DEĞİŞEN TOPLUM-ÇEVRE İLİŞKİSİNİN BİR GÖSTERGESİ: İKLİM

advertisement
bilimname XVI, 2009/1, 107-139
DEĞİŞEN TOPLUM-ÇEVRE İLİŞKİSİNİN BİR GÖSTERGESİ:
İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ
İlkay ŞAHİN
Dr., Erciyes Ü. İlahiyat F.
isahin@erciyes.edu.tr
Özet
Bu çalışma toplum-çevre ilişkisindeki dönüşümü temsil eden iklim değişikliğinin çevre sosyoloji bağlamında ele alınmasını kendisine konu edinmektedir. Sanayi toplumlarının değişen değer ve dünya görüşünün tipik
bir biçimde doğaya yansıyışı, söz konusu algının iklim değişikliği ile ilişkiliği ve iklim değişikliği eylem plânlarının bu algı biçimi etrafında şekillenişinin gözler önüne serilmesi hedeflenmektedir. İklim değişikliği olgusu
toplum-çevre ilişkisinin farklılaşmasını göstermesi açısından önem arz
etmektedir. Böylesi bir konu ele alınmak suretiyle bir yandan toplumların
algı biçimlerindeki farklılaşma ile iklim değişikliği arasındaki ilişkiye temas edilmek diğer yandan da iklim değişikliğinin toplumları etkileyen ya
da etkileyecek boyutları değerlendirilmek suretiyle henüz gelişmekte olan
çevre sosyolojisine küçük de olsa bir katkı sağlanacaktır. Öncelikle sanayi
devrimiyle birlikte değişen doğa anlayışı kısaca ele alınacak, ardından insan kaynaklı iklim değişikliğinin toplumsal yaşama da tesir eden mevcut
etki ve sonuçları örneklerle bölgesel ve küresel düzeyde açıklanacaktır. İklim değişikliği ile mücadele eylem plânlarının ayrılmaz bir parçasını oluşturan iklim değişikliği senaryolarına yine etki ve sonuçları düzeyinde değinilecektir. Son olarak iklim değişikliği eylem plânlarının kronolojik bir
sunumunun ardından eylem plânlarının toplumsal yaşamın çeşitli boyutları ile alâkalı temel karakteri değerlendirilecektir. Ayrıca iklim değişikliği
ve eylem plânları bağlamında Türkiye’nin durumuna da değinilecektir.
Giriş
Sanayi toplumları kat ettikleri ekonomik ve teknolojik mesafeye paralel giden
sosyal yapı ve değerler dünyasındaki dönüşümle insan ve doğa ilişkisinin yeniden
108
İlkay Şahin
kurulduğu bir dönemi temsil etmektedir. Temel belirleyicileri yeniden oluşturulmak suretiyle toplumun değer ve dünya görüşüne göre şekillenen bu çevre-insan
ilişkisi sanayi devriminin üzerinden çok kısa bir sürenin geçmesinin ardından ilk
önemli olgusal sonuçlarını vermeye başlamıştır. Yeni toplumun değer ve dünya
görüşünü bir ölçüde temsil eden doğa-insan ilişkisinin en önemli sonucu ise iklim
değişikliği olmuştur. Bölgesel düzeyde farklılaşan yüzleri ile kendini hissettiren
iklim değişikliğinin en önemli özelliği ise insan belirlenimli oluşudur. Daha açık bir
ifadeyle sanayi devrimi ile birlikte toplumların sosyal yapı ve değerler dünyasında
meydana gelen değişiklikler çevre ile kurdukları bağları dönüştürmüş, sosyal hayatın
genelinde yaşanan farklılaşma ise çevreye yansıyan sonuçları doğurmuştur. İklim
değişikliği toplumsal yaşamda meydana gelen dönüşümlerin çevreye yansıyan bu
boyutlarından birisini temsil etmektedir.
Sanayi faaliyetleri bağlamında doğayı bir enerji ve hammadde kaynağı olarak
gören toplumların uzlaşma esasına dayalı olarak doğayla kurduğu bağlarını koparması iklim değişikliği olgusunu yaratmıştır. Ancak iklim değişikliğinin toplumsal
yaşamı doğrudan etkileyen sonuçlarıyla sınırlı düzeyde karşılaşılmış olması yaşanan
değişikliklerin sosyolojik bakış açısıyla sınırlı düzeyde ele alınmasını beraberinde
getirmiştir. Henüz toplumsal yaşamı doğrudan etkileyen sonuçlarıyla sınırlı düzeyde
karşılaşılsa da toplumların çevreyle ilişkisindeki bir dönüşümü tipik bir biçimde
temsil etmesi iklim değişikliğinin sosyolojik bir bakış açısıyla incelenmesini gerekli
kılmaktadır. Ayrıca olgusal sonuçlarla henüz karşılaşılmasa da insanın yeni doğa
algısının bu şekliyle devam etmesi halinde iklim değişikliğinin toplumsal yaşamı
etkileyecek sonuçlarıyla da çok kısa sürede tanışılacağı belirtilmektedir. Nedenleri
itibariyle toplumsal kökenli olsa da henüz yaşanan sonuç ve etkileri itibariyle daha
çok ekolojik neticeleri doğuran iklim değişikliği öyle görünüyor ki gelecekte yaratacağı toplumsal sonuçları ile doğrudan doğruya sosyolojinin bir konusu haline
gelecektir. Günümüzde özellikle kuraklıkla yüzünü gösteren iklim değişikliğinin
gelecekte görülmesi muhtemel küresel ve bölgesel etkileri bilimsel verilere dayalı
olarak kurulan değişkenler arası ilişki ile çeşitli iklim senaryoları bağlamında ortaya
konmaktadır. Söz konusu iklim senaryolarının değerlendirmeleri ise iklim değişikliği
ile mücadele eylem plânlarının temel dayanağını oluşturmaktadır. Ancak tıpkı insan
kaynaklı iklim değişikliği gibi eylem plânları da sanayi toplumlarının ekonomik ve
politik rekabetlerinin ortasında hayat bulmuş görünmektedir. Bu yönüyle yüksek
oranda sera gazı salmak suretiyle iklimi değiştiren aktör yani sanayi toplumları
eylem plânlarının da başrol oyuncusudur.
Bu çalışmada öncelikle çevre ve toplum ilişkisinin yeniden yapılanmasında bir
mihenk taşı olan sanayi toplumlarının doğa anlayışı ele alınacak; doğa anlayışlarını
ve doğaya yükledikleri anlamı farklılaştıran temel karakterlerine değinilecektir.
Değişen Toplum-Çevre İlişkisinin Bir Göstergesi: İklim Değişikliği
109
Sanayi toplumlarının temel karakterlerinin doğaya yansıyan boyutu ise iklim
değişikliği olgusu örneğinde ele alınacaktır. Bu bağlamda iklim değişikliğinin sanayi
toplumlarının enerji ve teknoloji üretim ve kullanımına bağlı niteliği ortaya konularak kavramsal çerçevesi sunulacaktır. Toplumsal faaliyetlere bağlı temel neden ve
belirleyicilerinin vurgulandığı kavramsal analizin ardından, genellikle iklimbilimsel
verilere dayalı örnekler bağlamında iklim değişikliğinin toplumsal hayata yansıyan
sonuçlarına değinilecek, gelecekte yaşanacak ve sosyolojiyi doğrudan ilgilendirecek
etki ve sonuçlarına ise iklim değişikliği modelleri bağlamında değinilecektir. Son
olarak iklim modellerinin öngördüğü değişikliklerden toplumsal yaşamı korumayı hedefleyen eylem plânlarının kronolojik bir değerlendirmesi sunulacak, söz
konusu eylem plânlarının sanayi toplumlarının ekonomi anlayışı ile ilişkisi ortaya
konulmaya çalışılacaktır
Sanayileşme Sürecinde İnsan-Doğa İlişkisindeki Kırılma
Çevre ve insan ilişkisi insanlığın yaşlı yerküre üzerindeki sosyal ve kültürel
yaşantısı boyunca önemli aşamalardan geçmiştir. Sanayi devrimi çevre ve insan
ilişkisinin farklı bir boyut kazandığı ve yeni bir sürece girdiği bu aşamalardan birisini oluşturmaktadır. Daha açık bir ifadeyle çevre ve insan ilişkisindeki en büyük
kırılma, sağladığı teknolojik birikim ve endüstriyel gelişme ile sanayi devriminin
hemen ardından gerçekleşmiştir. Bu yönüyle çoğu zaman “gelişme”, “medeniyet”
ve “uygarlık” kavramlarıyla ifade edilen insanlığın sosyo-kültürel serüveni doğayla
ilişkisine yansıyan sonuçları beraberinde getirmiş, sanayi devrimi örneğinde olduğu
üzere toplumsal ve kültürel yaşamı teşekkül ettirmek adına atılan her bir adım doğainsan ilişkisinin yeniden gözden geçirilmesine neden olmuştur. Sanayi devrimi öncesi
toplumlar enerji anlayışları ve teknoloji kullanımları itibariyle doğayla uzlaşan bir
yaşam biçimini temsil ederken, sanayi toplumlarının doğa ve çevre anlayışı giderek
aşınmıştır. Söz konusu aşınma insan ve doğanın birbirinden tümüyle ayrıştırılışında,
doğanın rasyonel tekniklerle kontrol edildiği ve gelişme için bir araç ya da kaynak
olarak görüldüğü, doğadan ayrı ve bağımsız bir sosyo-kültürel yaşam tasarımında
somutlaşmıştır.
Sanayi devrimi ile birlikte temel nitelikleri farklılaşan çevre-insan ilişkisinin
temelinde insanın kendisini yerküre üzerinde konumlandırma ve toplumu buna
göre şekillendirme eğilimi yatmaktadır. Dolayısıyla sanayi devriminin ardından
çevre-insan ilişkisinde farklı bir dönüşümün yaşandığı bu süreç toplumların değer
dünyasındaki farklaşmanın doğal bir sonucudur. Ancak şunu da belirtmek gerekir
ki, kendi özbenliğine dair bir algı dönüşümünü yaşayan ve doğayla ilişkisini yeniden
oluşturan temel aktör geliştirdiği rasyonel stratejiler ile bir otorite haline gelen Batılı
insan ve Batılı toplumlardır. Nitekim çevre ve toplum ya da çevre ve insan ilişki-
110
İlkay Şahin
sindeki en büyük kırılma, enerji anlayışı, sağladığı teknolojik birikim ve endüstriyel
gelişme ile sanayi devrimiyle birlikte Batıda gerçekleşmiş, ardından Batının tek
bütün mekanik dünya görüşü ile örtüşecek biçimde tüm dünyaya yayılmıştır. Bu
yönüyle Batı’da yeşerse de tüm dünyayı etkisi altına alacak kadar güçlü sonuçları
doğuran ve sanayi toplumu gibi yeni bir toplum tipini insanlık tarihinin bir parçası
haline getiren sanayi devrimi oluşturduğu değer ve dünya görüşü ile insan ve doğa
ilişkisi için bir milat niteliğini taşımaktadır.
Değer ve dünya görüşünü kendi organik varoluşundan başlamak üzere tüm
diğer doğal ve organik bağları bir yana bırakarak düşünce temelinde şekillendirmeye,
hayata rasyonel bir gözle bakmaya başlayan insan, bu algı değişimini doğaya da
yansıtmış, tıpkı kendisi gibi evreni ve doğayı da mekanik bir sistem olarak görmeye
başlamıştır. Değer ve dünya görüşünü rasyonel temellere oturtan insan için doğa
sömürülebilecek mekanik bir sistem haline gelmiştir (Capra, 1992: 37–38). Rasyonel
bir algıyla doğanın sömürülecek mekanik bir sistem olarak görülüşü ise teknoloji
ve enerji kullanımı yani sanayi etkinliklerinde somutlaşmıştır. Bu yönüyle sanayi
toplumlarının teknoloji ve enerji için attığı her bir adım, insanlığın çevreyle ilişkisi
noktasında önemli dönüşümleri, hatta kırılmaları temsil etmektedir.
Doğa ve insan ilişkisinin yeni bir sürece girmesinde belirleyici olan ise sanayi
toplumlarının karakteristik özellikleridir. İnsanlığın meydana getirdiği sosyokültürel birikimi “gelişme” olarak adlandıran ve bir toplumu oluşturan her bir ferdin
kullanabileceği enerji miktarının mevcudiyeti ya da fertlerin doğa güçlerini kendi
faydasına kullanabilme kabiliyetini sanayi toplumlarının ön koşulu olarak gören
Aron, böylece sanayi toplumlarının doğa anlayışındaki farklılaşmaya dolaylı bir
biçimde işaret etmektedir. Aron’un satır aralarında ima ettiği üzere çevre doğal
kaynaklardan çeşitli işlemlerden geçmek suretiyle elde edilen ve insanların yaşamlarını rahatlıkla sürdürmelerine hizmet eden enerjinin kaynağıdır. Daha açık bir
ifadeyle sanayi toplumları için doğa, enerji elde etmek üzere kontrol edilen edilgin
bir nesnedir. Doğanın kullanılabilir bir enerji kaynağı olarak görülüşünün öbür
yüzünü ise teknoloji kullanımı oluşturmuştur. Aron’a göre teknolojik devrim insanlığın gelişmişlik adına attığı ve ateşin kullanımıyla başlayan sürecin en son adımını
oluşturmaktadır (Aron, 1974: 76–77). Teknoloji ve enerji kullanımı birbirine paralel
süreçsel tarihi bir seyri takip etmişse de sanayi toplumlarının teknoloji ve enerji
algısı doğayla ilişkisini yeniden gözden geçirmesine neden olacak şekilde büyük
oranda farklılaşmıştır. Önceki toplum tiplerinde teknoloji ve enerji çevrenin doğal
kaynaklarında önemli dönüşümleri meydana getirmeksizin geliştirilirken sanayi
toplumları ihtiyaç duydukları teknoloji ve enerjiyi doğal hammaddelerini güçlü
bir biçimde dönüştürerek elde etmiştir. Sanayi devrimine kadar geçen süreçte taş
ya da madenden yaptığı aletleri kullanan; bitki, hayvan, güneş, rüzgâr su, toprak
Değişen Toplum-Çevre İlişkisinin Bir Göstergesi: İklim Değişikliği
111
ve ateşten elde ettiği enerjiyle yaşamını sürdüren insanlar devrimden sonra doğal
kaynakları radikal bir biçimde dönüştürerek elde ettikleri teknoloji ve enerjiyi kullanmaya başlamışlardır (Güvenç, 1999: 148, 185).
Bu yönüyle 18. yüzyılın ikinci yarısından 19. yüzyılın ilk yarısına kadar geçen
zaman diliminde İngiltere’de gerçekleşen ekonomik, teknolojik ve demografik değişiklikleri ifade etmek üzere kullanılan sanayi devrimi öncelikle teknoloji ve enerji
anlayışı itibariyle farklılaşan bir toplumun habercisidir. Teknolojik ilerlemeye de bağlı
olarak enerji anlayışındaki dönüşümün bir göstergesi olarak sanayi toplumlarında
doğal enerji kaynakları güçlü enerjilere dönüştürülerek kullanılmaya başlanmıştır
(Marshall, 1999: 633). İhtiyaç duyduğu enerjiyi evcilleştirdiği canlı enerji transformatörlerinden sağlayan insanlık, endüstri devriminin ardından ihtiyaç duyduğu
enerjiyi kendi yaptığı cansız yani mekanik transformatörlerden sağlar olmuştur.
