Haftalık Bülten 21 Ocak 2011 www.sorularlaislamiyet.com 1 İçindekiler Münafık çam gibidir, kimse kesmez ise dimdik ayakta durur; mümin çalı gibidir, eğilip eğilip durur." sözü hadis midir? Hadis ise ne anlama gelir? ....................................................3 Hz. Musa (as)'ın mucizeleri nelerdir?.........................................................................................4 Şafii Mezhebine göre yatsı namazının ilk sünneti var mıdır, kaç rekattır?.............................5 "...Ey Allah'ım, beni hatalarımdan öyle temizle ki, kirden paklanan beyaz elbise gibi olayım. Allah'ım beni, hatalarımdan su, kar ve dolu ile yıka." hadisini açıklar mısınız?........6 Bir Müslümanın, farklı din ve inançlara sahip kişilerin inançlarıyla alay etmesi günah mıdır?...........................................................................................................................................7 Acı çekerek ölen bir hayvanı yemek şefkate, insanlığa ters değil mi?.....................................8 "Allah'ım benim üzerimdeki nimetini tamamla." diye dua etmek ne anlama gelmektedir?. 9 Gözleri görmeyen ve bu haline isyan etmeyen bir insanın ahiretteki akıbeti nasıldır?.......11 “Evimle minberim arası cennet bahçelerinden bir bahçedir ve minberim kevser üzerindedir." hadisinde geçen "Cennet bahçesi" angi anlamda kullanılmıştır? Ravza hakkında bilgi verir misiniz?....................................................................................................12 Teknokask (laptop vb. teknolojik ürünleri yangın, kırılma vb. durumlar için sigortalatmak..) caiz midir?......................................................................................................14 “Eğer onlar kendilerine zulmettikleri vakit sana gelip de Allah’tan af dileseler, sen de resul olarak onların affedilmelerini isteseydin, elbette Allah’ı tövbeleri kabul eden, pek merhametli bulacaklardı.” (Nisa, 4/64) ayeti ve şeyhin tövbe ettirmesi?.............................16 Tevbe Suresi 29. ayete göre, Ehl-i kitap ile cizye verinceye kadar savaş açma emri veriliyorsa, bu ayet Müslüman olmayanlar bize dokunmazsa bile onların inancına karışmamız anlamına mı geliyor?............................................................................................17 Emir Sultan Hazretleri hakkında bilgi verir misiniz?..............................................................19 Peygamberimiz (asv)'in yaptığı savaşların nedenleri nelerdir?.............................................23 İbni Haceri Mekki’nin "ibadetleri müzikle yapmak, ilahileri müzikle söylemek küfre sebep olur.” sözünü nasıl anlamak gerekir? Müzikle ilahi söylemek günah mıdır?........................30 Esma-i ilahiyenin insanlara azami tecellisi nasıl olur, bu tecelli nasıl sağlanır? Evliyadan bazısına azami tecelli eden isimler neye göre değişir? Kendimizde hangi ismin azami tecelli ettiğini nasıl bilebiliriz?.................................................................................................32 İslâm harflerinin mukaddesliğinden bahsediliyor. Bâzı kimseler, “Tanrının dili yoktur. Kutsal kitapların hurûfâtı değil içeriği kutsaldır.” diyorlar. Arap alfabesinin İslâm dîninde yeri ve önemi nedir?.................................................................................................................34 Misyar nikahı hakkında bilgi verir misiniz? İslamda bu nikahın yeri var mıdır?...................35 2 Münafık çam gibidir, kimse kesmez ise dimdik ayakta durur; mümin çalı gibidir, eğilip eğilip durur." sözü hadis midir? Hadis ise ne anlama gelir? Hadisin Sahih-i Müslimde geçen metni şöyledir: Ebû Hüreyre'den rivayetle Resûlüllah (s.a.m.) şöyle buyurmuştur: «Mü'minİn misâli ekin gibidir. Ekini rüzgâr sallar durur. Mü'mine de belâ gelmekte devam eder. Münafıkın misâli ise erz ağacı gibidir. Kesilmedikçe sallanmaz.» buyurdular. [Müslim, Münafıkların Sıfatları, 14, (2809)] Ulemânın beyânına göre bu hadîsin mânâsı şudur : Mü'minin bedenine, ailesine veya malına elem, keder çok arız olur. Bu ise onun günahlarına kefiarettir. Derecelerini yükseltir. Kâfirin başına belâ az gelir. Onun belâsı kıyamet gününde tam olarak gelecektir. İlave bilgi için tıklayınız: Dünyada çoğu bela ve musibetler Müslümanların başına geliyor. Bunun nedeni nedir? Hadis-i şeriflere göre Müslümana bela ve musibetlerin gelme sebebi nedir? 3 Hz. Musa (as)'ın mucizeleri nelerdir? Hz. Musa (as)’ın bilinen, en meşhur dokuz mu’cizesi vardır. (El-İsra, 101) Bunlar: 1. Elindeki asanın ejder olması. 2. Elinin bembeyaz kesilip nur gibi parlaması (Yed-i beyzâ). 3. Çekirge âfeti mu’cizesi. 4. Bit âfeti mu’cizesi. 5. Kurbağa sürülerinin Mısır’ı istilâ etmesi. 6. Suların kana inkılâb etmesi. 7. Tîh sahrasında, Hz. Musa (as)’ın asasını taşa vurmasıyla on iki çeşmenin fışkırması. 8. Kızıldeniz’in yarılmasıyla İsrailoğullarının denizi geçmesi. 9. Tûr dağının yerinden koparılarak İsrailoğullarının üzerine kaldırılışı. (Bilmen, IV/1323-24; Çantay, II/530, not:93) Hz. Musa (as)'ın mu’cizeleri elbette bunlara münhasır değildir. Daha başka mu’cizeleri de vardır. Fakat bu mu’cizeleri meşhur olmuştur. 4 Şafii Mezhebine göre yatsı namazının ilk sünneti var mıdır, kaç rekattır? Şafii Mezhebine göre; akşam ve yatsı namazlarının farzından önce, hafif olarak iki rekat namaz kılmak sünnettir. Abdullah İbni Muğaffel El Müzenni (r.a) şöyle dedi: Rasulullah (s.a.v.) üç kere "Her iki ezan (ezan ile kamet) arasında bir namaz vardır." buyurduktan sonra üçüncü söyleyişinden sonra "...kılmak isteyen için." sözünü ilave etti. (Müslim, 838) Yukarıdaki "hafiften" kasıt, biraz acele kılınmasıdır; çünkü sonrasında farz namaz vardır, camaatle kılınma ihtimali olabilir. Ayrıca bu sünnetler müekkedler gibi olmayıp Peygamber (s.a.v.)'in "...kılmak isteyen için" buyurmasından anlaşılıyor ki, bunlar diğer sünnetler kadar önemli değildir. 5 "...Ey Allah'ım, beni hatalarımdan öyle temizle ki, kirden paklanan beyaz elbise gibi olayım. Allah'ım beni, hatalarımdan su, kar ve dolu ile yıka." hadisini açıklar mısınız? Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "...Ey Allah'ım, beni hatalarımdan öyle temizle ki, kirden paklanan beyaz elbise gibi olayım. Allah'ım beni, hatalarımdan su, kar ve dolu ile yıka."(Buhârî, Ezân 89; Müslim, Mesâcid 147; Ebû Dâvud, Salât 123; Nesâî, İftitâh 15) Ebû Dâvud, Nesâî (ve Buhârî'nin) rivâyetlerinin başında şu ziyade vardır: "Allah'ım, benimle hatalarımın arasını doğu ile batının arası gibi uzak kıl." Normalde çamaşırın temizliği için sadece su kullanıldığı halde, hadiste "kar ve buzun" da zikri, âlimler tarafından farklı yorumlara tâbi kılınmıştır, ancak hepsi de neticede maksadın mübalağalı şekilde ifâdesinde birleşirler. Mesela Hattâbî der ki: "Kar ve dolunun zikri te'kîd içindir. Zîra, bunlar zaten elle dokunulmayan, temizlikte de kullanılmayan iki sudur." İbnu Dakîku'l-Îd der ki: "Böyle denmekle âzamî derecedeki temizlik ifâde edilmiştir. Zîra, üzerinden üç ayrı temizlik maddesi geçen elbise tertemiz olur. Mamafih, bunların her birinden maksadın mecaz olması da mümkündür. Yani onlarla kiri kaldıran sıfat kinâye olunmuştur, tıpkı şu âyette olduğu gibi: من*ا, ار *ح , رل*ن*ا *و, 5غف, ا *وا8 *عن:ف," *واعRabbimiz bizi affet, bize mağfiret et ve bize merhamet et..." (Bakara, 2/285). Tîbî de buna işareten der ki: "Sudan sonra kar ve buzun da zikrinden maksad, afdan sonra rahmet ve mağfiretin bütün envâını -pek şiddetli olan cehennem azabının harâretini söndürmek için- taleb etmektir." Hadîsin, Abdullah İbnu Ebî Evfâ tarafından Müslim'de kaydedilen rivâyetinde, suyun soğukluk kaydıyla zikri de bu mânayı te'yîd eder. Böylece Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) hataları -ateşe girmeye sebep olmasından ötürü- cehenneme benzetmiş ve onun söndürülmesini de yıkamaya teşbih buyurmuş, söndürme işinde, söndürücülerin hepsini sudan başlayarak en soğuğuna varıncaya kadar zikretmekle üslûbda mübalağaya yer vermiştir. Kirmânî der ki, "Bu üç duada, üç vakte işaret edilmiş olma ihtimali de vardır. Uzaklaşma istikbâle, temizlik hâl-i hâzıra, yıkama geçmişe işarettir." İbnu Hacer der ki, "Bu durumda, istikbâlin önce zikri, husûle, gelecek olanın def'ine gösterilecek ihtimam, vukua gelmiş olanın ref'inden önce olduğu içindir." Yani günah işleyip sonra da affıyla uğraşıncaya kadar, öncelikle günah işlememeye gayret gösterilmelidir. Bazı Şâfiîler, kar ve dolunun temizleyici olduklarına bu hadisten delil çıkarmışlardır. (bk. İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 7/16-17) 6 Bir Müslümanın, farklı din ve inançlara sahip kişilerin inançlarıyla alay etmesi günah mıdır? Konuyla ilgili ayet-i kerime şöyledir: "Allah'tan başka yalvardıklarına sövmeyin ki, onlar da cahillikle ileri giderek Allah'a sövmesinler..." (En'am, 6/108) Zemahşerî, âyetteki "sebb" kelimesini genel olarak "eleştiri" mânasına alarak, normal şartlarda yanlışlıkları ve kötülükleri eleştirmenin bir görev olduğunu, ancak eğer eleştiri eleştirilen durumdan daha zararlı ve yıkıcı sonuçlara yol açacaksa, bundan kaçınmanın da bir görev olduğunu belirtmektedir. (II, 23). Bununla birlikte, birçok müfessirin de kaydettiği gibi, "sebb" kelimesi "şetm" yani "terbiye ve nezaketle bağdaşmayan çirkin sözler" demektir. Yanlış yolda olanları eleştirmek, neyin doğru neyin yanlış olduğunu ortaya koymak zorunlu olmakla birlikte; âyete göre, bunu hakaret, sövüp sayma gibi İslâm ahlâkının hilim, edep ve nezaket kurallarıyla bağdaştırılması mümkün olmayan bir üslûpla yapmak caiz değildir. Nitekim âyette hitabın, Hz. Peygamber (asv)'e değil de, diğer müminlere yöneltilmiş olması da bunu gösterir. Çünkü sövüp sayma zaten Resûlullah (asv)'ın ahlakıyla bağdaşmadığı için, ona böyle bir uyarıda bulunulmasına gerek yoktur. Bu âyete göre başkalarına, onların inançlarına ve kutsal saydıkları değerlere hakaret etmek İslâmî edep ve ahlâkla bağdaşmadığı gibi, İslâm'ın izzetine de zarar getirir. Esasen, Râzî'nin de belirttiği gibi (XIII, 139), müşrikler putlara tapmakla birlikte Allah'a da inanıyorlardı. Bu yüzden durup dururken O'na hakaret etmeleri düşünülemez. Şu halde bazı Müslümanların müşrikler ve inançları hakkındaki ölçüsüz sözleri onları taşkınlığa sevketmiş; doğrudan doğruya Allah'a sövmek maksadıyla olmasa bile, öfkeye kapılarak Müslümanların kutsal inançlarına sövüp saymaya kalkışmışlardır. Bu âyette Müslümanların bu durumlara imkân verecek söz ve davranışlardan kaçınmaları emredilmektedir. Ayette İslâm'ın tebliğ ve davet metoduna da işaret vardır. Buna göre bizim gibi başkalarının inanç ve kanaatleri de onlara göre değerlidir. Diyalog ve ikna etmenin yolu saygı ve nezaketten geçer. Hakaret ve küfür ise, sadece muhatabın düşmanlık duygularını kabartır; inatlaşma, sertleşme ve giderek çatışmaya yol açar.