bilimname XVI, 2009/1, 107-139 DEĞİŞEN TOPLUM-ÇEVRE İLİŞKİSİNİN BİR GÖSTERGESİ: İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ İlkay ŞAHİN Dr., Erciyes Ü. İlahiyat F. isahin@erciyes.edu.tr Özet Bu çalışma toplum-çevre ilişkisindeki dönüşümü temsil eden iklim değişikliğinin çevre sosyoloji bağlamında ele alınmasını kendisine konu edinmektedir. Sanayi toplumlarının değişen değer ve dünya görüşünün tipik bir biçimde doğaya yansıyışı, söz konusu algının iklim değişikliği ile ilişkiliği ve iklim değişikliği eylem plânlarının bu algı biçimi etrafında şekillenişinin gözler önüne serilmesi hedeflenmektedir. İklim değişikliği olgusu toplum-çevre ilişkisinin farklılaşmasını göstermesi açısından önem arz etmektedir. Böylesi bir konu ele alınmak suretiyle bir yandan toplumların algı biçimlerindeki farklılaşma ile iklim değişikliği arasındaki ilişkiye temas edilmek diğer yandan da iklim değişikliğinin toplumları etkileyen ya da etkileyecek boyutları değerlendirilmek suretiyle henüz gelişmekte olan çevre sosyolojisine küçük de olsa bir katkı sağlanacaktır. Öncelikle sanayi devrimiyle birlikte değişen doğa anlayışı kısaca ele alınacak, ardından insan kaynaklı iklim değişikliğinin toplumsal yaşama da tesir eden mevcut etki ve sonuçları örneklerle bölgesel ve küresel düzeyde açıklanacaktır. İklim değişikliği ile mücadele eylem plânlarının ayrılmaz bir parçasını oluşturan iklim değişikliği senaryolarına yine etki ve sonuçları düzeyinde değinilecektir. Son olarak iklim değişikliği eylem plânlarının kronolojik bir sunumunun ardından eylem plânlarının toplumsal yaşamın çeşitli boyutları ile alâkalı temel karakteri değerlendirilecektir. Ayrıca iklim değişikliği ve eylem plânları bağlamında Türkiye’nin durumuna da değinilecektir. Giriş Sanayi toplumları kat ettikleri ekonomik ve teknolojik mesafeye paralel giden sosyal yapı ve değerler dünyasındaki dönüşümle insan ve doğa ilişkisinin yeniden 108 İlkay Şahin kurulduğu bir dönemi temsil etmektedir. Temel belirleyicileri yeniden oluşturulmak suretiyle toplumun değer ve dünya görüşüne göre şekillenen bu çevre-insan ilişkisi sanayi devriminin üzerinden çok kısa bir sürenin geçmesinin ardından ilk önemli olgusal sonuçlarını vermeye başlamıştır. Yeni toplumun değer ve dünya görüşünü bir ölçüde temsil eden doğa-insan ilişkisinin en önemli sonucu ise iklim değişikliği olmuştur. Bölgesel düzeyde farklılaşan yüzleri ile kendini hissettiren iklim değişikliğinin en önemli özelliği ise insan belirlenimli oluşudur. Daha açık bir ifadeyle sanayi devrimi ile birlikte toplumların sosyal yapı ve değerler dünyasında meydana gelen değişiklikler çevre ile kurdukları bağları dönüştürmüş, sosyal hayatın genelinde yaşanan farklılaşma ise çevreye yansıyan sonuçları doğurmuştur. İklim değişikliği toplumsal yaşamda meydana gelen dönüşümlerin çevreye yansıyan bu boyutlarından birisini temsil etmektedir. Sanayi faaliyetleri bağlamında doğayı bir enerji ve hammadde kaynağı olarak gören toplumların uzlaşma esasına dayalı olarak doğayla kurduğu bağlarını koparması iklim değişikliği olgusunu yaratmıştır. Ancak iklim değişikliğinin toplumsal yaşamı doğrudan etkileyen sonuçlarıyla sınırlı düzeyde karşılaşılmış olması yaşanan değişikliklerin sosyolojik bakış açısıyla sınırlı düzeyde ele alınmasını beraberinde getirmiştir. Henüz toplumsal yaşamı doğrudan etkileyen sonuçlarıyla sınırlı düzeyde karşılaşılsa da toplumların çevreyle ilişkisindeki bir dönüşümü tipik bir biçimde temsil etmesi iklim değişikliğinin sosyolojik bir bakış açısıyla incelenmesini gerekli kılmaktadır. Ayrıca olgusal sonuçlarla henüz karşılaşılmasa da insanın yeni doğa algısının bu şekliyle devam etmesi halinde iklim değişikliğinin toplumsal yaşamı etkileyecek sonuçlarıyla da çok kısa sürede tanışılacağı belirtilmektedir. Nedenleri itibariyle toplumsal kökenli olsa da henüz yaşanan sonuç ve etkileri itibariyle daha çok ekolojik neticeleri doğuran iklim değişikliği öyle görünüyor ki gelecekte yaratacağı toplumsal sonuçları ile doğrudan doğruya sosyolojinin bir konusu haline gelecektir. Günümüzde özellikle kuraklıkla yüzünü gösteren iklim değişikliğinin gelecekte görülmesi muhtemel küresel ve bölgesel etkileri bilimsel verilere dayalı olarak kurulan değişkenler arası ilişki ile çeşitli iklim senaryoları bağlamında ortaya konmaktadır. Söz konusu iklim senaryolarının değerlendirmeleri ise iklim değişikliği ile mücadele eylem plânlarının temel dayanağını oluşturmaktadır. Ancak tıpkı insan kaynaklı iklim değişikliği gibi eylem plânları da sanayi toplumlarının ekonomik ve politik rekabetlerinin ortasında hayat bulmuş görünmektedir. Bu yönüyle yüksek oranda sera gazı salmak suretiyle iklimi değiştiren aktör yani sanayi toplumları eylem plânlarının da başrol oyuncusudur. Bu çalışmada öncelikle çevre ve toplum ilişkisinin yeniden yapılanmasında bir mihenk taşı olan sanayi toplumlarının doğa anlayışı ele alınacak; doğa anlayışlarını ve doğaya yükledikleri anlamı farklılaştıran temel karakterlerine değinilecektir. Değişen Toplum-Çevre İlişkisinin Bir Göstergesi: İklim Değişikliği 109 Sanayi toplumlarının temel karakterlerinin doğaya yansıyan boyutu ise iklim değişikliği olgusu örneğinde ele alınacaktır. Bu bağlamda iklim değişikliğinin sanayi toplumlarının enerji ve teknoloji üretim ve kullanımına bağlı niteliği ortaya konularak kavramsal çerçevesi sunulacaktır. Toplumsal faaliyetlere bağlı temel neden ve belirleyicilerinin vurgulandığı kavramsal analizin ardından, genellikle iklimbilimsel verilere dayalı örnekler bağlamında iklim değişikliğinin toplumsal hayata yansıyan sonuçlarına değinilecek, gelecekte yaşanacak ve sosyolojiyi doğrudan ilgilendirecek etki ve sonuçlarına ise iklim değişikliği modelleri bağlamında değinilecektir. Son olarak iklim modellerinin öngördüğü değişikliklerden toplumsal yaşamı korumayı hedefleyen eylem plânlarının kronolojik bir değerlendirmesi sunulacak, söz konusu eylem plânlarının sanayi toplumlarının ekonomi anlayışı ile ilişkisi ortaya konulmaya çalışılacaktır Sanayileşme Sürecinde İnsan-Doğa İlişkisindeki Kırılma Çevre ve insan ilişkisi insanlığın yaşlı yerküre üzerindeki sosyal ve kültürel yaşantısı boyunca önemli aşamalardan geçmiştir. Sanayi devrimi çevre ve insan ilişkisinin farklı bir boyut kazandığı ve yeni bir sürece girdiği bu aşamalardan birisini oluşturmaktadır. Daha açık bir ifadeyle çevre ve insan ilişkisindeki en büyük kırılma, sağladığı teknolojik birikim ve endüstriyel gelişme ile sanayi devriminin hemen ardından gerçekleşmiştir. Bu yönüyle çoğu zaman “gelişme”, “medeniyet” ve “uygarlık” kavramlarıyla ifade edilen insanlığın sosyo-kültürel serüveni doğayla ilişkisine yansıyan sonuçları beraberinde getirmiş, sanayi devrimi örneğinde olduğu üzere toplumsal ve kültürel yaşamı teşekkül ettirmek adına atılan her bir adım doğainsan ilişkisinin yeniden gözden geçirilmesine neden olmuştur. Sanayi devrimi öncesi toplumlar enerji anlayışları ve teknoloji kullanımları itibariyle doğayla uzlaşan bir yaşam biçimini temsil ederken, sanayi toplumlarının doğa ve çevre anlayışı giderek aşınmıştır. Söz konusu aşınma insan ve doğanın birbirinden tümüyle ayrıştırılışında, doğanın rasyonel tekniklerle kontrol edildiği ve gelişme için bir araç ya da kaynak olarak görüldüğü, doğadan ayrı ve bağımsız bir sosyo-kültürel yaşam tasarımında somutlaşmıştır. Sanayi devrimi ile birlikte temel nitelikleri farklılaşan çevre-insan ilişkisinin temelinde insanın kendisini yerküre üzerinde konumlandırma ve toplumu buna göre şekillendirme eğilimi yatmaktadır. Dolayısıyla sanayi devriminin ardından çevre-insan ilişkisinde farklı bir dönüşümün yaşandığı bu süreç toplumların değer dünyasındaki farklaşmanın doğal bir sonucudur. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, kendi özbenliğine dair bir algı dönüşümünü yaşayan ve doğayla ilişkisini yeniden oluşturan temel aktör geliştirdiği rasyonel stratejiler ile bir otorite haline gelen Batılı insan ve Batılı toplumlardır. Nitekim çevre ve toplum ya da çevre ve insan ilişki- 110 İlkay Şahin sindeki en büyük kırılma, enerji anlayışı, sağladığı teknolojik birikim ve endüstriyel gelişme ile sanayi devrimiyle birlikte Batıda gerçekleşmiş, ardından Batının tek bütün mekanik dünya görüşü ile örtüşecek biçimde tüm dünyaya yayılmıştır. Bu yönüyle Batı’da yeşerse de tüm dünyayı etkisi altına alacak kadar güçlü sonuçları doğuran ve sanayi toplumu gibi yeni bir toplum tipini insanlık tarihinin bir parçası haline getiren sanayi devrimi oluşturduğu değer ve dünya görüşü ile insan ve doğa ilişkisi için bir milat niteliğini taşımaktadır. Değer ve dünya görüşünü kendi organik varoluşundan başlamak üzere tüm diğer doğal ve organik bağları bir yana bırakarak düşünce temelinde şekillendirmeye, hayata rasyonel bir gözle bakmaya başlayan insan, bu algı değişimini doğaya da yansıtmış, tıpkı kendisi gibi evreni ve doğayı da mekanik bir sistem olarak görmeye başlamıştır. Değer ve dünya görüşünü rasyonel temellere oturtan insan için doğa sömürülebilecek mekanik bir sistem haline gelmiştir (Capra, 1992: 37–38). Rasyonel bir algıyla doğanın sömürülecek mekanik bir sistem olarak görülüşü ise teknoloji ve enerji kullanımı yani sanayi etkinliklerinde somutlaşmıştır. Bu yönüyle sanayi toplumlarının teknoloji ve enerji için attığı her bir adım, insanlığın çevreyle ilişkisi noktasında önemli dönüşümleri, hatta kırılmaları temsil etmektedir. Doğa ve insan ilişkisinin yeni bir sürece girmesinde belirleyici olan ise sanayi toplumlarının karakteristik özellikleridir. İnsanlığın meydana getirdiği sosyokültürel birikimi “gelişme” olarak adlandıran ve bir toplumu oluşturan her bir ferdin kullanabileceği enerji miktarının mevcudiyeti ya da fertlerin doğa güçlerini kendi faydasına kullanabilme kabiliyetini sanayi toplumlarının ön koşulu olarak gören Aron, böylece sanayi toplumlarının doğa anlayışındaki farklılaşmaya dolaylı bir biçimde işaret etmektedir. Aron’un satır aralarında ima ettiği üzere çevre doğal kaynaklardan çeşitli işlemlerden geçmek suretiyle elde edilen ve insanların yaşamlarını rahatlıkla sürdürmelerine hizmet eden enerjinin kaynağıdır. Daha açık bir ifadeyle sanayi toplumları için doğa, enerji elde etmek üzere kontrol edilen edilgin bir nesnedir. Doğanın kullanılabilir bir enerji kaynağı olarak görülüşünün öbür yüzünü ise teknoloji kullanımı oluşturmuştur. Aron’a göre teknolojik devrim insanlığın gelişmişlik adına attığı ve ateşin kullanımıyla başlayan sürecin en son adımını oluşturmaktadır (Aron, 1974: 76–77). Teknoloji ve enerji kullanımı birbirine paralel süreçsel tarihi bir seyri takip etmişse de sanayi toplumlarının teknoloji ve enerji algısı doğayla ilişkisini yeniden gözden geçirmesine neden olacak şekilde büyük oranda farklılaşmıştır. Önceki toplum tiplerinde teknoloji ve enerji çevrenin doğal kaynaklarında önemli dönüşümleri meydana getirmeksizin geliştirilirken sanayi toplumları ihtiyaç duydukları teknoloji ve enerjiyi doğal hammaddelerini güçlü bir biçimde dönüştürerek elde etmiştir. Sanayi devrimine kadar geçen süreçte taş ya da madenden yaptığı aletleri kullanan; bitki, hayvan, güneş, rüzgâr su, toprak Değişen Toplum-Çevre İlişkisinin Bir Göstergesi: İklim Değişikliği 111 ve ateşten elde ettiği enerjiyle yaşamını sürdüren insanlar devrimden sonra doğal kaynakları radikal bir biçimde dönüştürerek elde ettikleri teknoloji ve enerjiyi kullanmaya başlamışlardır (Güvenç, 1999: 148, 185). Bu yönüyle 18. yüzyılın ikinci yarısından 19. yüzyılın ilk yarısına kadar geçen zaman diliminde İngiltere’de gerçekleşen ekonomik, teknolojik ve demografik değişiklikleri ifade etmek üzere kullanılan sanayi devrimi öncelikle teknoloji ve enerji anlayışı itibariyle farklılaşan bir toplumun habercisidir. Teknolojik ilerlemeye de bağlı olarak enerji anlayışındaki dönüşümün bir göstergesi olarak sanayi toplumlarında doğal enerji kaynakları güçlü enerjilere dönüştürülerek kullanılmaya başlanmıştır (Marshall, 1999: 633). İhtiyaç duyduğu enerjiyi evcilleştirdiği canlı enerji transformatörlerinden