Burhan 68:Burhan.qxd

advertisement
¿mH
“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”
EDİTÖR
ÀÍYjºA ějºA A ÀnI
Yıl 6
Sayı 68
Mayıs 2011
Allah’a sonsuz hamdler, Onun resulü
Hz. Muhammed aleyhisselem sonsuz şükürler olsun. Elinizde ki dergi Burhan’ın altmış
sekizinci sayısı. Tam altmış sekiz sayıdır sizlerle bu dergi. Her türlü zorluğa rağmen, başkalarının savuran ve savrulan, hızlı değişen
gündemlerine kulak asmadan, çizgisini bozmadan yoluna devam ediyor derginiz.
Başkalarının gündemleri onların olsun
bize daha temel kavramlar ve konular lazım
diyoruz ve asıl konuların üzerine dikkatleri
çekiyoruz. Asıl konu derken “bizlerin temel
meseleleri olan” konulardan bahsediyoruz.
İman, ümmet bilinci, namaz, ahlak, dua,
ölüm vs. gibi…
Çizgimiz şaşmadı inşaallah şaşmayacak. Ehl-i sünnet inancı önceliğimizdir. Sonrasında ise sahih bir tasavvufi anlayış ve
muteber geleneğimize sadık ve saygılı olarak
yeni sözler söylemek. Safımız ve durduğumuz yer burasıdır. Çok yazı gönderen oluyor
ama bu önceliklerimizden dolayı birçok yazıları reddediyoruz. Tabi ki önceliği bu çizgiye
uyan herkese de dergimizin sayfaları her
zaman sonuna kadar açıktır.
Ümmetin her yönden bombardıman
altında olduğu bu günümüzde adeta ehl-i
sünnet inancının altının boşaltılmak istendiği
açıkça görülmektedir. Bizden öncekilerin
her şeyi tenkit edilerek haksız yargılamalara
gidilmektedir. Bize cevap vermesi mümkün
olmayan ölüp gitmiş kişilere her türlü ithamlar yapılmaktadır. Biz bu noktada “saygıyı” esas alıyor ve değerlerimizi koduma
hususunda hassasiyet gösteriyoruz, göstermeye de devam edeceğiz. Yukarıda yazdıklarım zaman zaman bizlere bu derginin
“yerini” soran kardeşlerimize de bir cevap
niteliğindedir.
DOLU
DOLU BİR DERGİ
Her sayısıyla beğenilerek okunan ve
“Allah razı olsun yazanından, emeği geçeninden” denilen dergimiz bu ay da dolu dolu.
Prof Dr. Mustafa Ağırman hocamız “Sizden
önce yaşamış ümmetler içinde kendilerine ilham olunan (veli) kimseler vardı.
Benim ümmetim içinde de kendisine
ilham olunan (veli) biri varsa, o da hiç
şüphesiz Ömer’dir.”(Buhârî, Enbiya 54; Müslim, Fezâilü’ssahâbe 23.)
hadisi-i şerifini zikrederek Hz. Ömerin
hayatından çok güzel, ibretli bir olayı anlatıyor.
Dr. Ramazan Şahan hocamız peygamber sevgisini ve yanık yürekli şairlerin peygamberimize olan duygularını yazıyor. Nihat
Morgül hocamız Fetih ve Fatih konulu yazısıyla
fetih ruhunu yazıyor. Dr. Ebubekir Sifil hocamız akide ve iman konusunu işliyor. Aydın
Başar hocamız ülkemizin dış politika ve İslam
dünyası uzmanı Mustafa Özcan beyle çok
güzel bir söyleşi yaptı. Söyleşi Arap dünyasında ki isyanlar üzerine. Ersan Bilgin hocamız
ise iktidar konusunu inceliyor.
Mehmet Talu hocamız Hac ve Umre’yi
anlatıyor. Memduh Başar Milli ahlak ve tarih
şuurunu anlatıyor. Ahmet Haliloğlu ise “Kutlu
doğum mu Mevlid mi” diye sorarak çığırından
çıkan kutlu doğum kutlamalarına farklı bir
bakış getiriyor. Fuat Türker İşte mutluluk
budur diyor. M. Emin Karabacak eğitim ve
çocuk psikolojisi üzerine yazılarına devam ediyor. Musa Karaca çocuk sayfası ile dergimize
katkıda bulunuyor. Dergimiz dolu dolu. Emek
veren tüm yazarlarımıza teşekkür ediyoruz.
Allah Teâlâ kendilerinden razı olsun.
Daha güzel Burhan’larda buluşa bilmek
dileğiyle Allah’a emanet olunuz.
AYLIK İLİM KÜLTÜR DERGİSİ
Yıl: 6 Sayı: 68
İÇİNDEKİLER
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN 4
EY SÂRİYE! DAĞA DOĞRU, DAĞA DOĞRU!
Mayıs 2011
SAHİBİ
Burhan Basın Yayın
Eğitim ve Tur. Ltd. Şti.
SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
Serdar TAŞAR
Zikri (Abdulğani Efendi Hz.) (1873-1939) Sanamerli
Seyyid Hacı Ahmed Baba Hazretlerinin Halifesi 7
Dr. Ramazan ŞAHAN 8
Huda zikredeni çarelendirdi
KÂİNATIN GÖZBEBEĞİ PEYGAMBERİMİZ (S.A.V.)
HZ. MUHAMMED’E DAİR ŞİİRLERDEN BİR DEMET
YAYIN DANIŞMANLARI
Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR
Nihat MORGÜL 14
Fetih ve Fatih
Dr. Ebubekir SİFİL 20
Akide ve Amel
Ahmet HALİLOĞLU 24
Kutlu Doğum mu Mevlid mi?
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
Yard. Doç. H. Murat KUMBASAR
YAYIN KURULU
Yusuf ELİBOL
Ramazan ÇAKIR
Aydın BAŞAR
Salih AYDIN
Musa KARACA
Redaksiyon
Röportaj Aydın BAŞAR 28
Mürsel LÜLECİ
DAĞITIM ORGANİZASYONU
Asim AYDOĞDU 0538 233 5000
Mustafa Özcan: “Arap dünyasındaki
hareketler fıtrî/olması gereken hareketlerdir.”
Ersan BİLGİN 32
“Onlara Eğer Yeryüzünde İktidar
Verirsek…”
M. Emin KARABACAK 34
Hz. Peygamber (s.a.v) Hayatında
Öğrenilmiş Çaresizlik Var mıydı?
Fiyatı
Tek Sayı: 6 TL
1 Yıllık (12 Sayı) Abone: 72 TL
6 Aylık Abone: 36 TL
Yurtdışı
1 Yıllık Abone: 75 Euro
Hasan BAŞAR 36
Milli Ahlak Ve Tarih Şuuru
Mehmet TALU 40
Huzur İkliminde İrşad Umresi
Ahmet HALİLOĞLU 50
Ahmed Amiş Efendi Hazretleri
Abonelik İçin Hesap Numaraları
Posta Çeki No: 5091167
Türkiye Finans Sultanbeyli Şubesi
Burhan Basın Yay.Eğt.Tur.Ltd.Şti.
Müşteri No: 291928
IBAN:TR67 0020 6000 6300 2919 2800 01
Ziraat Bankası Sultanbeyli Şubesi
Hesap No: 1673–44165588-5002
IBAN:TR690001001673441655885002
Aydın BAŞAR 54
Sivaslı Murat Amca
Sebahaddin TÜZÜN 56
Sorumluluk Bilinci
Yusuf ELİBOL 58
Muhabbet Bahçesi
YAYIN VE İLETİŞİM ADRESİ
Mehmet Akif Mah.
Kuran Kursu Cad.No: 87
Sultanbeyli / İST.
Tel: +9 (0216) 498 94 00
Faks: +9 (0216) 498 94 00
İNTERNET ADRESİ
burhandergisi@hotmail.com
burhandergisi@mynet.com
www.burhandergisi.com
Seyyid Ahmed er Rufai Hazretleri 60
Muhabbetin Alametleri
BASKI
Milsan A.Ş. 0212 697 1000
Ayşe BAĞCIVAN 62
Hayat…
YAYIN TÜRÜ
Aylık Süreli Yayın
Gönderilen yazılarda editör ve yayın kurulu değişiklik yapabilir. Gönderilen yazılar iade edilmez.
Yazılardan kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir.
Yayınlanan reklamlardaki ürün ve hizmetlerin sorumluluğu reklam verene aittir.
Fuat TÜRKER 64
İşte Büyük Mutluluk Budur!
Musa KARACA 68
Burhan Çocuk
Kainatın Gözbebeği Peygamberimiz (s.a.v) Hz.
8 Muhammed’e Dair Şiirlerden Bir Demet
Dr. Ramazan ŞAHAN
Akide ve Amel
Dr.Ebubekir SİFİ
36
Milli Ahlak Ve Tarih Şuuru
Hasan BAŞAR
Sorumluluk Bilinci
Sebahaddin TÜZÜN
62
20
Hayat…
Ayşe BAĞCIVAN
56
Başyazı
ÀÍYjºA ějºA A ÀnI
“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”
EY SÂRİYE!
DAĞA DOĞRU,
DAĞA DOĞRU!
PROF. DR. MUSTAFA AĞIRMAN
“Sizden önce yaşamış ümmetler
içinde kendilerine ilham olunan
(veli) kimseler vardı. Benim ümmetim içinde de kendisine
ilham olunan (veli) biri varsa, o
da hiç şüphesiz Ömer’dir.”
Hz. Peygamber efendimiz vefat ederken
(11/632) Arap Yarımadası Müslümanlar tarafından tamamen fethedilmişti. Hz. Ebû Bekir (r.a.) devrinde
(632-634) fetih hareketleri Arap Yarımadası’nın dışına
taştı. Bu dönemde açılan Irak ve Suriye cephelerinde
cihâd eden sahâbe-i kiram efendilerimiz, gittikleri her
yeri kolaylıkla fethediyor ve İslâm’ı daha uzak yerlere
götürüyorlardı.
Birinci halife Hz. Ebû Bekir (r.a.) zamanında iki
olan fetih cephesi, ikinci halife Hz. Ömer (r.a.) zamanında (634-644) üçe çıktı. İslam orduları Irak, Suriye
ve Mısır cephelerinde fetih hareketlerini devam ettiriyor ve Yüce Allah’ın yardımıyla gittikleri yerlerde gâlip
geliyorlardı. Bu üç cephede de Hz. Peygamber’in dizinin dibinde yetişen sahâbe-i kiram efendilerimiz, dillere destan olacak başarılara imza atıyorlardı. Her biri
velâyet makamına çıkmış olan bu veliler ordusu, kendilerinden sonra gelecek olan Müslümanlara da örnek
oluyorlardı.
Dört halife döneminde (632-661) ve ondan
sonraki dönemlerde Yüce Allah’ın rızasını kazanmak
ve O’nun dinini en uzak noktalara götürmek için cihad
eden mücâhidlere Allah’ın yardımı kesilmeden devam
etmiştir. Bilindiği gibi bu yardımlar sevgili Peygamberimizin mûcizesi, yardıma mazhar olan veli kulların da
4
kerâmeti olarak kıyâmete kadar devam edecektir. Biz,
bu yazımızda Yüce Allah’ın, iki veli kuluna lütfettiği bir
kerâmeti sizlerle birlikte müşâhede edeceğiz.
“Ey Sâriye! Dağa doğru, dağa doğru…
Kurdun hilesine karşı gaflet içinde olan çoban,
koyunlarına zulmetmiş olur.”
Hz. Peygamber efendimizin vefatından sonra
Arap Yarımadası’nın kuzeyinden fetih hareketlerini
başlatan İslâm orduları, Irak cephesinde Sâsânî İmparatorluğu ile, Suriye ve Mısır cephelerinde de Bizans İmparatorluğu ile savaşıyorlardı. Hz. Ömer
zamanında Sâsânî İmparatorluğu’nun şehirlerinden
bir çoğu fethedilmiş, sıra Nihâvend şehrine gelmişti.
İslâm askerlerinin gösterdiği üstün gayretler neticesinde 21/642 yılında Nihâvend de fethedildi. Nihâvend’in fethi, Medine’deki Hz. Ömer’e haber verilince,
o da vakit kaybetmeden ordunun küçük birliklere ayrılmasını ve her birliğin kendisine ayrılan bölgeyi fethetmesi emrini verdi. Bu birliklerden birinin başında
da komutan olarak Sâriye bin Zenim el-Kinânî bulunuyordu.
Hz. Ömer’in, Kilometrelerce öteden kendisine
olan nidâsını duyan komutan Sâriye, onun emrini yerine getirerek ordusunu dağa doğru çekti ve yok olmaktan kurtuldu. Hem kurtuldu hem de düşmana
karşı zafer elde etti. Dağı arkalarına alan İslâm ordusu,
mücadeleye devam etti ve başarıya kavuştular.
Sâsânî topraklarında ilerleyen Sâriye ve ona
bağlı olan birlik, geçecekleri yol üzerinde bulunan bir
düşman yığınağını hedef aldı ve düşmanların üzerine
yürüdüler. Önce, İslâm ordusu baskın çıktı ve düşmanları kuşattı. Tam bu sırada düşmana yardım kuvveti geldi. Düşmanın sayısı artınca İslâm ordusu çok
büyük bir tehlike ile, belki de tamamen yok olmakla
baş başa kaldı. Şayet geri çekilir ve yakınlarındaki
dağa arkalarını verirlerse kurtulabilirlerdi. İslâm ordusunun zor durumda kaldığı bu sırada Hz. Ömer, Medine’de Cuma hutbesini okuyordu. Hutbe esnasında
gözlerini bir noktaya dikip şöyle nidâ etmeye başladı:
Mayıs 2011
Hem komutan Sâriye hem de İslâm mücâhidleri, halifenin kendilerine olan emrini duymuş ve ona
göre hareket etmişlerdir. Burada hem kerâmeti hem
de itaatin neticesinde gelen fethi müşâhede etmekteyiz. (Geniş bilgi için bakınız: İbn Kesir, el-Bidâye ve-n Nihâye,VII,132.)
Hz. Ömer’in oğlu Abdullah, konu ile alakalı olarak şunları anlatır: “Babam Ömer b. el-Hattab, bir
Cuma günü hutbe okurken, hutbenin arasında aniden:“Ya Sâriye! Dağa doğru, dağa doğru! Haine
güvenen aldanır.” dedi. Bu sözleri duyan cemaat şaşırıp birbirine bakmaya başladı. Cemaatin birbirine
bakıştığını gören Hz. Ali: “Elbette, bunda bir mânâ
vardır.” dedi. Namaz bittikten sonra Hz. Ömer’e niçin
böyle söylediğini sordular. O da şöyle cevap verdi:
“Düşmanların, askerlerimizi yenilgiye uğratmak üzere olduklarını gördüm. Ordumuz bir
dağ eteği üzerinden ayrılmak üzereydi. Eğer arkalarını dağa verirlerse, düşmanla tek bir cep-
5
heden savaşırlardı. Şayet dağı bırakır da açığa
çıkarlarsa helak olurlardı. İşte bu durumu görünce onların dağa sığınmalarını emrettim.”
Bir ay sonra işte bu ordudan bir müjdeci geldi.
O cuma günü babam Ömer’in hutbe esnasında söylediklerini duyduklarını haber verdi ve dedi ki: “Bu
emir üzerine hemen dağı arkamıza aldık. Daha
sonra da yüce Allah bize zaferi müyesser
kıldı.”(İbn Hacer, el-İsâbe,2,3)
günü bize saldırdı. Sabah namazından ta güneşin tepemize geldiği vakte kadar savaştık. Tam
bu sırada: Ey Sariye! Dağa çekil, dağa!” diye
nidâ eden bir ses duyduk. Hemen dağa sığındık. Daha
sonra da Yüce Allah’ın izniyle düşmanı yenilgiye uğrattık.”
Bu haber üzerine, Hz. Ömer’i kınayanlar: “Bu
adamla uğraşmayın! O, Yüce Allah’ın lütuf ve
keremine nâil olmuştur” dediler. (Ebu Nuaym, Delâil,)
Aynı olayı Amr bin el-Hâris şöyle anlatır: “Cuma
namazından sonra, Hz. Ömer ile çok samimi ve yakın
arkadaş olan Abdurrahman bin Avf, halifenin yanına
giderek ona şöyle dedi: “Beni en çok üzen, insanların
dedikodu yapmalarına fırsat vermendir. Tam hutbe
okurken birden: “Ey Sâriye! Dağa doğru, dağa
doğru!” diye bağırıyorsun. Bu ne demektir? Ne
demek istedin?”
Hz. Ömer’i dinleyen ve “O, Yüce Allah’ın
lütuf ve keremine nâil olmuştur.” diyenler çok
haklıdır. Çünkü Hz. Peygamber onun hakkında şöyle
buyurmuştur: “Sizden önce yaşamış ümmetler
içinde kendilerine ilham olunan (veli) kimseler
vardı. Benim ümmetim içinde de kendisine
ilham olunan (veli) biri varsa, o da hiç şüphesiz
Ömer’dir.”(Buhârî, Enbiya 54; Müslim, Fezâilü’s-sahâbe 23.)
Hz. Ömer, arkadaşı Abdurrahman’ın sorusuna
şöyle cevap verdi: “Vallahi, ben o sözü gayr-i ihtiyârî
söyledim. Müslüman askerlerin bir dağ eteğinde savaştığını gördüm. Önlerinden ve arkalarından saldırıya uğruyorlardı. Bu hali görünce onların dağa doğru
çekilmelerini istedim ve elimde olmadan “Ey Sâriye!
Dağa çekil, dağa çekil!” diye bağırdım”
Hz. Peygamber efendimiz bu hadis-i şerifi ile
hem geçmiş ümmetler içinde hem de kendi ümmeti
içerisinde veli kulların bulunduğuna işaret etmektedir.
Hz. Ömer’in isminin açıkça zikredilmesi, onun velâyetinden kimsenin şüphe etmemesine yöneliktir. Hem
sahâbî, hem veli, hem halife ve hem de şehid.
Daha sonra Medine’de herkes bu ordunun habercisinin gelmesini bekledi. Nihayet, kumandan Sâriye’nin elçisi şu haberi getirdi: “Düşman, Cuma
6
Bize düşen böyle mübârek zatların hayatlarını
çok okumak ve onların eteğine yapışarak Hz. Peygamber’in yanına varmak oradan da cennete ulaşmak. Rabbim hepimize bu şerefi nasip etsin. (Âmin)
Mayıs 2011
H UDA
ZİKREDENİ ÇARELENDİRDİ
Gönül sifinesin uğrattım bahre
Dalga sefinemi parelendirdi
Yeni dertlerim çün vardım tabibe
Tabip eski derdim tazelendirdi
Dünyada çok çektim ah ile hasret
Dostumdan muhabbet ağyardan mihnet
Zannettim ki buldum akıbet sıhhat
Bu hasret yüreğim yarelendirdi
Muhibb-i sadıklar aldı yönümüz
Derunum ahından çıkar ünümüz
Gözlerken gele mi sürur günümüz
Sürur günüm takdir karelendirdi
Gönül şita oldu gelmedi bahar
Nice ola bu hal leyl ile nehar
Zikrî Hakk’ı zikret her şâm ü seher
Huda zikredeni çarelendirdi
Zikri (Abdulğani Efendi Hz.) (1873-1939)
Sanamerli Seyyid Hacı Ahmed Baba Hazretlerinin Halifesi
Mayıs 2011
7
ÀÍYjºA ějºA A ÀnI
DR. RAMAZAN ŞAHAN
“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”
KÂİNATIN GÖZBEBEĞİ PEYGAMBERİMİZ
(S.A.V.) HZ. MUHAMMED’E DAİR
ŞİİRLERDEN BİR DEMET
“Andolsun size kendinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona
çok ağır gelir. O, size çok düşkün, müminlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir.”1
Allah (c.c.), Peygamberimiz (s.a.v.) Hz. Muhammed’i Kur'ân-ı Kerîm’de övmüş,2 Tevrat’ta ismi Muhammed; İncil’deki ismi Ahmed diye bildirilen iki cihan serveri o Yüce Nebi, Allah Rasulü ve seçkin bir kul (Mustafa) olarak “Makam-ı Mahmud”3 denilen övgü ve sevgi makamını elde etmiştir. Bütün bu özellikleriyle onu
gökte melekler; yerde insanlar ve bütün felekler sevmiş ve övmüştür. O’na dair binlerce eser yazılmıştır. Herkes kendi açısından onu övmeye çalışmış fakat O’nu Allah (c.c.) dışında hiç kimse layık olduğu şekliyle övememiştir.
O’nu övenlerden bir zümre de şairlerdir. Sahabeden Şair Hassan b. Sabit (r.a.) ve Ka’b b. Züheyr (r.a.)
gibi şairlerle başlayan bu gelenek asırlarca devam
etmiş, günümüz şairlerine kadar süregelmiştir. Halen
de günümüzde her şair kendi gücü nisbetinde O’nu
övmeye, onunla ilgili “Naat”ler yazmaya çalışmaktadır. Mesela ülkemizin önemli şairlerinden Necip
PEYGAMBER
Fazıl KISAKÜREK, O’nunla ilgili 63 şirden oluşan
“ES-SELAM” adlı şiir kitabını yazmıştır. Bu konuda
Sen, fikir kadar güzel;
artık özel derlemeler, “GÜLDESTE” adlı şiir kitapları
Ve tek, birden daha tek !
yazılmakta, internet vb. elektronik-dijital ortamlarda
O’nunla ilgili çeşitli şiirler yer almaktadır.
Itrını süzmüş ezel ;
Biz de burada O’na dair yazılan şiirlerden bir
demet sunmak istiyoruz:
Bir Arap şair O’nunla ilgili şunu söylemiştir:
“Muhemmedün beşerün ve leyse ke’lbeşer
Bel hüve yakûtun ve’n-nâsü ke’l-hacer.”
Yani demek istemektedir ki:
“Her ne kadar Muhammed de bir insan
olsa da O, diğer insanlar gibi değildir.
8
Bal sensin, varlık petek....
Sensin ölüme hisar;
Bâkisi hep inkisar...
Sar bizi, çepçevre sar,
Rahmet rûzgarı etek !..
Bilakis o yakut taşı gibidir, diğer insanlar
ise normal çakıl taşı gibidir.”
Kısacası ikisi de taş olmasına rağmen- bir çakıl
taşıyla elmas taşı arasında elmas taşı kadar fark vardır. Her ne kadar Hz. Muhammed de bir insan olsa
da diğer insanlarla Hz. Muhammed arasında Hz. Muhammed kadar fark vardır.
N. Fazıl Kısakürek O’nun için şöyle demiştir:
“Kurtarıcım, efendim, rehberim peygamberim!
Sana uymayan ölçü, hayat olsa teperim”
“O Allah’ın emriyle Kâinât Efendisi
Varlığın tacı, varlık nurunun ta kendisi.”
Milli Şarimiz Mehmed Akif Ersoy O’nu
şöyle anlatmıştır:
O'NUN ÜMMETİNDEN OL!
Beri gel, serseri yol!
O'nun ümmetinden ol!
Sel sel kümelerle dol!
O'nun ümmetinden ol!
Sen, hiçliğe bakan yön!
Hep sıfır, arka ve ön!
Dosdoğru Kabe'ye dön!
O'nun ümmetinden ol!
Gel dünya, mundar kafes!
Gel, gırtlakta son nefes!
Gel, arşı arayan ses!
O'nun ümmetinden ol!
Solmaz, solmaz; bu bir renk
Ölmez, ölmez; bin ahenk...
İnsanlık; hevenk hevenk,
O'nun ümmetinden ol!
BİR GECE
On dört asır evvel, yine böyle bir geceydi
Kumdan, ayin on dördü, bir öksüz çıkıverdi!
Lakin, o ne hüsrandı ki; Hissetmedi gözler;
Kaç bin senedir, halbuki, bekleşmedelerdi!
Nerden görecekler? Göremezlerdi tabi:
Bir kerre, zuhur ettiği çöl en sapa yerdi;
Bir kerre de, ma'mure-i dünya, o zamanlar,
Buhranlar içindeydi, bugünden de beterdi.
Sırtlanları geçmişti beser yırtıcılıkta;
Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi!
Fevza bütün afakını sarmıştı zeminin,
Salgındı, bugün şark'ı yıkan, tefrika derdi.
Derken, büyümüş, kırkına gelmişti ki öksüz,
Başlarda gezen kanlı ayaklar suya erdi!
Bir nefhada insanlığı kurtardı o masum,
Bir hamlede Kayserleri, Kisraları serdi!
Aczin ki, ezilmekti bütün hakkı, dirildi;
Zulmün ki, zeval aklına gelmezdi, geberdi!
Alemlere rahmetti, evet, Şer'-i mübini,
Şehbalini adl isteyenin yurduna gerdi.
Dünya neye sahipse, onun vergisidir hep;
Medyun ona cemiyyeti, medyun ona ferdi.
Medyundur o Masum'a bütün bir
beşeriyyet...
Ya Rab, bizi mahşerde bu ikrar ile haşret.4
Mayıs 2011
9
Ya Muhammed cânım arzular seni
Ali ile Hasan Hüseyin anda
Sevgisi gönülde mahabbet canda
Yarın mahşer günü olur dîvânda
Ya Muhammed cânım arzular seni
Arafat dağıdır bizim dağımız
Anda kabul olur bütün duamız
Medine’de yatar Peygamberimiz
Ya Muhammed cânım arzular seni
Yûnus medh eyledi seni dillerde
Dillerde dillerde hem gönüllerde
Ağlayı ağlayı gurbet illerde
Ya Muhammed cânım arzular seni
YUNUS EMRE DE ONU ŞU ŞEKİLDE ÖVMÜŞTÜR:
Adı Güzel, Kendi Güzel Muhammed!
Canım, kurban olsun senin yoluna,
Adı güzel, kendi güzel Muhammed!
Gel şefâat eyle kemter (asi) kuluna,
Adı güzel, kendi güzel Muhammed!
Mümin olanların çoktur cefâsı,
Âhirette olur zevk-u safâsı.
On sekiz bin âlemin Mustafâ’sı,
Adı güzel, kendi güzel Muhammed!
Yedi kat gökleri seyrân eyleyen,
Kürsînin üstünde cevlân eyleyen,
Mîrâcda, ümmetin Hak’tan dileyen,
Adı güzel, kendi güzel Muhammed!
Ol çâriyâr anın gökler yâridir,
Anı seven günahlardan beridir,
On sekiz bin âlemin serveridir,
Adı güzel, kendi güzel Muhammed
YÛNUS n’eyler iki cihânı sensiz,
Sen hâk peygambersin şeksiz şüphesiz!
Sana uymıyanlar, gider îmânsız,
Adı güzel, kendi güzel Muhammed!
O’NA OLAN AŞK VE SEVGİSİNİ İSE ŞU ŞİİRİYLE DİLE
ERZURUMLU AŞIK SÜMMANÎ
BİR ŞİİRİNDE ONUNLA
İLGİLİ ŞUNLARI SÖYLEMİŞTİR:
Çar anasırdan halk etti ta ezel Hak Adem’i
Cennetten sürgün ettiler hâke bastı kademi.
Çıktı Serendip dağına ah-ü figan eyledi
Affetti Mevlâ günahın, murad aldı encemi.
İsmail sahrada doğdu çünkü Hacer anadan
Ayağını yere vurdu izhar etti zemzemi.
Came sevki nûş eyledi Şahmeran şerbetinden
Cümle çiçek sada verdi anda yaptı merhemi
Çün Yunus’u yuttu balık kaldı umman içinde
Gece gündüz rica etti dedi: “Gönder çaremi.”
Geçirmeyip beş vaktini borcun eda eyledi
Getirmedi lisanına asla dünya kelami.
Yakub’a hasretlik verdi Yusuf-u Kenan için
Cihanı suya gark etti Nuh’a yüzdürdü gemi.
Der Sümmani:
“Muhabbetten hasıl oldu Muhammed
Onun için halk eyledi on sekiz bin alemi.”
GETİRMİŞTİR:
Arayı arayı bulsam izini
İzinin tozuna sürsem yüzümü
Hak nasip eylese görsem yüzünü
Ya Muhammed cânım arzular seni
Bir mübârek sefer olsa da gitsem
Kâbe yollarında kumlara batsam
Hub cemâlin bir kez düşde seyretsem
Ya Muhammed cânım arzular seni
Zerrece kalmadı gönlümde hile
Sıdk ile girmişem ben bu hak yola
Ebu Bekir, Ömer, Osman da bile
10
Mayıs 2011
Not: Peygamberimiz’i (s.a.v.) yüceltmek için genelde yukarıdaki konu vurgulanır ve ilgili;
“Sen olmasaydın, Ben, eflâkı (âlemleri) yaratmazdım.”5 hadîsine işaret
edilir. Hadis kriterlerine göre çok sahih olmasa da bu söz tasavvuf erbabı
arasında yaygın ve meşhur bir sözdür.6Bunun hadis olup olmamasını ehline7bırakarak bizler O’nu öven
şairlerin şiirlerinden birkaç örnek vermek istiyoruz:
MİM
TASAVVUF EHLİ, HAK AŞIĞI, HALK OZANI
BAŞKA ŞAİR O’NU ŞÖYLE TASVİR ETMİŞTİR:
BİR
BAĞLAMIŞ
Seni gören akıl zây'olur elbet
Servi serin halka saye bağlamış.
Ne boyda ser çektin ey serv-i kâmet.
“Elif” zülfün, serin “Bâ”ya bağlamış.
Yanağın “Tebârek-Kadsem’” suresi 8
“Er-Rahmân” okunur cismin turası.9
“Alleme'l-esmâ”da ismin süresi,
İki “mim” bir “dal”ı “hâ”ya bağlamış. 10
Celâli sâildir kapında dilber.