(Kur’an Yolu, Diyanet Tefsiri: II/358-359) 7 Acı çekerek ölen bir hayvanı yemek şefkate, insanlığa ters değil mi? Peygamber Efendimiz (asv), şöyle buyurmuştur: “Hayvan kestiğiniz zaman, kesmeyi iyi yapınız (acı çektirmeyiniz). Ve sizden birisi bıçağını keskinleştirsin (bilesin) ve kestiği hayvanı rahatlatsın.”(Müslim, Zebaih:57; Ebu Davud, Edahi 11-12) Bu nedenle hayvanların keskin bir aletle ve usulüne uygun olarak kesilmesine dikkat etmek sünnettir. (bk. Zuhaylî, el-Fıkhu’l-İslamî, 3/262) Bu ifadeye göre herhangi bir hayvan usulüne uygun kesilmediği zaman, ona eziyet edildiği ve acı çektiği anlaşılmaktadır. Ancak, usulüne uygun olarak kesilen hayvanların acıyı hissetmediği söylenebilir. Allah’ın lütuf ve keremiyle hissetme duyularının köreltilmesi veya tamamen dumura uğratılmasıyla acı hissinden kurtulmaları söz konusu olabilir. Bu durum, Allah’ın merhametinin bir göstergesidir. Bu nedenle kesilmek için yatırılan bir hayvan, bir şey hissetmez. Yalnız bıçak kestiği vakit hissetmek ister; fakat, o his dahi gider, o elemden de kurtulur, inşallah. (bk. Nursi, Şualar, On Birinci Şua) "Madem yapan bilir öyle de bilen konuşur." kaidesince, bütün hayvanları yaratan ve onları insanların hizmetine sunan Rabbimiz, istifade ettiğimiz hayvanları nimet olarak tanımlamıştır. Eti yenen hayvanlar insanlara rızık olarak yaratılmışlardır. İnsan bu hayvanları kestiğinde onların ruhları cennete gitmektedir. Bedenleri ise insan bedeninde vazife yapmaya devam edecektir. Onların yaratıcısı olan Allah, elbetteki onlara en güzel vazifeler ve en güzel bir gelecek hazırlamıştır. 8 "Allah'ım benim üzerimdeki nimetini tamamla." diye dua etmek ne anlama gelmektedir? ة5 لخ *ر , *ن_ي أ5م إ8 ه: 8ا*لل. * ي*ت* *ك *و5ي *وع*اف8 *ع *مت* *ك *عل, 5م ن8 5 ف*أ*ت،رW ت, س * ة *وW *ي5ة *وع*افW ع *م, 5ي ن5ن *ك ف, م5 :حت, *صب 5 ا, ني*ا *و, دI ي ال5ت *ر *ك ف, س "Allahümme innî esbahtü minke fi ni'metin ve âfiyetin ve setrin, feetimme nimeteke aleyye ve âfiyeteke ve setreke fiddünya vel âhireti." "Allah'ım, şu sabaha Senden gelen bir nimet, afiyet ile ve günahlarım örtülmüş olarak çıktım. (Öyleyse) dünyada ve Ahiret'te üzerimdeki nimetini, afiyetini ve günahlarımı örtmeni tamamla." Efendimiz (asv)'ın bu dua hakkında bize müjdesi, İmam Nevevî'nin Ezkar'ında şu şekilde yer alır: ''Kim sabahladığı zaman üç defa: “Allah'ım, şu sabaha Senden gelen bir nimet, afiyet ile ve günahlarım örtülmüş olarak çıktım. (Öyleyse) dünyada ve Ahiret’te üzerimdeki nimetini, âfiyetini ve günahlarımı örtmeni tamamla.” derse, onu tamamlamak Allah’ın üzerine hak olur. Bunu akşamları söylerse, yine böyle olur.'' (Çağrı yay., İstanbul 1986, Sh. 79) Fetih Suresi ikinci ve üçüncü ayetlerinde şöyle buyurulmaktadır: “Allah böylece, senin geçmiş ve gelecek günâhlarını bağışlar, sana olan nîmetini tamamlar, seni doğru yola eriştirir. Böylece sana, kimsenin güç yetiremeyeceği bir şekilde yardım eder.”(Fetih, 48/2, 3) "Rabbin bundan önce ne günâhın, ne kusurun varsa, bundan sonra da ne kusurun olacaksa, hepsini affedecek, hepsini bağışlayacak." Şüphesiz Allah’ın Resûlü (asv) bizim gibi değildir. O Allah tarafından korunmuştur. Elbette onun işlediği günâhlar çok azdır. Ama ne de olsa o da bir beşerdir. İşte Rabbimiz onların tümünün affedildiğini müjdeliyor. Böyle bir peygambere iman etmek, böyle bir peygambere teslim olmak, böyle bir peygamberi örnek bilmek, onun gibi olmaya, onun peşi sıra gitmeye çalışmak ne kadar güzel, ne büyük şeref değil mi? Yirmi üç yıllık risâlet hayatı bitince tüm günâhlarından bağışlanmış, kusurları silinmiş, geçmişi sıfırlanmış, geleceği affedilmiş, hataları düzeltilmiş, yanlışları uyarılmış ve hayatı, sözleri, amelleri tertemiz, dosdoğru bize kadar ulaşmış bir peygamber... Şu anda bizler onun tertemiz hayatıyla, tertemiz sünnetiyle, tertemiz örnekliliğiyle karşı karşıyayız. Tüm hayatı, tüm sözleri, tüm fiilleri Rabbimiz tarafından onaylanmış bir kulluk örneğiyle karşı karşıyayız. Bize sunduğu Kitap ve o Kitaba uygun olarak bize örneklediği sünneti bizim iki temel kaynağımızdır. Kendilerine sarıldığımız, kendilerine tutunduğumuz, kendilerini hayatımızda hareket noktası bildiğimiz zaman asla sapmayacağımız, asla hataya düşmeyeceğimiz, dünyada en güzel bir hayatı, âhirette de cenneti kazanabileceğimiz iki temel kaynağımızdır. Allah senin geçmiş gelecek tüm günâhlarını bağışlayacaktır. Bununla da kalmayıp böyle müjdelediği bir fetihle de sana nîmetlerini tamamlayacaktır. Yine sana müjdelediği bu fetihle 9 seni dosdoğru yoluna, hidâyet yoluna, sırat-ı müstakimine ulaştıracaktır. Şu anda dosdoğru yolda yürüyorsun, bu yürümene de devam edeceksin. Rabbin seni sırat-ı müstakiminde yürütecek; bu yol Allah’ın yolu olacak ve tüm dünya insanlığı da senin rehberliğinde, senin sayende bu yolu bulmuş, bilmiş ve bu yola uymuş olacaklardır. Azîz olan, şerefli olan, güç kuvvet sahibi olan Allah, izzet ve şerefiyle senin yanında, senin desteğinde olacak, sana aziz bir yardımla yardım edecek. Azîz olan Allah’ın aziz olan yardımı sayesinde artık sen izzet ve şeref bulacaksın. Artık Mekke’deki o güçsüz dönemin bitmiş olacak. Bundan sonra artık tüm dünyada izzet ve şerefin zirvesine tırmanacaksın. Karşında hiçbir güç duramayacak. (bk. Basairu'l-Kur'an, ilgili ayetin tefsiri) Ayetin tefsirinden de anlaşıldığı üzere "Allah'ım benim üzerimdeki nimetini tamamla." diye dua etmek, hem dünyada hem de ahirette nimetlere nail olmayı istemek anlamındadır. Bu dünyadaki nimetler geçici ve devamsızdır. Ahiret hayatı cennet nimeti ise devamlıdır ve kemal manadadır. Bu dua ile hem dünya hem ahiret nimetlerini istemiş oluyoruz. Dünyadaki nimetlerin bizi günahlara haramlara sevk etmesinden korunmayı ve gereği gibi şükredebilmeyi istemiş oluyoruz. 10 Gözleri görmeyen ve bu haline isyan etmeyen bir insanın ahiretteki akıbeti nasıldır? Bu konuyla ilgili hadis-i şeriflerde Peygamberimiz (asv) şöyle buyurmaktadırlar: "Gözün kör olması günahlara mağfirettir. Kulağın sağır olması da günahlara mağfirettir. İnsanın vücudundan kaybettiği her şey günahına sebebi mağfirettir." [Ravi: Hz. İbni Mes'ud (r.anhüma), Ramuzu'l-Ehadis] "Bana Cebrail (a.s.) Allah'dan naklen söyledi ki: "Gözlerini kör ettiğim kimsenin mükafatı, evime girmesi ve Bana nazar etmesidir." [Ravi: Hz. Enes (r.a.), Ramuzu'l-Ehadis] "Cehennem, Allah korkusundan ağlayan göze ve Allah yolunda uykusuz kalan göze haram edildi. Allah'ın haramlarına bakmıyan veya Allah yolunda çıkarılmış olan göze de ateş haram kılınmıştır." [Ravi: Hz. Ebû Reyhane (r.a.), Ramuzu'l Ehadis] "Allah (c.c.) buyuruyor: "Ben bir kimsenin gözlerini ama ettiğimde ona mukabil kendisine Cennet veririm." [Ravi: Hz. Câbir (r.a.), Ramuzu'l Ehadis] İman edip ibadet eden ve dünyada bu haline sabredip isyan etmeyen âmalar cenneti en önce görecek kişilerdir. Cennette bunlar çok daha iyi öreceklerdir. Bediüzzaman Said Nursi bu konuda şu tespitlerde bulunmaktadır: "Evet, bir mü’min, gözüne perde çekilse ve gözü kapalı kabre girse, derecesine göre, ehl-i kuburdan çok ziyade o âlem-i nuru temâşâ edebilir. Bu dünyada nasıl çok şeyleri biz görüyoruz, kör olan mü’minler görmüyorlar. Kabirde o körler, imanla gitmişse, o derece ehl-i kuburdan ziyade görür. En uzak gösteren dürbünlerle bakar nev’inde, kabrinde, derecesine göre, Cennet bağlarını sinema gibi görüp temâşâ ederler." "İşte böyle gayet nurlu ve toprak altında iken göklerin üstündeki Cenneti görecek ve seyredecek bir gözü, bu gözündeki perde altında, şükürle, sabırla bulabilirsin. İşte o perdeyi senin gözünden kaldıracak, o gözle seni baktıracak göz hekimi, Kur’ân-ı Hakîmdir." (bk. Said Nursi, Lemalar, 25. Lema, 14. Deva) 11 “Evimle minberim arası cennet bahçelerinden bir bahçedir ve minberim kevser üzerindedir." hadisinde geçen "Cennet bahçesi" angi anlamda kullanılmıştır? Ravza hakkında bilgi verir misiniz? Medine’de bulunan Mescid-i Nebevi, Mescid-i Haram'dan sonra, yeryüzündeki mescitlerin en faziletlisidir. Mescid-i Nebevî içinde Hz. Peygamber (asv)'in kabri ile minberi arasındaki bölüme “Ravza-i Mutahhara” denilir. Sözlükte "tertemiz bahçe" anlamına gelen ravza-i mutahhara adlandırması, Hz. Peygamber (asv)'in eviyle minberi arasının cennet bahçelerinden (ravza) bir bahçe olduğunu bildiren hadisine dayanır. Resulullah (s.a.s), bu mescitte minberin üzerine çıktığı zaman şöyle demişti: "Evimle minberimin arası Cennet bahçelerinden bir bahçedir ve minberim de Cennet bahçelerinin üzerindedir." Diğer bir hadis de şu şekildedir: "Evimle minberimin arası, Cennet bahçelerinden bir bahçedir ve minberim havzımın üzerindedir." (bk. Buhârî, Fadlı Salati Mescidi Mekke, 5; Müslim, Hac, 92; Müsned, 2/36, 236, 450, 534; 4/41) Minber hakkındaki başka bir hadis-i şerifte de şöyle buyurulmaktadır: "Minberimin ayakları Cennet üzerindedir." (Ahmed, b. Hanbel, VI 289, 292, 318; Nesaî, Mesâcid, 8). Bu hadisler, Mescid-i Nebevî'nin, Resulullah (asv)'ın minberi de dahil olmak üzere, minberi ile evi arasında kalan bölümün Cennet bahçelerinden birisi hükmünde olduğunu ortaya koymaktadır. Buna göre, burada bilinçli bir şekilde bulunan, namaz kılan veya başka bir ibadette bulunan, yaptığı şeyleri Cennet bahçelerinden birinde yapmış gibidir. Ravza-ı Mutahhara'nın, nasıl bir cennet bahçesi olduğu konusunda çeşitli yorumlar yapılmıştır: - İmam Malik gibi bazı alimler, bu bahçe gerçek bir cennet bahçesidir ve ahirette cennete nakledilecektir, demişlerdir. (Semhûdî, Vefâ'ü'l-vefâ' bi-ahbâri dâri'l-Muştafâ (nşr. Kasım esSâmerrâî), Beyrut, 1422/2001, 2/162). - Bazı alimlere göre ise yapılan ibadetler sebebiyle burası rahmetin inmesi, insana mutluluk vermesi açısından cennete benzer. Dolayısıyla Resûl-i Ekrem (asv)'in cennetin anaların ayakları altında, kılıçların gölgesinde bulunduğuna ve hasta ziyaret eden kimsenin cennet bahçelerinden bir bahçede olduğuna dair sözleri veya güzel geçen bir gün için, "Bugün cennet günlerinden biriydi" denilmesi gibi mecazi bir anlam ifade eder. (İbnü'1-Esîr, enNihaye, 1/493; Semhûdî, 2/164, 165). - Bir diğer yoruma göre, burada yapılan ibadetler, cennetin yolunu açtığı için, -mecazi manada- bu alana cennet denilmiştir. 