temmuz 2014

advertisement
temmuz 2014
27
SAYI
GENEL YAYIN YÖNETMENİ:
Prof. Dr. Mehmet ÇELİK
GENEL YAYIN KOORDİNATÖRÜ:
Mahmut Berkay ÖZER
Yazı İşleri Müdürü (Sorumlu):
Hasan KONUK
3
SAYFA
EDİTÖR:
Fikri AKYÜZ
Prof. Dr. Necmi ALKAN
YAZI İŞLERİ ŞEFİ:
Yusuf KARACA
YAYIN KURULU:
Doç. Dr. Ahmet YILDIZ
Doç. Dr. Pınar BAL
Dr. Cemil ERTEM
Dr. Önder BAYIR
Prof. Dr. Bekir Berat ÖZİPEK
Prof. Dr. Ebubekir SOFUOĞLU
Prof. Dr. Ferhat KENTEL
Prof. Dr. Mehmet CAN
Prof. Dr. Mustafa ŞENTOP
Prof. Dr. Naci BOSTANCI
Prof. Dr. Nihat BULUT
Prof. Dr. Orhan KILIÇ
Prof. Dr. Süleyman KIZILTOPRAK
Talha UĞURLUEL
Turgay GÜLER
DANIŞMA KURULU:
Mehmet GENÇ
Prof. Dr. Mim Kemal ÖKE
Prof. Dr. Süleyman Seyfi ÖĞÜN
Prof. Dr. Mazhar BAĞLI
Prof. Dr. Ahmet ŞİMŞİRGİL
Prof. Dr. Mehmet MAKSUDOĞLU
Prof. Dr. Bedri GENCER
Prof. Dr. Fuat KEYMAN
Yrd. Doç. Dr. Sebahattin ŞEN
Sadık YALSIZUÇANLAR
GRAFİK TASARIM:
Kenan M.DOĞRU - i’m Ken
iam-ken.com
SAYFA
SAYFA
SAYFA
SAYFA
REKLAM VE REZERVASYON
Hazal TOKER
HUKUK DANIŞMANLARI:
Av. Ömer BOZOĞLU
Av. Furkan KIZMAZ
Av. Ali İhsan TURAN
Av. Hüseyin ÖZTÜRK
ABONE VE OKUR HATTI
okurhatti@tarihbilincidergisi.com
abone@tarihbilincidergisi.com
BASIM
Milsan Basın Sanayi A.Ş.
İnönü Mahallesi. Muammer Aksoy Cad.
Dere Sk. No:70 34620
Sefaköy - Küçükçekmece – İSTANBUL
0212 697 10 00
www.milsan.com.tr
DAĞITIM
Doğan Dağıtım Satış Pazarlama Matbaacılık
Ödeme Aracılık Ve Tahsilat Sistemleri A.Ş Doğan Medya Tesisleri, Sanayi Mahallesi,
1650. Sokak No:2, 34517 Esenyurt/İSTANBUL + 90 (212) 622 22 22
info@yaysat.com.tr Prof. Dr Mehmet Çelik
SAYFA
WEB YAZILIM:
Uğur KAZDAL
Hızır KALYONCU
BASIN VE HALKLA İLİŞKİLER:
Ahmet Furkan ŞAHİN
Röportaj - Yeni Ufuklara Doğru
6
SAYFA
SAYFA
SAYFA
SAYFA
19
11
Sultana Suikast
Prof. Dr. Taha Niyazi Karaca
Balkan Savaşı
Prof. Dr. Necmetttin Alkan
26
38
55
59
71
109
tarihbilincidergisi.com
Temmuzun Hikayesi
Cumhurbaşkanlığı Seçimi
Fikri Akyüz
Kapak Konusu
Cumhurbaşkanlığı Seçimi
Dr. Cemil Ertem
Kapak Konusu
Barbaros Hayrettin Paşa
Talha Uğurluel
İhanete Uğrayan
Şehir - SREBRENİTSA
Prof. Dr. Mehmet Can
Muhteşem Yüzyılın Rüstemi
Paşası ve Osmanlıda Rüşvet
Prof. Dr Orhan Kılıç
Medyanın Çocuklar
Üzerindeki Devşirici
Formatı
Prof. Dr. Hasan Tahsin Fendoğlu
İLETİŞİM VE YÖNETİM YERİ
iletisim@tarihbilincidergisi.com
editörden
fikri akyüz
“Tarihini bilmeyen milletlerin coğrafyasını başkaları tayin eder” sözünü işitmişsinizdir.
Özetle, tarih önemlidir. Hele hele yakın tarih daha da önemlidir. Zira özellikle son 100
yılın tarihine baktığımızda, bu yüzyıl bugün yaşanılan pek çok hadisenin tekrar etmesine
zemin hazırlayan bir zaman dilimidir. Kaldı ki son 100 yıl, belgelere ulaşımın kolay olduğu, dolayısıyla işimizi kolaylaştıran bir dönem…
Tabii, elinizin altında bulunan bu dergi, “ hazır, tarih yazılırken ne coğrafyalar yeniden
tanzim edilirken biz de bir tarih dergisi çıkaralım” düşüncesi ile çıkarılmadı. Biz yola çıkarken, tarihin resmini çizmeyeceğiz, sadece ve sadece fotoğrafını çekeceğiz. Yani olanı
yansıtacağız ama “çıkış” noktamız, bu fotoğrafı “okurken”
görülmeyeni göstermek, görülene ise “zum” yapmaktır.
Bu dergide, hem tarihçiler
olacak hem de tarih araştırmacıları…
Arkanızda düşman gibi deniz,
önünüzde deniz gibi düşman.
Nereye kaçacaksınız? Vallahi
sizin için ancak sadakat ve sabır kalmıştır. Düşmanın silahı,
teçhizatı ve erzakı boldur. Sizin
silah olarak ancak kılıçlarınız,
erzak olarak da düşmanın elinden sahip olabileceğiniz vardır.
Örneğin dergimizin genel
yayın yönetmeni Prof. Dr.
Mehmet Çelik, malumdur
ki bir tarihçidir. Ben ise bir
tarih araştırmacısıyım. Biliyoruz ki bu alanda çaba sarf
eden meslektaşlarımız var.
Ve biliyoruz ki her biri tarihi
sevdirmeye çalışıyor. Biz de
“çalışacağız…”
Fikri AKYÜZ
Tarih Bilinci Dergisi Editörü
2
TEMMUZ’14, tarih bilinci
TEMMUZUN
HİKAYESİ
1 Temmuz
1994 – 27 Yıllık Sürgünün Sonu
Filistin Kurtuluş Örgütü lideri Yaser Arafat, 27 yıldır ayrı kaldığı ülkesi Filistin’e artık bir
başkan olarak geri döndü. Bu dönüş milyonların kaybolan umutlarının tekrardan yeşermesini sağladı.
2 Temmuz
1993 – Alevle Kurşunların Dansı
Sivas Katliamı, Madımak Katliamı ya da Madımak Olayı’nın yaşandığı 2 Temmuz 1993 günü,
Pir Sultan Abdal Şenlikleri sırasında karanlık ellerin devreye girmesi sonucu 37 kişinin
kurşunlanması ve yakılması ile yaşamını yitirdiği “UTANÇ GÜNÜMÜZ”dür.
3 Temmuz
2013 – Mısır’da Sonbahar
Amerika ve İsrail’in de desteğiyle Abdülfettah el Sisi komutasındaki Mısır Silahlı
Kuvvetleri’nin ülkede devam eden protestolar sırasında hükümet ve eylemcilere verdiği 48 saatlik
uzlaşma süresinin dolması üzerine ülke yönetimine karşı yaptığı darbedir.
4 Temmuz
1848 – Şimdi Kapitalizm Düşünsün
Yüzyıllar boyunca kitleleri hatta devletleri bile peşinden sürükleyecek olan Karl
Marx ve Friedrich Engels’in yazdığı Komünist Manifesto yayımlandı.
5 Temmuz
1993 – Karanlık Gece
Başbağlar Katliamı... Sivas Katliamı’ndan 3 gün sonra, misilleme olarak aralarında kadın ve
çocukların da bulunduğu 33 kişi Başbağlar köyünde PKK tarafından öldürüldü.
9 Temmuz
1961 – Namlunun Gölgesinde Demokrasi
Eli kanlı darbecilerin hazırladığı anayasa referanduma sunuldu. Yeni anayasa yüzde 61,5 “evet”
oyuyla kabul edildi.
tarih bilinci, TEMMUZ’14
3
11 Temmuz
1995 – Dün Bosna Bugün Suriye
En az 8,372 Boşnak’ın Bosna-Hersek’in Srebrenitsa kentinde general Ratko
Mladiç komutasındaki ağır silahlarla donatılmış Sırp ordusu tarafından öldürülmesine verilen
addır. Srebrenitsa katliamı, bir çocuğun ağzından dökülen “Çocukları küçük kurşunlarla
öldürürler değil mi anne?” cümlesiyle tarihe kara bir leke olarak geçmiştir.
14 Temmuz
1683 – Avrupa Rüyasından Uyanış
Merzifonlu Kara Murat Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu Viyana’yı kuşattı ama bu kuşatma
Osmanlı Devleti’nin Avrupa rüyasından uyanışı ile son buldu. Unutmamak lazımdır ki; Kara
Murat Paşa da bu uyanışı kellesini vererek ödedi.
16 Temmuz
622 – Karanlıktan Aydınlığa
Hz. Muhammed (SAV.) ve diğer Müslümanların, baskılardan kaçmak için Mekke’den Medine’ye
yani gecenin karanlığından sabahın aydınlığına göç etmesi... Bu göçün sonucunda
Medine’de, Medine Sözleşmesi ile günümüzde İslam Devleti olarak sınıflandırılan devletlerden
ilki kabul edilen Medine Şehir Devleti kurulmuştur.
17 Temmuz
1968 – Emperyalizmin Karşıtlığı Yeni Kuşak Doğuyor
Amerikan 6. Filosunun İstanbul’a gelmesiyle; Kıbrıs sorununda ABD’nin tutumu ve Vietnam
Savaşı 1960’lı yılların gençliğini Amerika karşıtı bir tavır almaya sevk etti. 68 Kuşağının
protestoları “Kanlı Pazar” ile son buldu.
18 Temmuz
1932 – Çağrıya Sansür
Ezanın Arapça okunması Türkiye genelinde resmen yasaklandı. Bu ayıp Demokrat Parti iktidara
gelene kadar sürdü.
21 Temmuz
1905 – Kimine Göre Ulu Hakan Kimine Göre Kızıl Sultan
II. Abdülhamid’e Yıldız Camii önünde Ermeniler tarafından bombalı suikast
girişiminde bulunuldu. II. Abdülhamid, Şeyhülislam Cemaleddin Efendi ile ayaküstü konuşması
sebebiyle bombanın patlama anında arabadan uzakta olduğundan suikastten yara almadan
kurtuldu.
4
TEMMUZ’14, tarih bilinci
MAKALE
Hızır Kalyoncu
Jonn F. Kennedy ve
Abraham Lincoln
Benzerlikleri
46
60
Abraham Lincoln 1846 yılında kongreye seçildi;
John F. Kennedy ise 1946 yılında.
Abraham Lincoln 1860 yılında ABD Başkanı oldu;
John F. Kennedy ise 1960 yılında.
İkisi de Beyaz Sarayda yaşarken birer evlatlarını kaybettiler.
İki başkan da bir Cuma günü suikaste uğradı. Ve ikisi de başından isabet alınarak vuruldu.
Lincoln’un sekreterinin ismi Kennedy, Kennedy’nin sekreterinin ismi
ise Lincoln’dü.
İkisi de birer güneyli tarafından vuruldular ve ikisinin de ardından güneyli başkanlar atandı.
Atanan iki bu iki güneyli başkanın ismi de Johnson’du.
08
Lincoln’den sonra atanan Andrew Johnson 1808 yılında,
Kennedy’den sonra atanan Lyndon Johnson ise 1908 yılında doğmuştu.
Lincoln’u vuran John Wilkes Booth 1839 yılında,
Kennedy’yi vuran Lee Harvey Oswald ise 1939 yılında doğmuştu.
Her iki katilin 3 ismi vardı ve her iki katilin isimlerindeki harflerin toplamı 15 idi. Suikasttan sonra Booth,
tiyatro salonundan kaçmış ve bir depoda yakalanmış, Oswald ise depodan kaçmış bir sinema salonunda yakalanmıştı.
Hem Booth hem de Oswald yargılanmadan önce vuruldular.
Bütün bunların rastlantı olduğunu düşünmek aptallık olur.
tarih bilinci, TEMMUZ’14
5
e
a
n
n
u
u
ı
.
Yeni Ufuklara Doğru
Prof. Dr. Mehmet Çelik
6
TEMMUZ’14, tarih bilinci
RÖPORTAJ
Hazırlayan: Mahmut Berkay Özer
Tarih, Milletlerin Hafızasıdır!
Mahmut Berkay Özer: Öncelikli olarak kıymetli zamanınızı bizlere ayırdığınız için teşekkürü
size bir borç biliriz. 9 yıllık geçmişi olan Tarih Bilinci Dergisi 1 Temmuz itibari ile yeni yayın hayatına sizin yönetiminizde başlamaktadır. Derginin geçmişi hakkında ve yeni oluşan süreçten bahseder
misiniz?
Mehmet Çelik: Kırk yıldır ülkenin çeşitli vilayetlerinde konferanslar veriyorum. Bir tarihçi olarak
amacım, bu milletin tarih bilincini oluşturmaktı. Bunu kendime hedef edinmiştim. Fakat salonlarda
500-1000 kişiye hitap etmek veya üniversitelerde 50-70 kişilik sınıflarda sadece öğrencilere hitap
etmekle bu işin olmadığının farkına varmıştık. Bundan sekiz sene önce bir grup arkadaşla bir araya
gelerek daha geniş kitlelere ulaşmak için Tarih Bilinci Derneği’ni kurduk ve bir de Tarih Bilinci
ismiyle bir dergi çıkardık. O dergi sekiz senedir aralıksız yayınlanmaktadır, hakikaten Türkiye’deki
tarih dergileri arasında da okuyucularımızdan bize olan geri dönüşlerde onun kalitesini, hedeflerini,
hedeflerinin başarıya ulaşma oranlarını hep gördük. Önceleri zaten aylık çıkarmayı düşünmüştük,
son bir iki yıldır biz bunu özel sayılara dönüştürdük ve üç ayda bir yayınlamaya başladık, adeta bir
kitap formatında dergiler çıkardık. Bunlarda Türkiye’deki entelektüellerden tutun siyasetçilere
kadar birçok kesimin kitaplıklarında bir baş ucu rehberi gibi yer aldı. Örneğin ‘Türk Demokrasisinin
100 Yıllık Serüveni’ özel bir sayı oldu, Orta Doğu’da “Arap Baharı” başlamadan biz bir Orta Doğu
özel sayısı çıkardık. Hacmi oldukça da büyük olan birçok olayın daha sonra vuku bulan bu Arap
ülkelerindeki olayları o gün açtığımız pencereler ile adeta haber verdik.
Türkiye’de yeni bir anayasa çalışması üzerine, birkaç maddenin referanduma sunulması sürecinde
de yine özel bir anayasa sayısı yaptık. Balkanlarla ilgili, Kafkaslarla ilgili özel sayı yaptık, bunlar çok
doyurucu dergilerdi fakat Türkiye’nin dört bir tarafındaki okuyucularımızdan ‘Üç ay bekliyoruz
dergiyi, evet bu özel sayılar çok doyurucu çok güzel ama üç ay çok uzun bir süre. Bunu tekrar aylığa
çevirin.’ diye teklifler geldi. Biz de arkadaşlarımızla tekrar oturduk bunu enine boyuna tekrar tartıştık ve okuyuculardan gelen bu isteklerin haklı olduğuna karar verdik ve yeniden aylık çıkarmaya
ancak bu özel sayıları da devam ettirmeye karar verdik. Yani aylık olarak yılda 12 sayı yayınlayacağız
bir de 3 ayda bir özel sayı yapacağız. Bu kararı aldıktan sonra bunun hazırlıklarına başladık, genç
arkadaşlarımız çok özverili çalışarak bunun hazırlıklarını tamamladılar ve daimi yazabilecek, Türkiye’de duruşu tarih bilinci güçlü olan arkadaşları da bu yazı kadromuza dahil ederek, yeni ufuklara
yeni bir pencere açmak üzere dergiyi aylığa çevirdik. Bunun yanında okuyucularımıza bir müjde
daha verelim, en büyük sorunlarımızdan birisi de okuyucularımızın dergiye ulaşma sıkıntısı idi. Biz
gerçi sistem olarak abone sistemiyle uyguluyorduk, temsilciliklerimizin bulunduğu illerde onlara
tarih bilinci, TEMMUZ’14
7
iletiyorduk ve onlar dağıtıyordu ancak daha fazla kitlelere ulaşmak açısından dergi ve gazetelerin satıldığı
her noktada Tarih Bilinci Dergisi de yer alacaktır. Bu
Temmuz ayından itibaren bu böyle olacak, şimdiden
bunun müjdesini verelim. Türkiye’de dergi çıkarmak
gerçekten çok zor bir meseledir.
Tarih alanındaki çıkan dergilerin bir
kısmının zaman zaman bu zorluklardan dolayı kapandığını da görüyoruz. Fakat bizim arkadaşlarımız 8
senedir çok özverili çalışarak bu Tarih Bilinci Dergisi’nin devam etmesini sağladılar. Şimdi yeni arkadaşlar
aramıza katıldı. Onlar, bize verdikleri yeni heyecanla çalışmalarda taşın
altına ellerini sokmak suretiyle yeni
bir ivme kazandırdılar. Tarih Bilinci
Dergisi’nin bundan sonra daha geniş
kitlelere ulaşacağını, daha hayırlı
hizmetlere imza atacağını düşünüyorum doğrusu.
olsaydı, bu sadece gazetelere bir haber olurdu. Bunun
tarih dergisinde yer almasının ana nedeni; cumhuriyet kurulduğu günden bu yana sistemde en önemli
değişikliği meydana getirmesiydi. Bizatihi halkın
direkt kendi oylarıyla ilk defa cumhurbaşkanı seçilecek. Bundan önceki cumhurbaşkanları nasıl seçildi? Yani o tarih
bilincinin gençlerde oluşması,
bu yapılan anayasa değişikliğini,
cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesinin adeta bir devrim olduğunu onların anlaması
açısından bu sayıda biz cumhurbaşkanlığı seçimini ana konusu
yaptık. Çünkü daha önceki cumhurbaşkanlığı seçimlerini görünüşte parlamento yapıyordu ama
güç odaklarını tayiniyle özellikle
60 ihtilalinden sonra askerlerin
o vesayeti ve silah zoruyla parlamentoya tasdik ettiriliyordu. Bu
bir seçim değildi, bu milli irade
değildi. İlk defa halk kendi özgür
iradesiyle kendi devlet başkanını
seçecek daha doğrusu. Bu konu çok önemli olduğu
için bu ayki sayımızda ağırlıklı konu olarak cumhurbaşkanlığı seçimini inceledik.
Aklını ve hafızasını
kaybeden bir insan
gördüğümüzde
“Allah kimseye akıl
noksanlığı vermesin.” deriz, bu bizde atasözü, duvar
cümlesi haline gelmiştir.
Mahmut Berkay Özer: Yeni yayın
hayatının ilk sayısında dosya konusu olarak “Tarihimizde Cumhurbaşkanlığı Seçimleri”
olması olarak karar alınmasının nedeni nedir?
Mehmet Çelik: Şimdi Temmuz ayında aylık olarak
çıkacak haliyle ilk sayısı olacak, burada arkadaşlarımızla konuştuk, ana konusu ne olsun. Önümüzde bir
cumhurbaşkanlığı seçimi var. Bu cumhurbaşkanlığı
eğer bundan önceki cumhurbaşkanlığı seçimi gibi
8
TEMMUZ’14, tarih bilinci
Mahmut Berkay Özer: 9 yıllık bir geçmişi olan Tarih Bilinci Dergisi’nin adını belirlerken neden “Tarih
Bilinci” ismini ön plana aldınız? Bunun önemi nedir?
RÖPORTAJ
Mehmet Çelik: Şimdi önemi şu; mesela diyelim ki,
bir insan düşünün; gözleri görmüyor. Biz bu insana
acırız, sadece bu... Âma olmasına rağmen hayatını
devam ettirebiliyor, yardımlarla vs. ve kimliğinin
farkında her şeyden önce... “Âma bir Ahmet’im.” diyor, “Sakat bir Ayşe’yim.” diyor, “Duymayan sağır bir
Hasan’ım.” diyor. Kimliğinin farkında ve hayatını da
devam ettirebiliyor. Fakat aklını ve hafızasını kaybeden bir insan gördüğümüzde “Allah kimseye akıl
noksanlığı vermesin.” deriz, bu bizde atasözü, duvar
cümlesi haline gelmiştir. Biyolojik ve fiziksel olarak
o insan yaşar fakat
kimliğinin farkında
değildir. Yani o Ahmet olduğunu bilmez,
alacağını bilmez, vereceğini bilmez, düşmanını dostunu ayırt
edemez. Geleceğini,
istikbalini planlayamaz, çünkü hafızası
yoktur, aklı yoktur.
Milletler de böyledir.
Milletlerin hafızaları
onların tarihleridir.
Tarihini bilmeyen, tarih bilinci taşımayan
veya çarpıtılmış yalan
yanlış dolu bir tarih
eğitimi almış bir neslin, milletin geleceği
yoktur. Bu nedenle tarih bilinci önemlidir.
Tarih bilinci kimlik
demektir. Bir milletin
kimliğidir. Bu nedenle
siz bir savaşa girer
toprak kaybedersiniz
küçülürsünüz, sonra
güçlenince topraklarınızı tekrar geri alabilirsiniz. Ekonomik
olarak sizi zayıflatabilirler, bir müddet
sonra çok çalışarak o
ekonomik gücünüzü
tekrar kazanırsınız.
Fakat tarih bilincinizi kaybettiğiniz zaman millet
olma şansını kaybedersiniz. Topluluk olursunuz, halk
olursunuz. Sizin durumunuz okyanusun ortasında
pusulası bozuk bir gemiye benzer. Gideceğiniz bir
hedef liman yoktur. Kendinizi tamamen dalgaların
merhametine terk etmişsinizdir, dalga nerden gelir
vurursa sizi ters yöne sürükler. Bir dalgayı atlattıktan sonra ikinci dalga gelmesin diye dua edersiniz.
Tarih bilinci olmayan milletlerin durumu da aynen
budur. Geleceklerini planlayamazlar. Tarih bilinci
olmayanlar tarihten ders çıkaramadıkları gibi, 50-100
sene sonralarını da planlayamazlar. Türkiye’nin en
büyük eksiği bu, bakın Orta Doğu yanıyor. Türkiye
bir çok konuda
Orta Doğu’da
ne yapacağını
bilmiyor. Halbuki 1000 sene
buraları yönetmiştir. Osmanlı dönemini
alalım: Osmanlı
Kayseri sokaklarını nasıl biliyorduysa Musul
sokaklarını da
öyle biliyordu,
Halep sokaklarını da öyle
biliyordu ve Halep’in Musul’un
Konya’dan,
Kayseri’den
veya Eskişehir’den bir farkı
yoktu. Halbuki
bizim Halep
üzerine, benim
tespit edebildiğim kadarıyla
150’nin üzerinde türkümüz
vardır. Biz
bunların hiç
birini bilmiyoruz. Bunlar
bize artık çok
yabancı geliyor.
Lozan’da zaten
zihnimizi çıkarıp aldılar. “Sizinle bu antlaşmayı o
şartla imzalarız.” dediler; kafatasımızı kaldırdılar,
tarih bilinci, TEMMUZ’14
9
RÖPORTAJ
beynimizi içinden aldılar, ondan sonra imzaladılar.
“Tamam, gidin Anadolu topraklarına, yaşayın.” dediler. Ve biz etrafımıza hiç bakmadık; “Bu Suriye nedir,
bu Irak nedir?” demedik. 80 sene bir sefer olsun top
oynamadık bunlarla, bir bardak su satmadık bunlara,
bir tane Suriyeli bir yazarın kitabı bu ülkede tercüme
edilmedi. Yani her sene Cannes Film Festivali’ne
katılırız da, bir sefer kültür bakanlıkları çerçevesinde
Irak’ta veya Suriye’de bir kültürel toplantıya, sinema,
tiyatro, güzel sanatlar adına ne derseniz diyin, oraların sanatçılarıyla bir araya gelmedik. Bizi tamamen
dünyadan tecrit etmişlerdi. Bu ulus devlet formatı
budur işte. Zihnimizi Edirne’yle Kars arasına hapsetmişlerdi. “Buranın dışındaki yerlere bakmayın.” dediler bize; “Siz yollarınızı yapın, köprülerinizi yapın,
hastanelerinizi yapın, okullarınızı kurun. Para lazım
oldu mu gelin, biz size para da veririz.” yani kredili
IMF... Bu böyle 80 yıl devam etti. Türkiye ilk defa bu
kabuğu kırdı. Türkiye’nin bu gün iç ve dışta birçok
harekâta maruz kalmasının sebebi budur. Kimsenin
Tayyip Erdoğan’la bir şahsi davası yoktur. Bu çarkı
kırdığı için iç ve dıştaki durumlara maruz kalmıştır
Türkiye. Türkiye bunu başardığı anda iş değişecektir.
Bakın Selçuklu ve Osmanlı niye uzun yıllar yaşadılar
ve niye zengindiler? Çünkü dünyanın ticaret yolları
bizim coğrafyamızdan geçiyordu. Tarihi İpek Yolu
ta Çin’den başlıyordu, bizim topraklarımızdan geçip
Avrupa’ya ulaşıyordu. Tarihi Baharat Yolu Hindistan’dan başlıyordu, gelip bizim topraklarımızdan
geçiyordu. Bu zenginlik getiriyordu. Hele biz Mısır’ı
fethedince Süveyş Kanalı da elimize geçince, Avrupalı
Hindistan’a gitmek için Afrika Ümit Burnu’nu dolaşmak mecburiyetinde kalmıştı. Biz hep Türkiye’nin
stratejik önemi deriz ya; bu stratejik önemin sana bir
getirisi yoksa bunun sadece lafını yaparsın. İpek Yolu
demek üçüncü havalimanı demek işte. Bu 3. havalimanı Almanları niye çıldırtıyor? Uzak Doğu’dan,
Çin’den, Japonya’dan, Avustralya’dan, Hindistan’dan, Filipinler’den gelen binlerce uçak dağılımı
bundan sonra İstanbul üzerinden yapılacak. Bu bir
zenginlik demektir. Bundan dolayı canları sıkılıyor.
Türkiye bayrağı var. İstiklal Marşı var, 2009 yılına
kadar Türkiye bağımsız bir ülke değildi. 2007’den
itibaren Türkiye bağımsız olarak hareket etmeye
başladı. Bugün dünyanın canının sıkılmasının sebebi
budur. Tarih bilinci bunun için gerekli.
Mahmut Berkay Özer: Okuyucularımızı, Tarih
Bilinci Dergisi’ni diğer tarih dergilerinden ayıran
özelliklerinin neler olduğu konusunda bilgilendirir
misiniz?
Mehmet Çelik: Diğer tarih dergilerinde genelde
yakın tarih işleniyor ağırlıklı olarak. Ve bu yakın tarihin günümüze olan yansımaları yok. Orada kesiliyor.
Örneğin Cumhuriyet dönemini, tek parti dönemini,
tarihi hadiseden örnek verecek olursak Menemen
Olayı’nı konu edinmişlerdir veya Şeyh Said hadisesini
konu edinmişlerdir veya İstiklal Mahkemelerini veya
Şapka Devrimi’ni konu edinmişlerdi. O dönemde
yapılanlar anlatılıyordu; doğruluğu yanlışlığı neyse
bunlar yazıldı. Hâlbuki tarihi olayların yansımaları
olur. Bizi takip edenler, geçmiş sayılarımıza bakanlar şunu göreceklerdir: Biz, tarihi hadiseyi bugünkü
yansımalarıyla beraber, iç içe işliyoruz. Aradaki fark
budur. Eğer bu yansımalarını vermezseniz, o yazılar
tarih bilincini oluşturmaz. Örneğin diyelim ki İpek
Yolu’ndan ve ticari getirilerinden bahsediyorsunuz.
Eğer bunu getirip 3. havalimanıyla bağlantıyı kurmazsanız, İpek Yolu’nu tarihi vaka olarak görür ve
geçer. Bu nedenle Tarih Bilinci Dergisi’nin diğer tarih
dergilerinden farkı tarihi olayları günümüzdeki yansımalarını işlemesidir. Özelliği budur.
Mahmut Berkay Özer: Son olarak Tarih Bilinci
Dergisi okuyucularına söylemek istediğiniz ya da
eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Mehmet Çelik: Okuyucularımıza şunu söyleyebilirim: Bu dergi onların dergisi, biz bu millete hizmet
için varız. Yeni nesillerin tarih bilinci geliştirmek için
bu dergiyi çıkarıyoruz. Bu tarih dergisi kendi dergileri, bu dergiye sahip olmaları lazım. Sahip olması
derken sadece kendisi alıp okumamalı, bu dergiyi
tavsiye etmeli, paylaşmalı. Ve bu dergide eksik gördüğü, aksayan yönler varsa da bunları da bize bildirmeli.
Okuyucularımızın talepleri bölümüne taleplerini
iletmeli. Bu sayede biz de derginin daha mükemmel
hale gelmesi için gayret ederiz.
Mahmut Berkay Özer: Teşekkürler.
twitter_@profdrmcelik
10
TEMMUZ’14, tarih bilinci
Araştırma
Prof Dr. Taha Niyazi Karaca
Bozok üni. Tarih Bölümü Öğretim Üyesi
Sultan’a Suikast (1905)
2 Dakikalık Gecikme
21 Temmuz 1905 tarihi Cuma günü İstanbul’a sıcak bir yaz günü hakimdi. Beşiktaş’ta
bulunan Yıldız Sarayı ve Hamidiye Camii arasındaki yol yerli ve yabancılarla hınca
hınç doldurulmuştu. Kalabalığın bütün amacı Cuma namazını kılmak için camiye
gelen Sultan II. Abdülhamid’i selamlık merasimi esnasında bir an için görmek ve tezahüratta bulunmaktı. Selamlık merasimi Osmanlı Devleti’nin bir geleneğiydi. Sultanlar,
Cuma günleri camiye törenle giderler, bu esnada üst düzey devlet görevlileri de hazır
bulunurlardı. Tören bir bakıma Saray ile halkın buluşma noktası olurdu. Sultan II. Abdülhamid de, kendisinden önceki sultanlar gibi camiye selamlık merasimi ile gider, bu
merasim esnasında halk sarayın gücünü ve ihtişamını hayranlıkla seyrederdi.
Cuma namazının bitişine tekabül eden öğleden sonra Sultan’ın
camiden çıkışı heyecanla bekleniyordu. Sultan, caminin çıkışında
Şeyhülislam Cemaleddin Efendi ile karşılaşarak ayaküzeri sohbet
etti. (Sultan’ın sohbet konusu ile ilgili rivayetler muhteliftir. En
akla yakın olanı Şeyhülislam’ın yanında Mekke Emiri’ni görmesi
ve bu nedenle Emir ile ilgilenmesidir. Aksi takdirde Şeyhülislam’la
cami içinde sohbeti mantıklı görünmüyor.) Bu görüşme yalnızca
birkaç dakika sürdü. Sultan, cami kapısında göründüğünde halkın
nümayişi başlamıştı ki tam o anda kulakları sağır eden bir gürültü
duyuldu. Patlamanın çıkardığı ses hemen hemen İstanbul’un her
bölgesinden işitilecek derecedeydi. Kalabalık ne yapacağını bilemez
bir halde kala kalmıştı. Hayatta kalanlar ve hareket etme kabiliyeti
bulunanlar sığınacak yer bulma ümidiyle koşuşturmaya başladılar.
Patlamanın olduğu yer, tam anlamıyla bir can pazarına dönmüştü.
Parçalanmış vücutlar, kopmuş kafalar, kollar ortalığa saçılmıştı.
Her şey çok açıktı. Sultan’ın hayatına kast edilmiş fakat Sultan bu
suikasttan kurtulmuştu. Onu kurtaran ise yalnızca iki dakika süren
gecikmesi olmuştu.
tarih bilinci, TEMMUZ’14
11
Bu hengâmenin içinde cami avlusunda bekleyen
ve hiç soğukkanlılığını kaybetmeyen Sultan, önce
etrafındaki askerleri sakin olmaları konusunda
uyardı. Daha sonra “çok yaşa sultanım” nidaları
arasında kararlı adımlarla saltanat arabasına yöneldi. Elçileri ve askerlerini selamladıktan sonra alkışlar arasında arabasına bindi. Dizginleri eline alarak
arabayı saraya doğru sürdü. Böyle bir patlama ile
canına kast edildiği açıktı. Fakat o sanki kendisine
böyle bir eylem yapılmamış gibi sarayın sol tarafında yer alan Çit köşküne gitmeyi tercih etti. Cuma
günleri adet olduğu üzere Sultan burada yabancı
elçiler ile devlet adamlarını kabul ederek bir süre
sohbet ederdi. Yabancı elçilerle yirmi dakika sohbet ettikten sonra onların ayrılmalarına izin verdi.
Elçilerin gitmesinden sonra yanında kalan devlet
adamlarına derhal olayın faillerinin bulunması için
emir verdi. Bunun için acele ile bir komisyon kuruldu. Başkanlığını Nafıa Nezareti Müsteşarı Necib
Melhame’nin yaptığı komisyon toplam yedi kişiden
oluşuyordu.
Saray’dan Resmi Suikast Açıklaması
Sultan, 21 Temmuz günü gerçekleşen suikast girişi-
12
TEMMUZ’14, tarih bilinci
mini sade bir bildiri ile vatandaşlarına duyurmayı
tercih etti. 22 Temmuz günlü gazetelerde yer alan
bildiride hiçbir devlet veya toplum suçlanmıyordu.
Bildiride şu ifadeler kullanılıyordu:
“Dünkü Cuma günü Padişah’ın selamlık töreninden
dönüşleri sırasında cami-i şerif avlusuyla caddenin ortasında; süvari askerlerin bulunduğu yerin
arka tarafında misafir arabalarının durduğu yer ve
camiye 100 metreden fazla uzaklıkta bir patlama
olmuştur. Padişah hazretleri olay esnasında son derece metanet ve güçlülük gösterip asla telaş buyurmayarak her zaman olduğu gibi saltanat arabasına
binmiştir. Saygı duruşunda bulunan askerlerini ve
Avusturya İmparatoru tarafından görevlendirilmiş
olan Avusturya Büyükelçisi’yle selamlık törenini
görmeye gelen yerli ve yabancı şahısları selamları
ile şereflendirmişler ve hepsi tarafından alkışlandıkları halde saraya dönmüşlerdir. Bu suikastı yapmış olan alçak aranmakta olup bu konuda gereken
tedbirler alınmıştır”.
Basit bir dille anlatılan bu olayın mahiyeti, araştırma komisyonunun elde ettiği deliller sonucunda
kısa sürede ortaya çıkacaktı.
Araba Tekerleğinden Olayın Çözümüne
Olayın kimler tarafından gerçekleştirildiğini ortaya çıkarmak için çalışmalara başlandı. Araştırma
işini ilk olarak Beşiktaş zaptiyesi yapmış ve durumu
özetleyen rapor hazırlamıştı. Buna göre; 26 kişi
hayatını kaybetmiş, 58 kişi yaralanmıştı. Bunlardan
başka da 20 adet at telef olmuş, 17 adet de araba
parçalanmıştı.
İşe başlayan komisyon, araştırmanın ilk anlarında
somut delillere ulaşmakta zorluk çekti. Bombanın
patladığı yerde yapılan incelemede bir arabanın
diğerlerine göre daha fazla parçalanmış olduğu
tespit edildi. Bu tespit bombanın araba içerisinde
patlamış olabileceği ihtimalini ortaya çıkardığı için
arabanın etrafa dağılan parçalarının toplanmasına
çalışıldı. Arabanın elde edilen aksamı üzerinde herhangi bir iz yoktu. Fakat bir müddet sonra patlamanın uzağında bir araba tekerleği bulundu. Tekerlek
üzerinde yapılan incelemelerde “Nesseldorfer”
yazısı ile “11123” sayısı tespit edildi. Bu önemli bir
delildi. “Nesseldorfer” yazısının ve üzerindeki seri
numarasının peşine düşen görevliler, kısa sürede
Nesseldorfer’in Avusturya’da bulunan bir araba
fabrikası olduğunu ortaya çıkardı. Bu bilgiden de
arabayı gümrükte teslim alan kişiye ulaşıldı. Araba,
önce Silviyo Ricci olarak belirtilen bir kişiye gelmiş, fakat sonradan bu şahsın isminin üzeri çizilerek arabanın simsar M. La Frango’ya gönderildiği
yazılmıştır. 23-24 Mart 1905 tarihinde gümrükten
Frango’nun adına çalışan Mateo adlı şahıs arabayı
teslim almıştı. Çok kısa sürede elde edilen bu bilgilerle sorguya alınacak kişilerin isimlerine de ulaşılmış olundu.
Bir hafta devam eden inceleme sonucunda suikast
olayının en önemli ismi olarak Belçika vatandaşı olan ve İstanbul’da Singer fabrikasında çalışan
Carolus Eduard Joris ele geçirildi. Joris ile birlikte
suikastın tertipçilerinden Hacı Nişan Minisyan adlı
bir Ermeni de tutuklandı. Yapılan sorgulamalarda
Joris, suikastın aşamalarını detaylarıyla anlattı.
Minisyan ise sorgulama sürecinde konuşmamak
için intihar etmeyi seçti. Sorgulamada elde edilen
bilgilerle İstanbul’un birçok yerinde bombalar ve
bomba yapmaya yarayacak malzemeler ele geçirildi.
tarih bilinci, TEMMUZ’14
13
Eduard Joris Suikastın Detaylarını Açıklıyor
Suikasttan bir hafta sonra ele geçirilen Eduard
Joris, olayın kilit ismi idi. Sorgulanmasında; Ermeni bağımsızlığının önündeki en büyük engel olarak
gördüğü Sultan II. Abdülhamid’in öldürülmesi ile
hedefe ulaşılabileceğine inandığını ve bu amaçla
eylemi gerçekleştirdiğini itiraf etti. Ayrıca suikastın
bütün detaylarını anlattı:
Ermeni ihtilal komitelerinden olan Taşnaksutyun’un 1904 yılında Sofya’da topladığı kongreye
İstanbul temsilcisi olarak komitenin kurucularından Kristofor Mikaelyan(SamuelFayne) katıldı.
Ermenilerin bağımsızlığa ulaşmaları için Sultan
II. Abdülhamid’in öldürülmesi düşüncesini ilk kez
ortaya atan da Mikaelyan oldu. Kongre’de suikast
teklifi kabul edildi. Bütün sorumluluğu üstlenen
Mikaelyan, suikastta kullanılacak bomba malzemelerini temin ederek İstanbul’a döndü.
14
TEMMUZ’14, tarih bilinci
KristoforMikaelyan, İstanbul’da bulunduğu süre
içerisinde suikasta katılacak kişileri belirleyerek
bir komite oluşturdu. Bunların toplamı kırk kişiydi. Öne çıkanlar; Konstantin Kabulyan (LipaRips),
Rubina Fayn (Mikaelyan’ın kızı), Maria Zayts (Sofi
Rips, Kabulyan’ın Karısı), Vram Şabuh Kendiryan,
Silviyo Ricci, Eduard Joris, Anna Nellins (Joris’in
Karısı), Karabet Ohannesyan, Ardaş Haçik Kapudanyan, Mıgırdıç Garipyan, Kirkor Varşam, Yervant
Frankulyan, Maria Arşamof (Arşanef ) ve Anton
Koş gibi isimlerdi.
Suikast komitesinin karşısındaki en önemli sorun,
eylemin nasıl gerçekleştirileceğiydi. Ortaya çeşitli
görüşler atıldı. Sonuçta komite ikiye ayrıldı. Kristofor Mikaelyan, Sultan’ın üzerine bomba atılması
konusunda ısrarlı oldu. Viram Şabuh Kendiryan da
kendisini destekledi. Diğer tarafta ise, Konstantin
Kabulyan (Lipa Rips) bulunuyordu. O da ısrarla çok
güçlü bir bombanın arabaya yerleştirilmesi ve bu
Araştırma
şekilde suikastın gerçekleştirilmesini savunuyordu. Mikaelyan
ile Kendiryan suikast için gerekli
olan bombaların hazırlanması
ve talim yapabilmek amacıyla
Sofya’ya gittiler. Burada bomba
talimi yaparken ikisinin de ölmesi üzerine geriye tek bir alternatif kalıyordu. O da araba içerisine
bir bomba düzeneği hazırlamak
ve bu şekilde suikastı gerçekleştirmekti.
Harekete geçen Kabulyan ve
karısı Mari Zayts Viyana’da bulunan Nesseldorf’e şirketine giderek bir araba siparişi verdiler.
Arabaya özel bir bölme yapılmasını istediler. Bombanın buraya
konulması kararlaştırılmıştı. Satın alınan araba parçalar halinde
gemi ile İstanbul’a gönderildi.
