22 Ocak 2015 www.sorularlaislamiyet.com 1 İçindekiler Allah'ın işitmesi nasıl olmaktadır? ..............................................................................................3 İmani konuların kuranda ispatı yapılıyor da hadislerde yapılamaması peygamberimizin zeki olmadığını göstermez mi? ............................................................................................................4 Bir ayette erkek ve kadın defalarca söylenmiş ve başka bir ayette yemek yiyebileceğimiz yerler yazılırken tüm akrabalarımız sırayla yazılmasının nedeni nedir? ...................................6 Kuranın benzerinin getirilememesini anlayamıyorum? The True Furqan kitabı benzer değil midir? ............................................................................................................................................9 Babası tarafından taciz edilen kızın üzerinde, babası hak sahibi olabilir mi? Helallik vermese ahirette bekletilip hesaba çekilir mi? .........................................................................................10 Peygamberimiz Hz. Muhammed'in, gençken putlarla bir ilgisi olmuş mudur? ......................11 Maide suresi 33. ayetle ilgili Muhammed Esed’in dipnotu hakkında ne düşünüyorsunuz? ..12 Hz.Muhammed (s.a.v) sonsuz kulluk makamına ulaştı mı yoksa hala büyümeye devam mı etmektedir? Kulluğu sonsuz makamda mıdır? ..........................................................................16 Ahmed b. Hanbel, esbabı nüzul konusunda tek bir doğru hadis yoktur, demiş midir? ..........17 Haris El Muhasibi'nin hayatı hakkında bilgi verir misiniz? ....................................................18 2 Allah'ın işitmesi nasıl olmaktadır? Rabbimizin görmesi belli bir vesile ve cihaz ile değildir. O ışığı da görür ve ışık ile görmez. O sesleri de işitir fakat sesle işitmez. Çünkü o görmesinde ve işitmesinde ışık ve sese muhtaç değildir. Allah her türlü maddilikten uzaktır. Bununla beraber, biz Allah’ın nasıl gördüğünü veya nasıl işittiğini tahmin edemeyiz. Bediüzzaman hazretlerinin sırr-ı ehadiyete dair şu aşağıdaki beyanları konuyu anlamamıza ışık tutmaktadır: “İnsanın nasıl ruhu bütün cesedine öyle bir münasebeti var ki: Bütün a'zasını ve eczasını birbirine yardım ettirir. Yani, irade-i İlahiye cilvesi olan evamir-i tekviniye ve o emirden vücud-u haricî giydirilmiş bir kanun-u emrî ve latife-i Rabbaniye olan ruh, onların idaresinde onların manevî seslerini hissetmesinde ve hacetlerini görmesinde birbirine mani olmaz, ruhu şaşırtmaz. Ruha nisbeten uzak-yakın bir hükmünde. Birbirine perde olmaz. İsterse, çoğunu birinin imdadına yetiştirir. İsterse bedenin her cüz'ü ile bilebilir, hissedebilir, idare edebilir. Hattâ çok nuraniyet kesbetmiş ise, herbir cüz'ü ile görebilir ve işitebilir. Öyle de: (...)Cenab-ı Hakk'ın madem onun bir kanun-u emri olan ruh, küçük bir âlem olan insan cisminde ve a'zasında bu vaziyeti gösteriyor. Elbette âlem-i ekber olan kâinatta o Zât-ı Vâcib-ül Vücud'un irade-i külliyesine ve kudret-i mutlakasına hadsiz fiiller, hadsiz sadalar, hadsiz dualar, hadsiz işler, hiçbir cihette ona ağır gelmez, birbirine mani olmaz. O Hâlık-ı Zülcelal'i meşgul etmez, şaşırtmaz. Bütününü birden görür, bütün sesleri birden işitir. Yakın uzak birdir. İsterse, bütününü birinin imdadına gönderir. Herşey ile her şeyi görebilir, seslerini işitebilir ve her şey ile herşeyi bilir ve hâkeza..(Sözler, 687- 688 ). Hz. Peygamberin insanların namaz kılmak üzere hazırlandıklarında safları düzeltmelerini isterken “Saflarınızı düzgün tutun; şüphesiz ben arkamda sizi görüyorum” dediği sahih hadisle sabittir(bk. Buhari, Ezan, 71-72; Müslim, Salat, 125(434); Nesaî, İmamet, 27). Ehl-i sünnet alimlerinin cumhuruna göre, Hz. Peygamberin arkasını görmesi için ayrı bir maddi göze veya görülen nesnelerin gözün karşısında olmasına ihtiyacı yoktur. Allah’ın bir lütfu olarak manevi kalp gözüyle veya normal gözleriyle de arkasını görebilir ve görmüştür(bk. İbn Hacer, Buhari’nin ilhili hadisinin şerhi; Suyutî, a.g.y; Sindi, a.g.y). Hz. Peygamber bir insan olarak normal görmenin dışında bir surette görebildiğini düşünen kimse için, Allah’ın ışık ve ses gibi araçlara ihtiyacı olmadığı çok açıktır. Hülasa: “Allah’ın hiç bir benzeri yoktur” mealindeki ayet, bizi Allah hakkında benzetmeye götürecek her türlü tasavvurdan menediyor. 3 İmani konuların kuranda ispatı yapılıyor da hadislerde yapılamaması peygamberimizin zeki olmadığını göstermez mi? Fetanet sıfatı umum peygamberlerin olmazsa olmaz şartıdır. Fetanet, mükemmel akıl ve üstün zekâ demektir. Bütün peygamberlerin efendisi olan Hz. Muhammed (asm)’de bu vasıf en zirvededir. Kafirler de dahil Hz. Muhammed (asm)’in harika bir akıl ve zekâya sahip olduğu aklı başında bütün insanlar tarafından kabul edilmektedir. Binlerce hadis-i şerif, ilahi vahyin yanında onun aklının, harika zekâsının da göstergesidir. Kur’an’da çok veciz ifade edilen ve ondan başka kimsenin bilmediği yüzlerce prensip vardır. Namazın kılınış şekli, haccın eda edilmesinin şekli, zekâtın veriliş şekli, orucun tutulma şekli gibi pek çok İslam hükümleri Kur’an’dan istinbat etmesi/ çıkarıp ortaya koyması, onun aklı ve zekada da eşsiz bir insan olduğunun göstergesidir. Nitekim İmam Şafii gibi bir çok müctehid alimlere göre Hadis-i şeriflerde anlatılan sünnet-i nebeviye tamamen Kur’an’ın bir tefsiri hükmündedir. Sahabeler arasında edebiyatta en ileride olan dört halife ve benzerlerinin her zaman onu rehber edinmeleri, bilmediklerini ona sormaları, Kur’an’ın açıklamalarını ondan istemeleri bu davanın cerhedilmez/şüphe götürmez şahididir. “(Ey reslullah’n hanımları!) Oturun da evlerinizde okunan Allah’ın ayetlerini ve Resulullahın hikmetlerini anın. Allah muhakkak ki latiftir, habirdir/ilmi en gizli şeylere bile nüfuz eder, her şeyden haberdardır.” (Ahzab, 33/34) mealindeki ayette Kur’an’ın yanında Hz. Peygamberin sözlü ve fiili sünnetine da “hikmet” kavramıyla işaret edilmiştir. Hikmet, akılları tatmin eden sağlam bilgiler demektir. Hikmeti ders verenden daha akıllı kim olabilir? Bu da Hz. Peygamberin Allah katındaki üstün akıl ve zekâsına bir işarettir. İmanî konuların Kur’an’daki ispatları olduktan