Hüsnün pertevinden bir buse ister
Dediler muteber bir delil göster
Dedim hüccet “Ve’d-Duhâ”ya bağlamış.11
.......................................
Zay: yitirmek; Ser: Baş; Kamet: Boy,
endam; Sail: Dilenci, isteyen; Pertev: Işık,
nur; Hüccet: Delil.
12
cağında
im”
e aşk o
M
d
“
in
ü
s
r
d
e
n
fd
ilim dö
Lâm-eli
dikçe d
e
d
ağında
”
f
li
”.
udret b
k
Ben “E
ış
di “mim
lm
n
a
e
ç
p
,
m
”
ale
ı “mim
Yed-i k
”, imlâs
im
da,
m
“
i
z otağın
ö
Kalem
in
d
n
da
i seme
dudağın ,
h
â
ş
O serviş
13
ğında
r beslem
nân ba
mim”.
â
“
c
Yedi nâ
i
r
d
o
n
e
ıy
b
ak ak
im”,
Dört ırm
özesi “m
g
,
”
re,
im
i “m
o dilbe
Çeşmes
m ben
u
ld
o
âşık
zbere.
Çoktan
aldım e
im
t
t
e
14
p
re,
ita
m defte
İsmin k
“mim”.
a
i
z
a
d
y
n
e
li
k
Cela
“mim”,
İstedim
durağı
,
”
im
m
Ülkesi “
BABA
ELALİ
C
U
L
RT
BAYBU
.
.
.
. ....
..........
.
.
d;
.
.
.
.
.
.
.
.
hamme
im: Mu
ah; M
lvi;
Elif: All
erv: Se
sihat; S
a
N
:
d
at.
Pen
e güzel
Çevik v
:
d
n
e
Sem
Sendeki güzellik ey Hüsn-ü Şikâr. 15
Ne alem, ne Adem ne cihanda var. 16
Hüsnün cilasında açılan buse,
Ne Yakup ne Yusuf ne Kenan’da var.17
Kipriklerin oktur tutmuş alemi.
Kaslarını yazmış kudret kalemi.
Sen hüsn-ü cilanın metin tamamı.
Hem Zebur hem Tevrat hem Kur’an’da var.
Zulmet geceleri kılarsın ruşan. 18
Cemalin görenler olur perişan.
Sendeki alamet sendeki nisan
Ne huri ne melek ne ğılmanda var. 19
Sana dost demişti ol Gânî Hudâ
Seninçün bu âlem geldi mevcûda. 21
Sendeki muhabbet sendeki sevdâ,
Ne Mecnûn ne Leylâ ne Hicran’da var.22
Kaşların fermandır, gözlerin hakim
Şems ile kameri edersin mahkum
Sendeki adalet sendeki hüküm
Ne Davut ne oğlu Süleyman’da var. 20
Mayıs 2011
BAYBURTLU AŞIK HİCRÂNÎ
11
ŞEMAİL
23
Ne uzun ne kısa kararında boy.
Soyu İbrahim’den ne asil bir soy.
Saçları hoş siyah dalgalı bir koy.
Kemâlini giydir beni benden soy
Âlemlere rahmet yüzünü göster
Bu kul varlığından soyunmak ister
Seni ilk görenler korku çekermiş
Sonra ülfet eder hemen severmiş
Benzerini asla görmedim dermiş
Erenler yolunda giderek ermiş
Benzeri bulunmaz yüzünü göster
Gönüller nurunla yıkanmak ister
Güneş pervânesi o güzel yüzün
Nurundan ışığı vardır gündüzün
Solmaz bir gül rengin ne kış ne güzün
Tecelli ediyor yüzünde özün
Hasretim, yanarım, yüzünü göster
Kölen bu devletle avunmak ister
Zâtının nûrundan vermiş sana can
Hilkate ruhunla başlamış Rahman
Yûsuf’ta yok sende olan hüsnü an
Ahlâkındır Senin, mûcize Kur’an,
Alemlere Rahmet, cemâlin göster
Kölen rahmetine sığınmak ister
Simsiyah gözlerin âhû misâlin
Dâim Hakk’a bakar her an visâlin
Beyazı ölçüsü gözde kemâlin
Kaşların sûreti gökde hilâlin,
Râzıyım rûyada yüzünü göster
Âşık maşukuna can sunmak ister
Ümmetin üstüne titreyen sensin
Müjdeci, uyaran, gel diyen sensin
Kulunu Allah’a sevdiren sensin
Gecemi gündüze çeviren sensin
Ey Hakk’ın şâhidi yüzünü göster
Kul şehâdetinle tanınmak ister
Bir tutam sakalın birkaçı beyaz
Mübarek vücudun serin kış ve yaz
Cânımı yoluna kurban etsem az
Dostlar defterine köleni de yaz
Açıver kapını yüzünü göster
Gönül hasretinden yakınmak ister
Hakk’ın halilisin, habibi sensin
Gönüllerin eşsiz tabibi sensin
En güzel hutbenin hâtibi sensin
Ümmetin en büyük nasibi sensin
Aşkımın Leylası yüzünü göster
Gönül seni gözden sakınmak ister
Duyular mükemmel, dişleri inci
Kokusuna tutkun, yaşlısı genci
Yürürken koşmadan olur birinci
Kapına gelmiş bir garip dilenci
Açıver ne olur yüzünü göster
Garip ayağına kapanmak ister
Yukarıdan aşağı heybetle iniş
Yürüyüşünde var hep bu görünüş
Âdetin baktığın tarafa dönüş
Bize nasip olsun hayırlı bir düş
Kerem et ne olur yüzünü göster
Kim böyle bir düşten uyanmak ister
12
En güzel, en üstün ahlak senindir
Cömertlikte kemâl el-hâk senindir
Şefaatte en son durak senindir
Miraç senin, Refref, Burak senindir
Sen gördün, bize de cemâlin göster
Pervâne şem’ine hep yanmak ister 24
PROF. DR. HAYRETTİN KARAMAN
24-1-1992 de
Mekke'de tamamlandı. H.K.
Mayıs 2011
KAN TUTAR
Sen bir elmas topu, insanlar kaya! 31
Sen arşa uçarsın, gayrisi yaya.
El açıp, yalvarıp Yüce Mevlaya
Bizlere de imdâd, şefâat eyle!...
Leblerimle emrine âmâdedir cânım benim
Alda bir bûseyle öldür haydi cânânım benim
Lâl olur birden dilim bilmem neden görsem seni
Görmesem kalmaz karârım dinmez efgânım benim. Mû’cizen Kur’an’dır, canlı bir misâl!
Cihanda kendine kendinsin emsâl!
Hasta gönlüm çok zamandır iftirâkından harâb
Zaman tükeniyor, yakındır visâl.
Olmadım bir lahza rahat geçti devrânım benim.
Bizlere de imdâd, şefâat eyle!...
Mübtelâyım bir ümitsiz gizli derdin zehrine
Bu sebepten her geçen gün düştü dermânım benim. Olamadık sana layık bir ümmet!
Terk ettik vâcibi, değil ki sünnet!
Yok teselliden nasîbim vermeyin zahmet bana
Hakk’ın rahmeti bol, geniştir cennet.
Etmeyin bunca eziyet az mı hicrânım benim.
Bizlere de imdâd, şefâat eyle!...
Kan tutar sen her bakışta kastedersen cânıma
Ne geldi gönlüme, aynını yazdım.
Yâremi sar merhem ol da akmasın kânım benim.
Belki bu hâlimle ruhunu üzdüm!
Arif Emre her ne etse râzıdır fermânına
Biz davadan caydık, ben yoldan azdım.
Sahibimsin hem efendim hem de sultânım benim.
Bizlere de imdâd, şefâat eyle!...
Süleyman Arif Emre
Aşık Yaşar Reyhani ise O’na dair, O’nun
yaşadığı şehirle ilgili çeşitli şiirler yazmış ve
türküler bestelemiş, bir şiirinde şöyle demiştir:
Ey Nebiyy-i Zî-Şân! Şâh-ı dü-cihân! 32
Gönder gül bağından bize bir reyhân!
Gedâdır kapında, yalvarır Şahan,
Bizlere de imdâd, şefâat eyle!...
RAMAZAN ŞAHAN
..............................................
Bana derler senin orda neyin var?
Alemin destini tutan ordadır.
Nebiler serveri Hz. Muhtar,
Kudretin sırrına yeten ordadır.
Melekler dolaşır solu sağında.
Keramet toprağı var ayağında.
O senin mübarek sevda bağında,
Aşığın Reyhani öten ordadır.
1) Tevbe suresi, 9/128. ayet. 2)Tevbe 9/128; Enbiya 21/107; Kalem, 68/4; vs. 3)İsra 17/79. 4)Mehmed Akif
Ersoy, Safahat, Yedinci Kitap/Gölgeler, İz Yay. İstanbul 1991, s. 486. 5)Aclûnî, Keşfu’l-Hafa, H. No: 2123.
6)Sünen-i Dârimî, Mukaddime, B. 29, No: 300.; Ahmed İbn Hanbel, Kitabu’z-Zühd, C. 2, Sh. 379, No: 1521.
7)“Sen olmasaydın, Ben eflâkı (âlemleri) yaratmazdım.” sözü hakkında Aliyyu’l-Kari, mevzû’ olduğunu
söylemiştir. (Zayıf Hadîsleri Öğrenme Metodu, s. 99.). 8)Halk arasında Tebarake diye bilinen mülk suresi ve
Kad semia’ diye başlayan Mücadele suresi aynı zamanda Kur’an’da 28. ve 29. cüz başlarıdır. Halkımız
bunları çok okur, Kur’an eğitiminde bunları kullanır ve oldukça saygı gösterir. 9)Er-Rahman: Rahman
Suresine atıf. 10)Bakara 2/31. Ayete telmih vardır. Allah (c.c.) Hz. Adem’e isimleri öğretirken O’nun adını
Evet! Bu satırların yazarı olarak bizler de
aşağıdaki mısraları kaleme aldık… Allah (c.c.)
şefaatlerine nail eylesin…
ŞEFÂAT YÂ RASÛLELLAH!
Ey iki cihânın şemsi ve mâhı! 25
Garîblerin yârı, şahların şâhı!
Hakk’ın sevgilisi, Habîbullahı,
Bizlere de imdâd, şefâat eyle!...
“MUHAMMED” diye belirlemiştir. Bunun Arapça yazılışında ise İki MİM; bir HÂ ve bir de DÂL harfi vardır.
Bunların hepsi de birbirine bitişik, bağlı yazılıdır. (‫ ٌ) َّد َمحُم‬11)Kur'ân-ı Kerîm’in 93. Duhâ ve 94. İnşirah sureleri
Peygamberimiz (s.a.v.) Hz. Muhammed’i anlatan iki veciz suredir. Bunlara işaret etmektedir. 12)“Lâm-Elif”
Kelime-i Tevhidin ilk harfidir. Ben “Lâ ilâhe illellâh= Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur.” derken; dilim, kalbim
ve gönlüm “Muhammedun rasûlullah = Muhammed Allah’ın elçisidir.” diye söylemeye başladı. Mim de
Muhammed’in ilk harfidir. 13)Peygamberimizin farklı özelliklere sahip 4 halifesi vardır. Hepsinin de kaynağı
Hz. Muhammed’dir. 14)Ülkesi: Mekke; Durağı: Medine; Kendi: Muhammed (s.a.v.). 15)Ey peşinden
koşulması gereken güzel dost! Sendeki güzellik hiçbir şeyde yoktur. 16)Bakara 2/30-35; İsra 17/70; Tin 95/4.
17)Yusuf’un güzelliği için bkz. Yusuf Suresi, 12/8-9, 19, 23-24, 31-32, 93. ayet. Peygamberimiz (s.a.v.)
Bütün alemlere rahmetsin rahmet!!!
Sana yâr olanlar çeker mi zahmet?
Dünyada olmazsa, ahrette. Evet!
Bizlere de imdâd, şefâat eyle!...
27
26
Doğdun gül misâli, baharda açtın!
Olmadı Mekke’de, Yesrîb’e göçtün!!! 28
Ölmedin, Refîk-i A’lâ’ya uçtun! 29
Bizlere de imdâd, şefâat eyle!...
ondan da güzeldir. 18)Peygamberimizin nurlu yüzü karanlıkları aydınlatmaktadır. Ahzab 33/45-46. 19)Duhan
44/54; Tûr 52/20, 24; Vakıa 56/22-23. 20)Davûd ve Süleyman’nın adaleti için bkz. Enbiya 21/78-79; Neml
27/ 15-31; Sâd 38/21-26. 21)“Ey Muhammed! Sen olmasaydın ben bu alemleri yaratmazdım.” Hadîs-i
Kudsî. Buna telmih ve işaret ediyor. 22)Leyla ile Mecnun’un aşkları meşhurdur. Bayburtlu Aşık Hicrânî’nin
rüyasında gördüğü sevgilisinin adı da Leyla’dır. Leyla, Suriye’nin Halep Şehri’nde Hurşit Ağa’nın kızı imiş.
Yıllarca onun aşkıyla yanıp tutuşmuş, fakat kaderde kısmet olmadığı için Aşık Hicranî gidip sevgilisine
kavuşamamıştır. Mısrada buna işaret etmekte, Onu dile getirmektedir. 23)(Allah Rasulü'nün manzum resmi;
salât O'na, selâm O'na) 24)Dert Söyletir adlı şiir kitabından alınmıştır. 25)Ey iki dünyanın Güneşi ve
Aydınlatıcısı. 26)Âl-i İmran 3/159; Tevbe 9/128-129; Enbiya 21/107. Evet, bu âyetlerde zikredildiği gibi O
(s.a.v.) bütün âlemler için şefkat ve merhamet timsalidir. 27)O’nun (s.a.v.) doğum tarihi: 20 nisan 571. (12
Seni vasf eylemek düşer mi bize?!!
Câiz mi huzurda girişmek söze?!!
Eğer Cenâb-ı Hak verirse vize, 30
Bizlere de imdâd, şefâat eyle!...
Bilmem ne söylesem methine dâir?!
Seni övmüş, yazmış binlerce şâir.
Tamâmen olsak da âsî ve sâir,
Bizlere de imdâd, şefâat eyle!...
Mayıs 2011
Rebîü’l-evvel) Pazartesi idi. Doğumuyla bahara bahar zevki verdi.28)Yesrîb: Medîne-i Münevvere demektir.
O (s.a.v.) oraya hicret etmeden önceki adı “Yesrîb” idi. O (s.a.v.) oraya göçtükten sonra orası “Medînetü’nNebî=Peygamber şehri” ismini almıştır. 29)Refîk-i A’lâ: En Yüce Dost. Allah (c.c.) 30)Allah (c.c.) izin
vermeden hiçbir kimse şefaat edemez. Bunun için bkz. Bakara 2/255; Yûnus 10/3; Taha 20/109; Enbiyâ
21/28; Sebe 34/23; Zümer 39/44; Necm 53/26. 31)“Muhemmedün beşerün ve leyse ke’l-beşer. Bel hüve
yakûtun ve’n-nâsü ke’l-hacer.” Şiirine atıf vardır. O (s.a.v.) beşerin zirvesinde bir beşerdir. Örnek ve model
insandır. 32)Ey şanlı şerefli Peygamber! Ey iki dünyanın Şâhı!
13
ÀÍYjºA ějºA A ÀnI
“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”
FETİH
FATİH
VE
NİHAT MORGÜL
nihatmorgul@gmail.com
er yıl 29 Mayıs İstanbul’un fetih yıldönümü
olarak kutlanmaktadır. Bu vesileyle fetih ve
Fatih tekrar gündemimize girmiş oldu. Hazreti
Peygamberimizin İstanbul’un fethi ile ilgili şu hadisi
meşhurdur;
H
İnsanda üç kap (boşluk) var;
mide, kalp, kafa. Bu üç bölgemiz
işgal altındaysa nasıl fetih yapılabilir ve bu toplumdan Fatihler
nasıl çıkabilir? Midemizde haram
lokma ve faiz kalıntıları, kafamızda batıl ve batılı düşüncenin
şüpheleri, batılı olmanın hayalleri,
kalbimizde başka dünyaların sevgileri, muhabbetleri, hayalleri olduğu müddetçe nasıl fatih
olabiliriz?
14
“İstanbul mutlaka fetholunacak. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandan, onu fetheden asker ne güzel askerdir.”
Bu konuya gelmeden önce İslam’ın fetih anlayışını değerlendirmek yerinde olur kanaatindeyim.
FETİH, HUDEYBİYE’DEN BAŞLAR
Hazreti Peygamber Efendimiz (s.a.s.) yurtlarından kovulan Mekkeli müslümanlar ve onlara kucak
açan Ensar ile beraber sırf Kâbe’de ibadet etmek için
Medine’den yola çıktılar. Hudeybiye mevkiinde mola
verdiler. Mekkeliler onları bu kutsal şehre sokmak istemiyorlardı. Yapılan görüşmelerde Mekkeliler çok
ağır şartlar ileri sürdüler. Buna göre;
Fethedilecek bir Mekke’miz olmadığından mı dedelerimiz fetihler yaparken bizler sadece fetih
günleri yapıyoruz?
- Anlaşma metninin başından “Allah’ın peygamberi Muhammed” ifadesi silinip yerine Abdullah’ın oğlu Muhammed ifadesi yazılacak.
- Müslümanlar bu yıl Mekke’yi ziyaret etmeden
geri dönecekler, ziyaret bir yıl sonra gerçekleşecek.
- Mekkelilerden kim Müslüman olursa geri iade
olunacak fakat Müslümanlardan vazgeçip Mekkelilere
sığınanlar Müslümanlara iade edilmeyecek.
- Bu anlaşma on yıl süre ile geçerli olacak.
Peygamberimiz Mekkelilerin bu ağır şartlarını
kabul etmişti. Şartların ağırlığı müslümanların morallerini bozdu. Bu moral bozukluğu ile Medine’ye dönerlerken yolda Fetih Suresinin ilk ayeti nazil oldu;
“Biz sana açık bir fetih ihsan ettik.”
Müslümanlar için hezimet gibi görülen anlaşmayı bu ayette Allah Teâlâ “fetih” diye isimlendiriyordu. Nitekim barış ortamında müslümanlarla daha
fazla ilişki kuran, böylece İslam’ı da yakından tanıyan
insanlar hızla Müslüman oldular. Müslümanların sayısı hızla arttı.
Ayet-i kerime müslümanlara ve tüm insanlığa
yeni bir kavram öğretti; fetih. Düşmanı öldürmek, katletmek, yok etmek değil, onu fethetmek.
FETİH; İNSANI İSLAM’A AÇMAK
Kuran’dan öğreniyoruz ki fetih toprak kazanmak, ülke kazanmak, dünyalık kazanmak değil, insan
Mayıs 2011
kazanmak, iman kazanmak, gönül kazanmaktır. Fetih,
açmaktır. İnsanın gönül kapısının İslam’ın güzelliklerine açılmasıdır. Fetih İnsanla İslam’ın arasına
giren engellerin kaldırılmasıdır. İslam’la insanın buluşturulmasıdır.
Bu yüzden bir çok insanın İslam ile buluşup
iman etmesine vesile olan Hudeybiye barış anlaşması
Kuranda “açık bir fetih” olarak isimlendirilmiştir.
Buna göre asıl zafer insanların İslam inancını kabul etmeleri ve iman hakikatlerinin daha çok insanın yüreğinde
yeşermesidir.
Tüm
bu
amaçların
gerçekleşebilmesi için öncelikle insanın yaşatılması gerekir.
Örneğin Peygamber efendimiz (s.a.s.) mümkünse hiçbir insanın burnu bile kanamadan Mekke’yi fethetmek istiyordu. Bunun içinde bazı
tedbirler almıştı.
1. Hazırlıklarını gizli bir şekilde yürütmüştür.
2. Asker sayısının çok gözükmesi ve direniş olmaması için gece vakti on bin ateş yaktırdı.
3. Aynı maksatla müslümanların elinde esir
düşen Mekke’nin o zamanki lideri Ebu Süfyan’ın
önünde askeri resmi geçit töreni yaptırdı! Mekke lideri
Ebû Süfyan müslümanların gücünü gördü ve müslüman oldu.
4. İslâm ordusu dört koldan şehre girdi.
15
5. Peygamberimiz mecbur kalınmadıkça kan
dökülmemesini emretti. Evlerinin kapısını kapatanlar,
silahlarını bırakanlar, Mescid-i Haram'a ve Ebû Süfyan'ın evine girenlerin emniyette olacağını ilan etti.
Yaralıların, arkasını dönüp kaçanların ve esirlerin öldürülmeyeceğini askerine tembih etti.
Mekke fethedildi. Peygamberimiz Kâbe'yi putlardan temizledi. Onu tavaf etti. Orada toplanan, kendisine ve tüm müslümanlara olmadık eziyetler eden
azılı müşrikler için genel af ilan etti. Zaferin de bir ahlakı olduğunu tüm dünyaya ilan etmiş oldu. Mekke’ye henüz müslüman olmuş bir Mekkeliyi vali tayin
etti ve oradan ayrıldı. Çünkü onun gayesi iktidar mücadelesi veya dünya malı değildi. İşte fetih buydu.
Fethetmek işgal etmekten farklıdır. İşgalin tek
amacı sömürmektir. İnsanı ve ona ait olan her şeyi
sömürmek... İşgalci, savaş yoluyla elde ettiği ülkeyi
ve bölge insanını yok etmek, sindirmek, korkutmak
ister. Dökebildiği kadar kan döker. Ona göre ne kadar
insan ölürse kendi gücünün büyüklüğü, karşı konulamazlığı o kadar çok hissedilecektir. Neticede insanlar korkacak ve kendi egemenliğine boyun eğecektir.
İnsanlık tarihi işgalin en kötü örneklerini görmüştür
ve hala görmeye devam etmektedir. İşte Irak işgali,
Afganistan işgali…
Özetle
İşgal, yok etmek, öldürmek, toprağına, canına,
malına hâsılı insana ait her şeyi onun elinden almaktır.
Fatih, öncelikle büyük bir iman
sahibidir. İnancı tamdır. Zafere
olan inancı kesindir. İstanbul’un
fethini müjdeleyen hadisin en başındaki “Kostantiniyye kesinlikle
fetholunacak” ifadesi öncelikle
fethe inanmayı zorunlu kılıyor. Fatih’in inancı zayıf, zihni bulanık
olmamalı. Yaptığından emin olmalıdır.
16
Mayıs 2011
Fetih, yaşatmak, gönül vermek, gönül almak,
ruhunu diriltmek, gönül kapılarını açmak, onu kendi
iradesiyle kula kulluktan kurtarmaktır.
Bundan dolayı müslümanların müslüman olmayanlara karşı kazandıkları zaferlere fetih denir.
Fakat müslümanların başka müslümanlara karşı kazandığı mücadelelere fetih denmez. Yavuz Selim
Şam’ı, Mısır’ı aldı, topraklarına kattı denir ama Mısır’ı fethetti denmez. Çünkü oraların ahalisi zaten
müslümandı.
Cihat ise insanlara İslam’ı duyurmak için yapılan tüm mücadelelerin ortak adıdır. Cihad’ın gayesi fetihtir. Bazen fethe muvaffak olunur bazen
olunmaz. Müslüman ise bu uğurda çalışmakla mükelleftir.
tevekkül, zaferi getirecek sebeplere sarılmaya engel
değildir. Hazreti Fatihte İstanbul’un geçit vermez
surlarını aşmak için zamanın en büyük toplarını
döktürmüştü.
Kişinin amacı iktidar mücadelesi, güç gösterisi,
şan şöhret kazanma arzusu olmamalıdır. Fatih gönül
avcısıdır. İnsanlara hizmet etmeyi ve onların gönlünü
almayı en büyük zafer kabul eder. Hazreti Fatih Sultan
Muhammed Han da tıpkı Peygamberimiz gibi fetihten
sonra genel af ilan etmiş ve herkesin özgürce kendi dinini yaşayabileceğini ilan etmişti. İstanbul’un yağmalanmasını insanlara zarar verilmesini yasaklamıştı.
Fatih’in hayalleri ve planları vardır. Unutulmamalıdır ki gemilerin karada da gidebileceğini düşünmek bir çok Mehmet arasından sadece bir tanesini
“Fatih” yapmıştı.
SİZİN MEKKE’NİZ NERESİ?
Bir vesileyle Filistinli bir öğretmenle tanışmıştım. Oğlunun adını İmaduddin koymuştu. Neden
diye sordum. Bana şu tarihi cevabı verdi; İmaduddin, Eyyubi devletinin sultanıdır. Ondan sonra yerine Nureddin (zengi) geldi. O da Selahaddin’i
yetiştirdi. Selahaddin Eyyubi ise Kudus’ü haçlı işgalinden kurtardı! İnşaallah benim çocuğumdan bir
Nureddin, ondan da bir Selahaddin doğacak. O da
Kudus’ü Yahudi işgalinden kurtaracaktır.
Filistinli bu genç öğretmenin bir hayali, bir
hedefi, fethedilecek bir Mekke’si var. Ya bizim Mekke’miz neresi? Yoksa henüz fethedilecek bir Mekke’miz bile yok mu? O zaman neden fetih günleri
yapıyoruz? Fethedilecek bir Mekke’miz olmadığından mı dedelerimiz fetihler yaparken bizler sadece
fetih günleri yapıyoruz?
FATİH KİMDİR?
Fatih, öncelikle büyük bir iman sahibidir.
İnancı tamdır. Zafere olan inancı kesindir. İstanbul’un fethini müjdeleyen hadisin en başındaki
“Kostantiniyye kesinlikle fetholunacak” ifadesi öncelikle fethe inanmayı zorunlu kılıyor. Fatih’in inancı zayıf, zihni bulanık olmamalı.
Yaptığından emin olmalıdır.
İkincisi zamanının imkanlarını bilmeli ve kullanmalıdır. Hazreti Peygamberimiz Hayber kuşatmasında mancınık kullanmıştı. Allah’a iman ve
Mayıs 2011
Onun maneviyatı güçlüdür. Hazreti Peygamberimiz Bedirde tüm askeri tedbirleri almış olmasına rağmen son gece sabaha kadar göz yaşı dökmüş, rabbine
yalvarmıştı. Fatih Sultan Muhammed Han da gazelinde “Enbiya vü evliyaya İstinadum var benüm”
bu manevi yönden destek aldığını vurgulamıştır. Fetih
müyesser olmasında mücahitlerin gayreti ve cesareti
kadar Allah dostlarının duası ve himmeti de unutulmamalıdır.
Dedeleri cihat yapardı, torunları chat (çet) yapıyor!
Kim kimi fethedebilir? İşgal altında olanlar fethe
kendinden başlamalı (değil mi?)
İnsanda üç kap (boşluk) var; mide, kalp, kafa.
Bu üç bölgemiz işgal altındaysa nasıl fetih yapılabilir
ve bu toplumdan Fatihler nasıl çıkabilir? Midemizde
haram lokma ve faiz kalıntıları, kafamızda batıl ve batılı düşüncenin şüpheleri, batılı olmanın hayalleri, kalbimizde başka dünyaların sevgileri, muhabbetleri,
hayalleri olduğu müddetçe nasıl fatih olabiliriz? Bu durumda, önce kendimizi fethetmemiz, gözümüzü ve
gönlümüzü, nefsimizi ve neslimizi işgale karşı mevzi
mevzi savunmamız ve önce onu özgürleştirmemiz gerekmiyor mu?
Sonra komşumuzu, sıra arkadaşımızı, sınıf arkadaşımızı, meslektaşımızı bir hatadan döndürmek, onu
namazla, Kuranla, İmanla ve İslam’la tanıştırmak günümüz insanının en büyük cihadı ve fethidir.
FATİHLERE SELAM OLSUN, FETHİNİZ MÜBAREK
OLSUN…
17
FETİH MARŞI
Yelkenler biçilecek, yelkenler dikilecek;
Dağlardan çektiriler, kalyonlar çekilecek;
Kerpetenlerle surun dişleri sökülecek
Yürü, hala ne diye oyunda oynaştasın?
Fatihin İstanbul’u fethettiği yaştasın.!
Sen de geçebilirsin yardan, anadan, serden....
Senin de destanını okuyalım ezberden...
Haberin yok gibidir taşıdığın değerden...
Elde sensin, dilde sen, gönüldesin baştasın...
Fatihin İstanbulu fethettiği yaştasın.!
Yüzüne çarpmak gerek zamanenin fendini...
Göster: Kabaran sular nasıl yıkar bendini?
Küçük görme, hor görme, delikanlım kendini
Şu kırık abideyi yükseltecek taştasın;
Fatihin İstanbulu fethettiği yaştasın.!
Bu kitaplar Fatihtir, Selimdir, Süleymandır.
Şu mihrap Sinanüddin, şu minare Sinandır.
Haydi artık uyuyan destanını uyandır.!
Bilmem, neden gündelik işlerle telaştasın
Kızım, sen de Fatihler doğuracak yaştasın.!
Delikanlım, işaret aldığın gün atandan
Yürüyeceksin... Millet yürüyecek arkandan!
Sana selam getirdim Ulubatlı Hasandan....
Sen ki burçlara bayrak olacak kumaştasın;
Fatihin İstanbulu fethettiği yaştasın.!
Bırak, bozuk saatler yalan yanlış işlesin!
Çelebiler çekilip haremlerde kışlasın!
Yürü aslanım, fetih hazırlığı başlasın...
Yürü, hala ne diye kendinle savaştasın?
Fatihin İstanbul’u fethettiği yaştasın.!