Enerji kaynakları doğada bulunduğu şekliyle kullanılmamış verimlilikleri artırılacak
biçimde dönüştürülerek sanayi sektörüne aktarılmıştır. Endüstri devriminin geliştirdiği
makine ve motorlarda doğanın milyonlarca yıldan beri biriktirdiği odun ve kömür
gibi bitkisel, petrol gibi hayvansal enerji kaynakları ile su enerjisi kullanılmaya başlanmıştır. İnsanların enerji tüketimindeki artışa bağlı olarak enerji üretimini artıracak
teknolojik araştırmalar hızlandırılmış, enerji dönüşümündeki kayıplar azaltılmaya
çalışılmıştır (Güvenç, 1999: 185–187). Böylece sanayi devriminin ardından enerji
kullanımı giderek ivme kazanmış, artan endüstriyel üretimle birlikte daha fazla
ve güçlü enerjiye ihtiyaç duyan toplumlar geliştirdikleri teknolojik donanımlarla
doğadan sağladıkları enerji hammaddelerini güçlü enerjilere dönüştürmüşlerdir.
Kırsal ve tarımsal üretimin baskın olduğu toplumdan kentli ve endüstriyel
üretimin baskın olduğu bir toplum tipine geçişi gözler önüne seren sanayi devrimiyle birlikte bir yandan tarım sektöründe üretimi artıracak ve makineleşmeyi
hızlandıracak gelişmeler meydana gelirken diğer yandan da kentsel alanlara doğru
büyük demografik hareketlilikler yaşanmıştır (Marshall, 1999: 632). Tarımda makineleşme tarım sektöründe yoğunlaşan nüfusun azalmasını ancak tarım alanlarına
duyulan ihtiyacın artmasını beraberinde getirmiştir. Toprak daha fazla kullanılmaya,
tarımsal üretim etkinliklerinde verimliliği artırmak üzere kimyasal maddelere daha
yoğun bir biçimde başvurulmaya, hatta geniş tarım alanlarına duyulan ihtiyacın
etkisiyle orman alanları tarım arazisi haline getirilmeye başlanmışlardır. Giderek
endüstriyel tarıma geçilmiş olması ise söz konusu sürece hız katmış, pazarlanabilir
üretimi artırmak uğruna yoğun bir biçimde kaynak kullanımına neden olmuştur.
Sanayileşmiş kentsel alanlar ise demografik hareketlerin çekim merkezleri haline
gelmiş, şehirleşme süreci hızlanmıştır.
Demografik hareketlilikler ve göç, sanayi toplumlarında görülen doğa-insan
112
İlkay Şahin
dengesindeki kırılmanın önemli adımlarından bir diğerini oluşturmuştur. Tarımsal
üretim fazlalığı ve ardından gelen endüstriyel toplum tipi göç hareketlerine ivme
katmış ve şehirleşme sürecini hızlandırmıştır. 18 ve 19. yüzyıllarda yaşanan demografik hareketlilikler büyük oranda endüstriyel üretim ve ekonomik faaliyetlerle ilişkili
sosyal bir olgu olarak ortaya çıkmıştır. Nitekim sanayi devrimini ve bu devrime
bağlı göç sürecini İngiltere’de tecrübe eden Ravenstein, The Laws of Migration
isimli eserinde sadece İngiltere’de değil tüm Avrupa’da maden ya da ekonomik
faaliyetlerin merkezi olan şehirlerin yoğun göç dalgalarına maruz kalışını, endüstri
ve ekonominin önemli bir çekim gücüne sahip oluşunu vurgulamıştır (Ravenstein,
1889: 249–250).
Yaşanan tüm bu dönüşümleri Avrupa dışındaki diğer bölgelere de yayacak
biçimde taşımacılık ve ulaşımda önemli değişiklikler meydana gelmiş, dahası bir
yandan kapitalist ekonomi için pazar yaratma, diğer yandan da yeni enerji ve hammadde kaynakları edinmek üzere sömürgeci faaliyetler başlamış, sömürgeci ülkeler
ortaya çıkmıştır (Marshall, 1999: 632). Sanayi ve ekonominin merkezlerine doğru
hareketlenen nüfus şehirlerde yığılmaya başlamış, endüstriyel Avrupa ülkeleri hem
bu artan nüfusa yeni alanlar bulmak hem yeni enerji ve hammadde kaynakları hem
de üretilen ürünlerin pazarlanacağı yeni pazarlar yaratmak üzere dünyanın farklı
coğrafyalarına yönelmiştir. Böylece bir yandan artan nüfusunu ihraç eden Avrupa,
diğer yandan da gelişen sanayisi için gereken hammadde ve enerji ile pazar ihtiyacını
karşılamıştır. Sanayileşmiş ülkelerin bu sömürgeci tutumları bir yandan yeryüzü
kaynaklarının hızlı bir biçimde tüketilmesi ve çevre-insan ilişkisinin sömüren
olarak insan ve kaynak olarak çevre temelinde yeniden kurulmasını, diğer yandan
da günümüzde tüm dünyayı küresel bir enerji kaynağı ve küresel bir pazar haline
getiren sürecin başlangıç noktasını oluşturmuştur. Sanayileşmiş ülkelerin yeni enerji
kaynakları bulmak ve ekonomik pazarlar oluşturmak üzere giriştikleri sömürgeci
faaliyetlerine enerji üretimi ve kullanımına ilişkin teknolojik gelişmelerin de eklenmesiyle birlikte insanlığın çevreyle ilişkisi diğer tarihi dönemlerde olduğundan çok
farklı bir yöne doğru ilerlemeye başlamıştır.
Endüstriyel ve teknolojik gelişmeye paralel olarak bilgi dağarcığına yenilerini
katarak yolunda ilerleyen insanoğlu 20. yüzyılın ortalarına gelindiğinde doğayla olan
milyonlarca yıllık ilişkisi bağlamında ilk defa doğayı evcilleştirdiği, kontrol ettiği
algısına kapıldığı yeni bir sürece girmiştir. Artık doğa doğal düzenine müdahale
edilemeyen, öfkesinden zarar görmemek için tanrılara başvurulan, bünyesindeki
ağaç, hayvan, bitki gibi ekosistem türlerinden biri varoluş kaynağı olarak görülüp
saygı duyulan, her bir mevsimsel dönümü için kutlamalar düzenlenilen, insan hayatının tüm evrelerinin, zamanın bu mevsimsel dönüşümlerle ölçüldüğü, bağımsız,
kutsal ve özerk bir şahsiyete sahip, boyun eğilmesi gereken varlık değildir. Tam
Değişen Toplum-Çevre İlişkisinin Bir Göstergesi: İklim Değişikliği
113
aksine doğa, bünyesinde bulundurduğu hammadde ve enerjisi kullanılan bir kaynak,
hatta evcilleştirilmiş doğal bir kaynaktır. Geliştirdiği teknolojik araçlarla doğaya
ilişkin bilimsel keşifleri artan, yerin en derin noktalarından petrol, kömür, doğal
gaz, su gibi enerji kaynaklarını bulup çıkaran, hava durumunu aylarca öncesinden
tahmin edebilen, uzaya gönderdiği uydularla yerkürenin her türlü hareketini takip
eden insanoğlu, tüm bu faaliyetleriyle doğayı tüketebileceği ve kirletebileceği tüm
koşulları da hazırlamıştır. Foster’in de belirttiği üzere tüm bu sanayileşme süreci ve
bu sürece koşut giden kapitalist ekonomi için doğanın belirleyici özelliği insanlığın
hizmetindeki bir kaynak olmasıdır (Foster, 2001:2).
Meydana getirdiği sonuçları ile sanayileşme tüm dünyayı etkisi altına alacak
kadar geniş bir alana nüfuz eder hale gelmiş, enerjiye duyulan ihtiyaç giderek artmış,
teknoloji kullanımı hayatın vazgeçilmez bir gerçeği haline gelmiştir. Artan nüfus ve
genişleyen kapitalist ekonomik pazara bağlı olarak arz-talep zinciri içinde doğanın
enerji kaynakları daha yoğun bir biçimde kullanılmaya başlanmıştır. Sadece enerji
kaynakları kullanılmakla sınırlı kalınmamış, enerji üretimi, teknolojik atılımlar
yoluyla tüketilen doğa bir yandan da kirletilmiştir. Söz konusu bu süreç teknolojik
ve endüstriyel gelişmişlik adına atılan her bir adımla daha da hızlanmış ve yoğunlaşmıştır. Ancak sanayileşme, dünyanın tüm bölgelerinde aynı yoğunluk ve hızla
etkili olmamış, pek çok ülke Avrupa’da başlayan bu sürece uzun yıllar sonra dahil
olmuştur. Nihayetin de ise, Batı’da sanayileşme ile birlikte başlayan süreç tüm
dünyayı etkisi altına almış, doğayı tüketen aktörlerin sayısındaki artışa da bağlı
olarak doğa-insan ilişkisi küresel bir boyut kazanmış, söz konusu ilişki biçiminin
sonuçları ise “iklim değişikliği” olgusunda somutlaşmıştır. Böylece Sanayi devriminin ardından günümüze değin henüz yüz, yüz elli yıl gibi kısa bir süre geçmesine
rağmen insanlığın kendi kontrol ve denetiminde bir sosyal hayatı meydana getirme
teşebbüsü, doğanın iç düzeni ile çatışan sonuçları doğurmuş, insanlık yeryüzü hayatı
boyunca ilk defa doğanın dengesine müdahil bir aktör olarak yaşam sahnesindeki
yerini almıştır. Doğayla ilişkisini kendi eliyle düzenlemeyi deneyen insanoğlu artık
söz konusu ilişki biçiminin doğal bir sonucu; iklim değişikliği ile karşı karşıyadır.
İnsan müdahalesiyle sanayi devrimiyle birlikte oluşan ve değişen ya da bozulan
insan-doğa ilişkisinin somut bir göstergesi olan bu değişikliğin adı “insan eliyle
iklim değişikliği”dir.
Sanayi Toplumlarının Öbür Yüzü: İnsan Eliyle Değişen İklim
Dört buçuk milyarı aşan yaşamı boyunca yerkürenin iklimi büyük oranda
dengede kalmış, dengede kalan iklim ise yeryüzü hayatının devamlılığını sağlamıştır.
Buzul çağı örneğinde olduğu üzere, yerküre zaman zaman doğal dengesini bozmayan iklim değişiklikleriyle karşılaşsa da tüm bu değişiklikler iklimin özgün niteliğine
114
İlkay Şahin
katkı sağlamaktan başka bir sonucu doğurmamıştır. Yerkürenin doğal dengesini
sürdürdüğü tüm tarihi dönemler boyunca iklim güneş, dünyanın yörüngesinde
meydana gelen periyodik değişiklikler, atmosfer, okyanuslar, karalar, kutupların buzul
yapısı ve canlılar gibi “iklim sistemi” içindeki doğal etkenler tarafından belirlenirken
günümüzde yeni bir etken, yani insan aktör, sürece müdahil olmuştur. İnsan aktörün
iklim sistemine müdahil olmasıyla birlikte diğer tarihi dönemlerden farklı olarak
yapay bir iklim değişikliği meydana gelmiştir (Kellogg-Schware, 1982: 1076–1079).
İnsan aktörle birlikte yaşlı yerküre milyonlarca yıla yayılan doğal değişikliklerden
tümüyle farklı bir iklim değişikliğini sanayi devriminin ardından geçen yüz-yüz
elli yıl gibi kısa bir sürede yaşamaya mecbur kalmıştır. Tüm ekosistemleri etkisi
altına alacak kadar güçlü, olumsuz etkilerini giderek artan bir biçimde hissettiren
kapsamlı bu yapay iklim değişimi doğal iklim değişikliklerinden farklı olarak insanın
bir ürünüdür (Türkeş- Sümer- Çetiner, 2000:1). Bu yönüyle iklim değişikliği, toplum
kaynaklı ekolojik bir değişikliktir.
Yüz yıl öncesine kadar “iklim değişikliği” kavramıyla özellikle buzul çağına
referansla yerkürenin kendi içsel mekanizmalarıyla iklimde meydana getirdiği
değişiklikler kastedilmiştir. Ancak günümüzde artık bu kavram sanayi devriminin
ardından yaşanan toplumsal hayattaki dönüşümlere paralel olarak gerçekleşen
ekolojik değişikliklere ve yaratıcısına referansla olgusal durumla örtüşecek biçimde
tanımlanmaktadır. İklim değişikliği konusunda bilimsel bulgulara dayalı olarak
uluslararası düzeyde yasal ve algısal uzlaşmışlığın, kolektif bir kanaatin göstergesi
olan Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (UNFCCC) iklim
değişikliğini insan aktörün müdahalesine işaret ederek şöyle tanımlamıştır:
‘İklim değişikliği’, karşılaştırabilir zaman dilimlerinde gözlenen doğal iklim
değişikliğine ek olarak, doğrudan veya dolaylı olarak küresel atmosferin bileşimini
bozan insan faaliyetleri sonucunda iklimde oluşan bir değişiklik demektir (Arıkan,
2006: 9).
İklim değişikliğini insan eylemleriyle ilişkilendiren UNFCCC’nin aksine
geliştirdiği modeller ve gerçekleştirdiği bilimsel araştırmalar ile iklim değişikliği
konusunda tartışmasız bir otorite olan Hükümetler Arası İklim Değişikliği Paneli
(IPCC) ise, ister doğal isterse de insan eliyle yapay olarak meydana getirilmiş olsun
uzunca bir süre boyunca iklimde meydana gelen değişikliklere işaret etmek üzere
iklim değişikliği kavramını kullanmaktadır. Bu kavramla “ortalama değerdeki değişim
ve/ya temel niteliklerinin değişkenliğinin istatistikî testler kullanılarak belirlendiği
ve çok uzun süre içinde meydana gelen iklim durumlarını” kastetmektedir (IPCC,
2007a: 30).
Kavramsal açılımlardan da anlaşılacağı üzere sanayi devriminden sonra yaşanan
Değişen Toplum-Çevre İlişkisinin Bir Göstergesi: İklim Değişikliği
115
iklim değişikliği ne hava durumu gibi kısa süreli ve bölgesel etkileri yaratan atmosfer
olayları ne de milyonlarca yılda meydana gelen ve geniş çaplı etkiler yaratan doğal
iklim değişimiyle ilişkilendirilebilecektir. Tam aksine yerkürenin yaşadığı tüm diğer
doğal iklim değişikliklerinden farklı yapay bir değişimdir. Söz konusu değişikliğe
yapaylık atfedilmesine neden olan ise binlerce hatta milyonlarca yılda meydana
gelen doğal iklim değişikliklerinin aksine 19. yüzyıldan sonra yaşananların etkisini
15–20 yılda artırarak yüz yıllık bir süre içinde göstermesi, bölgeleri değil tüm dünyayı ve dünya üzerindeki ekosistemlerin tamamını etkileyen sonuçları doğurması
ve insanın müdahalesiyle meydana gelmiş olmasıdır. Bu yönüyle “iklim değişikliği”
ifadesi 19. yüzyıldan sonra insan aktör etkisiyle iklim sistemlerinde yaşanan güçlü
ve küresel değişikliğe işaret etmekte, insan aktör belirlenimliğini vurgulamak üzere
söz konusu değişiklikler antropojenik olarak kavramlaştırılmaktadır. Yeryüzünün
günümüzde yaşadığı antropojenik iklim değişimi sürecinin oluşumuna pek çok
etken katkı sağlamıştır. En büyük etken olarak toplumların enerji anlayışındaki
dönüşümünün bir işareti olan sera gazlarının yüksek oranlarda atmosfere salınması
gösterilmektedir.