M. La Frango adına gönderilen
arabayı, çalışanlarından Mateo,
23 Mart 1905 tarihinde teslim aldı.
Kristofor Mikaelyan’ın Sofya’da ölmesinden sonra
suikast komitesinin kontrolünü Eduard Joris aldı.
Arabanın ne şekilde hazırlanacağı, bombanın yerleştirilme süreci tamamen Joris’in talimatlarıyla
oldu. Joris, suikastın saat ayarlı bir bomba ile yapılmasını sağlayacaktı. Bomba yüklü araba, Sultan
Abdülhamid’in cuma namazını kıldığı Yıldız Camii’nin dış kapısına yakın bir yere, yabancı konukların arabalarının arasına konulacaktı. Sultan’ın
selamlık merasiminde camiden çıkışı ve arabaya
binişi arasındaki süreyi birkaç hafta boyunca takip
eden komite üyeleri, bu sürenin 1 dakika 42 saniye
olduğunu gördüler. Bu durumda bombanın saatini
iki dakikaya kurdukları takdirde suikastın başarılı
olacağını düşündüler.
Komite üyeleri suikast yöntemini tespit ettikten
sonra “cehennem makinesi” adını verdikleri bombanın hazırlanmasına giriştiler. Joris, monte edilen
arabayı bir ahıra getirdi. Bomba yapımında kulla-
nılmak üzere patlayıcı etkisi çok yüksek “melinit”
maddesinin kullanılmasına karar verildi.
Bomba malzemelerinin temini için elde edilecek
paralar ise çeşitli devletlerde bulunan destekçileri tarafından Galata’daki tüccarlar ve İstanbul’da
bulunan Credit Bank aracılığı ile gönderildi. Bu şekilde elde edilen paralarla melenit ve diğer parçalar
satın alındı. Bunlar Avusturya Hastanesi ve Serkil
Doryan Hanı başta olmak üzere dikkat çekmeyecek
yerlerde saklandı. Daha sonra 80 kilosu arabanın
bulunduğu ahıra taşındı. Arabanın sürücü kısmına
eklenen özel bölmeye yerleştirilen melenite, çelik
ve demir parçaları da eklendiğinde bombanın ağırlığı 100 kiloya kadar ulaştı. Daha sonra bombanın
saat düzeneği de tamamlandı. Bu şekilde kısa bir
sürede bomba hazır oldu.
Bombanın patlaması iki dakikalık süre içerisinde
gerçekleşecekti. Hesaplara göre, Sultan’ın camiden
çıkışında askerlere verilen “selam dur” emri ile arabaya binmesi arasındaki 1 dakika 42 saniye geçtikten sonra Sultan arabaya binecek ve 18 saniye sonra
bomba patlayacaktı. Fakat o gün, hesaba katılmayan bir şey gerçekleşmiş; Sultan, cami çıkışında
Şeyhülislam ile yalnızca iki dakikayı bulan bir sohbet yapmıştı.
Bu nedenle
de 2 dakika
gecikmişti.
O
iki dakika
Sultan’ın
hayatını kurtarmıştı.
“Korkunç
Türk”’ün
Ortaya Çıkışı
ve Suikast
19. yüzyılda
milliyetçilik
hareketleri
çok uluslu
devletlerin
en büyük tehdidi oldu. Osmanlı Devleti de Balkanlarda milliyetçilik akımlarının sonuçları ile karşı-
tarih bilinci, TEMMUZ’14
15
laştı. Sırplar, Yunanlar, Romanyalılar, Karadağlılar
ve Bulgarlar bağımsızlıklarını ilan ettiler. Bu süreçte büyük devletler milliyetçilik akımlarını destekleyerek Balkanlarda bağımsız devletlerin kurulmasına destek verdiler.
1875 yılından sonra orta çıkan Balkan ayaklanmalarında özellikle İngiliz Liberal Parti lideri William
Ewart Gladstone’un etkisi fazla oldu. Bulgar ayaklanması sırasında Türklere karşı başlattığı kara
propaganda Osmanlı Devleti’nin yalnız kalmasına
yol açtı. Yazdığı eserlerde “Korkunç Türk” imajını
ortaya çıkaran Gladstone takip ettiği politikalarla
Bulgaristan’ın bağımsızlık yolunu açtı. Şöyle diyordu:
“Bu barbarları her şeyleriyle Avrupa’dan atacağız.
Kaymakamları, zaptiyeleri ve çerleri çöplerini silinip atacak, geldikleri yere göndereceğiz.”
Bulgaristan’ın bağımsızlığı konusunda başarılı
olan Gladstone’un yeni hedefi Ermenilerin bağımsızlığı oldu. Başlattığı büyük bir kampanya ile
Sultan II. Abdülhamid’in Ermeni kanı döktüğünü ve Doğu’nun zalim sultanı olduğunu yaymaya
başladı. Ona göre Sultan; zalim, kan içici, “Korkunç
Türk’tü.” Mutlaka tahttan indirilmeliydi. Ancak o
zaman Ermenilere bağımsızlık yolu açılabilirdi.
Gladstone’un 1898 yılına kadar aktif olarak yürüttüğü kara propaganda birçok kişi üzerinde etkili
oldu. Avrupa’da Türklere karşı düşmanlık hisleri
16
TEMMUZ’14, tarih bilinci
artmaya başladı. İşte bu ortamda gazetelerde yer
alan kara propagandaya yönelik yazılardan etkilenen Belçikalı Eduard Joris, Sultan’ın mutlaka
ölmesi gerektiğine inandı. Bu inancı ile de Diriliş
adlı bir terör örgütüne üye oldu. İtiraflarında suikastı düzenleme sebebinin tamamen bu haberlerin
kendisi üzerinde yaptığı etki olduğu belirtti.
Suikasttan Sonra
Araştırma komisyonu soruşturmayı tamamladıktan sonra bir rapor yayınladı. Bu raporun toplamı
bin sayfayı buluyordu. Bu raporun özeti; “Temmuz’un Sekizinci Cuma Günü Selamlık Mevki-i
Alisinde icra Kılınan İşti‘al-i Cina‘i Hakkında
Ba-irade-i Seniyye-i Hazret-i Hilafet-Penahi Teşekkül Eden Komisyon-ı Mahsus Tarafından İcra
Kılınan Tahkikatın Fezlekesidir” başlığı ile kitapçık
olarak hazırlandı ve Sultan’a sunuldu. Bu Fezleke,
67 sayfa ana metin ile 8 sayfa Bidayet Mahkemesi
Müdde-i Umumiliği tarafından hazırlanan İddianame ve Müstantik Kararnamesi’nden oluşmaktadır.
Fezleke’nin sonunda olayla ilgili 34 adet fotoğraf da
bulunmaktadır.
Suikastın girişiminden hemen sonra komite üyelerinden birçoğu yurt dışına kaçtı. Suikastın önde
gelen isimlerinden Konstantin Kabulyan ve eşi
Maria Zayts, Rus konsolosluğundan aldıkları pasa-
Araştırma
portla olay gününün akşamı İstanbul’dan Fransa’ya
kaçtılar. Kirkor Varşam, Silviyo Ricci, Yervant
Frankulyan, Mıgırdıç Garipyan, Karabet Ohannesyan, Haçik Kapudanyan, Anna Nellens, Erzurumlu
Arşak gibi isimler de ülke dışına kaçanlar arasında
yer aldılar.
Mahkeme ve Karar
Araştırma komisyonunun olayın gelişimini ve
delilleri ortaya çıkarmasından sonra tutuklular 10
Ağustos 1905 tarihinde mahkemeye çıkarıldı. Mahkeme başkanı Hilmi Paşa, savcı ise Necib Melhame
oldu. Mahkemeye Ermeni ve Rumlardan da üyeler
seçildi.
Mahkeme başladıktan sonra Eduard Joris olmak
üzere sanıklar dinlendi. Bunlar; Manuk Ümidyan,
Oseb Topalyan, Yervant Honenyan, Ohannes Garipyan, Nişan Ohannesyan, Egiya Kahveciyan, Fro
Bogodyan, Paskal kızı Maria, Kapıcı Arakel ve kızı
Maria idi.
Mahkeme 19 Aralık’ta sonuçlandı. Joris, suikast
olayında birinci derecede suçlu bulunarak idama
mahkum edildi. Bu karar üzerine Belçika hükümetinin baskıları arttı. Joris’in adli kapitülasyonlardan dolayı ancak Belçika’da yargılanabileceğini
iddia etti ise de Sultan bu isteği cevapsız bıraktı.
Her ne kadar Joris hakkında idam kararı çıksa da
Sultan II. Abdülhamid idam cezasının uygulanma-
sı taraftarı olmadığı için bu kararı müebbet hapse
çevirdi. Daha sonra Joris’e Sultan adına çalışması
teklif edildi. Joris’in bu isteği kabul etmesiyle Sultan II. Abdülhamid onu 23 Aralık 1907’de affetti.
Sonuçta, tutukluların hepsinin salıverilmesiyle
suikast davası arkada bıraktığı gizemlerle kapanmış oldu.
Sultan II. Abdülhamid’e suikast girişimi İngiltere, Fransa gibi ülkeler başta olmak üzere Avrupa
gazetelerinde alkışlanan bir olay oldu. Öyle ki,
doğunun despotu olarak tanımladıkları Sultan’ı
öldürmeye çalışanları özgürlük savaşçıları, sultanın zulmüne uğramış kişiler olarak tanıtmaya çalıştılar. Yargılama konusunda Belçika ile Osmanlı
Devleti arasında kriz ortaya çıktı.
Onlarca kişinin öldürülmesiyle sonuçlanan bir
olayda Avrupalı devletler suikastçıların tarafını
tutmakta sakınca görmedi. Günümüzde böyle bir
katliamla sonuçlanan bir olayda herhangibir batılı
devletin olayın faillerini cezasız bırakması ihtimali düşünülemez. Fakat 1905 suikastında söz birliği
etmişçesine failleri savunan Avrupalı devletler,
gerçekte Ermeni terörünü savundular. Korunan
ve desteklenen terör 1914 yılında savaş ortamında tekrar hortladı. 1915’e giden yola işte bu terör
taşları döşendi.
Kaynakça
İhsan Burak Birecikli, “Yıldız Suikastı: Ermenilerin Abdülhamit›e Karşı Son Teşebbüsleri Bombalı Saldırı”, Atatürk
Araştırma Merkezi Dergisi, Sayı 67-68-69, Cilt: XXIII, Mart-Temmuz-Kasım 2007. MuratÇulcu, Ermeni Terörü’nün 100. Yıldönümü Cehennem Makinesi, Kastaş Yayınevi, İstanbul 2005.
Nurdan İpek Şeber, “Namlunun Ucundaki Padişah: II. Abdülhamid’e Karşı Planlanan Suikastler”, İstanbul
Üniversitesi Türkiyat Mecmuası, Yıl:2012, Cil:22/Bahar, ss. 31-59.
Sultan Abdülhamid Han’a Yapılan Suikastin Perde Arkası, Çamlıca Yayınları, İstanbul 2010.
Sultan II. Abdülhamid Han’a Yapılan Suikastın Tahkikat Raporu, (Hazırlayan: Raşit Gündoğdu), Çamlıca Yayınları,
İstanbul 2007.
Sultan’a Suikast: Sultan II. Abdülhamid’e Sunulan Bomba Hadisesi Fezlekesi, (Yayına Hazırlayan: Haluk Selvi), İBB
Kültür A.Ş. Yayınları, İstanbul 2013.
Vahdettin Engin, “Sultan II. Abdülhamit’e Düzenlenen Ermeni Suikastı ve Bu Sebeple Belçika ile Yaşanan
Diplomatik Kriz”, Ermeni Meselesi Üzerine Araştırmalar, (Haz: E. Afyoncu), İstanbul 2001. YahyaBağçeci, “Sultan II. Abdülhamid’e Ermeniler Tarafından Düzenlenen Bombalı Suikast”, Devr-i Hamid, Sultan
II. Abdülhamid, c. V, (Hazırlayanlar: Metin Hülagüv.d.), Erciyes Üniversitesi Yayınları, Kayseri, 2011, ss.279-301.
YasinDönder,Abdülhamid’e Yıldız Suikasti, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Gaziosmanpaşa Üniversitesi, Tokat
2007.
WalterReseller, Dynamietvoor de Sultan: CarolusEduardJoris in Konstantinopel, Antwerpen 1997.
tarih bilinci, TEMMUZ’14
17
ŞÑÓŞ ÚÑÎ ÌØÛ ÍËÔÌßÒæ ׬ Û¨°´±¼»¼ ·² ݱ«®¬§¿®¼ ¿­ Ø» É¿­ Ô»¿ª·²¹ òòò
washington post- II.abdulhamid’e yapılan suikast haberi
øާ ¬¸» ß­­±½·¿¬»¼ Ğ®»­­ò÷
̸» É¿­¸·²¹¬±² б­¬ øïèééóïçîî÷å Ö«´ îîô ïçğëå
Ğ®±Ï«»­¬ Ø·­¬±®·½¿´ Ò»©­°¿°»®­æ ̸» É¿­¸·²¹¬±² б­¬ øïèééóïççé÷
°¹ò ï
Yıldız sarayı - patlama sonrası
λ°®±¼«½»¼ ©·¬¸ °»®³·­­·±² ±º ¬¸» ½±°§®·¹¸¬ ±©²»®ò Ú«®¬¸»® ®»°®±¼«½¬·±² °®±¸·¾·¬»¼ ©·¬¸±«¬ °»®³·­­·±²ò
18
TEMMUZ’14, tarih bilinci
MAKALE
Prof. Dr.Necmettin Alkan
katü Tarih Bölümü Öğretim Üyesi
Bir Etnik ve Kültürel Temizlik
Aracı Olarak Balkan Savaşı
ve Felâketi
Balkanlardaki Osmanlı hâkimiyetinin kademeli olarak sona erdirilmesi ve
bağımsız Balkan devletlerinin kurulması, bölgeyi âdeta kan ve gözyaşı gölüne çevirmiştir. Bu süreçte icra edilen etnik ve kültürel temizliklerle Balkanlar ötekilerden arındırılmaya gayret edilmiştir. Balkanlardaki bu ayrışmaya
özel bir ad verilmiş ve Balkanlar’ın Balkanlaşması denilmiştir. Günümüzde
dahi benzer ayrışmalara bu isim verilmektedir
Balkanların Balkanlaşmasının finali 1912-1913 Balkan Harbi’dir. Tam 100 yıl öncesinde, 8 Ekim
1912’de Karadağ’ın, ardından Sırbistan, Bulgaristan ve Yunanistan’ın Osmanlı Devleti’ne savaş ilan
etmesiyle resmen başlayan ve 29 Eylül 1913 tarihinde Bulgaristan’la imzalanan nihaî barış antlaşmasıyla sona eren Balkan Harbi, savaştan öte geniş çaplı bir etnik ve kültürel temizliğin aracı önemli bir
tarihî vakadır. Balkan mezâlimi savaşın gölgesinde kalmıştır. İşkodra’dan başlayıp Çatalca önlerine
kadar binlerce kilometrelik bir alanda; irili ufaklı bütün yerleşim alanlarında her cinsten ve yaştan
insana acımasız bir şekilde uygulanan mezâlim ve katliâm, çok geniş bir bakış açısıyla müstakil olarak ele alınmalı ve yorumlanmalıdır. Sözde Ermeni ve Rum soykırımı iddialarının gündeme getirildiği sıralarda, Balkanlardaki bu etnik ve kültürel temizlikten hiç bahsedilmemesi anlaşılır gibi değil.
Bundan takriben 100 yıl öncesinde cereyan eden bu mezâlimi ve katliâmı hatırlatmak istiyoruz.
Sivil Halka ve Esir Askerlere Katliâm ya da “Etnik Temizlik”
Bulgaristan, Sırbistan, Yunanistan ve Karadağ›dan oluşan Balkan müttefik devletleri, işgal ettikleri
bölgelerde sivil halkı ve esir Osmanlı askerlerini sistematik bir şekilde katletmişlerdir. Sırplar, Karadağlılar, Bulgarlar ve Yunanlılar işgal bölgelerinde kadın, ihtiyar ve çoluk çocuk ayırt etmeden her yaş
grubundan takriben 630.000’nin üzerinde insanı öldürmüştür. İnsanlar kurşuna dizilerek, süngülenerek, kafası kopartılarak, uzuvları kesilerek, sopayla vurularak, aç bırakılarak, canlı canlı toprağa
gömülerek öldürülmüştür. Kısacası, insan öldürmenin her türü icra edilmiştir. Bu katliâmı gerçekleştirenler işgalci dört devlete mensup düzenli askerler, bunların yanında savaşan gönüllüler, çeteler
ve bölgede meskûn Hristiyanlar idi.
tarih bilinci, TEMMUZ’14
19
Hem askerler hem de toplumu teşkil eden sivil kesimler tarafından bu vahşetlerin böylesine çeşitli
vasıtalarla yapılması; farklı toplum kesimlerinden
insanların böylesine bir şiddet sarmalına tutulması ve anaforuna kapılması bakımından Balkan
katliâmı ve soykırımı, 20. yüzyılın ilk örneklerinden bir tanesidir.
Etnik Temizlik ve Soykırımın
Hedefi Türkler ve Arnavutlar
Balkanlarda Müslüman halkın maruz kaldığı bu
katliâm, aslında tam bir etnik temizlik veya bir
soykırım idi. Burada belli bir bölgedeki belli bir etnik grup, daha ziyade Türkler ve Arnavutlar, hedef
alınmış; sistematik bir şekilde ortadan kaldırılmak
istenmişti. Türklere ve Arnavutlara yönelik yapılan bu etnik temizlik ve soykırım, sadece bir devlet
tarafından değil, dört müttefik Balkan devleti
tarafından aynı anda icra edilmiştir.
Burada özellikle de Bulgaristan, Sırbistan ve Yunanistan üzerinde durmak gerekiyor. Sırplar, işgal
ettikleri bölgede etnik olarak üstünlük sağlayabilmek ve homojen bir Sırbistan teşkil edebilmek
20
TEMMUZ’14, tarih bilinci
için özellikle de Arnavutları ortadan kaldırmaya
gayret etmişlerdi. Zira buraları işgal etseler dahi
nüfûsun önemli bir kısmının Arnavut olması,
bölgedeki Sırp hâkimiyeti için uzun vadede bir
sıkıntıydı. Bundan dolayı mümkün olduğunca
Arnavutların ortadan kaldırılması gerekiyordu.
Aynı şeyler Türkler için de geçerliydi. Bulgaristan
ve Yunanistan ise daha ziyade Türklerin baskın
oldukları bölgelerde denge sağlayabilmek Türklere soykırım yapmıştı. Dolayısıyla bu üç devletin
yaptıkları katliâmdaki ortak nedenlerin başında
bölgelerinde homojen bir yapı oluşturmak geldiği
söylenebilir.
Dinî, Sosyal ve İktsadî Zulümler
ya da “Kültürel Temizlik”
Balkan Savaşı’nda Müslümanlara yapılan dinî,
sosyal ve iktisadî zulümler de aynı şekilde çok
çeşitliydi. Yaygın olarak yapılan ilk zulüm, Müslüman kadınlara ve kız çocuklarına tecavüzdür.
Tespit edebildiğimiz kadarıyla 7 ile 70 yaş arasında her yaş grubundan kız çocuklarına ve kadınlara
ya teker teker ya da topluca tecavüz edilmiştir.
İşgal edilen köylerde, kasabalarda ve şehirlerde
neredeyse ırzına geçilmemiş bir tek kadın bırakılmamıştı. Tecavüzler yapılırken, mağdurların
anneleri ve babaları bunları seyretmeye zorlanmıştır. Bunların dışında Müslüman halka yapılan hakaret ve aşağılamaların da haddi ve hesabı
yoktur. İnsanların çırılçıplak soyundurularak sokakta gezdirilmesi, başlarının tuvalet deliklerine
sokulması, burunlarının kesilmesi, kulaklarının
kesilmesi, tırnaklarının sökülmesi ve gözlerinin
oyulması yaşanan olaylar arasındadır. İnsanlar aç
bırakılmışlar ve pişirilen insanların etlerini yemeye zorlanmışlardır.
Zorla Hristiyanlaşma Balkan Harbi’nde yapılan
yaygın zulümler arasındaydı. Zorla din değiştirmeler için köy meydanlarında dinî ve resmî merasimler dahi yapılmış; din değiştirenlere belgeleri
para karşılığında satılmıştır. Hristiyanlaştırmada
özellikle de Pomaklar mağdur olurken; Bulgarlar
ve Sırplar bunu yapmayı tercih eden taraflardı.
İşgal edilen Müslüman köylerinin yakılması ve
yıkılması da sıkça görülen olaylardandı. Müslümanların evleri, barakları ve dükkânları âdeta
talan edilmiştir. Bu arada Hristiyanların evlerinin
yanlışlıkla yağlanmaması için öncesinden kapılarına haç işaretinin çizilmesi ihmal edilmemiştir.
Türklerin fesi ve Arnavutların plisi yasaklanmış;
takanlar hakarete uğramış ve hapse atılmıştır. Câmiler ve kabirler tahrip edilmiş, kiliseye çevrilmiş
ve başka amaçları için kullanılmıştır.
Bu şekilde İslâm’ın, Osmanlı’nın, Türk’ün ve Arnavut’un bölgedeki geçmişini ve varlığını hatırlatan
kültürel unsurlar ortadan kaldırılmak istenmiştir.
Bu imhâ faaliyetlerini ise kültürel temizlik olarak
adlandırmak gerek.
Genel çerçevesini vermeye çalıştığımız Balkan
mezâlimi ve katliâmı, gerek zulmedilen geniş halk
kitlesi ve gerekse zulüm araçları ve çeşitleri bakımından modern Avrupa’da başka bir örneği yoktur. Daha da önemlisi bunlar sistematik bir şekilde
yapılmıştır. Sadece işgalci devletlerin askerleri
değil; bunların saflarında savaşan gönüllüler, çete
mensupları ve bu bölgelerde yaşayan yerli Hristiyan halktan bazı gruplar da bu mezâlime iştirak etmişlerdir. Çok farklı milletlerden ve farklı
kesimlerden insanların, katliâm dâhil böylesine
vahşice eylemleri yapmasının nedenleri; gâlibin
tarih bilinci, TEMMUZ’14
21
mağlubu cezalandırılması, savaş psikoloji veya bir
savaşın gereği ve sonucu olarak izah edilemeyecek
kadar çeşitlidir.
Balkan Mezâliminin
Sosyo-Psikolojik Nedenleri ya da
“Ötekileştirme”
Richard Hall, Balkanlardaki mezâlimi izah ederken, Bulgarlara, Sırplara ve Yunanlılara hâkim olan
dışlayıcı bir milliyetçilik ideolojisini birinci sıraya
yerleştirmektedir. Ayrıca homojen bir ulus devletin
teşkil edilmesi ve bunun için halkların belli topraklardan uzaklaştırılması amaçlarını da eklemektedir.
Hall’ın zikrettiği bu nedenler elbette doğrudur.
Fakat bunlar doğru olmakla birlikte, bütün bu
yaşananları izah etmede yeterli olmadıklarını düşünüyoruz. Balkan mezâliminin doğru bir şekilde
izah edilmesi için daha başka nedenlerin de olması
gerekiyor.
22
TEMMUZ’14, tarih bilinci
Bize göre, bu zulümleri yapanların bilinçaltlarındaki Türk-Müslüman karşıtlığı ve nefreti, önemli
nedenler arasında zikredilmesi gerekiyor. Zira
Arnavut ve Boşnak gibi, bölgede yaşayan Türk
olmayan Müslüman halkların gerek Avrupalılar ve
gerekse Balkanlar’daki Hristiyanlar tarafından eskiden beri Türk olarak adlandırıldıkları bilinmektedir. Türk ismi, Avrupa’da ve Balkanlarda yüzyıllar
boyunca Müslüman’ın müteradifi olarak kullanmıştır. Türk’ün veya Müslüman’ın birbirlerinden
arındırılması ve ayrıştırılması 18. yüzyılın sonlarından itibaren, modern zamanların bir gereği veya
uygulaması olarak yapılmıştır. Yani Türk, Arnavut
ve Boşnak millet adlarının seküler anlamda Müslüman’dan ayrıştırılması oldukça yenidir ve moderndir. Aslına bakarsanız, bu ayrışmanın günümüzde
dahi tamamlandığı söylenemez. Nitekim 1992-1995
Bosna-Sırp-Hırvat Savaşları sırasında Boşnakları
katleden Sırpların veya Hırvatların bunlara Türk
demesi ve Osmanlı devrine atıfta bulunmaları pek
mânidar olsa gerekir. Burada Sırplar, Bulgarlar ve
Yunanlılar Türk’e veya Arnavut’a zulmederken
bilinçaltlarındaki Türk/Müslüman karşıtlığıyla ve
nefretiyle hareket etmekteydiler. Bu şekilde işledikleri zulümleri, kendi zihin dünyalarında ve hatta
vicdanlarında bir meşrûiyet kazandırmaktaydılar.
Ötekileştirme kavramı da aynı şekilde Balkanlardaki mezâlimin diğer bir izahıdır. Sırp, Bulgar ve
Yunan ortadan kaldırmak istediği grupları Türk/
Müslüman ismiyle, yani dışarıdan gelerek bu bölgeleri işgal eden ve yüzyıllardır idare eden Osmanlıların mensup olduğu milletin adıyla adlandırarak
ötekileştirmektedir. Osmanlılar Balkanlar’da ne
kadar âdil bir yönetim kursalar da ve böylece Osmanlı barışını tesis etseler de sonuçları itibarıyla
işgalciydiler ve yabancıydılar. Yani ötekiydiler. İşte
Balkan Savaşı, tüm ötekilerden kurtulmak için bir
fırsattı. Öteki olarak değersizleştirdikleri bu insanları, sopayla veya yakarak öldürmek veya her türlü
hakareti yaparak onları aşağılamak suretiyle inti-
kam alıyorlardı. Nitekim Sırp kralının veya Bulgar
askerlerinin Arnavutları ve Türkleri öldürmek için
sopayı tercih etmelerinin ardındaki sosyo-psikolojik izah bu olsa gerekir. Bunlara göre; Arnavut ve
Türk, kurşunla öldürülmeyi hak etmeyecek kadar
ötekidir ve değersizdir. Zîra kurşunla ölmek bir
şereftir ve kurtuluştur; bu şerefi ezeli düşmanlarına
yaşatmak istemiyorlardı.
Türk/Arnavut Soykırımı’nın Avrupa Kamuoyuna Yansıma(ma)sı
Söz ötekileştirmeye gelmişken, Balkanlar’da yaşanan mezâlim karşısında Avrupa kamuoyunun
yaklaşımını gösteren Amerika merkezli Carnegie
Vakfı’nın raporunda geçen bazı tespitleri de hatırlatmak gerekiyor. Carnegie Vakfı, Balkan Savaşı’nda yaşananları yerinde incelemek maksadıyla
bir heyeti bölgeye göndermişti. Amerikalı, Alman,
İngiliz, Fransız ve Rus gibi farklı milletlere mensup
tarih bilinci, TEMMUZ’14
23
iki tarafın bu savaşı böylesine
idealize etmesi ve sosyal bilimcilerin bu savaşın medenî dünyada, yani Avrupa ve Avrupa’da
coşku ve ilgiyle karşılandığını
belirtmesi, öteki tespitimizi
Balkanlar özelinden Avrupa
geneline taşımaktadır. Bu
yaklaşım tarzı, Avrupalıların
bilinçaltındaki Türk/Müslüman algısının da ne kadar
ötekileştirici olduğunu göstermektedir. Balkan Savaşı’nın birinci kısmı Osmanlı’yı/Türk’ü/
Müslüman’ı hedef alınca fethe
ve zulme karış savunmaya ve
bağımsızlığa yönelik oluyor ve
sözde medenî dünyada olağanüstü coşku ve ilgiliyle karşılanıyordu.
önemli sosyal bilim adamı üyelerden oluşan bu heyetin raporunun giriş kısmında Balkan Savaşı ikiye
ayrılarak bazı değerlendirmelerde bulunulmaktadır. Buna göre, Birinci Balkan Harbi savunmaya ve
bağımsızlığa yönelik; fethe ve zulme karşı bir isyan
savaş idi. Devamında Birinci Balkan Savaşı’nın Avrupa’da nasıl karşılandığına dair şu tespit çok daha
vurucudur: “Bu savaş, şiddete karşı en yüksek bir
duruş ve genel olarak zayıfların kuvvetlilere karşı
bir itirazıdır. İşte bu Birinci Balkan Savaşı’ydı ve
bundan dolayı medenî dünyada olağanüstü coşku
ve ilgiyle karşılanmıştır.” Buradaki medenî dünya
kavramı önemlidir.
Tam burada bir hatırlatmada bulunmak istiyoruz:
Osmanlı Devleti’ne savaş açan Balkan müttefik
devletlerinin kralları da bu savaşın ilanını Hristiyanlık, özgürlük ve uygarlık için yaptıkları iddiasını
gündeme getirmişlerdi. Hem Avrupalı ve Amerikalı
sosyal bilimcilerin hem de Balkan devletlerinin
krallarının ortak bir kavram olarak medenî dünyayı
tercih etmeleri tesadüfî midir? Elbette hayır. Her
24
TEMMUZ’14, tarih bilinci
Bu yaklaşım, aynı zamanda yukarıda sadece genel çerçevesi
çizilen Müslümanların maruz
kaldığı her türlü katliâmın,
zulmün, tecâvüzün ve her türlü
hakaretin medenî dünyada
bir şekilde kabul gördüğüne
işaret etmiyor mu? Nitekim Balkan Savaşı sırasında yaşanan bunca katliâmın ve vahşetin Avrupa
kamuoyunda ve basın organlarında çok fazla alaka
görmemesi; Leo Troçki, Pierre Loti ve Stephane Lauzanne gibi vicdan sahibi nâmuslu kalem erbâbının
bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar az olması
bu sorunun cevabı olsa gerekir.
Ayrıca Balkan Savaşı’nın bazı Avrupalı çevrelerde
Şark meselesinin halledilmesi olarak da görüldüğünün burada zikredilmelidir. Gerek Avrupalı diplomatik çevreler, gerek bazı gazete ve dergilerdeki
yorumlar ve gerekse o sıralarda yapılan konferanslarda konuşan bazı akademisyenler bu savaş, Şark
meselesinin bir şekilde çözülmesi olarak değerlendirmişlerdi. Balkan müttefikler devletleri de
aynı şekilde Balkan Harbi’ne bu gözle bakıyorlardı.
Müslümanların ve Türklerin Avrupa’dan atılmasını
ifade eden Şark meselesi halledilirken Türk’ün ve
Müslüman’ın akan gözyaşı ve kanı çok da önemli
değildi.
Balkan Savaşı sırasında bu mezalim hakkında
Alman Jäckh’in yaptığı şu tespitler bütün bunları
özetler mahiyettedir:
“Orta Çağ karanlığı, milattan sonra 20. yüzyılda
bugün bize tekrar ulaşmıştır. Çok kısa olmasına
rağmen bu 30 günlük savaştaki salgın ve canavarlık, vaktiyle 30 Yıl Savaşlarındakileri aşmıştır. Çok
şey söylenmemiştir. Müslüman Türkler, 500
yıllık Avrupa hâkimiyetleri sırasında şu bölgelerde, Hristiyan Balkanlıların bu üç ayda öldürdüklerinden fazla insan katletmemişlerdir.
500 yılda her gün 3 kişiyi öldürdükleri hesap
edilirse, bu 500 000 kurban eder. Bu rakam,
son üç aydaki tüyler ürpertici katliamın toplamından çok daha azdır. Türk fâtihler, şimdiki
Hristiyan saldırganlar kadar hiçbir zaman bu
şekilde hiddetlenmemişlerdi ve insanları yok
etmemişlerdi. Eğer Türk hoşgörüsü önceden
bu Hristiyan fanatizmi kadar benzer şekilde
tahripkâr olsaydı; Türkiye, Şark meselesinin
kaderine engel olurdu. Müslüman Türkiye,
hâkimiyeti altına aldığı halkları kendi inançla-
rında serbest bırakmıştı ve daha fazla imtiyazlar
vermişti. Bundan dolayı bunlar şimdi yeniden bu
kadar kuvvetli ve bu kadar vahşi oldular; Türk devletinin zayıf müsamahasına Doğu Hristiyanlığının
şiddetli bir fanatizmiyle karşılık vermişlerdir. Bu
şekilde bütün bir halk yok edilmiş ve bütün bir
memleket etnik olarak temizlenmiştir.”
twitter_@Necmettin_Alkan
tarih bilinci, TEMMUZ’14
25
Kapak
Konusu
Cumhurbaşkanlığı
Seçimi
26
TEMMUZ’14, tarih bilinci
Kapak
Konusu
Fikri Akyüz
Araştırmacı - yazar
1961’in harcanan cumhurbaşkanı adayı:
Ali Fuat BAŞGİL
Önümüzdeki ay cumhurbaşkanı ilk defa halk tarafından seçilecek.
Peki, cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi ne zaman istendi? Ekim 2007 tarihinde değil mi? Yine peki, Ekim 2007’de yapılan
referandum kararı niçin alındı? İşte meselenin mihenk taşı, nirengi
noktası tam da burasıdır.
Çünkü bu mesele, cumhuriyet tarihi boyunca hep ‘mesele’ oldu. Bu ‘mesele’yi ‘sorun’ haline getiren
‘problem’ neydi?
Şuydu:
Sadece cumhuriyet tarihinde değil elbette, tarihimizin her döneminde her daim mühim olmuştur. Dolayısıyla, “devletin başı“ da her daim ehemmiyet arz etmiştir.
27 Nisan 2007 tarihli e-muhtıra olmasaydı, kuvvetle muhtemeldir, hatta kesindir ki; 367 denilen garabet
de Anayasa Mahkemesi tarafından bir iptal kararı haline gelmeyecekti. 367 garabeti mahkeme tarafından bir karar haline getirilmeseydi; kuvvetle muhtemel, biz önümüzdeki ay cumhurbaşkanını halk tarafından seçilmesine dair bir seçimle karşılaşmayacaktık. Yani, önümüzdeki ay yapılacak olan cumhurbaşkanlığı seçimi bir zaruretin, milli iradenin tecellisi olarak ortaya çıkmış olan bir sonucuydu.
Elbette, cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi Ak Parti’nin programında yazılıydı ve bu bir gün
mutlaka gerçekleşecekti. Ama böyle bir seçim cumhurbaşkanını seçmek için değil, başkanı seçmek için
olacaktı.
Madem ki 2007’de yapılan cumhurbaşkanlığı seçimi böyle bir zaruretin sonucuydu, peki bu ‘zaruret’e
iten sebep neydi?
Bu sebep, tamamen ordunun öncülüğünde başlatılan, geliştirilen ve hep ordunun olağan dışı rolünden
kaynaklanan bir nihai koşullanmadan ibaretti.
İşte, bu yazı Türkiye’nin cumhurbaşkanlığı seçimlerinden bir seçimi; 1961 cumhurbaşkanlığı seçiminin
gelişim sürecini, kritik noktalarını, vesayetin kemikleşmesi aşamasını, bu aşamanın asli ve tali neticelerini kaleme almak için yazıldı.
tarih bilinci, TEMMUZ’14
27
Kapak Konusu
Önce 1960 yılının 27 Mayıs’ına gidelim. Malum, o gün
ordu içindeki bir cunta darbe yaptı. Cumhurbaşkanı
Celal Bayar ve Başbakan Adnan Menderes’i devirdiler. Devirdikleri için adına da devrim dediler!
Aradan yaklaşık 16 ay geçti. 16-17 Eylül 1961’de
Menderes ve bakanları Fatin Rüştü Zorlu İle Hasan
Polatkan idam edildi. İdamlardan 28 gün sonra yani
15 Ekim 1961’de genel seçim yapıldı. Genel seçimden
11 gün sonra ise cumhurbaşkanlığı seçimi için Meclis’te oylama yapıldı ve Cemal Gürsel cumhurbaşkanı
seçildi.
İşte, idamlardan yani 16-17 Eylül 1961’den 26 Ekim
1961 tarihine kadar geçen süre içinde ordu yine
başroldeydi; çünkü bir cumhurbaşkanı seçiliyordu.
Çünkü memlekete bir ‘baş’ lazımdı. Bu ‘baş’, has bir
Atatürkçü olmalıydı. Memleket, ‘gericilere’ (!) teslim
edilemezdi. Halkın çoğunluğu onlara göre yobazdı,
çünkü cahildi. En iyi adamı elbette Türk Silahlı Kuvvetleri bilirdi. En iyi adamı bilen en iyi kurumun, en
iyi adamı ‘tayin’ etmesi vazgeçilmez bir hak ve kaçınılmaz bir görevdi!
İşte, tam bu tarih diliminde ‘sahaya’ bir adam çıktı. Adı, Ali Fuat Başgil; ünvanı Ord. Prof. Dr. idi. Bu
‘adam’ üstelik cesurdu. Ama birilerine göre cesur
değil cüretkârdı. Öyle ya, daha bir buçuk ay önce bu
memlekette ‘sakıt’ başbakan ve iki bakanı asılmış, ‘sabık’ cumhurbaşkanı idamdan yaş haddi nedeniyle son
anda kurtulmuş ama hapse girmekten kurtulamamıştı. ‘Bakın hele’ ; Ali Fuat Başgil haddini bilmeden
cumhurbaşkanlığına aday olmaya geliyordu. Nitekim
aday oldu ve haddi bildirildi(!)
yönetici ve sahipleriydi. Etkili ve cesur isimlerdi. O
kadar ki; anılan dergide Peyami Sefa, Mehmet Turgut,
Nurettin Topçu, Osman Turan, Kamil Turan, Faruk
Kadri Timurtaş gibi “sağlam” adamlar da vardı. Bu
kadronun da desteğiyle yola çıkan Ali Fuat Başgil’i bu
adaylık kararından vazgeçirmek için ordu içindeki bir
cunta yapılanması tekrar ‘sahne aldı’. Bu sahnenin
aktörlerinden biri 12 Mart 1971 muhtırasının mimarlarından biri Muhsin Batur ile 12 Eylül 1980 darbesinin mimarlarından Bedrettin Demirel’di.
Şimdi tarihleri tekrar hatırlayalım:
16-17 Eylül 1961’de idam kararları infaz edildi. 15
Ekim 1961’de genel seçimler yapıldı. 16 Ekim 1961’de
Ali Fuat Başgil cumhurbaşkanlığına aday gösterildi.
26 Ekim 1961’de cumhurbaşkanlığına Meclis tarafından Cemal Gürsel seçildi.
İşte ‘arada’ kalan bir tarih vardır ve bu mühim bir tarihtir. O tarih, 21 Ekim 1961’dir. O gün yeni bir askeri
müdahale protokolü imzalandı. Protokol, İstanbul
Harp Akademileri’nde tanzim edildi. Protokolü imzalayanlardan bazıları ise şunlardı: Faruk Gürler, Faruk
Güventürk, Refik Tulga, Namık Kemal Ersun, Muhsin
Batur, Bedrettin Demirel, Celal Eyiceoğlu…
21 Ekim 1961 tarihli protokolde şunlar yazılıydı.
“Türk Silahlı Kuvvetleri mensupları, aşağıda açık
imzaları bulunanlar, şu konuları müzakere etmişler
ve ittifakta aşağıdaki karara varmışlardır:
TSK, 15 Ekim 1961 seçimlerinden sonra TBMM’nin
ilk toplantısından evvel fiilen duruma müdahale
edecekti.
Şimdi bu süreci yani Ali Fuat Başgil’in adaylığını ve
adaylığını geri çekmesini özetleyerek tahlil edelim:
İktidarı, milletin hakiki ve ehliyetli mümessillerine
tevdi edecekti.
Ali Fuat Başgil, 15 Ekim 1961’de yapılan genel seçimlerde Adalet Partisi listesinden Samsun Senatörü
seçilmişti. Seçilir seçilmez Meclis’te ve Senato’da üye
olan birkaç arkadaşı tarafından, birkaç gün içinde
Meclis’te yapılacak olan cumhurbaşkanlığı seçiminde
aday olarak gösterildi. Bu isimlerin önde gelenleri,
Türk siyasetinin mühim simalarından ama hakkı
yenmiş adamlarından biri olan Tahsin Demiray ile
Gökhan Evliyaoğlu, Hami Tezkan gibi kişilerdi. Hatta
Gökhan Evliyaoğlu ile Hami Tezkan, o dönemde “Son
Havadis” gazetesi ile “Düşünen Adam” dergisinin
Bütün siyasi partiler faaliyetten men edilecek, seçim
neticeleriyle Milli Birlik Komitesi feshedilecekti.
Evet, protokol ‘hükmünü icra etti’ ve Ali Fuat Başgil,
yapılan baskılara dayanamayarak adaylıktan çekildi. Adaylıktan çekilmeme iradesini gösterip tam bir
mukavemet göstererek bu milletin iradesinin tecelli
edebilmesi için aradan 46 yıl geçmesi, yani Nisan
2007‘nin gelmesi gerekti. Ve o ‘gerek’ 2007’de resmen
yerine getirildi.