ARİF NİHAT ASYA
18
Mayıs 2011
GAZEL
"İmtisal-i Cahidü fi'llah olubdur niyyetüm
Din-i İslam'un Mücerred Gayretidür Gayretüm
Fazl-ı Hakk u Himmet-i Cünd-i Ricaullah İle
Ehl-i Küfri Serteser Kahreylemekdür Niyyetüm
Enbiya Vü Evliyaya İstinadum Var Benüm
Lütf-i Hakk'dandur Heman Ümmid-i Feth ü Nusretüm
Nefs ü Mal İle N'ola Kılsam Cihanda İctihad
Hamdülillah Var Gazaya Sadhezaran Rağbetüm
Ey Muhammed Mücizat-ı Ahmed-i Muhtar İle
Umarum Galib Ola A'da-yı Dine Devletüm "
Avnî
FATİH SULTAN MEHMET HAN
Gazelin Günümüz Türkçesine Çevrilmiş Şekli :
"ALLAH Yolunda Savaşmaktır Niyetim
İslam Dininin Yanlızca Yücelmesidir Gayretim
ALLAH'ın ve Evliya Ordusunun Yardımıyla
Küfür Ehlini Baştan Başa Kahreylemek Niyetim
Peygamberlere ve Velilere Dayanmışlığım Var Benim
ALLAH'ın Lütfundandır Fetih Ümidim ve Kuvvetim
Benliğimi ve Malımı Dünyada Feda Etsem Ne Olur ?
ALLAH'a Hamd Olsun, Var ALLAH Yolunda
Savaşmaya Yüzbin Rağbetim
Ey Mehmed ! Ahmed-i Muhtar'ın Mucizeleriyle
Umarım Galip Olur Din Düşmanlarına Devletim "
Mayıs 2011
19
ÀÍYjºA ějºA A ÀnI
“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”
AKİDE VE AMEL
DR.EBUBEKİR SİFİL
esifil@yahoo.com
ayatın anlam ve amacı "iman"sa eğer, nasıl
bir ilaha inandığımız meselesi hayatın en
temel sorusu olmalıdır. İman, tasavvura ve
hayata yön veren "muharrik unsur"sa gerçektir. Değilse "kuru bir iddia" olmaktan öte bir
anlam ifade etmez.
H
"Mü'min mükerrem bir varlıktır,
dolayısıyla onun kılı dahi alımsatım konusu yapılamaz"
Şurası açık ki, Yüce Yaratıcı'nın her bir isminin, her bir sıfatının insanı ilgilendiren, insana
bakan, daha doğrusu insanı "ilzam eden" bir özelliği vardır. Bu bakımdan "esma-yı hüsna"ya ve
"sıfat-ı ilahiye"ye gereği iman edip etmemek insanoğlunun esas meselesini oluşturur. Müslümanlık iddiasının içinin gereği gibi doldurulup
doldurulmadığını belirleyen en temel unsur budur.
İlahî sıfatlar içinde birisi var ki, iman-amel,
inanç-hayat ilişkisinin olması gerektiği gibi kurulup
kurulmadığını ele veren yansımalara sahiptir: Vahdaniyet!
Şu beş noktada Allah Teala'nın "tek"liğini ve
benzersizliğini ikrar etmeyen, buna iman etmeyen
20
İslamî ilimlerin hayatiyeti tam da bu noktada kendisini hissettiriyor. Yaşadığımız
hangi türden olursa olsun– arızanın temelinde İslamî ilimlerin İslam'ı hem kalbe ve
zihne, hem de hayata nakşeden fonksiyonunun kaybı var.
ve bunu "hissetmeyen" insanın imanın hakikatine
erdiğini söylemek mümkün değildir: Zatta teklik, sıfatlarda teklik, isimlerde teklik, fiillerde teklik ve ahkâmda teklik.
Vahdaniyet sıfatının bu beş temel yansıması,
her biri üzerinde müstakil bahisler açarak durulacak kadar önemli ve hassastır. En az bunun kadar
önemlisi, gerek Vahdaniyet sıfatının kendi içindeki
bu yansımalarının, gerekse diğer ilahî isim ve sıfatların birbirleriyle kopmaz bir ilişki içinde olmasıdır.
Akaid'i ve hele de onun fanusu durumundaki
Kelam'ı ihmal eden bir Müslümanlığın devamlılığı
ve sahiciliği tartışma götürür. (Ehl-i Hadis-Ehl-i
Kelam ayrışmasında birincilerin yanında yer alanlar bu cümledeki "Kelam" kaydına itiraz edecektir.
Onlara İbn Ebi Hâtim'in İbn Huzeyme hakkında
söylediklerini hatırlatmış olalım.)
Akide'nin temelini "Allah inancı" oluşturduğuna göre mü'min, hayatın her aşamasında ilahî
isim ve sıfatlar konusundaki inancını diri tutmakla
mükelleftir. "Vahdaniyet" sıfatı üzerinden gidersek,
söz gelimi kişinin imanında bu sıfatla ilgili bir belirsizlik, karmaşa ya da "çözülme" söz konusu olduğunda, bu ilahî sıfatla ilgili olarak yukarıda
sıraladığım 5 yansımadan biri veya birkaçı zede
almış demektir.
Mayıs 2011
Vahdaniyet hakkında kısaca söylediklerim,
hiç şüphesiz diğer ilahî isim ve sıfatlar için de geçerlidir. Onlara gereği gibi iman etmemenin en
yalın sonucu, ya Allah Teala'ya mahsus isim ve sıfatların bir veya birkaçını mahlukata izafe etmek
veya mahlukata ait özellikleri Allah Teala'ya isnat
etmek olarak ortaya çıkar.
Modernite, kendisinde mutlaklık vehmeden
insanın mutlakı izafileştirmesi garabetinin küresel
ölçekte yaygınlaşması durumudur. Tarihin hiçbir
döneminde insanoğlu "zirvedeyim; çıkabileceğim başka bir zirve yok; benden yükseği de
yok" dememiştir. Bu çarpık benlik algısı, elbette
"akide"nin yerine "algılardan oluşan inanç"ı koyacak, elbette "amel"i "günlük hayat" olarak yeniden kurgulayacaktır.
Atı arabanın arkasına koşmak olarak ifade
edebileceğimiz bu durum bir "ahir zaman" durumudur. Bu durum Kur'an, Sünnet, din, insan,
dünya, ahiret… gibi temel alanlarda zanna ve
vehme dayalı kurguların "hakikat" ambalajı içinde
sunulduğu ve hayli de itibar gördüğü bir "çarpılma"yı ifade ediyor.
İslamî ilimlerin hayatiyeti tam da bu noktada
kendisini hissettiriyor. Yaşadığımız hangi türden
21
olursa olsun arızanın temelinde İslamî ilimlerin İslam'ı hem kalbe ve zihne, hem de hayata nakşeden
fonksiyonunun kaybı var.
İCTİHAD
VE
KUTSALLIK
Hayatı ve Din'i seküler/profan gözlükle
okuma hastalığı mü'minlere ahir zamanda arız olan
bir illet. Birtakım kavramlar, düşünceler, hükümler
havada uçuşuyor. Kökenini araştırmadan, bünyeye
nereden ve ne maksatla sokulmaya çalışıldığına
dikkat etmeden dilimize buyur ettiğimiz kavramlar
bir süre sonra düşüncemizi şekillendirmeye başlıyor. Bu da süreç içinde Din ve dünya algımızı dönüştürüyor, fark edemiyoruz.
Önüne herhangi bir Fıkıh kitabını alan modern "fıkıh uzmanı", oradan rastgele seçtiği paragrafları göstererek "bakın" diyor, "bu konulardaki
ihtilaflara bakın: Sehiv secdesi birine göre
vacib, diğerine göre sünnet; Ramazanda unutarak oruç bozan kimse akşama kadar yemeye-içmeye devam etse birine göre kefaret,
diğerine göre sadece kaza gerekir; gözüyle
gördüğü ve yakalanması mümkün olan denizdeki balığı satın alacak olan müşteri için
görme muhayyerliği birine göre düşer, diğerine göre düşmez..."
"İctihad kutsi midir, beşeri midir?" sorusuna cevap sadedinde serd edilen bu misallerin ardı
şöyle geliyor:
Hayatı ve Din'i seküler/profan gözlükle okuma hastalığı mü'minlere
ahir zamanda arız olan bir illet. Birtakım kavramlar, düşünceler,
hükümler havada uçuşuyor. Kökenini araştırmadan, bünyeye nereden ve ne maksatla sokulmaya çalışıldığına dikkat etmeden dilimize buyur ettiğimiz kavramlar bir süre sonra düşüncemizi
şekillendirmeye başlıyor
22
Mayıs 2011
"Daha yüzlerce, binlerce misal verebilirim. Bırakalım misali, fıkıh kitaplarının bütünü zaten böyledir. Zira işin tabiatı bu. (...)
Verdiğimiz bu misaller içinde gördüğümüz
şey nedir? (...) Hepsinin insanlar için dünya
hayatını tanzim eden düşünceler, yorumlar,
görüşler, kanaatler olmasıdır. Madem öyle,
bunları teker teker her birine veya toplamına
beşeri veya kutsal kategorilendirilmesi
içinde bir yer arayacaksak nereye koymamız
lazım? Hiç şüphe yok ki beşeri kategoriye.
Çünkü bu görüşlerin sahipleri de, muhatapları da tek kelime ile beşer; düzenleme alanları ise dünya. (...) İctihadların ilahi bir asla
dayanması ayrı, onlara kutsallık izafesi ayrı
şeydir..."
İctihad faaliyetini mahza "beşeri" gören ve
gösteren bu bakış açısına elbette öncelikle "kutsal"dan ne anladığını sormak lazım. Herhangi bir
faaliyet, kaynağı ve muhatabı beşer diye kutsal
olma vasfını kaybeder mi? Camilerimiz taştan ve
topraktan yapılmıştır diye kutsallığı tartışma konusu yapılabilir mi? Ya da Kâbe-i Muazzama?
"Mü'min mükerrem bir varlıktır, dolayısıyla
onun kılı dahi alım-satım konusu yapılamaz"
anlayışı mü'mini ontolojik bir varlık olarak kutsal
kabul ediyor mu, etmiyor mu?
Bütün müctehidlerin musib olduğunu (doğruya isabet ettiğini) söyleyen ve savunan ulemayı
paranteze alalım ve fıkhî ihtilaflarda taraflardan sadece birisinin indallahta doğru olana isabet ettiği
görüşünü kabul edelim; bu yaklaşıma göre dahi ictihad faaliyetini yürüten "ehil" kimse, vardığı netice
itibariyle hata dahi etse sevap alıyor mu, almıyor
mu?
sup olduğu hareketin kendisini hala Bediüzzaman
merhumun takipçileri olarak lanse etmesi!
Bu tavrın "Din'de reform" sloganı altında
gündeme getirilen yaklaşımdan temelli bir farklılık
arz ettiğini de vurgulamamız lazım. Din'de reformu
savunanlar birtakım ahkâmın yenileriyle değiştirilmesini istiyor, yani ahkâmın "formu"yla ilgileniyordu. Bu yaklaşımsa ahkâmın "mahiyetiyle"
ilgileniyor. Dolayısıyla Din'de reformcu yaklaşım
"değişimci" iken, bu yaklaşım "dönüşümcü"dür.
"Fıkıh uzmanı"mızın Fıkh'ın evrenselliğine
itiraz ederken de aynı seküler/profan zeminde hareket ettiğini hatırlayanlarınız olacaktır. Bu ne savrulmadır böyle!
"Yapı-bozumcu" karakteri sebebiyle müsteşriklerin çalışmalarından bile daha "tehlikeli"olduğunda şüphe bulunmayan bu yaklaşımın mantığına
göre ictihad ile herhangi bir yasal düzenleme arasında hiçbir fark yok. İkisi de dünya hayatını düzenlemeye matuf, ikisi de beşer faaliyeti!
Bir
Selefin
ictihadını
günümüz
maslahatçı/menfaatçi hareket tarzı ile karşılaştıran
Bediüzzaman merhumun tavrına bakın, bir de
onun "arzîdir" dediği bu tavra. Kendisini ona nisbet eden hareketin nereden nereye geldiğini, makasın ne kadar açıldığını görüyor musunuz! Tuhaf
olan, herhangi birisinin kaleminden bu tarz fikirlerin dökülmesi değil, bu fikirlerin sahibinin ve men-
"Resmu'l-müftî", "edebu'l-müftî ve'l-müsteftî" tarzı eserler müftinin Allah Teâlâ ve Resulü'nün (s.a.v) hükmünü haber veren kişi olduğunu
mu söylüyor? Geçiniz efendim, bunlar miadı dolmuş "geleneksel" bakış açısının yansımaları.
Şimdi postmodern zamanlardayız ve vakit "seküler dindarlık" vakti. Başka nasıl küreselleşebiliriz?!
Mayıs 2011
23
ÀÍYjºA ějºA A ÀnI
“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”
KUTLU DOĞUM
MU MEVLİD Mİ?
AHMET HALİLOĞLU
odernizm çağımı desek gariplikler asrımı
desek bilemiyorum ama içinde yaşadığımız
zaman diliminin İslam Âleminin gördüğü en
garip ve acayip devre olduğunda herkes hemfikir. Ümmetin 1400 senelik kadim mirasına bir kalemde sırt
çeviren; geçmişten tevarüs ettiğimiz pek çok meseleye
bid’at damgası vurmaktan çekinmeyen zümreler çağımıza özgü ve pek çoğu sağdan soldan aşırılan yeni
bidatler ihdas etmekte pek mahirler. Bu tahripkar maharetin en güzel numunesi Nisan ayında idrak ettiğimiz ya da kutladığımız (!) Kutlu Doğum Haftası
etkinlikleri.
M
Efendimizi yad edeceksek; geniş
kitlelere duyuracaksak bunun yolu
başkalarından kopya çekme yöntemi ile aşırılan bir takım organizasyonlar, programlardan geçmez.
Efendimizi biz geçmişte alimlerimizin yaptığı gibi bir usul izlemeliyiz.
MEVLİD-İ NEBİ
Efendimiz (sas) Fil yılında Rebi’ül evvel ayının
on ikinci gecesi (pazartesi) dünyaya teşrif buyurdular.
Bu tarih miladi takvime göre 571 yılının Nisan ayının
yirmisine tekabül etmektedir. Müslümanlar; öteden
beri Efendimizin dünyaya teşrif buyurdukları gün ve
geceyi idrak etmeye çalışmışlardır. Mevlid merasimleri
her memlekete göre değişiklik arz etmiştir. Osmanlı
24
Coğrafyasında ise Süleyman Çelebi Hazretlerinin
yazdığı Mevlid-i Şerif okunması mübarek gün ve gecelerde esas alınmış; Mevlid kıraati ile beraber aşr-ı
şerifler, ilahiler ve ikramlar geceyi süslemiştir. Süleyman Çelebi Hazretlerinin mevlidi muhtelif lisanlara
çevrilmiş; Osmanlı Coğrafyasında Kürtçe’den Rumca’ya kadar çeşitli lisanlarda mevlid okunmuştur.
Mevlid Kandilini ilk kutlayanların Şii Fatimiler olduğu, Osmanlı’ya da Fatimilerden geçtiği iddiası ümmetin gündemini uzunca bir süre meşgul etmiştir
(maalesef hala da gündemimizde yer almaktadır). Bu
hususta pek çok makale/kitap telif edilmiş; en son
Ehl-i Sünnetin yıldız alimlerinden Seyyid Muhammed
bin Alevi el-Maliki Hazretleri “Havle’l-İhtifal bi-Zikra’l-Mevlidi’n-Nebeviyyi’ş-Şerif” isimli eseri ile Mevlid-i Nebi’yi ilk kutlayan kişinin Efendimiz (sav)
olduğunu ispat etmiştir. Buna rağmen tartışmalar nihayete ermemiştir.
KUTLU DOĞUM HAFTASI
1989 yılından beri ülkemizde Nisan ayının yirminci gününü de içine alan hafta Kutlu Doğum Haftası olarak idrak edilmeye çalışılmaktadır. Başlangıçta
Mevlid Kandilinin yaz aylarına denk gelmesi nedeniyle; öğrencilerin katılımını sağlamak amacıyla ihdas
edilen Kutlu Doğum Haftası maalesef Ehl-i Sünnet
çizgisi ile bağdaşmayan bir hale getirilmeye çalışılmaktadır.
Mayıs 2011
İslam’da Kandil gecesi olarak bir tek “Kadir Gecesinin” olduğunu, diğer Mevlid Kandili başta olmak
üzere Berat, Regaib ve Mirac Gecelerinin bir önemi
olmadığını, iddia eden çevrelerin Kutlu Doğum Haftası konusunda sessiz kalmalarını şimdilik bir kenara
bırakalım ve bizlerin gördüğü aksaklıklara değinelim.
MEDENİYET İDDİASI
VE
TAKVİM
İnsanoğlu zamanı bilmek, önemli olayların zamanını unutmamak adına takvimi kullanmıştır. Her
milletin daha doğrusu her medeniyetin kendisine has
bir takvimi mevcuttur. Yahudiler kendilerine has İbrani takvimini, Eski Türkler on iki hayvanlı takvimi
kullanırken antik Maya uygarlığının bile kendisine has
ölçüsü vardır. Hıristiyanlar Hazreti İsa as’ın doğumunu esas aldıklarını iddia ettikleri ve Papa XIII. Gregoir tarafından tekrar düzenlenen Gregorien
Takvimi/Miladi Takvimi kullanmaktadır. İslam Medeniyeti de Hazreti Ömer zamanında Hicreti başlangıç
kabul eden kameri takvimi kullanmaya başlamıştır.
Osmanlı Coğrafyasında da kullanılan Hicri Takvim
1925 yılında terk edilmiş ve Miladi takvime geçilmiştir. Ancak dini günler ve geceler Hicri Takvime göre
hesap edilmeye devam etmiştir.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi 1989 yılında Kutlu
Doğum Haftası Miladi Takvime göre kutlanmaya baş-
25
lamıştır ve gelinen noktada Mevlid Kandilinin yerini
almış/alacak gibi gözükmektedir. Kimi mütedeyyin
çevrelerde Mevlid Kandilinde görmediğimiz heyecan
ve organizasyonlar maalesef Kutlu Doğum programlarında görülmektedir. İşin en hazini ise Müslümanlara ait bir dini günün/haftanın tayininde bize ait
olmayan bir takvimle yapılan hesabın dikkate alınmasıdır ki yarın bu farklı yaklaşımları beraberinde getirecektir.
Medeniyet iddiasında olan her millet ve kültür
arz etmeye çalıştığımız gibi kendisine has takvimle zamanı işaretlemiştir. Hıristiyanlar Paskalya’yı, Yahudiler Yom Kippur’u Hicri takvime göre belirlemezken
bizim Efendimizin (Sav) doğum gününü artık Miladi
Takvime göre daha bir heyecanlı olarak kutlamamız
nasıl izah edilebilir? Bu bizim müstakil, kendine has
ve tevhidi (şirkten ve şirkin tesirlerinden arındırılmış)
bir medeniyet olma iddiamızdan yavaş yavaş vazgeçmemiz anlamına gelmez mi?
Burada sorulması gereken en önemli soru
şudur: Kutlu Doğum Haftası dışındaki diğer mübarek
gün, gece ve aylar Miladi Takvime göre belirlenmeye
kalkılırsa ne olacaktır? Daha açık soralım; birisi çıkıp
Ramazan-ı Şerif kameri ayların dokuzuncusu; o
zaman biz oruç ayı olarak Miladi Takvimdeki dokuzuncu ayı yani Eylül ayını esas alalım derse tavrımız
ne olacak? Size uzak bir ihtimal gibi gelebilir, faraza
demeyin çünkü bugün Amerika’da namaz vakitlerini
sabitleyen hatta farz olan Ramazan orucunu Aralık
Ayına sabitleyen gruplar var ve bunların müntesip sayısı hiçte azımsanmayacak kadar fazla. Ramazan orucunu yılın herhangi bir ayında sabitlemek isteyen
birisi “ Siz Kutlu Doğumu Miladi Takvime göre kutluyorsunuz bende Ramazan Ayını Miladi Takvime göre
tespit ediyorum” derse diyebilecek çok şeyimiz yoktur. Amerika’da bir üniversitenin salonunda birkaç
yıl önce kadın/erkek karışık kılınan Cuma Namazının
bir benzerinin mezkûr olayın hemen akabinde İstanbul’da üstelikte bir cami-i şerifte tekrar edildiğini hatırlatmamız zannederim korkumuzun yersiz
olmadığına en büyük delildir.
26
HAVAİ FİŞEK
VE
EFENDİMİZ
Bu seneki Kutlu Doğum programlarında şahit
olduğumuz en acı hadiselerden birisi de Kutlu Doğum
Programları esnasında atılan havai fişekler oldu. Tevazuun ve mahviyetin zirvesinde bir Nebiden bahsederken alabildiğine şaşaanın ötesine geçip havai fişek
atmak Batı Taklitçiliği değil midir? Kimlerin doğum
günü törenlerinde havai fişek kullandığını biz bu satırlarda zikretmeyelim. Ancak kendisine her türlü
zulmü reva gören Mekke’nin Fethi sırasında başını tevazuundan, mahviyetinden devesinin hörgücüne değecek kadar eğen bir Nebi’nin ümmeti bu duruma
düşmeli miydi demeden geçemiyoruz. Stadyumlarda
idrak edilmeye çalışılan, adeta resmi bayramlara nazire yaparcasına kutlanan bir takım merasimler, Efendimizi yâd etmek ve hatırasını yaşatmaktan çok;
merasimi düzenleyen cemaatin gövde gösterisine dönüşüyor.
ÇAĞDAŞ MEVLİD (!)
Bu sene apayrı bir mevlidimiz(!) daha oldu.
Kantant Mevlid. Bizim ilahiyatçılarımızın Süleyman
Çelebinin yazdığı Mevlid-i Şerif konusunu yukarıda
arz etmeye çalıştım. Ancak ne var ki bu çağdaş mevlidimiz konusunda Yeni Asya gazetesi dışında gür bir
ses çıkmaması bendenizi düşündürdü.
Süleyman Çelebinin neşrettiği Mevlid-i Şerif;
Cumhurbaşkanlığının desteği ve Diyanet İşleri, Kültür Bakanlığı ve İstanbul Büyükşehir Belediyesinin organizesi ile Besteci Selim Ada’ya yeniden
bestelettirildi ve Devlet Opera ve Balesi Sanatçıları tarafından (452 kişilik bir koro) seslendirildi. İşin başında mütedeyyin insanlar olunca bizim camiamızda
pek ses soluk çıkmıyor lakin işin en vahimi de bu.
Yani bizden olanların yaptıkları hatalara/yanlışlara itiraz etmememiz veya görmezden gelmemiz, emri bil
maruf ve nehyi anil münker vazifesini terk etmemiz
işi kalıcı hale getiriyor. Bir süre sonra yapılan itirazların ise hükmü olmuyor.
Bakınız; burada bir meselenin/asırlarca ibadet
niyeti ve kastıyla yapılan bir işin dejeneresinden çok
Mayıs 2011
daha farklı bir durum vardır. Koro kadın/erkek karışıktır, kadın sanatçılar tesettürlü değildir. Abdestli olup
olmadıkları şüphelidir. Kadın sesinin Ehl-i Sünnete
göre hükmü bellidir. Etti mi size üç haram… Daha
başlangıcında bu kadar haram olan bir işin akıbetinden nasıl bir hayır beklenir ki? Operada kullanılan
çalgıların haramlığını geçtim ama bir de işin kilise
müziğine benzemesi var. Teşebbühün/ gayri Müslimlere benzemenin hükmü herkesçe malumdur ve
izahata gerek yoktur. Dün camilerdeki saatlerin
gonklarını camiye kilise havası veriyor diye iptal
eden Müslümanların bugün kilise müziğinin dini
ibadet formuna girmesine ses çıkarmamalarına ne
demeli? Hislerimiz mi iptal ediliyor yoksa algılarımız mı değişti?
Bakınız; burada kendi musikimizin de tahribi
meselesi ayrı bir yazı konusudur. Mevlid-i şerif
bizde solo yani bir kişi tarafından okunur. Opera türünde ise koro şeklinde Mevlidin okunması mevcuttur ki; koro ile ilahi okunması kilisenin âdetidir. Şimdi
bu durumu bizim klasik; Osmanlı’dan miras kalan tasavvuf musikisi ile izah edebilmek mümkün değildir.
Musiki alanında söylenecek en önemli söz ise; Itri’nin
Salat-ı Ümmiyesinin makamını beğenmediniz de yeniden bestelettirdiniz? Üç asırdan beri insan ruhuna
etkisinden bir nota bile yitirmeyen o güzelim besteden vazgeçmek bu kadar kolay mı olmalıydı?
GÜL DAĞITMA
Bizim medeniyetimizde gülün ayrı bir yeri vardır. Gül ile bülbülün aşkı edebiyatımızın ana temalarından birisi olmuş; Gül çinide ve Edebiyatta
Efendimizi simgeleye gelmiştir. Hatta Mesnevi-i Şerif
Şerhinde; Hazreti Şarih Tahirül Mevlevi Hazretleri;
Mayıs 2011
sabahları gülün üzerinde oluşan çiğ damlalarını figan
gözyaşları olarak nitelendirmiştir.
Gelin görün ki; Kutlu Doğum Haftasında bir de
gül dağıtma âdeti başlattık. Sokaklarda meselenin latif
nüktesini anlamayanlara verilen bu güller; kimi eller
tarafından iki dakika geçmeden yere atılıyor, çöp kovasına fırlatılıyor. Hâlbuki bizim kültürümüzde gül dağıtma yoktur. Birilerinin “zeytin dalı uzatma”
safsatasından el çabukluğu ile kotarılan bu gül dağıtma meselesinin bu yüzünü geçsek bile; Efendimizi
simgelediği kastıyla dağıtılan güllerin çöpe atılmasının mesuliyetini ve ağırlığını kaldırabilecek bir babayiğitte yoktur. Yine Efendimizi yâd etme adına
dağıtılan gül lokumları ve gül suları da bu kategoride
değerlendirilmelidir.
Ne Yapmalı?
Biz kadim bir medeniyetin müntesipleriyiz. Medeniyetimizin her alanı kendisine mahsus bir özelliğe
haiz ve başka bir kültürden kopya çekmeyen, reaksiyoner olmayan bir mirasa sahibiz. Biz Efendimizi
günde beş vakit kıldığımız namazlarda okuduğumuz
salavat-ı şerifler ile zaten yâd ediyoruz.
Efendimizi yâd edeceksek; geniş kitlelere duyuracaksak bunun yolu başkalarından kopya çekme
yöntemi ile aşırılan bir takım organizasyonlar, programlardan geçmez. Efendimizi biz geçmişte âlimlerimizin yaptığı gibi bir usul izlemeliyiz. Seminerler ve
konferanslar tertip edilmesine kimse itiraz etmez.
Ancak din işinde ehil olmayan kişilere Efendimizi anlattırmak cinayet gibi bir olaydan farklı değildir. Dinle,
diyanetle dün ilişki kurmuş, dini temelleri sağlam olmayan kişilerin sırf şöhretli oldukları için bu tür programlarda konuşturulmaları vahim bir yanlıştır.
27
ÀÍYjºA ějºA A ÀnI
“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”
“ARAP
DÜNYASINDAKİ
HAREKETLER
FITRÎ/OLMASI GEREKEN
HAREKETLERDİR.”
RÖPORTAJ AYDIN BAŞAR
ış politika ve Arap dünyası konusunda ülkemizdeki en yetkin isimlerden birisi olan Yeni
Akit Gazetesi yazarı Mustafa Özcan Bey’le
Burhan Dergisi okurları için özel bir mülakat yaptık.
Suriye’yi, Mısır’ı, Suudi Arabistan’ı ve genel olarak
Arap dünyasındaki gelişmeleri konuştuk. Muhterem
yazarın bu önemli tespitlerini istifadenize sunuyoruz.
D
Arap dünyasında ideolojiler dönemi gecikmeli olarak bugün
rejimlerin sarsılmasıyla sona
eriyor. Bundan sonra ne olacak
peki? İdeolojiler devrinin bitmesiyle insanlık elindeki değere
yani dine yeniden dönecek.
28
Türkiye’nin Suriye ile yakınlaşmasını nasıl
değerlendiriyorsunuz?
Arap dünyasıyla yüz yıllık bir kopukluğumuz var.
1800’lü yılların sonlarından itibaren Arap dünyasından koptuk. Dolayısıyla bunun tamir edilmesi lazım.
Bu bakımdan Suriye bizim açımızdan çok önemli;
Arap dünyasına açılma kapımız çünkü… Türkiye açısından Şam hayatiyet arz ediyor. İslam dünyasıyla bütünleşmemiz noktasında stratejik bir konuma sahip.
Diğer taraftan Suriye açısından da Türkiye çok
önemli... Neden? Çünkü 2005’ten itibaren Suriye’nin
uzletini yalnızlığını Türkiye bir şekilde kırdı ve onu
dünyaya taşımış oldu, onun meşruiyetini pekiştirmiş
oldu. Ve Suriye Türkiye sayesinde dünyada artık rejimi tartışılmayan bir ülke haline geldi. Abdullah
Gül’ün İran internet sitesine yaptığı bir açıklaması var,
diyor ki: “Kaddafi gitsin ama Beşşar Esad kalsın.” Bir gazetede okudum, Suriye’deki rejimin kalmasını isteyen iki ülke olduğu, bunlardan birinin
Türkiye diğerinin İsrail olduğu şeklindeki bir yorum
vardı. Türkiye’nin Suriye’deki rejimi desteklemekle
bazı çıkarları var.
İsrail’in Suriye’ye olan bakışı nasıl?
İsrail Suriye’deki rejimi ehven-i şer olarak görüyor. Ama Suriye bölünürse İsrail için daha iyi olur.