sonra, aynı şeyleri hadislerde tekrar etmek belagate aykırıdır. Bununla beraber, bu konuda binlerce hadisleri ihtiva eden onlarca hadis kaynağını taradıktan sonra ancak bir yargıya varılabilir. Kaldı ki akla hitap eden ve aklı ikna etmeye yönelik onlarca hadis vardır. Bir misal olarak şu hadis-i şerife bakılabilir: Hz. Bu Hüreyre anlatıyor: Bedevi adamlardan biri Resulullah (asm)’a geldi ve “Benim eşim,siyah bir çocuk doğurdu” dedi(bununla kendisine benzemeyen çocuğun annesinden şüphe ettiğini bildirmek istedi). Hz. Peygamber (asm): “Develerin var mı?” diye sordu. Adam: “Evet” deyince, “Develerin rengi nasıl?” diye sordu. Adam: “Kırmızıdır” diye cevap verdi. Hz. Peygamber (asm): “Peki aralarında hiç esmer/siyaha yakın renkte olanları yok mu?” diye sorunca, adam “Var” dedi. Hz. Peygamber(asm) “bu renk nereden geldi (kırmızı develerden esmer tenli yavruların bu renginin sebebi ne?)” diye sorunca, adam: “Herhalde (atalarından gelen) bir damar çekmiş” dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber(asm): “Her halde senin bu çocuğuna da (atalarından gelen siyah) bir damar çekmiş”diye buyurdu ve çocuğun kendisine aidiyetini inkâr etmesine izin vermedi” (Buhari, Hudud,41,İ’tisam,12 Müslim,Lian, 18-20/ 1500) Bu örnek aynı zamanda bilimsel bir gerçeğin de işaretidir. Çünkü her bir insanda, kıyamete kadar kendi neslinden gelecek insanların renk ve ırk karakterleri mevcuttur. Hz. Peygamber'in Husayn ile geçen şu diyaloğu da insanları imana çağırırken gösterdiği fetanetin bir örneğidir: 4 Husayn Hz. Peygamber'e gelerek şöyle demiştir: – Yâ Muhammed! Sana ne oluyor ki, atalarımız aleyhinde konuşmaların kulağımıza kadar gelip duruyor? Halbuki Senin baban, çok iyi ve hayırlı birisiydi! Önce: – Yâ Husayn! Sen, kaç ilaha kulluk ediyorsun, diye sordu. – Yedisi yerde, biri de gökte olmak üzere sekiz! – Başına bir sıkıntı geldiğinde hangisinden yardım istiyorsun? – Göktekinden! – Malın kaybolduğunda hangisine yalvarıyorsun? – Göktekine! – Peki, sıkışıp da ihtiyacını gidermesi için kendisine yalvardığın Allah, tek başına senin bütün ihtiyaçlarını giderdiği halde sen, nasıl oluyor da O’na başkalarını ortak koşup başka ilahları O’na denk görebiliyor, isteklerinde kimseyi kendisine ortak etmediğin o Allah’a, iş bitip de şükretmeye gelince başka ortaklar üretiyorsun? Ey Husayn! Gel, sen de bir olan o Allah’a teslim ol!(İbn Hacer, İsâbe, 1/337) 5 Bir ayette erkek ve kadın defalarca söylenmiş ve başka bir ayette yemek yiyebileceğimiz yerler yazılırken tüm akrabalarımız sırayla yazılmasının nedeni nedir? a) İlgili ayetin meali şöyledir: “Allah’a teslim olan erkekler ve teslim olan kadınlar, İslâm dinine iman eden erkekler ve iman eden kadınlar, taate devam eden erkekler ve taate devam eden kadınlar, dürüst erkekler ve dürüst kadınlar,sabreden erkekler ve sabreden kadınlar,mütevazı erkekler ve mütevazı kadınlar, hayır yolunda infak eden erkekler ve infak eden kadınlar,oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, ırzlarını koruyan erkekler ve ırzlarını koruyan kadınlar, Allah’ı çok zikreden erkekler ve çok zikreden kadınlar var ya,işte Allah onlara mağfiret ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır.”(Ahzab, 33/35) 1) Rivayete göre, bu ayetin nüzul sebebi şudur: Hz. Peygamberin bazı hanımları/veya genel olarak bazı kadınlar: “Kur’an’da erkeklerin faziletlerinden söz edilmiş, fakat kadınların faziletlerinden söz edilmemiştir?” dedikleri için bu ayet indirilmiştir.(bk. Razî, Beydavî, Kurtubi, İbn Kesir, ilgili ayetin tefsiri) Demek bu ayette detaylı bir şekilde kadın ile erkeklerin değerlerine değer katan erdemlerinin sıralaması -diğer bazı hikmetler yanında-bazı kadınların arzularını yerine getirmeye yöneliktir. Bu da vahyin sahibi olan Allah’ın sonsuz şefkat ve merhametinin göstergesidir. Ayrıca bu nüzul sebeplerine göre bu ayet aslında kadınlarla ilgilidir. Fakat kadınlarla beraber erkeklerin de zikredilmesi, iman ve İslam nokta-i nazarında kadın ve erkeklerin eşit olduğuna vurgu yapılmıştır. 2) Genellikle Arapça lisanında erkek zamirleri kullanılır ve kadınlar da onlara zımnen dahil edilir. Kur’an’da Arapça lisanını kullandığı için aynı prensibi uygulamıştır. Bununla beraber bu ayette, temel İslami değerleri ihtiva eden erdemlerden söz edildiği için kadınlarla erkekler ayrı ayrı vasıflandırılmıştır. Adeta Kur’an’da geçen bütün değerlerde kadınlarla erkeklerin aynı şekilde sahip oldukları gerçeği burada özetlenmiştir. 3) Az önce ifade edildiği üzere, Kur’an’da Arapça lisanı gereğince genellikle erkek zamirleri açıkça kullanılmış ve bu hitaplarda kadınlara da zımnen yer verilmiştir. Ancak, bazı ayetlerde her iki cinse açıkça hitap eden ifadelere de yer verilmiştir. Mealleerini vereceğimiz ayetler buna birer misaldir: “Erkek olsun kadın olsun kim mümin olarak iyi ve yararlı işler yaparsa, işte onlar cennete girerler ve zerre kadar bile hakları yenmez”(Nisa, 4/124) “Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir kadından yarattık. Birbirinizi tanıyıp sahip çıkmanız için milletlere, sülâlelere ayırdık. Şunu unutmayın ki Allah’ın nazarında en değerli, en üstün olanınız, takvâda (Allah’a karşı saygılı olmakta) en ileri olandır. Muhakkak ki Allah her şeyi mükemmelen bilir, her şeyden hakkıyla haberdardır.”(Hucurat, 49/13) İşte bu ayetlerden ilkinde “erkek olsun, kadın olsun” ifadesiyle; ikincisinde “ey insanlar!” ifadesiyle başlayan ve “kim mümin olarak iyi ve yararlı işler yaparsa” şeklinde, diğer ayette ise “ takvalı olanların” Allah nezdindeki değerlerine vurgu yapılmıştır. İşte şu anda söz konusu ettiğimiz ayette ise, salih amellerin en önemlileri sayılmış ve takva mefhumu detaylandırılarak açıklığa kavuşturulmuştur. Bu detaylı açıklamada erkek ve kadınların yapacakları salih amellerin ve takva ölçülerinin de -hem erke hem kadınlar- için açıkça ifade edilmesi harika bir irşat üslubu içinde çok güzel bir belagat örneği olmuştur. 