TÜRKİYE-AB GÜMRÜK BİRLİĞİ ANTLAMASI VE SONUÇLARI GENEL: Doğu ve Batı arasında köprü durumunda olan coğrafyası, zengin hammadde kaynakları ve geniş pazar olanakları ile, Osmanlı İmparatorluğu 19’ncu Yüzyıl’ın başında politik, ekonomik ve askeri yönlerden Avrupa’nın baş hedefi halindeydi. II’nci Mahmut dönemiyle başlayan iç ve dış olaylar sonucu 1838’de İngiltere ile Baltalimanı Ticaret Antlaşması imzalandı ve Osmanlı Devleti Avrupa’nın açık pazarı oldu. Bu antlaşmanın hemen arkasından, bu açık pazar düzeninin gerekli duyduğu idari, mali vb. reformların yapılabilmesi için, İngiltere’nin empoze etmesi ile 1839’da Tanzimat Fermanı ilan edildi. Açık Pazar şartlarında can ve mal güvenliğinin sağlanması, idarede ve vergi sisteminde reformlara girişilmesi, toprak reformu gibi hususları kapsayan bu reformlar, Türkiye’yi sömürgeleştirmekten başka bir sonuç vermedi. Tanzimat Fermanı’ndan 17 yıl sonra Batılı devletlerin hamiliğinde Paris Barış Konferansı’nda, Islahat Fermanı karşılığı “Avrupalı Devletler topluluğuna kabul edildik”. Hamilerin empozeleri ile idari ve hukuksal düzenlemeler yapılmaya başlandı. Devlet hızla borçlandı, toprak düzeni çöktü, azınlıklar toprak, ekonomi ve maliye alanlarında büyük kazançlar elde ettiler. Osmanlı Devleti ilk borcu aldığından 20 yıl sonra boçlarını ödeyemez hale geldi. Devletin bütün gelirlerine Düyun’u Umumiye İdaresi el koydu. Hızla toprak kaybedildi ve yarım asır içinde Osmanlı İmparatorluğu yok olup gitti. Kurtuluş Savaşı tam bağımsızlık anlayışı ile yapıldı. Lozan’da arazi kavgası yapılmadı. Ekonomik bağımsızlık savaşı verildi. Yeni Cumhuriyet’in politikası tam bağımsızlık anlayışına göre düzenlendi. Ne Avrupalı bir devletle ne de Rusya ile bağlayıcı bir ittifak antlaşması yapılmadı. Atatürk bloklar dışı, tarafsız barış politikası izledi. Bu politika bağımsız kalkınma olanağı getirdi. Türkiye 1923 – 1938 arasında büyük bir atılım gösterdi ve gelişme sağladı. Ne var ki Türkiye, 1939’da, Atatürk’ün aramızdan ayrılmasından kısa bir süre sonra İngilizFransız-Türk Üçlü İttifakı ile önce askeri blok politikalarına yönlendi. Bu yöneliş Türkiye’yi eşit olmayan ekonomik ilişkiler sistemine sürükledi. Zamanın hükümeti 1959’da “Aman sonra yalnız kalırız” korkusuyla Ortak Pazar’a katılmak için başvurdu. Lozan’ın imzalanmasından 40 yıl sonra 1963’de Ankara Antlaşması imzalandı. Lozan’da gümrük bağımsızlığı için çok sert mücadele verilmişti. Ankara Antlaşması ile gümrüklerden ve dış ticaret korumalarından vazgeçildi. Lozan’da kapitülasyonlara ek gelen 1838 Ticaret Antlaşması’nın Türkiye’yi sömürgeleştirdiği ileri sürülerek, bunların kaldırılması yolunda en kıyasıya savaş yapılmıştı. 1963 Antlaşması’nda ise, 1838 Ticaret Antlaşmasına egemen olan ekonomik liberalizm öğretisi kabul edildi.