sağlayan insanlık, endüstri devriminin ardından ihtiyaç duyduğu enerjiyi kendi yaptığı cansız yani mekanik transformatörlerden sağlar olmuştur. Enerji kaynakları doğada bulunduğu şekliyle kullanılmamış verimlilikleri artırılacak biçimde dönüştürülerek sanayi sektörüne aktarılmıştır. Endüstri devriminin geliştirdiği makine ve motorlarda doğanın milyonlarca yıldan beri biriktirdiği odun ve kömür gibi bitkisel, petrol gibi hayvansal enerji kaynakları ile su enerjisi kullanılmaya başlanmıştır. İnsanların enerji tüketimindeki artışa bağlı olarak enerji üretimini artıracak teknolojik araştırmalar hızlandırılmış, enerji dönüşümündeki kayıplar azaltılmaya çalışılmıştır (Güvenç, 1999: 185–187). Böylece sanayi devriminin ardından enerji kullanımı giderek ivme kazanmış, artan endüstriyel üretimle birlikte daha fazla ve güçlü enerjiye ihtiyaç duyan toplumlar geliştirdikleri teknolojik donanımlarla doğadan sağladıkları enerji hammaddelerini güçlü enerjilere dönüştürmüşlerdir. Kırsal ve tarımsal üretimin baskın olduğu toplumdan kentli ve endüstriyel üretimin baskın olduğu bir toplum tipine geçişi gözler önüne seren sanayi devrimiyle birlikte bir yandan tarım sektöründe üretimi artıracak ve makineleşmeyi hızlandıracak gelişmeler meydana gelirken diğer yandan da kentsel alanlara doğru büyük demografik hareketlilikler yaşanmıştır (Marshall, 1999: 632). Tarımda makineleşme tarım sektöründe yoğunlaşan nüfusun azalmasını ancak tarım alanlarına duyulan ihtiyacın artmasını beraberinde getirmiştir. Toprak daha fazla kullanılmaya, tarımsal üretim etkinliklerinde verimliliği artırmak üzere kimyasal maddelere daha yoğun bir biçimde başvurulmaya, hatta geniş tarım alanlarına duyulan ihtiyacın etkisiyle orman alanları tarım arazisi haline getirilmeye başlanmışlardır. Giderek endüstriyel tarıma geçilmiş olması ise söz konusu sürece hız katmış, pazarlanabilir üretimi artırmak uğruna yoğun bir biçimde kaynak kullanımına neden olmuştur. Sanayileşmiş kentsel alanlar ise demografik hareketlerin çekim merkezleri haline gelmiş, şehirleşme süreci hızlanmıştır. Demografik hareketlilikler ve göç, sanayi toplumlarında görülen doğa-insan 112 İlkay Şahin dengesindeki kırılmanın önemli adımlarından bir diğerini oluşturmuştur. Tarımsal üretim fazlalığı ve ardından gelen endüstriyel toplum tipi göç hareketlerine ivme katmış ve şehirleşme sürecini hızlandırmıştır. 18 ve 19. yüzyıllarda yaşanan demografik hareketlilikler büyük oranda endüstriyel üretim ve ekonomik faaliyetlerle ilişkili sosyal bir olgu olarak ortaya çıkmıştır. Nitekim sanayi devrimini ve bu devrime bağlı göç sürecini İngiltere’de tecrübe eden Ravenstein, The Laws of Migration isimli eserinde sadece İngiltere’de değil tüm Avrupa’da maden ya da ekonomik faaliyetlerin merkezi olan şehirlerin yoğun göç dalgalarına maruz kalışını, endüstri ve ekonominin önemli bir çekim gücüne sahip oluşunu vurgulamıştır (Ravenstein, 1889: 249–250). Yaşanan tüm bu dönüşümleri Avrupa dışındaki diğer bölgelere de yayacak biçimde taşımacılık ve ulaşımda önemli değişiklikler meydana gelmiş, dahası bir yandan kapitalist ekonomi için pazar yaratma, diğer yandan da yeni enerji ve hammadde kaynakları edinmek üzere sömürgeci faaliyetler başlamış, sömürgeci ülkeler ortaya çıkmıştır (Marshall, 1999: 632). Sanayi ve ekonominin merkezlerine doğru hareketlenen nüfus şehirlerde yığılmaya başlamış, endüstriyel Avrupa ülkeleri hem bu artan nüfusa yeni alanlar bulmak hem yeni enerji ve hammadde kaynakları hem de üretilen ürünlerin pazarlanacağı yeni pazarlar yaratmak üzere dünyanın farklı coğrafyalarına yönelmiştir. Böylece bir yandan artan nüfusunu ihraç eden Avrupa, diğer yandan da gelişen sanayisi için gereken hammadde ve enerji ile pazar ihtiyacını karşılamıştır. Sanayileşmiş ülkelerin bu sömürgeci tutumları bir yandan yeryüzü kaynaklarının hızlı bir biçimde tüketilmesi ve çevre-insan ilişkisinin sömüren olarak insan ve kaynak olarak çevre temelinde yeniden kurulmasını, diğer yandan da günümüzde tüm dünyayı küresel bir enerji kaynağı ve küresel bir pazar haline getiren sürecin başlangıç noktasını oluşturmuştur. Sanayileşmiş ülkelerin yeni enerji kaynakları bulmak ve ekonomik pazarlar oluşturmak üzere giriştikleri sömürgeci faaliyetlerine enerji üretimi ve kullanımına ilişkin teknolojik gelişmelerin de eklenmesiyle birlikte insanlığın çevreyle ilişkisi diğer tarihi dönemlerde olduğundan çok farklı bir yöne doğru ilerlemeye başlamıştır. Endüstriyel ve teknolojik gelişmeye paralel olarak bilgi dağarcığına yenilerini katarak yolunda ilerleyen insanoğlu 20. yüzyılın ortalarına gelindiğinde doğayla olan milyonlarca yıllık ilişkisi bağlamında ilk defa doğayı evcilleştirdiği, kontrol ettiği algısına kapıldığı yeni bir sürece girmiştir. Artık doğa doğal düzenine müdahale edilemeyen, öfkesinden zarar görmemek için tanrılara başvurulan, bünyesindeki ağaç, hayvan, bitki gibi ekosistem türlerinden biri varoluş kaynağı olarak görülüp saygı duyulan, her bir mevsimsel dönümü için kutlamalar düzenlenilen, insan hayatının tüm evrelerinin, zamanın bu mevsimsel dönüşümlerle ölçüldüğü, bağımsız, kutsal ve özerk bir şahsiyete sahip, boyun eğilmesi gereken varlık değildir. Tam Değişen Toplum-Çevre İlişkisinin Bir Göstergesi: İklim Değişikliği 113 aksine doğa, bünyesinde bulundurduğu hammadde ve enerjisi kullanılan bir kaynak, hatta evcilleştirilmiş doğal bir kaynaktır. Geliştirdiği teknolojik araçlarla doğaya ilişkin bilimsel keşifleri artan, yerin en derin noktalarından petrol, kömür, doğal gaz, su gibi enerji kaynaklarını bulup çıkaran, hava durumunu aylarca öncesinden tahmin edebilen, uzaya gönderdiği uydularla yerkürenin her türlü hareketini takip eden insanoğlu, tüm bu faaliyetleriyle doğayı tüketebileceği ve kirletebileceği tüm koşulları da hazırlamıştır. Foster’in de belirttiği üzere tüm bu sanayileşme süreci ve bu sürece koşut giden kapitalist ekonomi için doğanın belirleyici özelliği insanlığın hizmetindeki bir kaynak olmasıdır (Foster, 2001:2). Meydana getirdiği sonuçları ile sanayileşme tüm dünyayı etkisi altına alacak kadar geniş bir alana nüfuz eder hale gelmiş, enerjiye duyulan ihtiyaç giderek artmış, teknoloji kullanımı hayatın vazgeçilmez bir gerçeği haline gelmiştir. Artan nüfus ve genişleyen kapitalist ekonomik pazara bağlı olarak arz-talep zinciri içinde doğanın enerji kaynakları daha yoğun bir biçimde kullanılmaya başlanmıştır. Sadece enerji kaynakları kullanılmakla sınırlı kalınmamış, enerji üretimi, teknolojik atılımlar yoluyla tüketilen doğa bir yandan da kirletilmiştir. Söz konusu bu süreç teknolojik ve endüstriyel gelişmişlik adına atılan her bir adımla daha da hızlanmış ve yoğunlaşmıştır. Ancak sanayileşme, dünyanın tüm bölgelerinde aynı yoğunluk ve hızla etkili olmamış, pek çok ülke Avrupa’da başlayan bu sürece uzun yıllar sonra dahil olmuştur. Nihayetin de ise, Batı’da sanayileşme ile birlikte başlayan süreç tüm dünyayı etkisi altına almış, doğayı tüketen aktörlerin sayısındaki artışa da bağlı olarak doğa-insan ilişkisi küresel bir boyut kazanmış, söz konusu ilişki biçiminin sonuçları ise “iklim değişikliği” olgusunda somutlaşmıştır. Böylece Sanayi devriminin ardından günümüze değin henüz yüz, yüz elli yıl gibi kısa bir süre geçmesine rağmen insanlığın kendi kontrol ve denetiminde bir sosyal hayatı meydana getirme teşebbüsü, doğanın iç düzeni ile çatışan sonuçları doğurmuş, insanlık yeryüzü hayatı boyunca ilk defa doğanın dengesine müdahil bir aktör olarak yaşam sahnesindeki yerini almıştır. Doğayla ilişkisini kendi eliyle düzenlemeyi deneyen insanoğlu artık söz konusu ilişki biçiminin doğal bir sonucu; iklim değişikliği ile karşı karşıyadır. İnsan müdahalesiyle sanayi devrimiyle birlikte oluşan ve değişen ya da bozulan insan-doğa ilişkisinin somut bir göstergesi olan bu değişikliğin adı “insan eliyle iklim değişikliği”dir. Sanayi Toplumlarının Öbür Yüzü: İnsan Eliyle Değişen İklim Dört buçuk milyarı aşan yaşamı boyunca yerkürenin iklimi büyük oranda dengede kalmış, dengede kalan iklim ise yeryüzü hayatının devamlılığını sağlamıştır. Buzul çağı örneğinde olduğu üzere, yerküre zaman zaman doğal dengesini bozmayan iklim değişiklikleriyle karşılaşsa da tüm bu değişiklikler iklimin özgün niteliğine 114 İlkay Şahin katkı sağlamaktan başka bir sonucu doğurmamıştır. Yerkürenin doğal dengesini sürdürdüğü tüm tarihi dönemler boyunca iklim güneş, dünyanın yörüngesinde meydana gelen periyodik değişiklikler, atmosfer, okyanuslar, karalar, kutupların buzul yapısı ve canlılar gibi “iklim sistemi” içindeki doğal etkenler tarafından belirlenirken günümüzde yeni bir etken, yani insan aktör, sürece müdahil olmuştur. İnsan aktörün iklim sistemine müdahil olmasıyla birlikte diğer tarihi dönemlerden farklı olarak yapay bir iklim değişikliği meydana gelmiştir (Kellogg-Schware, 1982: 1076–1079). İnsan aktörle birlikte yaşlı yerküre milyonlarca yıla yayılan doğal değişikliklerden tümüyle farklı bir iklim değişikliğini sanayi devriminin ardından geçen yüz-yüz elli yıl gibi kısa bir sürede yaşamaya mecbur kalmıştır. Tüm ekosistemleri etkisi altına alacak kadar güçlü, olumsuz etkilerini giderek artan bir biçimde hissettiren kapsamlı bu yapay iklim değişimi doğal iklim değişikliklerinden farklı olarak insanın bir ürünüdür (Türkeş- Sümer- Çetiner, 2000:1). Bu yönüyle iklim değişikliği, toplum kaynaklı ekolojik bir değişikliktir. Yüz yıl öncesine kadar “iklim değişikliği” kavramıyla özellikle buzul çağına referansla yerkürenin kendi içsel mekanizmalarıyla iklimde meydana getirdiği değişiklikler kastedilmiştir. Ancak günümüzde artık bu kavram sanayi devriminin ardından yaşanan toplumsal hayattaki dönüşümlere paralel olarak gerçekleşen ekolojik değişikliklere ve yaratıcısına referansla olgusal durumla örtüşecek biçimde tanımlanmaktadır. İklim değişikliği konusunda bilimsel bulgulara dayalı olarak uluslararası düzeyde yasal ve algısal uzlaşmışlığın, kolektif bir kanaatin göstergesi olan Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (UNFCCC) iklim değişikliğini insan aktörün müdahalesine işaret ederek şöyle tanımlamıştır: ‘İklim değişikliği’, karşılaştırabilir zaman dilimlerinde gözlenen doğal iklim değişikliğine ek olarak, doğrudan veya dolaylı olarak küresel atmosferin bileşimini bozan insan faaliyetleri sonucunda iklimde oluşan bir değişiklik demektir (Arıkan, 2006: 9). İklim değişikliğini insan eylemleriyle ilişkilendiren UNFCCC’nin aksine geliştirdiği modeller ve gerçekleştirdiği bilimsel araştırmalar ile iklim değişikliği konusunda tartışmasız bir otorite olan Hükümetler Arası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) ise, ister doğal isterse de insan eliyle yapay olarak meydana getirilmiş olsun uzunca bir süre boyunca iklimde meydana gelen değişikliklere işaret etmek üzere iklim değişikliği kavramını kullanmaktadır. Bu kavramla “ortalama değerdeki değişim ve/ya temel niteliklerinin değişkenliğinin istatistikî testler kullanılarak belirlendiği ve çok uzun süre içinde meydana gelen iklim durumlarını” kastetmektedir (IPCC, 2007a: 30). Kavramsal açılımlardan da anlaşılacağı üzere sanayi devriminden sonra yaşanan Değişen Toplum-Çevre İlişkisinin Bir Göstergesi: İklim Değişikliği 115 iklim değişikliği ne hava durumu gibi kısa süreli ve bölgesel etkileri yaratan atmosfer olayları ne de milyonlarca yılda meydana gelen ve geniş çaplı etkiler yaratan doğal iklim değişimiyle ilişkilendirilebilecektir. Tam aksine yerkürenin yaşadığı tüm diğer doğal iklim değişikliklerinden farklı yapay bir değişimdir. Söz konusu değişikliğe yapaylık atfedilmesine neden olan ise binlerce hatta milyonlarca yılda meydana gelen doğal iklim değişikliklerinin aksine 19. yüzyıldan sonra yaşananların etkisini 15–20 yılda artırarak yüz yıllık bir süre içinde göstermesi, bölgeleri değil tüm dünyayı ve dünya üzerindeki ekosistemlerin tamamını etkileyen sonuçları doğurması ve insanın müdahalesiyle meydana gelmiş olmasıdır. Bu yönüyle “iklim değişikliği” ifadesi 19. yüzyıldan sonra insan aktör etkisiyle iklim sistemlerinde yaşanan