6 b) Her ayette “insanlar” kelimesinin kullanılması lisan açısından, hitap açısından, muhteva açısından imkânsızıdır. Neredeyse “erkek” zamirinin geçmediği bir ayet yok gibidir. Bütün bu zamirler yerine “insanlar” sözcüğünü kullanmanın mantığı yoktur. Hiç bir lisanın böyle bir şeye tahammülü olmaz. Şayet maksat ayetlerin başında “ey insanlar!” hitabı ise, bu da mümkün değildir. Çünkü, sık sık kullanılacak bir kelime belagatten uzak olduğu gibi, kulağı tırmalayan bir tekrar olur. Kaldı ki, Kur’an’da “ey insanlar!” ifadesiyle genellikle mümin ve gayr-ı mümin bütün insanlara hitap edilir. Buna mukabil, iman edenlere hitap edilirken de “ey müminler/ey iman edenler” ifadesi kullanılır. Nüzul sebebi hususi olan -mümin veya kâfir” bazı kimseler hakkında inen ayetler vardır. Buralarda “insan” yerine “kafir” veya “mümin” kavramının kullanılması gerekir. Kur’an’da söz israfı yoktur. Kur’an’ın en büyük mucizesinin parıltısı onun “îcaz”ındadır, veciz ve kısa ifadelerindedir. Yukarıda ifade edildiği üzere, Arapçada erkek zamiri, kadın zamirini de zımnen içermektedir. Yalnız bir tek erkek zamirini kullanarak hem erkeğe hem kadına hitap etme imkânı varken, her iki cinsin zamirini kullanmak bu “Îcaz” prensibine aykırıdır. c) İlgili ayetin meali şöyledir: “Görme özürlü, topal veya hasta gibi özürlülerin sizin evlerinizden yemek yemelerinde mahzur olmadığı gibi, sizin de eşlerinize yahut çocuklarınıza ait evlerinizden, babalarınızın evlerinden, annelerinizin evlerinden, erkek kardeşlerinizin, kız kardeşlerinizin evlerinden, amcalarınızın evlerinden, halalarınızın evlerinden, dayılarınızın evlerinden, teyzelerinizin evlerinden yahut anahtarları size bırakılıp sahip çıkmanız istenen yerlerden veya arkadaşlarınızın evlerinden yemek yemenizde mahzur yoktur. İster toplu, ister ayrı ayrı yemenizde de sakınca yoktur. Evlerinize girdiğiniz zaman Allah katından kutlu, feyizli ve bereketli bir iyi dilek temennisi olarak birbirinize selâm verin!İşte Allah size ayetlerini böylece açıklıyor.Umulur ki düşünüp hikmetini anlarsınız”(Nur, 24/61). 1) Bu konuda alimlerin yorumları şöyledir: "Mallarınızı aranızda haksız sebeplerle yemeyin" (Bakara, 2/188) ayeti indirildikten sonra; - Kör, topal, hasta, özürlü, fakir müslümanlar, sağlam kimseler tiksinirler ve rızaları olmaz diye beraber yemek yemekten sakınıyorlardı. - Sağlam olanlar da görme özürlü, topal ve hasta olanlar rahat yemek yemedikleri için onlara karşı haksızlık yapabiliriz düşüncesiyle onlarla yemek yemekten çekiniyorlardı(Razi, ilgili ayer). - Ayrıca bir kimse bunları kendi evinden başka akraba ve sevdiklerinden birinin evine yemeğe götürecek olsa, belki hoşlanmazlar diye gitmeye çekiniyorlardı. - Bir de muharebeye gidenler, daha önce savaş gazisi olan yaralıları ve zayıf fakir kimseleri evlerine bırakırlar ve anahtarlarını teslim edip içlerindeki yiyeceklerden yemelerine izin verip öyle giderlerdi. Ancak onlar ev sahipleri bulunmadıkları için izinleri gönül rızası ile olmaz diye korkarlar, gereğinden fazla sakınırlardı. - Bir de bazı kimseler, kendi evlerinden başkasında yemek yemekten çekinirlerdi. - Bazı müminler de ayrı yemekten sakınır, ne olursa olsun misafirle beraber yemek isterdi; hatta misafir bulunmazsa bütün gün bekleyen kimseler olurdu. İşte "A'maya zorluk yoktur..." ayeti de bu sebeple ve bu durumlara açıklık getirmek üzere indirilmiştir(bk. Taberi, Razi, Elmalılı Hamdi yazır, ilgili ayetin tefsiri). Demek ki bu ayette değişik kesimlerin ayrı ayrı zikredilmelerinin hikmeti, değişik sebeplerle bu konuda tereddüde düşen bu farklı kesimlerin hepsine ayrı ayrı mesaj vermek ve onları normal hayatın akışıyla bağdaşmayan büyük bir yanlıştan döndürmek içindir. 7 2) Bu ayette belagat açısından güzel bir tablo örneği sergilenmiştir. Şöyle ki: yukarıda ifade edildiği üzere yemek konusunda değişik sebepler yüzünden sıkıntıya girenler belli gruplara ayrılmıştır: - Önce en fazla zorluk çeken özürlü ve hastalara yer verilmiştir. Bunlar da sıkıntının derecesine göre “görme özürlü, topal ve hasta” şeklinde sıralanmıştır. -Daha sonra sağlam olanların durumuna yer verilmiştir. Bunların da gerek kendileri gerekse misafirlerini yakın akrabalarının evlerine götürüp yemek yemeleri ve yedirmelerinde bir sakıncanın olmadığına dikkat çekilmiştir. Ayrı ayrı yakınlardan söz edilmesi, mevcut tereddütlerin her türlüsünü bertaraf etmeye yöneliktir. 3) Ayette dikkat çeken bir husus da sayılanlar arasında “Ereke ve kız çocuklara” yer verilmemesidir. Bu husus “çocukların babalarından hiç ayrı düşünülmediği” ile açıklanmıştır(bk. İbn Aşur, ilgili yer). 4) Ayette yer alan tevafuk açısından sayısal bir mucizenin varlığına da şahit olmaktayız, şöyle ki: - Ayette yemek yiyenlerin sayısı(görme özürlü, topal, hasta, sağlam olanlar): 4’tür. -Yemek evlerinin sayısı( kişilerin kendi evleri, babaların evleri, annelerin evleri, erkek kardeşlerin evleri, kız kardeşlerin evleri, amcaların evleri, halaların evleri, dayıların evleri, teyzelerin evleri, birilerine anahtarları teslim edilen emanet evler, dostların evleri): 11’dir. -Yemek yeme şeklinin sayısı(Toplu halde, ayrı ayrı olmak üzere): 2’dir. Böylece ayette yemekle ilgili (4+11+2=) 17 adet unsura yer verilmiştir. İlginçtir ki; 17. sırada yer alan ve ayrı ayrı anlamına gelen “Eştaten” kelimesinin ebced değeri 1102’dir ki bu sayı aynı zamanda “on yedi” ifadesinin arapçası olan “seb’ate aşere”nin de ebced değeridir. Allah’ın onlarca hikmetli hakikate işaret ettiği aynı ifadede sonsuz ilminin bir nakşını da bu şekilde göstermesi çok harika düşmüştür. Bu gerçeği destekleyen bir tevafuk da Zilzal suresinde geçen “Eştaten” kelimesidir. Ebced değeri itibariyle “On yedi”yi gösteren bu kelime, Kur’an’ın sonundan itibaren Medine’de inen ayetlerin 17. sırasına konulmuştur. Kanaatimizce bu sayısal mucizevi tevafukun varlığı da ayetteki ayrıntılı sırlamada önemli bir rol oynamıştır. 