‘Getirenlerden’ Allah razı olsun.
twitter_@akyuzfikri
28
TEMMUZ’14, tarih bilinci
Kapak
Konusu
Prof. Dr Nihat Bulut
İstanbul Şehir üni. Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi
Osmanlı’dan Günümüze Türkiye’de
Devlet Başkanlığı Kurumuna
Genel Bir Bakış
Siyasal iktidarın bir bütün olarak toplumun elinde olduğu, yani
yöneten yönetilen farklılaşmasının bulunmadığı sosyal yapılanma
türlerinin çok gerilerde kaldığı bilinmektedir. İnsanlık, tarihin çok
önceki devirlerinden beri, toplumdan farklılaşarak kurumsallaşan
siyasal iktidar türleri içinde yaşamaktadır. Devlet de bu iktidar
tiplerinden birisidir. Devletin de içinde bulunduğu bu siyasal iktidar tipinin en önemli özelliği, keskin bir yöneten-yönetilen ayrımının ortaya çıkmış olmasıdır. Bir kurum olarak devlet başkanlığının,
kökenini yöneten-yönetilen ayrımında bulduğunu ve zaman içinde
gelişerek bugünkü hâli aldığını söyleyebiliriz.
Başkanlık ya da devlet başkanlığı kurumu eski olsa da, kurumun içini dolduran kişilerin
isimlendirilmesinde çeşitli tabirlerin kullanıldığı görülür. Örneğin demokrasilerde devlet başkanları
hükümet sistemine göre değişmektedir. Başkanlık sistemini benimseyen ülkelerde, sözgelimi ABD’de
devlet başkanına kısaca “başkan” adı verilmektedir. Parlamenter sistemlerde ise devlet başkanı,
devletin şekline göre farklılaşmaktadır. Monarşilerde devlet başkanına kral, cumhuriyetlerde ise
cumhurbaşkanı adı verilmektedir1.
Ülkemizde demokrasi deneyimi meşruti monarşiyle başlamış ve cumhuriyetle devam etmiştir.
Benimsenen hükümet sistemi ise, parlamenter sistem olmuştur. Devlet başkanının konumu
açısından bu sistemin en önemli özelliği, devlet başkanı ve bakanlar kurulundan oluşan iki başlı bir
yürütmenin bulunması ve yürütmenin bir kanadını oluşturan devlet başkanının sembolik yetkili,
tarafsız ve sorumsuz olmasıdır. Çalışma, klasik parlamenter sistemin bu temel özelliği karşısında,
geçmişten günümüze Türk anayasalarının devlet başkanına biçtiği konumu genel hatlarıyla ortaya
koymayı amaçlamaktadır.
tarih bilinci, TEMMUZ’14
29
Kapak Konusu
I-OSMANLI DÖNEMİ
A-GELENEKSEL DÖNEM:
MUTLAK MONARŞİ
Osmanlı’da siyasal yapıya bakıldığında, devletin
başında, iktidarı miras yoluyla devralan
hükümdarın bulunduğu görülür2. Egemenliği
tek başına kullanan hükümdar, devlet iktidarını
yürütmek için başta sadrazam olmak üzere, birçok
yardımcı bulundurmaktadır. Ancak bunların hepsi
yetkilerini padişahtan almakta ve onun adına
hareket etmektedirler3. Sistem padişaha o kadar
bağlıdır ki, modern anlamda olmasa da, küçük bir
meclis sayılabilecek divan bile, tamamen padişaha
bağlı bir kurum olmaktan öteye geçememiştir.
Zaten padişah da bu önemli kurulda çeşitli toplum
kesimlerinin temsil edilmesine izin vermemiş,
bu yüzden divan padişahın gölgesinde çalışan bir
kurum olma karakterini her zaman korumuştur4.
Acaba hükümdarın yetkileri sınırsız mıdır? Teorik
açıdan bakıldığında, devletin temelde dinden
kaynaklanan hukuki yapısının buna meydan
vermediği söylenebilir. Hükümdar İslam Hukuku
ilkelerine uygun hareket etmek zorundadır5.
Fakat uygulamada, bu sınırlamanın çoğunlukla
etkisiz kaldığı görülür. Çünkü iktidar kuramsal
olarak sınırlandırılmış olsa da, uygulamada onu
sınırlayan dünyevi bir kurum yoktur. Dolayısıyla
iktidarın sınırlandırılması meselesi, son tahlilde
uhrevi bir konu olarak kalmaktadır6.
Özetle, Osmanlı Devleti’nin hakim vasfı,
sosyo-ekonomik yapıya da uygun bir biçimde,
hükümdarın geniş yetkilerle donatıldığı, katı
merkeziyetçiliktir. Yönetici sınıf, sistem içinde
kendini denetleyecek ve sınırlandıracak güçlerin
ortaya çıkmasına izin vermemiştir.
Fakat bu geleneksel düzen, Batı’da kapitalizmin
yerleşmesi ve çevre ülkeleri de menziline katıp
etkilemesi sonucunda değişikliğe uğramak
durumunda kalmıştır. Ekonomik yapı bozulmuş,
sınıfsal dengeler sarsılmış ve yeni arayışlar
başlamıştır. Bu aşamada Osmanlı toplumu
kapitalizm ve değerleriyle karşılaşmıştır. Bu
durumda devlet ekonomiyi kapitalistleştirememiş
ama Batı’nın siyasal sistemini kabul etmiştir.
Tanzimat’la başlayan süreç, imparatorluk
dağılıncaya kadar devam etmiştir.
30
TEMMUZ’14, tarih bilinci
Ayanlarla sultan arasında yapılan bir sözleşme
olan Sened-i İttifak, mutlakıyetçiliğe darbe vuran
ilk siyasal belge sayılsa da7, süreci başlatan asıl
belgenin, 1839 tarihli Tanzimat Fermanı olduğu
söylenebilir. Avrupa devletlerinin baskısı altında
hazırlanan bu fermanla padişah, kendi egemenlik
hakkını sınırlıyor, kişilere can ve mal güvenliği
sağlıyor, vergilerin yeniden düzenlenmesini
öngörüyor ve dahası yürütmenin yasal çerçevede
çalışmasını kabul ediyordu8. Kuşkusuz Fermanın
devletin temel yapısını değiştirerek monarşik
sistemi zedelediğini söylemek güçtür. Fakat
yasal yönetim ve kurullara danışma ilkelerinin de
göz ardı edilmemesi gerekir. Tanör, fermandaki
yasal yönetim ilkesinin ileride hukuk devleti
arayışlarına, kurullara danışma ilkesinin de
parlamenter rejime yönelişin habercileri olmak
bakımından dikkat çekici olduğunu vurgular9.
Nitekim bu bağlamda Tanzimat Fermanı’ndan
1876 anayasasına gelinceye kadar, hem
uygulamada hem de düşünsel alanda önemli
gelişmeler olmuştur. 1856 yılında, daha çok
azınlıkları ilgilendiren Islahat Fermanı ilan
edilmiştir. 1858 arazi yasasıyla da, 17. yüzyıldan
beri ayanlar tarafından gasp edilmiş olan topraklar
üzerindeki mülkiyet hakkı güvenceye bağlanmış,
miri toprakların özel mülkiyete dönüştürülmesi
süreci kolaylaştırılmıştır.
B-MODERNLEŞME DÖNEMİ:
MEŞRUTİ MONARŞİ
Kuşkusuz 19. yüzyılın en önemli siyasal belgesi
1876 anayasasıdır. Devletin monarşik ve teokratik
niteliğini vurgulayan Anayasa, Batı’daki anlayışa
uygun olarak vatandaşlara, kişi güvenliği, basın
özgürlüğü, yasal eşitlik gibi bir takım hak ve
özgürlükler tanımıştır. Ancak bu özgürlükler
ile ilgili düzenlemeler padişahın iradesine göre
yapılmak durumundadır. Çünkü padişah, yasama
faaliyetinde çok etkin bir yere sahiptir. Ayrıca
113. madde padişaha, kişi dokunulmazlığını ihlal
edecek bir sürgün yetkisi vermiştir10.
1876 Anayasasının kabulünden sonra, padişah
tarafından atanan Meclis-i Ayan ile seçimle
iş başına gelen Meclis-i Mebusan’dan oluşan
Osmanlı Parlamentosu açılmıştı. Sınırlı oy
hakkının geçerli olduğu bir seçim sonucunda
oluşan ilk meclis, çalışmalarını iki yasama
Kapak Konusu
dönemi sürdürmüş, cemaatler arası ilişkiler,
memurlardan yakınma, savaş yolsuzlukları,
meclis-hükümet ilişkileri ve çeşitli sorunlar ile
ilgili önemli konulara eğilmiştir11. Fakat meclis
15 Şubat 1878’de Osmanlı-Rus savaşı gerekçe
gösterilerek tatil edilmiş ve1908 yılına kadar bir
daha açılmamıştır.
1908’de ilan edilen İkinci Meşrutiyet, ülkede
genel bir özgürlük havası estirirken, 1876
Anayasasının da değişmesini sağlamıştır. Bu
değişiklikle devletin monarşik yapısı korunmuş,
fakat sistem içinde padişaha tanınan üstünlük,
1876’ya göre önemli ölçüde sınırlandırılmıştır.
Padişah, bakanlar kurulunun oluşumu üzerindeki
yetkilerini büyük ölçüde yitirmiş, bakanların
meclise karşı sorumlu oldukları esası getirilmiş,
padişahın yetkileri yasama organı lehine
kısıtlanmış, padişahın mutlak veto yetkisi
kaldırılmış ve daha pek çok demokratik açılım
sağlanmıştır12. Bu değişikliklerle birlikte,
20. yüzyılın başında Osmanlı padişahı,
neredeyse, klasik parlamenter sistemdeki
cumhurbaşkanının konumuna getirilmiştir.
Fakat bu gelişmeler, sosyal koşullar
itibariyle, toplumdan gelen bir zorlamadan
kaynaklanmamış, büyük ölçüde, devletin
bütünlüğünün korunmasına yönelik araç
niteliğinde olmuştur.Çünkü yeni sistemin
işlemesi için ekonomik alt yapı yetersizdi,
siyasal değişime öncü olabilecek bir sınıf tam
anlamıyla olgunlaşamamıştı. Öte yandan yapılan
değişiklikler halkı pek ilgilendirir gözükmüyordu.
Değişikliklerin ardında sadece bürokratlar ve
aydınlar vardı13. Yine de bu belgelerin hukuka
bağlı ılımlı bir ortamın yaratılmasına katkıda
bulunduğunu kabul etmek gerekir14.
II-CUMHURİYET DÖNEMİ
A-1921 ANAYASASI: MECLİS
HÜKÜMETİ SİSTEMİ
1920 yılında açılan TBMM, yüzyılı aşkın bir
süredir çatışan zümreleri; sivil-asker bürokrasi,
taşra eşrafı, toprak sahipleri ve din adamlarını
ortak bir milli amaç uğrunda birleştirmiş ve
onları devlet yönetiminde söz sahibi kılmıştır. Bu
meclisin kabul ettiği 1921 Anayasası, öngördüğü
hükümet sistemiyle Türkiye’de devlet başkanlığı
kurumu açısından çok farklı bir duruma işaret
etmektedir. Egemenliğin kayıtsız şartsız millete
ait olduğunu vurgulayan 1921 Anayasası, yasama
ve yürütme kuvvetlerini TBMM’de toplamış,
Meclisin bakanlara yön gösterebileceği ve
gerektiğinde onları değiştirebileceği esasını
benimsemiş ve böylece “meclis hükümeti”
sistemini kurmuştur. Sistemin konumuz açısından
en önemli özelliği, devlet başkanlığı kurumunun
yaratılmamış olmasıdır15.
Yeni sistem o zamana kadar egemen olan
yürütmenin üstünlüğü sisteminden, yasamanın
üstün olduğu bir sisteme geçişi ifade etmektedir.
Milletin tek temsilcisi olan meclis, artık en üstün
kurumdur. Çünkü o, egemenliğin sahibi olan
milletin somutlaşmış iradesidir.Uygulamada
da “TBMM’nin hukuki yetkilerini kıskançlıkla
kullandığı, Atatürk ve Bakanlar Kurulu üyelerinin
de en güç koşullara rağmen TBMM’nin yetkilerine
büyük saygı gösterdikleri” ifade edilmektedir16.
B-1924 ANAYASASI:KARMA
SİSTEM VE TARAFSIZ
DEVLET BAŞKANI OLARAK
“CUMHURBAŞKANLIĞI”
KURUMU
1924 Anayasası yine Meclis tarafından yapılmış
bir anayasadır. Ancak meclis aynı meclis değildir.
Birinci meclis dağıtılmış ve yerine, yönetimdeki
kadronun beklentilerini karşılamada zorluk
çıkarmayacağı düşünülen bir yenisi seçilmiştir.
Ancak anayasayı yapan bu Meclis de “meclisin
üstünlüğü” ve yetkileri konusunda titizlik
göstermekten kaçınmamış ve 1921 Anayasası
kadar olmasa da meclisin üstünlüğü ilkesine sadık
kalmıştır.
Yeni anayasa bazı özellikleri dolayısıyla
parlamenter sistemi, diğer bazı özellikleri ile de
meclis hükümeti sistemini andırmakta ve böylece
karma bir sistem olarak adlandırılmaktadır17.
Cumhurbaşkanının konumu parlamenter
sistem çerçevesinde düzenlenmiştir.Devletin
başı olarak nitelenen (md.32) Cumhurbaşkanı
TBMM tarafından bir seçim dönemi (4 yıl) için
seçilmekte ve görev süresi bittiğinde tekrar
seçilmesine imkan tanınmaktadır (md.31).
Cumhurbaşkanının yetkileri semboliktir ve
tarih bilinci, TEMMUZ’14
31
Kapak Konusu
bütün kararları, karşı-imza kuralı gereği,Başbakan
ve ilgili bakanın imzasına bağlanmıştır.
Cumhurbaşkanının siyasal sorumluluğu da
bulunmamaktadır. Anayasanın 41. Maddesine
göre cumhurbaşkanı, sadece vatana ihanetten
dolayı TBMM’ye karşı sorumludur18.
Ancak anayasa, cumhurbaşkanının konumunu
klasik parlamenter sistem çerçevesinde dizayn
etmiş olsa bile, tek parti sisteminin kurulmasıyla
birlikte, Atatürk’ün cumhurbaşkanı sıfatıyla,
rejimin tek lideri haline geldiği bilinmektedir19.
Benzer durum İsmet İnönü’nün cumhurbaşkanlığı
dönemi için de geçerlidir. 1924 anayasasının çok
partili sistem içindeki uygulamasına gelince, bu
dönemde hem meclisin hem de her defasında
seçimleri kazanan Başbakan Adnan Menderes’in
gücünün, cumhurbaşkanını Anayasanın olağan
sınırları içinde tuttuğu söylenebilir.
C-1961 ANAYASASI: KLASİK
PARLAMENTER SİSTEM İÇİNDE
TARAFSIZ VE SORUMSUZ
CUMHURBAŞKANLIĞI
KURUMU
Seçimden çıkmayan, tersine halkın yüzde
ellisinden fazlasının oyunu alan DP’nin dışlandığı
bir meclis tarafından hazırlanan 1961 Anayasası,
iktidarı fiilen elinde tutanların, bunu muhafaza
etmeye yönelik çabalarının bir toplamı olmuştur.
Anayasa, egemenliğin halkta olduğunu vurgulamış
ancak, halkın bu egemenliğini yetkili organlar
eliyle kullanacağını hükme bağlamış ve böylece
meclise yeni ortaklar getirmiştir. Anayasa
Mahkemesi, Milli Güvenlik Kurulu ve kimi
özerk kurumlar bu amaca hizmet etmişlerdir.
1961 Anayasasının, halkın iradesini sınırlama
yönündeki açığını kapatmaya yönelik olsa
gerek, temel hak ve özgürlükleri genişlettiğini
görmekteyiz. Ancak bu bile halkın büyük
çoğunluğunun ve onu temsil eden partilerin
anayasayı benimsemelerini sağlayamamıştır.
Anayasanın, iki meclisli (senato ve millet meclisi)
bir sistem kurup bunlardan birisinde (senato),
darbeyi yapanlar dahil, doğal-seçilmemiş üyelere
yer vermesi, Milli Güvenlik Kurulunu bir anayasal
organ olarak tesis ederek askeri otoritenin sivil
otorite karşısındaki konumunu güçlendirmesi ve
32
TEMMUZ’14, tarih bilinci
önceden Milli Savunma Bakanı’na karşı sorumlu
olan Genelkurmay Başkanı’nı Başbakan’a karşı
sorumlu hale getirmesi vesayetçi izler taşıdığının
göstergeleri sayılmıştır20.
1961 Anayasasının cumhurbaşkanının konumuna
ilişkin düzenlemelerine gelince, Anayasanın
yürütme kuvvetini, sorumsuz devlet başkanı
(cumhurbaşkanı) ile sorumlu başbakan ve
bakanlar kurulu arasında bölüştürmek suretiyle
tam bir parlamenter rejim örneği sunduğu
söylenebilir21.
Anayasa, cumhurbaşkanının; TBMM tarafından,
kırk yaşını doldurmuş ve yüksek öğrenim görmüş
kendi üyeleri arasından, üye tam sayısının
üçte iki çoğunluğu ile ve gizli oyla yedi yıllık
süre ile seçileceğini, ilk iki turda bu çoğunluk
sağlanamazsa salt çoğunlukla yetinilebileceğini
hükme bağlamıştır. Anayasa ayrıca, bir kimsenin
iki defa cumhurbaşkanı seçilemeyeceği ve
cumhurbaşkanı seçilen kişinin, hem partisi ile
ilişkisinin kesileceği hem de meclis üyeliğinin
sona ereceği kuralını koymuştur (md.95).
Anayasanın “devletin başı” olarak nitelediği
cumhurbaşkanı için öngörmüş olduğu görev ve
yetkiler de klasik parlamenter sisteme uygun
bir biçimde düzenlenmiştir. Gerekli gördükçe
bakanlar kuruluna başkanlık etmek, yabancı
devletlere temsilci göndermek ve onların
temsilcilerini kabul etmek, milletlerarası
antlaşmaları onaylamak ve yayınlamak, sürekli
hastalık vb. nedenlerle belirli kişilerin cezalarını
hafifletmek veya kaldırmak (md.97), kanunları
yayınlamak (md.93), başbakanı atamak, başbakan
tarafından seçilen bakanları atamak (md.102)...
gibi yetkiler bu bağlamda zikredilebilir.
Anayasa cumhurbaşkanının sorumluluğu
konusunu da yine klasik parlamenter sistem
bağlamında düzenlemiş ve esasen yetkisiz
olan cumhurbaşkanının görevleriyle ilgili
işlemlerinden sorumlu olmadığını belirtmiştir.
Bu doğrultuda cumhurbaşkanının bütün kararları
başbakan ve ilgili bakanlarca imzalanacak
ve sorumluluk onlara ait olacaktır (md.98).
Cumhurbaşkanı sadece vatana ihanetten dolayı,
TBMM üye tam sayısının üçte ikisinin kararıyla
suçlandırılabilecektir (md.99).
Görüldüğü gibi 1961 Anayasası cumhurbaşkanlığı
Kapak Konusu
kurumunu gündelik siyasetin üstünde, tarafsız
bir makam olarak düzenlemiştir. Ancak
bu düzenleme tarzı bile cumhurbaşkanlığı
makamının, uygulamada bir vesayet makamı
olarak görülmesini engelleyememiştir. Bu
bağlamda Özbudun, 1961 anayasası dönemindeki
üç Cumhurbaşkanının (Cemal Gürsel, Cevdet
Sunay, Fahri Korutürk) siyaset dışı ve asker
kökenli oluşunun, tamamen bir tesadüf eseri
sayılamayacağı görüşündedir22. Bu dönemde
cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde yaşananlar
de bu yargıyı doğrulamaktadır. 1961 yılında
askerler, Adalet Partisi’nin başlangıçtaki
direncine ve Ali Fuat Başgil’in aday olarak
gösterilme çabasına rağmen, açıkça Gürsel’in
cumhurbaşkanı yapılmasını istemişlerdir23. 1972
yılında ise askerlerin Faruk Gürler dayatması,
yine bir asker kökenli birisinin, Fahri Korutürk’ün
Cumhurbaşkanı seçilmesiyle bertaraf
edilebilmiştir24.
D-1982 ANAYASASI:
PARLAMENTER SİSTEM
İÇİNDE GÜÇLENDİRİLMİŞ
BİR KURUM OLARAK
CUMHURBAŞKANLIĞI
1-Cumhurbaşkanın Sistem
İçindeki Konumu ve Yetkileri
Parlamenter sistemlerde devlet başkanının,
devletin başı sıfatıyla tarafsız bir hakem
konumunda olduğu bilinmektedir. Devlet
başkanının sorumsuz kılınması ve sorumluluk
gerektiren işlerde yetkilerini başbakan veya
ilgili bakanla birlikte kullanmasının nedeni
budur25. Doğrusu bu sistemin en iyi işlediği
yer, monarkın yani devlet başkanının seçimle
gelmediği İngiltere’dir. Burada monark, seçimle
gelmediği için bütün partilere eşit mesafede
durabilmektedir26. Oysa cumhuriyet olan
parlamenter sistemlerde devlet başkanının
seçimle gelmesi gerekmekte ve bu durum,
özellikle tarafsızlık açısından tartışmalara yol
açabilmektedir. Cumhurbaşkanının bir şekilde
seçimle gelmesi karşısında tartışmaları bitirmenin
imkansız olduğunu vurgulamak gerekir.
Parlamenter sistem çerçevesinde önemli olan,
yürütmenin iki kanadından birisini oluşturan
cumhurbaşkanının sorumsuz olması ve yetkilerini
ancak başbakan veya ilgili bakanın karşı-imzası ile
kullanabilmesidir. Bu bağlamda 1982 Anayasasını
yapanların cumhurbaşkanına yükledikleri
misyonun klasik parlamenter sistemle
bağdaşmadığını söylemek gerekir.
Gerçekten 1982 Anayasasını yapanlar, sistemi
iktidarlarını sürdürecek biçimde dizayn
etmişlerdir. Bu bağlamda yapılan en önemli iş,
siyasete ideolojik bir çerçeve çizmek ve bunu
sürdürecek mekanizmaları oluşturmaktı.
Cumhurbaşkanlığı makamı da bu bağlamda,
Özbudun’un ifadesiyle, “1961 Anayasasındaki
ile kıyaslanamayacak derecede güçlendirilmiş ve
gerçek bir vesayet makamı haline getirilmiştir.
1982 Anayasasına ilişkin halk oylamasının,
Milli Güvenlik Konseyi başkanı Kenan Evren’in
tek aday olarak katıldığı cumhurbaşkanlığı
seçimleriyle birleştirilmesi sonucu, Kenan Evren,
sivil yönetime geçilmesinden sonra da hayli uzun
bir süre bu vesayet yetkilerini kullanma imkanına
kavuşmuştur. Muhtemelen Evren’in döneminin
bitiminden sonra da bu makama ancak devlet
elitlerinin onayını sağlamış kişilerin seçilebileceği
varsayılmıştır”27.
Anayasaya bakıldığında cumhurbaşkanının
yasama, yürütme ve yargıya ilişkin bir takım görev
ve yetkilerinin bulunduğu görülmektedir. Bunların
bir kısmı klasik parlamenter sistem içinde doğal
sayılabilecek görev ve yetkilerdir. Ancak diğer
bir kısmı cumhurbaşkanını sembolik olmaktan
çıkarıp siyasal sistemin önemli bir unsuru
haline getiren yetkilerdir28. Cumhurbaşkanının,
Anayasa Mahkemesi başta olmak üzere, yüksek
yargı üyelerinin atanması konusundaki yetkileri,
Devlet Denetleme Kurulu’na ilişkin yetkileri ile
Yüksek Öğretim Kurumu mensuplarını belirleme
husussundaki yetkileri bu çerçevede altı çizilmesi
gereken hususlardır.
1982 Anayasasının, biraz da parlamenter sistemin
sınırlarını zorlayan bir biçimde cumhurbaşkanına
verdiği yetkiler, zaten önemli görülen bu makamın
cazibesinin artmasına neden olmuştur. Bu
durum hem cumhurbaşkanı seçim süreçlerinde
bunalımlar yaşanmasına yol açmış, hem de zaman
zaman cumhurbaşkanı-hükümet çatışması
doğurmuştur.
tarih bilinci, TEMMUZ’14
33
Kapak Konusu
2-Cumhurbaşkanın Sahip
Olduğu Yetkilerin Doğurduğu
Sorunlar
Önceki anayasalar gibi 1982 Anayasası da ilk
şeklinde, cumhurbaşkanının TBMM tarafından
seçilmesi esasını getirmiştir. Ancak biraz da 1961
Anayasasına tepki olarak cumhurbaşkanının
seçimini kolaylaştırma yoluna gitmiştir. Zira 1961
Anayasası, cumhurbaşkanının üye tamsayısının
üçte iki çoğunluğu ile seçileceğini, şayet ilk
iki oylamada bu çoğunluk sağlanamazsa, salt
çoğunlukla yetinileceğini hükme bağlamıştır
(md.95). 1982 Anayasası ise cumhurbaşkanının
üye tamsayısının üçte iki çoğunluğu ile
seçileceğini, ilk iki turda bu çoğunluk
sağlanamazsa üçüncü oylamaya geçileceğini ve
bu oylamada üye tamsayısının salt çoğunluğunu
sağlayan adayın cumhurbaşkanı seçilmiş
olacağını, bu oylamada da üye tamsayısının
salt çoğunluğu sağlanamadığı taktirde en çok
oyu alan iki aday arasında dördüncü oylama
yapılacağını ve bu oylamada da üye tamsayısının
salt çoğunluğu ile cumhurbaşkanı seçilemezse
TBMM seçimlerinin derhal yenileneceğini hükme
bağlamıştır (md.102).
Görüldüğü gibi 1982 Anayasası ilk şeklinde,
özellikle cumhurbaşkanının seçilememesi
halinde seçimlerin yenileneceği kuralını
koyarak, TBMM’yi cumhurbaşkanını belirleme
konusunda zorlama yoluna gitmiştir. Düzenleme
bu haliyle, Eylül 1980 itibarıyla altı ay içerisinde
cumhurbaşkanı seçilememiş olmasına bir tepkiydi
ve açıkça seçimi kolaylaştırıcı bir amaç güdüyordu.
Ancak Anayasanın bu açık amacı, 2007 yılında
yapılan seçimlerle ilgili Anayasa Mahkemesi
kararıyla ters yüz edilmiştir. 367 kararı olarak
ünlenen kararında Anayasa Mahkemesi, ilk iki
turda aranan üçte iki çoğunluk şartının, aynı
zamanda cumhurbaşkanlığının ilk iki turu için
toplantı yeter sayısı anlamına geldiğine karar
verdi. Oturuma katılan milletvekili sayısı 367’nin
altında kaldığı için ilk tur yapılmamış sayıldı ve
dolayısıyla diğer turlara geçilemeyeceği ifade
edildi29. Bunun üzerine iktidar partisi (AKP),
dönemin muhalefet partilerinden ANAP’ın
da desteği ile Anayasa değişikliği yoluna
gitti ve cumhurbaşkanının halk tarafından
seçilmesine yönelik düzenleme yapıldı. Dönemin
34
TEMMUZ’14, tarih bilinci
Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer değişikliği
referanduma götürdü ve yapılan değişiklik halkın
onayını aldı.
Salt bu örnek bile Türkiye’de cumhurbaşkanlığı
seçim sürecinin ne denli problemli olduğunu
ortaya koyar. Ancak sürecin güçlüğüne dair başka
örnekler vermek de mümkün. 1989’da muhalefet
Turgut Özal’ın seçildiği oturumları boykot etmişti.
2000 yılında cumhurbaşkanlığı seçim süreci
başlamadan önce ise, anayasa değişikliği yapılarak
yedi yıllık “tek dönem” şartı Süleyman Demirel
lehine kaldırılmak istenmişti. Ancak bu değişiklik
TBMM tarafından kabul edilmedi.
Türkiye’de cumhurbaşkanının sahip olduğu
yetkilerin bir diğer sonucu, zaman zaman yaşanan
cumhurbaşkanı-hükümet çatışmalarıdır. 31 Ekim
1989’da Özal sadece kendi partisinin oylarıyla
cumhurbaşkanı seçilince, muhalefet partileri
-özellikle de Demirel- onu cumhurbaşkanı
olarak tanımayacaklarını ilan ettiler ve ilk
seçimlerde indireceklerini söylediler30. Demirel
iktidara gelince, bazı hükümet kararnamelerini
cumhurbaşkanının onayına sunulma
zorunluluğundan istisna eden bir kanun çıkarıldı.
By-pass kanunu olarak bilinen bu kanunun ilgili
hükümleri Anayasa Mahkemesi tarafından iptal
edildi31.
Özal’ın vefatı üzerine cumhurbaşkanı seçilen
Demirel, Erbakan başbakanlığında kurulan Refah
Partisi ve Doğru Yol Partisi koalisyonu sırasında
başlayan 28 Şubat sürecinde açıkça hükümetin
karşısında yer almıştı32.
Demirel’in ardından cumhurbaşkanı seçilen
Anayasa Mahkemesi Başkanı Sezer ile Ecevit
hükümeti arasında, 2000 yılının Ağustos
ayında başlayan kararname krizi yaşandı.
Cumhurbaşkanı, önce Bakanlar Kurulu’nun
kabul ettiği bir kararnameyi imzalamayı reddetti,
ardından cumhurbaşkanının yedi adet kanun
hükmünde kararname ve sekiz adet müşterek
kararnameyi imzadan imtina ettiği basına
duyuruldu33. Daha sonra meşhur “anayasa
fırlatma” olayı yaşandı. Çankaya Köşkü›nde
yapılan Milli Güvenlik Kurulu›nun 19 Şubat 2001
tarihindeki toplantısında, Cumhurbaşkanı Ahmet
Necdet Sezer, Başbakan Bülent Ecevit›e anayasa
kitapçığı fırlattı. Başbakan Bülent Ecevit, yaşanan
tartışma sonunda toplantıyı terk etmiş ve bu
Kapak Konusu
olayın hemen ardından büyük bir ekonomik kriz
dalgası başlamıştı. Aynı yılın yazında koalisyon
hükümeti seçim kararı almış ve 2 Kasım 2002’de
yapılan seçimlerde, Adalet ve Kalkınma Partisi tek
başına iktidar olma şansını yakalamıştı.
Adalet ve Kalkınma Partisi’nin iktidarının ilk
beş yılında cumhurbaşkanı-hükümet çatışması
devam etti. Cumhurbaşkanı Sezer, özellikle
kararnamelerin imzalanması konusunda
çekingen davranmış; meclisin çıkardığı pek
çok kanunu, hatta Anayasa değişikliklerini bile
iptal istemiyle Anayasa Mahkemesi’ne taşımıştı.
Cumhurbaşkanı ile hükümet arasındaki uyum
için 2007 yılında yapılan cumhurbaşkanlığı
seçimini beklemek gerekti. Bu tarihte
Cumhurbaşkanı seçilen Abdullah Gül ile Recep
Tayyip Erdoğan başbakanlığında kurulan
hükümetler arasında, aynı siyasi geleneğe mensup
olmaktan kaynaklansa gerek, ciddi bir siyasi kriz
yaşanmamıştır.
3-Cumhurbaşkanının Halk
Tarafından Seçilmesi: Anayasal
Düzenleme ve Olası Sonuçları
Yukarıda da vurgulandığı gibi, cumhurbaşkanlığı
sürecinde yaşanan krizler, özellikle de 2007 krizi,
TBMM’yi cumhurbaşkanının halk tarafından
seçilmesi seçeneğinin kabulüne götürmüştür.
Bu çerçevede Anayasanın 101. maddesi,
cumhurbaşkanının, kırk yaşını doldurmuş ve
yüksek öğrenim yapmış Türkiye Büyük Millet
Meclisi üyeleri veya bu niteliklere ve milletvekili
seçilme yeterliğine sahip Türk vatandaşları
arasından, halk tarafından seçileceğini, görev
süresinin beş yıl olduğunu ve bir kimsenin en
fazla iki defa Cumhurbaşkanı seçilebileceğini
hükme bağlamıştır.
101. madde ayrıca, cumhurbaşkanlığına Türkiye
Büyük Millet Meclisi üyeleri içinden veya
Meclis dışından aday gösterilebilmesinin yirmi
milletvekilinin yazılı teklifi ile mümkün
olduğunu, ayrıca, en son yapılan milletvekili
genel seçimlerinde geçerli oylar toplamı birlikte
hesaplandığında yüzde onu geçen siyasi partilerin
ortak aday gösterebileceklerini kabul etmiştir.
101. maddenin vurguladığı bir başka husus da
cumhurbaşkanı seçilen kişinin, varsa partisi
ile ilişiğinin kesileceği ve Türkiye Büyük Millet
Meclisi üyeliğinin sona ereceğidir.
Anayasanın 101. Maddesinde belirtilen niteliklere
sahip olan cumhurbaşkanının ne şekilde, hangi
usule göre seçileceği hususu ise 102. maddede
düzenlenmiştir. Buna göre,
“Cumhurbaşkanı seçimi, Cumhurbaşkanının
görev süresinin dolmasından önceki altmış gün
içinde; makamın herhangi bir sebeple boşalması
halinde ise boşalmayı takip eden altmış gün içinde
tamamlanır.
Genel oyla yapılacak seçimde, geçerli oyların salt
çoğunluğunu alan aday Cumhurbaşkanı seçilmiş
olur. İlk oylamada bu çoğunluk sağlanamazsa, bu
oylamayı izleyen ikinci pazar günü ikinci oylama
yapılır. Bu oylamaya, ilk oylamada en çok oy
almış bulunan iki aday katılır ve geçerli oyların
çoğunluğunu alan aday Cumhurbaşkanı seçilmiş
olur. İkinci oylamaya katılmaya hak kazanan
adaylardan birinin ölümü veya seçilme yeterliğini
kaybetmesi halinde; ikinci oylama, boşalan
adaylığın birinci oylamadaki sıraya göre ikame
edilmesi suretiyle yapılır. İkinci oylamaya tek
adayın kalması halinde, bu oylama referandum
şeklinde yapılır. Aday, geçerli oyların çoğunluğunu
aldığı takdirde Cumhurbaşkanı seçilmiş olur.
Cumhurbaşkanı göreve başlayıncaya kadar görev
süresi dolan Cumhurbaşkanının görevi devam eder.
Cumhurbaşkanlığı seçimine ilişkin usul ve esaslar
kanunla düzenlenir”.
Bütün bu düzenlemeler çerçevesinde
Türkiye’de cumhurbaşkanlığı kurumunun
önemli bir değişiklik yaşadığını söylemek
gerekir. Cumhurbaşkanının halk tarafından
seçilmesinin, zaten geniş yetkilere sahip olan
cumhurbaşkanını sistem içinde daha da güçlü
kılacağı açıktır. Ancak bu gücün uygulamada
sistem değişikliğine yol açıp açmayacağı konusu
tartışmalıdır. Nitekim sistemin, seçilen kişinin
özelliklerine göre, yarı başkanlık rejimine, hatta
fiilen başkanlık rejimine dönüşmeye açık hâle
geldiğini vurgulayanlar bulunduğu gibi34, sistem
değişikliğine varan, köklü bir farklılaşmaya yol
açmayacağını ifade edenler de vardır. Bu bağlamda
tarih bilinci, TEMMUZ’14
35
Kapak Konusu
Özbudun, “Cumhurbaşkanının halk tarafından
seçilmesinin kabul edilmiş olmasının, 1982
Anayasasının cumhurbaşkanına tanıdığı geniş
yetkilerle birlikte düşünüldüğünde, hükümet
sistemimizi bir ölçüde yarı-başkanlık sistemine
yakınlaştırdığını” belirtmekte, “ancak yine
de cumhurbaşkanının Fransa’da olduğu gibi
sistemin temel unsuru haline gelmiş olduğunun
söylenemeyeceğini” vurgulamaktadır35. Kanımca
da mevcut düzenleme, cumhurbaşkanını sistemin
ana unsuru haline getirmemekte ve esaslı bir
rejim değişikliğini ifade etmemektedir.
Cumhurbaşkanını halk tarafından seçilecek
olması ve aynı kişinin iki dönem seçilebilmesine
imkan tanınmasının gündeme getirdiği bir diğer
tartışma; bunun, cumhurbaşkanının “yansızlığı”
ve “denge unsur” olması prensiplerinin terki
anlamına gelip gelmeyeceği hususudur. Doğrusu,
mevcut düzenlemenin siyasi partilerin doğrudan
desteğini almayan birisinin cumhurbaşkanı
seçilmesini neredeyse imkansız kıldığı
açıktır. Ayrıca ikinci defa seçilme isteğinin
cumhurbaşkanını siyasal hesaplar içine
çekebileceği de söylenebilir. Ancak Özbudun’un
da isabetle belirttiği gibi, tarafsızlık kanunlarla
yaratılacak bir nitelik olmaktan ziyade bir zihniyet
meselesidir. Nitekim siyaset kökenli olmayan
bir görevinde şahsın tarafsız davranacağının
garantisi olmadığı gibi, siyaset kökenli birisinin
mutlaka partizan saiklerle hareket edeceği de
varsayılamaz36. Kanımca cumhurbaşkanının
siyasetin içinden gelmesi ve dolayısıyla siyasi
pratiği iyi bilmesi gerekir. Tarafsızlık; görevin
gereği, anayasanın emri ve cumhurbaşkanı
yemininin en önemli ögesidir. Geçmişte aktif
bir siyasal hareketin içinde bulunmamakla
sağlanabilecek bir şey değildir.
III-SONUÇ
Parlamenter sistem çerçevesinde önemli olan,
yürütmenin iki kanadından birisini oluşturan
cumhurbaşkanının sorumsuz olması ve yetkilerini
ancak başbakan veya ilgili bakanın karşı imzası
ile kullanabilmesidir. Çünkü parlamenter
sistemlerde devlet başkanı (cumhurbaşkanı),
devletin başı sıfatıyla tarafsız bir hakem
konumundadır. Devlet başkanının sorumsuz
kılınması ve sorumluluk gerektiren işlerde
yetkilerini başbakan veya ilgili bakanla birlikte
kullanmasının nedeni budur.
36
TEMMUZ’14, tarih bilinci
Bu bağlamda 1982 Anayasası da tıpkı 1924 ve
1961 Anayasaları gibi, temelde parlamenter
sistemi benimsemiştir. Ancak anayasayı
yapanların cumhurbaşkanına yükledikleri
misyonun klasik parlamenter sistemle tam olarak
bağdaşmadığı, bunun da cumhurbaşkanlığını bir
vesayet makamı olarak kurgulama ihtiyacından
kaynaklandığı söylenebilir. Gerçekten anayasa,
cumhurbaşkanına, bir kısmı klasik parlamenter
sistemi zorlayan yetkiler vermiş ve bu yetkiler
cumhurbaşkanını sembolik olmaktan çıkarıp
siyasal sistemin önemli bir unsuru haline
getirmiştir. Cumhurbaşkanının, Anayasa
Mahkemesi başta olmak üzere, yüksek yargı
üyelerinin atanması konusundaki yetkileri,
Devlet Denetleme Kurulu’na ilişkin yetkileri
ile Yüksek Öğretim Kurumu mensuplarını
belirleme hususundaki yetkileri ile kararnameler
konusundaki rolü bu çerçevede altı çizilmesi
gereken hususlardır.
1982 Anayasasının, verdiği yetkiler, zaten önemli
görülen bu makamın cazibesinin artmasına
neden olmuştur. Bu durum hem cumhurbaşkanı
seçim süreçlerinde bunalımlar yaşanmasına yol
açmış, hem de zaman zaman cumhurbaşkanıhükümet çatışması doğurmuştur. Özellikle
Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde yaşanan
sıkıntılar cumhurbaşkanının halk tarafından
seçilmesi usulünün kabulüne neden olmuştur.
Kuşkusuz cumhurbaşkanının halk tarafından
seçilmesi demokratik meşruluk açısından
çok önemlidir. Ancak yeni durumun bazı
soruları beraberinde getirdiği de aşikardır.
Bunlardan ilki, cumhurbaşkanının güçlenen
konumunun, uygulamada sistem değişikliğine
yol açıp açmayacağı sorusudur. Doğrusu
cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesinin,
zaten geniş yetkilere sahip olan cumhurbaşkanını
sistem içinde daha da güçlü kılacağı açıktır.
Ancak bu gücün uygulamada sistem değişikliğine
yol açmayacağını, zira mevcut düzenlemenin
cumhurbaşkanını sistemin ana unsuru haline
getirmediğini vurgulamak gerekir.
Cumhurbaşkanını halk tarafından seçilecek
olması ve aynı kişinin iki dönem seçilebilmesine
imkan tanınmasının gündeme getirdiği bir diğer
soru, bunun, cumhurbaşkanının “yansızlığı”
ve “denge unsur” olması prensiplerinin terki
anlamına gelip gelmeyeceğidir. Doğrusu, mevcut
düzenlemenin siyasi partilerin doğrudan desteğini
almayan birisinin cumhurbaşkanı seçilmesini
neredeyse imkansız kıldığı açıktır. Ayrıca ikinci
defa seçilme isteğinin cumhurbaşkanını siyasal
hesaplar içine çekebileceği de söylenebilir.
Ancak tarafsızlık kanunlarla yaratılacak bir
nitelik olmaktan ziyade bir zihniyet meselesidir.
Tarafsızlık görevin gereği, anayasanın emri ve
cumhurbaşkanı yemininin en önemli ögesidir,
geçmişte aktif bir siyasal hareketin içinde
bulunmamakla sağlanabilecek bir şey değildir.