12 Hz. Peygamber (asv)'in evinden maksadın Hz. Aişe (r.anha)'nin odası mı (hücre-i saadet), yoksa mescidin doğu duvarı boyunca sıralanan hanımlarına ait odaların tamamı mı, minberden maksadın bulunduğu yer mi, yoksa hücre-i saadet hizasındaki batı duvarı mı olduğu konusunda da farklı görüşler nakledilir. Eyüp Sabri Paşa bu konudaki görüşleri dikkate alarak Ravza-i Mutahhara planıyla ilgili üç değişik çizim yapmıştır. (bk. Mir'âtü'l-Haremeyn, 2/154-156). Bazı âlimler Ravza-i Mutahhara'nın alanının bütün mescidi kapsadığını söylemiş, ravzanın Mescid-i Nebevî ile musalla arasında olduğunu bildiren bir rivayete dayanarak, Mescid-i Nebevî ile bayram musallası (Mescid-i Gamâme) arasında kalan alanı buna dahil edenler de olmuştur. (İbn Şebbe, Târihu'l-Medîneti'l-münevvere, 1/138) Ancak Ravza-i Mutahhara'yı hücre-i saadet ve minber arası olarak ifade eden rivayetler daha güçlüdür. Günümüzde Ravza-i Mutahhara'nın güneyi mihrabın hemen kıble tarafındaki demir korkuluk ve kitap raflarıyla sınırlanmış olup doğudan batıya 22 m., kuzeyden güneye 15 m. olmak üzere yaklaşık 330 metrekarelik bir alanı kapsamaktadır. Mescid-i Nebevî'de kılınan namaz, diğer mescitlerde kılınan namazlardan çok daha faziletlidir. Sa'd ibn Ebi Vakkas (r.a)'dan Resulullah (a.s.m.)'ın şöyle söylediği rivayet edilmektedir: "Mescidimde kılınan namaz, Mescid-i Haram hariç, diğer mescitlerde kılınan bin rekât namazdan daha hayırlıdır."(Müsned, 1/184); Başka bir rivayette "daha faziletlidir" (Müsned, 1/16; Nesai, Mescid,4) buyrulur. Bunun içindir ki, hac farizasını ifa etmek için bu topraklara yönelen insanlar, bir müddet Medine'de kalarak Mescid-i Nebî'de ibadet etmenin güzelliklerinden faydalanmaya çalışırlar. Namazın dışında, diğer hayırlı ameller için de Mescid-i Nebevî üstün bir mahaldir. Orada yapılan her ibadet kat kat fazlasıyla mükafatlandırılır. Bunun böyle olduğunu vurgulamak için Resulullah (s.a.s) bir hadisinde, Allah yolunda cihat ile kıyas yaparak şöyle buyurmaktadır: "Mescidime bir hayrı öğrenmek veya öğretmek için gelen, Allah yolunda cihat eden kimse gibidir. Bunun dışında gelen, başkasının kazancını seyreden kimseye benzer." (Müsned, 2/418). 13 Teknokask (laptop vb. teknolojik ürünleri yangın, kırılma vb. durumlar için sigortalatmak..) caiz midir? Bizim bildiğimiz kadarıyla “TEKNOKASK”ın diğer sigorta işlerinden farklı bir tarafı yoktur. İslam alimleri, şekli ne olursa olsun, -devlet tarafından zorunlu kılınan sigorta kurumları hariçmevcut bir çok sigorta akdine iyi bakmazlar. Bu konuda sorulan bir suale cevap veren Suudî Arabistan fetva kurulu, -işlemlerinde kumar ve aldatma olduğundan- ticarî sigortalarının bütün çeşitlerinin haram olduğuna karar vermişlerdir.(bk. Fetava’l-lecneti’d-daimeti li’l-buhusi’l-ilmiyeti ve’l-ifta, 13/157; 14/316; 15/247). Bu fetva, sigorta konusuna ilk değinen alim olarak bilinen İbn Abidîn’in görüşüne de uygundur.(bk. Reddu’l-muhtar, 4/170 –Kitabu’l-cihad/babu’l-müste’meni). Mecmau’l-fıkhi’l-islamî (İslam fıkıh konseyi), 10 Şaban 1398 hicrî yılında; Mekke’de yaptığı toplantıda -Mustafa Zerka dışında- alimlerin ittifakıyla ticarî sigortanın her çeşidinin haram olduğuna karar vermiştir.(bk. Halil Abdulkerim Günenç, el-Muntehabâtu’l-fıkhıye, s.72, 73). Bu konuda Diyanet İşleri başkanlığınca verilen fetvanın özeti ise şöyledir: “Çağdaş araştırmacılar sigorta konusunu incelemiş ve dinî hükmünü açıklamaya çalışmışlardır. Sosyal sigortalar ve karşılıklı sigortanın caiz olduğu konusunda bu bilginler ittifak etmekle birlikte, ticarî sigortanın hükmü konusunda görüş ayrılığı içerisindedirler. Ticarî sigortanın hükmü konusunda üç ayrı görüş bulunmaktadır: Birinci görüşe göre, ticarî sigortaların hiçbir çeşidi caiz değildir. Zîra ticarî sigortada bilinmeyen unsurlar bulunmakta, bu işlem kumar veya müşterek bahse benzemekte, faiz içermektedir. Ayrıca sigorta haksız tazmindir. Sigorta akdi, güvence gibi objektif olmayan bir şeyin satışıdır. Sigorta ve özellikle hayat sigortasında takdir-i ilâhîye meydan okuma vardır. İslâm'ın yasakladığı bu unsurları taşıyan sigortanın da haram olması gerekir. Buna göre, sigortacının prim, sigortalının da tazminat alması caiz değildir. İkinci görüşe göre, hayat sigortası caiz değildir; mal ve eşya sigortası ise esas itibariyle caiz olmakla birlikte, dinen hoş değildir. Ayrıca faiz esasına dayanan sigortalar caiz değildir. Üçüncü görüşe göre, sigortayı yasaklayan kesin bir nass bulunmadığından, faiz karışmaması ve genel ahlâka aykırı olmaması şartıyla, sigortanın bütün çeşitleri caizdir. Zira akitlerde asıl olan, yasaklayıcı bir nass bulunmadığında helal olmasıdır… Bu bağlamda sigortanın caiz olmadığını ileri süren bilginlerin gerekçeleri değerlendirilmiş ve bu gerekçeler sigortanın caiz olmadığını ortaya koyacak nitelikte görülmemiştir. Diğer taraftan ticarî sigortaların, sadece hedefinin kazanç olduğu gerekçesiyle reddedilmesi de doğru değildir. Bu gerekçeyle caiz olmadığını söyleyen fıkıhçıların hemen tamamı, sosyal sigortaları ve karşılıklı sigortaları, hedefi yardımlaşmadır diye caiz görmektedirler. Oysa öz itibariyle sosyal sigorta kurumları ile özel sigortalar arasında, hüküm değişikliğine götürecek temel bir fark yoktur. Sosyal sigortalarla özel sigortalar arasındaki farklar; sosyal sigortaların 14 kanunla kurulmuş kurumlar tarafından yapılıyor olması, zorunlu olması, sigortalı olabilmek için kişilerin belli bir statüde olmaları, ödenecek prim ve bu sigorta ile sağlanacak menfaatlerin her sigortalının özel durumuna göre düzenleniyor ve sosyal sigortaların öngördüğü risklerin daha ziyade sosyal sınıfları tehdit ediyor olmasıdır. Sigorta, meydana gelen zararın yalnızca riske maruz kalanın üzerinde kalması yerine, sigortalıların ödedikleri primlerden ödenen tazminat yoluyla bütün sigortalılara dağıtılmasını ve böylece felaket ve kazaların zararının hafifletilmesini gaye edinmiş karşılıklı taahhüt ve yardımlaşmaya dayanan bir sistemdir. İslâm'ın, sosyal ve iktisadî hayata dair bütün düzenlemelerinin hedefi, hak ve görevlerde, mutlak manada karşılıklı yardımlaşma ve kefâlet esasına dayanan bir toplum meydana getirmektir. Buna göre sigorta İslâm dinindeki bu yüce hedefe aykırı değildir. Başta ticaret olmak üzere pek çok ilişkinin globalleştiği günümüz dünyasında, ticarî sigortanın bulunmaması başlı başına bir risk teşkil eder ve Müslümanların ekonomik açıdan mağlubiyetini sonuç verir. Yukarıda zikredilen açıklamalar ışığında; a) Genel olarak, sosyal sigortalar, karşılıklı sigortalar ve ticarî sigortaların caiz olduğuna, b) Kâr payı esasına dayalı çalışan birikimli hayat sigortası ile bireysel emeklilik tasarruf ve yatırım sisteminin ise, yatırılan primlerin, dinen helâl olan alanlarda değerlendirilmesi durumunda caiz olduğuna, c) Konusu din tarafından yasaklanmış olan sigortanın caiz olmadığına, Karar verildi.” (Diyanet İşleri Başkanlığı/01-Aralık-2006 - 09:59:42). Bu açıklamalar ışığında denilebilir ki, sigorta şirketleri genel olarak üç çeşittir. Birincisi; devlet tarafından zorunlu kılınan (emekli sandığı, sosyal sigortalar kurumu, trafik sigortası gibi) sigortalardır. İkincisi; teavun / yardımlaşma şirketidir. Bu şirket belli bir grup insan tarafından kurulur, onlardan birinin başına bir musibet geldiği zaman ona yardımcı olunur. Bu iki çeşit sigorta şirketinin caiz olduğunda bir ihtilaf yoktur. Üçüncüsü, ticarî sigorta şirketidir ki, yukarıda bunun üzerinde detaylı bir şekilde durulmuştur. Daha önce de belirtildiği üzere, bu sigorta şeklinin caiz olup olmadığı hususunda farklı görüşler vardır. Alimlerin büyük çoğunluğuna göre caiz değildir. Şeyh Ali elHafîf, Dr. Mustafa ez-Zerka, Dr. Muhammed el-Behî ise, bunun da caiz olduğunu savunmuşlardır.(bk. Günenç, a.g.e). İlave bilgi için tıklayınız: Siğorta ve kasko konusunda detaylı bilgi verir misiniz? 15 “Eğer onlar kendilerine zulmettikleri vakit sana gelip de Allah’tan af dileseler, sen de resul olarak onların affedilmelerini isteseydin, elbette Allah’ı tövbeleri kabul eden, pek merhametli bulacaklardı.” (Nisa, 4/64) ayeti ve şeyhin tövbe ettirmesi?.. İlgili ayetin meali şöyledir: “Biz hiç bir peygamberi, Allah’ın izni ile, kendisine itaat olunmaktan başka bir gaye ile göndermedik. Eğer onlar kendilerine zulmettikleri vakit sana gelip de Allah’tan af dileseler, sen de resul olarak onların affedilmelerini isteseydin, elbette Allah’ı tövbeleri kabul eden, pek merhametli bulacaklardı.”(Nisa, 4/64) Bu ayette, günah işlemiş olanların Allah’a karşı tövbe etmeleri, bağışlanmalarını istemeleri yanında Hz. Peygamber (asv)'in yanına varmaları ve onun da bir peygamber olarak kendileri için Allah’tan af dilemesi hususuna vurgu yapılmıştır. Hz. Peygamber (asv)'in yanına varmaları hususu şu şekilde değerlendirilebilir: Ayette tövbe etmeleri istenen kişiler, Hz. Peygamber (asv) yerine tağutu hakem kabul eden, münafık kimselerdir. Bunların tövbeleri, Hz. peygamberi (asv) peygamber olarak kabul etmek, onun hakemliğine başvurmak, yeniden onu önder olarak kabul etmekle mümkündür. Bu sebeple, tövbenin önemli bir paçası olan bu hususları yerine getirmek için bizzat Hz. Peygamber (asv)'in huzuruna varmaları, ona telim olmaları, onu hakem kabul etmeleri ve ondan da af dilemeleri gerekiyordu. Allah’ın kendilerini bağışlaması için, onun (asv) bizzat Allah’a yalvararak tevessül ve şefaat etmesi ön görülmüştür.(bk. Razî, ilgili ayetin tefsiri). Ayetin bu açıklaması ile normal tarikattaki şeyhin elinde tövbe etme arasında zahiren bir ilişki görülmemektedir. Bununla beraber, bu ayetten böyle bir işareti sezinlemek -umum için olmasa da- hususî bir algılama olarak değerlendirilebilir. İlave bilgi için tıklayınız: Nisa suresi 64. ayete göre, Efendimiz (asv)'den dua istemek onun vefatından sonra da geçerli midir? Konuyla ilgili anlatılan Arabî kıssası doğru mudur? Tarikatta tövbe (el) alma hakkında bilgi verir misiniz? 16 Tevbe Suresi 29. ayete göre, Ehl-i kitap ile cizye verinceye kadar savaş açma emri veriliyorsa, bu ayet Müslüman olmayanlar bize dokunmazsa bile onların inancına karışmamız anlamına mı geliyor? Evvela, sadece bir ayete bakarak bir hükme varmak çoğu zaman yanlış bir bilgi olarak karşımıza çıkabilir. Çünkü, ayet ve hadislerin inceliklerini, nüzul ve vürud sebeplerini bilmeden, İslam’ın temel maksadına vakıf olmadan bir hüküm çıkarmak kolay bir şey değildir. İmam Muhammed, Ebu Yusuf, İmam Muzenî, İmam Gazalî, İmam Rabbanî, İbn Hacer, İbn Rüşd, İbn Kudame, Tahavî gibi allamelerin mutlak içtihat yapma yerine, büyük mezhep imamlarına uymalarının sebebi şudur: “Herkes hükümleri çıkaracak salahiyette değildir.” Bu sebeple, bizim bu gibi hükümleri Kur’an ve hadislerden değil, bu iki kaynağı çok iyi bilen alimlerin bin yıldan beri çalışıp ortaya koydukları bilgilerine baş vurmamız gerekir. “Kendilerine kitap verilenlerden oldukları halde, Allah’a da, âhiret gününe de iman etmeyen, Allah’ın ve Resulünün haram kıldığını haram tanımayan, hak dinini din olarak benimsemeyen kimselerle zelil bir vaziyette tam bir itaatle, cizye verinceye kadar savaşın.”