UNCFFF’nin “Hem doğal, hem de insan kaynaklı olup atmosferdeki, kızıl
ötesi radyasyonu emen ve tekrar yayan gaz oluşumları” (Arıkan, 2006: 9) şeklinde
tanımladığı bu gazların sanayi devriminden bu yana artan oranda salımı kabaca
kısa dalgalı güneş ışınımı ile yerkürenin sıcak yüzeyinden salınan uzun dalgalı ışınların yeryüzü ve atmosferde emildiği ısı dengesini düzenleyen bir süreci ifade eden
atmosferin “doğal sera etkisini” güçlendirmekte, enerji kullanımındaki artışa bağlı
bu durum ise iklimi değiştirecek biçimde yeryüzünün ısınmasına neden olmaktadır
(Türkeş-Sümer-Çetiner, 2000: 3–4). Sera gazları atmosferin kimyasal yapısını bozarak
küresel enerji dengesini bozmakta ve iklimi değiştirmektedir (Morison, 1996: 24).
Yüz yıllarla ifade edilen çok uzun zaman boyunca varlıklarını devam ettirebilmeleri
ise sürecin kalıcılığını giderek artırmaktadır (IPCC, 1995: 4).
Doğal sera etkisini artıran sera gazlarından karbondioksit, metan ve diazot
monoksit, 1750–1992 yılları arasında sırasıyla %30, %145 ve %15 oranlarında artmıştır (IPCC, 1995: 21). Artan sera etkisinin oluşumunda %55 oranıyla en büyük
paya sahip olan karbondioksitin salım oranı 1970 ve 2004 arasında %80 civarında
artmış, en düşük artış konut ve ticari yerleşim birimleri, orman ve tarım sektörlerinde, en büyük artış enerji üretimi, taşıma ve endüstri alanlarında gerçekleşmiştir
(IPCC, 2007a: 36). Karbondioksit örneğinde verilen tüm bu oransal artışlar göstermektedir ki çok uzun zamanda meydana gelebilecek bir değişim yüz, yüz elli yıl
gibi kısa bir zaman içinde insan eliyle gerçekleştirilmiş, on bin yılda oluşabilecek
bir dönüşüme sadece yüz yılda ulaşılmıştır. Yaşanan artışın insan eliyle meydana
geldiğini gösteren veri ise dünya genelinde karbondioksit salımının %50 ve metan
116
İlkay Şahin
salımının %13’ünün insan etkinliklerine özellikle de endüstriyel faaliyetlerine bağlı
olarak oluşmasıdır.1 Bu yönüyle sera gazlarının oransal artışı tümüyle antropojenik
bir karakter taşımaktadır (IPCC, 1995: 21).
Artan sera etkisi vasıtasıyla iklim değişikliğini hızlandıran insan kaynaklı
etkenler ise sosyal hayatın dönüşümünü işaret edecek biçimde fosil yakıtların
kullanımındaki artış ile orman ve tarım alanlarının miktar ve işlenmesindeki
farklılaşma olmak üzere genel olarak iki başlık altında ele alınabilir. Söz konusu bu
etkenler bölgelerin sanayileşmişlik düzeylerine göre farklılık göstermekte, genel
olarak bakıldığında sanayileşmiş ülkeler yüksek endüstriyel karbon üretimleri ile
sanayileşme sürecini tamamlamamış ülkeler ise daha çok arazi kullanımı ile bu
probleme katkıda bulunmaktadır (Kadıoğlu, 2007: 49). Doğal kaynakların yoğun
bir biçimde kullanımı, tarım için açılan alanlar ve buna bağlı olarak giderek artan
ormansızlaşma ve çölleşme süreci atmosferde biriken sera gazlarının miktarının
armasına neden olmaktadır. Tarımsal üretimin vazgeçilmez kaynaklarından olan
toprak ve su yoğun kullanıma bağlı olarak söz konusu üretimden olumsuz bir biçimde
etkilenmektedir. Yeryüzünün artan nüfusu birim alandan daha fazla ürün elde etme
isteğini beraberinde getirdiğinden kimyasal maddelere de başvurarak toprağın ve
suyun yoğun bir biçimde kullanılması sonucunu doğurmaktadır (Şahin-Atış-Miran,
2008: 15). Daha fazla tarım alanı elde etmek uğruna ormanların yok edilmesi ise
arazi kullanımına bağlı sorunlara yenilerini eklemekte, yeryüzü bitki dokusunun
ve doğal dengesinin bozulmasına neden olmaktadır. Günümüzde yeryüzünün
yaklaşık %30’u ormanlarla kaplı olmasına ve yaklaşık üçte biri de ekili alanlardan
oluşmasına rağmen orman miktarı özellikle de tropik alanlardaki ormanlar giderek
azalmaktadır (Mcguffie-Henderson Sellers, 2001: 1099). Artan nüfusun ihtiyaçlarını
karşılamak uğruna arazi kullanımında yaşanan bu türden farklılaşmaların ötesinde
nüfusun yoğunlaştığı şehirler de iklim değişikliği ile sonuçlanan sera gazı salımını
artırmakta etkili faktörlerdendir.
Halen dünya nüfusunun yaklaşık %47’si şehirlerde yaşamaktadır. Ancak gelişmiş
ülkelerde şehirli nüfusun %76 civarında oluşuna karşın gelişmekte olan ülkelerde
%41 civarında kalması şehirli nüfus oranının önümüzdeki günlerde artacağına
işaret etmektedir. Nüfus artışı ve şehirlileşme ise iklimi değiştiren antropojenik
faktörlerdendir. Nitekim Ezber ve arkadaşlarının İstanbul örneğinde yaptıkları bir
çalışma şehirlileşme ve iklim değişimi arasındaki ilişkiyi gözler önüne sermektedir.
Buna göre İstanbul’un nüfusunun arttığı 1970 ve 1980’de özellikle de yaz ayında
sıcaklık değerlerinde önemli değişiklikler yaşanmış, şehirlileşme sürecinin ve nüfus
hareketlerinin arttığı 1951–2004 arasında sıcaklık genel olarak artmıştır. Toplumsal
1
. Enerji Sektöründe Sera Gazı Azaltımı Çalışma Grubu Raporu, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı
Enerji İşleri Genel Müdürlüğü Ankara – 2005, s.32
Değişen Toplum-Çevre İlişkisinin Bir Göstergesi: İklim Değişikliği
117
yaşamdaki dönüşümün bir göstergesi olan nüfus yoğunluğu ve şehirlileşmeye koşut
giden İstanbul örneğindeki bu sıcaklık artışı ise şehirleşmenin iklime etkisini gözler
önüne seren örnek bulgulardan sadece birisidir (Ezber-Şen-Kindap ve Diğerleri
2007: 667).
Şehirlileşme sürecinin iklimi etkileyen niteliği şehirde yoğunlaşmış nüfusun
artan ihtiyaçlarının karşılanabilmesi içinde daha fazla sanayi üretiminin yapılması,
dolayısıyla daha yüksek oranlarda enerji kullanımı ile ilişkilidir. Zincirleme bir
biçimde artan tüketim artan üretimi doğurmakta, üretim ve tüketim zincirindeki
bu yükseliş ise kaynakların aşırı kullanımı ile sonuçlanmaktadır. Şehirlileşmeye
bağlı olarak özellikle sanayi ve yerleşim bölgelerinden çıkan sera gazları çevre ve
atmosferi kirletmekte, küresel ve bölgesel düzeyde havanın ısınma eğilimi artmaktadır. Doğanın dengesinin bozulması ise kentlerin iklimini değiştirmekte, su, kara
ve havadaki yaşamı tümüyle tehdit eden önemli çevre sorunlarını yaratmaktadır
(Kadıoğlu, 2007: 47).
İklim Değişikliğinin Mevcut Ekolojik ve Toplumsal Göstergeleri
Uzun yıllar iklimin gerçekten değişip değişmediği, eğer değişiyorsa bu değişimin
doğal mı yapay mı olduğu tartışılmışsa da çeşitli toplumlarda farklı yoğunluklarda
türlü yüzlerini göstermesine rağmen olgusal örneklerden hareketle iklimin toplumların endüstriyel faaliyetlerinin neticesi olarak değiştiği noktasında neredeyse
genel ve ortak bir kanaat oluşmuştur. Söz konusu kanaatin oluşmasında etkili bir
diğer faktör ise teknolojidir. Hassas ölçüm araçlarının geliştirilmesi iklim verilerinin
kaydedilebilmesi ve karşılaştırılabilmesine imkân tanımış, böylece iklim değişikliğinin olgusal örnekleri bilimsel olarak ortaya konabilmiştir. Özellikle 1850’li yıllardan
itibaren sıcaklık ve yağış değerleri aletlerin yardımıyla ölçülmeye ve kaydedilmeye
başlanmıştır (IPCC, 2007a: 30). Aletli ölçümlerin de etkisiyle, yaşanan iklim olaylarının bir iklim değişikliği olduğu konusundaki kanaat giderek güçlenmiş, iklim
değişikliğinin gerek kamuoyunda gerekse de akademik dünyada genel bir kabulle
karşılanmasına neden olmuştur. Dünya kamuoyunu iklim değişikliğinin gerçek bir
durum olduğuna ikna eden en önemli husus küresel ısınma olmuştur. Artan sera
etkisinin bir sonucu olarak dünyanın yüzey sıcaklığı tüm iklim sistemi ve ekosistemleri etkileyecek bir biçimde yükselmiş, toplumsal yaşama yansıyan sonuçları
ile küresel ısınma seksenli yıllardan itibaren hissedilir boyutlara ulaşmış, doksanlı
yıllarda ise rekorlar kırmıştır (Türkeş-Sümer-Çetiner, 2000: 1, 5). Kadıoğlu’na göre
artan sera etkisinin potansiyel sonuçlarından sadece birini gözler önüne seren
“küresel ısınma” yapay iklim değişiminin en belirgin semptomuna yani ısınmaya
işaret etmektedir (Kadıoğlu, 2007: 49).
İlkay Şahin
118
İklim değişikliğinin yaşanan etki ve sonuçlarını küresel ve bölgesel düzeydeki
örnekler bağlamında açıklamayı hedefleyen Tablo-1’den de anlaşılacağı üzere
iklim değişikliğinin sosyal yaşama doğrudan etkilerine dair kesin bulgulara henüz
ancak sınırlı düzeyde ulaşılabilmektedir. Toplumlar genellikle sıcaklık artışı ve yağış
rejimindeki değişikliğe bağlı kuraklık, sel gibi felaketlerin sonucu olarak ekonomik
sorunlar ile göç gibi demografik hareketliliklerle karşı karşıya kalmaktadır. Dünyanın genelinde olmasa bile bazı bölgelerde toplumsal yaşamda göç gibi önemli
değişiklikleri beraberinde getirmiş, çevre felaketleri nedeniyle pek çok insan kendi
yaşam alanını terk etmeye mecbur kalmıştır. Bu anlamda iklim değişikliğine bağlı
uç iklim olayları ve çevresel felaketler göç için önemli bir itici güç oluşturmaktadır. Bu türden doğal felaketler çoğu zaman insanları kırsaldan kentlere doğru
itmektedir. Ancak çevre felaketleri karşısında yaşanan göçler geçici olduğu, yani
kişilerin geçici bir süreliğine yerlerini terk etmeleri anlamına geldiği için genellikle
doğrudan doğruya göç olarak adlandırılamamaktadır. Bununla birlikte insanların
çevresel felaketler karşısında zorunlu, gönüllü ya da sürekli göç olmak üzere çeşitli
hareketlilik biçimlerini sergiledikleri son yıllarda yaşanan doğal felaketlerle birlikte
aşikâr bir hal almıştır (Hunter, 2005: 283–285). Yaşanan çevresel felaketler dünya
kamuoyunu yeni göçmen tipleriyle tanıştırmıştır. Çevresel koşullar nedeniyle
istemeden de olsa göçmeye mecbur kalan kişiyi ifade eden “çevresel sığınmacılar”
kavramına ilave olarak zorunlu ve gönüllü çevresel göçmen olmak üzere iki tip
göçmenden daha bahsedilmektedir (Bates, 2002: 465–468).
Sonuçları
Etkileri
Tablo 1 İklim Değişikliğinin Etki, Sonuç ve Örnekleri2
Örnekler
Scaklk art
Å
Ekolojik
Yeryüzünün küresel ss 19. yüzyln sonundan itibaren 0.3–0.6°C artmtr.
2.
Aletli ölçümlerin yaplmaya baland 1850 ylndan buyana görülen en scak 20 yln
19’u 1980’den sonra yaanm, 1998 en scak yl olmu, son bin yln en scak yl olan
1998’i en scak ikinci yl olarak 2002 takip etmitir.
Son 50 yl 6,000 ylda gözlenen en scak yarm yüzyl olmutur.
1961’den bu yana okyanuslarn scaklk ortalamalarndaki art 3000 m derinliklerine
kadar ulamtr.
Son krk yldr Avrupa’nn genelinde scaklk deerleri k ve bahar aylarnda belirgin bir
biçimde yükselmi, Orta Avrupa ve Akdeniz’de yaz scaklklar atmtr.
İklim Değişikliğinin etki ve sonuçlarının örneklerle izah edilmeye çalışıldığı bu tablo: (IPCC, 2007a:30);
(IPCC, 1995:22); (Kadıoğlu, 2007: 49-52); (Kobayashi, 2004:153); (Türkeş-Sümer-Çetiner, 2000:8,
10-11); (Türkeş, 1998: 649-650); (Casty-Raible-Stocker ve Diğerleri, 2007:791); (Loukas-VasiliadesTzabiras, 2008:23-24); (Hunter, 2005:283-285)’den faydalanılarak geliştirilmiştir.
Å
119
Küresel deniz seviyesi son yüz ylda 10 ile 25 cm arasnda yükselmitir. Küresel deniz seviyesi 1961
ile 2003 yllar arasnda 1.3-2.3 arasnda bir artla her yl ortalama 1.8 mm oranna eriirken, 19932003 yllar arasnda deniz seviyesindeki ortalama yükseli 3.1 mm’ye ulamtr.
1978 ylndan bu yana kutup buzullar her on ylda %2.7 orannda kaybolmutur.
Kuzey yarmkürede 1900’den beri buzla kapl alanlarn %7’si ortadan kalkmtr.
Küresel balamda ya oranlar genel olarak azalmtr.
1900’den 2005’e kadar Sahel, Akdeniz, Güney Afrika ve Güney Asya’nn bir ksmnda yalar
azalrken Kuzey ve Güney Amerika, Kuzey Avrupa, Kuzey ve Orta Asya’da ya oranlar artmtr.
Ya miktarlarnda altml yllardan itibaren Afrika’dan Endonezya’ya uzanan kuakta azalma
gözlenmitir.
Yalarndaki ani azalma, 1970’li yllarla birlikte Orta ve Dou Akdeniz Havzas’nda ve Türkiye’de de
etkili olmaya balamtr.
Å
Afetler
Seksenli ve doksanl yllardan itibaren doal afetler daha sk görülmeye ve daha etkili olmaya
balam,1998 ylnda 240 kuvvetli frtna, 170 takn ve 190 orman yangn yaanmtr.
