığa yer vermemesi
onun barışa ve özgürlüğe olan inancını kanıtlar. Öte
yandan kör inançlara, yoksulluğa, engizisyona, adaletsizliğe, sömürgeciliğe karşı savaşarak barış umutlarının
gerçekleşeceği dünyaya giden bir yol çizmeye çalışan
Campanella’nın Güneş Kenti’ni “yetkisi mutlak, yargıları kesin” bir tek/en üst lider olan “Hoh” yönetmektedir. Hoh’un savaş ve barış işlerinden sorumlu yardımcısı olan “Güç”ün görevi askerlere kumanda etmek,
savaşa hazırlanmak, silah sağlamak, saldırılar planlamak
ve yönetmektir. Gerektiğinde savaşın nedenlerini, haklılığını kent insanlarına açıklamak, savaşın bir çeşit uğraş
ve şerefli bir mücadele olduğunu anlatmaktır. Bu düşünceyi vurgulamak için Ütopya’da savaş sahneleri abartılı
söylemlerle betimlenmiştir. Nasıl savaşılacağı, stratejiler ve ordudaki iş bölümü ayrıntılı olarak planlanmıştır.
Savaş sonrası ele geçirilen yerlerde yaşayan halklara
bağışlayıcı bir tarzda “barış eğitimi” fırsatı verilir:
“Savaşın amacı düşmanı yok etmek değil, daha iyi bir
hale getirmektir”. Hoh’un diğer yöneticilerinden “Akıl”
eğitim, bilim ve meslek alanlarında ilerlemeyi sağlamakla sorumludur. “Sevgi” yöneticisinin görevi ise kusursuz
ve soylu bir üreme düzenini, başka ifadeyle kadınla
erkek arasındaki “barış”ı yönetmektir.
“Güneş Kentliler bu kadar mutlu, düzenli, ideal bir
hayatlar varsa neden savaşırlar?” sorusu akla gelebilir.
Campanella bunun yanıtını doğal haklarını, inançlarını,
adadaki mutlu düzeni korumak, kısaca “barış”ı korumak için, diye vermektedir. “Güneş ülkesinde hiç kimse
para için savaşmaz; evlat ya da kardeş bildiği benzerleri için savaşır”. Bu yüzden Güneş Kentliler iyi birer
savaşçı olmak zorundadırlar. Bu da ütopyanın gerçekçi
yanıdır; barışın düşmanları olacağının farkındadırlar.
Campanella’nın ütopyasında barışın nasıl geleceğine
ve korunacağına ilişkin öneriler, diğer ütopyalara göre
daha güçlüdür. Savaşı, barışı koruyarak engellemeyi
önerir: “İki şeyin kalkmasını istersek davranışlarımızdan/ Durdursunlar savaşı, barış kendiliğinden yaşar.”
Bacon ve “YENİ ATLANTİS”
Francis Bacon (1561-1626) ütopyasını diğer ütopyalarda olduğu gibi bir adada, Salomon Evi’nin bulunduğu
Ben Salem Adası’nda kurmuştur. “Salomon” sözcüğünün anlamı huzur ve barıştır. Zorlu bir yolculuğun
ardından ulaşılan adayı betimlerken Bacon okura barışın “en mutlu son” olduğunu düşündürmeye çalışır.
Sonrasında, “Tanrı’nın Aynası”na benzetilen ada ve
konuk edildikleri Salomon Evi’nde karşılaştıkları ortam,
barış ve kardeşliğin ruh ve beden sağlığı ile mümkün
olabileceği öğretisini barındırır. İdeal dünyalarını kurmak ve korumak anlamında yabancıların kolayca kabul
edilmedikleri Salem Adası’nda yaşam kuralları Salomon
Okulu’nda yürütülen eğitime ve sofistike inanmalara
dayalıdır. Örneğin, denizde bulunan bir sandığın içinden, karaya vurduğu yerdeki halkın barışa ve iyi istence kavuşmasını sağlayan bir öğreti metni çıkması beklenir.
Atlantis Adası’nda barış genel ve soyut bir kavram
olarak dillendirilmekten çok akrabalar-aileler arasında,
eşler arasında, yönetici ile halk, esnafla alıcı, doğayla
insan arasındaki ilişkilere indirgenerek kurulmaya çalışılır.
Ütopyaların idealist sınırlılıkları içinde az ya da çok
yer verdiği barış talepleri tek başına telaffuz edilemez.
Kardeşlik, özgürlük, adalet, eşitlik, akıl ve ruh sağlığı
talepleri barışın önsel koşullarıdır ve savaşlar barışın
düşman kardeşi iken bu ideal amaçlar barışın kardeş
bileşenleridir. Ütopyalar var olan (savaştan yana) toplumsal kurumları mahkum etme ve yerine yeni (barıştan yana) bir dünya yaratma iyimserliği taşıyorsa, dünyaya getirdiğimiz ama ihmal ettiğimiz bir çocuk gibi, bir
türlü büyütemediğimiz “barış” ı kurmak ve korumak
aydın insanlara düşen bir görevdir.
KAYNAKLAR
Bacon, F. (2008) Yeni Atlantis Kabalcı Yayınevi.
Campanella, T. (1996) Güneş Ülkesi (Çev. V. Günyol, H. Kazgan). Sosyal Yayınlar.
More, T. (1981) Ütopya (Çev. S. Eyüboğlu, M. Urgan, V. Günyol). Cem Yayınları.
Plato. (1988) Devlet (Çev. S. Eyüboğlu, M. Ali Cimcoz). Remzi Yayınları.
Gökberk, M. (1990) Felsefe Tarihi Remzi Yayınevi.
Urgan, M. (1984) Edebiyatta Ütopya Kavramı ve Thomas More AdamYayıncılık.
Cevizci, A. (1994). Felsefe Sözlüğü BDS Yayınları.
15
eylulekimdergifilm_Layout 1 10.11.2015 14:13 Page 16
Prof. Dr. AHMET TANER KIŞLALI VE BUGÜNÜMÜZ
“DOĞRULUK, İYİLİK VE
GÜZELLİK ÖRNEĞİ AYDINLIK BİR
TÜRKİYE İÇİN CANINI VEREN
ŞEHİTLERİMİZE SAYGIYLA!”
21 Ekim 2015 günü Ahmet Taner Kışlalı’nın öldürülüşünün 16. yılında onu anmak için Bostanlı’da adı verilen alanda toplandık. Elin parmakları kadar kolay sayılan az bir kişiyle! Vefa borcumuzu yine ödeyemedik.
Törenden borçlu döndük.
Ben, A. Taner Kışlalı hocamız ile 1969 yılında tanıştım. Hacettepe Üniversitesinde “ Siyaset Sosyolojisi”
dersi veriyordu. Fransa’dan yeni gelmişti. Sorbon Üniversitesinde ünlü siyaset bilimcisi ve sosyoloğu Maurice
Duvarger’in yanında çalışmış ve doktorasını “ Siyaset
Sosyolojisi” üzerinde yapmıştı.
Aynı üniversitede hastane yöneticisi olarak çalışıyor
ve aynı zamanda bu bilim dalında doktora yapıyordum.
Sayın Kışlalı’nın dersi “ Mezuniyet sonrası, yüksek lisans
ve doktora öğrencileri içindi. Bu nedenle dersi normal
çalışma saatleri sonrası başlıyordu.”
Önce öğrencisi, sonra dostu oldum. Ders bitimi geç
saatlerde Hacettepe’den birlikte çıkar, bazen Kızılay’a
bazen Bakanlıklara kadar konuşa konuşa yürür sonra
otobüslerimize biner evlerimize giderdik.
Öldürüldüğü 21 Ekim 1969 tarihine kadar.
Ankara’ya her gidişimde onunla görüşme zevkini yaşadım. Bundan onur duyuyor ve mutlu oluyorum. ( Buruk
bir acıyla).
En son, 20 Mart 1999 günü yani ölümünden 7 ay 1
gün önce davetimizi kabul etmiş, İzmir’e gelmiş ve Ziya
Gökalp Kültür Merkezinde güncel olaylarla ilgili bir
söyleşi yapmıştı.
İnanmanızı istiyorum; bu yaşıma kadar onun gibi
kibar, hoşgörülü, güler yüzlü, bilgili ve inançlı bir aydına
rastlayamadım. O kadar çok yönlü bir kişiliği vardı ki
onu anlatmakta zorlanıyorum. Bu nedenle; Kışlalı hocayı kendi sözcükleriyle tanıtma yönünü yararlı gördüm.
Onun üç temel görüşü ve inancı vardı: KEMALİZMLAİKLİK ve DEMOKRASİ.
Görüş ve inancını şu sözcüklerle açıklardı: “
Türkiye’de yaşayan ve kendisini toplumdan sorumlu
hisseden herkesin Kemalizm-Laiklik ve Demokrasi bağlantısını iyi kurması gerekir. Bu hem daha iyi yarınlar
kurmak için gerekli hem de KEMALİZM-LAİKLİK ve
DEMOKRASİ karşıtları önünde güçlü olmak için önemlidir.”
16
Dr. Yılmaz YILMAZ - Hst. Yön. Uz.
Bu düşünce ve görüşleri, A. Taner Kışlalı hocamızın
yaşamının temel taşlarını oluşturmuştur. İnandığı bu
ilkeler için yaşamış ve inandığı bu ilkeler uğruna canını
feda etmiştir.
Öldürülmesinde Kemalist, Laik ve Demokrat olması yeterli bir sebeptir.
Öğrencilerinden gazeteci yazar Can Dündar;
“Kışlalı her şeyden önce ikna ediciliği, aydınlık kişiliği ve
ilkelerini savunmaktaki kararlılığı ile ideal bir kurban
olarak seçilmiştir.” şeklinde bir yorum yapmıştır.
A. Taner Kışlalı neden KEMALİZM sözcüğünün üzerine basa basa tercih yapmaktadır?
“Atatürkçülük adına Atatürk’e yapılan ihanetler,
Atatürkçülüğü yaptıklarının bekçiliği şeklinde algılamalar, Atatürkçülüğü kalıplaştırma” onu KEMALİZM ideolojisine ve devrimine bağlamıştır.
Ona göre; “KEMALİZM; değişen koşullar içinde
yenilenmeyi ve o yenilenmenin ilkelerini içerir”
“ Laikliği, Kemalizm’in ve Demokrasinin ayrılmaz bir
parçası” olarak görür. Laikliğin klasik tanımı yanında
gerekli dini bilgilerin aydınlarca öğrenilmesi ve topluma
öğretilmesi ile din adına zor kullanmak isteyenlerin
devre dışı bırakılması” olarak ele alır.
Yine ona göre;
Dine dayalı devlet özgür düşünceyi ve bilimsel
gelişmeyi önler
Dine dayalı devlet iktidardaki inancın dışında
diğer inanç gruplarına yaşam hakkı tanımaz.
A.Taner Kışlalı’ ya göre demokrasinin üç temel
ögesi bulunmaktadır.
1. Özgürlük
2. Seçim
3. Bağımsız Yargı
İktidar her siyasal sistemde vardır, fakat muhalefetin
varlığı ile güvence altına alındığı tek sistem demokrasidir. Demokrasi; farklılıkların birlikte yaşama biçimidir.
Demokrasi; zıtlıkların birbirini yok etmeleri değil birbirlerini tamamlamasıdır.
Demokrasinin olmazsa olmaz koşullarının başında
siyasal iktidarın karar ve uygulamalarını denetleyen
bağımsız yargının ön planda olması gelir.
A. Taner Kışlalı, yıllar önce bugün yaşananları ve
eylulekimdergifilm_Layout 1 10.11.2015 14:13 Page 17
yaşanacakları bir öngörü ile bir bir haykırdı!
- İnananlar- inanmayanlar diye toplumu bölecekler!
SUSACAKSINIZ!
- Atatürk’ü ve Laikliği yıkmak için en adi yalanlardan
bile medet umacaklar! SUSACAKSINIZ!
- Devlet eliyle düşman kuşaklar yetiştirecekler!
SUSACAKSINIZ!
Ve bunun adına “ DEMOKRATLIK” diyeceksiniz.
“ CEHALETİN ya da İHANETİN adı ne zamandır
Demokratlık oldu.”
Bugün, Kışlalı Hocamın bu haykırışı, bu çığlıkları
kulaklarımı deliyor. Söylediklerinin çok daha kötüleri
yaşanıyor;
“Önceleri bizleri inançlı- inançsız diye ayırmaya
kalktılar, olmadı. İnanç farklılıklarını öne sürdüler, olmadı. Şimdi ise ırk farklılıklarıyla oynuyorlar. Büyük lokmayı küçük parçalara böl ve yut. Emperyalizmin ve içerdeki işbirlikçilerini oyunu; böl, parçala yönet!”
Peki biz bu olaylar karşısında ne yapıyoruz? Nasıl bir
karşı çalışma içine girdik? Nasıl bir tepki gösteriyoruz?
Bunları sorgulamak ve yanıtlamak zorundayız!
SUSACAK MIYIZ? NEREYE KADAR?
Unutmayalım ki cinayetlere, yolsuzluklara, talan ve
rüşvete, tüm bu yaşananlara sustuğumuz takdirde tüm
bu olayların ortakları oluruz.
Güncel kavgada yer almak zorundayız. “Bana
dokunmayan yılan bin yaşasın” demeye hiç hakkımız
yok. Ülkemizin DUYMAYAN- GÖRMEYEN- KONUŞMAYAN üç maymun tipindeki insanlara tahammülü kalmamıştır.
A. Taner Kışlalı, Uğur Mumcu, Bahriye Üçok ve
daha nice aydınlarımız öldü. Daha güzel yarınlar, daha
güzel yaşanan bir Türkiye için öldüler. Onların yaktığı
meşaleyi daha ileri götürmek zorundayız.
Ülkemize karşı sorumlu olduğumuz görevleri ne
kadar yapıyorsak gelecek kuşaklara ancak o kadarını
bırakacağız.
Öldürülen aydınlarımıza kabirlerinde “ Rahat uyuyun!” diyebilmek istiyorum ama rahat uyumamaları için
pek çok neden var.
Gaflete, dalalete ve ihanete dur! demek zorundayız. DURDURMALIYIZ.
Büyük Şair Nazım’ın diliyle,
BEN YANMASAM
SEN YANMASAN
BİZ YANMASAK
NASIL ÇIKAR KARANLIKLAR AYDINLIĞA?
SON DAKİKA
LEVENT KIRCA’YI YİTİRDİK
Levent Kırca, 12 Ekim günü tedavi gördüğü hastanede yaşama veda etti. Türk tiyatrosunun yakın
zamandaki en önemli isimlerinden birisi olan sanatçı bir süredir akciğer kanseri ile boğuşuyordu.
Ölümü büyük üzüntü yaratan sanatçının her ünlü
gibi sevenleri ve hayranlarının yanısıra sevmeyenleri, hatta davalık oldukları da vardı.
Biz, Levent Kırca’nın her sanatçıda ve aydında
bulunması gereken, olmazsa olmaz bir özelliği üzerinde duracağız, cesareti.
Yetenek ve çok çalışmak başarı getirir. Levent
Kırca üstün bir yeteneğe sahipti. Çok da çalışkan
birisiydi. Bu özellikleri kendisine başarı ve ün getirdi. “Olacak O Kadar” adlı televizyon programının
bıktırmadan 22 yıl sürmesinin anlamı budur.
Hicvetmek, eleştirmek, yanlışı göstermek ve mahkum etmek kaçınılmaz olarak sanatçıyı iktidarla
karşı karşıya getirir. Levent Kırca da ekibiyle birlikte yıllar boyunca bunu yaptı. İktidarları eleştirmekten hiç vazgeçmedi ve Türk halkının sevgilisi oldu.
Ta ki AKP iktidar olana kadar. Yıllarca demediğini
bırakmadığı Süleyman Demirel ile hiçbir sorun
yaşamadı da Tayyip Erdoğan’ın başbakanlığında
bütün
televizyonlar
kendisine
kapılarını
kapadı.
Tiyatroya
döndü, çok zor günler
yaşadı. Sahne bulamadığı oldu, ama yılmadı, sanata sarıldı ve mücadele etti.
Sanatçılara özgü bir özgürlükten söz edilir.
Sanatçının bağımsız, siz örgütsüz diye anlayın, olması gereği üzerinde durulur. “Sanat dar kalıplara
dökülemez,” denir. Levent Kırca’nın bize verdiği en
önemli ders budur: “Sanatçı örgütlü olmalıdır.”
Şöhretin sıcak rahatlığından vazgeçebilme ve mücadelenin ayazına çıkabilme ve bunu ilan edebilme
cesaretine sahip olduğu için Levent Kırca büyük
sanatçıydı ve bu yüzden adı unutulmayacaktır.
Bizlere veda ederken yazdığı mektubun son
satırları yukarıdan beri anlatmaya çalıştıklarımızın
özlü bir ifadesi değil midir?
“Dik durun... Adil olun, sabırlı olun, enerjinizin
sirayet etmesine müsaade edin. Daha iyi bir dünyada görüşmek ümidiyle. Atatürkle kalın, cumhuriyetle kalın, hoşçakalın!!”
DÜŞÜN DERGİ
17
eylulekimdergifilm_Layout 1 10.11.2015 14:13 Page 18
CUMHURİYET DONANMASI,
EGE ve DOĞU AKDENİZ’DE
BARIŞ ve İSTİKRARIN
GÜVENCESİDİR
Osmanlı İmparatorluğu eğer akıl ve bilime dayalı
bir imparatorluk kurabilseydi rönesans, aydınlanma
ve sanayi devrimini kaçırmazdı. Her dönemde güçlü
bir donanmaya sahip olur ve denizleriyle, denizle
ilgili çıkarlarına sahip çıkabilirdi. Kürekten yelkene
100 yıl geç ulaşmaz, 1770 yılında Çeşme Baskını’nı
yaşamaz, Karadeniz bir Osmanlı iç denizi özelliğini
kaybetmezdi. 1807 yılında Amiral Duckworth
komutasındaki İngiliz filosu engelle karşılaşmadan
Çanakkale Boğazından Marmara’ya giremez, 1827
yılında Mora/Navarin’de 6 bin denizcimizin kaybedildiği başka bir baskın yaşanmaz ve Yunanistan’ın
kuruluşu tetiklenmezdi. 1853 yılında Sinop’ta neredeyse bir katliamla sonuçlanan Rus baskını gerçekleşmez ve 5 bin denizcimiz kaybedilmezdi. Balkan
Savaşı sırasında güçlü bir donanmaya sahip olsaydık
Ege Adaları elden çıkmaz, Birinci Dünya Savaşı’nda
müttefik armada elini kolunu sallayarak Gelibolu
Yarımadası’na kadar gelemezdi. Evet bu “keşke”leri
çoğaltmak kolay. Ancak “keşke”ler ne kaybedilen
toprakları geri getiriyor ne de tarihi geri sarıyor.