Hatta 2003’te fikri olarak Amerika Suriye’deki rejimi
değiştirmek istiyordu. Ama İsrail firene bastı dedi ki:
“Bizim için bilinen kötü bilinmeyen kötüden
iyidir.” Kerim Sıddıki’nin güzel bir tespiti vardır. Diyor
ki Sıddıki: “Arap rejimleri belirli bir zamandan
sonra İsrail’in zırhı haline geldiler.” Demek ki
eğer İsrail olmasaydı bugün Suriye rejiminin ayakta
kalması daha zordu.
Suriye yönetiminin İsrail aleyhine beyanatları var. Bunları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu yönetim sözde İsrail’e düşman… Suriye aynı
zamanda Amerika’nın da tarafsız bir müttefiki… Hafız
Esad 70’li yılların başında bir darbeyle geliyor ve o
günden beri Suriye İsrail’e karşı ciddi hiçbir şey yapmıyor. Bazen “İsrail’e karşı mukavemet hakkımızı saklı tutuyoruz yeri gelince onu yapacağız”
diyorlar ama kırk yıldan beri böyle bir şey olmadı. İşin
edebiyatı yapıldı ama hiçbir zaman taşın altına el konulmadı. Burada mesele şudur. Halkıyla bütünleşmiş
bir Suriye mi yoksa yüzde on bir gibi bir mezhebî yapıya dayalı bir Suriye mi İsrail’in işine yarar. Suriye’deki yapı maalesef bu ikincisidir; dolayısıyla
Suriye bir açılım yapamaz. İsrail’in burada isteği
şudur: Bir; Halkına bağlı olmayan bir Suriye… İki; İsrail karşısında zayıflamış bir Suriye... Yani parçalanmış tekparça olmayan bir Suriye… “Böl yönet”
yöntemi emperyalistlerin bilinen klasik bir yöntemidir.
Suriye yönetiminin İsrail aleyhine söylemleri sadece
bir edebiyattan ibarettir, Beşşar Esad rejimini korumaya çalışıyor; kendisini güçlendirmek, dengeyi korumak,
iktidarını
sağlamlaştırmak
amacıyla
başvurulan bir yöntem olarak bu tür söylemleri kulla-
Mayıs 2011
nıyor. Hamas’ı destekliyor görünüyor fakat İsrail’in
varlığına yönelik bir tehdit ortada yok. Bütün bunlar
bir pazarlık meselesi…
Suriye’nin son dönemde kendi içindeki
Kürtlere yaklaşımında bir takım değişiklikler
var. Bu tavrını samimi buluyor musunuz?
Suriye’deki Kürtler 1962 yılından beri kimliksiz
yaşıyorlar. Şimdi yönetim onları tanımak istiyor. Bu
hakkı geçmişte vermediler de neden şimdi veriyorlar;
bunu düşünmek lazım. Suriye yönetimi Kürtleri potansiyel olarak rejimine tepki gösterecek unsurlardan
biri olarak görüyor. Bir taraftan onlara kuzey bölgesinden tarlalar veriyor diğer taraftan o bölgedeki Arapları onlara karşı silahlandırıyor. Bir arıza çıkarırlarsa
ilerde üzerlerine salacak. Yani hem sopa hem havuç
gösteriyor. Böyle bir denklem var. Bu denklem içerisinde Kürtler de pek fazla hareket edemiyorlar. Bu
aşamada Kürtlere verilen her türlü taviz, tırnak içinde
hak bir pazarlık sonucudur. Yani samimiyetten kaynaklanan bir şey değildir. Şu dönemde Suriye’nin Kürt
meselesine öncelik vermesinin nedeni, oradaki diğer
haklı taleplerin bastırılması içindir.
Suudi Arabistan’a geçecek olursak; orada
da bir krallık var. Sizce krallık rejimi değişir mi?
29
Suud’ta yaşayanlardan duydum; halkın yüzde
doksan beşi krala değil kraliyete karşı. Yani millet kraliyet istemiyor. Kral bu durumun farkında… Birkaç ay
Amerika’da kaldıktan sonra geldi 37 milyar dolarlık
bir yardım paketi açıkladı. Daha sonra bunu daha da
arttırdı, halkı susturdu. Bu rejimin biraz nefes almasını
sağladı, fakat kalıcı olmasını sağlayamaz. Çünkü rejim
artık son demlerini yaşıyor. Kral Abdullah ve onun veliahdı Sultan hem yaşlı hem de hasta, Orada bir kardeşler rejimi var. Büyük kardeşten küçük kardeşe
doğru sırayla kral oluyorlar. Sultan’dan sonra ne olacak? Hangi kardeşin çocukları kral olacak? Kura mı
çekecekler? Bundan sonra herhalde rejim biter kanaatindeyim. Suudi Arabistan’da ciddi bir liberal dalga
var, bunlar özellikle rejimi istemiyorlar. Bir de Şiiler var
ki bunlar da rejime zaten karşılar.
Mısır’da Mübarek devrildi. Yerini İslami
bir oluşumun doldurması söz konusu mu?
Hasan’ül Benna’dan sonra ihvan-ı müslümin’in başına karizmatik bir lider gelmemiştir. Şuan
başlarında onun gibi karizmatik bir lider olsaydı, Mısır’da İran’daki gibi bir rejim değişikliği olurdu. İkinci
olarak rejim tarafından sürekli darbe yiyen, elli - altmış yıldır dışlanan bir oluşum olduğundan dolayı
Müslüman Kardeşler zamanla küçüldü. Bugün deniliyor ki Müslüman Kardeşlerin Mısır’da yüzde yirmiye yakın bir oy potansiyeli var.
Genel olarak baktığınızda İslam ülkelerindeki gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
30
Ben yeni dönemde Arap rejimlerinin sarsılmasını, halk iktidarlarının gelmesini genel olarak/temel
olarak hayırhah olarak görüyorum. Arap hareketlerini
olması gereken fıtri hareketler olarak değerlendiriyorum. Tabi, yöntemlerde bazı hata/kusurlar olabilir.
Libya ile Mısır’daki veya Tunus’taki yöntemler farklı
olmuştur. Tunus’taki ve Mısır’daki yöntem daha sağlıklı olmuştur çünkü kan daha az akmıştır. Millet daha
barışçı bir yöntemle iktidarı devirmiştir. Bu olması gereken şeydir. En az bedelle en büyük fayda veya değişim temin edilmiştir.
Bu gelişmeler bizi İslam Birliğine götürür
mü?
Bu gelişmeleri İslam Birliğine yönelik olarak bir
adım olarak görüyorum. Peygamber Efendimiz kendisinden sonra İslam tarihini şöyle dönemlendirmiştir.
Birincisi; Peygamberlik dönemi ki o kendi vefatına
kadar olan dönemdir. İkincisi; Hulefa-i raşidin dönemi; bu dönem başka hadislerde 30 yıl olarak bildirilmiştir. Üçüncüsü; Melik abd dönemleri yani saltanat
dönemleri yani koltuğa oturup da kalkmama dönemleri ki Emevilerle birlikte başlar; bunlar otoriter sistemlerdir. Ebu Hureyre’ye atfedilen bir tarif var.
Emevilerle başlayan idareye, “İmaretüs sibyan”
yani “çocuk idareleri” diyor. Bir hülefa-i raşidin
yani aklı başında reşit idareler var, bir de çocuk idareler var… Dördüncüsü; Melik ceberut dönemi; bu da
totaliter rejimlerdir ki Osmanlı’dan sonra kurulan sistemlerdir. Beşincisi; Peygamberlik üzere hilafet. Tabi
peygamberlik değil bu… Ne demek? Meşruti bir sistem… Kur’an ve sünnete dayanan bir sistem. Hz
Mayıs 2011
Ömer soruyor: “Ben kral mıyım yoksa halife
miyim?” diyorlar ki “sen halifesin” Hz Ömer “fark
ne” diye soruyor yanındakilere. Diyorlar ki: “Kral
keyfi alır keyfi dağıtır, halife ise ölçüyle alır ölçüyle dağıtır.”
Yani buna hukuk devleti diyebilir miyiz?
Hah! Evet, hukuk devleti denilebilir. Bugün
Arap dünyasına bir bakın hangisi hukuk devletidir?
Fırsat eşitliği var mı? Yok. Adalet uygulanabiliyor mu?
Yok? Gelir dağılımında adalet var mı? Yok. Abdulmecit Zindani bu rejimlerin gitmesiyle bu yeni beşinci
devrenin geleceğini söylüyor. Yani sizin de dediğiniz
gibi hukuk devletinin… 1989’da Berlin duvarının yıkılmasıyla iki yüz yıllık bir dönem sona erdi. Bu iki yüz
yıllık dönem neydi? İdeolojiler dönemiydi. Arap dünyasında yaygın kanaat şudur ki Arap dünyasında
ideolojiler dönemi gecikmeli olarak bugün rejimlerin
sarsılmasıyla sona eriyor. Bundan sonra ne olacak
peki? İdeolojiler devrinin bitmesiyle insanlık elindeki
değere yani dine yeniden dönecek. Arap dünyasında
iki şeyin yarıştığını görüyoruz. Birincisi din ikincisi sekülerizm.
Malumunuz dış politikayla ilgili olarak bildiğimiz birçok şey spekülasyonlara dayanıyor.
Ülke olarak Arap dünyasındaki gelişmeleri
doğru okuyabiliyor muyuz?
Çünkü olaylar o kadar çabuk gelişiyor ki! Eski bilgilerle yeni yorumlar yapmak da zor. Bir temeliniz olacak ve yeni bilginin üzerinde de sürekli duracaksınız.
Arap devrimindeki gelişmeleri sağlıklı okuyan
insanımız maalesef çok az… Neden? Kolaycılığa kaçıyoruz. Bugün dünyada pek fazla iyi liderler yok. İşin
gerçeği çok iyi düşünürler ve iyi gazeteciler de çok az.
Onun için analizlerde zayıflık var. Aslında bugün dünden daha fazla malzeme var. Ama bu malzemeyi yoğurup daha üst bilgi haline getirmek ve iyi analizler
yapmak lazım. Bu da düşünürlerin ve gazetecilerin
işi… Maalesef eskisi kadar da düşünürlerimiz yetenekli
değil. Diğer bir husus da şu ki bu konuda değerlendirme yaparken popülizm tuzaklarına dikkat etmiyoruz. Her rejimin bir hastalığı vardır; Demokrasilerin
hastalıklarından bir tanesi popülizmdir. Yani halka hoş
görünmek için yapılan şeyler. Bunun arkasında aldatma da var, siyasi destek toplama amacı da var;
başka şeyler de var. Bunları iyi değerlendirmek gerekir. Dış politikada yanılmamanın iki prensibi var. Birincisi; esnek olmak, ikincisi; dinamik olmak... Yani
olayları sürekli takip etmek… Ben de yanılabilirim.
Mayıs 2011
Liberallerin dış politika yorumlarına şüpheyle bakmakta haklı mıyız?
Genelleme yapmak, hepsini aynı kefeye koymak doğru değil. Genelleme basitleştirmek demektir.
Liberal de olsa, şucu bucu da olsa dinlemek lazım.
Bazen liberal, doğru görebilir. Siz kategorik olarak
“bunun yazdığı her şey yanlış” dediğiniz zaman o
zaman siz doğruyu öğrenme imkânından kendinizi
mahrum etmiş oluyorsunuz? Liberallerin dünya görüşlerine ben de katılmıyorum. Fakat içlerinden bazılarını okumaya değer buluyorum, bazılarını ise
okumuyorum. Neden? Kimisi kendini tekrar ediyor.
Kimisi ise analiz yapıyor. Bu ikincisini okuyorum. Yorumlarına katılmasam bile en azından bilgi alıyorum.
Ama bilgileri de süzgeçten geçirmek lazım.
31
ERSAN BİLGİN
“ONLARA EĞER YERYÜZÜNDE İKTİDAR
VERİRSEK…”
Onlara (müminlere) eğer yeryüzünde iktidar, mevki (ve servet) verirsek (şımarıp
sapmazlar), namazı dosdoğru kılarlar, zekatı verirler, iyiliği emrederler, kötülüğü yasaklarlar. (Çünkü bilirler ki) işlerin sonu ancak
Allah'a aittir.” buyuruyor, Rabbimiz Hacc Suresi 41.
ayette.
“
Müslüman toplumların yetki verdiği, başına idareci yaptığı kişilerin temel özellikleri belirtilmektedir,
Hayat Kitabımızın bu ayetinde. Veya Müslümanların
yetki vereceği, yönetimde söz sahibi yapacağı kişilerde
aranacak özelliklerdir bunlar.
Bu özellikler bizi bizi biz yapan, bizi köklerimize
bağlayan, bizi asırlarca zaferlerden zaferlere koşturan,
hak ve adaletle aleme saadet ve huzur götürmemize
vesile olan olmazsa olmaz vasıflarımızdır. Bu vasıflar
hem Müslüman ferdin hem de özellikle yöneticilerin
çok önemli vasıflarıdır.
İşte o yetkili kişiler hem bu özelliklere sahip olacaklar hem de idaresinden sorumlu olduğu coğrafyaya bu özelliklerin temel alındığı saadet
nizamını kuracaklar. Bu ayeti özellikle şimdi, yeniden ve yine sanki hemen bize gelmiş gibi tekrar tekrar okuyalım, tefekkür edelim ve
şuurlanalım.
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır Hocamız
bu ayeti şöyle izah ediyor:
32
“Onlar, o müminlerdir ki eğer kendilerini yeryüzüne yerleştirirsek; iktidar mevkiine getirip devlet idaresini ellerine verirsek namazı kılarlar ve zekatı verirler,
iyiliği emrederler ve fenalığı-kötülüğü yasak ederler.
Meşru güzel şeyleri emreder, gayrı meşru, çirkin ve
dinen reddedilmiş şeylerden sakındırırlar, İktidar mevkiine geçince ahlâklarını bozmaz, dinden, adaletten
sapmaz birer idareci olurlar. Doğrusu Hulefâ-i Raşidîn
böyle olmuşlardı. Şu da bilinmelidir ki " İşlerin sonucu Allah'a aittir"”
- Allah onlara iktidar verdiği zaman onlar şu dört
şeyi özellikle yerine getirirler:
- Farz olan namazı en mükemmel şekilde kılmak,
- Farz olan zekâtı vermek,
- Ma'rufu (şer'an emredilen ve aklen güzel olan iyi
amelleri) emretmek,
- Münkerden (şer'an yasak olan ve aklen çirkin
olan amellerden) nehyetmek, müminler Allah'ın tevhidine ve O'na itaat etmeye davet olundular, şirkten
nehyolundular ve şirk ehliyle mücadele ettiler.
"Hayırlı netice takva sahiplerinindir." (A'raf, 7/128).
Kim Yahudiler, Hristiyanlar ve diğer düşmanlara
karşı zafer elde etmeyi düşünüyorsa, kim ülkesine
huzur ve güven getirmek istiyorsa, kim insanlığa güzel
bir ikramda bulunmak istiyorsa Muhacirlerin ve ilk
mücahidlerin sarıldıkları bu dört vasıfla amel etsinler.
- Yüce Allah'a yardım eden dolayısıyla, güçlü,
üstün iradeli ve dostlarını yüzüstü bırakmayan Yüce
Allah'ın yardımını hak edenler kimlerdir? İşte onlar:
"Onlar ki; eğer biz kendilerini yeryüzünde egemen kılarsak, onlara iktidar verirsek namazı
dosdoğru kılarlar." Allah'a kulluk ederler, O'nunla
olan bağlarını güçlendirirler, isteyerek, boyun eğerek
ve büyük bir teslimiyet duygusu içinde Allah'a yönelirler.
"Zekâtı verirler." Mallarının hakkını verirler.
Nefsin cimriliğini yenerler. İhtirastan arınırlar, şeytanın
vesvesesine üstün gelirler, toplumsal hayatta meydana
gelen boşluğu doldururlar, toplumdaki zayıfları ve muhtaçların sorunlarını üstlenirler, fakirleri doyururlar.
"İyiliği emrederler." İyiliğe ve hayra çağırırlar,
insanları buna yöneltirler.
"Kötülükten sakındırırlar." Kötülüğe ve bozgunculuğa karşı direnirler. Kötülüğü yasaklarlar.
Yüce Allah'ın insanlık hayatı için öngördüğü
hayat sistemine yardım ettikleri, başkasına değil, sadece Allah'a güvenip dayandıkları için Allah'ın yardım
ettiği kimseler bunlardır. Bunlardır Yüce Allah'ın gerçek ve kesin bir şekilde kendilerine zafer sözünü verdiği kimseler.
"Her şeyin akıbeti Allah'a aittir."
- Öte yandan burada asıl dikkat çekilmek istenen nokta, kendilerine imkân ve güç lütfedilen gerçek
müminlerin, bu imkânlara kavuşunca adaleti elden bırakmamaları, ahlâkî bozulmaya fırsat vermemeleri ve
bunu güvence altına almak için de dinin temel umdelerine sıkı biçimde sarılıp onlara sahip çıkma çabası
içinde olmaları gerektiğidir.
Hak hakim olunca… Dört halifeden sonra Ömer
b. Abdülaziz'in hilafetine kadar geçen süre içerisinde,
İslâm'dan sapmanın sonucu olarak, insanlar kültürel ve
ahlakî yönden süflîleşme eğilimi ve dünyevileşme başlamışlardı. O, işbaşına geldiği zaman insanların sosyal,
ahlâkî ve kültürel yapılarında bir inkılabı gerçekleştirmeye büyük gayret sarfetmişti. İslâm öncesi câhili yaşantının karanlıklarına doğru yol alan topluma Allah'ın
dinini tekrar hatırlatmış ve onu günlük hayata tam anlamıyla hakim kılmayı başarmıştı.
Taberî'nin şu rivayeti, yöneticilerin toplum üzerindeki yönlendirici etkilerini ve Ömer'in gerçekleştirdiği dönüşümü bütün boyutlarıyla çarpıcı bir şekilde
gözler önüne sermektedir:
"Velid b. Abdülmelik'in büyük binaları, yazlıkları,
işletmeleri vardı. Onun hükümdarlığı döneminde insanlar bir araya geldiklerinde birbirlerine binalar, işletmeler ve köylerinden bahsederlerdi. Velid'ten sonra
iş başına gelen Süleyman ise çok sayıda cariyeye sahipti ve çokça evlilik yapmıştı. Ayrıca kendisine bol
bol ziyafetler çekerdi. Onun döneminde de insanlar
cariyelerden, evliliklerden ve yemeklerden bahsederler, bunlarla meşgul olup övünürlerdi.
Ömer b. Abdülaziz (ra), Hilafete geçip yepyeni bir
idare şekli ve âdil bir yönetim oluşturunca, halk arasındaki konuşmalar şunlar olmuştu: "Bu gece Kur'an'dan
ne ezberleyeceksin? Dün gece teheccüd namazına kalktın mı? Kur'an'ı ne zaman hatmettin? Kaç
günde bir Kur'an'ı hatmediyorsun? Ayda kaç gün
oruç tutuyorsun? Allah yolunda hangi çalışmaları
yapıyorsun?” (Taberî, Tarih, IV/ 139).
Vesselam.
- Bu âyet yine bize der ki; "Namazınızı dosdoğru kılabilmeniz için, zekatınızı edâ edebilmek için, insanlara emr-i-bil ma'ruf,
nehy-i- anil münkeri yapabilmek için hakkın
bütünüyle hakim olması, adil bir düzenin kurulması gerekir." İşlerin sonucu ancak Allah'a aittir.
Yani kimin gâlib kimin de mağlup olacağını Allah(cc)
bilir ve O belirler. Hz. Osman (ra); "Hz. Allah (cc)
Kur'ân'la yapmadığını, sultanla (yöneticiyle)
yapar" demiştir. Yani yönetimle yapar. Kur'ân'ı evin
köşesine assanız kıyamete ka¬dar durur. Kendiliğinden bir şey yapmaz. Ama sultan onu uygular, yani yönetimde icraat vardır.
Onun için yönetime sahip çıkılmasını vurgulayan âyetlerden biridir 41. âyet. Yönetime Müslümanlar adına talip olanlar iktidara gelince de yine onları
dikkate almalılar, hareket noktaları daima İslam Medeniyeti olmalı, Batı ve Batı’nın batıl ve köhnemiş sistemleri değil.
Mayıs 2011
33
ÀÍYjºA ějºA A ÀnI
“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”
HZ. PEYGAMBER (S.A.V)
HAYATINDA ÖĞRENİLMİŞ
ÇARESİZLİK VAR MIYDI?
M. EMİN KARABACAK
ğrenilmiş çaresizlik konusunda Sevgili Peygamberimizin Hz. Muhammed (s.a.v) hayatına birlikte bakalım. İslam'ı anlatırken hangi
engellerle karşılaştı ve bu engellerin nasıl üstesinden
geldi.
Ö
İnandıklarımızı savunmak ve
doğru bildiğimiz yolda yürüme
konusunda Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v) gibi
olmalıyız. Bizler her konu da
olduğu gibi öğrenilmiş çaresizliği yenme konusunda da Peygamber Efendimizi (s.a.v)
örnek almalıyız.
O bir peygamberdi ve Allah O’na yardım ediyordu diyebilir miyiz? Bu doğru; ancak bu dünyada
en fazla sıkıntıları peygamberlerin çektiğini bilmeyenimiz yoktur.
Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v)
her konuda olduğu gibi öğrenilmiş çaresizliği yenme
konusunda da bize hayatıyla en güzel şekilde örnek
olmuştur. İslam'ı anlatmak için bütün olumsuzluklara
göğüs germiş, inandığını anlatma ve uygulamadaki
kararlılığını davranışlarıyla bizlere göstermiştir.
Peygamber efendimizin karşısına çıkan ve başına gelen olumsuzluklara birlikte bakalım:
Doğmadan iki ay önce babasını, altı yaşında an-
34
nesini, sekiz yaşında da kendisini himaye eden dedesini kaybetti.
Kırk yaşında Allah'ın emirlerini insanlara anlatmaya başlayınca Mekke müşrikleri saltanat ve rahatlarının bozulacağını düşünerek kendisine düşman oldu.
İslam dinini anlatırken en büyük düşmanı da
amcası Ebu Lehep oldu. Bu konu da kendisine deli
divane dendi.
Mekke'nin ileri gelen iki Ömer'inden biri kendisini öldürmek istedi. Davası için memleketinden hicrete zorlanmakla beraber hicret gecesi suikast
düzenlenmeye çalışıldı. Başını getirenlere yüz deve
vaat edildi.
Müşrikler tarafından kendisine ve kendisine inananlara üç yıl ambargo uygulandı. Ambargo esnasında kendisini himaye eden amcası Ebu Talip ve iki
ay sonra biricik eşi Hz. Hatice'yi kaybetti. Yedi çocuğundan altısını kendi elleriyle mezara koydu.
İslam dinini anlatmak için gittiği Taif'te Taif'in
ileri gelenleri tarafından halka ve çocuklara taşlatıldı.
Maddi imkânlarımız yoktur diyorsak; Hz. Peygamber bırakın maddi imkânları, yiyecek ekmek bulamayıp açlıktan karnına taş bağladığı zamanlar oldu.
Uhut Savaşında dişi kırıldı, Hendek'te açlıktan
karnına taş bağladı, Miraç'a çıkmasıyla alay edilmek
istendi.... Bunlar benim ilk alıma gelen örneklerdir.
Şartlarımız mı müsait değil zamanımız mı yok
diyorsak; Hz Peygamber'in bunları düşünecek bahanesi de zamanı da yoktu.
Bütün bu olumsuzluklara rağmen ki -bu olumsuzluklar içinde müşriklerin saldırıları, münafıkların
sinsi hareketleri ve Yahudilerin düşmanlıklarını da katarsak- hiç kimseden çekinmeden bütün riskleri göze
alarak İslam dinini anlatmıştır.
İnandıklarımızı savunmak ve doğru bildiğimiz
yolda yürüme konusunda Peygamber Efendimiz Hz.
Muhammed (s.a.v) gibi olmalıyız. Bizler her konu da
olduğu gibi öğrenilmiş çaresizliği yenme konusunda
da Peygamber Efendimizi (s.a.v) örnek almalıyız.
İslam'ı anlatmak için taşlandı, deli dendi, alay
edildi velhasıl engellenmek için bütün olumsuzluklar
karşına çıkarıldı; fakat O: "sağ elime güneşi, sol
elime ayı verseniz ben bu davadan vazgeçmem"
buyurmuşlardır.
Bizler başarılı olmak için neleri, nasıl ve ne
şekilde yapmamız gerektiğini çok iyi biliyoruz.
Bunun için gerekli olan eylemsizliğimizi yenerek
imkân ve şartları tekrar değerlendirerek eyleme
geçmemiz gerekir.
Peygamber efendimizin başına gelenlerden hangisi acaba bizim başımıza gelmiştir:
Düşmanımız çoktur diyorsak; Hz. Peygamberin
düşmanları Mekke'nin ileri gelenleriydi ve başı vurdurmak istiyorlardı.
Çekemeyenlerimiz çoktur diyorsak; Hz Peygambere bu konuda münafıklar ve Yahudiler fazlasıyla
görevlerini yapıyorlardı.
Mayıs 2011
Yarın değil hemen şimdi. Onun için Sevgili
Peygamberimiz: "İki günü birbirine eşit olan ziyandadır" buyurmuşlardır.
Bir Müslüman olarak her konuda olduğu gibi
olumsuzluklarla mücadele etme konusunda, öğrenilmiş çaresizlik konusunda da Peygamber Efendimiz(s.a.v)’in hayatını çok iyi öğrenerek O’nu model
almalıyız.
35
ÀÍYjºA ějºA A ÀnI
“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”
MİLLİ AHLAK VE
TARİH ŞUURU
HASAN BAŞAR
Hz. Ömer arkadaşlarıyla sohbet ederken, huzura üç genç gelir ve şikâyette bulunurlar:
“Türklerde evvela itaat duygusunu kırmak ve manevi rabıtalarını kesmek dini metanetlerini
zaafa uğratmak icap eder.”
“Maneviyatları sarsıldığı gün,
Türkleri, kendilerinden şeklen
çok kuvvetli, kalabalık ve zahiren hâkim kuvvetler önünde zafere götüren asıl kudretleri
sarsılacak ve maddi vasıtaların
üstünlüğü ile yıkmak mümkün
olabilecektir.”
-Ey halife Ömer, bu arkadaş bizim babamızı
öldürdü. Davacıyız ve ne gerekiyorsa yapılmasını diyoruz.
Bu sözler karşısında Halife Hz. Ömer adam öldürmekle suçlanan gence döner:
- Bu insanlar senin hakkında şikâyetçiler. Babalarını öldürmüşsün. Söyledikleri doğru mu?
Suçlanan genç:
- Evet doğru. Suçlu olduğumu kabul ediyorum. Verilecek cezaya da razıyım der.
Gencin bu sözleri üzerine Halife Hz. Ömer
gence; anlat bakalım nasıl oldu diye sorar. Genç anlatmaya başlar:
36
- Ben kasabamda hali vakti yerinde saygın biriyim. Ailemle beraber gezmeye çıkmıştık.. Benim çok
güzel bir atım vardı. At bunların bahçesine girdi. Babaları da bir taş attı ve atım öldü. Bende bu kızgınlıkla
ona taş attım. İstemeyerek oldu ama babaları
öldü.”der.
Hz. Ömer der ki:
- Sen buralara yabancısın, senin yerine kim
nasıl kalır ki? diye sorar.
Hz Ömer:
- Mademki suçunu da kabul ettin söyleyecek
hiçbir şey yok, bu suçun cezası idamdır, dedi.
- Amr Bin As'ı işaret ederek, "Bu zat benim yerime kalır. O zat Hz. Peygamber Efendimizin (sav) en
iyi arkadaşlarından, daha yaşarken cennetle müjdelenen Amr Ibni As' dan başkası değildir. Hz. Ömer
Amr'a dönerek:
Bu sözden sonra delikanlı başını önüne eğerek
söz alır:
- Efendim bir özrüm var kabul ederseniz sevinirim, diyerek konuşmaya başladı:
- Ben memleketimde zengin bir insanım,
babam, rahmetli olmadan önce bana epey bir altın
miras bıraktı. Kardeşim küçük olduğu için altınlar
bende durur. Siz bu cezayı infaz ederseniz yetim hakkını zayi ettiğiniz için Allah-ü Teâlâ indinde sorumlu
olursunuz, bana üç gün izin verin, emaneti kardeşime
teslim edip geleyim, bu üç gün içinde yerime birini
bulurum, der.
Mayıs 2011
Genç adam içinde bulunduğu zor duruma rağmen topluluğa bir göz atar, der ki:
- Ey Amr Bin As, bu genci duydun, der. O yüce
sahabe:
- Evet ya Ömer, ben kefilim, der ve genç
adam serbest bırakılır. Fakat 3. günün sonunda
vakit dolmak üzeredir. Ama gençten hiç bir haber
yoktur. Medine'nin ileri gelenleri Halife Hz. Ömer'e
çıkarak gencin gelmeyeceği, dolayısıyla Amr Ibni
As'a verilecek idam yerine maktulün (ölen adamın) diyetini vermeyi teklif ederler, fakat bu duruma babaları ölen gençler razı olmaz ve
babamızın kanı yerde kalsın istemiyoruz derler.
37
Halife Hz. Ömer kendinden beklenen cevabı verir
ve der ki:
- Bu kefil babam da olsa fark etmez cezayı infaz
ederim. Hz. Amr Ibni As ise tam bir teslimiyet içerisindedir:
- Biz de sözümün arkasındayız. Merak etmeyin
der. Bu arada kalabalıkta bir dalgalanma olur ve insanların arasından 3 gün önce köyüne giden genç görünür. Halife Hz. Ömer gence dönerek derki:
- Evladım gelmeme gibi önemli bir nedenin
vardı neden geldin? Genç şöyle der:
- 'AHDE VEFASIZLIK ETTI' demeyesiniz diye
geldim.” Hz. Ömer başını bu defa çevirir ve Amr Ibni
As'a der ki:
- Ey Amr, sen bu genci tanımıyorsun, nasıl oldu
onun yerine kefil oldun? Amr Ibni As şöyle der.
