28 Ağustos 2015 www.sorularlaislamiyet.com 1 İçindekiler Hz. Muhammed bazı hadislerinde kendini övüyor mu? .............................................................3 Kevser suresinde geçen ebter ifadesini açıklar mısınız? .............................................................5 Allah, makamını yükseltmek için kişiye belalar, musibetler verir, hadisi ne demektir? ...........6 Kuran’ın bir harfinin bile hiç kaybolmayacak olduğuna dair hadis var mıdır? .......................7 Her ümmete peygamber gönderildiyse, fetret ehlinin olması bir çelişki değil mi? ....................8 Süfyan kimdir? Deccallerden biri midir? ....................................................................................9 Kuran ve sünnet bize yeter alimlere gerek yok, düşüncesi doğru mu? ....................................11 Kırsal kesime yerleşen kabalaşır, av peşinde koşan aldanır ve iktidarla işbirliği yapan denenir, hadisi sahih mi? ...........................................................................................................13 Abdestsiz Kur'an tutulabilir, anlamında bir hadis var mıdır?..................................................14 Ateistler neden insanları dinsizleştirmekte bu kadar ısrarlılar, ne çıkarları olabilir? ............16 2 Hz. Muhammed bazı hadislerinde kendini övüyor mu? 1) “Şeytan benim rüyada zürriyetime giremez” ifadesi yanlıştır. Doğrusu “Suretime giremez” şeklindedir. Zürriyet nesil demektir. Bu açıdan bakıldığında sizin konuyu nasıl algıladığınızı ve ne demek istediğinizi kestirmek zordur. - Bununla beraber ilgili hadisin mealini verelim: Hz. Ebu Hureyre’den nakledildiğine göre, peygamberimiz şöyle buyurdu: “Kim beni rüyada görürse beni gerçekten görmüş olur. Çünkü şeytan benim suretimde temessül edemez/suretime giremez.” (Buhari,Edeb, 109) Burada ifade edilen husus, Hz. Peygamberin görüldüğü rüyanın doğru (rüya-yı sadıka) olduğudur. Çünkü rüyaların bir kısmı hayalin -belli sebepler altında- dokuduğu şeylerdir. “Şeytan”, hakikati hayale karıştıran dürtülerin de kaynağıdır. Onun içindir ki, rüyaların önemli bir kısmı doğru çıkmıyor. Ancak Efendimiz, kendisinin görüldüğü rüyaya şeytanın hayaller kurdurarak bir şeklin meydana getirmesine, insan idrakini yanıltacak bazı tasavvurları tahayyül ettirmeye imkan bulamayacağını ifade etmiştir. - Bazı alimlere göre, şeytanın temessül etmeyeceği rüya, bizzat Hz. Peygamberin sahih hadislerde belirtilen suretinde/simasında/sıfatlarında görüldüğü rüyaya mahsustur. Buna mukabil diğer bazı alimlere göre, Hz. Peygamberin görülmesi yeterlidir. Onun hadislerde belirtilen ve hayatta iken kendisinin bulunduğu suretinde/simasında/sıfatlarında görmek şart değildir. (bk. Nevevi, Şerhu Sahihi Müslim, 15/24-25) 2) Her insanın bir kendi şahsı var, bir de bulunduğu makamı temsil eden bir şahsiyeti, vardır. İnsan kendi şahsını tevazu ile mahviyet içerisinde görebilir. Fakat bağlı bulunduğu makamın şerefini kıracak şekilde bir mahviyet gösteremez. Bu konuyu daha açarsak; şunu bilemeliyiz ki, bazı değerler, yerlerine göre farklı manalar ifade eder. Örneğin: “Bir ulü-l emr, makamında olursa ciddiyeti, vakardır; mahviyeti, zillettir. Hanesinde bulunsa mahviyeti tevazu', ciddiyeti kibirdir.” (Sözler, 723-724) Yani, yetki sahibi bir memur/amir bulunduğu makam odasında veya makamını ilgilendiren kamu alanında gösterdiği ciddiyet, onun -kibrini değil- vakarlı bir kimse olduğunu gösterir. O makamın büyüklüğüne uygun olmayan mahviyet gibi bir tavır göstermesi, bir -tevazu değilzillet olur. Buna mukabil, aynı kimse kendi evinde ailesi içerisinde bulunduğu zaman, dairesinde gösterdiği ciddiyeti gösterse bu bir kibir olur. Makam odasının aksine, burada mahviyet gösterse, bu -zillet değil- bir tevazu olur. - İşte Hz. Muhammed (asm) Allah’ın elçisi olarak büyük bir makamdadır. Peygamberliğin gerektirdiği ciddiyeti göstermesi onun vakarının bir göstergesidir. Bu konuda kendisini ne kadar överse övsün, bu onun elçiliğinin büyüklüğüne uygun bir tavır olur. Yani Hz. Peygamber (asm), kendisini övdüğünü düşündüğümüz bütün söz ve davranışlarında kendi şahsını değil, Allah’ın elçisi olan şahsiyetini esas almıştır. Allah’ın elçisini övmek, Allah’ı övmek manasına gelir. Zira onun bu şahsiyetinde, bu peygamberlik kişiliğinde ortaya çıkan ne kadar güzellik varsa, hepsi de onun elçilik makamına ve dolayısıyla da elçisi bulunduğu Allah’a aittir. 