MUSTAFA KEMAL’İN DONANMASI
Cumhuriyet donanmasını Mustafa Kemal Atatürk
kurdu. Tarihi bilen, tarihi yazan ve yazdığının bilincinde olan büyük bir stratejist olarak, Anadolu’nun
denizlerden soyutlanamayacağını çok iyi gördü. Bu
nedenle, Kurtuluş Savaşı’nın lojistik gereksinimlerini
karşılayacak stratejiyi Karadeniz üzerinden uyguladı.
Kafkas seddini Kuvayı Milliye donanmasının takaları
ile yıktı. Cumhuriyet’in ilanıyla çekirdek bir donanmanın kurulmasına öncülük etti. Bizzat kendi kontrolünde etkin bir donanmanın çevre denizlerde varlık göstermesi için her şeyi yaptı. 1936 yılında
Montreux Sözleşmesi ile 13 yıl aradan sonra Türk
Boğazları’nı geri aldı. Yeni oluşan Akdeniz güvenlik
konjonktürü içinde donanmanın Ege ve Akdeniz’de
yarattığı etki bu sonuçta büyük rol oynadı.
BAŞARIDAN BAŞARIYA
Cumhuriyet donanması Atatürk sonrasında da
Osmanlı’nın hatalarını tekrar etmedi. 21. yüzyıl başına kadar hem devleti, hem de milleti bu seçkin kuv18
Cem GÜRDENİZ - Amiral
vete her türlü desteği sağladı. Cumhuriyet donanması da kendisini devletine ve milletine her dönemde ispat etti ve halkın vergilerinin savunma ve
güvenlik kazanımları olarak geri dönüşünü sağladı.
Cumhuriyet donanmasının yükselişi o denli büyük
oldu ki, bu yükseliş, 21. yüzyılda Karadeniz, Ege ve
Doğu Akdeniz’in küresel kurgular ile şekillenmesine
izin vermeyen, önemli çıkarları olan Hint
Okyanusu’nda 2009 yılından itibaren sürekli savaş
gemisi bulundurabilen, kendi savaş gemisini, sensör
ve silahını yapabilen, var oluş nedenini Mustafa
Kemal Atatürk ve ulusal güçten alan Türk deniz
gücünün oluşumunu gerçekleştirdi. Daha da öte,
Cumhuriyet donanması Türkiye’nin denizcileşmesinin lokomotifi oldu. Donanma, Ege’de milli çıkarları
kararlı bir şekilde korudu, Kardak krizi ile Ege’de
çok önemli kazanımlar getirecek bir süreci başlattı.
Karadeniz’de İkinci Dünya Savaşı ve Soğuk Savaş
sırasındaki stratejik kazanımlarını ve Montrö rejimini koruyabildi. 2010 yılının sonuna kadar Doğu
Akdeniz’de Kıbrıs Rum Kesimi ve Yunanistan’ın
deniz yetki alanlarımıza yönelik hak ihlallerini caydırmayı başardı.
EN BÜYÜK BAŞARI: CAYDIRICILIK
Ancak bu başarıların en tepesine donanmanın
Doğu Akdeniz ve Ege’de Yunanistan ve Kıbrıs Rum
kesimine karşı sağladığı caydırıcılığın yarattığı barış
ve istikrarı eklemek gerekir. Kimsenin en ufak şüphesi olmasın ki, her iki kesim de Türk donanmasını zayıf görseler, statükonun değişmesi için her şey
yaparlardı. Zira arkalarında 1830’dan beri her
zaman ABD ve Avrupa olmuştur. Kıbrıs’ta neden
1963 ve 1967’de Türk kanı döküldü? Zira ilk ikisinde Cumhuriyet donanmasının denizaşırı harekat
yeteneği yoktu. Eğer donanma 20 Temmuz 1974
sabahı ABD ve Avrupa’nın dümen suyuna takılmış
olsaydı, bugün Kıbrıs’taki Türkler modern köle
durumundaydı. (Bugün de modern kölelik için
başta iktidar mensupları olmak üzere bazı Kıbrıs
Türklerinin ne kadar küçüldüğünü görüyoruz)
Ege’de karasuları çoktan 12 mil olmuştu. Kıta
sahanlığımızda Yunan petrol platformları kanserli
eylulekimdergifilm_Layout 1 10.11.2015 14:13 Page 19
hücre gibi çoğalıyordu. Antalya Körfezi’ne hapsedildiğimiz Doğu Akdeniz’de adımız bile geçmiyordu. Bugün bu saydıklarım yaşanmamışsa sebebi
Cumhuriyet donanmasıdır.
BAŞARI CEZALANDIRILDI
Donanma bu başarıların bedelini “F tipi” örgütün orkestrasyonunda kumpas davalar ile 20092014 yılları arasında 5 yıl boyunca çok ağır ödedi.
Evet bu kez kuvvet yapısı hedef alınmayan bir baskındı bu. Uzun süren, moralleri, silah arkadaşlığını,
bahriyeye ve vatana sadakati çökertmeye odaklı
bir baskın. Donanma, önce ahlaksız iftira saldırılarına uğradı. Maalesef bu iftiralar hükümet ve parlamentonun bilgisi dahilinde 5 yıl boyunca devam
etti. Daha sonra sahte darbe teşebbüsü, casusluk,
suikast ve akla ziyan davalarla en yi 40 amiral ve
400 deniz subayı bahriyeden tasfiye edildi. Bir amiral (Cem Çakmak) ve üç seçkin Albayımızı (Ali
Tatar, Berk Erden, Murat Özenalp) ebediyen kaybettik. Ne acıdır ki bu tasfiyeleri bir avuç vatansever dışında halkın büyük çoğunluğu seyretti.
Medyamız iftira dava haberlerini fotoroman gibi
yayınladı. Yüksek komutanlık susarak bu tasfiyelere onay verdi.
DENİZ PİSLİK TUTMAZ
Ancak donanma tüm bu acılara, kayıplara ve
ihanetlere rağmen, kuvvet yapısını korudu. İçindeki
Mustafa Kemal ateşi bu acılarla daha da büyüdü. Bu
ateş daha da büyüyecek. Ve ders alarak büyümelidir. 1972’de Deniz Lisesi’ne ilk girdiğimizde
Denizgücü dersi hocamız emekli Deniz Kurmay
Albay Mert Bayat’ın şu lafını hiç unutmam. “Deniz
Pislik Tutmaz.” Evet Donanma bu kayıplara ve acılarına rağmen hem içindeki hem dışındaki pisliklerinden arınmalı, bir daha Mustafa Kemal’in
Cumhuriyet donanmasının yakınlarına pislik yaklaştırmamalıdır. Donanmanın jeopolitik önemdeki
Mustafa Kemal ışığıyla aydınlanan kurumsal kimliği,
her şeye rağmen siyaset üstü bir anlayışla korunmalıdır. Donanma ancak bu şekilde ulusal gücün
denizlerdeki uzantısı olmaya devam edebilir. Ege ve
Doğu Akdeniz’deki caydırma görevini devam ettirebilir. Mustafa Kemal ruhunu kaybeden donanmayı başka hiçbir halat birlikte tutamaz. Böyle bir
donanma caydırıcı da olamaz.
UNUTMADIK...
MEHMET SUPHİ GÜRSOYTRAK
27 Mayıs 1960 devriminin etkili isimlerinden, eski
Milli Birlik Komitesi üyesi ve Tabii Senatör,
Atatürkçü Düşünce Derneği Kurucu Üyesi ve 19941998 yılları arasında Genel Başkanımız olan Mehmet
Suphi Gürsoytrak, 30 Eylül 2011 tarihinde yaşama
veda etti.
24 Ocak 1925’de Manisa Alaşehir’de dünyaya
gelmiş, ilk ve orta öğretimini Ankara’da tamamladıktan sonra, Bursa’da Işıklar Askeri Lisesi’ni bitirmiştir. 1945 yılında Kara Harp Okulu’ndan mezun
olmuş, 1952 yılında Kore Savaşı’na katılmış, 1957
yılında Kara Harp Akademisi’nden mezun olup aynı
akademide öğretim üyesi olarak görev yaparken 27
Mayıs 1960 Devrimi’ni gerçekleştirenler arasına
katılmıştır.
Ülke
yönetimini
üstlenen
Milli
Birlik
Komitesi’nde görev almıştır. 25 Ekim 1961 tarihinden itibaren Cumhuriyet Senatosu Tabii Üyeliği görevine başlamış, 12 Eylül 1980 darbesiyle TBMM’nin
kapatılması üzerine bu görevi sona ermiştir.
12 Eylül 1980 tarihinden sonra aktif politikayla
ilgilenmemiş, çeşitli demokratik kitle örgütleri çatısı altında, Atatürk İlke ve Devrimleri
doğrultusunda: İnsan hak ve
özgürlüklerinin sağlanması,
ülke kaynaklarının korunması
gibi konularda çalışmalar
yürütmüştür.
İki dönem süren Genel
Başkanlığı sırasında Atatürkçü
Düşünce Derneği önemli
ölçüde büyümüş ve kamuoyunun ciddi anlamda dikkatini çekerek kamuoyunu Atatürkçü düşünce ışığında, emperyalizme ve laiklik karşıtı yaklaşım ve uygulamalara karşı uyarma görevini yerine getirmiş,
düzenlediği toplantı ve mitinglerle adeta halkın sesi
durumuna gelmiştir. Gürsoytrak döneminde ADD
ülke gündeminde belirleyici rol almıştır.
30 Eylül 2011’de yitirdiğimiz Mehmet Suphi
Gürsoytrak’ın anısı emperyalizme karşı, laiklik ve
demokrasinin savunulması mücadelemize ışık tutacaktır.
DÜŞÜN DERGİ
19
eylulekimdergifilm_Layout 1 10.11.2015 14:13 Page 20
MİLLET, MİLLİYETÇİLİK
ÜZERİNE, ALTINA, YANINA...
Not: Bu yazı bir dizi sorudan oluşmaktadır.
Not 2: Kendimce cevabını buldum. Yazının sonunda.
Not 3: Yazının sonunu, en son okuyun…
Millet ve milliyetçilik her toplum için geçerli sayılan
evrensel kavramlardır. Fakat millet genel anlamı ile birbirine yakın tanımları içinde barındırmasına karşın,
milliyetçilik; farklı toplumlarda, farklı kültürlerde, farklı coğrafyalarda özgünleşmektedir. Buraya kadar
tamam, soru yok.
MİLLET
Her zaman danıştığım ve esas olarak aldığım sözlük
TDK şu tanımları yapar. Millet isim Arapça 1. isim
Çoğunlukla aynı topraklar üzerinde yaşayan, aralarında dil, tarih, duygu, ülkü, gelenek ve görenek birliği
olan insan topluluğu, ulus. 2. Bir yerde bulunan kimselerin bütünü, herkes. 3. Benzer özellikleri olan topluluk.
MİLLİYETÇİLİK
Yine TDK şu tanımı yapar. Milliyetçilik-ği isim
Maddi ve manevi açılardan millet ve ülkesinin çıkarlarını her şeyin üstünde tutma anlayışı, ulusçuluk, ulusalcılık, nasyonalizm.
Sırası gelmişken ve şu sıralar tartışma götürmez
olarak sürüklendiğimiz yapı tanımlarını da buraya ekleyelim.
Toplum isim, Aynı toprak parçası üzerinde bir
arada yaşayan ve temel çıkarlarını sağlamak için iş birliği yapan insanların tümü, cemiyet.
Ümmet isim, din b. Arapça Hz. Muhammed'e inanarak, onun yaptıklarını ve söylediklerini uygulayarak
çevresinde toplanan Müslümanların tümü.
Tanımları yaptığımıza göre artık “neredeyiz?”i tartışma zamanı geldi. Yine tanımlar üzerinden sıralayalım
ve kafama takılan soruları birlikte çözelim. Millet tanımı der ki; …aralarında dil, tarih, gelenek ve görenek
birliği olan… Olan? İlk soru bu. Öncelikle bilmemiz
gereken Millet kelimesinin Arapçadan Türkçeye geçmesidir. Ama sorun sadece burada değil, yine millet
tanımı yapılırken, tarih ya da gelenek/göreneğin birliğinden söz edilir. Tıpkı dilde olduğu gibi “Anadolu halkının” olmayan ve devşirme olan tarihimiz (malumunuz Osmanlı ile tamamen karmaşık bir yapı oluşmuş,
savaşlar nedeniyle birçok göç yaşanmış ve bu karmaşıklığa yenileri eklenmiş vs…) ya da geleneklerimiz ve
20
göreneklerimiz (son
yıllarda teknoloji ile
neredeyse değişime
Tamer ÖZŞEKER - Tiyatro Sanatçısı
uğramış vs…) ne olacak?
Bu sorunun cevabını veremeden milliyetçiliğe geçelim.
Yukarıda belirttiğim gibi toplum yapılarına göre
özgünlük göstermesine karşın, sosyobilimsel yapı kelimeyi tek tanım altında barındırmaya çalışmaktadır.
Ama karşıt görüşler bu tanımı da ikiye böler.
Böylelikle milliyetçilik kuramlarında genellikle primordialist (ilkçi) ve modernist olmak üzere iki yaklaşımın
varlığı kabul edilir. (Şunu da ekleyelim. Ne yazık ki bu
tanımlar da batıdan alınmıştır.) İlkçiler, millet olgusunu
tarihin bilinmeyen dönemlerinden günümüze kadar
değişmeyen bir süreklilik içinde ele alırlar. Türk halklarının kökenine ait mitlerimiz, Müslüman Anadolu
toplumunun yaşamsal belleği, Müslüman Türk yaşam
tarzına özgü gelenekler ve Türk etnisitesiyle ilgili diğer
sembollerimiz var. Peki, onlar ne olacak? İlklere göre
“günümüze kadar değişmeyen bir süreklilik dâhilinde”
ele alınırsa, hangisinden başlamalıyız? Yani günümüzde,
Türk Milliyetçiliği tanımlanırken bunların hangisi dikkate alınıyor? Gelelim ilkçilere göre karşıt görüşü
savunan modernistlere. Modernistler; millet ve milliyetçiliğin modernite ile birlikte ortaya çıktığını iddia
ederler ve modern merkezî devlet, sanayi devrimi,
kapitalizm, kentleşme, basım, örgün eğitimin yaygınlaşması, Fransız İhtilâli, Alman İdealizmi gibi olguları öne
çıkararak milliyetçiliği açıklamaya çalışırlar. Yukarıda
sıraladığım olgular ne yazık ki Osmanlı saltanatının hibrid geleneklerine asimetrik bir şekilde dahil edilmektedirler. Her ne kadar ilkçiler gibi modernistler de
tarihsel başlangıç yapıp, tanımda köken olarak Türki
kabilelere dayansalar da, ne yazık ki Osmanlıların Türk
etnisitesinden kendilerine menfaat sağlamadıklarını
gözden kaçırmaktadırlar. Tersine, uzun imparatorluk
hâkimiyetleri boyunca Osmanlılar, dil ve kültürden
tutun da hukuki uygulamalara kadar birçok alanda,
Farsların, Müslüman Arapların ve Bizanslıların uygulamalarına ve yönetim geleneklerine sahip olmayı amaçlamışlardır. Kaldı ki, kültürel ve siyasi alandaki Osmanlı
mirası Cumhuriyetçi kadrolarca reddedilmektedir.
Sonuç şöyle yazıla bilinir mi? Son moda milliyetçiliklerin modernist yörüngesine odaklanmak yerine,
kültürel geleneklerdeki akışkanlığa vurgu yaptığı için,
eylulekimdergifilm_Layout 1 10.11.2015 14:13 Page 21
etno-sembolik çözümlemeye başvurmak tanımlamayı
kolaylaştırmaz mı? Kısaca sormak gerekirse, biz milliyetçilik tanımının neresindeyiz? Millet ve milliyetçilik
bana göre multidisipliner bir yaklaşım gerektirmektedir.
Gelelim Toplum tanımındaki sorularıma. Toplum
basitçe “Aynı toprak parçası üzerinde bir arada yaşayan” ya da aynı topraklarda yaşamak “zorunda kalan”
(burada, sonradan gelen ve kendilerine siyasi politikalar nedeniyle kimlik verilen Suriyeliler kastediliyor)
insanlar topluluğunun adı değil de, tanımdaki ikinci
bölüm kalarak “temel çıkarlarını sağlamak için iş birliği yapan insanların” bulunduğu yer olarak tanımlansaydı mesela, bize daha çok uyan bir tanım olur muydu?
Sadece çıkar ilişkisi üzerinden gitmek haksızlık olmasın, yerine pozitif normları koyarak yapalım tanımı.
Yani şöyle soralım soruyu: “Pozitif normlar (siyasal,
ekonomik, kültürel, ahlaki, hukuki vs.) ya da kurucu
bağ (toplumsal bağ) sağlamak için iş birliği yapan insanların” bulunduğu yer olarak tanımlansaydı bize uyar
mıydı? Toplum oluşması için pozitif normlarımız var
mı?
Bir toplumun kurucu bağları ideolojik-politik
mücadelelerin ürünüdür. Yine de toplumsal güç ilişkilerinin yarattığı hegemonik denge kurma mücadelesinde kısmen ortaklaşılan toplumsal üst kodlar yaratılır.