güçlü ve küresel değişikliğe işaret etmekte, insan aktör belirlenimliğini vurgulamak üzere söz konusu değişiklikler antropojenik olarak kavramlaştırılmaktadır. Yeryüzünün günümüzde yaşadığı antropojenik iklim değişimi sürecinin oluşumuna pek çok etken katkı sağlamıştır. En büyük etken olarak toplumların enerji anlayışındaki dönüşümünün bir işareti olan sera gazlarının yüksek oranlarda atmosfere salınması gösterilmektedir. UNCFFF’nin “Hem doğal, hem de insan kaynaklı olup atmosferdeki, kızıl ötesi radyasyonu emen ve tekrar yayan gaz oluşumları” (Arıkan, 2006: 9) şeklinde tanımladığı bu gazların sanayi devriminden bu yana artan oranda salımı kabaca kısa dalgalı güneş ışınımı ile yerkürenin sıcak yüzeyinden salınan uzun dalgalı ışınların yeryüzü ve atmosferde emildiği ısı dengesini düzenleyen bir süreci ifade eden atmosferin “doğal sera etkisini” güçlendirmekte, enerji kullanımındaki artışa bağlı bu durum ise iklimi değiştirecek biçimde yeryüzünün ısınmasına neden olmaktadır (Türkeş-Sümer-Çetiner, 2000: 3–4). Sera gazları atmosferin kimyasal yapısını bozarak küresel enerji dengesini bozmakta ve iklimi değiştirmektedir (Morison, 1996: 24). Yüz yıllarla ifade edilen çok uzun zaman boyunca varlıklarını devam ettirebilmeleri ise sürecin kalıcılığını giderek artırmaktadır (IPCC, 1995: 4). Doğal sera etkisini artıran sera gazlarından karbondioksit, metan ve diazot monoksit, 1750–1992 yılları arasında sırasıyla %30, %145 ve %15 oranlarında artmıştır (IPCC, 1995: 21). Artan sera etkisinin oluşumunda %55 oranıyla en büyük paya sahip olan karbondioksitin salım oranı 1970 ve 2004 arasında %80 civarında artmış, en düşük artış konut ve ticari yerleşim birimleri, orman ve tarım sektörlerinde, en büyük artış enerji üretimi, taşıma ve endüstri alanlarında gerçekleşmiştir (IPCC, 2007a: 36). Karbondioksit örneğinde verilen tüm bu oransal artışlar göstermektedir ki çok uzun zamanda meydana gelebilecek bir değişim yüz, yüz elli yıl gibi kısa bir zaman içinde insan eliyle gerçekleştirilmiş, on bin yılda oluşabilecek bir dönüşüme sadece yüz yılda ulaşılmıştır. Yaşanan artışın insan eliyle meydana geldiğini gösteren veri ise dünya genelinde karbondioksit salımının %50 ve metan 116 İlkay Şahin salımının %13’ünün insan etkinliklerine özellikle de endüstriyel faaliyetlerine bağlı olarak oluşmasıdır.1 Bu yönüyle sera gazlarının oransal artışı tümüyle antropojenik bir karakter taşımaktadır (IPCC, 1995: 21). Artan sera etkisi vasıtasıyla iklim değişikliğini hızlandıran insan kaynaklı etkenler ise sosyal hayatın dönüşümünü işaret edecek biçimde fosil yakıtların kullanımındaki artış ile orman ve tarım alanlarının miktar ve işlenmesindeki farklılaşma olmak üzere genel olarak iki başlık altında ele alınabilir. Söz konusu bu etkenler bölgelerin sanayileşmişlik düzeylerine göre farklılık göstermekte, genel olarak bakıldığında sanayileşmiş ülkeler yüksek endüstriyel karbon üretimleri ile sanayileşme sürecini tamamlamamış ülkeler ise daha çok arazi kullanımı ile bu probleme katkıda bulunmaktadır (Kadıoğlu, 2007: 49). Doğal kaynakların yoğun bir biçimde kullanımı, tarım için açılan alanlar ve buna bağlı olarak giderek artan ormansızlaşma ve çölleşme süreci atmosferde biriken sera gazlarının miktarının armasına neden olmaktadır. Tarımsal üretimin vazgeçilmez kaynaklarından olan toprak ve su yoğun kullanıma bağlı olarak söz konusu üretimden olumsuz bir biçimde etkilenmektedir. Yeryüzünün artan nüfusu birim alandan daha fazla ürün elde etme isteğini beraberinde getirdiğinden kimyasal maddelere de başvurarak toprağın ve suyun yoğun bir biçimde kullanılması sonucunu doğurmaktadır (Şahin-Atış-Miran, 2008: 15). Daha fazla tarım alanı elde etmek uğruna ormanların yok edilmesi ise arazi kullanımına bağlı sorunlara yenilerini eklemekte, yeryüzü bitki dokusunun ve doğal dengesinin bozulmasına neden olmaktadır. Günümüzde yeryüzünün yaklaşık %30’u ormanlarla kaplı olmasına ve yaklaşık üçte biri de ekili alanlardan oluşmasına rağmen orman miktarı özellikle de tropik alanlardaki ormanlar giderek azalmaktadır (Mcguffie-Henderson Sellers, 2001: 1099). Artan nüfusun ihtiyaçlarını karşılamak uğruna arazi kullanımında yaşanan bu türden farklılaşmaların ötesinde nüfusun yoğunlaştığı şehirler de iklim değişikliği ile sonuçlanan sera gazı salımını artırmakta etkili faktörlerdendir. Halen dünya nüfusunun yaklaşık %47’si şehirlerde yaşamaktadır. Ancak gelişmiş ülkelerde şehirli nüfusun %76 civarında oluşuna karşın gelişmekte olan ülkelerde %41 civarında kalması şehirli nüfus oranının önümüzdeki günlerde artacağına işaret etmektedir. Nüfus artışı ve şehirlileşme ise iklimi değiştiren antropojenik faktörlerdendir. Nitekim Ezber ve arkadaşlarının İstanbul örneğinde yaptıkları bir çalışma şehirlileşme ve iklim değişimi arasındaki ilişkiyi gözler önüne sermektedir. Buna göre İstanbul’un nüfusunun arttığı 1970 ve 1980’de özellikle de yaz ayında sıcaklık değerlerinde önemli değişiklikler yaşanmış, şehirlileşme sürecinin ve nüfus hareketlerinin arttığı 1951–2004 arasında sıcaklık genel olarak artmıştır. Toplumsal 1 . Enerji Sektöründe Sera Gazı Azaltımı Çalışma Grubu Raporu, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı Enerji İşleri Genel Müdürlüğü Ankara – 2005, s.32 Değişen Toplum-Çevre İlişkisinin Bir Göstergesi: İklim Değişikliği 117 yaşamdaki dönüşümün bir göstergesi olan nüfus yoğunluğu ve şehirlileşmeye koşut giden İstanbul örneğindeki bu sıcaklık artışı ise şehirleşmenin iklime etkisini gözler önüne seren örnek bulgulardan sadece birisidir (Ezber-Şen-Kindap ve Diğerleri 2007: 667). Şehirlileşme sürecinin iklimi etkileyen niteliği şehirde yoğunlaşmış nüfusun artan ihtiyaçlarının karşılanabilmesi içinde daha fazla sanayi üretiminin yapılması, dolayısıyla daha yüksek oranlarda enerji kullanımı ile ilişkilidir. Zincirleme bir biçimde artan tüketim artan üretimi doğurmakta, üretim ve tüketim zincirindeki bu yükseliş ise kaynakların aşırı kullanımı ile sonuçlanmaktadır. Şehirlileşmeye bağlı olarak özellikle sanayi ve yerleşim bölgelerinden çıkan sera gazları çevre ve atmosferi kirletmekte, küresel ve bölgesel düzeyde havanın ısınma eğilimi artmaktadır. Doğanın dengesinin bozulması ise kentlerin iklimini değiştirmekte, su, kara ve havadaki yaşamı tümüyle tehdit eden önemli çevre sorunlarını yaratmaktadır (Kadıoğlu, 2007: 47). İklim Değişikliğinin Mevcut Ekolojik ve Toplumsal Göstergeleri Uzun yıllar iklimin gerçekten değişip değişmediği, eğer değişiyorsa bu değişimin doğal mı yapay mı olduğu tartışılmışsa da çeşitli toplumlarda farklı yoğunluklarda türlü yüzlerini göstermesine rağmen olgusal örneklerden hareketle iklimin toplumların endüstriyel faaliyetlerinin neticesi olarak değiştiği noktasında neredeyse genel ve ortak bir kanaat oluşmuştur. Söz konusu kanaatin oluşmasında etkili bir diğer faktör ise teknolojidir. Hassas ölçüm araçlarının geliştirilmesi iklim verilerinin kaydedilebilmesi ve karşılaştırılabilmesine imkân tanımış, böylece iklim değişikliğinin olgusal örnekleri bilimsel olarak ortaya konabilmiştir. Özellikle 1850’li yıllardan itibaren sıcaklık ve yağış değerleri aletlerin yardımıyla ölçülmeye ve kaydedilmeye başlanmıştır (IPCC, 2007a: 30). Aletli ölçümlerin de etkisiyle, yaşanan iklim olaylarının bir iklim değişikliği olduğu konusundaki kanaat giderek güçlenmiş, iklim değişikliğinin gerek kamuoyunda gerekse de akademik dünyada genel bir kabulle karşılanmasına neden olmuştur. Dünya kamuoyunu iklim değişikliğinin gerçek bir durum olduğuna ikna eden en önemli husus küresel ısınma olmuştur. Artan sera etkisinin bir sonucu olarak dünyanın yüzey sıcaklığı tüm iklim sistemi ve ekosistemleri etkileyecek bir biçimde yükselmiş, toplumsal yaşama yansıyan sonuçları ile küresel ısınma seksenli yıllardan itibaren hissedilir boyutlara ulaşmış, doksanlı yıllarda ise rekorlar kırmıştır (Türkeş-Sümer-Çetiner, 2000: 1, 5). Kadıoğlu’na göre artan sera etkisinin potansiyel sonuçlarından sadece birini gözler önüne seren “küresel ısınma” yapay iklim değişiminin en belirgin semptomuna yani ısınmaya işaret etmektedir (Kadıoğlu, 2007: 49). İlkay Şahin 118 İklim değişikliğinin yaşanan etki ve sonuçlarını küresel ve bölgesel düzeydeki örnekler bağlamında açıklamayı hedefleyen Tablo-1’den de anlaşılacağı üzere iklim değişikliğinin sosyal yaşama doğrudan etkilerine dair kesin bulgulara henüz ancak sınırlı düzeyde ulaşılabilmektedir. Toplumlar genellikle sıcaklık artışı ve yağış rejimindeki değişikliğe bağlı kuraklık, sel gibi felaketlerin sonucu olarak ekonomik sorunlar ile göç gibi demografik hareketliliklerle karşı karşıya kalmaktadır. Dünyanın genelinde olmasa bile bazı bölgelerde toplumsal yaşamda göç gibi önemli değişiklikleri beraberinde getirmiş, çevre felaketleri nedeniyle pek çok insan kendi yaşam alanını terk etmeye mecbur kalmıştır. Bu anlamda iklim değişikliğine bağlı uç iklim olayları ve çevresel felaketler göç için önemli bir itici güç oluşturmaktadır. Bu türden doğal felaketler çoğu zaman insanları kırsaldan kentlere doğru itmektedir. Ancak çevre felaketleri karşısında yaşanan göçler geçici olduğu, yani kişilerin geçici bir süreliğine yerlerini terk etmeleri anlamına geldiği için genellikle doğrudan doğruya göç olarak adlandırılamamaktadır. Bununla birlikte insanların çevresel felaketler karşısında zorunlu, gönüllü ya da sürekli göç olmak üzere çeşitli hareketlilik biçimlerini sergiledikleri son yıllarda yaşanan doğal felaketlerle birlikte aşikâr bir hal almıştır (Hunter, 2005: 283–285). Yaşanan çevresel felaketler dünya kamuoyunu yeni göçmen tipleriyle tanıştırmıştır. Çevresel koşullar nedeniyle istemeden de olsa göçmeye mecbur kalan kişiyi ifade eden “çevresel sığınmacılar” kavramına ilave olarak zorunlu ve gönüllü çevresel göçmen olmak üzere iki tip göçmenden daha bahsedilmektedir (Bates, 2002: 465–468). Sonuçları Etkileri Tablo 1 İklim Değişikliğinin Etki, Sonuç ve Örnekleri2 Örnekler Scaklk art Å Ekolojik Yeryüzünün küresel ss 19. yüzyln sonundan itibaren 0.3–0.6°C artmtr. 2. Aletli ölçümlerin yaplmaya baland 1850 ylndan buyana görülen en scak 20 yln 19’u 1980’den sonra yaanm, 1998 en scak yl olmu, son bin yln en scak yl olan 1998’i en scak ikinci yl olarak 2002 takip etmitir. Son 50 yl 6,000 ylda gözlenen en scak yarm yüzyl olmutur. 1961’den bu yana okyanuslarn scaklk ortalamalarndaki art 3000 m derinliklerine kadar ulamtr. Son krk yldr Avrupa’nn genelinde scaklk deerleri k ve bahar aylarnda belirgin bir biçimde yükselmi, Orta Avrupa ve Akdeniz’de yaz scaklklar atmtr. İklim Değişikliğinin etki ve sonuçlarının örneklerle izah edilmeye çalışıldığı bu tablo: (IPCC, 2007a:30); (IPCC, 1995:22); (Kadıoğlu, 2007: 49-52); (Kobayashi, 2004:153); (Türkeş-Sümer-Çetiner, 2000:8, 10-11); (Türkeş, 1998: 649-650); (Casty-Raible-Stocker ve Diğerleri, 2007:791); (Loukas-VasiliadesTzabiras, 2008:23-24); (Hunter, 2005:283-285)’den faydalanılarak geliştirilmiştir. Å 119 Küresel deniz seviyesi son yüz ylda 10 ile 25 cm arasnda yükselmitir. Küresel deniz seviyesi 1961 ile 2003 yllar arasnda 1.3-2.3 arasnda bir artla her yl ortalama 1.8 mm oranna eriirken, 19932003 yllar arasnda deniz seviyesindeki ortalama yükseli 3.1 mm’ye ulamtr. 1978 ylndan bu yana kutup buzullar her on ylda %2.7 orannda kaybolmutur. Kuzey yarmkürede 1900’den beri buzla kapl alanlarn %7’si ortadan kalkmtr. Küresel balamda ya oranlar genel olarak azalmtr. 1900’den 2005’e kadar Sahel, Akdeniz, Güney Afrika ve Güney Asya’nn bir ksmnda yalar azalrken Kuzey ve Güney Amerika, Kuzey Avrupa, Kuzey ve Orta Asya’da ya oranlar artmtr. Ya miktarlarnda altml yllardan itibaren Afrika’dan Endonezya’ya uzanan kuakta azalma gözlenmitir. Yalarndaki ani azalma, 1970’li yllarla birlikte Orta ve Dou Akdeniz Havzas’nda ve Türkiye’de de etkili olmaya balamtr. Å Afetler Seksenli ve doksanl yllardan itibaren doal afetler daha sk görülmeye ve daha etkili olmaya balam,1998 ylnda 240 kuvvetli frtna, 170 takn ve 190 orman yangn yaanmtr. Kuraklk ve sellere bal göç Scaklk deerlerindeki arta bal olarak göl, akarsu ve topran nemindeki düü ile ya oranlarndaki azalma büyük çapl kuraklklara neden olmutur. Küresel düzeyde kuraklktan etkilenen alanlar 1970’den bu yana belirgin bir biçimde artmtr. Akdeniz ülkelerinde yetmili yllardan itibaren iddetli ve uzun süreli, geni bölgeli kuraklklar meydana gelmeye balamtr. 