- Bu kadar insanın içerisinden bana güvenip
beni seçti.'İnsanlık Öldü' dedirtmemek için kabul
ettim.” Söz sırası davacı gençlere gelir, derler ki:
38
- Biz de bu davadan vazgeçiyoruz.
Bu sözün üzerine Hz Ömer:
- Fakat biraz evvel babamızın kanı yerde kalmasın diyordunuz ne oldu da böyle bir anda vazgeçtiniz,
der. Gençlerin cevabı da son derece etkileyicidir:
-MERHAMETLİ İNSAN KALMADI' DEMEYESENİZ DİYE…
O Hz. Ömer ki Müslümanların halifesi sıfatı ile
Kudüs’ün anahtarlarını almak için yola çıktığında gösterişe kapılmamış, büyüklük göstermemiş, devesine
hizmetlisi ile dönüşümlü olarak binmiştir. Şehre gireceği zaman deveye binme sıra hizmetlisine gelmişti.
Müslümanların ileri gelenleri; “Efendim siz halifesiniz, devenin üzerinde sizin şehre girmeniz
daha münasip, böylece Müslümanları şereflendirmiş olursunuz.” dediklerinde Hz. Ömer; “Biz
Müslüman olmakla şereflendik, başka şereflere
ne gerek var.” demiş ve hizmetçisi devenin üzerinde
kendisi de deveyi çekerek Kudüs’e girmiştir.
Evet, dostlar Müslümanlık öyle bir makamdır ki
onunla tanışan şereflerin en şereflisine nail olmuş olur.
Ve yukarıda yaşanan olaydaki davranışları ancak bu
şerefe nail olan kişiler sergileyebilirler. İslamiyet’le tanışan en katı kalpler merhamet deryasına döner.
Mayıs 2011
Çölde çöl bedevilerini ehlileştiren İslamiyet tanıştıktan
sonra millet olarak bizleri de ehlileştirmiş ve medeniyetlerin zirvesine çıkarmıştır. Ve bizler millet olarak İslamiyet’i kabul ettikten sonra birçok güzel hasletler
geliştirdik ve bu dine en güzel şekilde hizmet ettik. Çok
şükür hale de hizmet etmeye devam etmekteyiz. Ama
üzülerek ifade etmek istiyorum ki eskisi gibi değil. Biz
eskiden böyle değildik. Birbirimizin boğazına sarılmazdık. Üç kuruşluk menfaat için kardeş kardeşe düşmezdik, çocukları sever, onlara merhamet gösterirdik.
Büyüklerimize hürmette kusur etmezdik, adaletten
taviz vermez, birbirimize kolay kolay yalan söylemezdik. Harama el uzatmazdık. Hayırseverdik, misafirperverdik. Hiç tanımadığımız insanları tanrı misafiri
der evimizde en güzel şekilde ağırlardık. Üstelik misafire zahmet verdik diye diş kirası bile verirdik.
Peki, ne oldu bize? Niye bu hale geldik? Sanıyorum niye bu hale geldiğimizin cevaplarından bir tanesi, belki de en önemlilerinden bir tanesi General
İgnatfyel’in hatıralarında yer alan Patrik Grigorios’un
Çar I.Aleksandr’a tavsiye niteliğinde yazdığı mektupta
gizlidir. Bu mektubun önemli kısımları şöyledir:
“Türkleri, maddeten ezmek ve yıkmak
gayr-ı mümkündür. Çünkü Türkler, çok sabırlı
ve mukavemetli insanlardır. Gayet mağrurdurlar ve izzet-i nefis sahibidirler. Bu hasletleri de,
dinlerine bağlılıklarından, kadere rıza göstermelerinden, an’a nelerine kuvvetinden, padişahlarına, kumandanlarına, büyüklerine olan
itaat duygularından gelmektedir.”
“Türklerde evvela itaat duygusunu kırmak
ve manevi rabıtalarını kesmek dini metanetlerini zaafa uğratmak icap eder.” “Maneviyatları
sarsıldığı gün, Türkleri, kendilerinden şeklen
çok kuvvetli, kalabalık ve zahiren hâkim kuvvetler önünde zafere götüren asıl kudretleri sarsılacak ve maddi vasıtaların üstünlüğü ile
yıkmak mümkün olabilecektir.”
Asırlar öncesinden sahneye konan sinsi plan
maalesef bugün meyvelerini vermeye başlamıştır. Bizleri İslamiyet’ten uzaklaştırarak ahlakımızı bozdular.
Ahlakımız elden gidince bizler bir hiçiz. İnsana değer
katan bilgili ya da zengin olması değildir. İnsana değer
katan şahsiyettir, ahlaktır. Asırlar öncesinden plan ya-
Mayıs 2011
panlar hedeflerine ulaşmaya başladılar. Onlar, milletimizi tavuk altında kuluçkaya yatmış kartal yavrusuna
döndürdüler. Kartal yumurtadan çıkmış, gözleri yükseklerde. Gökyüzünde süzülerek uçan kartalı imrenerek seyretmekte. Gözü yükseklerde ama birileri ona
tavuk muamelesi yapmakta. Uçmak istiyor ama sen
tavuksun uçamazsın diyerek engellemeye çalışıyorlar.
Aynı muamele bizlere de yapılmakta. Bizleri tarihimizden, mazimizden, dinimizden, kültürümüzden
uzaklaştırarak sıradan ve dış tehditlere açık bir millet
haline getirdiler. Tarihimizin ihtişamını unutunca özgüvenimizi de kaybettik. Bizim genlerimizde İslamiyet’in yoğurduğu engin bir insaniyet birikimi var. Ve
bizim en büyük sorunumuz bu birikimin farkında olmayışımızdır. Bizi tarihimizden, mazimizden kopardılar. İnsanların hafızası anıları; milletin hafızası
tarihidir. Nasıl insanın hafızası olmayınca bir hiçse,
tarihsiz bir millette hiç demektir. Biz aydınlara düşen
tarihimizi, hafızamızı tekrar kazanmak ve kazandırmaktır. Evet, geçmişimizi tekrar getiremeyiz, hiçbir
şey eskisi gibi olmaz. Olaylar, zaman, mekân değişmiştir. Ama dediğim gibi bize düşen yüzyıllara dayanan İslamiyet’le yoğrulmuş birikimlerimizin
ışığında çağın şartlarına uygun yeni insanı değerler
üretmektir. Bunu da geçmişimize, tarihimize, mazimize sahip çıkarak yapabiliriz. Tarihimize dönüp
baktığımızda karşımızda İslamiyet dağ gibi durmaktadır. Bizim tarihimiz İslamiyet’le yoğrulmuş eşsiz bir
medeniyet ortaya çıkarmıştır. Bizim yapmamız gerekende bu cevheri ortaya çıkarmaktır.
39
ÀÍYjºA ějºA A ÀnI
“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”
HUZUR İKLİMİNDE
İRŞAD UMRESİ
Mehmet TALU
ütün okuyucularımızı, Medine-i Münevvere'den Resûlullah (S.A.V.) Efendimizin huzurundan kalbî muhabbetlerimle selamlıyorum.
Esselamü aleyküm ve rahmetullahi ve berakâtüh.
B
Umre yolculuğu bir Müslümanın
manevî dünyası açısından belki de
hayatındaki en önemli olaydır. Muhtemelen ömrü boyunca bir defa gerçekleştirebileceği bu kutsal
yolculuğu Rabbimiz, hayırla ve
“makbul bir umre”ile tamamlamayı, o kutsal toprakların manevî
ikliminden en iyi şekilde istifade etmeyi ve umre dönüşü de umreyi
yapmış olmanın anlam ve önemine
uygun bir hayat sürmeyi nasip etsin.
Amin.
Nisan-2011 de, Marifet Derneği'nin proje ve tanıtımını üstlendiği, turizm acentalarının ortaklaşa organize ettiği Huzur İkliminde İrşad Umresi'ne katılım,
beklendiği gibi çok yüksek oldu.
ALLAH Teâlâ, bize de Sultanımız Cananımız
Mahmud Efendi Hazretlerimiz ile birlikte bu umreye
katılmayı nasip etti, elhamdülillah.
Umre yolculuğu, tamamen bir ibadet yolculuğudur. Umre anlatılamaz, târif edilemez, yaşanır. Hele
hele Sultanımız Cananımız Mahmud Efendi Hazretlerimiz ile birlikte yapılan umre…
Yurt içinden ve dışından gelen birçok hocalarımız, talebelerimiz ve binlerce ihvan kardeşimizin Sultanımız Cananımız Efendi Hazretlerimizin etrafındaki
40
etten duvar örüşü, bayan ihvan kardeşlerimizin oluşturmuş olduğu müthiş görüntü…
Evet bu, anlatılamaz, târif edilemez, yaşamak
lazım. Elhamdülillah, o müthiş görüntünün içerisinde,
Sultanımız Cananımız Efendi Hazretlerimizin hemen
yakınında biz de vardık.
Resûlullah (S.A.V.) efendimiz:
“Zira Ramazan ayında yapılan umre,
sevap bakımından benimle yapılan hac yerine geçer.”
Buhârî, Umre:4, No:1690, 2/631; Müslim, Hac:222; Neseî, Sıyâm:6, 4/130
İbadetler ve salih ameller, işlendikleri vakitlere
göre mesela Ramazan ayı, ibadetlerin ve salih amellerin sevabının katlanması açısından diğer aylardan
daha faziletli olduğu gibi, Sultanımız Cananımız
Efendi Hazretlerimiz ile birlikte yapılan umre de daha
feyizli, bereketli oldu.
Kısaca şu kadarını söyleyelim ki: Bu umre, bir
Müslümanın hayatında büyük bir dönüm noktası teşkil eden, ruh ve şahsiyetinde önemli değişim ve gelişmeler meydana getiren ve dünya hayatında
yaşayabileceği en saadetli, en hoş, en lezzetli bir hâdise olmuştur.
Sultanımız Cananımız Efendi Hazretlerimizin,
Arafat’ta ihvanlarla buluşması, Medine-i Münevvere'de de namaz vakitlerinde ihvanlar arasında bulunması, ihvanların O'nu görebilmesi mutlulukların daha
da artmasına sebep olmuştur.
Rabbim tekrarını nasip ve müyesser eylesin.
Amin. Bu duygu ve düşünceler ışığında bu umreye
katılan kardeşlerimizin umrelerinin makbul olmasını
diliyor, yapacakları ibadet ve dualarının kabulünü
ALLAH Teâlâ’dan niyaz ediyoruz.
Bu vesile ile kısa da olsa umre hakkında bilgi
vermek istiyorum:
Umrenin Tarifi
Lügatta; ziyaret etmek, uzun ömürlü olmak, evi
mamur etmek, bir yerde ikamet etmek, ALLAH Teâlâ’ya kulluk yapmak, korumak ve malı çok olmak manalarına gelen Umre: Belirli bir zamana bağlı
olmaksızın, usûlüne göre ihramlandıktan; Mekke-i Mükerreme’de bulunan Kâbe-i muazzamayı tavaf ve
Safa-Merve arasında sa’y yaptıktan sonra tıraş olup
ihramdan çıkılarak yapılan sünnet-i müekkede olan
bir ibadettir. Bunu yapan zata “Mutemir” denir.
Umrenin hac ibadetinden farkı: Bir zamanla sınırlı olmaması, Arafat ve Müzdelife vakfesi ile kurban
kesme ve şeytan taşlama görevlerinin bulunmaması-
Mayıs 2011
dır. Umrede veda tavafı da bulunmamaktadır. Bu bakımdan hacca: “Hacc-ı ekber” yani büyük hac, umreye de: “Hacc-ı asgar” yani küçük hac denir.
* Umrenin Hükmü:
Hanefî ve Malikî mezheplerinde: Ömründe bir
defa umre yapmak: Sünnet-i müekkededir, farz değildir. Çünkü:
“Ona bir yol bulabilenlerin, gücü yetenlerin Beyti hac ve ziyaret etmesi ALLAH Teâlâ’nın insanlar üzerinde bir hakkıdır.”1
“Bütün insanlara haccı ilan et ki! Gerek
yaya olarak, gerekse nice uzak yollardan gelen
yorgun argın develer üzerinde sana gelsinler.” 2
Ayet-i kerimelerinde ve Abdullah b. Ömer (R.A.) den
rivayet edilen:
“İslâm beş şey üzerine kurulmuştur:
ALLAH Teâlâ’dan başka hiç bir ilah bulunmadığına ve Muhammed’in ALLAH Teâlâ’nın Resûlü olduğuna şehadet etmek, namaz kılmak,
zekât vermek, hac etmek ve Ramazan orucunu
tutmak.”3 Hadis-i şerifi ile:
“İslam, ALLAH Teâlâ’dan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in ALLAH Teâlâ’nın
41
Resûlü olduğuna şehadet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekatı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirebilirsen Kâ’be’yi
ziyaret etmen, hac yapmandır.”4 Hadis-i şerifinde
“hac” ibadeti İslâm’ın beş temel esası arasında zikredilmiş, umre ise zikredilmemiştir.
Ubeydullah (R.A.) den rivayete göre Resûlullah
(S.A.V.) Efendimiz:
“Hac bir cihâddır. Umre de bir tatavvu’
yâni sünnet, nafile bir ibadettir.”5 buyurmuştur.
Cabir b. (R.A.) den rivayete göre bir sahâbî Resûlullah
(S.A.V.) Efendimize:
- Ya Resûlellah! Umre farz mıdır? diye sormuş,
Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz de:
“Hayır! Umre yapmanız, daha faziletlidir”6
buyurmuştur.
Bütün bunlar gösteriyor ki: Umre farz değildir.
Şafiî ve Hanbelî mezheplerinde ise umre:
Farzdır. Umrenin hükmü hususundaki bu ihtilaf,
konu ile ilgili delillere getirilen farklı yorumlar ile
bu konuda farklı rivayetlerin bulunmasından kaynaklanmaktadır. Meselâ: Şafiî ve Hanbelî fukahasınca umrenin farz olmasına delil kabul edilen:
“Haccı ve umreyi ALLAH Teâlâ için tamamlayın.”7 ayet-i kerimesi, Hanefî ve Malikî fukahasınca: Farz olsun, nafile olsun hac ve umre
ibadetine başlanınca, bu görevin yarım bırakılmayıp tamamlanması gerektiği şeklinde anlaşılmıştır.
42
Mücahid (R.A.)den rivayet edilen hadis-i şerifte
umreye:
“Umre, küçük hactır.”8 denilmesi ise, Hanefî
ve Malikî fukahasınca: Umrenin sevabını beyan içindir, şeklinde yorumlanmıştır.9
İster farz, ister sünnet-i müekkede olduğu kabul
edilsin: Müslüman ömründe en az bir defa mutlaka
umre yapmalıdır.
* Umrenin Zamanı:
Umre; hacdan farklı olarak daha geniş bir
zaman diliminde yapılan bir ibadettir. Umre için belirli bir zaman yoktur. Her zaman yapılabilir. Ancak,
Arefe günü ve ondan sonraki dört günde, yani Arefe
ve Kurban bayram günleri olmak üzere, yılda beş gün
umre yapılması tahrimen mekrûhtur. Çünkü bu günler hac menâsikinin yapıldığı günlerdir.10
Mekke-i Mükerreme ahalisinden hacca niyetlenen kimselerin hac aylarında, bu aylardan önce
Mekke-i Mükerremede ikamet edenler ve mikatta olan
kimselerin umre yapması tahrimen mekrûhtur. Yaparlarsa ceza kurbanı gerekir.
Önemli not: Ramazan bayramından evvel
Mekke-i Mükerreme’ye gelip te hac yapmak üzere kalanlar, Mekke-i mükerremeli sayıldıklarından Ramazan bayramından itibaren umre yapamazlar. Tahrimen
mekruhtur. Yaparlarsa ceza kurbanı gerekir.11
* Ramazan Ayında Umre
İbadetler ve salih ameller, işlendikleri vakitlere
göre birbirlerinden daha faziletli olurlar. Bazı vakitlerde
Mayıs 2011
yapılan bir ibadet veya salih bir amel, diğer vakitlerde
yapılana nazaran daha faziletli olur. Ramazan ayı da,
ibadetlerin ve salih amellerin sevabının katlanması açısından diğer aylardan daha faziletlidir. Ramazan
ayında umre yapılması: Mendubtur, daha faziletlidir.
Abdullah b. Abbas (R.A.)den rivayete göre Resûlullah
(S.A.V.) efendimiz:
“Zira Ramazan ayında yapılan umre, sevap
bakımından benimle yapılan hac yerine
geçer.”12 Buyurmuştur.
Bu hadis-i şeriften öğreniyoruz ki: Rabbimizin
bir lütfu ve nimeti olarak umre, Ramazan ayında olmasıyla hâsıl olan sevâb itibâriyle Hac derecesine
ulaşmaktadır. Amelin sevabı, ona zamanın şerefi de
ilave edilince ziyadeleşmekte ve artmaktadır. Tıpkı
huzur-u kalb ve hulus-i niyetle de arttığı gibi.
* Çokça Umre Yapmak
İmkân dahilinde çokca umre yapmak müstehaptır. Çünkü Ebû Hureyre (R.A.)den rivayete göre
Resûlullah (S.A.V.) efendimiz:
“Bir umre, kendisiyle öbür umre arasında
işlenmiş küçük günahlar için kefarettir.”13buyurmuşlardır.
Hadis-i şerifte geçen “Bir umre, kendisiyle
öbür umre arasında” ifadesi ile: “Bir umre diğer
bir umre ile birlikte...” şeklinde anlaşılmıştır. Yani
mâna: “Bir umreden sonra bir umre daha yapılırsa, bu ikisi arasında işlenmiş olan günahlara
kefaret olur.” diye anlaşılmıştır. Böylece, müteakip
bir umre daha yapılmasının gereği daha iyi anlaşılır.
Bir yıl içinde umrenin tekrarlanması caizdir. Abdullah
b. Ömer (R.A.), İbn-i Zübeyr zamanında, her sene iki
defa olmak üzere senelerce umre yapmıştır. Hz.Aişe
(R.Anha) validemiz de, bir sene içerisinde üç umre
yapmıştır.14
İmkan sahibi olanların farz hacdan sonra nafile
hac veya umre yapması da lazımdır. Çünkü Ebu
Said el-Hudrî (R.A.)den rivayete göre Resûlullah
(S.A.V) efendimiz, ALLAH Teâlâ’nın şöyle buyurduğunu bildirdi:
“Şüphesiz, bedenine sıhhat ve afiyet verdiğim, geçimini de geniş kıldığım bir kul, beş
yıl geçer de bana gelmezse elbette hayır ve bereketten mahrumdur.”15
Mayıs 2011
Bütün bu izahlardan sonra oldu bitti şu soruyu
ve şu soruyu soranları anlamak mümkün değildir:
- Niçin tekrar tekrar hacca veya umreye gidiyorsunuz? O parayı falan yere verseniz daha iyi
olmaz mı?
Tad alma duygusunu yitirmiş birisine balın lezzetini nasıl anlatabilirsiniz? Görme duygusunu yitirmiş birine Cennet gibi bir yeri nasıl târif
edebilirsiniz? Kulağı duymayan birisine insanı mest
eden ulvî sadâyı nasıl hissettirebilirsiniz? Aküsü biten
bir araba çalışabilir mi? Kirli elbiseyi ve vücudu yıkama ihtiyacı duymaz mısınız?
Hacca ve umreye tekrar tekrar gidişi tenkit
edenlere şunu söylemek isterim. Deniz kenarında
veya başka bir yerde tatilin maliyetini hesaplayın,
bir de umrenin. Umrenin maliyetinin çok daha
düşük olduğunu görürsünüz.
Bir de umreye gidişlerde lüks otellerde konaklayıp, “lüks târifeye” dahil olmak yerine, o tarzda
bir kişinin harcayacağı parayla aile fertlerinden veya
çalışanlardan bir-iki kişinin daha umreye götürülmesi tercih edilmelidir. Tâ ki onlar da o mânevî güzellikleri görsünler, o mübarek beldenin kokusunu
duysunlar, oradaki nurânî haletten istifade etsinler,
feyz alsınlar...
43
“Bu Beytullah, İslâmın ana sütunlarından bir sütundur. Kim
hac veya umre yapmak için girişimde bulunup yola çıkarsa,
ALLAH Teâlâ’nın garantisi altına girmiş olur. Eğer yolda
ölürse ALLAH Teâlâ onu Cennetine koyar.
* Umrenin Fazileti
Gücü yetenlerin yapacakları bu umre ibadetinin
fazileti gerçekten büyüktür. Müslümanın dünya ve ahiret hayatı bakımından büyük bir dönüm noktası olan
umre, samimi ve ihlaslı bir şekilde yerine getirilirse,
kendisinden önceki günahları yok edip Müslümanı günahlarından arındırır, kalpteki pasları giderir. Çünkü
umre boyunca devamlı maddi ve manevi kirlerden temizlik yapılır. Bedenî kirlerden tam bir temizlik yapıldığı gibi, günah kirlerinden de bütünüyle bir temizliğe
girişilir. Umrenin günahların affına vesile olacağını Ebû
Hureyre (R.A.)den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.)
Efendimiz:
“Bir umre, kendisiyle öbür umre arasında
işlenmiş günahlar için kefarettir.”16buyurarak
haber vermektedir.
Bu hadis-i şerif, umrenin ne derece faziletli bir
ibadet olduğunu anlatmaya yeter.
Umre, umre yapan kimsenin ALLAH Teâlâ katındaki değerini, derecesini yükseltir, cenneti kazanmasına vesile olur ve onu ahlâken olgunlaştırır. Çünkü
umre yapanlar, “Duyûfur-Rahmân” yani “Rahman’ın misafirleri”dir. Evet, gerçekten de umre yapanlar ALLAH Teâlâ’nın birkaç günlük veya haftalık
en kıymetli misafirleridir. Hiç şüphesiz bundan daha
şerefli bir misafirlik olur mu? Böyle bir misafirliğe
kabul edilmek, büyük bir nasiptir. Umre yapanlar, bu
misafirliğe kabul edilmekle büyük bir nimete kavuşmuş bulunuyorlar. Dolayısıyla umreci, bu kıymetli zamanını, önce kendisinin bir misafir olduğunu, hem de
Rabbisine misafir olduğunun bilinci içerisinde geçirmelidir. Ayrıca gerek hâne sahibine karşı, gerekse
O’nun diğer misafirlerine karşı saygı ve hürmette
44
kusur etmemelidir. ALLAH Teâlâ, misafirlerinin içtenlikle yapacakları duaları asla geri çevirmez. Ebû Hureyre (R.A.)den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.)
Efendimiz:
“Hacılar ve umre yapanlar, Müslümanların
ALLAH Teâlâ’ya gönderilmiş temsilcileri,
ALLAH Teâlâ’nın misafirleri, ALLAH Teâlâ’nın
evinin ziyaretçileridir. Kendisine dua ederlerse,
dualarını kabul eder, O’ndan afv ü mağfiret, bağışlanma dilerlerse, onları bağışlar, affeder.”17
buyurmuşlardır.
Görüldüğü üzere umrede yapılan dualar ve tevbeler kabul görür. Böylece bu ibadeti îfa edenler, işlemiş oldukları hata ve günahlarından arınarak hayata
yeni bir canlılık ve şuurla dönerler.
Umre: “Hacc-ı asgar” yani küçük hac’dır.
Çünkü Amr b. Hazm (R.A.)den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) efendimiz:
“Umre, küçük hacdır.”18buyurmuştur. Yani
hacdaki bereketler, semerler ve faziletler sayı bakımından az olmakla birlikte aynısı umrede de vardır.
Makbul umre, en faziletli amellerdendir. Çünkü
Ebû Kılabe (R.A.)den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.)
efendimiz:
"En faziletli amellerdendir… Mebrur yani
makbul umre.”19Buyurmuşlardır.
Mebrur yani makbul umre: ALLAH Teâlâ’nın rızasına uygun bir şekilde eksiksiz olarak yapılan, kendisine hiçbir günah karışmayan, ALLAH Teâlâ katında
Mayıs 2011
makbûl, kabul olunmuş umre anlamına gelir. Mebrûr
umre, zihnen, kalben, fikren yanlış duygu, düşünce ve
günahlardan arınma, temizlenme ve kurtulmayı ifade
eder. Gerçekten umreye giden pek çok insan, günahlarına tövbe edip kötülüklerini terk etmek suretiyle dinî
ve ahlâkî hayatında bir dönüşüm geçirmektedir. Umre
yapmış kişinin; umreden sonraki hâlinin, hayatının:
Umreden önceki hâlinden, hayatından daha güzel olması, yaptığı umrenin mebrûr olduğunun alâmeti
kabul edilmektedir.
Hac ve umrenin cihada benzetilmesi, bu iki
amelde mevcut meşak-kat ve zahmetler sebebiyledir.
Cihad da meşakkat ve zahmet yönü ağır basan bir
ibadettir. İnsan nefsi, her üç amelle de aynı terbiyeleri
alabilecektir. Bu sebeple, sevap yönüyle bunların aralarında benzerlik, yakınlık ve hattâ şartlara göre ayniyet olduğu Resûl-i Ekrem (S.A.V.) Efendimiz
tarafından bildirilmektedir. Öyleyse cihada muktedir olamayan, söz gelimi çocuk, kadın veya yaşlı birisi hac
veya umreyi yaparak aynı sevabı kazanabilecektir.
Umreye giden kimse, duası istenecek kişidir.
Hz.Ömer (R.A.) demiştir ki:
Hz. Aişe (R.Anhâ) validemiz, Hz. Peygamber
(S.A.V.) efendimize şöyle sorar:
- Resûlullah (S.A.V.) efendimizden umre yapmak için izin istedim. Bana izin verdi ve:
- Ya Resûlellah! Kadınlara da cihad var mı? Resûlullah (S.A.V.) efendimiz şöyle buyurur:
“Kardeşciğim! Bizi de duadan unutma!
Kardeşciğim! Duana bizi de ortak et.” buyurdu.
Bana öyle bir söz söylemiş oldu ki, onun yerine tüm
dünyaya sahip olmam beni o kadar sevindirmezdi.20
“Evet! Kadınlara, içinde vurma-öldürme
olmayan bir cihâd var: Hac ve umre...”22
Umre, normalde gaza yoluyla yapılan cihada
katılamayan yaşlılar, küçükler, güçsüzler ve kadınların
cihadı olarak nitelendirilmiştir. Ebû Hureyre (R.A.)den
rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) efendimiz:
“Büyüğün, küçüğün, zayıfın, kadının cihadı Hac ve umredir.”21Buyurmuştur.
Hadîs-i şerifte, hac ve umrenin cihad olarak tavsifi, hac ve umrede karşılaşılan meşakkatler sebebiyle
bir nevi nefis mücadelesi yapılmasındandır. Nitekim
hadîs-i şeriflerde nefisle yapılan mücadele de:
“cihad” ve hatta “efdal” ve “ekber” yani “en faziletli”, “en büyük cihad” olarak ifade edilmiştir.
Hac ve umreye “cihad” denirken muhatabın
kadın olması da mühim bir husustur. Sözleri değerlendirirken muhatap unsurunu da nazar-ı dikkate
almak gerekir.
Umre yolunda ölmenin büyük fazileti vardır.
Cabir b. Abdullah (R.A.)den rivayete göre Resûlullah
(S.A.V.) Efendimiz:
“Bu Beytullah, İslâmın ana sütunlarından
bir sütundur. Kim hac veya umre yapmak için
girişimde bulunup yola çıkarsa, ALLAH Teâlâ’nın garantisi altına girmiş olur. Eğer yolda
ölürse ALLAH Teâlâ onu Cennetine koyar. Eğer
hac veya umresini yapıp ALLAH Teâlâ onu sağlıcakla ailesine döndürürse, pek büyük sevap
ve ganimetle döndürür.”23buyurdu.
Ebu Hureyre (R.A.)den rivayete göre Resûlullah
(S.A.V.) Efendimiz:
“… Kim umre yapmak için yola çıkar da
yolda vefat ederse, ona kıyamete kadar umre
yapan kimsenin sevabı yazılır…”24buyurdu.
Mayıs 2011
45
Çünkü umre, turistik bir gezi olmayıp bir ibadettir. Her ibadet gibi umrenin de ALLAH Teâlâ katında makbûl, kabul olunmuş ve daha sevaplı bir
umre olması için, usûlüne uygun olarak Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin yaptığı ve öğrettiği şekilde,
eksiksiz yapılması gerekir. Bu sebeble her bir ibadetin
kendisine mahsus hükümleri, hikmetleri olduğu gibi,
umrenin de kendisine mahsus farz, vacib, sünnet,
mekruh, müfsid v.b. hükümleri ve bir takım hikmetleri
vardır. Bu hükümlere riayet edilmediği takdirde o
umre, umre olmaktan çıkar, kudsiyet ve faziletini kaybeder. Ayrıca bunların bilinerek yapılması umreyi
daha da anlamlı kılar.
Hz. Aişe (R.Anhâ) validemizden rivayete göre
Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimiz:
“Kim hac veya umre yapmak üzere yola
çıkıp yolda ölürse, kıyamet günü sorgulanmayacak ve hesaba çekilmeyecektir. Ona: Cennete
gir! denilecektir.”25buyurdu.
Artık önemli olan: Böylesine faziletli bir ibadeti,
gereği gibi yerine getirerek onun faziletinden yararlanmaktır.