3 - “Ve muhakkak ki sen pek yüksek bir ahlak üzerindesin” (Kalem, 68/4) mealindeki ayette, Allah’ın elçisi olan Hz. Muhammed (asm)’in ahlakını çok beğendiğine ve elçilik makamına layık bir performans gösterdiğine dair çok büyük bir övgü ve iltifata yer verilmiştir. - Hz. Peygamber (asm) kendi şahsında nasıl büyük bir mahviyet ve tevazu gösterdiğini bildiren pek çok olay vardır. Sahih hadis rivayetlerinde yer alan bir tanesi şöyledir: “Bir gün adamın biri peygamberimizin huzuruna çıkmış, onun heybetinden titremeye başlamış. Peygamberimiz bu adama: ‘Kendine gel; nedir bu halin! Ben bir kral değilim, ben kurutulmuş et (kuru ekmek) yiyen Kureyşli bir kadının oğluyum!’ demiş, onu sakinleştirmişti.” (İbn Mace, Et’ime, h.no: 3312; Kenzu’l-Ummal, h. no: 14965) - Hz. Peygamber (asm) şahsını değil, peygamber olan şahsiyetini nazara verdiği bir yerde de şöyle diyor: “Kıyamet günü Ademoğullarının efendisi benim, ancak fahir/övünmek yok. O gün Adem ve diğer bütün peygamberler benim sancağımın altında olurlar, ancak fahir/övünmek yok.. İlk defa kabrinden çıkacak olan da benim, ancak fahir/övünmek yok. Ve ilk şefaat eden ve şefaati ilk kabul edilen de benim, ancak fahir/övünmek yok.” (Kenzu’l-Ummal, h.no:31882) Not: “Fahir/övünmek yok” diye tercüme ettiğimiz “ve la fahre” ifadesinin tam Türkçe’si şöyle olabilir: “Ben bu söylediğim şeyleri bir kibir, bir gurur, bir övgü vesilesi yapmıyorum”. - İşte bu hadiste, Hz Peygamber Allah’ın bir lütfü olarak kendisine verilen nimetlerden söz etmekte, bunları elçilikle ilgili şahsiyeti itibariyle seslendirmekte, ancak bunları bir insan olarak gurur vesilesi yapmadığını özellikle belirtmektedir. 3) “Günümüzde diğer dinlerin de kendilerince evliyaları var kerametleri varmış” bilgisi doğrulanmaya muhtaçtır. Onların bazı büyük din adamlarına bu tür vasıfları atfetmeleri, bunun gerçekten de öyle olduğunu göstermez. - İslam dairesindeki birçok cemaat ve tarikatlarda eskiden beri söz konusu edilen “velilik ve kerametler” konusunda bir sürü tartışmalar varken, başka dinlerde bunların varlığını tartışmasız kabul etmek safdillik olur. Yanlış anlaşılmasın; İslam dairesinde elbette yüzlerce, binlerce veli vardır, binlerce keramet de vardır. Bizim söylemek istediğimiz, bu doğru veli ve kerametler yanında bir çok “kerameti kendinden menkul” adamlar ve “şeyhini uçuran müritler”in varlığı yaygın bir kanaat halinde kabul edilirken, başka dinlerde bunların kesin olarak var olduğunu kabul etmek bizim için çok zordur. Şayet İslam’a göre, “salih amel” işleyenlerden olmayan kimselerden bazı harika haller görülürse, bunları keramete değil, istidraca yorumlamak gerekir. İslam alimlerinin görüşü bu merkezdedir. İstidraç: Allah’ın bazı fasık kimselere bir imtihan olarak verdiği harika hallerdir. Bu sebepledir ki, “ciddi salih amel yapanlar dahi gördüğü bazı harika hallerini keramete değil, isitdraca vermeleri ve böylece nefs-i emmarelerine aldanmamaları” özellikle tavsiye edilmektedir. - Şunu da belirtelim ki, İslam dininden önce gelen semavi hak dinlerin müntesipleri arasında da keramet sahibi insanların bulunduğu ayet ve hadislerle sabittir. Bunda bir tartışma yoktur. 4 Kevser suresinde geçen ebter ifadesini açıklar mısınız? O dönemde erkek çocuk güçlüülüğün simgesi idi. Çünkü kabileler arasındaki egemenliği güç belirlemekteydi ve kalabalık olan kabile gücü de elinde bulundurmaktaydı. Araplar erkek çocuğu olmayan kimseyi "soyu kesik" gibi sıfatlarla niteler ve bu tür lakaplarla anarlardı. Tefsirlerde anlatıldığına göre Hz. Peygamber'İn erkek çocukları ölünce müşrikler onu da "ebter" lakabıyla anmaya başla-mışlar ve "Bırakın onu; o, sonu gelmeyecek, soyu kesik bir adamdır!" diyerek hakaret etmek istemişlerdir(Taberî, Tefsir, XXX, 212). İşte bu âyet, onların bu davranışlarını kınamakta, her ne kadar erkek çocukları bulunsa da asıl soyu kesileceklerin kendileri olduğunu haber vermektedir. Çünkü onlar kıyamete kadar lanetle anılırken Hz. Peygamber rahmetle anılmakta, ismi dünyanın her tarafında günde beş vakit ezanda Allah'ın adıyla birlikte okunmaktadır. Mekke putperestleri, olayların sadece dış yüzüne baktıkları için Hz. Peygamber'i arkasız ve güçsüz, kendilerini kalabalık ve güçlü görür ve buna dayanarak Resûl-İ Ekrem'in davasının sonuçsuz kalacağından emin olduklarını söylerlerdi. Ama -Râzî'nin ifadesiyle- "Allah durumu onların aleyhine çevirdi; asıl güçlü olanın, Allah'ın destekledikleri ve güçsüz olanların da Allah'ın zillete uğrattıkları olduğunu bildirdi. Böylece kesret ve kevser (geniş topluluk ve bol nimet) Hz. Muhammed'in olurken ona düşman olanların payına da ebterlik, alçalış ve zillet düştü" Bu ifadeler, dolaylı olarak Peygamber'in yolunu izleyen, inanç ve kararlılığını devam ettiren müminler için de bir müjdedir.