(Tevbe, 9/29) mealindeki ayette önemli vasıflar zikredilmiştir. Adeta, iman esaslarına inanmayan bir kitle söz konusu edilmiştir. Tefsirlerde, bu Ehl-i kitabın genel veya hususîlik arz eden gruplar olup olmadığı hakkında farklı yorumlar vardır. Onlara değinmekle konuyu uzatmayı uygun görmemekteyiz. Ancak şu noktalara dikkat çekmeyi faydalı buluyoruz: a. Kur’an’ın bu ve benzeri ayetlerinde Ehl-i kitaba bir ayrıcalık tanınmıştır. Müşriklerle ciddi bir mücadele ortamı söz konusu olduğu halde, Ehl-i kitap, Müslüman olmasa da -bir vatandaşlık vergisi olan- cizye vermekle serbest kalırlar. b. Ayette yer alan “Ehl-i kitaptan” ifadesi, savaş emrinin Ehl-i kitabın bir kısmına ilişkin olduğunu göstermektedir. “Allah’a ve ahiret gününe inanmayanlar” nitelemesinin yapılması da bu anlayışı desteklemektedir. Çünkü, Ehl-i kitab olanların hepsinin bu vasıfta oldukları söylenemez. c. Bu ayetin inişinin hicrî 9. yılda olduğu göz önünde bulundurduğumuzda, bu ilahî mesajın bir savaş halinin söz konusu olduğu zamanla ilgili olduğu söylenebilir. Nitekim, bu ayetin indiği dönemde, Bizans hâkimiyetindeki Suriye bölgesinde ve bu yol üzerinde bulunan gerek Yahudî gerekse Hristiyan topluluklar ile Müslümanlar arasında hicrî 5-6. yılından beri süregelen gerginliklerin varlığını koruduğu ve bu taraflar arasında devletler arası hukuk bakımından hasmane münasebetlerin hâkim olduğu söz konusuydu. Bu ayetten sonra gelen pasajda -özelikle 32. ayette- hem Yahudilerin hem de Hristiyanların İslam’a karşı olumsuz durumlarına temas edilmesi ve onların insanlık yolunu aydınlatan İslam meşalesini söndürme niyet ve çabası içinde olduklarının bildirilmesi bu tespiti doğrulamaktadır. d. “… O halde, onlar sizden uzak durur, sizinle savaşmazlar ve size barış teklif ederlerse, o takdirde Allah onlara saldırmak için size yol vermez… O halde bunlar sizden uzak durmaz, size barış teklif etmezler, ellerini sizden çekmezlerse onları nerede bulursanız yakalayın, öldürün! İşte bunlara karşı size kesin bir izin ve yetki vermişizdir.”(Nisa, 4/90-91), 17 “Dininizden ötürü sizinle savaşmayan, sizi yerinizden, yurdunuzdan etmeyen kâfirlere gelince, Allah sizi, onlara iyilik etmekten, adalet ve insaf gözetmekten menetmez. Çünkü Allah âdil olanları sever. Allah sadece, dininizden ötürü sizinle savaşan, sizi yerinizden yurdunuzdan kovan ve kovulmanıza destek veren kâfirleri dost edinmenizi yasaklar. Her kim onları dost edinirse, işte onlar zalimlerin ta kendileridir.”(Mümtahine, 60/8-9) mealindeki ayetlerde, İslam’da savaş anlayışı açıkça ortaya konmuştur. Buna göre, kim olursa olsun, savaşmak isteyenlere karşı savaşmak, barışa yanaşanlarla barışmak esastır. e. Özetle; Hudeybiye anlaşmasında Hz. Peygamber (asv) müşriklerle on yıllık bir süre için barış anlaşmasını imzaladığına göre, Ehl-i kitap için böyle bir anlaşma yapmaması düşünülemez. Bu prensip kıyamete kadar geçerlidir; “savaşa savaş, barışa barış...” Şunu da unutmamak gerekir ki, cizye veren gayri müslimlerin canları, malları, din-vicdan özgürlükleri İslam devletinin güvencesi altındadır.(bk. Taberî, İbn Kesir, İbn Atıyye, Zemahşerî, Razî, İbn Aşur, ilgili ayetin tefsiri) 18 Emir Sultan Hazretleri hakkında bilgi verir misiniz? EMİR SULTAN Bursalı meşhur sûfî, Yıldırım Bayezid'in damadı. Buhara'da doğdu. Asıl adı Şemseddin Muhammed'dir. Emîr Sultan'ın 770 (1368-69) yılı civarında doğduğu tahmin edilmektedir. Çocukluk yılları hakkında bilgi bulunmamakla birlikte iyi bir tahsil gördüğü söylenebilir. Bizzat kendi ifadesine dayanılarak yazıldığı söylenen menâkıbnâmelerin birçoğuna ve onlara dayanan tarih ve biyografi kitaplarına göre, soyu yedinci kuşakta On İkinci İmam Muhammed el-Mehdî el-Muntazar'a ulaşır. On yedi on sekiz yaşlarında iken babası vefat eden Şemseddin Muhammed, muhtemelen bir süre çömlekçilik yaptıktan sonra Seyyid Usûl, Seyyid Nasır, Seyyid Ni'metullah, Ali Dede, Baba Zâkir gibi mutasavvıflarla hacca gitmek üzere Buhara'dan ayrıldı. Birkaç yıl Medine'de kaldıktan sonra Bağdat'a uğrayarak tezkire müellifi Âşık Çelebi'nin ceddi Seyyid Muhammed en-Nattâ'nın misafiri oldu. Ardından onunla birlikte Anadolu'ya geçti. Karaman, Niğde, Hamîd-ili, Kütahya ve İnegöl yoluyla Bursa'ya gitti. Kafileye yol boyunca kandil şeklindeki bir nurun rehberlik ettiği, bu nurun söndüğü yere defnedileceğinin kendisine bildirildiği rivayet edilir. Bursa'ya Yıldırım Bayezid zamanında geldiği biliniyorsa da tarihi kesin olarak belli değildir. Menâkıbnâme müellifi Hüsâmeddin ile tarihçi Âlî, Niğbolu Muharebesi sırasında (798/1396) Bursa'da bulunduğu kesin olan Şemseddin Muhammed'in evlenmesinden bahsederken Yıldırım Bayezid'in bu sırada Eflak seferinde olduğunu söylerler ki bu takdirde 1394'ten önce Bursa'ya gelmiş olmalıdır. Bursa'da ilk olarak Pınarbaşı'na veya Gökdere civarındaki bir mağaraya ya da bir savma(ibadet yeri, hücre)aya yerleştiğine dair farklı rivayetler vardır. İlk ikamet yerinin türbesinin bulunduğu mahal olduğu da söylenir. Bursa'da şöhreti kısa zamanda yayılan Şemseddin Muhammed giderek şehrin en çok saygı gören şahsiyetlerinden biri haline gelir; Emîr Sultan veya Emîr Seyyid adlarıyla anılmaya, ulemâ ve meşâyih arasında da itibar görmeye başlar. Zahir ilimleri sahasında kendisini imtihana çekmek isteyen Molla Fenârî, Molla Yegân, Alî-i Rûmî gibi âlimlerin onun manevî gücü karşısında bir süre ağız açamadıkları ve onlarla giriştiği tartışmadan başarıyla çıktığı şeklindeki rivayetlerden, onun bu âlimlerle yakın münasebeti olduğu anlaşılmaktadır. Emîr Sultan bu yıllarda Molla Fenâri'den Sadreddin Konevî'nin Miftâhu'l-ğayb'ını okuyup istinsah etmiş ve bu nüshaya Molla Fenârî bir icazetname yazmıştır.(Taşköprîzâde, s. 55) Emîr Sultan'ın Yıldırım Bayezid'in kızı Hundi Hatun ile evlenmesi kaynaklarda farklı şekillerde anlatılmaktadır. Menâkıp kitaplarına göre Hundi Hatun rüyasında gördüğü manevî işaretler üzerine, Rumeli taraflarında seferde bulunan babasının rızâsını almadan Emîr Sultan ile evlenmiş, dönüşte durumu öğrenen padişah gazaba gelerek kızıyla damadını öldürmek üzere Süleyman Paşa maiyetinde kırk kişilik bir kuvvet göndermiş, ancak Emîr Sultan'ın kerametiyle bunlar birer "kadîd" kesilmiştir (kurumuş et gibi hareketsiz kalmışlar). Bursa'nın Yıldırım semtindeki Kaditler Mezarlığı'nın adının bu olaydan kaynaklandığı rivayet edilmektedir. Bunun üzerine Molla Fenârî Yıldırım'a, öldürülmesini emrettiği zatın peygamber soyundan bir kişi olduğunu, Anadolu'ya şimdiye kadar böyle değerli bir zatın ayak basmadığını, onun kayınpederi olmasının kendisi için büyük bir şeref vesilesi olduğunu, kendisini öldürmek için gönderdiği adamların bir anda kadîde dönüştüğünü belirten, kendisine bir daha tecavüz edilirse bütün şehrin helâk olacağını bildiren bir mektup göndermiştir. (Metni için bk. Baldtrzâde, Ravza-i Evliya, vr. 9b- 10d; Mehmed Şemseddin, s. 6). Molla Fenâriyi Emîr 19 Sultan'ın kerametine şahit göstermek isteyen bu mektubun tarihî bir vesika olma ihtimali zayıf bulunmakla birlikte, onunla münasebetlerinin iyi olduğunu göstermesi bakımından önemlidir. Öte yandan Mecdî ve Belîğ, padişahın çok sevip saydığı Emîr Sultan'la kızını kendi rızasıyla evlendirdiğini söylerler de vardır ki doğrusu da bu olmalıdır. Molla Fenârî gibi bazı büyüklerin de yardımıyla Emîr Sultan, Yıldırım Bayezid'in Timur tarafından gönderilen elçileri öldürtmesine engel oldu. Ankara Savaşı'nın ardından Bursa'nın Timur ordusu tarafından işgali sırasında Molla Fenârî ve İbnü'l-Cezerî ile birlikte Emîr Sultan da Kütahya'da bulunan Timur'un huzuruna götürüldü. Bir süre sonra serbest bırakılarak yine Molla Fenârî ile birlikte Bursa'ya döndü. II. Murad'ın, amcası Mustafa Çelebi'ye karşı sürdürdüğü mücadelede hükümdarın yanında yer aldı. Mustafa Çelebi büyük bir kuvvetle Bursa'ya yaklaşırken padişahın Emîr Sultan'a başvurup amcasına karşı yürüttüğü mücadelede onun sözlerinden cesaret aldığı, olaydan sonra kendisine daha çok bağlandığı, huzurunda diz çöküp oturduğu rivayet edilir. II. Murad tarafından 1422de yapılan İstanbul kuşatmasına Emîr Sultan da katıldı. Bu kuşatmanın tarihini yazan Bizans tarihçisi loannec Kananoc, Emîr Sultan'ın 500 kadar dervişiyle birlikte büyük bir debdebeyle padişahın ordugâhına geldiğini, hücum vakti olarak tayin ettiği 24 Ağustos Pazartesi günü öğleden bir saat sonra dervişlerinin başında at üstünde kılıç ve kalkanıyla surlara yaklaşıp kılıcını çekerek üç kere salladıktan sonra hücuma geçtiğini, bu işaret üzerine Türk ordusunun taarruza kalktığını anlatır. Emîr Sultan'ın vefat tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Bu konuda 831, 832. 