¿mH “Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına” EDİTÖR ÀÍYjºA ÄjºA A ÀnI Yıl 6 Sayı 68 Mayıs 2011 Allah’a sonsuz hamdler, Onun resulü Hz. Muhammed aleyhisselem sonsuz şükürler olsun. Elinizde ki dergi Burhan’ın altmış sekizinci sayısı. Tam altmış sekiz sayıdır sizlerle bu dergi. Her türlü zorluğa rağmen, başkalarının savuran ve savrulan, hızlı değişen gündemlerine kulak asmadan, çizgisini bozmadan yoluna devam ediyor derginiz. Başkalarının gündemleri onların olsun bize daha temel kavramlar ve konular lazım diyoruz ve asıl konuların üzerine dikkatleri çekiyoruz. Asıl konu derken “bizlerin temel meseleleri olan” konulardan bahsediyoruz. İman, ümmet bilinci, namaz, ahlak, dua, ölüm vs. gibi… Çizgimiz şaşmadı inşaallah şaşmayacak. Ehl-i sünnet inancı önceliğimizdir. Sonrasında ise sahih bir tasavvufi anlayış ve muteber geleneğimize sadık ve saygılı olarak yeni sözler söylemek. Safımız ve durduğumuz yer burasıdır. Çok yazı gönderen oluyor ama bu önceliklerimizden dolayı birçok yazıları reddediyoruz. Tabi ki önceliği bu çizgiye uyan herkese de dergimizin sayfaları her zaman sonuna kadar açıktır. Ümmetin her yönden bombardıman altında olduğu bu günümüzde adeta ehl-i sünnet inancının altının boşaltılmak istendiği açıkça görülmektedir. Bizden öncekilerin her şeyi tenkit edilerek haksız yargılamalara gidilmektedir. Bize cevap vermesi mümkün olmayan ölüp gitmiş kişilere her türlü ithamlar yapılmaktadır. Biz bu noktada “saygıyı” esas alıyor ve değerlerimizi koduma hususunda hassasiyet gösteriyoruz, göstermeye de devam edeceğiz. Yukarıda yazdıklarım zaman zaman bizlere bu derginin “yerini” soran kardeşlerimize de bir cevap niteliğindedir. DOLU DOLU BİR DERGİ Her sayısıyla beğenilerek okunan ve “Allah razı olsun yazanından, emeği geçeninden” denilen dergimiz bu ay da dolu dolu. Prof Dr. Mustafa Ağırman hocamız “Sizden önce yaşamış ümmetler içinde kendilerine ilham olunan (veli) kimseler vardı. Benim ümmetim içinde de kendisine ilham olunan (veli) biri varsa, o da hiç şüphesiz Ömer’dir.”(Buhârî, Enbiya 54; Müslim, Fezâilü’ssahâbe 23.) hadisi-i şerifini zikrederek Hz. Ömerin hayatından çok güzel, ibretli bir olayı anlatıyor. Dr. Ramazan Şahan hocamız peygamber sevgisini ve yanık yürekli şairlerin peygamberimize olan duygularını yazıyor. Nihat Morgül hocamız Fetih ve Fatih konulu yazısıyla fetih ruhunu yazıyor. Dr. Ebubekir Sifil hocamız akide ve iman konusunu işliyor. Aydın Başar hocamız ülkemizin dış politika ve İslam dünyası uzmanı Mustafa Özcan beyle çok güzel bir söyleşi yaptı. Söyleşi Arap dünyasında ki isyanlar üzerine. Ersan Bilgin hocamız ise iktidar konusunu inceliyor. Mehmet Talu hocamız Hac ve Umre’yi anlatıyor. Memduh Başar Milli ahlak ve tarih şuurunu anlatıyor. Ahmet Haliloğlu ise “Kutlu doğum mu Mevlid mi” diye sorarak çığırından çıkan kutlu doğum kutlamalarına farklı bir bakış getiriyor. Fuat Türker İşte mutluluk budur diyor. M. Emin Karabacak eğitim ve çocuk psikolojisi üzerine yazılarına devam ediyor. Musa Karaca çocuk sayfası ile dergimize katkıda bulunuyor. Dergimiz dolu dolu. Emek veren tüm yazarlarımıza teşekkür ediyoruz. Allah Teâlâ kendilerinden razı olsun. Daha güzel Burhan’larda buluşa bilmek dileğiyle Allah’a emanet olunuz. AYLIK İLİM KÜLTÜR DERGİSİ Yıl: 6 Sayı: 68 İÇİNDEKİLER Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN 4 EY SÂRİYE! DAĞA DOĞRU, DAĞA DOĞRU! Mayıs 2011 SAHİBİ Burhan Basın Yayın Eğitim ve Tur. Ltd. Şti. SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ Serdar TAŞAR Zikri (Abdulğani Efendi Hz.) (1873-1939) Sanamerli Seyyid Hacı Ahmed Baba Hazretlerinin Halifesi 7 Dr. Ramazan ŞAHAN 8 Huda zikredeni çarelendirdi KÂİNATIN GÖZBEBEĞİ PEYGAMBERİMİZ (S.A.V.) HZ. MUHAMMED’E DAİR ŞİİRLERDEN BİR DEMET YAYIN DANIŞMANLARI Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR Nihat MORGÜL 14 Fetih ve Fatih Dr. Ebubekir SİFİL 20 Akide ve Amel Ahmet HALİLOĞLU 24 Kutlu Doğum mu Mevlid mi? Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN Yard. Doç. H. Murat KUMBASAR YAYIN KURULU Yusuf ELİBOL Ramazan ÇAKIR Aydın BAŞAR Salih AYDIN Musa KARACA Redaksiyon Röportaj Aydın BAŞAR 28 Mürsel LÜLECİ DAĞITIM ORGANİZASYONU Asim AYDOĞDU 0538 233 5000 Mustafa Özcan: “Arap dünyasındaki hareketler fıtrî/olması gereken hareketlerdir.” Ersan BİLGİN 32 “Onlara Eğer Yeryüzünde İktidar Verirsek…” M. Emin KARABACAK 34 Hz. Peygamber (s.a.v) Hayatında Öğrenilmiş Çaresizlik Var mıydı? Fiyatı Tek Sayı: 6 TL 1 Yıllık (12 Sayı) Abone: 72 TL 6 Aylık Abone: 36 TL Yurtdışı 1 Yıllık Abone: 75 Euro Hasan BAŞAR 36 Milli Ahlak Ve Tarih Şuuru Mehmet TALU 40 Huzur İkliminde İrşad Umresi Ahmet HALİLOĞLU 50 Ahmed Amiş Efendi Hazretleri Abonelik İçin Hesap Numaraları Posta Çeki No: 5091167 Türkiye Finans Sultanbeyli Şubesi Burhan Basın Yay.Eğt.Tur.Ltd.Şti. Müşteri No: 291928 IBAN:TR67 0020 6000 6300 2919 2800 01 Ziraat Bankası Sultanbeyli Şubesi Hesap No: 1673–44165588-5002 IBAN:TR690001001673441655885002 Aydın BAŞAR 54 Sivaslı Murat Amca Sebahaddin TÜZÜN 56 Sorumluluk Bilinci Yusuf ELİBOL 58 Muhabbet Bahçesi YAYIN VE İLETİŞİM ADRESİ Mehmet Akif Mah. Kuran Kursu Cad.No: 87 Sultanbeyli / İST. Tel: +9 (0216) 498 94 00 Faks: +9 (0216) 498 94 00 İNTERNET ADRESİ burhandergisi@hotmail.com burhandergisi@mynet.com www.burhandergisi.com Seyyid Ahmed er Rufai Hazretleri 60 Muhabbetin Alametleri BASKI Milsan A.Ş. 0212 697 1000 Ayşe BAĞCIVAN 62 Hayat… YAYIN TÜRÜ Aylık Süreli Yayın Gönderilen yazılarda editör ve yayın kurulu değişiklik yapabilir. Gönderilen yazılar iade edilmez. Yazılardan kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir. Yayınlanan reklamlardaki ürün ve hizmetlerin sorumluluğu reklam verene aittir. Fuat TÜRKER 64 İşte Büyük Mutluluk Budur! Musa KARACA 68 Burhan Çocuk Kainatın Gözbebeği Peygamberimiz (s.a.v) Hz. 8 Muhammed’e Dair Şiirlerden Bir Demet Dr. Ramazan ŞAHAN Akide ve Amel Dr.Ebubekir SİFİ 36 Milli Ahlak Ve Tarih Şuuru Hasan BAŞAR Sorumluluk Bilinci Sebahaddin TÜZÜN 62 20 Hayat… Ayşe BAĞCIVAN 56 Başyazı ÀÍYjºA ÄjºA A ÀnI “Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına” EY SÂRİYE! DAĞA DOĞRU, DAĞA DOĞRU! PROF. DR. MUSTAFA AĞIRMAN “Sizden önce yaşamış ümmetler içinde kendilerine ilham olunan (veli) kimseler vardı. Benim ümmetim içinde de kendisine ilham olunan (veli) biri varsa, o da hiç şüphesiz Ömer’dir.” Hz. Peygamber efendimiz vefat ederken (11/632) Arap Yarımadası Müslümanlar tarafından tamamen fethedilmişti. Hz. Ebû Bekir (r.a.) devrinde (632-634) fetih hareketleri Arap Yarımadası’nın dışına taştı. Bu dönemde açılan Irak ve Suriye cephelerinde cihâd eden sahâbe-i kiram efendilerimiz, gittikleri her yeri kolaylıkla fethediyor ve İslâm’ı daha uzak yerlere götürüyorlardı. Birinci halife Hz. Ebû Bekir (r.a.) zamanında iki olan fetih cephesi, ikinci halife Hz. Ömer (r.a.) zamanında (634-644) üçe çıktı. İslam orduları Irak, Suriye ve Mısır cephelerinde fetih hareketlerini devam ettiriyor ve Yüce Allah’ın yardımıyla gittikleri yerlerde gâlip geliyorlardı. Bu üç cephede de Hz. Peygamber’in dizinin dibinde yetişen sahâbe-i kiram efendilerimiz, dillere destan olacak başarılara imza atıyorlardı. Her biri velâyet makamına çıkmış olan bu veliler ordusu, kendilerinden sonra gelecek olan Müslümanlara da örnek oluyorlardı. Dört halife döneminde (632-661) ve ondan sonraki dönemlerde Yüce Allah’ın rızasını kazanmak ve O’nun dinini en uzak noktalara götürmek için cihad eden mücâhidlere Allah’ın yardımı kesilmeden devam etmiştir. Bilindiği gibi bu yardımlar sevgili Peygamberimizin mûcizesi, yardıma mazhar olan veli kulların da 4 kerâmeti olarak kıyâmete kadar devam edecektir. Biz, bu yazımızda Yüce Allah’ın, iki veli kuluna lütfettiği bir kerâmeti sizlerle birlikte müşâhede edeceğiz. “Ey Sâriye! Dağa doğru, dağa doğru… Kurdun hilesine karşı gaflet içinde olan çoban, koyunlarına zulmetmiş olur.” Hz. Peygamber efendimizin vefatından sonra Arap Yarımadası’nın kuzeyinden fetih hareketlerini başlatan İslâm orduları, Irak cephesinde Sâsânî İmparatorluğu ile, Suriye ve Mısır cephelerinde de Bizans İmparatorluğu ile savaşıyorlardı. Hz. Ömer zamanında Sâsânî İmparatorluğu’nun şehirlerinden bir çoğu fethedilmiş, sıra Nihâvend şehrine gelmişti. İslâm askerlerinin gösterdiği üstün gayretler neticesinde 21/642 yılında Nihâvend de fethedildi. Nihâvend’in fethi, Medine’deki Hz. Ömer’e haber verilince, o da vakit kaybetmeden ordunun küçük birliklere ayrılmasını ve her birliğin kendisine ayrılan bölgeyi fethetmesi emrini verdi. Bu birliklerden birinin başında da komutan olarak Sâriye bin Zenim el-Kinânî bulunuyordu. Hz. Ömer’in, Kilometrelerce öteden kendisine olan nidâsını duyan komutan Sâriye, onun emrini yerine getirerek ordusunu dağa doğru çekti ve yok olmaktan kurtuldu. Hem kurtuldu hem de düşmana karşı zafer elde etti. Dağı arkalarına alan İslâm ordusu, mücadeleye devam etti ve başarıya kavuştular. Sâsânî topraklarında ilerleyen Sâriye ve ona bağlı olan birlik, geçecekleri yol üzerinde bulunan bir düşman yığınağını hedef aldı ve düşmanların üzerine yürüdüler. Önce, İslâm ordusu baskın çıktı ve düşmanları kuşattı. Tam bu sırada düşmana yardım kuvveti geldi. Düşmanın sayısı artınca İslâm ordusu çok büyük bir tehlike ile, belki de tamamen yok olmakla baş başa kaldı. Şayet geri çekilir ve yakınlarındaki dağa arkalarını verirlerse kurtulabilirlerdi. İslâm ordusunun zor durumda kaldığı bu sırada Hz. Ömer, Medine’de Cuma hutbesini okuyordu. Hutbe esnasında gözlerini bir noktaya dikip şöyle nidâ etmeye başladı: Mayıs 2011 Hem komutan Sâriye hem de İslâm mücâhidleri, halifenin kendilerine olan emrini duymuş ve ona göre hareket etmişlerdir. Burada hem kerâmeti hem de itaatin neticesinde gelen fethi müşâhede etmekteyiz. (Geniş bilgi için bakınız: İbn Kesir, el-Bidâye ve-n Nihâye,VII,132.) Hz. Ömer’in oğlu Abdullah, konu ile alakalı olarak şunları anlatır: “Babam Ömer b. el-Hattab, bir Cuma günü hutbe okurken, hutbenin arasında aniden:“Ya Sâriye! Dağa doğru, dağa doğru! Haine güvenen aldanır.” dedi. Bu sözleri duyan cemaat şaşırıp birbirine bakmaya başladı. Cemaatin birbirine bakıştığını gören Hz. Ali: “Elbette, bunda bir mânâ vardır.” dedi. Namaz bittikten sonra Hz. Ömer’e niçin böyle söylediğini sordular. O da şöyle cevap verdi: “Düşmanların, askerlerimizi yenilgiye uğratmak üzere olduklarını gördüm. Ordumuz bir dağ eteği üzerinden ayrılmak üzereydi. Eğer arkalarını dağa verirlerse, düşmanla tek bir cep- 5 heden savaşırlardı. Şayet dağı bırakır da açığa çıkarlarsa helak olurlardı. İşte bu durumu görünce onların dağa sığınmalarını emrettim.” Bir ay sonra işte bu ordudan bir müjdeci geldi. O cuma günü babam Ömer’in hutbe esnasında söylediklerini duyduklarını haber verdi ve dedi ki: “Bu emir üzerine hemen dağı arkamıza aldık. Daha sonra da yüce Allah bize zaferi müyesser kıldı.”(İbn Hacer, el-İsâbe,2,3) günü bize saldırdı. Sabah namazından ta güneşin tepemize geldiği vakte kadar savaştık. Tam bu sırada: Ey Sariye! Dağa çekil, dağa!” diye nidâ eden bir ses duyduk. Hemen dağa sığındık. Daha sonra da Yüce Allah’ın izniyle düşmanı yenilgiye uğrattık.” Bu haber üzerine, Hz. Ömer’i kınayanlar: “Bu adamla uğraşmayın! O, Yüce Allah’ın lütuf ve keremine nâil olmuştur” dediler. (Ebu Nuaym, Delâil,) Aynı olayı Amr bin el-Hâris şöyle anlatır: “Cuma namazından sonra, Hz. Ömer ile çok samimi ve yakın arkadaş olan Abdurrahman bin Avf, halifenin yanına giderek ona şöyle dedi: “Beni en çok üzen, insanların dedikodu yapmalarına fırsat vermendir. Tam hutbe okurken birden: “Ey Sâriye! Dağa doğru, dağa doğru!” diye bağırıyorsun. Bu ne demektir? Ne demek istedin?” Hz. Ömer’i dinleyen ve “O, Yüce Allah’ın lütuf ve keremine nâil olmuştur.” diyenler çok haklıdır. Çünkü Hz. Peygamber onun hakkında şöyle buyurmuştur: “Sizden önce yaşamış ümmetler içinde kendilerine ilham olunan (veli) kimseler vardı. Benim ümmetim içinde de kendisine ilham olunan (veli) biri varsa, o da hiç şüphesiz Ömer’dir.”(Buhârî, Enbiya 54; Müslim, Fezâilü’s-sahâbe 23.) Hz. Ömer, arkadaşı Abdurrahman’ın sorusuna şöyle cevap verdi: “Vallahi, ben o sözü gayr-i ihtiyârî söyledim. Müslüman askerlerin bir dağ eteğinde savaştığını gördüm. Önlerinden ve arkalarından saldırıya uğruyorlardı. Bu hali görünce onların dağa doğru çekilmelerini istedim ve elimde olmadan “Ey Sâriye! Dağa çekil, dağa çekil!” diye bağırdım” Hz. Peygamber efendimiz bu hadis-i şerifi ile hem geçmiş ümmetler içinde hem de kendi ümmeti içerisinde veli kulların bulunduğuna işaret etmektedir. Hz. Ömer’in isminin açıkça zikredilmesi, onun velâyetinden kimsenin şüphe etmemesine yöneliktir. Hem sahâbî, hem veli, hem halife ve hem de şehid. Daha sonra Medine’de herkes bu ordunun habercisinin gelmesini bekledi. Nihayet, kumandan Sâriye’nin elçisi şu haberi getirdi: “Düşman, Cuma 6 Bize düşen böyle mübârek zatların hayatlarını çok okumak ve onların eteğine yapışarak Hz. Peygamber’in yanına varmak oradan da cennete ulaşmak. Rabbim hepimize bu şerefi nasip etsin. (Âmin) Mayıs 2011 H UDA ZİKREDENİ ÇARELENDİRDİ Gönül sifinesin uğrattım bahre Dalga sefinemi parelendirdi Yeni dertlerim çün vardım tabibe Tabip eski derdim tazelendirdi Dünyada çok çektim ah ile hasret Dostumdan muhabbet ağyardan mihnet Zannettim ki buldum akıbet sıhhat Bu hasret yüreğim yarelendirdi Muhibb-i sadıklar aldı yönümüz Derunum ahından çıkar ünümüz Gözlerken gele mi sürur günümüz Sürur günüm takdir karelendirdi Gönül şita oldu gelmedi bahar Nice ola bu hal leyl ile nehar Zikrî Hakk’ı zikret her şâm ü seher Huda zikredeni çarelendirdi Zikri (Abdulğani Efendi Hz.) (1873-1939) Sanamerli Seyyid Hacı Ahmed Baba Hazretlerinin Halifesi Mayıs 2011 7 ÀÍYjºA ÄjºA A ÀnI DR. RAMAZAN ŞAHAN “Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına” KÂİNATIN GÖZBEBEĞİ PEYGAMBERİMİZ (S.A.V.) HZ. MUHAMMED’E DAİR ŞİİRLERDEN BİR DEMET “Andolsun size kendinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, müminlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir.”1 Allah (c.c.), Peygamberimiz (s.a.v.) Hz. Muhammed’i Kur'ân-ı Kerîm’de övmüş,2 Tevrat’ta ismi Muhammed; İncil’deki ismi Ahmed diye bildirilen iki cihan serveri o Yüce Nebi, Allah Rasulü ve seçkin bir kul (Mustafa) olarak “Makam-ı Mahmud”3 denilen övgü ve sevgi makamını elde etmiştir. Bütün bu özellikleriyle onu gökte melekler; yerde insanlar ve bütün felekler sevmiş ve övmüştür. O’na dair binlerce eser yazılmıştır. Herkes kendi açısından onu övmeye çalışmış fakat O’nu Allah (c.c.) dışında hiç kimse layık olduğu şekliyle övememiştir. O’nu övenlerden bir zümre de şairlerdir. Sahabeden Şair Hassan b. Sabit (r.a.) ve Ka’b b. Züheyr (r.a.) gibi şairlerle başlayan bu gelenek asırlarca devam etmiş, günümüz şairlerine kadar süregelmiştir. Halen de günümüzde her şair kendi gücü nisbetinde O’nu övmeye, onunla ilgili “Naat”ler yazmaya çalışmaktadır. Mesela ülkemizin önemli şairlerinden Necip PEYGAMBER Fazıl KISAKÜREK, O’nunla ilgili 63 şirden oluşan “ES-SELAM” adlı şiir kitabını yazmıştır. Bu konuda Sen, fikir kadar güzel; artık özel derlemeler, “GÜLDESTE” adlı şiir kitapları Ve tek, birden daha tek ! yazılmakta, internet vb. elektronik-dijital ortamlarda O’nunla ilgili çeşitli şiirler yer almaktadır. Itrını süzmüş ezel ; Biz de burada O’na dair yazılan şiirlerden bir demet sunmak istiyoruz: Bir Arap şair O’nunla ilgili şunu söylemiştir: “Muhemmedün beşerün ve leyse ke’lbeşer Bel hüve yakûtun ve’n-nâsü ke’l-hacer.” Yani demek istemektedir ki: “Her ne kadar Muhammed de bir insan olsa da O, diğer insanlar gibi değildir. 8 Bal sensin, varlık petek.... Sensin ölüme hisar; Bâkisi hep inkisar... Sar bizi, çepçevre sar, Rahmet rûzgarı etek !.. Bilakis o yakut taşı gibidir, diğer insanlar ise normal çakıl taşı gibidir.” Kısacası ikisi de taş olmasına rağmen- bir çakıl taşıyla elmas taşı arasında elmas taşı kadar fark vardır. Her ne kadar Hz. Muhammed de bir insan olsa da diğer insanlarla Hz. Muhammed arasında Hz. Muhammed kadar fark vardır. N. Fazıl Kısakürek O’nun için şöyle demiştir: “Kurtarıcım, efendim, rehberim peygamberim! Sana uymayan ölçü, hayat olsa teperim” “O Allah’ın emriyle Kâinât Efendisi Varlığın tacı, varlık nurunun ta kendisi.” Milli Şarimiz Mehmed Akif Ersoy O’nu şöyle anlatmıştır: O'NUN ÜMMETİNDEN OL! Beri gel, serseri yol! O'nun ümmetinden ol! Sel sel kümelerle dol! O'nun ümmetinden ol! Sen, hiçliğe bakan yön! Hep sıfır, arka ve ön! Dosdoğru Kabe'ye dön! O'nun ümmetinden ol! Gel dünya, mundar kafes! Gel, gırtlakta son nefes! Gel, arşı arayan ses! O'nun ümmetinden ol! Solmaz, solmaz; bu bir renk Ölmez, ölmez; bin ahenk... İnsanlık; hevenk hevenk, O'nun ümmetinden ol! BİR GECE On dört asır evvel, yine böyle bir geceydi Kumdan, ayin on dördü, bir öksüz çıkıverdi! Lakin, o ne hüsrandı ki; Hissetmedi gözler; Kaç bin senedir, halbuki, bekleşmedelerdi! Nerden görecekler? Göremezlerdi tabi: Bir kerre, zuhur ettiği çöl en sapa yerdi; Bir kerre de, ma'mure-i dünya, o zamanlar, Buhranlar içindeydi, bugünden de beterdi. Sırtlanları geçmişti beser yırtıcılıkta; Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi! Fevza bütün afakını sarmıştı zeminin, Salgındı, bugün şark'ı yıkan, tefrika derdi. Derken, büyümüş, kırkına gelmişti ki öksüz, Başlarda gezen kanlı ayaklar suya erdi! Bir nefhada insanlığı kurtardı o masum, Bir hamlede Kayserleri, Kisraları serdi! Aczin ki, ezilmekti bütün hakkı, dirildi; Zulmün ki, zeval aklına gelmezdi, geberdi! Alemlere rahmetti, evet, Şer'-i mübini, Şehbalini adl isteyenin yurduna gerdi. Dünya neye sahipse, onun vergisidir hep; Medyun ona cemiyyeti, medyun ona ferdi. Medyundur o Masum'a bütün bir beşeriyyet... Ya Rab, bizi mahşerde bu ikrar ile haşret.4 Mayıs 2011 9 Ya Muhammed cânım arzular seni Ali ile Hasan Hüseyin anda Sevgisi gönülde mahabbet canda Yarın mahşer günü olur dîvânda Ya Muhammed cânım arzular seni Arafat dağıdır bizim dağımız Anda kabul olur bütün duamız Medine’de yatar Peygamberimiz Ya Muhammed cânım arzular seni Yûnus medh eyledi seni dillerde Dillerde dillerde hem gönüllerde Ağlayı ağlayı gurbet illerde Ya Muhammed cânım arzular seni YUNUS EMRE DE ONU ŞU ŞEKİLDE ÖVMÜŞTÜR: Adı Güzel, Kendi Güzel Muhammed! Canım, kurban olsun senin yoluna, Adı güzel, kendi güzel Muhammed! Gel şefâat eyle kemter (asi) kuluna, Adı güzel, kendi güzel Muhammed! Mümin olanların çoktur cefâsı, Âhirette olur zevk-u safâsı. On sekiz bin âlemin Mustafâ’sı, Adı güzel, kendi güzel Muhammed! Yedi kat gökleri seyrân eyleyen, Kürsînin üstünde cevlân eyleyen, Mîrâcda, ümmetin Hak’tan dileyen, Adı güzel, kendi güzel Muhammed! Ol çâriyâr anın gökler yâridir, Anı seven günahlardan beridir, On sekiz bin âlemin serveridir, Adı güzel, kendi güzel Muhammed YÛNUS n’eyler iki cihânı sensiz, Sen hâk peygambersin şeksiz şüphesiz! Sana uymıyanlar, gider îmânsız, Adı güzel, kendi güzel Muhammed! O’NA OLAN AŞK VE SEVGİSİNİ İSE ŞU ŞİİRİYLE DİLE ERZURUMLU AŞIK SÜMMANÎ BİR ŞİİRİNDE ONUNLA İLGİLİ ŞUNLARI SÖYLEMİŞTİR: Çar anasırdan halk etti ta ezel Hak Adem’i Cennetten sürgün ettiler hâke bastı kademi. Çıktı Serendip dağına ah-ü figan eyledi Affetti Mevlâ günahın, murad aldı encemi. İsmail sahrada doğdu çünkü Hacer anadan Ayağını yere vurdu izhar etti zemzemi. Came sevki nûş eyledi Şahmeran şerbetinden Cümle çiçek sada verdi anda yaptı merhemi Çün Yunus’u yuttu balık kaldı umman içinde Gece gündüz rica etti dedi: “Gönder çaremi.” Geçirmeyip beş vaktini borcun eda eyledi Getirmedi lisanına asla dünya kelami. Yakub’a hasretlik verdi Yusuf-u Kenan için Cihanı suya gark etti Nuh’a yüzdürdü gemi. Der Sümmani: “Muhabbetten hasıl oldu Muhammed Onun için halk eyledi on sekiz bin alemi.” GETİRMİŞTİR: Arayı arayı bulsam izini İzinin tozuna sürsem yüzümü Hak nasip eylese görsem yüzünü Ya Muhammed cânım arzular seni Bir mübârek sefer olsa da gitsem Kâbe yollarında kumlara batsam Hub cemâlin bir kez düşde seyretsem Ya Muhammed cânım arzular seni Zerrece kalmadı gönlümde hile Sıdk ile girmişem ben bu hak yola Ebu Bekir, Ömer, Osman da bile 10 Mayıs 2011 Not: Peygamberimiz’i (s.a.v.) yüceltmek için genelde yukarıdaki konu vurgulanır ve ilgili; “Sen olmasaydın, Ben, eflâkı (âlemleri) yaratmazdım.”5 hadîsine işaret edilir. Hadis kriterlerine göre çok sahih olmasa da bu söz tasavvuf erbabı arasında yaygın ve meşhur bir sözdür.6Bunun hadis olup olmamasını ehline7bırakarak bizler O’nu öven şairlerin şiirlerinden birkaç örnek vermek istiyoruz: MİM TASAVVUF EHLİ, HAK AŞIĞI, HALK OZANI BAŞKA ŞAİR O’NU ŞÖYLE TASVİR ETMİŞTİR: BİR BAĞLAMIŞ Seni gören akıl zây'olur elbet Servi serin halka saye bağlamış. Ne boyda ser çektin ey serv-i kâmet. “Elif” zülfün, serin “Bâ”ya bağlamış. Yanağın “Tebârek-Kadsem’” suresi 8 “Er-Rahmân” okunur cismin turası.9 “Alleme'l-esmâ”da ismin süresi, İki “mim” bir “dal”ı “hâ”ya bağlamış. 10 Celâli sâildir kapında dilber. Hüsnün pertevinden bir buse ister Dediler muteber bir delil göster Dedim hüccet “Ve’d-Duhâ”ya bağlamış.11 ....................................... Zay: yitirmek; Ser: Baş; Kamet: Boy, endam; Sail: Dilenci, isteyen; Pertev: Işık, nur; Hüccet: Delil. 12 cağında im” e aşk o M d “ in ü s r d e n fd ilim dö Lâm-eli dikçe d e d ağında ” f li ”. udret b k Ben “E ış di “mim lm n a e ç p , m ” ale ı “mim Yed-i k ”, imlâs im da, m “ i z otağın ö Kalem in d n da i seme dudağın , h â ş O serviş 13 ğında r beslem nân ba mim”. â “ c Yedi nâ i r d o n e ıy b ak ak im”, Dört ırm özesi “m g , ” re, im i “m o dilbe Çeşmes m ben u ld o âşık zbere. Çoktan aldım e im t t e 14 p re, ita m defte İsmin k “mim”. a i z a d y n e li k Cela “mim”, İstedim durağı , ” im m Ülkesi “ BABA ELALİ C U L RT BAYBU . . . . .... .......... . . d; . . . . . . . . hamme im: Mu ah; M lvi; Elif: All erv: Se sihat; S a N : d at. Pen e güzel Çevik v : d n e Sem Sendeki güzellik ey Hüsn-ü Şikâr. 15 Ne alem, ne Adem ne cihanda var. 16 Hüsnün cilasında açılan buse, Ne Yakup ne Yusuf ne Kenan’da var.17 Kipriklerin oktur tutmuş alemi. Kaslarını yazmış kudret kalemi. Sen hüsn-ü cilanın metin tamamı. Hem Zebur hem Tevrat hem Kur’an’da var. Zulmet geceleri kılarsın ruşan. 