8 Kuranın benzerinin getirilememesini anlayamıyorum? The True Furqan kitabı benzer değil midir? Bu kitabın önemli bir kısmını gözden geçirme imkanını bulduk. Bu düzmece kitap Kur’an’dan başka her şeye benzemektedir. Asıl bizi şaşırtan husus: onlarca açıdan mucize olduğu osrtada olan Kur’an’ın “Allah tarafından korunacağı, onun hiç bir benzerinin olamayacağı”na dair Allah’ın açık beyanlarına karşı yine de bir araştırma ihtiyacını duyduğumuz halde, böyle bir iki Hristiyan delisinin “Arapça” olması dışında hiç bir surette Kur’an’la alakası olmayan bir kitap hakkında adeta tereddütsüz doğruluğuna kanmış gibi şüpheye düşmektir. Bu kitabı baştan sona tetkik etmek için vaktimiz yoktur. Vaktimizin böyle saçma sapan bir düzmeceyle geçirilecek kadar değersiz olmadığına inanıyoruz. Zaten şimdiye kadar İslam aleminde ve diğer dünyada kimsenin bunu kale almaması da bu “Kur’an’a benzer” uydurmasının büyük bir yalan olduğunun göstergesidir. Sorularla İslamiyet sitemizdede Kur'anın mucizeliğine dair yazılarımız olduğu için, oradaki bilgileri tekrar etmemize gerek yoktur. Bu kitap besmele yerine teslis akidesini vurgulayan şu şeytani ifadeyle başlar: “ بسم االب الكلمة مثلث التوحيد، الروح االله الواحد االوحد...(”موحد التليث ما تعددBaba, kelime-İsa ve Ruhu’l-kudüstan meydana gelen bir ilahın adıyla.. Tevhidi/birliği üçleyen ve üçlemeyi birleyen bir anlayışla..) Bu şeytani ayetle başlayan bu kitabın Hristiyanların bir manevi buhranlarının bir son çırpınış yansıması olduğunda şüphe yoktur. Aslında bu Kur’an’a bir benzer yapmaktan çok, teslis akidesine onay çıkarmaya yönelik ümitsiz bir çabanın ürünüdür. Bir yandan insan olarak “Furkanu’l-hak” adlı eserleriyle Kur’an’ın bir benzerini ortaya koyduklarını lanse ederken, diğer taraftan bu kitabın Allah tarafından indirilen bir vahiy olduğunu söylemek suretiyle ikili oynayan saçma sapan bir komedi ortaya koymuşlardır. Örneğin: “Suretu’t-tuhr” adlı surede şu şeytani ayete yer vermişlerdir: وما كان النجس والطمث والمحيض والغائط والتيمم والنكاح والهجر والضرب والطالق إال كومة ركس لفظها الشيطان بلسانكم وما كانت من وحينا وما أنزلنا بها من سلطان (Özetle: kadınlara aybaşı hallerinde ilişkiye girilmez hükmü, tuvalete çıktıktan sonra abdest almak, su olmadığı zaman teyemmüm etmek, meşru nikah kıymak, başkaldırdığı takdirde kadından uzak durmak, istisnai hallerde dövme ruhsatı, boşamak gibi hükümler şeytanın size(ey Müslümanlar!)telkinlerinden başkası değildir. Bunlar asla bizim vahiy ettiğimiz şeyler değildir.). Demek ki “bu kitap Allah’ın bir vahyidir” diyorlar. İşte Kur’an bunlara lanet okuyor: “Uydurduğu bir yalanı Allah’a isnad edenden daha zalim kim olabilir?Onlar Rab’lerinin huzuruna getirilecek ve şahitler de: ‘İşte Rab’leri hakkında yalan uyduranlar! İyi biliniz ki Allah’ın lâneti zalimlerin üzerinedir’diyeceklerdir”(Hud, 11/18) Bu kitabın asıl yazarı ismini açıkça yazmaktan çekinmiştir. Mustear bir isim olarak “es-Safi elMehdi” unvanını kullanmıştır. Ancak insanların kuvvetli tahminlerine göre bu adam “Dr. Enis Şores” adında arap asıllı bir Yahudi/veya Hristiyandır. Başka söze ne havcet. Kitabın adı olan “el-Furkanu’l-hak” terkibi bile yanlıştır. Bilindiği üzere “el-Furkan” kelimesi Kur’an’da bir niteleme yapılmadan Kur’an’ın bir ismi olarak “el-Furkan” şeklinde zikredilmiştir(bk. Furkan suresi:1). Manası: Hak ile batılı/doğru ile yanlışı birbirinden ayıran demektir. Oysa şu şarlatanların kullandığı “el-Furkanu’l-hak” terkibi, “hak olan furkan” anlamına gelir. 9 Bu durumda “hak ile batılı birbirinden ayırıp ortaya koyan Furkan” hem hak hem hem de batıl bir ölçü olabilir. İşte yalancının mumu bazen ikindiye kadar bile yanmaz.. Vaktimiz olsa içinde yüzlerce yanlışı gösterebiliriz; fakat değmez.. Şunu bütün ilmi enerjimizle diyebiliriz ki, bu kitabın ne Belagat /Beyan, Bedi, Maani açısından,ne sarf-nahiv bakımından, ne gaybi haberler yönünden, ne ilmi meseleleri ortaya koyma açısından, ne de ferdi- içtimai prensipler bakımından Kur’an’a benzer bir tarafı vardır. Daha doğrusu bunlardan hiç biri yoktur. Tek şey var, o da Hz. İsa’nın ilah olduğu, İncil’in tahrif edilmediği hususunu açıklayan yeni bir vahiy(!) kitabı.. Tabii ki bay Enis Şores de yepyeni bir peygamber( !). Allah’ın laneti yalancıların üzerine olsun!... Zalimler için yaşasın Cehennem!... True Furqan (El-Furkânu'l-Hak) hakkında bilgi almak için tıklayınız. Babası tarafından taciz edilen kızın üzerinde, babası hak sahibi olabilir mi? Helallik vermese ahirette bekletilip hesaba çekilir mi? Önce böyle bir baba babalık vasfını yitirmiş ve şeytanlaşmış bir şarlatandır. Kızı ondan uzak durmak, onunla konuşmamak hakkına sahiptir. Kız ahirette babasını bekleyecek; ancak ona şefaat etmek için değil, onu Allah’a şikayet etmek için bekleyecektir. Bununla beraber, bu adam şayet elden ayaktan düşer veya maddi ihtiyaç içine girer de bakacak başka kimsesi yoksa, bu takdirde imkânı varsa kızı ona yardımda bulunacaktır; bunda bir sakınca yoktur. Hatta onun için bir vecibe olur. Bütün üzüntüsünü içinde taşıyarak bunu yapacaktır. “Eğer onlar(anne-baban) seni, şerik olduğuna dair hiçbir bilgin olmadığı şeyleri, Bana ortak koşmaya zorlarlarsa sakın onlara itaat etme! Ama o durumda da kendileriyle iyi geçin, makul bir tarzda onlara sahip çık! Bana yönelen olgun insanların yolunu tut! Sonunda hepinizin dönüşü Bana olacak ve Ben işlediklerinizi tek tek size bildirip karşılığını vereceğim”(Lokman, 31/15) mealindeki ayette çocuklarını Allah’a şirk koşmaya zorlayan anne-baba için bile Rahman ve rahim olan rabbimizi “dünyada onlara sahip çık!”diye emrediyorsa, konumuz olan kızımızın durumu buna daha da elverişlidir. Çünkü şirkten daha büyük bir günah yoktur. Ve üstelik şirk -samimi iman edip tövbe etmediği takdirde)asla af kapsamına girmez. Halbuki diğer günahlar iman olduktan sonra af kapsamına girebilir. Kur’an’ın bu mesajı doğrultusunda son olarak şunu söylemeliyiz ki: Kız, babasının bu çirkin işinden kuşkulandığı sürece ondan mutlaka uzak durmalıdır. Şayet samimi olarak şeytana uyduğunu itiraf edip tövbe ederse Allah onu affedebilir; dolayısıyla kızı da onu affedebilir. Hatta affetse daha iyi olur. Yeter ki tekrar insan olsun, tövbe etsin, pişman olsun.. 