Kuraklk ve sellere
bal göç
Scaklk deerlerindeki arta bal olarak göl, akarsu ve topran nemindeki düü ile ya
oranlarndaki azalma büyük çapl kuraklklara neden olmutur. Küresel düzeyde kuraklktan
etkilenen alanlar 1970’den bu yana belirgin bir biçimde artmtr.
Akdeniz ülkelerinde yetmili yllardan itibaren iddetli ve uzun süreli, geni bölgeli kuraklklar
meydana gelmeye balamtr. 1976–77 ylndaki kuraklk Güney ve Bat Avrupa’y etkilemi, 1988–
1991 ylnda ise Akdeniz bölgesinin genelinde bir kuraklk yaanmtr. Yunanistan, talya, Balkanlar,
Güney ve Orta Avrupa’da iddetli kuraklklar meydana gelmi, 2000–2001 ylnda Balkanlar ve Orta
Avrupa’y etkileyen güçlü bir kuraklk yaanmtr.
Ya oranndaki azalma, akarsu ve göl seviyelerine ve toprak nemine etki etmi, subtropikal kuakta
ve özellikle Afrika’nn Sahel bölgesinde 1960’l yllarda balayan iddetli kuraklklar neticesinde on
binlerce insan göç etmek zorunda kalm, milyonlarca hayvan ölmütür.
Ekonomi
Sosyolojik
Kuraklık
Ekolojik
Ya orannda
değişiklik
Å
Yeryüzü su Dengesinde
bozulma
Değişen Toplum-Çevre İlişkisinin Bir Göstergesi: İklim Değişikliği
Afrika’da yaanan çevre olaylarna bal olarak milyonlarca insan göç etmitir.
Ya ve sellerin periyodik olarak meydana geldii Banglade’te büyük çapl göçler yaanmtr.
Afetler özellikle sigortaclk alannda olmak üzere pek çok sektörde önemli ekonomik sorunlara
neden olmutur.
1990’larda afetlerin neden olduu küresel ekonomik kayplar 608 milyar dolar amtr.
1988–1991 ylnda Akdeniz bölgesinde yaanan kuraklk 2.1 milyon Euro’dan fazla ekonomik
zarara yol açmtr.
Tablonun söylediği bir diğer önemli husus ise; iklim değişikliğinin etki ve
120
İlkay Şahin
sonuçları toplumları farklı yoğunlukta etkilemekte, bölgesel düzeyde çeşitlilik
göstermekte, süresi ve boyutu itibariyle bölgesel hatta yerel düzeyde farklılaşabilmektedir. Bu yönüyle son yüzyıl boyunca gözlenen sıcaklık artışları, yağış rejimindeki değişiklikler, küresel düzlemde tekbiçimli olmayıp, mevsimlere duyarlı,
gecelik ve günlük olarak asimetrik bir nitelik taşımakta, kara ve denizler düzeyinde
farklılaşmaktadır (Weber-Talkner-Auer ve Diğerleri, 1997: 327). Bu yönüyle sıcaklık
artışları zamansal, mevsimsel ve bölgesel farklılık göstermiş, gece sıcaklığı gündüz
sıcaklığından daha fazla, sıcaklıklar kıtaların orta kesimlerinde kış ve ilkbaharda,
yağışlar ise kuzey yarım kürenin yüksek enlemlerinde özellikle soğuk mevsimlerde
artmıştır (IPCC, 1995: 22). Karasal alanlar okyanuslardan daha hızlı ısınmıştır.
Kuzey kutbundaki sıcaklık artışı yüz yıllık küresel ısınmanın ortalama değerinin
iki katı civarındadır (IPCC, 2007a: 30). Sadece sıcaklık dengesi değil aynı zamanda
yağış dengesi de bozulmuş, yağış oranlarındaki ani düşmeler veya artmalar şeklinde
yeryüzü ekosistemini tümüyle etkileyen pek çok dönüşüm oluşmuştur (Kobayashi,
2004: 153). Genel olarak yağış oranlarındaki düşüş ile sıcaklık değerlerindeki artışın
birbirine paralel gitmesi ise şiddetli kuraklıkların, orman yangınlarının yaşanmasını
beraberinde getirmiştir. Esasında günümüzde yaşanan iklim değişikliğinin insanlara
ve mallarına olan mevcut zararları doğrudan doğruya sıcaklık ya da yağışlardaki
aşamalı değişimle değil kuraklık ya da sel baskınları gibi bu türden uç doğa olayları
ile ilişkilidir (Türkeş-Sümer-Çetiner, 2000: 10–11).
Küresel ısınma ve iklim değişikliği farklı coğrafyalarda farklı yüzleriyle hissedilse
de genel olarak bir ısınma eğiliminin olduğu Türkiye örneğinde belirgin bir biçimde
görülmektedir. Bulunduğu coğrafyanın iklim değişimi tecrübesiyle örtüşecek biçimde
Türkiye’nin sıcaklık değerleri genel olarak artmakla birlikte belirli aralıklarla soğuma
eğilimini de sergilemiştir. 1946–1975 yılları arasında kuzey yarım küre soğurken güney
yarım küre ısınmış, 1976–2000 yılları arasında dünya genelinde sıcaklık değerleri
artmışsa da (Türkeş-Sümer-Demir, 2002: 947) 1939’dan 1989’a kadar ısınma eğiliminde olan Türkiye 1955’den 1989’a kadar yüzey sıcaklığında bir soğumayla karşı
karşıya kalmıştır. 1939–1949 yılları arasında düşen yüzey sıcaklıkları, 1950’den 1970’e
kadar artmış, 1980’de de yükselmeye devam etmiştir. Şehirleşme nedeniyle kentlere
göçün artması ve konutlarda kömürün kullanılmasına bağlı olarak ortaya çıkan sera
gazları sıcaklığın ilkbahar mevsiminde gece sıcaklıklarının artması şeklinde kendini
göstermesine neden olmuştur (Kadıoğlu, 1997: 511, 515–516). Dolayısıyla 1960–1990
yılları arasında uzun süreli ortalama sıcakların daha düşük ve soğuk seyrettiği, yaz
sıcaklıklarında belirginleşecek bir biçimde ortalama yüzey sıcaklığının genel olarak
azalma eğiliminde olduğu Türkiye’de son on yıl içinde yaz ve bahar sıcaklıkları artmaya başlamış, ortalama ve maksimum sıcaklık serisindeki soğuma eğilimi giderek
zayıflamıştır (Türkeş-Sümer-Demir, 2002: 948).
Değişen Toplum-Çevre İlişkisinin Bir Göstergesi: İklim Değişikliği
121
Küresel ve bölgesel düzeyde yaşanan bu tür örneklerinden hareketle bir
yandan iklim değişikliğinin olgusal bir durum olduğu kanaatine ulaşılırken diğer
yandan da gelecekte yaşanması muhtemel iklim değişikliklerinin tespiti, muhtemel
toplumsal etki ve sonuçlarını ön görmenin mümkün olup olmadığı sorusuyla karşı
karşıya kalınmıştır.
İklim Modellerinin Öngördüğü Toplumsal ve Ekolojik İklim Değişiklikleri
Son yıllarda cereyan eden atmosferik olaylar ile bu olayların toplumsal etkileri
üzerinde konuşmak kaydedilmiş ve biliniyor olmalarına bağlı olarak mümkün olsa
da geleceğe ilişkin bu tür yorum ve analizler yapmanın güçlüğü aşikardır. İklim
değişikliğinin etki ve sonuçlarına özellikle de toplumsal olanlarına dair doğrudan
ve somut olaylarla bazı toplumlarda henüz hiç karşılaşılmaması, bazı bölgelerde
yeni yeni karşılaşılıyor olması, yaratacağı etki ve sonuçlar üzerinde konuşabilmenin
önündeki belirsizlikleri oluşturmaktadır. Ayrıca iklim değişikliğinin ekolojik etki ve
sonuçları tespit edilse de toplumsal etkilerine ilişkin tahminlerde bulunmak oldukça
zor görünmektedir. Tüm bu belirsizlik ve güçlüklere rağmen günümüzde yaşanan
iklim değişikliğinin temel nedenleri, özellikle de sera gazlarının salımının kaçınılmaz
olarak devam edeceği varsayılarak gelecekte yaşanabilecek iklime ilişkin öngörülerde
bulunulmaktadır. Dolayısıyla iklim değişikliğinin insana ve toplumsal hayata bağlı bir
sonuç oluşu göz önünde bulundurularak bir mantık önermesiyle insanın aynı hızla
sürece neden olan faaliyetlerini sürdürmesi halinde iklim değişikliğinin önümüzdeki
yıllar boyunca da güçlenerek etkisini hissettireceği varsayılmaktadır. Dahası iklim
değişikliğinin birinci sebebi olarak görülen ve insan aktör eliyle atmosferde biriken
sera gazlarının derhal ve tümüyle durdurulması halinde bile söz konusu gazların
uzun ömürlü olması nedeniyle yaşanan değişikliklerin önümüzdeki yıllarda dünyayı
etkilemeye devam edeceği belirtilmektedir. Sera gazı salımına ilave olarak gelecekte
yaşanacak değişiklikler nüfus büyümesi, ekonomik ve teknolojik gelişme, arazi
ve fosil yakıt kullanımı ve son olarak gaz oranlarını düzenleyecek ya da azaltacak
politik girişimler gibi toplumsal faktörlere bağlı görülmekte ve bu çerçevede çeşitli
senaryo ve modeller geliştirilmektedir (Morison, 1996: 24).
Anlaşılacağı üzere insan eylemlerinin iklimi değiştiren yönünün olgusal örneklerle ortaya konulmasının yani iklim değişikliğinin tespitinin ardından geçerli iklim
öngörülerine duyulan ihtiyaç belirgin bir biçimde kendini hissettirmiş, buna bağlı
olarak ayrı bir disiplin haline gelecek biçimde 1960’lı yıllardan bu yana yaklaşık
kırk yıldır iklim modelleri geliştirilmeye başlanmıştır. İklim sistemlerinin karmaşık
doğası farklı değişkenlerden hareket eden pek çok modelin oluşturulmasına neden
olmuştur. Geliştirilen modeller güçlü hesaplamalardan edinilen ve değerlendirmesi
122
İlkay Şahin
bilgisayar ortamında yapılan ortalama değerlere dayanmaktadır. İklim sistemlerinin
çok yönlülüğü doğrudan ve açıkça hesaplanamayan süreçlerin teknolojik araçlar,
küresel gözlemler ve yenilikçi parametrelerle büyük ölçüde varsayımsal olarak
ortaya konmasını gerekli kılmış, işte bu bağlamda olmak üzere iklim senaryoları ve
modelleri geliştirilmiştir (Mcguffie, Henderson Sellers, 2001: 1067, 1075). Model ve
senaryolar gelecekte iklimde meydana gelecek değişikliklere dair basit tahminlerden
daha ziyade içsel olarak tutarlı ve birbirleriyle doğrudan ilişkili anahtar varsayımlardan meydana gelen ve yaşanacak değişikliklerin koşullara bağlı bir simülasyonu
ya da yansıtması niteliğini taşımaktadır (Hulme-Viner, 1998: 145).
İklim değişikliğinin yaşanmaya devam edeceği noktasında kesine yakın bir
kanaat oluşmasına rağmen asıl sorun ne tür değişikliklerin yaşanacağı ve hangi
toplumların, nasıl etkileneceği noktasında düğümlenmektedir. İşte bu soruların
cevabı iklimi öngörmek üzere oluşturulan model ve senaryoların verilerine dayanmaktadır. Çeşitli bilimsel ön koşulları dikkate alarak tasarlanan iklim modelleri
bağlamında bölgesel ve küresel iklim değişikliği ve buna bağlı toplumsal sonuçlar
hakkında çeşitli öngörülerde bulunulmaktadır. İklimi etkileyen değişkenlerin mevcut
durumları esas alınarak söz konusu değişkenlerle iklim arasında kurulan ilişkiye
dayalı sonuçlar niteliğini taşıyan iklim modelleri ve senaryolarının öngörülerinin
sunulduğu Tablo-2’de belirli hususlar özellikle dikkat çekmektedir.
Öncelikle iklim değişikliklerinin gelecekte yaşanmaya devam edeceği noktasında
genel bir kabulün varlığı dikkat çekmektedir. İklim değişikliğinin kaçınılmaz etki
ve sonuçları ise genellikle sıcaklık artışları ve yağış rejimindeki değişikliklere bağlı
olarak açıklanmaktadır. Ancak bu noktada dikkat çeken husus iklim değişikliğinin
halen yaşanan etki ve sonuçları gibi gelecekte yaşanacakların da tek ve homojen bir
dağılım göstermeyeceği vurgusudur. Buna göre günümüzde olduğu üzere gelecekte
de iklim değişikliği homojen bir coğrafi dağılımı sergilemeyecek, sadece küresel
düzeyde genel olarak iklim ortalamalarına ve deniz seviyesine etki etmekle sınırlı
kalmayacak, birbirleriyle zıt bölgesel sonuçları da beraberinde getirecektir. Bazı
bölgelerde sıcaklıklar yıllarca yükselmeyecek, yağmur sezonları değişebilecektir
(Hulme-Viner, 1998: 145). Yine bu öngörülere göre bazı toplumlar su baskınları ve
sellerle boğuşurken bazı toplumlar kuraklıkla mücadele etmek zorunda kalacak,
tarımı da etkileyecek biçimde küresel ve bölgesel düzeyde su dengesi bozulacaktır
(Wang, 2005: 739, 752). Örneğin İngiltere gibi ülkeler sık sık nehir taşkınları ve
su baskınlarıyla karşı karşıya kalacaktır (Wilby-Beven-Reynard, 2008: 2515). En
yükseği Doğu Avrupa’da olmak üzere Avrupa’nın genelinde 3-5 derecelik sıcaklık
artışları yaşanacaktır (Rowell, 2005: 839-841). Kuzey ve Orta Amerika, Akdeniz,
Avustralya, Güney Afrika’da genel olarak tüm mevsimler boyunca; Amazonlar
Değişen Toplum-Çevre İlişkisinin Bir Göstergesi: İklim Değişikliği
123
ve Batı Afrika ile Sibirya yaz aylarında; Asya’nın muson bölgesinde ise kıtlıklara
neden olacak biçimde kış aylarında büyük çaplı kuraklıklar yaşanacaktır (Wang,
2005: 739, 752).
İklim değişikliği senaryolarının söylediklerinde dikkat çeken bir diğer önemli
husus da küresel, özellikle de bölgesel düzeyde birbirleriyle uzlaşmayan farklı tahmin
ve öngörülerin bulunmasıdır. Modellerin genellikle güncel ekolojik ve toplumsal
verileri esas alarak bilimsel öngörülerde bulunması geleceğe ilişkin tahminlerin
yenileriyle değiştirilmesi ya da bölgesel olarak farklılaşması sonucunu doğurmakta,
tahminler kolaylıkla değişebilmektedir. Örneğin, IPCC ikinci değerlendirme
raporunda 2100 yılında 1990 yılına nispetle sıcaklıklarda 1-3.5°C arasında bir artış
meydana geleceğini belirtirken (IPCC, 1995: 5), Üçüncü Değerlendirme Raporu’nda
dünyanın ortalama sıcaklığının giderek arttığını ve 1990–2100 yılları arasındaki
tahmini sıcaklık artışının 1.5-6.0 °C arasında olacağını belirtmiştir (Kobayashi,
2004: 153). İklim modellerinin ayrı değişkenleri esas alarak tahminde bulunmasına
dayalı farklılaşan öngörülerle Türkiye’nin de içinde değerlendirildiği Orta Doğu’nun
iklim senaryoları bağlamında da karşılaşılmaktadır. Bu senaryolardan birine göre
dünya genelinde 2020 yılına kadar geçen süreçte kutuplara doğru artacak biçimde
bir derecelik sıcaklık bir derece yükselecektir. Sıcaklıktaki yükselme ile birlikte bazı
bölgelerin nemlilik düzeyleri artacak ve buna bağlı olarak bitki örtüsü ve tarımsal
alanların genel dağılımı değişecek, bazı çöller tarımsal alan haline gelebilecektir.