1976–77 ylndaki kuraklk Güney ve Bat Avrupa’y etkilemi, 1988– 1991 ylnda ise Akdeniz bölgesinin genelinde bir kuraklk yaanmtr. Yunanistan, talya, Balkanlar, Güney ve Orta Avrupa’da iddetli kuraklklar meydana gelmi, 2000–2001 ylnda Balkanlar ve Orta Avrupa’y etkileyen güçlü bir kuraklk yaanmtr. Ya oranndaki azalma, akarsu ve göl seviyelerine ve toprak nemine etki etmi, subtropikal kuakta ve özellikle Afrika’nn Sahel bölgesinde 1960’l yllarda balayan iddetli kuraklklar neticesinde on binlerce insan göç etmek zorunda kalm, milyonlarca hayvan ölmütür. Ekonomi Sosyolojik Kuraklık Ekolojik Ya orannda değişiklik Å Yeryüzü su Dengesinde bozulma Değişen Toplum-Çevre İlişkisinin Bir Göstergesi: İklim Değişikliği Afrika’da yaanan çevre olaylarna bal olarak milyonlarca insan göç etmitir. Ya ve sellerin periyodik olarak meydana geldii Banglade’te büyük çapl göçler yaanmtr. Afetler özellikle sigortaclk alannda olmak üzere pek çok sektörde önemli ekonomik sorunlara neden olmutur. 1990’larda afetlerin neden olduu küresel ekonomik kayplar 608 milyar dolar amtr. 1988–1991 ylnda Akdeniz bölgesinde yaanan kuraklk 2.1 milyon Euro’dan fazla ekonomik zarara yol açmtr. Tablonun söylediği bir diğer önemli husus ise; iklim değişikliğinin etki ve 120 İlkay Şahin sonuçları toplumları farklı yoğunlukta etkilemekte, bölgesel düzeyde çeşitlilik göstermekte, süresi ve boyutu itibariyle bölgesel hatta yerel düzeyde farklılaşabilmektedir. Bu yönüyle son yüzyıl boyunca gözlenen sıcaklık artışları, yağış rejimindeki değişiklikler, küresel düzlemde tekbiçimli olmayıp, mevsimlere duyarlı, gecelik ve günlük olarak asimetrik bir nitelik taşımakta, kara ve denizler düzeyinde farklılaşmaktadır (Weber-Talkner-Auer ve Diğerleri, 1997: 327). Bu yönüyle sıcaklık artışları zamansal, mevsimsel ve bölgesel farklılık göstermiş, gece sıcaklığı gündüz sıcaklığından daha fazla, sıcaklıklar kıtaların orta kesimlerinde kış ve ilkbaharda, yağışlar ise kuzey yarım kürenin yüksek enlemlerinde özellikle soğuk mevsimlerde artmıştır (IPCC, 1995: 22). Karasal alanlar okyanuslardan daha hızlı ısınmıştır. Kuzey kutbundaki sıcaklık artışı yüz yıllık küresel ısınmanın ortalama değerinin iki katı civarındadır (IPCC, 2007a: 30). Sadece sıcaklık dengesi değil aynı zamanda yağış dengesi de bozulmuş, yağış oranlarındaki ani düşmeler veya artmalar şeklinde yeryüzü ekosistemini tümüyle etkileyen pek çok dönüşüm oluşmuştur (Kobayashi, 2004: 153). Genel olarak yağış oranlarındaki düşüş ile sıcaklık değerlerindeki artışın birbirine paralel gitmesi ise şiddetli kuraklıkların, orman yangınlarının yaşanmasını beraberinde getirmiştir. Esasında günümüzde yaşanan iklim değişikliğinin insanlara ve mallarına olan mevcut zararları doğrudan doğruya sıcaklık ya da yağışlardaki aşamalı değişimle değil kuraklık ya da sel baskınları gibi bu türden uç doğa olayları ile ilişkilidir (Türkeş-Sümer-Çetiner, 2000: 10–11). Küresel ısınma ve iklim değişikliği farklı coğrafyalarda farklı yüzleriyle hissedilse de genel olarak bir ısınma eğiliminin olduğu Türkiye örneğinde belirgin bir biçimde görülmektedir. Bulunduğu coğrafyanın iklim değişimi tecrübesiyle örtüşecek biçimde Türkiye’nin sıcaklık değerleri genel olarak artmakla birlikte belirli aralıklarla soğuma eğilimini de sergilemiştir. 1946–1975 yılları arasında kuzey yarım küre soğurken güney yarım küre ısınmış, 1976–2000 yılları arasında dünya genelinde sıcaklık değerleri artmışsa da (Türkeş-Sümer-Demir, 2002: 947) 1939’dan 1989’a kadar ısınma eğiliminde olan Türkiye 1955’den 1989’a kadar yüzey sıcaklığında bir soğumayla karşı karşıya kalmıştır. 1939–1949 yılları arasında düşen yüzey sıcaklıkları, 1950’den 1970’e kadar artmış, 1980’de de yükselmeye devam etmiştir. Şehirleşme nedeniyle kentlere göçün artması ve konutlarda kömürün kullanılmasına bağlı olarak ortaya çıkan sera gazları sıcaklığın ilkbahar mevsiminde gece sıcaklıklarının artması şeklinde kendini göstermesine neden olmuştur (Kadıoğlu, 1997: 511, 515–516). Dolayısıyla 1960–1990 yılları arasında uzun süreli ortalama sıcakların daha düşük ve soğuk seyrettiği, yaz sıcaklıklarında belirginleşecek bir biçimde ortalama yüzey sıcaklığının genel olarak azalma eğiliminde olduğu Türkiye’de son on yıl içinde yaz ve bahar sıcaklıkları artmaya başlamış, ortalama ve maksimum sıcaklık serisindeki soğuma eğilimi giderek zayıflamıştır (Türkeş-Sümer-Demir, 2002: 948). Değişen Toplum-Çevre İlişkisinin Bir Göstergesi: İklim Değişikliği 121 Küresel ve bölgesel düzeyde yaşanan bu tür örneklerinden hareketle bir yandan iklim değişikliğinin olgusal bir durum olduğu kanaatine ulaşılırken diğer yandan da gelecekte yaşanması muhtemel iklim değişikliklerinin tespiti, muhtemel toplumsal etki ve sonuçlarını ön görmenin mümkün olup olmadığı sorusuyla karşı karşıya kalınmıştır. İklim Modellerinin Öngördüğü Toplumsal ve Ekolojik İklim Değişiklikleri Son yıllarda cereyan eden atmosferik olaylar ile bu olayların toplumsal etkileri üzerinde konuşmak kaydedilmiş ve biliniyor olmalarına bağlı olarak mümkün olsa da geleceğe ilişkin bu tür yorum ve analizler yapmanın güçlüğü aşikardır. İklim değişikliğinin etki ve sonuçlarına özellikle de toplumsal olanlarına dair doğrudan ve somut olaylarla bazı toplumlarda henüz hiç karşılaşılmaması, bazı bölgelerde yeni yeni karşılaşılıyor olması, yaratacağı etki ve sonuçlar üzerinde konuşabilmenin önündeki belirsizlikleri oluşturmaktadır. Ayrıca iklim değişikliğinin ekolojik etki ve sonuçları tespit edilse de toplumsal etkilerine ilişkin tahminlerde bulunmak oldukça zor görünmektedir. Tüm bu belirsizlik ve güçlüklere rağmen günümüzde yaşanan iklim değişikliğinin temel nedenleri, özellikle de sera gazlarının salımının kaçınılmaz olarak devam edeceği varsayılarak gelecekte yaşanabilecek iklime ilişkin öngörülerde bulunulmaktadır. Dolayısıyla iklim değişikliğinin insana ve toplumsal hayata bağlı bir sonuç oluşu göz önünde bulundurularak bir mantık önermesiyle insanın aynı hızla sürece neden olan faaliyetlerini sürdürmesi halinde iklim değişikliğinin önümüzdeki yıllar boyunca da güçlenerek etkisini hissettireceği varsayılmaktadır. Dahası iklim değişikliğinin birinci sebebi olarak görülen ve insan aktör eliyle atmosferde biriken sera gazlarının derhal ve tümüyle durdurulması halinde bile söz konusu gazların uzun ömürlü olması nedeniyle yaşanan değişikliklerin önümüzdeki yıllarda dünyayı etkilemeye devam edeceği belirtilmektedir. Sera gazı salımına ilave olarak gelecekte yaşanacak değişiklikler nüfus büyümesi, ekonomik ve teknolojik gelişme, arazi ve fosil yakıt kullanımı ve son olarak gaz oranlarını düzenleyecek ya da azaltacak politik girişimler gibi toplumsal faktörlere bağlı görülmekte ve bu çerçevede çeşitli senaryo ve modeller geliştirilmektedir (Morison, 1996: 24). Anlaşılacağı üzere insan eylemlerinin iklimi değiştiren yönünün olgusal örneklerle ortaya konulmasının yani iklim değişikliğinin tespitinin ardından geçerli iklim öngörülerine duyulan ihtiyaç belirgin bir biçimde kendini hissettirmiş, buna bağlı olarak ayrı bir disiplin haline gelecek biçimde 1960’lı yıllardan bu yana yaklaşık kırk yıldır iklim modelleri geliştirilmeye başlanmıştır. İklim sistemlerinin karmaşık doğası farklı değişkenlerden hareket eden pek çok modelin oluşturulmasına neden olmuştur. Geliştirilen modeller güçlü hesaplamalardan edinilen ve değerlendirmesi 122 İlkay Şahin bilgisayar ortamında yapılan ortalama değerlere dayanmaktadır. İklim sistemlerinin çok yönlülüğü doğrudan ve açıkça hesaplanamayan süreçlerin teknolojik araçlar, küresel gözlemler ve yenilikçi parametrelerle büyük ölçüde varsayımsal olarak ortaya konmasını gerekli kılmış, işte bu bağlamda olmak üzere iklim senaryoları ve modelleri geliştirilmiştir (Mcguffie, Henderson Sellers, 2001: 1067, 1075). Model ve senaryolar gelecekte iklimde meydana gelecek değişikliklere dair basit tahminlerden daha ziyade içsel olarak tutarlı ve birbirleriyle doğrudan ilişkili anahtar varsayımlardan meydana gelen ve yaşanacak değişikliklerin koşullara bağlı bir simülasyonu ya da yansıtması niteliğini taşımaktadır (Hulme-Viner, 1998: 145). İklim değişikliğinin yaşanmaya devam edeceği noktasında kesine yakın bir kanaat oluşmasına rağmen asıl sorun ne tür değişikliklerin yaşanacağı ve hangi toplumların, nasıl etkileneceği noktasında düğümlenmektedir. İşte bu soruların cevabı iklimi öngörmek üzere oluşturulan model ve senaryoların verilerine dayanmaktadır. Çeşitli bilimsel ön koşulları dikkate alarak tasarlanan iklim modelleri bağlamında bölgesel ve küresel iklim değişikliği ve buna bağlı toplumsal sonuçlar hakkında çeşitli öngörülerde bulunulmaktadır. İklimi etkileyen değişkenlerin mevcut durumları esas alınarak söz konusu değişkenlerle iklim arasında kurulan ilişkiye dayalı sonuçlar niteliğini taşıyan iklim modelleri ve senaryolarının öngörülerinin sunulduğu Tablo-2’de belirli hususlar özellikle dikkat çekmektedir. Öncelikle iklim değişikliklerinin gelecekte yaşanmaya devam edeceği noktasında genel bir kabulün varlığı dikkat çekmektedir. İklim değişikliğinin kaçınılmaz etki ve sonuçları ise genellikle sıcaklık artışları ve yağış rejimindeki değişikliklere bağlı olarak açıklanmaktadır. Ancak bu noktada dikkat çeken husus iklim değişikliğinin halen yaşanan etki ve sonuçları gibi gelecekte yaşanacakların da tek ve homojen bir dağılım göstermeyeceği vurgusudur. Buna göre günümüzde olduğu üzere gelecekte de iklim değişikliği homojen bir coğrafi dağılımı sergilemeyecek, sadece küresel düzeyde genel olarak iklim ortalamalarına ve deniz seviyesine etki etmekle sınırlı kalmayacak, birbirleriyle zıt bölgesel sonuçları da beraberinde getirecektir. Bazı bölgelerde sıcaklıklar yıllarca yükselmeyecek, yağmur sezonları değişebilecektir (Hulme-Viner, 1998: 145). Yine bu öngörülere göre bazı toplumlar su baskınları ve sellerle boğuşurken bazı toplumlar kuraklıkla mücadele etmek zorunda kalacak, tarımı da etkileyecek biçimde küresel ve bölgesel düzeyde su dengesi bozulacaktır (Wang, 2005: 739, 752). Örneğin İngiltere gibi ülkeler sık sık nehir taşkınları ve su baskınlarıyla karşı karşıya kalacaktır (Wilby-Beven-Reynard, 2008: 2515). En yükseği Doğu Avrupa’da olmak üzere Avrupa’nın genelinde 3-5 derecelik sıcaklık artışları yaşanacaktır (Rowell, 2005: 839-841). Kuzey ve Orta Amerika, Akdeniz, Avustralya, Güney Afrika’da genel olarak tüm mevsimler boyunca; Amazonlar Değişen Toplum-Çevre İlişkisinin Bir Göstergesi: İklim Değişikliği 123 ve Batı Afrika ile Sibirya yaz aylarında; Asya’nın muson bölgesinde ise kıtlıklara neden olacak biçimde kış aylarında büyük çaplı kuraklıklar yaşanacaktır (Wang, 2005: 739, 752). İklim değişikliği senaryolarının söylediklerinde dikkat çeken bir diğer önemli husus da küresel, özellikle de bölgesel düzeyde birbirleriyle uzlaşmayan farklı tahmin ve öngörülerin bulunmasıdır. Modellerin genellikle güncel ekolojik ve toplumsal verileri esas alarak bilimsel öngörülerde bulunması geleceğe ilişkin tahminlerin yenileriyle değiştirilmesi ya da bölgesel olarak farklılaşması sonucunu doğurmakta, tahminler kolaylıkla değişebilmektedir. Örneğin, IPCC ikinci değerlendirme raporunda 2100 yılında 1990 yılına nispetle sıcaklıklarda 1-3.5°C arasında bir artış meydana geleceğini belirtirken (IPCC, 1995: 5), Üçüncü Değerlendirme Raporu’nda dünyanın ortalama sıcaklığının giderek arttığını ve 1990–2100 yılları arasındaki tahmini sıcaklık artışının 1.5-6.0 °C arasında olacağını belirtmiştir (Kobayashi, 2004: 153). İklim modellerinin ayrı değişkenleri esas alarak tahminde bulunmasına dayalı farklılaşan öngörülerle Türkiye’nin de içinde değerlendirildiği Orta Doğu’nun iklim senaryoları bağlamında da karşılaşılmaktadır. Bu senaryolardan birine göre dünya