833 ve 837 yılları verilmekteyse de en kuvvetli ihtimal 833 (1429) tarihidir. Bursalı Ahmed Paşa'ya ait olduğu söylenen "İntikâl-i Emîr Sultân'a / Oldu târih İntikâl-i Emîr" beytindeki "intikâl-i Emîr" terkibi 833 (1429) yılını vermektedir. Ancak bu beyit Ahmed Paşa'ya ait ise Emîr Sultan'ın vefatından oldukça sonra yazılmış olacağından 833 yılının kesin olarak Emîr Sultan'ın vefat tarihini gösterdiği söylenemez. Emîr Sultan'ın vefat tarihi hakkında bilgi vermeyen eski kaynaklar, onun Bursa'da çıkan bir veba salgınında öldüğünü kaydetmekle yetinirler. Cenaze namazı o sırada Bursa'da bulunan Hacı Bayrâm-ı Velî tarafından kıldırılan Emîr Sultan bugün türbesinin bulunduğu yere defnedildi. Bütün kaynaklar Yıldırım Bayezid, Çelebi Mehmed ve II. Murad'ın Emîr Sultan'a saygı gösterdiklerini, sefere giderken onun eliyle kılıç kuşanıp duasını aldıklarını belirtir. Padişahlara kılıç kuşatma geleneği, Emîr Sultan'ın Hammer'e göre Yıldırım Bayezid'e, Atâ Bey'e göre ise II. Murad'a kılıç kuşatmasıyla başlamıştır. Osmanlı padişahları Emîr Sultan'ın vefatından sonra da ona hürmet göstermeyi sürdürmüşler, Bursa'ya geldiklerinde türbesini mutlaka ziyaret etmişlerdir. II. Bayezid ile Yavuz Sultan Selim'in Emîr Sultan'ın sandukasının örtüsü altına girip uzun süre dua ettikleri bilinmektedir. Menâkıbnâme müellifi Ni'metullah'ın "eimme-i ma'sümîn"den "ismet-i kesbiyye" sahibi olarak tanıttığı ve muhtemelen İmâmiyye mezhebine mensup olan Emîr Sultan'ın Sünnî Osmanlı muhitinde bu kadar büyük itibar kazanması üzerinde durulması gereken bir husustur. Emîr Sultan'ın mensup olduğu tarikat konusunda kaynaklarda verilen bilgiler oldukça çelişkilidir. Bazı kaynaklarda Halvetiyye'nin (Mehmed Şemseddin, s. 4), bazılarında da Nakşibendiyye'nin Nurbahşiyye (Mecdî, s. 77) koluna mensup olarak gösterilirse de, Nakşibendiyye'nin Nurbahşiyye adlı bir kolu bulunmadığından son bilgi yanlıştır. Halvetiyye'nin ise silsilesi Kübreviyye'ye ulaşan Nurbahşiyye adlı bir şubesi vardır. Ancak bu 20 şubenin kendisine nisbet edildiği Seyyid Muhammed Nurbahş'ın Emîr Sultan'ın vefatından yaklaşık otuz beş yıl sonra (869/ 1465) öldüğü bilindiğine göre (Harîrîzâde, III, vr. 205b) ona mensup olması da çok uzak bir ihtimaldir. Atâî'nin Zeyl-i Şekâik'te kaydettiği silsileyi dikkate alarak Emîr Sultan'ın babası Seyyid Ali'den, onun da Hâce İshak-ı Huttalâniden (ö. 826/1423) tarikat aldığını ve tarikatın Ali el-Hemedânî (ö. 786/1384), Muhammed Mazdekânî, Alâüddevle-i Simnânî (ö. 736/1336), Nûreddin İsferâyînî, Ahmed Zâkir-i Curfânî, Ali Lala şeklinde yürüyerek Necmeddîn-i Kübrâ'ya (ö. 618/ 1221) ulaştığını ve dolayısıyla Emîr Sultan'ın Kübreviyye tarikatına mensup olduğunu söylemek mümkündür. Öte yandan halifelerinden Hasan Efendi Mûzî-lü'ş-şükûk, Lutfullah Efendi de Cenâhu's-sâlikîn adlı eserlerinde, bizzat kendisinden işitmiş olduklarını söyleyerek şeyhin tarikat silsilesini babadan oğula intikal ettirip On İki İmam kanalıyla Hz. Ali (ra)'e ulaştırırlar. Kaynaklarda uzun boylu, güzel yüzlü, seyrek sakallı olarak tanıtlan Emîr Sultan'ın on iki terkü taç üstüne yeşil imame sardığı, ömrünü derin bir zühd ve takva içinde ibadet ve irşadla geçirdiği rivayet edilir. Şöhreti Bursa'dan sonra Osmanlı hâkimiyeti altındaki topraklarda giderek yayılmış ve hakkında birçok menkıbe teşekkül etmiştir. Bunların en meşhuru, Bursa'da Yıldırım Bayezid tarafından Emîr Sultan'ın tavsiyesiyle yaptırılan Ulucami ile ilgili olanıdır. Vefatından sonra Emîr Sultan'ın yerine halifelerinden Hasan Hoca şeyh olmuş ve XIII. Halife İbrahim Efendi'ye kadar (ö. 1178/1764-65) dergâhta Emîr Sultan'ın silsilesi devam etmiştir. İbrahim Efendi'den sonra Emîr Sultan Dergâhı'nın şeyhliği Celvetî meşâyihinden Selâmı Ali Efendi'ye intikal etmiştir. Dergâh 1225 (1810) yılına kadar Celvetî olarak faaliyet göstermiş, bu tarihte Hacı Ahmed Efendi'nin şeyh olmasıyla Nakşibendî dergâhına dönüşmüştür. Emîr Sultan'ın takip ettiği irşad usulü bilinmemektedir. Kaynaklarda dergâhta "Usûl-i Emîr" üzere âyin yapıldığı söylenmekteyse de bu âyinin uygulama tarzı hakkında bilgi verilmemiştir. Emîr Sultan'ın halifeleri daha şeyhin sağlığında Bursa, Balıkesir, Edremit ve Mihaüç'e, Karaman sınırlarına, Aydın ve Saruhan sancaklarına kadar yayılmışlardı. Kendisine mensup şeyh ve dervişler Rumeli yakasına geçip mürşidlerinin âdet ve menkıbelerini Gelibolu'dan başlayarak sınır boylarına kadar götürmüşlerdir. Osmanlı ordusunun bazı seferlerine bizzat katıldığı gibi mürldlerini de gazaya teşvik eden Emîr Sultan'ın öldükten sonra da asırlarca Osmanlı ordusundan himmetini esirgemediğine inanılmıştır. Hakkında yazılan menâkıbnâmelerin çoğunda, sağlığında gösterdiği kerametler yanında vefatından sonra da özellikle darda kalmış askerlere himmeti hakkında anlatılanlar geniş yer tutmaktadır. Bütün bunlar Emîr Sultan'ın Türk halkı üzerindeki tesirini göstermesi bakımından önemlidir. Türk edebiyatında Emîr Sultan hakkında yazılmış birçok manzume bulunmaktadır. Bunlardan, şiirleri Yûnus Emre'nin şiirleriyle karıştırılan Yûnus adlı bir şairin manzumeleri Emîr Sultan hakkındaki menâkıbnâmelerde yer almaktadır. Emîr Sultan'a dair yazılan şiirlerin en meşhuru Bursalı Ahmed Paşa'nın, "Ey âlem-i velayete sultân olan Emîr / Vey mülk-i Rûm'a rahmet-i rahman olan Emîr" mükerrer beytini ihtiva eden terciibendidir. Emîr Sultan'ın sağlığında Bursa'dan uzak yerlerde oturan dervişler yılda bir defa kafile halinde yola çıkarak mürşidlerini görüp duasını almaya gelirlerdi. Bu ziyaretler ölümünden sonra bir gelenek halini alarak asırlarca devam etmiştir. Bursalılar'ca bir bereket vesilesi sayılan bu gelenek XX. yüzyılın başlarında terkedilmişse de Ramazan ve Kurban bayramlarının ikinci 21 günlerinde Eşrefî şeyh ve dervişlerinin zikrederek Emîr Sultan türbesine yaptıkları ziyaret ve Eşrefıyye usulüne göre icra ettikleri âyin şeklindeki geleneği bir süre daha devam etmiştir. Emîr Sultan'la birlikte Anadolu'ya gelen sûfîlerin bir kısmı Bursa'nın çeşitli yerlerinde zaviyeler açmışlardır. Bunlardan Seyyid Nasır Bursa Pınarbaşı'nda, Ali Dede İncirli Hamamı civarında, Seyyid Usûl Kuruçeşme mahallesinde, Seyyid Nattâ da Ebû İshak Kâzerünî zaviyesinde tarikat faaliyeti göstermişlerdir. Yakın zamanlarda yayımlanan bir makalede, Emîr Sultan'ın Alaşehir'de faaliyet gösteren halifesi Şeyh Sinan ile meşhur Osmanlı şairi Şeyhinin aynı kişi olduğu öne sürülmüştür.(Bilgin, s. 123-139). Ancak sağlam delillere dayanmayan bu iddianın doğru olma ihtimali oldukça zayıftır. Emîr Sultan hakkında çeşitli menâkıbnâmeler kaleme alınmıştır. Bunların ikisi, kendisinden sonra dergâhına şeyh olan Hasan Efendi'nin Müzîlü'ş-şükûk'ü ile(Bursa Eski Yazma ve Basma Eserler Ktp., Ulucami, nr. 168) üçüncü şeyh Lutfullah Efendi'nin Cenâhu's-sâlikîn adlı eserleridir. Diğer menâkıbnâmelerin önemlileri şunlardır: İbrahim b. Zeynüddin. Vesîletü'lmetâlib fî cevahiri'l-menâkıb (Emîr Sultan'ın on yedi menkıbesini ihtiva eden Arapça eserin [Keşfü'z-zunûn, II, 1841] Türkçe tercümesi Millet Kütüphanesi'ndedir [Ali Emîrî, nr. 1060]); Yahya b. Bahşî, Menâkıb-ı Cevahir (Hacı Selim Ağa Ktp., Kemankeş, nr. 410/1): Ni'metullah. Menâkib-ı Emîr Sultan (Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud, nr. 4564); Müdâmî, Dîvân-ı Müdâmî der Vasf-ı Emîr Sultan(İÜ Ktp., TY, nr. 5520); Hüsâmeddin, Târih-i Emîr Sultan (Millet Ktp., Pertev Paşa, nr. 457); Senâî, Menakıb-ı Emîr Sultan (İstanbul 1290). Emîr Sultan hakkında bazı müstakil kitaplar da yayımlanmıştır. (Gazalî Saltık. Bursa'da Emîr Sultan ve Kerametleri, Bursa 1959; Şinasi Çoruh, Emîr Sultan, İstanbul, ts. ; Hüseyin Algül, Bursa'da Medfun Osmanlı Sultanları ve Emîr Sultan, İstanbul 1981) (Diyanet İslam Ansiklopedisi, Emir Sultan Md.) 22 Peygamberimiz (asv)'in yaptığı savaşların nedenleri nelerdir? Malum olduğu üzere, savaşların pek çok sebebinden söz edilebilir. Tespitlerimize göre Hz. Peygamber (asv)’in savaşları, aşağıdaki sebep ve hikmetlerle meydana gelmiştir: 1. Düşmanla mücadele edecek güce sahip olduklarını hissettirme. Hz. Peygamber (asv)’in bazı savaşları, özellikle Bedir Savaşı’ndan önce yapılan seriyyeler, Medine’de İslâm’a ve müntesiplerine düşmanlık duyguları besleyen müşrik ve Yahudilere, Müslümanlara saldırı için fırsat kollayan Mekkeli müşriklere, Müslümanların bir güç olduğunu gösterme, İslâm’ı tebliğ konusunda özgürlük alanı oluşturma ve saldırılara karşı varlıklarını korumayı hedeflemektedir.1 Bu seriyyeler, Müslümanların varlığını ve gücünü gösteren ve netice itibariyle de tebliğin önündeki engelleri açmaya yönelik mücadelelerdir. O dönemde bölgede kaba kuvvetin hâkim olması, kuvvetlinin haklı gösterilmesi ve mazluma hayat hakkı tanınmaması, Hz. Peygamber (asv)’in bölgede emniyeti temin etme düşüncesiyle askerî müfrezeler göndermesine sebep olmuştur. Sîfü’l-Bahr ve Rabığ seriyyeleri ile Ebvâ, Buvat, Hamrâu’l-Esed ve Küçük Bedir gazaları bu maksatla gerçekleştirilmiştir.2 2. Saldırının finansal kaynaklarını kesme. Hz. Peygamber (asv)’in bir kısım savaşları, Müslümanların Mekke’den hicret ederken geride bırakmak zorunda kaldığı ve müşriklerin ele geçirdikleri mallarla ticaret yaparak Hz. Peygamber (asv9 ve Müslümanlara karşı savaşmak için ordu hazırlayan Mekke müşriklerinin ticaret yollarını kontrol altına almak ve onları ekonomik bakımdan zayıflatmak gayesiyle yapılmıştır. Mekke müşriklerinin yegâne geçim kaynakları ticaret idi. Şam tarafından sevk edilen kervanların silâhlı muhafızlarının Medine yakınından geçerken Müslümanlara zarar vermemeleri için takip edilmesi gerekiyordu. Bu itibarla Hz. Peygamber (asv), söz konusu gaza ve seriyyeleri, müşrik kervanlarını takip maksadıyla sevk etmiştir.3 Nitekim Bedir Savaşı, Kureyşin ticaret kervanlarından elde ettiği kazançla giriştiği savaş hazırlığına engel olma gerekçesiyle yapılmıştır. Uhud Savaşı da Bedir mağlubiyeti sonrası Hz. Peygamber (asv)’den intikam almak düşüncesiyle, Ebu Süfyan’ın Şam ticaret kervanının geliriyle hazırlanmıştı.4 Savaşa hazırlanmada böylesine önemli bir yaptırım olan ticaret kervanlarının takibiyle finansal kaynakların kesilmesi, Müslümanları sürekli tehdit eden Mekkeli müşriklere karşı Sîfü’l-Bahr, Rabığ, Harar, Nahle, Karde ve Îs seriyyeleri ile etkili bir yaptırım olarak kullanmıştır.5 3. Saldırılara karşı savunma yapma. Hz. Peygamber (asv)’in savaşlarının bütünü, gerekçeleri ve ana gayeleri açısından savunma nitelikli olmakla birlikte, savaş stratejisi bakımından savunma nitelikli savaşları sayıca azdır. Hz. Peygamber (asv)’in bazı savaşları, düşmanın Müslümanların varlığına ve toprak bütünlüğüne karşı giriştiği saldırılar neticesi meydana gelmiştir. Bu durumda Hz. Peygamber (asv), saldırılara karşı meşru müdafaa hakkını kullanmıştır. Zîrâ Kur’ân’da saldırıya maruz kalınması hâlinde savunma yapmak için savaşa izin verilmekte6 ve savaşın meşru gerekçelerle yapılması gerektiği vurgulanmaktadır.7 23 Bedir-Hendek savaşları arasındaki mücadele dönemi, Mekkeli müşrikler ve Medine Yahudilerine karşı savunmaya yönelik girişimlerdir.8 Özellikle birlikte yaşadıkları Yahudilere karşı alınması gereken savunma tedbirlerinin, daha sonraki dönemlerde ne kadar hayatî bir önem arz ettiği müşahede edilmektedir. Nitekim Mekkeli müşrikler ve Hayber Yahudilerinin katılımıyla oluşturulan güçlü Ahzab birliği karşısında, Medine’yi savunma durumunda kalan Müslümanlar, savaş esnasında Kureyzalıların ihanetiyle tehlikeli anlar yaşamıştır.9 Hz. Peygamber (asv), Medine döneminde özellikle Yahudilerin Müslümanlara karşı takındıkları düşmanca tavırlarıyla mücadele etmek ve gelebilecek muhtemel saldırıya karşı hazırlıklı olmak zorunda kalmıştır.10 Bu sebeple Bedir, Uhud ve Hendek savaşları, hem meşruiyet açısından hem de savaş stratejisi açısından saldırılara karşı savunmanın hedeflendiği en önemli savunma savaşlarıdır. 