Sahra çölü çöl olmaktan çıkacak ve çayırlık bir alan, Kuzey Afrika ve Orta
Doğu tarım için daha elverişli bir duruma gelebilecektir (Kellogg, Schware, 1982:
1084–1087). Ancak bu modelin aksine genel olarak Orta Doğu iklim modelleri
bölge için toplumsal yaşamı tümüyle etkileyecek biçimde geniş çaplı ve etkin bir
kuraklığı öngörmektedir. Buna göre bölgede 21. yüzyılın sonuna kadar sıcaklıklar dört derece artacak, en düşük sıcaklık artışı Karadeniz, Akdeniz’in de içinde
bulunduğu büyük su kaynaklarının yakınındaki alanlarda, en büyük artış ise bu su
kaynaklarından uzaktaki kısımlarda gerçekleşecektir. Bölgenin güneyinde yağış
oranlarında küçük bir artış meydana gelecek, en büyük yağış düşüşü Güney Batı
Türkiye’de gerçekleşecek, mevcut yıllık yağış miktarının %25’ine yakın bir düşüş
yaşanacaktır. Yağış oranlarındaki toplam düşüş yiyecek üretimi açısından önemli
olumsuzlukları beraberinde getirecek, yüzyılın sonuna kadar ekilebilir tarım alanında
170,000 km2 azalma olacaktır. Maksimum yağış zamanlarındaki değişiklik ürün
yetiştirme mevsimlerini etkileyecek, ekim stratejilerinde ve ürün tiplerinde önemli
değişiklikleri beraberinde getirecektir. Kuraklık nüfus artışıyla kesişince bölgede su
stresinin artması kaçınılmaz bir sonuç olacaktır (Evans, 2008: 2, 11–12, 15).
İlkay Şahin
124
Tablo 2 Gelecekte İklim Değişikliğinin Etki, Sonuç ve Örnekleri
Sıcaklık artışı
2100 yılında sıcaklıklarda 1-3.5°C artışı öngören IPCC, karbon gazları
emisyonlarının bu şekliyle devam etmesi halinde artışın 1.5-6.0 °C oranına
ulaşacağını belirtmektedir.
Sıcaklıklar özellikle karalarda ve kuzey enlemlerinde en yüksek değerlerine
ulaşacak, Antarktika yakınlarındaki Güney okyanusu ve kuzey kutbunun
kuzeyinde en düşük değerine sahip olacaktır.
Çöller daha güçlü sıcaklıklara sahne olacak, kuraklık ve erozyona bağlı olarak
çölleşme artacaktır.
Yeryüzü su
dengesinde
bozulma
Göl ve nehir sularında çekilmeler yaşanacak,
Isınmaya bağlı olarak kutuplardaki buzul erimeleri devam edecek ve 21.
yüzyılın sonunda kuzey yarım küredeki yaz buzulları neredeyse tümüyle yok
olacaktır.
Deniz seviyesi 2100 yılına kadar 15–95 cm arasında yükselecektir.
Avrupa’da dağlık alanlarda buzullar eriyecektir.
Yağış
oranı
Sıcaklık ve yağış oranlarına bağlı olarak yağışlı alanların genel dağılımında
değişiklikler olacaktır.
Yağış oranları hızla azalacak, buharlaşma artacaktır.
Kuraklık
Örnekler
Afrika’da 2080’da kurak ve yarı kurak alanların miktarındaki artış %5-8’e
erişecektir.
2050’da Orta, Güney, Doğu ve Güney Doğu Asya’da taze su potansiyeli hızla
azalacaktır.
Güney Avrupa’da yüksek sıcaklık ve kuraklıklar görülecek, su kaynakları
azalacaktır.
Amerika kıtasında yağış oranlarındaki azalma ve buzulların erimesi su
kaynaklarını azaltacaktır.
Afetler
Sonuçları
Uç hava olaylarına bağlı su taşkınları, seller, kuraklık ve çölleşme gibi afetlerin
şiddet, sıklık ve yoğunluğu artacaktır.
Deniz seviyesindeki yükselmeye bağlı olarak 2080 yılına kadar erozyonla karşı
karşıya kalan kıyı bölgeleri risk altında kalacak, sel tehlikesi artacaktır.
Özellikle Güney, Doğu ve Güney Doğu Asya’da yoğun nüfus oranına sahip
kıyı alanları deniz ve nehirlerden kaynaklanan su baskınları ve sellere maruz
kalacaktır.
Avrupa’nın iç kesimleri su baskınları, kıyılar ise sel ve erozyonla mücadele
edecektir.
Bitki/ hayvanlar
Ekolojik
Etkileri
Küresel sıcaklık değerlerinin 21. yüzyılda 1.5 ile 2.5 arasında artması halinde
hayvan ve bitki nesli %20 ile %30 oranında yok olacak, türlerin ekolojik
etkileşimi ile coğrafi dağılımı, biyolojik çeşitlilik tümüyle değişecektir.
Artan sıcaklık ve toprağın azalan nem oranı nedeniyle Doğu Amazonda
tropikal ormanların yerini çayırlık alanlar, yarı kurak iklimin ürünlerinin
yerini ise kurak iklim ürünleri alacaktır.
Tropikal Latin Amerikanın biyo-çeşitliliğinde azalma olacak pek çok tür
ortadan kalkacaktır.
Tarım
Ekonomi
Sosyolojik
Sağlık
Kuraklık/ sellerebağlı sosyal orunlar
Değişen Toplum-Çevre İlişkisinin Bir Göstergesi: İklim Değişikliği
125
Sel ve erozyon nedeniyle kıyı bölgelerinde yaşayanlar göç edecek, yaklaşık 46 milyon insan her
yıl fırtına nedenli sel baskınlarıyla uğraşacak ve göç etmek mecburiyetinde kalacaklardır. Bu
sayı deniz seviyesinin 50 cm yükselmesi halinde 92 milyona, 1 metreye yükselmesi halinde ise
118 milyona ulaşacak,
Deniz seviyesindeki yükseliş Çin ve Bangladeş’te yetmişer milyon insanı etkileyecek,
Deniz seviyesindeki bir metrelik bir yükselme özellikle küçük adalar, deltalar ve deniz seviyesi
ya da deniz seviyesinin altındaki ülkeler için hayati bir tehdit oluşturacak, deniz seviyesinin
bu oranla yükselmesi halinde Uruguay %0.05, Mısır %1, Hollanda %6, Bangladeş %17.5 ve
Marshall adaları %80 oranında toprak kaybına uğrayacaktır.
Afrika’da deniz seviyesindeki yükselme 21. yüzyılın sonunda alçak kıyısal alanlarda geniş bir
nüfusu etkileyecek,
Afrika’da 2020 yılına kadar 75 ile 250 milyon insan iklim değişikliğinin neden olduğu su
stresini yaşayacak,
Ani ve yüksek sıcaklık dalgaları ölümlere neden olacak, termal stres,
Güney Avrupa’da sıcak dalgaları ve sürekli sıcaklıklar nedeniyle hastalık riski,
Kuzey Amerika’da şehirler sıcaklık artışlarını süre ve yoğunluk olarak güçlü bir biçimde tecrübe
edecek ve buna bağlı sağlık sorunları,
Asya’da sel ve kuraklığa bağlı salgın hastalık ve ölümler artacaktır.
2100 yılında sıcaklığın 3–5 °C artması halinde sıtma dünya nüfusunun %60’ını etkileyecektir.
Gıda ve su kaynaklı hastalıklar; ateşli hastalıklar, sarılık, viral iltihaplar gibi vektörel
enfeksiyonlar artacak, sıtma özellikle tropikal ve alt tropikal bölgelerde 500 milyon gibi
rakamlara ulaşacaktır.
Zehirlenme ve kolera gibi taşıyıcıların neden olduğu hastalıklar artan sıcaklık ve sellerle birlikte
hızla yayılacaktır.
Böcek ve kuş türerinin popülasyonundaki değişiklik çeşitli bulaşıcı hastalıkları beraberinde
getirecektir.
Taze su kaynaklarının ve besinin sınırlılığına ilave olarak hava kirliliğinin ağırlaşması insan
sağlığını tehdit eder hale gelecek, solunum hastalıkları ve alerjik sorunlar,
Kentlerde yeryüzü seviyesindeki ozon yoğunluğundaki artışa bağlı olarak kalp ve solunum
hastalıkları,
Milyonlarca insan yetersiz beslenme sorunuyla karşılaşacak, buna bağlı ölüm ve hastalık
oranları hızla artacaktır.
Deniz seviyesinin yükselmesi nedeniyle kıyısal kesimler tuzlu suyun içeri girmesine bağlı
önemli ekonomik sorunlara maruz kalacaktır.
Deniz seviyesindeki yükseliş nedeniyle pek çok ülke gayri safi milli hâsılalarının %10’undan
fazlasını kaybedecektir.
Güney Avrupa’da yaz turizmi ve ürün üretimi sıcaklık ve kuraklıktan belirgin bir biçimde
etkilenecektir.
Güney Avrupa ve Alpler örneğinde olduğu üzere pek çok yaz ve kış turizm merkezi bu niteliğini
kaybedecektir.
Deniz yükselmesi balıkçılık sektörünü etkiyecek.
Turizm ve balıkçılık sektöründe çalışan insanlar göç etmeye mecbur kalacaklardır.
Afetlerin nicelik ve niteliğindeki artış büyük ekonomik kayıpları beraberinde getirecek,
2050 yılına kadar afetlerin neden olduğu küresel ekonomik kayıplar yılda 300 milyar dolara
erişecektir.
Buzul ve kar düzeyindeki azalma tarım ve elektrik üretimi için gereken nehir ve su kaynaklarını
etkileyecek, bazı bölgelerde tarımsal üretim artarken bazı bölgelerde özellikle de tropik
bölgeler ile alt tropikal bölgelerde azalacak, kıtlık ve açlık artacaktır.
Afrika’da bazı ülkelerde yağmura bağlı tarım %50 oranında düşecek, kötü beslenenlerin oranı
hızla artacaktır.
Sıcaklık artışları su ve yiyecek kaynakları açısından olumsuz sonuçlar meydana getirecektir.
Ürün üretiminde orta ve kutuplara yakın enlemlerde hafif bir artış olurken diğer bölgelerde
azalma, ekvatora yakın bölgelerde özellikle de kurak ve tropik alanlarda ise düşme
yaşanacaktır.
126
İlkay Şahin
Model ve senaryoların en dikkat çeken özelliği ise ister küresel isterse de
bölgesel düzeyde olsun yaşanacak değişikliklerin sosyal yaşamda yaratacağı etki ve
sonuçlara mutlaka işaret ediyor olmalarıdır. İklim değişikliğinin olması beklenen
etki ve sonuçları genellikle ekolojik ve toplumsal olmak üzere iki başlık altında ele
alınmaktadır. Ancak her ikisinin de birbirini etkileyen zincirleme bir sürecin parçası
oluşu da mutlaka vurgulanmaktadır. Bu çerçevede olmak üzere sıcaklık artışları,
yağışların azalması ve kuraklık, fırtına, sel ve kasırga gibi iklim değişikliğinin ekolojik etki ve sonuçları ile tarım, sağlık, ekonomi, turizm, nüfus, göç gibi toplumsal
sonuçları üzerinde durulmaktadır. İklimin değiştiğinin ve değişeceğinin en önemli
göstergesi olarak kabul edilen sıcaklık artışı örneğinde bakılacak olursa modeller
bağlamında sıcaklık artışlarının yeryüzünde yaratacağı kuraklık, çölleşme, sel riski
gibi ekolojik etki ve sonuçlarına işaret edildikten sonra söz konusu değişikliğin
demografik yapı, tarım, sağlık, ekonomi, beslenme gibi toplumsal hayatla ilişkili etki
ve sonuçlarına temas edilmektedir. Böylece iklim değişikliğinin ekolojide yarattığı
etki ve sonuçların mutlaka toplumsal hayata ve insan yaşamına etki edeceği vurgulanmakta, ekolojik değişiklikler ile toplumsal yaşama etkilerinin zincirleme bir
sürecin parçaları olduğu gösterilmektedir. Ekolojik ve toplumsal yaşama yönelik
etki ve sonuçlarının zincirleme bir sürecin parçaları olarak modeller bağlamında
sunulması ise iklim değişikliği eylem plânlarının zeminini oluşturmaktadır. İklim
değişikliği senaryo ve modellerinin artan toplum vurgusu eyleme vuruk boyutlarını gözler önüne sermekte, söz konusu modellerin oluşturulma amacını da ortaya
koymaktadır.
İklim değişikliği senaryo ve modellerinin temel amacı bilimsel analizlerle
geleceğe ilişkin öngörülerde bulunmanın ötesinde iklim değişikliğini önlemek ve/
ya değişen iklime toplumların uyumunu sağlamaktır. Söz konusu bu amaç her şeyden önce iklimin ne yönde değişeceğinin belirlenmesini ardından da toplumların
bu değişikliklere uyum sağlama kapasitelerinin geliştirilmesini gerektirmektedir.
Bu yönüyle modeller, Niemeyer ve arkadaşlarının da belirttiği üzere ekolojik
değişikliklerden toplumların etkilenme biçim ve düzeyi yaşanacak değişime ve
toplumların uyum sağlama kabiliyetine bağlı olduğundan (Niemeyer-Petts-Hobson,
2005:1443) iklimin ne yönde değiştiğini gösterdikten sonra bir yandan toplumların
uyum sağlama potansiyelini tespit diğer yandan da bu potansiyeli artırmak üzere
küresel girişimlerde bulunma hedefine dönüktür. Sözü geçen model ve senaryolar
toplumların ekonomiden tarımsal faaliyetlere, sağlıktan turizme kadar çok geniş
bir alanda iklim değişikliğine nasıl uyum sağlayacağı sorusunun cevabını vermektedir. Tarım ve beslenme örneğinde bakılırsa artan sıcaklıklar nedeniyle kuraklığa
dayanıklı bitkilere ağırlık verilmesinin, insan beslenmesinde yaprak, sap ve köklerinden faydalanılan bitkiler ile bu kısımlarla beslenen hayvanların öne çıkmasının
Değişen Toplum-Çevre İlişkisinin Bir Göstergesi: İklim Değişikliği
127
gerekliliği vurgulanmaktadır (Ünay-Başal, 2005: 15). Bu yönüyle iklimin ne yönde
değişeceğini küresel ve bölgesel örnekleriyle ortaya koyan senaryo ve modeller iklim
değişikliğinin önlenmesine yönelik küresel politikaların geliştirilmesinde de etkin
rol oynamaktadır. Bilimsel yöntemlerle iklimin nasıl değişeceğini ve toplumları ne
yönde etkileneceğini ortaya koymaya çalışan modeller böylece alınması gereken
önlemlerin, küresel ve bölgesel düzeyde yürütülecek girişimlerin de kapısını aralamaktadır (Rowell, 2005: 837).