(Kur'an Yolu, Diyanet Tefsiri, V/665-667) 5 Allah, makamını yükseltmek için kişiye belalar, musibetler verir, hadisi ne demektir? Hz. Ebu Hureyre’den nakledilen rivayete göre peygamberimiz (asm) şöyle buyurdu: “Şüphesiz (bazen bir) kişinin Allah katında bir mevkii olur ki, kendi ameliyle oraya ulaşamıyor. Bu sebeple Allah o kişiyi –söz konusu makama ulaşıncaya kadar- hoşlanmadığı şeylerle imtihan eder/başına belalar, musibetler verir.” (Heysemi, Mecmau’z-Zevaid, h. no: 3741) - Ebu Yala’nın rivayet ettiği bu hadisin senedi sağlamdır. (bk. Mecmau’z-Zevaid, a.y) - Her şey Allah’ın ezeli ilminde vardır. Kimin hangi mevkide olacağı da vardır. Allah’ın kullarının özgür iradeleriyle yapacakları tercihleri esastır. Bu tercihleri de Allah’ın malumudur. Fakat ilim zorlayıcı değil, tespit edicidir. Onun için tercihin neticesinden sorumlu olan insandır. Bu adalet ölçüsünün bir tezahürüdür. Ancak, bazen Allah bazı kulları için adaletin ötesinde bir iyilik de yapar. Bu iyiliği bazen sebepsiz yapar, bazen de sebepleri halk ederek yapar. İşte bu hadiste, Allah’ın hikmet dairesinde sebepleri yaratarak yapacağı iyiliğin bir örneğine yer verilmiştir. - Bu hadisin verdiği ders şudur: İnsanlar, musibetler gibi hoşlanmadıkları şeylerin başlarına gelmesi durumunda, Allah’ın kaderine itiraz elini uzatmasınlar. Rahman ve rahim olan Allah’ın bunda hayırlı bir muradı olduğunu düşünsün ve: “Olur ki hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırlı olur. Olur ki sevip arzu ettiğiniz bir şey sizin için şerli olur. Gerçeği Allah bilir, siz bilmezsiniz” (Bakara, 2/216) mealindeki ayetin mesajını iyi okusunlar. 6 Kuran’ın bir harfinin bile hiç kaybolmayacak olduğuna dair hadis var mıdır? - Böyle bir hadis rivayetine rastlayamadık. - Bize göre, sorudaki niteliklere sahip bir sahih hadis rivayeti yoktur. Çünkü, bir harfin fazla veya noksan olması, Kur’an’ın kendisine değil, yazılım kurallarına ait bir husustur. Kur’an’ın yazılışı biri Hz. Osman zamanında sahabenin icmaıyla kabul edilen ve kullanılan “hatt-ı Osmanî” veya “resmî hat”tır. Diğer ise, Farklı bölgelere farklı şekillerde yazılabilen bir hattır. Bu konuyla alakalı bilgiler bizim Sitemizde mevcut olmakla beraber, burada misal olarak şu kelimeleri söz konusu edebiliriz: Namaz manasına gelen “Salat” kelimesi, hatt-ı Osmanîde “vav”lı yazılır, diğer hatlarda ise “elif”li yazılır. Faiz manasına gelen “Riba” ve “zekat” kelimleri de aynı şekilde farklı yazılır. Keza, Cennetler manasında (çoğul olarak) kullanılan “Cennât” kelimesi, Hatt-ı Osmanîde elifsizdir, diğer hatlarda ise eliflidir. Fatiha suresinde ki “MLK” kelimesi, hatt-ı Osmanîde elifsiz “Melik”, diğerlerinde ise elifli olarak “Mâlik” şeklinde yazılmıştır. Bu açıdan bakıldığında hadislerde “Kur’an’ın hiç bir harfin değişmeyeceği” ifadesinin kullanılması neden söz konusu olmadığı daha iyi anlaşılır. Çünkü böyle bir sahih hadis olsaydı, bu takdirde mutlaka tartışma konusu olurdu. Şunu da belirtelim ki, bu farklı yazılış tarzı, Kur’an’ın ifadelerinin manasına hiçbir tesiri yoktur. Namaz yine namazdır, zekat yine zekattır. Melik hükümdar/Padişah/sultan anlamına gelirken, MALİK sahip manasına gelir. O ayette söz konusu edilen “kıyamet gününün” HÜKÜMDARI/SULTANI aynı zamanda onun yegâne SAHİBİDİR. Hülasa: “Hiç şüphe yok ki o zikri/Kur’ân’ı Biz indirdik, onu koruyacak olan da Biz’iz” (Hicr, 15/9) mealindeki ayette Kur’an’ın tağyir, tebdil ve tahrifattan korunduğuna, koruma altına alındığına dair ilahî garantinin varlığı, -hadislere ihtiyaç bırakmayacak kadar- açıktır. 7 Her ümmete peygamber gönderildiyse, fetret ehlinin olması bir çelişki değil mi? - “Biz peygamber göndermediğimiz hiçbir halkı cezalandırmayız” mealindeki İsra surenin 15. ayetinde, Allah’ın kimseye haksızlık etmeyeceği vurgulanmıştır. Bu cümlenin öncesinde yer alan “Kim doğru yolu seçerse, kendisi için seçmiş olur; kim de doğru yoldan saparsa, kendi aleyhinde sapmış olur. Hiçbir kimse başkasının günah yükünü taşımaz.“ mealindeki ayetin ifadesinden bunu anlamak mümkündür. Çünkü doğru yolu seçmek, ortada bir doğru yolun olmasını gerektirir. Doğru yolun tespiti ise, ancak peygamberlerle mümkündür. - Ayetin bu ifadesi bir “kayd-ı itirazi”yi değil, bir “kayd-ı vakii”yi ifade eder.Yani, Kur’an’ın bu ifadesi, tarih içerisinde bazı kavimlere peygamberin gelmediğine değil, cezalandırılmış her topluluğa mutlaka peygamberin gönderildiğini vurgulamaya matuftur. - Bundan maksat ceza görenlere mutlaka peygamber gelmiştir. Bu ifade “ceza görmeyenlere peygamber gelmemiş” manasına gelmez. Bu ifade, ceza görmüş ve görecek olanlarla ilgili vuku bulan veya bulacak olan hadislere yapılan bir atıftır. - “Biz her millete/ümmete/topluluğa bir peygamber gönderdik” (Nahl, 16/36) mealindeki ayetin ifadesi bu konuda çok açıktır. Bu ayetin varlığı da İsra 5. ayetinin açıkladığımız gibi anlaşılmasını zorunlu kılmaktadır. - Hz. Adem’den beri 124 bin peygamberin gönderildiği bilinmektedir. Kuvvetli bir ihtimalle tarih boyunca, birçok