18 Cemalin görenler olur perişan. Sendeki alamet sendeki nisan Ne huri ne melek ne ğılmanda var. 19 Sana dost demişti ol Gânî Hudâ Seninçün bu âlem geldi mevcûda. 21 Sendeki muhabbet sendeki sevdâ, Ne Mecnûn ne Leylâ ne Hicran’da var.22 Kaşların fermandır, gözlerin hakim Şems ile kameri edersin mahkum Sendeki adalet sendeki hüküm Ne Davut ne oğlu Süleyman’da var. 20 Mayıs 2011 BAYBURTLU AŞIK HİCRÂNÎ 11 ŞEMAİL 23 Ne uzun ne kısa kararında boy. Soyu İbrahim’den ne asil bir soy. Saçları hoş siyah dalgalı bir koy. Kemâlini giydir beni benden soy Âlemlere rahmet yüzünü göster Bu kul varlığından soyunmak ister Seni ilk görenler korku çekermiş Sonra ülfet eder hemen severmiş Benzerini asla görmedim dermiş Erenler yolunda giderek ermiş Benzeri bulunmaz yüzünü göster Gönüller nurunla yıkanmak ister Güneş pervânesi o güzel yüzün Nurundan ışığı vardır gündüzün Solmaz bir gül rengin ne kış ne güzün Tecelli ediyor yüzünde özün Hasretim, yanarım, yüzünü göster Kölen bu devletle avunmak ister Zâtının nûrundan vermiş sana can Hilkate ruhunla başlamış Rahman Yûsuf’ta yok sende olan hüsnü an Ahlâkındır Senin, mûcize Kur’an, Alemlere Rahmet, cemâlin göster Kölen rahmetine sığınmak ister Simsiyah gözlerin âhû misâlin Dâim Hakk’a bakar her an visâlin Beyazı ölçüsü gözde kemâlin Kaşların sûreti gökde hilâlin, Râzıyım rûyada yüzünü göster Âşık maşukuna can sunmak ister Ümmetin üstüne titreyen sensin Müjdeci, uyaran, gel diyen sensin Kulunu Allah’a sevdiren sensin Gecemi gündüze çeviren sensin Ey Hakk’ın şâhidi yüzünü göster Kul şehâdetinle tanınmak ister Bir tutam sakalın birkaçı beyaz Mübarek vücudun serin kış ve yaz Cânımı yoluna kurban etsem az Dostlar defterine köleni de yaz Açıver kapını yüzünü göster Gönül hasretinden yakınmak ister Hakk’ın halilisin, habibi sensin Gönüllerin eşsiz tabibi sensin En güzel hutbenin hâtibi sensin Ümmetin en büyük nasibi sensin Aşkımın Leylası yüzünü göster Gönül seni gözden sakınmak ister Duyular mükemmel, dişleri inci Kokusuna tutkun, yaşlısı genci Yürürken koşmadan olur birinci Kapına gelmiş bir garip dilenci Açıver ne olur yüzünü göster Garip ayağına kapanmak ister Yukarıdan aşağı heybetle iniş Yürüyüşünde var hep bu görünüş Âdetin baktığın tarafa dönüş Bize nasip olsun hayırlı bir düş Kerem et ne olur yüzünü göster Kim böyle bir düşten uyanmak ister 12 En güzel, en üstün ahlak senindir Cömertlikte kemâl el-hâk senindir Şefaatte en son durak senindir Miraç senin, Refref, Burak senindir Sen gördün, bize de cemâlin göster Pervâne şem’ine hep yanmak ister 24 PROF. DR. HAYRETTİN KARAMAN 24-1-1992 de Mekke'de tamamlandı. H.K. Mayıs 2011 KAN TUTAR Sen bir elmas topu, insanlar kaya! 31 Sen arşa uçarsın, gayrisi yaya. El açıp, yalvarıp Yüce Mevlaya Bizlere de imdâd, şefâat eyle!... Leblerimle emrine âmâdedir cânım benim Alda bir bûseyle öldür haydi cânânım benim Lâl olur birden dilim bilmem neden görsem seni Görmesem kalmaz karârım dinmez efgânım benim. Mû’cizen Kur’an’dır, canlı bir misâl! Cihanda kendine kendinsin emsâl! Hasta gönlüm çok zamandır iftirâkından harâb Zaman tükeniyor, yakındır visâl. Olmadım bir lahza rahat geçti devrânım benim. Bizlere de imdâd, şefâat eyle!... Mübtelâyım bir ümitsiz gizli derdin zehrine Bu sebepten her geçen gün düştü dermânım benim. Olamadık sana layık bir ümmet! Terk ettik vâcibi, değil ki sünnet! Yok teselliden nasîbim vermeyin zahmet bana Hakk’ın rahmeti bol, geniştir cennet. Etmeyin bunca eziyet az mı hicrânım benim. Bizlere de imdâd, şefâat eyle!... Kan tutar sen her bakışta kastedersen cânıma Ne geldi gönlüme, aynını yazdım. Yâremi sar merhem ol da akmasın kânım benim. Belki bu hâlimle ruhunu üzdüm! Arif Emre her ne etse râzıdır fermânına Biz davadan caydık, ben yoldan azdım. Sahibimsin hem efendim hem de sultânım benim. Bizlere de imdâd, şefâat eyle!... Süleyman Arif Emre Aşık Yaşar Reyhani ise O’na dair, O’nun yaşadığı şehirle ilgili çeşitli şiirler yazmış ve türküler bestelemiş, bir şiirinde şöyle demiştir: Ey Nebiyy-i Zî-Şân! Şâh-ı dü-cihân! 32 Gönder gül bağından bize bir reyhân! Gedâdır kapında, yalvarır Şahan, Bizlere de imdâd, şefâat eyle!... RAMAZAN ŞAHAN .............................................. Bana derler senin orda neyin var? Alemin destini tutan ordadır. Nebiler serveri Hz. Muhtar, Kudretin sırrına yeten ordadır. Melekler dolaşır solu sağında. Keramet toprağı var ayağında. O senin mübarek sevda bağında, Aşığın Reyhani öten ordadır. 1) Tevbe suresi, 9/128. ayet. 2)Tevbe 9/128; Enbiya 21/107; Kalem, 68/4; vs. 3)İsra 17/79. 4)Mehmed Akif Ersoy, Safahat, Yedinci Kitap/Gölgeler, İz Yay. İstanbul 1991, s. 486. 5)Aclûnî, Keşfu’l-Hafa, H. No: 2123. 6)Sünen-i Dârimî, Mukaddime, B. 29, No: 300.; Ahmed İbn Hanbel, Kitabu’z-Zühd, C. 2, Sh. 379, No: 1521. 7)“Sen olmasaydın, Ben eflâkı (âlemleri) yaratmazdım.” sözü hakkında Aliyyu’l-Kari, mevzû’ olduğunu söylemiştir. (Zayıf Hadîsleri Öğrenme Metodu, s. 99.). 8)Halk arasında Tebarake diye bilinen mülk suresi ve Kad semia’ diye başlayan Mücadele suresi aynı zamanda Kur’an’da 28. ve 29. cüz başlarıdır. Halkımız bunları çok okur, Kur’an eğitiminde bunları kullanır ve oldukça saygı gösterir. 9)Er-Rahman: Rahman Suresine atıf. 10)Bakara 2/31. Ayete telmih vardır. Allah (c.c.) Hz. Adem’e isimleri öğretirken O’nun adını Evet! Bu satırların yazarı olarak bizler de aşağıdaki mısraları kaleme aldık… Allah (c.c.) şefaatlerine nail eylesin… ŞEFÂAT Y RASÛLELLAH! Ey iki cihânın şemsi ve mâhı! 25 Garîblerin yârı, şahların şâhı! Hakk’ın sevgilisi, Habîbullahı, Bizlere de imdâd, şefâat eyle!... “MUHAMMED” diye belirlemiştir. Bunun Arapça yazılışında ise İki MİM; bir H ve bir de DÂL harfi vardır. Bunların hepsi de birbirine bitişik, bağlı yazılıdır. ( ٌ) َّد َمحُم11)Kur'ân-ı Kerîm’in 93. Duhâ ve 94. İnşirah sureleri Peygamberimiz (s.a.v.) Hz. Muhammed’i anlatan iki veciz suredir. Bunlara işaret etmektedir. 12)“Lâm-Elif” Kelime-i Tevhidin ilk harfidir. Ben “Lâ ilâhe illellâh= Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur.” derken; dilim, kalbim ve gönlüm “Muhammedun rasûlullah = Muhammed Allah’ın elçisidir.” diye söylemeye başladı. Mim de Muhammed’in ilk harfidir. 13)Peygamberimizin farklı özelliklere sahip 4 halifesi vardır. Hepsinin de kaynağı Hz. Muhammed’dir. 14)Ülkesi: Mekke; Durağı: Medine; Kendi: Muhammed (s.a.v.). 15)Ey peşinden koşulması gereken güzel dost! Sendeki güzellik hiçbir şeyde yoktur. 16)Bakara 2/30-35; İsra 17/70; Tin 95/4. 17)Yusuf’un güzelliği için bkz. Yusuf Suresi, 12/8-9, 19, 23-24, 31-32, 93. ayet. Peygamberimiz (s.a.v.) Bütün alemlere rahmetsin rahmet!!! Sana yâr olanlar çeker mi zahmet? Dünyada olmazsa, ahrette. Evet! Bizlere de imdâd, şefâat eyle!... 27 26 Doğdun gül misâli, baharda açtın! Olmadı Mekke’de, Yesrîb’e göçtün!!! 28 Ölmedin, Refîk-i A’lâ’ya uçtun! 29 Bizlere de imdâd, şefâat eyle!... ondan da güzeldir. 18)Peygamberimizin nurlu yüzü karanlıkları aydınlatmaktadır. Ahzab 33/45-46. 19)Duhan 44/54; Tûr 52/20, 24; Vakıa 56/22-23. 20)Davûd ve Süleyman’nın adaleti için bkz. Enbiya 21/78-79; Neml 27/ 15-31; Sâd 38/21-26. 21)“Ey Muhammed! Sen olmasaydın ben bu alemleri yaratmazdım.” Hadîs-i Kudsî. Buna telmih ve işaret ediyor. 22)Leyla ile Mecnun’un aşkları meşhurdur. Bayburtlu Aşık Hicrânî’nin rüyasında gördüğü sevgilisinin adı da Leyla’dır. Leyla, Suriye’nin Halep Şehri’nde Hurşit Ağa’nın kızı imiş. Yıllarca onun aşkıyla yanıp tutuşmuş, fakat kaderde kısmet olmadığı için Aşık Hicranî gidip sevgilisine kavuşamamıştır. Mısrada buna işaret etmekte, Onu dile getirmektedir. 23)(Allah Rasulü'nün manzum resmi; salât O'na, selâm O'na) 24)Dert Söyletir adlı şiir kitabından alınmıştır. 25)Ey iki dünyanın Güneşi ve Aydınlatıcısı. 26)Âl-i İmran 3/159; Tevbe 9/128-129; Enbiya 21/107. Evet, bu âyetlerde zikredildiği gibi O (s.a.v.) bütün âlemler için şefkat ve merhamet timsalidir. 27)O’nun (s.a.v.) doğum tarihi: 20 nisan 571. (12 Seni vasf eylemek düşer mi bize?!! Câiz mi huzurda girişmek söze?!! Eğer Cenâb-ı Hak verirse vize, 30 Bizlere de imdâd, şefâat eyle!... Bilmem ne söylesem methine dâir?! Seni övmüş, yazmış binlerce şâir. Tamâmen olsak da âsî ve sâir, Bizlere de imdâd, şefâat eyle!... Mayıs 2011 Rebîü’l-evvel) Pazartesi idi. Doğumuyla bahara bahar zevki verdi.28)Yesrîb: Medîne-i Münevvere demektir. O (s.a.v.) oraya hicret etmeden önceki adı “Yesrîb” idi. O (s.a.v.) oraya göçtükten sonra orası “Medînetü’nNebî=Peygamber şehri” ismini almıştır. 29)Refîk-i A’lâ: En Yüce Dost. Allah (c.c.) 30)Allah (c.c.) izin vermeden hiçbir kimse şefaat edemez. Bunun için bkz. Bakara 2/255; Yûnus 10/3; Taha 20/109; Enbiyâ 21/28; Sebe 34/23; Zümer 39/44; Necm 53/26. 31)“Muhemmedün beşerün ve leyse ke’l-beşer. Bel hüve yakûtun ve’n-nâsü ke’l-hacer.” Şiirine atıf vardır. O (s.a.v.) beşerin zirvesinde bir beşerdir. Örnek ve model insandır. 32)Ey şanlı şerefli Peygamber! Ey iki dünyanın Şâhı! 13 ÀÍYjºA ÄjºA A ÀnI “Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına” FETİH FATİH VE NİHAT MORGÜL nihatmorgul@gmail.com er yıl 29 Mayıs İstanbul’un fetih yıldönümü olarak kutlanmaktadır. Bu vesileyle fetih ve Fatih tekrar gündemimize girmiş oldu. Hazreti Peygamberimizin İstanbul’un fethi ile ilgili şu hadisi meşhurdur; H İnsanda üç kap (boşluk) var; mide, kalp, kafa. Bu üç bölgemiz işgal altındaysa nasıl fetih yapılabilir ve bu toplumdan Fatihler nasıl çıkabilir? Midemizde haram lokma ve faiz kalıntıları, kafamızda batıl ve batılı düşüncenin şüpheleri, batılı olmanın hayalleri, kalbimizde başka dünyaların sevgileri, muhabbetleri, hayalleri olduğu müddetçe nasıl fatih olabiliriz? 14 “İstanbul mutlaka fetholunacak. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandan, onu fetheden asker ne güzel askerdir.” Bu konuya gelmeden önce İslam’ın fetih anlayışını değerlendirmek yerinde olur kanaatindeyim. FETİH, HUDEYBİYE’DEN BAŞLAR Hazreti Peygamber Efendimiz (s.a.s.) yurtlarından kovulan Mekkeli müslümanlar ve onlara kucak açan Ensar ile beraber sırf Kâbe’de ibadet etmek için Medine’den yola çıktılar. Hudeybiye mevkiinde mola verdiler. Mekkeliler onları bu kutsal şehre sokmak istemiyorlardı. Yapılan görüşmelerde Mekkeliler çok ağır şartlar ileri sürdüler. Buna göre; Fethedilecek bir Mekke’miz olmadığından mı dedelerimiz fetihler yaparken bizler sadece fetih günleri yapıyoruz? - Anlaşma metninin başından “Allah’ın peygamberi Muhammed” ifadesi silinip yerine Abdullah’ın oğlu Muhammed ifadesi yazılacak. - Müslümanlar bu yıl Mekke’yi ziyaret etmeden geri dönecekler, ziyaret bir yıl sonra gerçekleşecek. - Mekkelilerden kim Müslüman olursa geri iade olunacak fakat Müslümanlardan vazgeçip Mekkelilere sığınanlar Müslümanlara iade edilmeyecek. - Bu anlaşma on yıl süre ile geçerli olacak. Peygamberimiz Mekkelilerin bu ağır şartlarını kabul etmişti. Şartların ağırlığı müslümanların morallerini bozdu. Bu moral bozukluğu ile Medine’ye dönerlerken yolda Fetih Suresinin ilk ayeti nazil oldu; “Biz sana açık bir fetih ihsan ettik.” Müslümanlar için hezimet gibi görülen anlaşmayı bu ayette Allah Teâlâ “fetih” diye isimlendiriyordu. Nitekim barış ortamında müslümanlarla daha fazla ilişki kuran, böylece İslam’ı da yakından tanıyan insanlar hızla Müslüman oldular. Müslümanların sayısı hızla arttı. Ayet-i kerime müslümanlara ve tüm insanlığa yeni bir kavram öğretti; fetih. Düşmanı öldürmek, katletmek, yok etmek değil, onu fethetmek. FETİH; İNSANI İSLAM’A AÇMAK Kuran’dan öğreniyoruz ki fetih toprak kazanmak, ülke kazanmak, dünyalık kazanmak değil, insan Mayıs 2011 kazanmak, iman kazanmak, gönül kazanmaktır. Fetih, açmaktır. İnsanın gönül kapısının İslam’ın güzelliklerine açılmasıdır. Fetih İnsanla İslam’ın arasına giren engellerin kaldırılmasıdır. İslam’la insanın buluşturulmasıdır. Bu yüzden bir çok insanın İslam ile buluşup iman etmesine vesile olan Hudeybiye barış anlaşması Kuranda “açık bir fetih” olarak isimlendirilmiştir. Buna göre asıl zafer insanların İslam inancını kabul etmeleri ve iman hakikatlerinin daha çok insanın yüreğinde yeşermesidir. Tüm bu amaçların gerçekleşebilmesi için öncelikle insanın yaşatılması gerekir. Örneğin Peygamber efendimiz (s.a.s.) mümkünse hiçbir insanın burnu bile kanamadan Mekke’yi fethetmek istiyordu. Bunun içinde bazı tedbirler almıştı. 1. Hazırlıklarını gizli bir şekilde yürütmüştür. 2. Asker sayısının çok gözükmesi ve direniş olmaması için gece vakti on bin ateş yaktırdı. 3. Aynı maksatla müslümanların elinde esir düşen Mekke’nin o zamanki lideri Ebu Süfyan’ın önünde askeri resmi geçit töreni yaptırdı! Mekke lideri Ebû Süfyan müslümanların gücünü gördü ve müslüman oldu. 4. İslâm ordusu dört koldan şehre girdi. 15 5. Peygamberimiz mecbur kalınmadıkça kan dökülmemesini emretti. Evlerinin kapısını kapatanlar, silahlarını bırakanlar, Mescid-i Haram'a ve Ebû Süfyan'ın evine girenlerin emniyette olacağını ilan etti. Yaralıların, arkasını dönüp kaçanların ve esirlerin öldürülmeyeceğini askerine tembih etti. Mekke fethedildi. Peygamberimiz Kâbe'yi putlardan temizledi. Onu tavaf etti. Orada toplanan, kendisine ve tüm müslümanlara olmadık eziyetler eden azılı müşrikler için genel af ilan etti. Zaferin de bir ahlakı olduğunu tüm dünyaya ilan etmiş oldu. Mekke’ye henüz müslüman olmuş bir Mekkeliyi vali tayin etti ve oradan ayrıldı. Çünkü onun gayesi iktidar mücadelesi veya dünya malı değildi. İşte fetih buydu. Fethetmek işgal etmekten farklıdır. İşgalin tek amacı sömürmektir. İnsanı ve ona ait olan her şeyi sömürmek... İşgalci, savaş yoluyla elde ettiği ülkeyi ve bölge insanını yok etmek, sindirmek, korkutmak ister. Dökebildiği kadar kan döker. Ona göre ne kadar insan ölürse kendi gücünün büyüklüğü, karşı konulamazlığı o kadar çok hissedilecektir. Neticede insanlar korkacak ve kendi egemenliğine boyun eğecektir. İnsanlık tarihi işgalin en kötü örneklerini görmüştür ve hala görmeye devam etmektedir. İşte Irak işgali, Afganistan işgali… Özetle İşgal, yok etmek, öldürmek, toprağına, canına, malına hâsılı insana ait her şeyi onun elinden almaktır. Fatih, öncelikle büyük bir iman sahibidir. İnancı tamdır. Zafere olan inancı kesindir. İstanbul’un fethini müjdeleyen hadisin en başındaki “Kostantiniyye kesinlikle fetholunacak” ifadesi öncelikle fethe inanmayı zorunlu kılıyor. Fatih’in inancı zayıf, zihni bulanık olmamalı. Yaptığından emin olmalıdır. 16 Mayıs 2011 Fetih, yaşatmak, gönül vermek, gönül almak, ruhunu diriltmek, gönül kapılarını açmak, onu kendi iradesiyle kula kulluktan kurtarmaktır. Bundan dolayı müslümanların müslüman olmayanlara karşı kazandıkları zaferlere fetih denir. Fakat müslümanların başka müslümanlara karşı kazandığı mücadelelere fetih denmez. Yavuz Selim Şam’ı, Mısır’ı aldı, topraklarına kattı denir ama Mısır’ı fethetti denmez. Çünkü oraların ahalisi zaten müslümandı. Cihat ise insanlara İslam’ı duyurmak için yapılan tüm mücadelelerin ortak adıdır. Cihad’ın gayesi fetihtir. Bazen fethe muvaffak olunur bazen olunmaz. Müslüman ise bu uğurda çalışmakla mükelleftir. tevekkül, zaferi getirecek sebeplere sarılmaya engel değildir. Hazreti Fatihte İstanbul’un geçit vermez surlarını aşmak için zamanın en büyük toplarını döktürmüştü. Kişinin amacı iktidar mücadelesi, güç gösterisi, şan şöhret kazanma arzusu olmamalıdır. Fatih gönül avcısıdır. İnsanlara hizmet etmeyi ve onların gönlünü almayı en büyük zafer kabul eder. Hazreti Fatih Sultan Muhammed Han da tıpkı Peygamberimiz gibi fetihten sonra genel af ilan etmiş ve herkesin özgürce kendi dinini yaşayabileceğini ilan etmişti. İstanbul’un yağmalanmasını insanlara zarar verilmesini yasaklamıştı. Fatih’in hayalleri ve planları vardır. Unutulmamalıdır ki gemilerin karada da gidebileceğini düşünmek bir çok Mehmet arasından sadece bir tanesini “Fatih” yapmıştı. SİZİN MEKKE’NİZ NERESİ? Bir vesileyle Filistinli bir öğretmenle tanışmıştım. Oğlunun adını İmaduddin koymuştu. Neden diye sordum. Bana şu tarihi cevabı verdi; İmaduddin, Eyyubi devletinin sultanıdır. Ondan sonra yerine Nureddin (zengi) geldi. O da Selahaddin’i yetiştirdi. Selahaddin Eyyubi ise Kudus’ü haçlı işgalinden kurtardı! İnşaallah benim çocuğumdan bir Nureddin, ondan da bir Selahaddin doğacak. O da Kudus’ü Yahudi işgalinden kurtaracaktır. Filistinli bu genç öğretmenin bir hayali, bir hedefi, fethedilecek bir Mekke’si var. Ya bizim Mekke’miz neresi? Yoksa henüz fethedilecek bir Mekke’miz bile yok mu? O zaman neden fetih günleri yapıyoruz? Fethedilecek bir Mekke’miz olmadığından mı dedelerimiz fetihler yaparken bizler sadece fetih günleri yapıyoruz? FATİH KİMDİR? Fatih, öncelikle büyük bir iman sahibidir. İnancı tamdır. Zafere olan inancı kesindir. İstanbul’un fethini müjdeleyen hadisin en başındaki “Kostantiniyye kesinlikle fetholunacak” ifadesi öncelikle fethe inanmayı zorunlu kılıyor. Fatih’in inancı zayıf, zihni bulanık olmamalı. Yaptığından emin olmalıdır. İkincisi zamanının imkanlarını bilmeli ve kullanmalıdır. Hazreti Peygamberimiz Hayber kuşatmasında mancınık kullanmıştı. Allah’a iman ve Mayıs 2011 Onun maneviyatı güçlüdür. Hazreti Peygamberimiz Bedirde tüm askeri tedbirleri almış olmasına rağmen son gece sabaha kadar göz yaşı dökmüş, rabbine yalvarmıştı. Fatih Sultan Muhammed Han da gazelinde “Enbiya vü evliyaya İstinadum var benüm” bu manevi yönden destek aldığını vurgulamıştır. Fetih müyesser olmasında mücahitlerin gayreti ve cesareti kadar Allah dostlarının duası ve himmeti de unutulmamalıdır. Dedeleri cihat yapardı, torunları chat (çet) yapıyor! Kim kimi fethedebilir? İşgal altında olanlar fethe kendinden başlamalı (değil mi?) İnsanda üç kap (boşluk) var; mide, kalp, kafa. Bu üç bölgemiz işgal altındaysa nasıl fetih yapılabilir ve bu toplumdan Fatihler nasıl çıkabilir? Midemizde haram lokma ve faiz kalıntıları, kafamızda batıl ve batılı düşüncenin şüpheleri, batılı olmanın hayalleri, kalbimizde başka dünyaların sevgileri, muhabbetleri, hayalleri olduğu müddetçe nasıl fatih olabiliriz? Bu durumda, önce kendimizi fethetmemiz, gözümüzü ve gönlümüzü, nefsimizi ve neslimizi işgale karşı mevzi mevzi savunmamız ve önce onu özgürleştirmemiz gerekmiyor mu? Sonra komşumuzu, sıra arkadaşımızı, sınıf arkadaşımızı, meslektaşımızı bir hatadan döndürmek, onu namazla, Kuranla, İmanla ve İslam’la tanıştırmak günümüz insanının en büyük cihadı ve fethidir. FATİHLERE SELAM OLSUN, FETHİNİZ MÜBAREK OLSUN… 17 FETİH MARŞI Yelkenler biçilecek, yelkenler dikilecek; Dağlardan çektiriler, kalyonlar çekilecek; Kerpetenlerle surun dişleri sökülecek Yürü, hala ne diye oyunda oynaştasın? Fatihin İstanbul’u fethettiği yaştasın.! Sen de geçebilirsin yardan, anadan, serden.... Senin de destanını okuyalım ezberden... Haberin yok gibidir taşıdığın değerden... Elde sensin, dilde sen, gönüldesin baştasın... Fatihin İstanbulu fethettiği yaştasın.! Yüzüne çarpmak gerek zamanenin fendini... Göster: Kabaran sular nasıl yıkar bendini? Küçük görme, hor görme, delikanlım kendini Şu kırık abideyi yükseltecek taştasın; Fatihin İstanbulu fethettiği yaştasın.! Bu kitaplar Fatihtir, Selimdir, Süleymandır. Şu mihrap Sinanüddin, şu minare Sinandır. Haydi artık uyuyan destanını uyandır.! Bilmem, neden gündelik işlerle telaştasın Kızım, sen de Fatihler doğuracak yaştasın.! Delikanlım, işaret aldığın gün atandan Yürüyeceksin... Millet yürüyecek arkandan! Sana selam getirdim Ulubatlı Hasandan.... Sen ki burçlara bayrak olacak kumaştasın; Fatihin İstanbulu fethettiği yaştasın.! Bırak, bozuk saatler yalan yanlış işlesin! Çelebiler çekilip haremlerde kışlasın! Yürü aslanım, fetih hazırlığı başlasın... Yürü, hala ne diye kendinle savaştasın? Fatihin İstanbul’u fethettiği yaştasın.! ARİF NİHAT ASYA 18 Mayıs 2011 GAZEL "İmtisal-i Cahidü fi'llah olubdur niyyetüm Din-i İslam'un Mücerred Gayretidür Gayretüm Fazl-ı Hakk u Himmet-i Cünd-i Ricaullah İle Ehl-i Küfri Serteser Kahreylemekdür Niyyetüm Enbiya Vü Evliyaya İstinadum Var Benüm Lütf-i Hakk'dandur Heman Ümmid-i Feth ü Nusretüm Nefs ü Mal İle N'ola Kılsam Cihanda İctihad Hamdülillah Var Gazaya Sadhezaran Rağbetüm Ey Muhammed Mücizat-ı Ahmed-i Muhtar İle Umarum Galib Ola A'da-yı Dine Devletüm " Avnî FATİH SULTAN MEHMET HAN Gazelin Günümüz Türkçesine Çevrilmiş Şekli : "ALLAH Yolunda Savaşmaktır Niyetim İslam Dininin Yanlızca Yücelmesidir Gayretim ALLAH'ın ve Evliya Ordusunun Yardımıyla Küfür Ehlini Baştan Başa Kahreylemek Niyetim Peygamberlere ve Velilere Dayanmışlığım Var Benim ALLAH'ın Lütfundandır Fetih Ümidim ve Kuvvetim Benliğimi ve Malımı Dünyada Feda Etsem Ne Olur ? ALLAH'a Hamd Olsun, Var ALLAH Yolunda Savaşmaya Yüzbin Rağbetim Ey Mehmed ! Ahmed-i Muhtar'ın Mucizeleriyle Umarım Galip Olur Din Düşmanlarına Devletim " Mayıs 2011 19 ÀÍYjºA ÄjºA A ÀnI “Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına” AKİDE VE AMEL DR.EBUBEKİR SİFİL esifil@yahoo.com ayatın anlam ve amacı "iman"sa eğer, nasıl bir ilaha inandığımız meselesi hayatın en temel sorusu olmalıdır. İman, tasavvura ve hayata yön veren "muharrik unsur"sa gerçektir. Değilse "kuru bir iddia" olmaktan öte bir anlam ifade etmez. H "Mü'min mükerrem bir varlıktır, dolayısıyla onun kılı dahi alımsatım konusu yapılamaz" Şurası açık ki, Yüce Yaratıcı'nın her bir isminin, her bir sıfatının insanı ilgilendiren, insana bakan, daha doğrusu insanı "ilzam eden" bir özelliği vardır. Bu bakımdan "esma-yı hüsna"ya ve "sıfat-ı ilahiye"ye gereği iman edip etmemek insanoğlunun esas meselesini oluşturur. Müslümanlık iddiasının içinin gereği gibi doldurulup doldurulmadığını belirleyen en temel unsur budur. İlahî sıfatlar içinde birisi var ki, iman-amel, inanç-hayat ilişkisinin olması gerektiği gibi kurulup kurulmadığını ele veren yansımalara sahiptir: Vahdaniyet! Şu beş noktada Allah Teala'nın "tek"liğini ve benzersizliğini ikrar etmeyen, buna iman etmeyen 20 İslamî ilimlerin hayatiyeti tam da bu noktada kendisini hissettiriyor. Yaşadığımız hangi türden olursa olsun– arızanın temelinde İslamî ilimlerin İslam'ı hem kalbe ve zihne, hem de hayata nakşeden fonksiyonunun kaybı var. ve bunu "hissetmeyen" insanın imanın hakikatine erdiğini söylemek mümkün değildir: Zatta teklik, sıfatlarda teklik, isimlerde