Muhterem okuyucu,
Umre, bilgi ve rehberliğe dayalı bir ibadettir. Bu
sebeple umreye gidecek olan bir Müslümana, umreye
ait gerekli bilgileri öğrenmesi de lazımdır. Kişisel açıdan bir manevî gelişim yolculuğu olarak nitelendirilebilecek bu kutsal seyahatin amacına uygun bir şekilde
gerçekleşebilmesi için, bilinçli bir şekilde yerine getirilmesi gerekir. Birtakım sıkıntıları ve maddî külfeti
göze alarak karar verilen bu kutlu yolculuğa niçin çıkılır? Bu yolculuk kişiye neler kazandırır veya kazandırmalıdır? Bu kutsal yolculuğun amacına uygun
olarak gerçekleşebilmesi için nasıl hareket edilmelidir?
Umre ibadeti nedir ve nasıl yapılır? Bu ibadetteki fiil ve
davranışların anlamı nedir?
46
Fakat ne yazık ki, umreye giden Müslümanlar,
genellikle umre süresince yapılan farz, vâcip, sünnet
veya müfsid niteliğinde umrenin her bir fiiliyle ilgili birçok hükümlere oldukça yabancı kalmakta, bu önemli
ibadeti yerine getirme fırsatını bulduklarında da pek
çoğu, bu hükümleri bilmedikleri gibi, kısa bir sürede
bunları kâfi derecede öğrenme imkânını da bulamamaktadırlar. Bu sebeble hem yolculuk safhasında birçok sıkıntıya maruz kalmakta, hem de bilemediği için
umre ibadetini ya eksik ifa etmiş veya umrenin sahih
olmasına mani olacak bazı hatalarda bulunmuştur.
Belki de, hac ve umrede vaki bu eksikliklerden ve hatalardan dolayı ALLAH Teâlâ, hac ve umreyi emrederken:
“Hac ve umreyi ALLAH Teâlâ için tamam
yapınız…”26buyurmuştur. Başka bir ibadeti emrederken, hiç böyle yani: "Tamam yapınız." Buyurmamıştır.
Bu sebeple bazı zorluklara katlanarak umreye
giden bir Müslüma-nın, umresini noksansız eda edip
“makbul bir umre” yapabilmesi ve ALLAH Teâlâ katında en yüksek ecri kazanabilmesi için bu kutsal
ibadetin nasıl yapılacağını, umre esnasında nelere
dikkat etmesi gerektiğini, hangi fiil ve davranışların
suç sayıldığını, kısaca erkânından adabına kadar, bu
ibadetle ilgili hükümleri, kendisine yetecek kadar iyi
bir şekilde öğrenmesi gerekir. Farzlarını, vaciplerini,
sünnetlerini ve pratiğini bilmeden, tamamen amiyane ve kulaktan dolma bilgilerle, uydum kalabalığa
şeklinde “makbul bir umre” yapmak mümkün değildir. Ayrıca başkalarından doğru bilgi alınsa da,
umreye gidecek kimsenin bizzat okuyup, öğrenip
bilgi sahibi olması kalbini tatmin etme bakımından
çok daha faydalıdır. Bu nedenle aslında umreye gidecek kimselerin, umreye gitmeden evvel en az üç
Mayıs 2011
ay, bilgili ve tecrübeli hocaefendiler tarafından sıkı
bir eğitim ve öğretimden geçirilmeleri çok faydalı
ve isabetli olur.
Bir Müslümanın hayatı boyunca namaz ve
oruç bu kadar tekerrür etmesi ve bu hususlarda
bunca malumat verilmesine rağmen yine de bu
emirlerin ifasında bazı noksanlıklarla karşılaşmaktayız. Umrenin ise, genellikle ömürde bir kaç
defa olması, muhit yabancılığı ve lisan farklılığı
gibi diğer ibadetlerden ayrı bir özelliği vardır.
Umre adayı, şimdiye kadar hiç görmediği, gitmediği bir ülkeye, hiç bilmediği, tanımadığı insanlar arasına gitmektedir. Bir de farklı iklim
şartları… Bütün bunlar, esasen hakkıyla ifası
büyük bir dikkat ve eğitim isteyen umrenin zorluğunu bir kat daha artırmakta, tek başına hakkıyla ifasını adeta güçleştirmektedir. Ayrıca
umrenin ifası sırasında yapılabilecek bir hata
veya yanılgı, umre adaylarının maddî ve manevî
açıdan mağdur olmalarına sebep olmaktadır.
Hatta her türlü külfet ve maddî fedakârlığa katlanarak bu yolculuğu tamamlayan ve yurduna
dönen bir kimse, bazen makbul bir umre yapmadan da dönebilmektedir. Çünkü bilemediği
için umresini ya eksik, ya da hatalı yapmıştır. Kısacası umre, bilgi ve rehberliğe dayalı, devamlı
dikkat, takip ve kontrol isteyen bir ibadettir.
Mayıs 2011
Cenab-ı Hakka sonsuz şükürler olsun ki, görevli olarak birçok kere hacca, umreye gitmek nasip
oldu. Bu vesile ile umreye gelen kardeşlerimizin karşılaştıkları ve çektikleri sıkıntıları, yaptıkları hataları
yakînen müşahede ettik. Nafile sa’y yapanları, sünneti işleyeceğim derken haram işleyenleri ve farzı,
vacibi terk edip bid’atleri farz telakki edenleri çok
gördük.
İşte bu durum; umreye giden bir müslümanın,
umresini noksansız eda edebilmesi, makbul bir umre
yapabilmesi ve ALLAH Teâlâ katında en yüksek ecri
kazanabilmesi için, umreye niyet ettiği andan itibaren memleketinden çıkıp tekrar evine dönünceye
kadar bu kutsal ibadetin nasıl yapılacağını, umre esnasında nelere dikkat etmesi gerektiğini, hangi fiil ve
davranışların suç sayıldığını, kısaca erkânından adabına kadar, bu ibadetle ilgili hükümleri, kendisine
yetecek kadar, kolayca, iyi bir şekilde öğrenmesi gerekir. Farzlarını, vaciplerini, sünnetlerini ve teorisini
ve pratiğini bilmeden makbul bir umre yapmak
mümkün değildir. Bu sebeple ALLAH Teâlâ’nın misafirleri ve davetlileri olarak kabul edilen insanlarımıza, Kur’an-ı Kerim ve sünnet ışığında, bid’at ve
hurafelerden uzak, doğru bilgi ekseninde yardımcı
olmak ve rehberlik etmek büyük önem arz etmektedir. Bu durum, memleketten çıkıldığı andan itibaren
uygulamaya yönelik olarak nerede ne yapılacağını
47
ayrıntılara girmeden adım adım anlatan pratik bir
Umre Rehberine ihtiyacı ortaya çıkarmıştır.
İşte, söz konusu ihtiyacı karşılamak ve makbul
bir umre yapmak isteyenlere, rehber olması maksadıyla maksadıyla "Ya Rabbi! Ben Senin Rızan İçin
Umre Yapmak İstiyorum" isimli bir kitap hazırladık. Bu
kitapta sadece UMRE ile alakalı konulara yer verilmiştir. İstifadesi kolay olsun diye, umre ile ilgili olmayan hususlara temas edilmemiştir. Çünkü yaygın olan
Hac-umre rehberlerinde, genellikle hac-umre ve diğer
konular iç-içe işlendiğinden, bilhassa umreye ilk defa gidenlerin pek istifade edemedikleri görülmektedir. Bu sebeble istifade edilmesi daha kolay ve pratik olsun diye:
1- “Hac” ile ilgili bütün bilgi ve uygulamalar
için: Ya Rabbi! Ben Senin rızan için HAC yapmak istiyorum” isimli eserimizi,
2- “Hac veya umrede yapılabilecek dua”
ile ilgili bütün bilgi ve uygulamalar için: “Ya
Rabbi! Ben Senin rızan için DUA yapmak istiyorum” isimli eserimizi,
3- “Mekke-i Mükerreme” ve “Medine-i
Münevvere”de ziyareti mümkün olan yerler ve
tarih bakımından bilinen, fakat günümüzde
maalesef izleri bile mevcut olmayan yerler ve bilinmesinde fayda bulunan bazı konular hakkında: “Ya Rabbi! Ben Senin rızan için
ZİYARET yapmak istiyorum” isimli eserimizi
önemle tavsiye ederiz. Tereke Yayınevi, Tel:
0216 316 21 72 - 0532 610 33 49
48
Mebrûr bir hac, makbûl bir umre ve müstecab
dualar için adı geçen bu eserleri mutlaka almanızı, dikkatlice okumanızı, ondan sonra hacca veya umreye
gitmenizi, giderken de bu eserleri yanınızda bulundurmanızı önemle tavsiye ederiz. Bir sorunuz olursa,
çekinmeden her zaman arayabilirsiniz: “0532 273 38
96” Meşgul olmam sebebiyle cevap verilemezse,
mesaj bırakabilirsiniz.
Kitap, tamamen fıkıh kaynakları esas alınarak,
umre konusunda yazılmış, ulaşabildiğimiz eski-yeni
bütün eserler gözden geçirilerek ve sadece nazarî bilgilere göre değil, elhamdülillah yapmış olduğumuz hac
ve umrelerde yaşadığımız tecrübe ve müşahedelere
dayanarak umre adayının karşılaşabileceği her türlü
soru ve müşküllerini karşılayacak bir şekilde hazırlanmıştır. Konular işlenirken fıkhî görüşe dayanak teşkil
eden bir kısım delillere imkân dahilinde yer verilmiş,
çoğu kez âyet-i kerime ve hadîs-i şeriflerin metinleri
yazılmıştır. Dipnotta istifade edilen kaynaklar verilmiştir.
Kitapta Hanefî mezhebi esas alınmıştır. Bazen
diğer hak mezheplerin farklı görüşleri de zikredilmiştir. Hadîs-i şerif ve fıkıh kitaplarımızda umrenin
yapılışı ile ilgili bilgiler, tamamen umre ile ilgili âyeti kerime ve Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimizin umre
konusundaki hadîs-i şeriflerine ve uygulamasına dayanmaktadır. Mezhepler arasındaki farklı görüşlerin
bulunması, konu ile ilgili âyet-i kerime ve hadîs-i şeriflere farklı yorumlar getirilmesinden ve bazen de
Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimizden aynı konuda
aktarılan değişik rivayetlerin bulunmasından kaynaklanmaktadır.
Mayıs 2011
Mezhepler arasındaki farklı görüşler, zaruri hallerde Mü’minler için bir kolaylık sağlamaktadır. Bu
itibarla keyfi değil, zaruret halinde diğer hak bir mezhep ile amel edilebilir.
Muhterem umre adayları!
Maddi-manevi birçok zorlukları yenerek müekked sünnet olan umreyi eda edeceksiniz. Unutmamak
gerekir ki, umre çok önemli bir imtihandır. Bu imtihanda ancak kendisini maddî ve manevî açıdan iyi
hazırlayan umre adayı başarılı olabilir. İşte elinizdeki
kitapta, umreye gidecek bir Müslümana sadece bu
ibadetin ifâsıyle ilgili farz, vâcip veya sünnet niteliğindeki umrenin her bir fiiliyle ilgili hükümler, gerekli bilgiler ve bu ibadetin nasıl yapılacağı ayrıntıya
girilmeden, nerede ne yapılacaksa basit bir anlatım ile
yeterince adım adım açıklanmıştır. Umrenin şeklî birtakım davranışlardan ibaret kalmaması için, anlam
olarak umre fiil ve davranışlarının açıklanması büyük
önem taşımaktadır. Bu bakımdan kitapta umre fiil ve
davranışlarının hikmeti de izah edilmeye çalışılmıştır.
Kitab, dikkatlice okunduğunda, herkes tarafından anlaşılabilecek şekilde, basit bir üslûbla yazılmaya çalışılmıştır. Kitap, bir kaç defa okunup mütalâa edilirse,
kendisinden daha çok istifade edilecektir. Hele hele
henüz yola çıkmadan bu kitabı bir kaç defa okumanız, önceden bilgi sahibi olmanız sizin için çok faydalı
olur. İnanıyorum ki, size büyük kolaylık sağlayacaktır.
Umre yolculuğu bir Müslümanın manevî dünyası açısından belki de hayatındaki en önemli olaydır. Muhtemelen ömrü boyunca bir defa gerçekleştirebileceği
bu kutsal yolculuğu Rabbimiz, hayırla ve “makbul
bir umre”ile tamamlamayı, o kutsal toprakların manevî ikliminden en iyi şekilde istifade etmeyi ve umre
dönüşü de umreyi yapmış olmanın anlam ve önemine
uygun bir hayat sürmeyi nasip etsin. Amin. Bu duygu
ve düşünceler ışığında umreye gidecek kardeşlerimize
“makbul umre” diliyor, yapacakları ibadet ve dualarının kabulünü ALLAH Teâlâ’dan niyaz ediyoruz.
“ALLAHümme salli alâ seyyidinâ Muhammedin
ve alâ âli seyyidinâ Muhammed. Salâten tüncinâ bihâ
min cemiil-ehvâli vel-âfât. Ve takzî lenâ bihâ cemîalhâcât. Ve tütahhirunâ bihâ min cemiis-seyyiât. Ve terfeunâ bihâ indeke e’led-deracât. Ve tübelliğunâ bihâ
aksal-ğâyât. Min cemîil-hayrâti fil-hayâti ve be’delmemât. Bi rahmetike yâ erhamer-rahimîn. HasbünALLAHü ve ni’mel-vekil. Ni’mel-mevlâ ve
ni’men-nasir. Gufraneke Rabbenâ ve ileykel-masîr.”
....................................................
1)Âl-i İmrân sûresi:97
2)Hac sûresi:27
3)Buhari, İman:1, No:8, 1/12; Müslim, İman:19-22; Tirmizi, İman:3, Nesei, İman:13
4)Müslim, İmân:1, No:8 1/36; Buhârî, İman:37
5)İbn-i Mace, Hac:44, No:2989; 2995; Beyhakî, Es-Sünenü'l-Kübra; Hac: No:8831;
6)Tirmizi, Hac:88; No:931; 3/270; A.b.Hanbel; No:13988; 3/316
7)Bakara sûresi:196
8)İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, 3/225, 4/305, No:13665,
9)Kâsânî, 2/226; Mergînânî, 1/182-183.
10)Zeyleî, Nasbu'r-Raye; 3/147, Beyhakî, Es-Sünenü'l- Kübra; Hac: No:8822; 6/477
11)İbn-i Abidin, 2/270
12)Buhârî, Umre:4, No:1690, 2/631; Müslim, Hac:222; Neseî, Sıyâm:6, 4/130
13)Buhari, Umre:2, No:1683, 2/629; Müslim, Hac:437, No:1349, 2/983; Nesei, Hac:5,
No:2629, 5/115; Tirmizî, Hac:90, No:933; İbn-i Mâce, Menâsik:3, No:2887;
14)Fıkhüs-sünne, 1/539
15)İbn-i Hıbban; Hac: No:3703; 9/16, Beyhekî, Es-Sünenü'l-Kübra; Hac; No: 10529;
8/84 Abdürrezzak, Musannef, No: 8826, 5/13
16)Buhari, Umre:2, No:1683, 2/629; Müslim, Hac:437, No:1349, 2/983; Nesei, Hac:5,
No:2629, 5/115; Tirmizî, Hac:90, No:933; İbn-i Mâce, Menâsik:3, No:2887
17)İbn-i Mâce, Menasik:5, No:2892, 2/966; Nesâî, Hac:4
18)Hakim, Müstedrek, 1/552, No:1447
19)Beyhekî, Şuabül-İman, No:22, 1/56
20)Ebu Davud, Vitr:23, No:1498, 1/470; Tirmizi, Deavat:110, İbn-i Mace, Menasik:5
21)Nesâî, Hac:4, No:2626, 5/114; İbn-i Mâce, Menâsik:8, No:2902
22)İbn-i Mace, Menasik:8, No:2901, 2/968
23)Taberânî, el-Mu’cemül-Evsat: No:9029, 10/15
24)Taberânî, el-Mu’cemül-Evsat, No:5317, 6/155
25)Taberânî, el-Mu’cemül-Evsat, No:5384, 6/185
26)Bakara sûresi:196
Mayıs 2011
49
ÀÍYjºA ějºA A ÀnI
“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”
Ahmed Amiş Efendi
Hazretleri
AHMET HALİLOĞLU
Rumeli’de karışıklığın zirveye çıktığı
dönemde irşad ve vaazları ile insanları
ıslah yoluna gider. Ziyaretleri o dönemin imkânları ile geniş bir çevreye uzanır. Seyahatleri Rumeli’de buram
buram Osmanlı kokan Üsküp’e kadar
uzanır.
50
“Le tuftehannel Konstantiniyye” müjdesi
öteden beri Müslümanların, dikkatlerini İstanbul’a çevirmesine neden olmuştur. İstanbul’u Dersaadet
yapan semt Fatih’tir. Fatih semtinin manevi havasını
ise Hazreti Fatih’in inşa ettirdiği cami-i şerif belirler.
Cami-i Şerifin avlusunda Osmanlı Sultanlarının en
kudsisi Hazreti Fatih; kendi inşa ettirdiği türbede sırlanmıştır. Devlet-i Aliyye zamanında en mübarek vazifelerden birisi de bu kudsi merkezin türbedarlığını
deruhte etmektir. Bu ay sizlere Hazreti Fatih’in türbedarlarından Ahmed Amiş Efendi Hazretlerini arz edeceğiz.
Türbedar Efendi veya Türbedar Ahmed Efendi
isimleri ile maruf Ahmed Amiş Efendi Hazretleri 1807
yılında (Hicri 1222)’de Niğbolu livasında Tırnova’da
dünyaya gelir. Bu yıllar Rumeli’nin içten içe kaynamaya başladığı; Rusların Rumlar başta olmak üzere
Bulgarlar ve Sırpları kışkırttığı devredir. Ahmed Efendi
Hazretleri ilk eğitimini memleketinde almaya başlar ve
yine medrese eğitimine memleketinde başlar. İlk gençlik dönemlerinden itibaren vuslat ve hicran yarası kal-
bini yakmaya başlar. Kendisini dosta götürecek, vuslata erdirecek ulvi âlemlerden kutsi bir muştuya erdirecek bir mürşit aramaya başlar. Bu amaçla Sadık
Efendi’nin önüne diz çöker. Ama o dönemin mürşitleri
herkesi derviş tutmazlar, her geleni almazlar. İstidadına bakarlar; dahası nasibine nazar ederler. Nasibi
varsa kabul ederler. Yoksa geri çevirirler. Sadık Efendi;
Türbedar Ahmed Efendinin gönl-ü pâkine nazar eder
ve beklemesini söyler. Türbedar Efendi; bunun üzerine kitaplara yönelir. Kalbindeki aşk yarasını ilim
meclislerinde sarmaya çalışır. Ama bu aşk ilm-i batın
aşkıdır; ilm-i ledün muhabbetidir; zahiri ilimle sarılmaz
ki... Koca Bursa Kadısı Aziz Mahmut Hüdayi’yi makamından eden aşk-ı ilahi kitaplar ile tedavi edilecek
yara değildir. Fakat başka çare de yoktur. Maneviyat
erleri bekle dediyse; çaresiz beklenecektir.
Bekleyiş; acısıyla sancısıyla altı sene sürer. Yirmi
yaşına geldiği zaman; beklediği zat ayağına gelir. Halvetiyye’nin Şabaniyye kolundan Kuşadaviyye/İbrahimiyye şubesini kuran Kuşadalı İbrahim Halveti Efendi;
halifelerinden Ömer el- Halveti Hazretlerini Tırnova’ya postnişin olarak gönderir. Sâdâtımızın buyurduğu gibi hakiki derviş; mürşidini kendine çeker.
Hazreti Şemsi; Molla Hünkar’ın Konya’ya çektiği gibi
Türbedar Efendi de; Ömer Efendi’yi Tırnova’ya getirir. Dost dosta kavuşmuş; intisap gerçekleşmiştir. Artık
nurlu meclislerde devran edilecek, sırlı kalpler ile seyran alemlerine yelken açılacaktır. Hicran acısı yerini
vuslat muştularına bırakacaktır. Genç derviş; bir yan-
dan kalp âleminin nurlu ufuklarında seyran ederken;
diğer yandan ilim icazetini alır ve sıbyan mektebinde
küçük çocuklara muallimlik yapmaya başlar.
Fenâ ve bekâ makamlarını kısa sürede kat eden
Türbedar Efendi; veraul vera’da; ötelerin ötesinde
kendini bildi bileli hasretini çektiği Dostunun vuslatına
erer. Bu kavuşma irşad müsadesini ve Halveti – Şabani icazetini beraberinde getirir. Artık O; ucu Kainatın Sultanı, Efendiler Efendisi Peygamber-i Zişan
Efendimize ulaşan altın silsilenin kutlu bir halkasıdır.
1845 ‘de Büyük Şeyhi Kuşadalı İbrahim Halveti’nin
terk-i dünya etmesinden sonra İstanbul’a gelir ve Kuşadalı merhumun serhalifesi Muhammed Tevfik Bosnevi’ye teberrüken intisap eder. Bosnevi Tevfik
Efendi’nin; İstanbul Zeyrek’teki Çinili Hamamı işletmesini örnek alarak kendisi de Tırnova’da hamam kiralar
ve maişetini kendi elinin emeği ile geçimini temin eder.
Bu devre; dört asırdır huzur ve sükunetin merkezi olan Rumeli’nin Rusların kışkırtması ve Fransız İhtilalinin yaydığı fikirler ile patlamaya hazır saatli
bombaya dönüştüğü dönemlerdir. 1853 yılında Ruslar savaş notası bile vermeye gerek görmeden Eflak
ve Boğdan’ı işgal ederler ve Tuna Vilayetine doğru
ilerlemeye başlarlar. Bunun üzerine Devlet-i Aliyye;
Ruslara (Moskofa) harb ilan eder. Şaşılacak bir şeydir
ama İngiltere, Fransa, Avusturya gibi Hıristiyan Batılı
devletler ilk kez Devlet-i Aliyye’nin yanında yer alır.
Biliyorum garip geldi; Osmanlı’yı sevdikleri için bizim
yanımızda yer almadılar elbette; Batılılar Rusya’nın
büyümesini istemedikleri için bizi desteklediler.
1854’te savaşta yeni bir döneme girilir ve Kırım’da cephe açılmasına karar verilir. Kırım Devlet-i
Aliyye’den koparılan ve halkının tamamına yakınının
müslüman Türk olduğu ilk bölgedir ve nerdeyse bin
yıldır müslüman Türk yurdudur. Ama 1792’te Ruslar;
bir oldubitti ile işgal etmişlerdir ve elli senedir Müslüman Türkler; Moskof zulmü altındadır. Kırım’da
cephe açılınca Türbedar Efendi duramaz Tırnova’da;
tabur imamı olarak koşar cepheye... Kah ön sıralarda
vaazlarıyla askeri cesaretlendirir kah yaralıları sırtında
taşır. Tasavvufu pasiflikle suçlayanların kulakları çınlasın. Kırım’da yaşanan fecaate şahit olur. Sonraları
bu durumu ; “Siz harbin fecâatini bilmezsiniz.
Ben Rus (Kırım) harbinde yaralıları sırtımda taşıdım. Harbin fecâatini yakînen bilirim. Sakın
harbi temenni etmeyin” der.
Kırım Harbinden sonra memleketine dönüp; talipleri irşada devam eden Ahmed Amiş Efendi; Muhammed Tevfik Bosnevi’nin 1866 yılında terk-i dünya
Mayıs 2011
51
etmesi üzerine İstanbul’a tekrar gelir. Dönemin arif,
alim, abid ve edipleri ile görüştükten sonra tekrar
memleketine geri döner. Rumeli’de karışıklığın zirveye
çıktığı dönemde irşad ve vaazları ile insanları ıslah yoluna gider. Ziyaretleri o dönemin imkânları ile geniş
bir çevreye uzanır. Seyahatleri Rumeli’de buram
buram Osmanlı kokan Üsküp’e kadar uzanır. Üsküp’te
Melamiliğin son dönemdeki piri Seyyid Muhammed
Nurul Arabi Hazretleri ile görüşür ve Melamilik meşrebini nuş eder ve icazet-i mutlaka ile ikinci irşad müsaadesini bir başka kamil-i mükemmilden alır.
Bizim hüzün ve gözyaşı dolu tarihimize 93 Harbi
olarak geçen 1877-1878 Osmanlı – Rus Harbi başladığında Türbedar Efendi; Tırnova’dadır. Rus Ordusu
kısa sürede Tuna Nehrini aşmış, geçtiği her yerde taş
üstünde taş, baş üstünde baş bırakmamaktadır. Teni
güneş görmemiş müslüman kadınlara tecavüz edilmekte, beşikteki bebekler yürümekten aciz kocalar
katledilmektedir. Köstence’den, Hazergrad’dan, Eski
Cuma’dan, Şumnu’dan binlerce müslüman İstanbul’a
doğru göçe başlar. Mithat Paşa’nın Tuna Vilayetindeki
çalışmaları meyvesini vermiş (!) ve Bulgarlar beş asırdır huzur içinde yaşadıkları Osmanlı’ya isyan bayrağını açmışlardır. Rus Ordusunun katliamlarından
kaçan müslüman Pomak ve Türkler yollarda katledilmektedir. Karlı Rodop Dağları yaya olarak aşılmakta,
Ruslar ve Bulgarlar tarafından öldürülmekten kurtulan Müslümanlar ya soğuktan yada açlıktan ölmektedir. Türbedar Efendi de çaresiz hicret yolunu tutar.
İstanbul’a yerleşir. Binlerce muhacirin yollarda ve İstanbul’da perişan hallerine şahit olur.
İstanbul’da irşat faaliyetlerine devam ederken;
Gümüşhanevi Ahmed Ziyaeddin Efendi Hazretleri ile
tanışır. Gümüşhanevi Hazretlerinden Nakşî – Halidi
icazeti de alan Türbedar Efendinin kemalatını üçüncü
bir kâmil-i mükemmil tasdik etmiş olur. Türbedar
Efendi; Halveti Şabani, Melami ve Nakşi Halidi yollarından irşat müsaadesine erişmiş ve üstelik bu yolların her birini ayrı şeyhlerden almış ender zatlardan
birisidir. Günümüzde akşam yatıp sabah kalktıklarında
şeyh olduğunu iddia edenlerin kulakları çınlasın.
1879 senesinde Hazreti Fatih’in türbedarı Niğdeli Bekir Efendi’nin ahirete irtihal etmeleri üzerine
türbedarlık vazifesi Ahmed Amiş Hazretlerine tevdi
edilmiştir. Her gün sabah namazından sonra akşam
beşe kadar türbedarlık vazifesini hakkıyla ifa eden
Ahmed Amiş Hazretleri; akşam üzeri saat beş altı gibi
türbeyi kapatır ve yerini ikinci türbedar olan ve kendi
halifesi Kayserili Mehmet Tevfik Efendi’ye bırakırlar.
52
Osmanlı’nın Rumeli’deki çöküşüne şahitlik eden
Türbedar Efendi; hayatının sonlarına doğru bir kez
daha acıyla yıkılır. Balkan Savaşında Bulgar askerlerinin Edirne’yi de işgal ettiğini, Selimiye Cami’ni topa
tuttuklarını yaşlı kulakları işitir. Bir kez daha Bulgar ordusunun önünden kaçan Rumeli muhacirleri selatin
camilerinin avlularını doldurur. Rumeli’den; her milletten müslüman Pomak’ı, Türk’ü, Arnavut’u, Makedon’u, Ulah’ı katliamdan kaçıp halifenin memleketine
sığınırlar. Ahmed Amiş Efendi hemşerilerine acıma imkanı bulamadan büyük haber patlar Dersaadette ;
Bulgarlar Çatalca önlerindedir; Dersaadet düşmek
üzeredir. Top sesleri İstanbul’dan duyulmaktadır.
Ahmed Amiş Efendi “ Darul Hilafete Bulgarları mı sokacağız” der ve gece vakti seccadesinin üzerinde tazarru kapısının tokmağına sarılır. Öyle bir hal alır ki
gözünden yaşlar sağnak sağnak boşalmakta, sırtından
ter oluk oluk akmaktadır. Sık sık çamaşır değiştirmek
zorunda kalır. Üstünden çıkan çamaşırları sıksanız
suyu çıkacaktır. Yeni çamaşırları giyer ve yine seccadesine döner. Dudakları kıpır kıpır yalvarış halindedir.
Sabaha kadar devam eden tazarru, dua ve niyazlar
dergah-ı ilahide kabule şayan olmuş; naz makamındaki bu velinin duasına icabet edilmiştir. Ayağında çarığı, matarasında suyu, torbasında azığı kalmamış
Osmanlı Askerleri ne olduysa birden şahlanır ve Darul
Hilafeti Bulgar işgalinden kurtarır. olduysa dediğime
bakmayın canım; olay belli değil mi? Türbedar Efendinin duası işte... Ehlullahın duası; namludan çıkan
mermiyi geri çevirir.
Mayıs 2011
Felaketler peşi sıra gelir. Birinci Cihan Harbi, Sarıkamış Fecaati , Çanakkale Zaferi derken Türbedar
Ahmed Amiş Efendi; Dersaadetin işgaline şahitlik
eder. İngilizlerin İstanbul’da yaptıkları zulme, senelerce ekmeğimizi yiye Rumların, Ermenilerin taşkınlığına şahit olur. Hazreti Fatih’in türbesinin biraz
ötesinde Fener’de, Balat’ta yerli Rumların sokakları;
Yunan Bayrakları ile, İngiliz Bayrakları ile süslemesine
kahrolur. Bilinmez bir sessizlik içindedir. Sessizliğini
kendisi gibi muhacir olan Ahıskalı Ali Haydar Efendi’ye bir gün Hazreti Fatih’in sandukasının başında
Fetih Suresini tamamladıktan sonra bozar… Ama o
esrarlı konuşmayı ve konuşmanın devamını anlatmaya müsaade yoktur.