Yani ortak bir “ince ahlak”ı paylaşmaları demektir ki
“uygarlık” iddiasındaki bir ülkede bu ahlak, ayrışan
biçimlerde anlamlandırılsa da “insanlık onuru”, “insana
saygı”, “özgürlük”, “adalet”, “eşitlik” ve “kardeşlik”
gibi kodları içermek durumundadır. Toplum olgusu
içinde bunları barındırmadığı ölçüde yok olmaya mahkûmdur.
Son yıllarda yaşanılanlara bakıldığında “Türkiye
toplumu”nun siyasal, kamusal ve gündelik hayatını gerçekten düzenleyen bir “ince ahlak” olmadığı ölçüde,
bu soruya olumlu bir cevap vermek mümkün değil.
Aslında bu yeni bir şey değildir. “Türkiye toplumu”nun
son elli yılı, zaman içinde farklı şekiller alsa da süregiden bir bunalım yaşamaktadır. Kavramların içinin boşluğu ya da bize özgü kavram oluşturamamak, tanımlayamadığımız şeylere karşı mücadelemizi güçleştirmektedir. Bu elli yıl, bu bunalımımız ne yazık ki, otoriter,
faşist, milliyetçi, muhafazakâr vb. yollarla bastırmaya
veya “idare etmeye” çalışan muhtelif yenileme projeleriyle doludur.
“Türkiye toplumu”nu bir arada tutan pozitif bir
içerik yoksa bir arada durduran şey ne peki? Bir yazıda okumuştum. Yaşadıklarımız karşısında sessiz kalarak toplum olarak suç işlediğimizden bahsetmektedir.
Bence buna verilebilecek tek değilse de ana cevap
“suç ortaklığı”dır.
Biz yukarıda tanımı yapılan üç olguya da giremediğimize göre, (çünkü bu üç tanım bize göre yapılmamış
ya da bu yapısal problemlerimiz tanımların içine bizi
sığdıramamış) öyleyse nerede yer almaktayız? Asıl
soru şimdi geliyor. Yoksa biz Ümmet mi olduk? Yok,
orada da sorun var. Çünkü Muhammed'e inanarak,
onun yaptıklarını ve söylediklerini uygulayarak çevresinde toplanan Müslümanların tümü Ümmet’i tarif
ettiğine göre günümüzde hangi Müslümanlık ilkesinden bahsedeceğiz? Ya da soruyu ters çevirelim.
Müslümanlık ilkelerine hangi yaşam tarzı uyar? Yine
aynı noktaya geldik. Neresinden bakarsan bak, bizi
ortak noktada bulunduran tek olgu, suç ortağı olmamızdır. Hem de her konuda suç ortağı. (Önce aynaya
yakından, sonra uzaktan bakınca ve geriye çevirip
aynanın arkasını görmeye başlayınca hangi suçlar olduğunu görmek mümkündür, lütfen ne yaptım da suç
ortağı oldum diye sormayın, aynanıza bakın)
Peki, suç ortağı olmamak için ne yapmak lazım: Bu
sorunun tek cevabı vardır. Mustafa Kemal Atatürk’ün
öncü kitabı “Nutuk”u okumak, sonra milliyetçilik
ilkesine defalarca, defalarca özümseyerek yaklaşmaktır. İyi birer vatandaş olursanız, belki o zaman siz de
gerçek milliyetçiliği görürsünüz.
D Ü Z E LT M E . . .
Geçen sayımızda "Son Dakika"
köşesi olarak 20. sayfada yayımlanan
yazıda Prof. Dr. Suna Kili yerine
Suna Kıraç’ın fotoğrafına yer verilmiştir.
Düzeltir, özür diler ve bizi uyaran dikkatli okuyucumuz Sayın Öner Akgerman’a teşekkür ederiz.
Geçen sayımızda “Kadın Gözüyle” sayfalarımızda yer
alan "Osmanlı İmparatorluğu'nda Eğitim Sistemi ve
Kadınlarımızın Üniversitede Yüzüncü Yılı" başlıklı yazımız içerisinde:
– Sayfa 40’ta Şükufe Nihal'in doğum tarihinin 1826
yerine 1896 olarak düzeltilmesi,
– Aynı yazının eksik kalan son paragrafının “...sempozyum ve sergi ile aktarılmış oldu.” şeklinde tamamlanması,
gerekmektedir.
Yanlışlık için özür diler, bilgilerinize sunarız.
21
eylulekimdergifilm_Layout 1 10.11.2015 14:13 Page 22
DÜNYA EKO-POLİTİĞİNE
BAKIŞ
Son yıllarda, özellikle mali krizden sonra, ticarette
ve sermaye hareketlerinde bir duraklama, hatta gerileme, teknolojinin etkilerinde de destekten olumsuza
dönme görülmektedir.
Dünya ticaretindeki büyüme hızı 2008’den bu yana
gerilemektedir. Küreselleşmenin ilerlediği 1980’lerden
90’ların sonuna kadar küresel ticaretin büyüme hızı,
küresel ekonomik büyüme hızının iki katı düzeyinde,
ortalama yüzde 6 civarında gerçekleşmiştir. Mali krizden bu yana dünya ticaretinin büyüme hızı ortalama
yüzde 3’e hatta bu yıl 2,8 ile küresel büyüme hızının
altına indiği görülmektedir.
Küreselleşme döneminde merkezden çevreye
doğru yayılan sermaye hareketleri 2008’e doğru
sürekli artarken, 2010’dan bu yana sürekli gerileyerek
negatif (net çıkış) alanına geçmiştir
Bu yıl gelişmekte olan ülkelerden toplam bir trilyon dolar sermeye çıkarak ana merkeze geri döndü.
Ticarette, sermaye hareketlerinde bir gerileme söz
konusu. Teknolojiye bakınca, küreselleşmeyi destekleyen bir etkenin giderek bir tehdit unsuruna dönüşmekte olduğunu görüyoruz.
Bu bağlamda önümüzdeki süreçte iki olasılık söz
konusu olacaktır. Birincisi; küreselleşme yerini çok
kutuplu dünyaya bırakacaktır veya ikincisi; küreselleşme 1990’ların başında olduğu gibi çökecektir.
Ortadoğu ve Türkiye’deki gelişmeleri ele aldığımızda ise, Ortadoğu kıskacında, daha açıkçası ABD’nin
Irak işgali ile başlayan “terörle kaynağında savaş, diktatörlüklere son” yalanları ile emperyal çıkarların kirli
oyunlarında ezilen bölge halklarına ödetilen çok ağır
bedellerden doğru dersler çıkartmalıyız.
Enerji yataklarının, insanlık tarihinin en eski uygarlıklarının toprakları üzerinde yaşayan halklar olarak;
neden ırklar, dinler, mezhepler üzerinden birbirimizi
kırarak, en kirli, en kanlı, en acımasız çatışmaların
piyonlarına dönüşmüş olduğumuzu sorgulamalıyız.
Türkiye’de 10 Ekim günü patlatılan Ankara bombasının Akdeniz’de kıyısı olan bağımsız Kürdistan sürecini hızlandırmak için yapıldığı net bir jeopolitik sonuçtur. Rusya, İran ve Suriye ittifakı güçlenip, Batı etkinliği azaldıkça Türkiye’de terör olayları artmaktadır.
Bu terör olaylarında kullanılan örgütlerin hepsi
birer maşadır. Bombayı imal eden ve patlattıran
makam da kişi de bellidir.
Bombalarla verilmek istenen mesaj çok açıktır;
Türkiye yeniden açılım sürecine döndürülerek terör
22
örgütü artık ideolojisi
bile kalmayan taşeron
PKK ile masaya,
Enis Musluoğlu - Ekonomist
müzakereye oturtulmaya
çalışılıyor.
Ayrıca Türkiye’nin Rusya, İran, Irak ve Suriye ile işbirliği engellenmek isteniyor.
Patlamada kullanılan canlı bombaların kim oldukları o kadar önemli değildir. İstihbarat örgütleri eleman
olarak her örgütten adam kullanabilirler. Bombacıların
IŞİD’ci veya PKK’lı çıkması sonucu değiştirmez. Çünkü
IŞİD’i de PKK’yı da yaratan CIA, MOSSAD, MI6 gibi
istihbarat örgütleridir.
Dünyamızı karartan bu nefret, bombacıların yüreklerine kendiliğinden düşmüş bir tohum değil, özenerek
kökleştirilmiş, bezenerek dallanıp budaklandırılmış,
ısmarlama bir nefrettir.
Dinsel ve etnik nefretin tohumlarını ekip yeşerten,
onlar üzerine saltanat kuran, toplumsal barıştan değil,
toplumsal çatışmalardan medet uman, her konuyu yalnız kendisinin bildiğini savlayan, her zaman her yerde
hep kendini haklı gören, kendi gibi düşünmeyeni ötekileştiren, herkesi de kendi yolunda yürümeye çağıran
kişinin ektiği tohumlar olmasa, toplum terörün bölücü
oyunlarına bu kadar kolay alet olmazdı.
Yaşananlar bağlamında Cumhuriyetimizin kurucusu
büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün fikirlerini,
devrimlerini anlamanın ne kadar önemli olduğunu bir
kez daha görüyoruz.
Aydınlık bir VATAN dileklerimle.
eylulekimdergifilm_Layout 1 10.11.2015 14:13 Page 23
DEDEBAŞI MAHALLESİ
MUHTARINI ZİYARET ETTİK
Dedebaşı Muhtarı Sayın Şuayip Kayataş
bize kendinizi tanıtır mısınız?
24,03.1957 doğumluyum. Arnavut kökenli,
doğma büyüme Karşıyakalıyım. Ailem 80 yıllık
Dedebaşı sakini. Halkla İlişkiler mezunuyum. 29 yıl
TEDAŞ’ta çalıştıktan sonra emekli oldum. Bir kızım,
bir oğlum, iki de torunum var.
Dedebaşı Mahallesi’nin konumunu tarif
eder misiniz?
Anadolu Caddesi’nin güneyinde, Ahılkuyusu
doğusu, Girne Caddesi’nin batısı 6007 Sokak’ın çift
numaraları Goncalar Mahallesi ile sınırı olan
Karşıyaka’nın en eski ve en büyük mahallelerinden
birisidir. İdari yönden Kaymakamlığa, hizmet yönünden Belediyeye bağlı çalışırız.
Sınırlarınızda bulunan Resmi Kurumları
söyler misiniz?
Emniyet İlçe Müdürlüğü, Toplum Sağlığı Merkezi,
Belediye Zabıta Müdürlüğü, Karşıyaka Belediyesi
Kent Konseyi, Vali Erol Çakır Lisesi, İnci Şener
İlköğretim Okulu, Faik Muhittin Adam İlköğretim
Okulu. Ayrıca süper amatör lige yükselmiş olan
Dedebaşı Spor Kulübü, Degoned (Dedebaşı,
Goncalar, Nergis Derneği) bulunmaktadır.
Nüfus ne kadar ve okuma-yazma oranı
nedir?
20 bine yakın nüfus, 4 bin konut, % 98 okuma
yazma oranı vardır.
Mahallenizle ilgili sorunlar var mı?
Dedebaşı Mahallesi muhtarı sayın Şuayip Kayataş makamında.
Eski yıllarda mahallemizde sel olayları sakinlere
çok zarar veriyordu. Islah yapıldıktan sonra herhangi bir sorun kalmadı. Ayrıca eskiden çok konu olan
6111 Sokak ve 6134 Sokak’ın Ordu Bulvarı ile kesiştiği kavşağa ışıklı trafik lambası için müracaat edildi.
En kısa zamanda yapılacağı sözünü aldık.
Sosyal çalışmalarınız nelerdir?
Karşıyaka Belediye Başkanlığı’na spor kulübüne
ihtiyacımız olduğunu ilettik. Kendisi de Dedebaşı
Spor Kulübü’ne bir bina yapılması sözünü verdiği
için kendisine çok teşekkür ediyorum.
Eski yıllarda Girne Caddesi’nde bulunan ve daha
sonra kaldırılan Tak-ı Zafer’in halktan gelen talep
üzerine tekrar uygun bir yere konulması için gerekli yerlere başvuruldu. Karşıyaka
Belediyesi’nin hayata geçirdiği “Her
apartman ile bir çocuk okutuyoruz”
projesine katılımlar oldukça çok fazla
ve bu belediyeye bildirildi.
Üye olduğunuz dernekler var
mı?
Arnavut Derneği, Kent Konseyi
üyesiyim. En kısa sürede derneğinize
üye olacağım. Belediye ve Emniyet
Müdürlüğü ile iyi ilişkiler içinde
uyumlu bir şekilde çalışıyoruz.
Ziyaretiniz için teşekkür ediyorum.
Atatürkçü Düşünce Derneği Karşıyaka şubemiz üyelerinden Nilgün Konuk ve muhtarımız
Şuayip Bey sohbet ederlerken.
23
eylulekimdergifilm_Layout 1 10.11.2015 14:13 Page 24
EĞİTİM İŞ SENDİKASI
3 NOLU ŞUBESİ’Nİ ZİYARET ETTİK
Karşıyaka’da çok kısa bir süre önce şube
olarak etkinlik görtermeye başlamasına karşın verimli ve etkili çalışmalarıyla kendini
kabul ettiren ve hızla sayısını arttıran Eğitimİş 3 No’lu Şubesi’ni ziyaret ettik. Şube yöneticileri ADD’nin kendilerine ziyaretimizden
duydukları memnuniyeti dile getirdikten
sonra sorularımızı içtenlikle yanıtladılar.
Eğitim İş ne zaman ve niçin oluşturulmuştur?
Eğitim İş 1991 yılında kurulan ilk kamu sendikaAtatürkçü Düşünce Derneği Karşıyaka şubemiz üyelerimiz ve Eğitim-İş 3 Nolu
sıdır. 1994 yılında Eğit-Sen’le birleşerek Eğitim-Sen şube yöneticileriyle birlikte.
olmuştur. Eğitim-Sen olduktan sonra önemli bir büyüme ivmesi kazanmış ve en yetkili sendika olmuştur.
tartışma kültüründen uzak insan yetiştirme politikası uyguAncak Eğitim Sen içerisindeki sendikal, siyasi ve örgütsel
lamaya konulmuştur. Yine amaçlardan birisi de kadını sossorunlar sıkıntılar yaşatmaya başlamış, özellikle sendikal
yal ve çalışma hayatından çekip eve kapatmaktır. “Çocuk
sorunların önüne Kürt meselesinin konulması, ana dilde eğigelin” olayı ülkemizin zaten kanayan bir yarası iken bu eğitimin dayatılması, Atatürk ve onun kurduğu cumhuriyete
tim sistemi ile çocuk gelinlik adeta teşvik edilmektedir.
eleştirel ve saldırganlığa varan yaklaşımlar, sendika içerisin4+4+4 ile İmam Hatip Okulları’nın sayısının 10 kat arttığıdeki dar grupçuluk ve siyasi dayatmalar ayrışma sürecini
nı, hatta İmam Hatip Okulları dışındaki okulların da ders
başlatmıştır. Ana dilde eğitim maddesinin tüzükten çıkartılprogramları ile imam hatipleştiklerini görüyoruz. Okullarda
maması sendikayı kapanma sorunuyla karşı karşıya getirmescit açılması, değerler eğitimi adı altında anasınıflarına
miştir. Bunun üzerine Eğitim-Sen içindeki bir grup arkadaş
bile din eğitiminin sokulması cumhuriyetçi ve bilimsel eğitimEğitim İş’i yeniden kurmuştur. (2005)
den uzaklaşmanın göstergesidir. Gelinen son aşamada
Eğitim İş şimdi yaklaşık 50 bin üyeye sahip bir örgüttür.
hedef “karma eğitim”in sonlandırılmasıdır.
Diğer sendikalardan bizi ayıran duruşumuzda iki temel varBilim yuvası olması gereken okullarımızda
dır: Vatanımız ve ekmeğimiz. Birincisi; Vatanımız derken
uygulanan siyaseti ve eğitim programlarını nasıl
Atatürk’ün bizlere emanet ettiği cumhuriyet ve ulusal bütündeğerlendiriyorsunuz?
lüğümüz olmazsa olmazımızdır. Eğitimde: Irkçılık, gericilik
AKP iktidara geldiği günden beri eğitimde çok önemli
ve bölücülük mücadele alanımızdır. Laik, demokratik, bilimdeğişikliklere imza attı. Bu değişiklikler, eğitim, öğrencilerisel, parasız, halkçı ve ulusal eğitim hedefimizdir. İkincisi;
miz, eğitimcilerimiz ve ülkemizin geleceği açısından çok
ekmeğimizden kastımız, eğitim emekçilerinin özlük ve meskötü değişiklikler. Genel olarak baktığımızda; 1. Bazı eğitim
leki sorunlarını çözmek için mücadele ediyor olmamızdır. Bir
teknolojilerini (akıllı tahta, laptop.. vs.) getirdi. Ancak bunlar
dayanışma örgütüyüz. Toplu sözleşme masasında yetkili
sadece AKP yandaşı sermayeye rant kapısı açtı, ezberci eğiolmak istiyoruz. Bizim gibi düşünen örgütsüz veya yanlış
timi sonlandırmadı, eğitimin kalitesini artırmadı. 2. Eğitim
örgütlerde olan yüzbinler olduğunu biliyoruz.
programları ile dindar ve kindar bir nesil yetiştirmenin yolu
Eğitimdeki 4+4+4 uygulaması çocuk yaştaki
açıldı. Eğitim ana sınıfından başlayarak dini programlarla
evliliklerin (çocuk gelinlerin) artmasına neden
yönlendirildi. Bilimden, aydınlanmadan ve Atatürkçü eğitim
olmuştur diyebilir miyiz? “Bu uygulama özellikle
sisteminden tamamen uzaklaşıldı. 3. Eğitimde özelleştirme
doğu yörelerimizde kadını alınıp satılan bir meta
yolu iyice açıldı. Özel okullara özellikle de yandaş okullara
durumuna getirecek” kaygısını doğru buluyor
teşvikler arttı. Dershanelerin kapatılması özel liselere rağbemusunuz?
ti artırdı. 4. Milli Eğitim Bakanlığı, AKP yandaşı sendikanın
kadrolaşması
sonucu antidemokratik ve kayırmacı bir
Cumhuriyetle amaçlanan ancak 1950’lerde kesintiye
Bakanlık oldu. Eğitim emekçileri birçok kazanılmış hakkını
uğrayan; aklın öncülüğünde, bilimi kılavuz edinen insan yeri(ders ve sınav ücretleri, yönetici sınav hakları, sağlık vb. hakne, 4+4+4 diye formüle edilen “dindar ve kindar gençlik
lar) kaybetti.
yetiştirme” amacı taşıyan yasa ile itaatkar, demokrasi ve
24
eylulekimdergifilm_Layout 1 10.11.2015 14:13 Page 25
Eğitim İş, eşitlik-hak-adalet-özgürlük ve emek
değerlerinin savunulması için nasıl çalışmalar
yapıyor?