teklik, fiillerde teklik ve ahkâmda teklik. Vahdaniyet sıfatının bu beş temel yansıması, her biri üzerinde müstakil bahisler açarak durulacak kadar önemli ve hassastır. En az bunun kadar önemlisi, gerek Vahdaniyet sıfatının kendi içindeki bu yansımalarının, gerekse diğer ilahî isim ve sıfatların birbirleriyle kopmaz bir ilişki içinde olmasıdır. Akaid'i ve hele de onun fanusu durumundaki Kelam'ı ihmal eden bir Müslümanlığın devamlılığı ve sahiciliği tartışma götürür. (Ehl-i Hadis-Ehl-i Kelam ayrışmasında birincilerin yanında yer alanlar bu cümledeki "Kelam" kaydına itiraz edecektir. Onlara İbn Ebi Hâtim'in İbn Huzeyme hakkında söylediklerini hatırlatmış olalım.) Akide'nin temelini "Allah inancı" oluşturduğuna göre mü'min, hayatın her aşamasında ilahî isim ve sıfatlar konusundaki inancını diri tutmakla mükelleftir. "Vahdaniyet" sıfatı üzerinden gidersek, söz gelimi kişinin imanında bu sıfatla ilgili bir belirsizlik, karmaşa ya da "çözülme" söz konusu olduğunda, bu ilahî sıfatla ilgili olarak yukarıda sıraladığım 5 yansımadan biri veya birkaçı zede almış demektir. Mayıs 2011 Vahdaniyet hakkında kısaca söylediklerim, hiç şüphesiz diğer ilahî isim ve sıfatlar için de geçerlidir. Onlara gereği gibi iman etmemenin en yalın sonucu, ya Allah Teala'ya mahsus isim ve sıfatların bir veya birkaçını mahlukata izafe etmek veya mahlukata ait özellikleri Allah Teala'ya isnat etmek olarak ortaya çıkar. Modernite, kendisinde mutlaklık vehmeden insanın mutlakı izafileştirmesi garabetinin küresel ölçekte yaygınlaşması durumudur. Tarihin hiçbir döneminde insanoğlu "zirvedeyim; çıkabileceğim başka bir zirve yok; benden yükseği de yok" dememiştir. Bu çarpık benlik algısı, elbette "akide"nin yerine "algılardan oluşan inanç"ı koyacak, elbette "amel"i "günlük hayat" olarak yeniden kurgulayacaktır. Atı arabanın arkasına koşmak olarak ifade edebileceğimiz bu durum bir "ahir zaman" durumudur. Bu durum Kur'an, Sünnet, din, insan, dünya, ahiret… gibi temel alanlarda zanna ve vehme dayalı kurguların "hakikat" ambalajı içinde sunulduğu ve hayli de itibar gördüğü bir "çarpılma"yı ifade ediyor. İslamî ilimlerin hayatiyeti tam da bu noktada kendisini hissettiriyor. Yaşadığımız hangi türden 21 olursa olsun arızanın temelinde İslamî ilimlerin İslam'ı hem kalbe ve zihne, hem de hayata nakşeden fonksiyonunun kaybı var. İCTİHAD VE KUTSALLIK Hayatı ve Din'i seküler/profan gözlükle okuma hastalığı mü'minlere ahir zamanda arız olan bir illet. Birtakım kavramlar, düşünceler, hükümler havada uçuşuyor. Kökenini araştırmadan, bünyeye nereden ve ne maksatla sokulmaya çalışıldığına dikkat etmeden dilimize buyur ettiğimiz kavramlar bir süre sonra düşüncemizi şekillendirmeye başlıyor. Bu da süreç içinde Din ve dünya algımızı dönüştürüyor, fark edemiyoruz. Önüne herhangi bir Fıkıh kitabını alan modern "fıkıh uzmanı", oradan rastgele seçtiği paragrafları göstererek "bakın" diyor, "bu konulardaki ihtilaflara bakın: Sehiv secdesi birine göre vacib, diğerine göre sünnet; Ramazanda unutarak oruç bozan kimse akşama kadar yemeye-içmeye devam etse birine göre kefaret, diğerine göre sadece kaza gerekir; gözüyle gördüğü ve yakalanması mümkün olan denizdeki balığı satın alacak olan müşteri için görme muhayyerliği birine göre düşer, diğerine göre düşmez..." "İctihad kutsi midir, beşeri midir?" sorusuna cevap sadedinde serd edilen bu misallerin ardı şöyle geliyor: Hayatı ve Din'i seküler/profan gözlükle okuma hastalığı mü'minlere ahir zamanda arız olan bir illet. Birtakım kavramlar, düşünceler, hükümler havada uçuşuyor. Kökenini araştırmadan, bünyeye nereden ve ne maksatla sokulmaya çalışıldığına dikkat etmeden dilimize buyur ettiğimiz kavramlar bir süre sonra düşüncemizi şekillendirmeye başlıyor 22 Mayıs 2011 "Daha yüzlerce, binlerce misal verebilirim. Bırakalım misali, fıkıh kitaplarının bütünü zaten böyledir. Zira işin tabiatı bu. (...) Verdiğimiz bu misaller içinde gördüğümüz şey nedir? (...) Hepsinin insanlar için dünya hayatını tanzim eden düşünceler, yorumlar, görüşler, kanaatler olmasıdır. Madem öyle, bunları teker teker her birine veya toplamına beşeri veya kutsal kategorilendirilmesi içinde bir yer arayacaksak nereye koymamız lazım? Hiç şüphe yok ki beşeri kategoriye. Çünkü bu görüşlerin sahipleri de, muhatapları da tek kelime ile beşer; düzenleme alanları ise dünya. (...) İctihadların ilahi bir asla dayanması ayrı, onlara kutsallık izafesi ayrı şeydir..." İctihad faaliyetini mahza "beşeri" gören ve gösteren bu bakış açısına elbette öncelikle "kutsal"dan ne anladığını sormak lazım. Herhangi bir faaliyet, kaynağı ve muhatabı beşer diye kutsal olma vasfını kaybeder mi? Camilerimiz taştan ve topraktan yapılmıştır diye kutsallığı tartışma konusu yapılabilir mi? Ya da Kâbe-i Muazzama? "Mü'min mükerrem bir varlıktır, dolayısıyla onun kılı dahi alım-satım konusu yapılamaz" anlayışı mü'mini ontolojik bir varlık olarak kutsal kabul ediyor mu, etmiyor mu? Bütün müctehidlerin musib olduğunu (doğruya isabet ettiğini) söyleyen ve savunan ulemayı paranteze alalım ve fıkhî ihtilaflarda taraflardan sadece birisinin indallahta doğru olana isabet ettiği görüşünü kabul edelim; bu yaklaşıma göre dahi ictihad faaliyetini yürüten "ehil" kimse, vardığı netice itibariyle hata dahi etse sevap alıyor mu, almıyor mu? sup olduğu hareketin kendisini hala Bediüzzaman merhumun takipçileri olarak lanse etmesi! Bu tavrın "Din'de reform" sloganı altında gündeme getirilen yaklaşımdan temelli bir farklılık arz ettiğini de vurgulamamız lazım. Din'de reformu savunanlar birtakım ahkâmın yenileriyle değiştirilmesini istiyor, yani ahkâmın "formu"yla ilgileniyordu. Bu yaklaşımsa ahkâmın "mahiyetiyle" ilgileniyor. Dolayısıyla Din'de reformcu yaklaşım "değişimci" iken, bu yaklaşım "dönüşümcü"dür. "Fıkıh uzmanı"mızın Fıkh'ın evrenselliğine itiraz ederken de aynı seküler/profan zeminde hareket ettiğini hatırlayanlarınız olacaktır. Bu ne savrulmadır böyle! "Yapı-bozumcu" karakteri sebebiyle müsteşriklerin çalışmalarından bile daha "tehlikeli"olduğunda şüphe bulunmayan bu yaklaşımın mantığına göre ictihad ile herhangi bir yasal düzenleme arasında hiçbir fark yok. İkisi de dünya hayatını düzenlemeye matuf, ikisi de beşer faaliyeti! Bir Selefin ictihadını günümüz maslahatçı/menfaatçi hareket tarzı ile karşılaştıran Bediüzzaman merhumun tavrına bakın, bir de onun "arzîdir" dediği bu tavra. Kendisini ona nisbet eden hareketin nereden nereye geldiğini, makasın ne kadar açıldığını görüyor musunuz! Tuhaf olan, herhangi birisinin kaleminden bu tarz fikirlerin dökülmesi değil, bu fikirlerin sahibinin ve men- "Resmu'l-müftî", "edebu'l-müftî ve'l-müsteftî" tarzı eserler müftinin Allah Teâlâ ve Resulü'nün (s.a.v) hükmünü haber veren kişi olduğunu mu söylüyor? Geçiniz efendim, bunlar miadı dolmuş "geleneksel" bakış açısının yansımaları. Şimdi postmodern zamanlardayız ve vakit "seküler dindarlık" vakti. Başka nasıl küreselleşebiliriz?! Mayıs 2011 23 ÀÍYjºA ÄjºA A ÀnI “Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına” KUTLU DOĞUM MU MEVLİD Mİ? AHMET HALİLOĞLU odernizm çağımı desek gariplikler asrımı desek bilemiyorum ama içinde yaşadığımız zaman diliminin İslam Âleminin gördüğü en garip ve acayip devre olduğunda herkes hemfikir. Ümmetin 1400 senelik kadim mirasına bir kalemde sırt çeviren; geçmişten tevarüs ettiğimiz pek çok meseleye bid’at damgası vurmaktan çekinmeyen zümreler çağımıza özgü ve pek çoğu sağdan soldan aşırılan yeni bidatler ihdas etmekte pek mahirler. Bu tahripkar maharetin en güzel numunesi Nisan ayında idrak ettiğimiz ya da kutladığımız (!) Kutlu Doğum Haftası etkinlikleri. M Efendimizi yad edeceksek; geniş kitlelere duyuracaksak bunun yolu başkalarından kopya çekme yöntemi ile aşırılan bir takım organizasyonlar, programlardan geçmez. Efendimizi biz geçmişte alimlerimizin yaptığı gibi bir usul izlemeliyiz. MEVLİD-İ NEBİ Efendimiz (sas) Fil yılında Rebi’ül evvel ayının on ikinci gecesi (pazartesi) dünyaya teşrif buyurdular. Bu tarih miladi takvime göre 571 yılının Nisan ayının yirmisine tekabül etmektedir. Müslümanlar; öteden beri Efendimizin dünyaya teşrif buyurdukları gün ve geceyi idrak etmeye çalışmışlardır. Mevlid merasimleri her memlekete göre değişiklik arz etmiştir. Osmanlı 24 Coğrafyasında ise Süleyman Çelebi Hazretlerinin yazdığı Mevlid-i Şerif okunması mübarek gün ve gecelerde esas alınmış; Mevlid kıraati ile beraber aşr-ı şerifler, ilahiler ve ikramlar geceyi süslemiştir. Süleyman Çelebi Hazretlerinin mevlidi muhtelif lisanlara çevrilmiş; Osmanlı Coğrafyasında Kürtçe’den Rumca’ya kadar çeşitli lisanlarda mevlid okunmuştur. Mevlid Kandilini ilk kutlayanların Şii Fatimiler olduğu, Osmanlı’ya da Fatimilerden geçtiği iddiası ümmetin gündemini uzunca bir süre meşgul etmiştir (maalesef hala da gündemimizde yer almaktadır). Bu hususta pek çok makale/kitap telif edilmiş; en son Ehl-i Sünnetin yıldız alimlerinden Seyyid Muhammed bin Alevi el-Maliki Hazretleri “Havle’l-İhtifal bi-Zikra’l-Mevlidi’n-Nebeviyyi’ş-Şerif” isimli eseri ile Mevlid-i Nebi’yi ilk kutlayan kişinin Efendimiz (sav) olduğunu ispat etmiştir. Buna rağmen tartışmalar nihayete ermemiştir. KUTLU DOĞUM HAFTASI 1989 yılından beri ülkemizde Nisan ayının yirminci gününü de içine alan hafta Kutlu Doğum Haftası olarak idrak edilmeye çalışılmaktadır. Başlangıçta Mevlid Kandilinin yaz aylarına denk gelmesi nedeniyle; öğrencilerin katılımını sağlamak amacıyla ihdas edilen Kutlu Doğum Haftası maalesef Ehl-i Sünnet çizgisi ile bağdaşmayan bir hale getirilmeye çalışılmaktadır. Mayıs 2011 İslam’da Kandil gecesi olarak bir tek “Kadir Gecesinin” olduğunu, diğer Mevlid Kandili başta olmak üzere Berat, Regaib ve Mirac Gecelerinin bir önemi olmadığını, iddia eden çevrelerin Kutlu Doğum Haftası konusunda sessiz kalmalarını şimdilik bir kenara bırakalım ve bizlerin gördüğü aksaklıklara değinelim. MEDENİYET İDDİASI VE TAKVİM İnsanoğlu zamanı bilmek, önemli olayların zamanını unutmamak adına takvimi kullanmıştır. Her milletin daha doğrusu her medeniyetin kendisine has bir takvimi mevcuttur. Yahudiler kendilerine has İbrani takvimini, Eski Türkler on iki hayvanlı takvimi kullanırken antik Maya uygarlığının bile kendisine has ölçüsü vardır. Hıristiyanlar Hazreti İsa as’ın doğumunu esas aldıklarını iddia ettikleri ve Papa XIII. Gregoir tarafından tekrar düzenlenen Gregorien Takvimi/Miladi Takvimi kullanmaktadır. İslam Medeniyeti de Hazreti Ömer zamanında Hicreti başlangıç kabul eden kameri takvimi kullanmaya başlamıştır. Osmanlı Coğrafyasında da kullanılan Hicri Takvim 1925 yılında terk edilmiş ve Miladi takvime geçilmiştir. Ancak dini günler ve geceler Hicri Takvime göre hesap edilmeye devam etmiştir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi 1989 yılında Kutlu Doğum Haftası Miladi Takvime göre kutlanmaya baş- 25 lamıştır ve gelinen noktada Mevlid Kandilinin yerini almış/alacak gibi gözükmektedir. Kimi mütedeyyin çevrelerde Mevlid Kandilinde görmediğimiz heyecan ve organizasyonlar maalesef Kutlu Doğum programlarında görülmektedir. İşin en hazini ise Müslümanlara ait bir dini günün/haftanın tayininde bize ait olmayan bir takvimle yapılan hesabın dikkate alınmasıdır ki yarın bu farklı yaklaşımları beraberinde getirecektir. Medeniyet iddiasında olan her millet ve kültür arz etmeye çalıştığımız gibi kendisine has takvimle zamanı işaretlemiştir. Hıristiyanlar Paskalya’yı, Yahudiler Yom Kippur’u Hicri takvime göre belirlemezken bizim Efendimizin (Sav) doğum gününü artık Miladi Takvime göre daha bir heyecanlı olarak kutlamamız nasıl izah edilebilir? Bu bizim müstakil, kendine has ve tevhidi (şirkten ve şirkin tesirlerinden arındırılmış) bir medeniyet olma iddiamızdan yavaş yavaş vazgeçmemiz anlamına gelmez mi? Burada sorulması gereken en önemli soru şudur: Kutlu Doğum Haftası dışındaki diğer mübarek gün, gece ve aylar Miladi Takvime göre belirlenmeye kalkılırsa ne olacaktır? Daha açık soralım; birisi çıkıp Ramazan-ı Şerif kameri ayların dokuzuncusu; o zaman biz oruç ayı olarak Miladi Takvimdeki dokuzuncu ayı yani Eylül ayını esas alalım derse tavrımız ne olacak? Size uzak bir ihtimal gibi gelebilir, faraza demeyin çünkü bugün Amerika’da namaz vakitlerini sabitleyen hatta farz olan Ramazan orucunu Aralık Ayına sabitleyen gruplar var ve bunların müntesip sayısı hiçte azımsanmayacak kadar fazla. Ramazan orucunu yılın herhangi bir ayında sabitlemek isteyen birisi “ Siz Kutlu Doğumu Miladi Takvime göre kutluyorsunuz bende Ramazan Ayını Miladi Takvime göre tespit ediyorum” derse diyebilecek çok şeyimiz yoktur. Amerika’da bir üniversitenin salonunda birkaç yıl önce kadın/erkek karışık kılınan Cuma Namazının bir benzerinin mezkûr olayın hemen akabinde İstanbul’da üstelikte bir cami-i şerifte tekrar edildiğini hatırlatmamız zannederim korkumuzun yersiz olmadığına en büyük delildir. 26 HAVAİ FİŞEK VE EFENDİMİZ Bu seneki Kutlu Doğum programlarında şahit olduğumuz en acı hadiselerden birisi de Kutlu Doğum Programları esnasında atılan havai fişekler oldu. Tevazuun ve mahviyetin zirvesinde bir Nebiden bahsederken alabildiğine şaşaanın ötesine geçip havai fişek atmak Batı Taklitçiliği değil midir? Kimlerin doğum günü törenlerinde havai fişek kullandığını biz bu satırlarda zikretmeyelim. Ancak kendisine her türlü zulmü reva gören Mekke’nin Fethi sırasında başını tevazuundan, mahviyetinden devesinin hörgücüne değecek kadar eğen bir Nebi’nin ümmeti bu duruma düşmeli miydi demeden geçemiyoruz. Stadyumlarda idrak edilmeye çalışılan, adeta resmi bayramlara nazire yaparcasına kutlanan bir takım merasimler, Efendimizi yâd etmek ve hatırasını yaşatmaktan çok; merasimi düzenleyen cemaatin gövde gösterisine dönüşüyor. ÇAĞDAŞ MEVLİD (!) Bu sene apayrı bir mevlidimiz(!) daha oldu. Kantant Mevlid. Bizim ilahiyatçılarımızın Süleyman Çelebinin yazdığı Mevlid-i Şerif konusunu yukarıda arz etmeye çalıştım. Ancak ne var ki bu çağdaş mevlidimiz konusunda Yeni Asya gazetesi dışında gür bir ses çıkmaması bendenizi düşündürdü. Süleyman Çelebinin neşrettiği Mevlid-i Şerif; Cumhurbaşkanlığının desteği ve Diyanet İşleri, Kültür Bakanlığı ve İstanbul Büyükşehir Belediyesinin organizesi ile Besteci Selim Ada’ya yeniden bestelettirildi ve Devlet Opera ve Balesi Sanatçıları tarafından (452 kişilik bir koro) seslendirildi. İşin başında mütedeyyin insanlar olunca bizim camiamızda pek ses soluk çıkmıyor lakin işin en vahimi de bu. Yani bizden olanların yaptıkları hatalara/yanlışlara itiraz etmememiz veya görmezden gelmemiz, emri bil maruf ve nehyi anil münker vazifesini terk etmemiz işi kalıcı hale getiriyor. Bir süre sonra yapılan itirazların ise hükmü olmuyor. Bakınız; burada bir meselenin/asırlarca ibadet niyeti ve kastıyla yapılan bir işin dejeneresinden çok Mayıs 2011 daha farklı bir durum vardır. Koro kadın/erkek karışıktır, kadın sanatçılar tesettürlü değildir. Abdestli olup olmadıkları şüphelidir. Kadın sesinin Ehl-i Sünnete göre hükmü bellidir. Etti mi size üç haram… Daha başlangıcında bu kadar haram olan bir işin akıbetinden nasıl bir hayır beklenir ki? Operada kullanılan çalgıların haramlığını geçtim ama bir de işin kilise müziğine benzemesi var. Teşebbühün/ gayri Müslimlere benzemenin hükmü herkesçe malumdur ve izahata gerek yoktur. Dün camilerdeki saatlerin gonklarını camiye kilise havası veriyor diye iptal eden Müslümanların bugün kilise müziğinin dini ibadet formuna girmesine ses çıkarmamalarına ne demeli? Hislerimiz mi iptal ediliyor yoksa algılarımız mı değişti? Bakınız; burada kendi musikimizin de tahribi meselesi ayrı bir yazı konusudur. Mevlid-i şerif bizde solo yani bir kişi tarafından okunur. Opera türünde ise koro şeklinde Mevlidin okunması mevcuttur ki; koro ile ilahi okunması kilisenin âdetidir. Şimdi bu durumu bizim klasik; Osmanlı’dan miras kalan tasavvuf musikisi ile izah edebilmek mümkün değildir. Musiki alanında söylenecek en önemli söz ise; Itri’nin Salat-ı Ümmiyesinin makamını beğenmediniz de yeniden bestelettirdiniz? Üç asırdan beri insan ruhuna etkisinden bir nota bile yitirmeyen o güzelim besteden vazgeçmek bu kadar kolay mı olmalıydı? GÜL DAĞITMA Bizim medeniyetimizde gülün ayrı bir yeri vardır. Gül ile bülbülün aşkı edebiyatımızın ana temalarından birisi olmuş; Gül çinide ve Edebiyatta Efendimizi simgeleye gelmiştir. Hatta Mesnevi-i Şerif Şerhinde; Hazreti Şarih Tahirül Mevlevi Hazretleri; Mayıs 2011 sabahları gülün üzerinde oluşan çiğ damlalarını figan gözyaşları olarak nitelendirmiştir. Gelin görün ki; Kutlu Doğum Haftasında bir de gül dağıtma âdeti başlattık. Sokaklarda meselenin latif nüktesini anlamayanlara verilen bu güller; kimi eller tarafından iki dakika geçmeden yere atılıyor, çöp kovasına fırlatılıyor. Hâlbuki bizim kültürümüzde gül dağıtma yoktur. Birilerinin “zeytin dalı uzatma” safsatasından el çabukluğu ile kotarılan bu gül dağıtma meselesinin bu yüzünü geçsek bile; Efendimizi simgelediği kastıyla dağıtılan güllerin çöpe atılmasının mesuliyetini ve ağırlığını kaldırabilecek bir babayiğitte yoktur. Yine Efendimizi yâd etme adına dağıtılan gül lokumları ve gül suları da bu kategoride değerlendirilmelidir. Ne Yapmalı? Biz kadim bir medeniyetin müntesipleriyiz. Medeniyetimizin her alanı kendisine mahsus bir özelliğe haiz ve başka bir kültürden kopya çekmeyen, reaksiyoner olmayan bir mirasa sahibiz. Biz Efendimizi günde beş vakit kıldığımız namazlarda okuduğumuz salavat-ı şerifler ile zaten yâd ediyoruz. Efendimizi yâd edeceksek; geniş kitlelere duyuracaksak bunun yolu başkalarından kopya çekme yöntemi ile aşırılan bir takım organizasyonlar, programlardan geçmez. Efendimizi biz geçmişte âlimlerimizin yaptığı gibi bir usul izlemeliyiz. Seminerler ve konferanslar tertip edilmesine kimse itiraz etmez. Ancak din işinde ehil olmayan kişilere Efendimizi anlattırmak cinayet gibi bir olaydan farklı değildir. Dinle, diyanetle dün ilişki kurmuş, dini temelleri sağlam olmayan kişilerin sırf şöhretli oldukları için bu tür programlarda konuşturulmaları vahim bir yanlıştır. 27 ÀÍYjºA ÄjºA A ÀnI “Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına” “ARAP DÜNYASINDAKİ HAREKETLER FITRÎ/OLMASI GEREKEN HAREKETLERDİR.” RÖPORTAJ AYDIN BAŞAR ış politika ve Arap dünyası konusunda ülkemizdeki en yetkin isimlerden birisi olan Yeni Akit Gazetesi yazarı Mustafa Özcan Bey’le Burhan Dergisi okurları için özel bir mülakat yaptık. Suriye’yi, Mısır’ı, Suudi Arabistan’ı ve genel olarak Arap dünyasındaki gelişmeleri konuştuk. Muhterem yazarın bu önemli tespitlerini istifadenize sunuyoruz. D Arap dünyasında ideolojiler dönemi gecikmeli olarak bugün rejimlerin sarsılmasıyla sona eriyor. Bundan sonra ne olacak peki? İdeolojiler devrinin bitmesiyle insanlık elindeki değere yani dine yeniden dönecek. 28 Türkiye’nin Suriye ile yakınlaşmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Arap dünyasıyla yüz yıllık bir kopukluğumuz var. 1800’lü yılların sonlarından itibaren Arap dünyasından koptuk. Dolayısıyla bunun tamir edilmesi lazım. Bu bakımdan Suriye bizim açımızdan çok önemli; Arap dünyasına açılma kapımız çünkü… Türkiye açısından Şam hayatiyet arz ediyor. İslam dünyasıyla bütünleşmemiz noktasında stratejik bir konuma sahip. Diğer taraftan Suriye açısından da Türkiye çok önemli... Neden? Çünkü 2005’ten itibaren Suriye’nin uzletini yalnızlığını Türkiye bir şekilde kırdı ve onu dünyaya taşımış oldu, onun meşruiyetini pekiştirmiş oldu. Ve Suriye Türkiye sayesinde dünyada artık rejimi tartışılmayan bir ülke haline geldi. Abdullah Gül’ün İran internet sitesine yaptığı bir açıklaması var, diyor ki: “Kaddafi gitsin ama Beşşar Esad kalsın.” Bir gazetede okudum, Suriye’deki rejimin kalmasını isteyen iki ülke olduğu, bunlardan birinin Türkiye diğerinin İsrail olduğu şeklindeki bir yorum vardı. Türkiye’nin Suriye’deki rejimi desteklemekle bazı çıkarları var. İsrail’in Suriye’ye olan bakışı nasıl? İsrail Suriye’deki rejimi ehven-i şer olarak görüyor. Ama Suriye bölünürse İsrail için daha iyi olur. Hatta 2003’te fikri olarak Amerika Suriye’deki rejimi değiştirmek istiyordu. Ama İsrail firene bastı dedi ki: “Bizim için bilinen kötü bilinmeyen kötüden iyidir.” Kerim Sıddıki’nin güzel bir tespiti vardır. Diyor ki Sıddıki: “Arap rejimleri belirli bir zamandan sonra İsrail’in zırhı haline geldiler.” Demek ki eğer İsrail olmasaydı bugün Suriye rejiminin ayakta kalması daha zordu. Suriye yönetiminin İsrail aleyhine beyanatları var. Bunları nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu yönetim sözde İsrail’e düşman… Suriye aynı zamanda Amerika’nın da tarafsız bir müttefiki… Hafız Esad 70’li yılların başında bir darbeyle geliyor ve o günden beri Suriye İsrail’e karşı ciddi hiçbir şey yapmıyor. Bazen “İsrail’e karşı mukavemet hakkımızı saklı tutuyoruz yeri gelince onu yapacağız” diyorlar ama kırk yıldan beri böyle bir şey olmadı. İşin edebiyatı yapıldı ama hiçbir zaman taşın altına el konulmadı. Burada mesele şudur. Halkıyla bütünleşmiş bir Suriye mi yoksa yüzde on bir gibi bir mezhebî yapıya dayalı bir Suriye mi İsrail’in işine yarar. Suriye’deki yapı maalesef bu ikincisidir; dolayısıyla Suriye bir açılım yapamaz. İsrail’in burada isteği şudur: Bir; Halkına bağlı olmayan bir Suriye… İki; İsrail karşısında zayıflamış bir Suriye... Yani parçalanmış tekparça olmayan bir Suriye… “Böl yönet” yöntemi emperyalistlerin bilinen klasik bir yöntemidir. Suriye yönetiminin İsrail aleyhine söylemleri sadece bir edebiyattan ibarettir, Beşşar Esad rejimini korumaya çalışıyor; kendisini güçlendirmek, dengeyi korumak, iktidarını sağlamlaştırmak amacıyla başvurulan bir yöntem olarak bu tür söylemleri kulla- Mayıs 2011 nıyor. Hamas’ı destekliyor görünüyor fakat İsrail’in varlığına yönelik bir tehdit ortada yok. Bütün bunlar bir pazarlık meselesi… Suriye’nin son dönemde kendi içindeki Kürtlere yaklaşımında bir takım değişiklikler var. Bu tavrını samimi buluyor musunuz? Suriye’deki Kürtler 1962 yılından beri kimliksiz yaşıyorlar. Şimdi yönetim onları tanımak istiyor. Bu hakkı geçmişte vermediler de neden şimdi veriyorlar; bunu düşünmek lazım. Suriye yönetimi