Doğayı Toplumdan, Toplumu Doğadan Korumak: İklim Değişikliği Eylem Planları
İklim değişikliği her ne kadar ilk elden insan aktör özellikle de enerji ve fosil
yakıt kullanım oranlarına bağlı olarak sera gazı salımı yüksek sanayileşmiş ülkeler
kaynaklı bir dönüşüm olsa da bölgesel ve küresel düzeydeki ekolojik etki ve sonuçlarının da işaret ettiği üzere tüm toplumları etkileyecek ölçüde güçlü ve geniş çaplıdır. Bu yönüyle farklı toplumlarda farklı yoğunluk ve biçimleriyle hissedilse ya da
henüz bazı toplumlarda hissedilmese de beraberinde getirdiği ekolojik ve sosyolojik
sorunlar ile artık insanlığın görmezden gelinemeyecek bir gerçeği haline gelmiştir.
Yeryüzünün tümüne tesir eden zincirleme ekolojik etkiler yaratma niteliği ise bölgelerle sınırlı kalmayan bu zincirleme neden ve reaksiyonlar ile topyekun küresel
girişimlerle mücadele edilmesi sonucunu doğurmuştur. Bu kapsamda olmak üzere
küresel işbirliği sağlanarak iklim değişikliğinin yıkıcı etkilerinin yok edilmesi, durdurulması ya da bu etkilere uyum sağlanması için önlemler alınmasının gerekliliği
vurgulanmaya başlanmıştır. Küresel bir sorunun küresel işbirliğini gerektirdiğine
referansla yetmişli ve özellikle de seksenli yıllardan itibaren akademik alanda iklim
değişikliğinin geçmiş jeolojik dönemlere ait bir durum olmadığı fikrinde uzlaşılmıştır. Ancak iklim değişikliğinin toplumsal yaşama doğrudan yansıyan etkilerinin
sınırlılığı diğer pek çok akademik disiplinin aksine sosyolojinin iklim değişikliği
olgusuna yeni yeni eğilmesi sonucunu doğurmuştur.
Modern ve sanayileşmiş toplumların bilimi olarak görülen ve sosyal sorunlarla
olgusal düzeyde ilgilenen sosyolojinin iklim ve çevre konularına ilgi göstermesi iklim
değişikliğinin toplumsal yaşama somut bir biçimde yansımaya başladığı dönemlere
denk gelmiştir. Daha öncesinde pek çok sosyolog çevre olgusuna ilişkin değerlendirmelerde bulunmuşsa da sosyolojinin çevreyle olan ilişkisi özellikle 1980’lerden
sonra bir evlilikle sonuçlanmıştır. Endüstrileşmenin çevrenin bozulmasına etkisini,
çevre hareketlerinin yapısal ve toplumsal kökenlerini, yeşil politikalar, kentleşme ve
küreselleşmenin çevreye olan yansımalarını, sürdürülebilir kalkınmanın sağlanması
gibi problemleri kendine konu edinen bir ekososyoloji ya da çevre sosyolojisi ortaya
çıkmıştır (Marshall, 1999: 116). Çevre ve toplum ilişkisinin çoğu zaman diyalektik
128
İlkay Şahin
hatta çatışmacı bir biçimde, evrimci bir yaklaşımla ele alındığı genel sosyolojik
bakış açısı bir yana sosyoloji alanında kapitalizm ve ekonomisinin çevre sorunlarını
yaratma eğilimi (Foster, 2001: 2), sanayi ve teknolojinin doğayı tüketme niteliği
vurgulansa da iklim değişikliği ve çevre sorunlarının da yine teknolojik gelişmeyle
çözülebileceğine dair yaklaşımlar geliştirilmiştir. Pek çok bilim dalında olduğu üzere
sosyoloji alanında da çoğunlukla endüstrileşme ve teknolojik gelişmenin çevre
üzerindeki olumsuz ve yıkıcı etkileri ve söz konusu etkilerin toplumlar üzerinde
yarattığı sonuçlar üzerinde durulmasına rağmen son yıllarda çevre sosyolojisi
bağlamında gelişmiş bir dünyada ekolojik krizlerden kaçmanın ancak yine daha
fazla teknolojik ilerleme ile mümkün olacağını savunan eğilimler ortaya çıkmıştır
(Fisher-Freudenburg, 2001: 702).
Ekolojik modernleşme adlı bu yaklaşım çerçevesinde endüstri devriminden
bu güne değin eğer günümüzdeki mevcut teknolojik gelişmeye erişilmemiş olsaydı
daha fazla hava kirliliği olacağı ve çevresel krizlerin artacağı vurgulanmaktadır.
Bu durum için somut örnekler verilmekte ve yetmişlerden bu yana araba motor
teknolojisindeki gelişmelerin araba motorlarının hava emisyonlarını 20 faktör yani
%95 oranında azalttığına işaret edilmekte (Orsato-Clegg, 2005: 261), iklim değişikliğinin nedenlerinden olan teknolojik gelişmenin çözüm yollarının da başında
geldiği belirtilmektedir. Ancak daha önce de işaret edildiği üzere iklim değişikliğinin
halen yaşanan olgusal sonuçlarının sınırlı düzeyde kalması, gelecekle ilgili karamsar
öngörülerden öteye geçemeyişi olguların bilimi olan sosyolojinin iklim değişikliği ile
ilgilenmesinin önündeki en büyük engeli oluşturmaktadır. Şimdilik iklimbilimcilerin
mevcut ve gelecekte yaşanacak iklimsel dönüşümlere ilişkin yoğun araştırmalarına
konu olan iklim değişikliğinin -yine bir mantık çıkarımı ile şayet iklimbilimsel
öngörüler gerçekleşirse- başta sosyoloji, psikoloji, ekonomi, tıp gibi pek çok bilimin
araştırma konularından birisi haline gelmesi muhtemel görünmektedir.
Küresel bir sorunun küresel işbirliğini gerektirdiğine referansla yetmişli ve
özellikle de seksenli yıllardan itibaren akademik alanda iklim değişikliği olgusuna
belirgin bir yönelimin oluşmasının ötesinde akademik bulgulara dayalı olarak devletler
düzeyinde de iklim değişikliği ile mücadele eylem plânları oluşturulmaya başlanmıştır.
1970 ve özellikle de seksenli yıllara kadar tarih öncesi dönemlere ait bir mit olarak
görülen iklim değişikliğinin etkilerini giderek artan bir biçimde hissettirmesine bağlı
olarak bilimsel araştırmalara kulak verilmeye ve yaşanan değişikliklerin aslında bir
mit değil güncel bir olgu olduğu fikrine ulaşılmıştır. Yetmişli ve seksenli yıllardan
itibaren ivme kazanan eylem plânları doksanlı ve iki binli yıllarda uluslararası
düzeyde yasal bağlayıcılığı olan sözleşmelerin yapılmasıyla sonuçlanmıştır.
Eylem plânlarının önemli adımlarından biri ekonomik büyümenin çevre kir-
Değişen Toplum-Çevre İlişkisinin Bir Göstergesi: İklim Değişikliği
129
lenmesi ve ekolojik dengenin bozulmasına yol açan yönüne işaret eden 1972 yılında
Roma Kulübü tarafından yayınlanan bir raporla atılmıştır. Ekonomik ve endüstriyel
büyüme hedefinden vazgeçmeksizin çevre sorunlarıyla nasıl ilgilenileceği yine 1972
yılında Stockholm’de düzenlenilen Birleşmiş Milletler İnsan Çevresi Konferansı’nda
gündeme getirilmiştir (Dağdemir, 2005: 50–51). 1979 yılında düzenlenen Birinci
Dünya İklim Konferansı insan faaliyetlerinin iklim üzerindeki etkilerine dikkat
çekmesi yönüyle iklim değişikliği ile mücadele hususunda önemli bir girişim olarak
çevre sözleşmeleri kronolojisindeki yerini almıştır (UNFCCC, 2003: 3). Seksenli yıllar
çevre sorunlarına yönelik duyarlılığın giderek arttığı yıllar olmuş, 1980 yılında çevre
sorunları ile mücadelede ortak bir eylem plânının eksikliğinin vurgulandığı Brand
Komisyonu Raporu yayınlanmıştır. İki öncelikli konu yani endüstriyel ve ekonomik
büyüme ile çevrenin korunmasına dair faaliyetlerin uzlaştırılmasının gerekliliğine
ilişkin bir diğer önemli adım Dünya Çevre ve Kalkınma Komisyonu tarafından 1987
yılında yayınlanan Ortak Geleceğimiz başlıklı raporla atılmıştır (Dağdemir, 2005:
51–52). Birleşmiş Milletler Genel Kurulu 1988 yılında “küresel iklimin, insanlığın
bugünkü ve gelecekteki kuşakları adına korunması” çağrısında bulunmuş, iklim
değişikliğini insanlığın ortak kaygısı olarak tanımlamıştır (UNFCCC, 2003: 3). Ancak
tüm bu eylem plânlarının faaliyete geçirilmesi ve yenilerinin oluşturulabilmesi
yani iklim değişikliğinin önlenmesi ve toplumların değişen koşullara uyumunun
sağlanabilmesi için küresel ve bölgesel etkilerinin tespit edilmesi eylem plânlarının
öncelikli bir parçası olarak ortaya çıkmıştır.
Özellikle gelecekte yaşanacak değişikliklerden öncelikle etkilenecek bölgelerde
hızlı ve geniş çaplı önlem ya da uyum stratejilerinin geliştirilebilmesi için küresel
ısınmanın mevcut etkileri ile gelecekteki etkilerinin tespitine yönelik girişimler eylem
plânlarının önemli bir kısmını oluşturmuştur (Evans, 2008:1). Bu çerçevede olmak
üzere eylem plânlarına ışık tutması ve yönlendirici etkide bulunması için günümüzde
mevcut ve gelecekte yaşanacak değişikliklerin tespitine yönelik kurumsal oluşumlara
gidilmiştir. Hükümetler Arası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) iklim değişikliğine
ilişkin öngörüleri ile eylem plânlarında yönlendirici etkiye sahip olacak şekilde
oluşturulmuş bu kurumlardan birisidir. IPCC insanoğlunun neden olduğu iklim
değişikliğini anlamaya imkân sağlayacak şekilde bilimsel, teknik, sosyo-ekonomik
verilere ulaşmak ve bu verileri değerlendirmek üzere1988 yılında Dünya Meteoroloji Örgütü (WMO) ve Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP) tarafından
kurulmuştur. İklim değişikliğine ilişkin belirsizlikleri açığa çıkarmak, sonuçlarına
dair değerlendirmeler yapmak, dünya kamuoyunun bilgi dağarcığındaki boşlukları
doldurmak üzere iklim değişikliği eylem plânı hazırlanmak IPCC’nin amaç ve faaliyet
alanını oluşturmaktadır. İklim değişikliğine ilişkin bilgi birikiminin güncellenmesi
eylem plânları ve ilgili stratejilerin değerlendirilmesini gerekli kıldığından sera
130
İlkay Şahin
gazlarına ilişkin ulusal ve uluslararası politikaların gözden geçirilmesi, bu gazların
etkilerinin değerlendirilmesi, sosyo-ekonomik politikaları ve çevre programları
bağlamında dikkate almaları için söz konusu bu değerlendirmelerin hükümetlere
ve ilgili organizasyonlara iletilmesi de IPCC’nin faaliyet alanlarını oluşturmaktadır
(IPCC, 2007b: 118).
IPCC, UNEP ve WMO’nun tüm üyelerine açık bir oluşum olarak tasarlanmıştır. IPCC üç Çalışma Grubundan ve bir Özel Kuvvet’den meydana gelmektedir.
Çalışma Grubu I (WGI) iklim değişikliği ve iklim sistemlerini, Çalışma Grubu II
(WCII) ve üç (WGIII) toplumsal yaşam ile doğal sistemin iklim değişikliğine yatkınlığı ve uyumunu bilimsel olarak değerlendirmekte, sera gazlarının emisyonlarının
sınırlandırılmasına yönelik stratejiler geliştirmektedir. Özel Kuvvetler ise IPCC’nin
Ulusal Sera Gazı Envanterleri Programı’nın yürütülmesinden sorumludur. IPCC
şimdiye kadar çalışma grupları tarafından gerçekleştirilmiş dört iklim değişikliği
değerlendirme raporu yayınlamıştır (IPCC, 2007b: 118). Çalışmaları ve yayınladığı
bu raporlar iklim değişikliği ile mücadele eylem plânlarına öncülük etmiş, yasal bağlayıcılığı olan sözleşmeler için temel oluşturmuştur. İklim değişikliğinin yadsınamaz
bir gerçek olduğunu ilan ettiği ve 1990 yılında yayınladığı Birinci Değerlendirme
Raporu İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (UNFCCC), İkinci Değerlendirme
Raporu (1995) ise Kyoto Protokolü görüşmelerine katkıda bulunmuştur. Böylece
uluslararası düzeyde bağlayıcılığı olan eylem plânlarının oluşturulması için girişimlerde bulunulmaya başlanmıştır.
Bu çerçevede olma üzere 1990 yılında Cenevre’de toplanan İkinci Dünya İklim
Konferansı iklim değişikliği konusunda küresel ölçekte bir anlaşmaya gidilmesi
çağrısında bulunmuştur. Genel Kurul bir sözleşme için görüşmelerin resmen başlamasına, bu görüşmelerin Hükümetlerarası Müzakere Komitesi (INC) tarafından
yürütülmesine karar vermiştir. INC ilk toplantısını 1991 yılı Şubat ayında yapmış,
bünyesinde yer alan hükümet temsilcileri Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve
Sözleşmesi’ni 9 Mayıs 1992 tarihinde kabul etmiştir. Birleşmiş Milletler tarafından
Rio de Janerio’da Haziran 1992’de düzenlenen Birleşmiş Milletler Çevre ve Kalkınma
Konferansı’nda (UNCED) ise sözleşme imzaya açılmış, 21 Mart 1994 tarihinde
yürürlüğe girmiştir (UNFCCC, 2003:3). İklim değişikliğine ilişkin yasal düzenleme
ve politikaları oluşturan (IPCC, 2007b:118) ve yeryüzündeki iklim değişikliğinin
insanlığın ortak kaygısı olduğunu vurgulayarak işe başlayan UNFCCC atmosferdeki
sera gazı yoğunluğunun insan faaliyetlerinin, özellikle de sanayileşmiş toplumların
bir eseri olduğunu, artan sera gazlarının doğal sera etkisini güçlendirdiğini, bu
durumun ise yeryüzünde sıcaklık artışlarını beraberinde getirdiğini ve getireceğini
beyan etmektedir (Arıkan, 2006: 7).