defa iki peygamber arasında fetret denilen bir boşluk olmuştur. Hz. ile Hz. Muhammed arasındaki fetret devri zaten meşhurdur. - Tarih içinde gelen herhangi bir peygamberin zamanı sınırlandırılıp tahdit edilmemiştir. Hz. Nuh 950 sene bu görevi yaparken, Hz. Davud, Hz. Suleyman, Hz. Yahya Hz. İsa gibi kısa bir sürede peygamberlik yapanlar da vardır. Dolayısıyla, fetret dönemleri, iki peygamber arasında bazen kısa bazen de uzun bir süre geçmiş olabilir. Şayet insanlar, bir sonraki peygamber gelmeden, bir önceki peygamberin talimatlarını, tebliğlerini unutmuşlarsa bu bir fetret olur. Hz. İsa ile Hz. Muhammed (asm) arasındaki devrenin fetret devri olarak ön plana çıkmasının sebebi, Hristiyanların Hz. İsa’nın tebliğini kısmen de olsa söz konusu olduğu gibi, özellikle ümmi bir kavim olan Arapların - o dönemde- dinden habersiz olmaları ve Hz. İbrahim dininin kalıntılarının bile zamanla büyük ölçüde ortadan kalkmasıdır. 8 Süfyan kimdir? Deccallerden biri midir? - Evet, Süfyan unvanını taşıyan bir şahıs da deccallerden biridir. Ancak, bu unvanın daha çok İslam deccalı için kullanıldığı belirtilmektedir. Bu unvanın gerçekten bir şahsın “soyadı” gibi açıkça kullanması gerekmez. Önemli olan, İslam deccalının vasıflarını taşıdığı görülen bir şahsın tam da “Süfyan” olduğunun bilinmiş olmasıdır. Mahiyeti ise: Sahih hadislerde bildirildiğine göre âhirzamanda gelecek ve ümmete karanlık günler yaşatacak, şeâir-i İslâmiyeyi tahribe çalışacak dehşetli ve münafık bir şahıstır." (Kenzü'l-Ummal, 11/125; İsmail Hakkı, Ruhu'l-Beyan, İstanbul, 8/197) - Tabii ki, ne deccalı ne de süfyanı herkes tanımaz, onların deccal olduklarını bilemez. Bunlar, ancak büyük bir iman şuuru ve bu şuurdan kaynaklanan iman ferasetiyle bilinebilir. Aksi takdirde sırr-ı imtihan bozulur. Çünkü hadislerde haber verilen 30 kadar deccaller ve özellikle ahirzamanda en büyük deccalı ve bu iki deccalden biri olan süfyanı herkes tanısa, bu takdirde hiç kimse onların arkasından gitmez. Bu ise, İslam dininde önemli bir imtihan kuralı olan “akla kapı açılır, ihtiyarı/özgür seçme hakkı elinden alınmaz” prensibine aykırıdır. Akla“zorunlu isitkamet” göstermek imtihan sırrına aykırıdır. - Önemli bir not: Bu sırr-ı imtihanın bir gereği olarak ahirzamanla alakalı hadisler genellikle müteşabih/manası kapalı/ değişik ihtimaller ihtiva eden hadisler olarak kabul edilmektedir. Örneğin, deccal ve süfyanın Şam, Bağdat ve benzeri yerlerde bulunmasından söz edilmesi o kişilerin farklı zamanlarda farklı yerlerde bulunmalarından kaynaklanmaktadır. Yahut da hadisi rivayet eden raviler Hilafet merkezine yakın vuku bulacağı bildirilen o hadiseleri kendi dönemlerinde var olan Bağdat, Şam gibi şehirlerini adını vererek tevil etmişler ve hadisin mücmel manasını kendi bilgilerine tatbik etmişler. - Bu konuyu Bediüzzaman hazretleri şöyle açıklar: “ Rivayetlerde, vukuat-ı Süfyaniye ve hâdisat-ı istikbaliye Şam'ın etrafında ve Arabistan'da tasvir edilmiş. Allahu a'lem, bunun bir tevili şudur ki: Merkez-i hilafet eski zamanda Irak'ta ve Şam'da ve Medine'de bulunduğundan, râviler kendi içtihadlarıyla -daimî öyle kalacak gibimana verip "merkez-i hükûmet-i İslâmiye" yakınlarında tasvir etmişler, Haleb ve Şam demişler. Hadîsin mücmel haberlerini, kendi içtihadlarıyla tafsil etmişler” (Şualar, 585 ). “...Süfyan ve Mehdi hakkındaki hadîslerin ifade ettikleri mana budur ki: Âhirzamanda dinsizliğin iki cereyanı kuvvet bulacak: Birisi: Nifak perdesi altında, risalet-i Ahmediyeyi (A.S.M.) inkâr edecek Süfyan namında müdhiş bir şahıs, ehl-i nifakın başına geçecek, şeriat-ı İslâmiyenin tahribine çalışacaktır. Ona karşı Âl-i Beyt-i Nebevînin silsile-i nuranîsine bağlanan, ehl-i velayet ve ehl-i kemalin başına geçecek Âl-i Beyt'ten Muhammed Mehdi isminde bir zât-ı nuranî, o Süfyan'ın şahs-ı manevîsi olan cereyan-ı münafıkaneyi öldürüp dağıtacaktır. 9 İkinci cereyan ise: Tabiiyyun, maddiyyun felsefesinden tevellüd eden bir cereyan-ı Nemrudane, gittikçe âhirzamanda felsefe-i maddiye vasıtasıyla intişar ederek kuvvet bulup, uluhiyeti inkâr edecek bir dereceye gelir… İşte böyle bir sırada, o cereyan pek kuvvetli göründüğü bir zamanda, Hazret-i İsa Aleyhisselâm'ın şahsiyet-i maneviyesinden ibaret olan hakikî İsevîlik dini zuhur edecek, yani rahmet-i İlahiyenin semasından nüzul edecek; hâl-i hazır Hristiyanlık dini o hakikata karşı tasaffi edecek, hurafattan ve tahrifattan sıyrılacak, hakaik-i İslâmiye ile birleşecek; manen Hristiyanlık bir nevi İslâmiyete inkılab edecektir. Ve Kur'ana iktida ederek, o İsevîlik şahs-ı manevîsi tâbi' ve İslâmiyet metbu' makamında kalacak; din-i hak bu iltihak neticesinde azîm bir kuvvet bulacaktır. Dinsizlik cereyanına karşı ayrı ayrı iken mağlub olan