(1) Prof. Gülten Kazgan, bu her iki antlaşmanın birbiriyle benzer hususlarını açıklamaktadır: 1. Antlaşmanın amacı: Her ikisinde de serbest ticaret. 2. Tekellerin kaldırılması: Tarım ve ticaret alanındaki bütün tekeller kalkacaktır. (1838) Devlet ticaret tekelleri giderek yeni düzene uydurulacak ve Geçiş Dönemi sonunda üye devletler vatandaşları arasında pazarlama ve hammadde sağlanması konusunda bir ayırım kalmayacaktır. (1963) 3.Yabancılara eşit muamele: Türkiye’de mal alıp, yine orada saran yabancı tüccar, iç ticaret ile uğraşan en ayrıcalıklı Osmanlı Uyruklu tüccardan fazla vergi ödemeyecektir. (1838) Uyrukluk nedeniyle ayrım olmayacaktır. 4. İhracat ve İthalat Vergilerinin Kaldırılması. 5. Yabancılara serbest ticaret yetkisi: Yabancı tüccar Osmanlı ülkesinin her tarafına yabancı ülkelerden gelen malları serbestçe götürebilir. (1838) Uyrukluk nedeniyle ayırım yapılamaz. (1963) 6. Hakların yaygınlaştırılması. 7. Ticaretin aşamalı olarak liberalleştirilmesi. 8. Denetleme yetkisi. (2) 1 Türkiye 1963 Antlaşması’ndan sonra, bir an önce, Batı ailesi ile tam bütünleşmek için Kasım 1970’de Katma Protokolü imzaladı. Ancak Türkiye eşit koşullar altında Avrupa sanayi ürünleri ile rekabet edebilecek bir sanayi yapısına sahip değildi. Avrupa rekabetine açılmak, Türk sanayisinin yok olması demekti. Nitekim 1995’e gelindiğinde AB malları Türkiye Pazarında, diğer ülke mallarına karşı, belirgin bir biçimde imtiyaz üstünlüğüne sahip hale gelmişti. Ulusal sanayi büyük darbe almıştı. Bu koşullarda Avrupalılar, çekinerek Gümrük Birliği Protokolü’nü Türkiye’nin önüne koydular. Zira protokol son derece olumsuz koşullar taşıyordu. Avrupalıları şaşırtan bir istekle Gümrük Birliği Protokolü imzalandı. Protokol ağır bir kapitülasyon antlaşmasıydı. GÜMRÜK BİRLİĞİ ANTLAMASI: Türkiye 6 Mart 1995’te AB ile başka örneği olmayan bir antlaşmanın altına imza attı. Tam üyelik ile GB bir bütündü. Sadece GB’ye girmekle AB’nin hiçbir karar organında olmayan Türkiye, AB’ye entegre oldu. AB’nin kurumlarında temsil edilip alınan kararlara katılamayan Türkiye, AB’nin rekabet ve dış ticaret politikaları konusunda aldığı kararları aynen uygulamak zorunda kaldı. Gümrük Birliği Protokolü aşağıdaki ağır koşulları içeriyordu: • Türkiye, AB’nin GB ile ilgili olarak alacağı bütün kararlara paralel kanunlar çıkarmayı kabul ediyordu.(8’nci Madde) • Türkiye, dış ilişkilerini belirleme yetkisini AB’ye devrediyordu. Bu kapsamda da AB’nin üye olmayan 3’ncü ülkelerle (Tüm dünya ülkeleri) yaptığı ve yapacağı bütün anlaşmaları kabul ediyordu. (16’ncı ve 55’nci Maddeler) • Türkiye, herhangi bir dünya ülkesi ile AB’nin bilgi ve onayı dışında ticari anlaşma yapmamayı kabul ediyor, yapması durumunda Birliğe anlaşmayı engelleme yetkisi veriyordu. (56’ncı madde) • Türkiye, içinde hiçbir Türk hakimin olmadığı AB Adalet Divanı’nın bütün hukuki kararlarına tam olarak uymayı önceden kabul ediyordu (64’ncu madde) (3) GÜMRÜK BİRLİĞİ ANTLAMASI’NIN SONUÇLARI 1. Antlaşmanın imzalanması ile birlikte dış ticaret hızla Türkiye aleyhine açık vermeye başladı. 