Değişen Toplum-Çevre İlişkisinin Bir Göstergesi: İklim Değişikliği
131
Tarafların ortak fakat farklı sorumluluklarının olduğuna işaret eden UNFCCC,
gelişmiş ülkelerin iklim değişikliğinin tüm zararlı etkileriyle savaşılmasında öncülük
etmesini gerekli görmektedir. Ek I ve Ek II olmak üzere farklı sorumluluk esasına
dayalı iki ayrı taraflar listesinin meydana getirildiği sözleşmede gelişmiş ülkeler Ek
II, gelişmekte olan ülkeler ise Ek I listesinde yer almıştır. Sözleşmede özellikle insan
kaynaklı sera gazı salımının azaltılması üzerinde durulmuştur. Tarafların insan
kaynaklı sera gazı salımlarını sınırlandırmalarının yanında sera gazı yutaklarını
ve haznelerini3 korumak ve geliştirmek suretiyle iklim değişikliğini azaltmak için
ulusal politikalar benimsemeleri ve uygun önlemler almaları şart koşulmuştur
(Arıkan, 2006: 12, 28). Bu yönüyle küresel iklimi korumaya ve sera gazı salımlarını
azaltmaya yönelik genel ilke, eylem, strateji ve yükümlülükleri düzenlemek için
UNFCCC ülkeleri ilki küresel ısınmayı önlemek amacıyla sera gazı salımını azaltıcı
politikalar uygulamakla (Ek I), diğeri sera gazı azaltımının yanında gelişmekte olan
ülkelere iklim değişikliğinin önlenmesi konusunda maddi ve teknolojik destek sağlamakla yükümlü (Ek II) olmak üzere iki kategoride ele almıştır. Şu an itibariyle 188
devlet ve Avrupa Birliği tarafından onaylanması bakımından çevreyle ilgili olarak
uluslararası anlaşmalar arasında en geniş katılımlı sözleşme olma niteliğini taşıyan
UNFCCC ile gelişmiş ülkeler insan kaynaklı sera gazı salımlarını 2000 yılına kadar
1990 düzeylerinde tutmayı üstlenmişlerdir. Anlaşma bağlamında coğrafi konumları
nedeniyle iklim değişliğinin etkilerine öncelikle açık ve ekonomisi fosil yakıt satımına
bağlı olduğundan alınacak önlemlerden ekonomik olarak etkilenecek ülkeler de Ek
I Dışı ülkeler kategorisinde değerlendirilmiştir (UNFCCC, 2003: 3, 5, 6).
1997 yılında Kyoto’da gerçekleştirilen UNFCCC 3. Taraflar Konferansı’nda
kabul edilen Kyoto Protokolü ise, Sözleşme’nin amacına ulaşması için tasarlanmış
ilk somut adım olarak 16 Şubat 2005 tarihinde yürürlüğe girmiştir (Arıkan, 2006: 5).
Sera gazlarını kontrol etmek üzere başlayan uluslararası çabalar çerçevesinde sera
gazı salım oranlarını düşürmeyi hedefleyen UNFCCC’nin bu amacı düşürülecek
oranların hükümetlerin kendi inisiyatiflerine bağlanması nedeniyle başarısızlıkla
sonuçlandığından Kyoto Protokolü’ne resmi olarak belirlenmiş oranlarda sera gazı
salımı azaltılması şartı konulmuştur (Foster, 2001: 5). Kyoto Protokolü Ek-I listesinde yer alan Tarafların 2008–2012 yılları arasında insan kaynaklı karbondioksit
eşdeğeri salımlarını 1990 yılındaki düzeyinin en az %5 aşağısına indirmeleri ve bu
oranları aşmamaları yasal olarak şart koşulmuştur (Arıkan, 2006: 31). Protokolde
sera gazlarının salımının 1990 düzeyinin en az %5 azaltılması kararı Avrupa birliği3
. “Hazne”, sözleşme bağlamında “bir sera gazının veya bir sera gazının oluşumunda rolü bulunan
bir öncü maddenin depolandığı iklim sisteminin bir unsuru veya unsurları anlamına gelir.” şeklinde
tanımlanırken “yutak”, “bir sera gazını, bir aerosolü veya bir sera gazının oluşumunda rolü bulunan
bir öncü maddeyi atmosferden uzaklaştıran herhangi bir işlem, faaliyet veya mekanizma anlamına
gelir.” şeklinde tanımlanmaktadır (Bkz. Arıkan, 2006:10)
132
İlkay Şahin
nin sera gazı salımlarını %8, Amerika’nın %7, Japonya’nın %6 oranında indirmesini
gerektirmiştir (Foster, 2001: 5). Tarım toprakları, orman alanları ve arazi kullanımına
bağlı olarak sera gazlarının bu kaynaklarca salımı ve yutaklarca uzaklaştırılmasından
kaynaklanan insan etkin oransal değişikliklerin Ek-I Tarafları için ayrılmış miktarlara
ne şekilde ekleneceği ya da çıkarılacağı ise protokol tarafından belirlenecek usul ve
yöntemlere bağlanmıştır (Arıkan, 2006: 31–32). Ancak protokolde sera gazı emisyon
azaltımına ilişkin bu koşullar uygulanışına dair ayrıntılara girilmeden ana ilkeleri
ile belirlendiğinden pek çok tartışmayı beraberinde getirmiştir.
Kyoto Protokolü’nün uygulanmasına ilişkin bu tartışmalar iki noktada düğümlenmiştir. İlkini satılabilir emisyon izinleri oluştururken diğerini karbon yutaklarının
da emisyon oranlarına dahil edilmesi konusu oluşturmuştur. Satılabilir emisyon izni
sanayileşmekte olan ülkelere tanınan emisyon izninin bu ülkelerden emisyon düşürme
yükümlülüğü bulunan ülkeler tarafından satın alınması anlamına gelmektedir. Bu
iki husus 2000 yılında Lahey’de yapılan 6. Taraflar Konferansı’nda öneri olarak
sunulmuş ve önemli tartışmalara neden olmuştur. Avrupa birliği karbon emisyon
oranlarını düşürmekteki başarısızlığı gizlemenin bir yolu olarak değerlendirdiği her
iki öneriyi de kabul edilemez bulmuş ve şiddetle karşı çıkmıştır. Amerika, Japonya,
Kanada, Avustralya ve Yeni Zelanda ise öneriye sıcak bakmış ancak görüşmeler
sonucunda bir uzlaşmaya varılamamış, görüşmelere ara verilmiştir. 2001 Temmuzda
6. Taraflar Konferansı’nın bir devamı olmak üzere Bonn’da yapılan görüşmelerde
emisyon azaltımında tarım alanları ile ormanlar “karbon kuyusu” olarak tanımlanmış ve emisyon düşürme oranlarına dahil olmadığı karara bağlanmıştır. Ayrıca
Japonya, Kanada ve Avustralya gibi sera gazı emisyonları 1990 yılından itibaren
artan ülkelere Rusya gibi karbon emisyon oranları 1990’dan beri düşmekte olan
ülkelerden emisyon izinlerini satın alma yetkisi verilmiştir. Tüm bu esnekliklere
rağmen dünyadaki sera gazı emisyonlarının büyük bir bölümünden sorumlu olan
Amerika ekonomisi üzerinde oluşturacağı olumsuz etkileri ve Hindistan, Çin gibi
yüksek emisyon düzeyine sahip gelişmekte olan ülkelerin emisyon azaltımıyla
yükümlü tutulmayışını, her ülkenin ikilim değişikliği ile ilgili mücadelesini kendi
koşul ve imkânlarına uygun olarak bölgesel bir biçimde yürütmesinin gerekliliğini
gerekçe göstererek Kyoto Protokolü’nü imzalamayı reddetmiştir (Foster, 2001: 5–8).
Amerikanın imzalamaktan vazgeçmesi ve çekilmesi ise Kyoto Protokolü’nün geleceğini tehlikeye düşürmüştür. 2003 yılına kadar 106 ülke anlaşmayı imzalamışsa da
anlaşmanın küresel sera gazlarının emisyonunun %55’inden sorumlu ülkeler tarafından kabul edilme ön koşulu yürürlüğe girmesine engel olmuş, ancak Rusya’nın
2003’de anlaşmayı imzalamasıyla birlikte bu orana ulaşılmış ve Kyoto Sözleşmesi
yürürlüğe girmiştir (Brechin, 2003: 123).
Kyoto Protokolü imzalansa da karbon emisyonunu önlemek için gereken
Değişen Toplum-Çevre İlişkisinin Bir Göstergesi: İklim Değişikliği
133
teknolojik aletlerin gelişmiş ülkelerden alınacak olması gelişmekte olan ülkeler
için ekonomik bir dezavantaj olarak ortaya çıkmış, ayrıca gelişmekte olan ülkelerin
büyük karbon potansiyelleri de endişe verici bir sorun olarak akıllarda kalmıştır.
Anlaşmanın karbon emisyonunun azaltılmasını öngörmesi getireceği ek külfet
ve maddi harcamalar nedeniyle de eleştirilmiştir. Özellikle Amerika anlaşmanın
getirdiği yükümlülükleri ve neden olacağı ekonomik kayıpları şiddetle eleştirmiştir.
Amerika’nın eleştirileri gelişmekte olan ülkelerin karbon emisyonlarını azaltmayışına karşın gelişmiş ülkelerin emisyon azaltımında bulunmak zorunda olmaları
noktasında yoğunlaşmıştır (Grubb, 2000: 112–113). Ancak emisyon azaltmak için
gereken teknolojik araçların büyük çoğunun gelişmiş ülkelerde bulunduğu, diğer
ülkelerin ise büyük bir karbon potansiyelini barındırdığı göz önünde bulundurulduğunda başta Amerika olmak üzere sanayileşmiş ülkelerin ısrarla gelişmekte olan
ülkelerin de emisyon azaltımında bulunmasını talep etmelerinin altında emisyon
azaltımı ile uğradıkları zararı çevre teknolojisi ihraç ederek telafi etme isteklerinin
yattığı anlaşılacaktır. Dolayısıyla Amerika’nın Kyoto Sözleşmesi’ni imzalamamasının altında küresel bir yeşil pazar oluşturma ve bu pazardan emisyon azaltımı ile
uğrayacağı zararın çok üstünde karlar elde ederek pay alma, ve bu pazara hakim
olma küresel politikası yatıyor gözükmektedir. Bu durum Atmosfere saldıkları
sera gazlarıyla iklim değişikliğinin temel aktörleri olan sanayileşmiş ülkelerin iklim
değişikliği ile mücadele eylem plânlarına öncülük edişlerinin önemli bir boyutunu
da gözler önüne sermektedir.
Sanayileşmiş ülkelerin iklim değişikliği eylem plânlarının oluşturulmasına öncülük edişleri iklim değişikliğinden etkilenme düzeyleri ve halen yaşanan ve yaşanacak
olan iklim değişikliğini tespit edecek gelişmiş teknolojik donanıma sahip oluşlarıyla
ilişkili görülebileceği gibi küresel ekonomik ve politik güçlerini koruma ve devam
ettirme, küresel önderlik politikalarını sürdürme istekleriyle de ilişkilendirilebilir. Bu
doğrultuda olmak üzere Janicke, çevre politikaları ve iklim değişikliği ile mücadele
eylem plânlarının dünya piyasasının gerekleri ve gelişmiş ülkelerin başını çektiği
ulus devletlerin kolektif tutumlarından etkilendiğini vurgulamaktadır. Janicke’e
göre iklim değişikliği eylem plânlarını gelişmiş lider devletler oluşturmakta diğer
ülkeler ise uygulamaktadır. Bu yönüyle yüksek karbondioksit emisyon oranlarına
sahip öncü ülkeler uluslararası düzeyde çevre politikalarının temel aktörleridir
(Jänicke, 2005: 129, 130–135). Başka bir ifadeyle sanayileşme devrimiyle birlikte
doğayla ilişkilerini yeniden biçimlendiren ve doğa-toplum ilişkisindeki kırılmanın
temel aktörü olan sanayileşmiş Batı dünyası iklim değişikliği eylem plânlarının da
ilginç bir biçimde baş aktörü olmuştur.
İklim değişikliği politikalarının uygulanması bağlamında öncü ülkelerin konumu
duruma göre değişirken diğer ülkelerin konumu sabit kalmakta, öncü ülkeler etkin
134
İlkay Şahin
diğer ülkeler ise edilgin bir rol üstlenmektedir. Öncü ülkeler tarafından geliştirilen
politikaların diğer devletler tarafında uygulanması kendi toplumsal kapasitelerine;
kurumsal, ekonomik özelliklerine bağlıdır. Kyoto Protokolü bağlamında Amerika
örneğinde görüleceği üzere öncü ülkelerin iklim değişikliği ile mücadele eylem
plânlarındaki yönlendirici rollerinden vazgeçmeleri de global düzeydeki politik
yönlendiricilikleri ve ekonomik konumlarıyla ilişkilidir. Zira bu öncü ülkeler çevre
politikalarındaki yönlendirici etkileri bir yana özellikle ekonomik ya da teknolojik
alanlarda küresel düzeyde öncü ve liderdirler. Politik küreselleşme ve özellikle de
çevresel politikaların küreselleşmesi özerk devletlerin öncülük şansını azalttığı gibi
ekonomik küreselleşme de çevresel politikaları etkilemekte, uluslararası pazar ve çok
uluslu şirketler ulus devletler üzerinde baskı kurabilmektedir. Ekonomik rekabet bir
pazarı, politik rekabet politikalar alanını gerekli kılmakta ve böylece küreselleşme
öncü devletler için politik bir arena yaratmaktadır. Janicke, OECD ve UNEP gibi
uluslararası kuruluşların ise küresel çevre politikaları için rekabetin temellerini
sağladığını belirtmektedir. Janicke’e göre çevresel politikaların oluşturulması ve uygulanması ülkelerin ekonomik, politik ve teknolojik rekabetleri ile doğrudan ilişkilidir.
Öncü ülkelerin gelişmiş ve rekabetçi ekonomilere sahip oluşu, çevresel teknolojik
yeniliklerin ise çevresel ya da küresel ihtiyaçlarla ilişkililiği çevre teknolojileri için
küresel düzeyde bir pazar potansiyelini gerektirmektedir. Janicke’e göre küresel
ekonominin akademik bulguların aksine çevre sorunlarına umutsuzca bakmayışı
iklim değişikliğinin yarattığı bu yeni çevre pazarıyla ilişkilidir. Ulus devletler işte
bu küresel “yeşil” pazarın imkânlarını kullanabilmek için çevre politikaları ve iklim
değişikliği eylem plânlarında aktif rol oynamaktadırlar (Jänicke, 2005: 129, 130–135).
Holcombe ise sadece eylem plânlarının değil bilimsel öngörülerin de sanayileşmiş
ülkelerin politik ve ekonomik bağlamından etkilendiğini belirtmektedir. Holcombe
otuz yıl önce soğuk savaş döneminde bilim adamlarının iklim değişikliği ile küresel
bir soğumayı, günümüzde ise insan yapımı sera gazlarının yarattığı küresel bir ısınmayı kastedişlerini akademik dünyada iklim değişikliği olgusuna yansıyan politik
etkiye örnek olarak vermektedir. Soğuk savaş döneminde nükleer savaş olacağı
ve dünyanın soğuyacağına dair bir yönlendiricilikte bulunan küresel politikalar
günümüzde ısınmayı işaret etmektedir (Holcombe, 2006: 287).