Eğitim İş, bu kavramları insanlığın ve uygarlığın temel kavramları olarak görür. Antiemperyalist ve antikapitalist bir bakış
açısıyla bu değerlere sahip çıkar. Bu konuda samimi olan tüm
kitle örgütleri ile de işbirliği yapar. Emek hakkı bir sendikanın
zaten mücadele alanıdır. Toplu sözleşme ve grev hakkı olmazsa olmazımızdır. Özlük ve mesleki sorunlarımızın çözümü için
hukuki ve kitlesel mücadeleyi sürdürmekteyiz. Bu konuda açtığımız çok sayıda hukuki davayı ( yönetici atama yönetmeliği,
ders ücretleri, sağlık hakkı, Atatürkçülük .. vs.) kazandık. Son
olarak öğretmen nöbetinin ücretlendirilmesi konusunda mücadelemiz sürüyor. Büyük olasılıkla bunu da başaracağız.
Kapitalist politikaların dayatılması; taşeron,
güvencesiz istihdamın, sendikasızlaştırmanın karşısında Eğitim İş’in tutumu nedir?
AKP’nin 13 yıllık iktidarı emekçilerin büyük hak kayıplarını
yaşadığı dönem olarak tarihe geçti. Ülkenin en değerli ve stratejik kaynakları özelleştirmeler yolu ile uluslararası ve yerli sermayeye peşkeş çekildi. Esnek ve güvencesiz çalışma, taşeronlaştırma uygulamaları hızla yaygınlaşıp, kriz gerekçesiyle kitlesel işten çıkarmalar sürerken, düşük ücret ve maaş artışlarının
dayatıldığı emeğe yönelik çok yönlü saldırılar hayata geçirildi.
Taşeronlaşma ve özelleştirme ile birlikte iş kazaları ve işçi
ölümleri de tavan yaptı (Soma ve Ermenek’te yaşananlar). Bu
emperyalist ve kapitalist uygulamalara karşı konfederasyonumuz Birleşik Kamu İş’le birlikte etkin mücadelemizi sürdürdük
7 Haziran seçimlerinin faşizme ve gericiliğe
dur diyecek bir sonuç ortaya koyduğunu söyleyebilir miyiz? Yenilenen seçimler konusunda görüşünüz nedir?
7 Haziran seçimleri sonuçları açısından bazı olumlu ve
olumsuz durumları taşımaktadır. En olumlu sonuç, 13 yıllık
AKP ve Recep Tayyip Erdoğan yönetim kabusunun sonunun
yaklaştığıdır. Tayyip’in başkanlık sistemi ile getirmek istediği
diktatörlük hevesi kursağında kalmıştır. Cumhuriyet ve demokrasi kaygısı taşıyan güçlerde rahatlama yaratmıştır. Ancak bu
durum kaygıyı taşıyanların kazandığı anlamına gelmiyor. Tam
tersine bu güçlerde bir oy artışı görülmemektedir. Bölücülük
oyunu artırmıştır. Bu Türkiye’nin geleceği açısından kaygı vericidir. Vatanı ve Cumhuriyetimizi savunanlar birlikte hareket
etmenin yolunu bulmalı ve iktidar seçeneği olarak öne çıkmalıdır. Yaşadığımız coğrafyadaki olaylar, ülkemizin ne kadar
büyük bir tehdit altında olduğunu gösteriyor.
Teşekkürler.
UNUTMADIK...
TABULARI YIKAN AYDIN MÜFTÜ:
TURAN DURSUN
Din üzerine yazdığı yazıları ve kitaplarıyla tabuları
yıkan Turan Dursun 4 Eylül 1990 yılında İstanbul’da
öldürüldü. Dursun’un katli ile Cumhuriyetçi kesime
yönelik cinayetler serisinde Çetin Emeç ve Muammer
Aksoy’dan sonraki 3. halka da yok edilmiş oldu.
Ardından da Bahriye Üçok, Uğur Mumcu ve Ahmet
Taner Kışlalı katledildiler.
Turan Dursun uzun süredir tehdit ediliyordu. Gerçeği
yazmanın bedelini bilerek göze almış, seçimini gerçeklerden ve halktan yana yapmıştı. Bir yazısında: “Küfür de
tehdit de yüreksizliğin, tükenmişliğin ürünüdür ve
boşunadır. Tabuların üzerine gidiş sürecek” demişti.
Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Başkanı Prof. Dr.
Nejat Kaymaz da yaptığı açıklamada cinayeti kınayarak
“Tu r a n D u r s u n ka mu oyu nda meçh u l olma ya n
ka ra nlık güçlerin tertiplediği a lça kça bir suika st
kurba nı olmuştur .” demiştir.
Sivas’ın Şarkışla ilçesinin Gümüştepe köyünde 1934
yılında dünyaya gelen Turan Dursun, imam olan babanın
8 çocuğundan birisiydi. Babası oğlunun iyi bir din bilgini
olması için gayret gösterdi. Çalışkan ve araştırmaya
meraklı bir öğrenci olan Dursun, aldığı İslami derslerden sonra müftü olabilmek için ilkokulu bitirdi. Çeşitli
illerde imamlık ve müftülük yaptı. Şeriatın katı kurallarına ters davranışları nedeniyle 60’lı yıllarda aydın müftü
olarak tanındı. Kendi deyişiyle “İslam’a olan inancını
yitirdikten sonra” 1966 yılında müftülüğü bırakarak
TRT’de memur olarak çalışmaya başladı. Daha sonra
prodüktör olan Dursun, TRT’den emekli olana kadar
dini içerikli olanlar da dahil çok sayıda programa imza
attı.
Emekli olduktan sonra “Kur’an Ansiklopedisi”ni
1987 yılında bitirdi. 1989 yılında haftalık “2000’e
Doğru” dergisinde yazı yazmaya başladı. Bu yazıları
nedeniyle de bazı çevrelerden çok büyük tepki aldı.
“Rahat yaşamak uğruna gerçeği mezara mı götüreyim; halka gerçeği anlatmak uğruna ölümü mü göze
alayım?” diye sorduğu soruyu bir aydınlanmacı olarak
yanıtladı Dursun. “Ben yüzyılların doğurduğu
Ölüm’üm” diyerek ölümü yendi. Ölümü Turan
Dursun’u daha da büyüttü. Adı, ölümsüz aydınlanma
kurbanları arasına yazıldı. Eserleri ölümünden sonra
basılarak en çok satılanlar arasına girdi.
Bunlar: Kur’an Ansiklopedisi (8 cilt – devamı polisin
elinde), Tabu Can Çekişiyor, Kulleteyn, Dua, Kur’an,
Allah, Ünlülere Mektuplar, Din Bu adlı eserleri.
DÜŞÜN DERGİ
25
eylulekimdergifilm_Layout 1 10.11.2015 14:13 Page 26
1923-1938 ATATÜRK DÖNEMİ
HAVAYOLU ULAŞIMINDA
GELİŞMELER
Cumhuriyetin ilk yıllarında özellikle Atatürk dönemi
Havayolu Ulaşım politikalarında nasıl bir gelişme olduğuna girmeden önce Osmanlıdan alınan miras önemlidir.
Osmanlı Devleti’ni en güçlü olduğu dönemde bitiren ve
ülke aleyhine gelişen halkının sefil bir halde yaşamasına
mahkum eden kapitülasyonlardır. Dolayısıyla genç
Cumhuriyet’in mücadele ettiği en büyük sorun bu olmuş
ve yüzyılların oluşturduğu sonuçları ortadan kaldırmak
ancak “Devletçilik” politikaları ile gerçekleştirilmiştir.
Ekonomide yani sermayede maalesef yerli sanayici oluşturmak çok güçtü dolayısıyla birikimi olup, teknik altyapısı olmayan işadamları ile ülke gelişmekte zorluk çekecekti. Çünkü yabancı ortaklıklar ülke ekonomisi için tehlikeli olabilirdi. Bunun önünü kesmek amacıyla
Devletçilik politikaları ile yatırımlar gerçekleştirilmiştir.
Havayolunun dünyada ve Osmanlı döneminde gelişmelerine bakacak olursak; Wright Kardeşlerin 17 Kasım
1903 tarihinde gerçekleştirdikleri ilk uçuşları aynı
zamanda yüzyıllardır süren bir hayalin de gerçekleşmesine neden olmuştur. Dünya üzerindeki bu gelişmeler
etrafında Osmanlı’da ticari manada değil askeri alanda
gelişmelerle, Trablusgarp savaşında İtalyanların uçak kullanmaları neticesinde bu konuda adım atılmasına neden
olmuştur. Osmanlı Devleti Havayolu ulaşımında Harbiye
Nazırı Mahmut Şevket Pasa döneminde 1 Haziran
1911’de Kıtaat-ı Fenniye ve Mevaki-i Müstahdeme
Müfettiş-i Umumiliği’nin ikinci şubesine bağlı bir hava
komisyonu kurulmuştur. Hemen arkasından Fesa Bey ve
Kenan Bey Fransa’ya gönderilmiş, 1912’de Yeşilköy d' e 2
hangar ve 1 meydan yapılmış, Yeşilköy’deki ilk hava
örgütü, 3 Temmuz 1912'de Yeşilköy Hava Mektebi olarak hizmete girmiştir. 12 Mart 1912’de havacılık teşkilatı hakkındaki kanunun kabul edilmesiyle de uçak satın
almak için yardım toplanmasına karar verilmiş, aralarında Mahmut Şevket Paşa, Prens Celaleddin gibi isimlerin
bulunduğu devlet adamlarının da katılımıyla kampanya
başlatılmıştır. Havacılık bu şekilde temelleri atılmıştır.
Cumhuriyet’in ilanından sonra da havacılık faaliyetlerine önem verilmeye devam edilmiş, bu çerçevede bir
yandan yasal ve kurumsal düzenlemeler yapılırken tesis
ve araç şartlarının da geliştirilmesine çaba harcanmıştır.
1925 yılında “Türk Teyyare Cemiyeti”nin kurulmasıyla
Türkiye’de sivil havacılığın kurumsal temelleri atılmıştır.
1933 yılında, Milli Savunma Bakanlığı’na bağlı olarak
kurulan ve Türkiye’de sivil hava yolları kurma ve taşıma
26
yapmak üzere görevÖmer BAYRAM - Hv. Asb.(E)
lendirilen “Hava Yolları
Devlet İşletmesi”nin
kurulması fiili olarak sivil taşımacılığın başlamasına olanak
tanımıştır. Bu dönemde, daha önce askeri ihtiyaçlar için
alınmış olan uçaklar, yolcu ve yük taşımaya elverişli hale
getirilmiş ve Türkiye’nin belli başlı şehirleri arasında
hava ulaşımı sağlanmaya başlanmıştır. Belirtilen yıl “Türk
Hava Postaları” adıyla ve 5 uçaklık küçük bir filoyla ilk
sivil hava taşımacılığı başlatılmıştır. Havacılıkla ilgili ilk
çalışmaların ağırlık noktasını havaalanı inşaatı oluşturduğundan, Havayolları Devlet İşletmesi 1938 yılında Devlet
Hava Yolları Umum Müdürlüğü adını alarak Bayındırlık
Bakanlığı’na bağlanmıştır. Sivil havacılık ulaştırma 1933
yılında 5 uçak ve 28 koltuk kapasitesine sahipti. Bunun
yanında Cumhuriyet’in Türkiye'yi Avrupa'ya bağlayan ilk
ticari hava hattı Franco-Romen Hava Seyrüsefer
Kumpanyası'nın 1922 senesinde İstanbul'a uğrattıkları
hattır. 1924 senesinde Aero Espresso İtaliana şirketine
20 senelik bir imtiyaz verilmiştir. Bu şirket Ankaraİstanbul-İzmir ve Brindizi arasında muntazam sefer tesis
etmek istemişse de, faaliyeti ancak İstanbul-AtinaBrindizi hattı ile sınırlı kalmıştır. 1925’de Franco-Romen
ve Alman Junkers tayyare şirketlerine Ankara-İstanbul
arasında bir hat işletebilmek üzere verilmiştir.
Türkiye’de havayoluyla yolcu taşıma, 1933 yılına kadar
yabancı şirketler tarafından gerçekleştirilmiştir, bu çerçevede imtiyaz süreleri 20 yıl olmak üzere, 1920 yılında
teşekkül ettirilen Sidna (Air France) ve 1924 yılında
kurulan Aero Espresso şirketleri havayolu taşıma faaliyetlerini başlatmışlardır. Bu havayolu şirketlerinden 8
uçağa sahip olan Sidna firması 1929 yılında 327 yolcu
taşımış, 1930 yılında ise 4 uçakla 368 yolcu taşımıştır.
1930 yılında 9 uçağa sahip olan Aero Espresso şirketi de
397 yolcu taşımıştır. 1933 yılında yukarıda adı geçen
havayolu şirketlerine, devlete ait bir firma olan “Hava
Yolları Devlet İşletme İdaresi” dahil olmuş ve havayolu
ulaştırması gerçekleştiren şirket sayısı 3’e yükselmiştir.
Sidna ve Aero Espresso firmaları 1935 yılına kadar faaliyetlerini sürdürmekle birlikte bu tarihten itibaren Hava
Yolları Devlet İşletmesi’nin ağırlığı belirginleşmeye başlamıştır. 1938 yılına gelindiğinde Hava Yolları Devlet
İşletmesi’nin taşıdığı yolcu sayısı 879 kişidir. Havayoluyla
yolcu taşımada olduğu gibi yük taşımada da başlangıçta
yabancı menşeli havayolu şirketleri faaliyet göstermiş
eylulekimdergifilm_Layout 1 10.11.2015 14:13 Page 27
1933 yılından itibaren ise, Hava Yolları Devlet İşletmesi
taşımadaki yerini almıştır. Bu döneme gelmeden önce
Türkiye’nin aynı zamanda Asya ve Avrupa kıtaları arasında kalan ve havayolu ulaşımında ara istasyon olarak kullanılması istekleri, rotaların uygunluğu, Avrupalı
Havayolu şirketlerinin ülkemizdeki ilgisini artırmıştır. Bu
maksatla Türk hükümeti nezdinde girişimlerde bulunmuşlardır. Hükümet, dönemin iktisat programının
“turizmin her vasıta ile teşvik edileceğine” dair 12. maddesine rağmen bu girişimlere başlangıçta “askeri mülahazalarla” soğuk bakmışsa da daha sonra bazı şirketlerle anlaşmalar yapmıştır. Bu konuda özellikle Almanların
önemli girişimleri söz konusudur. İlk olarak Junkers şirketi Türkiye ile ortak bir hava nakliye şirketi kurmak için
girişimlere başlamıştır. Diğer bir Alman şirketi
Lufthansa’dır. Lufthansa şirketi, Berlin-İstanbul arasında
hava postası konulması için Ekim 1929’dan itibaren çalışmalar yapmış, şirket; 12.5 saat olarak düşünülen uçuş
süresiyle günde iki kez Almanya ve Türkiye’den karşılıklı sefer yapmayı planlamıştır. Nisan 1930’da, İstanbulBerlin arasında uçakla posta taşımacılığı yapmak üzere
Nakliyat-i Havaiye şirketi ile Posta Müdüriyet-i
Umumiyesi arasında bir sözleşme imzalanmıştır. Buna
göre her gün İstanbul-Berlin arasında bir posta seferi
düzenlenecek, mektuplardan 22 kuruş ücret alınacaktır.
1930’lu yıllarda, Cumhuriyet’in ilk yıllarında yabancı
havayolu şirketlerince yürütülen havayolları faaliyetinin,
bu yıllarda izlenen devletçilik politikası ile birlikte, bizzat
devlet tarafından oluşturulan bir millî işletme kanalıyla
yürütülmesi gündeme gelmiş, sonuçta; Havayolları
Devlet İşletme İdaresi Millî Müdafaa Vekaleti’ne bağlı
olarak, Türkiye’de havayollarını tesis etmek ve bu yollar
üzerinde nakliyat yapmak amacıyla 20 Mayıs 1933 tarih
ve 2186 sayılı kanunla kurulmuştur. İşletmenin ilk genel
müdürü, aynı zamanda Türkiye’nin ilk pilotu da olan
Fesa Bey (Evrensev)’ dir. Mülhak bütçeli olarak kurulan
idarenin genel müdürü her ne kadar Millî Müdafaa
Vekaleti’nin teklifi ve Bakanlar Kurulu’nun kararıyla atanıyorsa da idarenin sivil nitelikte olması uygun görülmüştür. Hava hatlarının düzenlenmesinde Erkân-ı
Harbiye Vekâleti’nin de katılımı esas tutulmuştur.
Kuruluş kanununa göre, idarenin tüm tesisat ve araçları,
Millî Müdafaa Vekaleti’ne bağlı fabrikalarda maliyet fiyatıyla tamir edilecektir. Ayrıca idarenin uçakları ile her ne
nedenle olursa olsun ücretsiz yolculuk yapılamayacaktır.