1995 yılı sonunda Türkiye’nin ithalatı 43.185 milyar dolardı. Gümrük Birliği Protokolü’nün yürürlüğe girdiği 1 Ocak 1996’dan sonra ithalat hızla arttı. 2005 yılında 115.740 milyar dolara çıktı. Türkiye 10 yıl boyunca, her yıl ortalama 20 milyar doların üzerinde dış ticaret açığı verdi. (4) 2. Artan bu ithalat içinde yatırım malları payı azalırken, tüketim mallarının payı arttı. Bunun nedeni uygulanan ekonomik politikalar neticesinde dolar fiyatının düşük tutulmasıydı. Bu durum ithal mallarını ucuzlattı ve ithalatı cazip hale getirdi. Yatırım yapılmadı, istihdam yaratılamadı. Nitekim 2004’de büyüme hızı yüzde 9,9 olarak gerçekleşirken, işsizlik oranı yüzde 10,3, 15-24 yaş arasındaki genç nüfusta ise yüzde 19,7 idi. (5) Büyüme ithalattaki bu büyük artışa endeksliydi. 3. İhracatta ise beklenen artış olmadığı gibi, başta Türkiye’nin en iddialı olduğu tekstil sektörü olmak üzere ihracat azaldı. Zira AB, tekstil alımını yeni tam üye yapacağı, eski Doğu Avrupa ülkelerinden ve özel ilişki kurduğu Çin ve Hindistan gibi ülkelerden yapıyordu. 2006 yılı Ocak ayı ihracat rakamları açıklanınca, ihracatın geçen yıla oranla daha az olduğu, yıla “eksi” ile girdiği görüldü. Bir önceki yıla göre hazır giyim ihracatı yüzde 12,8, otomotiv ihracatı yüzde 8,7 oranında azalmıştı. İhracatın yüzde 85,42’sini oluşturan sanayi sektörü ihracatında da 4,2 milyar dolarlık kayıp vardı. (6) 2 4. Aş ve iş bulamayan insanlarımız hayata ve devlete küstüler. Organize suç örgütlerinin eline düştüler.Ekonominin yüzde 9,9 büyüdüğü 2004 yılında, mala karşı işlenen suçlarda yüzde 43 oranında artış oldu. (7) Ekonomimiz ile birlikte suç ekonomimizde büyüyordu. 5. Türkiye 1995 – 2005 döneminde, 10 yılda 171,3 milyar dolar bütçe açığı, 244,7 milyar dolar da ticaret açığı verdi. (8) Verdiği bu açık oranında borçlandı. Zira aradaki farkın kapatılması için başka kaynak yoktu. 1995 yılında Türkiye’nin dış borcu 73,278 milyar dolar, iç borcu ise 1,361 katrilyon TL idi. 2005 yılı sonuna gelindiğinde Türkiye’nin dış borcu 165,269 milyar dolara, iç borcu ise 244,780 katrilyon TL’ye çıkmıştı. (9) Dış borç iki, iç borç ise 179 kat artmıştı. Bu 10 yılda iç ve dış borç anapara ve faizine toplam 970,80 milyar dolar ödendi. Ama borçlarımız bitmedi. Borç kıskacındaki Türkiye hızla fakirleşti. Devlet İstatistik Enstitüsü, Temmuz 2005’de yayımladığı raporda, Türkiye’nin Avrupa’nın en yoksul ülkesi olduğunu açıkladı. AB üyesi 25 ülkede kişi başına gelir seviyesi 100 olarak kabul edildiğinde, Türkiye 29 düzeyi ile en alt sırada yer alıyordu ve Avrupa ülkeleri arasında, kişi başına en düşük gelirli ülke sıfatını sürdürüyordu. (10) 6. “Özelleştirme geliri ile bütçe açıklarını kapatacağız, borçları