YARININ İKLİMİNİ BUGÜNKÜ DÜNYANIN ATEŞI YÜKSELIYOR MÜCADELEMİZ BELİRLEYECEK Şimdiye kadar bizler dünyanın ısısının yükseldiğini, bunun iklim değişikliğine neden olacağını ve bu yüzden yaşamak için başka bir gezegen aramak zorunda kalcağımızı bilmiyorduk. Bu sorunlara çözüm yolları aramak için ilk başta bu alandaki otoritelerle görüşmeler yaptık. İstanbul Teknik Üniversitesi Meteoroloji Mühendisi ve Afet Yönetim Uzmanı Prof. Dr. Mikdat Kadıoğlu’na göre “küresel ısınma iklim değişikliğinin bir belirtisidir.”Atmosferdeki karbon dioksit ve diğer sera gazlarının ulaştığı birikim düzeyi, sanayi devriminden bu yana hızla yükselmiştir. Atmosferdeki birikimlerinin artmasına en başta fosil yakıt kullanımı, ormansızlaşma ve diğer insan etkinlikleri yol açmış; ekonomik büyümeyle nüfus artışı bu süreci daha da hızlandırmıştır. Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC), hazırladığı Üçüncü Değerlendirme Raporu’nda “son 50 yıl içinde gözlenen ısınmanın büyük ölçüde insan etkinliklerine bağlanabileceğini gösteren yeni ve daha güçlü kanıtlar elde edildiğini” doğrulamıştır. Gelecekteki eğilimlerin tahmini sürecindeki belirsizlikler hata paylarını artırsa bile, IPCC önümüzdeki 100 yıl içinde yüzey sıcaklıklarında küresel ortalama olarak 1.4 ile 5.8°C arasında artış olacağını öngörmektedir. Aslında sera gazları dünyamız için faydalıdır çünkü dünyayı kuşatan bir battaniye gibi enerjinin gezegenin yüzeyinden ve atmosferden kaçışını engellemektedir Bu birikimlerin çok artması durumunda, aşırı ısınma doğal iklim süreçlerini olumsuz yönde etkileyebilir. Küresel iklimde gözlenen ısınmanın yanı sıra, HIDP’nin temel aldığı en gelişmiş iklim modelleri, küresel ortalama yüzey sıcaklıklarında 1990-2100 döneminde 1,4-5,8°C artış olacağını öngörmektedir. Buna ek olarak 1990-2050 döneminde Türkiye üzerindeki yıllık ortalama sıcaklıklarda yaklaşık 1-3°C artış olacağı tahmin edilmektedir. Dünya ve atmosferdeki hızlı değişikliklere rağmen, insanların bu konulara olan tepkileri oldukça yavaştır. İnsan etkinliklerinin iklim üzerindeki etkilerine ilişkin ilk kanıtlar 1979 yılında Birinci Dünya İklim Konferansı sırasında ortaya çıktı. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu 1988 yılında “Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli” (IPCC) adı altında yeni bir organ oluşturdular. Yeni organın görevi, bu konuya ilişkin bilimsel bilgileri araştırmak ve değerlendirmek olacaktı. IPCC Birinci Değerlendirme Raporu’nu 1990 yılında yayınladı. Bu rapor, iklim değişikliği tehdidinin bir gerçek olduğunu doğrulamaktaydı. Aynı yıl daha sonra Cenevre’de toplanan İkinci Dünya İklim Konferansı konuya ilişkin küresel ölçekte bir anlaşmaya gidilmesi çağrısında bulundu. İklim değişikliğini ele alacak bir sözleşme için görüşmeler resmen başladı, bu görüşmeler Hükümetlerarası Müzakere Komitesi (INC) tarafından yürütülecekti. INC ilk toplantısını 1991 yılında yaptı. INC bünyesinde yer alan hükümet temsilcileri, BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’ni 9 Mayıs 1992 tarihinde kabul ettiler. Rio’da Haziran 1992’de düzenlenen BM Çevre ve Kalkınma Konferansı’nda (Dünya Zirvesi) bu yeni sözleşme imzaya açıldı. Sözleşme 21 Mart 1994 tarihinde yürürlüğe girdi. Aradan geçen süre içinde 188 devletin yanı sıra Avrupa Birliği de belgeyi onayladı. Bu geniş katılım, Sözleşme’yi çevreyle ilgili uluslararası anlaşmalar arasında en geniş kabul gören belgelerden biri haline getirmektedir. Yürürlüğe giriş tarihinden bu yana (Sözleşme’yi kendi yasama organlarından geçiren, onaylayan, kabul eden ya da kabul etme niyeti sergileyen) devletler, Taraflar Konferansı ya da kısaca COP olarak bilinen yıllık toplantılarda bir araya gelmektedirler. Ne var ki, burada yer alan hükümlerin iklim değişikliği sorunu açısından kendi başına çözüm oluşturmayacağını Sözleşme’yi benimseyen ülkeler de bilmektedirler. 