Gün gelir etrafındaki muhibban kükremesine
şahit olurlar. Bursa’dan aldığı bir haber o yaşta herkesi titretecek bir kükremenin zuhurunu gerçekleştirir.
Yüz yaşını aşmış; Türbedar Efendi; altı yüz senelik
kadim mirasın varisi hakikisi olduğunu öyle bir ispat
eder ki; ehlullahın, erenlerin, velilerin kerametinin hak
olduğunu ispat eder ki…. Bursa; Yunanlıların işgaline
uğrayınca; Yunan komutanı doğru Cennetmekan Sultan Orhan Gazi Han’ın türbesine gider ve sandukasını
tekmeler ; “Hey Orhan Orhan !...kurduğun devleti yıktık !...Kalk da bir bak etrafina “ diye de
çalım satar. Pis ayakları mübarek türbeyi kirletir. Bu haber Türbedar Efendiye ulaştığında; büyüklüğünü bir kez daha gösterir ve kükrer :
“Gidecekleeeer , gidecekler !...Geldikleri gibi
gidecekler !...Hem öyle bir gidecekler ki , ne
kaçan nasıl kaçtığını bilecek , ne de kovalayan
nasıl kovaladığını bilecek”
Ne yazık ki hüzünle geçmiş ömrü Dersaadet’in
kurtulduğu günü görmeden tamamlanır ve 5 Mayıs
1920 tarihinde büyük muhaddis Babanzade Ahmed
Nam Efendinin evinde terk-i dünya eder. Cenaze namazını halifelerinden Abdulaziz Mecdi Efendi Hazretleri kıldırır. Kırk seneden fazla türbedarlığını yaptığı
Hazreti Fatih’in türbesinin hemen ilerisinde, Plevne
Kahramanı Gazi Osman Paşa’nın türbesinin hemen
ilerisinde sırlanır.
Amiş Efendi Hazretlerinin irşad halkasına kimler girmez ki? En başta muhaddis Babanzade Ahmed
Naim Efendi; ki yazdığı Tecrid-i Sarih tercümesinin
mukaddimesini yazabilecek alim bugün ülkemizde zor
bulunur. Müfessir Küçük Hamdi Efendi yada nam-ı
diğer Elmalılı Hamdi Yazır. Selanikli Esad Dede’den
Mesnevi icazeti alan; İstiklal Şairi Mehmed Akif, Os-
Mayıs 2011
manlı Müellifleri eserinin yazarı Bursalı Mehmed Tahir
Efendi, Fususul Hikem ve Mesnevi-i Şerif Şahiri
Ahmed Avni Efendi . Daha sayalım mı? Şu güzide
isimler ile yapılan bir Halveti Şabani zikri nasıl olurdu
acaba? Herhalde ruhlar cuşu huruşa geçer, kalpler bilinmedik iklimlerde envar-ı rahmana gark olurdu.
Halifelerine gelince; Rumeli’de, İstanbul’da ve
Anadolu’da sayısız ve hakiki melamet meşrebine münasip olarak gizlenen belki onlarca kamil-i mükemmil
hak aşığı vardır. Ama en çok bilinenleri; serhalifesi
Kayserili Mehmed Tevfik Efendi (ki aynı zamanda
Ahmed Amiş’den sonra Hazreti Fatihin türbedarlığını
üstlenmiştir), Balıkesirli Abdulaziz Mecdi Efendi, Maraşlı Ahmed Tahir Efendi...
Türbedar Efendi; üzerinde en çok tesir bırakan
zatlardan birisi hiç şüphesiz Seyyid Muhammed Nurul
Arabi Hazretleridir. Pek çok tarikatten icazetli olan
Seyyid Muhammed Hazretleri Osmanlı Coğrafyasının
her tarafını görmüş ama en çok izi Rumeli’nde bırakmış ve Melamiliğü tekrar dirilmiştir. Nitekim Ahmed
Amiş Efendi de Melamiyye meşrebini nuş ettikten
sonra kendisini gizlemeyi esas almıştır. Melamet perdesi arkasında işlenen şeni ve aşağılık işleri elinin tersiyle iten Ahmed Amiş Efendi; bu kapının rencide
edilmesine, Hak aşıklarının sömürülmesine müsaade
etmemiş ve “ Melami lafzını biz yasak ettik” diyecek kadar işinin ehlidir.
Ruhu için el-fatiha…
53
AYDIN BAŞAR
SİVASLI
MURAT AMCA
nsanın öğretmenini sevmesi, hocasına değer vermesi, mürşidinin kadr-i kıymetini bilmesi ne güzel
bir ahde vefa örneğidir. Hocası anıldığı zaman rengi
değişerek titremeye başlayan, büyük bir özlem ve
hüzün ile gözleri dolan derviş gönüllü insanlar her dönemde olmuştur. Abdulhakim Arvasi hazretleri ile anılan Necip Fazıl ve Abdulaziz Bekine hazretleri ile
anılan Nurettin Topçu aklımıza gelen ilk isimlerdir.
İ
En yakın akrabaların kıymetinin bilinmediği,
dost ve ahbapların unutulduğu, öz anne ve babanın
huzur evlerine terk edilerek bayramdan bayrama ziyaret edildiği böyle bir dönemde, derviş gönüllü insanlardan öğreneceğimiz çok şeyler olsa gerektir. Derviş
meşrepli insanların en güzel vasıflarından bir tanesi vefa
ehli kimseler olmalarıdır. Hayatlarında merhameti önceleyen bir anlayışı benimseyen derviş gönüllü insanlar,
huzur ve saadet ikliminin insanlarıdır. Bu yazıda sağlığındayken hiz metini gördüğü mürşidi vefat ettikten
sonra, titreyen elleriyle onun mezarını yıkamak sureti
ile ona olan hizmetini sürdüren vefa ehli ihtiyar bir dervişten bahsedeceğiz. Umulur ki ismini hiçbir yerden
okumadığımız ve meşhur olmayan bu dervişi okurken
gönüllerimiz onun hoşluğuna yaklaşır…
Şöhret sahibi bir devlet adamından veya ünlü
bir şahsiyetten değil de bir dervişten bahsetmemiz boşuna değildir. Maddeye esir olan ve “sevgi” duygusundan uzak kalan bir toplumda, bize rahmet
54
esintilerini koklatacak olan derviş gönülleri tanımaya
olan ihtiyacımız ortadadır. Belki biz bu taş gibi katı
merhametsiz halimizle onlarla “haldaş” olamayız
amma hiç olmazsa onları sever de belki “yoldaş” olabiliriz. Ki bu bizim dünya ve ahretteki kârımızdır.
Elindeki köpüklü büyük süngerle, sık sık o türbedeki mezarın beyaz mermerlerini parlatıncaya
kadar temizleyen ve zaman zaman bidonlarla bunun
için su taşırken görülen seksen küsur yaşlarındaki bu
vefakar ihtiyar Sivaslı Murat Amca’dır.
İhramcızade İsmail Hakkı Toprak Hazretlerinin
hayattaki bağlılarından olan Murat Amca çok sevdiği
mürşidinin vefatından sonra da ona olan bağlılığını
hiçbir zaman yitirmeyen ve onun bir muhibbisi olarak
yaşayan birisidir. Kıymeti sonradan anlaşılsa da İhramcızade Hazretleri bu sevgiye gerçekten de fazlasıyla layık bir mürşid-i kamildir. Bunu bir dönem
komşusu olan Medine Şimşek ismindeki bir teyzemiz
şöyle ifade eder: “Biz onun komşusuyduk ama,
ona bu kadar yakınken bile ne kadar da uzakmışız meğer” (Yine “Altıncı Şehir” kitabının Sivaslı
yazarı Ahmet Turan Alkan da İhramcızade’ye olan özlemine kitabında hasret kokan ifadelerle anlatır.) Bu
ve benzeri örneklerden anlaşıldığı üzere İhramcızade
İsmail Efendi’nin karşı konulmaz etkisi, kalpleri metafizik gerilime açık olan birçok insanı çepeçevre kuşatmıştır. Fakat bu insanların içerisinde Murat Amca’nın
Mayıs 2011
yeri bambaşkadır. Çünkü onda etkileşimin dozu son
derece fazladır. Peki ya bir İhramcızade sevdalısı olan
ve her haliyle bunu belli eden Murat Amca’yı nasıl tanıyabiliriz?
Ulu Camii’nde sabah namazının sünnetini kıldıktan sonra boynunuzu büküp farzın kılınmasını beklerken, birisi sessizce yanınıza yaklaşıyor ve ellerinize
esans sürüyorsa bilin ki o sevimli ihtiyar Murat Amca’dır. Onu uzun uzun tarif etmeye gerek yok. Murat
Amca beyaz tenli, parlak beyaz saçlı, kısa boylu, zayıf,
zarif, nur yüzlü bir garip kuldur işte... O bir takım manevi özelliklerinin yanı sıra, fiziki yapısı, eda ve hareketleri ile de, 1969 yılında vefat eden ve şu an Ulu
Camii’nin bahçesinde medfun bulunan “İhramcızade Garibullah” olarak da bilinen “İsmail Hakkı
Toprak” hazretlerine çok benzemektedir. Onu görenler bu benzerliğin farkında olduklarını ifade ederler.
Bu hali teknik ifade ile “fena fiş şeyh” halinin bir
uzantısı olarak değerlendirmek veya “rabıta” olgusu
ile açıklamak da mümkündür. Prof. Edhem Cebecioğlu “benzeşim”in temelindeki “rabıta“ olgusunu
şöyle anlatır: “İlk yola çıkış durumundaki dönemlerde, müridin mürşidinin halini elde edebilmek için onu çok sevmesi lazımdır ki buna
‘rabıta’ denir. Gayesi Şeyh’te bulunan manevi
bir takım özelliklerin (Muhabbetullah, sabr, tevekkül, rıza,) müridin ruhuna intikal etmesidir.
Sevgi olmazsa bu geçişim olmaz, mümkün değildir. Zira üzüm üzüme baka baka kararacaktır.
Bakmazsa kararmaz.” (Hacı Bayram Veli, Ankara,
1994, s. 79) İşte Murat Amca da mürşidini çok severek böylesi bir hale ulaşmış hal ehli bir zattır.
İhvanlar ve bilhassa gençler tarafından çok sevilen Murat Amca, elini öpmek için gelenlere esans
ikram eder ve bu esnada onlara, sol ele sürülen esansın sağ işaret parmağı ile alınıp sırasıyla sağ ve sol kaşlara salavat getirilerek sürülmesini tavsiye eder.
Böylece Peygamber’imizi hatırladığımızı ve onun ruhunu bu vesile ile şad etmiş olduğumuzu söyler. Kendisine aşırı ihtiram gösterilmesinden hoşlanmayan ve
kendisini Allah’ın en aciz kulu olarak gören Murat
Amca, bazen elini öpen gençlerin hemen ardından, o
da onların elini öperek bir tevazu örneği sergiler.
Camiye cemaate gelen gençleri “Bu gençler
var ya, bunlar melek, melek!” diyerek namaza ve
ibadete teşvik eden Murat Amca, bir gün kendisini ziyarete gelen Mustafa Şimşek adlı bir talebenin, kendisinden dua talep etmesi üzerine ona plastik bir cismi
işaret ederek şöyle öğüt verir: “Duaları Allah-u Zül
Celal mutlaka kabul eder. Sen şu demiri iyice
nar gibi kırmızı oluncaya kadar kızgın ateşte
ısıtırsan, iyice bir yakarsan, bak şu plastiğin üs-
Mayıs 2011
tüne bastırdığın zaman ‘coooosss!” diye içine
girer. Sen de hele bir farzlarını, nafilelerini güzelce eda et, samimiyetle Cenab-ı Allah’ı zikre
devam et, geceleri teheccüde kalkıp yalvar
yakar, gündüzleri orucunu tut, hasılı kelam şu
kalbini o demir gibi iyice bir yak da gör bakalım
duaların nasıl kabul oluyormuş.”
Yine kendisini ziyaret eden nişanlısından ayrılmış ve bu ayrılmanın sebebini sihir veya büyü olduğunu zanneden sıkıntılı bir gence henüz daha halini
dinlemeden şöyle demiştir: “Allah çalışanları sever, çalışmak çok güzel bir şeydir. Sevdiği için, çalışanlara
hep verir. Şurada bir tane gariban bir adam var, tanımam etmem, parasız pulsuz fakir birisi… Benden
sebze arabasını istedi, “üstünde bir şeyler satacağım,
çalışacağım” dedi. Ben de “madem çalışacaksın al
götür” dedim. Allah da öyle işte, çalışacağım dersen
sana verir.” Bu konuşmadan sonra “ben dersimi”
aldım diyen genç adam sorunun büyü veya sihir olmadığını, asıl sorunun “işsizliği” olduğunu anlar.
Sivaslı kuyumcu Ahmet Nalbant, bir gün İhramcızade Hazretleri’nin türbesinin önünde oturmaktayken, orta büyüklükteki siyah sevimli bir köpeğin,
tıpkı ziyarete gelen insanlar gibi türbenin kapısının
önüne gelerek hiç kıpırdamadan beş dakika kadar
bekleyip gittiğine şahit olmuştur. Kuyumcu Ahmet, o
makama saygı duyarak orada dua eder gibi bekleyen
köpeğin bir müddet sonra Murat Amca’nın oturduğu,
caminin bahçesindeki odanın önüne gittiğini ve kapının önünden Murat Amca’nın ayakkabısının birini alarak bahçeye bıraktığını söyler. O esnada oradan
geçen birisi ayakkabıyı alarak Murat Amca’ya geri
götürür. Bu olaya şahit olan Kuyumcu Ahmet, o
anda “Bu köpeği bu türbeye çeken şey neydi
acaba, aklım almıyor? Beni ne çekiyorsa onu
da o çekiyordur herhalde. Şakacı köpek dikkat çekerek Murat Amca’nın teveccühünü mü
arıyordu acaba?” diye içinden geçirdiğini anlatır.
Kuyumcu Ahmet Nalbant, bir keresinde Murat
Amca’yı ziyarete gittiğini ve Murat Amca’nın kendisine ağlamaklı bir şekilde şunları söylediğini nakleder: “Aha geldim gidiyorum ben. Sana
getireceğim bir amelim de yok, boynum bükük
Allah’ım. Yarın huzur-u mahşerde ne yaparım?” Bu sözlerden sonra “Nazar ber kadem;
yani göz ayakta olacak. Bu kaide bizde çok
önemlidir” diye hatırlatmalarda bulunduğunu ekler.
Hasılı kelam Sivas’ın Murat Amca’sı İhramcızade’nin
sağlığında onun en yakın yardımcılarından birisiydi.
Kendisi “Biz onun çavuşuyduk” diyerek bunu
ifade eder. Yüce Allah’tan Murat Amcamızın aziz ruhuna rahmetler diliyoruz.
55
ÀÍYjºA ějºA A ÀnI
“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”
SORUMLULUK
BİLİNCİ
SEBAHADDİN TÜZÜN
nsana sorumluluğu hatırlatılınca hemen düşman
kesilir. Aynen tüm peygamberlerin kendi kavimlerinden gördüğü düşmanlıklar gibi. Çok sevdikleri
ve güvendikleri Resul ve Nebiler tarafından ikaz edilince, yani Allah’a verdikleri söz hatırlatılınca adeta
kimyaları bozuldu. Mazeretleri tüm zamanlarda olduğu gibiydi “Rahatımızı bozma, eski köye yeni
icat getirme! Biz atalarımızdan babalarımızdan
böyle gördük” Evet, nefis rahatlıktan hoşlanır ve
kendine sınır konmasını pek sevmez. Haddini hududunu aşmak, azmak ve azgınlaşmak ister. Hele gücü
eline geçirince artık sınır tanımaz olur. Fıtratı yaratan
Allah bunu bildiği için “İnsan kendinin başıboş bırakılacağını mı zanneder”(Kıyamet-36) sözüyle duruma
el koyar. Zımnen “azgınlaşsın ve zulmetsin diye
mi insana nefis verdik” der. İnsanın doğasında azgınlık ve saldırganlık dürtüsü vardır. Vardır ama Rahman ve Rahim olan Allah adaleti ve keremi gereği bu
dürtüyü terbiye etmek üzere insana gerekli tedbir ve
teçhizatı da yanında bahşetmiştir. Nefsin nasıl ıslah
edilebilirliği konusunda tüm imkânları sunmuş ve
takip edilmesi gereken yolları da göstermiştir. Ama
İ
“İSLAMI
ÖYLE
GÜZEL
YAŞA,
ÖYLE YAŞA Kİ SENİ ÖLDÜRMEYE
GELEN SENDE DİRİLSİN”
56
insan Rabbine yani terbiye edicilerin en hayırlısına
verdiği sözü unutunca hayvandan aşağı seviyelerde
debelenip durdu ve durmaya da devam ediyor. “And
olsun ki insanlar kesinlikle hüsrandadır”(Asr suresi1)
Nefsin girdabına kapılan insan maalesef hüsranla
sonuçlanan iki dünyalı bir hayatın kucağına düşmekten kendini alamadı.
Allah’tan en çok korkanlar O’ndan gereği gibi
sakınanlardır. Yani sorumluluğunu sürekli hatırda tutanlar. Sakınma anlamına gelen takva kelimesi de
zaten buna işaret eder. Sorumluluğunu iliklerine kadar
hissedenler O’na olan kulluğun hakkını verenlerdir.
Aynen âlemlere rahmet Hazreti Muhammed Mustafa’da görüldüğü gibi. Bu sorumluluk bilinci O’na öyle
bir duyarlılık kazandırmıştı ki, yeni doğum yapmış bir
köpeğin ve yavrularının zarar görme ihtimaline karşı
ordunun güzergâhını değiştirecek ve bunu garanti altına almak için başında bir süvari bekletecek kadar.
İnsan olmanın hakkına ve hürmetine olan sorumluluğu gereği gayri müslimin cenazesi için ayağa kalkıp,
müslüman olmadığını hatırlatan arkadaşlarına da“iyi
ama insan değil mi” diyecek kadar. Bu sorumluluk
bilinci O hüzün peygamberini öyle bir hale getirmişti
ki son demlerini yaşarken yanı başındaki ciğerparesine “Ağlama kızım! Zira bundan sonra baban
bir daha acı çekmeyecek” sözünü söylettirecek
kadar. Evet, bu duyarlılık insana rahat hakkı tanımaz,
bir ömür müteyakkız kılar. Adaletin şaşmaz ve sarsılmaz temsilcisi Ömer’ül Faruk (Hakkı batıldan ayırt
edecek ferasete sahip) takvayı yani sorumluluk bilincini diken tarlasında yürümeğe benzetmiştir. Her
adımda hassasiyet gösterilmesi gereken bir tarlaya.
Bir Allah dostunun evinde ziyadesiyle fare vardı.
Müridlerinden biri bir gün azman ve uzman bir kedi
getirmişti. Fakat O zat “al bu kediyi geri götür, korkarım ki bu kedi yüzünden evimdeki fareler
komşularımın evlerine musallat olurlar” şeklinde
bir duyarlılık örneği göstererek kediyi iade etti. Evet
işte bu. İşte sorumluluk bilincini iliklerine kadar yaşayan bir Mü’min ve Müslüman profili. Bunlar hikâye
değil. Ütopya’da değil. Bu topraklarda ahlakı vahiy ve
sünnet tezgâhında inşa olmuş, sorumluluklarını mütemadiyen hatırlayan ve bu minvalde duyarlılık gösteren
bir adam. Adam diyoruz zira herkes âdem olarak dünyaya gelir, ama her âdem adam olamaz. Acaba biz bu
sorumluluk bilincini hangi derecede yüreklerimizde
hissedebiliyoruz. Bu duyarlılık yuvamızda, binamızda,
sokağımızda, işimizde, ticaretimizde hangi oranda
kendini gösteriyor. Gösteriyorsa evlerimizin sokakları-
Mayıs 2011
mızın çevremizin hali ne böyle? Niçin mükemmel ve
dipdiri olan bu dinin mensupları dirileşemiyor. Şayet
diriysek niçin diriltemiyoruz. Peygamberler insanları
hayata, yani diri olmaya davet ediyorlardı. Zira Allah
(cc) Kuran’ı “Ölü ve hasta kalpler için şifa kaynağı” diye tarif eder.
Şair Sezai Karakoç’un bu yönde güzel bir sözü
vardır. “İslamı öyle güzel yaşa, öyle yaşa ki seni
öldürmeye gelen sende dirilsin” Evet diri olanlar
diriltir. Yani her an diri ve Kadir olan Allah’la yaşayan,
O’na karşı verdiği sözü devamlı hatırda tutan, vefa sahibi, müteyakkız, müteveccih ve mütevazı olan. Unutulmamalı ki ıslah edenler sorumluk sahipleri, ifsad
edenlerse sorumluluğunu asanlardır.
Rabbimiz sorumluluk bilincini her an diri tutan
kullarından kılsın. Âmin…
57
Muhabbet Bahçesi
Yusuf ELİBOL
ABDULLAH'IN RÜYASI
Hz. Ömer (ra)'in oğlu Abdullah, gençliğinde geçen
bir hâtırasını şöyle anlatır: "Herkes gibi ben de gençlik günlerimde Resûlüllah'a güzel rü'yalarımı anlatmak
isterdim. Ne yazık ki anlatacak güzel rü'ya göremezdim. Bekâr olduğum için mescidde yattığım gecelerden birinde idi. Bir rü'ya gördüm. Gördüğüm rü'ya
korkulu idi. İki melek geldi, elimden tutup beni çölde
tenha bir yere götürdü. Bu sessiz mahalde, yerin dibine aşağı kazılmış bir kuyu gördüm. İçinde ateş yanıyordu. Etrafı taşlarla örülmüş kuyunun başında iki
tane makara gibi şey vardı. Burada Kureyş'ten bâzı
kimseleri de gördüm. Anlaşılan, onlar da ateşli kuyunun başında bekleşiyorlardı. Ben, dehşetle yanan
ateşi görünce ürperdim ve: - Cehennem ateşinden Allah'a sığınırım! diye iltica' etmeye başladım. Bu duamı
üç kere tekrar ettim.Fazla korktuğum için bir melek yanıma çıkageldi ve: - Korkma, korkma! diye bana seslendi. Meleğin sözleri beni biraz ferahlattı. İşte o sırada
uykudan uyandım. Düşüne düşüne ablam Hz. Hafsa'nın yanına gittim. Resûlüllah'ın pâk zevcesine
rü'yamı aynen anlattım. Hafsa (Radıyallahü anhâ) da
rü'yamı aynen Resûlüllah'a anlatmış, dikkatle dinleyen Hazret-i Resûlüllah, şöyle karşılık vermiş: - Abdullah iyi gençtir. Keşke biraz da gece namazı
kılsaydı!"
Bu hâdiseyi nakleden kitablar derler ki:
-Abdullah'ı bundan sonra geceleri uyutmak
mümkün olmadı. Bu rü'ya te'vîlinden itibaren gecenin
58
az bir kısmında uyur, sonra kalkıp teheccüd namazı
kılardı. Fıkıh âlimleri bu vâkıadan şu hükümleri çıkarırlar:
1 - Görülen bir rü'ya, takvâ ehli kimselere anlatılmalıdır. Nitekim Abdullah da Hazret-i Hafsa'ya anlatmıştır.
2 - Her mü'min, mânevî durumlarını sezebilmesi
için sadık rü'yalar dileğinde bulunabilir. Abdullah da
böyle bir temennide bulunmuş, gördüğü rü'yadan da
daha çok ibâdet etme hükmü çıkarmıştır.
3 - Rü'yalarla iyilik hususunda amel edilir, ama
kötülük hususunda amel edilmez. Kötülüğe teşvik
eden yorumlar şeytanî olur, Rahmânî olmaz. Bu yüzden rü'ya kötüye yorulmaz.
4 - Gece teheccüd namazı kılmak, insanı Cehennem'den koruyan fazîletli bir ibâdettir. Nitekim Abdullah için Resûlüllah gece namazını tavsiye
buyurmuş, o da ömrü boyunca gece namazını ihmâl
etmemiştir. Şu kadar var ki, kalkıp da teheccüd kılmayanlar için, her şey bitmiş değildir. Böyle kimseler
hiç olmazsa yatmadan önce teheccüd namazı kılmalı,
yahut sabah namazı için kalkınca namazdan önce
geçmiş namaz borçlarını kaza etmeliler ki gece namazı
sevabından müstefid olsunlar, teheccüd sevabından
bütün bütün mahrum kalmasınlar.
Mayıs 2011
ALLAH KULLARINI BİZ
FARKETMESEK DE KORUR
Zünnu-i Mısri'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: Bir gün elbiselerimi yıkamak için Nil nehrinin
kenarına
gitmiştim.
Nehrin
kenarında
dururken, bir de baktım ki, görülmemiş şekilde
büyük bir akrep bana doğru geliyor. Çok korkmuştum. Beni onun şerrinden koruması için Cenab-ı
Hak'ka sığındım. Akrep nehre geldiğinde, sudan
büyük bir kurbağa çıkıp akrebe doğru geldi. Akrep
kurbağanın sırtına binip suyun üzerinde yüzüp git-
ARTAN PİLAV
Yahya baba, II. Bâyezîd Hân zamanında, Edirne
Bâyezid Külliyesi'nin aşçılarından biridir.. Arkadaşları
hoşaf, kebap sebze, bakliyat pişirir. Ama onun ihtisası
pilavdır. Mübârek işe girişti mi, ibadet ettiğini sanırsınız. Pirinçleri salavat getire getire ayıklar, yağını tekbirlerle eritir. Tuzunu Besmele ile, suyunu Fatihalarla
salar. Zaman zaman gözünü yumar, enbiyayı, evliyayı
aracı yapar, Allah'tan bereket arzular.
Onun pilavı herkese yeter, hatta artar. Ancak o
tek pirinç tanesine bile kıyamaz; artanı Tuna nehrine
atar. Balıklar onun geleceği saati bilir, köprü başında
toplanırlar.
tiler. Bu bana çok şaşırtıcı gelmişti. Ben de onların
nehrin kenarında takip ettim. Nehrin karşı yakasına
geçtiklerinde, akrep kurbağayı bırakıp dalları
büyük, gölgesi çok olan bir ağacın yanına gitti.
Bir de baktım ki, ağacın altında Allah'a asi bir
genç mışıl mışıl uyuyor. Kendi kendime: "La
ha'vle vela kuvvete illa billah. Bu akrep nehrin ötesinden buraya kadar, bu genci sokmak
için geldi" dedim ve içimden, akrep gence yaklaştığı zaman hemen akrebi öldürmeğe karar verdim. Akrebe yakın bir yerde durdum. Bir de baktım
ki karşıdan büyük bir yılan, genci öldürmek için,
gence doğru geliyor. Bu sırada akrep yılanın üzerine hücum etti ve başını sokmaya başladı. Akrep
yılanın ölmesine kadar başını sokmaya devam etti.
Yılan öldükten sonra akrep nehre döndü.Kurbağa
Kilerci, bakar pilav artıyor; pirinci aşçıya az vermeye başlar. Ama Yahya Baba bir kere bile "Bu pirinç yeter mi?" demez. Kilerci şaşkındır. Her gün
pirinç miktarını biraz daha kısar ama pilav azalmaz,
aksine çoğalır. Yine herkes doyar, Tuna'nın balıkları
bile nasibini alırlar. Kilerci, bunu izah edecek tek kelime bilir: "Bu bir keramet!"
Çok dener ve emin olunca Pâdişaha çıkar. "Bu
Yahya Baba boş değil sultanım der, halbuki biz
ona amele muamelesi yapıyoruz."
Bâyeziîd-i Velî gönül ehlidir ve aşçı ile tanışmak
ister. Kilerci ile bir plan yaparlar. O gün Yahya Baba'ya
çok az, hatta gülünç denilecek kadar az pirinç verilir.
O her zamanki gibi okur, âlemlerin Rabbi'nden Halil
İbrahim bereketi diler. Pilavı çok lezzetli olur, üstelik
kazanlara sığmaz. Yahya Baba artanları yine yüklenir,
Tuna'nın yolunu tutar. Tam kepçeyi daldırıp balıklara
atarken Padişah ortaya çıkar.
da onu orada bekliyordu. Akrep tekrar kurbağaya
binip nehrin öte yanına geçti. Ben de arkalarında
bakakaldım.
Sonra gencin yanına geldim, o hala uyuyordu, akabinde baş ucunda kendi kendime şöyle
dedim : - Ey uyuyan genç; Allah seni, sen fark etmesen de karanlığın içindeki her türlü kötülükten
korur. Sen uyusan bile Allah uyumaz. O kullarına
çok merhametlidir. dedim. Genç benim bu sözlerim üzerine uyandı ve başından geçen olayları kendisine anlattım. Genç hemen tevbe etti. Bütün
yapmış olduğu kötü davranışlarından vazgeçip, iyilerden oldu ve ölünceye kadar hayatı böyle devam
etti. Allah ona rahmet etsin.
Mayıs 2011
"Ne oluyor bre der. Yoksa devlet malını
israf mı edersin?"
Yahya Baba tutulur kalır. Ancak balıklar kafalarını sudan çıkarıp;
"Ayıp olmuyor mu sultanım derler. Koca
devletin artığını bize çok mu görüyorsun?"
Yahya Baba öylesine mahcup olur ki, anlatılamaz. Utancından secdeye kapanır, Allah'a sığınır. Bâyezîd-i Velî onun kalkmasını bekler, ama geçmiş ola....
Mübarek çoktan rûhunu teslim edip kavuşmuştur rahmet-i Rahmana.