Türkiye’de devlet başkanlığı ile ilgili temel sorun,
Kapak Konusu
cumhurbaşkanının kim tarafından seçeceği
ile alakalı değildir. Sorun, cumhurbaşkanlığı
makamına atfedilen geleneksel vesayetçi misyon
ve klasik parlamenter sistemle bağdaşmayan
kimi yetkilerin varlığı sorunudur. Bu sorunlardan
ilki daha ziyade bir siyasal kültür sorunudur ve
cumhurbaşkanının halk tarafından seçilecek
oluşunun bu sorunu ortadan kaldırabileceği
söylenebilir. İkinci sorunun çözümü ise yapılacak
bir anayasa değişikliği ile cumhurbaşkanının
parlamenter sistemi zorlayan yetkilerine son
verilmesine bağlıdır.
Dipnot
1
2
İstanbul Şehir Üniversitesi Hukuk fakültesi Kemal Gözler, Devlet Başkanları: Bir karşılaştırmalı anayasa Hukuku İncelemesi, Ekin Y., Bursa 2001,s.3
Osmanlı Hanedanından kimin hükümdar olacağı 17. yüzyıla kadar kesin bir usule bağlanmamıştı. Bu çağdan itibaren hanedanın en yaşlı üyesinin hükümdar olacağı kuralı getirilmiştir. Bkz. Mehmet Akif Aydın,
Türk Hukuk Tarihi, Beta Y., İstanbul, 1995, s.149 vd.
3
Recai Galip Okandan, Amme Hukukumuzun Anahatları, Fakülteler Matbaası, İstanbul, 1971, s. 23 vd. ; Toktamış Ateş, Osmanlı Toplumunun Siyasal Yapısı, Ümit Y., Ankara, 1994, s.161 vd.
4
Ateş, s.165 vd.
5
Okandan, Amme Hukukumuzun Anahatları, s. 25-26.
6
Okandan, Amme Hukukumuzun Anahatları, s. 27-28.
7
Senedin siyasal iktidar yapısına etkileri için bkz. Bülent Tanör, Osmanlı Türk Anayasal Gelişmeleri, Beta Y., İstanbul, 1992, s. 27-46; Okandan, Amme Hukukumuzun Anahatları, s. 36-58.
8
Tevfik Çavdar, Türkiye’nin Demokrasi Tarihi, 1839-1950, İmge Kitabevi., Ankara, 1995, s. 22-23; Fermenın içeriği için bkz. Tanör, Osmanlı Türk Anayasal Gelişmeleri, s. 64-68.
9
Tanör, Osmanlı Türk Anayasal Gelişmeleri, s. 66.
10
Anayasanın hak ve özgürlüklerle ilgili düzenlemeleri için bkz. Tanör, Osmanlı Türk Anayasal Gelişmeleri, s. 115-117.
11
Çavdar, Türkiye’nin Demokrasi Tarihi, 1839-1950, s. 43.
12
Değişiklikler için bkz. Tanör, Osmanlı Türk Anayasal Gelişmeleri, s. 155-156.
13
Ergun Özbudun, “Türkiye’de Siyasal Kültür ve Demokrasi,” in. Türkiye’de Demokrasi ve Siyasal Kültürün Gelişmesi, Yayına Hazırlayan: Hüsnü Erkan, TDV ve DEÜAİİTE Ortak Yayını, İzmir, 1990, s.65.
14
Okandan, Amme Hukukumuzun Anahatları, s. 65.
15
Ergun Özbudun, Türk Siyasal Hayatı, Editör: levent Kılıç, Anadolu Üniversitesi Yayınları, Eskişehir 2013, s.46.
16
Özbudun, Türk Siyasal Hayatı, s.46.
17
Bkz. Ergun Özbudun, Türk Anayasa Hukuku, Yetkin Y., Ankara 2012, s.31;
18
Kemal Gözler, Türk Anayasa Hukuku Dersleri, Ekin Y., Bursa 2007, s.36.
19
Ergun Özbudun, 1924 Anayasası, Bilgi Üniversitesi Y., İstanbul 2012, s.46.
20
Özbudun, Türk Anayasa Hukuku, s.44.
21
Bkz. Mustafa Erdoğan, Türkiye’de Anayasalar ve Siyaset, Liberte Y., Ankara 2011, s.124-126.
22
Özbudun, Türk Anayasa Hukuku, s.45.
23
Tevfik Çavdar, Türkiye’nin Demokrasi Tarihi, 1950-1995, İmge Kitabevi Y., Ankara 1996, s.117.
24
Faroz Ahmad, Demokrasi Sürecinde Türkiye, 1945-1980, Hil Y., İstanbul 1996, s.300-301.
25
Bülent Tanör/Necmi Yüzbaşıoğlu, 1982 Anayasasına Göre Türk Anayasa Hukuku, Beta Y., İstanbul 2009, s.307.
26
Tanör/Yüzbaşıoğlu, s.308.
27
Özbudun, Türk Anayasa Hukuku, s.69.
28
Özbudun, Türk Anayasa Hukuku, s.329.
29
Anayasa Mahkemesinin 2007/54 sayılı kararının değerlendirmesi için bkz. Kemal Başlar, Anayasa Mahkemesinin 367 Kararı Sonrası, www.anayasa.gen.tr/367karari.doc, Erişim Tarihi: 03.06.2014.
30
Erdoğan, s.238.
31
Özbudun, Türk Anayasa Hukuku, s.334.
32
Erdoğan, s.243-245.
33
Kemal Gözler, Cumhurbaşkanı-Hükümet Çatışması, Cumhurbaşkanı Kararnameleri İmzalamayı Reddedebilir mi?, http://www.anayasa.gen.tr/catisma.pdf, s.1. Erişim Tarihi: 03.06.2014.
34
Tanör/Yüzbaşıoğlu, s.312.
35
Özbudun, Türk Anayasa Hukuku, s.354.
36
Özbudun, Türk Anayasa hukuku, s.327.
twitter_@nihatbulut
tarih bilinci, TEMMUZ’14
37
Kapak
Konusu
Dr.Cemil Ertem
Ekonomist - Yazar
Cumhurbaşkanlığı Seçiminin
Ekonomi-Politiği
Giriş- Seçim ve Bir Model Tartışması
Cumhurbaşkanlığı seçim süreci bir çok açıdan tarihi ve güncel
politik ağırlığı olan zaman dilimi. Ancak bu zaman dilimi, aynı
zamanda, Türkiye merkezli yeni bir dönüşümün başlangıcına da
tekabül ediyor. Bütün bu süreçte Türkiye, siyasi alanda olduğu
kadar ekonomide de çok önemli dönüşümleri gerçekleştiriyor. Bu
dönüşümler, Türkiye’nin, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde Osmanlı’nın
parçalanmasıyla uzaklaştırıldığı enerji ve pazar alanlarıyla yeniden
buluşması ve buralarda sınırları değiştirecek bir siyasi irade ortaya
çıkarmasıyla belirginleşiyor. Bu konuya daha sonraki başlıklarda
değineceğiz ancak bütün bu süreçte, küresel ekonomiyi yönlendirenler, Türkiye’nin Avrupa ile birlikte küçülmesini ve Avrupa’dan çok
daha hızlı büyüyerek, özellikle Almanya gibi Avrupa devletleri ile
rekabet etmesini istemiyorlar.
Bu çevrelerden ekonomide Türkiye ile ilgili gelen raporlara, açıklamalara baktığımızda çoğunlukla
iki temel noktaya ısrarlı vurgu oldouğunu görüyoruz: Birincisi; Türkiye’de halen kırılganlığın yüksek
olduğu vurgusu, ikincisi ise; 2014’ten başlayarak büyümenin yüzde 2 ile 3 arasında olması gerektiği… Örneğin IMF Türkiye’nin 2014 büyüme tahminini yüzde 3,5 tan, 2,3’e indirdi; IMF, hâlâ büyüme yüzde 4 ve üzeri olursa cari açık artar diye tutturmuş vaziyette. Nitekim, küresel finans raporu ile
ilgili basın toplantısında Para ve Sermaye Piyasaları bölüm başkanı Matthew Jones, tam da yukarıda
belirttiğimiz iki temel konuyu tekrar gündeme getirdi. İlk önce Türkiye’deki kırılganlık devam ediyor
dedi, sonra da sözü cari açığa getirerek, enflasyon ve cari açığı zorlayacak riskli yüksek büyümeden
vazgeçilmesi gerektiğini tavsiye etti. Halbuki, Türkiye’nin 2014 ilk çeyrek büyüme verileri ve diğer
38
TEMMUZ’14, tarih bilinci
Kapak Konusu
tüm göstergeler Türkiye’nin cari açığı azaltan sanayi
ve ihracat bazlı ve yüzde 4 üzerinde büyüdüğünü bize
gösteriyordu.
Ancak, IMF kaynaklı bu açıklamaları önünüze koyun
ve şu an küresel piyasaları yönlendiren bütün derecelendirme kuruluşlarının, banka ve finans kurumlarının raporlarına, aynı anda bakın aynı vurguları
görürsünüz. Sizin siyasi ve ekonomik kırılganlığınız
var; büyümeyi düşürün.
İşte cumhurbaşkanlığı seçimi süreci Türkiye için bir
ekonomik model tartışmasıyla birlikte gelmiştir bize
göre. Bu model tartışması Başbakan’ın Merkez Bankası’nın, özellikle 17 Aralık’tan sonra uyguladığı yüksek
faize dayanan para politikasına eleştiri olarak başlamıştır.
Tabii ki büyümeyi, Türkiye gibi dinamik bir ülkede
kısa yoldan düşürmenin en kestirme ve sonuç alıcı
yolu; faizleri yüksek tutmak, hatta dünyada en yüksek reel faizi veren ülke olmak… Ama işin acı tarafı,
artık ipliği pazara çıkan ve en bildik kaynak aktarma
yöntemlerinden biri olan bu kandırmaca bizim bası-
nımızda, akademide hatta ve hatta ekonomiyi yönlendiren kamu kurumlarımızda yaygın kabul görüyor.
Eski Ezberler
Öncelikle Türkiye’de büyüme artarsa, enflasyon ve cari açık artar yalanına gelelim.
Bu sav tam da IMF’nin dayattığı ortodoks-neoliberal para ve maliye politikaları
geçerli olursa doğruluğu olan bir savdır.
Bu politikalar, gelişmekte olan ülkeler için
şu ezberi tekrarlarlar: ‘Paranızın değerini,
ancak kısa vadeli yüksek girişlerle korursunuz, bunun için de faizler daima ortalama
sanayi karlılıklarından yüksek olmalıdır.
Küresel tekelci yapılara bağlı tekel sistemi dışındaki KOBİ’lerin dış pazara dayalı
denetimsiz ve hızlı büyümeleri yüksek
fon ihtiyaçları ve kamusal alt yapı yatırımı
taleplerini oluşturur bu da, enflasyonist
ve açık artıran bir unsurdur.’ Gereksiz (!)
altyapı yatırımları, kamuda ve sanayide iç
talebi yukarı çekecek yüksek ücret ve banka
sisteminin tekeller dışındaki sanayiyi fonlaması IMF’ci politikalar için yasaklar listesindedir. Hele hele beşeri sermayeyi yukarı
çekecek sağlık ve eğitim harcamalarının
bütçede artması kafası, neoliberal safsatalarla dolu bir
‘piyasacı’ için kıyametin erken habercisidir. Bundan
dolayı siz bütün ekonomik dengelerinizi, kısa vadeli
girişlerle açık kapatma ve bir kaç tekel üzerinden dışa
açılma ve sanayileşme (!) üzerine oturtmuşsanız; tabii
ki paranızın değerini, yüksek faizle kısa vadeli sermeye çekerek yukarıda tutacaksınız, tekelci yapıların
içeride ara malı sanayiyi öldürüp ucuz kurdan ithalat
yapmasını sağlayacaksınız, böylece ara malı ithaline
bağlı açık vermek kaderiniz olduğu gibi, bunların
dayattığı para ve maliye politikaları da vazgeçilmez,
tek doğru amentü olacak. Ama bu tam da Türkiye’nin
cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde ve sonrasında terk
etmek zorunda olduğu bir model tartışmasıdır. Basit
bir faiz ya da para politikası tartışması değildir.
Peki Türkiye ne yapmalı? Kalkınma Bakanlığı’nın 10.
Beş Yıllık Kalkınma Planı belgesine bakmak yararlı
olabilir. Buradaki sanayi ve bilgi toplumuna geçiş başlıklarını hayata geçirmek doğrultusunda; Türkiye’nin
tarih bilinci, TEMMUZ’14
39
ekonomi ile ilgili bütün kurumları, başta TCMB, eski
Türkiye’ye hatta eski “dünyaya” ait olan politikalardan vazgeçmek durumunda bizce. Faizler, bu ülkede
daima ortalama sanayi karlılıklarından aşağıda ve
TL rekabetçi ve gerçek değerinde olmalı… Enerji
yatırımları, girdi tedarikini ve ihracatı destekleyen
altyapı yatırımları ve beşeri sermayeyi destekleyen
eğitim, sağlık, ulaştırma ve diğer sosyal yatırımlar
devam etmeli. Uzun vadeli küresel yatırımları çekecek
yatırım ortamını iyileştiren reformlarını yapmalıyız.
Ar-Ge getiren küresel yatırımları çeken ve Ar-Ge
40
TEMMUZ’14, tarih bilinci
oranını GSYİH içinde yukarı tırmandıran adımlar da,
açık olarak söyleyelim, cumhurbaşkanlığı seçiminden
sonra Türkiye’yi bekliyor.
Siyasi Kırılganlık ve Demokrasi
Gelelim şu siyasi kırılganlık meselesine; neredeymiş
bu siyasi kırılganlık?
Türkiye’nin doğusunda kirli bir savaş varken, altı ayda
bir değişen, askerin postal sesini kapı arkasında bekleyen, asker düdük çalınca kapı arkasından fötr şapkasını alıp giden siyasetçiler ve koalisyon hükümetleri
Kapak Konusu
zamanında siyasi kırılganlıktan pek bahsetmiyorlardı
şimdilerde siyasi kırılganlık diye tuttaran çevreler…
Bütün bu süreçte Türkiye, hem içeride hem de bölgede demokrasiye bağlı bir siyasi istikrarın adımlarını atarken mi siyasi kırılganlık oluyor? Tam aksini
söyleyebiliriz; Türkiye, tarihinin en sorunsuz ve en
şaibesiz, vesayetten uzak cumhurbaşkanı seçimini
yapacak. Halkın siyasi tercihleri ilk defa bu kadar
yukarıya taşınıyor ve bu gerçek demokratik bir siyasi
istikrardır.
Ama siyasi istikrarı baskı ile oluşturmak isteyen Türkiye oligarşisisi, aynı zamanda, Orta Doğu’da bitmek
bilmeyen savaşlara ve yoksulluğa da yol açtı. Türkiye,
GAP’ı bile bu amaçla yaptı. Yani Dicle ve Fırat’ın önünü kesmek için yaptı. GAP, ancak 2008 Eylem Planı
ile bir kalkınma projesine dönüştü. Bu süreç aynı
zamanda, sıkışmış, saldırgan ve Batı’nın savaş çıkarmak için kullandığı bir İsrail’i doğurdu. Bakın şimdi
İsrail, Doğu Akdeniz’de, kanıtlanmış enerji kaynaklarına ulaştı. İsrail’in de, Kürtlerin yaptığını yapmaktan
başka çaresi yoktur. Yani Türkiye ile anlaşacak, Güney
Gaz Koridoru’na dahil olacak ve Orta Doğu halklarıyla barışacak.Türkiye ve bölge halkları, 20. yüzyılın ilk
çeyreğinde ellerinden alınanları geri alıyorlar. Bu da
yeni bir dönem ve yeni bir başlangıç demek.
Çember kırıldı.
2008’de Başbakan’ın ısrarı ile başlayan, GAP Eylem
Planı ve IMF ile 20. stand by anlaşmasının yapılmaması ile kendini gösteren büyük kırılma, küresel
krizin de etkisiyle, pek su yüzüne çıkmadı. AK Parti
iktidarları, para politikası tarafında, geleneksel neoliberal politikaları ‘enflasyon hedeflemesi’ denen çerçevede yürütmeye çalışırken, maliye politikalarında da,
bütçe disiplinini öne çıkartan ve kamunun borçlanma
gereğini düşürüp, faiz oranlarını böylece aşağıya çekmeye çalışan yolda köklü değişikliğe gitmediler.
Ekonomide Değişim Başlıyor
Ancak 20 0’dan başlayarak Derviş’in, ortodoks IMF
politikalarının katı bir versiyonu olan ‘Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı’ delinmeye başladı. Özellikle
Merkez Bankası’nda Durmuş Yılmaz dönemi son-
rası Merkez Bankası, yalnız fiyat istikrarını, finansal
piyasaların istikararı ile sınırlı görmeyen, yeni ve faiz
dışında da elindeki araçları çok yönlü kullanan bir
patikaya geçti. Ancak bu patika, Erdoğan’ın eleştirdiği
ana yoldan kesin bir çıkış içermiyordu. Öte yandan
maliye politikası tarafında da Türkiye, bütçeden,
beşeri sermayeyi öne çıkartacak eğitim, sağlık gibi
alanlara daha fazla pay ayırmaya başlamıştı.
Tabii özellikle 3. Dönem AK Parti iktidarı, hem anti-tekel düzenlemelerle ve Rekabet Kurumu, EPDK
gibi kurumları çalıştıracak adımları attı hem de Türkiye’nin ihracatını sanayi yönlü yukarı çekecek altyapı
yatırımlarına hız verdi. Açılması sobotaj nedeniyle
geciken hızlı tren hatları, metrolar, limanlar, duble
yollar, havalimanları, üniversiteler ve üniversite hastaneleri, bu yatırımlara örnektir.
Erdoğan yalnız faizin bir düzenleme aracı olarak kullanıldığı para politikasının, yalnız finansal alanlardan
başlayan ve hizmet sektörüyle devam edip ancak inşaat gibi alanları büyüten kısır bir ekonomi döngüsü
olduğunu biliyordu ve burada acil makas değişikliği
talep ediyordu.
Başbakan’ın eleştirdiği şu enflasyon hedeflemesinden
örnek verelim:
Türkiye gibi ülkeler, krizlere neden olan doksanlı
yıllarda ve 2001 krizine giden yolda, İsrail Merkez
Bankası eski Başkanı Stanley Fischer’in teorisine katkı
yaptığı, gevşek sabit kur rejimi uygulamışlardır. Aslında ‘sürünen parite’ denen bu kur rejiminde, Merkez
Bankaları, enflasyon hedeflemesi adı altında, fiyat
istikrarı için örtülü bir kur hedeflemesi de yapıyorlardı. Bu da genellikle yerli parayı değerli tutma şeklinde
oluyordu. Enflasyon hedeflemesi aslında bir nevi kur
hedeflemesidir ve faizin tek silah olduğu, dışarıya faiz
yoluyla en çok kaynağı aktarmanın modelidir ve doksanlı yıllarda ortaya atılan Washington Uzlaşısı’nın en
ciddi para politikası aracı olarak da ün yapmıştır.
Şimdi doksanlı yıllardaki bütün gelişmekte olan ülke
krizlerine ve Türkiye’deki 1994-2001 krizlerine bakın;
bunların arkasında iki önemli ‘Fischer-IMF’ dolandırıcılığı’ olduğunu göreceksiniz. Birincisi bu ülke-
tarih bilinci, TEMMUZ’14
41
Kapak Konusu
lerde, bir serbest piyasa altyapısı, hukuku ve bunun
düzenleyici kurumları oluşmadan denetimsiz finansal
‘serbestlik’ (!) aşılanmıştır. İkincisi de kur rejimleri,
bu ülkelerin sanayisini öldürecek ve Batı’nın fabrikası
olan Çin’e bu ülkeleri mahkum edecek şekilde ara kur
rejimleri olarak dizayn edilmiştir. Bütün bu dönemde Çin, parasının değerini düşük tutarken, Fischer
ve IMF gibilerini rehber edinen Türkiye, Meksika,
Arjantin, Brezilya, Rusya gibiler değerli yerli para
hedeflemesi yapmışlar ve faizleri yüksek tutmuşlardır.
Dolayısıyla bu ülkelerde ‘dış ticarete konu olan mallar’
ekonomisi -tam olarak- gelişmemiş ancak doğal kaynakları yerinde olan Rusya gibi ülkeler geçici olarak
‘durumu’ kurtarmıştır. İşte bizim bu çalışmada Erdoğan Ekonomisi olarak nitelendirdiğimiz olgu tam da
bu durumun aşılmasıdır.
Tabii burada, Erdoğan’ın aşmamız lazım dediği,
yüksek faiz-enflasyon sarmalı, Türkiye’nin dışarıya
kaynak aktarmasını sağlayan en önemli mekanizmalardan birisi idi. Yüksek faiz, yalnızca finansal
maliyet açısından enflasyon nedeni değildir, yüksek
faiz sanayi, istihdam açan yatırımları öldürdüğü için,
ithalata-borca dayalı bir tüketim-israf ekonomisinin
yolunu açar ve enflasyonu kronik hale getirir; tabii bir
müddet sonra, bu durum işsizlikle birleşir ve bizim
stagflasyon dediğimiz yüksek işsizlik, yüksek enflasyon görüntüsüne yol açar ki, bu sürekli kriz halidir.
Tam burada Başbakan o gün, yani tarihsel bir ironi
olarak da tarihe geçecek o 27 Mayıs 2014 günü partisinin grup toplantısında kürsüden tam şunu diyordu
Merkez Bankası’na: ‘Siz ne yapıyorsunuz arkadaş,
farkında mısız’
Esasında buradaki eleştiri, Erdem Başçı ve ekibine
değildi o gün; Başbakan, onların önlerindeki kanunu
ve yazılı ya da yazılı olmayan –bir gelenek olarak da
1940’lı yılların sonundan bugünlere gelmiş- protokolleri uygulamakta görevli memurlar olduğunu biliyordu. Üstelik ellerinin altındaki teorik iktisat araçları
da, çok kısıtlı. Keynes iktisadı ve neoliberal iktisat
karışımı iktisat teorisi hala geçilmez bir çemberdi.
Ancak bundan öte bu kısır döngünün ekonomik
sonucu sürekli kriz hali olduğu gibi, siyasi sonucu da
sürekli siyasi iradesi elinden alınmıy bir halktır. Yani
42
TEMMUZ’14, tarih bilinci
sürgit darbe ya da örtülü darbe düzeniydi ve bunun
da Erdoğan farkındaydı.
Bölgesel Güç Arayışları
Hemen 2001 krizinden başlayarak… Erdoğan dönemi
ekonomi, aslında bir yerden sonra Türkiye’nin bölgesel bir güç olması arayışlarını da içerir. Bu bakımdan
bu dönemde, değişen dış politika çerçevesine özellikle
Davutoğlu döneminde belirginleşen dış politika yoluna da, Türkiye’nin bölgesinde yaptığı enerji anlaşmaları ve sermaye ihracı çerçevesinde değineceğiz.
Enerji Entegrasyonu
Türkiye’de çözüm süreci bütün provokasyonlara
rağmen devam etti bu süreçte ama çözüm süreci aynı
zamanda Türkiye’nin kendi doğusu ile ekonomik
olarak buluşması anlamına da geliyordu. Türkiye,
ekonomide özellikle TCMB eliyle yeni bir yola girmeye çalışıyordu. Bütün bu süreci, taçlandıran en önemli
gelişmede Güney Gaz Koridoru idi... Güney Gaz
Koridoru, Doğu ile Batı’yı Türkiye üzerinden birleştirecek ve Yeni İpek Yolu Projesi’ni enerji tarafından
tamamlaycak 21. yüzyılın, en büyük enerji projelerinden birisidir bizce.
Bakü’de Azerbaycan’dan Gürcistan’a ve oradan İtalya’ya uzanacak (SCP, TANAP ve TAP) projeleriyle
ilgili startı veren imzalar bu süreçte atıldı. Bu projeler
Güney Gaz Koridoru’nun gerçekleşmesi ve Avrasya’nın gerçek anlamıyla ortaya çıkması -bütünleşmesi- anlamına geliyordu. Çünkü Şah Deniz ikinci
fazının hayata geçmesi ile Azerbaycan, Gürcistan,
Türkiye, Yunanistan, Bulgaristan ve İtalya ekonomileri enerjiden başlayan bir entegrasyon sürecine de
giriyorlardı.
İşte tam da bu anlaşmanın imzalandığı saatlerde
Başbakan Erdoğan, Avrupa’yla olan vize meselesinin
aşılacağını anlatıyor ve ‘Ben AB sürecini cebimde
taşıyorum, Türkiye kararlıdır.’ diyordu. Bu vurgu,
Türkiye’nin iddia edildiği gibi, bir “eksen” kayması
içinde olmadığını ancak artık kendi batısı kadar kendi
doğusuna da döneceğini bize anlatıyordu.
Bütün bunların bu süreçte tarihsel olarak şu karşılığı
Kapak Konusu
vardı: Yıllardır siyasi ayrılıklar, çekişmeler sonucunda
çok önemli ekonomik zorluklar yaşayan bölge ülkelerinin bu makus talihinin son bulması demek. Avrasya Bölgesi’nde gerçek anlamda piyasa ekonomisinin
ve onun demokrasisinin de adımlarının atılması ve
bütün bu bölgede neocon çetelerinin, diktatörlüklerin, bir daha geri gelmemek üzere son bulması demek.
Azerbaycan ve Türkiye’nin çok önemli katkılarıyla
gerçekleşen ve ihtiva ettiği rakamsal büyüklükten çok
daha fazla tarihi ve ekonomik, siyasal ağırlıklar taşıyan Güney Gaz Koridoru, barışın, refahın ve gerçek
anlamda bütünleşmenin en önemli ve tarihi adımlarından birisiydi. Tabii Güney Gaz Koridoru projesine
siz Türkiye’nin K. Irak (Kürdistan Bölge Yönetimi)
ile yaptığı enerji anlaşmaları ve daha önemlisi Güney
Gaz Koridoru’na zorunlu olarak İran hatta İsrail’in
eklemlenmesi gerçeğini de ekleyin. Bu, yeni bir Türkiye, yeni bir Ortadoğu hatta yeni bir dünyadır.
Erdoğan’ın Adaylığı ve
Üç Temel Yönelimi
Başbakan Erdoğan’ın cumhurbaşkanı adayı olması
ve seçilmesi, bize göre, ekonomik olarak Türkiye’yi
olumlu etkileyecek bir gelişmedir. Ancak bu da bir
yere kadar önemlidir; örneğin Erdoğan etkin bir icracı olarak partinin başında devam eder ve onun politik
çizgisini takip edecek bir cumhurbaşkanı da olabilir.
Çünkü halkın seçtiği bir cumhurbaşkanı gücünü tereddütsüz kullanacaktır. Zaten Başbakan bunu, “Ben
seçilirsem yetkilerimi tam kullanırım.” diyerek belirtmiştir de. Burada önemli olan Türkiye’nin bu seçimrden sonra hızla başkanlık sistemine gidecek yolları
açması ve bu doğrultuda bir Anayasa değişikliği
yapmasıdır. Bu politik hat, özellikle 2008’de başlayan
ancak Ak Parti’nin 3. dönem iktidarı ile belirginleşen
ve Erdoğan’da somutlanan üç temel yönelim ile ortaya
çıkmıştır. Şimdi bu üç temel yönelim, cumhurbaşkanlığı seçiminde ortaya çıkarsa bu, 2015 seçimlerinin
sonuçlarını bile gölgede bırakacak bir belirginliktir.
Çünkü Erdoğan’ın üç temel ve vazgeçemeyeceği yönelimi var ki, bunlar; onu var eden, ona desteği sağlayan
yönelimlerdir.
Birincisi; Kürt barışı, yani çözüm sürecidir; Erdoğan’ın ya da onun politik hattını takip edecek bir
adayın, cumhurbaşkanı olması, yasal düzenlemerle
bu sürecin kalıcılaşmasına büyük katkı yapacaktır.
İkincisi; Türkiye’nin yapıcı ve barışa dönük yeni
bölgesel dış politikasıdır. Özellikle Rusya’nın Kırım
ilhakinden sonra bu politika, Batı tarafından da anlaşılmaya başlanmıştır. Bu politikaya bağlı olarak enerji
yatırımları ve Pasifik’ten gelen transit yol geçişleri
Erdoğan’la belirginleşen ve sınır değiştirecek önemde
gelişmelerdir. Ve nihayet ekonomide, bir avuç tekel
ve bunların dayandığı küresel egemen sistem lehine
çalışan yerleşik sistemin bitirilmesi; buna bağlı olarak
yeni rekabetçi, dışa açık ve benim yukarıda anlattığım
kalkınma persfektifinin bunun yerine geçmesi… İşte
bu üç temel Erdoğan yönelimi, halkın seçtiği bir cumhurbaşkanlığı müsessesi ile kalıcılaşabilir ve bu da
yalnız Türkiye’de değil, bölgede de demokratik siyasi
istikar demektir.
Şimdi biz bu üç temel yönelimi anlatalım.
Çözüm Süreci ve Ekonomi
Türkiye aslında çözüm süreci ve Kürt Barışı’na geçişe
2008 yılında GAP Eylem Planı ile başladı. Bu tarihte
IMF ile 20. stand-by anlaşmasının imzalanmaması
ve GAP Eylem Planı bize hem bu günleri anlatıyor
hem de Erdoğan’ın, tam da cumhurbaşkanlığı seçim
sürecinde belirginleşen yeni yolunun işaretlerini veriyordu. Öte yandan Türkiye’nin K.Irak enerji alanlarına ulaşması ve Kürt yönetimi ile uzun vadeli enerji
anlaşmaları yapması çözüm sürecinden ayrı değerlendirilemez.
Bölgenin Sınırları Değişiyor
Bütün savaş baronlarının, Rusya’nın, Almanya’nın
ve de ‘Büyük’ Britanya’nın karşı çıktığı, İran’ın ve de
İsrail’in olmaması için her türlü yolu denedikleri anlaşmayı Türkiye, 2013’ün Kasım ayında K. Irak Kürt
Yönetimi ile imzalıyordu. Türkiye ve K. Irak Kürt
Yönetimi arasında, tarihi ve güncel önemi çok büyük
K.Irak enerji kaynaklarını, dünya pazarlarına kazandıracak anlaşma bize göre Türkiye merkezli yeni bir
birliğin ilk imzası idi aslında.
tarih bilinci, TEMMUZ’14
43
Kapak Konusu
Bu anlaşmayla, başlangıçta yılda 10 milyar metreküp
doğalgaz akışının sağlanacağı boru hattı 20 milyar
metreküpe kadar çıkacak. Bu, Türkiye’nin yıllık gaz
tüketiminin yarısına yakın bir büyüklük demek. Ayrıca, K.Irak petrol ihracı günlük 2 milyar varile kadar
çıkabilecek ve K. Irak petrol hattı, Aralık ayından
itibaren, Kerkük-Ceyhan’a da bağlandığı takdirde 700
bin varile ulaşacak ve ikinci hatta, bu hattın 700 bin
varille tam kapasiteye ulaşmasından sonra devreye
girecek.
2013 yılının Mart ayında Hükümet, hem torba yasa
ile enerji piyasasını düzenleyen kanunları çıkartıyor,
hem de bunlara ve sürece eşlik edecek petrol kanununu Meclis’ten geçiriyordu. O günlerde Ceyhan’ın
tıpkı Nymex, Brent gibi bir enerji fiyatı markası olabileceğini söylemiştik:
‘Bugün Kuzey Irak Kürt Bölgesi’nde yaklaşık 45
milyar varillik petrol rezervi olduğu hesaplanıyor.
Kuzey Irak’ta tahmin edilen doğalgaz miktarı ise
3,2 trilyon metreküp, yani Türkiye’nin gaz ihtiyacını
300 yıl karşılayabilecek büyüklükte. Öte yandan bu
enerji hatlarının Bakü-Hazar enerji hatlarıyla birleşip
Avrupa içlerine kadar gideceğini söyleyelim. Yani
bırakın Irak’ın güneyini, yalnız Kuzey Irak, Azerbaycan, Hazar enerji hatları bile yeni bir Türkiye, yeni
bir Orta Doğu ve sonrasında yeni bir dünya doğurur.’
(Anadolu Ajansı, 6/03/2013)
Bu aynı zamanda, yeni bir ekonominin hem fiyat hem
de arz olarak ortaya çıkması demekti. Ceyhan’ın, hem
Hazar hem de K.Irak kaynakları ile devreye girmesine
parelel olarak, Türkiye’de enerji borsası da devreye
girecek ve enerji fiyatlamasındaki tekel ve buna bağlı
şişkinlik ortadan kalkacak. Türkiye, en yakın piyasa
olduğu için, Genova piyasasını esas alıyor. Bu piyasanın, artık iki önemli sorunu var Türkiye açısından.
Birincisi; bu piyasa, krizle birlikte ekonomik saiklerden ziyade siyasi ve spekülatif kısa vadeli yönlendirmelerin yoğun etkisi altında... Örneğin Türkiye’deki
rafineri bu piyasada düşen bir fiyatı beş gün içinde
yeniden, aynı doğrultuda, fiyatlamak zorunda... Ancak bırakın beş günü beş saat içinde bile fiyat yeniden
yukarı çıkabiliyor. Çünkü fiyatı, çok uzun süreden
44
TEMMUZ’14, tarih bilinci
beri arz-talep dengesi belirlemiyor. Burada fiyatı
belirleyen tekellerin uzun vadeli planları ve günlük
siyasi gelişmelerden yararlanan spekülatörler. Böyle
olunca, Türkiye’deki rafineri aşağı yönlü fiyat olduğu
zaman son güne kadar bekliyor, nasılsa yukarı çıkar
diye... Ancak yukarı yönlü fiyatlama olduğu zaman
bu tabii ki böyle olmuyor. Burada tabii ki küçük ve
anlık fiyat değişimlerinden bahsetmiyorum. Hatırı
sayılacak iniş ve çıkışlardan bahsediyorum. Bugün bu
piyasada ekonomik rasyonalite ve derinlikten bahsedemeyiz. Böyle olunca, hem K.Irak kaynaklarını hem
de Hazar kaynaklarını Akdeniz’e getiren ve Güney
Gaz Koridoru ile de Avrupa’ya götüren Türkiye’nin
bu spekülatif piyasaya-artık- mahkum olacağı düşünülemez. İşte enerji borsası, tam böyle bir projedir ve
Akdeniz Çanağı’ndaki enerji fiyatlamasını arz yönü
olarak ve doğru olarak yeniden belirlemenin ilk adımıdır. Bugün Genova piyasası ve Brent petrol fiyatları
arz ve talep yönlü belirlenmiyor. Türkiye’nin K. Irak’la
yaptığı bu anlaşmadan sonra Akdeniz Çanağı enerji
fiyatlamasında, arz odaklı, yeni bir dönem başlıyordu
bu adımlarla. Bu adımlar bize aslında halkın seçtiği
bir cumhurbaşkanı ile kalıcılaşacak yeni bir dönemin
başlangıcını da anlatıyordu.
İşte bu başlangıç, bize göre, yalnız ekonomik ve finansal bir başlangıç değildir. Siyasi olarak da yeni bir
dönemi anlatır bize.
Tarihsel Arka Plan
Musul’un ve Mezopotamya’daki petrol bölgelerinin
işgali, İngiliz Deniz Kuvvetleri’nin petrol uzmanı
Oramiral Edmon Slade’in 29.7.1918 tarihli raporuna
dayanır. İşte bu rapordan sonra hemen Mondros’a
dayanarak (30 Ekim 1918) İngilizler Musul’a girmişlerdir. İşin bundan sonrası Lozan, Ankara anlaşması
ve Türkiye’nin bu anlaşmaya bağlı olarak Irak petrol
gelirlerinden alacağı meseleleri, Britanya’nın (Batı’nın) çıkarları doğrultusunda gerçekleşmiştir. Buraya, ikinci savaştan sonra ABD dahil olmuş, ancak, bu
kaynaklar, gerçek anlamıyla, Rusya ve Kara Avrupa’sı
dengeleri de gözetildiği için, hiç bir zaman ortaya
çıkarılıp doğru dürüst ticarileştirilmemiştir.
Enerji arzı, Batı’nın denetiminde ve belli dengeler
Kapak Konusu
gözetilerek, Rusya ve Suudi Arabistan merkezli yürütülmüştür. Örneğin OPEC’te, İran dahil olmak üzere,
Batı’dan bağımsız davranan hiç bir ülke belirleyici
olamamıştır. İran’da 1979’dan sonra, yani devrimden
sonra, Batı’nın istediğini yapmış ve rafinirelerini rekabet edecek şekilde yenilememiştir.
Aslında bu, hem İran’ın hem de Batı’nın işine geliyordu. İran burada dışa açılmayı seçseydi, ülke dışa
açılacak ve zenginleşecekti. Bu da İran’da gerilime
dayanan tekelci bürokratik molla diktasının sonu
demekti. Batı’da, tıpkı Baas diktatörlüğü altındaki Irak
gibi, İran’daki bu enerji kaynaklarının yukarı çıkmasını istemedi. Öte yandan Sovyet Rusya ve sonrasında
gelen oligark diktatörlük de, Türkmenistan ve özellikle Azerbaycan -Hazar- kaynaklarınının dünyalaşmasını önledi.
Türkiye’de ise Kemalist rejim ve onu takip eden askeri
vesayet diktaları, Türkiye’nin, K.Irak, Kafkasya ve Halep-Lazkiye ekonomileri ile bütünleşmesini önlediler.
İşte Türkiye, özellikle 3. Dönem AK Parti iktidarında
bunu yaptı.
Yani Türkiye, tam bu dönemde, Osmanlı’nın parçalanması sonrası terk etmek zorunda kaldığı tüm
enerji ve pazar alanlarına dönüyordu.
Cumhurbaşkanlığı Seçimi ve 3. Dönem
AK-Parti, 3. dönem iktidarına 12 Haziran 2011’de
başlamıştı.
Başbakan Erdoğan, seçim sonuçlarının belli olduğu
gece AK Parti Genel Merkezi’nden yaptığı balkon
konuşmasına yalnız Türkiye’ye selam vererek başlamamıştı, Avrupa’dan, Orta Doğu’ya ve Afrika’ya kadar, eskiden Osmanlı egemenliğinde olan, tüm İslam
coğrafyasına da selam göndermişti.
Sonra Eylül ayında Başbakan Orta Doğu turuna
çıkmıştı. Erdoğan’a Orta Doğu’da çok büyük bir ilgi
vardı ve hem Türkiye hem de Erdoğan bu coğrafyada
yeni bir başlangıcın simgesi olarak görülüyor ve Arap
Baharı’nı sürükleyen siyasi hareketler, Türkiye’ye de
bakarak kalıcı bir değişiminin nihayet gelmekte olduğunu görüyorlardı.
Arap Baharı rüzgarı ile birlikte Orta Doğu, dünya
medyasında Türkiye ile birlikte anlatılmaya başlanmıştı o tarihlerde… Erdoğan’ın Libya’dan, Lübnan’a
kadar olan ziyaretlerinin etkilerini bizdeki malum
medya görmemeye çalışsa da Batı medyası bunu,
endişeli de olsa, görüyordu. Aslında batı medyasının
büyük bir bölümü, Türkiye’nin Orta Doğu’da öne çıkmasını, ‘bakın Türkiye bölgenin kaymağını yiyecek,
biz geç kalıyoruz’ arka planı ile veriyordu o günlerde… Nitekim Sarkozy’nin apar topar, Erdoğan’dan
önce, Libya’ya kapağı atması bu yayınların, belli
ölçüde amacına ulaştığını gösteriyor ve zaten Sarkozy
de dedesi De Gaulle’u aratmayacak Libya hamlelerini
yapmaya başlıyordu.
Tam o tarihlerde Libya Ulusal Geçiş Konseyi Başkanı
Abdülcelil, Libya’nın yeni yönetim biçiminin demokratik şeriat olacağını söylüyor ve Mısır’da ilk seçimlerde işbaşına gelme ihtimali hayli güçlü olan İhvan ise
öyle laiklikle falan alakalarının olmadığını, İslami bir
yönetim biçiminin Mısır için en uygun yol olacağını
belirttiyor ve bu söylemler, Suriye muhalefeti için
de politik bir yol oluyordu. Tunus’da ise iktidarın en
güçlü adayı Hizb-al Nahda’nın başındaki Raşid Al
Gannuşi’nin Müslüman Kardeşler (İhvan) geleneğini
oluşturan Seyyid Kutub’un fikirlerini kendisine bayrak edinmişti. Bu gelenek, İslam’ın bir barış ve adalet
dini olduğundan hareketle; bunu bu coğrafyada ve
giderek dünyada (ümmet) gerçekleştirmeye yönelik
yeni bir siyaset (demokrasi) oluşturma çabasındaydı
ve Türkiye’nin Erdoğan liderliğinde güçlenmesi bütün
bu büyük değişime güç veriyordu ve bu değişimin yol
haritasını oluşturuyordu.
2010 referandumundan ve 2011 seçimlerinden güçlenerek çıkan Erdoğan, bize göre, işte bu tarihlerde yol
haritasını tamamen değiştirdi. Aslında bu değişimin
öncüsü, 2008 yılında IMF ile ilişkilerin kesilmesi ve
Türkiye’nin kendisine ulus sınırlarını aşan yeni bir
ekonomi politikası seçme iradesi göstermesi idi.