genelinde 2020 yılına kadar geçen süreçte kutuplara doğru artacak biçimde bir derecelik sıcaklık bir derece yükselecektir. Sıcaklıktaki yükselme ile birlikte bazı bölgelerin nemlilik düzeyleri artacak ve buna bağlı olarak bitki örtüsü ve tarımsal alanların genel dağılımı değişecek, bazı çöller tarımsal alan haline gelebilecektir. Sahra çölü çöl olmaktan çıkacak ve çayırlık bir alan, Kuzey Afrika ve Orta Doğu tarım için daha elverişli bir duruma gelebilecektir (Kellogg, Schware, 1982: 1084–1087). Ancak bu modelin aksine genel olarak Orta Doğu iklim modelleri bölge için toplumsal yaşamı tümüyle etkileyecek biçimde geniş çaplı ve etkin bir kuraklığı öngörmektedir. Buna göre bölgede 21. yüzyılın sonuna kadar sıcaklıklar dört derece artacak, en düşük sıcaklık artışı Karadeniz, Akdeniz’in de içinde bulunduğu büyük su kaynaklarının yakınındaki alanlarda, en büyük artış ise bu su kaynaklarından uzaktaki kısımlarda gerçekleşecektir. Bölgenin güneyinde yağış oranlarında küçük bir artış meydana gelecek, en büyük yağış düşüşü Güney Batı Türkiye’de gerçekleşecek, mevcut yıllık yağış miktarının %25’ine yakın bir düşüş yaşanacaktır. Yağış oranlarındaki toplam düşüş yiyecek üretimi açısından önemli olumsuzlukları beraberinde getirecek, yüzyılın sonuna kadar ekilebilir tarım alanında 170,000 km2 azalma olacaktır. Maksimum yağış zamanlarındaki değişiklik ürün yetiştirme mevsimlerini etkileyecek, ekim stratejilerinde ve ürün tiplerinde önemli değişiklikleri beraberinde getirecektir. Kuraklık nüfus artışıyla kesişince bölgede su stresinin artması kaçınılmaz bir sonuç olacaktır (Evans, 2008: 2, 11–12, 15). İlkay Şahin 124 Tablo 2 Gelecekte İklim Değişikliğinin Etki, Sonuç ve Örnekleri Sıcaklık artışı 2100 yılında sıcaklıklarda 1-3.5°C artışı öngören IPCC, karbon gazları emisyonlarının bu şekliyle devam etmesi halinde artışın 1.5-6.0 °C oranına ulaşacağını belirtmektedir. Sıcaklıklar özellikle karalarda ve kuzey enlemlerinde en yüksek değerlerine ulaşacak, Antarktika yakınlarındaki Güney okyanusu ve kuzey kutbunun kuzeyinde en düşük değerine sahip olacaktır. Çöller daha güçlü sıcaklıklara sahne olacak, kuraklık ve erozyona bağlı olarak çölleşme artacaktır. Yeryüzü su dengesinde bozulma Göl ve nehir sularında çekilmeler yaşanacak, Isınmaya bağlı olarak kutuplardaki buzul erimeleri devam edecek ve 21. yüzyılın sonunda kuzey yarım küredeki yaz buzulları neredeyse tümüyle yok olacaktır. Deniz seviyesi 2100 yılına kadar 15–95 cm arasında yükselecektir. Avrupa’da dağlık alanlarda buzullar eriyecektir. Yağış oranı Sıcaklık ve yağış oranlarına bağlı olarak yağışlı alanların genel dağılımında değişiklikler olacaktır. Yağış oranları hızla azalacak, buharlaşma artacaktır. Kuraklık Örnekler Afrika’da 2080’da kurak ve yarı kurak alanların miktarındaki artış %5-8’e erişecektir. 2050’da Orta, Güney, Doğu ve Güney Doğu Asya’da taze su potansiyeli hızla azalacaktır. Güney Avrupa’da yüksek sıcaklık ve kuraklıklar görülecek, su kaynakları azalacaktır. Amerika kıtasında yağış oranlarındaki azalma ve buzulların erimesi su kaynaklarını azaltacaktır. Afetler Sonuçları Uç hava olaylarına bağlı su taşkınları, seller, kuraklık ve çölleşme gibi afetlerin şiddet, sıklık ve yoğunluğu artacaktır. Deniz seviyesindeki yükselmeye bağlı olarak 2080 yılına kadar erozyonla karşı karşıya kalan kıyı bölgeleri risk altında kalacak, sel tehlikesi artacaktır. Özellikle Güney, Doğu ve Güney Doğu Asya’da yoğun nüfus oranına sahip kıyı alanları deniz ve nehirlerden kaynaklanan su baskınları ve sellere maruz kalacaktır. Avrupa’nın iç kesimleri su baskınları, kıyılar ise sel ve erozyonla mücadele edecektir. Bitki/ hayvanlar Ekolojik Etkileri Küresel sıcaklık değerlerinin 21. yüzyılda 1.5 ile 2.5 arasında artması halinde hayvan ve bitki nesli %20 ile %30 oranında yok olacak, türlerin ekolojik etkileşimi ile coğrafi dağılımı, biyolojik çeşitlilik tümüyle değişecektir. Artan sıcaklık ve toprağın azalan nem oranı nedeniyle Doğu Amazonda tropikal ormanların yerini çayırlık alanlar, yarı kurak iklimin ürünlerinin yerini ise kurak iklim ürünleri alacaktır. Tropikal Latin Amerikanın biyo-çeşitliliğinde azalma olacak pek çok tür ortadan kalkacaktır. Tarım Ekonomi Sosyolojik Sağlık Kuraklık/ sellerebağlı sosyal orunlar Değişen Toplum-Çevre İlişkisinin Bir Göstergesi: İklim Değişikliği 125 Sel ve erozyon nedeniyle kıyı bölgelerinde yaşayanlar göç edecek, yaklaşık 46 milyon insan her yıl fırtına nedenli sel baskınlarıyla uğraşacak ve göç etmek mecburiyetinde kalacaklardır. Bu sayı deniz seviyesinin 50 cm yükselmesi halinde 92 milyona, 1 metreye yükselmesi halinde ise 118 milyona ulaşacak, Deniz seviyesindeki yükseliş Çin ve Bangladeş’te yetmişer milyon insanı etkileyecek, Deniz seviyesindeki bir metrelik bir yükselme özellikle küçük adalar, deltalar ve deniz seviyesi ya da deniz seviyesinin altındaki ülkeler için hayati bir tehdit oluşturacak, deniz seviyesinin bu oranla yükselmesi halinde Uruguay %0.05, Mısır %1, Hollanda %6, Bangladeş %17.5 ve Marshall adaları %80 oranında toprak kaybına uğrayacaktır. Afrika’da deniz seviyesindeki yükselme 21. yüzyılın sonunda alçak kıyısal alanlarda geniş bir nüfusu etkileyecek, Afrika’da 2020 yılına kadar 75 ile 250 milyon insan iklim değişikliğinin neden olduğu su stresini yaşayacak, Ani ve yüksek sıcaklık dalgaları ölümlere neden olacak, termal stres, Güney Avrupa’da sıcak dalgaları ve sürekli sıcaklıklar nedeniyle hastalık riski, Kuzey Amerika’da şehirler sıcaklık artışlarını süre ve yoğunluk olarak güçlü bir biçimde tecrübe edecek ve buna bağlı sağlık sorunları, Asya’da sel ve kuraklığa bağlı salgın hastalık ve ölümler artacaktır. 2100 yılında sıcaklığın 3–5 °C artması halinde sıtma dünya nüfusunun %60’ını etkileyecektir. Gıda ve su kaynaklı hastalıklar; ateşli hastalıklar, sarılık, viral iltihaplar gibi vektörel enfeksiyonlar artacak, sıtma özellikle tropikal ve alt tropikal bölgelerde 500 milyon gibi rakamlara ulaşacaktır. Zehirlenme ve kolera gibi taşıyıcıların neden olduğu hastalıklar artan sıcaklık ve sellerle birlikte hızla yayılacaktır. Böcek ve kuş türerinin popülasyonundaki değişiklik çeşitli bulaşıcı hastalıkları beraberinde getirecektir. Taze su kaynaklarının ve besinin sınırlılığına ilave olarak hava kirliliğinin ağırlaşması insan sağlığını tehdit eder hale gelecek, solunum hastalıkları ve alerjik sorunlar, Kentlerde yeryüzü seviyesindeki ozon yoğunluğundaki artışa bağlı olarak kalp ve solunum hastalıkları, Milyonlarca insan yetersiz beslenme sorunuyla karşılaşacak, buna bağlı ölüm ve hastalık oranları hızla artacaktır. Deniz seviyesinin yükselmesi nedeniyle kıyısal kesimler tuzlu suyun içeri girmesine bağlı önemli ekonomik sorunlara maruz kalacaktır. Deniz seviyesindeki yükseliş nedeniyle pek çok ülke gayri safi milli hâsılalarının %10’undan fazlasını kaybedecektir. Güney Avrupa’da yaz turizmi ve ürün üretimi sıcaklık ve kuraklıktan belirgin bir biçimde etkilenecektir. Güney Avrupa ve Alpler örneğinde olduğu üzere pek çok yaz ve kış turizm merkezi bu niteliğini kaybedecektir. Deniz yükselmesi balıkçılık sektörünü etkiyecek. Turizm ve balıkçılık sektöründe çalışan insanlar göç etmeye mecbur kalacaklardır. Afetlerin nicelik ve niteliğindeki artış büyük ekonomik kayıpları beraberinde getirecek, 2050 yılına kadar afetlerin neden olduğu küresel ekonomik kayıplar yılda 300 milyar dolara erişecektir. Buzul ve kar düzeyindeki azalma tarım ve elektrik üretimi için gereken nehir ve su kaynaklarını etkileyecek, bazı bölgelerde tarımsal üretim artarken bazı bölgelerde özellikle de tropik bölgeler ile alt tropikal bölgelerde azalacak, kıtlık ve açlık artacaktır. Afrika’da bazı ülkelerde yağmura bağlı tarım %50 oranında düşecek, kötü beslenenlerin oranı hızla artacaktır. Sıcaklık artışları su ve yiyecek kaynakları açısından olumsuz sonuçlar meydana getirecektir. Ürün üretiminde orta ve kutuplara yakın enlemlerde hafif bir artış olurken diğer bölgelerde azalma, ekvatora yakın bölgelerde özellikle de kurak ve tropik alanlarda ise düşme yaşanacaktır. 126 İlkay Şahin Model ve senaryoların en dikkat çeken özelliği ise ister küresel isterse de bölgesel düzeyde olsun yaşanacak değişikliklerin sosyal yaşamda yaratacağı etki ve sonuçlara mutlaka işaret ediyor olmalarıdır. İklim değişikliğinin olması beklenen etki ve sonuçları genellikle ekolojik ve toplumsal olmak üzere iki başlık altında ele alınmaktadır. Ancak her ikisinin de birbirini etkileyen zincirleme bir sürecin parçası oluşu da mutlaka vurgulanmaktadır. Bu çerçevede olmak üzere sıcaklık artışları, yağışların azalması ve kuraklık, fırtına, sel ve kasırga gibi iklim değişikliğinin ekolojik etki ve sonuçları ile tarım, sağlık, ekonomi, turizm, nüfus, göç gibi toplumsal sonuçları üzerinde durulmaktadır. İklimin değiştiğinin ve değişeceğinin en önemli göstergesi olarak kabul edilen sıcaklık artışı örneğinde bakılacak olursa modeller bağlamında sıcaklık artışlarının yeryüzünde yaratacağı kuraklık, çölleşme, sel riski gibi ekolojik etki ve sonuçlarına işaret edildikten sonra söz konusu değişikliğin demografik yapı, tarım, sağlık, ekonomi, beslenme gibi toplumsal hayatla ilişkili etki ve sonuçlarına temas edilmektedir. Böylece iklim değişikliğinin ekolojide yarattığı etki ve sonuçların mutlaka toplumsal hayata ve insan yaşamına etki edeceği vurgulanmakta, ekolojik değişiklikler ile toplumsal yaşama etkilerinin zincirleme bir sürecin parçaları olduğu gösterilmektedir. Ekolojik ve toplumsal yaşama yönelik etki ve sonuçlarının zincirleme bir sürecin parçaları olarak modeller bağlamında sunulması ise iklim değişikliği eylem plânlarının zeminini oluşturmaktadır. İklim değişikliği senaryo ve modellerinin artan toplum vurgusu eyleme vuruk boyutlarını gözler önüne sermekte, söz konusu modellerin oluşturulma amacını da ortaya koymaktadır. İklim değişikliği senaryo ve modellerinin temel amacı bilimsel analizlerle geleceğe ilişkin öngörülerde bulunmanın ötesinde iklim değişikliğini önlemek ve/ ya değişen iklime toplumların uyumunu sağlamaktır. Söz konusu bu amaç her şeyden önce iklimin ne yönde değişeceğinin belirlenmesini ardından da toplumların bu değişikliklere uyum sağlama kapasitelerinin geliştirilmesini gerektirmektedir. Bu yönüyle modeller, Niemeyer ve arkadaşlarının da belirttiği üzere ekolojik değişikliklerden toplumların etkilenme biçim ve düzeyi yaşanacak değişime ve toplumların uyum sağlama kabiliyetine bağlı olduğundan (Niemeyer-Petts-Hobson, 2005:1443) iklimin ne yönde değiştiğini gösterdikten sonra bir yandan toplumların uyum sağlama potansiyelini tespit diğer yandan da bu potansiyeli artırmak üzere küresel girişimlerde bulunma hedefine dönüktür. Sözü geçen model ve senaryolar toplumların ekonomiden tarımsal faaliyetlere, sağlıktan turizme kadar çok geniş bir alanda iklim değişikliğine nasıl uyum sağlayacağı sorusunun cevabını vermektedir. Tarım ve beslenme örneğinde bakılırsa artan sıcaklıklar nedeniyle kuraklığa dayanıklı bitkilere ağırlık verilmesinin, insan beslenmesinde yaprak, sap ve köklerinden faydalanılan bitkiler ile bu kısımlarla beslenen hayvanların öne çıkmasının Değişen Toplum-Çevre İlişkisinin Bir Göstergesi: İklim Değişikliği 127 gerekliliği vurgulanmaktadır (Ünay-Başal, 2005: 15). Bu yönüyle iklimin ne yönde değişeceğini küresel ve bölgesel örnekleriyle ortaya koyan senaryo ve modeller iklim değişikliğinin önlenmesine yönelik küresel politikaların geliştirilmesinde de etkin rol oynamaktadır. Bilimsel yöntemlerle iklimin nasıl değişeceğini ve toplumları ne yönde etkileneceğini ortaya koymaya çalışan modeller böylece alınması gereken önlemlerin, küresel ve bölgesel düzeyde yürütülecek girişimlerin de kapısını aralamaktadır (Rowell, 2005: 837). Doğayı Toplumdan, Toplumu Doğadan Korumak: İklim Değişikliği Eylem Planları İklim değişikliği her ne kadar ilk elden insan aktör özellikle de enerji ve fosil yakıt kullanım oranlarına bağlı olarak sera gazı salımı yüksek sanayileşmiş ülkeler kaynaklı bir dönüşüm olsa da bölgesel ve küresel düzeydeki ekolojik