aşacağız” söylemi ile, ulusal ekonominin birer kalesi olan Kamu İktisadi Teşekkülleri “babalar gibi” satılmaya başlandı. Ancak hazinenin eline yok denecek kadar az para geçti. Özelleştirmenin başladığı 1986 ile 2006 arasındaki 20 yılda, yeniden kurulması 35 milyar dolara mal olacağı hesaplanan KİT’ler 9,4 milyar dolara satıldı. Bunun 3,4 milyar doları özelleştirilen kuruluşların rehabilite edilmesine, 230 milyon doları tanıtıma ayrılırken, 165 milyon doları personel tazminatı olarak ödendi. Ödemelerden sonra Hazine’ye yalnızca 3,5 milyar dolar kaldı. Bu miktar Türkiye’nin Ağustos 2005’deki, 4,1 milyar dolarlık borç giderini bile karşılayamıyordu.(11) Son 20 senede özelleştirilen 118 kuruluşun 8’i tasfiye edilirken, 65’i faaliyetini durdurdu. Sonuçta özelleştirme, bütçe açıklarını kapatamadı, borçları azaltamadı, ancak işsizliği arttırdı. 7. Özelleştirme furyası sürerken, 1997 ile 2005 arasında birçok banka (12), yürütülen İMF politikaları nedeniyle düştükleri zorluklar ve “hortumcu” ların içlerini boşaltmaları nedeniyle ya yabancılara satıldı ya da kapatıldı. İçi boşaltıldığı için kapatılan bankalar devletleştirildi. (Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’na devredildi) 24 milyar dolar zararla devralınan batık bankalara 2005 yılı itibari ile, faizleriyle birlikte 46 milyar dolar harcandı. TMSF bugüne kadar sadece 8,4 milyar dolar tahsilat yapabildi. Devletin 37,6 milyar doları uçup gitmişti. Milli bankaların yabancılara devri ya da ortadan kaldırılması, yabancı bankaların giderek mali piyasaları denetim altına almaları, Türk firmalarının AB üyesi büyük ülkelerin taşeronu olma tehlikesini doğurdu. 8. Günümüzde ulusal şirketlerin dünya üzerine yayılmaları ve elde ettikleri karların ülkelerine transfer etmelerinin önemi açıktır. Bu, ulusun zengin, dolayısıyla güçlü olması demektir. Ne yazık ki, Türkiye, bir zamanlar yarattığı markaları elinde tutamayarak, bu markaların ürettiğini artık yabancılardan satın alan bir pazara dönüştü: • Çaykur Pazar payını Lipton ve Sir Winston’a, • Geleneksel tütün alanlarımız, Philip Morris ve Japan Tobacco’ya geçti. • Pancar üreticisi ve şeker piyasası Cargirll’le boğuşmaya başladı. • Tikveşli Yoğurt, Fransız Danone’ye, • Komili Yağları, Ünilever’e, • aşal Su, Danone-Sa’ya, • Missüt, Nestle’ye, • Alo ve Mintax, Procter and Gamble’a, • Birtat, Danone’ye satıldı.(13) 3 9. Gümrük Birliği Protokolünün imzalanması ile birlikte yatırım için AB’den sermaye akacağı zannedildi. Oysa, yabancı sermaye, Çin örneğinde olduğu gibi, daha çok gümrük duvarı varken, o duvarı aşmak için gelmektedir. Türkiye, AB’ye kapılarını açınca, AB firmaları, Türkiye’de fabrika kurmak yerine, mallarını gemilere, tırlara, uçaklara doldurup gönderdiler. Piyasa ucuz ithal malları ile doldu. Dış ticaret ithalat lehine patladı. Türkiye sadece 2005 yılında, 45 milyar dolar dış ticaret açığı verdi. Bunun doğal sonucu olarak, üretim yapacak, dolayısıyla istihdam yaratacak yatırımlar yapılamadı. 