10 Peygamberimiz Hz. Muhammed'in, gençken putlarla bir ilgisi olmuş mudur? Hz. Muhammed (asm) kendisine peygamberlik verilmeden önce de putperestlikten uzak duruyor, özellikle ahlâkî erdemleriyle yakın çevresinin dikkatini çekiyordu. Peygamber olduğunu açıkladıktan ve tevhid çağrısına başladıktan sonra ona karşı sert bir mücadele başlatan Mekke'nin ileri gelenleri, kendisiyle çok çetin tartışmalara girmelerine rağmen, onun daha önce kendileriyle birlikte putlara taptığı yönünde bir argüman ileri sürememiş ve ahlâkî üstünlüğüne gölge düşürebilecek en küçük bir ithamda bulunamamışlardı. Eğer onun putlarla en ufak bir bağını kurabilselerdi, bunu büyük bir argüman olarak aleyhinde kullanacaklardı. Resûl-i Ekrem'in peygamberlikten önce geçen kırk yıllık hayatına dinî açıdan baktığımız zaman şu gerçeği görürüz; annesi henüz kendisine hamile iken, doğacak çocuğa ''Muhammed" adını vermesi rüya ile bildirilmiş (1); süt annesinin yanında henüz dört yaşında iken Şerh-i Sadr (Kalbinin yarılması) hadisesi ile (2) çocuk yaşta maddî ve manevî kötülüklerden uzak kalması sağlanmıştır. Amcasının yanında iken Mekkelilerin koyunlarını otlatarak hayat mücadelesine başlamış, çocukluk döneminde diğer arkadaşları gibi oyun ve eğlence içinde olmamış, dünyevî zevkler peşinde koşmamıştır. İçinden böyle bir arzu geçmiş olsa bile ilahi bir güç ona bu imkanı vermemiştir. Nitekim bu devrede geceleyin iştirak ettiği bir düğünde eğlenememiş, daldığı uykudan ancak güneşin sıcaklığı ile uyanmıştır. (3) Amcasının himayesinde olduğu günlerde kavminin inanç ve ibadetlerine değer vermemiş aksine en çok nefret ettiği şey putlar olmuştur. Henüz çocuk yaşta iken Suriye seyahatinde karşılaştığı Bahira isimli papaz, onda bir fevkaladelik görmüş ve bazı şeyler sormak istemiş, ancak sormadan önce, "Ey oğul, Lat ve Uzza hakkı için soracaklarıma cevap ver" demesi üzerine, "Lat ve Uzza adına benden bir şey isteme, Allah'a yemin ederim ki, onlardan nefret ettiğim kadar hiç bir şeyden nefret etmem" şeklinde aldığı cevap, Bahîra'yı şaşırtmıştır. (4) Yine bir defasında kavminin Buvane putu önünde yaptıkları merasime amca ve halalarının ısrarı ile iştirak eden Hz. Muhammed (asm) hastalanarak geri dönmek zorunda kalmıştır. (5) Putlara tapmadığı gibi dinî merasimlerden de uzak kalan Efendimiz, putlar adına kesilen kurban etinden de yememiştir. (6) Putperest Arapların şirk üzerine icra ettikleri hac merasimlerine katılmamış, otuz beş yaşından sonra bilhassa Ramazan aylarında Hira mağarasında günlerini ibadet, Allah'ı zikir ve tefekkürle geçirmiştir. (7) Dipnotlar: 1) İbn İshak, Sîre, Konya, 1401/1981, s.22) 2) İnşirah 94:1; İbn İshak, s.27 3) Taberi, Tarih, Mısır; 1968-1969, II/279; İbn el Esîr, el-Kamil, Beyrut, 1965 II/38. 4) İbn Hişam, 1/192-193; Süheylî, Ravd, Mısır, 1971-1973, 1/206. 5) Halebî, 1/123. 6) Buhari, Zebaih, 16, Menakıbü'l-Ensar, 24. 7) Buhari, Bedü'l-Vahy 3, Tefsîru Sureti Alak 1, Ta'bîr 1. 11 Maide suresi 33. ayetle ilgili Muhammed Esed’in dipnotu hakkında ne düşünüyorsunuz? Soruda geçen konuları ve cevaplarını soru-cevap şeklinde cevaplamaya çalışacağız: Soru: (33. ayet Allah'a ve Elçisi'ne(43) karşı savaş açanların ve yeryüzünde fesadı yaymaya çalışanların büyük kısmının öldürülmeleri veya asılmaları veya döneklikleri yüzünden büyük kısmının ellerinin ve ayaklarının kesilmesi(44) yahut yeryüzünden [tamamiyle] sürülmeleri, yalnızca bir karşılıktan ibarettir: İşte bu, onların bu dünyada uğradıkları zillettir.(45) Öteki dünyada ise [daha] korkunç bir azap bekler onları. Dipnotlar: 43 “Elçi” terimi, bu bağlamda cins ismi olarak kullanılmıştır. “Allah'a ve Elçisi'ne savaş açmak” ile, başka insanların Allah inancını sarsmaya ve yıkmaya yönelik bilinçli davranışlarının yanısıra Allah'ın koyduğu ve bütün elçilerinin açıkladığı ahlakî ilkelere düşmanca bir muhalefet ve onların kasıtlı olarak gözardı edilmesi anlatılmaktadır. Cevap: Bu ayette “elçi” kelimesinin yalnız Hz. Muhammed’i değil de bütün peygamberleri içerdiğini söylemek çok indi ve de diğer semavi dinleri de İslam dini ile aynı kefeye koymaya yönelik bir çabadır. Halbuki esas kural şudur: Kur’an’da başka bir peygambere ait olduğunu gösteren bir karine/alamet olmadığı sürece kullanılan bütün “resul” sözcükleri Hz. Muhammed’i gösterdiği kabul edilir. - Eğer M. Esed’in dediği gibi, bütün peygamberler kastedilseydi, bunu “Rusül” şeklinde çuğul olarak kullanılması icabederdi. Nitekim bundan önceki ayette “Resullerimiz onlara açık âyetler ve deliller getirmişlerdi” mealindeki ifadede “peygamberler” için “rusül” kelimesi çoğul şeklinde kullanılmıştır. - Bu sebeple, başka bir karinenin olmadığı bu ayette yer alan “onun elçisi” ifadesini, “onun elçileri” şeklinde anlamaya çalışmak delilden yoksun bir iddiadır. Soru: 44 Çoğu zaman klasik Arapça'da “birinin elini ve ayağını kesmek” deyimi, “birinin gücünü yok etmek” ile eş anlamlıdır ve burada da muhtemelen bu anlamda kullanılmıştır. Alternatif olarak, hem fiziksel hem de mecazî anlamda “mefluç/kötürüm hale getirilme”yi gösteriyor olabilir tıpkı “asılma” ibaresinin “işkenceyle/azap çektirerek öldürülme” anlamında (mecazî) kullanımındaki gibi. Min hilâf deyimi, -ki genellikle “çapraz olarak” şeklinde çevrilir- halefehû (“onunla anlaşmazlığa düştü” yahut “ona muhalefet etti” veya “ona aykırı şekilde davrandı”) fiilinden türetilmiştir: Sonuç olarak, min hilâf'ın öncelikli anlamı, “döneklikleri” veya “sapkınlıkları yüzünden”dir. Cevap: Ayette yer alan “min hilafin” vasfı “çapraz olarak kesilme” anlamına gelir. Bu vasfın “el ve ayaklarının kesilmesi” ifadesinin hemen ardından zikredilmesi başka ihtimallere yer vermeyecek kadar açıktır. M. Esed’in vermeye çalıştığı mana tamamen yanlıştır. 12 Soru: 45 Klasik müfessirlerin çoğunluğu, bu pasajı bir şer‘î hüküm olarak değerlendirir ve bu nedenle şöyle yorumlarlar: “Allah'a ve Elçisi'ne savaş açan ve yeryüzünde fesadı yayanların cezası, onların öldürülmeleri, yahut asılmaları yahut ellerinin ve ayaklarının çapraz olarak kesilmesi yahut yeryüzünden sürülmeleri olacaktır: bu, onların bu dünyadaki zilletleridir.” Ancak metin, aşağıdaki sebeplerle, bu yorumu teyid etmemektedir: (a) Bu cümlede geçen dört edilgen fiil -“öldürülme”, “asılma”, “kesilme” ve “sürülme”- geniş zaman kipindedirler ve bu şekilde iken gelecek zaman veya emir halini ifade etmezler. Cevap: Arapça gramerde bütün muzari/gelecek zaman kipleri, daima geniş zamanı ifade eder. Geniş zaman kipi, kural olarak hem şimdiki zaman, hem de gelecek zaman anlamına gelir. Çünkü Arapça lisanında salt gelecek zaman kipi yoktur. Salt gelecek zaman kipi ancak geniş zaman kipi olan fiilin başına “sevfe/Sin” harfleri getirilerek yapılır. Dolayısıyla M. Esed’in açıklaması tamamen indi bir görüştür, kabul edilemez. Soru: (b) Yukattelû formu, sadece “onlar öldürülüyor” yahut (müfessirlerin yaptığı gibi) “onlar öldürülecek” anlamlarını ifade etmez; tersine -Arap gramerinin temel bir kuralı gereğince“onların büyük kısmı öldürülüyor” anlamını gösterir; aynı şey yusallebû (“pek çoğu asılıyor”) ve tukatta‘a (“büyük kısmının kesilmesi”) fiilleri için de geçerlidir. Şimdi eğer bunların “emredilmiş cezalar” olduğuna inanırsak, bu, “Allah'a ve Peygamberi'ne savaş açanlar”ın tamamının değil- büyük kısmının bu şekilde cezalandırılması gerektiğini gösterirdi: Ancak bu, İlahî Kanun-Koyucu'ya (Şâri‘) atfedilemeyecek olan bir keyfîlik varsayımıdır. Ayrıca, eğer “Allah'a ve Peygamberi'ne savaş açan” taraf, yalnızca bir kişiyi yahut birkaç kişiyi kapsıyorsa, “büyük kısmı” emri ona veya onlara nasıl uygulanabilir? Cevap: Ayette yer alan “yukattelû” formunun “insanların bir kısmı” manasına geldiğine dair hiç bir delil yoktur. Eğer böyle bir boşluk olursa, “kâfirler cehenneme gider” mealindeki ifadeyi de “bir kısım kafirler” demek gerekir ki yanlışlığı ortadadır. Arapça’da böyle bir kurala rastlamak mümkün değildir. Kaldı ki böyle bir tahrifatın izah edilecek mantığı da yoktur. Çünkü, öldürülmeyi hakkedenlerden bir kısmının öldürülmesinin hiç bir açıklaması olmaz. Madem hepsi bu cezayı hakketmiş, neden bir kısmına ceza verilmez? Neden sadece bir kısmına ceza verilir..? Neden bir kısmı torpilli olur da bir kısmı ölür? Bunun mantığı var mı? Söylenenler tamamen yanlıştır.. - Bununla beraber, eğer maksat ayette yer alan “öldürme, asma, el-ayak kesme” gibi farklı cezalara gönderme yapmak ise, bunun açıklaması ayette geçen ve bir taksimi ifade eden “ev” edatı üzerinden yapmak gerekir. 13 İlgili ayetin meali şöyledir: “Allah ve Resulüne savaş açanların, (yol keserek terör eylemi yaparak) yeryüzünü ifsad etmek için koşuşanların cezası; öldürülmeleri veya asılmaları yahut sağ elleri ile sol ayaklarının kesilmesi yahut da bulundukları yerden sürülmelerinden başka bir şey olmaz. Bu onların dünyadaki rüsvaylığıdır. Âhirette ise onlara başkaca müthiş bir ceza vardır”(Maide, 5/33). Bu ayette yer alan cezalar işlenen suçun türüne göredir. Fakihlerin bu konuda farklı görüşleri vardır(bk. Taberi, Razi, Beydavî, İbn Kesir, ilgili ayetin tefsiri- bu konu Sitemizde de işlenmiştir, bakılabilir). - Şunu çok net söyleyebiliriz ki, ayette yer alan “yukattelû” fiilinin başında bulunan “en” edatı, at ıf yoluyla “Yusallebû, Tukattaa, Yünfav” fillerinin başında da yer almaktadır. Fillerin nasb alameti olan sonlarındaki “Nun”un düşmesi bunun delilidir. - “En” edatının başında bulunduğu fiillerin mastar şeklini aldığı bilinen bir gramer kuralıdır. Buna göre ayetin ilgili ifadesi mealen: “Yeryüzünde fesat çıkaranların öldürülmeleri veya asılmaları yahut sağ elleri ile sol ayaklarının kesilmesi yahut da bulundukları yerden sürülmelerinden başka bir şey olmaz” şeklinde olur. Yani ilgili fiillerin geniş veya gelecek kiplerinin tartışılmasına bile gerek yoktur. Çünkü bu filler artık birer mastar manasınadır. Soru: (c) Dahası, yukarıdaki ayet şer‘î bir hüküm olarak alınacaksa, “onlar yeryüzünden sürüleceklerdir” ibaresinin anlamı ne olabilir? Bu nokta, gerçekten müfessirleri büyük ölçüde şaşırtmıştır. Onların bir kısmı, mütecavizlerin “[İslam] topraklarından çıkarılmaları” gerektiğini düşünmüşlerdir: ama Kur’an'da “yeryüzü” (arz) teriminin böyle sınırlı bir anlamda kullanıldığının örneği yoktur. Diğerleri de, suçluların, “yeryüzünden çıkarılmaları” anlamına gelecek bir yeraltı zindanına hapsedilmeleri gerektiği görüşündedirler. Cevap: “Kur’an'da “yeryüzü” (arz) teriminin böyle sınırlı bir anlamda kullanıldığının örneği yoktur” iddiası bir cehaletin ürünüdür. Zira bunun örnekleri vardır hem de çok açık olarak vardır. Mesela: Rum suresinde yer alan “Rumlar yakın bir yerde mağlub oldular. Ama bu yenilgilerinden sonra galip gelecekler” (mealindeki ifadede yer alan “yakın bir yer” terimini bütün yeryüzüne hamletmek için deli olmak lazımdır. Bu sebeple buradaki “yakın yer/arz”dan maksat “Arapların yeri/Hicaz bölgesi”dir(Razi). “Bizans yeri” veya “Fars yeri” ihtimallerini de nazara alsak, yine de belli bir bölgedir ki “yer/arz” terimi sınırlandırılmış olmak zorundadır. Aksi takdirde “yakın dünya” demek gerekir ki saçmalığı ortadadır. Demek ki “yerden nefiy/sürgün etmek” demek, söz konusu kişilerin bulunduğu yerden başka bir bölgeye sürgün edilmesi demektir. Bu uygulama bilinen bir realitedir. Eğer M. Esed’in dediği gibi “yer”den maksat genel ise bu takdirde, “ilgili kimseleri dünyadan sürgün etmek” manasına gelir ki, bu da öldürmek/idam etmek demektir. Halbuki ayetin ilk fiili olan “yukattelû” fiili zaten bunu öngörmektedir. Tekrara ne lüzum var. 14 Soru: (d) Son olarak -ve yukarıdaki ayetin bir “şer‘î emir” şeklinde yorumlanmasına karşı en güçlü itiraz olarak- Kur’an, kitlesel asılmaya ve kitlesel imhaya işaret eden tamamen aynı ifadeleri (ama bu defa geleceğe yönelik kesin bir niyet ile) Firavun'un ağzından müminlere karşı bir tehdit olarak nakleder (bkz. 7:124, 20:71 ve 26:49). Firavun, Kur’an'da her zaman kötülüğün ve Allah'ı inkarın tipik örneği olarak tanımlandığından, aynı Kur’an'ın başka bir yerde “Allah'ın düşmanı” olarak vasıflandırdığı bir kişiye izafe ettiği ifadelerin aynısı ile bir ilahî kanunu yürürlüğe koyması düşünülemez. Cevap: Bu yorum tamamen İslam anlayışı dışında kurgulanan İsrailiyat kokusunu veren bir sakat anlayıştır. Evvela ayette “kitlesel imha” diye bir şey yoktur. Çoğul olarak yer alan ifadeler, öncelikle ayetin nüzul sebebi olarak gösterilen bir grup insanın çokluğundan ileri gelmektedir. Bununla beraber, bu ifadeyle üç kişi, hatta iki kişi de kastedilebilir. Çünkü maksat ilgililerin sayısı değil, ilke bazında suç işleyenlerin cezasının belirlenmesidir. Soru: Kısaca, müfessirlerin yukarıdaki ayeti “şer‘î bir hüküm” olarak yorumlama gayretleri, bunu iddia eden isimler ne kadar büyük/saygın olursa olsun, kesinlikle reddedilmelidir. Diğer taraftan, ayeti -okunması gerektiği gibi- geniş zaman kipinde okursak gerçekten ikna edici bir yorum hemen kendini ortaya koyar: çünkü, bu şekilde okunduğunda ayet, hemen bir durum tesbiti olarak kendini gösterir -“Allah'a karşı savaş açanlar”ın hak ettikleri cezanın kaçınılmazlığının bir