etki ve sonuçlarının da işaret ettiği üzere tüm toplumları etkileyecek ölçüde güçlü ve geniş çaplıdır. Bu yönüyle farklı toplumlarda farklı yoğunluk ve biçimleriyle hissedilse ya da henüz bazı toplumlarda hissedilmese de beraberinde getirdiği ekolojik ve sosyolojik sorunlar ile artık insanlığın görmezden gelinemeyecek bir gerçeği haline gelmiştir. Yeryüzünün tümüne tesir eden zincirleme ekolojik etkiler yaratma niteliği ise bölgelerle sınırlı kalmayan bu zincirleme neden ve reaksiyonlar ile topyekun küresel girişimlerle mücadele edilmesi sonucunu doğurmuştur. Bu kapsamda olmak üzere küresel işbirliği sağlanarak iklim değişikliğinin yıkıcı etkilerinin yok edilmesi, durdurulması ya da bu etkilere uyum sağlanması için önlemler alınmasının gerekliliği vurgulanmaya başlanmıştır. Küresel bir sorunun küresel işbirliğini gerektirdiğine referansla yetmişli ve özellikle de seksenli yıllardan itibaren akademik alanda iklim değişikliğinin geçmiş jeolojik dönemlere ait bir durum olmadığı fikrinde uzlaşılmıştır. Ancak iklim değişikliğinin toplumsal yaşama doğrudan yansıyan etkilerinin sınırlılığı diğer pek çok akademik disiplinin aksine sosyolojinin iklim değişikliği olgusuna yeni yeni eğilmesi sonucunu doğurmuştur. Modern ve sanayileşmiş toplumların bilimi olarak görülen ve sosyal sorunlarla olgusal düzeyde ilgilenen sosyolojinin iklim ve çevre konularına ilgi göstermesi iklim değişikliğinin toplumsal yaşama somut bir biçimde yansımaya başladığı dönemlere denk gelmiştir. Daha öncesinde pek çok sosyolog çevre olgusuna ilişkin değerlendirmelerde bulunmuşsa da sosyolojinin çevreyle olan ilişkisi özellikle 1980’lerden sonra bir evlilikle sonuçlanmıştır. Endüstrileşmenin çevrenin bozulmasına etkisini, çevre hareketlerinin yapısal ve toplumsal kökenlerini, yeşil politikalar, kentleşme ve küreselleşmenin çevreye olan yansımalarını, sürdürülebilir kalkınmanın sağlanması gibi problemleri kendine konu edinen bir ekososyoloji ya da çevre sosyolojisi ortaya çıkmıştır (Marshall, 1999: 116). Çevre ve toplum ilişkisinin çoğu zaman diyalektik 128 İlkay Şahin hatta çatışmacı bir biçimde, evrimci bir yaklaşımla ele alındığı genel sosyolojik bakış açısı bir yana sosyoloji alanında kapitalizm ve ekonomisinin çevre sorunlarını yaratma eğilimi (Foster, 2001: 2), sanayi ve teknolojinin doğayı tüketme niteliği vurgulansa da iklim değişikliği ve çevre sorunlarının da yine teknolojik gelişmeyle çözülebileceğine dair yaklaşımlar geliştirilmiştir. Pek çok bilim dalında olduğu üzere sosyoloji alanında da çoğunlukla endüstrileşme ve teknolojik gelişmenin çevre üzerindeki olumsuz ve yıkıcı etkileri ve söz konusu etkilerin toplumlar üzerinde yarattığı sonuçlar üzerinde durulmasına rağmen son yıllarda çevre sosyolojisi bağlamında gelişmiş bir dünyada ekolojik krizlerden kaçmanın ancak yine daha fazla teknolojik ilerleme ile mümkün olacağını savunan eğilimler ortaya çıkmıştır (Fisher-Freudenburg, 2001: 702). Ekolojik modernleşme adlı bu yaklaşım çerçevesinde endüstri devriminden bu güne değin eğer günümüzdeki mevcut teknolojik gelişmeye erişilmemiş olsaydı daha fazla hava kirliliği olacağı ve çevresel krizlerin artacağı vurgulanmaktadır. Bu durum için somut örnekler verilmekte ve yetmişlerden bu yana araba motor teknolojisindeki gelişmelerin araba motorlarının hava emisyonlarını 20 faktör yani %95 oranında azalttığına işaret edilmekte (Orsato-Clegg, 2005: 261), iklim değişikliğinin nedenlerinden olan teknolojik gelişmenin çözüm yollarının da başında geldiği belirtilmektedir. Ancak daha önce de işaret edildiği üzere iklim değişikliğinin halen yaşanan olgusal sonuçlarının sınırlı düzeyde kalması, gelecekle ilgili karamsar öngörülerden öteye geçemeyişi olguların bilimi olan sosyolojinin iklim değişikliği ile ilgilenmesinin önündeki en büyük engeli oluşturmaktadır. Şimdilik iklimbilimcilerin mevcut ve gelecekte yaşanacak iklimsel dönüşümlere ilişkin yoğun araştırmalarına konu olan iklim değişikliğinin -yine bir mantık çıkarımı ile şayet iklimbilimsel öngörüler gerçekleşirse- başta sosyoloji, psikoloji, ekonomi, tıp gibi pek çok bilimin araştırma konularından birisi haline gelmesi muhtemel görünmektedir. Küresel bir sorunun küresel işbirliğini gerektirdiğine referansla yetmişli ve özellikle de seksenli yıllardan itibaren akademik alanda iklim değişikliği olgusuna belirgin bir yönelimin oluşmasının ötesinde akademik bulgulara dayalı olarak devletler düzeyinde de iklim değişikliği ile mücadele eylem plânları oluşturulmaya başlanmıştır. 1970 ve özellikle de seksenli yıllara kadar tarih öncesi dönemlere ait bir mit olarak görülen iklim değişikliğinin etkilerini giderek artan bir biçimde hissettirmesine bağlı olarak bilimsel araştırmalara kulak verilmeye ve yaşanan değişikliklerin aslında bir mit değil güncel bir olgu olduğu fikrine ulaşılmıştır. Yetmişli ve seksenli yıllardan itibaren ivme kazanan eylem plânları doksanlı ve iki binli yıllarda uluslararası düzeyde yasal bağlayıcılığı olan sözleşmelerin yapılmasıyla sonuçlanmıştır. Eylem plânlarının önemli adımlarından biri ekonomik büyümenin çevre kir- Değişen Toplum-Çevre İlişkisinin Bir Göstergesi: İklim Değişikliği 129 lenmesi ve ekolojik dengenin bozulmasına yol açan yönüne işaret eden 1972 yılında Roma Kulübü tarafından yayınlanan bir raporla atılmıştır. Ekonomik ve endüstriyel büyüme hedefinden vazgeçmeksizin çevre sorunlarıyla nasıl ilgilenileceği yine 1972 yılında Stockholm’de düzenlenilen Birleşmiş Milletler İnsan Çevresi Konferansı’nda gündeme getirilmiştir (Dağdemir, 2005: 50–51). 1979 yılında düzenlenen Birinci Dünya İklim Konferansı insan faaliyetlerinin iklim üzerindeki etkilerine dikkat çekmesi yönüyle iklim değişikliği ile mücadele hususunda önemli bir girişim olarak çevre sözleşmeleri kronolojisindeki yerini almıştır (UNFCCC, 2003: 3). Seksenli yıllar çevre sorunlarına yönelik duyarlılığın giderek arttığı yıllar olmuş, 1980 yılında çevre sorunları ile mücadelede ortak bir eylem plânının eksikliğinin vurgulandığı Brand Komisyonu Raporu yayınlanmıştır. İki öncelikli konu yani endüstriyel ve ekonomik büyüme ile çevrenin korunmasına dair faaliyetlerin uzlaştırılmasının gerekliliğine ilişkin bir diğer önemli adım Dünya Çevre ve Kalkınma Komisyonu tarafından 1987 yılında yayınlanan Ortak Geleceğimiz başlıklı raporla atılmıştır (Dağdemir, 2005: 51–52). Birleşmiş Milletler Genel Kurulu 1988 yılında “küresel iklimin, insanlığın bugünkü ve gelecekteki kuşakları adına korunması” çağrısında bulunmuş, iklim değişikliğini insanlığın ortak kaygısı olarak tanımlamıştır (UNFCCC, 2003: 3). Ancak tüm bu eylem plânlarının faaliyete geçirilmesi ve yenilerinin oluşturulabilmesi yani iklim değişikliğinin önlenmesi ve toplumların değişen koşullara uyumunun sağlanabilmesi için küresel ve bölgesel etkilerinin tespit edilmesi eylem plânlarının öncelikli bir parçası olarak ortaya çıkmıştır. Özellikle gelecekte yaşanacak değişikliklerden öncelikle etkilenecek bölgelerde hızlı ve geniş çaplı önlem ya da uyum stratejilerinin geliştirilebilmesi için küresel ısınmanın mevcut etkileri ile gelecekteki etkilerinin tespitine yönelik girişimler eylem plânlarının önemli bir kısmını oluşturmuştur (Evans, 2008:1). Bu çerçevede olmak üzere eylem plânlarına ışık tutması ve yönlendirici etkide bulunması için günümüzde mevcut ve gelecekte yaşanacak değişikliklerin tespitine yönelik kurumsal oluşumlara gidilmiştir. Hükümetler Arası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) iklim değişikliğine ilişkin öngörüleri ile eylem plânlarında yönlendirici etkiye sahip olacak şekilde oluşturulmuş bu kurumlardan birisidir. IPCC insanoğlunun neden olduğu iklim değişikliğini anlamaya imkân sağlayacak şekilde bilimsel, teknik, sosyo-ekonomik verilere ulaşmak ve bu verileri değerlendirmek üzere1988 yılında Dünya Meteoroloji Örgütü (WMO) ve Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP) tarafından kurulmuştur. İklim değişikliğine ilişkin belirsizlikleri açığa çıkarmak, sonuçlarına dair değerlendirmeler yapmak, dünya kamuoyunun bilgi dağarcığındaki boşlukları doldurmak üzere iklim değişikliği eylem plânı hazırlanmak IPCC’nin amaç ve faaliyet alanını oluşturmaktadır. İklim değişikliğine ilişkin bilgi birikiminin güncellenmesi eylem plânları ve ilgili stratejilerin değerlendirilmesini gerekli kıldığından sera 130 İlkay Şahin gazlarına ilişkin ulusal ve uluslararası politikaların gözden geçirilmesi, bu gazların etkilerinin değerlendirilmesi, sosyo-ekonomik politikaları ve çevre programları bağlamında dikkate almaları için söz konusu bu değerlendirmelerin hükümetlere ve ilgili organizasyonlara iletilmesi de IPCC’nin faaliyet alanlarını oluşturmaktadır (IPCC, 2007b: 118). IPCC, UNEP ve WMO’nun tüm üyelerine açık bir oluşum olarak tasarlanmıştır. IPCC üç Çalışma Grubundan ve bir Özel Kuvvet’den meydana gelmektedir. Çalışma Grubu I (WGI) iklim değişikliği ve iklim sistemlerini, Çalışma Grubu II (WCII) ve üç (WGIII) toplumsal yaşam ile doğal sistemin iklim değişikliğine yatkınlığı ve uyumunu bilimsel olarak değerlendirmekte, sera gazlarının emisyonlarının sınırlandırılmasına yönelik stratejiler geliştirmektedir. Özel Kuvvetler ise IPCC’nin Ulusal Sera Gazı Envanterleri Programı’nın yürütülmesinden sorumludur. IPCC şimdiye kadar çalışma grupları tarafından gerçekleştirilmiş dört iklim değişikliği değerlendirme raporu yayınlamıştır (IPCC, 2007b: 118). Çalışmaları ve yayınladığı bu raporlar iklim değişikliği ile mücadele eylem plânlarına öncülük etmiş, yasal bağlayıcılığı olan sözleşmeler için temel oluşturmuştur. İklim değişikliğinin yadsınamaz bir gerçek olduğunu ilan ettiği ve 1990 yılında yayınladığı Birinci Değerlendirme Raporu İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (UNFCCC), İkinci Değerlendirme Raporu (1995) ise Kyoto Protokolü görüşmelerine katkıda bulunmuştur. Böylece uluslararası düzeyde bağlayıcılığı olan eylem plânlarının oluşturulması için girişimlerde bulunulmaya başlanmıştır. Bu çerçevede olma üzere 1990 yılında Cenevre’de toplanan İkinci Dünya İklim Konferansı iklim değişikliği konusunda küresel ölçekte bir anlaşmaya gidilmesi çağrısında bulunmuştur. Genel Kurul bir sözleşme için görüşmelerin resmen başlamasına, bu görüşmelerin Hükümetlerarası Müzakere Komitesi (INC) tarafından yürütülmesine karar vermiştir. INC ilk toplantısını 1991 yılı Şubat ayında yapmış, bünyesinde yer alan hükümet temsilcileri Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’ni 9 Mayıs 1992 tarihinde kabul etmiştir. Birleşmiş Milletler tarafından Rio de Janerio’da Haziran 1992’de düzenlenen Birleşmiş Milletler Çevre ve Kalkınma Konferansı’nda (UNCED) ise sözleşme imzaya açılmış, 21 Mart 1994 tarihinde yürürlüğe girmiştir (UNFCCC, 2003:3). İklim değişikliğine ilişkin yasal düzenleme ve politikaları oluşturan (IPCC, 2007b:118) ve yeryüzündeki iklim değişikliğinin insanlığın ortak kaygısı olduğunu vurgulayarak işe başlayan UNFCCC atmosferdeki sera gazı yoğunluğunun insan faaliyetlerinin, özellikle de sanayileşmiş toplumların bir eseri olduğunu, artan sera gazlarının doğal sera etkisini güçlendirdiğini, bu durumun ise yeryüzünde sıcaklık artışlarını beraberinde getirdiğini ve getireceğini beyan etmektedir (Arıkan, 2006: 7). Değişen Toplum-Çevre İlişkisinin Bir Göstergesi: İklim Değişikliği 131 Tarafların ortak fakat farklı sorumluluklarının olduğuna işaret eden UNFCCC, gelişmiş ülkelerin iklim değişikliğinin tüm zararlı etkileriyle savaşılmasında öncülük etmesini gerekli görmektedir. Ek I ve Ek II olmak üzere farklı sorumluluk esasına dayalı iki ayrı taraflar listesinin meydana getirildiği sözleşmede gelişmiş ülkeler Ek II, gelişmekte olan ülkeler ise Ek I listesinde yer almıştır. Sözleşmede özellikle insan kaynaklı sera gazı salımının azaltılması üzerinde durulmuştur. Tarafların insan kaynaklı sera gazı salımlarını sınırlandırmalarının yanında sera gazı yutaklarını ve haznelerini3 korumak ve geliştirmek suretiyle iklim değişikliğini azaltmak için ulusal politikalar benimsemeleri ve uygun önlemler almaları şart koşulmuştur (Arıkan, 2006: 12, 28). Bu yönüyle küresel iklimi korumaya ve sera gazı salımlarını azaltmaya yönelik genel ilke, eylem, strateji ve yükümlülükleri düzenlemek için UNFCCC ülkeleri ilki küresel ısınmayı önlemek amacıyla sera gazı salımını azaltıcı politikalar uygulamakla (Ek I), diğeri sera gazı azaltımının yanında gelişmekte olan ülkelere iklim değişikliğinin önlenmesi konusunda maddi ve teknolojik destek sağlamakla yükümlü (Ek II) olmak üzere iki kategoride ele almıştır. Şu an itibariyle 188 devlet ve Avrupa Birliği tarafından onaylanması bakımından çevreyle ilgili olarak uluslararası anlaşmalar arasında en geniş katılımlı sözleşme olma niteliğini taşıyan UNFCCC ile gelişmiş ülkeler insan kaynaklı sera gazı salımlarını 2000 yılına kadar 1990 düzeylerinde tutmayı üstlenmişlerdir. Anlaşma bağlamında coğrafi konumları nedeniyle iklim değişliğinin etkilerine öncelikle açık ve ekonomisi fosil yakıt satımına bağlı olduğundan alınacak önlemlerden ekonomik olarak etkilenecek ülkeler de Ek I Dışı ülkeler kategorisinde değerlendirilmiştir (UNFCCC, 2003: 3, 5, 6). 