İsevîlik ve İslâmiyet ittihad neticesinde, dinsizlik cereyanına galebe edip dağıtacak istidadında iken; âlem-i semavatta cism-i beşerîsiyle bulunan şahs-ı İsa Aleyhisselâm, o din-i hak cereyanının başına geçeceğini, bir Muhbir-i Sadık, bir Kadir-i Külli Şey'in va'dine istinad ederek haber vermiştir. Madem haber vermiş, haktır; madem Kadir-i Külli Şey' va'detmiş, elbette yapacaktır” (Mektubat, 56- 57) 10 Kuran ve sünnet bize yeter alimlere gerek yok, düşüncesi doğru mu? a) İslam dini kıyamete kadar devam edeceğine göre, bu dinin emirlerini insanlara anlatmak görevini üstlenen alimlerin olması aklî bir zorunluluktur. b) “Senden önce de, gönderdiğimiz elçiler, kendilerine vahyettiğimiz bir kısım adamlardan başka bir varlık değildiler. Eğer bu konuları bilmiyorsanız ilim adamlarına sorunuz” (Nahl, 16/43) mealindeki ayet, alimlerin tebyin görevlerinin olduğuna işaret etmektedir. c) “Bununla beraber müminlerin hepsinin top yekün sefere çıkmaları uygun değildir. Öyleyse her topluluktan büyük kısmı savaşa çıkarken, bir takım insanlar da din hususunda sağlam bilgi sahibi olmak, dinî hükümleri öğrenmek için çalışmalı ve savaşa çıkanlar geri döndüklerinde kötülüklerden sakınmaları ümidiyle, onları uyarmalıdır” (Tevbe, 9/122) mealindeki ayette ilim öğrenmek cihada eşdeğer tutulmuş ve bunun gerekçesi de savaşa katılanlara bu bilgiyi öğretmeleri yani tebyin etmeleri gösterilmiştir. d) “(Ey Ümmet-i Muhammed!) Siz insanların iyiliği için meydana çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz: (İnsanlara) İyiliği emreder, kötülükten sakındırırsınız, çünkü Allah’a inanırsınız.” (Al-i İmran, 3/110) mealindeki ayette, İslam ümmetinin en önemli bir görevi tebyin olduğu açıklanmaktadır. Çünkü iyiliği emretmek kötülükten sakındırmak ilim ve bilgi ister. Bilmeyenler bunu yapamazlar. Demek ki burada söz konusu edilen İslam ümmetinden maksat özellikle bu ümmetin alimleridir. Şüphesiz, terim olarak alimler sınıfına dahil olmayan ama yine de doğru bildiklerini başkalarıyla paylaşan insanlar da vardır. Bunlar da o konunun alimleri sayılır. Çocuklara Kur’an’ı, namaz ve abdesti öğreten bu gibi insanların sayısı az değildir. e) “Allah’tan başka tanrı bulunmadığına şahid bizzat Allah’tır. Bütün melekler, hak ve adaletten ayrılmayan ilim adamları da bu gerçeğe, aziz ve hakîm (mutlak galip, tam hüküm ve hikmet sahibi) Allah’tan başka tanrı olmadığına şahittirler” (Al-i İmran, 3/18) mealindeki ayette, Allah ve meleklerden sonra alimler, Allah’ın birliğinin şahitleri olarak gösterilmiştir. Şahitlik yapmak ancak bir şeyi gözle görmekle olur. Allah’ın vahdaniyetine şahitlik ise, gözle görür gibi kesin bir ilim, şühud derecesinde bir yakin, bir basiretle mümkündür. İslam’da Allah’ın birliği, tevhid inancı her şeyden evvel öğrenilmesi gereken bir hakikattir. Demek ki, bu ayette “marifetullah”ın şahitleri olarak vasıflandırılan alimler, hak ve hakikat adına bu gerçeği başkasına da öğretmekle yükümlüdür. Yoksa halk bunu nasıl öğrenebilir ki…! f) “Hiç şüphe yok ki o zikri, Kur’ân’ı Biz indirdik, onu koruyacak olan da Biz’iz” (Hicr, 15/9) mealindeki ayette vadedilen Kur’an’ın muhafazası, onun mucizeliği yanında, bu mucizeliği ders veren alimlerin varlığıdır. Kıyamete kadar bu korumanın devam etmesi, elbette ilimle mümkündür. Çünkü, Allah Kur’an’a ve muhtevasına kastedenlere doğrudan müdahale etmez. Hikmetinin bir gereği olarak, Kur’an’ın metnini ve muhtevasını korumak için hafızların yanında, tefsir, hadis, fıkıh, kelam, hatta bazı fen bilimi alimlerini yetiştirerek bu koruma vadini gerçekleştirmektedir. (krş. Razî,Şaravî, Merağî, ilgili ayetin tefsiri) Bediüzzaman hazretlerinin; “Zaman ihtiyarlandıkça, Kur'an gençleşiyor; rumuzu tavazzuh ediyor(remiz ve işaretleri biraz daha açığa çıkıyor” (Mektubat, 475 ) ifadesi de bu anlamda değerlendirilebilir. 11 g) “Şüphesiz ki alimler peygamberlerin varisleridir. Ve şüphesiz ki Peygamberler ne altın ne de gümüş miras bırakmışlar, bilakis onlar ilim miras bırakmışlardır” (Ebu Davud, İlim, 1-h. no.3641) manasındaki hadisten de alimlerin tebyinle yükümlü olduğunu anlamak gerekir. Yoksa varis olmanın bir anlamı kalmaz. Özellikle Hz. Peygamber, ilim olarak tebliğ ettiği Kur’an’ı ve Kur’an’ı tebyin ettiği sünneti, yani ilim bırakmıştır. Öyleyse, ilim adamları da peygamberin varisleri olarak Kur’an ve Sünnet-i nebeviyeyi hem tebliğ hem de tebyin etmekle yükümlüdür. h) Bediüzzaman hazretlerinin aşağıdaki şu ifadeleri de bize bu konuda ışık tutmaktadır: “Acaba herkesin hoşlandığı manevî makamatı ve uhrevî saadetleri a'mal-i sâliha ile onları kazanmak ve müteveccih olmak, hem meşru hem hiçbir cihet-i zararı olmadığı halde ne için böyle ruhen men'ediliyorum. Rıza-yı İlahîden başka