İşte aynı günlerde, GAP Eylem Planı ile Türkiye ‘çözüm sürecine’ başlıyordu aslında. Yukarıda özetlediğimiz ve büyük ihtimalle cumhurbaşkanlığı seçiminden
sonra devam edecek olan süreç tam bu tarihlerde
başlamıştı.
tarih bilinci, TEMMUZ’14
45
Kapak Konusu
Tam bu tarihlerde Türkiye’de, tam şimdilerde görmeye başladığımız, büyük ayrışma başlamıştı. 2010
referandumuna kadar Erdoğan’a destek veren ve iktidar-örtülü- koalisyonu içinde yer alan Batı referanslı
güç ve yapılar, Arap Baharı’na bağlı olarak Türkiye’nin
bölgesel güç olma ve buna bağlı yeni bir birlik oluşturma stratejisini sezdiler ve 2011 seçimleri sürecinde
ve hemen sonrasında, bu stratejinin simgesi olan
Erdoğan’a yönelik karalama kampanyası ile birlikte
büyük kopuş başladı. Çünkü Erdoğan ve çevresi, Lozan’la birlikte sınırları çizilen Türkiye’nin dışına çıkmaya başlamıştı. Kendilerini ‘liberal’ olarak anlatan
ama aslında oligarşinin batıcı ve seçkinci kanadının
ideologluğuna soyunan kesim, ilk olarak yüksek sesle
muhalefet yapmaya başladı. Bu muhalefetin etkisinin
çok güçlü olacağı ve Erdoğan’a karşı başarılı olamayan ulusalcı-Kemalist muhalefetin yerine geçerek,
Kürt hareketi ve sol tarafla da birleşeceği hesapları
yapılıyordu; çünkü bu kesim, o ana kadar Türkiye’nin
Kemalizm dışına taşan ‘resmi’ Batıcı-laik ideolojisini
yapan, üreten kesimdi. Devlet içinde, bütün stratejik
devlet birimlerine parelel örgütlenen uluslararası yapı
ile de bu kesim, resmi-liberal ideolojide buluşuyordu.
Bunlara göre, Arap Baharı ya da demokrasisi, kabile
ve aşiret toplumu düzeyini aşamamış ‘Arapların’ işi
olamazdı. Başta Mısır’da İhvan’ın işbaşına gelmesi
olmak üzere, bütün bu coğrafyada İslami demokratik
dönüşümler, esasında yeni ‘şeriatçı’ diktatörlüklere
dönüşecekti ve Türkiye’de aslında Erdoğan ile bu yola
gidiyordu.
Bir Batı ‘Amentüsü’
Bu bakış açısı, aslında 17 Aralık sürecini tezgahlayan örgütün ve onun medyasının da Washington ve
Londra merkezli düşünce kuruluşlarından devşirdiği
ve bir amentü olarak yaydığı muhalefet çizgisi idi.
Bu çizgi, içeride kesif bir Erdoğan düşmanlığı ile
laik-Kemalist cephe ile buluşurken dışarıda CNN gibi
kuruluşların bayraktarlığını yaptığı, ‘Araplar, Türkler,
Kürtler bu coğrafyada ‘demokrasi’ falan kuramaz, hele
İslam referansı ile bu hiç olmaz.’ cümlesine sığan ırkçı
ve İslomofobik siyasi çizgi ve onun ideolojik cephesi
ile çakışıyordu.
İşte bugün bu ideolojik-politik hakimiyet, sefil duruma düşürek tarih oluyor.
Çok açık olan Irak IŞİD saldırısının nedenlerini ve
giderek Orta Doğu coğrafyasında olup bitenleri bile
göremeyecek duruma düşen bu ideoloji üreticilerinin
dayandıkları ideolojik aygıtlar çöktü çünkü.
Sahici olan ise şudur; AK-Parti’nin 3. dönemi ile başlayan ve Orta Doğu’da-sancılı da olsa – demokratik
bir İslami çıkışla buluşan yeni bir dönem var bugün
karşımızda.
Bu yeni dönem, yalnız konjoktürel bir değişimi bize
anlatmıyor, köklü, yapısal-Batı paradigması dışındayeni bir düzen arayışı aynı zamanda bu…
Şimdi bu arayış ve mücadele, Türkiye’de cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde, iktidar partisi-muhalefet
arasında bir güç çekişmesi olarak değil, Erdoğan ile
AK-Parti’nin ‘eski’ ve eski Türkiye’ye ait olan ‘ortakları’(!) arasında geçecek. Ve hiç şüphesiz bu, Orta
Doğu coğrafyasında, Irak bölgesinin -artık ülkesinin
değil- yeniden siyasi şekillenmesi, Orta Doğu’nun
yeni sınırları ve yeni devletlerin ortaya çıkması olarak
kendisini gösterecek.
Evet, tam üç yıl önceye gidelim, Başbakan’ın balkon
konuşmasındaki Orta Doğu ve İslam dünyası vurgusuna ve arkasından, aynı yılın eylül ayında Başbakan’ın yaptığı Orta Doğu gezisindeki mesajlara ve bu
geziye Orta Doğu ülkelerinden, İslam coğrafyasından
ve Batı’dan gelen tepkilere bakalım…
Tam bu günleri, 17 Aralık’tan IŞİD saldırısına kadar
olan bütün siyasi gelişmeleri, neden ve sonuçlarıyla
çözebilmek için bütün bunlar bize göre çok önemli ip
uçlarıdır.
Sonuç olarak; işte buna bağlı olarak, bu sürecin sonunda Erdoğan cumhurbaşkanı olsa bile, bu cumhurbaşkanlığı, bize başkanlık sistemine gidecek bu yolu
açmazsa ve bu makam, Erdoğan’a şimdikinden daha
az etkin bir siyasi alan verirse, Türkiye kaybeder.
twitter_@cemilertem
46
TEMMUZ’14, tarih bilinci
Arşiv Dosyası
Dr. Önder Bayır
Osmanlı Arşivleri Daire Başkanı
Arşiv Belgelerine Göre
Osmanlı’da Ramazan
Osmanlı Arşivi’nin Önemi
Arşivler, devletin ve fertlerin haklarını ve milletlerarası münasebetleri belgeler ve korurlar.
Bir konuyu aydınlatmaya ve tespite yararlar; ait olduğu devrin örf ve âdetlerini, sosyal yapısını, meselelerini ve bunlar arasındaki münasebetleri ortaya koyarlar. Arşivler aynı zamanda
milletlerin toplumsal ve kültürel tarihlerinin ortaya çıkması bakımından da büyük önem arz
etmektedir. Bu belgeler, ait oldukları kültür ve medeniyetin diğer kültür ve medeniyetler ile
tarih sahnesindeki irtibatı ve konumunu belirleyen unsurların da başında gelmektedir.
Devletimiz, arşiv malzemesi bakımından çok büyük bir zenginliğe sahiptir ve Osmanlı Devleti’nden
devralınan büyük mirasla, bugün dünyanın en zengin arşiv potansiyeline sahip sayılı ülkelerden birisi
durumundadır. Üç kıta üzerinde, çok geniş bir coğrafyada ve altı yüz seneyi aşkın bir zaman diliminde
hükümrân olmuş ve çeşitli milletleri bünyesinde barındırmış olan Osmanlı Devleti›nden, Türkiye Cumhuriyeti›ne intikal etmiş zengin arşiv malzemesi yalnız Türkiye›nin değil, bugün müstakil devlet kurmuş
çeşitli milletlerin millî ve ortak tarihlerinin tespitinde ve yazılmasında başvurulacak otantik değerdeki
tek kaynaktırlar. Özellikle bütün Balkan, Akdeniz, Kuzey Afrika ve Arap ülkelerine âit ilk elden tarihî kaynaklar Osmanlı Arşivlerindedir.
Osmanlı Arşivi bugün Osmanlı hinterlandında müstakil devletler olan 40’a yakın Orta ve Yakın Doğu,
Balkan, Akdeniz, Kuzey Afrika ve Arap ülkesinin kültür, iktisat ve siyasî tarihlerinin gün ışığına çıkarılmasında, milletlerarası hakların ispatı ve korunmasında, ayrıca vatandaş haklarının hukukî mesnedini teşkil
etmesi bakımından mühim bir yere sahiptir.
Osmanlı Arşivi’nde 95 milyona yakın belge 380 bin kadar da defter bulunmaktadır. Bu sayıyla dünyanın
hemen en büyük arşivi durumundadır ve bunun haricinde dünyanın en önemli kültür hazinesidir. Genel
Türk tarihi açısından bakıldığında da bu belgelerin büyük önemi olduğu kuşkusuzdur. Zira tarihî bakımdan kültürel anlamda geçirdiğimiz değişimler ile bunların sebep ve kaynaklarını izleyebilmek için öncelikle bu yapı üzerinde etkisini en fazla hissettiren siyasî yapının eylem ve politikalarının bilinmesi, bunun
için de Osmanlı Arşivleri’nde mevcut belgelerin incelenmesi gerekmektedir.
tarih bilinci, TEMMUZ’14
47
Osmanlı Arşivi’ndeki arşiv malzemesi öncelikle
defterler ve belgeler olarak ayrılmıştır, bunlar da
yine Tanzimat öncesi ve sonrası defter ve belge
tasnifleri olarak incelenmelidir.
Osmanlı Arşivi’nde hemen her konuda malumat
bulunabildiği gibi, Ramazan’ın Osmanlı döneminde nasıl idrak edildiğine dair de pek çok belge
bulunmaktadır. Bu belgeler incelendiğinde, öncelikle hilâlin görülmesi ve Ramazan’ın başlangıcının tespitine büyük önem verildiği görülmüştür.
Bunun dışında halkın Ramazan ayını büyük bir
sükun ve huzur ortamında geçirmesine de dikkat
edildiği anlaşılmaktadır. Halkın giysi ve tavırlarında Ramazan’a uygun davranmaları istenmiş;
fakir fukara gözetilmiş hayır hizmetleri de teşvik
edilmiştir.
Ramazan’da Bayezit Camii’nde teravihlerde aşır
okuma görevinin Hafız Mustafa’ya tevcih edildiğine dair yazılan hüküm.
Belgede Şeyhülislam Feyzullah Efendi’nin “Arz-ı
fehvâsınca tevcih buyrulmak rica olunur” ifadesi
bulunmaktadır.
BOA, C.EV, 27283, 18 Şubat 1701
48
TEMMUZ’14, tarih bilinci
Takdir edilecektir ki, Ramazan ve Osmanlı Devleti’nde Ramazan ayına mahsus tedbirlerle ilgili
binlerce belge bulunmaktadır. Bu yazımızda,
Osmanlı döneminde Ramazan’ın nasıl idrak edildiğini anlatabilmek amacıyla belgelerden örnekler
seçilmiştir. Yazımızın bu konuda daha muhtevalı
araştırma yapacak olanlara da bir fikir vermesi ve
yol göstermesini temenni ederiz.
Tespit edilen belgelerin özetleri yalnıza takdim
edilmiştir. Eğer tamamının transkripsiyonları
verilirse bir kitap hacmine ulaşılırdı. Belgeler, konu
tasnifi şeklinde değil, döneminde uygulamaların
daha iyi anlaşılabilmesi amacıyla, kronolojik olarak
verilmiştir. Ayrıca, belge görüntülerinin da rahat
bulunabilmesi için her birine sıra numarası verilmiştir.
Ramazan’ın başladığının top atışıyla halka
duyurulması hakkında Van Kalesi topçusuna ve
kadısına yazılan emir.
BOA, C.ADL, 941, 23 Şubat 1764
İstanbul kaymakamının ve şeyhülislamın
Ramazan tebriki münasebetiyle padişahı
ziyaret etme isteklerinin padişahça kabul
edildiği ve padişahın adı geçenleri Ağa
Bahçe’de (Topkapı Sarayı içinde) kabul
edeceğine dair yazısı. (Mayıs 1789)
BOA, HAT, 182/8363
İstanbul kaymakamının ve şeyhülislamın
Ramazan tebriki münasebetiyle padişahı
ziyaret etme isteklerinin padişahça kabul
edildiği ve padişahın adı geçenleri Ağa
Bahçe’de (Topkapı Sarayı içinde) kabul
edeceğine dair yazısı. (Mayıs 1789)
BOA, HAT, 182/8363
Padişahın, Ramazan ayının hangi gün başlatılacağının kendisine sorulmaması gerektiği
hakkındaki emri. Emir, Ramazan ayının başlangıcının Kütahya’da Pazartesi, İstanbul’da
ise Salı günü başlatılması üzerine yazılmış
olup şu şekildedir:
“Benim vezirim, bu husus şer‘-i şerîfin bileceği ve hükm edeceği işdir. Benim müdâhale edeceğim şey değil. Ne zaman İstanbul kadısı hükm ve i‘lâm eder ise ol zaman
ben dahi şöyledir derim. Lâkin isbât geldiği
cihân duymuş. Ben de telhîs olunmadan
işitdim. Muktezâ-yı şer‘-i şerîf ne ise icrâ
oluna”.
BOA, HAT, 183/8432, 1789-1790
tarih bilinci, TEMMUZ’14
49
Ramazan ayının başlangıç gününün tam
olarak belirlenebilmesi için Receb ve Şaban aylarının ilk günlerinin tespit edilmesi
ve derhal İstanbul’a bildirilmesi konusunda
Bursa kadısına yazılan emir.
BOA, C.ADL, 639,(5 Mart 1791)
Sultan III. Selim’in Ramazan ayında halka yokluk ve
sıkıntı çektirilmemesine dair vezirine verdiği emir:
Padişah hattı şöyledir: “Benim vezirim, bugün tebdilen geçerken Divanyolu’nda fırın önünde kalabalık gördüm. Herifin biri dahi yiyecek ekmek bulamıyoruz diye feryad eyledi. Alimallah mükedder
oldum. Şunun bir çaresine bakasın. Zira Ramazan-ı
Şerif’de zahmet çekmek layık değildir. Rezzak-ı
alem olan Allah inayet ihsan eylesin. Çaresi ne ise
ziyade işletmek ile mi olur hasılı dikkat edesin.”.
BOA, HAT, 174/7558, Şubat 1801
50
TEMMUZ’14, tarih bilinci
Sadrazam tarafından Bab-ı Âlî’de yeni ve eski üst düzey devlet yöneticileri için verilecek olan iftar yemeklerinin günleri ile davet edileceklerin isim listesi:
Düzenlenen programa göre Sadrazam tarafından verilecek iftar
yemekleri, Ramazan ayının 3. gecesi başlayıp, son iftar yemeği ayın
25. gecesi bitmektedir. İftar yemeklerine her gün ayrı bir grup çağırılmakta olup, 27. gecede sadrazam, maiyetiyle birlikte Şeyhülislam’ı
ziyaret etmektedir.
Program ve Davetliler:
3. gece, Selatin camilerinde görevli din alimlerinden 19 kişi
4. gece, Şeyhülislam
5. gece, Kapudan Paşa
6. gece, Rumeli Kazaskeri ve Anadolu Kazaskeri
7. gece, Anadolu ve Rumeli eski kazaskerleri ile Medine ve Üsküdar
eski kadıları
8. gece, İstanbul eski kadıları ve Nakibüleşraf
9. gece, İstanbul, Mekke, Mısır ve Edirne eski kadıları ile Seretibba
[baştabip]
10. gece, Bursa, İstanbul, Mekke ve İzmir eski kadıları ile mevcut İstanbul kadısı
11. gece, İzmir, Mısır, Mekke ve Bursa eski kadıları ile Fetva Emini
12. gece, Medine, Edirne ve Galata eski kadıları
13. gece, Bursa, Şam, Mısır ve Kudüs eski kadıları
14. gece, Kudüs, Halep ve Havass-ı Redife eski kadıları
15. gece, Havass-ı Redife ve Selanik eski kadıları ile mevcut Havass-ı
Redife kadısı
16. gece, Selanik, Yenişehir-i Fener [Larisa] ve Galata eski kadıları
17. gece, Galata, İzmir ve Üsküdar eski kadıları ile Haremeyn Müfettişi
ve mevcut Galata kadısı
18. gece, Üsküdar, Antep ve Sofya eski kadıları ile mevcut Üsküdar
kadısı
19. gece, Yeniçeri Ağası, Yeniçeri Ocağı Katibi ve ocağın önde gelenleri
20. gece, Sipahi, Silahdar ve Dört Bölük ağaları ile bu ocakların katip, kethüda, subayları ve mukabelecisi
21. gece, Cebeci, Topçu ve Toparabacı ağaları ile bu ocakların katip,
kethüda ve subayları
22. gece, Humbaracı ve Lağımcı ağaları ile bu ocakların katip, kethüda ve subayları
23. gece, Defterdar, Tevkiî ve Defter Emini ile önde gelen hocalar,
eminler ve nazırlar
24. gece, Rikab-ı Hümayun ağaları
25. gece, Atama bekleyen devlet adamları
26. gece, boş gün, programı bir gün öncesi tespit edilecek
27. gece, Sadrazam ve maiyetinin Şeyhülislam’ı ziyaretleri
BOA, C.DH, 8648, 5 Temmuz 1818
19
tarih bilinci, TEMMUZ’14
51
Reisülküttab Mehmed Seyyid Efendi’nin, Kapudan
Paşa’nın iftar davetine katıldıktan sonra teravih namazı sırasında fenalaşması ve tüm müdahalelere rağmen
vefat etmesi üzerine Kapudan Paşa’nın bu olayı Padişah katına rapor ettiği ve Padişah’ın vefat eden kişinin
hastalığından zaten haberdar olduğu, geride sadece
annesi ve kız kardeşinin kaldığı ve hiç çocuğunun olmadığı konularında bilgisi bulunduğunu içeren yazısı.
Her sene Ramazan ayında ulema, devlet ileri gelenleri ve ocakların ileri gelenlerinin saraya gelerek birer
gece iftara katılmaları adetten olduğundan bu kez de
Ramazan’ın 4. gecesi başlamak üzere adetin devam
ettirilmesine dair padişah emri. Belgenin üzerinde uygulamanın devam ettirilmesi için padişah II. Mahmut
tarafından “resme riayet oluna” ibaresi yazılmıştır.
BOA, HAT, 1396/55950, 1838
52
TEMMUZ’14, tarih bilinci
Ramazan ayında Padişah’ın bazı camileri ziyaret edecek olmasından dolayı, şehir halkının uyması gereken
kuralları içeren bir talimatnamenin hazırlanması ve
bunun bastırılarak çoğaltılmasına dair hazırlanan yazı:
Talimatta giyilmemesi gereken giysiler, saç şekli, cami
yakınlarında nasıl davranılacağı, sokakların temizliği
ve Padişah görüldüğünde nasıl saygı gösterileceği
gibi konularla ilgili düzenlemelerden bahsedilmektedir.
BOA, İ.DH, 4/158, 2 Kasım 1839
Ramazan ayında üst düzey devlet memurları arasında
yapılagelen iftar ziyaretlerinin uzun sürmesi ve mevsim gereği gecelerin kısa olmasıyla yapmaları gereken
işlere yeterli vakitlerinin kalmaması yüzünden, iftar ziyaretleri usulünün belirlenmesi ve söz konusu ziyaretlerin kısa tutulması için Meclis-i Vâlâ’da alınan kararın
uygulanmasına izin verildiğini gösterir Padişah emri.
BOA, İ.MVL, 169/5030, 27 Haziran 1850
28
tarih bilinci, TEMMUZ’14
53
Ramazan ayında Padişah’ın bazı camileri ziyaret edecek olmasından dolayı, şehir halkının uyması gereken
kuralları içeren bir talimatnamenin hazırlanması ve
bunun bastırılarak çoğaltılmasına dair hazırlanan yazı:
Talimatta giyilmemesi gereken giysiler, saç şekli, cami
yakınlarında nasıl davranılacağı, sokakların temizliği
ve Padişah görüldüğünde nasıl saygı gösterileceği
gibi konularla ilgili düzenlemelerden bahsedilmektedir.
BOA, İ.DH, 4/158, 2 Kasım 1839
Ramazan ayında üst düzey devlet memurları arasında
yapılagelen iftar ziyaretlerinin uzun sürmesi ve mevsim gereği gecelerin kısa olmasıyla yapmaları gereken
işlere yeterli vakitlerinin kalmaması yüzünden, iftar ziyaretleri usulünün belirlenmesi ve söz konusu ziyaretlerin kısa tutulması için Meclis-i Vâlâ’da alınan kararın
uygulanmasına izin verildiğini gösterir Padişah emri.
BOA, İ.MVL, 169/5030, 27 Haziran 1850
28
twitter_@onder_bayir
54
TEMMUZ’14, tarih bilinci
tarihi şahsiyetler
Talha Uğurluel
Araştırmacı - Yazar
Büyük Devletin Büyük
Kapudan Paşası
Hızır Hayreddin Paşa
Kahramanları ve kahramanlıkları tek tek ele almak gibi bir sorunumuz var.
Mesela arkasındaki büyüklükleri görmeden sadece Malazgirt’i konuşabiliyoruz ya da sadece Alparslan’ı... Peki ama o başarıya zemin hazırlayanlar,
o kişiyi yetiştirenler? Aslında zaferler bir bütündür ve emek ister. Tohumları
yıllar önce atılmıştır ve hiçbir zaman bizim algıladığımız gibi anlık hadiseler değillerdir.
B
u yazımızın konusu olan Hızır Hayreddin Paşa da direkt hayatı ve
icraatları ile ele alınacak bir şahsiyet değildir. Tombaladan çıkmış
bir Osmanlı Korsanı hiç değildir! Ancak büyük emek, yatırım ve
fedakarlıklar Akdeniz’i bir Osmanlı Gölü haline getirebilecektir.
Peki bu iş nasıl olmuş, bu şahsiyetler nasıl yetişmiştir ?
Fatih Sultan Mehmet’in Ege adalarını tek tek Osmanlı’ya kattığı günlerdir.
Midilli Adası da fethedilen adalardan biridir. Tabi ki bir yer alındığında
oraya birtakım insanlarımız bırakılmakta, Osmanlı’nın tabiri ile orası
şenlendirilmektedir. Adanın fethine katılan gazilerden biri de Fatih’in
denizcilerinden Yakup Bey’dir. Sonrasında Midilli’ye yerleştirilecek
ve mücadelesini buradan sürdürecektir. Yakup Bey adaya kendisi gibi
yerleştirilen Müslüman ailelerden birinin kızı ile evlenecek ve bu izdivaçtan
geleceğin büyük denizcileri Hızır Kardeşler doğacaktır.
Ailenin en büyükleri olan İlyas ve Oruç kardeşler Akdeniz’de ticaret ile
meşgul olmaktadırlar. Ancak kısa bir süre sonra şövalyeler tarafından esir
alınacaklardır. O günlerde Bodrum hala Rodos Şövalyelerinin elindedir.
Bodrum Kalesi’ne kapatılırlar. Küçük kardeşleri Hızır Reis (ileride
Avrupalılar ona Barbaros diyecektir.) büyük çabalar neticesinde ağabeylerini
kurtarmayı başarır. Bir gün yolunuz Bodrum’a düşerse Bodrum Kalesi’nin
zindanlarını gezerken Oruç Reis’in bu dehlizlerde kapalı tutulduğunu
hatırlayınız.
İşte bu hadise neticesinde kardeşler, Hristiyan korsanlar ile mücadele etme
kararı alırlar. İlyas Reis’in vefatı sonrasında Cerbe taraflarına giderek Cerbe
Adası’nı üs olarak kullanmaya başlarlar. İşler büyümektedir. Hristiyan
tarih bilinci, TEMMUZ’14
55
Ö
s
güçlerin kendilerini sıkıştırması üzerine bir emirin
himayesine girmek gerekecektir. Tunus Emiri
Muhammed ile işbirliği yapmaya karar verirler.
Böylece Tunus Halkü’l Vaad limanında bulunan kale
kendilerine tahsis edilir.
Akdeniz’de bunlar cereyan ederken o günlerin
büyüyen devleti Osmanlı’da tahtta Yavuz Sultan Selim
bulunmaktadır. Gözünü dünyanın dört bir yanını
dikmiş, her hadiseyi dikkatle takip eden bu siyaset
dehasının gözünden Akdeniz’deki bu faaliyetler de
kaçmaz. Bu dirayetli denizcilerin desteklenmesi
gerektiğini düşünür. Onlara mektuplar ve hediyeler
göndererek kendilerinin arkasında olduğunu vurgular.
O günlerde Akdeniz tam bir kuvvetler çarpışması alanı
durumundadır. Avrupa’da Hristiyan devletleri bir
araya toplayarak Kutsal Roma Germen çatısı altında
birleştiren Şarlken (5.Karl-Şarl Quint) gözünü bu kez
Akdeniz hakimiyetine dikmiştir. Karşı sahil Kuzey
Afrika’yı yutma planları yapmaktadır. İspanya zaten
yönetim merkezidir. Fas’ta sözü geçmektedir. Sırada
Tunus ve Cezayir vardır. Ancak bu devasa gücün
karşısında hiç hükmündeki denizci kardeşler amansız
bir mücadeleye girişeceklerdir. Öncelikli olarak
Tenes, Oran ve Tlemsen şehirlerini alarak Cezayir’de
56
TEMMUZ’14, tarih bilinci
en etkili güç haline gelirler. Şarlken gelen tehlikenin
farkındadır. Civar kabilelerle işbirliğine gider. Ne
acıdır ki; İslam adına cihat eden bir Müslüman
denizciye karşı, bölgenin Müslüman kabile reisleri
Hristiyanlığı bayraklaştırmaya çalışan Şarlken ile
ittifak ederler. Kurdukları pusu ve meydana gelen
savaşta İshak ve Oruç Reisler şehit düşerler. Hızır Reis
son anda kurtulacaktır. Hadiseleri yakından takip eden
Yavuz Sultan Selim’in desteği gecikmez. Hediyeler
ile gönderdiği mektubunda, Hızır Reis’i Cezayir Beyi
olarak gördüğünü bildirecektir.
Hızır Reis ağabeyinin şehadeti sonrası, O’na verilmiş
olan kızıl sakallı (Barbaros) lakabı ile adlandırılacak
ve bu lakap ile meşhur olacaktır. Rivayetlere göre
Hayreddin adını da kendisine Kanuni Sultan Süleyman
vermiştir. Dinin hayrı anlamına gelen bu ismi hak
edercesine, Hızır’ın hayatı hep dinin denizlerde ihyası
adına geçecektir.
Şalken’in baskıları ve çevre kabilelerin saldırıları ile
Cezayir’i birkaç kez elinden kaybeden ve sonrasında
tekrar ele geçiren Barbaros o günlerde Osmanlı
tahtına yeni geçen genç bir padişahtan da haberdardır:
Yavuz Sultan Selim Han’ın oğlu Şehzade Süleyman...
Bir mektup ile Fransa kralını esaretten kurtaran bu
tarihi şahsiyetler
Önce şu Akdeniz’i bir h
sonra düşünürüz
genç padişah göz doldurmaktadır. Düşman ortaktır.
Şarlken’in dev donanmasının başındaki Andre Dorya
bir taraftan Hızır’ın Cezayir’ini, diğer taraftan da
Osmanlı’nın Mora Kıyılarını vurmaktadır. Alman
seferinden yeni dönen Sultan Süleyman ayağının tozu
ile İran seferine çıkmak üzeredir. Bu iki meşakkatli
uzun sefer arasında İstanbul’da önemli bir buluşma
gerçekleşecektir. Hayreddin Paşa, yapılan davet
üzerine donanması ile İstanbul’a gelmektedir.
Denizlerin Fatihi İstanbul’a gelmektedir ama nasıl?
48 parçalık donanması ile direkt İstanbul’a gelmez.
Önce Cenova Körfezi’ne ilerler. Sicilya
yakınlarındaki limanda yatan İspanyol
donanmasının tamamını ele geçirir. Andre
Dorya’nın Preveze’de olduğunu öğrenip
üzerine gider. Dorya çekilmek zorunda
kalır. Navarin’e geldiğinde Yavuz’un
Osmanlı donanması ile karşılaşır. Başında
Kapudan-ı Derya Kemankeş Ahmet
Paşa vardır. Görülecek manzaradır. Top
atışları ile birbirlerini selamlarlar. Birlikte
İstanbul’a avdet başlar. Ya o İstanbul’daki
karşılama merasimi... Binlerce insanın
boğaz kıyılarındaki bekleyişi ve nümayişi
göz yaşartacak değerdedir.
Fakat daha değerli olan bir şey vardır. O da
Kanuni, Hızır Hayreddin buluşması... Bu
buluşmada Hayreddin Paşa’nın sergilediği
tevazu, dünyayı eli ile itişi ve Osmanlı’ya
tabi olabilme edebi... 64 yaşında, sakalları
artık beyazlamış bir kaptandır. Cezayir
elindedir. Akdeniz’de kimseden korkusu
yoktur ama krallık derdinde değildir.
Osmanlı’ya tabi olacak, şahsını Osmanlı
şahs-ı manevisi içinde eritecektir.
“Pabucumun Sultan Süleyman’ı! Krallık
için o da kim oluyor ben varken?” demeyecektir. İşte
devletler böyle diğerkâm ruhlar sayesinde yükselirler,
dünyaya kendini kaptırmış ve ‘Hep ben!’ diyenler
yüzünden de yıkılıp giderler.
Bu görüşme neticesinde Hızır Hayreddin Paşa Osmanlı
Devleti’nin Kapudan-ı Deryası ilan edilecektir. Ancak
İstanbul’da bu merasim sırasında yönetimden eksik
olan isimler vardır. Sadrazam Makbul İbrahim Paşa
İran Seferi için ordu ile önden gitmiş ve o günlerde
Halep’tedir. Hayreddin Paşa’dan, İstanbul’da
Divan’da görüşülen mevzuların kendisini ilgilendiren
kısımlarını İbrahim Paşa ile de müzakere etmesi
istenir. Yani İstanbul’dan Halep’e yolculuk vardır.
64 yaşındaki bir adanmış ruh, at üzerinde on gün
boyunca at sürerek Halep’e ulaşacaktır. Vakanüvis bize
bu hadiseyi anlatırken, yol boyunca sadece Konya’da
durakladığını anlatıyor ve şöyle diyor: “Konya’dan
geçerken Mevlana’nın puşudesini öpecek kadar vakit
buldu.”
Halep’te Sadrazam İbrahim Paşa ile buluşuyorlar.
Akdeniz siyasetinin konuşulduğu bu görüşmede
Hayreddin Paşa’nın İbrahim Paşa’ya ilginç bir teklifi
oluyor:
-“Paşam, Hristiyanlar Yeni Dünyaya gemi göndermeye
başladılar. Birkaç tane de biz göndersek?”
Yeni dünya, o günlerde Şarlken’in gözlerini diktiği
sömürge toprakları Amerika’dır. Gelecek adına çok
önemli olmasına rağmen o günlerde kıymeti pek
bilinemeyen yerlerdir. İbrahim Paşa’nın cevabı
üzücüdür.
-“Önce şu Akdeniz’i bir halledelim. Yeni dünyayı ondan
sonra düşünürüz.” der.
Hayreddin Paşa’nın Kapudan-ı Deryalık dönemi,
Kutsal Roma Germen İmparatorluğu için Akdeniz’de
kara bir sayfa sayılır. Amerika’ya kadar gemilerini
ulaştırabilen, bütün Avrupa’yı ve zenginliklerini elinde
tutan bir güç, Akdeniz’de bir varlık gösterememektedir.
Gerçi elde ettikleri başarılar vardır ama son derece
kısa süreli ve neticesizdir. Mesela Hızır Hayreddin
Paşa’nın Tunus’u ele geçirdiğini biliyoruz. Ertesi
sene Şarlken devasa bir donanma ile gelecek ve
Tunus’u muhasara edecektir. Bölge kralı ve beyleri
Osmanlı’yı satmışlardır. Şarlken’in yanında yer
almış ve kendilerini canı pahasına koruyan Osmanlı
askerine kılıç çalmışlardır. Bu kuşatmadan Hayreddin
Paşa son anda kurtulacaktır. Aynı taktiği Cezayir’de
de uygulamak isteyen Şarlken bu kez bu topraklara
saldırır ama kısa Hızır Hayreddin Paşa’nın oğlunun
tarih bilinci, TEMMUZ’14
57
yönettiği birlikler Şarlken’e hayatının en büyük
mağlubiyetlerinden birini yaşatırlar. Şarlken esir
edilmekten son anda kurtarılır. Sadece Meksika’da
onbinlerce kızılderiliyi öldüren Şarlken’in denizcisi
Kortes canını zor kurtarır. Gemi ve zenginlikleri
Osmanlı’nın eline geçer.
Preveze Deniz Zaferi bu mücadelenin önemli
noktalarından birini teşkil edecektir. Osmanlı’nın
Akdeniz üstünlüğü zaferin kazanıldığı 1538 yılında
tescillenmiştir. Artık Osmanlı donanması Akdeniz’i bir
kapalı deniz gibi kullanabilmektedir. Cebelitarık’tan
rahatlıkla çıkılmakta, hatta Atlas Okyanusu
tarafına geçilerek İspanya’ya bu sulardan da saldırı
gerçekleştirilebilmektedir.
Artık Şarlken’in Fransa’yı yutma planları bir hayalden
başka bir şey değildir. Çünkü Avrupa’nın kara sınırları
Osmanlı tarafından hallaç pamuğu gibi atılırken,
denizlerde de her bir köşeden bir Osmanlı kadırgası
boy gösterebilmektedir. Kutsal Roma Germen birlikleri
birkaç defa ciddi şekilde Fransa’yı yutacak olmuşlar,
karşılarında karada Kanuni’yi, denizlerde de Hızır
Hayreddin Paşa’yı bulmuşlardır. 1543 yılında Şarlken’in
hem İspanya hem de Almanya topraklarından Fransa’ya
saldırısı Fransızları çok zor bir durumda bırakmış,
Fransuva acil olarak Osmanlı’dan yardım talep etmiştir.
Divan kararı ile Hayreddin Paşa donanmasının başında
Akdeniz’e açılmıştır. Bu seferde Roma yakınlarına
kadar geldiğini, hatta bir ara Hristiyanlığın Katolik
merkezini ele geçirmeyi bile düşündüğünü bilmekteyiz.
Ancak yanındaki Fransız sefirinin yalvarmaları üzerine
bundan vazgeçtiğini ibretle görmekteyiz. Güney Fransa
sahillerine gelen Hayreddin Paşa, Marsilya Limanı’na
girecek ve burada krallar gibi karşılanacaktır. Fransa
Kralı Fransuva etekleri zil çala çala gelecek ve Güney
Fransa’nın dört şehrinin tapusunu kendisine takdim
edecektir. Marsilya, Tulon, Nice ve Cannes. Hayreddin
Paşa’nın Fransa’ya demirlemesi elbette ki Şarlken’in
Fransa saldırısının sonu olacaktır. Bu topraklarda
tam 2,5 sene kalan Hayreddin Paşa oradan Divan’a
ve Sultan’a yazdığı mektubunda, Avrupa’yı çok iyi
tanımamızı sağlayacak şu sözleri kaydetmiştir.
“Sultanım, bu Fransızlar samimi değiller. Ne zaman
düşman üzerine bir sefere çıksak gemilerine barut
fıçısından çok şarap fıçısı yüklüyorlar.”
Ne acıdır ki o günlerde Osmanlı’yı arkadan vurmak
konusunda Şarlken ile anlaşma yapanların torunları
da galiba hiç değişmemiş olacak ki; 1967 yılındaki Altı
Gün Savaşı’nda İsrail kuvvetlerine karşı savaşan Mısır,
Ürdün ve Suriye’nin toplam asker sayısı İsrail’in asker
sayısından daha azdı. Tarih bir ibretler levhasıdır.
Ders çıkaranlar başarılı olacak, umursamayanlar aynı
hataları yapmaya, aynı deliklerden sokulmaya devam
edeceklerdir. Vesselam...
twitter_@Talhaugurluel
58
TEMMUZ’14, tarih bilinci
MAKALE
Prof. Dr. Mehmet Can
Saraybosna üni. mühendislik ve doğa
bilimleri fakültesi öğretim üyesi
Srebrenitsa:
İhanete
Uğrayan Şehir
Yugoslavya Federal Sosyalist Cumhuriyeti Devleti Jozef Broz Tito’nun
4 Mayıs 1980’de ölümü üzerine, SSC Birliği’ne paralel olarak Yugoslav
Federasyonu da dağılma sürecine girdi. Slovenya ve Hırvatistan’dan
sonra 1990’da ayrılma sırası Bosna’ya gelmişti.
1990 başkanlık seçimleri beklenen fırsatı verdi. Başkanlık Konseyi’nin üyeliklerini nasyonalist
partilerin başkanları kazanmıştı: Sırpları temsilen Sırp Demokrat Partisi’nin (SDS) genel başkanı
Radovan Karacić, Hırvatları temsilen Hırvatları temsilen Hırvat Demokratlar Birliği genel
başkanı, Müslümanları temsilen seçimi Fikret Abdić kişisel olarak kazandı ise de daha sonra yerini
Demokratik Hareket Partisinin Genel Başkanı Alija Izetbegović’e bıraktı.
Yugoslav Federasyonu’ndan Ayrılma Kararı
1991 Ekimine gelindiğinde Bosna Hersek’in Hırvatlarında ve Müslümanlarında Yugoslav
Federasyonu’ndan ayrılma arzuları doruğa çıkmıştı. Sırbistan, Yugoslav Federasyonu’nun mirası
üzerinden Büyük Sırbistan’ı kurma peşinde olduğundan Bosna Sırpları, Bosna’nın Federasyon’dan
ayrılmasına şiddetle karşı çıkıyorlardı.
Bosna Meclisi’ndeki sert tartışmaların ardından 16 Ekim 1991’de saat bire doğru, Sırp Milletvekillerin
protesto ederek salonu terketmelerinden sonra federasyondan ayrılmak için referanduma gitme
kararı alındı.1
Sert tartışmalar sırasında Bosnalı Sırp lider Radovan Karadzić;
- Eğer ayrılmaya kalkarsanız, Bosna’daki entisitelerden biri yer üzerinden silinir.
diye tehdit etmiş, Alija da ona;
- Belki birileri yeryüzünden silinir ama bu Müslümanlar olmaz!
yanıtını vermişti. Karaçić’in aslında Sırplarca önceden alınmış bir kararı tebliğ ettiği, Alija’nın da bu
tehdidin realizasyonuna karşı retorikten ileri bir şey yapamayacağı daha sonra anlaşılacaktı.
tarih bilinci, TEMMUZ’14
59
Tito zamanında da Yugoslav Halk Ordusu’na
egemen olan Sırplar, onun ölümünden sonra diğer
milliyetlere mensup subayları emekliye ayrılmaya
teşvik ederek, bazen de baskıyla caydırarak bu
orduyu bütün savaş yetenekleriyle tam bir Sırp
ordusu haline getirmeyi başarmışlardı.
Yugoslav Halk Ordusu’nun Bosna’nın bağımsızlık
kararına nasıl tepki vereceği belirsizdi. 16 Ekim
1991’de Federal Savunma Bakanı Veljko Kadijević,
Alija’yı toplantıya davet etti. Toplantı sonunda
taraflar, özellikle Hırvatistan’da devam eden
çatışmaların Bosna’ya sıçramaması konusunda
görüş birliğine vardıklarını açıklıyorlardı.
Alija’nın işleri Sırplarla bağları koparmadan
götürme stratejisi burada örneklerinden birini
veriyordu.
Bosna Hersek Sırp Halkı Meclisi
Bosnalı Sırplar, Hırvat ve Müslümanların ayrılma
kararlarını sert tepki vermekte gecikmediler.
On gün sonra 24 Ekim 1991’de Bosnalı Sırp
parlamenterler, Bosna parlamentosunu
terkederek “Bosna Hersek Sırp Halkı Meclisi” adı
altında ayrı bir yerde toplandı. Böylece Bosna’nın
1990 seçimlerinden sonra tesis edilen üç etnisiteli
koalisyonunun da sonu gelmiş oldu.
Bu meclis, üç ay gibi kısa bir zaman sonra, 9
Ocak 1992’de Bosna Hersek Sırp Cumhuriyeti’ni
ilan etti. Ağustos 1992’de bu devletin adı, Sırp
Cumhuriyeti olarak değiştirildi.
Bağımsızlık Referandumu
29 Şubat-2 Mart 1992 günlerinde Bosnalılar
bağımsızlık referandumu için sandık başına
gittiler. Bosnalı Sırpların boykot ettiği
referandumdan %63.6 katılımla ve katılanların
%99.7’sinin oyu ile bağımsızlık kararı alındı.
Bosna Sırp Ordusu (VRS)
Ratko Mladić, Yugoslavya Cumhurbaşkanı
ve Yugoslav Halk Ordusu’nun Başkomutanı
SlobodanMiloşević’in gözbebeği, yetenekli bir
genç subaydı. Miloşević onun eğitimi ile bizzat
meşgul olmuş, Yugoslav Federasyonu’nun
mirasından bir Büyük Sırbistan çıkarma
projesinde ona çok önemli bir görev vermişti.
Mladić özel yetkili bir komisyonun başında,
Yugoslavya’da yaşayan Sırplarla ilgili her türlü
stratejik bilgiyi topluyordu. Plana göre Sırpların
azınlık olarak yaşadıkları bölgeler bile etnik
temizlikle Büyük Sırbistan’a katılacaktı.