Hiç şüphesiz bu kararda, zaten başlangıçta 8-10 kişilik
olan ve bu yüzden kâr etmesi kolay olmayan uçuşları bir
de ücretsiz yolcu alarak iyiden iyiye zarar eder bir hale
getirmeme kaygısı vardır. 30 Mayıs 1935 tarih ve 2744
sayılı kanunla, Millî Müdafaa Vekaleti’nin işletme üzerindeki tüm tasarrufu Nafıa Vekaleti’ne bırakılmış ve işletme bu vekalete bağlı olarak çalışmaya başlamıştır. Aynı
kanunla, 1933 tarihli 2186 sayılı kanunla hava hatlarının
düzenlenmesinde Erkân-ı Harbiye Vekâleti’nin de katılımını esas tutan madde lağvedilmiştir Yine söz konusu
kanunun 3. maddesine göre, “Havayolları Devlet işletme
idaresinin tayyareleriyle memurları, askeri meydan ve
yardımcı meydanlardan, nakil vasıtalarından, fabrikalarından; askeri tayyare ve memurlar da işletmenin meydan
ve yardımcı meydanlarından ve nakil vasıtalarından karşılıklı istifade edebileceklerdir.” Millî Müdafaa
Vekaleti’nden işletmeyi yalnızca zayıf bir hangar, bir bina
ve ikisi Amerikan, ikisi Alman Junkers tipi 4 uçak ve
Cumhuriyet’in 10. yıldönümü nedeniyle hediye edilen
bir adet ATH-9 tipi yolcu uçağıyla birlikte toplam beş
uçakla devralan Nafıa Vekaleti İngiliz De Haviland şirketine Dragon- Rapid tipinde ilk etapta 3 uçak sipariş edilmiştir. Ayrıca bu uçakları kullanacak 4 pilot ve 4 makinist de baslarında bir yöneticiyle birlikte Londra’ya 3
aylık staja gönderilmişlerdir. İşletmenin önemli bir çalışması da meydanlarla ilgilidir. Buna göre, önce ana, sonra
da yardımcı meydanlar için projeler hazırlanmış ve tüm
illerden, hava meydanı için ayırabilecekleri arsaların krokileri istenmiştir. İstenen krokilerin çok kısa zamanda
gelmesi, illerin de bu konuya ilgi gösterdiklerinin bir işareti olmuştur. İngiliz şirketine sipariş edilen uçaklar, 10
Mayıs 1936’da Ankara’ya gelmiştir. Saatte 200 km. sürat
yapabilen, 7 yolcu ve 1 pilot kapasiteli bu uçakların gelmesiyle birlikte öncelikle Ankara-İstanbul seferleri üzerindeki son hazırlıklar da tamamlanmıştır. Yaklaşık 1 saat
50 dakika süreceği düşünülen seferlerin her gün karşılıklı birer uçakla başlaması plânlanmıştır. İlk uçak, 25 Mayıs
1936’da 4 yolcu ve posta ile Ankara’dan havalanmış ve
karşılıklı seferler başlamıştır. Demiryollarının altın yıllarını yaşadığı, karayollarının ona hiçbir zaman ve hiçbir
şekilde rekabet edemeyeceğinin düşünüldüğü, karayolu
yapımına zaman zaman itirazlar yükseldiği bir dönemde
başlatılan havayolu seferleri kamuoyunda olumlu karşılanmıştır. Ankara-İstanbul hava seferlerinin başladığı 25
Mayıs tarihinden Ağustos sonuna kadar olan 3 aylık
dönemin sefer rakamları incelendiğinde toplam olarak
230 seferin yapıldığı, 698 yolcu, 627.8 kg. bagaj, 70.8 kg.
posta ve 4987 kg. gazete taşındığı görülmektedir. Bir
süre sonra bu seferler, İzmir’e kadar uzatılmıştır. Mart
1937’ye gelindiğinde ise Adana hava meydanı açılmıştır.
Bu meydanın açılmasında, özellikle Orta Asya’ya sefer
yapacak uçaklar için bir ara istasyon olma olasılığı değerlendirilmiştir. 1938’e gelindiğinde, 1933’te Havayolları
Devlet İşletme İdaresi adıyla kurulan işletmenin, yapısında ve isminde birtakım değişiklikler yapılmıştır. Sonraki
dönemlerde de gelişmeler paralelinde değişiklikler gerçekleştirilmiş, yeni müdürlükler tesisi, uçak ve pistlerin
sayısını çoğaltma gibi çalışmalar yapılmıştır. Günümüzde
bile bu çalışmalar halen devam etmektedir.
27
eylulekimdergifilm_Layout 1 10.11.2015 14:13 Page 28
YÜRÜYEN KÖŞK - UNESCO
BİLGİ DOSYAMIZ
UNESCO DÜNYA MİRAS LİSTESİ ADAYIMIZ:
ATATÜRK’ÜN MİLLET KÖŞKÜ
‘YÜRÜYEN KÖŞK’
1- Genel:
Dünya Mirasları; Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve
Kültür Teşkilatı UNESCO tarafından belirlenen kültürel ve doğal varlıkların listesidir.
UNESCO her yıl toplanarak, listesine alınacak yeni
doğal ve kültürel varlıkları karara bağlamakta ve listede bulunan varlıkların korunma durumunu incelemektedir. Gerektiğinde ilgili ülkeye uyarılarda bulunmakta
ve hatta önlem alınmaması halinde bu eserleri listesinden çıkarmaktadır.
Temel amaç, dünya miraslarının korunması ve gelecek nesillere aktarılmasıdır.
2- UNESCO Listesi’ne Girmenin Yararları:
2.1) Alanın (varlığın) ve kentin dünyaca tanınmasını sağlıyor.
2.2) Alanı denetliyor ve korumaya alıyor.
2.3) Alanın korunması için maddi destek sağlayabiliyor.
2.4) Artan turizmin iyi yönetilmesi için programlar
sunuyor.
3- UNESCO Komite Toplantıları:
Dünya Miras Komitesi’nin son toplantısı Bonn’da
yapılmış olup, ülkemizden Efes ile Diyarbakır Surları
ve Hevsel Bahçeleri Kültürel Peyzajı listeye alınmıştır.
Böylece ülkemizden listeye giren alan (varlık) sayısı 15’e yükselmiştir. Listenin en başında 51 kültürel
varlıkla yer alan İtalya'yı; Çin 48, İspanya 44, Fransa 41
ve Almanya 40 varlıkla takip etmektedir.
Ülkemiz aslında bir kültürel varlıklar cennetidir.
Diğer ülkelerle karşılaştırıldığında, bu 15 sayısının
yetersiz olduğu görülmektedir. İyi bir çalışma ile ülkemizden en az 50 alanın listeye girmesi mümkündür.
4- UNESCO Listesindeki Doğal ve Kültürel
Alanlarımız (Toplam 15):
-İstanbul'un Tarihi Alanları (1985)
-Göreme Milli Parkı ve Kapadokya (1985)
-Divriği Ulu Camii ve Darrüşşifası (1985)
-Hattuşa: Hitit Başkenti (1986)
-Nemrut Dağı (1987)
-Xanthos Letoon (1988)
-Hieropolis Pamukkale (1988)
-Safranbolu Kenti (1994)
-Troia Arkeolojik Siti (1998)
-Selimiye Camii ve Külliyesi (2011)
-Çatalhöyük Neolitik Kenti (2012)
28
-Bursa ve Cumalıkızık
Köyü (2014)
-Bergama
Çok
Katmanlı Kültürel Peyzaj
Metin Erdoğan - Emekli Ateşe
(2014)
-Diyarbakır Kalesi ve Hevsel Bahçeleri Kültürel
Peyzajı (2015)
-Efes Antik Kenti (2015)
5- UNESCO Dünya Kültür Mirasları Kriterleri
Nelerdir?
Bir alanın (varlığın) Dünya Miras Listesi’ne dahil
edilebilmesi için, Dünya Miras Komitesi tarafından
belirlenen olağanüstü evrensel değerini ölçen, 6 kültürel ve 4 doğal kriterden en az birini karşılaması gerekmektedir. Kriterler:
1) İnsanın yaratıcı dehasının üst düzeyde bir temsilcisi olması,
2) Dünyanın bir kültür bölgesinde veya bir dönemde mimarlık veya teknoloji, anıtsal sanatlar, kent planlama veya peyzaj tasarımı alanlarında önemli gelişmelere ilişkin insani değer alışverişlerine tanıklık etmesi,
3) Yaşayan veya yok olan bir kültür geleneğinin
veya uygarlığın istisnai, ender rastlanan bir temsilcisi
olması,
4) İnsanlık tarihinin önemli bir aşamasını veya aşamalarını gösteren bir yapı tipinin, mimari veya teknolojik bütünün veya peyzajın istisnai bir örneği olması
5) Özellikle geri dönülmez bir değişimin etkisi
altında hassaslaşmış olan çevre ile insan etkileşiminin
veya bir kültürün/kültürlerin temsilcisi olan, geleneksel insan yerleşimi, arazi kullanımı veya deniz kullanımının istisnai bir örneği olması,
6) İstisnai evrensel önem taşıyan sanatsal veya
edebi eserler, inançlar, fikirler, yaşayan gelenekler ve
olaylarla doğrudan veya dolaylı olarak ilgili olması
(Komite bu kriterin tercihen diğer kriterler ile birlikte kullanılması gerektiğini kabul etmektedir.)
7) Üstün doğal görüngelere veya eşsiz doğal güzelliklere ve estetik öneme sahip alanları içermesi,
8) Yaşamın kaydı, yer şekillerinin oluşumunda
devam eden önemli jeolojik süreçler veya önemli jeomorfik veya fizyografik özellikler dahil dünya tarihinin
önemli aşamalarını temsil eden istisnai örnekler olması,
9) Kara, tatlı su, kıyı ve deniz ekosistemleri ile hayvan ve bitki topluluklarının evrim ve gelişiminde
devam eden önemli ekolojik-biyolojik süreçleri sunan
eylulekimdergifilm_Layout 1 10.11.2015 14:13 Page 29
istisnai örnekler olması,
10) Bilim veya koruma açısından istisnai evrensel
değere sahip tehlike altındaki türleri içeren yerler de
dahil, biyolojik çeşitliliğin yerinde korunması için en
önemli ve dikkat çeken doğal habitatları içermesi.
6- UNESCO Adayımız ‘Yürüyen Köşk’ün
İnanılmaz Öyküsü:
Atatürk, Yalova sahilden geçerken tesadüfen görüp
hayran kaldığı bir çınarın (şu anki yaşı 390) yanında
1929 yılında iki katlı bir köşk yaptırmıştır. Bir yıl sonra
(1930) bu dev ağacın köşkün çatısına zarar vermekte
olduğunu gören bahçıvan ağacın bir büyük dalını kesmek ister. Ancak Atatürk dalın kesilmemesini ve köşkün kaydırılmasını emreder! İstanbul’dan getirilen bir
teknik ekip 8.8.1930 günü bu binayı raylar üzerinde 4
metre 80 santim doğuya kaydırır! Bu tarihten sonra
Yalova halkı gerçek adı Millet Köşkü olan binaya
“Yürüyen Köşk” adını takar.
‘Yürüyen Köşk’ dünyada yerinden kaydırıldığı bilinen ilk binadır! Bir başka binanın taşınması olayına
dünya, bundan tam 68 yıl sonra (1998) Amerika’da
tanık olmuştur! Üstelik oradaki amaç doğayı değil,
tarihi bir yapıyı korumaktır.
Günümüzde müze olarak kullanılan köşkün kaydırılması ile Atatürk dünyaya, doğa sevgisi ve teknoloji
becerisi konularında mesajlar vermeyi amaçlamıştır!
(Köşk; 1999 depreminde Yalova’da hasar görmeyen
sadece %15 binadan biri olarak halen sapasağlam ayakta durmaktadır!)
8- Süreç Nasıl İşlemektedir?
Millet Köşkü’nün (Yürüyen Köşk) UNESCO
Listesine girebilmesi için, öncelikle ilgili Yerel
Yönetim’in veya bir Sivil Toplum Örgütü’nün başvuru
dosyasını T.C.Kültür Bakanlığımıza ulaştırması gerekmektedir. Bakanlık bu dosyayı doğrudan UNESCO
merkezine iletme yetkisine sahiptir. Konu UNESCO
Komitesi tarafından, 10-20 Temmuz 2016 tarihleri
arasında İstanbul toplantısında karara bağlanacaktır.
Kural olarak, önerilen varlıklar önce geçici listeye
(Tentative), daha sonraki dönemde kesin listeye alınmaktadır.
9- Sonuç:
Bu konuda; son 1,5 yılda çok sayıda ilgili kurum,
kuruluş yetkilileriyle ve önemli kişilerle bizzat görüştüm ve genelde her kesimden olumlu izlenimler edindim. Kurumlarla yaptığım yazışmalar da keza olumlu
yanıtlar içermektedir. “Alan Yönetim Başkanlığı”
yönetiminde profesyonel bir lobi çalışması sonucu
‘Yürüyen Köşk’ün UNESCO Listesi’ne girmesi mümkün görülmektedir.
Bunun gerçekleşmesi; ülkemizde ve dünyada çevre
ve doğa bilincinin gelişmesine, Yalova’nın dünyaca
tanınması ile klasik turizmin ve kongre turizminin
gelişmesine büyük katkıda bulunacaktır.
Emeği geçen herkese şimdiden teşekkür ederiz.
7.7.2015
7- ‘Yürüyen Köşk’ün Liste’ye Girme Şansı
Neden Yüksektir?
- ‘Yürüyen Köşk’ diğer varlıklardan farklı olarak çok özgün ve orjinal bir alandır.
- Doğa sevgisini ve modern çevre anlayışını
özünde barındırmaktadır.
- Köşk bizce yukarıdaki kriterlerin birden
fazla maddesini (1,2,4,5,7) kapsamaktadır.
- Unesco 40.Komite Toplantısı’nın
İstanbul’da yapılması bize ev sahipliği avantajı
sağlamaktadır.
- Türkiye halen Komite üyesidir, yani söz
sahibidir.(Bu üyelik 2017 yılında son bulacaktır.)
- Ayrıca; Miras Listesi’ne adayımız olan varlık
(Köşk), doğa sevgisi ile o zamanki teknoloji için
bugün sembol niteliği taşımakta olup, Atatürk’e
ait şahsi bir alan ve uygulamadır. UNESCO,
özetle barışa olan katkıları nedeniyle 1981 yılını,
152 ulusun oybirliğiyle, 100. doğum yıldönümü münasebetiyle dünyada ‘Atatürk Yılı’ ilan etmiş ve kutlamıştır. UNESCO tarihinde böyle bir karar, sadece
Atatürk için alınmıştır. Bunun bir avantaj olacağı düşünülmektedir.
Hazırlayan:
Metin Erdoğan, Araştırmacı, emekli Ataşe, ÇSGB
eski Müst.Yrd.
Facebook: ATATÜRK ve YÜRÜYEN KÖŞK,
eMail: metinerdogan5@yahoo.de
29
eylulekimdergifilm_Layout 1 10.11.2015 14:13 Page 30
ÇAKMAKLI’DA BİR AKŞAM...
30 Ağustos Zafer Bayramı’nı siz nasıl kutladınız, bilemem ama ben heyecanla kutladım. O gün Çakmaklı’da
köy çocuklarının, tatilci çocuklarının keman çalmaya başladıklarını, çello çaldıklarını, yan flüt, piyano çalmak için
bir araya geldiklerini duymuştum. Bizi de çağırdılar.
Gittik.
1979’da Karşıyaka’ya geldiğimizde üst katlardan birinde çok güzel bir aile oturuyordu. Pek görüşmesek de
temiz insan oldukları her davranışlarından yansıyordu.
Baba, anısı güzel Mehmet Öğüt, Devlet Senfoni
Orkestrası’nda obua çalıyordu. Onu, elinde çalgı kutusuyla giderken ya da gelirken görüyorduk. Güler yüzlü,
beyefendi bir insandı.
Anne Ülker Hanım, ev kadınıydı. Küçük oğulları
Barış’ı büyütmeye çalışıyor, onun büyüğü Gündüz’ü okula
uğurluyordu her sabah. Büyük oğulları Aydın’ın askeri
lisede okuduğunu biliyor, tatillerde üniformasıyla sılaya
dönerken görüyorduk.
Komşularımız Öğütler, ailece müzisyen oldular
sonunda.
Aydın askeri liseyi bitirdikten sonra konservatuvarın
yükseğine gitti. Lisede de zaten ordu adına konservatuvarda okuyordu. Piyano çalıyor; senfoni orkestrasında.
Gündüz, keman sanatçısı oldu, şimdi devlet Senfoni
Orkestrası’nda çalıyor. Dahası Gündüz Öğüt, bilim kurgu
romanlar, öyküler yazarak kendini kanıtlayan bir yazar
oldu.
Barış da keman sanatçısı oldu ağabeyi gibi. Şimdi
Antalya Opera ve Bale Orkestrası’nda sanatçı.
Bu ailenin komşumuz oldukları yıllarda Çakmaklı’da
kendilerine küçük bir yazlık yaptıklarını duymuştuk.
Bizi Çakmaklı’ya davet eden Aydın Öğüt oldu.
Çakmaklı’ya gittiğimizde bizi futbol sahasına yönlendirdiler. Yemyeşil bir sahanın kıyısına yapılan, bir köy için
düşünülemeyecek denli güzel bir kültür evi ile en az
1500-2000 kişilik bir stadyumla karşılaştık.
O zaman eski komşumuz Ülker Hanım bizi gördü.
Yer gösterdiler. Oturduk ama hâlâ şaşkındık.
Peki bu düzenlemenin mimarları kimlerdi?
Biri Aydın Öğüt, öteki onların kurslarını parasal yönden destekleyen MTS Denizcilik’in sahibi Hakan Erşen’di.
Bu futbol sahasını, stadyumu, kültür eviyle muhtarlık
binasını yapan da Hakan Erşen’di.