Kürtleri potansiyel olarak rejimine tepki gösterecek unsurlardan biri olarak görüyor. Bir taraftan onlara kuzey bölgesinden tarlalar veriyor diğer taraftan o bölgedeki Arapları onlara karşı silahlandırıyor. Bir arıza çıkarırlarsa ilerde üzerlerine salacak. Yani hem sopa hem havuç gösteriyor. Böyle bir denklem var. Bu denklem içerisinde Kürtler de pek fazla hareket edemiyorlar. Bu aşamada Kürtlere verilen her türlü taviz, tırnak içinde hak bir pazarlık sonucudur. Yani samimiyetten kaynaklanan bir şey değildir. Şu dönemde Suriye’nin Kürt meselesine öncelik vermesinin nedeni, oradaki diğer haklı taleplerin bastırılması içindir. Suudi Arabistan’a geçecek olursak; orada da bir krallık var. Sizce krallık rejimi değişir mi? 29 Suud’ta yaşayanlardan duydum; halkın yüzde doksan beşi krala değil kraliyete karşı. Yani millet kraliyet istemiyor. Kral bu durumun farkında… Birkaç ay Amerika’da kaldıktan sonra geldi 37 milyar dolarlık bir yardım paketi açıkladı. Daha sonra bunu daha da arttırdı, halkı susturdu. Bu rejimin biraz nefes almasını sağladı, fakat kalıcı olmasını sağlayamaz. Çünkü rejim artık son demlerini yaşıyor. Kral Abdullah ve onun veliahdı Sultan hem yaşlı hem de hasta, Orada bir kardeşler rejimi var. Büyük kardeşten küçük kardeşe doğru sırayla kral oluyorlar. Sultan’dan sonra ne olacak? Hangi kardeşin çocukları kral olacak? Kura mı çekecekler? Bundan sonra herhalde rejim biter kanaatindeyim. Suudi Arabistan’da ciddi bir liberal dalga var, bunlar özellikle rejimi istemiyorlar. Bir de Şiiler var ki bunlar da rejime zaten karşılar. Mısır’da Mübarek devrildi. Yerini İslami bir oluşumun doldurması söz konusu mu? Hasan’ül Benna’dan sonra ihvan-ı müslümin’in başına karizmatik bir lider gelmemiştir. Şuan başlarında onun gibi karizmatik bir lider olsaydı, Mısır’da İran’daki gibi bir rejim değişikliği olurdu. İkinci olarak rejim tarafından sürekli darbe yiyen, elli - altmış yıldır dışlanan bir oluşum olduğundan dolayı Müslüman Kardeşler zamanla küçüldü. Bugün deniliyor ki Müslüman Kardeşlerin Mısır’da yüzde yirmiye yakın bir oy potansiyeli var. Genel olarak baktığınızda İslam ülkelerindeki gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz? 30 Ben yeni dönemde Arap rejimlerinin sarsılmasını, halk iktidarlarının gelmesini genel olarak/temel olarak hayırhah olarak görüyorum. Arap hareketlerini olması gereken fıtri hareketler olarak değerlendiriyorum. Tabi, yöntemlerde bazı hata/kusurlar olabilir. Libya ile Mısır’daki veya Tunus’taki yöntemler farklı olmuştur. Tunus’taki ve Mısır’daki yöntem daha sağlıklı olmuştur çünkü kan daha az akmıştır. Millet daha barışçı bir yöntemle iktidarı devirmiştir. Bu olması gereken şeydir. En az bedelle en büyük fayda veya değişim temin edilmiştir. Bu gelişmeler bizi İslam Birliğine götürür mü? Bu gelişmeleri İslam Birliğine yönelik olarak bir adım olarak görüyorum. Peygamber Efendimiz kendisinden sonra İslam tarihini şöyle dönemlendirmiştir. Birincisi; Peygamberlik dönemi ki o kendi vefatına kadar olan dönemdir. İkincisi; Hulefa-i raşidin dönemi; bu dönem başka hadislerde 30 yıl olarak bildirilmiştir. Üçüncüsü; Melik abd dönemleri yani saltanat dönemleri yani koltuğa oturup da kalkmama dönemleri ki Emevilerle birlikte başlar; bunlar otoriter sistemlerdir. Ebu Hureyre’ye atfedilen bir tarif var. Emevilerle başlayan idareye, “İmaretüs sibyan” yani “çocuk idareleri” diyor. Bir hülefa-i raşidin yani aklı başında reşit idareler var, bir de çocuk idareler var… Dördüncüsü; Melik ceberut dönemi; bu da totaliter rejimlerdir ki Osmanlı’dan sonra kurulan sistemlerdir. Beşincisi; Peygamberlik üzere hilafet. Tabi peygamberlik değil bu… Ne demek? Meşruti bir sistem… Kur’an ve sünnete dayanan bir sistem. Hz Mayıs 2011 Ömer soruyor: “Ben kral mıyım yoksa halife miyim?” diyorlar ki “sen halifesin” Hz Ömer “fark ne” diye soruyor yanındakilere. Diyorlar ki: “Kral keyfi alır keyfi dağıtır, halife ise ölçüyle alır ölçüyle dağıtır.” Yani buna hukuk devleti diyebilir miyiz? Hah! Evet, hukuk devleti denilebilir. Bugün Arap dünyasına bir bakın hangisi hukuk devletidir? Fırsat eşitliği var mı? Yok. Adalet uygulanabiliyor mu? Yok? Gelir dağılımında adalet var mı? Yok. Abdulmecit Zindani bu rejimlerin gitmesiyle bu yeni beşinci devrenin geleceğini söylüyor. Yani sizin de dediğiniz gibi hukuk devletinin… 1989’da Berlin duvarının yıkılmasıyla iki yüz yıllık bir dönem sona erdi. Bu iki yüz yıllık dönem neydi? İdeolojiler dönemiydi. Arap dünyasında yaygın kanaat şudur ki Arap dünyasında ideolojiler dönemi gecikmeli olarak bugün rejimlerin sarsılmasıyla sona eriyor. Bundan sonra ne olacak peki? İdeolojiler devrinin bitmesiyle insanlık elindeki değere yani dine yeniden dönecek. Arap dünyasında iki şeyin yarıştığını görüyoruz. Birincisi din ikincisi sekülerizm. Malumunuz dış politikayla ilgili olarak bildiğimiz birçok şey spekülasyonlara dayanıyor. Ülke olarak Arap dünyasındaki gelişmeleri doğru okuyabiliyor muyuz? Çünkü olaylar o kadar çabuk gelişiyor ki! Eski bilgilerle yeni yorumlar yapmak da zor. Bir temeliniz olacak ve yeni bilginin üzerinde de sürekli duracaksınız. Arap devrimindeki gelişmeleri sağlıklı okuyan insanımız maalesef çok az… Neden? Kolaycılığa kaçıyoruz. Bugün dünyada pek fazla iyi liderler yok. İşin gerçeği çok iyi düşünürler ve iyi gazeteciler de çok az. Onun için analizlerde zayıflık var. Aslında bugün dünden daha fazla malzeme var. Ama bu malzemeyi yoğurup daha üst bilgi haline getirmek ve iyi analizler yapmak lazım. Bu da düşünürlerin ve gazetecilerin işi… Maalesef eskisi kadar da düşünürlerimiz yetenekli değil. Diğer bir husus da şu ki bu konuda değerlendirme yaparken popülizm tuzaklarına dikkat etmiyoruz. Her rejimin bir hastalığı vardır; Demokrasilerin hastalıklarından bir tanesi popülizmdir. Yani halka hoş görünmek için yapılan şeyler. Bunun arkasında aldatma da var, siyasi destek toplama amacı da var; başka şeyler de var. Bunları iyi değerlendirmek gerekir. Dış politikada yanılmamanın iki prensibi var. Birincisi; esnek olmak, ikincisi; dinamik olmak... Yani olayları sürekli takip etmek… Ben de yanılabilirim. Mayıs 2011 Liberallerin dış politika yorumlarına şüpheyle bakmakta haklı mıyız? Genelleme yapmak, hepsini aynı kefeye koymak doğru değil. Genelleme basitleştirmek demektir. Liberal de olsa, şucu bucu da olsa dinlemek lazım. Bazen liberal, doğru görebilir. Siz kategorik olarak “bunun yazdığı her şey yanlış” dediğiniz zaman o zaman siz doğruyu öğrenme imkânından kendinizi mahrum etmiş oluyorsunuz? Liberallerin dünya görüşlerine ben de katılmıyorum. Fakat içlerinden bazılarını okumaya değer buluyorum, bazılarını ise okumuyorum. Neden? Kimisi kendini tekrar ediyor. Kimisi ise analiz yapıyor. Bu ikincisini okuyorum. Yorumlarına katılmasam bile en azından bilgi alıyorum. Ama bilgileri de süzgeçten geçirmek lazım. 31 ERSAN BİLGİN “ONLARA EĞER YERYÜZÜNDE İKTİDAR VERİRSEK…” Onlara (müminlere) eğer yeryüzünde iktidar, mevki (ve servet) verirsek (şımarıp sapmazlar), namazı dosdoğru kılarlar, zekatı verirler, iyiliği emrederler, kötülüğü yasaklarlar. (Çünkü bilirler ki) işlerin sonu ancak Allah'a aittir.” buyuruyor, Rabbimiz Hacc Suresi 41. ayette. “ Müslüman toplumların yetki verdiği, başına idareci yaptığı kişilerin temel özellikleri belirtilmektedir, Hayat Kitabımızın bu ayetinde. Veya Müslümanların yetki vereceği, yönetimde söz sahibi yapacağı kişilerde aranacak özelliklerdir bunlar. Bu özellikler bizi bizi biz yapan, bizi köklerimize bağlayan, bizi asırlarca zaferlerden zaferlere koşturan, hak ve adaletle aleme saadet ve huzur götürmemize vesile olan olmazsa olmaz vasıflarımızdır. Bu vasıflar hem Müslüman ferdin hem de özellikle yöneticilerin çok önemli vasıflarıdır. İşte o yetkili kişiler hem bu özelliklere sahip olacaklar hem de idaresinden sorumlu olduğu coğrafyaya bu özelliklerin temel alındığı saadet nizamını kuracaklar. Bu ayeti özellikle şimdi, yeniden ve yine sanki hemen bize gelmiş gibi tekrar tekrar okuyalım, tefekkür edelim ve şuurlanalım. Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır Hocamız bu ayeti şöyle izah ediyor: 32 “Onlar, o müminlerdir ki eğer kendilerini yeryüzüne yerleştirirsek; iktidar mevkiine getirip devlet idaresini ellerine verirsek namazı kılarlar ve zekatı verirler, iyiliği emrederler ve fenalığı-kötülüğü yasak ederler. Meşru güzel şeyleri emreder, gayrı meşru, çirkin ve dinen reddedilmiş şeylerden sakındırırlar, İktidar mevkiine geçince ahlâklarını bozmaz, dinden, adaletten sapmaz birer idareci olurlar. Doğrusu Hulefâ-i Raşidîn böyle olmuşlardı. Şu da bilinmelidir ki " İşlerin sonucu Allah'a aittir"” - Allah onlara iktidar verdiği zaman onlar şu dört şeyi özellikle yerine getirirler: - Farz olan namazı en mükemmel şekilde kılmak, - Farz olan zekâtı vermek, - Ma'rufu (şer'an emredilen ve aklen güzel olan iyi amelleri) emretmek, - Münkerden (şer'an yasak olan ve aklen çirkin olan amellerden) nehyetmek, müminler Allah'ın tevhidine ve O'na itaat etmeye davet olundular, şirkten nehyolundular ve şirk ehliyle mücadele ettiler. "Hayırlı netice takva sahiplerinindir." (A'raf, 7/128). Kim Yahudiler, Hristiyanlar ve diğer düşmanlara karşı zafer elde etmeyi düşünüyorsa, kim ülkesine huzur ve güven getirmek istiyorsa, kim insanlığa güzel bir ikramda bulunmak istiyorsa Muhacirlerin ve ilk mücahidlerin sarıldıkları bu dört vasıfla amel etsinler. - Yüce Allah'a yardım eden dolayısıyla, güçlü, üstün iradeli ve dostlarını yüzüstü bırakmayan Yüce Allah'ın yardımını hak edenler kimlerdir? İşte onlar: "Onlar ki; eğer biz kendilerini yeryüzünde egemen kılarsak, onlara iktidar verirsek namazı dosdoğru kılarlar." Allah'a kulluk ederler, O'nunla olan bağlarını güçlendirirler, isteyerek, boyun eğerek ve büyük bir teslimiyet duygusu içinde Allah'a yönelirler. "Zekâtı verirler." Mallarının hakkını verirler. Nefsin cimriliğini yenerler. İhtirastan arınırlar, şeytanın vesvesesine üstün gelirler, toplumsal hayatta meydana gelen boşluğu doldururlar, toplumdaki zayıfları ve muhtaçların sorunlarını üstlenirler, fakirleri doyururlar. "İyiliği emrederler." İyiliğe ve hayra çağırırlar, insanları buna yöneltirler. "Kötülükten sakındırırlar." Kötülüğe ve bozgunculuğa karşı direnirler. Kötülüğü yasaklarlar. Yüce Allah'ın insanlık hayatı için öngördüğü hayat sistemine yardım ettikleri, başkasına değil, sadece Allah'a güvenip dayandıkları için Allah'ın yardım ettiği kimseler bunlardır. Bunlardır Yüce Allah'ın gerçek ve kesin bir şekilde kendilerine zafer sözünü verdiği kimseler. "Her şeyin akıbeti Allah'a aittir." - Öte yandan burada asıl dikkat çekilmek istenen nokta, kendilerine imkân ve güç lütfedilen gerçek müminlerin, bu imkânlara kavuşunca adaleti elden bırakmamaları, ahlâkî bozulmaya fırsat vermemeleri ve bunu güvence altına almak için de dinin temel umdelerine sıkı biçimde sarılıp onlara sahip çıkma çabası içinde olmaları gerektiğidir. Hak hakim olunca… Dört halifeden sonra Ömer b. Abdülaziz'in hilafetine kadar geçen süre içerisinde, İslâm'dan sapmanın sonucu olarak, insanlar kültürel ve ahlakî yönden süflîleşme eğilimi ve dünyevileşme başlamışlardı. O, işbaşına geldiği zaman insanların sosyal, ahlâkî ve kültürel yapılarında bir inkılabı gerçekleştirmeye büyük gayret sarfetmişti. İslâm öncesi câhili yaşantının karanlıklarına doğru yol alan topluma Allah'ın dinini tekrar hatırlatmış ve onu günlük hayata tam anlamıyla hakim kılmayı başarmıştı. Taberî'nin şu rivayeti, yöneticilerin toplum üzerindeki yönlendirici etkilerini ve Ömer'in gerçekleştirdiği dönüşümü bütün boyutlarıyla çarpıcı bir şekilde gözler önüne sermektedir: "Velid b. Abdülmelik'in büyük binaları, yazlıkları, işletmeleri vardı. Onun hükümdarlığı döneminde insanlar bir araya geldiklerinde birbirlerine binalar, işletmeler ve köylerinden bahsederlerdi. Velid'ten sonra iş başına gelen Süleyman ise çok sayıda cariyeye sahipti ve çokça evlilik yapmıştı. Ayrıca kendisine bol bol ziyafetler çekerdi. Onun döneminde de insanlar cariyelerden, evliliklerden ve yemeklerden bahsederler, bunlarla meşgul olup övünürlerdi. Ömer b. Abdülaziz (ra), Hilafete geçip yepyeni bir idare şekli ve âdil bir yönetim oluşturunca, halk arasındaki konuşmalar şunlar olmuştu: "Bu gece Kur'an'dan ne ezberleyeceksin? Dün gece teheccüd namazına kalktın mı? Kur'an'ı ne zaman hatmettin? Kaç günde bir Kur'an'ı hatmediyorsun? Ayda kaç gün oruç tutuyorsun? Allah yolunda hangi çalışmaları yapıyorsun?” (Taberî, Tarih, IV/ 139). Vesselam. - Bu âyet yine bize der ki; "Namazınızı dosdoğru kılabilmeniz için, zekatınızı edâ edebilmek için, insanlara emr-i-bil ma'ruf, nehy-i- anil münkeri yapabilmek için hakkın bütünüyle hakim olması, adil bir düzenin kurulması gerekir." İşlerin sonucu ancak Allah'a aittir. Yani kimin gâlib kimin de mağlup olacağını Allah(cc) bilir ve O belirler. Hz. Osman (ra); "Hz. Allah (cc) Kur'ân'la yapmadığını, sultanla (yöneticiyle) yapar" demiştir. Yani yönetimle yapar. Kur'ân'ı evin köşesine assanız kıyamete ka¬dar durur. Kendiliğinden bir şey yapmaz. Ama sultan onu uygular, yani yönetimde icraat vardır. Onun için yönetime sahip çıkılmasını vurgulayan âyetlerden biridir 41. âyet. Yönetime Müslümanlar adına talip olanlar iktidara gelince de yine onları dikkate almalılar, hareket noktaları daima İslam Medeniyeti olmalı, Batı ve Batı’nın batıl ve köhnemiş sistemleri değil. Mayıs 2011 33 ÀÍYjºA ÄjºA A ÀnI “Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına” HZ. PEYGAMBER (S.A.V) HAYATINDA ÖĞRENİLMİŞ ÇARESİZLİK VAR MIYDI? M. EMİN KARABACAK ğrenilmiş çaresizlik konusunda Sevgili Peygamberimizin Hz. Muhammed (s.a.v) hayatına birlikte bakalım. İslam'ı anlatırken hangi engellerle karşılaştı ve bu engellerin nasıl üstesinden geldi. Ö İnandıklarımızı savunmak ve doğru bildiğimiz yolda yürüme konusunda Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v) gibi olmalıyız. Bizler her konu da olduğu gibi öğrenilmiş çaresizliği yenme konusunda da Peygamber Efendimizi (s.a.v) örnek almalıyız. O bir peygamberdi ve Allah O’na yardım ediyordu diyebilir miyiz? Bu doğru; ancak bu dünyada en fazla sıkıntıları peygamberlerin çektiğini bilmeyenimiz yoktur. Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v) her konuda olduğu gibi öğrenilmiş çaresizliği yenme konusunda da bize hayatıyla en güzel şekilde örnek olmuştur. İslam'ı anlatmak için bütün olumsuzluklara göğüs germiş, inandığını anlatma ve uygulamadaki kararlılığını davranışlarıyla bizlere göstermiştir. Peygamber efendimizin karşısına çıkan ve başına gelen olumsuzluklara birlikte bakalım: Doğmadan iki ay önce babasını, altı yaşında an- 34 nesini, sekiz yaşında da kendisini himaye eden dedesini kaybetti. Kırk yaşında Allah'ın emirlerini insanlara anlatmaya başlayınca Mekke müşrikleri saltanat ve rahatlarının bozulacağını düşünerek kendisine düşman oldu. İslam dinini anlatırken en büyük düşmanı da amcası Ebu Lehep oldu. Bu konu da kendisine deli divane dendi. Mekke'nin ileri gelen iki Ömer'inden biri kendisini öldürmek istedi. Davası için memleketinden hicrete zorlanmakla beraber hicret gecesi suikast düzenlenmeye çalışıldı. Başını getirenlere yüz deve vaat edildi. Müşrikler tarafından kendisine ve kendisine inananlara üç yıl ambargo uygulandı. Ambargo esnasında kendisini himaye eden amcası Ebu Talip ve iki ay sonra biricik eşi Hz. Hatice'yi kaybetti. Yedi çocuğundan altısını kendi elleriyle mezara koydu. İslam dinini anlatmak için gittiği Taif'te Taif'in ileri gelenleri tarafından halka ve çocuklara taşlatıldı. Maddi imkânlarımız yoktur diyorsak; Hz. Peygamber bırakın maddi imkânları, yiyecek ekmek bulamayıp açlıktan karnına taş bağladığı zamanlar oldu. Uhut Savaşında dişi kırıldı, Hendek'te açlıktan karnına taş bağladı, Miraç'a çıkmasıyla alay edilmek istendi.... Bunlar benim ilk alıma gelen örneklerdir. Şartlarımız mı müsait değil zamanımız mı yok diyorsak; Hz Peygamber'in bunları düşünecek bahanesi de zamanı da yoktu. Bütün bu olumsuzluklara rağmen ki -bu olumsuzluklar içinde müşriklerin saldırıları, münafıkların sinsi hareketleri ve Yahudilerin düşmanlıklarını da katarsak- hiç kimseden çekinmeden bütün riskleri göze alarak İslam dinini anlatmıştır. İnandıklarımızı savunmak ve doğru bildiğimiz yolda yürüme konusunda Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v) gibi olmalıyız. Bizler her konu da olduğu gibi öğrenilmiş çaresizliği yenme konusunda da Peygamber Efendimizi (s.a.v) örnek almalıyız. İslam'ı anlatmak için taşlandı, deli dendi, alay edildi velhasıl engellenmek için bütün olumsuzluklar karşına çıkarıldı; fakat O: "sağ elime güneşi, sol elime ayı verseniz ben bu davadan vazgeçmem" buyurmuşlardır. Bizler başarılı olmak için neleri, nasıl ve ne şekilde yapmamız gerektiğini çok iyi biliyoruz. Bunun için gerekli olan eylemsizliğimizi yenerek imkân ve şartları tekrar değerlendirerek eyleme geçmemiz gerekir. Peygamber efendimizin başına gelenlerden hangisi acaba bizim başımıza gelmiştir: Düşmanımız çoktur diyorsak; Hz. Peygamberin düşmanları Mekke'nin ileri gelenleriydi ve başı vurdurmak istiyorlardı. Çekemeyenlerimiz çoktur diyorsak; Hz Peygambere bu konuda münafıklar ve Yahudiler fazlasıyla görevlerini yapıyorlardı. Mayıs 2011 Yarın değil hemen şimdi. Onun için Sevgili Peygamberimiz: "İki günü birbirine eşit olan ziyandadır" buyurmuşlardır. Bir Müslüman olarak her konuda olduğu gibi olumsuzluklarla mücadele etme konusunda, öğrenilmiş çaresizlik konusunda da Peygamber Efendimiz(s.a.v)’in hayatını çok iyi öğrenerek O’nu model almalıyız. 35 ÀÍYjºA ÄjºA A ÀnI “Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına” MİLLİ AHLAK VE TARİH ŞUURU HASAN BAŞAR Hz. Ömer arkadaşlarıyla sohbet ederken, huzura üç genç gelir ve şikâyette bulunurlar: “Türklerde evvela itaat duygusunu kırmak ve manevi rabıtalarını kesmek dini metanetlerini zaafa uğratmak icap eder.” “Maneviyatları sarsıldığı gün, Türkleri, kendilerinden şeklen çok kuvvetli, kalabalık ve zahiren hâkim kuvvetler önünde zafere götüren asıl kudretleri sarsılacak ve maddi vasıtaların üstünlüğü ile yıkmak mümkün olabilecektir.” -Ey halife Ömer, bu arkadaş bizim babamızı öldürdü. Davacıyız ve ne gerekiyorsa yapılmasını diyoruz. Bu sözler karşısında Halife Hz. Ömer adam öldürmekle suçlanan gence döner: - Bu insanlar senin hakkında şikâyetçiler. Babalarını öldürmüşsün. Söyledikleri doğru mu? Suçlanan genç: - Evet doğru. Suçlu olduğumu kabul ediyorum. Verilecek cezaya da razıyım der. Gencin bu sözleri üzerine Halife Hz. Ömer gence; anlat bakalım nasıl oldu diye sorar. Genç anlatmaya başlar: 36 - Ben kasabamda hali vakti yerinde saygın biriyim. Ailemle beraber gezmeye çıkmıştık.. Benim çok güzel bir atım vardı. At bunların bahçesine girdi. Babaları da bir taş attı ve atım öldü. Bende bu kızgınlıkla ona taş attım. İstemeyerek oldu ama babaları öldü.”der. Hz. Ömer der ki: - Sen buralara yabancısın, senin yerine kim nasıl kalır ki? diye sorar. Hz Ömer: - Mademki suçunu da kabul ettin söyleyecek hiçbir şey yok, bu suçun cezası idamdır, dedi. - Amr Bin As'ı işaret ederek, "Bu zat benim yerime kalır. O zat Hz. Peygamber Efendimizin (sav) en iyi arkadaşlarından, daha yaşarken cennetle müjdelenen Amr Ibni As' dan başkası değildir. Hz. Ömer Amr'a dönerek: Bu sözden sonra delikanlı başını önüne eğerek söz alır: - Efendim bir özrüm var kabul ederseniz sevinirim, diyerek konuşmaya başladı: - Ben memleketimde zengin bir insanım, babam, rahmetli olmadan önce bana epey bir altın miras bıraktı. Kardeşim küçük olduğu için altınlar bende durur. Siz bu cezayı infaz ederseniz yetim hakkını zayi ettiğiniz için Allah-ü Teâlâ indinde sorumlu olursunuz, bana üç gün izin verin, emaneti kardeşime teslim edip geleyim, bu üç gün içinde yerime birini bulurum, der. Mayıs 2011 Genç adam içinde bulunduğu zor duruma rağmen topluluğa bir göz atar, der ki: - Ey Amr Bin As, bu genci duydun, der. O yüce sahabe: - Evet ya Ömer, ben kefilim, der ve genç adam serbest bırakılır. Fakat 3. günün sonunda vakit dolmak üzeredir. Ama gençten hiç bir haber yoktur. Medine'nin ileri gelenleri Halife Hz. Ömer'e çıkarak gencin gelmeyeceği, dolayısıyla Amr Ibni As'a verilecek idam yerine maktulün (ölen adamın) diyetini vermeyi teklif ederler, fakat bu duruma babaları ölen gençler razı olmaz ve babamızın kanı yerde kalsın istemiyoruz derler. 37 Halife Hz. Ömer kendinden beklenen cevabı verir ve der ki: - Bu kefil babam da olsa fark etmez cezayı infaz ederim. Hz. Amr Ibni As ise tam bir teslimiyet içerisindedir: - Biz de sözümün arkasındayız. Merak etmeyin der. Bu arada kalabalıkta bir dalgalanma olur ve insanların arasından 3 gün önce köyüne giden genç görünür. Halife Hz. Ömer gence dönerek derki: - Evladım gelmeme gibi önemli bir nedenin vardı neden geldin? Genç şöyle der: - 'AHDE VEFASIZLIK ETTI' demeyesiniz diye geldim.” Hz. Ömer başını bu defa çevirir ve Amr Ibni As'a der ki: - Ey Amr, sen bu genci tanımıyorsun, nasıl oldu onun yerine kefil oldun? Amr Ibni As şöyle der. - Bu kadar insanın içerisinden bana güvenip beni seçti.'