Miloşević, özellikle Bosna doğumlu asker ve
subaylardan oluşan yetmiş bin kişilik bir orduyu,
Yugoslav Halk Ordusu’ndan ayırdı. Bu orduyu
motorize olarak düzenledi. Top, tank ve uçaklarla
techiz etti. Başına da Ratko Mladić’i getirdi.
Artık 12 Mayıs 1992’den itibaren Bosna
Sırplarının tam teçhizatlı büyük bir askeri
gücü vardı.
Bosna Sırp Ordusu
Birinci Krajina Tümeni - Banja Luka
İkinci Krajina Tümeni - Drvar
Doğu Bosna Tümeni - Bijeljina
Sarajevo-Romanija Tümeni - Pale
Drina Tümeni - Han Pijesak
Herzegovina Tümeni - Bileća
1991-1992 yıllarında Sırp Cumhuriyetinin ilan ettiği sınırlar.
60
TEMMUZ’14, tarih bilinci
olarak yapılanmıştı.
Doğu Bosna Operasyon Grubu (daha sonra
Goražde’de 81. Bağımsız Birlik’e dönüştü).
Birlik isimlerindeki tümen tabirine aldanmamak
gerekir. Bunlar efrad sayısı birkaç bini geçmeyen
gönüllü birlikleriydi.
Bosna ordusunun komuta kademesi
Alija Izetbegović: Bosna Silahlı Kuvvetleri
Başkomutanı
Hasan Efendić: Bosna Hersek Cumhuriyeti Vatan
Savunma Gücü’nün (TORBIH) ilk komutanı
Sefer Halilović: Bosna Ordusu Genel Kurmay
Başkanı (1992-1993)
Bosna Sırp Ordusuna ait 136 mm M46 topları.
Bosna Hersek Cumhuriyeti
Ordusu (ARBİH)
Bosna Hersek Cumhuriyeti Ordusu, savaşın
arifesinde, 15 Nisan 1992’de kuruldu. Eğitimsiz
gönüllülerden oluşan, savaş gücü zayıf, hafif
piyade silahlarından öte silahı olmayan derme
çatma birliklerden müteşekkildi.
Rasim Delić: Bosna Ordusu Genelkurmay Başkanı
(1993-1995)
Jovan Divjak: ARBIH komutan vekili (1992-1995)
Stjepan Šiber:ARBIH komutan vekili (1992-1995)
ARBİH resmen kurulmadan önce paramiliter sivil
savunma gurupları teşekkül etmişti.
•
Vatanseverler Birliği (PL)
•
Bosna Hersek Cumhuriyeti vatan savunma
gücü (TORBIH)
•
Yeşil Bereliler
•
Kara Kuğular
•
Diğer, mafya, polis ve eski Yugoslav Ordusu
mensuplarından oluşan guruplar.
Bosna Hersek Cumhuriyeti Ordusu ARBIH
Birinci Tümen: Sarajevo,
İkinci Tümen: Tuzla
Üçüncü Tümen: Zenica,
Dördüncü Tümen: Mostar
Beşinci Tümen: Bihać,
Başkomutan Alija Tuzla’daki karargahta bilgi alıyor.
Bosna Sırp Ordusu (VRS)
Müslüman Yoğun Şehirleri
Kuşatıyor
Bosna Sırp Ordusu, Sırp Cumhuriyeti’nin ilan
ettiği sınırlar içinde etnik temizliği rahatça
yapabilmek için Sarajevo, Goražde, Žepa,
Srebrenica, Tuzla ve Bihać gibi Müslüman yoğun
yerleşim merkezlerini 5 Nisan 1992’den itibaren
kuşatma altına aldı. Kuşatma Şubat 1996’ya kadar
sürdü.
Altıncı Tümen: Konjić
Yedinci Tümen: Jajce ve Travnik
tarih bilinci, TEMMUZ’14
61
Mesela Bosna Cumhuriyeti Ordusu’nun Sarajevo
şehrindeki yetmiş bin adamı, 1992-1996 savaş
yıllarını pasif bir bekleme içinde geçirmeye
mahkum edildi. Şehir 5 Nisan 1992’den itibaren
Sırp kuşatması altına alındı. Kuşatma Şubat
1996’ya kadar sürdü.
Buraya yerleştirilen BM birliğinin adi
UNPROFOR, yani Koruma Gücü(Protection
Force) ise de bu isim aldatıcıydı. Bu güç, durumu
yerinde izlemenin dışında Birleşmiş Milletler
Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin (United
Nations High Commissioner for Refugees)
(UNHCR) yardım konvoylarını yönlendirmek için
görevlendirilmiş, Bosna’nın altı güvenli bölgesi
Saraybosna, Tuzla, Bihac, Zepa, Srebrenitsa ve
Gorazde dışında kendisine kimseyi saldırıdan
koruma görevi verilmemişti. Bu altı bölgede de ne
insanları saldırıdan koruma, ne de onları silahtan
arındırma gibi bir görev yapacak durumda
değildiler.2
Bunlar o zaman herkesin malumu idi. Bizim
bu makaleye “ihanete uğrayan şehir” başlığı
koymamızın nedeni, Bosna Siyasi Liderliğinin
sanki UNPROFOR güveli bölge ilan edilen
yerleri Sırp saldırısından koruyabiliyormuş gibi
davranmasıdır.
Sarajevo Kuşatması: Sarajevo şehri 1992-1996 yıllarını,
Bosna Cumhuriyeti Ordusunun yetmiş bin savaşçısı ile
birlikte Sırp Ordusunun elinde rehine olarak geçirdi.
Bosna Cumhuriyeti Ordusu’nun savaş gücü
olmadığından 1993 yılında Sırp Ordusu
komutanı Miladić ile Bosna Cumhuriyeti Ordusu
Genelkurmay Başkanı Sefer Halilović arasında
acayip bir sözleşme imzalandı. Sırp kuşatması
altındaki Müslüman şehirleri ve civarı çatışmasız
bölge ilan edildi. Müslümanlar, kuşatmaları yarma
girişiminde bulunamayacaklardı.
Srebrenitsa
Srebrenitsa Doğu Bosna’da Podrinya denilen
bölgede 8 bin nüfuslu bir kasabaydı. Savaşta,
çevreden gelenlerle birlikte nüfusu 38 000’i buldu.
Srebrenitsa 1992 yılında Saraybosna, Goražde,
Žepa, Srebrenitsa, Tuzla ve Bihaćile birlikte BM
güvenli bölgesi ilan edilmişti. Zamanın BM Genel
Sekreteri Butros Gali, bu altı bölgenin BM güvenli
bölgesi olabilmesi için buralara 80 bin BM askeri
yerleştirmek gerektiğini söylediyse de, özellikle
İngiltere ve Fransa’nın engellemeleri ile ancak 8
bin asker getirilebildi. Bunlardan Srebrenitsa’nın
hissesine 450 Hollanda askeri düşmüştü.
62
TEMMUZ’14, tarih bilinci
Aslında 15 Nisan’a kadar Srebrenitsa’da
gönüllülerden oluşan 5.500 kişilik bir savunma
gücü vardı. Bunlar kendilerini 28. Alayın askerleri
olarak tanıtırlardı. Srebrenitsa’da bir de Naser
Orić vardı. Bu güç yerinde tutulabilseydi ve lojistik
destek verilebilseydi, Ratko Miladic Srebrenitsa’ya
saldırmaya cesaret edemezdi.
NaserOrić;
Kahraman mı, Tabansız mı?
Naser Orić 3 Mart 1967’de, Srebrenitsa’da
Potočari’de doğmuştu. Belgrad’da Polis Okulu’nu
bitirdikten sonra bir rivayette Yugoslav Devlet
Başkanı Slobodan Miloşević’in yakın korumaları
arasında bulunmuştu. Ağustos 1991’de tayinini
Saraybosna’nın mahallelerindenIlidža’daki bir
karakola aldırmıştı. 1991 sonlarına doğru da
Srebrenitsa karakoluna atandı. Nisan 1992’ye
kadar Potočari’deki küçük karakolda görevdeydi.
1992 ortalarına doğru Potočari Vatan Savunma
Gücü (TO) kuruldu ve Orić bunun komutanlığına
getirildi.
Orić’in komutanlık yetkileri zamanla daha da
genişletildi. 1992 Kasımında Srebrenitsa bölgesi
Birleşik Silahlı Kuvvetler Komutanlığı’na getirildi.
Şimdi artık yetki bölgesi
•
Srebrenitsa,
•
Bratunac,
•
Vlasenica,
•
Zvornik
şehirlerini kapsıyordu.
12 Temmuz 1994’teOrić, Brigadier (general)
rütbesine yükseltildi ve 1 Mart 1994’te de Bosna
Cumhuriyet Ordusu Başkomutanlığı (Alija)
tarafından en yüksek nişan olan “altın lale”
madalyası ile ödüllendirildi.
Ancak Orić’in Srebrenitsa’daki varlığı ve eylemleri,
1993’te Sefer Halilović’in Ratko Miladić’le
imzaladığı anlaşmaya uymuyordu.
Srebrenitsa, Žepa ve Goražde’nin
Voguşca, Ilijaš ve Hadzici ile
Takası
Sadece bu anlaşmaya değil, söylentileri ayyuka
çıkan bir başka gizli anlaşmaya, Alija İzetbegović
ile Yugoslavya Devlet Başkanı Slobodan
Miloşević arasındaki arazi takası anlaşmasına da
uymuyordu.
O zamanlar Bosna’nın Londra Büyükelçisi olan
Profesör Muhamed Filipović, bu anlaşmanın
varlığını Alija’dan değil fakat Miloşević’den
duyduğunu birçok yerde ifade etti.3
Bu takas anlaşmasını açıklayanlardan biri de
Srebrenitsa eski Polis Şefi Hakija Meholjić’tir.
Meholjić, Alija İzetbegović’in daveti üzerine
Srebrenitsa, Žepa ve Goražde temsilcilerinin
BM helikopteri ile Saraybosna’daki Holiday
Innoteli’ne getirildiklerini ve Alija’nin kendilerine
Srebrenitsa, Žepa ve Goražde’nin; Vogušca, Ilijaš
ve Hadzici ile takası fikrini nasıl karşılayacaklarını
sorduğunu anlatıyor.
Srebrenitsa, Žepa ve Goražde’ninVogušca, Ilijaš ve Hadzici
ile takası
Srebrenitsa, Žepa ve Goražde temsilcileri,
hemşerilerinin kendilerine bu konuda fikir beyan
etme yetkisi vermediklerini söyleyerek otelden
ayrılıyorlar.4
Bu arazi takası konusunda konuşanlardan biri
de, zamanın Bosna Cumhuriyet Ordusu Genel
Kurmay Başkanı Sefer Halilović’tir. Halilović
hem anlaşmayı doğruluyor ve hem de Alija’ya
bu yerleşim merkezlerini savunma konusunda
ısrar ettiğini ama dinletemediğini, Alija’nın takas
anlaşmasını yürütmede ısrar ettiğini söylüyor.5
NaserOrić ve Srebrenitsa
Savunma Gücü Bölgeden
Alınıyor
Gizli Takas Anlaşması ve aleni Çatışmasız Bölge
Anlaşması sadece Srebrenitsa, Žepa ve Goražde’yi
çatışmasız bölge ilan etmekle kalmıyor, bu
şehirlerin Ratko Miladic’e çatışmasız teslim
edilmesini de öngörüyor. Neticede Naser Orić
12 yakın adamı ile beraber 15 Nisan 1995’te,
katliamdan sadece üç ay önce Srebrenitsa’dan
helikopterle alınıyor.6
15 Nisan’a kadar Srebrenitsa ve etrafının
savunmasından sorumlu general unvanıyla
dolaşan Naser Orić’in, Sırp saldırısından üç ay
önce komuta kademesiyle beraber Srebrenitsa’dan
geri çekilmesi, İkinci Bosna Tümeni Komutanı
Rasim Delić’in Bosna Ordusu Komutanlığı’nın ve
Sivil Siyasi Liderliğin ortak sorumluluğudur.
Daha sonra verdiği mülakatta7 General Sead Delić,
Orić’i kimsenin geri çağırmadığını, kendi isteği ile
Srebrenitsa’dan ayrıldığını söyledi.
tarih bilinci, TEMMUZ’14
63
Delić aynı mülakatta
- Önümüzde iki seçenek vardı. Ya Srebrenitsa’ya
koridor açacak ve savunacaktık, ya da gücümüzü
Saraybosna kuşatmasını kaldırmak için
kullanacaktık. Biz o günkü siyasi koşullar
nedeniyle ikincisini tercih ettik.
diyordu. Bu tabi ki tamamen boş bir laftı.
Srebrenitsa’dan esirgenen savunma gücü,
Saraybosna kuşatmasını kaldıramadı. Çok zayıf bir
teşebbüs, Sırplar tarafından akamete uğratılınca,
bir daha teşebbüs edilmedi.
Orić çeşitli mülakatlarda kendisinin Bosna
Ordusu Komutanlığı’nca geri çağırıldığını ifade
etti. Sefer Halilović sorumluluğun kendisinden
sonra Genel Komutanlığı devralan Delić’te ve
siyasi liderlikte olduğunda ısrar etti, Alija’ya işaret
etti.
Orić bu geri çekilmeden hiç şikayet etmedi.8
Çünkü Srebrenitsa’da kalsaydı, Ratko Mladić’in
yetmiş bine kadar çıkabilecek motorize, ağır
silahlı gücü karşısında varlık gösteremeyecek,
Bosna Cumhuriyet ordusunun asıl kısmı
Saraybosna’da kuşatma altında olduğundan
yardım da alamayacaktı. Srebrenitsa’dan
savunmanın geri çekilmesi, hem kahraman (!)
Naser Oric’in hem de şehri Sırplara çatışmasız
teslim etme anlaşmasının mimarlarının işine
gelmişti.
SrebrenitsaSavunulabilirdi
Askeri uzmanlar Srebrenitsa’nın Naser
Oric ve emrindeki 5500 savaşçı tarafından
savunulabileceğinde müttefiktirler. Nitekim 22
Temmuz’da Goražde’ye yapılan Sırp saldırısı,
Goraždelilerin Srebranica’dan çıkardıkları ders
sonucu direnmeleri üzerine durdurulabilmişti.
Goražde savunmasından önce düzenlenmiş bir
CIA raporu çok ibret vericidir. Bu raporda şöyle
denilmektedir:
“12 Temmuz 1995’te bir Bosna hükümet yetkilisi
Bosna hükümetinin ne Žepa, ne de Goražde
için “stratejik savunma planı” olmadığını
duyurdu. Saraybosna yönetimi kuşatma altındaki
Müslüman yerleşim merkezlerinin savunmasının
yükünü NATO ve UNPROFOR’a bırakmaktadır.
Aynı yetkili bilhassa Saraybosna’nın merkezi
Bosna’dan Goražde’ye yardım etmesindeki
zorluk göz önüne alındığında, Saraybosna
yönetimi kuşatma altındaki Müslüman
64
TEMMUZ’14, tarih bilinci
yerleşim merkezlerinin savunmasını Batı’ya
emanet ediyorsa da, bunun Bosna Ordusu’nun
savunma için taktik planları olmadığı anlamına
gelmeyeceğini ve kovuşturma altındaki 60.000
sivilin savaşmadan teslim olmayacağını söyledi”.9
Artık iyice anlaşılmıştır ki, Orić’in ve savunma
gücünün Srebrenitsa’dan geri çekilmesi Alija’nın
inisiyatifi dahilinde gerçekleşmiştir. Orić ile
Alja’nın oğlu Bakir’in devam eden samimiyetleri
bunun delillerinden biridir.
Srebrenitsalı Savaşçılar Tuzla
Yolunda
Naser Orić’in Srebrenitsa’dan alınması bir başka
trajediye de kapı araladı. Başız kalan 5500 milis,
savunacakları kasabayı terk edip, ormandan
Tuzla’nın yolunu tuttu. Bu gönüllülerden az bir
kısmı Tuzla’ya ulaşabildi. Çoğu ormanda Sırplar
tarafından şehit edildi. Toplu mezarlara gömüldü.
Srebrenitsa’nın Sırp saldırısına karşı
savunulacağını düşünerek çevre yerleşim
merkezlerinden kopup gelen aileler de şehrin
savunmasız kaldığını görünce ilk önlerine çıkan
fırsatta bölgeyi terk etmeye başladılar. Ancak Sırp
kuşatması altındaki bölgeden çıkmak hiç de kolay
değildi.
Savunmasız Srebrenitsa Sırpların
İnsafına Terkediliyor
1995 yılının Temmuz ayında Ratko Mladić
komutasındaki Sırp birlikleri ve paramiliter
gruplar Srebrenitsa’ya indiler ve bombardımanı
başladı. Buraya gelinceye kadar Ratko Miladić
kuvvetleri köylerde Müslüman askerlerden küçük
çaplı mukavemet görmüştü. Şimdi Srebrenitsa’da
kırk bine yakın Müslüman sivil kuşatılmıştı. Gıda
malzemeleri ve su azalmaya başladı, yüzlerce
kişi yaralandı, binalar hasar gördü. Sırp askerleri
şehrin varoşlarına mevzilenmeye başladı.
Srebrenitsa’da kasabayı savunmak için Bosna
Ordusu’nun ne bir planı vardı, ne de askeri.
Sırpların bir iki gün içinde saldıracağı kesindi.
Kasabanın ileri gelenleri Hollandalı BM
askerlerinin karargahına gitti. Karargahın
telefonundan Bosna Savunması’nın merkezi
Saraybosna’yı aradı. Telefona çıkan Alija
İzetbegović’in bakanlarından Haris Sladzić idi.
Sırpların saldırmak üzere olduklarını, başkentin
kendilerine tavsiyelerinin ne olduğunu sordular.
Sladzić telefonun öteki yakasından
- Hiç bir şey yapmayın Potičari’ye dönün ve sakin
olun.
diyordu. Srebrenitsa’dan telefon edenler küfür
ederek telefon ahizesini yere çarptılar.10
11 Temmuz 1995’te Miladić kuvvetleri hiç bir
mukavemetle karşılaşmadan kasabaya girdi.
Bosna’nın başkenti Saraybosna’da,
Srebrenitsa’dan amatör bir radyo operatörünün
bir telsiz mesajı duyuldu:
‘lütfen bir şeyler yapın.
Ne yapabilirseniz.
Allah aşkına, bir şeyler yapın.’
diyordu.
RatkoMiladić hala Naser Orić kuvvetlerinden
saldırı bekliyordu. Naser Orić’in Srebrenitsa’daki
karargahı ise çoktan boşaltılmıştı.
11 Temmuz akşamı Ratko Miladić Hollandalı
askerlerin komutanı gözetiminde şehri teslim
toplantısı düzenledi. UNPOFOR komutanı,
Srebrenitsa’yı temsilen Srebrenitsa İlkokulu’nun
öğretmenlerinden Nesib Mondić’in de toplantıya
katılmasını istedi.
O akşam Ratko Miladić ile öğretmen Mondić
arasında şöyle bir söyleşi geçti:
- Nesib söyle bakalım ne istiyorsun?
Öğretmen şaşkındı
- Kendim için mi?
Miladiç gülüyordu
- Hayır, halkın için.
- Halkımı acı çekmekten kurtarmak isterdim.
Miladić acımasızdı.
- Sırp halkı da 1992-1993 boyunca sizden bunu
istemişti. Silahları teslim edeceksiniz. Ben de
savaş suçu işlememişlerin hayatına teminat
vereceğim. Yetkimi RS ordusunun hedefi olmayan
masum Müslüman halkına yardımdan yana
kullanacağım. Nesib, halkının kaderi senin elinde.
Ancak Nesib Modic’in yapabileceği bir şey yoktu.
Ne Saraybosna’daki siyasi liderliğin, ne de cafcaflı
ünvanlı komutan generallerin.
Katliam günü Mladić film karelerine güler yüzlü
yansıyordu, bir grup kadın güven verici laflar
etti. Onlar ağlayarak ‘teşekkür ederiz’ diyorlardı.
Daha sonra çok sayıda kamyon ve otobüs geldi.
Sırp askerleri bu seferde BM karargahı olarak
kullanılan fabrikanın dışındaki yirmi bine yakın
siviller arasından erkekleri kadın ve çocuklardan
ayırmaya başladılar. Kadınlar ve çocuklar kamyon
ve otobüslerle Müslüman yoğun bölgelere doğru
yola çıkarıldılar.
Ertesi gün kamyon ve otobüsler daha çok kadın
ve çocuk götürmek için geri döndü. Sokaktaki
insanlar arasında hiçbir erkek görülmüyordu,
az sonra ortalıkta kadın ve çocuk da kalmadı.
Öğleye doğru Sırplar fabrika içinde BM Barış Gücü
UNPROFOR’a sığınmış altı bin kişiyle ilgilenmeye
hazırdılar. Miladić’in talimatı üzerine Hollandalı
komutan emir verdi:
- Beşli gruplar halinde fabrikadan çıkın!
Sırplar yine erkekleri ve erkek çocukları
diğerlerinden ayırıyordu.
Srebrenitsa’daki nüfusun taşınması dört
gün sürdü. Hollandalı askerler Sırplara hiç
öngörmedikleri şekilde yardım etmeye zorlandı.
Sırp zulmünü engel olmaları gerekirken,
onların katliamına yardımcı oluyorlardı. Sırplar,
Hollandalı askerlerin mavi kasklarını da aldılar ve
daha sonra kaçakları kendilerine teslim olsunlar
diye kandırmak için bu kaskları kendileri giydiler.
7.500 kadar erkek ve 13 yaşın üzerinde erkek
çocuk orada öldürüldü. Onlar öldürülecekleri yere
kadar ya kamyonla veya yürütülerek götürüldüler.
3.000 kadar erkek, kaçmaya çalışırken vuruldu
veya başları kesildi. 1.500 kişi bir depoya kilitlenip
makineli tüfek ateşi açılarak ve el bombaları
atılarak öldürüldü. Diğer onbinlercesi çiftliklerde,
futbol sahalarında, okul bahçelerinde öldürüldü.
Tüm hareket askeri etkinlik ile gerçekleştirilmiştir.
Bu taşımalar sırasında istihdam edilen sürücülerin,
sonradan Sırp birlikleri aleyhine tanıklık etmekten
caydırmak için, en az bir Müslüman öldürmek
zorunda bırakıldığı söylendi.
On binlerce beden toplu mezarlara gömüldü.
Daha sonra ayak altındaki toplu mezarlar yeniden
açılıp cesetler daha gizli kıyı köşelere yeniden
tarih bilinci, TEMMUZ’14
65
gömülmüştür.
Çoğu: “Savaş gelmeseydi, Bosna Müslümanlığı yok
olacaktı. Savaş bizi kendimize getirdi. Biz savaşla
yeniden doğduk.” der.
Çok azı hala: “Biz Hırvat ve Sırp komşularımızla
gül gibi geçinip gidiyorduk. Yabancılar
komşularımızı kandırdı. Bir trafik kazasıdır oldu.
Unutalım. Hırvat ve Sırpsız Bosna olmaz.” der.
Bosna’nın savaş yetimleri artık büyüdüler. Yaralar
sarıldı ama savaş yıllarında zor durumda kalan
insanlarda savaşın psikolojik izleri hala sürüyor.
On binlerce beden toplu mezarlara gömüldü.
Üniversitemizde okurken tanıştığımız Jasmin
Yusufović dört yaşındaydı. Yedi sene önce birlikte
oraları ziyaret etmiştik. O da annesi, babası ile
birlikte fabrikada bekleyenlerdendi. Derken
13 yaşından büyük bütün erkekleri fabrikanın
kapısından çıkarıp kamyonlara yüklemişler.
Babasının cesedi ancak 18 sene sonra 2013 yılında
bulunup defnedildi.
Srebrenitsa Katliamının Bosna
halkına Bıraktığı Etkiler
Katliamın Bosna Müslüman halkı üzerindeki
etkisi çok derindir.
Özetlersek
Srebrenitsa katliamının en önemli sebebi
Müslüman Boşnak siyasi liderliğinin
Müslümanların savunulması konusunda ciddi bir
planlama yapmayı başaramamasıdır.
Onların, Bosna Hristiyan ahalisinin kendilerine
karşı neler yapabileceği konusunda bilinçleri
son derece zayıftı. Dünkü komşularından
böyle bir şeyi asla beklemiyorlardı. Tamamen
gafil avlandılar. Siyasi liderlik, Müslümanların
savunması için gayrimüslim uluslararası güce çok
fazla güvendi.
Unutulmaması gereken ders:
Sadece Mü’minler kardeştir.
DİPNOTLAR
1
http://www.washingtonpost.com/wp-srv/inatl/longterm/balkans/stories/independence101691.htm
2
MagnusBjarnason, TheWarandWar-Games in BosniaandHerzegovinafrom 1992 to 1995, 2001.
3
https://www.youtube.com/watch?v=MnALEecbZ-k
4
https://www.youtube.com/watch?v=MnALEecbZ-kt
5
https://www.youtube.com/watch?v=MnALEecbZ-k
6
IbranMustafic,Planned Chaos 1990-1996, Sarajevo 2001
7
General SeadDelic, Daniinterview, March 17, 2000
8
Interview, SlobodnaBosna, Sayi 869, 4.7.2013.
9
TheBosnianArmy’sDefense of Gorazde: Plans, Capabilities, andPossibleOutcomes, CIA Raporu
10
Hasan Nuhanovic, Under the UN Flag, DES Sarajevo 2007.
66
TEMMUZ’14, tarih bilinci
MAKALE
Prof. Dr. Orhan KILIÇ
Fırat Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi
MUHTEŞEM YÜZYILIN
RÜSTEM PAŞASI VE
OSMANLIDA RÜŞVET
Rüşvet; haksız bir menfaat sağlamak için verilen ödül, ücret veya ödenen bedel olarak
tanımlandığı gibi; yaptırılmak istenen bir işte yasa dışı kolaylık ve çabukluk sağlanması
için bir kimseye mal veya para olarak sağlanan çıkar olarak da ifade edilir. Rüşvet, alanı da
vereni de kapsamı içerisine alır. Yani alan kadar veren de sorumlu ve suçludur.
Rüşvet, toplumların hayatında görülen en eski sosyal hastalıklardan birisidir. Rüşvetin bugüne kadar
varlığını devam ettirmesi, tedavisi son derece zor bir sosyal hastalık olduğunu göstermektedir. Bütün ilahi dinlerde yasaklandığı gibi; eski Hint, Mısır, İran, Sümer ve Yunan toplumlarında da yasak
olduğu ve özellikle de adli rüşvete ağır cezalar verildiği görülür. Mesela Roma hukukunda rüşvet alan
hâkime idam cezası öngörülmüş ve memurların basit eşyalar dışında hediye kabul etmesi yasaklanmıştır.
Rüşvet, Kuran-ı Kerim’de kelime olarak doğrudan geçmemekle birlikte, ‘Mallarınızı aranızda haksız
sebeplerle yemeyin. Kendiniz bilip dururken, insanların mallarından bir kısmını haram yollardan
yemeniz için o malları hâkimlere (idarecilere veya mahkeme hakimlerine) vermeyin.’ mealindeki
ayette (Diyanet Vakfı Meali, Bakara 2/188) açıkça yasaklandığı görülmektedir. Hadislerde de; rüşvet
alan, veren, ve aracılık eden lanetlenmiştir. Hz. Peygamber devlet görevlilerine verilen hediyeleri
devlet malına hıyanet ve ganimetten çalma olarak nitelemiş, nüfuz kullanarak menfaat temin etmenin her türlüsünü yasaklamıştır.
Rüşvet bütün toplumlarda görülmekle birlikte, ekonomik ve sosyal gelişmesini tamamlamamış
toplumlarda daha fazla görülür. Sosyal ve ekonomik düzenin bozulması, savaş ve doğal afet (deprem,
kıtlık, vb.) zamanları rüşvet suçunun arttığı dönemlerdir.
Selçuklu ve İlhanlı toplumlarında rastlanan rüşvet suçu, Osmanlı toplumunda da başlangıçtan
itibaren görülür. Mehmed Neşrî, Kitâb-ı Cihannümâ adlı eserinde; Orhan Bey zamanında Osman-
tarih bilinci, TEMMUZ’14
67
lı askeri teşkilatının ilk adımı sayılan yaya sınıfı
teşkil edilirken; “Padişah hizmetinde olalum deyü
yaya yazılmağa bir mertebede rağbet gösterdiler ki,
kadıya rüşvet verip yalvardılar: ‘Beni yaz!’ dediler.”
(MehmedNeşrî, Kitâb-ı Cihannümâ, I. cilt, s. 155)
şeklinde kayıt düşer. Rüşvet verildiği kastedilen
kadı ise Bursa kadısı Çandarlı Kara Halil’dir.
Osmanlı toplumunda rüşvet ile ilgili konular başlangıçta sadece adli alanda görülmekle birlikte,
Kanuni döneminin son yıllarında devletin bütün
kademelerine bulaştığı anlaşılmaktadır. 16. yüzyılın
ortalarından itibaren yazılmaya başlanan ıslahat
risalelerinin hemen tamamında rüşvetin Osmanlı
toplum ve devlet hayatına büyük oranda bulaştığından bahsedilir.
Yazarı belli olmayan Kitâb-ı Müstetâb adlı eserde,
Kanuni dönemindeki rüşvetin boyutlarının ne kadar genişlediği ayrıntıları ile açıklanır. 17. yüzyılın
en önemli fikir adamı Kâtip Çelebi de gerileme ve
devlet düzeninin bozulmasının sebepleri arasında
rüşvetin ağırlıklı bir yeri olduğuna dikkat çeker.
Kâtip Çelebi, rüşvet alıp vermenin dünyada bir
zararı olmadığı için herkesin tereddüt etmeden
68
TEMMUZ’14, tarih bilinci
alıp verdiğini söyler. Rüşvet kabul etmeyenin ise
dindarlığından ve Allah korkusundan değil, hazmı
müşküldür diye halkın diline düşmekten korktuklarını belirterek; ‘Zira bir tatlıca nesnedir, hazzı
vardır derler.’ diyerek, rüşvete toplum nazarındaki
bakışa ayna tutar. Geçmişte iş başında bulunan
Müslümanlar ve halkın padişahının bu sakıncalı
uygulamayı kaldırmak ve devletin yıkılmasını önlemek için rüşvet kapısını mutlaka sıkıca kapadıklarını vurgulayarak kendi dönemindeki yöneticilerin
de bu illete karşı aynı tavrı göstermeleri gerektiğini
belirtir (Kâtip Çelebi, Mizânü’l-Hak fi İhtiyâri’l-Ahak, s. 101-102).
Benzer tespitler 18. yüzyılın başlarında ilk resmi
vakanüvis Mustafa Naima Efendi ve Defterdar Sarı
Mehmed Paşa tarafından da yapılır.
Rüşvet, Osmanlı devlet hayatında adalet ve idare
alanlarında ağırlıklı olarak görülür. Kadılıklar,
sancakbeylikleri, beylerbeylikler, defterdarlıklar
ve daha birçok devlet görevleri rüşvetle verilmeye
başlandıktan sonra; görevler ehliyetsiz ve liyakatsiz
kişilerin eline geçmiş, bu durum birçok bakımdan
olumsuz sonuçlar doğurmuştur. Rüşvet vererek
makam ve mansıp ele geçirenler, rüşvet olarak
verdikleri parayı çıkarmak için görev alanı içindeki
konularda halka zulüm etmişler ve haksız menfaat sağlamışlardır. 18. yüzyılda mahkemeye
düşen varlıklı birisinin rüşvet vermez ise sefil
olacağı, müflis birisinin ise Karun gibi zengin
çıkacağı yolunda bir kanaat oluşmuştu. Mahkemelerde haklı olan haksız, haksız ise haklı
konuma rahatlıkla geçebiliyordu. Haklı olmak
verilecek rüşvetin büyüklüğü ile şekilleniyordu. Kısacası 16. yüzyılın ortalarından sonra
halkın hukuk ve adalet sistemine güveninin
kalmadığı net bir şekilde anlaşılmaktadır.
Devlet kademelerindeki idari görevler rüşvetle verilmeye başlayınca; tecrübeli, yetenekli ve liyakat sahibi yöneticiler bir anda
görevden alınabilmiş ve yerlerine rüşvet
veren yeteneksiz idareciler atanmıştır. Bu
uygulamalar yöneticilerin görevlerini rahat
yapamamaları sonucunu doğurmuş ve her an
görevden alınacakları korkusu ile istikrarlı ve
kararlı yöneticilik yapamamışlardır. Akraba
ve yakınların devlet görevlerine getirilmesi
de 16. yüzyılın ikinci yarısından sonra iyice
görülmeye başlamıştır. Vezir-i Azam Rüstem
Paşa’nın gemicilik tecrübesi olmayan kardeşi
Sinan’a paşa rütbesi vererek Kaptan-ı Derya
yapması bu tür atamaların tipik örneklerinden birisi olarak verilebilir. Kanuni dönemine
damga vuran vezir-i azamlar da, padişahın
damadı veya enişteleri idi. Vezir-i azam olarak
görev yapan İbrahim Paşa, Lüffi Paşa ve Kara
Ahmed Paşa padişahın eniştesi, Rüstem Paşa
ise damadıydı.
Rüşvet ve iltimas ile yapılan atmaların en kötü
sonuçları vezirlik ve beylerbeylik rütbelerinin
verilmesinden sonra yaşanmıştır. Vezir ve
beylerbeyi sayısındaki kontrolsüz artışlar 16. yüzyılın ortalarından itibaren başlamış ve 17. yüzyılda
iyice kendini göstermiştir. Vezir rütbesi verilenler;
ne kubbe vezirliğinde, ne de eyalet valiliklerinde
boş kadro bulabilmişlerdir. Yani eyalet sayısı vezir
ve beylerbeyi sayısının çok altında kalmıştır. Hiçbir
görevi olmayan vezirleri ifade etmek için sandalyesiz vezirler tabiri kullanılır. Bir yerde bugünkü
merkez valilerine benzerler. Beylerbeyiler için de
durum aynıdır. Beylerbeyi ve vezirler paşa olarak
anılır ancak rütbe bakımından vezirlik daha üst bir
makamdır. Vezirler üç tuğlu, beylerbeyiler ise iki
tuğlu paşa idi.
Bu vezir ve beylerbeyilere idare edecekleri eyalet
verilemeyince, kendilerine eyaletin bir alt birimi
olan sancaklar verilir. Bu uygulamanın bugünkü
anlamı vali kadrosundaki birisine kaymakamlık
veya nahiye müdürlüğü verilmesidir. Vezirler ve
tarih bilinci, TEMMUZ’14
69
beylerbeyiler bu atamaları çaresiz kabul ederler ve
18. yüzyılda Osmanlı ülkesindeki sancakların birçoğu vezirlere ve beylerbeyilere arpalık olarak verilir.
Arpalık olarak kendilerine sancak verilen paşalar,
arpalık sisteminin gereği olarak sancaklarını gidip
bizzat yönetmezler ve gönderdikleri vekilleri vasıtasıyla bu işi yürütürlerdi. Bu uygulama çok büyük
bir yönetim zafiyeti doğurması bakımından Osmanlı idare tarihinin önemli meselelerinden birisi
olarak kabul edilir. Bugün bazı devlet görevlerinin
birilerine peşkeş çekilmesi anlamında kullanılan
arpalık tabiri bahsettiğimiz dönemin bir ürünüdür.
Rüşvet ve Rüstem Paşa
Rüşvetin Osmanlı toplum ve devlet hayatına yan-
70
TEMMUZ’14, tarih bilinci
sımaları çok daha teferruatlı olarak ele alınabilir
ve incelenebilir. Şu kadarını söyleyelim ki, her
toplumda var olan rüşvet Osmanlı toplumunda da
görülmüştür. Ancak devrin kaynaklarının verdiği
bilgilere göre, Kanuni Sultan Süleyman döneminde
oldukça artmış ve sonraki dönemleri de olumsuz
etkilemiştir. Bu işte Sadrazam Rüstem Paşa’nın
önemli bir rol oynadığı ifade ve iddia edilir. Rüstem
Paşa’nın ifade ve iddia edildiği gibi, rüşveti Osmanlı
devlet hayatına sistematik olarak sokan adam olup
olmadığı ve devlet adamlığı konusunda şunlar söylenebilir:
Rüstem Paşa 1500 yılında doğmuştur. Doğum yeri
hakkında kaynaklar net bir bilgi vermemektedir.
Saraybosna yakınlarındaki Butomir’de, Sarajevsko
Polje’nin batısındaki bir köyde veya Hırvatistan
Skardin’de doğduğu yönünde bilgiler mevcuttur.
Muhtemelen bir domuz çobanının oğludur. İlk
efendisi tarafından devlete vermesi gereken haracına karşılık Osmanlı sarayına köle olarak satılmıştır.
Sarayda ve devlet kademelerinde hızla yükselerek
Osmanlı tarihine birçok bakımdan damgasını vuracak faaliyetlerde bulunmuştur. Batılı kaynaklar;
yüzü hiç gülmeyen, asık suratlı, rüşvetçi, fesat, şehzadenin kanına giren oldukça tehlikeli bir kişi olarak anlatırlar. Fiziksel olarak minyon yapılı, çirkin,
kırmızı suratlı ve kötü bakışlı bir adam olarak tasvir
edilir. Avusturyalı tarihçi Zinkeisen, Rüstem Paşa
ile birlikte Osmanlı Devleti’ndeki iyilik ruhunun
bozulduğunu söyler. Osmanlı kaynaklarında ise; iyi
tedbir sahibi, tutumlu, zengin, şairlerden hoşlanmayan, yararlı düşünceli gibi sıfatlarla anılır.
Rüstem Paşa iki farklı dönemde (1544-1553/15551561) yaklaşık on dört buçuk yıl Osmanlı Devleti’nde sadrazamlık görevinde bulunmuştur. Kanuni Sultan Süleyman’ın kızı Mihrimah Sultan’la
evlenerek padişaha damat olmuştur. Bu durumu
yönetimdeki etkisini haliyle artırmıştır. Oğullarına
karşı, nizam-ı alemi bozma ihtimali olduğu için acımasız olan padişah, her nedense Rüstem Paşa’nın
sabit olan suçlarını cezasız bırakmış veya görmezden gelmiştir. Rüstem Paşa’nın devlet kademele-
tarih bilinci, TEMMUZ’14
71
rindeki bu hızlı yükselişi ve padişah nezdindeki
itibarı, kayınvalidesi Hürrem Sultan’ın desteği ile
de doğrudan ilgilidir.
Rüstem Paşa’nın devlet işleri ile ilgili rüşvet aldığına dair devrin klasik kaynakları ve arşiv kaynaklarında bilgiler mevcuttur.
Rüstem Paşa devlet makamlarını birilerine verirken, bu dönemde ortaya çıkan câize adlı bir nevi
makam vergisi alıyordu. Bu câize doğrudan vezir-i
azama veriliyor ve defterlere kaydedilerek resmi
bir hüviyet kazanıyordu. Bu şu anlama geliyordu:
Ne kadar çok atama, o kadar çok câize... Câizenin
dışında, atama yapılacak kişiden kayıt dışı alınacak
rüşvet de işin cabası... Yukarıda özetle anlatmaya
çalıştığımız idaredeki bozulmaların temeli işte bu
yıllarda atılır.
Islahat Risalesi yazarlarından Koçi Bey, Rüstem
72
TEMMUZ’14, tarih bilinci
Paşa’nın iltizamı (devlet gelirlerini ihale ile kişilere
vermek) yaygınlaştırdığı ve devlet arazilerini özel
mülke çevirip bunları da çocuğuna vakıf olarak
bıraktığını yazar. Devletin nakit para ihtiyacını karşılamak için iltizam sistemi bir ölçüde anlaşılabilir
ama iltizam ihaleleri nasıl olmuş bir de ona bakmak
lazımdır. İltizam işine giren mültezimlerden rüşvet
istenmiş mi? Bu konuda şikâyetler var mı? Bunlara
cevap vermeden veya araştırmadan Rüstem Paşa
için haklı veya haksız demek doğru değildir. Ancak
devlet arazilerini önce özelleştirip sonra da evladiyelik vakıf haline getirmek neresinden bakarsanız
bakın devleti soymaktır. Başka şekilde izah etmek
mümkün değildir ve rüşvetten daha kötüdür.
Rüstem Paşa’nın iltizam dışında daha birçok mali
tedbir alarak devlet hazinesini doldurduğu söylenir. Hatta sarayın çiçeklerini bile sattığından söz
edilir. Yani devlet malını satarak devletin kasasını
doldurmaya çalışmıştır.
Rüstem Paşa yabancı devletlerle yaptığı anlaşmalardan da hatırı sayılır miktarda altın almıştır.
Aslında Osmanlı Devleti’nin yabancı ülkelerle
yaptıkları barış anlaşmalarında Osmanlı Devleti’ne
ödeyecekleri haraç var ise bir miktar da üst düzey
devlet görevlileri bu işten nasipleniyordu. Mesela
1541 yılında Venedikliler savaş tazminatı olarak Osmanlı hazinesine ilk
taksit olarak ödediği
100 bin dukanın yanı
sıra, devrin vezir-i
azamı Lütfi Paşa’ya 10
bin, Rüstem Paşa ve
diğer iki kubbe altı vezirine de 5 biner altın
göndermişlerdi. Avusturya’nın 1540 yılında
Osmanlı Devleti ile
yapacağı anlaşma için
hazineye ödemeyi
teklif etmeyi düşündüğü 100 bin altının
yanında vezir-i azam
Lütfü Paşa’ya 6 bin,
ikinci vezir Rüstem
Paşa’ya ise 2 bin altın
vermeyi planladığı
ancak bu meblağın
avantajlı bir anlaşma
yapmaları hususundaki katkılarına göre
artabileceği de ifade edilmiştir.