Aydın Öğüt, sanatçı duyarlığıyla, aydın olmanın
sorumluluğuyla insanın iyiye, güzele, doğruya değişiminin
sanatla, kültürle olacağına inanmış özveriyle köy çocuklarına müzik kursları vermeye başlamış. Kardeşi Gündüz
Öğüt de desteğini esirgememiş. Zaten birbirine çok bağlı
bir aile Öğütler.
30
Biraz sonra en küçüğü
dört beş yaşlarındaki
çocuklarla yetişkin gençlerin ellerinde çalgılarla
heyecanlı gidiş gelişleri...
Hidayet Karakuş - Şair, Yazar
Kimi üç hafta önce başlamış keman çalmaya, kimi çello çalıyor genç kızların, kimi
flüt... Öğretmenleri gönüllü dersler veriyorlar çocuklara.
Aydın Öğüt’ten başka eşi Canan Öğüt, kızı Elvan
Öğüt, Zülal Günan Erşen, Pınar Özdüzgören, Gündüz
Öğüt, Erdoğan Erken, Sabahattin Karakul, Seyhan Minel
Özerdinç... öğretmenler, öğrenciler el ele, sevinç içinde...
Buradaki yapıların, konserin destekçisi Hakan
Erşen’in Galatasaray Lisesi’ni bitirdiğini öğrendim. Zaten
gecenin açılış konuşmasını yaparken öylesine doğru şeyler söyledi, öylesine gerçekçiydi; etkinlik sonrası tanıştık.
Hakan Erşen, kısaca yaptıkları kültür evinin yalnızca
yazları değil kışın da dolup taşması için köylülere çağrıda
bulundu. Sanatın, kültürün insan yaşamını nasıl etkilediğinin, insanı nasıl değiştirdiğinin bilincindeydi Hakan Erşen.
Aydın Öğüt’le de yıllar sonra karşılaştık konser öncesinde. Yanında karısı Canan, güzel kızı konservatuvar
öğrencisi Elvan’la geldi.
Gündüz’le en son TÜYAP İzmir Kitap Fuarı’nda
görüşmüş, kitabını imzalatmıştım.
Sanatı, aydınlanma kültürünü topluma kazandıramazsak ilkelin ilkeli bir topluma doğru geriye evrileceğimizi
belirtmek için.
İnsanın tüm insan olması ancak sanatla olanaklı. Kişi
kendini aşamadıkça saldırgan, ilkel güdülerinin tutsağı
olur. Kişiliğinin küçük dar sınırlarında tükenir gider insan.
Kendini aşmanın yolu da sanattan geçer.
Çakmaklı’da köy çocuklarına çağcıl çalgıları, çok sesli
müziğin değerlerini, araçlarını öğretmek için çırpınan
Öğüt ailesiyle özellikle Aydın Öğüt’le Hakan Erşen’in
çabalarına saygı duymaz mısınız? Aydın olmak bu değil
midir?
Köylüler kadın erkek bin beş yüz iki bin kişi çocuklarını izlerken sevinçli, gururlu, mutluydular. “Halk bunu
istiyor” diye diye sanatı yozlaştıran kafaların o gece
Çakmaklı köylülerinin heyecanını görmelerini isterdim.
Sanat süreklilik ister. Son derece disiplinli bir çalışma,
özveri gerektirir. Bu çabaların sonucu hiç kimsenin ulaşamayacağı bir doyumdur. Bu doyumdur işte kişinin kendini aşmasına merdiven olur.
Çakmaklı’da bir ışık yakılmış durumda. Bu ışık sönmemeli. Belediyeler, omuz vermeli bu aydınlık savaşımına.
Atatürkümüzün yurdumuzda görmek istediği de
buydu.
eylulekimdergifilm_Layout 1 10.11.2015 14:13 Page 31
GÜNCEL
sormuşsun
on yedi yaşında demişler
babası yokmuş demişler
eriyivermiş
içindeki dağlar
adın söyleyin
onun kendi gökyüzü vardı
kendi ırmakları suları
sabahları çiçek sulardı
demişsin
adını bilmiyoruz
uzun boylu
bıyıkları aksayan bir çocuk
demişler
yürümesi hızlı
sevinçleri kısa
bilmiyoruz
adını sormadık hiç
öylesine bizdendi ki
gerek görmedik
sevinçli ıslıklar çalardı
olmadık sorular sorardı
daha demindi
az önceydi oturuyorduk
boş sigara paketini
buruşturup atmıştı birdenbire
bir söze aklı takılmıştı
çırpınakalmışsın bir sürem
şimdi göğsünden yaralı
uzanıvermişsin boşluklara
gönlünün gökyüzleri
kararmış
sürümüşsün kendini sayrılarevine
yok demişler
yapışmış omzuna eli usul
bakmışsın solgun ağzı
kıpırdamıyor acıdan
yaşıyor diye
kendinden utanarak
çok şükür demişsin
1977 / Hidayet KARAKUŞ
Günaydın Gül YaprağıBilgi Yayınevi, 2000
yanımızda koşuyordu
ince bakışlarından
tanırdık onu
düştüğünü görmedik
31
eylulekimdergifilm_Layout 1 10.11.2015 14:13 Page 32
BAHRİYE ÜÇOK VE
“ATATÜRK’ÜN İZİNDE
BİR ARPA BOYU...”
Tarihçi, siyaset bilimci, politikacı Doç. Dr. Bahriye
Üçok 25 yıl önce, 6 Ekim 1990 tarihinde evine gönderilen bombalı bir kitap paketiyle 71 yaşında katledildi.
1989 yılında kurulan Atatürkçü Düşünce Derneği’nin
kurucuları arasında da bulunan Doçent Doktor Bahriye
Üçok Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde ilk kadın
öğretim üyesi olarak “laiklik” üzerine bir rapor hazırlamakta olduğu günlerde katledildi. Meslek yaşamının
büyük bir bölümünü Atatürk devrimlerinin ve laiklik ilkesinin açıklanması ve savunması ile geçirmiş, tarihsel ve
bilimsel gerçekleri göz önünde tutarak yazılarını gerektiğinde ayet ve hadislerle destekleyip kamuoyunu aydınlatmış bir bilim kadınıdır.
Üçok’un “Atatürk’ün İzinde Bir Arpa Boyu” adlı
kitabından aldığımız çeşitli konulardaki görüşleri şöyle:
1) İslamiyetin topluma getirdiği yeni düzen:
• İslamiyet, kendinden önceki Cahiliye Dönemi ile karşılaştırıldığında Arap toplumundaki sosyal düzeni çeşitli
yönlerden değiştirerek bu toplumun diğer toplumlara
oranla çok ileri bir toplum haline gelmesine neden
olmuştur. Ancak zamanımızdan 1400 yıl önceki kuralların günümüz dünyasında uygulanması mümkün değildir.
• İslam hukukunun dondurulmuş olması nedeniyle insan
haklarındaki gelişmelere ayak uyduramamış ve 7. yüzyılda öncü olduğu insan hakları alanında geri kalmıştır.
• İslamiyet, Cahiliye Dönemi’ne nazaran kadınlara bazı
haklar getirmekle birlikte; boşanmada, tanıklıkta, cezada, mirasta Müslüman kadın yine de erkekle eşit olmamıştır.
2) İslamiyette Müzik, Resim, Moda:
• Müziğin günah olduğunu söylemek, peygamberlerin
sünnetlerine aykırı hareket etmektir.
• İslamda resim ve heykel ilke olarak yasak değildir, yasak
sadece tapınmak için yapılan resim ve heykeller için
geçerlidir.
• Bugünkü gibi İslamiyet döneminde de yaygın modalar
mevcuttur. Peygamberimiz erkeklerin dikkatini çekmemek için kadınların örtünmesini istemiştir. 1968’den bu
yana İslamın emirlerine göre giyinmiş olduğunu sanan
bazı hanımların yaptığı gibi başlarını özel bir biçimde
örtüp dikkati kendine çekmek için değil.
3) Kur’an Harflerinin Kutsallığı:
• Kur’an harflerinin bir kutsallığı yoktur, kutsal olan onların ifade ettiği anlamdır. Türkiye Müslümanlarının dinsel
alanda karşılaştığı çalkantı, gruplaşma, yabancılaşmanın
32
nedeni; dinini kendi öz
diliyle okuyup anlayamamasıdır.
Mehpare ÖZKABAN - Eğitimci,
Sosyolog
4) Dinsel Giyim:
• İslamda “Ruhban” sınıfı yoktur. Bu nedenle ne ibadet
sırasında, ne günlük yaşamda özel bir giysi taşımak
zorunluluğu da yoktur. Şapka devrimini eleştirmek; fes,
sarık ve takkenin dinsel birer başlık olduğuna inandırmak istemek, gelecekte bütün devrimlerimize yönelecek yıkıcılığın başlangıç noktasıdır.
5) İmam Nikahı:
• Medeni Kanun’la gerçekleştirilen nikah ile şer’i nikah
esasta birbirinden farksızdır, ikisinin de dinsel bir yanı
olmayıp sadece iki kişi arasında yapılan hukuksal bir
anlaşmadır. Medeni Kanun’a göre evlenmenin akdedilmesinde ve akdin sona ermesinde yönetim ve yargının
müdahalesi, hem eşlerin ve çocukların, hem de toplumun yararına olmuştur.
6) Cuma günlerinin tatil olması önerisi:
• Atatürk devrimlerine yapılan saldırıların bir halkasıdır.
Dinen hiçbir geçerliliği yoktur.
7) Oruç ve Hac esnasında kurban kesme:
• İslam dini katı bir din değildir. Kimse oruç tutmaya zorlanamayacağı gibi hac sırasında kurban kesmeden de
hac görevi yerine getirilebilir.
8) Ülke Bağımsızlığı:
• Ülkemizde ABD üslerinin tartışıldığı günlerde 17 Mart
1967 tarihli Milliyet Gazetesi’nde “Endonezya’nın
Sömürgeleşmesi” başlıklı bir yazı yazar. Bu yazısında 16.
yüzyıl başlarında kurulan müslüman Açe sultanlığında
geçen bir olayı anlatır. Şöyle ki; ΙΙ. İskender’in erkek
varisi olmayışı nedeniyle ölümünden sonra Açe Sultanı
olarak tahta karısı çıkar. Ondan sonra da arka arkaya üç
kadın daha Açe sultanlığı yapar. Sömürgeci devletler
güya barışçı amaçlarla ülkeye heyetler gönderirler.
Bunlardan İngiliz heyetine bu kadın hükümdar: “İngilizHindistan ortaklığı yöneticisi vali, sarayımı altınla doldursa dahi kendisine ne bir kale, ne bir tuğladan ev
yapma müsaadesi veririm” der. Bugün İncirlik’teki üsle-
re ilaveten bir de batıda nerelere üs verilebileceği tartışmalarının yapıldığı, ulusal yargımızın devre dışı bırakılarak yabancı sermayeye ülkemizi peşkeş çekmek için
Uluslar arası Tahkim Kurulu’nun konuşulduğu, buna
imkan vermek için Anayasa değişikliği yoluna gidilmek
istendiği şu günlerde Açe Sultanı’nın anısı önünde saygıyla eğiliyoruz.
eylulekimdergifilm_Layout 1 10.11.2015 14:13 Page 33
9) Diyanet İşleri Başkanlığı:
• 31 Temmuz 1975 tarihli Milliyet gazetesindeki makalesinde şöyle yazar: Diyanet İşleri Başkanlığı kuruluş
kanununda Başkanlığın yalnız İslamiyet için değil, aynı
zamanda İslamiyetten başka itikat ve ibadetleri de
aydınlatmak için kurulmuş olduğunu yazar. Oysa
Diyanet İşleri Başkanlığı kanununun 1965’de değiştirilen
1. maddesi anayasaya aykırıdır. Bu maddede başkanlığın
yalnızca İslam dini için kurulduğu belirtilmektedir.
• Diyanet İşleri Bşk’nın görevleri şöyle sıralanmalıdır:
1- Camilerde vaaz veren din görevlilerini sıkı bir teftişle Anayasa ve yasalara karşı telkinlerden uzak tutmak
2- İslamın hoşgörüsünü, dinde asla zorlama olmadığını
anlatmak, bilim dışı telkinlerden kaçınıp modern
sağlık ve temizlik kurallarını uygulatmak, insan ve
hayvan sevgisini aşılamak, ayrıca mezhep ayrılığı gütmenin yanlışlığı konusunda vaazlar verip halkı aydınlatmak
10) İmam Hatip Okulları:
• İmam Hatip Okullarının tek bir amacı olmalıdır; o da
imamlık ve hatiplik gibi görevlerle yükümlü memur
yetiştirmek. Bu okullardan mezun olanların İlahiyat
Fakültelerine gitmeleri Eğitim Birliği yasasına aykırı
değildir. Oysa Üniversite Kanunu’nda yapılmak istenen
değişiklikle (1975) bütün meslek liselerini bitirenlere
her türlü yüksek okul ve üniversiteye girmelerine
imkan verilerek İmam Hatip Liselerini bitirenlere yüksek öğretimin bütün kapıları açılmak istenmektedir. Bu
“Devrim Kanunları”na aykırıdır.
11) İlköğretim ve Ortaöğretim kurumlarında okutulmak istenen din dersleri:
• 3 Ocak 1976 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan “Eğitimde Şeriat Düzeni” başlıklı makalesinde şöyle
yazar: Okullara zorunlu din dersi konulması Atatürk
ilkelerinin temelini teşkil eden laiklik ve Anayasamızın
(1961 Anayasası) 2. ve 9. maddelerinin açıkça ihlalidir.
1924 Anayasası’nın 2. maddesinde “Devletin dini
İslamdır” denildiğinden okullarda din dersleri vardı. 10
Nisan 1928 tarihli kanunla 1924 Anayasası’nın 2. maddesinden bu fıkra kaldırılarak T.C. laik oldu ve 3 Şubat
1937’de 1924 Anayasası’nın 2. maddesine T.C.’nin laik
olduğu hükmü yazıldı. Bir yıl sonra da okullardan din
dersi kaldırıldı. Çok partili döneme geçildikten sonra,
kimi politik nedenlerle ilkokullara yeniden din dersi
konuldu; giderek bu dersler ortaokul ve liseleri kapsayacak şekilde genişletildi ve ülkemizin geriye gidiş süreci başladı.
• Bahriye Üçok zorunlu din derslerine olduğu kadar isteğe bağlı din derslerine de karşıdır. “Bir veliye çocuğunun
din derslerine katılmasını istemiyorsan bildir demek onu
dini inanç ve kanaatini açıklamaya zorlamak olur ki bu
ayrıca onun toplumca kınanması sonucunu doğurur.
Halbuki Anayasamızın 19. maddesi: Kimse dini inanç ve
kanaatlerinden ötürü kınanamaz der.”
12) Türkiye’deki Din Eğitimi:
• Bahriye Üçok Milli Güvenlik Konseyi’nin isteği üzerine
hazırlamış ve sunmuş olduğu “Türkiye’de Din Eğitimi
Konusundaki Görüşlerim” başlıklı yazıda şu görüş ve
önerileri belirtir:
1- Din dersleri asla zorunlu olmamalı, laiklik özenle
korunmalıdır.
2- Din dersleri (ille de okutulacaksa) programda ders
saatlerinin sonunda veya en başında yer almalıdır.
3- Din derslerinde mezhep farklılıkları üzerinde durulmamalı, bir mezhebin diğerinden üstün olduğu söylenmemelidir. Dinsel bilimlerde derinleşmek isteyenlere meslek okulları açıktır.
4- İmam Hatip Okulları, yatılı bölge okullarına dönüştürülmeli ve kimi derneklerin elleri bu okulların
üzerinden çekilmelidir.
5- İmam Hatip Okulları’nda öğrencilerin bölgesine
göre yurttaşlara yardımcı olabilecekleri alanlarda
yetiştirilmeleri, böylece imam ve hatiplerin boş
zamanlarında topluma yararlı olmaları sağlanmalıdır.
Örneğin imamlara yardımcı sağlık memuru, veteriner memuru, ziraat aletleri tamircisi v.s. olabilme
yeteneği kazandırılmalıdır.
6- Diyanet İşleri Başkanlığı televizyonda laikliği de işlemelidir.1981 yılında: “Laikliği, yani din baskısından
kurtulmuş özgür düşünceyi egemen kılmak, gerçekçi
eğitimi programlaştırmak, Milli Güvenlik Konseyi
iktidarı için bir Atatürk ilkelerini restore etmek çağı
olacaktır. Kanımca bunda başarılı olmak Türkiye’yi
bir iç savaşın eşiğinden geri döndürmek ve ikinci bir
Kurtuluş Savaşı kazanmak ölçüsünde değer taşıyacaktır.” diyerek ne denli ileri görüşlü olduğunu gös-
termiştir.
13) Kadın Hakları Açısından Eğitimin Önemi:
• Atatürk devrimleri ile kadınlarımıza tanınan haklardan
bir çok kadınımızın habersiz olduğu, kadınlarımızın bu
haklarının bilincine varabilmeleri ve erkeklerin baskısından uzak, serbestçe kullanabilmeleri için bir eğitim ve
öğretim seferberliğine ihtiyaçları vardır.
14) Milli Eğitim’deki Uygulamalar:
• Köy ilkokulları, kent ilkokullarına nazaran zor koşullarda, yetersiz eğitim vermektedir. Bu durum eğitimde fırsat eşitsizliğine neden olmaktadır.
• Orta öğretimde ise, yapılan uygulamalarla laik eğitim
sisteminin temelden değiştirilmesinin amaçlanmış olduğu, tüm tutum ve çabalarla, yasa önerileriyle ortaya çıkmıştır. Bunu genel eğitim sistemi içinde laik okullara
paralel din okulları kurarak, bunların sayılarını her gün
biraz daha çoğaltarak, genel hale getirmeyi dileyenlerin
yoğun çabalarında görmekteyiz. İmam Hatip
Okulları’na kızların da alınacağının bildirilmiş olması da
33
eylulekimdergifilm_Layout 1 10.11.2015 14:13 Page 34
bir yanlış tutum ve maksadın açıklanmış olmasıdır.