4. Düşman hakkında bilgi toplama. Hz. Peygamber (asv)’in bazı gaza ve seriyyeleri her ân saldırma fırsatı kollayan düşman hakkında bilgi edinmek maksadıyla yapılmıştır. Müslümanların öncelikle müşrikler olmak üzere bütün düşmanlara karşı dâima teyakkuz hâlinde olmaları gerekiyordu. Bu gerekçelerle Hz. Peygamber (asv) Medine’nin güvenliğini sağladıktan sonra çevre kabilelerle anlaşma yaparak Mekke müşriklerine karşı daha tedbirli olmayı hedeflemiştir. Gönderilen ilk seriyyeler genellikle düşman hakkında haber toplamak, istihbarat elde etmek, onların siyasî, ekonomik durumlarını kontrol altına almaya yönelik olmuştur.11 Savaşlardan önce bilgi toplamak için keşif kolları ve casuslar gönderilmiştir. Keşif kolu, istihbarat ve diğer yollarla düşmanın genel durumu hakkında bilgi sahibi olmak, Müslümanların güvenliği bakımından hayatî önemi haizdi. Zîrâ Mekke fethine kadar düşmana karşı az bir kuvvetle mücadele etmek zorunda kalan Müslümanlar, düşmanın savaş gücü hakkında onların nasıl, nerede ve hangi şartlar altında savaşacaklarına dâir bilgiler elde etmek mecburiyetinde kalmıştır.12 Nahle, Birinci Zû’l-Kassa, Vâdi’l-Kura’, İkinci Cinab, Huneyn, Abdullah b. Revaha ve Hayber seriyyeleri, ansızın saldırma ihtimali olan düşman hakkında istihbarat elde etmek için tertiplenmiştir. 5. Anlaşmaların ihlal edilmesi ve ihaneti cezalandırma. Anlaşmaların ihlâli, uluslararası ilişkilerde suç teşkil etmektedir. Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) döneminde de anlaşma yapılan tarafların anlaşma maddelerini ihlâl etmeleri, bazı savaşların sebebini oluşturmuştur. Hicretten sonra Peygamber Efendimiz'in (s.a.s.) Medine’de yaptığı Medine Vesikası ile Hudeybiye barış anlaşmasının ihlâli, bazı savaşların meydana gelmesinin temel sebebini oluşturmuştur. Allah Resulü (aleyhi ekmelüttehâyâ) anlaşmalara her zaman azamî derecede riayet etmiştir. Bunun en çarpıcı örneği şu hâdisedir: Hudeybiye anlaşmasının bir maddesine göre, "Mekke’de Müslüman olan bir kimse Medine’ye sığınmak isterse, talebi kabul edilmeyip kendisi Mekke’ye iade edilecekti." İmza işi biter bitmez Mekke delegesinin oğlu Ebu Cendel zincirlerini sürüyerek Hz. Peygamber (asv)’e gelmiş ve himaye talebinde bulunmuştur. Mekkeliler adına anlaşmayı imzalayan Süheyl b. Amr'ın, anlaşmanın yürürlüğe girdiğini ileri sürerek buna itiraz etmesi üzerine “Ey Müslümanlar! Beni dinimden döndürmeye çalışan bu Kureyşlilere geri mi vereceksiniz?” diye feryat eden Ebu Cendel’e Hz. Peygamber (asv), 24 “Ey Ebu Cendel sabret! Ecrini Allah’tan bekle. Allah sana ve senin durumunda olanlara bir kapı açacaktır. Biz Kureyş ile bir sözleşme imzaladık. Onlar bize, biz onlara Allah adına söz verdik, sözümüzden dönemeyiz.”13 cevabını vermiştir. Bu hazin hâdise, Hz. Peygamber (asv)’in anlaşma hükümlerine sonuna kadar bağlı olduğunu gösteren çok önemli bir örnektir. Hicretten sonra Mekkelilerle başlayan savaş dönemi, Hudeybiye Anlaşması’yla sona ermişken, Kureyşlilerin ihlâliyle bu anlaşma da bozulmuştur. Bu gerekçeyle Hz. Peygamber (asv) onları tedip gayesiyle Mekke üzerine yürümüştür.14 Hz. Peygamber (asv)’in müşriklerle olduğu gibi Medine’deki Yahudi kabileleriyle savaşları da yapılan anlaşma hükümlerine aykırı hareket etme ve anlaşma hükümlerine muhalif olarak düşmanla işbirliğine kalkışma gibi meşru sebeplerle yapılmıştır. Hicretten sonra Medine’deki Yahudi kabileleriyle yapılan anlaşmaya göre, "bütün Medine halkının tek bir toplum olduğu, Müslümanlar aleyhinde müşrikler ve müttefikleriyle anlaşma yapılamayacağı ve onlara yardım edilemeyeceği" kabul edilmiştir. Anlaşma metninde özellikle Kureyş müşriklerinin kesinlikle desteklenmeyeceği ibaresi yer alıyordu.15 Söz konusu anlaşma hükümleri doğrultusunda Kaynuka, Nadir ve Kureyza oğulları Yahudilerine karşı yapılan savaşlar, anlaşmalara ihanetin bir neticesi olarak meydana gelmiştir.16 Netice itibariyle yapılan anlaşma maddelerine, kendi aleyhlerine hükümler ihtiva ediyor olmasına rağmen, titizlikle riayet eden Hz. Peygamber (asv), zaman zaman müttefiklerinin ihanetine uğramıştır. İşte bu durum Kaynuka, Nadir, Kureyza oğulları gazaları ile Mekke fethinin temel gerekçesini oluşturmuştur. 6. Baskın ve talanı cezalandırma. Hz. Peygamber (asv) ve Müslümanlara ait yaylım hayvanlarının yağmalanması ve bu sırada Müslümanlardan bazılarının şehit edilmesi, bir kısım seriyyelerin sebebini oluşturmuştur. Müslümanlar sırf inançları sebebiyle saldırılara maruz kaldığından, bu saldırıları yapan kişi ve onları organize eden kabilelerle mücadele edilmesi gerekiyordu. Baskın ve talana maruz kalınması durumunda, kişinin malını ve canını korumak maksadıyla yapacağı savunma, meşru müdafaa olarak değerlendirilir. Meşru müdafaa sırasında verilen mal, can gibi zayiat, İslâm hukuku açısından herhangi bir cezayı gerektirmez. Harar, II. Zû’l-Kassa, Tarif, Fezare oğulları, Ükl ve Uraniler, Meyfaa seriyyeleri ile Kureyza oğulları, Safevân / Birinci Bedir, Sevik ve Dûmetü’l-Cendel gazaları, değişik sebepleriyle birlikte Hz. Peygamber (s.a.s.) ve Müslümanlara ait malların yağmalanması veya yağmalanma teşebbüsü sırasında Müslümanlardan bazı kişilerin şehit edilmesi gibi saldırı ve hâdiseler neticesi meydana gelmiştir. 7. Düşmanın taraftar bulmasını engelleme. Hz. Peygamber (asv), hayatının bütün safhalarında, barış ve anlaşmaya açık bir tutum içerisinde olmuştur. Mekkelilerin vatanından kovduğu, hicrete mecbur edip Medine’de de rahat bırakmadığı bir durumda, Medine’de yaşayan farklı dinlerden kabilelerle bir anlaşma yapmıştır. Bu çerçevede Kureyş’in ticaret yolu üzerinde bulunan bazı kabilelerle, düşmandan önce anlaşma yapmak suretiyle bu kabilelerin düşman safında yer almasını önlemek ve barış zemini oluşturmak için anlaşmalar yapılmıştır.17 Ebvâ ve Zû’l-Uşeyre gazaları barış anlaşmasını fiilen hayata geçirmek için gerçekleştirilmiştir. Allah Resulü’nün bu çabası, sıcak 25 savaş şartlarının henüz yaşanmadığı Medine döneminde, anlaşmazlıkları sulh ve barış ile neticelendirme gayreti olarak değerlendirilmelidir. 8. Saldırı haberinin alınması üzerine yapılan müdahaleler. Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) gaza ve seriyyelerinin önemli bir kısmı, özellikle şahsı ve Müslümanlara sırf inançları gereği, yapılması plânlanan bazen bir kabilenin bazen de kabileler topluluğunun saldırı haberinin alınması neticesi sevk edilmiştir. Saldırı plânının yapıldığı haberinin alınması sonucu herhangi bir müdahalede bulunmama, düşmanın saldırısı karşısında teslim olmak anlamına gelecektir. Düşmanın kesin olarak gerçekleştireceği harekât karşısında ilk darbeyi yememek için, Hz. Peygamber (asv) harekete geçmiştir. Düşmanın fiilen saldırısı meşru bir savaş sebebi olmakla beraber, istihbaratla bir saldırı hazırlığının kesin olarak alınması da meşru bir mukabele sebebi olmaktadır.18 Birinci Zû’lKassa, Karkaratü’l-Küdr, Bahran, Dûmetü’l-Cendel, Müreysi, Vâdi’l-Kura’, Türebe, Necid / Hevazinler, Meyfaa, Cinab, Zatü’s-Selasil, Bekiroğulları, Abdullah b. Revaha, Hayber, Gâbe, Kutbe b. Amir seriyyeleri ile Gatafan, Katan, Zâtu’r-Rika’, Huneyn, Taif, Hayber, Fedek gazaları ve Tebük seferi, düşmanın saldırı yapacağı bilgisinin alınması üzerine sevk edilmiştir. Sayıca fazlalığı dikkate alındığında, gaza ve seriyyelerin çoğunun saldırı haberinin alınması neticesi meydana geldiği görülecektir. 9. Zulme uğrayan Müslümanlara yardım etme. Savaşların bir kısmı, inançları sebebiyle Müslümanlara baskı ve işkence yapan kabile ve devletlerin din ve inanç hürriyetine uyguladıkları baskıya son vermek maksadıyla yapılmıştır. Hz. Peygamber (asv) ve Müslümanlara düşmanlık duyguları ile dolu olan kişi, kabile ve devletler, düşmanlıklarını sahip oldukları her fırsatı değerlendirerek fiiliyata dökmüştür. Bu eylemler, bazen başka devletlerin sınırları içerisinde yaşayan Müslüman azınlığa baskı ve işkence yapmak şeklinde de tezahür edebilmiştir. Kur’ân’da, zulme maruz bırakılarak inanç ve ibadet hürriyetleri engellenen, inandığı dinin öğretilerine uygun hayat yaşamasına engel olunan Müslüman fert ve toplumlar, bütün güçleriyle bu zulmü ortadan kaldırmakla sorumlu tutulmaktadır.19 “Size ne oluyor da ‘Rabbimiz! Bizi halkı zalim olan bu şehirden çıkar, katından bize bir sahip çıkan gönder, tarafından bize bir yardımcı lütfet’ diyen zavallı çocuklar, erkekler ve kadınlar uğrunda ve Allah yolunda savaşmıyorsunuz?!”20 âyetiyle, zulme maruz kalan insanlara yardım için savaşılacağı hükmü temellendirilebilir. Yardım talebinden sonra Hudeybiye Anlaşması döneminde Kureyş’in saldırılarına karşı Hz. Peygamber (asv)’in Huzaa Kabilesi’ne yardım etmesi,21 bu âyetteki emrin yerine getirilmesine örnek olarak anlaşılabilir.22 Bi’r-i Maûne seriyyesi ve Dûmetü’l-Cendel gazası, Hz. Peygamber (asv)’in zulme maruz kalan Müslümanlara yardım için yapmak zorunda kaldığı askerî müdahalelerdir. 10. Tebliğin önündeki engelleri bertaraf etme. Tebliğ, Hz. Peygamber (asv) ve Müslümanların aslî vazifesi olduğuna göre, her durumda Allah’ın adının bütün dünyaya barış şartlarında ulaştırılması hedeflenmiştir. Düşmanın kaçınılmaz olarak savaşın içine çektiği durumlarda bile, tebliğ görevi ihmal edilmemiştir.23 Bu sorumluluğun bir gereği olarak Hz. Peygamber (asv), çevre kabile ve devletlere tebliğ 26 heyetleri göndermiştir. Tebliğ maksadıyla yapıldığı iddia edilen gaza ve seriyyelerin gerekçeleri incelendiğinde, bunların tamamen tebliğ gayesiyle gönderilen heyetlere saldırı yapılması durumunda, heyetlerin nefs-i müdafaada bulunmalarının bir sonucu olarak meydana geldiği görülür. Bir başka ifadeyle savaş, muhatabın İslâm’ı kabul etmemesinden değil, Müslümanlara saldırı söz konusu olduğu için gündeme gelmiştir. Dolayısıyla Hz. Peygamber (asv) insanların zorla İslâm’ı kabul etmeleri için değil, tebliğin önündeki engelleri kaldırmak için savaşmıştır. Allah Resulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) davet maksadıyla gönderdiği seriyyeler arasında Ka’b b. Umeyr’in başkanlığındaki Zât-ı Atlah24 Amr b. Âs’ın Zatü’s-Selasil25, Abdurrahman b. Avf’ın Dûmetü’l-Cendel ve Halid b. Velid’in Cezime seriyyeleri26 sayılabilir. Yine davet maksadıyla gönderilen İbn Ebi’l-Evca, Süleymoğullarını İslâm’a davet etmiş ancak onlar “Senin davetine bizim ihtiyacımız yoktur.” diyerek Müslümanlara oklu saldırıda bulunmuş ve İbn Ebi’l-Evca dışındakilerin hepsini şehit etmişlerdir.27 Hz. Peygamber (asv), bazen bir talep karşısında bazen de herhangi bir talep olmaksızın, sırf İslâm’ı tebliğ gayesiyle bazı kabile ve devletlere heyetler göndermiştir. İslâm’ı tebliğ etmenin dışında hiçbir maksadı olmayan bu heyetler, pusuya düşürülmek ve ihanete maruz kalmak suretiyle şehit edilmiştir. Reci’, Bi’r-i Maûne, Süleymoğulları, Zât-ı Atlah, Zâtü’s-Selasil, Cezîmeoğulları, Uman, Bahreyn ve Dûmetü’l-Cendel seriyyeleri, değişik sebepleri olmakla birlikte, ağırlıklı olarak İslâm’ı çevre kabile ve devletlere tebliğ için gönderilmiş tebliğ heyetlerinin öldürülmesi ile sonuçlanmıştır. Kendi iradeleriyle, kabilelerinin İslâm’a meyilli olduklarını ileri sürerek Hz. Peygamber’den (s.a.s.) tebliğ heyeti talep edenlerin, gönderilecek tebliğ heyetini emanla koruyacaklarını taahhüt etmelerine rağmen, heyeti pusuya düşürerek şehit etmeleri, bazı gaza ve seriyyelerin sebebini oluşturmuştur. Bütün insanların ebedî kurtuluşunu temin edecek dinamiklere sahip bir dinin insanlığa duyurulmasından başka bir maksat taşımayan bu tebliğ heyetleri, pusuya düşürülerek hain saldırıların hedefi olmuştur. Hz. Peygamber (asv) de şahsında İslâm’a düşmanlık yapan bu kimselerle nefs-i müdafaa gayesiyle mücadele sürecine girmiştir. Zâtu’r-Rika’ gazası ile Cemum, Meyfaa, Âmir oğulları, İkinci Sîfü’l-Bahr ve Hayber seriyyeleri, barışçı tebliğ heyetine karşı yapılan saldırıları etkisiz hâle getirmek için yapılmıştır. 