Erhan Afyoncu’nun tespitlerine göre, Rüstem Paşa
12 Temmuz 1561’de öldüğünde 12 milyon altın
değerinde büyük bir miras bırakmıştır (Erhan
Afyoncu, “Rüstem Paşa”, s. 289). Bu meblağ Batılı
kaynaklara göre 15 milyon duka (altın) idi. (Johann
Wilhelm Zinkeisen, c. 3, s. 571)
1700 köle, 2900 savaş atı, 1160 deve, 8000 dülbent, 5000 hil’at, 1100 altın üsküf, 290 yük keçe,
2000 zırh, 600 gümüşlü eğer, 500 murassa altınlı
eğer, 130 çift altın üzengi, 860 murassa kılıç, 1500
gümüşlü tolga, 1000 gümüşlü şeşper (altı dilimli
topuz), 33 kıymetli taş, 1000 yük gümüş külçesi,
780.000 hasene altın, nakit olarak 1000 yük para
(bir yük=100.000 akçe yani 100 milyar akçe) , Anadolu ve Rumeli’de 815 çiflik, 76 su değirmeni, 8000
yazma Kur’an-ı Kerîm, 130 murassa Kur’an, 5000
ciltten fazla kitap ve daha birçok değerli eşya Rüstem Paşa’nın bıraktığı miras içinde zikredilir.
Rüstem Paşa bu kadar servetinin yanında birçok
vakıf esere de para aktarmıştır. Yaptırdığı eserler
arasında on iki cami ve mescit, yedi mektep, 32 ha-
mam, 22 çeşme, 273 oda, 54 mahzen, 563 dükkân,
28 han ve kervansaray ve 5 medrese bulunmaktadır.
Osmanlı Devleti’nde bir beylerbeyinin alacağı yıllık
has geliri 1.200.000 akçeyi geçmez. Vezir-i azamlar ise en fazla 2.400.000 akçe yıllık gelire sahipti.
Kanuni Sultan Süleyman, Pargalı İbrahim Paşa’nın
yıllık gelirini 3 milyon akçeye (60 bin duka) yükseltmiştir ki bu o zamana kadar vezir-i azamların
aldığı en yüksek meblağdı. Rüstem Paşa devşirmeden gelen varlıklı olmayan ve domuz çobanlığı
yapan bir kişinin oğludur. Yani aileden gelen bir
zenginliği yoktu. Osmanlı devlet kademelerinde
yaklaşık 33 yıl görev yapmıştır. Bunun 14 buçuk yılı
vezir-i azamlık, 5 yılı vezirlik, 3 yılı beylerbeyilik,
3 yılı sancakbeyliği, 7 yılı mirahurluktur. 2 yıl ise
mazul (boş) kalmıştır. Her yıl padişahtan aldığı
mükâfatlarla beraber ortalama en fazla 3 milyon
tarih bilinci, TEMMUZ’14
73
akçe gelirinin olduğunu varsayarsak 33 yılda 99
milyon akçelik bir kazancı ancak olabilirdi. Caizeler ve yabancı devletlerden alınan altınları da dahil
edersek, hiç harcama yapmamış olsa bile 100-200
milyon akçelik bir servete ancak sahip olabilirdi.
Rüstem Paşa’nın öldüğünde diğer kıymetli mal
varlığını hesaba katmadan, sadece nakit olarak 100
milyar akçesi ve 780 bin altının olduğunu düşünürsek, bu servetin kaynağının normal yollardan
kazanılma ihtimalinin olmadığı anlaşılacaktır. Kapı
halkının masrafları ve yaptırdığı vakıf eserlere harcadığı para da bu hesabın dışındadır.
Rüstem Paşa’nın insanlığın hayrı ve Allah rızası için
yaptırdığı vakıfların masrafını normal yollardan
kazandığı para ile karşılayıp karşılayamayacağını
okurların takdirine bırakıyorum. Ancak yerli ve
yabancı kaynaklar hemen her konuda rüşvet alarak
iş yaptığı hususunda hemfikirdirler.
Özetlersek; devletin kasasını doldurmak için devletin malını satmış veya birilerine peşkeş çekmiş,
devlet hazinesini doldurmak için aldığı bu kadar
tedbire rağmen her ne hikmetse yine de mali
yönden sıkıntı çekilmiş ve halk alınan mali tedbirler sebebiyle fakirleşmiş, atamalardan para almış,
akrabalarını kollamış ve önemli devlet görevlerine
getirmiş, yeteneksiz insanlara makam-mevki vermiş, geliri ile kıyaslanamayacak derecede müthiş
bir servet kazanmış, Batılı devletler ile iyi ilişkiler
kurmuş ve onların lehine yaptığı anlaşmalardan
menfaat sağlamış, bu arada vakıf kurup eserler yaptırmayı da ihmal etmemiş birisi...
Osmanlı Devleti’ne siyaseten önemli bir diplomatik
kazanç sağlayamamıştır. İyi bir asker ve komutan
da değildir. Ordu komutanı olarak çıktığı önemli
bir sefer ve başarısı yoktur. Paşamız işte böyle bir
şahsiyet.
“Keşke insanlar tarihten ders alsalardı da tekerrür
etmeseydi.” demek bu konuya tam uygun düşüyor.
Zira önemli bir sosyal hastalık olan rüşvet, toplumları ve devletleri etkilemeye devam ediyor. Bu
konuda çareyi elbette devleti yönetenler bulacak ve
bu illeti ortadan kaldırmak için ne lazım geliyorsa
onu yapacak. Aksi halde sosyal, idari ve mali konularda, geçmişte yaşanan sıkıntılar daha şiddetli
olarak yaşanmak zorunda kalınacaktır.
KAYNAKLAR
AFYONCU, Erhan; “Rüstem Paşa”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, c. 35, İstanbul, 2008, s. 288-290.
DAŞCIOĞLU, Kemal; “Osmanlı Devleti’nde Rüşvet ve Sahtekârlık Suçları ve Bunlara Verilen Cezalar Üzerine Bazı Belgeler”, Sayıştay Dergisi,
Sayı: 59, s. 119-124.
DEFTERDAR SARI MEHMED PAŞA, Nesayih’ül-Vüzera v’el-ümerâ veya Kîtab-ı Güldeste Nizâm-ı Devlete Müteallik Risale, (Derleyen ve
çeviren: Hüseyin Ragıp Uğural), Türk Tarih Kurumu Basımevi Ankara, 1969.
KÂTİP ÇELEBİ, Düstûru’l-amel li-Islâhi’l-halel (Bozuklukların Düzeltilmesinde Tutulacak Yollar), (Hazırlayan: Ali Can), Kültür ve Turizm
Bakanlığı Yayınları, Ankara 1982.
Mîzânü’l-Hak fi İhtiyari’l-Ahak, (Hazırlayan: Orhan Şaik Gökyay), MEB, İstanbul, 1993.
KILIÇ, Orhan; 18. Yüzyılın İlk Yarısında Osmanlı Devleti’nin İdarî Taksimatı-Eyalet ve Sancak Tevcihatı, Elazığ, 1997.
KÖSE, Saffet; “Rüşvet”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, c. 35, İstanbul, 2008, s. 303-306.
KUR’AN-I KERÎM, Diyanet Vakfı Meali, Bakara 2/188.
MEHMED NEŞRİ, Kitâb-ı Cihannüma, (Yayınlayanlar: Faik Reşit Unat-Mehmet Altay Köymen), C.I-II, TTK, 3. Baskı, Ankara, 1995.
MUMCU, Serap; “Rüstem Paşa”, http://blog.radikal.com.tr/kultur-ve-sanat/rustem-pasa-50272 (18.02.2014).
NAİMA MUSTAFA EFENDİ, Tarih-i Na’ima, (Hazırlayan: Mehmet İpşirli), c. I-IV, TTK, Ankara, 2007.
YÜCEL, Yaşar; Osmanlı Devlet Teşkilâtına Dair Kaynaklar: Kitab - ıMüstetab - KitabuMesali hi’lMüslimîn ve Menaf’i’il - Müminin - Hırzü’l
- Mülûk, TTK, Ankara, 1988.
ZİNKEİSEN, Johann Wilhelm; Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, c. 2-3, İstanbul, 2011.
74
TEMMUZ’14, tarih bilinci
Bilim Tarihi
Uğur Kazdal
Araştırmacı - Yazar
Manhattan Projesi
Tarih 2 Ağustos 1939, Leó Szilárd tarafından Amerikan Başkanı Franklin D. Roosevelt’e
gönderilmek üzere ve Albert Einstein’ın imzasının bulunduğu, dünya tarihini değiştirecek bir mektup yazıldı. Bu mektuba gelecekte “Einstein-Szilárd Letter” denilecek ve
Amerika’nın ne kadar ileri gidebileceğini göstermesine olanak sağlayacaktı. Mektupta
Nazi Almanyası’nın nükleer silah geliştirdiği ve atom bombası yapmaya çalıştığı yazarken, Nazi Almanyası çalışmalarını başarıyla sonuçlandırırsa Amerika ve müttefiklerinin göreceği zarar yazıya dökülmüştü. Einstein-Sziláard Letter 1939 yılında Roosevelt’e yazılmasına rağmen, Atom Bombası’nı üretme odaklı olan Manhattan Projesi’nin
başlangıcını bazı kaynaklar 1942 diye kabul ederken, bazıları mektubun gönderildiği
tarihi kabul eder. 1942 yılının kabul edilmesinin en büyük etkeni Oak Ridge, Tennessee’ye kurulan ve Manhattan Projesi’nin çalışmalarının çoğunun gerçekleştirildiği nükleer araştırma üssünün 1942 yılında inşaasına başlanmasıdır. Olaylara bakış açımıza
göre tarihi bizde 1939 olarak kabul edebiliriz sebebi ise 30 farklı bölgede parça parça
araştırmaların yapılıyor olması ve bilim adamlarının bu süreçte odak noktalarını nükleer enerjiyi bomba olarak kullanabilmeyi sağlayacak olan problem çözümünü bulmaya
çalışıyor olmasıydı. Taa ki J. Robert Oppenheimer ve Robert Serber tarafından Nötron
difüzyonunun, bomba için gerekli enerjiyi nasıl üretmesi gerektiği konusunun araştırılmaya başlanıp, Temmuz 1942’de teorik olarak mümkün olmasının açıklanmasıyla hızlı
bir test sürecine girilmesine vesile olacaktı.
Amerika Birleşik Devletleri’nin İkinci Dünya Savaşı’ndaki konumu 7 Aralık 1941 Pearl Harbor Saldırısı (Sürpriz Saldırı) ile değişecekti. 8 Aralık Günü Japonya’ya savaş ilan etmesinin ardından, S-1 Komitesi 18 Aralık 1941 tarihindeki toplantısının sonucunda Roosevelt’in atom bombası üretimine onay
vermesi, Japon halkının vereceği kayıpları 6 basamaklı sayılara ulaştıracaktı. Eylül 1942’de Amerikan Başkanı’nın Manhattan Projesi’nin başına Tümgeneral Leslie Groves’ı getirmesiyle, Manhattan
Projesi’nin daha ciddi bir şekilde ilerlemesi gerektiği ve ek bütçelere onay vererek dünya tarihinin
değişmesinin en belirgin adımını atmış olacaktı. Leslie Groves liderliğe geldiği ertesi günü önerilen
yer olan Tenneesse’yi incelemek için tren ile yolculuk edecek ve bölgenin özellikleri nedeniyle etkilenecektir. Atom bombasını üretmek için hiçbir engelle karşılaşmadan çalışılabilmesi için, istihbarat
endişesi nedeniyle CIA ve ordu baskıcı bir tutum sergilemek zorunda kalarak Oak Ridge’de kurulacak olan üs bölgesinde yaşayan ailelerin bölgeyi terk etmesi için 15 gün süre verip hızlı bir temizlik
tarih bilinci, TEMMUZ’14
75
gerçekleştirdi. Daha sonrasında bu bölgeye askeri
kontrol noktalarını geçmeden erişmek imkansız
olacaktı ki, bu kontrol noktalarının sayısı 17’ye
ulaşıyordu.
Projede en büyük sorun hızlı olabilmek için 1944’e
kadar sayıları 84,500’e ulaşacak olan inşaat işçisinin bölgelere yerleştirilmesiydi. Bu sorunu binlerce karavan ve yapılan evlerle çözdüler. Çalışan
işçiler ve inşaat mühendisleri aslında ne için
çalıştığını bilmiyor, sadece tesis inşaatında yoğun
mesailer ile çalışıyorlardı. On binlerce işçinin
farklı ahlâk yapıları ve kültürlerden geliyor olması tartışmalara, huzursuzluğa sebep olabiliyordu
ki; durumu fark eden yöneticiler, öncelikle aynı
ırk, sonrasında aynı kültüre sahip kişileri aynı
karavanlara yerleştirmekle sorunu çözüp inşaata
-neredeyse- sorunsuz bir şekilde devamı zorunlu
olarak sağladılar.
Manhattan Projesi beklendiği gibi en çok bilim
adamlarını heyecanlandırdı, yapabilecekleri her
deneyi, her araştırmayı neredeyse sorgusuz kabul
eden bir hükümet, bilim adamlarının ihtiyaçlarını yerine getiren ordu, korumak için görevli olan
CIA bulunurken rahat bir şekilde çalışabiliyorlar-
76
TEMMUZ’14, tarih bilinci
dı. Ekibin ilk sorunu projeye başlanmasında en
büyük etken olan teoride mümkün olan kontrollü
zincirleme reaksiyonunun başarı ile yapılabilmesi
idi. Ekip Tenneesse’de bulunan nükleer araştırma
üssünde tüm kısa deneyler ve ülkenin farklı noktalarında araştırmalar sonucu paylaşılan bilgiler
ışığında ilk testini gerçekleştirmeye hazırlandı.
13 Eylül 1944’te ilk kapsülün reaktöre bağlanmasıyla çalıştırıldı ancak yeterli bulunamayan
enerji karşısında bilim adamları toplanıp 838
kapsülün bağlanmasına karar vererek reaktörün
kritik düzeyde tekrar çalıştırdılar ve çalıştırıldığından kısa bir süre sonra 27 Eylül tarihinde saat
06.30’da tamamen durdurulmak zorunda kalınıp
deneye son verildi. Soğutma suyunda bir sızıntı
veya kirlenme var mı diye kontrol edilip ertesi gün
tekrar başlatılan deney sonucunda reaktör bir kez
daha durdurulup, araştırma ekibinde gerginliğe
sebebiyet verecektir. Ekip hesaplamaları tekrar
yapıp radikal bir karar alarak 504 adet daha tüp
eklemeyi gerekli bulup durumun ciddiyeti ile
daha da gergin bir ortam yaratacaklardır. Yapılan
deneylerden yetersiz sonuçlar elde edilmesiyle
birlikte bilim insanları bu süreçte harcanan paranın ve zamanın kayıp olarak değerlendirmeye
başlamışken, Enrico Fermi 2.004 adet tüpün yük-
lenmesiyle Plutonium’un üretilmesini için gerekli
enerjinin açığa çıkacağını kanıtlar ve tekrar deney
başlatılıp reaktörleri çalıştırdıklarında Plutonium
üretimi için gerekli enerjiyi elde edeceklerine şahit olurlar. Bu durum bilim insanlarının kaybettiği
heyecanı hızlı bir şekilde geri kazandırıp, projeye
destek veren hükümetin daha “mutlu“ olmasına
sebebiyet verecektir.
1945’te ise Nagasaki’ye Fat Man atılacaktır.
İlk test Trinity, nükleer silah denemesinin kod
adı, 16 Temmuz 1945 tarihinde Manhattan Projesi’nin sonucu olarak yapılan deney. Jornada del
Muerto çölünde Socorro, New Mexico’nun 56 km
güneydoğusunda kurulan test alanında ilk nükleer
silah denemesi gerçekleştirildi. Açığa çıkan enerji 84 Terajoule olarak tespit edildi. Trinity testi
Manhattan Projesi süresince başlarda önerilen ve geliştirilmeye çalışan
plutonium silah-tipi nükleer bomba
“Thin Man” idi. Ancak kendiliğinden
fizyon oranının plutonium-tipi bir
silah için çok fazla olması nedeniyle iptal edildi. Manhattan Projesi
süresince Pumpkin bombası ki bu
bomba Nagasaki’ye atılacak olan FatMan lakaplı bombanın nükleersiz
çalışan bir kopyası idi ve Japonlara
karşı aktif olarak kullanıldı. Dünyada
ilk adını duyuracak olan, Hiroshima’yı 6 Ağustos 1945 tarihinde vuran
Little Boy lakaplı bomba 16 kiloton
TNT’nin enerjisi ile patlayacaktı. Bu
tarihten tam 3 gün sonra 9 Ağustos
tarih bilinci, TEMMUZ’14
77
Atomik Çağ’ın başlangıcı olarak kabul edilerek
bilim dünyasında yeni bir döneme girilmesiyle,
Manhattan Projesi’nde çalışan bilim insanlarının
daha da gurur duymalarını sağlamasıyla, testi
daha duygusal bir hale getirmişti. Trinity’ye ilk
testte kod adı olarak “The Gadget” veya “Christy’s
Gadget” denmesinin sebebi ise Robert Christy’nin
içten yanmalı yönteminin cihazda kullanılmasının yanında istihbarat korkusunun, Amerika’nın
istihbaratını yetersiz kalırsa ve eğer yapılmışsa ‘ilk
onlar saldırmasın’ çekincesinin bulunmasıydı.
Kimilerine göre dünya tarihinin en acımasız
sonuçlarına sebebiyet veren proje, kimilerine
göre bilimin daha da ileriye gitmesine vesile olan
deneyler süreci, her iki durumda da dünyayı değiştiren bir sonuç ile bizleri karşı karşıya bıraktığı kesin olan bu proje süresi boyunca yaklaşık 129.000
kişi çalışmış olacak ve bu kişilerin 84.500’ü inşaat
işçisi,40.500’ü tesis operatörü, 1.800’ü askeri personel idi ki bu rakam sonraları 5.600’e arttırılacaktır. Bu kadar kişinin çalıştığı bir projede istihbarat
sızmaması için nelerin göze alınabilineceğini
78
TEMMUZ’14, tarih bilinci
düşündüğümüzde; düzenli olarak yapılan yalan
testleri ve kontrollerin ne kadar gerekli olduğunu
anlamış oluyoruz.
Manhattan Projesi’nde dikkat çeken bir diğer
konu ise uygulanan sansür. Askeri yönü olabilecek
olan araştırmaların yayınlanmasını önlemek için
çalışılmış ve gönüllü olarak Amerikalı bilim adamları, öğrendiklerini dünyadaki diğer bilim insanlarıyla paylaşmamıştır. Bu sansür 1939’da Avrupa’da savaşın başlamasıyla birlikte uygulanmaya
başlaması Manhattan Projesi’nin ve Einstein’ın
mektubunun başka kurgulara gebe olması gibi bir
komployu düşündürtüyor ki bu konuda asla emin
olmamız mümkün gözükmüyor. Sansürde dikkat
çeken bir diğer husus ise; bilimsel dergilerin Ulusal Bilimler Akademisi’ndeki makalelerin silinmesi için başvurmaları... Bu durum ülke çapında
bir birliğin olduğunu da göstermekte. Hükümetin
basın yayın organları üzerinde ek olarak talep
ettiği kullanılmaması gereken kelimeler listesi de
bulunmakta ki; tahmin edebileceğiniz gibi nükleer ile ilgili olan her türlü kelimenin bu listede
Bilim Tarihi
olup yayınlarda kullanmaktan
kaçınılması konusunda uyarmasıyla ciddiyetini ortaya koyduğu
bir gerçektir. Projenin başarıya
ulaşmasındaki en büyük etkenin;
sessizce ve her şeyi göze alan bir
koruma yönteminin kullanılması olduğunu kabul etmeliyiz.
Sovyet ajanlarının yeteneği; Amerika’nın olasılık
dahilinde görüp sabotajdan korkmaları nedeniyle göz ardı etmediği tehlike. Her türlü aksaklıkta
Sovyet ajanlarının aralarına sızdığını düşünen; her
tembel , kavga çıkartan, huzursuzluk veren çalışanı Sovyet ajanı etiketiyle gözlem altında tutmaları
bu endişelerinin büyüklüğünü göstermekte. Daha
sonrasında Oppenheimer Yarbay Pash’i bir üniversitesi profesörünün Sovyet Birliği’ne bilgi sızdırmasıyla ilgili bilgilendirmesiyle birlikte Amerikan hükümetinin korkularının haklı olduğunu
ispatlamış olacaktır. Bu bilgiden sonra “Kominist
Avına” başlayan istihbarat birimi, Manhattan
Projesi’nin hayata geçmesinde önemli rol oynayan
kişilerin birkaçının Sovyet ajanı olduğunu ortaya
çıkarmasıyla Sovyet Birliği’nin ne kadar bildiğini
öğrenmeye çalışacak ve araştırmalarına devam
edecektir. Dikkat çeken en önemli Sovyet ajanlarından olan Klaus Fuchs Amerikalıların atom
bombasını yapmasını sağlayan hesaplamalara yardımcı olmasının yanında Rusların daha sonrasında Hidrojen bombasını yapmasına yardım edecek
ilk modellemesinin teorik çalışmasını yapacaktır.
Manhattan Projesi’nin ana hatları silah geliştirmek gibi gözükse de bilim adamlarını koruma, Alman nükleer enerji projesi ile ilgili bilgi sızdırma
ve sabotaj, bilim adamlarının daha verimli çalışabilmesi için üretim tekniklerinin geliştirilmesi
tarih bilinci, TEMMUZ’14
79
Bilim Tarihi
başlıklarıyla ilgili de yoğun bir şekilde
çalışılmıştır. Proje dahilinde Japon
Atom Programı’nı tehdit olarak görmeyen ekip, gerekçe olarak Japonya’nın
Uranyum Madeni ile ilgili kaynak sıkıntısı bulunması gösteriliyor. Almanya’nın
nükleer silah yapmaya çok yakın olması,
Manhattan Projesi dahilindeki istihbarat çalışmalarının odak noktası haline
gelmesine neden olacak ve “Bombalama
ve Sabotaj Kampanyası” ile bir kaç adet
stratejik yerlere saldırı yapılıp, Almanya’yı meşgul etmekle uğraşılacaktı. Savaşın son hamlesinin Amerika tarafından
yapılmasıyla da Almanya Nükleer Enerji
projesine yapılan istihbarat çalışmalarının başarıya ulaştığını tarih bize gösterecekti.
Savaşı sonlandıran hamlenin Japonlar üzerinde
80
TEMMUZ’14, tarih bilinci
uygulanması, projeye asıl korkulan tarafın Nazi
Almanyası olması, ancak bombanın Japonya’ya
atılması aklımıza Pearl Harbor’ın intikamını mı
aldılar sorusunu getirirken, atom bombasıyla yayılan radyasyonun daha fazla kişiyi etkilebileceği
veya projeye destek veren Birleşik Krallık tarafından Avrupa’dan uzakta atılması kararının mı
etkilemiş olacağını da kesin olarak bilinemeyecek
ve bu fikirle ilgili Almanya’ya karşı Avrupa’da cephe kazanılmaya başlanmış olması da etken olabilir
diye düşünülecektir.
6 Ağustos 1945 tarihinde bomba atılmadan önce
Boeing B-29 tipli uçaklar Japonya semalarında
beliriyor. Bunun sonucu olarak bölgedeki alarmların aktif olup insanların sığınaklara girmesi
ve bu uçakların hiç bir şey yapmadan gitmeleri
insanların aklına “keşif uçağı” imajı oluşturuyor.
Sonrasında tekrar -biraz önce geçmiş olan- uçaklarla aynı olan bir uçak (Enola Gay isimli) yaklaşıyor ve tekrar alarmlar çalıyor, ancak bu sefer yine
“keşif uçağı” hissiyatına kapılan halkın çoğunluğu
sığınaklara girmiyor ve Enola Gay atom bombası
Little Boy’u Hiroshima’ya bırakıyor. Bu taktik
ile maksimum sivil zayiatı verilmesi sağlanırken
suç işleyen Amerika Japonya’dan teslimiyet talep
edip, bu talep Japonlar tarafından geri çevirilince
9 Ağustos 1945 Tarihinde Nagasaki’ye biraz daha
kuvvetli olan Fat Man’i atıp savaşa son verecek
hamleyi yapacaktı.
Manhattan Projesi’nin başarıya ulaşmasından
sonra teknik ve geliştirme süreciyle ilgili dünya
toplumuna açıklama yaparcasına 12 Ağustos 1945
tarihinde “Smyth Report” adıyla bir rapor yayınlandı. Yazarı Henry DeWolf Smyth ve yayıncı
olarak Princeton Üniversitesi’nin ismi geçerken
toplamda 264 sayfa olan bu rapor tüm dünyaya
Amerika’nın neleri yapabileceğini gösteren reklam afişi niteliği taşımaktaydı. Bu rapor Amerika
Birleşik Devletleri için o kadar önemliydi ki Smyth’in Princeton Üniversitesi’ndeki ofisinin önüne
hükümet tarafından korumalar yerleştirilmekte,
yazarın talepleri kontrol ve onay işlemleri süreçlerinden geçtikten sonra uygulanmaktaydı ki yazarın ilk talebi Lincoln G. Smith’i araştırma asistanı
olarak sürece dahil etmek idi. Yayınlanması için
son onayı 9 Ağustos tarihinde Beyaz Saray’da
toplanan, Amerikan Başkanı ile görüşen Stimson,
Harrison, Groves, Conant, Vannevar Bush, ve Fleet Admiral William D. Leahy başkanı ikna eder ve
bu raporun hemen basılması için talimat vererek
12 Ağustos tarihinde binlerce adet basılır. Kitap
evlerine dağıtılması ilk olarak 10 Eylül’de başlayan rapor 14 Ekim 1945 ile 20 Ocak 1946 tarihine
kadar New York Times’ın en çok satanlar listesinde bulundurularak daha fazla kişinin dikkatinin
çekmesi sağlanacaktır. Ancak bu yayın Manhattan
Projesi’ni anlatan son sözler olarak kalmayacak
General Groves’un “Manhattan District History”
başlıklı ve Manhattan Projesi’ni anlatan resmi
kitap olarak basılacak daha fazla detaya askeri
açıdan bakılacaktır. Her ne kadar bu raporlar
Amerika’nın yapabileceklerini ortaya koyan bir
yayın olarak kabul edilse de günümüzde her bilim
tarih bilinci, TEMMUZ’14
81
insanın bu raporu incelemesi, bilimsel detayları
incelerken “reklamcı gözüyle” bakabilmesi gerekmektedir.
Çalışmaların başarısı karşısında Beyaz Saray’ın
bilim adamlarının neredeyse her taleplerini kabul
eden tutumu, Amerika Birleşik Devletleri Başkanı
Harry S. Truman’ı da etkileyecek ve Atomik Enerji
Yasası’nı 1 Ağustos 1946 yılında imzalanacaktı. Bu
yasa “McMahon Act” olarak anılacak ve federal
hükümetin nükleer teknolojiyi kontrol ve yönetimi konusunda çalışmalara kolaylık sağlayacaktı.
Savaşın son bulmasıyla daha kaliteli araştırmalar
yapmak adına 1 Ocak 1947 tarihinde Manhattan
Projesi resmi olarak United States Atomic Energy
Commission’a devredilecek, aynı yıl 15 Ağustos
tarihinde Manhattan Projesi’nin Tenneessee’deki
üssü boşatılacaktı. Bu süreçten sonra artık Sovyet
ajanlarının ne kadar bilgi edindiği, neler amaçladıkları konusuna yönlenilecek bir istihbarat birimi, silahı daha “güvenli” üretimi ile ilgili çalışmalara yoğunluk verilecekti.
Son olarak kimilerinin 2. Manhattan Projesi ya da
Mini-Manhattan diye andığı bazı kaynaklara göre
2003 yılında başlandığı iddia edilen proje! Bilindiği üzere (Tübitak IV. Nesil Nükleer Santraller
2007) 10 ülke bu reaktör çeşidini üretmeye çalışı-
yor. Bu reaktör üst düzey ekonomik, geliştirilmiş
güvenlik, asgari atık, yayılmaya dirençli olması
için çalışmalarına yoğun miktarlarda bütçeler ayrılmakta. 2011 yılında ilk prototipin yapıldığı iddia
edilirken 2020’ye kadar gerçek anlamda kullanılamayacağı belirtilmekte ki; Manhattan Projesi süresince basın organlarına yasaklı kelimeler listesi
yayınlayan yöneticilerin başarıya ulaşılma tarihi
konusunda yalan söylemesini kesinlikle bekleyebiliriz. IV. Nesil reaktör ekonomilerin daha sağlam
durmasına, enerji ihtiyacını daha verimli bir biçimde elde etmesine olanak sağlarken silah üretimi konusunda da daha hızlı çözümler sunacaktır.
İkinci Dünya Savaşı’ndan yıllar sonra yaşanacak
olan Körfez Savaşı’nda, Pentagon’un açıkladığı
sayı olan 320 ton hafifletilmiş uranyum ile nükleer
füzeler kullanan Amerika Birleşik Devletleri, IV.
Nesil reaktörler ile daha kaliteli silahları nükleer tehdit barındırıyor diye ülkelerde kullanmayı
daha ucuza getireceği kesindir.
Savaş durumunda nükleer gücün ve düşmanın ne
kadar ileride olduğu korkusu yaratması, geliştirme
süresince ülkenin bilim insanlarının yeni keşifleri,
daha kaliteli üretim zorunluluğu nedeniyle yapılan ekstra çalışmaların yol açacağı ve ülke bilimine
yapacağı katkıları düşünürsek; bizim de bu çalışmaları ülke olarak yapmamız zorunludur.
twitter_@UgurKAZDAL
82
TEMMUZ’14, tarih bilinci
Tarihi mekanlar
Prof. Dr.Süleyman Kızıltoprak
MEHMED ALİ TEVFİK’İN
MENYEL SARAYI
Kavalalı Mehmed Ali Paşa ailesinden gelenler, 1805 yılından 23 Eylül 1952 yılına kadar
Mısır’da yönetim katında bulunmuş ve ülkenin bir buçuk asırlık tarihinde söz sahibi olmuşlardır. Mısır’ın siyasi tarihinde yer alan vali, hıdiv, sultan ve melik/kral sıfatlarıyla ülkeyi
yöneten aile bireyleri kadar, veliaht olup da yönetim makamına geçemeyen aile bireyleri
de özellikle sosyal, kültürel ve sanatsal alanlarda önemli roller almıştır. Bunlardan birisi de
Hidiv Mehmed Tevfik’in oğlu Mehmed Ali Tevfik (1875-1955) olmuştur.
Prens Mehmed Ali Tevfik
Hıdiv Mehmed Tevfik’in oğlu ve Hıdiv II. Abbas Hilmi’nin (1874-1944) kardeşidir. Annesi ise, Âmine
hanımdır. Âmine hanım, I. Abbas Paşa’nın oğlu Mehmed İlhami’nin kızıdır. İstanbul’da ve Mısır’da
“Valide-i Hıdiviye” veya “Valide Paşa” unvanıyla anılan Âmine Hanım, Kavalalı ailesinin hanım üyelerinin en ünlülerinden biridir. Osmanlı sultanlarının annesine “Valide Sultan” denilirken protokol
kuralları açısından Mısır valisinin annesine de “Valide Paşa” denilmesinin sebebi, aynı ifade kullanılamamasıdır. Mehmed Tevfik Paşa, babası Hıdiv İsmail Paşa’nın aksine tek eşli olarak yaşamıştır.
Tevfik Paşa ve Âmine Hanım’ın ilk çocuğu Abbas Hilmi’dir. Daha sonra Mehmed Ali isimli bir oğlu ve
iki kızı daha dünyaya geldi. Gençliklerinde Abbas Hilmi ve Mehmed Ali fiziksel olarak olağanüstü bir
yakışıklılığa sahip oldukları için Âmine hanım, “Ümmü’l-Hasaneyn/iki Hasan annesi” yani iki yakışıklının annesi olarak adlandırılmıştır. 1892 yılında Tevfik Paşa vefat ettikten sonra, Âmine Hanım
daha önce sadece yazları ziyaret ettiği İstanbul’da daha fazla kalmaya başladı. II. Abdülhamid, çevresinde ve ailesi içinde çok saygın bir konumda olan Hıdiv’in annesi Âmine Hanım’a çok değer veriyordu. Hatta II. Abdülhamid’in Âmine hanıma hediye ettiği Bebek’teki arazi üzerine kurulan yalı, Hıdiv
ailesinin Boğaziçi’nde yaz aylarında ikamet ettikleri mekanlardan biriydi. II. Abdülhamid’in, Âmine
Hanım’ın İstanbul’da daha çok zaman geçirmesini istemesinin bir nedeni de siyasi idi. Zira Padişah,
Mısır Hıdiv ’i olan oğlu II. Abbas Hilmi Paşa ile gayri-resmi irtibatı onunla sağlamak amacındaydı.
Diğer yakışıklı oğlu Mehmed Ali Tevfik ise Mısır tahtına oturmak bakımından abisi kadar şanslı
tarih bilinci, TEMMUZ’14
83
Tarihi mekanlar
değildi. Veraset kuralına göre zaten böyle bir hakkı
yoktu. Ancak, yaşadığı sarayı bir İslam medeniyeti
müzesine dönüştürerek tarihe geçti. Prens, 1875
yılında Kahire’de doğdu, 1954 senesinde Mısır
dışında öldü. Kabri Kahire’deki aile mezarlığında-
olan sanat ve tarihi değeri olan mekanları yeniden
yaşatmak için projeler yapıyordu. Kendi maddi
kaynaklarını cömertçe harcayarak bu eserleri tamir
etmeye çalışıyordu. Yine çeşitli dönemlerde değişik
ülkelerden gelen hediyeleri ve veraset yoluyla kalan
değerli eşyaları da koruma altına alarak gelecek
nesillere bırakmak için büyük gayret gösteriyordu.
Milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy’a Mısır’da kaldığı süre boyunca yakın dostlarından eski Mısır
Hıdivi ve Mehmed Tevfik Paşa’nın abisi Abbas
Hilmi Paşa destek oluyordu. Mehmet Âkif Ersoy
II. Meclis seçimlerini kaybedince, Abbas Hilmi Paşa’nın teklifiyle Mısır’a gitmişti. Âkif Mısır’da 1925
yılından Türkiye’ye döndüğü 1936 yılına kadar
tam 11 yıl Kahire ve Ayn Şems Üniversiteleri’nde
ders verdi. İstanbul’a döndüğünde Hidiv ailesinin
desteği devam etti ve eski Sadrazam Sait Halim Paşa’nın kardeşi Abbas Halim Paşa koluna ait çeşitli
yerlerde misafir oldu. 17 Haziran 1936 Çarşamba
günü İstanbul`a gelen Mehmet Akif Abbas Halim
dır. Prens Mehmed Ali Tevfik Arap
ve Batı kültürüne ileri derecede
vakıf idi. Sarayda özel olarak aldığı
geleneksel ve dinsel eğitim dışında
esasen Batılı eğitim almıştı. Ama
İslam medeniyetinin aydın bir
mensubu olarak yaşıyordu. Değerlerine bağlı ve dindar bir kimliğe sahip olmak yanında bilimsel
çalışmaları sever ve bütün dallarıyla ilgilenirdi. İslam ilimleri ve
sanatına ise özel bir ilgisi vardı.
Spor yapıyor, özellikle at sporunu
seviyordu ve soylu Arap atlarıyla meşgul oluyordu. Öte yandan
tarihi eserleri ve İslam medeniyeti
açısından değerli olan obje ve kitapları da biriktiriyordu. Çok kıymetli koleksiyonları yaşadığı çağda
ün yapmıştı. Dünyanın çeşitli
yerlerinden nadir eserleri sarayına
getirtiyordu. Memluk ve Osmanlı dönemine ait harap olmakta
84
TEMMUZ’14, tarih bilinci
Tarihi mekanlar
Paşa`nın kızı Emine Abbas Halim Hanımefendi`nin
ısrarı üzerine, önce onun Maçka`daki evine misafir
oldu. Daha sonra Beyoğlu İstiklal caddesinde aynı
aileye ait olan Mısır Apartmanı`nda ikamet etti.
Bir müddet sonra Abbas Halim Paşa, Büyük Şairin
sağlığına iyi geleceğini düşündüğü Alemdağ Baltacı Çiftliği’nde onu misafir etti. Çiftlikte 3 ay kalan
Mehmet Akif, kış ayları başlayınca Mısır Apartmanı`na yerleşti. Abbas Halim Paşa Milli şairimizin
son günlerini huzur içinde geçirmesi için elinden
geleni yaptı. Mehmet Akif, 27 Aralık 1936 Pazar
günü akşamı vefat edene kadar onun misafiri olarak
kaldı.
Aile bireyleri Kahire ve İstanbul’da Mehmet Akif’e
ev sahipliği yaparak büyük bir vefa gösterdi.
Siyaset sahasında ise, Prens bir saray sahibi olmasına rağmen hiçbir zaman Mısır tahtına oturma
imkanı elde edemedi. 1892, 1914, 1936 ve 1952
yıllarında Mısır Hidivi ve Kralı olma beklentisi
doğdu. Ancak kısa bir sure Kral naibliği yapmak dışında tahta geçemedi. Dedesi Hidiv İsmail Paşa’nın
oğlu ve amcası I. Fuad’ın vefatından sonra 1932 de
tahtın vasisi oldu. Ancak amcaoğlu I. Faruk, aynı
yıl tahtın sahibi oldu. Kendisi de vali olarak tayin
edildi. Bu görevi 1951 yılına kadar sürdü.
MENYEL SARAYI
Menyel Sarayı, Mısır Hidivi II. Abbas Hilmi Paşa’nın kardeşi ve Kral Faruk’un kuzeni olan Prens
Mehmed Ali Tevfik Paşa tarafından yaptırılmıştır.
Sarayın son halini alması 30 yıl sürmüştür. 1899 ve
1929 yılları arasında inşa edilmiştir. 1955’te Cemal
Abdül-Nasır zamanında saray kamulaştırılmıştır.
Prens Mehmed Ali Tevfik Paşa sarayın yapılacağı
araziyi 1899 yılında satın almıştır. Yapıma 1901
yılında bir ikamet sarayı olarak başlanmıştır. Prens,
sarayın bütün mühendislik tasarımlarını ve süslemelerini, bizzat denetlemiştir.
Saray, Nil Nehri’nin kuzey kolunda bulunan Ravda
adasında, büyüleyici bir manzaraya sahip çok güzel
bir yerdedir. Sarayın kurulduğu alan yaklaşık 62
dönümlük bir arazidir. Bu alan üzerine inşa edilen
sarayın 5000 m² si bina alanı, 34000 m² si ise bahçedir. Sarayın yol ve patikaları ile bahçe içi yapıların alanı da, 22711 m² dir.
Saray kompleksi 6 temel yapıdan oluşur. Bu nedenle, “saraylar/serâyât” denmektedir. Saraya ait
binaların hepsi, görenleri büyüleyen birer sanat
harikasıdır. İç ve dış mimarisiyle saray İslam yapı
sanatının üstün niteliklerine örneklik teşkil eder.
Sarayın tüm çevresini kuşatan surlar oldukça yüksektir ve Orta Çağ tarzını yansıtmaktadır. Surların
ana malzemesi olarak kireç taşı kullanılmıştır. Dışa
doğru çıkıntısı olan dikdörtgen şeklindeki saray
binaları ve bahçelerini kuşatmıştır. Kuzeyinde
gözleme kuleleri bulunmaktadır. Bu kuleler, Kahire
Üniversitesi Tıp Fakültesi ile sarayın arasını ayıran
Kasru’l-ayni isimli caddeye kadar uzanmaktadır.
Surların kuzey ve güney kısımlarını oluşturan bazı
yerlerinde, Allah lafz-ı celili ve “Eğer Allah size
yardım ederse, artık hiç kimse sizi yenemez” (Ali
İmran 3/160) vb. Kur’an ayetleri yer almaktadır. Bu
yazıların hepsi, açık bir Kufi hattıyla kazınmıştır.
Sarayın girişi de çok ihtişamlıdır. Ana giriş kapısındaki dekor, İslam sanatının birçok yönünü
yansıtmaktadır. Genel hatlarıyla XIV. asır İran
medreseleri ve mescitlerinin giriş yapılarına çok
benzemektedir. Ana kapının iki yanında, Fatımi
döneminin son yıllarına ait yapılarda görülen iki
tane burç bulunmaktadır. Giriş kapısının en üst
kısmının tam ortasında, taşa kazılmış üç hilal ve
üç yıldızlı Nasır dönemine kadar kullanılan Mısır
bayrağı vardır.
Bayrağın altında, “Her kim O Rabbine iman ederse
artık ne hakkı yenmek ne de istila olunmak korkusu yaşar” (el-Cin 72/13) ayeti bulunmaktadır.
Bunun altında ise, sarayın kitabesi yer almaktadır.