10. 1995 yılında tarım ithalatı ile ihracatı birbirine eşitti. Gümrük duvarlarının kaldırılması ve IMF programları nedeniyle, 2000 yılına gelindiğinde, ithalat ihracatı geçti. 2002 yılında IMF ile yapılan “18’nci Borç Anlaşması” nedeniyle verilen “niyet mektubu”nda, tarıma destek politikasından vazgeçileceği bildirildi. Oysa her yıl dünyada tarım destekleri için 300 milyar dolar harcanıyordu. Bunun 284 milyar doları gelişmiş ülkeler (G-7’ler)’e aitti. Bu destek, bu ülkelerin hem tarım ürünlerinin miktar ve kalitesini arttırıyor, hem de dünya pazarlarını ele geçirmelerini sağlıyordu. Türkiye ise, verdiği niyet mektubunda, ürüne değil, arazi miktarına göre , o da aile başına (fert başına değil) 31 dolar “Doğrudan Gelir Desteği” vereceğini bildiriyordu. Bu destek, AB ülkelerinde, tarımla uğraşan kişi başına 2.460 euro idi.(14) Doğrudan gelir desteği, üretim yapsa da yapmasa da gelir elde eden toprak sahibi üreticiyi, dolaylı yoldan üretim yapmamaya teşvik etti. Sonuçta üretim düştü. Üretimin kaçınılmaz sonucu olarak tarım ürünleri ithalatı arttı. 1990’ların başına kadar, dünyada tarımda kendine yeterli birkaç ülkeden biri olan Türkiye, tarım ürünleri ithal eden bir ülke haline geldi. 11. IMF’nin dayatmaları sonucu, Ocak 2002’de çıkarılan 4733 Sayılı Tütün Yasası ile, destekleme alımları kaldırıldı. “Sözleşmeli üretim” zorunluluğu getirildi. Buna göre üreticiler, başlangıçta alıcı firmalarla, bu firmaların belirlediği ve üreticiye teklif ettiği fiyatı içeren bir sözleşme imzalayacaklardı. Üreticinin sözleşme kilosuna itiraz etme şansı bulunmuyordu. Üreticinin itiraz etmesi, ya da firmanın o üreticiyle sözleşme imzalamaması durumunda, üreticiyi koruyacak bir sistem bulunmuyordu. 2001 yılında tütün ekicisi sayısı 477.823.000 idi. Sözleşmeli tütün tarımının uygulandığı 2002-2003 yıllarında, tütün üreticisi sayısı yüzde 43 azalarak 333.761.000’e indi. 1991’de 6,85 dolar olan tütünün kilogram fiyatı, yasanın çıkmasından hemen sonra, 2003’de 2,59 dolara düştü.(15) “Tütün Rejisi” kolcusuz olarak geri gelmişti.. 12. Türkiye ilk dış borcunu 1854’de aldı. Aldığı borçları tekrar borçla kapatmak için (Çünkü alınan borçlar üretim yapacak yatırımlar için harcanmamıştı.) 20 sene içinde 15 kez borçlandı. Borçlarını ödeyemez hale gelince, Düyun-u Umumiye İdaresi kuruldu. İdare, Türkiye’nin tüm gelirlerine el koyarak, elde ettiği geliri alacaklı ülkelere dağıttı. İdare’nin görevi, Türkiye’nin borçlarının düzenli olarak ödenmesini sağlamaktı. Özellikle, son 10 senede, Türkiye’nin giderlerinin, gelirlerinden, ülkenin dış ülkelerden aldığı mal ve hizmetlere ödediği dövizin, sattığından fazla olması nedenleriyle, verilen açıkların yarattığı krizlerden kurtulmanın yolu olarak İMF’nin kapısı çalınmaya başlandı. 