ifadesi. Onların ahlakî yükümlülüklere düşmanlıkları, bütün dinî/manevî değerlerini kaybetmelerine yol açar; ve sonuçta düştükleri uyumsuzluk ve “sapıklık”, aralarında dünyevî kazanç ve güç uğruna hiç bitmeyen bir çatışmayı teşvik eder; birbirlerinden çok sayıda insan öldürürler ve birbirlerine büyük ölçüde işkence eder ve sakat bırakırlar ve sonuçta bütün bir toplum silinip gider veya Kur’an'ın belirttiği gibi, “yeryüzünden sürülürler.” Sadece bu yorum, ayette geçen bütün ifadeleri tam anlamıyla dikkate almaktadır -aşırı şiddet fiilleriyle bağlantılı “büyük kısmı” kaydı, “yeryüzünden sürülme” ifadesi ve, son olarak, bu dehşetin “Allah düşmanı” Firavun tarafından kullanılan terimlerle ifade edilmiş olması. Cevap: Bütün müfessirlerin yanlış anladığını söyleme cüretini göstermek bir küstahlık olduğu gibi, İslam’ın cezaî müeyyidelerini bir intikam aracı, bir güç gösterisi gibi göstermek ve en büyük İslam alimlerini reddetmekten çekinmemek ayrı bir psikolojik rahatsızlığın sonucudur. İlave bilgi için tıklayınız: Maide suresi 33. ayeti açıklayabilir misiniz? Ayette geçen, Allah ve ... Kur'an, hırsızlık yapanların ve Maide 33'te geçen şeyleri yapanların ... 15 Hz.Muhammed (s.a.v) sonsuz kulluk makamına ulaştı mı yoksa hala büyümeye devam mı etmektedir? Kulluğu sonsuz makamda mıdır? Kulluk dünya imtihanıyla alakalıdır. Herkesin kulluk kazanımı dünyada olduğu gibi, Hz. Muhammed’in kulluk mertebesi de dünyada tamamlanmıştır. Ahirette -hakikatlerin inkişafı en üst seviyede olmakla beraber-kulluk adına yapılacak bir şey yoktur. Çünkü kulluk bir imtihan kriteridir. Hz. Muhammed’in kulluğunun zirveye çıktığına şüphe yoktur. İsra/Miraç olayı bunun şahididir. İsra suresinin ilk ayetinde bu velayet ve kulluk seyr-u sülukundan sözediliirken, Hz. Muhammed’in “kul” unvanıyla anılması miraç olayının onun kulluk hayatındaki doruk noktasını göstermektedir. İmkân-Vücut arası bir mertebe olan “kab-ı kavseyn ev edna” makamı bunu ifade etmektedir. Maneviyatta ve meratib-i imaniyede terakki eden başta sahabeler, bütün ehl-i velayet her vakit onun mertebe-i imanından feyz almaları ve onu en yüksek derecede bulmaları bilbedahe gösterir ki, imanı dahi emsalsizdir” (Mektubat, 218 ). “Şüphesiz Sen en yüksek/en büyük bir ahlak üzeresin”(Kalem,68/4) mealindeki ayette yer alan Allah’ın bu iltifatı Hz. Muhammed’in hayatı boyunca kulluğun zirvesinde olduğunu göstermektedir. “Hem dininde bulunan bütün ibadatın bütün enva'ında en ileri olması ve herkesten ziyade takvada bulunması ve Allah'tan korkması ve fevkalâde daimî mücahedat ve dağdağalar içinde, tam tamına ubudiyetin en ince esrarına kadar müraat etmesi ve hiç kimseyi taklid etmeyerek ve tam manasıyla ve mübtediyane fakat en mükemmel olarak, hem ibtida ve intihayı birleştirerek yapması; elbette misli görülmez ve görülmemiş” (Asa-yı Musa, 122 ). Hz. Muhammed’in kulluk aldığı kemalat sonsuz olmakla beraber, İslam ümmetinin bütün zamanlarda yaptığı bütün kulluk görevlerinde kazandıkları bütün sevapların bir misli de onun defterine yazılmaktadır. “Elbette o Zât-ı Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm, (ümmetinin kendisine getirdiği salavat ve) dua neticesi olarak öyle bir makam ve mertebededir ki, bütün ukûl toplansa bir akıl olsalar, o makamın hakikatını tamamıyla ihata edemezler” (Mektubat, 300-301 ). “Resulüm! De ki: Allah’ı seviyorsanız, bana uyun ki Allah da sizi sevsin” mealindeki ayette kulluğun en yüksek makamı Allah’ın rızasını ve muhabbetini kazanmak olduğunu göstermektedir. Hz. Muhammed’in kulluk mertebesinde “habibullah” unvanını kazanması, onun kulluk mertebelerinin zirvesine çıktığının göstergesidir. Kıyamet günü en büyük ve en geniş manasıyla şefaat makamını ifade eden “makam-ı mahmud”un da Hz. Muhammed-i mahmud’a tahsis edilmesi, makam-ı mahbub ile makam-ı mahmud arasındaki alakayı göstermektedir. Yani, Allah’ın en çok sevdiği kulu kimse makam-ı mahmuda aday da odur. Son olarak Bediüzzaman hazretlerinin şu ifadelerine de kulak verelim, istiyoruz: “Es-sebebu ke’l-fail (bir şeye vesile olan onu yapan gibidir)düsturuyla, bütün ümmetinin bütün zamanlarda işlediği hasenatın bir misli onun defter-i hasenatına girmesi ve bütün kâinatın hakikatlarını, getirdiği nur ile nurlandırması, değil yalnız cinn, ins, melek ve zîhayatı, belki kâinatı, semavat ve arzı minnetdar eylemesi ve istidad lisanıyla nebatatın duaları ve ihtiyac-ı fıtrî diliyle hayvanatın duaları, gözümüz önünde bilfiil kabul olmasının şehadetiyle milyonlar, belki milyarlar fıtrî ve reddedilmez duaları makbul olan suleha-yı ümmeti her gün o zâta salât ü selâm ünvanıyla rahmet duaları ve manevî kazançlarını en evvel o zâta bağışlamaları ve bütün ümmetçe okunan Kur'anın üç yüz bin harfinin herbirisinde on sevabdan tâ yüz, tâ bin hasene ve 16 meyve vermesinden yalnız kıraat-ı Kur'an cihetiyle defter-i a'maline hadsiz nurlar girmesi haysiyetiyle o zâtın şahsiyet-i maneviyesi olan hakikat-ı Muhammediye, istikbalde bir şecere-i tûbâ-i Cennet hükmünde olacağını Allâm-ül Guyub bilmiş ve görmüş, o makama göre Kur'anında o azîm ehemmiyeti vermiş ve fermanında ona tebaiyetle ve sünnetine ittiba ile şefaatine mazhariyeti en ehemmiyetli bir mes'ele-i insaniye göstermiş ve o haşmetli şecere-i tûbânın bir çekirdeği olan şahsiyet-i beşeriyetini ve bidayetteki vaziyet-i insaniyesini arasıra nazara almasıdır. (Asa-yı Musa, 70) Ahmed b. Hanbel, esbabı nüzul konusunda tek bir doğru hadis yoktur, demiş midir? - Ahmed b. Hanbel’in ilgili ifadesi şöyledir: “Üç ilim dalının aslı yoktur: Tefsir, Magazi, Melahim.” (İbn Hacer, Lisanu’l-Mizan, 1/21) - Görüldüğü gibi, İmam Ahmed sadece nüzul sebebini değil, bütün bir ilim dalı olarak tefsiri, tefsirdeki yorumların -Hz. Peygambere dayanan-sağlam yorumları, açıklamaları yoktur, demiştir. Yani eleştirisi bütün tefsir kaynaklarınadır. - Ancak İmam Ahmed’in muhakkik arkadaşlarına göre, onun bu sözden maksadı: “Tefsirdeki yorumların ve bilgilerin büyük çoğunluğunun sahih, muttasıl/bitişik senetlerinin olmadığı”nı belirtmektir. Yoksa Hz. Peygamber tarafından “zulüm”ün şirk olarak tefsir edilmesi, “hisab-ı yesir”in arz olarak tefsir edilmesi, “kuvvet”in atmak/ok atmak olarak tefsir edilmesi gibi pek çok