İnsanlık Öldü' dedirtmemek için kabul ettim.” Söz sırası davacı gençlere gelir, derler ki: 38 - Biz de bu davadan vazgeçiyoruz. Bu sözün üzerine Hz Ömer: - Fakat biraz evvel babamızın kanı yerde kalmasın diyordunuz ne oldu da böyle bir anda vazgeçtiniz, der. Gençlerin cevabı da son derece etkileyicidir: -MERHAMETLİ İNSAN KALMADI' DEMEYESENİZ DİYE… O Hz. Ömer ki Müslümanların halifesi sıfatı ile Kudüs’ün anahtarlarını almak için yola çıktığında gösterişe kapılmamış, büyüklük göstermemiş, devesine hizmetlisi ile dönüşümlü olarak binmiştir. Şehre gireceği zaman deveye binme sıra hizmetlisine gelmişti. Müslümanların ileri gelenleri; “Efendim siz halifesiniz, devenin üzerinde sizin şehre girmeniz daha münasip, böylece Müslümanları şereflendirmiş olursunuz.” dediklerinde Hz. Ömer; “Biz Müslüman olmakla şereflendik, başka şereflere ne gerek var.” demiş ve hizmetçisi devenin üzerinde kendisi de deveyi çekerek Kudüs’e girmiştir. Evet, dostlar Müslümanlık öyle bir makamdır ki onunla tanışan şereflerin en şereflisine nail olmuş olur. Ve yukarıda yaşanan olaydaki davranışları ancak bu şerefe nail olan kişiler sergileyebilirler. İslamiyet’le tanışan en katı kalpler merhamet deryasına döner. Mayıs 2011 Çölde çöl bedevilerini ehlileştiren İslamiyet tanıştıktan sonra millet olarak bizleri de ehlileştirmiş ve medeniyetlerin zirvesine çıkarmıştır. Ve bizler millet olarak İslamiyet’i kabul ettikten sonra birçok güzel hasletler geliştirdik ve bu dine en güzel şekilde hizmet ettik. Çok şükür hale de hizmet etmeye devam etmekteyiz. Ama üzülerek ifade etmek istiyorum ki eskisi gibi değil. Biz eskiden böyle değildik. Birbirimizin boğazına sarılmazdık. Üç kuruşluk menfaat için kardeş kardeşe düşmezdik, çocukları sever, onlara merhamet gösterirdik. Büyüklerimize hürmette kusur etmezdik, adaletten taviz vermez, birbirimize kolay kolay yalan söylemezdik. Harama el uzatmazdık. Hayırseverdik, misafirperverdik. Hiç tanımadığımız insanları tanrı misafiri der evimizde en güzel şekilde ağırlardık. Üstelik misafire zahmet verdik diye diş kirası bile verirdik. Peki, ne oldu bize? Niye bu hale geldik? Sanıyorum niye bu hale geldiğimizin cevaplarından bir tanesi, belki de en önemlilerinden bir tanesi General İgnatfyel’in hatıralarında yer alan Patrik Grigorios’un Çar I.Aleksandr’a tavsiye niteliğinde yazdığı mektupta gizlidir. Bu mektubun önemli kısımları şöyledir: “Türkleri, maddeten ezmek ve yıkmak gayr-ı mümkündür. Çünkü Türkler, çok sabırlı ve mukavemetli insanlardır. Gayet mağrurdurlar ve izzet-i nefis sahibidirler. Bu hasletleri de, dinlerine bağlılıklarından, kadere rıza göstermelerinden, an’a nelerine kuvvetinden, padişahlarına, kumandanlarına, büyüklerine olan itaat duygularından gelmektedir.” “Türklerde evvela itaat duygusunu kırmak ve manevi rabıtalarını kesmek dini metanetlerini zaafa uğratmak icap eder.” “Maneviyatları sarsıldığı gün, Türkleri, kendilerinden şeklen çok kuvvetli, kalabalık ve zahiren hâkim kuvvetler önünde zafere götüren asıl kudretleri sarsılacak ve maddi vasıtaların üstünlüğü ile yıkmak mümkün olabilecektir.” Asırlar öncesinden sahneye konan sinsi plan maalesef bugün meyvelerini vermeye başlamıştır. Bizleri İslamiyet’ten uzaklaştırarak ahlakımızı bozdular. Ahlakımız elden gidince bizler bir hiçiz. İnsana değer katan bilgili ya da zengin olması değildir. İnsana değer katan şahsiyettir, ahlaktır. Asırlar öncesinden plan ya- Mayıs 2011 panlar hedeflerine ulaşmaya başladılar. Onlar, milletimizi tavuk altında kuluçkaya yatmış kartal yavrusuna döndürdüler. Kartal yumurtadan çıkmış, gözleri yükseklerde. Gökyüzünde süzülerek uçan kartalı imrenerek seyretmekte. Gözü yükseklerde ama birileri ona tavuk muamelesi yapmakta. Uçmak istiyor ama sen tavuksun uçamazsın diyerek engellemeye çalışıyorlar. Aynı muamele bizlere de yapılmakta. Bizleri tarihimizden, mazimizden, dinimizden, kültürümüzden uzaklaştırarak sıradan ve dış tehditlere açık bir millet haline getirdiler. Tarihimizin ihtişamını unutunca özgüvenimizi de kaybettik. Bizim genlerimizde İslamiyet’in yoğurduğu engin bir insaniyet birikimi var. Ve bizim en büyük sorunumuz bu birikimin farkında olmayışımızdır. Bizi tarihimizden, mazimizden kopardılar. İnsanların hafızası anıları; milletin hafızası tarihidir. Nasıl insanın hafızası olmayınca bir hiçse, tarihsiz bir millette hiç demektir. Biz aydınlara düşen tarihimizi, hafızamızı tekrar kazanmak ve kazandırmaktır. Evet, geçmişimizi tekrar getiremeyiz, hiçbir şey eskisi gibi olmaz. Olaylar, zaman, mekân değişmiştir. Ama dediğim gibi bize düşen yüzyıllara dayanan İslamiyet’le yoğrulmuş birikimlerimizin ışığında çağın şartlarına uygun yeni insanı değerler üretmektir. Bunu da geçmişimize, tarihimize, mazimize sahip çıkarak yapabiliriz. Tarihimize dönüp baktığımızda karşımızda İslamiyet dağ gibi durmaktadır. Bizim tarihimiz İslamiyet’le yoğrulmuş eşsiz bir medeniyet ortaya çıkarmıştır. Bizim yapmamız gerekende bu cevheri ortaya çıkarmaktır. 39 ÀÍYjºA ÄjºA A ÀnI “Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına” HUZUR İKLİMİNDE İRŞAD UMRESİ Mehmet TALU ütün okuyucularımızı, Medine-i Münevvere'den Resûlullah (S.A.V.) Efendimizin huzurundan kalbî muhabbetlerimle selamlıyorum. Esselamü aleyküm ve rahmetullahi ve berakâtüh. B Umre yolculuğu bir Müslümanın manevî dünyası açısından belki de hayatındaki en önemli olaydır. Muhtemelen ömrü boyunca bir defa gerçekleştirebileceği bu kutsal yolculuğu Rabbimiz, hayırla ve “makbul bir umre”ile tamamlamayı, o kutsal toprakların manevî ikliminden en iyi şekilde istifade etmeyi ve umre dönüşü de umreyi yapmış olmanın anlam ve önemine uygun bir hayat sürmeyi nasip etsin. Amin. Nisan-2011 de, Marifet Derneği'nin proje ve tanıtımını üstlendiği, turizm acentalarının ortaklaşa organize ettiği Huzur İkliminde İrşad Umresi'ne katılım, beklendiği gibi çok yüksek oldu. ALLAH Teâlâ, bize de Sultanımız Cananımız Mahmud Efendi Hazretlerimiz ile birlikte bu umreye katılmayı nasip etti, elhamdülillah. Umre yolculuğu, tamamen bir ibadet yolculuğudur. Umre anlatılamaz, târif edilemez, yaşanır. Hele hele Sultanımız Cananımız Mahmud Efendi Hazretlerimiz ile birlikte yapılan umre… Yurt içinden ve dışından gelen birçok hocalarımız, talebelerimiz ve binlerce ihvan kardeşimizin Sultanımız Cananımız Efendi Hazretlerimizin etrafındaki 40 etten duvar örüşü, bayan ihvan kardeşlerimizin oluşturmuş olduğu müthiş görüntü… Evet bu, anlatılamaz, târif edilemez, yaşamak lazım. Elhamdülillah, o müthiş görüntünün içerisinde, Sultanımız Cananımız Efendi Hazretlerimizin hemen yakınında biz de vardık. Resûlullah (S.A.V.) efendimiz: “Zira Ramazan ayında yapılan umre, sevap bakımından benimle yapılan hac yerine geçer.” Buhârî, Umre:4, No:1690, 2/631; Müslim, Hac:222; Neseî, Sıyâm:6, 4/130 İbadetler ve salih ameller, işlendikleri vakitlere göre mesela Ramazan ayı, ibadetlerin ve salih amellerin sevabının katlanması açısından diğer aylardan daha faziletli olduğu gibi, Sultanımız Cananımız Efendi Hazretlerimiz ile birlikte yapılan umre de daha feyizli, bereketli oldu. Kısaca şu kadarını söyleyelim ki: Bu umre, bir Müslümanın hayatında büyük bir dönüm noktası teşkil eden, ruh ve şahsiyetinde önemli değişim ve gelişmeler meydana getiren ve dünya hayatında yaşayabileceği en saadetli, en hoş, en lezzetli bir hâdise olmuştur. Sultanımız Cananımız Efendi Hazretlerimizin, Arafat’ta ihvanlarla buluşması, Medine-i Münevvere'de de namaz vakitlerinde ihvanlar arasında bulunması, ihvanların O'nu görebilmesi mutlulukların daha da artmasına sebep olmuştur. Rabbim tekrarını nasip ve müyesser eylesin. Amin. Bu duygu ve düşünceler ışığında bu umreye katılan kardeşlerimizin umrelerinin makbul olmasını diliyor, yapacakları ibadet ve dualarının kabulünü ALLAH Teâlâ’dan niyaz ediyoruz. Bu vesile ile kısa da olsa umre hakkında bilgi vermek istiyorum: Umrenin Tarifi Lügatta; ziyaret etmek, uzun ömürlü olmak, evi mamur etmek, bir yerde ikamet etmek, ALLAH Teâlâ’ya kulluk yapmak, korumak ve malı çok olmak manalarına gelen Umre: Belirli bir zamana bağlı olmaksızın, usûlüne göre ihramlandıktan; Mekke-i Mükerreme’de bulunan Kâbe-i muazzamayı tavaf ve Safa-Merve arasında sa’y yaptıktan sonra tıraş olup ihramdan çıkılarak yapılan sünnet-i müekkede olan bir ibadettir. Bunu yapan zata “Mutemir” denir. Umrenin hac ibadetinden farkı: Bir zamanla sınırlı olmaması, Arafat ve Müzdelife vakfesi ile kurban kesme ve şeytan taşlama görevlerinin bulunmaması- Mayıs 2011 dır. Umrede veda tavafı da bulunmamaktadır. Bu bakımdan hacca: “Hacc-ı ekber” yani büyük hac, umreye de: “Hacc-ı asgar” yani küçük hac denir. * Umrenin Hükmü: Hanefî ve Malikî mezheplerinde: Ömründe bir defa umre yapmak: Sünnet-i müekkededir, farz değildir. Çünkü: “Ona bir yol bulabilenlerin, gücü yetenlerin Beyti hac ve ziyaret etmesi ALLAH Teâlâ’nın insanlar üzerinde bir hakkıdır.”1 “Bütün insanlara haccı ilan et ki! Gerek yaya olarak, gerekse nice uzak yollardan gelen yorgun argın develer üzerinde sana gelsinler.” 2 Ayet-i kerimelerinde ve Abdullah b. Ömer (R.A.) den rivayet edilen: “İslâm beş şey üzerine kurulmuştur: ALLAH Teâlâ’dan başka hiç bir ilah bulunmadığına ve Muhammed’in ALLAH Teâlâ’nın Resûlü olduğuna şehadet etmek, namaz kılmak, zekât vermek, hac etmek ve Ramazan orucunu tutmak.”3 Hadis-i şerifi ile: “İslam, ALLAH Teâlâ’dan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in ALLAH Teâlâ’nın 41 Resûlü olduğuna şehadet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekatı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirebilirsen Kâ’be’yi ziyaret etmen, hac yapmandır.”4 Hadis-i şerifinde “hac” ibadeti İslâm’ın beş temel esası arasında zikredilmiş, umre ise zikredilmemiştir. Ubeydullah (R.A.) den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz: “Hac bir cihâddır. Umre de bir tatavvu’ yâni sünnet, nafile bir ibadettir.”5 buyurmuştur. Cabir b. (R.A.) den rivayete göre bir sahâbî Resûlullah (S.A.V.) Efendimize: - Ya Resûlellah! Umre farz mıdır? diye sormuş, Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz de: “Hayır! Umre yapmanız, daha faziletlidir”6 buyurmuştur. Bütün bunlar gösteriyor ki: Umre farz değildir. Şafiî ve Hanbelî mezheplerinde ise umre: Farzdır. Umrenin hükmü hususundaki bu ihtilaf, konu ile ilgili delillere getirilen farklı yorumlar ile bu konuda farklı rivayetlerin bulunmasından kaynaklanmaktadır. Meselâ: Şafiî ve Hanbelî fukahasınca umrenin farz olmasına delil kabul edilen: “Haccı ve umreyi ALLAH Teâlâ için tamamlayın.”7 ayet-i kerimesi, Hanefî ve Malikî fukahasınca: Farz olsun, nafile olsun hac ve umre ibadetine başlanınca, bu görevin yarım bırakılmayıp tamamlanması gerektiği şeklinde anlaşılmıştır. 42 Mücahid (R.A.)den rivayet edilen hadis-i şerifte umreye: “Umre, küçük hactır.”8 denilmesi ise, Hanefî ve Malikî fukahasınca: Umrenin sevabını beyan içindir, şeklinde yorumlanmıştır.9 İster farz, ister sünnet-i müekkede olduğu kabul edilsin: Müslüman ömründe en az bir defa mutlaka umre yapmalıdır. * Umrenin Zamanı: Umre; hacdan farklı olarak daha geniş bir zaman diliminde yapılan bir ibadettir. Umre için belirli bir zaman yoktur. Her zaman yapılabilir. Ancak, Arefe günü ve ondan sonraki dört günde, yani Arefe ve Kurban bayram günleri olmak üzere, yılda beş gün umre yapılması tahrimen mekrûhtur. Çünkü bu günler hac menâsikinin yapıldığı günlerdir.10 Mekke-i Mükerreme ahalisinden hacca niyetlenen kimselerin hac aylarında, bu aylardan önce Mekke-i Mükerremede ikamet edenler ve mikatta olan kimselerin umre yapması tahrimen mekrûhtur. Yaparlarsa ceza kurbanı gerekir. Önemli not: Ramazan bayramından evvel Mekke-i Mükerreme’ye gelip te hac yapmak üzere kalanlar, Mekke-i mükerremeli sayıldıklarından Ramazan bayramından itibaren umre yapamazlar. Tahrimen mekruhtur. Yaparlarsa ceza kurbanı gerekir.11 * Ramazan Ayında Umre İbadetler ve salih ameller, işlendikleri vakitlere göre birbirlerinden daha faziletli olurlar. Bazı vakitlerde Mayıs 2011 yapılan bir ibadet veya salih bir amel, diğer vakitlerde yapılana nazaran daha faziletli olur. Ramazan ayı da, ibadetlerin ve salih amellerin sevabının katlanması açısından diğer aylardan daha faziletlidir. Ramazan ayında umre yapılması: Mendubtur, daha faziletlidir. Abdullah b. Abbas (R.A.)den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) efendimiz: “Zira Ramazan ayında yapılan umre, sevap bakımından benimle yapılan hac yerine geçer.”12 Buyurmuştur. Bu hadis-i şeriften öğreniyoruz ki: Rabbimizin bir lütfu ve nimeti olarak umre, Ramazan ayında olmasıyla hâsıl olan sevâb itibâriyle Hac derecesine ulaşmaktadır. Amelin sevabı, ona zamanın şerefi de ilave edilince ziyadeleşmekte ve artmaktadır. Tıpkı huzur-u kalb ve hulus-i niyetle de arttığı gibi. * Çokça Umre Yapmak İmkân dahilinde çokca umre yapmak müstehaptır. Çünkü Ebû Hureyre (R.A.)den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) efendimiz: “Bir umre, kendisiyle öbür umre arasında işlenmiş küçük günahlar için kefarettir.”13buyurmuşlardır. Hadis-i şerifte geçen “Bir umre, kendisiyle öbür umre arasında” ifadesi ile: “Bir umre diğer bir umre ile birlikte...” şeklinde anlaşılmıştır. Yani mâna: “Bir umreden sonra bir umre daha yapılırsa, bu ikisi arasında işlenmiş olan günahlara kefaret olur.” diye anlaşılmıştır. Böylece, müteakip bir umre daha yapılmasının gereği daha iyi anlaşılır. Bir yıl içinde umrenin tekrarlanması caizdir. Abdullah b. Ömer (R.A.), İbn-i Zübeyr zamanında, her sene iki defa olmak üzere senelerce umre yapmıştır. Hz.Aişe (R.Anha) validemiz de, bir sene içerisinde üç umre yapmıştır.14 İmkan sahibi olanların farz hacdan sonra nafile hac veya umre yapması da lazımdır. Çünkü Ebu Said el-Hudrî (R.A.)den rivayete göre Resûlullah (S.A.V) efendimiz, ALLAH Teâlâ’nın şöyle buyurduğunu bildirdi: “Şüphesiz, bedenine sıhhat ve afiyet verdiğim, geçimini de geniş kıldığım bir kul, beş yıl geçer de bana gelmezse elbette hayır ve bereketten mahrumdur.”15 Mayıs 2011 Bütün bu izahlardan sonra oldu bitti şu soruyu ve şu soruyu soranları anlamak mümkün değildir: - Niçin tekrar tekrar hacca veya umreye gidiyorsunuz? O parayı falan yere verseniz daha iyi olmaz mı? Tad alma duygusunu yitirmiş birisine balın lezzetini nasıl anlatabilirsiniz? Görme duygusunu yitirmiş birine Cennet gibi bir yeri nasıl târif edebilirsiniz? Kulağı duymayan birisine insanı mest eden ulvî sadâyı nasıl hissettirebilirsiniz? Aküsü biten bir araba çalışabilir mi? Kirli elbiseyi ve vücudu yıkama ihtiyacı duymaz mısınız? Hacca ve umreye tekrar tekrar gidişi tenkit edenlere şunu söylemek isterim. Deniz kenarında veya başka bir yerde tatilin maliyetini hesaplayın, bir de umrenin. Umrenin maliyetinin çok daha düşük olduğunu görürsünüz. Bir de umreye gidişlerde lüks otellerde konaklayıp, “lüks târifeye” dahil olmak yerine, o tarzda bir kişinin harcayacağı parayla aile fertlerinden veya çalışanlardan bir-iki kişinin daha umreye götürülmesi tercih edilmelidir. Tâ ki onlar da o mânevî güzellikleri görsünler, o mübarek beldenin kokusunu duysunlar, oradaki nurânî haletten istifade etsinler, feyz alsınlar... 43 “Bu Beytullah, İslâmın ana sütunlarından bir sütundur. Kim hac veya umre yapmak için girişimde bulunup yola çıkarsa, ALLAH Teâlâ’nın garantisi altına girmiş olur. Eğer yolda ölürse ALLAH Teâlâ onu Cennetine koyar. * Umrenin Fazileti Gücü yetenlerin yapacakları bu umre ibadetinin fazileti gerçekten büyüktür. Müslümanın dünya ve ahiret hayatı bakımından büyük bir dönüm noktası olan umre, samimi ve ihlaslı bir şekilde yerine getirilirse, kendisinden önceki günahları yok edip Müslümanı günahlarından arındırır, kalpteki pasları giderir. Çünkü umre boyunca devamlı maddi ve manevi kirlerden temizlik yapılır. Bedenî kirlerden tam bir temizlik yapıldığı gibi, günah kirlerinden de bütünüyle bir temizliğe girişilir. Umrenin günahların affına vesile olacağını Ebû Hureyre (R.A.)den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz: “Bir umre, kendisiyle öbür umre arasında işlenmiş günahlar için kefarettir.”16buyurarak haber vermektedir. Bu hadis-i şerif, umrenin ne derece faziletli bir ibadet olduğunu anlatmaya yeter. Umre, umre yapan kimsenin ALLAH Teâlâ katındaki değerini, derecesini yükseltir, cenneti kazanmasına vesile olur ve onu ahlâken olgunlaştırır. Çünkü umre yapanlar, “Duyûfur-Rahmân” yani “Rahman’ın misafirleri”dir. Evet, gerçekten de umre yapanlar ALLAH Teâlâ’nın birkaç günlük veya haftalık en kıymetli misafirleridir. Hiç şüphesiz bundan daha şerefli bir misafirlik olur mu? Böyle bir misafirliğe kabul edilmek, büyük bir nasiptir. Umre yapanlar, bu misafirliğe kabul edilmekle büyük bir nimete kavuşmuş bulunuyorlar. Dolayısıyla umreci, bu kıymetli zamanını, önce kendisinin bir misafir olduğunu, hem de Rabbisine misafir olduğunun bilinci içerisinde geçirmelidir. Ayrıca gerek hâne sahibine karşı, gerekse O’nun diğer misafirlerine karşı saygı ve hürmette 44 kusur etmemelidir. ALLAH Teâlâ, misafirlerinin içtenlikle yapacakları duaları asla geri çevirmez. Ebû Hureyre (R.A.)den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz: “Hacılar ve umre yapanlar, Müslümanların ALLAH Teâlâ’ya gönderilmiş temsilcileri, ALLAH Teâlâ’nın misafirleri, ALLAH Teâlâ’nın evinin ziyaretçileridir. Kendisine dua ederlerse, dualarını kabul eder, O’ndan afv ü mağfiret, bağışlanma dilerlerse, onları bağışlar, affeder.”17 buyurmuşlardır. Görüldüğü üzere umrede yapılan dualar ve tevbeler kabul görür. Böylece bu ibadeti îfa edenler, işlemiş oldukları hata ve günahlarından arınarak hayata yeni bir canlılık ve şuurla dönerler. Umre: “Hacc-ı asgar” yani küçük hac’dır. Çünkü Amr b. Hazm (R.A.)den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) efendimiz: “Umre, küçük hacdır.”18buyurmuştur. Yani hacdaki bereketler, semerler ve faziletler sayı bakımından az olmakla birlikte aynısı umrede de vardır. Makbul umre, en faziletli amellerdendir. Çünkü Ebû Kılabe (R.A.)den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) efendimiz: "En faziletli amellerdendir… Mebrur yani makbul umre.”19Buyurmuşlardır. Mebrur yani makbul umre: ALLAH Teâlâ’nın rızasına uygun bir şekilde eksiksiz olarak yapılan, kendisine hiçbir günah karışmayan, ALLAH Teâlâ katında Mayıs 2011 makbûl, kabul olunmuş umre anlamına gelir. Mebrûr umre, zihnen, kalben, fikren yanlış duygu, düşünce ve günahlardan arınma, temizlenme ve kurtulmayı ifade eder. Gerçekten umreye giden pek çok insan, günahlarına tövbe edip kötülüklerini terk etmek suretiyle dinî ve ahlâkî hayatında bir dönüşüm geçirmektedir. Umre yapmış kişinin; umreden sonraki hâlinin, hayatının: Umreden önceki hâlinden, hayatından daha güzel olması, yaptığı umrenin mebrûr olduğunun alâmeti kabul edilmektedir. Hac ve umrenin cihada benzetilmesi, bu iki amelde mevcut meşak-kat ve zahmetler sebebiyledir. Cihad da meşakkat ve zahmet yönü ağır basan bir ibadettir. İnsan nefsi, her üç amelle de aynı terbiyeleri alabilecektir. Bu sebeple, sevap yönüyle bunların aralarında benzerlik, yakınlık ve hattâ şartlara göre ayniyet olduğu Resûl-i Ekrem (S.A.V.) Efendimiz tarafından bildirilmektedir. Öyleyse cihada muktedir olamayan, söz gelimi çocuk, kadın veya yaşlı birisi hac veya umreyi yaparak aynı sevabı kazanabilecektir. Umreye giden kimse, duası istenecek kişidir. Hz.Ömer (R.A.) demiştir ki: Hz. Aişe (R.Anhâ) validemiz, Hz. Peygamber (S.A.V.) efendimize şöyle sorar: - Resûlullah (S.A.V.) efendimizden umre yapmak için izin istedim. Bana izin verdi ve: - Ya Resûlellah! Kadınlara da cihad var mı? Resûlullah (S.A.V.) efendimiz şöyle buyurur: “Kardeşciğim! Bizi de duadan unutma! Kardeşciğim! Duana bizi de ortak et.” buyurdu. Bana öyle bir söz söylemiş oldu ki, onun yerine tüm dünyaya sahip olmam beni o kadar sevindirmezdi.20 “Evet! Kadınlara, içinde vurma-öldürme olmayan bir cihâd var: Hac ve umre...”22 Umre, normalde gaza yoluyla yapılan cihada katılamayan yaşlılar, küçükler, güçsüzler ve kadınların cihadı olarak nitelendirilmiştir. Ebû Hureyre (R.A.)den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) efendimiz: “Büyüğün, küçüğün, zayıfın, kadının cihadı Hac ve umredir.”21Buyurmuştur. Hadîs-i şerifte, hac ve umrenin cihad olarak tavsifi, hac ve umrede karşılaşılan meşakkatler sebebiyle bir nevi nefis mücadelesi yapılmasındandır. Nitekim hadîs-i şeriflerde nefisle yapılan mücadele de: “cihad” ve hatta “efdal” ve “ekber” yani “en faziletli”, “en büyük cihad” olarak ifade edilmiştir. Hac ve umreye “cihad” denirken muhatabın kadın olması da mühim bir husustur. Sözleri değerlendirirken muhatap unsurunu da nazar-ı dikkate almak gerekir. Umre yolunda ölmenin büyük fazileti vardır. Cabir b. Abdullah (R.A.)den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz: “Bu Beytullah, İslâmın ana sütunlarından bir sütundur. Kim hac veya umre yapmak için girişimde bulunup yola çıkarsa, ALLAH Teâlâ’nın garantisi altına girmiş olur. Eğer yolda ölürse ALLAH Teâlâ onu Cennetine koyar. Eğer hac veya umresini yapıp ALLAH Teâlâ onu sağlıcakla ailesine döndürürse, pek büyük sevap ve ganimetle döndürür.”23buyurdu. Ebu Hureyre (R.A.)den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz: “… Kim umre yapmak için yola çıkar da yolda vefat ederse, ona kıyamete kadar umre yapan kimsenin sevabı yazılır…”24buyurdu. Mayıs 2011 45 Çünkü umre, turistik bir gezi olmayıp bir ibadettir. Her ibadet gibi umrenin de ALLAH Teâlâ katında makbûl, kabul olunmuş ve daha sevaplı bir umre olması için, usûlüne uygun olarak Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin yaptığı ve öğrettiği şekilde, eksiksiz yapılması gerekir. Bu sebeble her bir ibadetin kendisine mahsus hükümleri, hikmetleri olduğu gibi, umrenin de kendisine mahsus farz, vacib, sünnet, mekruh, müfsid v.b. hükümleri ve bir takım hikmetleri vardır. Bu hükümlere riayet edilmediği takdirde o umre, umre olmaktan çıkar, kudsiyet ve faziletini kaybeder. Ayrıca bunların bilinerek yapılması umreyi daha da anlamlı kılar. Hz. Aişe (R.Anhâ) validemizden rivayete göre Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimiz: “Kim hac veya umre yapmak üzere yola çıkıp yolda ölürse, kıyamet günü sorgulanmayacak ve hesaba çekilmeyecektir. Ona: Cennete gir! denilecektir.”25buyurdu. Artık önemli olan: Böylesine faziletli bir ibadeti, gereği gibi yerine getirerek onun faziletinden yararlanmaktır. Muhterem okuyucu, Umre, bilgi ve rehberliğe dayalı bir ibadettir. Bu sebeple umreye gidecek olan bir Müslümana, umreye ait gerekli bilgileri öğrenmesi de lazımdır. Kişisel açıdan bir manevî gelişim yolculuğu olarak nitelendirilebilecek bu kutsal seyahatin amacına uygun bir şekilde gerçekleşebilmesi için, bilinçli bir şekilde yerine getirilmesi gerekir. Birtakım sıkıntıları ve maddî külfeti göze alarak karar verilen bu kutlu yolculuğa niçin çıkılır? Bu yolculuk kişiye neler kazandırır veya kazandırmalıdır? Bu kutsal yolculuğun amacına uygun olarak gerçekleşebilmesi için nasıl hareket edilmelidir? Umre ibadeti nedir ve nasıl yapılır? Bu ibadetteki fiil ve davranışların anlamı nedir? 