59
Seyyid Ahmed er Rufai Hazretleri
Muhabbetin
Alametleri
undan sonra mü’min kendine gelir ve ruhu cesedine “Hayırla benden uzaklaş. Dünyadayken
iyiliği ve iyi insanları sever, kötülükten ve kötü
insanlardan nefret ederdin. Seni, Allah’a emânet ediyordum” der.
B
Mü’minlerin emiri Hz. Ali (k.v)’nin huzuruna bir
cenaze getirildi. Toplanan cemaate “O’mu rahata kavuştu, yoksa ölümüyle insanlar mı rahata kavuştu?” diye sorar. Kimin ölümle rahata kavuşacağı
sorulununca Hz. Ali, şu cevabı verdi:
“Mü’min öldüğü zaman, dünyanın sıkıntılarından, ehl-i dünyanın eziyetlerinden kurtulur
ve Allah’ın rahmetiyle karşılanır. Fâcir (günahkar) öldüğünde ize, kullar ve memleket onun
şerrinden kurtulur ve rahat eder.”
Me’mûn b. Sülemi (ra) anlatır: “Abdullah b. Mukatil vefat edince, onu gaslettik ve kefenleyip defnettik.
Bu esnada, semâdan bir nida geldi: “Her ikisi de
birbirinden memnun bir halde, dostu dostuna
kavuşturan Allah’a hamdolsun.”
Ebu Abdullah’ın dostlarından biri anlatır: vefatından sonra onu rüyamda gördüm. Cennette çalım
atarak (böbürlenerek) yürüyordu. Ona “Ey Ebu Abdullah, bu ne hal! Halbuki sen bizi böyle yürümekten menederdin!!” dedim. Bana “Bu
yürüyüş selamet diyarında her şeyi bilen yüce
padişahın huzurundaki hizmetçilerin yürüyüşüdür” cevabını verdi.
Vefatından sonra rüyada görülen Zünnun’a
“Allah sana nasıl muamele etti?” diye sorulmuş. O da
60
Mayıs 2011
şöyle demişti: “Dünyada iken Allah’tan dört şey isterdim. İkisini ihsan etti, geriye kalanları da vereceğini ümit ediyorum.” Onların ne olduğu
sorulunca şöyle cevap vermiştir.
“Allah’ım! Ruhumu kabzedeceksen, bunu
ölüm meleğine bırakma (bizzat sen al!)
Sorguya çekeceksen, bunu Münker ve Nekir’e bırakma bizzat sen sorgula!
Cehenneme atacaksan bunu Malik’e (cehennemin kapısında görevli Melek) bırakma!
Cennete sokacaksan bunu Rıdvan’a (cennetin kapısında görevli melek) bırakma (bizzat sen
sok!)1
Davut Acli vefat edip kabre götürüldüğü
vakit, insanlar kabrin reyhan bitkisiyle örtülü olduğunu gördüler. Davut Acli’yi defneden adam bir
tutam reyhan aldı insanlar, bu durum, yetmiş gün
boyunca hiç bozulmadan duran reyhanlara bakıyordu. Bu haber devrin sultanına ulaşınca, padişah adam gönderip, reyhanları o adamdan aldı.
Bundan sonra, reyhanlar nasıl gittiklerini kimse anlamadan ortadan kayboldular.
Ammar b. İbrahim (ra) anlatır:
“Miskine2 Taviye adında ki veli hanımı,
vefatından sonra rüyamda gördüm. Hayattayken zikir meclislerini çok severdi. Rüyamda ona “merhaba ey miskine” deyince
bana “Ey Ammar! Miskinlik gitti, zenginlik
geldi.” Dedi. “Allah mübarek etsin dedim!”
Sonra bana “Allah’ın içindeki bunca nimetle
beraber cenneti, bana neden bahşettiğini
sormadın” dedi. Ben sebebini sorunca “zikir
meclislerinden ötürü” diye cevap verdi. Taviye’ye, Allah’ın, Ali b. Zadan’a nasıl muamele ettiğini sordum. Güldü ve şöyle dedi:
“Ona nurdan bir elbise giydirildi ve Ey Hafız
Oku ve yüksel denildi.”
İbn Ebu’l Havari (ra) anlatır:
Vefatından sonra Vasili’yi rüyamda gördüm.
Nuru her yanı kaplamış bvir halde havada duruyordu. Ona Allah’ın kendisine nasıl muamele ettiğini sorunca, “Mevla, dostumuzdur. Bizi
affetti, bize ikramda bulundu ve bizi ehlullah
arasına kattı” dedi. Sonra kendisinden bana nasihat etmesini istedim ve bana şunları söyledi:
Mayıs 2011
“Zikredenlerin meclisine devam et.
Onlar en yüksek mertebede bulunmaktadırlar.”
Muaz (ra) son demlerini yaşarken bir ara bayıldı. Bir müddet sonra ayılınca şöyle dedi: “Beni,
Allah’ın nimet verdiği nebiler, Sıddıklar ve şehitler
arasına kattılar. La İlahe İllallah Muhammedün Resulullah. Allah’a hamd olsun!” dedi ve ruhunu teslim etti.
Anlatıldığına göre bir hanım Hz. Aişe’nin (ra)
huzuruna varır. Peygamber Efendimiz (sa)’in kabrinin yanında namaza durur. Sonra secdeye kapanır ve o halde “Ah, sana hasretim!” der. Başını
kaldırmadan ruhunu teslim eder. İçli bir şekilde inleyerek, başını oradan kaldırmadan ruhunu teslim
eder.
Cafer-i Dabi (ra) anlatır: Bir gün Malik b. Dinar’ın kabrine gittim ve kendi kendime “Allah’ın
Malik’e nasıl muamele ettiğini keşke bilseydim!” deyince, Malik’in kabrinin altından şu sesi
işittim: “Malik, helak olmaktan ve sıkıntılı yollardan kurtuldu. Sevinç diyarında, çok bağışlayıcı olan Rabb’e komşu oldu.” Bunun
üzerine ben de Allah’a hamd ettim.
İbn-i Bekar anlatır: bir gün, Mıssisa şehrinde
namaz kılıyorduk. İmam selam verince, cemaatten
bir adam ayağa kalktı ve “Ey cemaat! Ben cennet ehlinden bir adamım, bugün öleceğim.
Bir ihtiyacı olan varsa gelsin vereyim!” dedi.
Aynı gün ikindi namazını kılarken adam secdedeyken ruhunu teslim etti.”
Anlatıldığına göre Haris Ömer b. Tai (ra) Erminiyye’de hastalandı. Bir gün kıbleye yöneldi ve
iki rekat namaz kıldı. Son secdesinde şöyle niyaz
etti. “Allah’ım! Dinini ayakta tuttuğun, alemleri rızıklandırdığın ve çürümüş kemikleri dirilttiğin isminle senden istiyorum. Senin
nazarında bir zerre değerim varsa, (ne olur)
ruhumu al!” sonra sustu, yanındakiler ona dokunduklarında ölmüş olduğunu anladılar.
.......................................
1)“Nimet ne kadar az, azap ne kadar çok olursa olsun bunlar vasıtalı olarak değil de,
vasıtasız olarak Hakktan gelirse birincisinin zevki çok muazzam, ikincisinin elemi pek
hafif olur. Zira, sevgiliden gelen güzel olur.” Kuşeyri Risalesi, haz. Süleyman Uludağ.
Dergah y. S. 472.
2)Miskine, fakir kadın anlamında özel isim.
61
AYŞE BAĞCIVAN
HAYAT…
Hayat…
Kimilerine göre sessizce kaybolmak, kimilerine
göre iz bırakmak…
Mesela küçük bir çocuk için kırmızı bir bisiklete
doğru geçen günlerdir yaşamak. Yada bir anne için
evlatlarının mürvedine giden zamandır. Bir yetişkin
bir genç adam için mesut bir yuvanın sıcaklığında
ısınma isteğidir yaşamak…
Hayat, herkesin tek kelimelik olan bu sözcük
için binlerce açılımı, verebileceği milyonlarca
açıklaması vardır. Lakin en kötüsü “keşkelerle”
başlayan konuşmalardır. Ve beni en çok etkileyen,
boğazımda düğümler oluşturan, yitik kaybolmuş
hayatlardır…
Bir insan düşünün mesela; hayatın ortasında
sıkışıp kalmış. Ne ileri gidebilmiş, ne geriye
kaybolmuş yıllarına. Öylece kala kalmış hayatın
ortasında. Oysa hayatın ortası dipsiz bir kuyu. Yusuf
misali karanlık kapkaranlık, derin ve çok sessiz… Ne
çıkabiliyor dışarı umutla ne inebiliyor daha derine
62
cesaretle… Zaman sadece geçiyor bu insan için.
Sadece takvimden yapraklar düşsün diye. Güneş
görevini yerine getirebilmek için doğuyor
gökyüzüne. Ömrüneyse bir kara bulut… Hani
yüreğindeki acılar gibi. Hani yitip gittiği
hayatlardaki “eyvah!”lar gibi… Bir insan düşünün
sıkışmış kalmış hayatın ortasında.
Yok cesareti yok bir umudu!
Ve bir insan düşünün; geçirdiği her günü
gözyaşlarıyla bezemiş, Rahmeti Rahman’ın
lütuflarından, ayetlerinden habersiz! Savrulmaya
hazır dalından yeni düşmüş bir yaprak gibi hayatın
acemisi, huzura giden yolda yalın bir ama gibi...
Oysa Rabbi ah bir bilse bir bilebilseydi Rabbi’nin
nimetlerini, akıtabilseydi gözlerinden yaşlarını
“sadece O’nun için” ,gözyaşları gözlerini
nurlandırmaya yeterdi bile…
Ve bir insan düşünün yine;
ürkek ve yalnız…
Mutlak ve hükümsüz…
Bir oyun sanmış hayatı. Saklanmak istemiş
mesela her acıyı görüşte. Koşmuş koşmuş
yakalayamamış umudu. Sarılamamış umutlarına
şefkatle… Yalnızlık ruhunu ısırmış geçirdiği her kara
gecelerinde. Hıçkırıkları rüzgâr olmuş, vurmuş çarpmış
suratına.
Pişmanlıkları dağlamış boğazını…
Sonra ne umudu kalmış ne hayatı…
Öyle yitik kaybolmuş hayatta…
Beni en çok yitik kaybolmuş hayatlar etkiler,
boğazımı düğümler… Hani hayatın ortasında
kalakalmak gibi… Hani Rahmeti Rahman’dan
habersiz yaşamak gibi ve hani kendi hayatına
dokunamamak gibi…
Hayat… Hani şu üç yüz altmış beş günün
geçtiği, toplamında bir yılımızın daha gittiği…
tecelli
ettiği
güzellikleri
gönderilmemişmiydi?...
bulmak
için
Öyleyse insan neden ulaşmak varken yiter gider.
Gökyüzünden usulce boşluğa akan bir yıldız gibi
söndürür durur umutlarını?
Hayat aynı sokaklarda ayrı kederler yaşatır belki
insanlara. Ve hatta bir sokaktan duyulan kederin
çığlığı başka bir sokakta sevincin uğultusunda
kaybolur gider. Hani gecenin hükmünü gündüzün
huzmelerinin silmesi gibi… Lakin yinede değilmi
insan hüzünleri sevince çeviren,”buda geçer Ya Hu “
deyip hüznü bir yakaza aynasına gizleyen…
Hayat aslında sadece yaşamak değildir. Birazda
sorgulamaktır insanın kendisini. Hatta ta yüreğini…
Ve yazık ki insan çoğu zaman istediğini değil de
hayatın getirdiğini yaşar.
Ve şimdi bir insan çizin gökyüzüne. Masmavi
umutlar yerleştirin yüreğine. Derin ve birazda sığı…
Tüm hüzünleri boğacak kadar derin,
kaybolmayacak kadar sığı olsun. Ama boğabilsin tüm
karaları maviliğinde… Öyle dualar ezberletinki diline
O’na yaklaşsın her kederinde…
Zaten hayat çoğu zaman yokuş değilmiydi?
Zaten insan hayata imtihan için gönderilme
mişmiydi? Ve zaten insan hayata O’nu ve O’nun
Ötesi mavi sonrası mavi umutlar olsun
yüreğinde… Asla teslim olmasın kara hüzünlere ve
hayatın kendisine…
Mayıs 2011
63
ÀÍYjºA ějºA A ÀnI
“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”
İŞTE BÜYÜK
MUTLULUK
BUDUR!
FUAT TÜRKER
ftturker@hotmail.com
llah'ın Sani sıfatıyla yarattığı sayısız güzellikten
gerçek anlamda haz alabilmek için, tüm etkileyici güzelliklerin Allah Katından bir rahmet olarak sunulduğunun bilincinde olmak ve bunları takdir
edebilecek bir anlayış gerekir. Hayatın güzelliklerinden
ancak imanla gerçek anlamda zevk alınabilir. Mümin,
güzellikleri görebilen insandır ve imanı nedeniyle gerçek mutluluğu yaşar. Samimi imandan kaynaklanan
bu mutluluk, sonsuza kilitlenmiş bir duygudur.
A
Allah'a ve O'nun Resulüne iman
edersiniz, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda mücadele
edersiniz. Bu, sizin için daha hayırlıdır; eğer bilirseniz. O da sizin
günahlarınızı bağışlar, sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere ve
Adn cennetlerindeki güzel konaklara yerleştirir. İşte 'büyük mutluluk ve kurtuluş' budur.
Gerçek ve kalıcı mutluluk için, kalbi Allah'a tam
bir teslimiyetle bağlamak ve yaşamın her anını Allah’ın beğendiği ahlâkla yaşamak gerekir. Yaşadığı her
olayı Allah'ın hayır ve hikmetle yarattığının ve kendisi
için ecir vesilesi olacağının bilincindeki mümin, sabırlı
ve tevekküllüdür. İman sahiplerinin dünya hayatındaki neşeli, huzurlu, güvenli tavırlarının ve mutluluklarının nedenlerinden biri budur. Çünkü mümin
baktığı her şeyde Rabb’ini görür.
Allah sonsuz merhamet sahibidir; Kendisine
itaat eden ve sınırlarını koruyan kullarına kurtuluş yol-
64
Allah'a ve O'nun Resulüne iman edersiniz, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda mücadele
edersiniz. Bu, sizin için daha hayırlıdır; eğer bilirseniz. O da sizin günahlarınızı bağışlar, sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere ve Adn
cennetlerindeki güzel konaklara yerleştirir. İşte
'büyük mutluluk ve kurtuluş' budur. (Saff Suresi, 11- 12)
larını göstereceğini, onları bağışlayacağını, dünyada
olduğu gibi ahirette de onlara mutluluk yaşatacağını
müjdeler. Kur'an ayetlerinde ahiretteki kurtuluş ve
mutluluktan nasıl söz edildiğine bakalım:
Allah, mü'min erkeklere ve mü'min kadınlara içinde ebedi kalmak üzere, altından ırmaklar
akan cennetler ve Adn cennetlerinde güzel meskenler vadetmiştir. Allah'tan olan hoşnutluk ise en
büyüktür. İşte büyük kurtuluş ve mutluluk budur.
Kovulmuş Şeytandan Allah'a Sığınırız. Rahman
ve Rahim olan Allah'ın Adıyla
(Tevbe Suresi, 72)
... Kim Allah'a ve elçisine itaat ederse, onu altından ırmaklar akan, içinde ebedi kalacakları cennetlere sokar. İşte büyük kurtuluş ve mutluluk budur.
(Nisa Suresi, 13)
Allah dedi ki: "Bu, doğrulara, doğru söylemelerinin yarar sağladığı gündür. Onlar için,
içinde ebedi kalacakları, altından ırmaklar
akan cennetler vardır. Allah onlardan razı
oldu, onlar da O'ndan razı olmuşlardır. İşte
büyük 'kurtuluş ve mutluluk' budur." (Maide Suresi, 119)
Öne geçen Muhacirler ve Ensar ile onlara güzellikle uyanlar; Allah onlardan hoşnut olmuştur,
onlar da O'ndan hoşnut olmuşlardır ve (Allah) onlara, içinde ebedi kalacakları, altından ırmaklar
akan cennetler hazırlamıştır. İşte büyük 'kurtuluş
ve mutluluk' budur. (Tevbe Suresi, 100)
O gün, kim ondan (azaptan) alıkonursa, elbette, O, onu esirgemiştir. İşte apaçık olan 'kurtuluş
ve mutluluk' budur. (En'am Suresi, 16)
Hiç şüphesiz Allah, mü'minlerden -karşılığında onlara mutlaka cenneti vermek üzere- canlarını ve mallarını satın almıştır. Onlar Allah
yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler; (bu,)
Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da O'nun üzerine gerçek olan bir vaaddir. Allah'tan daha çok ahdine
vefa gösterecek olan kimdir? Şu halde yaptığınız
bu alış-verişten dolayı sevinip-müjdeleşiniz. İşte
'büyük kurtuluş ve mutluluk' budur. (Tevbe Suresi, 111)
İman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda
mallarıyla ve canlarıyla cihad edenlerin Allah Katında
büyük dereceleri vardır. İşte 'kurtuluşa ve mutluluğa' erenler bunlardır. (Tevbe Suresi, 20)
Ve onlar-Rablerinin yüzünü (hoşnutluğunu)
isteyerek sabrederler, namazı dosdoğru kılarlar,
kendilerine rızık olarak verdiklerimizden gizli ve
açık infak ederler ve kötülüğü iyilikle savarlar. İşte
Mayıs 2011
65
onlar, bu yurdun (dünyanın güzel) sonucu (ahiret
mutluluğu) onlar içindir. (Ra'd Suresi, 22)
lah'tan korkup O'ndan sakınırsa, işte 'kurtuluşa ve
mutluluğa' erenler bunlardır. (Nur Suresi, 52)
Takva sahiplerine vadedilen cennet; onun altından ırmaklar akar, yemişleri ve gölgelikleri süreklidir.
Bu korkup-sakınanların (mutlu) sonudur, inkar edenlerin sonu ise ateştir. (Ra'd Suresi, 35)
"Ve onları kötülüklerden koru. O gün Sen, kimi
kötülüklerden korumuşsan, gerçekten ona rahmet
etmişsin. İşte büyük 'kurtuluş ve mutluluk' budur.
"Bugün Ben, gerçekten onların sabretmelerinin karşılığını verdim. Şüphesiz onlar, 'kurtuluşa ve mutluluğa' erenlerdir." (Mü'minun Suresi, 111)
Artık iman edip salih amellerde bulunanlara gelince; Rableri onları Kendi rahmetine sokar. İşte apaçık
olan 'büyük mutluluk ve kurtuluş' budur. (Casiye Suresi, 30)
(Bütün bunlar,) Mü'min erkekleri ve mü'min kadınları, içinde ebedi kalıcılar olmak üzere, altından ırmaklar akan cennetlere sokması ve kötülüklerini
örtüp-bağışlaması içindir. İşte bu, Allah Katında
'büyük kurtuluş ve mutluluk'tur. (Fetih Suresi, 5)
Kim Allah'a ve Resûlüne itaat ederse ve Al-
(Mü'min Suresi, 9)
O gün, mü'min erkekler ile mü'min kadınları,
nurları önlerinde ve sağlarında koşarken görürsün.
"Bugün sizin müjdeniz, içinde ebedi kalıcılar (olduğunuz), altından ırmaklar akan cennetlerdir."
İşte 'büyük kurtuluş ve mutluluk' budur. (Hadid Suresi, 12)
Allah'a ve O'nun Resulüne iman edersiniz, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda mücadele edersiniz. Bu, sizin için daha hayırlıdır; eğer bilirseniz. O
da sizin günahlarınızı bağışlar, sizi altlarından ırmaklar
akan cennetlere ve Adn cennetlerindeki güzel konaklara yerleştirir. İşte 'büyük mutluluk ve kurtuluş' budur.
(Saff Suresi, 11- 12)
Sizi toplanma günü için birarada toplayacağı
gün; işte bu aldanma (teğabün) günüdür. Kim Allah'a
iman edip salih bir amelde bulunursa (Allah) onun kötülüklerini örter ve içinde ebedi kalıcılar olmak üzere
altından ırmaklar akan cennetlere sokar. İşte büyük
'mutluluk ve kurtuluş (fevz)' budur. (Tegabün Suresi, 9)
Şüphesiz iman edip salih amellerde bulunanlara
gelince; onlar için altından ırmaklar akan cennetler vardır. İşte büyük 'kurtuluş ve mutluluk' budur. (Buruc Suresi, 11)
Allah, dünya hayatındaki yitip gidecek şeylerin ardına
düşmememizi ister. Bundan vazgeçmediğimizde hepsi
sıkıntı ve eziyet olur; zulüm olur. Nefsimize zulmeden
pisliklerden kurtulup her an vicdanımızı kullandığımızda, pırıl pırıl bir imana kavuşabiliriz. Ölüm, -Allah'ın dilemesiyle- sevgiliyi sevgiliye kavuşturan köprü
ve 'o gün', 'aldanma' değil kavuşma günü olsun. Ve
Allah, 'Selam' ile karşılanıp sonsuz kurtuluş ve mutluluğu bahşettiği kullarından kılsın...
66
Mayıs 2011
SİZDEN GELENLER
SANA HASRET
bırakan, acılar bırakan kollar koparan ayaklar koparan
kafalar koparan!...
Varlık sırrında gaye
Amin amin yarabbi o kafalar kurusun…
Yuvalar yıkan, köyler yakan, şehirleri yok eden,
ağaçları ekinleri mahveden, mevsimleri şaşırtan,
ülkeleri batıran, milletleri süpüren, Irak misali
Afganistan misali namusları kirleten tüm zalimler
kurusun!…
Zamanlar Sana hasret
Sende en yüksek paye
Mekânlar Sana hasret
Can suyu sevgilere
Aşıklar Sana hasret
Yolsun marifetlere
Siyonist amaçlarla zalim teknolojinin alçakça
ateşini masum Müslümanların başına döken eller
kurusun! Amin amin Allah’ım.
Arifler Sana hasret
Kaynaksın ilimlere
Alimler Sana hasret
Örneksin salihlere
Zalim alçak ellere el veren eller kurusun!
Yüce millet adına milletimize rağmen zalimlere
el veren sinsi eller kurusun, önce doğru söyleyip sonra
zalimi öven dil döken diller döken asi diller kurusun!
Sureti Hakk’tan görünüp zalime el verenin sahte yüzü
kurusun! Amin amin yarabbi.
Muhlisler Sana hasret
Devasın dertlilere
Dertliler Sana hasret
Işıksın gönüllere
Garipler Sana hasret
Müjdesin ümitlere
Zalime yardım eden gafil kullar kurusun! Bebek
katili eli kanlı Siyonist lideri ayakta heyecanla
alkışlayanların Ayakları da elleri de kurusun Amenna
yarabbi veseddekna.
Acizler Sana hasret
Korkusun zalimlere
Mazlumlar Sana hasret
Bir nursun güneşlere
Yıldızlar Sana hasret
Rahmetsin alemlere
Alemler Sana hasret
Mustafa AKCAN
TEBBET SURESİ’NİN
DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ
Amin amin yarabbi Ebu Leheb’in de karısının
da elleri kurusun! Habib’inin yollarına dikenler
dökenlerin elleri kurusun! Amin amin yarabbi Müttefik
haçlıların nesilleri kurusun!
Amin
amin
yarabbi
Ümmetin
tepesine
cehennem kusanların, ateşler dökenlerin beyinleri
Onların biriktirdikleri de zenginlikleri de malları
da oğulları kızları
şanları şöhretleri krallıkları
bakanlıkları bakanları başbakanlıkları vezirleri partileri
partilileri
başkanları
vekilleri vekillikleri
destekleyenleri destekledikleri uydukları kandırdıkları
emir aldıkları efendileri Allah’ın ateşine girmekten
alıkoyamaz engelleyemez mani olamayacaktır
amenna Allah’ın kullarının kolunu bacağını koparıp
malını canını ırzını namusunu hunharca heder
ederken rabbinin aziziintikam olduğunu hesaba
katmayanları amenna, amenna faide vermeyecek
mazeretleri bilmedim anlamadım idrak edemedim
demeleri ipleri ile odun hamalı olan Ebu Leheb’in
karısı ile ümmeti katleden gemileri uçakları füzeleri
sırtlanmış olarak Allah’ın
azabından ve de
gazabından kurtaramayacak şuursuzca kıldıkları
namazları da diğer ibadetleri de zalimlere meyil
ettiklerinden ötürü ateşe girmekten koruyamayacaktır
amenna
zalimlere meyil etmeyin ateş sizi yakalar
amenna veseddekna.
kurusun! O ateşler ki; ocaklar söndüren, bebekler
öldüren, yetimler bırakan, dullar bırakan, açlar
Mayıs 2011
ABDULLAH HABİP
67
Musa KARACA
mkaraca_rehber@hotmail.com
TARİHTE BU AY
Arkadaşlar tarihte bu ay, dünyayı etkileyen bir fetih gerçekleşti. Dünya tarihi açısından; bin yıllık
Bizans imparatorluğunu ortadan kaldıran, ortaçağı kapatıp yeniçağı başlatan, Avrupa’da feodalite
(derebeylik) sistemini çökerten büyük bir fetih... Osmanlı imparatorluğu açısından ise; Osmanlı
Devleti’nin yükselme dönemine girdiği, başkentin Edirne’den İstanbul’a taşındığı, Osmanlı’nın toprak
bütünlüğünü sağlamış olduğu büyük bir fetih… Tahmin ettiğiniz gibi bu muhteşem fetih; İstanbul’un
fethidir.
29 Mayıs 1453 tarihinde II. Mehmet tarafından gerçekleştirilen İstanbul’un fethinin bu yıl 558.
yıldönümünü kutluyoruz. Fatih’i ve fethi çok iyi okumalıyız. Yirmi bir yaşındaki genç komutanın dünyayı
etkileyen başarısının sırrını öğrenmeliyiz. Öncelikle Fatih’in hedefine kilitlenerek “ Ya İstanbul beni alır,
ya ben İstanbul'u alırım.” diyerek ortaya koyduğu kararlığı fark etmeliyiz. Hiçbir engel onu hedefinden
vazgeçirememiştir. Denizden zincirle yolu kesilen Fatih, gemileri karadan yürüterek denize indirmiştir.
Dünyada başka bir örneği olmayan bu olay, Fatih’in ne kadar üstün yeteneklere sahip olduğunun da
ispatıdır.
Her yıl gururla kutladığımız fethin yıldönümünde, bu yıl bir farklılık yapalım. Fethi ve Fatih’i
anlatan bir kitap okuyalım. Dergimizin geçen yıl mayıs ayı sayısında Fatih’ten torunlarına mektup
yayınlamıştık, bu sayıda da torunlarından Fatih’e cevap yazalım:
Sevgili Hünkârımız, bizim gururumuzsun. İstanbul ismini duyunca hep seni hatırlıyoruz. Surlara
bakınca şahi topları icadındaki dehanı görüyoruz. Haliç’ten geçerken karadan yürüttüğün gemileri
hatırlıyor, başkalarının hayallerinin senin yaptıklarına ulaşamayacağını anlıyoruz. Her ne kadar
unutturmaya çalışsalar da asla seni unutmayacağız. Yolunu, yolumuz bilip hepimiz birer Fatih
olacağımıza sana söz veriyoruz. Mekânın cennet olsun…
ÜÇ YILA KADAR
Nasrettin Hoca, Timur’un eşeğine okuma öğretmek için üç bin altına anlaşmış. Anlaşmaya göre, üç yıl
içinde Nasrettin Hoca sözünü yerine getirip eşeğe okuma öğretmesi gerekiyormuş.
Anlaşmayı duyanlar:
Ne yaptın Hoca, demişler. Öğretemezsen Timur seni öldürür.
Adam sen de... demiş Hoca. Üç yıla kadar ya Timur ölür, ya eşek... Ya da
ben ölürüm!
68
Mayıs 2011
Rumeli Hisarı’nın Mimarisi
İstanbul’un fethinin her karesinde manevi değerlere verilen önem görülmektedir. Peygamber
efendimizin(s.a.v): “İstanbul mutlaka fetholunacaktır. Onu fetheden kumandan ne güzel
kumandan, onu fetheden asker, ne güzel askerdir.” hadisi, fethin sebeplerinden biridir.
Çok önemli bir ayrıntıyı da Rumeli Hisarı’nın
mimarisinde görmekteyiz. Hisar dört ay gibi kısa bir
sürede tamamlanmış, bugünün imkânları ile dahi
olağanüstü bir mimari başarıdır.
Hisar’a kuş bakışıyla bakıldığında Kufi hatlarla
“Muhammed” ismi görülmektedir. Fatih Sultan
Mehmet, Hisar’ın inşaatını Peygamberimiz Hz.
Muhammed (s.a.v)’in doğduğu ayda başlatmış,
bitirilmesini de “Regaip Kandili” gününe denk
getirmiştir.
Fatih, ebedi duracak olan bu eserin mimarisinde
peygamber efendimize olan sevgisini ortaya koymuştur.
BULMACA
1- Fatih Sultan Mehmet tarafından
İstanbul'un fethinden önce Boğaz’ın kuzeyinden
gelebilecek saldırıları engellemek için Anadolu
yakasındaki Anadolu Hisarı'nın tam karşısına inşa
ettirilen hisar.
2- İstanbul’un
Azam.
fethinde
Vezir-i
3- Fatih Sultan Mehmet devrinde
kaptan-ı deryalık görevinde bulunan paşa.
4- Denizden bakıldığında Rumeli
Hisarının sağ taraftaki kulesinin yapımını üstlenen
ve kuleye ismini veren paşa.
5- Fatih Sultan Mehmet’in icat
ettiği top
6- Fatih Sultan’ın asıl adı.
7- Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaş.
8- Fatih Sultan Mehmet’in hocası
9- Fatih Sultan Mehmet’in hocası
10- İstanbul’un
fethiyle
Mehmet’in kazandığı ünvan
Mayıs 2011
II.
69
Download