Çünkü islama göre kadın her meslekte çalışabilir ama
imamet yapamaz.
• Milli Eğitim Bakanlığı bütçesine ilişkin Senato konuşmasında; “Nasıl olur da devlet bütçesinden harcanan paralarla Devrimlerimizle taban tabana zıt bir anlayışın
inancını içeren kitaplar basar ve yayar? Var olmanın,
özgür yaşamanın yolu çağa uymayı bilenlere açılır. Bu
da Milli Eğitim’le sağlanır. Eğer o Milli Eğitim, çağdaş
düşün yapısında bir kadroya sahipse…” der.
• Dil konusuna değinerek; “Okul kitaplarından arı sözcükleri kaldırıp yerine Arapça ve Farsça sözcükleri kullanmak, ya da TRT’nin dilini değiştirmek dil devrimini
durduramaz.” der.
• Aydın bir kadın olarak çevresini aydınlatma görevini;
bilimin ışığı ve yol göstericiliğinde, inançla ve yılmadan
sürdürmesi, toplumumuzu ortaçağ karanlığına mahkum
etmek isteyenlerin gözünde asla bağışlanamaz bir suçtu.
Bağışlamadılar! O hem aydın bir bilim kadını, hem bir
din bilimcisi olmak suçlarını işlediği için cezalandırıldı.
Görevini yerine getirmekten asla vazgeçmeyerek, hatta
bu uğurda yaşamını feda ederek biz Atatürkçülere asli
görevimizi hatırlattı: Mustafa Kemal Atatürk’ün başlattığı aydınlanma devrimini tamamlamak ve uygar toplumlar arasında yerimizi almak! Bunu gerçekleştirmek
için gereken ve biz Atatürkçülerde var olan inanç ve
gücü ulusumuza aktarmak! Bahriye Üçok ve kıyıma
uğramış tüm aydınlarımızın uğruna can verdikleri
“Aydınlık Türkiye” idealini gerçekleştirmek için sonuna
kadar mücadele edeceğiz. Söz veriyoruz!
SON DAKİKA
“TOPLUMCU BİREYCİ” YAZAR
OKTAY AKBAL DA SONSUZLUĞA GÖÇ ETTİ...
“Önce ekmekler bozuldu, sonra her şey…
Çünkü yeryüzünde savaş vardı. İnsanlar sebebini
bilmeden, düşünmeden ölüyor, öldürüyorlardı.
Savaş kelimesi dünyanın her yerinde en çok kullanılan söz olmuştu.” İnsanın ve toplumun çağına
yabancılaşması, yalnızlığı birkaç cümleyle ancak böylesi güzel deşilebilir. Onun yazı titizliği sadece öykülerde, romanlarda, denemelerde değil; gazete yazılarında da, şiirsel dilinin bir yansıması olarak görülürdü.
Devrik cümleler, şiirler, dizelerle, anılarla bezenmiş
bir yazı dili…
Yazılarında insandan gelen sesi çok önemsedi.
Duymasa da biliyordu ki içten içe, gürül gürül akan bir
sesi vardı insanın. Bunun için öykülerinde insanın yalnızlığını, kimsesizliğini, kırgınlığını, aşkını, özlemini “iç
ses” kullanarak vermeyi denedi. “Toplumcu bireycilik” dediği yazı eylemi de bu sesin yinelenmesi ve
çoğalmasıydı: “Toplumcu görüşü benimsediğim,
savunduğum doğru. Ama bir yazar toplumcu oldu
diye birey sorunlarını işlemeyecek mi?
Toplumculuk bireyi yok etmek, önemsememek
mi? Toplum bireylerden kurulur. Bireyin bilinmediği, tanınmadığı, incelenmediği bir sanat toplumcu
olamaz. Kimi, toplum sorunlarının en göze çarpanlarını işler öyküsünde, romanında. Kimi de birey
sorunlarını ele alır. Anılardan, sevilerden, çocukluktan, gençlikten, bunalımdan, dünya sıkıntısından, yalnızlıktan söz açtı diye bir yazar toplumculuğun dışına niye düşecekmiş!”
Edebiyatımızın çok renkli bir ismi olan Oktay
Akbal Cumhuriyetimizle yaşıttı. 20 Nisan 1923 günü
İstanbul’da dünyaya geldi. Yazar ve devlet adamı
34
Ebubekir Hazım Tepeyran’ın torunu olan Akbal gazetecilik dünyasına Servet-i Fünun dergisinde sekreterlik yaparak adım attı. Oysa öykü yazmaya henüz ilkokul öğrencisi iken başlamıştı. Çeşitli çocuk dergilerinde öyküleri yayımlandı. 1939’da henüz lise öğrencisiyken yazdığı bir öykünün İkdam gazetesinde
yayımlanmasıyla edebiyat dünyasına girdi. İkdam ve
Yeni Sabah gazetelerinde hemen her gün bir öyküsü;
Bin Bir Roman, Çocuk Haftası, Yıldız gibi gazete ve
dergilerde yazıları, öyküleri ve çevirileri yayımlandı.
Öykücülüğünün özgünlüğü, onun kalıcılığı için
yeterli bir neden olabilir. Ancak, Akbal’ın özgünlüğüne kattığı çok daha değerli bir maya vardı: “Yazar
vicdanı”. Yeryüzünde olup bitenler onun yüreğinden
süzülüp diline döküldü. Bu birikim seksen yıllık yazı
deneyimiyle birleşerek seksene yakın kitabın doğmasına neden oldu.
Yazımızın girişini yaptığımız alıntı onun 1946’da
yayımlanan ilk kitabı “Önce Ekmekler
Bozuldu”dan. Onu, 1949’da yayımlanan “Aşksız
İnsanlar” romanı ve diğerleri izledi. Oktay Akbal;
öykü, roman, deneme, anı, günce, çeviri ve toplu
basımlar olmak üzere seksene yakın eser vererek
Türk edebiyatına büyük katkılarda bulunmuş, öykücülüğümüzün köşe taşlarından biri olmuştur.
Bugün yeryüzünde yine savaş var ve şehirlerde
kalabalıklar vapurlarla tramvaylarla yine savrulup
duruyor. Fakat Oktay Akbal umudunu yitirmemiş, son
demecinde; “Umudum vatansever gençlerde!”
demiştir.
DÜŞÜN DERGİ
eylulekimdergifilm_Layout 1 10.11.2015 14:13 Page 35
DİL BAYRAMI
26 Eylül 1932’ yılında
İstanbul’da Dolmabahçe
Sarayı’nda düzenlenen
1.Türk
Dili
Kurultayı’ndan günümüÜmran KEBABÇIGİL - Eğitimci ze 83 yıldır bu tarih “Dil
Bayramı” olarak kutlanır.
Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde 12 Temmuz
1932’de kurulan “Türk Dilini Tetkik Cemiyeti” (Türk Dil
Kurumu) kurultayın amacını şöyle belirler:
“Türk Dili’nin öz zenginliğini ortaya çıkarmak, onu
dünya dilleri arasında değerine yaraşır yüksekliğe eriştirmektir.”
Anadilimiz Türkçe’nin anlam ve anlatım zenginliğini
anlatmaya ne bilgim, ne kalemim ne de dergimizin sayıları yetmez. Bizim amacımız; bir ulus dilini yitirirse özgürlüğünü de yitirir düşüncesinden yola çıkarak Türkçemiz’in
bugün geldiği durumu gözler önüne sermek…
Daha önceki sayılarımızda anadilimize ait ilk bilgilerden söz etmiştim. O bilgilerde “dil” ulusları kendi içinde
birbirine bağlayan en önemli unsur olarak belirtilmektedir. Zaten o yüzdendir ki “ana” sözcüğü ile belirtilir.
Ne yazık ki Türkçe özellikle 16. yy ile 19. yy arasında
unutulmuş; yöneticiler, bilim ve sanat adamları, Arapça ve
Farsça’ya Türkçe’den daha çok önem vermiş, böylecebugün tekrar canlandırılmak istenen-karma bir dil olan
Arapça, Farsça, Türkçe’den oluşan Osmanlıca kullanılmaya başlanmış; ama hiçbir şekilde anadil olmayı başaramamıştır. Anadolu yalın, zengin anlamlarla yüklü Türkçe’yi
unutmamış, Osmanlıca’ya heves etmemiştir. O, sevdasını
anlatırken ne mazmunlardan (kalıplaşmış söz) yararlanmış
ne de sanatlı, abartılı söyleyişlerden. Örneklersek:
“Seni görmek müteazzir görünür böyle ki eşk
Sana baktıkça dolar dide-i giryanımıza”
FUZULİ
Bu iki beyit Fuzuli’nin Leyla ve Mecnun Mesnevisi’nde
Mecnun’un ağzından söylenmiştir.
Türkçe’si: Sana baktığımız zaman gözlerimize yaş dolduğu için,
Seni görmek engele uğrar, güçleşir.
Yine 16. yy’da Baki bir gazelinde:
“Sehab-i lütfun abın teşne dillerden diriğ etme
Bu deştin bağrı yanmış lale-i numanıyüz cana”
Türkçe’si: Lütüf bulutunun suyunu yüreği susuzlukla kavrulanlardan esirgeme
Biz bu çölün (aşk çölünün) bağrı yanmış gelinciğiyiz.
Fuzuli ve Baki’den yaklaşık 300 yıl önce yaşamış olan
büyük ozan Yunus Emre aynı bağrı yanıklığı şöyle dile
getiriyor:
“Aşkın aldı benden beni,
Bana seni gerek seni.
Ben yanarım dünü günü
Bana seni gerek seni.”
Yine 17. yy’da yaşayan Karacaoğlan aşkını ne güzel bir
Türkçe ile ifade ediyor:
“Esti seher yeli söküldü seller
Gidiyorum kömür gözlüm ağlama
Ağlamanın vakti geçti ne çare
Kemend atıp yollarımı bağlama
Karac’oğlan der ki yarim salınır
Bir ah çeksem yüce dağlar delinir
Yüreciğim bölük bölük bölünür
Yaş döküp de arkam sıra çağlama
Karac’oğlan der ki eğle gönlünü
Elinden bırakma nazlı yarini
Kimse bilmez ahvalini halini
Yakınında olan komşundan sakın”
Bu yazdıklarımdan yola çıkarak Türk Edebiyatı içinde
14. yy.’dan 19. yy.’a kadar uzanan Divan Edebiyatı’nı yadsımamıza olanak yok. Divan Edebiyatı da bu dönem içinde çok büyük ozanlar yetiştirmiş, sevilmiş, dinlenmiş,
ödüllendirilmiştir; ancak geriye baktığımızda bugüne kaçı
ezberlerimizdedir? Oysa Türkçe yazılan şiirlerimiz,
Osmanlıca’dan yüzyıllar öncesine dayanır ve yok olmamıştır, yok etme mücadelelerine de kaya gibi sapasağlam
durmuş ve bugünlere gelmiştir.
Türkçe bugün de çeşitli yollarla istila edilmektedir. Biz
dilimizi evrenselleştirmek için mücadele edeceğimize
yabancı diller bir virüs gibi içimize girmekte, cümle yapımızı bozmakta, sözcük haznemizi geriletmektedir.
Örneklersek; hoşça kal yerine “bye bye”, “tschüss(çüz)”
gibi yabancı sözcükler kullanmakta; bir düşünceyi onaylatmak istiyorsak “aynen öyle” diyerek kestirip atmaktayız.
Oysa bizde böyle bir cümle yapısı bulunmamaktadır.
Gençler, çok az sözcükle hatta harflerle sevinçlerini,
üzüntülerini, aşklarını anlatmayı yeğlemekte. Örneklersek; “Korkunç bozuğum”, “kal geldi”, “ne ayaksın”, “gideri var” vb.
Bir dilin zenginliği sözcük dağarcığıyla, sözcüğün cümleye kattığı anlamlarla (yan anlam, mecaz anlam, terim
anlam, argo anlam…), doğru cümle yapılarıyla ölçülür.
Dil, anlamadır, anlatmadır.
Ezop’un dediği gibi; tatlıdır, acıdır, ekşidir... Dil, içinde
hepsini barındırır. Önemli olan, onu hakkını vererek
yaşatmaktır. Unutmayın, uluslar sadece silahla değil, onun
belkemiğini oluşturan tarih, dil, din, kültür değerlerinin
yok edilmesiyle yıkılır. Bizde de yapılan bu değil mi?
Diğer sayıda buluşmak üzere hoşça kalın.
35
eylulekimdergifilm_Layout 1 10.11.2015 14:13 Page 36
TÜRK DEVRİMİ VE SANAT - I1
MÜSTAKİL RESSAMLAR VE HEYKELTRAŞLAR
TOPLULUĞU
Cumhuriyet döneminde kurulan ilk sanatçı topluluğu
“Müstakil Ressamlar ve Heykeltraşlar Birliği”dir. Grup,
Paris ve Münih’te sanat eğitimlerini tamamlayıp 1928’de
yurda dönen bir grup ressam tarafından 1929’da kuruldu.
Grubun ilk sergisi Ankara’da Etnografya Müzesi’nde, ikinci sergisi ise İstanbul’da, Cağaloğlu’ndaki Türk Ocağı’nda
açıldı.
Üyeleri tüzükteki sırasıyla Refik Epikman, Cevat Hamit
Dereli, Şeref Kâmil Akdik, Mahmut Fehmi Cûda, Nurullah
Berk, Hale Asaf, Ali Avni Çelebi, Zeki Kocamemi,
Muhittin Sebati, Ratip Aşir Acudoğlu, Hasan Fahrettin
Arkunlar’dı.
Hale Asaf “Müstakil Ressamlar ve Heykeltraşlar
Birliği”nin tek kadın ressamıdır. 33 yaşındayken Paris’te
ölen Hale Asaf’ın resimlerinde Raoul Dufy ve Henry
Matisse esintileri görülür.
Grup üyelerinden Mahmut Fehmi Cûda ve Ali Avni
Çelebi bir dönem Münih’te Hans Hoffmann’ın atölyesine
devam etmişlerdi. Daha sonra ABD’ye göç eden
Hoffmann tamamen soyut resme yönelmiş ve orada
modern Amerikan resminin temellerini atmıştı; ancak
gerek Cûda gerekse de Çelebi, etkisinde kaldıkları Alman
dışavurumculuğunu Türkiye’ye getirmişlerdi ve bu akım o
zaman Türkiye için çok büyük bir yenilikti.
D GRUBU
1933 yılında Zeki Faik İzer, Nurullah Berk, Elif Naci,
Cemal Tollu, Abidin Dino ve heykeltraş Zühtü Müridoğlu
tarafından “D Grubu” kuruldu. Grup “Osmanlı Ressamlar
Cemiyeti”, “Sanayi-i Nefise Birliği” ve “Müstakil Ressam
ve Heykeltraşlar Birliği”nden sonra Türkiye'de kurulan
dördüncü sanatçı birliğidir. Buradan yola çıkarak Nurullah
Berk'in önerisiyle alfabemizin dördüncü harfini kendilerine isim olarak seçtiler. Sanatsal yönden temel çıkış noktaları empresyonist eğilimleri reddetmek, kompozisyonu,
kübist ve konstrüktivist akımlardan esinlenerek sağlam bir
desen temeline oturtmaktı.
Modern sanatın çağa uygun biçimleri, Türk resim sanatının Batılı karakter içinde belirmesi “D Grubu”nun sanat
hayatımıza girmesiyle başlar. İlk sergisini 1933 yılında
Beyoğlu’nda Narmanlı Han’ın altındaki Mimoza Şapka
Mağazası’nda açan altı genç sanatçı, plastik sanatların
Türkiye’deki durumunu şöyle görüyorlardı:
Memleketteki resim ve heykel anlayışı, en azından 50
yıllık bir gecikme gösteriyordu. Gecikme, 19. yüzyıl ortası yağlıboya ressamlarıyla başlamış, Sanayi-i Nefise
Mektebi’nin uyguladığı eğitim ve Şeker Ahmet Paşa,
Hüseyin Zekâi Paşa ve Süleyman Seyyit’le sürmüş, son
olarak İbrahim Çallı ve arkadaşlarının akademik empres36
yonizmiyle
sonuçlanmıştı.
Değerleri, getirdikleri taze hava
kuşku götürmez olan bu son
ressamlar modern sanatımızın
hazırlayıcıları olmakla birlikte
dünya resim akımlarına ilgi gösAtilla EŞEN
termemiş, gücünü kaybetmiş
bir çeşit romantizmin dışına çıkamamışlardı.
Ancak, Atatürk’ün önderliğiyle Batılılaşmaya doğru
giden yeni Türkiye’nin, fikir ve sanat dünyasında gecikmelere bir son vermesi, çağa uyma görevini yerine getirmesi
gerekliydi. Grubun kuruluş sırasında ifade edilmeyen,
ancak sonradan belirmeye başlayan düşünceleri ise şöyle
özetlenebilir:
Sanatın başlıca iki yönü vardı: Biri fikir yönü, öteki
kabaca zanaat diyebileceğimiz işçilik-teknik yönü. Tablo,
Claude Monet’nin deyimiyle “tabiata açık pencere” de
olsa, doğrudan doğruya tabiattan etkilense de o pencereden görünenin kişisel bir yoruma, bir “çeviri”ye dayanması gerekliydi. Émile Zola’nın “Sanat, bir mizacın süzgecinden geçmiş tabiattır” sözü, dış dünyaya sıkı sıkıya bağlı
olan için olduğu kadar geleneklerden kopmuş modern
sanatçı için de gerekliydi. Ressam, eserinde tekniği ile fikrini at başı yürütecekti. Fotoğrafın icadı, sinema, resmin
endüstride olduğu kadar sosyal hayatın bütün dallarında
“vulgarize” edilmesi, yani yığınların anlayabileceği biçimlere dökülmesi sanatçıyı yeni görüşlere, duyuşlara, yeni tekniklere, araç ve gereçlere doğru götürüyordu. Yorumlama
faktörü gitgide genişleyen bir yer almıştı plastik sanatlarda
ve yorum, ancak ve ancak fikir spekülasyonunun ürünü
olabilirdi. Türk plastik sanatlarının başlıca eksikliği spakülatif faktörün zayıflığıydı. Şunu da önemle belirtmek gerekir ki “D Grubu”, klasisizmi reddetmiyor, ancak körü
körüne tabiat taklitçiliği ve kopyacılığı olarak niteledikleri
akademizme karşı çıkıyordu.