Tıpkı Amerika gibi Kyoto Sözleşmesi’ni imzalamayan Türkiye ise sanayileşme
ve ekonomik gelişmesini sürdürme isteğine sahip gelişmekte olan ülkelerin Kyoto
Sözleşmesi’ne karşı çıkmasına ilişkin tipik bir örnektir. Küresel ekonomi ve politikalarda söz sahibi olmaktan daha ziyade ulusal ve bölgesel kalkınmasını sürdürme
isteği Türkiye’yi önce UNFCCC’yi ardından da Kyoto Sözleşmesi’ni imzalamamaya
yönlendirmiştir. Ek I ve Ek II listelerinin her ikisinde de yer alan Türkiye sera gazı
emisyonlarını azaltmaya sıcak bakmakla birlikte gelişmekte olan ülkelerin iklim
Değişen Toplum-Çevre İlişkisinin Bir Göstergesi: İklim Değişikliği
135
değişikliği ile mücadelelerine teknik ve finansal destek sağlamaya karşı çıkmış, böyle
bir sorumluluğu yerine getiremeyeceğini belirterek Ek II ülkeleri listesinden çıkma
isteğini beyan etmiş ve UNFCCC’ye 1992 Rio Konferansı’nda imza atmamıştır. 1997
yılında Kyoto konferansına katılan ancak koşulları kabul edilmeyen Türkiye, Kyoto
Protokolü’ne de taraf olmamıştır. 2000 yılında toplanan Lahey Konferansı’nda Ek
II ülkeleri grubundan çıkartılma ve sorumluğunun sera gazı emisyonunu azaltımı
ile sınırlandırılması koşulunu karara geçirtmiştir. Türkiye’nin bu teklifi 2001 yılında
Marakeş’de düzenlenen 7. Taraflar Konferansı’nda kabul edilmiştir. Türkiye, ilgili
kanunun 16.10.2003 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanmasının ardından, 24 Mayıs
2004 tarihinde Sözleşme’ye taraf ülke haline gelmiştir. UNFCCC’ye imza atan
ve taraf olan Türkiye bu sözleşmede belirsiz kalan sera gazı indirim hedeflerini
ve takvimini belirleyen Kyoto Protokolü’ne henüz taraf olmadığından sera gazı
emisyonlarını azaltma konusunda taahhüt altına girmemiştir (Dağdemir, 2005: 53).
Tüm direnişlerine rağmen Avrupa Birliği’ne üye olma politikalarının bir parçası
olmak üzere Türkiye Kyoto Sözleşmesi’ni imzalayacağını 30 Mayıs 2008 tarihinde
resmen açıklamış ve 5 Haziran 2008 tarihinde Protokol’ün imzalanmasına ilişkin
tasarıyı Meclis’e sunmuştur.
Anlaşılacağı üzere mevcut iklim değişikliğiyle mücadele eylem plânlarının
sunulan kronolojik gelişimi ve içeriği, eylem plânlarının, her ikisi de teknolojik
desteği gerektiren iki temel politikadan hareketle şekillendiğini göstermektedir.
Bunlardan ilki sera gazlarının emisyonunun azaltılması suretiyle iklim değişikliğinin
önlenmesi ya da yok edilmesidir. İkincisi ise toplumların değişen iklime uyumunu
sağlama ya da başka bir ifadeyle sürdürülebilir kalkınma plânlarını hazırlamaktır.
Bu doğrultuda olmak üzere Rio ve Kyoto’da düzenlenen küresel toplantılarla sera
gazı emisyonu ve çevre kirliliğine ilişkin bağlayıcılığı yüksek kararlara varılmıştır.
Tüm bu anlaşmalar çerçevesinde sürdürülebilir enerji sistemleri ve teknolojilerinin
uygulanması, yenilenebilir enerji kaynağı olarak adlandırılan enerji üretim yöntemlerine yönelim sağlanmak suretiyle yeni enerji politikalarının izlenmesinin önemi
vurgulanmaya başlanmıştır.4 Yenilenebilir enerji anlayışının yanında sürdürülebilir
kalkınma ve sürdürülebilir tarım politikaları da desteklenmeye başlanmıştır. İklim
değişikliğinin su kaynaklarının kullanımı ve plânlanması, tarım, ekonomi, karasal
ekosistemler üzerindeki etkileri konusunda önlemler alınmasının gerekliliği vurgulanmıştır (Wang, 2005:739, 752). Böylece seksenli yıllardan itibaren iklim değişikliğinin hissedilir boyutlara ulaşmasıyla birlikte enerji, ekonomi ve çevre birlikte
anılmaya ve sürdürülebilir kalkınmadan söz edilmeye, iklim değişikliğini küresel
düzlemde alınan tedbirlerle kontrol etmenin yolları aranmaya başlanmıştır. Tüm
4
. Enerji Sektöründe Sera Gazı Azaltımı Çalışma Grubu Raporu, Enerji Ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı
Enerji İşleri Genel Müdürlüğü Ankara – 2005, s.33-34
İlkay Şahin
136
bu küresel çevre politikaları bağlamında bir yandan çevre korunmaya diğer yandan
da ekonomik ve endüstriyel etkinlikleri sürdürmenin yolları aranmaya, endüstriyel
atılımların ve ekonomik büyümenin önü kesilmeden çevre sorunlarıyla nasıl başa
çıkılacağı üzerinde durulmaya başlanmıştır.
İklim değişikliğine karşı geliştirilen tüm bu eylem plânları; iklim değişikliğinin
önlenmesi ve değişen iklim koşullarına uyumun sağlanması, toplum-doğa ilişkisini
düzenleyen kolektif davranış biçimleriyle ilişkilidir. Bir anlamda iklim değişikliğinin
azaltılması doğanın toplumdan korunmasına, değişen iklim koşullarına uyum sağlanması ise toplumun doğadan korunmasına yönelik eylemleri temsil etmektedir. Ayrıca
iklim değişikliğine karşı yürütülen eylem plânları sadece yerkürenin ikliminin değil
aynı zamanda insan gruplarının fiziksel ve sosyal çevrelerine yönelik tutumlarında
da kültürel değişikliklerin meydana geldiği, iklim değişikliğinin çevresel bileşenlere
sahip sosyal bir problem olduğu, toplumsal yaşamın ürünü sera gazlarının kontrol
edilmemesi halinde iklim değişikliğinin geçmişte ve halen yaşandığı gibi gelecekte de
etkili olacağı ve toplumsal hayatı güçlü bir biçimde etkileyeceği, sosyal, ekonomik,
demografik ve politik değişikliklerin gelecekte yaşanacak iklim değişikliklerine etki
edeceği algısını gözler önüne sermektedir (Stehr-Storch, 2005: 538). Tüm bu hususlar
aslında toplumların doğa ve çevreyle olan kültürel ilişkileri ve doğa anlayışlarının
iklim değişikliğinin yaratılması ve önlenmesi sürecini belirlediğini ve etkilediğini
gözler önüne sermektedir.
KAYNAKÇA
Arıkan, Yunus (Haz.) (2006). Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi
ve Kyoto Protokolü Metinler ve Temel Bilgiler, Bölgesel Çevre Merkezi REC
Türkiye, Ankara.
Aron, Raymond (1974). Sanayi Toplumu, Çev. Agah Oktay Güner, Boğaziçi Yayınları,
İstanbul.
Bates, Diane C. (2002). “Environmental Refugees? Classifying Human Migrations
Caused by Environmental Change”, Population and Environment, Vol. 23,
No.5, (465–477)
Brechin, Steven R. (2003). “Comparative Public Opinion and Knowledge on Global
Climatic Change and the Kyoto Protocol: The U.S. versus the World?”, International
Journal of Sociology and Social Policy, Vol. 23, No. 10, (106-134).
Capra, Fritjof (1992). Batı Düşüncesinde Dönüm Noktası, Çev. Mustafa Armağan,
İnsan yayınları, İstanbul.
Casty, Carlo- Christoph C. Raible-Thomas F. Stocker ve Diğerleri (2007). “A European
Pattern Climatology 1766–2000”, Climate Dynamics, 29, (791–805).
Dağdemir, Özcan (2005). “Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi
ve Ekonomik Büyüme: İklim Degişikliği Politikasının Türkiye İmalat Sanayii
Değişen Toplum-Çevre İlişkisinin Bir Göstergesi: İklim Değişikliği
137
Üzerindeki Olası Etkileri”, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, 60-2, (49-70).
Evans, Jason P. (2008). “21st Century Climate Change in the Middle East”, Climatic
Change, DOI 10.1007/s10584-008-9438-5.
Ezber, Yasemin-Omer L. Sen-Tayfun Kindap ve Diğerleri (2007). “Climatic Effects of
Urbanization in Istanbul: A Statistical and Modeling Analysis”, International
Journal of Climatology, 27, (667–679)
Fisher, Dana R.-William R. Freudenburg (2001). “Ecological Modernization and Its
Critics: Assessing the Past and Looking Toward the Future”, Society and Natural
Resources, 14, (701–709)
Foster, John Bellamy (2001). “Ecology Against Capitalism”, Monthly Review, 53, No.5,
(1-15)
Grubb, Michael (2000). “Economic Dimensions of Technological and Global Responses
to the Kyoto Protocol”, Journal of Economic Studies, Vol.27 No.1/2, (111-125).
Güvenç, Bozkurt (1999). İnsan ve Kültür, Remzi Kitabevi, İstanbul.
Holcombe, Randall G. (2006) “Should We Have Acted Thirty Years Ago to Prevent
Global Climate Change?”, The Independent Review, Vol. XI, No. 2, (283-288)
Hulme, Mike-David Viner (1998). “A Climate Change Scenario for The Tropics”,
Climatic Change, 39, (145–176).
Hunter, Lori M. (2005). “Migration and Environmental Hazards”, Population and
Environment, Vol.26, No.4, (273-302).
IPCC (1995). IPCC Second Assessment Climate Change 1995 A Report Of The
Intergovernmental Panel On Clımate Change, (http://www.ipcc.ch/pdf/climatechanges-1995/ipcc-2nd-assessment/2nd-assessment-en.pdf )-05.01.2009.
IPCC (2007a). Climate Change 2007: Synthesis Report. Contribution of Working
Groups I, II and III to the Fourth Assessment Report of the Intergovernmental
Panel on Climate Change, [Core Writing Team, Pachauri, R.K and Reisinger,
A. (eds.)]. IPCC, Geneva, Switzerland.
IPCC (2007b). Climate Change 2007: The Physical Science Basis. Contribution of
Working Group I to the Fourth Assessment Report of the Intergovernmental
Panel on Climate Change, [Solomon, S., D. Qin, M. Manning, Z. Chen, M.
Marquis, K.B. Averyt, M. Tignor and H.L. Miller (eds.)]. Cambridge University
Press, Cambridge, United Kingdom and New York, NY, USA.
Jänicke, Martin (2005). “Trend-Setters in Environmental Policy: the Character and
Role of Pioneer Countries”, European Environment, 15, (129–142).
Kadıoğlu, Mikdat (1997). “Trends in Surface Air Temperature Data Over Turkey”,
International Journal of Climatology, Vol. 17, (511–520).
Kadıoğlu, Mikdat (2007). “İklim Değişiklikleri ve Etkileri: Meteorolojik Afetler”, TMMOB
Afet Sempozyumu içinde (47-55), Mattek Matbaacılık.
Kellogg, William W.-Robert. Schware (1982) “Society, Science and Climate Change”, Foreign
Affairs, Summer, Vol. 60 Issue 5, (1076-1109).
Kobayashi, Hayato (2004). “Climate Change and Future Options for Carbon Sequestration”,
138
İlkay Şahin
Foresight, Vol. 6, No. 3, (153-162).
Loukas, A.-L. Vasiliades- J. Tzabiras (2008). “Climate Change Effects on Drought
Severity” Advances in Geosciences, 17, (23–29).
Marshall, Gordon (1999). Sosyoloji Sözlüğü, Çev. Osman Akınhay, Derya Kömürcü,
Bilim ve Sanat, Ankara.
Mcguffie, K.-A. Henderson Sellers (2001). “Forty Years of Numerical Climate Modelling”,
International Journal of Climatology, 21, (1067–1109).
Morison, James I.L. (1996) “Climate Change and Crop Growth”, Environmental
Management and Health, 7/2, (24–27).
Niemeyer, Simon-Judith Petts-Kersty Hobson (2005). “Rapid Climate Change and
Society: Assessing Responses and Thresholds”, Risk Analysis, Vol. 25, No. 6,
(1443-1456).
Orsato, Renato J.-Stewart R. Clegg (2005). “Radical Reformism: Towards Critical
Ecological Modernization” Sustainable Development, 13, (253–267).
Ravenstein, E. G. (1889). “The Laws of Migration”, Journal of the Royal Statistical
Society, Vol.52, No.2, (241-305).
Rowell, David P. (2005). “A Scenario of European Climate Change for the Late Twentyfirst Century: Seasonal Means and Interannual Variability”, Climate Dynamics,
25, (837–849).
Şahin, Ahmet-Ela Atış-Bülent Miran (2008). “Daha Etkin Tarım-Çevre Politikaları
İçin Homojen Alanların Belirlenmesi: Ege Bölgesi Örneği”, Ekoloji, 17, 67,
(15–23).
Stehr, Nico-Hans von Storch (2005). “Introduction to Papers on Mitigation and Adaptation
Strategies for Climate Change: Protecting Nature from Society or Protecting
Society from Nature?”, Environmental Science & Policy, 8 (537–540).
Türkeş, Murat (1998). “Influence of Geopotential Heights, Cyclone Frequency and
Southern Oscillation On Rainfall Variations in Turkey” International Journal
of Climatology, 18, (649–680).
Türkeş, Murat-U. M. Sümer-G. Çetiner (2000). “Küresel İklim Değişikliği ve Olası
Etkileri”, Çevre Bakanlığı, Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi
Seminer Notları (13 Nisan 2000, İstanbul Sanayi Odası), 7–24, ÇKÖK Gn. Md.,
Ankara.(http:// www. meteor. gov.tr/ FILES/ iklim/ iklimetkileri.pdf ) 05. 01.
2009
Türkeş, Murat-Utku M. Sümer-İsmail Demir (2002). “Re-Evaluation of Trends and
Changes in Mean, Maximum and Minimum Temperatures of Turkey for the
Period 1929–1999”, International Journal of Climatology, 22, (947–977).
Ünay, Aydın-Hüseyin Başal (2005). “Iklim Değişiklikleri ve Pamuk”, ADÜ Ziraat
Fakültesi Dergisi, 2(1), (11–16).
UNFCCC (2003). İklime Özen Göstermek, İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi ve Kyoto
Protokolü için Kılavuz, Joanna Depledge, Robert Lamb, (eds), İklim Değişikliği
Sekreteryası (UNFCCC), Bonn. (www.unfccc.int)-05.01.2009.
Wang, Guiling (2005). “Agricultural Drought in a Future Climate: Results from 15
Değişen Toplum-Çevre İlişkisinin Bir Göstergesi: İklim Değişikliği
139
Global Climate Models Participating in the IPCC 4th Assessment”, Climate
Dynamics, 25, (739–753).
Weber, Rudolf O.-Peter Talkner- Ingeborg Auer ve Diğerleri (1997). “20th-Century
Changes of Temperature in the Mountain Regions of Central Europe”, Climatic
Change 36, (327–344).
Wilby, R. L.-K. J. Beven- N. S. Reynard (2008). “Climate Change and Fluvial Flood Risk
in the UK: More of the Same?”, Hydrological Processes, 22, 2511–2523.
______ Enerji Sektöründe Sera Gazı Azaltımı Çalışma Grubu Raporu, Enerji ve Tabiî
Kaynaklar Bakanlığı Enerji İşleri Genel Müdürlüğü, Ankara 2005.
Download