1995 yılında Berlin’de tarafların bir araya geldikleri Birinci Taraflar Konferansı’nda (COP1), görüşmelere yeni bir turla devam edilmesi kararlaştırılmıştır. Sanayileşmiş ülkelerin bu çerçevedeki yükümlülüklerini daha sağlam zeminlerde ve daha ayrıntılı biçimde ele almayı öngören bu karar “Berlin Buyruğu” olarak bilinmektedir. İki buçuk yıl süren görüşmelerin ardından, Sözleşme’nin uzantısı olarak, hukuken bağlayıcı yükümlülükleri özetleyen bir belge 1997 yılı Aralık ayında Japonya’nın Kyoto kentinde yapılan 3. Taraflar Konferansı’nda (COP3) kabul edildi. Bu belge Kyoto Protokolü olarak bilinmektedir. Protokol temel kuralları veriyor, ancak bunların pratikte uygulanmasına ilişkin ayrıntılara girmiyordu. Protokol ayrıca, yürürlük öncesinde ulusal hükümetlerin belgeyi imzalayıp onaylayacakları ayrı ve resmi bir işlemler süreci de öngörüyordu.Protokol’ün pratikte nasıl işleyeceğine ilişkin daha net bir tablo, 1998 yılı Kasım ayında Buenos Aires’te yapılan COP 4 müzakerelerinde ortaya çıktı. İddialı bir çalışma programına (Buenos Aires Eylem Planı) dayanan bu tur, Protokol’de yer alan kurallara ilişkin müzakerelerle uygulamaya (finansman ve teknoloji transferi gibi) ilişkin müzakereler arasındaki bağlantıyı Sözleşme şemsiyesi altında kuruyordu. Tüm bu gelişmeler olurken, 10 yıl sonra 2004 yılında Türkiye 189. ülke olarakİklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (UNFCCC)’ni imzaladı. Türkiye Kyoto Protokolünü imzalamamasına rağmen bu konuda çalışmalarına başlamıştır. İklim Değişikliği Alanında Yürütülen Ulusal Bildirim Projeleri GEF Proje Koordinatörü Dr. Günay Apak’a göre, iklim değişikliği ile ilgili eğitim programları, forumlar, çalıştaylar, seminerler vs. gibi çalışmalar, Türkiye Hükümeti ve UNDP’nin ortaklaşa yürüttüğü, Küresel Çevre Fonu’nun 405 bin Amerikan doları destek verdiği proje çerçevesinde yapılıyor. Proje kapsamında, iklim değişikliğinin olası etkileri inceleniyor ve sera gazları emisyon envanteri oluşturuluyor. Bu çalışma ayrıca, 2020 yılına kadar öngörülen sera gazı emisyon hesaplarını da içerecek. Proje kapsamında, alternatif enerji senaryoları değerlendirilecek, emisyonların azaltılması için olası önlemler üzerinde çalışılacak. Ağırlıklı olarak yerel uzmanların katkısıyla, Birinci Ulusal Bildirim hazırlanıyor ve aynı zamanda kamuoyunu bilinçlendirme kampanyaları düzenleniyor. Çevre ve Orman Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Prof.Dr.Mustafa Öztürk’e göre ‘Türkiye, iklim değişikliğinden en çok etkilenecek ülkeler arasında yer alıyor. Türkiye’de, çoğu ilde kükürt dioksit salınımı AB üyesi ülkelere kıyasla çok düşük olmasına rağmen, sera gazlarından kaynaklanan partikül kirliliği yüksek. Türkiye’de çöplerin sadece %50’ye yakını düzenli olarak toplanıyor ancak, T bu çöp toplama alanlarından yayılan metan gazı (bir sera gazı türü) geri kazanılmıyor ve enerji kaybına yol açıyor. Çöplerin geri kalanı ise zaten kendi haline bırakılan, kontrol dışı çöpler ve buralardan salınan metan gazı atmosfere karışıyor”. Fosil yakıt kaynaklı dünya emisyon dağılımından bahseden Çevre ve Orman Bakanlığı Çevre Yönetimi Genel Müdür Yardımcısı Fevzi İşbilir ise, 1995’te gelişmiş ülkelerin %73 ile atmosfere en çok fosil yakıt kaynaklı sera gazı emisyonu katkısı olan ülkeler olduğunu ancak 2035 projeksiyonunda bu sayının gelişmekte olan ülkelerle gelişmiş ülkeler arasında %50-%50 paylaşılacağını söyledi. İşbilir, ‘2001 yılı Dünya Enerji Bazlı Karbondioksit Emisyonları’nda Türkiye %0.7 gibi çok küçük bir orana sahip,’ dedi. Grafiklere baktığımızda, içinde bulunduğumuz durumu açık bir şekilde anlayabiliriz. Prof Dr. Mikdat Kadıoğlu’na göre iklim değişikliği ile ilgili birşeyler yapmazsak, Türkiye kuraklık, kuraklığa bağlı olarak yiyecek ve su kıtlığı ile mücadele, sıcaklık dalgasının, tarımsal haşeratların artması, biyolojik çeşitliliğin, tarımsal alanların azalması, aşırı doğa olaylarının sıklılığının ve şiddetinin artması, özellikle bağışıklık sistemi, göz ve deri hastalıklarında artış gibi kaçılnılmaz bir sonla karşı karşıya gelecek. Şimdiki ve gelecekteki nesillermizin sürdürülebilir bir çevrede yaşamaları için, dünyamızdaki ve atmosferdeki değişimlere karşı daha duyarlı olmalı ve iklim değişikliliğinin etkilerini azaltmak için çözüm yolları araştırmalıyız.