1996 ile 2005 arasında, IMF ile 5 kez borç anlaşması imzalandı. IMF’nin öngördüğü ekonomik programlar uygulandı. Peki bu programlar, üretimi ve istihdamı arttırdı mı, borçları azalttı mı? Hayır..Çünkü bu programlar ,alacaklıların alacaklarının garantiye alınması programlarıydı. Üretimi arttırmaya ve borçları azaltmaya yönelik programlar değildi. IMF 19 Eylül 2005’de, “Türkiye’nin IMF’ye en borçlu ülke olduğunu” açıkladı…(16) 13. “Kaynak yaratmak” amacıyla, 19 Temmuz 2003’de, çıkarılan, “4916 Sayılı, Çeşitli Kanunlarda ve Maliye Bakanlığı’nın Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun” ile, yabancı gerçek ve tüzel kişilere, (köy sınırları içindeki tarım arazileri de dahil olmak üzere) ülkemizde toprak edinme hakkı sağlandı. Oysa, evvelce, yabancıların köylerde tarım arazisi edinmeleri yasaktı. 4 4916 Sayılı Kanun’un yürürlüğe girdiği 19 Temmuz 2003 ile, 06 Mayıs 2005 arasında, iki yıldan az bir sürede, 51 ülkeden, 10.524 yabancı uyruklu kişi tarafından 8.908 adet taşınmaz alındı. (17) En çok taşınmaz edinen ülkeler sırasıyla, Almanya (166 parça), İngiltere (107 parça), Hollanda (26 parça), Avusturya (23 parça) ve Türk asıllı Yunanlı (12 parça) idi.(18) Bu verilere tapu kayıtlarından ulaşmak mümkündü. Ancak bir de tapu kayıtlarından tespit edilemeyen alımlar vardı. 14 Mart 1996 tarihinde Türkiye ile İsrail arasında Serbest Bölge Anlaşması imzalandı. Bu anlaşma ile GAP bölgesinde İsrail’e olağanüstü kolaylıklar sağlandı. Dünya Ticaret Örgütü’nün ilkeleri doğrultusunda, serbest yatırım bölgelerinin kurulması öngörüldü. Serbest bölge demek, özerk bir ticaret kolonisi demekti. Bu bölgede Türkiye’nin hükümranlık hakkı söz konusu olmayacaktı. Yerli alıcılarla birlikte İsrail de, bölgeden “zilliyetlik” yöntemiyle toprak almaya başladı. Zilliyetlik, bir kimseye, bir taşınmazın sahibi olmaksızın ondan yararlanma hakkının verilmesidir. Dolayısıyla tapu kayıtlarında böyle bir satışı tespit etmek mümkün değildir Bu nedenle, bugüne kadar ne kadar toprağın İsrail’in zilliyetine geçtiği belli değildir.(19) Gelecekte, ülkenin bazı kesimlerinde Türklerin yabancı kalma olasılığı belirmiştir. 13. Bugünkü küreselleşme sürecinde emperyalizm, ulus-devletlerin dil, kültür ve pazar birliğini yozlaştırmaya ve ele geçirmeye yönelmiştir. Günümüzde eğitim dili İngilizce oldu. Yazılı ve görsel basın kendilerine, Türkçe gösteri, yıldız ve haber yerine, show, star, mesaj gibi yabancı isimler almakta. Televizyon yayınlarında reklamlar Türkçe-İngilizce karışımı olarak yayınlanmakta. aka yerine espri, İtibar yerine prestij, bilgi yerine enformasyon kelimeleri kullanılmaya başlandı. Eşkıya mafya oldu. Basın merkezi medya center, iş hanı plaza oldu. Köftenin yerini burger, pidenin yerini pizza, patates kızartmasının yerini cips aldı. Yurdumuzdaki yer adları değiştirilmeye başlandı: Çanakkale yerine Dardanel, İstanbul yerine Konstantinopolis, Ürgüp-Göreme Havzası yerine Kapadokya, Selçuk yerine Efes, Ağrı Dağı yerine Ararat, adları kullanılmaya başlandı. Türk musikisi yozlaştırılarak, insanları karamsarlığa sürükleyen, saldırganlaştıran bir müzik türüne dönüştürüldü. Güldürü, belden aşağı konuşmalar oldu. Türk dememek için Türkiyelilik kavramı ortaya atıldı.. 