11. Elçilere kötü muamele yapılmasını ve onların öldürülmesini cezalandırma. Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem), Hudeybiye Anlaşması’ndan sonra bölge ülkelerin hükümdarlarına, İslâm’a davet maksadıyla elçiler göndermiştir. Bu hükümdarlardan bazıları tebliğ çağrısına olumlu cevap vermiş, bazıları da sadece olumsuz cevap vermekle kalmamış, elçilere ve gıyaben Hz. Peygamber (s.a.s.) ve Müslümanlara nezaket sınırlarını zorlayan, hattâ hakarete varan davranışlarda bulunmuştur.28 Tebliğ vazifesini îfâ için yakın ve uzak kabile ve devlet başkanlarına gönderilen bu elçiler, bazen İslâm’a davet edilen devlet veya kabile başkanı tarafından hakarete maruz kalmış, bazen öldürülmüş, bazen de farklı kişiler tarafından saldırıya uğrayıp yağmalanmıştır. Oysa tarih boyunca ve günümüzde elçiler, uluslararası hukukta can güvenliğine sahiptir.29 Can güvenlikleri garanti altına alınan elçilerin tahkir edilmesi, yağmalanması hattâ öldürülmesi, suçu irtikâp eden kişi ve kurumlar açısından suç teşkil etmektedir. Hımsa, Kuraytoğulları ve Kuratalar seriyyeleri ile Mû’te seferi, bu sebeple gerçekleştirilmiştir. 27 12. Düşmanın savaş ilânına cevap verme. Düşmanın savaş ilân etmesi Hz. Peygamber (asv)’in gaza gerekçeleri arasında yer almaktadır. Savaş ilân eden bir topluluğa mukabelede bulunmamak, düşmanı cesaretlendirip onun daha güçlü ve cesaretli saldırısına sebep olacağından, savaş ilânına karşılık verilmesi gerekir. Bu anlamda savaş ilânına karşılık vermek meşru bir müdafaadır. Çünkü düşman savaş ilân etmekle savaşma kararlılığı göstermiş olmaktadır. Bu kararlılık karşısında saldırı tehlikesiyle karşı karşıya olan Hz. Peygamber (asv), savaş ilânına karşılık vermiştir. Bunun tek örneği Küçük Bedir gazasıdır. Hz. Peygamber (asv), Mekkeli müşriklerle yaptığı Uhud Savaşı’nda bir yönüyle mağlup olunca, galibiyetin verdiği gururla ertesi yıl Bedir’de tekrar buluşmak için meydan okuyan Ebu Süfyan’ın teklifini kabul etmiştir.30 Kureyş’in savaş tehdidine mukabelede bulunmanın gereği olarak Hz. Peygamber (asv), zamanı geldiğinde Ebu Süfyan’ın savaş ilânına karşılık vermek maksadıyla gazaya çıkmış31; ancak karşısında kimseyi bulamamıştır. Mekke’den iki bin kişiyle yola çıkan Ebu Süfyan, kıtlık olduğunu bahane ederek belirlenen bölgeye gelmeden tekrar Mekke’ye dönmüştür.32 Bu gazanın, Ebu Süfyan’ın savaş ilânına karşılık vermek için yapıldığı açıkça anlaşılmaktadır. Sonuç Hz. Peygamber’in (aleyhissalâtü vesselâm) savaşlarının sebep ve gerekçelerinin incelendiği bu çalışmada, savaşların çok farklı sebep ve gerekçelerle meydana geldiği anlaşılmaktadır. Buna göre bütün savaşlar meşru bir temele dayandığından, Hz. Peygamber (asv)’in haksız olarak nitelendirilebilecek bir askerî müdahalesinin olmadığı sonucuna varılabilir. Savaşları hazırlayan sebep ve gerekçeler bütünü dikkate alındığında, Hz. Peygamber (asv)’in meşru bir gerekçe olmaksızın, herhangi bir kabile veya devlete haksız bir saldırıda bulunmadığı çok açık bir şekilde görülmektedir. İslâm’ın Kur’ân ve Sünnet merkezli ilke ve esasları dikkate alındığında, gerek fert ve gerekse devlet ölçeğinde münasebetler, barış esasına dayanmaktadır. Savaş ise istenmeyen bir mecburiyet olup arızî / geçici bir durumdur ve bir varlık mücadelesi olarak gündeme gelebilir. Günümüze bakan yönüyle ifade edilecek olursa, Hz. Peygamber (asv)’in savaşlarının sebep ve gerekçeleri, her dönemde olduğu gibi günümüzde de, meydana gelen savaşların meşruiyetini belirlemede temel ölçüt olarak kabul edilebilir mahiyet ve özellikler taşımaktadır. Dipnotlar 1. Hattâb, Mahmud Şît, Komutan Peygamber Hz. Peygamber’in Askerî Dehası, çev. Ağırakça, Ahmed, İst., 1988, s. 56. 2. Gaza ve seriyyeler hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Nargül, Veysel, Kur’an ve Hz. Peygamber’in Uygulamaları Işığında Cihad, (Basılmamış Doktora Tezi), Erzurum, 2005, s. 111217. 3. İbn Hişâm, Ebu Muhammed Abdulmelik b. Hişam, es-Sîretü’n-Nebeviyye, thk. Mustafa Sekâ ve arkadaşları, by., ts., II, 241-242, 245; Müslim, Sayd 17. 4. İbn Sa’d, Muhammed, et-Tabakâtu’l-Kübrâ, Beyrut, 1985, II, 37; Semhûdî, Nuruddin Ali b. Ahmed, Vefâu’l-Vefa, Beyrut, ts., I, 281. Ayrıca bkz. İbnü’l-Esîr, Ebu’l-Hasan Ali b. Muhammed, el-Kâmil fi’t-Tarih, Beyrut, 1965, II, 113, 116; Buhârî, Menakıb, 251, Megazi, 2. 28 5. Bkz. Hamidullah, Muhammed, İslam Peygamberi, çev. Salih Tuğ, Ankara, 2003, II, 10361037. 6. Hac, 22/38; Bakara, 2/190; Şûra, 42/41. 7. Bakara, 2/194. 8. Hattâb, Komutan Peygamber, s. 13. 9. Vâkidî, Muhammed b. Ömer, Kitâbu’l-Meğazî, Oxford Üniversitesi, 1966, II, 459-460; İbn Kayyim, Ebu Abdillah Muhammed b. Ebî Bekir, Zâdü’l-Meâd fî Hedy-i Hayri’l-İbâd, Kahire, ts., III, 129-130. 10. Bakara, 2/91; Al-i İmran, 3/183; Kasas, 28/48-50. 11. İbn Hişâm, I-II, 601 vd.; Hamidullah, İslam Peygamberi, I, 139. 12. Bkz. Belâzurî, Ebu’l-Abbas Ahmed b. Yahya b. Cabir, Ensâbu’l-Eşraf, Beyrut, 1996, I, 383384; Kettânî, Abdulhay, et-Terâtibu’l-İdâriyye, Beyrut, ts., I, 363. 13. İbn Hişâm, III-IV, 318; Beyhâkî, Ahmed b. Ali b. Hüseyin, es-Sünenü’l-Kübrâ, Haydarabad, 1344, Sünen, IX, 219-220. 14. İbn Kayyim, Zadu’l-Meâd, III, 290, 394. 15. Bkz. İbn Hişâm, I-II, 501-504. 16. İbn Sa’d, II, 28-29, 57-59, 74-78; İbnü’l-Esîr, II, 137-139; Süheylî, Abdurrahman b. Abdillah b. Ahmed, er-Ravdu’l-Unuf fî Tefsiri’s-Sîreti’n-Nebeviyye li İbn Hişâm, Kahire, ts., II, 296; Semhûdî, I, 277-278, 298. 17. Enfâl, 8/58; Tevbe, 9/12-13; Güner, Osman, Resûlullah’ın Ehl-i Kitap’la Münasebetleri, Ankara, 1997, s. 299. 18. Enfâl, 8/58; Tevbe, 9/12-13; Al-i İmran, 3/146-147, 200. 19. Hac, 22/39-40. 20. Nisâ, 4/75. 21. Ebu Yusuf, Yakub b. İbrahim, Kitâbu’l-Harâc, Kahire, 1396, s. 230; Belâzurî, Fütûhu’lBuldân, thk. Abdullah Enîs et-Tabbâa’, Beyrut, 1987, s. 41. 22. Yaman, Ahmet, İslam Devletler Hukukunda Savaş, İstanbul, 1998, s. 86-87. 23. Darimî, Siyer, 8. 24. İbn Sa’d, II, 127-128. 25. İbnü’l-Esîr, II, 232. 26. İbn Hişâm, IV, 280-281. 27. İbn Sa’d, II, 123. 28. İbn Kesîr, İbn Kesîr, İmaduddin Ebu’l-Fida İsmail, el-Bidâye ve’n-Nihâye, Beyrut, 1966, IV, 268 vd. 29. Şeybânî, Muhammed b. Hasen, Şerhu Siyeri’l-Kebîr, (Serahsî’nin şerhi ile birlikte), Beyrut, 1997, II, 72; Turnagil, Ahmet Reşid, İslamiyet ve Milletler Hukuku, İstanbul, 1972, s. 92-96. 30. İbn Hişâm, III, 100; Belâzurî, Ensâb, I, 417. 31. Taberî, Ebu Cafer Muhammed b. Cerir, Târihu’t-Taberî Târihu’l-Ümem ve’l-Müluk, Beyrut, ts., III, 42; İbn Hazm, Ebu Muhammed Ali b. Ahmed, Cevâmiu’s-Sîre, çev. M. Salih Arı, İstanbul, 2004, s. 180-181. 32. İbn Hişâm, III, 220; İbn Sa’d, II, 59-60. (Dr. Veysel Nargül, Yeni Ümit Dergisi, Yıl 2009, sayı 86) 29 İbni Haceri Mekki’nin "ibadetleri müzikle yapmak, ilahileri müzikle söylemek küfre sebep olur.” sözünü nasıl anlamak gerekir? Müzikle ilahi söylemek günah mıdır? Bildiğimiz kadarıyla, İbn Hacer’in bu hükme varması, o günkü bir kısım ehl-i tarik ile bazı alimler arasında münakaşa mevzuu olan “Zikir esnasında ney çalmak, semaa kalkmak” gibi hususların belirtilmesi amacına dayanır. Söz konusu hususların haram olup olmadığı konusu eskiden beri tartışıla gelmiştir. Kur’an’ı bir müzik eşliğinde okumak, namazı bir müzik eşliğinde kılmak elbette çok büyük bir hatadır. Eğer bunu yapanın maksadı ibadeti, tilaveti hafife almak, işi çığırından çıkarmak ise, bunun küfre kadar götüren yolu vardır. Eğer böyle bir niyet olmamakla beraber, kişi heva ve hevesine uyarak böyle yaparsa, bu takdirde o ibadetin ve tilavetin sevabını iptal etmekle beraber, büyük bir vebale de maruz kalacağı açıktır. Prensip olarak özellikle bu asırda, tekfir mekanizmasını kullanmamak dinî açıdan en ihtiyatlı bir yoldur. Çünkü, kâfire bu unvanı kullanmadığımız zaman bundan sorumlu olmayız. Zira, bizim kâfirleri belirlemek gibi bir görevimiz bulunmamaktadır. Kaldı ki bir kimseye isabetle “kâfir” desek bile bir sevap kazanmayız. Çünkü “zem / kötülemek” sâlih amel değildir. Saadet asrında birer kâfir olan münafıkların Resulullah (asv) tarafından teşhir edilmemesi, genel olarak Müslümanların kimlerin münafık olduğunu bilmemesi, bu tespitimizin doğruluğunun kanıtıdır. Halbuki, bir kimseye yanlışlıkla “kâfir” damgasını vurmak -hadisçe sabit ve malum olduğu üzere- çok risklidir. Günümüzde, bazı düğün ve derneklerde (toplantılarda) okunan ilahilerin bir sakıncasının olduğunu düşünmüyoruz. Özellikle bu dinî atmosferden uzak asırda, her fırsatta dini hatırlatacak söz ve davranışları samimiyetle sergilemek önem arz etmektedir. Ancak bu konuda da ifrat ve tefritten uzak durmak gerekir. Söz gelişi, bir ayeti veya bir aşri müzik eşliğinde okumak elbette doğru değildir. Yahut, halay çekip tepinirken Allah’ın isimlerini terennüm etmek doğru değildir. Her şeye rağmen, insanları tekfir etmekten uzak durmak en ihtiyatlı ve takvalı bir yoldur. Bilindiği gibi pekçok müzik âleti şerde kullanılmaktadır. Bunlarla, genellikle dinlenilmesi meşru olmayan sesler çıkartılmaktadır. Bu âletleri çalan kimselerin çoğu nefsine ve keyfine düşkün kimseler olarak bilinir. Fakat aynı âletlerden olan meselâ ney, tanbur, ud, kudüm, bendir ve saz gibi musikî âletlerini ilâhî, kahramanlık türküleri ve mehter marşlarının icrasında kullanıldığında, çıkardıkları sesler dinleyenlere müsbet şekilde tesir edeceği için, bir mahzur teşkil etmeyeceğini söylemek mümkündür. Ancak bunda da ölçüyü muhafaza etmek lâzımdır. Ameller niyete göre değerlendirildiğinden, saz eşliğinde kahramanlık türküleri veya öğüt verici şiirler söyleyen kimse, halka bu yolla da müsbet telkinde bulunmaktadır. Fakat bu gibi işleri de gerektiğinde, ihtiyaç görüldüğünde, his ve duyguları müsbete ve meşru daireye kanalize edildiği anda kullanmalıdır. Musikîde bir ölçü olan şu gerçeği de hatırlatalım: “Şeriatça bazı savtlar helâl, bazıları haram kılınmıştır. Evet, ulvî hüzünleri Rabbânî aşkları irâs eden sesler helâldir. Yetimâne hüzünleri, nefsâni 30 şehevâtı tahrik eden sesler haramdır. Şeriatın tayin etmediği kısım ise senin ruhuna, vicdanına yaptığı tesire göre hüküm alır.”