vazife-i fıtriye-i ilmiyenin sevkiyle yalnız ve yalnız imana hizmetin kendisi ayn-ı ücret bana gösterilmiş.” (Emirdağ Lahikası, 2/106 ) “Fakat ilim itibariyle insanlara dahi bir menfaat dokundurmak için şer'an hizmete mükellef olduğumdan, hizmet etmek isterim. Lâkin o hizmet, ya hayat-ı içtimaiye ve dünyeviyeye ait olacak; o ise elimden gelmez. Hem fırtınalı bir zamanda sağlam hizmet edilmez. Onun için o ciheti bırakıp, en mühim, en lüzumlu, en selâmetli olan imana hizmet cihetini tercih ettim.” (Mektubat, 62-63) 12 Kırsal kesime yerleşen kabalaşır, av peşinde koşan aldanır ve iktidarla işbirliği yapan denenir, hadisi sahih mi? - Konuyla ilgili hem İbn Abbas, hem Ebu Hureyre’den -bazı nüanslarla- rivayetler vardır. Hadisin tercümesini iki rivayeti göz önünde bulundurarak arz ediyoruz. - “Kim kırsal kesime yerleşirse kabalaşır, kim av peşinde koşarsa gaflete düşer, kim de sultana/devlete veya Sultanın / devletin kapılarına gelirse/girerse fitneye uğrar/imtihanı ağı olur..” hadisi, Ahmed b. Hanbel ve Bezzar rivayet etmiştir. (bk. İbn Hanbel, 2/440). Hafiz Heysemi, Ahmed b. Hanbel’in yaptığı rivayetin sahih olduğunu belirtmiştir. (bk. Zevaid, h. no:9256) - Bu hadis rivayeti Kütübü Sittede de yer almıştır. (bk. Tirmizi, Fiten, 69) Bedeviler niçin kabadır? “Kim kırsal kesime yerleşirse kabalaşır” manasındaki hadisi Ebu Yala rivayet etmiştir. Heysemi’ye göre bu hadisin ravileri güvenilirdir. (bk. Mecmau’z-Zevaid, h. no: 9299) - Hadisteki ifadeler çölde, kırsal kesimde yaşayan ve göçebe hayat sürenlerin genel karakterine dikkat çekilmiştir. Çünkü, bedevilikte cehalet hâkimdir. Allah’a iman olsa bile bu imanları pekiştirecek fazla bilgi olmadığı için gönüllerin yumuşamasına katkı sağlayacak bir atmosfer oluşmuyor. Özellikle, İbn Haldun’un da ifade ettiği gibi, iklimin ahlak üzerindeki tesiri düşünüldüğü zaman, kırsal kesimde yaşayanların sert mizaca sahip olmaları beklenir. “Bedevîler inkâr ve münafıklıkta şehirlilerden daha şiddetli; Allah’ın, Resulüne indirdiği hükümleri tanımamaya daha yatkındırlar.Allah her şeyi bilir, tam hüküm ve hikmet sahibidir” (Tevbe, 9/97) mealindeki ayette bedevilerin bu özelliğine vurgu yapılmıştır. Av peşinde koşan niçin gaflete düşer? Bunu şöyle açıklayabiliriz: Avcılık yapanlar genellikle tiryakilik derecesinde bir alışkanlık kazanırlar. Sürekli bir avı avlamak yolunda uğraş veren bir insanın Allah’ı, Allah’ın emir ve yasaklarını düşünmesi kolay değildir. Özellikle avcılık esnasında avcının bütün duyguları ve hissiyatı ilgili av hayvanına yoğunlaşmış olur. Böyle şiddetli bir şekilde ava yoğunlaşan bir kimsenin özellikle avlama esnasında dini veya dünyevi ciddi işlerle meşgul olması söz konusu olamaz. İşte bu tamamen bir gaflettir ve gaflet mefhumunu çok güzel göstermektedir. Devlet kapısında olanların fitneleri nasıl olur? Bir ihtiyacı olmadığı halde, sadece maaş almak için devlet kapısında memur olanlar, çoğu zaman fasık ve zalim kimselerin maiyetinde çalışabilirler. Bu tür zalim kimselerin maiyetinde çalışanlar, onun Allah’a muhalif olan emirleri karşısında kalabilir. Allah’ın emri ile amirin emri arasında bir tercihe mecbur olan kimsenin gerçekten bir fitne/imtihanla karşı karşıya kaldıklarında şüphe yoktur. Bu durumda amirin dediğini yapsa, Allah’ı, Allah’ın dediğini yapsa amirini gücendirmiş olacaktır. (krş. Tufetu’Ahvezî, 6/440) - Şüphesiz bu genel manada yapılan bir uyarı, konuya bir dikkat çekmedir. Yoksa, her amirin zalim, her memurun böyle bir imtihanla karşılaşacağını düşünmek isabetli bir düşünce değildir. Selef-i salihinden bir çok kimsenin devlet kapısında kadılık ve benzeri işleri üstlenmekten kaçınmalarının sebebi bu gibi hadisler olsa gerektir. 13 Abdestsiz Kur'an tutulabilir, anlamında bir hadis var mıdır? a) Hz. Ömerle ilgili hadis sahihtir. (bk. Ebu Davud, Taharet, 22; İbn Mace, Taharet, 20) Hadisin tercümesi şöyledir: Hz. Aişe anlatıyor: Resulullah (asm) idrarını yaptı. (bunu gören Hz.) Ömer bir su kabı ile arkasında durdu. Resulullah: “Ömer! Bu da ne?” diye sorunca, “Bu sudur, onunla abdest alırsın” dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (asm): ‘Ben her idrar yaptığımda abdest almakla emrolunmadım. Eğer böyle bir şey yapsaydım, bu bir sünnet (benim takip ettiğim bir yolu olurdu ve bu da benim gibi yapmak isteyen insanlara ağır bir şey) olurdu” dedi. - Buradan Hz Peygamberin insanların yanında idrara çıktığı anlaşılmamalıdır. Çünkü sahih hadislerden anlıyoruz ki, Hz. Peygamber tenha bir çölde bile yanındaki arkadaşına (ör. Hz. Enes’e) bir sütre yapmasını istiyor ve onun arkasında dışarı çıkıyor. Demek ki, Hz. Peygamber yine bir sütre arkasında abdestini bozarken, Hz. Ömer o sütrenin arkasında durmuş, Hz. Peygamber oradan