46 Fakat ne yazık ki, umreye giden Müslümanlar, genellikle umre süresince yapılan farz, vâcip, sünnet veya müfsid niteliğinde umrenin her bir fiiliyle ilgili birçok hükümlere oldukça yabancı kalmakta, bu önemli ibadeti yerine getirme fırsatını bulduklarında da pek çoğu, bu hükümleri bilmedikleri gibi, kısa bir sürede bunları kâfi derecede öğrenme imkânını da bulamamaktadırlar. Bu sebeble hem yolculuk safhasında birçok sıkıntıya maruz kalmakta, hem de bilemediği için umre ibadetini ya eksik ifa etmiş veya umrenin sahih olmasına mani olacak bazı hatalarda bulunmuştur. Belki de, hac ve umrede vaki bu eksikliklerden ve hatalardan dolayı ALLAH Teâlâ, hac ve umreyi emrederken: “Hac ve umreyi ALLAH Teâlâ için tamam yapınız…”26buyurmuştur. Başka bir ibadeti emrederken, hiç böyle yani: "Tamam yapınız." Buyurmamıştır. Bu sebeple bazı zorluklara katlanarak umreye giden bir Müslüma-nın, umresini noksansız eda edip “makbul bir umre” yapabilmesi ve ALLAH Teâlâ katında en yüksek ecri kazanabilmesi için bu kutsal ibadetin nasıl yapılacağını, umre esnasında nelere dikkat etmesi gerektiğini, hangi fiil ve davranışların suç sayıldığını, kısaca erkânından adabına kadar, bu ibadetle ilgili hükümleri, kendisine yetecek kadar iyi bir şekilde öğrenmesi gerekir. Farzlarını, vaciplerini, sünnetlerini ve pratiğini bilmeden, tamamen amiyane ve kulaktan dolma bilgilerle, uydum kalabalığa şeklinde “makbul bir umre” yapmak mümkün değildir. Ayrıca başkalarından doğru bilgi alınsa da, umreye gidecek kimsenin bizzat okuyup, öğrenip bilgi sahibi olması kalbini tatmin etme bakımından çok daha faydalıdır. Bu nedenle aslında umreye gidecek kimselerin, umreye gitmeden evvel en az üç Mayıs 2011 ay, bilgili ve tecrübeli hocaefendiler tarafından sıkı bir eğitim ve öğretimden geçirilmeleri çok faydalı ve isabetli olur. Bir Müslümanın hayatı boyunca namaz ve oruç bu kadar tekerrür etmesi ve bu hususlarda bunca malumat verilmesine rağmen yine de bu emirlerin ifasında bazı noksanlıklarla karşılaşmaktayız. Umrenin ise, genellikle ömürde bir kaç defa olması, muhit yabancılığı ve lisan farklılığı gibi diğer ibadetlerden ayrı bir özelliği vardır. Umre adayı, şimdiye kadar hiç görmediği, gitmediği bir ülkeye, hiç bilmediği, tanımadığı insanlar arasına gitmektedir. Bir de farklı iklim şartları… Bütün bunlar, esasen hakkıyla ifası büyük bir dikkat ve eğitim isteyen umrenin zorluğunu bir kat daha artırmakta, tek başına hakkıyla ifasını adeta güçleştirmektedir. Ayrıca umrenin ifası sırasında yapılabilecek bir hata veya yanılgı, umre adaylarının maddî ve manevî açıdan mağdur olmalarına sebep olmaktadır. Hatta her türlü külfet ve maddî fedakârlığa katlanarak bu yolculuğu tamamlayan ve yurduna dönen bir kimse, bazen makbul bir umre yapmadan da dönebilmektedir. Çünkü bilemediği için umresini ya eksik, ya da hatalı yapmıştır. Kısacası umre, bilgi ve rehberliğe dayalı, devamlı dikkat, takip ve kontrol isteyen bir ibadettir. Mayıs 2011 Cenab-ı Hakka sonsuz şükürler olsun ki, görevli olarak birçok kere hacca, umreye gitmek nasip oldu. Bu vesile ile umreye gelen kardeşlerimizin karşılaştıkları ve çektikleri sıkıntıları, yaptıkları hataları yakînen müşahede ettik. Nafile sa’y yapanları, sünneti işleyeceğim derken haram işleyenleri ve farzı, vacibi terk edip bid’atleri farz telakki edenleri çok gördük. İşte bu durum; umreye giden bir müslümanın, umresini noksansız eda edebilmesi, makbul bir umre yapabilmesi ve ALLAH Teâlâ katında en yüksek ecri kazanabilmesi için, umreye niyet ettiği andan itibaren memleketinden çıkıp tekrar evine dönünceye kadar bu kutsal ibadetin nasıl yapılacağını, umre esnasında nelere dikkat etmesi gerektiğini, hangi fiil ve davranışların suç sayıldığını, kısaca erkânından adabına kadar, bu ibadetle ilgili hükümleri, kendisine yetecek kadar, kolayca, iyi bir şekilde öğrenmesi gerekir. Farzlarını, vaciplerini, sünnetlerini ve teorisini ve pratiğini bilmeden makbul bir umre yapmak mümkün değildir. Bu sebeple ALLAH Teâlâ’nın misafirleri ve davetlileri olarak kabul edilen insanlarımıza, Kur’an-ı Kerim ve sünnet ışığında, bid’at ve hurafelerden uzak, doğru bilgi ekseninde yardımcı olmak ve rehberlik etmek büyük önem arz etmektedir. Bu durum, memleketten çıkıldığı andan itibaren uygulamaya yönelik olarak nerede ne yapılacağını 47 ayrıntılara girmeden adım adım anlatan pratik bir Umre Rehberine ihtiyacı ortaya çıkarmıştır. İşte, söz konusu ihtiyacı karşılamak ve makbul bir umre yapmak isteyenlere, rehber olması maksadıyla maksadıyla "Ya Rabbi! Ben Senin Rızan İçin Umre Yapmak İstiyorum" isimli bir kitap hazırladık. Bu kitapta sadece UMRE ile alakalı konulara yer verilmiştir. İstifadesi kolay olsun diye, umre ile ilgili olmayan hususlara temas edilmemiştir. Çünkü yaygın olan Hac-umre rehberlerinde, genellikle hac-umre ve diğer konular iç-içe işlendiğinden, bilhassa umreye ilk defa gidenlerin pek istifade edemedikleri görülmektedir. Bu sebeble istifade edilmesi daha kolay ve pratik olsun diye: 1- “Hac” ile ilgili bütün bilgi ve uygulamalar için: Ya Rabbi! Ben Senin rızan için HAC yapmak istiyorum” isimli eserimizi, 2- “Hac veya umrede yapılabilecek dua” ile ilgili bütün bilgi ve uygulamalar için: “Ya Rabbi! Ben Senin rızan için DUA yapmak istiyorum” isimli eserimizi, 3- “Mekke-i Mükerreme” ve “Medine-i Münevvere”de ziyareti mümkün olan yerler ve tarih bakımından bilinen, fakat günümüzde maalesef izleri bile mevcut olmayan yerler ve bilinmesinde fayda bulunan bazı konular hakkında: “Ya Rabbi! Ben Senin rızan için ZİYARET yapmak istiyorum” isimli eserimizi önemle tavsiye ederiz. Tereke Yayınevi, Tel: 0216 316 21 72 - 0532 610 33 49 48 Mebrûr bir hac, makbûl bir umre ve müstecab dualar için adı geçen bu eserleri mutlaka almanızı, dikkatlice okumanızı, ondan sonra hacca veya umreye gitmenizi, giderken de bu eserleri yanınızda bulundurmanızı önemle tavsiye ederiz. Bir sorunuz olursa, çekinmeden her zaman arayabilirsiniz: “0532 273 38 96” Meşgul olmam sebebiyle cevap verilemezse, mesaj bırakabilirsiniz. Kitap, tamamen fıkıh kaynakları esas alınarak, umre konusunda yazılmış, ulaşabildiğimiz eski-yeni bütün eserler gözden geçirilerek ve sadece nazarî bilgilere göre değil, elhamdülillah yapmış olduğumuz hac ve umrelerde yaşadığımız tecrübe ve müşahedelere dayanarak umre adayının karşılaşabileceği her türlü soru ve müşküllerini karşılayacak bir şekilde hazırlanmıştır. Konular işlenirken fıkhî görüşe dayanak teşkil eden bir kısım delillere imkân dahilinde yer verilmiş, çoğu kez âyet-i kerime ve hadîs-i şeriflerin metinleri yazılmıştır. Dipnotta istifade edilen kaynaklar verilmiştir. Kitapta Hanefî mezhebi esas alınmıştır. Bazen diğer hak mezheplerin farklı görüşleri de zikredilmiştir. Hadîs-i şerif ve fıkıh kitaplarımızda umrenin yapılışı ile ilgili bilgiler, tamamen umre ile ilgili âyeti kerime ve Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimizin umre konusundaki hadîs-i şeriflerine ve uygulamasına dayanmaktadır. Mezhepler arasındaki farklı görüşlerin bulunması, konu ile ilgili âyet-i kerime ve hadîs-i şeriflere farklı yorumlar getirilmesinden ve bazen de Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimizden aynı konuda aktarılan değişik rivayetlerin bulunmasından kaynaklanmaktadır. Mayıs 2011 Mezhepler arasındaki farklı görüşler, zaruri hallerde Mü’minler için bir kolaylık sağlamaktadır. Bu itibarla keyfi değil, zaruret halinde diğer hak bir mezhep ile amel edilebilir. Muhterem umre adayları! Maddi-manevi birçok zorlukları yenerek müekked sünnet olan umreyi eda edeceksiniz. Unutmamak gerekir ki, umre çok önemli bir imtihandır. Bu imtihanda ancak kendisini maddî ve manevî açıdan iyi hazırlayan umre adayı başarılı olabilir. İşte elinizdeki kitapta, umreye gidecek bir Müslümana sadece bu ibadetin ifâsıyle ilgili farz, vâcip veya sünnet niteliğindeki umrenin her bir fiiliyle ilgili hükümler, gerekli bilgiler ve bu ibadetin nasıl yapılacağı ayrıntıya girilmeden, nerede ne yapılacaksa basit bir anlatım ile yeterince adım adım açıklanmıştır. Umrenin şeklî birtakım davranışlardan ibaret kalmaması için, anlam olarak umre fiil ve davranışlarının açıklanması büyük önem taşımaktadır. Bu bakımdan kitapta umre fiil ve davranışlarının hikmeti de izah edilmeye çalışılmıştır. Kitab, dikkatlice okunduğunda, herkes tarafından anlaşılabilecek şekilde, basit bir üslûbla yazılmaya çalışılmıştır. Kitap, bir kaç defa okunup mütalâa edilirse, kendisinden daha çok istifade edilecektir. Hele hele henüz yola çıkmadan bu kitabı bir kaç defa okumanız, önceden bilgi sahibi olmanız sizin için çok faydalı olur. İnanıyorum ki, size büyük kolaylık sağlayacaktır. Umre yolculuğu bir Müslümanın manevî dünyası açısından belki de hayatındaki en önemli olaydır. Muhtemelen ömrü boyunca bir defa gerçekleştirebileceği bu kutsal yolculuğu Rabbimiz, hayırla ve “makbul bir umre”ile tamamlamayı, o kutsal toprakların manevî ikliminden en iyi şekilde istifade etmeyi ve umre dönüşü de umreyi yapmış olmanın anlam ve önemine uygun bir hayat sürmeyi nasip etsin. Amin. Bu duygu ve düşünceler ışığında umreye gidecek kardeşlerimize “makbul umre” diliyor, yapacakları ibadet ve dualarının kabulünü ALLAH Teâlâ’dan niyaz ediyoruz. “ALLAHümme salli alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âli seyyidinâ Muhammed. Salâten tüncinâ bihâ min cemiil-ehvâli vel-âfât. Ve takzî lenâ bihâ cemîalhâcât. Ve tütahhirunâ bihâ min cemiis-seyyiât. Ve terfeunâ bihâ indeke e’led-deracât. Ve tübelliğunâ bihâ aksal-ğâyât. Min cemîil-hayrâti fil-hayâti ve be’delmemât. Bi rahmetike yâ erhamer-rahimîn. HasbünALLAHü ve ni’mel-vekil. Ni’mel-mevlâ ve ni’men-nasir. Gufraneke Rabbenâ ve ileykel-masîr.” .................................................... 1)Âl-i İmrân sûresi:97 2)Hac sûresi:27 3)Buhari, İman:1, No:8, 1/12; Müslim, İman:19-22; Tirmizi, İman:3, Nesei, İman:13 4)Müslim, İmân:1, No:8 1/36; Buhârî, İman:37 5)İbn-i Mace, Hac:44, No:2989; 2995; Beyhakî, Es-Sünenü'l-Kübra; Hac: No:8831; 6)Tirmizi, Hac:88; No:931; 3/270; A.b.Hanbel; No:13988; 3/316 7)Bakara sûresi:196 8)İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, 3/225, 4/305, No:13665, 9)Kâsânî, 2/226; Mergînânî, 1/182-183. 10)Zeyleî, Nasbu'r-Raye; 3/147, Beyhakî, Es-Sünenü'l- Kübra; Hac: No:8822; 6/477 11)İbn-i Abidin, 2/270 12)Buhârî, Umre:4, No:1690, 2/631; Müslim, Hac:222; Neseî, Sıyâm:6, 4/130 13)Buhari, Umre:2, No:1683, 2/629; Müslim, Hac:437, No:1349, 2/983; Nesei, Hac:5, No:2629, 5/115; Tirmizî, Hac:90, No:933; İbn-i Mâce, Menâsik:3, No:2887; 14)Fıkhüs-sünne, 1/539 15)İbn-i Hıbban; Hac: No:3703; 9/16, Beyhekî, Es-Sünenü'l-Kübra; Hac; No: 10529; 8/84 Abdürrezzak, Musannef, No: 8826, 5/13 16)Buhari, Umre:2, No:1683, 2/629; Müslim, Hac:437, No:1349, 2/983; Nesei, Hac:5, No:2629, 5/115; Tirmizî, Hac:90, No:933; İbn-i Mâce, Menâsik:3, No:2887 17)İbn-i Mâce, Menasik:5, No:2892, 2/966; Nesâî, Hac:4 18)Hakim, Müstedrek, 1/552, No:1447 19)Beyhekî, Şuabül-İman, No:22, 1/56 20)Ebu Davud, Vitr:23, No:1498, 1/470; Tirmizi, Deavat:110, İbn-i Mace, Menasik:5 21)Nesâî, Hac:4, No:2626, 5/114; İbn-i Mâce, Menâsik:8, No:2902 22)İbn-i Mace, Menasik:8, No:2901, 2/968 23)Taberânî, el-Mu’cemül-Evsat: No:9029, 10/15 24)Taberânî, el-Mu’cemül-Evsat, No:5317, 6/155 25)Taberânî, el-Mu’cemül-Evsat, No:5384, 6/185 26)Bakara sûresi:196 Mayıs 2011 49 ÀÍYjºA ÄjºA A ÀnI “Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına” Ahmed Amiş Efendi Hazretleri AHMET HALİLOĞLU Rumeli’de karışıklığın zirveye çıktığı dönemde irşad ve vaazları ile insanları ıslah yoluna gider. Ziyaretleri o dönemin imkânları ile geniş bir çevreye uzanır. Seyahatleri Rumeli’de buram buram Osmanlı kokan Üsküp’e kadar uzanır. 50 “Le tuftehannel Konstantiniyye” müjdesi öteden beri Müslümanların, dikkatlerini İstanbul’a çevirmesine neden olmuştur. İstanbul’u Dersaadet yapan semt Fatih’tir. Fatih semtinin manevi havasını ise Hazreti Fatih’in inşa ettirdiği cami-i şerif belirler. Cami-i Şerifin avlusunda Osmanlı Sultanlarının en kudsisi Hazreti Fatih; kendi inşa ettirdiği türbede sırlanmıştır. Devlet-i Aliyye zamanında en mübarek vazifelerden birisi de bu kudsi merkezin türbedarlığını deruhte etmektir. Bu ay sizlere Hazreti Fatih’in türbedarlarından Ahmed Amiş Efendi Hazretlerini arz edeceğiz. Türbedar Efendi veya Türbedar Ahmed Efendi isimleri ile maruf Ahmed Amiş Efendi Hazretleri 1807 yılında (Hicri 1222)’de Niğbolu livasında Tırnova’da dünyaya gelir. Bu yıllar Rumeli’nin içten içe kaynamaya başladığı; Rusların Rumlar başta olmak üzere Bulgarlar ve Sırpları kışkırttığı devredir. Ahmed Efendi Hazretleri ilk eğitimini memleketinde almaya başlar ve yine medrese eğitimine memleketinde başlar. İlk gençlik dönemlerinden itibaren vuslat ve hicran yarası kal- bini yakmaya başlar. Kendisini dosta götürecek, vuslata erdirecek ulvi âlemlerden kutsi bir muştuya erdirecek bir mürşit aramaya başlar. Bu amaçla Sadık Efendi’nin önüne diz çöker. Ama o dönemin mürşitleri herkesi derviş tutmazlar, her geleni almazlar. İstidadına bakarlar; dahası nasibine nazar ederler. Nasibi varsa kabul ederler. Yoksa geri çevirirler. Sadık Efendi; Türbedar Ahmed Efendinin gönl-ü pâkine nazar eder ve beklemesini söyler. Türbedar Efendi; bunun üzerine kitaplara yönelir. Kalbindeki aşk yarasını ilim meclislerinde sarmaya çalışır. Ama bu aşk ilm-i batın aşkıdır; ilm-i ledün muhabbetidir; zahiri ilimle sarılmaz ki... Koca Bursa Kadısı Aziz Mahmut Hüdayi’yi makamından eden aşk-ı ilahi kitaplar ile tedavi edilecek yara değildir. Fakat başka çare de yoktur. Maneviyat erleri bekle dediyse; çaresiz beklenecektir. Bekleyiş; acısıyla sancısıyla altı sene sürer. Yirmi yaşına geldiği zaman; beklediği zat ayağına gelir. Halvetiyye’nin Şabaniyye kolundan Kuşadaviyye/İbrahimiyye şubesini kuran Kuşadalı İbrahim Halveti Efendi; halifelerinden Ömer el- Halveti Hazretlerini Tırnova’ya postnişin olarak gönderir. Sâdâtımızın buyurduğu gibi hakiki derviş; mürşidini kendine çeker. Hazreti Şemsi; Molla Hünkar’ın Konya’ya çektiği gibi Türbedar Efendi de; Ömer Efendi’yi Tırnova’ya getirir. Dost dosta kavuşmuş; intisap gerçekleşmiştir. Artık nurlu meclislerde devran edilecek, sırlı kalpler ile seyran alemlerine yelken açılacaktır. Hicran acısı yerini vuslat muştularına bırakacaktır. Genç derviş; bir yan- dan kalp âleminin nurlu ufuklarında seyran ederken; diğer yandan ilim icazetini alır ve sıbyan mektebinde küçük çocuklara muallimlik yapmaya başlar. Fenâ ve bekâ makamlarını kısa sürede kat eden Türbedar Efendi; veraul vera’da; ötelerin ötesinde kendini bildi bileli hasretini çektiği Dostunun vuslatına erer. Bu kavuşma irşad müsadesini ve Halveti – Şabani icazetini beraberinde getirir. Artık O; ucu Kainatın Sultanı, Efendiler Efendisi Peygamber-i Zişan Efendimize ulaşan altın silsilenin kutlu bir halkasıdır. 1845 ‘de Büyük Şeyhi Kuşadalı İbrahim Halveti’nin terk-i dünya etmesinden sonra İstanbul’a gelir ve Kuşadalı merhumun serhalifesi Muhammed Tevfik Bosnevi’ye teberrüken intisap eder. Bosnevi Tevfik Efendi’nin; İstanbul Zeyrek’teki Çinili Hamamı işletmesini örnek alarak kendisi de Tırnova’da hamam kiralar ve maişetini kendi elinin emeği ile geçimini temin eder. Bu devre; dört asırdır huzur ve sükunetin merkezi olan Rumeli’nin Rusların kışkırtması ve Fransız İhtilalinin yaydığı fikirler ile patlamaya hazır saatli bombaya dönüştüğü dönemlerdir. 1853 yılında Ruslar savaş notası bile vermeye gerek görmeden Eflak ve Boğdan’ı işgal ederler ve Tuna Vilayetine doğru ilerlemeye başlarlar. Bunun üzerine Devlet-i Aliyye; Ruslara (Moskofa) harb ilan eder. Şaşılacak bir şeydir ama İngiltere, Fransa, Avusturya gibi Hıristiyan Batılı devletler ilk kez Devlet-i Aliyye’nin yanında yer alır. Biliyorum garip geldi; Osmanlı’yı sevdikleri için bizim yanımızda yer almadılar elbette; Batılılar Rusya’nın büyümesini istemedikleri için bizi desteklediler. 1854’te savaşta yeni bir döneme girilir ve Kırım’da cephe açılmasına karar verilir. Kırım Devlet-i Aliyye’den koparılan ve halkının tamamına yakınının müslüman Türk olduğu ilk bölgedir ve nerdeyse bin yıldır müslüman Türk yurdudur. Ama 1792’te Ruslar; bir oldubitti ile işgal etmişlerdir ve elli senedir Müslüman Türkler; Moskof zulmü altındadır. Kırım’da cephe açılınca Türbedar Efendi duramaz Tırnova’da; tabur imamı olarak koşar cepheye... Kah ön sıralarda vaazlarıyla askeri cesaretlendirir kah yaralıları sırtında taşır. Tasavvufu pasiflikle suçlayanların kulakları çınlasın. Kırım’da yaşanan fecaate şahit olur. Sonraları bu durumu ; “Siz harbin fecâatini bilmezsiniz. Ben Rus (Kırım) harbinde yaralıları sırtımda taşıdım. Harbin fecâatini yakînen bilirim. Sakın harbi temenni etmeyin” der. Kırım Harbinden sonra memleketine dönüp; talipleri irşada devam eden Ahmed Amiş Efendi; Muhammed Tevfik Bosnevi’nin 1866 yılında terk-i dünya Mayıs 2011 51 etmesi üzerine İstanbul’a tekrar gelir. Dönemin arif, alim, abid ve edipleri ile görüştükten sonra tekrar memleketine geri döner. Rumeli’de karışıklığın zirveye çıktığı dönemde irşad ve vaazları ile insanları ıslah yoluna gider. Ziyaretleri o dönemin imkânları ile geniş bir çevreye uzanır. Seyahatleri Rumeli’de buram buram Osmanlı kokan Üsküp’e kadar uzanır. Üsküp’te Melamiliğin son dönemdeki piri Seyyid Muhammed Nurul Arabi Hazretleri ile görüşür ve Melamilik meşrebini nuş eder ve icazet-i mutlaka ile ikinci irşad müsaadesini bir başka kamil-i mükemmilden alır. Bizim hüzün ve gözyaşı dolu tarihimize 93 Harbi olarak geçen 1877-1878 Osmanlı – Rus Harbi başladığında Türbedar Efendi; Tırnova’dadır. Rus Ordusu kısa sürede Tuna Nehrini aşmış, geçtiği her yerde taş üstünde taş, baş üstünde baş bırakmamaktadır. Teni güneş görmemiş müslüman kadınlara tecavüz edilmekte, beşikteki bebekler yürümekten aciz kocalar katledilmektedir. Köstence’den, Hazergrad’dan, Eski Cuma’dan, Şumnu’dan binlerce müslüman İstanbul’a doğru göçe başlar. Mithat Paşa’nın Tuna Vilayetindeki çalışmaları meyvesini vermiş (!) ve Bulgarlar beş asırdır huzur içinde yaşadıkları Osmanlı’ya isyan bayrağını açmışlardır. Rus Ordusunun katliamlarından kaçan müslüman Pomak ve Türkler yollarda katledilmektedir. Karlı Rodop Dağları yaya olarak aşılmakta, Ruslar ve Bulgarlar tarafından öldürülmekten kurtulan Müslümanlar ya soğuktan yada açlıktan ölmektedir. Türbedar Efendi de çaresiz hicret yolunu tutar. İstanbul’a yerleşir. Binlerce muhacirin yollarda ve İstanbul’da perişan hallerine şahit olur. İstanbul’da irşat faaliyetlerine devam ederken; Gümüşhanevi Ahmed Ziyaeddin Efendi Hazretleri ile tanışır. Gümüşhanevi Hazretlerinden Nakşî – Halidi icazeti de alan Türbedar Efendinin kemalatını üçüncü bir kâmil-i mükemmil tasdik etmiş olur. Türbedar Efendi; Halveti Şabani, Melami ve Nakşi Halidi yollarından irşat müsaadesine erişmiş ve üstelik bu yolların her birini ayrı şeyhlerden almış ender zatlardan birisidir. Günümüzde akşam yatıp sabah kalktıklarında şeyh olduğunu iddia edenlerin kulakları çınlasın. 1879 senesinde Hazreti Fatih’in türbedarı Niğdeli Bekir Efendi’nin ahirete irtihal etmeleri üzerine türbedarlık vazifesi Ahmed Amiş Hazretlerine tevdi edilmiştir. Her gün sabah namazından sonra akşam beşe kadar türbedarlık vazifesini hakkıyla ifa eden Ahmed Amiş Hazretleri; akşam üzeri saat beş altı gibi türbeyi kapatır ve yerini ikinci türbedar olan ve kendi halifesi Kayserili Mehmet Tevfik Efendi’ye bırakırlar. 