14. Gümrük Birliği Protokolü’nün imzalanmasından sonra, AB ile Türkiye arasında yürütülecek müzakerelerde yol haritasını oluşturacak Müzakere Çerçeve Belgesi imzalandı. Türkiye’nin müzakere sürecinde, aşağıda sıralanan sorunlarla ve taleplerle karşı karşıya kalacağı anlaşıldı: - Kıbrıs sorunu, - Yunanistan ile ilgili sorunlar, - Türk havaalanları ve limanlarının GKRY’nin uçak ve gemilerine açılması, - Ege adalarının silahsızlandırılması, - Ege Denizi’ne ilişkin sorunlar, (Karasuları, hava sahasının kontrolü, komuta/kontrol sistemi, kayalıklar) - Güneydoğu Anadolu ile ilgili gündeme gelebilecek değişik sorunlar, - Asılsız Ermeni soykırımı savının kabulü, - Azınlık haklarının ve statüsünün genişletilmesi, - Sınırı aşan suların uluslararası bir komisyon tarafından kontrolü, - Yabancıların toprak edinmesi, - Ana dilde eğitim verilmesine olanak sağlanması, - Yerel yönetim kapsamının genişletilmesi, - Türkçe dışında ikinci bir dilin, resmi dil olarak kabul edilmesi.(20) SONUÇ. İçinde bulunulan durumda, Türkiye’nin ulus-devlet yapısının (ulus, ülke, dil, bayrak) korunması önem kazanmaktadır. Bu yapıyı göz ardı eden reform niteliğindeki yasal ve yapısal değişikliklerin, Türkiye’yi nereye götüreceği çok iyi tahlil edilmelidir. 1838 İngiliz Ticaret Antlaş5 ması’ndan kısa bir süre sonra Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanarak yıkıldığı unutulmamalı, 1980’lerin ortalarında Rusya’da başlatılan reform hareketlerinin Haziran 1990’da bu ülkeyi parçaladığı hatırlanmalıdır. Eşit koşullarda üyelik, çağdaş uygarlık düzeyini hedefleyen Türkiye için en uygun hareket tarzıdır. Eylül 2005’de ilkokul çocukları arasında bir anket yapıldı. Sorulardan biri de, “Avrupa Birliğine nasıl gireriz?” İdi. Bir çocuğun yanıtı, bugüne kadar ki giriş stratejimizi özetliyordu: “Yalvararak girmek”.(21) Oysa yalvararak, ödün vererek, aşağılanmayı sineye çekerek başarı kazanılamayacağını Atatürk yıllar önce bize söylüyordu. Bu ses bugün de Türkiye’ye doğru yolu göstermektedir: “Artık vaziyeti düzeltmek için, mutlaka Avrupa’dan nasihat almak, bütün işleri Avrupa’nın emellerine göre yapmak, bütün dersler Avrupa’dan almak gibi bir takım zihniyetler belirdi… Halbuki hangi istiklal vardır ki, ecnebilerin nasihatleri ile, ecnebilerin planlarıyla yükselebilsin? Tarih böyle bir hadiseyi kaydetmemiştir.”(22) Tayfun Uzun tayfun@uzun.us KAYNAKÇA VE NOTLAR: 1.Milli Kurtuluş Tarihi. Cilt-IV, Doğan AVCIOĞLU, Tekin Yayınevi, İstanbul, 1978. 