çıkıp geldikten sonra Hz. Ömer’i bir su kabıyla beklediğini görmüş ve bu diyalog yaşanmıştır. İbn Mace’deki “Resulullah idrara çıkmak üzere gitti. Ömer de bir su alarak onu takip etti” manasındaki ifade bu söylediklerimizi desteklemektedir. Çünkü bu ifadeden “Hz. Peygamberin idrarını yapmak için kalkıp bir yere gitmiş. Hz. Ömer ise onun idrardan sonra abdest alacağını düşünmüş ve bu sebeple de bir su alarak hazırlık yapmış olduğu” açıkça anlaşılmaktadır. Burada, Hz. Peygamberin her idrardan sonra abdest almakla yükümlü olmaması demek, bu haliyle namaz kılabileceği anlamına gelmez. Bu hadisten anlaşılması gereken şey, insanların her an abdestli olma zorunluluğunun olmadığıdır. Bazen, bir süreliğine abdestsiz gezebilir. Hz. Peygamber şayet asla abdestsiz gezmeseydi, bu -farz olmasa bile- onun bir sünneti olurdu ve bu sünnete uymak isteyen insanlara bu durum çok ağır gelirdi. b) Ebu Yusuf rivayet ettiği “Ben yalnızca Kur'an'ın haram kıldığını haram kılarım” manasındaki bu hadis rivayeti sahih değildir. Çünkü, Ebu Yusuf, burada “Sika bize resullah’tan haber verdi..” diye başlamıştır. Hadis ilmi bakımından zayıflığını gösteren bir çok illet vardır. Yani hadis bu şekliyle mualleldir ve maluldur, zayıftır. Çünkü; bu hadis her şeyden önce senetsizdir. “Sika” denilenin kim olduğu meçhuldür. Ebu Yusuf Sahabeye yetişmediğine göre, resulullah’tan rivayet ettiği bildirilen “Sika” sahabe değildir. Dolayısıyla hadis munkatıdır. Böyle bir hadis rivayetinin hadis ilmi kriterri bakımından hiç bir kıymet-i harbiyesi yoktur. - Kaldı ki, bu hadis rivayetini aktaran Ebu Yusuf’un kendisi de bu hadise dayanarak hadisleri reddetmiyor. Bilakis, “Fıkıh ehlinin bilmediği, kitap ve sünnete uymayan, şaz hadislere itibar etme! Hadis alimlerinin kabul ettiği, fakihlerin bildiği, kitap ve sünnete uygun olan hadis rivayetini al..” (bk. er-Red, ala siyeri’l-Avzaî, Haydarabâd, tarihsiz, s. 31) demek suretiyle kendisinin de aktardığı bu rivayete itibar etmediğini göstermiştir. - Kütübü Sitte’de geçen aşağıdaki şu sahih hadisin ifadeleri, bu gibi rivayetlerin çürük olduğunun açık delilidir: “Dikkat edin, bana kitap (Kur’an) yanında bir o kadarı da verildi. Dikkat edin ki, yakında bir adam karnı tok koltuğuna gerilerek “Siz Kur’an’a bakın; onda bulduğunuz helalı helal, bulduğunuz haramı da haram sayın…” (Ebu Davud, es-Sünne, 6) 14 c) Verilen kaynaklardan hiç birinde “Abdestsiz Kur'an tutulabilir ve okunabilir” olduğuna dair bir bilgiye rastlayamadık. - Şüphesiz, “Ona/Kur’an’a ancak temizler dokunabilir" (Vakıa, 56/79) mealindeki ayetin ilk ve en açık manası “Allah’tan Cebrail vasıtasıyla Hz. Muhammed’e inen Kur’an vahyinin arılığını, duruluğunu bozan şeytan, cin gibi hiçbir müfsit yaratığın eli dokunmamış, fikri karışmamış, kuruntuları bulaşmamıştır..” şeklindedir. Ayette, “Kur’an’a ancak temizler dokunabilir” ifadesinin tercih edilmesi, manevî kirlilik sayılan abdestsizlik, cünüp ve hayız türü şeylere de işaret etmek için olduğunu söyleyen alimlerin bu görüşünün yanlış olduğu anlamına gelmez. Kur’an’ın açık hükmü yanında başka şeylere de delalet etmesi, sonsuz ilahî ilmin bir gereğidir. Bu ayeti farklı yorumlayanlar var ise de İslam alimlerinin ortak görüşü Kuran’a abdestsiz dokunmanın doğru olmadığıdır. Ancak abdesti olmayan birinin el dokundurmadan karşısında bulunan Kuran’dan okuması veya ezberinden bildiği ayet ve sureleri okuması caizdir. - Alimler ayette geçen “la yemessuhu” (Kur’an’a dokunamazlar) ifadesini, görünürde ihbar cümlesi olmakla beraber, gerçekte bir inşa cümlesi olup bir nehiy/yasaklama ifadesi olduğunu düşünüyorlar. (bk. V. Zuhaylî, el-Fıkhu’l-İslamî, 1/295) - İmam Nevevî de abdestsiz Kur’an’a dokunmanın haram olduğunu belirtmiş, delil olarak da ilgili ayeti ve şu hadisi vermiştir: Rivayete göre, Peygamber efendimiz, Hakîm b. Hizam’a hitaben: “Kur’an’a dokunurken mutlaka abdestli olmalısın.” (Nevevî, el-Mecmu; 2/65) - Keza şafii alimleri Vakıa suresinin ilgili ayetinde yer alan “Tenzil” kavramının kesinlikle Mushafa işaret ettiği görüşündeler. Çünkü, bu kavram, Levh-i mahafuz’a değil, Hz. Peygambere indirilen Kur’an’a bakar. (bk. Nevevî, a.g.e, 2/72) - İmam Nevevî’nin belirttiğine göre, abdestsiz Kur’an’a dokunmanın haram olduğunda alimlerin ittifakı, icmaı vardır. İmam-ı azam, İmam-ı Malik, İmam-ı Şafii, İmam-ı Ahmed b. Hanbel de aynı görüştedir. (b k. Nevevî, a.g.e, 2/72) 15 Ateistler neden insanları dinsizleştirmekte bu kadar ısrarlılar, ne çıkarları olabilir? Ateistlerin kendi davalarını bu kadar savunmalarının altında yatan sebepleri bizzat ateistlerden sormak gerekir. Çünkü, herkesin duyguları, menfaatleri aynı değildir. Bununla beraber, insanların yapısı gereği duygusal yönleri vardır. Bu