“D Grubu”na sonradan Bedri Rahmi Eyüboğlu, Hakkı
Anlı, Sabri Berkel, Fahrelnisa Zeid, Zeki Kocamemi, Arif
Bedii Kaptan, heykeltraş Nusret Suman ve karikatürcü
Cemal Nadir de katıldılar. “D Grubu”, 1947’deki son sergilerinden sonra dağıldı.
“Paris Ekolü” adıyla anılan bir grup sanatçı, Türk resim
sanatı tarihinde önemli bir yere sahiptir. Selim Turan,
Nejad Melih Devrim, Hakkı Anlı, Fikret Muallâ ve Cihat
Burak bu ekoldendirler.
Türk resminde sosyal gerçekçi resmin temsilcileri olarak Neşet Günal, Nuri İyem, Fikret Otyam, Neşe Erdok,
Aydın Ayan, Duran Karaca, İbrahim Balaban isimleri sayılabilir.
Bedri Rahmi Eyüboğlu, Abidin Elderoğlu, Eşref Üren,
eylulekimdergifilm_Layout 1 10.11.2015 14:13 Page 37
Arif Bedii Kaptan, Adnan Varınca, modern resimle geleneksel sanatlarımızı ustalıkla birleştiren sanatçılarımızdır.
1960 sonrasında yeni düşünce akımlarının etkisiyle
bazı sanatçılar yeni arayışlara yöneldi. Bu dönemde Türk
resim sanatı yeni bir boyut kazandı, kendine güvenen çağdaş bir dile ulaşmak için yeni seçenekler üretmeye yöneldi. Mehmet Güleryüz, Gürkan Coşkun (Komet), Alaettin
Aksoy, Burhan Uygur, Yüksel Aslan, Bedri Baykam, Utku
Varlık, Ergin İnan ve Ekrem Kahraman bu dönemin önemli isimlerindendir.
Özdemir Altan, Adnan Turani, Bekir Sami Çimen,
Güngör Taner, Fethi Arda, Devrim Erbil, Ferruh Başağa,
Cemal Bingöl, Zahit Büyükişleyen, Adnan Çoker, Ömer
Uluç, Zekâi Ormancı, Mustafa Ata modern Türk resminin
önemli temsilcileridir.
Günümüz genç kuşak sanatçılarına örnek olarak
Hakan Esmer, Burçin Erdi, Nezir Aydın, Meltem
Söylemez, Pınar Ceylan, Alberk Yıldır, Barış Cihanoğlu,
Nurdan İskender gösterilebilir.
GÜNÜMÜZDE DURUM
Ne yazık ki onlarca yıldan beri giderek daha sık karşılaştığımız, Ortaçağ’ın karanlık dönemlerini çağrıştıran bazı
olayların artması bizi endişeye sürüklüyor. Cumhuriyeti
yıkmaya çalışan emperyalist işbirlikçisi güçler, kültür ve
sanat yaşamımıza da ağır saldırılarda bulunmaktalar.
Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’in
“tükürürüm böyle sanatın içine” diyerek meydanlardan
çağdaş heykelleri kaldırdığını unutmadık. Melih Gökçek
daha önce de Sıhhiye Meydanı’ndaki “Hitit Güneş Kursu”
anıtını “put” olduğu gerekçesiyle kaldırmaya çalışmış,
Ankara’nın “Hitit Güneş Kursu” olan amblemini cami olarak değiştirtmişti.
Burjuvazinin emperyalizm ile ittifakının son perdesi
olan AKP’nin baskı rejiminden Cumhuriyet’in tüm kurumları gibi sanat kurumları ve sanatçılar da nasibini alıyor.
Dünyaca ünlü heykel sanatçımız Mehmet Aksoy tarafından Kars’ta yapılan “Özgürlük Anıtı”nı Başbakan Recep
Tayip Erdoğan’ın “ucube” olarak nitelendirmesi üzerine
anıtın -üstelik tekbir getirilerek- parçalandığını gördük.
Bazı konserler ve sergi açılışları -içki içildiği gerekçesiylesaldırıya uğradı. Bir nü sergisinde resimlerin üstünün
örtüldüğüne tanık olduk. Tarihi Emek Sineması yıkıldı;
sinemanın yıkılmasını protesto eden sanatçılara polis
basınçlı su ve biber gazıyla saldırdı. Devlet Opera ve
Baleleri, Devlet Senfoni Orkestraları kapatılmaya çalışılıyor, sanatçıların kazanılmış hakları gasp ediliyor. Sanatsal
metinlere ve edebi eserlere sansür uygulanıyor, sokak
sanatçıları zabıta terörüyle yıldırılıyor. Şu sıralarda film festivallerinde gösterimi yapılacak olan filmlerin Kültür
Bakanlığı’nın onayından geçmesi zorunluluğu gündemde.
Yine şu sıralarda kısaca Türkiye Sanat Kurumu (TÜSAK)
yasa tasarısı, Atatürk’ün kurduğu sanat kurumlarının kapa-
tılmasını öngörmekte ve böylece Cumhuriyet’in 90 yıllık
sanat birikimini ortadan kaldırmayı hedeflemektedir.
ÇÖZÜM
Sanatçıların gözleyen, analiz eden, düşünen ve bir senteze ulaşan kişiler olarak topluma örnek olmaları, bunun
için de siyasal alanda yasal örgütlerin içinde yer alıp devrimci mücadeleye katılmaları gereklidir. Çürüyen bir toplumda sanatçı doğru sözlüyse, çürümeyi de yansıtmak
zorundadır. Dünyanın değişebileceğini göstermeli, değişmesine yardım etmelidir. Her devrimci sanatçının emperyalizmin dayattığı postmodern sanat anlayışına karşı
modernizmden yana tavır alması gerekmektedir. Bunun
yolu da Atatürk döneminin sanat anlayışını örnek almamızdan geçmektedir.
Sanatçının en büyük düşmanı popülerizmdir. Medya
tarafından “pazarlama” mantığıyla parlatılıp “star” yapılan
sanatçı, her ne kadar hayranları ile başarılı bir iletişim kurmuş gibi görünse de aslında onun için belirleyici olan bu
iletişim değil, kendisini pazarlayan sistem ile kurduğu işbirliğidir. “Star” yapılan kişi sonuçta gösteri dünyasının üyesi
olur ve sadece gösteri devam ettiği sürece ayakta durur.
Sanatı tehdit eden bir diğer büyük tehlike “halk böyle
istiyor” maskesinin arkasına saklanıp düzeysizliğin savunulmasıdır. Boyun eğen, eserini satabilmek için izleyiciye inen
sanatçı geriler, gitgide geri bir zevkin kölesi olur. Gerçek
yaratıcı ise kâşiftir, yeni biçimlerin habercisidir; tarihi yönlendirenler hep yaratıcı olanlardır.
Gerek ulusal ve gerekse uluslararası planda sorun bir
örgütlenme sorununa gelip dayanmıştır. ‘Zanaatkar’ kavramının yıkılıp ‘sanatçı’ kavramının ortaya çıktığı
Rönesans'tan beri sanatçılar tarihte ilk defa örgütsüzlükle
karşı karşıyadırlar. Rönesans döneminde loncalarda,
barok dönem ve modern endüstri toplumuna geçişle birlikte, sanat ekollerinde örgütlenen ve I. Dünya Savaşı'nın
bitiminden sonra, sanat ekolleri ile işçi sınıfı partileri arasında organik bağlar oluşturan modern sanatçının bugün
ulusal ve uluslararası planda bir örgütü yok gibidir. Bu
durum, Yeni Dünya Düzeni'nin küresel saldırı azgınlığını
pekiştirmektedir. Şimdi devrimci, ulusal bir sanat örgütüne ve bu sanat örgütünün, devrimci bir parti ve devrimci
sendikalar ile birlikte önderlik edeceği bir kültür devrimine ihtiyacımız vardır. Bu ihtiyacı hisseden sanatçıların artık
birbirlerini bulma ve ses verme zamanıdır. Bu ses verilmeli ve tarihsel görev yerine getirilmelidir.
KAYNAKÇA:
Atatürk’ün Bütün Eserleri, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2005
TURANİ, Adnan, Dünya Sanat Tarihi, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2011
GİRAY, Kıymet, Ziraat Bankası Yüzyılın Sergisi Kataloğu, T. C. Ziraat Bankası Genel
Müdürlüğü, Ankara, 2011
ERGÜVEN, Mehmet, Popülizm Üstüne, Rh+sanart Dergisi, Sayı 32
Prof. Dr. EROĞLU, Hamza, Türk İnkılâp Tarihi, Savaş Yayınları, Ankara, 1990
BERK, Nurullah, GEZER, Hüseyin, 50 Yılın Türk Resim Ve Heykeli, Türkiye İş Bankası
Kültür Yayınları, İstanbul, 1973
EŞEN, Atilla, Resim Sanatı Tarihinde Devrimler ve Karşıdevrimler, Kaynak
Yayınları, İstanbul, 2015
37
eylulekimdergifilm_Layout 1 10.11.2015 14:13 Page 38
SIRÇA KÖŞK
Ümran KEBABÇIGİL
Sabahattin Ali’nin YKY (Yapı
Kredi Yayınları) den çıkan Sırça
Köşk elimde. Dergimizde arkadaşlarımın da hazırladığı başka kitap eleştirileri olmasına rağmen ben bu sayıda
Sırça Köşk’ün yayımlanmasını istedim.
Beni kırmadılar, onlara teşekkür ederim.
Kitap 13 öykü, 4 masaldan oluşuyor.
Şu anda elimde kitabın 25. baskısı var.
Kitap 1947 yılında yazıldıktan bir sene
sonra toplatıldı. 1966-67 yıllarında Varlık
Yayınları, yazarın bu eserini tekrar bastı.
Sabahattin Ali, Türk Edebiyatı’nın çok
önemli şair ve yazarlarından… 25 Şubat
1907’de Gümülcine’de doğan sanatçı, 2 Nisan
1948’de yurtdşına kaçmak isterken öldürüldü.
Sabahattin Ali ne yapmıştı ki ülkesinden, sevdiklerinden, biricik kızından ayrılmayı göze almıştı?
Kimlerin ‘Tavuğuna kış demiş, hangi arı kovanlarını
kurcalamıştı?’
İşte bunun cevaplarını da bulacağınız bir öykü
kitabı Sırça Köşk…1947’den 2015’e geçen zamanda
yazarın yazdıklarını bugüne uyarlamamız hiç de zor
değil. Sanki bugünleri görmüş, yaşamış gibi okurken
sadece buna şaşırıyorsunuz, yazdıklarına değil.
O naif şiirlerin şairi Sabahattin Ali, hiç öfkelenmeden, nefret kusmadan olağanüstü yalın, duru bir
anlatımla, su gibi akıcı bir dille sunuyor bize öykülerini. Ancak okurken çarpılıyorsunuz.
13 öykünün tamamında yazarın kendisi var; bunu
bazen çok açık; bazen de hissettiriyor. Örneklersek:
“Katil Osman” öyküsünde yazarımızın Sinop
Cezaevi’nde olduğunu anlıyoruz.
“Hapishanenin dış avlusunda, Abaza Kemal’in
kahve ocağının dibinde oturmuş birbiri üstüne cigara içiyordum. Yüksek kale duvarlarının dışından,
limandan gelen sesler içime gariplik çöktürmüştü.
Düdüğünü daha uzaklarda yanık yanık öttüren bir
gemi şimdi yaklaşmış, demir atıyordu. Zincir gürültüsü arasında kavga eden balıkçıların sesini duyar
gibi oluyordum. Gönlüm dışarıdaydı.”
Kitap, bir kere okunup kenara konulacak öykülerden ve masallardan oluşmuyor. Katmanları olan,
ileti veren bu kısa öyküler her seferinde sizi düşündürüyor, acı acı güldürüyor. Bence en önemlisi; sizi
yönlendiriyor. Neye? Düşünmeye! Biz bugünlere
nasıl geldik diyemiyorsunuz; kendinizle, etrafınızla,
38
ülkenizle yüzleşiyorsunuz. Nasıl mı? O
zaman “Bahtiyar Köpek” adlı öyküden bir
alıntı yapalım:
“Hep açlardan, çıplaklardan, dertlilerden mi bahsedeceksin? Geceleri gazete
satıp izmarit toplayan serseri çocuklardan; bir karış toprak, bir bakraç su için
birbirlerini öldürenlerden; cezaevlerinde ruhları kemirile kemirile eriyip
gidenlerden; doktor bulamayanlardan;
hakkını alamayanlardan başka yazacak
şeyler, iyi güzel şeyler kalmadı mı? Bu
memlekette yüzü gülen, bahtiyar
insan yok mu?”
Yine öykülerinden “Hakkımızı Yedirmeyiz”, okuduğunuzda size çok tanıdık gelecek.
Ben eseri bu okuyuşumda (dördüncü kez) masallardan daha çok ders çıkardım, bana masalların mutlulugunu değil aksine cok acısını verdi.
Kitaptaki dört masal da (Bir Aşk Masalı, Devlerin
Ölümü, Koyun Masalı, Sırça Köşk) sürekli bir ileti
vermekte.
Sabahattin Ali, masalların yumuşak üslubu yerine
insanların gözünün içine korkmadan bakarak, keskin
cümlelerle anlatıyor düşündüklerini. Bunları okurken La Fonteine'in fabllari usumdan hiç çıkmadı. O
fabllar nasıl evrenselleşti, bütün dünyada tanınır
olduysa bu masallarda öyle olmalı...
"Devlerin Ölümü" masalı, insanoğlunu bakın nasıl
anlatıyor:
"Hayat durmadan akışına devam etti, yeryüzünden izleri bile silinen devlerin bir zamanlar hüküm
yürüttükleri yerlerde yeni canlılar türedi; o minimini memeliler gelişti, hele onların vücutlarındaki
küçücük, yumuşacık bir parça, beyin dedikleri beyaz
bir yığın, gitgide kuvvetini artırdı. O devlerle kıyaslanınca bir solucan kadar küçük kalan bir mahluk,
dünyaya pençeleri, dişleriyle değil, kafasıyla hakim
oldu.
Yazımızı, kitaba adını veren, “Sırça Köşk”ün son
paragrafıyla bitirelim:
“Sakın tepenize bir sırça köşk kurmayınız. Ama
günün birinde nasılsa böyle bir sırça köşk kurulursa,
onun yıkılmaz, devrilmez bir şey olduğunu sanmayın. En
heybetlisini tuzla buz etmek için üç beş kelle fırlatmak
yeter.”
eylulekimdergifilm_Layout 1 10.11.2015 14:13 Page 39
Birinci yılını dolduran “Düşün Dergi” sizlerden herhangi bir eleştiri alamadan
7. sayısına ulaştı. Her sayıyı bir öncekinden daha nitelikli kılmak birincil
hedefimiz.
Peki, “daha nitelikli” tanımlamasını yapabilmek için ölçütlerimiz ne olacak?
Bu noktada siz değerli okurlarımızın görüş ve eleştirilerine gereksinimimiz var.
Dergimizin sonuna eklediğimiz bu bölüme “Düşün Dergi” konusundaki anketimizi yanıtlayarak ve/veya kişisel değerlendirmenizi yani görüş ve eleştirinizi de
ekleyerek bize ulaştırırsanız, daha istediğiniz gibi, beğenilerinize cevap veren
bir dergiye el ve görüşbirliğiyle erişmiş olacağız.
İzmir veya Karşıyaka dışındaki okurlarımız ise görüşlerini
adddusundergi@gmail.com elektronik posta adresimiz aracılığıyla bize
ulaşabilirler.
“Bizi eleştirin, görüşlerinizden yararlanalım!..”
39
eylulekimdergifilm_Layout 1 10.11.2015 14:13 Page 40
ATATÜRKÇÜ
DÜŞÜNCE
DERNEĞİ
NASIL BİR DÜŞÜN DERGİ İSTERSİNİZ?
KARŞIYAKA
ŞUBESİ
• Dergiye ilişkin genel görüşünüz nedir?
a) İlgiyle okuyorum
b) Bazı yazılar ilgimi çekiyor
c) Sıkıcı
d) Diğer (lütfen açıklama yapınız)
• Derginin baskı kalitesi konusundaki görüşleriniz?
a) İyi
b) Vasat
c) Kötü
d) Öneriniz (lütfen açıklama yapınız)
• Derginin yayın anlayışına ilişkin görüşleriniz?
a) Mevcut durum sürdürülmeli (özgün fikir yazıları)
b) Güncel haber, etkinlik vb. konulara yer verilmeli
c) Daha çok fotoğraf, şiir, anı vb. yer almalı
d) Diğer
(lütfen açıklama yapınız)
• Derginin sayfa sayısı konusundaki görüşleriniz?
a) Yeterli
b) Az
c) Fazla
d) Çok fazla
• Özellikle ilginizi çeken yazılar hangileridir?
(İçindekiler bölümündeki sıralamaya göre yanıtlayınız)
• Hiç okumadığınız yazılar var mı, hangileri?
(İçindekiler bölümündeki sıralamaya göre yanıtlayınız)
• Dergide yer almayan ancak bulunmasını istediğiniz yazı türü var mı, hangileri?
• Belirtmek istediğiniz başka konular var mı?
40
Yanıtladığınız anket formunun Derneğimize ulaştırılması ricasıyla
• Derginin mevcut şekline ( siyah-beyaz, az fotoğraflı vb.) ilişkin görüşleriniz?
a) Mevcut durum sürdürülmeli
b) Daha renkli bir dergi istiyorum
c) Siyah-beyaz bir dergi olmalı
d) Diğer
(lütfen açıklama yapınız)
Download