52 Osmanlı’nın Rumeli’deki çöküşüne şahitlik eden Türbedar Efendi; hayatının sonlarına doğru bir kez daha acıyla yıkılır. Balkan Savaşında Bulgar askerlerinin Edirne’yi de işgal ettiğini, Selimiye Cami’ni topa tuttuklarını yaşlı kulakları işitir. Bir kez daha Bulgar ordusunun önünden kaçan Rumeli muhacirleri selatin camilerinin avlularını doldurur. Rumeli’den; her milletten müslüman Pomak’ı, Türk’ü, Arnavut’u, Makedon’u, Ulah’ı katliamdan kaçıp halifenin memleketine sığınırlar. Ahmed Amiş Efendi hemşerilerine acıma imkanı bulamadan büyük haber patlar Dersaadette ; Bulgarlar Çatalca önlerindedir; Dersaadet düşmek üzeredir. Top sesleri İstanbul’dan duyulmaktadır. Ahmed Amiş Efendi “ Darul Hilafete Bulgarları mı sokacağız” der ve gece vakti seccadesinin üzerinde tazarru kapısının tokmağına sarılır. Öyle bir hal alır ki gözünden yaşlar sağnak sağnak boşalmakta, sırtından ter oluk oluk akmaktadır. Sık sık çamaşır değiştirmek zorunda kalır. Üstünden çıkan çamaşırları sıksanız suyu çıkacaktır. Yeni çamaşırları giyer ve yine seccadesine döner. Dudakları kıpır kıpır yalvarış halindedir. Sabaha kadar devam eden tazarru, dua ve niyazlar dergah-ı ilahide kabule şayan olmuş; naz makamındaki bu velinin duasına icabet edilmiştir. Ayağında çarığı, matarasında suyu, torbasında azığı kalmamış Osmanlı Askerleri ne olduysa birden şahlanır ve Darul Hilafeti Bulgar işgalinden kurtarır. olduysa dediğime bakmayın canım; olay belli değil mi? Türbedar Efendinin duası işte... Ehlullahın duası; namludan çıkan mermiyi geri çevirir. Mayıs 2011 Felaketler peşi sıra gelir. Birinci Cihan Harbi, Sarıkamış Fecaati , Çanakkale Zaferi derken Türbedar Ahmed Amiş Efendi; Dersaadetin işgaline şahitlik eder. İngilizlerin İstanbul’da yaptıkları zulme, senelerce ekmeğimizi yiye Rumların, Ermenilerin taşkınlığına şahit olur. Hazreti Fatih’in türbesinin biraz ötesinde Fener’de, Balat’ta yerli Rumların sokakları; Yunan Bayrakları ile, İngiliz Bayrakları ile süslemesine kahrolur. Bilinmez bir sessizlik içindedir. Sessizliğini kendisi gibi muhacir olan Ahıskalı Ali Haydar Efendi’ye bir gün Hazreti Fatih’in sandukasının başında Fetih Suresini tamamladıktan sonra bozar… Ama o esrarlı konuşmayı ve konuşmanın devamını anlatmaya müsaade yoktur. Gün gelir etrafındaki muhibban kükremesine şahit olurlar. Bursa’dan aldığı bir haber o yaşta herkesi titretecek bir kükremenin zuhurunu gerçekleştirir. Yüz yaşını aşmış; Türbedar Efendi; altı yüz senelik kadim mirasın varisi hakikisi olduğunu öyle bir ispat eder ki; ehlullahın, erenlerin, velilerin kerametinin hak olduğunu ispat eder ki…. Bursa; Yunanlıların işgaline uğrayınca; Yunan komutanı doğru Cennetmekan Sultan Orhan Gazi Han’ın türbesine gider ve sandukasını tekmeler ; “Hey Orhan Orhan !...kurduğun devleti yıktık !...Kalk da bir bak etrafina “ diye de çalım satar. Pis ayakları mübarek türbeyi kirletir. Bu haber Türbedar Efendiye ulaştığında; büyüklüğünü bir kez daha gösterir ve kükrer : “Gidecekleeeer , gidecekler !...Geldikleri gibi gidecekler !...Hem öyle bir gidecekler ki , ne kaçan nasıl kaçtığını bilecek , ne de kovalayan nasıl kovaladığını bilecek” Ne yazık ki hüzünle geçmiş ömrü Dersaadet’in kurtulduğu günü görmeden tamamlanır ve 5 Mayıs 1920 tarihinde büyük muhaddis Babanzade Ahmed Nam Efendinin evinde terk-i dünya eder. Cenaze namazını halifelerinden Abdulaziz Mecdi Efendi Hazretleri kıldırır. Kırk seneden fazla türbedarlığını yaptığı Hazreti Fatih’in türbesinin hemen ilerisinde, Plevne Kahramanı Gazi Osman Paşa’nın türbesinin hemen ilerisinde sırlanır. Amiş Efendi Hazretlerinin irşad halkasına kimler girmez ki? En başta muhaddis Babanzade Ahmed Naim Efendi; ki yazdığı Tecrid-i Sarih tercümesinin mukaddimesini yazabilecek alim bugün ülkemizde zor bulunur. Müfessir Küçük Hamdi Efendi yada nam-ı diğer Elmalılı Hamdi Yazır. Selanikli Esad Dede’den Mesnevi icazeti alan; İstiklal Şairi Mehmed Akif, Os- Mayıs 2011 manlı Müellifleri eserinin yazarı Bursalı Mehmed Tahir Efendi, Fususul Hikem ve Mesnevi-i Şerif Şahiri Ahmed Avni Efendi . Daha sayalım mı? Şu güzide isimler ile yapılan bir Halveti Şabani zikri nasıl olurdu acaba? Herhalde ruhlar cuşu huruşa geçer, kalpler bilinmedik iklimlerde envar-ı rahmana gark olurdu. Halifelerine gelince; Rumeli’de, İstanbul’da ve Anadolu’da sayısız ve hakiki melamet meşrebine münasip olarak gizlenen belki onlarca kamil-i mükemmil hak aşığı vardır. Ama en çok bilinenleri; serhalifesi Kayserili Mehmed Tevfik Efendi (ki aynı zamanda Ahmed Amiş’den sonra Hazreti Fatihin türbedarlığını üstlenmiştir), Balıkesirli Abdulaziz Mecdi Efendi, Maraşlı Ahmed Tahir Efendi... Türbedar Efendi; üzerinde en çok tesir bırakan zatlardan birisi hiç şüphesiz Seyyid Muhammed Nurul Arabi Hazretleridir. Pek çok tarikatten icazetli olan Seyyid Muhammed Hazretleri Osmanlı Coğrafyasının her tarafını görmüş ama en çok izi Rumeli’nde bırakmış ve Melamiliğü tekrar dirilmiştir. Nitekim Ahmed Amiş Efendi de Melamiyye meşrebini nuş ettikten sonra kendisini gizlemeyi esas almıştır. Melamet perdesi arkasında işlenen şeni ve aşağılık işleri elinin tersiyle iten Ahmed Amiş Efendi; bu kapının rencide edilmesine, Hak aşıklarının sömürülmesine müsaade etmemiş ve “ Melami lafzını biz yasak ettik” diyecek kadar işinin ehlidir. Ruhu için el-fatiha… 53 AYDIN BAŞAR SİVASLI MURAT AMCA nsanın öğretmenini sevmesi, hocasına değer vermesi, mürşidinin kadr-i kıymetini bilmesi ne güzel bir ahde vefa örneğidir. Hocası anıldığı zaman rengi değişerek titremeye başlayan, büyük bir özlem ve hüzün ile gözleri dolan derviş gönüllü insanlar her dönemde olmuştur. Abdulhakim Arvasi hazretleri ile anılan Necip Fazıl ve Abdulaziz Bekine hazretleri ile anılan Nurettin Topçu aklımıza gelen ilk isimlerdir. İ En yakın akrabaların kıymetinin bilinmediği, dost ve ahbapların unutulduğu, öz anne ve babanın huzur evlerine terk edilerek bayramdan bayrama ziyaret edildiği böyle bir dönemde, derviş gönüllü insanlardan öğreneceğimiz çok şeyler olsa gerektir. Derviş meşrepli insanların en güzel vasıflarından bir tanesi vefa ehli kimseler olmalarıdır. Hayatlarında merhameti önceleyen bir anlayışı benimseyen derviş gönüllü insanlar, huzur ve saadet ikliminin insanlarıdır. Bu yazıda sağlığındayken hiz metini gördüğü mürşidi vefat ettikten sonra, titreyen elleriyle onun mezarını yıkamak sureti ile ona olan hizmetini sürdüren vefa ehli ihtiyar bir dervişten bahsedeceğiz. Umulur ki ismini hiçbir yerden okumadığımız ve meşhur olmayan bu dervişi okurken gönüllerimiz onun hoşluğuna yaklaşır… Şöhret sahibi bir devlet adamından veya ünlü bir şahsiyetten değil de bir dervişten bahsetmemiz boşuna değildir. Maddeye esir olan ve “sevgi” duygusundan uzak kalan bir toplumda, bize rahmet 54 esintilerini koklatacak olan derviş gönülleri tanımaya olan ihtiyacımız ortadadır. Belki biz bu taş gibi katı merhametsiz halimizle onlarla “haldaş” olamayız amma hiç olmazsa onları sever de belki “yoldaş” olabiliriz. Ki bu bizim dünya ve ahretteki kârımızdır. Elindeki köpüklü büyük süngerle, sık sık o türbedeki mezarın beyaz mermerlerini parlatıncaya kadar temizleyen ve zaman zaman bidonlarla bunun için su taşırken görülen seksen küsur yaşlarındaki bu vefakar ihtiyar Sivaslı Murat Amca’dır. İhramcızade İsmail Hakkı Toprak Hazretlerinin hayattaki bağlılarından olan Murat Amca çok sevdiği mürşidinin vefatından sonra da ona olan bağlılığını hiçbir zaman yitirmeyen ve onun bir muhibbisi olarak yaşayan birisidir. Kıymeti sonradan anlaşılsa da İhramcızade Hazretleri bu sevgiye gerçekten de fazlasıyla layık bir mürşid-i kamildir. Bunu bir dönem komşusu olan Medine Şimşek ismindeki bir teyzemiz şöyle ifade eder: “Biz onun komşusuyduk ama, ona bu kadar yakınken bile ne kadar da uzakmışız meğer” (Yine “Altıncı Şehir” kitabının Sivaslı yazarı Ahmet Turan Alkan da İhramcızade’ye olan özlemine kitabında hasret kokan ifadelerle anlatır.) Bu ve benzeri örneklerden anlaşıldığı üzere İhramcızade İsmail Efendi’nin karşı konulmaz etkisi, kalpleri metafizik gerilime açık olan birçok insanı çepeçevre kuşatmıştır. Fakat bu insanların içerisinde Murat Amca’nın Mayıs 2011 yeri bambaşkadır. Çünkü onda etkileşimin dozu son derece fazladır. Peki ya bir İhramcızade sevdalısı olan ve her haliyle bunu belli eden Murat Amca’yı nasıl tanıyabiliriz? Ulu Camii’nde sabah namazının sünnetini kıldıktan sonra boynunuzu büküp farzın kılınmasını beklerken, birisi sessizce yanınıza yaklaşıyor ve ellerinize esans sürüyorsa bilin ki o sevimli ihtiyar Murat Amca’dır. Onu uzun uzun tarif etmeye gerek yok. Murat Amca beyaz tenli, parlak beyaz saçlı, kısa boylu, zayıf, zarif, nur yüzlü bir garip kuldur işte... O bir takım manevi özelliklerinin yanı sıra, fiziki yapısı, eda ve hareketleri ile de, 1969 yılında vefat eden ve şu an Ulu Camii’nin bahçesinde medfun bulunan “İhramcızade Garibullah” olarak da bilinen “İsmail Hakkı Toprak” hazretlerine çok benzemektedir. Onu görenler bu benzerliğin farkında olduklarını ifade ederler. Bu hali teknik ifade ile “fena fiş şeyh” halinin bir uzantısı olarak değerlendirmek veya “rabıta” olgusu ile açıklamak da mümkündür. Prof. Edhem Cebecioğlu “benzeşim”in temelindeki “rabıta“ olgusunu şöyle anlatır: “İlk yola çıkış durumundaki dönemlerde, müridin mürşidinin halini elde edebilmek için onu çok sevmesi lazımdır ki buna ‘rabıta’ denir. Gayesi Şeyh’te bulunan manevi bir takım özelliklerin (Muhabbetullah, sabr, tevekkül, rıza,) müridin ruhuna intikal etmesidir. Sevgi olmazsa bu geçişim olmaz, mümkün değildir. Zira üzüm üzüme baka baka kararacaktır. Bakmazsa kararmaz.” (Hacı Bayram Veli, Ankara, 1994, s. 79) İşte Murat Amca da mürşidini çok severek böylesi bir hale ulaşmış hal ehli bir zattır. İhvanlar ve bilhassa gençler tarafından çok sevilen Murat Amca, elini öpmek için gelenlere esans ikram eder ve bu esnada onlara, sol ele sürülen esansın sağ işaret parmağı ile alınıp sırasıyla sağ ve sol kaşlara salavat getirilerek sürülmesini tavsiye eder. Böylece Peygamber’imizi hatırladığımızı ve onun ruhunu bu vesile ile şad etmiş olduğumuzu söyler. Kendisine aşırı ihtiram gösterilmesinden hoşlanmayan ve kendisini Allah’ın en aciz kulu olarak gören Murat Amca, bazen elini öpen gençlerin hemen ardından, o da onların elini öperek bir tevazu örneği sergiler. Camiye cemaate gelen gençleri “Bu gençler var ya, bunlar melek, melek!” diyerek namaza ve ibadete teşvik eden Murat Amca, bir gün kendisini ziyarete gelen Mustafa Şimşek adlı bir talebenin, kendisinden dua talep etmesi üzerine ona plastik bir cismi işaret ederek şöyle öğüt verir: “Duaları Allah-u Zül Celal mutlaka kabul eder. Sen şu demiri iyice nar gibi kırmızı oluncaya kadar kızgın ateşte ısıtırsan, iyice bir yakarsan, bak şu plastiğin üs- Mayıs 2011 tüne bastırdığın zaman ‘coooosss!” diye içine girer. Sen de hele bir farzlarını, nafilelerini güzelce eda et, samimiyetle Cenab-ı Allah’ı zikre devam et, geceleri teheccüde kalkıp yalvar yakar, gündüzleri orucunu tut, hasılı kelam şu kalbini o demir gibi iyice bir yak da gör bakalım duaların nasıl kabul oluyormuş.” Yine kendisini ziyaret eden nişanlısından ayrılmış ve bu ayrılmanın sebebini sihir veya büyü olduğunu zanneden sıkıntılı bir gence henüz daha halini dinlemeden şöyle demiştir: “Allah çalışanları sever, çalışmak çok güzel bir şeydir. Sevdiği için, çalışanlara hep verir. Şurada bir tane gariban bir adam var, tanımam etmem, parasız pulsuz fakir birisi… Benden sebze arabasını istedi, “üstünde bir şeyler satacağım, çalışacağım” dedi. Ben de “madem çalışacaksın al götür” dedim. Allah da öyle işte, çalışacağım dersen sana verir.” Bu konuşmadan sonra “ben dersimi” aldım diyen genç adam sorunun büyü veya sihir olmadığını, asıl sorunun “işsizliği” olduğunu anlar. Sivaslı kuyumcu Ahmet Nalbant, bir gün İhramcızade Hazretleri’nin türbesinin önünde oturmaktayken, orta büyüklükteki siyah sevimli bir köpeğin, tıpkı ziyarete gelen insanlar gibi türbenin kapısının önüne gelerek hiç kıpırdamadan beş dakika kadar bekleyip gittiğine şahit olmuştur. Kuyumcu Ahmet, o makama saygı duyarak orada dua eder gibi bekleyen köpeğin bir müddet sonra Murat Amca’nın oturduğu, caminin bahçesindeki odanın önüne gittiğini ve kapının önünden Murat Amca’nın ayakkabısının birini alarak bahçeye bıraktığını söyler. O esnada oradan geçen birisi ayakkabıyı alarak Murat Amca’ya geri götürür. Bu olaya şahit olan Kuyumcu Ahmet, o anda “Bu köpeği bu türbeye çeken şey neydi acaba, aklım almıyor? Beni ne çekiyorsa onu da o çekiyordur herhalde. Şakacı köpek dikkat çekerek Murat Amca’nın teveccühünü mü arıyordu acaba?” diye içinden geçirdiğini anlatır. Kuyumcu Ahmet Nalbant, bir keresinde Murat Amca’yı ziyarete gittiğini ve Murat Amca’nın kendisine ağlamaklı bir şekilde şunları söylediğini nakleder: “Aha geldim gidiyorum ben. Sana getireceğim bir amelim de yok, boynum bükük Allah’ım. Yarın huzur-u mahşerde ne yaparım?” Bu sözlerden sonra “Nazar ber kadem; yani göz ayakta olacak. Bu kaide bizde çok önemlidir” diye hatırlatmalarda bulunduğunu ekler. Hasılı kelam Sivas’ın Murat Amca’sı İhramcızade’nin sağlığında onun en yakın yardımcılarından birisiydi. Kendisi “Biz onun çavuşuyduk” diyerek bunu ifade eder. Yüce Allah’tan Murat Amcamızın aziz ruhuna rahmetler diliyoruz. 55 ÀÍYjºA ÄjºA A ÀnI “Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına” SORUMLULUK BİLİNCİ SEBAHADDİN TÜZÜN nsana sorumluluğu hatırlatılınca hemen düşman kesilir. Aynen tüm peygamberlerin kendi kavimlerinden gördüğü düşmanlıklar gibi. Çok sevdikleri ve güvendikleri Resul ve Nebiler tarafından ikaz edilince, yani Allah’a verdikleri söz hatırlatılınca adeta kimyaları bozuldu. Mazeretleri tüm zamanlarda olduğu gibiydi “Rahatımızı bozma, eski köye yeni icat getirme! Biz atalarımızdan babalarımızdan böyle gördük” Evet, nefis rahatlıktan hoşlanır ve kendine sınır konmasını pek sevmez. Haddini hududunu aşmak, azmak ve azgınlaşmak ister. Hele gücü eline geçirince artık sınır tanımaz olur. Fıtratı yaratan Allah bunu bildiği için “İnsan kendinin başıboş bırakılacağını mı zanneder”(Kıyamet-36) sözüyle duruma el koyar. Zımnen “azgınlaşsın ve zulmetsin diye mi insana nefis verdik” der. İnsanın doğasında azgınlık ve saldırganlık dürtüsü vardır. Vardır ama Rahman ve Rahim olan Allah adaleti ve keremi gereği bu dürtüyü terbiye etmek üzere insana gerekli tedbir ve teçhizatı da yanında bahşetmiştir. Nefsin nasıl ıslah edilebilirliği konusunda tüm imkânları sunmuş ve takip edilmesi gereken yolları da göstermiştir. Ama İ “İSLAMI ÖYLE GÜZEL YAŞA, ÖYLE YAŞA Kİ SENİ ÖLDÜRMEYE GELEN SENDE DİRİLSİN” 56 insan Rabbine yani terbiye edicilerin en hayırlısına verdiği sözü unutunca hayvandan aşağı seviyelerde debelenip durdu ve durmaya da devam ediyor. “And olsun ki insanlar kesinlikle hüsrandadır”(Asr suresi1) Nefsin girdabına kapılan insan maalesef hüsranla sonuçlanan iki dünyalı bir hayatın kucağına düşmekten kendini alamadı. Allah’tan en çok korkanlar O’ndan gereği gibi sakınanlardır. Yani sorumluluğunu sürekli hatırda tutanlar. Sakınma anlamına gelen takva kelimesi de zaten buna işaret eder. Sorumluluğunu iliklerine kadar hissedenler O’na olan kulluğun hakkını verenlerdir. Aynen âlemlere rahmet Hazreti Muhammed Mustafa’da görüldüğü gibi. Bu sorumluluk bilinci O’na öyle bir duyarlılık kazandırmıştı ki, yeni doğum yapmış bir köpeğin ve yavrularının zarar görme ihtimaline karşı ordunun güzergâhını değiştirecek ve bunu garanti altına almak için başında bir süvari bekletecek kadar. İnsan olmanın hakkına ve hürmetine olan sorumluluğu gereği gayri müslimin cenazesi için ayağa kalkıp, müslüman olmadığını hatırlatan arkadaşlarına da“iyi ama insan değil mi” diyecek kadar. Bu sorumluluk bilinci O hüzün peygamberini öyle bir hale getirmişti ki son demlerini yaşarken yanı başındaki ciğerparesine “Ağlama kızım! Zira bundan sonra baban bir daha acı çekmeyecek” sözünü söylettirecek kadar. Evet, bu duyarlılık insana rahat hakkı tanımaz, bir ömür müteyakkız kılar. Adaletin şaşmaz ve sarsılmaz temsilcisi Ömer’ül Faruk (Hakkı batıldan ayırt edecek ferasete sahip) takvayı yani sorumluluk bilincini diken tarlasında yürümeğe benzetmiştir. Her adımda hassasiyet gösterilmesi gereken bir tarlaya. Bir Allah dostunun evinde ziyadesiyle fare vardı. Müridlerinden biri bir gün azman ve uzman bir kedi getirmişti. Fakat O zat “al bu kediyi geri götür, korkarım ki bu kedi yüzünden evimdeki fareler komşularımın evlerine musallat olurlar” şeklinde bir duyarlılık örneği göstererek kediyi iade etti. Evet işte bu. İşte sorumluluk bilincini iliklerine kadar yaşayan bir Mü’min ve Müslüman profili. Bunlar hikâye değil. Ütopya’da değil. Bu topraklarda ahlakı vahiy ve sünnet tezgâhında inşa olmuş, sorumluluklarını mütemadiyen hatırlayan ve bu minvalde duyarlılık gösteren bir adam. Adam diyoruz zira herkes âdem olarak dünyaya gelir, ama her âdem adam olamaz. Acaba biz bu sorumluluk bilincini hangi derecede yüreklerimizde hissedebiliyoruz. Bu duyarlılık yuvamızda, binamızda, sokağımızda, işimizde, ticaretimizde hangi oranda kendini gösteriyor. Gösteriyorsa evlerimizin sokakları- Mayıs 2011 mızın çevremizin hali ne böyle? Niçin mükemmel ve dipdiri olan bu dinin mensupları dirileşemiyor. Şayet diriysek niçin diriltemiyoruz. Peygamberler insanları hayata, yani diri olmaya davet ediyorlardı. Zira Allah (cc) Kuran’ı “Ölü ve hasta kalpler için şifa kaynağı” diye tarif eder. Şair Sezai Karakoç’un bu yönde güzel bir sözü vardır. “İslamı öyle güzel yaşa, öyle yaşa ki seni öldürmeye gelen sende dirilsin” Evet diri olanlar diriltir. Yani her an diri ve Kadir olan Allah’la yaşayan, O’na karşı verdiği sözü devamlı hatırda tutan, vefa sahibi, müteyakkız, müteveccih ve mütevazı olan. Unutulmamalı ki ıslah edenler sorumluk sahipleri, ifsad edenlerse sorumluluğunu asanlardır. Rabbimiz sorumluluk bilincini her an diri tutan kullarından kılsın. Âmin… 57 Muhabbet Bahçesi Yusuf ELİBOL ABDULLAH'IN RÜYASI Hz. Ömer (ra)'in oğlu Abdullah, gençliğinde geçen bir hâtırasını şöyle anlatır: "Herkes gibi ben de gençlik günlerimde Resûlüllah'a güzel rü'yalarımı anlatmak isterdim. Ne yazık ki anlatacak güzel rü'ya göremezdim. Bekâr olduğum için mescidde yattığım gecelerden birinde idi. Bir rü'ya gördüm. Gördüğüm rü'ya korkulu idi. İki melek geldi, elimden tutup beni çölde tenha bir yere götürdü. Bu sessiz mahalde, yerin dibine aşağı kazılmış bir kuyu gördüm. İçinde ateş yanıyordu. Etrafı taşlarla örülmüş kuyunun başında iki tane makara gibi şey vardı. Burada Kureyş'ten bâzı kimseleri de gördüm. Anlaşılan, onlar da ateşli kuyunun başında bekleşiyorlardı. Ben, dehşetle yanan ateşi görünce ürperdim ve: - Cehennem ateşinden Allah'a sığınırım! diye iltica' etmeye başladım. Bu duamı üç kere tekrar ettim.Fazla korktuğum için bir melek yanıma çıkageldi ve: - Korkma, korkma! diye bana seslendi. Meleğin sözleri beni biraz ferahlattı. İşte o sırada uykudan uyandım. Düşüne düşüne ablam Hz. Hafsa'nın yanına gittim. Resûlüllah'ın pâk zevcesine rü'yamı aynen anlattım. Hafsa (Radıyallahü anhâ) da rü'yamı aynen Resûlüllah'a anlatmış, dikkatle dinleyen Hazret-i Resûlüllah, şöyle karşılık vermiş: - Abdullah iyi gençtir. Keşke biraz da gece namazı kılsaydı!" Bu hâdiseyi nakleden kitablar derler ki: -Abdullah'ı bundan sonra geceleri uyutmak mümkün olmadı. Bu rü'ya te'vîlinden itibaren gecenin 58 az bir kısmında uyur, sonra kalkıp teheccüd namazı kılardı. Fıkıh âlimleri bu vâkıadan şu hükümleri çıkarırlar: 1 - Görülen bir rü'ya, takvâ ehli kimselere anlatılmalıdır. Nitekim Abdullah da Hazret-i Hafsa'ya anlatmıştır. 2 - Her mü'min, mânevî durumlarını sezebilmesi için sadık rü'yalar dileğinde bulunabilir. Abdullah da böyle bir temennide bulunmuş, gördüğü rü'yadan da daha çok ibâdet etme hükmü çıkarmıştır. 3 - Rü'yalarla iyilik hususunda amel edilir, ama kötülük hususunda amel edilmez. Kötülüğe teşvik eden yorumlar şeytanî olur, Rahmânî olmaz. Bu yüzden rü'ya kötüye yorulmaz. 4 - Gece teheccüd namazı kılmak, insanı Cehennem'den koruyan fazîletli bir ibâdettir. Nitekim Abdullah için Resûlüllah gece namazını tavsiye buyurmuş, o da ömrü boyunca gece namazını ihmâl etmemiştir. Şu kadar var ki, kalkıp da teheccüd kılmayanlar için, her şey bitmiş değildir. Böyle kimseler hiç olmazsa yatmadan önce teheccüd namazı kılmalı, yahut sabah namazı için kalkınca namazdan önce geçmiş namaz borçlarını kaza etmeliler ki gece namazı sevabından müstefid olsunlar, teheccüd sevabından bütün bütün mahrum kalmasınlar. Mayıs 2011 ALLAH KULLARINI BİZ FARKETMESEK DE KORUR Zünnu-i Mısri'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: Bir gün elbiselerimi yıkamak için Nil nehrinin kenarına gitmiştim. Nehrin kenarında dururken, bir de baktım ki, görülmemiş şekilde büyük bir akrep bana doğru geliyor. Çok korkmuştum. Beni onun şerrinden koruması için Cenab-ı Hak'ka sığındım. Akrep nehre geldiğinde, sudan büyük bir kurbağa çıkıp akrebe doğru geldi. Akrep kurbağanın sırtına binip suyun üzerinde yüzüp git- ARTAN PİLAV Yahya baba, II. Bâyezîd Hân zamanında, Edirne Bâyezid Külliyesi'nin aşçılarından biridir.. Arkadaşları hoşaf, kebap sebze, bakliyat pişirir. Ama onun ihtisası pilavdır. Mübârek işe girişti mi, ibadet ettiğini sanırsınız. Pirinçleri salavat getire getire ayıklar, yağını tekbirlerle eritir. Tuzunu Besmele ile, suyunu Fatihalarla salar. Zaman zaman gözünü yumar, enbiyayı, evliyayı aracı yapar, Allah'tan bereket arzular. Onun pilavı herkese yeter, hatta artar. Ancak o tek pirinç tanesine bile kıyamaz; artanı Tuna nehrine atar. Balıklar onun geleceği saati bilir, köprü başında toplanırlar. tiler. Bu bana çok şaşırtıcı gelmişti. Ben de onların nehrin kenarında takip ettim. Nehrin karşı yakasına geçtiklerinde, akrep kurbağayı bırakıp dalları büyük, gölgesi çok olan bir ağacın yanına gitti. Bir de baktım ki, ağacın altında Allah'a asi bir genç mışıl mışıl uyuyor. Kendi kendime: "La ha'vle vela kuvvete illa billah. Bu akrep nehrin ötesinden buraya kadar, bu genci sokmak için geldi" dedim ve içimden, akrep gence yaklaştığı zaman hemen akrebi öldürmeğe karar verdim. Akrebe yakın bir yerde durdum. Bir de baktım ki karşıdan büyük bir yılan, genci öldürmek için, gence doğru geliyor. Bu sırada akrep yılanın üzerine hücum etti ve başını sokmaya başladı. Akrep yılanın ölmesine kadar başını sokmaya devam etti. Yılan öldükten sonra akrep nehre döndü.Kurbağa Kilerci, bakar pilav artıyor; pirinci aşçıya az vermeye başlar. Ama Yahya Baba bir kere bile "Bu pirinç yeter mi?" demez. Kilerci şaşkındır. Her gün pirinç miktarını biraz daha kısar ama pilav azalmaz, aksine çoğalır. Yine herkes doyar, Tuna'nın balıkları bile nasibini alırlar. Kilerci, bunu izah edecek tek kelime bilir: "Bu bir keramet!" Çok dener ve emin olunca Pâdişaha çıkar. "Bu Yahya Baba boş değil sultanım der, halbuki biz ona amele muamelesi yapıyoruz." Bâyeziîd-i Velî gönül ehlidir ve aşçı ile tanışmak ister. Kilerci ile bir plan yaparlar. O gün Yahya Baba'ya çok az, hatta gülünç denilecek kadar az pirinç verilir. O her zamanki gibi okur, âlemlerin Rabbi'nden Halil İbrahim bereketi diler. Pilavı çok lezzetli olur, üstelik kazanlara sığmaz. Yahya Baba artanları yine yüklenir, Tuna'nın yolunu tutar. Tam kepçeyi daldırıp balıklara atarken Padişah ortaya çıkar. da onu orada bekliyordu. Akrep tekrar kurbağaya binip nehrin öte yanına geçti. Ben de arkalarında bakakaldım. Sonra gencin yanına geldim, o hala uyuyordu, akabinde baş ucunda kendi kendime şöyle dedim : - Ey uyuyan genç; Allah seni, sen fark etmesen de karanlığın içindeki her türlü kötülükten korur. Sen uyusan bile Allah uyumaz. O kullarına çok merhametlidir. dedim. Genç benim bu sözlerim üzerine uyandı ve başından geçen olayları kendisine anlattım. Genç hemen tevbe etti. Bütün yapmış olduğu kötü davranışlarından vazgeçip, iyilerden oldu ve ölünceye kadar hayatı böyle devam etti. Allah ona rahmet etsin. Mayıs 2011 "Ne oluyor bre der. Yoksa devlet malını israf mı edersin?" Yahya Baba tutulur kalır. Ancak balıklar kafalarını sudan çıkarıp; "Ayıp olmuyor mu sultanım derler. Koca devletin artığını bize çok mu görüyorsun?" Yahya Baba öylesine mahcup olur ki, anlatılamaz. Utancından secdeye kapanır, Allah'a sığınır. Bâyezîd-i Velî onun kalkmasını bekler, ama geçmiş ola.... Mübarek çoktan rûhunu teslim edip kavuşmuştur rahmet-i Rahmana. 