sahih senetli tefsir şekli de var dır. (bk. Zerkeşi, el-Burhan, 2/156; Suyutî, el-İtkan, 2/228) - Suyuti de imam Ahmed’in dediğinin doğru olduğunu, bu konuda sahih olan rivayetlerin az olduğunu belirtmiş (İtkan, 2/228) ve kitabının sonunda -esbab-ı nüzul dışında- ayetlerin tefsiri konusunda merfu (Hz. Peygambere dayanan) rivayet örneklerine yer vereceğini belirtmiş ve sözünü yerine getirmiştir. Suyuti’nin yaklaşık 22 sayfada zikrettiği bu rivayetlerin sayısı onlarcadır. (bk. İtkan, 2/244265) 17 Haris El Muhasibi'nin hayatı hakkında bilgi verir misiniz? Ebû Abdillâh Hâris b. Esed el-Muhâsibî el-Anezî (ö. 243/857) İlk sûfîlerden, hadis, kelâm ve tefsir âlimi. Muhtemelen 165 (781) veya 170 (786) yılında Basra’da dünyaya geldi. Rebîa kabilesinin Aneze koluna mensuptur. Nefis muhasebesi hususundaki titizliğinden dolayı “Muhâsibî” diye tanınmıştır (Sem‘ânî, IX, 76; İbnü’l-Esîr, el-Lübâb, III, 171). Mu‘tezile’nin merkezi Basra’da doğup büyümüş ve babasının da bu mezhebi benimsemiş olması Muhâsibî’nin Mu‘tezile’yi yakından tanımasına, hatta başlangıçta bu mezhepten etkilenmesine sebep oldu. Genç yaşta Bağdat’a giderek Vekî‘ b. Cerrâh, Süleyman b. Dâvûd, Şüreyh b. Yûnus, Ebû Ubeyd Kāsım b. Sellâm gibi âlimlerden dinî ilimleri tahsil etti. Aynı zamanda İmam Şâfiî’nin öğrencisi olduğu nakledilmektedir. Muhâsibî’nin bu dönemde Mu‘tezile mezhebine mensup olan babasıyla anlaşamadığı, babasından kalan mirası bu sebeple reddettiği kaydedilmektedir. Mirasın 30.000 veya 70.000 dirhem tuttuğu şeklindeki kayıtlar onun zengin bir aileden geldiğini ortaya koymaktadır. Bu sırada çocuk yaşta olan Cüneyd-i Bağdâdî’nin, evlerine gelen Muhâsibî’ye yiyecek verdiğini belirten rivayetler (Ebû Nuaym, X, 74-75) onun gençlik yıllarında fakir bir hayat yaşadığını göstermekle birlikte Ebû Hamza el-Bağdâdî ile aralarında geçen konuşmadan ileri yaşlarda malî durumunun iyi olduğu anlaşılmaktadır (Serrâc, s. 398). Gençlik döneminde Bağdat’ta hadis meclislerine devam eden Muhâsibî, Selef akîdesi ve ehl-i hadîs anlayışının ağırlıklı olarak hissedildiği en-Neśâiĥu’d-dîniyye’yi bu sıralarda yazmış olmalıdır. Onun bu devrede bir zâhid grubuyla karşılaşması hayatının dönüm noktasını oluşturmuş, bu tarihten sonra tasavvufî kimliği ön plana çıkmaya başlamıştır. Ancak eserlerinde bu topluluğa mensup olanlardan herhangi birinin ismini zikretmez. Muhâsibî’yi bir hadis râvisi olarak ele alan Zehebî onu, hocaları arasında hadis rivayetiyle tanınmayan kişiler bulunduğunu ifade eden “sadûk fî nefsih” tabiriyle nitelendirmiş (Mîzânü’liǾtidâl, II, 165), İbn Hacer el-Askalânî ise “makbul” terimini kullanmıştır (Taķrîbü’t-tehźîb, s. 145). Muhâsibî’nin gençliğinde hadis çevrelerinde bulunduğu, bu çevreden uzaklaşıp tasavvufa yaklaşınca kullandığı hadislerin değerinin düştüğü tarzındaki görüşler gerçeği yansıtmamaktadır. Fehmü’l-Ķurân, er-Riâye gibi eserleri ve İbn Mesrûk’tan rivayet edilen Kitâbü’l-Ġıybe’si senedli hadis rivayetleriyle doludur. Bu sebeple Muhâsibî’nin tasavvufa yönelmesinden sonra da hadis konusundaki hassasiyetinin devam ettiğini kabul etmek daha doğru olur. Tefsirle de uğraşan Muhâsibî eserlerinde İbn Abbas, İbn Mes‘ûd, Mücâhid b. Cebr, Atâ b. Ebû Rebâh gibi müfessirlerden nakiller yapmış ve yer yer bazı âyetleri tefsir etmiştir. Onun erRiâye’den sonra en hacimli eseri olan Fehmü’l-Ķurǿân tefsir usulüne dairdir. Günümüze ulaşmayan Fehmü’s-sünen’in de Kur’an tarihiyle ilgili bilgiler ihtiva ettiği belirtilmektedir. Muhâsibî’nin Muhammed b. Nasr gibi bazı kişilere fıkıh dersi verdiği kaydedilmektedir (İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, VII, 282). Özellikle er-Riâye’sinde fıkıhla ilgili konularda zaman zaman Hanefî ve Şâfiîler’ce doğru sayılan görüşleri zikrettiği ve rey, hüccet, kıyas, istinbat, hüküm gibi fıkıh usulü terimlerini kullandığı görülmektedir. Mekâsib adlı eseri kitâbü’l-harâc ve kitâbü’l-emvâl türü eserlerin küçük bir örneği görünümündedir. 18 İbn Küllâb ve Ebü’l-Abbas el-Kalânisî ile birlikte Ehl-i sünnet kelâmının kurucularından sayılan Muhâsibî (Abdülkāhir el-Bağdâdî, Uśûlü’d-dîn, s. 308; Şehristânî, I, 80-81), çalışmalarında Ehl-i sünnet akîdesine karşı zararlı kabul ettiği bütün akımların bid‘at olduğunu ortaya koymuş, çeşitli vesilelerle Mu‘tezilî, Râfizî, Mürciî ve Hâricîler’i eleştirmiş, özellikle Mu‘tezile ile olan tartışmalarında onların akılcı metodunu kullanmıştır. Ahmed b. Hanbel, Kur’an lafızlarının mahlûk, fakat bunların Allah katında taşıdığı mânaların (muhteva) kadîm olduğunu söyleyen Muhâsibî’nin bu fikrine karşı çıkarak halkı uyaracağını söylemiştir (İbn Ebû Ya‘lâ, I, 62-63; Zehebî, Târîħu’l-İslâm, s. 209-210). Muhâsibî’nin kelâma dair görüşleri ve bid‘at mezheplerine yönelttiği eleştirilerin bir kısmı Şehristânî’nin el-Milel ve’n-niĥal’inde yer almaktadır. Bazı çağdaş müellifler Ebü’l-Hasan Eş‘arî’nin Muhâsibî’den etkilendiğini ileri sürmüşlerdir (DİA, XI, 446). Muhâsibî’nin asıl önemli yanı sûfîliğidir. Ahmed Emîn onun tasavvufu felsefeye yaklaştıran ilk sûfî olduğunu söyler (Žuhrü’l-İslâm, I, 227). Genç yaşta zâhidler topluluğuna katılan Muhâsibî’nin, itikad ve tasavvuf düşüncesi yönüyle Hasan-ı Basrî geleneğine bağlı olduğu hem kaynaklardan hem eserlerinden anlaşılmaktadır. Ferîdüddin Attâr’ın kendisine nisbet ettiği bir sözden hareketle (Tezkiretü’l-evliya, s. 298) tasavvufî hayata otuz yaşlarında girdiği söylenmekle beraber bu tarihten daha önce tasavvufa yönelmiş olmalıdır. Tasavvufta hal kavramı üzerinde duran, kanaat, zühd, üns, yakîn, havf, muhabbet, hayâ, sıdk ve ihlâs gibi kavramları hal diye ortaya koyan, hallerin kontrol altında tutulması ve Kitap ve Sünnet’e dayandırılması gerektiğini söyleyen ilk sûfîlerden biri de Muhâsibî’dir. Ebû Saîd elHarrâz’ın Kitâbü’ś-Śıdķ adlı eserinde onun ünsle ilgili görüşlerinin etkisi hissedilir. Kendisine Muhâsibiyye adlı bir tarikat nisbet eden Hücvîrî, Muhâsibî’nin rızayı makam değil hal saydığını ve rıza mezhebinin kurucusu olduğunu söyler ve rıza ile ilgili görüşlerini ayrıntılı biçimde anlatır (Keşfü’l-maĥcûb, s. 283-287). Onun tasavvuftaki makam kavramının terimleşmesinde de etkisinin bulunduğu söylenebilir. Diyanet İslam Ansiklopedisi, Muhasibi Maddesi 19