(Nursi, İşârâtü’l-İ’câz, s. 78) Yani, İslâma göre bazı sesler helâl, bazı sesler ise haramdır. Yüce ve dinî hüzünleri, ilâhî aşkları, sevgileri hatırlatan sesler helâldir. Şikâyet dolu, acı ve ıztırabı arttıran hüzünleri, kişiyi günaha sürüklemeye vesile olan şehevî ve cinsel duyguları tahrik eden sesler haramdır. Dinin açıkça belirtmediği sesler ise ruh ve vicdana yaptığı tesire göre hüküm alır. İlave bilgi için tıklayınız: Dinimizin, müzik dinmele konusundaki ölçüsü nedir? Çalgılı müziklerin dinlenmesi hususunda hadisler ve İslam alimlerinin görüşleri nelerdir?.. 31 Esma-i ilahiyenin insanlara azami tecellisi nasıl olur, bu tecelli nasıl sağlanır? Evliyadan bazısına azami tecelli eden isimler neye göre değişir? Kendimizde hangi ismin azami tecelli ettiğini nasıl bilebiliriz? 1. Bildiğimiz kadarıyla, herhangi bir ismin azamî tecellisine mazhar olmak için belli bir yöntem yoktur. Genel olarak insanlar Allah’ın ekser isimlerinin tecellilerine mazhardır. Fakat bu isimlerin özel bir mazhariyetine nail olmak için emir ve yasaklar çerçevesinde hareket etmekten ibaret olan takva dairesinde yaşamak gerekir. Allah’ı tanımanın en sağlam ve güzel yollarından birisi, eserden müessire doğru gitmektir. Yani eserlerinden hareket ederek, eser sahibini tanımaktır. Bu yüzden kainat ve içindeki sanatlar hepsi birer penceredir, bu pencerelere iman gözü ile bakılırsa, marifet şuaları parıldar. Her bir eser üstünde, Allah’ın isim ve sıfatları tecelli eder, insan bu tecellileri takip ederek kaynağı olan Allah’a ulaşır. Bu tecelliler içinde, Allah’ın binbir ismi tecelli eder, her meslek ve meşrep sahibi, bu isimlerden birisini esas alır ve o ismin gözlüğü ile kainata ve eserlere bakar; o isme yapışır ve o ismin tecelli ipi ile Allah’a ulaşır. 2. Evliyanın, belli bir ismin azamî tecellisine mazhar olmak için özel bir tılsım kullandığına dair bir bilgiye sahip değiliz. Takva mertebelerinde ilerlerken bu tür mazhariyetler ilahî birer lütuf olarak onlara verilir. Evliyaların belli bir isme mazhar olmak için özel bir gayret göstermediklerini düşünüyoruz. Bilakis zaman içerisinde kendilerinde bu isimlerin tecellilerine mazhariyetlerini gördükten sonra bunu fark etmişlerdir. Çünkü, bir ismin azamî tecellisine mazhar olmak için yapılan gayretler, bir bakıma kulluğun temel unsuru olan ihlasın idam fermanı anlamına gelir. Bu ise, herhangi bir mazhariyete götürmesi şöyle dursun, var olan mazhariyetlerin dahi yok olmasına neden olabilir. ÇÜNKÜ; “Ubudiyet, emr-i İlâhîye ve rıza-yı İlâhîye bakar… Eğer dünyaya ait faydalar ve menfaatler o ubudiyete, o virde veya o zikre illet veya illetin bir cüz'ü olsa, o ubudiyeti kısmen iptal eder. Belki o hâsiyetli virdi akîm bırakır, netice vermez." "İşte bu sırrı anlamayanlar, meselâ yüz hâsiyeti ve faydası bulunan Evrâd-ı Kudsiye-i Şah-ı Nakşibendîyi veya bin hâsiyeti bulunan Cevşenü'l-Kebîr'i, o faydaların bazılarını maksud-u bizzat niyet ederek okuyorlar. O faydaları göremiyorlar ve göremeyecekler ve görmeye de hakları yoktur. Çünkü o faydalar, o evradların illeti olamaz ve ondan, onlar kasten ve bizzat istenilmeyecek. Çünkü onlar fazlî bir surette, o hâlis virde talepsiz terettüp eder. Onları niyet etse, ihlâsı bir derece bozulur.”(Lem'alar, On Yedinci Lem'a, On Üçüncü Nokta, İkinci Mesele). Kerametler, mazhariyetler manevî mertebeler de olsa, bir hedef olarak belirlendiği takdirde, ubudiyetin mayası olan ihlası zedelemeye yeter. Çünkü, kulluğun harcı acizlik ve fakirliktir. Oysa, bu tür makamlara göz dikmek, âcizlik ve fakirliğini idrak etmektense, şımarıklığı netice veren bir âlâyış, niyazdan naz makamına uçuran bir kuruntu haline gelir. 3. Bu açıklamalar şu 3. maddenin de bir cevabıdır. Allah bizden hangi isme mazhar olduğumuzu sormaz ve böyle bir bilgi ile bizi sorumlu tutmamıştır. Bizi sorumlu tuttuğu şey, Allah’ın rızasını kazanmayı amaçlayan ihlaslı ubudiyettir. 32 Şunu da belirtelim ki, sağlam tefekkür etme sistemine sahip olanlar, sonuçta Allah’ın Hakîm ismine mazhar oldukları gibi, ilahî aşk ile tutuşanlar da netice itibariyle Vedud ismine mazhar olacaklardır. Keza, kâinata mana-yı harfi ile bakanlar, sanattan Sânia / sanatkâra gidebilenler, kâinatın dış güzelliği ve mükemmelliğiyle bir eser-i sanatı olduğu Allah’ın Zahir ve Batın isimlerinin azamî tecellilerine mazhar olabilirler. İlave bilgi için tıklayınız: Her insanda galip olan bir isim var mıdır? Hangi isme mazhar olduğunu bilmek gerekir mi? Allah'ın isimleri hakkında bilgi verir misiniz? 33 İslâm harflerinin mukaddesliğinden bahsediliyor. Bâzı kimseler, “Tanrının dili yoktur. Kutsal kitapların hurûfâtı değil içeriği kutsaldır.” diyorlar. Arap alfabesinin İslâm dîninde yeri ve önemi nedir? Bu konuyu birkaç madde halinde açıklamaya çalışacağız: - Arap harflerinin -Arapça harfler olduğu için- kutsal olduğunu söyleyemeyiz. Aynı harflerle iman esasları yazıldığı gibi, küfür esasları da yazılabilir. Bu açıdan bakıldığında bütün harfler kullanıldığı dilin sadece bir aracıdır. - Kur’an, hem lafız hem mana itibariyle Allah’ın kelamıdır ve Arapçadır. Bu husus, ayetlerle sabit olduğu gibi (Nahl, 16/103; İbrahim, 14/4; Fussilet, 41/44), İslam alimlerinin de ortak görüşüdür. Arap harflerinden başka Latin ve benzeri harflerle Kur’an metnini sağlam yazmak mümkün değildir. Bu tecrübeyle sabittir. Konuya bu açıdan bakıldığı zaman, Kur’an’ın lafızları semavî, ilahî olduğuna göre, bu lafızları oluşturan Arapça harflerin de -kutsala vesile olmaları cihetiyle- bir nevi kutsallık kazanmaları söz konusu olabilir. Fakat harflerin bu kutsallığı Kur’an ile ilintili olduğu zamana mahsustur. Hadis-i şerifte “Kur’an’ın her bir harfine en az on sevap verileceği...” (Tirmizî, Sevâbü’l Kur’an, 16, 2912) ifade edilirken “harfler”e de dikkat çekilmiştir. - Kur’an’ın mucizelik yönünün en bariz olan kısmı, onun Arapça ifade tarzındandır. Bu ifade tarzı ise, Arapça ifadenin barındırdığı Arapça kelimelerden oluşuyor. Arapça kelimelerin yazılışı ise -yukarıda ifade edildiği üzere- ancak Arapça harfleriyle -tam olarak- mümkündür. Diğer bir ifadeyle, Kur’an ifadelerinin manası yanında, ifadede geçen lafızların ve harflerin de bir nevi mucizeliği söz konusudur. Mesela, Sad suresinin başında geçen “Sad” harfi, Şura suresinin aşında geçen “Hâ-Ayn-Kaf” harflerini Arapça dışındaki harflerle yazmak mümkün değildir. Oysa, bunların tek başına birer şifre, sayısal birer tevafuk, aynı surelerde geçen ilgili harfin nasıl, ne şekilde ve kaç defa geçtiği gibi -Arapça bir harf olarak icaz parıltılarını gösteren- görevleri vardır. - Kur’an’da “salat, zekât, riba” gibi bazı kelimeler “vav”la yazılmıştır. Bu yazı sitili sadece Kur’an’a mahsustur ve alimler bu yazıya bu açıdan çok önem vermişlerdir. - Bu ve benzeri daha pek çok noktalara dikkat çekmek mümkündür. Bu açıklamalardan anlaşılıyor ki, İslam / Arapça harflerinin de diğer harfler gibi olduğunu savunanlar, ilk maddede işaret ettiğimiz hususu dikkate aldıkları için bu görüşte ısrar etmişlerdir. Bunlara kutsallık atfedenler ise, diğer maddelerdeki gerçekleri göz önünde bulundurdukları için bu görüşü savunmuşlardır. Bu açıdan her iki görüşün de -kendi sahasında ve kendi açısından- haklı olduğunu söylemek mümkündür. İlave bilgi için tıklayınız: Neden Kur'an Dili Arapça'dır? Bunu milliyetçilik olarak düşünenlere ne denilebilir? Kur'an'ı tercümesinden okusak daha iyi olmaz mı? 34 Misyar nikahı hakkında bilgi verir misiniz? İslamda bu nikahın yeri var mıdır? Anladığımız kadarıyla misyar denilen nikah, tarafların evlilik sorumluluğu almadan rahatça kendi yaşamlarına devam etmesi ve evliliği -sadece isim olarak- bir arada götürmesi anlamına geliyor. Sanki bu nikah sadece tarafların istedikleri anda görüşmelerine biçilmiş ser'i bir kılıf gibi olmuş. Maalesef bu tarz çarpık evlilikler yaygınlık kazanmasa bile şark toplumlarında da yayılıyor. Her gün muhafazakar bir ülke olan Suudi Arabistan basınında bu tarz evlilik çeşitleri veya modelleriyle karşılaşabiliyoruz. Bunun en son örneklerinden birisi M. Diyab adlı yazarın yine 14 Mayıs 2007 tarihli Şarku'l Avsat gazetesindeki yazısı. Bahsettiği evlilik çeşitleri bize yabancı. Mehmet Zihni Efendi'nin Nimet-i İslam kitabı, iş yeri ile ikametgahı farklı olan bir insanın muayyen günler veya gecelerde buluşmak üzere eşiyle akit yapabileceğine dair hükümlere havidir.. Bu şeriat-ı semha'nın bir ruhsatıdır. Burada maişet derdi ile izdivaç zorunlulukları arasında bir uyum ve denge kurulmuş veya dikkate alınmıştır. Yoksa sırf zevke hitap eden bir evlilik tarzı değildir. Şartlarla ihtiyaçları bir araya getiren bir tarz. Günümüzde ise sadece yolculuklara veya gezilere münhasıran yapılan evlilikler var. Bunun formunu veya formülünü bilmemekle birlikte Araplar bu gezi beraberliklerine 'misfar evliliği' diyorlar. Bir de yazlık evlilikleri var. Bu bağlamda bazı Suudlu veya Körfez zengini yeni yetme gençlerin Yemen'e giderek fakir ailelerin kızlarıyla yazlığına evlenebildiklerini ortaya koyan veriler var. Buna da 'zevacu misyaf' deniliyor. Yani yazlık evlilikleri. Buna mukabil, friend evlilikler denilen evlilik çeşidi de var. Dost hayatı veya metres evliliği. Hayatın yeni gerçekleri. Yani metreslik artık evlilik makamına kaim olmaya başladı. İşte bunlara ilaveten çoktan beri tedavülde olan 'misyar evliliği' de var. Kadın babasının evinde kalıyor, erkek istediği zaman kadının yanına gelip gidiyor. Erkek eşinin hiçbir ihtiyacına karışmıyor. Eşlerinin geçimini karşılamak zorunda olmaksızın evlenme imkanı tanıyan bu nikah şekline, Körfez ülkelerinde yaşayan kadınların yanı sıra pek çok din alimi de karşı çıkıyor. Suistimale açık ve kadını mağdur etmeye müsait bir uygulama olarak görülüyor. 35