59 Seyyid Ahmed er Rufai Hazretleri Muhabbetin Alametleri undan sonra mü’min kendine gelir ve ruhu cesedine “Hayırla benden uzaklaş. Dünyadayken iyiliği ve iyi insanları sever, kötülükten ve kötü insanlardan nefret ederdin. Seni, Allah’a emânet ediyordum” der. B Mü’minlerin emiri Hz. Ali (k.v)’nin huzuruna bir cenaze getirildi. Toplanan cemaate “O’mu rahata kavuştu, yoksa ölümüyle insanlar mı rahata kavuştu?” diye sorar. Kimin ölümle rahata kavuşacağı sorulununca Hz. Ali, şu cevabı verdi: “Mü’min öldüğü zaman, dünyanın sıkıntılarından, ehl-i dünyanın eziyetlerinden kurtulur ve Allah’ın rahmetiyle karşılanır. Fâcir (günahkar) öldüğünde ize, kullar ve memleket onun şerrinden kurtulur ve rahat eder.” Me’mûn b. Sülemi (ra) anlatır: “Abdullah b. Mukatil vefat edince, onu gaslettik ve kefenleyip defnettik. Bu esnada, semâdan bir nida geldi: “Her ikisi de birbirinden memnun bir halde, dostu dostuna kavuşturan Allah’a hamdolsun.” Ebu Abdullah’ın dostlarından biri anlatır: vefatından sonra onu rüyamda gördüm. Cennette çalım atarak (böbürlenerek) yürüyordu. Ona “Ey Ebu Abdullah, bu ne hal! Halbuki sen bizi böyle yürümekten menederdin!!” dedim. Bana “Bu yürüyüş selamet diyarında her şeyi bilen yüce padişahın huzurundaki hizmetçilerin yürüyüşüdür” cevabını verdi. Vefatından sonra rüyada görülen Zünnun’a “Allah sana nasıl muamele etti?” diye sorulmuş. O da 60 Mayıs 2011 şöyle demişti: “Dünyada iken Allah’tan dört şey isterdim. İkisini ihsan etti, geriye kalanları da vereceğini ümit ediyorum.” Onların ne olduğu sorulunca şöyle cevap vermiştir. “Allah’ım! Ruhumu kabzedeceksen, bunu ölüm meleğine bırakma (bizzat sen al!) Sorguya çekeceksen, bunu Münker ve Nekir’e bırakma bizzat sen sorgula! Cehenneme atacaksan bunu Malik’e (cehennemin kapısında görevli Melek) bırakma! Cennete sokacaksan bunu Rıdvan’a (cennetin kapısında görevli melek) bırakma (bizzat sen sok!)1 Davut Acli vefat edip kabre götürüldüğü vakit, insanlar kabrin reyhan bitkisiyle örtülü olduğunu gördüler. Davut Acli’yi defneden adam bir tutam reyhan aldı insanlar, bu durum, yetmiş gün boyunca hiç bozulmadan duran reyhanlara bakıyordu. Bu haber devrin sultanına ulaşınca, padişah adam gönderip, reyhanları o adamdan aldı. Bundan sonra, reyhanlar nasıl gittiklerini kimse anlamadan ortadan kayboldular. Ammar b. İbrahim (ra) anlatır: “Miskine2 Taviye adında ki veli hanımı, vefatından sonra rüyamda gördüm. Hayattayken zikir meclislerini çok severdi. Rüyamda ona “merhaba ey miskine” deyince bana “Ey Ammar! Miskinlik gitti, zenginlik geldi.” Dedi. “Allah mübarek etsin dedim!” Sonra bana “Allah’ın içindeki bunca nimetle beraber cenneti, bana neden bahşettiğini sormadın” dedi. Ben sebebini sorunca “zikir meclislerinden ötürü” diye cevap verdi. Taviye’ye, Allah’ın, Ali b. Zadan’a nasıl muamele ettiğini sordum. Güldü ve şöyle dedi: “Ona nurdan bir elbise giydirildi ve Ey Hafız Oku ve yüksel denildi.” İbn Ebu’l Havari (ra) anlatır: Vefatından sonra Vasili’yi rüyamda gördüm. Nuru her yanı kaplamış bvir halde havada duruyordu. Ona Allah’ın kendisine nasıl muamele ettiğini sorunca, “Mevla, dostumuzdur. Bizi affetti, bize ikramda bulundu ve bizi ehlullah arasına kattı” dedi. Sonra kendisinden bana nasihat etmesini istedim ve bana şunları söyledi: Mayıs 2011 “Zikredenlerin meclisine devam et. Onlar en yüksek mertebede bulunmaktadırlar.” Muaz (ra) son demlerini yaşarken bir ara bayıldı. Bir müddet sonra ayılınca şöyle dedi: “Beni, Allah’ın nimet verdiği nebiler, Sıddıklar ve şehitler arasına kattılar. La İlahe İllallah Muhammedün Resulullah. Allah’a hamd olsun!” dedi ve ruhunu teslim etti. Anlatıldığına göre bir hanım Hz. Aişe’nin (ra) huzuruna varır. Peygamber Efendimiz (sa)’in kabrinin yanında namaza durur. Sonra secdeye kapanır ve o halde “Ah, sana hasretim!” der. Başını kaldırmadan ruhunu teslim eder. İçli bir şekilde inleyerek, başını oradan kaldırmadan ruhunu teslim eder. Cafer-i Dabi (ra) anlatır: Bir gün Malik b. Dinar’ın kabrine gittim ve kendi kendime “Allah’ın Malik’e nasıl muamele ettiğini keşke bilseydim!” deyince, Malik’in kabrinin altından şu sesi işittim: “Malik, helak olmaktan ve sıkıntılı yollardan kurtuldu. Sevinç diyarında, çok bağışlayıcı olan Rabb’e komşu oldu.” Bunun üzerine ben de Allah’a hamd ettim. İbn-i Bekar anlatır: bir gün, Mıssisa şehrinde namaz kılıyorduk. İmam selam verince, cemaatten bir adam ayağa kalktı ve “Ey cemaat! Ben cennet ehlinden bir adamım, bugün öleceğim. Bir ihtiyacı olan varsa gelsin vereyim!” dedi. Aynı gün ikindi namazını kılarken adam secdedeyken ruhunu teslim etti.” Anlatıldığına göre Haris Ömer b. Tai (ra) Erminiyye’de hastalandı. Bir gün kıbleye yöneldi ve iki rekat namaz kıldı. Son secdesinde şöyle niyaz etti. “Allah’ım! Dinini ayakta tuttuğun, alemleri rızıklandırdığın ve çürümüş kemikleri dirilttiğin isminle senden istiyorum. Senin nazarında bir zerre değerim varsa, (ne olur) ruhumu al!” sonra sustu, yanındakiler ona dokunduklarında ölmüş olduğunu anladılar. ....................................... 1)“Nimet ne kadar az, azap ne kadar çok olursa olsun bunlar vasıtalı olarak değil de, vasıtasız olarak Hakktan gelirse birincisinin zevki çok muazzam, ikincisinin elemi pek hafif olur. Zira, sevgiliden gelen güzel olur.” Kuşeyri Risalesi, haz. Süleyman Uludağ. Dergah y. S. 472. 2)Miskine, fakir kadın anlamında özel isim. 61 AYŞE BAĞCIVAN HAYAT… Hayat… Kimilerine göre sessizce kaybolmak, kimilerine göre iz bırakmak… Mesela küçük bir çocuk için kırmızı bir bisiklete doğru geçen günlerdir yaşamak. Yada bir anne için evlatlarının mürvedine giden zamandır. Bir yetişkin bir genç adam için mesut bir yuvanın sıcaklığında ısınma isteğidir yaşamak… Hayat, herkesin tek kelimelik olan bu sözcük için binlerce açılımı, verebileceği milyonlarca açıklaması vardır. Lakin en kötüsü “keşkelerle” başlayan konuşmalardır. Ve beni en çok etkileyen, boğazımda düğümler oluşturan, yitik kaybolmuş hayatlardır… Bir insan düşünün mesela; hayatın ortasında sıkışıp kalmış. Ne ileri gidebilmiş, ne geriye kaybolmuş yıllarına. Öylece kala kalmış hayatın ortasında. Oysa hayatın ortası dipsiz bir kuyu. Yusuf misali karanlık kapkaranlık, derin ve çok sessiz… Ne çıkabiliyor dışarı umutla ne inebiliyor daha derine 62 cesaretle… Zaman sadece geçiyor bu insan için. Sadece takvimden yapraklar düşsün diye. Güneş görevini yerine getirebilmek için doğuyor gökyüzüne. Ömrüneyse bir kara bulut… Hani yüreğindeki acılar gibi. Hani yitip gittiği hayatlardaki “eyvah!”lar gibi… Bir insan düşünün sıkışmış kalmış hayatın ortasında. Yok cesareti yok bir umudu! Ve bir insan düşünün; geçirdiği her günü gözyaşlarıyla bezemiş, Rahmeti Rahman’ın lütuflarından, ayetlerinden habersiz! Savrulmaya hazır dalından yeni düşmüş bir yaprak gibi hayatın acemisi, huzura giden yolda yalın bir ama gibi... Oysa Rabbi ah bir bilse bir bilebilseydi Rabbi’nin nimetlerini, akıtabilseydi gözlerinden yaşlarını “sadece O’nun için” ,gözyaşları gözlerini nurlandırmaya yeterdi bile… Ve bir insan düşünün yine; ürkek ve yalnız… Mutlak ve hükümsüz… Bir oyun sanmış hayatı. Saklanmak istemiş mesela her acıyı görüşte. Koşmuş koşmuş yakalayamamış umudu. Sarılamamış umutlarına şefkatle… Yalnızlık ruhunu ısırmış geçirdiği her kara gecelerinde. Hıçkırıkları rüzgâr olmuş, vurmuş çarpmış suratına. Pişmanlıkları dağlamış boğazını… Sonra ne umudu kalmış ne hayatı… Öyle yitik kaybolmuş hayatta… Beni en çok yitik kaybolmuş hayatlar etkiler, boğazımı düğümler… Hani hayatın ortasında kalakalmak gibi… Hani Rahmeti Rahman’dan habersiz yaşamak gibi ve hani kendi hayatına dokunamamak gibi… Hayat… Hani şu üç yüz altmış beş günün geçtiği, toplamında bir yılımızın daha gittiği… tecelli ettiği güzellikleri gönderilmemişmiydi?... bulmak için Öyleyse insan neden ulaşmak varken yiter gider. Gökyüzünden usulce boşluğa akan bir yıldız gibi söndürür durur umutlarını? Hayat aynı sokaklarda ayrı kederler yaşatır belki insanlara. Ve hatta bir sokaktan duyulan kederin çığlığı başka bir sokakta sevincin uğultusunda kaybolur gider. Hani gecenin hükmünü gündüzün huzmelerinin silmesi gibi… Lakin yinede değilmi insan hüzünleri sevince çeviren,”buda geçer Ya Hu “ deyip hüznü bir yakaza aynasına gizleyen… Hayat aslında sadece yaşamak değildir. Birazda sorgulamaktır insanın kendisini. Hatta ta yüreğini… Ve yazık ki insan çoğu zaman istediğini değil de hayatın getirdiğini yaşar. Ve şimdi bir insan çizin gökyüzüne. Masmavi umutlar yerleştirin yüreğine. Derin ve birazda sığı… Tüm hüzünleri boğacak kadar derin, kaybolmayacak kadar sığı olsun. Ama boğabilsin tüm karaları maviliğinde… Öyle dualar ezberletinki diline O’na yaklaşsın her kederinde… Zaten hayat çoğu zaman yokuş değilmiydi? Zaten insan hayata imtihan için gönderilme mişmiydi? Ve zaten insan hayata O’nu ve O’nun Ötesi mavi sonrası mavi umutlar olsun yüreğinde… Asla teslim olmasın kara hüzünlere ve hayatın kendisine… Mayıs 2011 63 ÀÍYjºA ÄjºA A ÀnI “Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına” İŞTE BÜYÜK MUTLULUK BUDUR! FUAT TÜRKER ftturker@hotmail.com llah'ın Sani sıfatıyla yarattığı sayısız güzellikten gerçek anlamda haz alabilmek için, tüm etkileyici güzelliklerin Allah Katından bir rahmet olarak sunulduğunun bilincinde olmak ve bunları takdir edebilecek bir anlayış gerekir. Hayatın güzelliklerinden ancak imanla gerçek anlamda zevk alınabilir. Mümin, güzellikleri görebilen insandır ve imanı nedeniyle gerçek mutluluğu yaşar. Samimi imandan kaynaklanan bu mutluluk, sonsuza kilitlenmiş bir duygudur. A Allah'a ve O'nun Resulüne iman edersiniz, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda mücadele edersiniz. Bu, sizin için daha hayırlıdır; eğer bilirseniz. O da sizin günahlarınızı bağışlar, sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere ve Adn cennetlerindeki güzel konaklara yerleştirir. İşte 'büyük mutluluk ve kurtuluş' budur. Gerçek ve kalıcı mutluluk için, kalbi Allah'a tam bir teslimiyetle bağlamak ve yaşamın her anını Allah’ın beğendiği ahlâkla yaşamak gerekir. Yaşadığı her olayı Allah'ın hayır ve hikmetle yarattığının ve kendisi için ecir vesilesi olacağının bilincindeki mümin, sabırlı ve tevekküllüdür. İman sahiplerinin dünya hayatındaki neşeli, huzurlu, güvenli tavırlarının ve mutluluklarının nedenlerinden biri budur. Çünkü mümin baktığı her şeyde Rabb’ini görür. Allah sonsuz merhamet sahibidir; Kendisine itaat eden ve sınırlarını koruyan kullarına kurtuluş yol- 64 Allah'a ve O'nun Resulüne iman edersiniz, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda mücadele edersiniz. Bu, sizin için daha hayırlıdır; eğer bilirseniz. O da sizin günahlarınızı bağışlar, sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere ve Adn cennetlerindeki güzel konaklara yerleştirir. İşte 'büyük mutluluk ve kurtuluş' budur. (Saff Suresi, 11- 12) larını göstereceğini, onları bağışlayacağını, dünyada olduğu gibi ahirette de onlara mutluluk yaşatacağını müjdeler. Kur'an ayetlerinde ahiretteki kurtuluş ve mutluluktan nasıl söz edildiğine bakalım: Allah, mü'min erkeklere ve mü'min kadınlara içinde ebedi kalmak üzere, altından ırmaklar akan cennetler ve Adn cennetlerinde güzel meskenler vadetmiştir. Allah'tan olan hoşnutluk ise en büyüktür. İşte büyük kurtuluş ve mutluluk budur. Kovulmuş Şeytandan Allah'a Sığınırız. Rahman ve Rahim olan Allah'ın Adıyla (Tevbe Suresi, 72) ... Kim Allah'a ve elçisine itaat ederse, onu altından ırmaklar akan, içinde ebedi kalacakları cennetlere sokar. İşte büyük kurtuluş ve mutluluk budur. (Nisa Suresi, 13) Allah dedi ki: "Bu, doğrulara, doğru söylemelerinin yarar sağladığı gündür. Onlar için, içinde ebedi kalacakları, altından ırmaklar akan cennetler vardır. Allah onlardan razı oldu, onlar da O'ndan razı olmuşlardır. İşte büyük 'kurtuluş ve mutluluk' budur." (Maide Suresi, 119) Öne geçen Muhacirler ve Ensar ile onlara güzellikle uyanlar; Allah onlardan hoşnut olmuştur, onlar da O'ndan hoşnut olmuşlardır ve (Allah) onlara, içinde ebedi kalacakları, altından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte büyük 'kurtuluş ve mutluluk' budur. (Tevbe Suresi, 100) O gün, kim ondan (azaptan) alıkonursa, elbette, O, onu esirgemiştir. İşte apaçık olan 'kurtuluş ve mutluluk' budur. (En'am Suresi, 16) Hiç şüphesiz Allah, mü'minlerden -karşılığında onlara mutlaka cenneti vermek üzere- canlarını ve mallarını satın almıştır. Onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler; (bu,) Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da O'nun üzerine gerçek olan bir vaaddir. Allah'tan daha çok ahdine vefa gösterecek olan kimdir? Şu halde yaptığınız bu alış-verişten dolayı sevinip-müjdeleşiniz. İşte 'büyük kurtuluş ve mutluluk' budur. (Tevbe Suresi, 111) İman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenlerin Allah Katında büyük dereceleri vardır. İşte 'kurtuluşa ve mutluluğa' erenler bunlardır. (Tevbe Suresi, 20) Ve onlar-Rablerinin yüzünü (hoşnutluğunu) isteyerek sabrederler, namazı dosdoğru kılarlar, kendilerine rızık olarak verdiklerimizden gizli ve açık infak ederler ve kötülüğü iyilikle savarlar. İşte Mayıs 2011 65 onlar, bu yurdun (dünyanın güzel) sonucu (ahiret mutluluğu) onlar içindir. (Ra'd Suresi, 22) lah'tan korkup O'ndan sakınırsa, işte 'kurtuluşa ve mutluluğa' erenler bunlardır. (Nur Suresi, 52) Takva sahiplerine vadedilen cennet; onun altından ırmaklar akar, yemişleri ve gölgelikleri süreklidir. Bu korkup-sakınanların (mutlu) sonudur, inkar edenlerin sonu ise ateştir. (Ra'd Suresi, 35) "Ve onları kötülüklerden koru. O gün Sen, kimi kötülüklerden korumuşsan, gerçekten ona rahmet etmişsin. İşte büyük 'kurtuluş ve mutluluk' budur. "Bugün Ben, gerçekten onların sabretmelerinin karşılığını verdim. Şüphesiz onlar, 'kurtuluşa ve mutluluğa' erenlerdir." (Mü'minun Suresi, 111) Artık iman edip salih amellerde bulunanlara gelince; Rableri onları Kendi rahmetine sokar. İşte apaçık olan 'büyük mutluluk ve kurtuluş' budur. (Casiye Suresi, 30) (Bütün bunlar,) Mü'min erkekleri ve mü'min kadınları, içinde ebedi kalıcılar olmak üzere, altından ırmaklar akan cennetlere sokması ve kötülüklerini örtüp-bağışlaması içindir. İşte bu, Allah Katında 'büyük kurtuluş ve mutluluk'tur. (Fetih Suresi, 5) Kim Allah'a ve Resûlüne itaat ederse ve Al- (Mü'min Suresi, 9) O gün, mü'min erkekler ile mü'min kadınları, nurları önlerinde ve sağlarında koşarken görürsün. "Bugün sizin müjdeniz, içinde ebedi kalıcılar (olduğunuz), altından ırmaklar akan cennetlerdir." İşte 'büyük kurtuluş ve mutluluk' budur. (Hadid Suresi, 12) Allah'a ve O'nun Resulüne iman edersiniz, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda mücadele edersiniz. Bu, sizin için daha hayırlıdır; eğer bilirseniz. O da sizin günahlarınızı bağışlar, sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere ve Adn cennetlerindeki güzel konaklara yerleştirir. İşte 'büyük mutluluk ve kurtuluş' budur. (Saff Suresi, 11- 12) Sizi toplanma günü için birarada toplayacağı gün; işte bu aldanma (teğabün) günüdür. Kim Allah'a iman edip salih bir amelde bulunursa (Allah) onun kötülüklerini örter ve içinde ebedi kalıcılar olmak üzere altından ırmaklar akan cennetlere sokar. İşte büyük 'mutluluk ve kurtuluş (fevz)' budur. (Tegabün Suresi, 9) Şüphesiz iman edip salih amellerde bulunanlara gelince; onlar için altından ırmaklar akan cennetler vardır. İşte büyük 'kurtuluş ve mutluluk' budur. (Buruc Suresi, 11) Allah, dünya hayatındaki yitip gidecek şeylerin ardına düşmememizi ister. Bundan vazgeçmediğimizde hepsi sıkıntı ve eziyet olur; zulüm olur. Nefsimize zulmeden pisliklerden kurtulup her an vicdanımızı kullandığımızda, pırıl pırıl bir imana kavuşabiliriz. Ölüm, -Allah'ın dilemesiyle- sevgiliyi sevgiliye kavuşturan köprü ve 'o gün', 'aldanma' değil kavuşma günü olsun. Ve Allah, 'Selam' ile karşılanıp sonsuz kurtuluş ve mutluluğu bahşettiği kullarından kılsın... 66 Mayıs 2011 SİZDEN GELENLER SANA HASRET bırakan, acılar bırakan kollar koparan ayaklar koparan kafalar koparan!... Varlık sırrında gaye Amin amin yarabbi o kafalar kurusun… Yuvalar yıkan, köyler yakan, şehirleri yok eden, ağaçları ekinleri mahveden, mevsimleri şaşırtan, ülkeleri batıran, milletleri süpüren, Irak misali Afganistan misali namusları kirleten tüm zalimler kurusun!… Zamanlar Sana hasret Sende en yüksek paye Mekânlar Sana hasret Can suyu sevgilere Aşıklar Sana hasret Yolsun marifetlere Siyonist amaçlarla zalim teknolojinin alçakça ateşini masum Müslümanların başına döken eller kurusun! Amin amin Allah’ım. Arifler Sana hasret Kaynaksın ilimlere Alimler Sana hasret Örneksin salihlere Zalim alçak ellere el veren eller kurusun! Yüce millet adına milletimize rağmen zalimlere el veren sinsi eller kurusun, önce doğru söyleyip sonra zalimi öven dil döken diller döken asi diller kurusun! Sureti Hakk’tan görünüp zalime el verenin sahte yüzü kurusun! Amin amin yarabbi. Muhlisler Sana hasret Devasın dertlilere Dertliler Sana hasret Işıksın gönüllere Garipler Sana hasret Müjdesin ümitlere Zalime yardım eden gafil kullar kurusun! Bebek katili eli kanlı Siyonist lideri ayakta heyecanla alkışlayanların Ayakları da elleri de kurusun Amenna yarabbi veseddekna. Acizler Sana hasret Korkusun zalimlere Mazlumlar Sana hasret Bir nursun güneşlere Yıldızlar Sana hasret Rahmetsin alemlere Alemler Sana hasret Mustafa AKCAN TEBBET SURESİ’NİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ Amin amin yarabbi Ebu Leheb’in de karısının da elleri kurusun! Habib’inin yollarına dikenler dökenlerin elleri kurusun! Amin amin yarabbi Müttefik haçlıların nesilleri kurusun! Amin amin yarabbi Ümmetin tepesine cehennem kusanların, ateşler dökenlerin beyinleri Onların biriktirdikleri de zenginlikleri de malları da oğulları kızları şanları şöhretleri krallıkları bakanlıkları bakanları başbakanlıkları vezirleri partileri partilileri başkanları vekilleri vekillikleri destekleyenleri destekledikleri uydukları kandırdıkları emir aldıkları efendileri Allah’ın ateşine girmekten alıkoyamaz engelleyemez mani olamayacaktır amenna Allah’ın kullarının kolunu bacağını koparıp malını canını ırzını namusunu hunharca heder ederken rabbinin aziziintikam olduğunu hesaba katmayanları amenna, amenna faide vermeyecek mazeretleri bilmedim anlamadım idrak edemedim demeleri ipleri ile odun hamalı olan Ebu Leheb’in karısı ile ümmeti katleden gemileri uçakları füzeleri sırtlanmış olarak Allah’ın azabından ve de gazabından kurtaramayacak şuursuzca kıldıkları namazları da diğer ibadetleri de zalimlere meyil ettiklerinden ötürü ateşe girmekten koruyamayacaktır amenna zalimlere meyil etmeyin ateş sizi yakalar amenna veseddekna. kurusun! O ateşler ki; ocaklar söndüren, bebekler öldüren, yetimler bırakan, dullar bırakan, açlar Mayıs 2011 ABDULLAH HABİP 67 Musa KARACA mkaraca_rehber@hotmail.com TARİHTE BU AY Arkadaşlar tarihte bu ay, dünyayı etkileyen bir fetih gerçekleşti. Dünya tarihi açısından; bin yıllık Bizans imparatorluğunu ortadan kaldıran, ortaçağı kapatıp yeniçağı başlatan, Avrupa’da feodalite (derebeylik) sistemini çökerten büyük bir fetih... Osmanlı imparatorluğu açısından ise; Osmanlı Devleti’nin yükselme dönemine girdiği, başkentin Edirne’den İstanbul’a taşındığı, Osmanlı’nın toprak bütünlüğünü sağlamış olduğu büyük bir fetih… Tahmin ettiğiniz gibi bu muhteşem fetih; İstanbul’un fethidir. 29 Mayıs 1453 tarihinde II. Mehmet tarafından gerçekleştirilen İstanbul’un fethinin bu yıl 558. yıldönümünü kutluyoruz. Fatih’i ve fethi çok iyi okumalıyız. Yirmi bir yaşındaki genç komutanın dünyayı etkileyen başarısının sırrını öğrenmeliyiz. Öncelikle Fatih’in hedefine kilitlenerek “ Ya İstanbul beni alır, ya ben İstanbul'u alırım.” diyerek ortaya koyduğu kararlığı fark etmeliyiz. Hiçbir engel onu hedefinden vazgeçirememiştir. Denizden zincirle yolu kesilen Fatih, gemileri karadan yürüterek denize indirmiştir. Dünyada başka bir örneği olmayan bu olay, Fatih’in ne kadar üstün yeteneklere sahip olduğunun da ispatıdır. Her yıl gururla kutladığımız fethin yıldönümünde, bu yıl bir farklılık yapalım. Fethi ve Fatih’i anlatan bir kitap okuyalım. Dergimizin geçen yıl mayıs ayı sayısında Fatih’ten torunlarına mektup yayınlamıştık, bu sayıda da torunlarından Fatih’e cevap yazalım: Sevgili Hünkârımız, bizim gururumuzsun. İstanbul ismini duyunca hep seni hatırlıyoruz. Surlara bakınca şahi topları icadındaki dehanı görüyoruz. Haliç’ten geçerken karadan yürüttüğün gemileri hatırlıyor, başkalarının hayallerinin senin yaptıklarına ulaşamayacağını anlıyoruz. Her ne kadar unutturmaya çalışsalar da asla seni unutmayacağız. Yolunu, yolumuz bilip hepimiz birer Fatih olacağımıza sana söz veriyoruz. Mekânın cennet olsun… ÜÇ YILA KADAR Nasrettin Hoca, Timur’un eşeğine okuma öğretmek için üç bin altına anlaşmış. Anlaşmaya göre, üç yıl içinde Nasrettin Hoca sözünü yerine getirip eşeğe okuma öğretmesi gerekiyormuş. Anlaşmayı duyanlar: Ne yaptın Hoca, demişler. Öğretemezsen Timur seni öldürür. Adam sen de... demiş Hoca. Üç yıla kadar ya Timur ölür, ya eşek... Ya da ben ölürüm! 68 Mayıs 2011 Rumeli Hisarı’nın Mimarisi İstanbul’un fethinin her karesinde manevi değerlere verilen önem görülmektedir. Peygamber efendimizin(s.a.v): “İstanbul mutlaka fetholunacaktır. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandan, onu fetheden asker, ne güzel askerdir.” hadisi, fethin sebeplerinden biridir. Çok önemli bir ayrıntıyı da Rumeli Hisarı’nın mimarisinde görmekteyiz. Hisar dört ay gibi kısa bir sürede tamamlanmış, bugünün imkânları ile dahi olağanüstü bir mimari başarıdır. Hisar’a kuş bakışıyla bakıldığında Kufi hatlarla “Muhammed” ismi görülmektedir. Fatih Sultan Mehmet, Hisar’ın inşaatını Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v)’in doğduğu ayda başlatmış, bitirilmesini de “Regaip Kandili” gününe denk getirmiştir. Fatih, ebedi duracak olan bu eserin mimarisinde peygamber efendimize olan sevgisini ortaya koymuştur. BULMACA 1- Fatih Sultan Mehmet tarafından İstanbul'un fethinden önce Boğaz’ın kuzeyinden gelebilecek saldırıları engellemek için Anadolu yakasındaki Anadolu Hisarı'nın tam karşısına inşa ettirilen hisar. 2- İstanbul’un Azam. fethinde Vezir-i 3- Fatih Sultan Mehmet devrinde kaptan-ı deryalık görevinde bulunan paşa. 4- Denizden bakıldığında Rumeli Hisarının sağ taraftaki kulesinin yapımını üstlenen ve kuleye ismini veren paşa. 5- Fatih Sultan Mehmet’in icat ettiği top 6- Fatih Sultan’ın asıl adı. 7- Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaş. 8- Fatih Sultan Mehmet’in hocası 9- Fatih Sultan Mehmet’in hocası 10- İstanbul’un fethiyle Mehmet’in kazandığı ünvan Mayıs 2011 II. 69