1997 yılında Kyoto’da gerçekleştirilen UNFCCC 3. Taraflar Konferansı’nda kabul edilen Kyoto Protokolü ise, Sözleşme’nin amacına ulaşması için tasarlanmış ilk somut adım olarak 16 Şubat 2005 tarihinde yürürlüğe girmiştir (Arıkan, 2006: 5). Sera gazlarını kontrol etmek üzere başlayan uluslararası çabalar çerçevesinde sera gazı salım oranlarını düşürmeyi hedefleyen UNFCCC’nin bu amacı düşürülecek oranların hükümetlerin kendi inisiyatiflerine bağlanması nedeniyle başarısızlıkla sonuçlandığından Kyoto Protokolü’ne resmi olarak belirlenmiş oranlarda sera gazı salımı azaltılması şartı konulmuştur (Foster, 2001: 5). Kyoto Protokolü Ek-I listesinde yer alan Tarafların 2008–2012 yılları arasında insan kaynaklı karbondioksit eşdeğeri salımlarını 1990 yılındaki düzeyinin en az %5 aşağısına indirmeleri ve bu oranları aşmamaları yasal olarak şart koşulmuştur (Arıkan, 2006: 31). Protokolde sera gazlarının salımının 1990 düzeyinin en az %5 azaltılması kararı Avrupa birliği3 . “Hazne”, sözleşme bağlamında “bir sera gazının veya bir sera gazının oluşumunda rolü bulunan bir öncü maddenin depolandığı iklim sisteminin bir unsuru veya unsurları anlamına gelir.” şeklinde tanımlanırken “yutak”, “bir sera gazını, bir aerosolü veya bir sera gazının oluşumunda rolü bulunan bir öncü maddeyi atmosferden uzaklaştıran herhangi bir işlem, faaliyet veya mekanizma anlamına gelir.” şeklinde tanımlanmaktadır (Bkz. Arıkan, 2006:10) 132 İlkay Şahin nin sera gazı salımlarını %8, Amerika’nın %7, Japonya’nın %6 oranında indirmesini gerektirmiştir (Foster, 2001: 5). Tarım toprakları, orman alanları ve arazi kullanımına bağlı olarak sera gazlarının bu kaynaklarca salımı ve yutaklarca uzaklaştırılmasından kaynaklanan insan etkin oransal değişikliklerin Ek-I Tarafları için ayrılmış miktarlara ne şekilde ekleneceği ya da çıkarılacağı ise protokol tarafından belirlenecek usul ve yöntemlere bağlanmıştır (Arıkan, 2006: 31–32). Ancak protokolde sera gazı emisyon azaltımına ilişkin bu koşullar uygulanışına dair ayrıntılara girilmeden ana ilkeleri ile belirlendiğinden pek çok tartışmayı beraberinde getirmiştir. Kyoto Protokolü’nün uygulanmasına ilişkin bu tartışmalar iki noktada düğümlenmiştir. İlkini satılabilir emisyon izinleri oluştururken diğerini karbon yutaklarının da emisyon oranlarına dahil edilmesi konusu oluşturmuştur. Satılabilir emisyon izni sanayileşmekte olan ülkelere tanınan emisyon izninin bu ülkelerden emisyon düşürme yükümlülüğü bulunan ülkeler tarafından satın alınması anlamına gelmektedir. Bu iki husus 2000 yılında Lahey’de yapılan 6. Taraflar Konferansı’nda öneri olarak sunulmuş ve önemli tartışmalara neden olmuştur. Avrupa birliği karbon emisyon oranlarını düşürmekteki başarısızlığı gizlemenin bir yolu olarak değerlendirdiği her iki öneriyi de kabul edilemez bulmuş ve şiddetle karşı çıkmıştır. Amerika, Japonya, Kanada, Avustralya ve Yeni Zelanda ise öneriye sıcak bakmış ancak görüşmeler sonucunda bir uzlaşmaya varılamamış, görüşmelere ara verilmiştir. 2001 Temmuzda 6. Taraflar Konferansı’nın bir devamı olmak üzere Bonn’da yapılan görüşmelerde emisyon azaltımında tarım alanları ile ormanlar “karbon kuyusu” olarak tanımlanmış ve emisyon düşürme oranlarına dahil olmadığı karara bağlanmıştır. Ayrıca Japonya, Kanada ve Avustralya gibi sera gazı emisyonları 1990 yılından itibaren artan ülkelere Rusya gibi karbon emisyon oranları 1990’dan beri düşmekte olan ülkelerden emisyon izinlerini satın alma yetkisi verilmiştir. Tüm bu esnekliklere rağmen dünyadaki sera gazı emisyonlarının büyük bir bölümünden sorumlu olan Amerika ekonomisi üzerinde oluşturacağı olumsuz etkileri ve Hindistan, Çin gibi yüksek emisyon düzeyine sahip gelişmekte olan ülkelerin emisyon azaltımıyla yükümlü tutulmayışını, her ülkenin ikilim değişikliği ile ilgili mücadelesini kendi koşul ve imkânlarına uygun olarak bölgesel bir biçimde yürütmesinin gerekliliğini gerekçe göstererek Kyoto Protokolü’nü imzalamayı reddetmiştir (Foster, 2001: 5–8). Amerikanın imzalamaktan vazgeçmesi ve çekilmesi ise Kyoto Protokolü’nün geleceğini tehlikeye düşürmüştür. 2003 yılına kadar 106 ülke anlaşmayı imzalamışsa da anlaşmanın küresel sera gazlarının emisyonunun %55’inden sorumlu ülkeler tarafından kabul edilme ön koşulu yürürlüğe girmesine engel olmuş, ancak Rusya’nın 2003’de anlaşmayı imzalamasıyla birlikte bu orana ulaşılmış ve Kyoto Sözleşmesi yürürlüğe girmiştir (Brechin, 2003: 123). Kyoto Protokolü imzalansa da karbon emisyonunu önlemek için gereken Değişen Toplum-Çevre İlişkisinin Bir Göstergesi: İklim Değişikliği 133 teknolojik aletlerin gelişmiş ülkelerden alınacak olması gelişmekte olan ülkeler için ekonomik bir dezavantaj olarak ortaya çıkmış, ayrıca gelişmekte olan ülkelerin büyük karbon potansiyelleri de endişe verici bir sorun olarak akıllarda kalmıştır. Anlaşmanın karbon emisyonunun azaltılmasını öngörmesi getireceği ek külfet ve maddi harcamalar nedeniyle de eleştirilmiştir. Özellikle Amerika anlaşmanın getirdiği yükümlülükleri ve neden olacağı ekonomik kayıpları şiddetle eleştirmiştir. Amerika’nın eleştirileri gelişmekte olan ülkelerin karbon emisyonlarını azaltmayışına karşın gelişmiş ülkelerin emisyon azaltımında bulunmak zorunda olmaları noktasında yoğunlaşmıştır (Grubb, 2000: 112–113). Ancak emisyon azaltmak için gereken teknolojik araçların büyük çoğunun gelişmiş ülkelerde bulunduğu, diğer ülkelerin ise büyük bir karbon potansiyelini barındırdığı göz önünde bulundurulduğunda başta Amerika olmak üzere sanayileşmiş ülkelerin ısrarla gelişmekte olan ülkelerin de emisyon azaltımında bulunmasını talep etmelerinin altında emisyon azaltımı ile uğradıkları zararı çevre teknolojisi ihraç ederek telafi etme isteklerinin yattığı anlaşılacaktır. Dolayısıyla Amerika’nın Kyoto Sözleşmesi’ni imzalamamasının altında küresel bir yeşil pazar oluşturma ve bu pazardan emisyon azaltımı ile uğrayacağı zararın çok üstünde karlar elde ederek pay alma, ve bu pazara hakim olma küresel politikası yatıyor gözükmektedir. Bu durum Atmosfere saldıkları sera gazlarıyla iklim değişikliğinin temel aktörleri olan sanayileşmiş ülkelerin iklim değişikliği ile mücadele eylem plânlarına öncülük edişlerinin önemli bir boyutunu da gözler önüne sermektedir. Sanayileşmiş ülkelerin iklim değişikliği eylem plânlarının oluşturulmasına öncülük edişleri iklim değişikliğinden etkilenme düzeyleri ve halen yaşanan ve yaşanacak olan iklim değişikliğini tespit edecek gelişmiş teknolojik donanıma sahip oluşlarıyla ilişkili görülebileceği gibi küresel ekonomik ve politik güçlerini koruma ve devam ettirme, küresel önderlik politikalarını sürdürme istekleriyle de ilişkilendirilebilir. Bu doğrultuda olmak üzere Janicke, çevre politikaları ve iklim değişikliği ile mücadele eylem plânlarının dünya piyasasının gerekleri ve gelişmiş ülkelerin başını çektiği ulus devletlerin kolektif tutumlarından etkilendiğini vurgulamaktadır. Janicke’e göre iklim değişikliği eylem plânlarını gelişmiş lider devletler oluşturmakta diğer ülkeler ise uygulamaktadır. Bu yönüyle yüksek karbondioksit emisyon oranlarına sahip öncü ülkeler uluslararası düzeyde çevre politikalarının temel aktörleridir (Jänicke, 2005: 129, 130–135). Başka bir ifadeyle sanayileşme devrimiyle birlikte doğayla ilişkilerini yeniden biçimlendiren ve doğa-toplum ilişkisindeki kırılmanın temel aktörü olan sanayileşmiş Batı dünyası iklim değişikliği eylem plânlarının da ilginç bir biçimde baş aktörü olmuştur. İklim değişikliği politikalarının uygulanması bağlamında öncü ülkelerin konumu duruma göre değişirken diğer ülkelerin konumu sabit kalmakta, öncü ülkeler etkin 134 İlkay Şahin diğer ülkeler ise edilgin bir rol üstlenmektedir. Öncü ülkeler tarafından geliştirilen politikaların diğer devletler tarafında uygulanması kendi toplumsal kapasitelerine; kurumsal, ekonomik özelliklerine bağlıdır. Kyoto Protokolü bağlamında Amerika örneğinde görüleceği üzere öncü ülkelerin iklim değişikliği ile mücadele eylem plânlarındaki yönlendirici rollerinden vazgeçmeleri de global düzeydeki politik yönlendiricilikleri ve ekonomik konumlarıyla ilişkilidir. Zira bu öncü ülkeler çevre politikalarındaki yönlendirici etkileri bir yana özellikle ekonomik ya da teknolojik alanlarda küresel düzeyde öncü ve liderdirler. Politik küreselleşme ve özellikle de çevresel politikaların küreselleşmesi özerk devletlerin öncülük şansını azalttığı gibi ekonomik küreselleşme de çevresel politikaları etkilemekte, uluslararası pazar ve çok uluslu şirketler ulus devletler üzerinde baskı kurabilmektedir. Ekonomik rekabet bir pazarı, politik rekabet politikalar alanını gerekli kılmakta ve böylece küreselleşme öncü devletler için politik bir arena yaratmaktadır. Janicke, OECD ve UNEP gibi uluslararası kuruluşların ise küresel çevre politikaları için rekabetin temellerini sağladığını belirtmektedir. Janicke’e göre çevresel politikaların oluşturulması ve uygulanması ülkelerin ekonomik, politik ve teknolojik rekabetleri ile doğrudan ilişkilidir. Öncü ülkelerin gelişmiş ve rekabetçi ekonomilere sahip oluşu, çevresel teknolojik yeniliklerin ise çevresel ya da küresel ihtiyaçlarla ilişkililiği çevre teknolojileri için küresel düzeyde bir pazar potansiyelini gerektirmektedir. Janicke’e göre küresel ekonominin akademik bulguların aksine çevre sorunlarına umutsuzca bakmayışı iklim değişikliğinin yarattığı bu yeni çevre pazarıyla ilişkilidir. Ulus devletler işte bu küresel “yeşil” pazarın imkânlarını kullanabilmek için çevre politikaları ve iklim değişikliği eylem plânlarında aktif rol oynamaktadırlar (Jänicke, 2005: 129, 130–135). Holcombe ise sadece eylem plânlarının değil bilimsel öngörülerin de sanayileşmiş ülkelerin politik ve ekonomik bağlamından etkilendiğini belirtmektedir. Holcombe otuz yıl önce soğuk savaş döneminde bilim adamlarının iklim değişikliği ile küresel bir soğumayı, günümüzde ise insan yapımı sera gazlarının yarattığı küresel bir ısınmayı kastedişlerini akademik dünyada iklim değişikliği olgusuna yansıyan politik etkiye örnek olarak vermektedir. Soğuk savaş döneminde nükleer savaş olacağı ve dünyanın soğuyacağına dair bir yönlendiricilikte bulunan küresel politikalar günümüzde ısınmayı işaret etmektedir (Holcombe, 2006: 287). Tıpkı Amerika gibi Kyoto Sözleşmesi’ni imzalamayan Türkiye ise sanayileşme ve ekonomik gelişmesini sürdürme isteğine sahip gelişmekte olan ülkelerin Kyoto Sözleşmesi’ne karşı çıkmasına ilişkin tipik bir örnektir. Küresel ekonomi ve politikalarda söz sahibi olmaktan daha ziyade ulusal ve bölgesel kalkınmasını sürdürme isteği Türkiye’yi önce UNFCCC’yi ardından da Kyoto Sözleşmesi’ni imzalamamaya yönlendirmiştir. Ek I ve Ek II listelerinin her ikisinde de yer alan Türkiye sera gazı emisyonlarını azaltmaya sıcak bakmakla birlikte gelişmekte olan ülkelerin iklim Değişen Toplum-Çevre İlişkisinin Bir Göstergesi: İklim Değişikliği 135 değişikliği ile mücadelelerine teknik ve finansal destek sağlamaya karşı çıkmış, böyle bir sorumluluğu yerine getiremeyeceğini belirterek Ek II ülkeleri listesinden çıkma isteğini beyan etmiş ve UNFCCC’ye 1992 Rio Konferansı’nda imza atmamıştır. 