yönleri itibariyle küfürde ısrar etmelerinin sebebi şöyle tahmin edilebilir: a) İnsanlar bir şeye kızdıkları zaman, onun tersi olan bir şeyi akılsızca savunabilir. Örneğin, “Bazı Rafizilerin Hz. Ali’yi fazla sevmeleri, Hz. Ömer’e olan kinlerindendir.” denilmiştir. Bunun gibi, bazı sebeplerden ötürü bazı kimselerin İslam’a ve Müslümanlara karşı beslediği kin, onları ateizme bağlılık şeklinde devam edebilir. b) İnsanlar, haksız olduğunu bilse de her zaman karşıdaki hakkı kabul etmeyebilir. Karşıdaki hakkı kabul etmediği zaman, kendi haksızlığını savunmaya devam edebilir. Çünkü başka alternatifi yok. Bir kısım ateistler bile bile bu batıl davalarını hak dini kabul etmemeye bina etmiş olabilirler. c) Allah’a ve ahirete inanmayan kimselerde ciddi bir psikolojik saplantı meydana gelir. Bu açıdan bakıldığı zaman, ateizm, ruhi çöküntünün diğer bir adıdır. Böyle bir ruhi bulanım içerisine giren ateistler ateizmi bir can simidi olarak kabul etmiş olabilirler. d) İnsanın vicdanı Allah’a ve ahiret gününe iman etmekle ancak “fıtrat-ı asliyesi”ni, yaratılıştan kendisinde var olan yapısını koruyabilir. Allah’a ve ahirete imanı olmayan bir ateistin vicdanı tamamen bozulmuştur. Vicdanı bozulmuş olan bir insanın değer ölçüleri de kaybedilmiş olur. Bir ateist vicdanındaki bu fıtri değer ölçülerini kaybettiği için, en değersiz bir şeye pekala fazla değer biçebilir. Çünkü ölçüsüz hareket etmek ateistin karakteri olmuştur. e) Bazı kimseler, kendi davasını savunmaktan ziyade başkasının davasını çürütmekle meşgul olur. Bir kısım ateistler, dini inançları çürütmekle meşguldür. Kendi davasının doğruluğu onun umurunda bile değil; onun için önemli olan -hasım kabul ettiği- dinin inançlarını çürütmektir. Bu uğurda çalışırken ister istemez bir ateist grupta da yer almaktadır. f) Vicdanı tefessüh eden/bozulan insanların değer ölçülerini kaybettiklerini yukarıda arz ettik. İşte bu şekilde vicdani ve insani değerleri kaybeden bir ateist, yılan gibi zehirlemekten hoşlanmaya başlar. Bazen SERİ katillerin durduk yere bir yığın masum insanları katlettikleri gibi, bu gibi ateistler de SERİ halde insanları dinsizlik virüsüyle zehirlemekten zevk alırlar. Onları bu konuda fazlaca çalışmaya sevk eden bu zevkleridir. g) Bazı ateistler, bu fikirlerinden ötürü dünya menfaatini, makam ve mevki kazandıkları da bir gerçektir. Hesap gününe inanmayan ve dolayısıyla dünyayı yegâne cennet olarak gören bir ateistin bir menfaat yüzünden -en az görünürde- bir davayı savunmaya çalıyor olması, bu menfaatlerin kaçmaması için zorunludur. Çünkü bu gibi insanlar “Hasis/değersiz/çok az bir menfaat için şeytanın ayağını öper derecede alçaklık gösterir.” (Lem'alar, 118 ) h) Kendine ateist diyen ve bunu savunan birçoğunun, gerçeklerden tam anlamıyla haberdar olmadıkları da söylenebilir. Buna göre, biz Müslümanlara düşen görev, onlara doğru İslamiyeti ve İslamiyete layık doğruluğu anlatma görevimiz vardır. Suçu onlara değil, kendimize almamız daha uygun olacaktır. 16 ı) Müslümanların islamca bir hayat sürmediği için dine düşman olanlar da bulunabilir. Bu açıdan, önce kendimizi hesaba çekmek, hangi hatalarımızla buna neden olduğumuzu düşünmek ve tedbir almak zorundayız. Bizim hatalarımız yüzünden başkalarının hak yoldan çıkmalarına neden olmayalım. Güzel örnekler, rol modeller sergileseydik, onlar bu duruma düşmezlerdi, diye düşünmek ve ona göre yaklaşmak daha isabetli olacaktır. j) İslamiyet ve imanla ilgili her soruya sabırla, akli ve mantıki delillerle cevap vermek ve sonucu onun iradesine bırakmak gerekir. Bizim görevimiz tebliğdir, ikna ve irşaddır. Kabul edip etmemek onun iradesine aittir. İradeye müdahale edilmez. Akla kapıyı aşarız, o kapıdan girip girmemeyi ona bırakırız. k) İnsan imansız olarak ölmediği sürece, her an iman edebilir. Bu ihtimale göre hareket etmek, her Müslüman için bir görevdir. Nitekim, iman edenlerin de bu imandan dönme ihtimali vardır. İmanla öleceği kesin ve garanti değildir. Bu nedenle, ateist bile olsa, hatta bunu dava edip birçok kişinin dinden çıkmasına neden olacak işler de yapsa, mademki henüz ölmemiştir ve imana gelme ihtimali vardır. Öyleyse, biz buna talip olmalıyız. Hedef ve gayemizi buna göre belirlemeliyiz. l) Her konuda olduğu gibi, bu konuda da empati yaparak, onun yerine kendimizi koymamız ve bize nasıl yaklaşılmasını istersek ona da öyle yaklaşmaya çalışmamız gerekir. Sonuç olarak, iman nurdur, nur göstermek gerekir. Bir gün gözlerini açacaklarını ve güneşi göreceklerini; imana kapattıkları inkar perdelerini aralayacaklarını ümitle beklemeli ve imanlarına dua etmeliyiz. Ana baba bir kardeşimiz olan o insanların da cennete gitmeleri için elimizden gelen her türlü meşru hizmeti ve yolu esirgemelim… 17