2. Ortak Pazar ve Türkiye. Prof. Gülten KAZGAN, Gerçek Yayınevi, İstanbul, Mart, 1975. 3. Avrupa Birliği’nin Neresindeyiz?. Metin AYDOĞAN, Umay Yayınları, Ağustos, 2005, İzmir. 4. www.tcmb.gov.tr 5. 2004 Rekorlar Yılı. Erdinç YELDAN, 06 Nisan 2005, Cumhuriyet, 6. İhracat Yıla ”Eksi” Girdi. 2 ubat 2005, Cumhuriyet, 7. Pembe Değil Kara Tablo. Sinan AYGÜN, 27 Ağustos 2005, Cumhuriyet, 8. Ödün Verdikçe Açık Arttı. Ankara Ticaret Odası Raporu, 11 Nisan 2005, Cumhuriyet, 9. www.tcbm.gov.tr 10. Avrupa’nın En Yoksulu Türkiye. 15 Temmuz 2005, Cumhuriyet, 11. Borç Hesabı Güldürdü. 27 Eylül 2005, Cumhuriyet, 12. Hangi bankanın devlete ne kadar yük bıraktığı aşağıdaki tabloda görülmektedir:(37 Milyar Dolar Uçtu.16 Mart 2005 Cumhuriyet. Banka Adı Türk Ticaret Bankekspres İnterbank Egebank Yurtbank Yaşarbank EGS Bank Tariş Bank İmar Bankası Etibank TOPLAM BANKALARIN DEVLETE BIRAKTIĞI YÜK Zarar (Milyon Dolar) Banka Adı 1,518 Es Bank 456 Sümerbank 4,417 Bank Kapital 217 Demirbank 1,257 Ulusalbank 2,982 Sitebank 581 Bayındırbank 115 Pamukbank 4,185 Toprakbank 2,118 37,564 Milyar Dolar Zarar(Milyon Dolar) 2,982 4,429 142 3,779 930 61 1,141 2,616 499 Bu bankalardan Demirbank, dünya finans devi İngiliz HSCB’ye, Sitebank Yunan Novabank’a satıldı. Pamukbank’ın faaliyetlerine son verildi. Bunların dışında, euro bölgesinin en büyük bankası olarak değerlendirilen Türk Ekonomi Bankası(TEB)’nın yüzde 50 hissesi Fransız BNP Paribos’a satıldı. Türkiye’nin yedinci büyük bankası olan Dışbank ve ortak olduğu finans kuruluşları Fortis Bank’a satıldı. İstanbul Menkul Değerler A.’yi Yunan EFG Eurobank satın aldı. Pancar üreticilerini korumak amacıyla kurulmuş olan ekerbank’ı ise Hollanda’lı Rebobank aldı. Bu işlemlerin sonunda, 7837 olan şube sayısı 6331’e, çalışan kişi ise 173.988’den, 137.342’ye düştü. Bir yıl içinde bankacılık sektöründe çalışan eğitimli ve deneyimli 36.646 kişi işini yitirmişti. (Türkiye Üzerine Notlar… age.) 13. Küresel Zincirlere Dolandık. Cumhuriyet. 6 14. Türkiye Üzerine Notlar. age… 15. Üreticiyi Yok Eden Yasa. 30 Ekim 2004. Cumhuriyet. 16. İMF ile ilk borç anlaşması 1 Ocak 1961’de imzalandı. 19’ncu borç anlaşması (Stand-by) ise 11 Mayıs 2005’de İMF tarafından onaylandı. Türkiye’nin İMF’ye olan borcu 1995 yılında 500 milyon dolar iken, 2005 yılında 37 katlık bir artışla 18,4 milyar dolara çıktı. İMF Eylül 2005’de, Türkiye’nin İMF’ye en borçlu ülke olduğunu açıkladı. (Türkiye En Borçlu Ülke. 22 Eylül 2005, Cumhuriyet.) 17. Satılan Yurt Toprakları. Ferruh ATBAOĞLU, 06 Mayıs 2005 Cumhuriyet. 18. Türk Topraklarına Yabancı İlgisi. 05 Ocak 2005, Cumhuriyet. 19. GAP’ı Kaptırışımızın Son Adımları, Orhan ERİNÇ, Cumhuriyet. 20. Kuşatılmış Türkiye, O. Doğu SİLAHÇIOĞLU, Güniz Yayıncılık, Kasım 2005, İstanbul. 21. Öztin AKGÜÇ, 11 Eylül 2005, Cumhuriyet. 22. ATATÜRK, 6 MART 1922, TBMM. 7