1997 yılında Kyoto konferansına katılan ancak koşulları kabul edilmeyen Türkiye, Kyoto Protokolü’ne de taraf olmamıştır. 2000 yılında toplanan Lahey Konferansı’nda Ek II ülkeleri grubundan çıkartılma ve sorumluğunun sera gazı emisyonunu azaltımı ile sınırlandırılması koşulunu karara geçirtmiştir. Türkiye’nin bu teklifi 2001 yılında Marakeş’de düzenlenen 7. Taraflar Konferansı’nda kabul edilmiştir. Türkiye, ilgili kanunun 16.10.2003 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanmasının ardından, 24 Mayıs 2004 tarihinde Sözleşme’ye taraf ülke haline gelmiştir. UNFCCC’ye imza atan ve taraf olan Türkiye bu sözleşmede belirsiz kalan sera gazı indirim hedeflerini ve takvimini belirleyen Kyoto Protokolü’ne henüz taraf olmadığından sera gazı emisyonlarını azaltma konusunda taahhüt altına girmemiştir (Dağdemir, 2005: 53). Tüm direnişlerine rağmen Avrupa Birliği’ne üye olma politikalarının bir parçası olmak üzere Türkiye Kyoto Sözleşmesi’ni imzalayacağını 30 Mayıs 2008 tarihinde resmen açıklamış ve 5 Haziran 2008 tarihinde Protokol’ün imzalanmasına ilişkin tasarıyı Meclis’e sunmuştur. Anlaşılacağı üzere mevcut iklim değişikliğiyle mücadele eylem plânlarının sunulan kronolojik gelişimi ve içeriği, eylem plânlarının, her ikisi de teknolojik desteği gerektiren iki temel politikadan hareketle şekillendiğini göstermektedir. Bunlardan ilki sera gazlarının emisyonunun azaltılması suretiyle iklim değişikliğinin önlenmesi ya da yok edilmesidir. İkincisi ise toplumların değişen iklime uyumunu sağlama ya da başka bir ifadeyle sürdürülebilir kalkınma plânlarını hazırlamaktır. Bu doğrultuda olmak üzere Rio ve Kyoto’da düzenlenen küresel toplantılarla sera gazı emisyonu ve çevre kirliliğine ilişkin bağlayıcılığı yüksek kararlara varılmıştır. Tüm bu anlaşmalar çerçevesinde sürdürülebilir enerji sistemleri ve teknolojilerinin uygulanması, yenilenebilir enerji kaynağı olarak adlandırılan enerji üretim yöntemlerine yönelim sağlanmak suretiyle yeni enerji politikalarının izlenmesinin önemi vurgulanmaya başlanmıştır.4 Yenilenebilir enerji anlayışının yanında sürdürülebilir kalkınma ve sürdürülebilir tarım politikaları da desteklenmeye başlanmıştır. İklim değişikliğinin su kaynaklarının kullanımı ve plânlanması, tarım, ekonomi, karasal ekosistemler üzerindeki etkileri konusunda önlemler alınmasının gerekliliği vurgulanmıştır (Wang, 2005:739, 752). Böylece seksenli yıllardan itibaren iklim değişikliğinin hissedilir boyutlara ulaşmasıyla birlikte enerji, ekonomi ve çevre birlikte anılmaya ve sürdürülebilir kalkınmadan söz edilmeye, iklim değişikliğini küresel düzlemde alınan tedbirlerle kontrol etmenin yolları aranmaya başlanmıştır. Tüm 4 . Enerji Sektöründe Sera Gazı Azaltımı Çalışma Grubu Raporu, Enerji Ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı Enerji İşleri Genel Müdürlüğü Ankara – 2005, s.33-34 İlkay Şahin 136 bu küresel çevre politikaları bağlamında bir yandan çevre korunmaya diğer yandan da ekonomik ve endüstriyel etkinlikleri sürdürmenin yolları aranmaya, endüstriyel atılımların ve ekonomik büyümenin önü kesilmeden çevre sorunlarıyla nasıl başa çıkılacağı üzerinde durulmaya başlanmıştır. İklim değişikliğine karşı geliştirilen tüm bu eylem plânları; iklim değişikliğinin önlenmesi ve değişen iklim koşullarına uyumun sağlanması, toplum-doğa ilişkisini düzenleyen kolektif davranış biçimleriyle ilişkilidir. Bir anlamda iklim değişikliğinin azaltılması doğanın toplumdan korunmasına, değişen iklim koşullarına uyum sağlanması ise toplumun doğadan korunmasına yönelik eylemleri temsil etmektedir. Ayrıca iklim değişikliğine karşı yürütülen eylem plânları sadece yerkürenin ikliminin değil aynı zamanda insan gruplarının fiziksel ve sosyal çevrelerine yönelik tutumlarında da kültürel değişikliklerin meydana geldiği, iklim değişikliğinin çevresel bileşenlere sahip sosyal bir problem olduğu, toplumsal yaşamın ürünü sera gazlarının kontrol edilmemesi halinde iklim değişikliğinin geçmişte ve halen yaşandığı gibi gelecekte de etkili olacağı ve toplumsal hayatı güçlü bir biçimde etkileyeceği, sosyal, ekonomik, demografik ve politik değişikliklerin gelecekte yaşanacak iklim değişikliklerine etki edeceği algısını gözler önüne sermektedir (Stehr-Storch, 2005: 538). Tüm bu hususlar aslında toplumların doğa ve çevreyle olan kültürel ilişkileri ve doğa anlayışlarının iklim değişikliğinin yaratılması ve önlenmesi sürecini belirlediğini ve etkilediğini gözler önüne sermektedir. KAYNAKÇA Arıkan, Yunus (Haz.) (2006). Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi ve Kyoto Protokolü Metinler ve Temel Bilgiler, Bölgesel Çevre Merkezi REC Türkiye, Ankara. Aron, Raymond (1974). Sanayi Toplumu, Çev. Agah Oktay Güner, Boğaziçi Yayınları, İstanbul. Bates, Diane C. (2002). “Environmental Refugees? Classifying Human Migrations Caused by Environmental Change”, Population and Environment, Vol. 23, No.5, (465–477) Brechin, Steven R. (2003). “Comparative Public Opinion and Knowledge on Global Climatic Change and the Kyoto Protocol: The U.S. versus the World?”, International Journal of Sociology and Social Policy, Vol. 23, No. 10, (106-134). Capra, Fritjof (1992). Batı Düşüncesinde Dönüm Noktası, Çev. Mustafa Armağan, İnsan yayınları, İstanbul. Casty, Carlo- Christoph C. Raible-Thomas F. Stocker ve Diğerleri (2007). “A European Pattern Climatology 1766–2000”, Climate Dynamics, 29, (791–805). Dağdemir, Özcan (2005). “Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi ve Ekonomik Büyüme: İklim Degişikliği Politikasının Türkiye İmalat Sanayii Değişen Toplum-Çevre İlişkisinin Bir Göstergesi: İklim Değişikliği 137 Üzerindeki Olası Etkileri”, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, 60-2, (49-70). Evans, Jason P. (2008). “21st Century Climate Change in the Middle East”, Climatic Change, DOI 10.1007/s10584-008-9438-5. Ezber, Yasemin-Omer L. Sen-Tayfun Kindap ve Diğerleri (2007). “Climatic Effects of Urbanization in Istanbul: A Statistical and Modeling Analysis”, International Journal of Climatology, 27, (667–679) Fisher, Dana R.-William R. Freudenburg (2001). “Ecological Modernization and Its Critics: Assessing the Past and Looking Toward the Future”, Society and Natural Resources, 14, (701–709) Foster, John Bellamy (2001). “Ecology Against Capitalism”, Monthly Review, 53, No.5, (1-15) Grubb, Michael (2000). “Economic Dimensions of Technological and Global Responses to the Kyoto Protocol”, Journal of Economic Studies, Vol.27 No.1/2, (111-125). Güvenç, Bozkurt (1999). İnsan ve Kültür, Remzi Kitabevi, İstanbul. Holcombe, Randall G. (2006) “Should We Have Acted Thirty Years Ago to Prevent Global Climate Change?”, The Independent Review, Vol. XI, No. 2, (283-288) Hulme, Mike-David Viner (1998). “A Climate Change Scenario for The Tropics”, Climatic Change, 39, (145–176). Hunter, Lori M. (2005). “Migration and Environmental Hazards”, Population and Environment, Vol.26, No.4, (273-302). IPCC (1995). IPCC Second Assessment Climate Change 1995 A Report Of The Intergovernmental Panel On Clımate Change, (http://www.ipcc.ch/pdf/climatechanges-1995/ipcc-2nd-assessment/2nd-assessment-en.pdf )-05.01.2009. IPCC (2007a). Climate Change 2007: Synthesis Report. Contribution of Working Groups I, II and III to the Fourth Assessment Report of the Intergovernmental Panel on Climate Change, [Core Writing Team, Pachauri, R.K and Reisinger, A. (eds.)]. IPCC, Geneva, Switzerland. IPCC (2007b). Climate Change 2007: The Physical Science Basis. Contribution of Working Group I to the Fourth Assessment Report of the Intergovernmental Panel on Climate Change, [Solomon, S., D. Qin, M. Manning, Z. Chen, M. Marquis, K.B. Averyt, M. Tignor and H.L. Miller (eds.)]. Cambridge University Press, Cambridge, United Kingdom and New York, NY, USA. Jänicke, Martin (2005). “Trend-Setters in Environmental Policy: the Character and Role of Pioneer Countries”, European Environment, 15, (129–142). Kadıoğlu, Mikdat (1997). “Trends in Surface Air Temperature Data Over Turkey”, International Journal of Climatology, Vol. 17, (511–520). Kadıoğlu, Mikdat (2007). “İklim Değişiklikleri ve Etkileri: Meteorolojik Afetler”, TMMOB Afet Sempozyumu içinde (47-55), Mattek Matbaacılık. Kellogg, William W.-Robert. Schware (1982) “Society, Science and Climate Change”, Foreign Affairs, Summer, Vol. 60 Issue 5, (1076-1109). Kobayashi, Hayato (2004). “Climate Change and Future Options for Carbon Sequestration”, 138 İlkay Şahin Foresight, Vol. 6, No. 3, (153-162). Loukas, A.-L. Vasiliades- J. Tzabiras (2008). “Climate Change Effects on Drought Severity” Advances in Geosciences, 17, (23–29). Marshall, Gordon (1999). Sosyoloji Sözlüğü, Çev. Osman Akınhay, Derya Kömürcü, Bilim ve Sanat, Ankara. Mcguffie, K.-A. Henderson Sellers (2001). “Forty Years of Numerical Climate Modelling”, International Journal of Climatology, 21, (1067–1109). Morison, James I.L. (1996) “Climate Change and Crop Growth”, Environmental Management and Health, 7/2, (24–27). Niemeyer, Simon-Judith Petts-Kersty Hobson (2005). “Rapid Climate Change and Society: Assessing Responses and Thresholds”, Risk Analysis, Vol. 25, No. 6, (1443-1456). Orsato, Renato J.-Stewart R. Clegg (2005). “Radical Reformism: Towards Critical Ecological Modernization” Sustainable Development, 13, (253–267). Ravenstein, E. G. (1889). “The Laws of Migration”, Journal of the Royal Statistical Society, Vol.52, No.2, (241-305). Rowell, David P. (2005). “A Scenario of European Climate Change for the Late Twentyfirst Century: Seasonal Means and Interannual Variability”, Climate Dynamics, 25, (837–849). Şahin, Ahmet-Ela Atış-Bülent Miran (2008). “Daha Etkin Tarım-Çevre Politikaları İçin Homojen Alanların Belirlenmesi: Ege Bölgesi Örneği”, Ekoloji, 17, 67, (15–23). Stehr, Nico-Hans von Storch (2005). “Introduction to Papers on Mitigation and Adaptation Strategies for Climate Change: Protecting Nature from Society or Protecting Society from Nature?”, Environmental Science & Policy, 8 (537–540). Türkeş, Murat (1998). “Influence of Geopotential Heights, Cyclone Frequency and Southern Oscillation On Rainfall Variations in Turkey” International Journal of Climatology, 18, (649–680). Türkeş, Murat-U. M. Sümer-G. Çetiner (2000). “Küresel İklim Değişikliği ve Olası Etkileri”, Çevre Bakanlığı, Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi Seminer Notları (13 Nisan 2000, İstanbul Sanayi Odası), 7–24, ÇKÖK Gn. Md., Ankara.(http:// www. meteor. gov.tr/ FILES/ iklim/ iklimetkileri.pdf ) 05. 01. 2009 Türkeş, Murat-Utku M. Sümer-İsmail Demir (2002). “Re-Evaluation of Trends and Changes in Mean, Maximum and Minimum Temperatures of Turkey for the Period 1929–1999”, International Journal of Climatology, 22, (947–977). Ünay, Aydın-Hüseyin Başal (2005). “Iklim Değişiklikleri ve Pamuk”, ADÜ Ziraat Fakültesi Dergisi, 2(1), (11–16). UNFCCC (2003). İklime Özen Göstermek, İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi ve Kyoto Protokolü için Kılavuz, Joanna Depledge, Robert Lamb, (eds), İklim Değişikliği Sekreteryası (UNFCCC), Bonn. (www.unfccc.int)-05.01.2009. Wang, Guiling (2005). “Agricultural Drought in a Future Climate: Results from 15 Değişen Toplum-Çevre İlişkisinin Bir Göstergesi: İklim Değişikliği 139 Global Climate Models Participating in the IPCC 4th Assessment”, Climate Dynamics, 25, (739–753). Weber, Rudolf O.-Peter Talkner- Ingeborg Auer ve Diğerleri (1997). “20th-Century Changes of Temperature in the Mountain Regions of Central Europe”, Climatic Change 36, (327–344). Wilby, R. L.-K. J. Beven- N. S. Reynard (2008). “Climate Change and Fluvial Flood Risk in the UK: More of the Same?”, Hydrological Processes, 22, 2511–2523. ______ Enerji Sektöründe Sera Gazı Azaltımı Çalışma Grubu Raporu, Enerji ve Tabiî Kaynaklar Bakanlığı Enerji İşleri Genel Müdürlüğü, Ankara 2005.