Burada şu ifade yazılıdır: “Bu saray rahmetli Prens
Mehmed Ali Paşa torunlarından, İslam sanatlarını
ihya eden ve yücelten Mehmed Tevfik tarafından
yaptırılmıştır. Binanın mühendislik ve sanat işlemeleri şanı yüce prens tarafından başlatılmış olup,
Muhammed Afifi tarafından gerçekleştirilmiştir.
Yapım 1348/1929 yılında tamamlanmıştır.”
tarih bilinci, TEMMUZ’14
85
solunda “Nasr” ve
“Kevser” sureleri
bulunmaktadır.
Yol, mescit, av
hayvanları müzesi,
oturma bölümü,
çardak, özel müze,
altın salon ve Mısır’da benzeri bulunmayan bahçeler,
sarayın kendine has
özellikler barındıran diğer birimleridir.
Bu ifadelerden sarayın yapılış amacının İslam sanatına katkıda bulunmak ve yeniden canlandırmak
olduğu anlaşılmaktadır. Sarayın yapılışındaki mimarlık sanatı, süsleme ve içindeki diğer özellikler
bunun açık bir göstergesidir. Binayı yapanın adının
prensin ismiyle yan yana olması, örneklerine tarihte pek rastlanmayan bir durumdur.
Sarayın saat kulesi görülmeye değer harika bir
yapıdır.
Saat kulesi, teşrifat sarayı ile mescit arasındadır.
Endülüs ve Fas kuleleri tarzında yapılmıştır. Bu kulelerin yapılış amacı, gözetleme, kontrol ve yardım
talebi ve düşmanların saldırısı gibi başka yerlerden
gelen mesajların yetkililere ulaştırılmasıdır. Bir
başka işlevi de, bayram günleri ve ayların başlangıcının oradan ilan edilmesi ve idarecilerin almış
oldukları kararların halka duyurulmasıdır.
Sarayın içindeki kule bu tür işler için kullanılmadı.
Prens Mehmed Ali onu, kardeşi Hıdiv Abbas Hilmi
II.’nin, Mısır’ın demiryolu istasyonunda yaptığına
benzer bir şekilde, zaman göstergesi mekanı olarak kullanmak istedi. Dört adet balkonu olan kule;
taşlardan örülmüş, süslü bir sanat eseridir. Kulenin
dört tane balkonu vardır. Kule kapısının üstünde ve
86
TEMMUZ’14, tarih bilinci
Kral Faruk’un av
malzemelerinin
sergilendiği bina,
Prens Mehmed Ali
Paşa’nın ikamet ettiği binalar, Prensin
dedesi Kavalalı Mehmed Ali Paşa ve ailenin diğer
üyelerine ait hatıraları ihtiva eden eşyaların sergilendiği müze binası bu kompleksin en ilgi çeken
birimleridir. Sarayda Prens’ten kalma 1000 parçalık gümüş servis takımı dikkate değer bir koleksiyondur.
Üst katlara çıkmak için yapılan merdiven de ahşap
sanatının en ince ayrıntılarını barındırır. Merdiven
yanında, bazı sanat eserleri bulunmaktadır ki, çok
ince işlenmiş sedef kakmalı ve fildişi süslere sahip
siyah ağaçtan yapılmış iki tane koltuk ve Sultan
Kayıtbay (1468-1496)ın mescidinin bir minyatürü
görenleri hayran bırakan diğer şaheserlerdir. Minyatür mescidin bütün parçaları ayrıntılı bir şekilde
elle yapılmıştır. Bu da yaklaşık bir asır önceki Mısır
ustalarının sanatlarındaki maharetlerinin göstergesidir. Cami maketi aynı usta işlemelerin bulunduğu bir sehpa üzerindedir. Her ikisi de İlhamiye
medresesi yapımıdır.
İlhamiye medresesi, üstün nitelikli el yapımı geleneksel sanatların merkezi olan medrese, Mehmed
Ali Tevfik Paşa’nın ana tarafından dedesi prens İlhami Paşa tarafından yapıldığı için bu adı almıştır.
Söz konusu medrese, günümüzdeki Seyyide Zeynep
yakınındaki Süyufiyye Caddesi’ndedir.
Tarihi mekanlar
Menyel müzesi, tarih müzelerinin en güzel ve
önemlilerindendir.
deki, altın yaldız, mavi, kırmızı renkteki bezemeler
olağanüstü güzelliktedir.
Sarayın güney tarafına düşmektedir. On beş salondan oluşmaktadır. Ortasında ise küçük bir bahçe
vardır. Kapı üzerinde yer alan bitkisel süslemelerin
en eski Mısır bayrağı vardır. Süsleme ortasında bu
müzenin kuruluş bilgilerini içeren kitabe bulunmaktadır. Burada, müzenin yapımına ilişkin “Prens
Hıdiv Mehmed Tevfik Paşa oğlu Mehmed Ali tarafından 1938 yılında inşa edilmiştir.” kaydı yer
almaktadır.
Prens’in gayretleriyle oluşturulan yazmalar yanında; çok değerli halı, tekstil, cam ve çini koleksiyonları görenleri büyüleyen bir niteliktedir.
Sarayın görülmeye değer bahçeleri ise güzel kokulu
çiçekleri ve çeşitli bitkileriyle bir botanik bahçesi
gibidir.
Müze Salonu
Çağdaş Mısır tarihinin önemli eşyalarını içerdiği
kabul edilmektedir. Adeta, Mısır’da egemen olmuş
yakın dönem kral ailesi üyelerine ait eserleri bünyesinde barındırmak üzere kurulmuştur.
Bunun yanında saray, Fatımiler ve Memluklerin
medrese sanat anlayışından esinlenerek yapılmış,
çağdaş İslami bir tarzdadır. Öte yandan bu harika
sanat yapısında, İran, Suriye ve Fas sanat izleri de
bulunmaktadır. Müze, çeşitli İslam sanatlarını bünyesinde barındıran bir güzel sanatlar müzesi olarak
kabul edilmektedir.
Saray kütüphanesi ise İslam tarihi ve medeniyeti
açısından çok kıymetli yazma eserleri barındırır.
Bu bağlamda en çok dikkat çeken, XVI. yüzyılda
Ahmed b. Seyyid Mirek el-Hüseyni eş-Şirazi tarafından yazılmış Kur’an nüshasıdır. Bir başka yazma
Kur’an ise, XIV. yüzyıla tarihlenen yazarı bilinmeyen bir nüshadır. Yavuz Sultan Selim zamanında
Cafer b. Abdullah tarafından yazılan Kur’an ise
ayrıca dikkat çekicidir. Bunlardan başka yüzden
fazla nadide yazma bulunmaktadır.
Hz. Ali’nin çocukları Hasan ve Hüseyin’e ait vasiyetine ilişkin yazma ise bir başka önemli eserdir ve
1211’de yazılmıştır.
Yazma eserler bölümü, hat sanatındaki inceliklerin
yansıdığı ve kuş resimleri olmak üzere hayvan ve
bitki süslerinin en güzel örneklerinin yer aldığı bir
alandır. Kur’an nüshalarının deri kapakları üzerin-
Batı surların ortasında sarayın bir başka kapısı da
bulunmaktadır. Bu kapı günümüzde saray bahçesinde faaliyet yapan otelin girişidir. Nil üzerinde
Kahire’nin en ihtişamlı yerinde Ravda Adası’nda
bulunan saray kum fırtınalarının yol açtığı kirlilikten en az etkilenen bir mevkidedir. Bu adadaki hint
inciri, sedir, palmiye ve hint kauçuk ağaçları kendilerine has güzellikler sunar. 1829 yılında Prens
Mehmed Ali Paşa’nın büyük dedesi İbrahim Paşa
tarafından bu adada bir bahçe düzenlemesi yapıldı.
Bu bahçeye Bostan el-Kebir denildi. Menyel Sarayı
böylesine büyüleyici bir mekanda inşa edildi. 1900
yılından itibaren sarayın bahçeleri dünyanın çeşitli
yerlerinden getirilen bitkilerle donatılmaya başlamıştır. Meksika’dan getirilen kaktüsler bahçenin en
dikkat çeken bitkileri arasındadır. Zamanla kaktüs
elli beş çeşide ulaşmıştır.
Prens, Mısır’daki nadir ve özellikli bitkileri burada
toplamıştır. Mısır’ın bütün coğrafi güzelliklerini
ve toprağını burada hissetmek mümkündür. Saray
yapıldığı zaman Mısır’da çok yaygın olan Hint inciri
günümüzde azalmaya yüz tutmuştur. Hint incirinin
en önemli özelliği yapraklarıyla yeşilliğini bütün yıl
sürdürmesidir. Dalı toprağa ulaştığında oraya kök
salar ve yeniden büyür.
Bahçede hurma ağacının da çeşitli türleri vardır.
Beyaz gövdeli Meliki hurması, Hindistan cevizi,
portakal, mandalina, limon ve mango ağaçları bahçenin en güzel görünümlü ağaçlarıdır. Yine bambu
ve zeytin, çiçek ve güller yanında yerini almıştır.
Bahçelerde evrensel bir rüzgar eserken sarayın mimarisi Mısır, Magrip/Fas ve Türk izleri taşır. Özel-
tarih bilinci, TEMMUZ’14
87
Tarihi mekanlar
likle sarayın ahşap kısımları Türk-İslam sanatının
en güzel örnek süslemelerini barındırır. Sarayın
selamlık, kabul salonu ve haremlik kısımları ana
yapıyı oluşturur. Buradaki taht odası, altın salon ve
saray camisi muhteşem bir dekorasyona sahiptir.
Buradaki duvarları süsleyen seramikler İznik ve
Kütahya’dan getirilmiştir. Sarayın diğer duvarları
ise paha biçilmez ipekli kumaşlarla donatılmıştır.
Ayrıca Hidiv ailesi ve Osmanlı saray ailesinden kişilerin portreleri sarayın çeşitli duvarlarını süsler.
Çağdaş Evliya Çelebi olarak nitelendirilen Prens,
gezdiği yerlerdeki nadide eserleri satın almak suretiyle toplamıştır. Bu bağlamda, 1917 sonrası önce
İngiliz idaresine sonra da Fransız manda idaresine
geçen Şam’da sahipsiz kalan ve yağmalanan saray
ve konaklardaki önemli parçaları, kısmen de olsa
kurtarmak amacıyla toplamış ve Menyel Sarayı’na
monte etmeye çalışmıştır. Sedeflerle bezenmiş
tavanlar, ahşap süslemelerle donatılmış taşıyıcı
kolonlar, Memluk döneminden kalma muhteşem
ahşap işçilikli kapılar, mükemmel güzellikteki cam
lambalar Menyel Sarayı’nda varlıklarını sürdürme
imkanı bulmuştur. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra
İstanbul’daki yalılarını terk etmek zorunda kalan
Hidiv ailesinin üyeleri eşyalarını sattıkları zaman
Prens bunları da satın alarak kendi koleksiyonunu
zenginleştirmiştir. Boğaziçi yalılarından Menyel
Sarayı’na bu şekilde de bir transfer olmuştur.
Sarayın güney köşesinde Prens’in Sahra-altı Afrika
çöllerinde İngiliz ve Fransız saraylarından soylu
dostlarıyla avlandığı günlere ait hatıraları barından
ürünler bulunmaktadır. Özellikle burada Prens’in
safkan atlara düşkünlüğü göze çarpmaktadır.
SONUÇ YERİNE
Prens Mehmed Ali Tevfik Paşa; seyahati seven,
Batı’da eğitim almış, İslam kültürü ve medeniyetine
saygılı, ilim ve irfan sahibi, dini bütün bir şahsiyete
sahip olmakla birlikte daha çok yaptırmış olduğu
saray ile ön plana çıktı. Zira bu saray, mimari tarzıyla benzersiz olup, Kavalalı ailesinin en gözde
eserlerinden biri olmuştur. Prens Mehmed Ali,
binayı yaparken, müze olmasını istemiştir. Sarayın
ismi de kendi vefatından sonra konulmuştur.
Menyel Sarayı; şair, müzisyen ve edebiyatçıların
buluştuğu Arapça, Türkçe, İngilizce ve Fransızca
sohbetlerin yapıldığı, seçkinlerin buluştuğu yüksek
kültür merkezi gibiydi. Prens’in misafirlerinden
Camille Saint-Saens, burada özel resitallerini veriyordu. Hatta 5 no.lu “The Egyptian” isimli piyano
konçertosunu burada besteledi.
Miras bırakacağı çocuğu olmayan Prens, 1930’larda
nadir İslam sanatı ve eserlerini barındıran sarayını
ve müzesini bir vakıf kurarak gelecek kuşaklara
aktarmak istemiştir. Prens Mehmed Ali Tevfik
Paşa’nın bu arzusu kısmen de olsa bugüne kadar
gerçekleşmiştir. Tarihi, kültürel ve sanatsal değeri
olan yapıların korunması ve gelecek kuşaklara bu
güzelliklerin aktarılması noktasında bugüne kadar
sergilenen gayretin sürdürülmesi ve ilgililerin sorumluluklarının bilincinde olmasını dileriz.
Kaynaklar:
1. Atif Ghanim, Kasr al-Amir Muhammad Ali, Kahire; Wizara al-Thaqafa al-Madjlis al-Ala li al-Athar, 1995.
2. Baha Tanman, “Kavalalı Mehmed Ali Paşa Hanedanı’nın İstanbul’un Sosyal ve Kültürel Hayatındaki Etkileri”, Nil Kıyısından
Boğaziçi’ne Kavalalı Mehmed Ali Paşa Hanedanı’nın İstanbul’daki İzleri, ( editor: M. Baha Tanman) İstanbul, 2011, ss. 42-65.
3. Afaf Lutfi al-Sayyid Marsot, Mısır Tarihi : Arapların Fethinden Bugüne, (Çeviri, Gül Ç. Güven, yayıma hazırlayan Süleyman
Kızıltoprak), İstanbul : Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2010.
4. Süleyman Kızıltoprak, Mısır’da Osmanlı’nın Son Yüzyılı, İstanbul; TBBD Yayınları, 2010.
twitter_@suleymankzltprk
88
TEMMUZ’14, tarih bilinci
MAKALE
Cansaran Kızıltaş
Araştırmacı - Yazar
NAZIM
HİKMET RAN
Nazım Hikmet; siyasi düşünceleri eserlerine yansımış, edebiyatın
çok çeşitli alanlarında eserler vermiş şair, oyun yazarı, romancı
ve anı yazarı olarak bilinir. Siyasal düşünceleri nedeniyle ‘’romantik devrimci’’ olarak tanınmıştır. Siyasal düşüncelerinden
dolayı hayatının büyük bir bölümünü sürgünde ve hapiste geçirmiştir. Nazım Hikmet Ran’ın şiirleri birçok ödül almıştır.
azım Hikmet yasaklı olduğu yıllarda eserlerini farklı
isimlerde çıkarmıştır. Ahmet Oğuz, Ercüment Er, Mümtaz Osman adlarını kullanarak eserler vermiştir. Nazım
Hikmet’in ‘’İt Ürür Kervan Yürür’’ adlı kitabı Orhan Selim
imzasıyla çıkmıştır. Türkiye’de serbest nazmın ilk uygulayıcısı ve çağdaş Türk şiirinin en önemli isimlerindendir. Nazım
Hikmet, uluslararası bir ün kazanmıştır ve 20. yy’ın önemli şairleri
arasında yer alır.
N
Şiirleri yasaklanan ve yaşamı boyunca yazdıkları yüzünden birçok
davadan (11) ayrı davadan yargılanan Nazım Hikmet; İstanbul,
Çankırı, Ankara ve Bursa cezaevlerinde 12 yıldan fazla bir zaman
yatmıştır. 1951 yılında Türk vatandaşlığından çıkarılmıştır. Nazım
Hikmet Ran’ın vatandaşlık hakkı, ölümünden 46 yıl sonra 5 Ocak
2009 tarihli Bakanlar Kurulu kararıyla iade edilmiştir. Mezarı halen Moskova’dadır.
HAYATI
Selanik’te 20 Kasım 1901’de doğmuştur. Fakat doğum tarihi, ailesi
tarafından sene kaybetmemesi için 15 Ocak 1902 olarak kaydettirilmiştir.
tarih bilinci, TEMMUZ’14
89
1913 de Mekteb-i Sultani’de ortaokula başladı.
İlk şiiri olan Feryad-ı Vatan’ı3 Temmuz 1913’te
yazmıştır. Bir aile toplantısında denizciler için
yazdığı kahramanlık şiirini Bahriye Nazırı Celal
Paşa’ya okumuştur. Bunun üzerine Bahriye mektebine gitmesine karar verilmiştir. Nazım Hikmet
25 Eylül 1915’te Heybeliada Bahriye Mektebi’ne
girdi.1918’de mezun oldu. Mezun olur olmaz,
dönemin okul gemisi Hamidiye Gemisi’ne güverte
subayı olarak atandı. Bir süre sonra sağlık sorunları yaşaması nedeniyle bahriyeden ayrılmak zorunda kaldı.
Bundan sonra 1920’de arkadaşı Vala Nurettin ile
milli mücadeleye katılmak üzere ailesinden habersiz Anadolu’ya geçti. Bolu’da öğretmenlik yaptı.
Daha sonra Batum üzerinden Moskova’ya giderek Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’nde
Siyasal Bilimler ve İktisat okudu. Nazım Hikmet
Ran 1921’de gittiği Moskova’da devrimin ilk yıllarına tanık oldu. Komünizm ile tanıştı. 1924’te
90
TEMMUZ’14, tarih bilinci
Moskova’da
yayınlanan ilk
şiir kitabı 28
Kanunisani
sahnelendi.
Nazım Hikmet
o yıl Türkiye’ye dönerek Aydınlık Dergisi’nde çalışmaya
başladı. Fakat dergide yayınlanan şiir ve yazılarından dolayı on beş yıl hapsi istendi. Bunun üzerine
tekrar Sovyetler Birliği’ne gitti. Nazım Hikmet
1928’de af kanunundan yararlandı ve Türkiye’ye
döndü. Bu sefer de Resimli Ay Dergisi’nde çalışmaya başladı. 1938’de yirmi sekiz yıl hapis cezasına çarptırıldı. 12 sene süren tutukluluktan sonra
çıkan aftan yararlandı. Daha sonra sürekli takip
edildiği için, o sırada gelen askere alınma neticesinde öldürülme endişesiyle 1950 yılında Stalin
yönetimindeki Sovyetler Birliği’ne gitti. 25 Temmuz 1951 tarihinde Bakanlar Kurulu kararınca
vatandaşlıktan çıkarıldı. Bunun üzerine büyük
dedesi Mustafa Celaleddin Paşa’nın (Konstantin
Borzecki) memleketi olan Polonya’nın vatandaşlığına geçti. Ve Borzecki soyadını aldı.
BİLİNMEYEN YÖNLERİ İLE
BİR NAZIM HİKMET PORTESİ
Bir de Nazım Hikmet’in hayatında çoğumuzun
belki de pek bilmediği yönlerinden beslenen şiirlerinin olduğu dönemi de ele alırsak, aslında temelde bu kadar zengin kaynaklardan nasıl beslenip
büyüdüğünü ve böylesine büyük bir şair oluşunun
nedenlerini de daha kolay anlayabiliriz belki. Bilindiği gibi dedesi şair ve Mevlevi Nazım Paşa’dır.
Nazım Hikmet şöyle der: “Şair ve Mevlevi bir büyükbabanın torunuydum. Annem Fransızcayı çok
iyi bilir fakat Osmanlıcayı bilmezdi. Dedem şairdi. Annem Lamartin’i çok severdi. Babam bütün
bunlara karşı ilgisizdi. Fakat bütün bunlara rağmen evimizde şiir çok önemli bir yerde dururdu.”
Annesi ve babası ayrıldığında uzun süre dedesinin
yanında kalır. Dedesinin Konya valiliği sırasında
konakta yapılan Mevlevi zikirleri ve semazenlerin
dönüşleri, okunan rubailer ve Mesnevi’den parçalar onun hayatında belli bir dönemi doldurur ve
onu etkiler. Böylece çok da bilinmeyen bir Nazım
Hikmet portresi çıkar ortaya.
Dedesi Nazım Paşa’nın yanında uzun süre kalan
Nazım Hikmet, 1920’li yıllara kadar şiirlerinin
konusunu daha çok Mevlana ve sevgi üzerine
işlemiştir. Ancak Moskova’ya gittikten sonra farklı
alanlarda şiirler yazmıştır. Bu yüzden gençliğinde yazdığı şiirler pek fazla bilinmez. Çocukluk ve
gençlik yıllarında dedesinin yanında Mevlevi zikirleri, Mesnevi okumaları, semazenler ve musiki
ile geçen bir dönem sonucunda farklı şiirlerinin
olduğu görülür. O dönemde yazdığı şiirlerinden
bazıları:
MEVLANA
Sararken alnımı yokluğun tacı;
Gönülden silindi neşeyle acı.
Kalbe muhabbette buldum ilacı
Ben de müridinim işte Mevlana.
Bu şiirin hikayesi Vala Nurettin’in ‘’Bu Dünyadan
Bir Nazım Geçti’’ adlı eserinde anlatılır. Bir başka
şiirinde de Beyoğlu Ağa Camii için yazdığı mısralarında Ağa Camii’nin Beyoğlu’nun farklı hayatı
içindeki garipliğinden söz eder.
AĞA CAMİİ
Havsalam almıyordu bu hazin hali görünce
Ah ey zavallı mabet seni böyle görünce
Ne kadar yabancısın böyle sokaklarda sen.
Yalnız senin göğsünde büyük ruhum ağlıyor.
Yine tasavvufun öğeleriyle süslü olan bir başka
şiiri... Mevlevihane’de (Dergaha Hitaben) gençlik
günlerindeki zikirlerin etkisiyle yazılmış.
DERGAHIN KUYUSU
“Burdan geliyordu o iniltiler!
Gönülde titrerken şüpheli bir yer.
Allah’a yalvaran Allah’ın adı
Beynimin içinde uğuldadı
Kuyuda zikreden, ağlayan kimdi?
İçine eğildim.Anladım şimdi
İsm-i Celalini candan andıkça.
Yer yer yükselerek çalkalandıkça
Kuyunun zulmetine parlayan suyu
Kuyu zikrediyor, ağlıyor kuyu.”
Bilindiği gibi dünya sanayi devrimiyle ekonomik,
kültürel ve fikri her alanda değişim geçirmişti Türkiye’nin de bu dönemden etkilenmemesi
imkansızdı. Ayrıca ülke yoksul düşmüştü. Nazım’a
göre Türkiye bunalımın eşiğine gelmişti. 1945 yılında arkadaşı Vala Nurettin’e Bursa Cezaevi’nden
yazmış olduğu mektubunda Mevlana’ya ithafen
yazdığı cevapta bunu belirtir. Yazdığı şiir de ‘’dünyanın hayalden ve gölgeden olduğunu’’ söyleyen
Mevlana’nın rubaisine cevaben yazılmıştır..
Bir gerçek alemdi gördüğün ey Celaleddin heyula
filan değil.Uçsuz bucaksız ve yaratılmadı ve ressamı illeti-ûlâ filan değil. Bu mısralarda da görüldüğü gibi Hz. Mevlana ile de içinde kavgalıdır artık.
tarih bilinci, TEMMUZ’14
91
Nitekim Vala Nurettin’e yazdığı mektupta “Polemiği Hz. Mevlana’ya kadar götürdüm.” der.
Ailesinden habersiz milli mücadeleye katılmak
için Anadolu’ya gittiğinde de Kurtuluş Savaşı Destanı adlı şiirler yazar. O uzun şiirden bir kaç mısra:
“Dağlarda tek tek
ateşler yanıyordu
Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki
şayak kalpaklı adam
nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden
güzel rahat günlere inanıyordu.”
se ona sadık kalmaya çalışırdı. Sevemediği zamanda sevilecek birini adeta daldan dala arardı. Bunu
içgüdüsüyle mi can sıkıntısıyla mı yapardı bilinmez. Fakat sağlam ve kuvvetli aşkların etkisindeyken gönlünün kepenklerini başka çekim etkilerinden etkilenmemek için sıkı sıkıya indirirdi. Ama
sevgiliyi zaman ve mekanlar ayırınca mahzunlaşır,
‘Vicdan azabı çekiyorum Vala’ derdi. O zaman anlardım ki olan olmuş. Belki hayat şartları yaşadıkları ve ayrı mekanlar belki kişilik yapısı onda böyle
bir durum yaratmıştır.
Vatana, Münevver’e ve oğlu Memet’e olan özle-
HAYATINDA ETKİ EDENLER
Nazım Hikmet’in hayatını etkileyen kadınlar ona
şiirlerinin yolculuğunda lirik bir etki bırakırlar.
Onun hayatındaki kadınlar soyut, hayal dünyasında yer alan ulaşılamayan kadın tipleri değildir. O
daha çok hayatın içinden ve onun hayatının odak
noktasında olan kadınlara yer vermiştir. Aşkları gündelik hayatın içindendir. Sadece tutkuyla
Vera’ya yazmıştır. Saygı duyduğu kadın ise Hatice
Piraye’dir. Ondan “kalbimin kızıl saçlı bacısı’’ diye
söz eder. Ve hayatındaki kadınlardan sadece Piraye’ye haksızlık ettiğini söyler. Nazım Hikmet adeta
sevmeye ve sevilmeye muhtaç bir çocuk gibidir.
Henüz on dört yaşındayken Sabiha adlı bir kıza
aşık olmuş ve ona şiir yazmıştır. Nazım Hikmet
yaşadıklarından dolayı sevdiği kadınlardan uzak
kalmak zorunda kalmıştır. Bu nedenle onları yine
şiirle unutmamaya çalışmış, onlara şiirler yazmıştır. Şair Bursa Cezaevi’nden yazdığı mektuplarda
aşk anlayışını, aşk hakkındaki düşüncelerini “Ben
45 yaşımı bitirdim ama her gün biraz daha aşık
oluyorum. Karımdan, sanattan, tabiattan, insanlardan idealimden tut da kanaryama kadar her
şeye dolu dizgin aşık oluyorum. Bana öyle geliyor
ki; bir tek insana, yüz milyonlarca insana, bir tek
ağaca, bütün bir ormana, tek bir düşünceye, tek
bir fikre; birçok düşünceye ve birçok fikre aşık
olmadan yaşamak; yaşamak değildir.” sözleriyle
bir sanatçı gözüyle, kendi ruhundan izlenimlerle
aktarır. Kadınlara olan tavrını ise yakın arkadaşı
Vala şöyle anlatmıştır: «Birini severse, iyice sever-
92
TEMMUZ’14, tarih bilinci
mini Sovyetler Birliği’nin her bölgesini gezerek
bastırmaya çalışmıştır. Bütün bu faaliyetler onun
hayatındaki özlemleri doldurmaya yetmemiştir.
Eşini ve oğlunu görme umudunu aradan geçen
on yıl ve onca uzaklıkla artık yitirir. ‘’Bahtiyar Ol
Nazım’’ adlı esere döndüğümüzde Nazım’ın çocuk
sevgisinin çok büyük olduğunu görürüz. Fakat
hayatta ki tek evladı oğlu Memet’in babasına karşı
tutumu da ne yazık ki şairin hayatına hüzün katan
ayrı bir durum olmuştur. Ölmeden birkaç yıl önce
kendisinden bir hayli küçük olan Vera Tulyakova’ya
aşık olur. O da şairin hayatına ışık veren kadınlardandır. Fakat uzun ve mücadelelerle yorulan kalbi
fazla dayanamaz ve 3 Haziran 1963 Tarihinde 61
yaşındayken evinin eşiğinde vefat eder. Nazım Hikmet, Sovyet Yazarlar Birliği’nin düzenlediği bir törenle Çehov, Turgenyev, Gogol ve Mayakovski’nin
de gömülü olduğu Moskova Novodeviçi Mezarlığı’nda toprağa verilir. Ne yazık ki; Türk vatandaşlığı
ancak 5 Ocak 2009 Bakanlar Kurulu kararıyla iade
edilmiştir.
Balkonumuz geçirecek beni çamaşırlarıyla
Ben bu avluda bahtiyar yaşadım bilemediğiniz kadar.
Bu mısraların şairin kendi ölümü üzerine düşünerek yazdığı sade, içten ve bir o kadar da uzakları
kendi içinde hasret duvarlarıyla örülmüş gurbet
acısıyla kaleme alınmış mısralar olduğu görülmektedir. Bütün bu şartlarda ‘’Bahtiyar Ol Nazım’’
büyük şair Nazım’ın bahtiyarlığını ne kadar anlatabilir bize!
Bu eser Vera’nın anılarından Nazım’ın yaşadıklarından ve notlardan yola çıkılarak hazırlanmış bir
Eserlerinin kaderi de kendine benzer. 1938’de hap- eser. Dünyaya mal olmuş bir şairin hayatındaki iniş,
se girince şiirleri de yasaklanmıştır. Ancak ölümün- çıkışları, kederleri ve sevinçleriyle zaman zaman
gülümseten zaman zaman da hüzünlendiren bir
den iki yıl sonra ülkesinde 1965’te şiirleriyle yenieser.
den önem kazanmıştır.
Nazım Hikmet bir keMEMLEKETİM
O bir şairdir. Türk edebiyatıMemleketim, memleketim, memleke- resinde dostu Abidin
Dino’yu Paris’te ziyaret
nın gelmiş geçmiş en büyük
tim,
eder. Abidin Dino Nazım’a
şairlerindendir. Bulunduğu
ne kasketim kaldı senin ora işi
İstanbul’dan gelen yemekyaşadığı dönem itibariyle
ne
yollarını
taşımış
ayakkabı,
leri ikram eder. O gün koca
toplumun içinde bulunduson
mintanım
da
sırtımda
paralandı
şairin çocuk sevinciyle eski
ğu süreçten etkilenmiştir.
mutlu günlerine geri dönSanatçılar ait oldukları
çoktan
düğü bir gündür. Yeditetoplumun değerleri, yaşadıkşile bezindendi
peli İstanbul sokaklarında
larıyla iç içedir. Kendilerini
Sen şimdi yalnız saçımın akında
özgürce dolaştığını bunu
ait oldukları dönemin etkileEnfarktında
yüreğimin
hissettirdiği için dostuna
rinden soyutlamaları bazen
alnımın çizgilerindesin memleketim, sayısız şükran sözü söyler.
oldukça zordur. Bu durum
memleketim
Nazım Hikmet o gün, kalbi
bazı sanatçıların eserlerinde
yorgun olduğu için doktormemleketim...
doğrudan kendini gösterir.
ların yasaklamasına rağNazım Hikmet’in ‘’Bahtiyar
men, dostu Yaşar Kemal’in
Ol Nazım’’ adlı anı eserinde
kolunda o merdivenleri tırmanır. O gün onun için
de söz edildiği gibi 1950’li yılların sonlarına doğru
orta yaşlı olması ve onca zaman vatanından uzakta hasta ve yorgun kalbinin memleket hasretiyle
dostlarıyla birlikte yenen İstanbul yemekleriyle
sevdiklerinden ve ailesinden ayrı yaşaması onu bir
hayli yıpratmış olmalı ki; kalbi yorgun bir adam ola- dolu mutlu bir gündür daha sonra bu mutluluğunu
rak vatanından uzakta memleket hasretiyle yazdığı ‘’YEMEKLER VE MERDİVENLER’’ şiiri olarak
dile getirmiştir.
‘’Memleketim’’ adlı şiirden de ruh halini ve ne kadar bahtiyar olduğunu anlayabilmek mümkündür.
Ölmeden önce yazdığı ‹›Cenaze Merasimim›› adlı
Ve sonuç olarak bir şey daha eklemek gerekirse;
şiirde de şöyle diyor:
bu kadar çok ilhamı bol, Vala Nurettin’in de söylediği gibi bu kadar çok eser yazabilen bir insan
‘olağanüstü’dür gerçekten. O haklı olarak bir dünya
Bakacak arkamdan mutfak penceremiz
tarih bilinci, TEMMUZ’14
93
şairidir. Geride birçok roman, senaryo, onlarca anı
ve şiir bırakmıştır. Ayrıca bu kadar üretken olmak
da ancak yetiştiği dönemin ve bulunduğu aile ortamında aldığı kültürün onun damarlarını beslemesinden kaynaklanmaktadır diye düşünüyorum. Ve
onun hangi şartlarda olursa olsun iyimserlikten,
üretken olmaktan vazgeçmemesidir. Yine aşk ve
sevgi onun hayatının olmazsa olmazlarındandır.
Çünkü aşkı, güzel olana aşık olmayı yaratılıştan
getirdiği özelliğinin yanı sıra belki de dedesinin
yanında anne, babasının ayrılığında Mevlevi
Dergahı’nda aşkı ve sevgiyi tüketmeden yaşamayı
öğrenmesindedir.
O; dünyanın her alanda büyük değişim geçirdiği, ülkelerin sınırlarının, topraklarının değiştiği,
imparatorlukların yıkıldığı insanların ağır bedel-
ler ödediği; acılar çektiği bir dönemin içine doğmuştur. Ve böylesi dönemlerin insanları sancılar
çekmeye aday olmuştur her zaman. Moskova’da
yaşadığı süreçte gençlik ideallerinin insanlığa
ve topluma adapte edilmiş bir hayatın sonucunda yaşadıklarıyla hayatta öğrendiklerinin farklı
olduğunu görmüş ve bunun hüznünü, pişmanlığını yaşamıştır. Fakat yaşadıklarıyla artık topluma
mal olmuştur. Onunda hayatı bu yüzden acılarla
ve gelgitlerle örülüdür. Onu belki de ayakta tutan
aşklar ki; onların getirdiği iyimserlik duyguları
ayakta kalabilmesini, yorgun kalbiyle yarından
umut var olabilerek yaşamasını sağlamıştır ancak
kim bilir diyorum.
Ve ‘’BAHTİYAR OL NAZIM’’ diyorum.
Çünkü o bir dünya şairidir.
YARARLANILAN KAYNAKLAR;
Vala Nurettin ( Bu Dünyadan Nazım Geçti).
Milliyet yayınları.1999.
Yapı Kredi Yayınları ‘’BAHTİYAR OL NAZIM’’
Şubat 2008. 1. Baskı.
Dündar Can(2006) Nazım. İmge Kitabevi.
Anakara-16.
94
TEMMUZ’14, tarih bilinci
Gronau- Dietrich(1995) Nazım Hikmet, Altın Kitaplar.
Yayınevi İstanbul.(39).
MariyaLeontiç
GotseDelçev.Üniversitesi.Filoloji Fak. Türk Dili Ve Edebiyatı Bölümü Öğretim Görevlisi.
Tarihçi ve Yazar Cansaran KIZILTAŞ.
MİTLER
İbrahim Ufuk Kazdal
Ayasofya’nın Planını
Bir Ermiş mi Çizdi?
Bizans İmparatoru Lustinianos, İstanbul’a büyük bir kilise yaptırmaya karar
verir ve en ünlü mimarları şehre çağırarak onlara büyük bir kilise çizmelerini
söyler. Mimarlar çizimlerini Lustinianos’a gösterdiklerinde Lustinianos hiçbir
çizimi beğenmeyip hüzünlü bir şekilde istirahat etmek için mekândan ayrılıp
uykuya yattığı söyleniyor. Bu uykusu sırasında nur yüzlü bir ihtiyar rüyasına
girer ve kendisine bir çizim gösterir. Bu çizim tam da Lustinianos’un istediği
kilise çizimiydi. İhtiyar kilisenin adının Ayasofya olmasını ister ve Lustinianos
kilisenin adını ihtiyarın isteği üzerine Ayasofya koyar. Onca mimarın çizimlerini beğenmeyen Lustinianos Ayasofya’nın bütün mimarisini rüyasında görür.
tarih bilinci, TEMMUZ’14
95
MİTLER
Kız Kulesi Battal Gazi Efsanesi
İstanbul’u kuşatmaya gelen Battal Gazi kuşatmada başarısız olunca, Üsküdar tekfurunun hazinelerinin bulunduğu Kız Kulesi’nin karşısına karargâhını
kuruyor. Tekfurun kulede koruduğu tek kıymetli şey hazineleri değil... Tekfurun güzel kızı da, Kız Kulesi’nde koruma altında... Battal Gazi 7 sene boyunca
kulenin karşısında yaşıyor ve yaşadığı süre içinde tekfurun güzel kızına aşık
olup, onu kaçırmak için harekete geçmeye karar veriyor.
Şam seferi dönüşü Battal Gazi kayıkla kuleye çıkıp hazineleri ve Üsküdar
tekfurunun güzel kızını da alıp atı ile Üsküdar’dan uzaklaşıyor. Ve ‘Atı alan
Üsküdar’ı geçti’ sözü Battal Gazi’nin tekfurun kızını kaçırması ile günümüze
kadar geliyor.
96
TEMMUZ’14, tarih bilinci
Düşünsel
Hasan Konuk
tabev mütevelli heyet başkanı
Tarih Bilinciyle
“Tek Konuş, Çift Düşün”
Küçülen dünyamızda bölgemizin birbiriyle ne kadar ilintili/ilintisiz, iç içe
geçmiş yalanlarla yazılmış tarihî yaşamaktayız. Boynumuzda asılı olan yalanların
bizleri karşı karşıya getirerek bir noktada buluşturması, belki de bölgemizin insanının
yeniden bir var oluşa doğru yönünü belirleme umudunu görmek sevindiricidir. “Tenimize dokunduğu yerde yalan-dolan bu anlatımların her birine aynı soruları sorduruyor vicdanımıza.” Gör beni, bütün bu yalanlarla yaşanmış olabilmek seni de tarif
etmiyor mu? Aşama aşama birbiri üzerine yapılanmış ve her biri diğerinin sineye
çekilebilmesinden güç bularak, gerçek olmuş bir kâbusun sayısız domine taşları var
elimizde, arka arkaya dizip de devirdikçe ülkemizin, bölgemizin resmine dönüşüyor
(Karin Karakaşlı).
Tarih, hafızanın duygusunu kayıt altına alır. İnsan hafızası olup bitenleri, anıları ve önemli olayları
kayıt altına aldıktan sonra, bunların hiçbirini eksik bırakmadan duygu platformunda gerçek anlamda
anlamlandırır. Tarih bilincinin devreye girmesiyle, hafıza gerçekle buluşmaya başlar; insanın, insanlığın gerçek fotoğrafının kayıtlarını ortaya çıkarır.
Tarihçi, hafızanın bu kayıtlarına hassasiyetle yaklaşırken; bireyin hayat kayıtlarının yanı sıra, toplumun siyasi ve kültürel kayıtlarına da açık olur. Hafızanın tarih tarafından duygu ve akılla anlamlandırılması, tarihin yeniden okunması ve deşifre edilmesi sayesinde gerçekleri tüm çıplaklığıyla gösterebilir.
ABD’nin, tarihin en büyük soygunlarından biri sayılabilecek olan Bağdat’taki sanat eserlerini çalması
ve harap etmesi, bölge tarihinin, insani ve toplumsal değerlerini yok etmeye çalışması; bir toplumun
hafıza kaybına uğratılarak tarih bilincinin yok edilmesinin bir göstergesi değil midir?
Ezilen kitleler meydanlara bir “umutla” bir “hayalle” gelerek, bireyciliğin en belirgin vasfını izhar
ederek zinde güçlere duruşlarını gösterirler. Belirleyiciler hiç kimsenin yandaşlığına soyunmaz.
Zinde güçlerin hayranı olanlarda bir heyecan bir umut görülmez. Belirleyicilik aşkınlıkla olur. Belirleyiciler ile statükocuların bir olduğu ortamda belirme ateşinin yakılması mümkün müdür? Etkin
tarih bilinci, TEMMUZ’14
97
olma etiketini benimseyen bugün çoğunlukla paracı yoldaşlarının eşliğinde yürümekte olduklarını
görebilirsiniz.
Belirleyicilik vasfına sahip olanların, ezenlerle ve
yağma yapanlarla hiç işi olur mu? Olması mümkün
olamaz.
Belirleyici, cesaretlidir.
Belirleyici, mücadelecidir.
Belirleyici, kafa tutup başkaldırandır.
Belirleyici, güzel anlamda değiştirendir.
Belirleyici, güven veren ve güven alandır.
Belirleyici, sorgulayan sorgulatandır.
Belirleyici, zalimlerle iş birlikçilik yapmaz.
Belirleyici, kara siyasetten yana değildir.
Beslendiğimiz kültür bizleri sürekli diri tutan bir
kültür değilse; bu durum son derece kalitesiz bir
hayatı bize yaşatır ve sonunda ölümümüze yol açar.
Toplumun olumlu yönde değişimlerini anlamaya
çalışabilirsek; insanın, gerçek olanı ancak kalbiyle
inanarak hayatına yansıtabileceğini anlarız. Ayrıca
bu uğurda inandığımız, bizi keyifli bir yaşamaya yönelterek yeni ve taze oluşumlara da zemin hazırlar.
Tarih bilinci; her oluşuma zemin hazırlayan toplumsal hayatı bütünlüklü bir sistem içine yerleştirir ve bizleri toplumun amacına uygun bir çözüme
yönlendiren gerçekçi anlayıştan, zihinsel derinliği
olan her var oluşa ulaştırır. Biz millet olarak Batılı
olabilme yolunda güdük, Müslüman kalmada ve
İslam anlayışının derinlikli yanını kavramada da
yetersiz kaldık. Bunun; tarih bilinci idrâkinin yetersizliği neticesinde bu tarihsel dönemecin yeterince
kavranılmamasının bir sonucu olduğunu söyleyebiliriz. Günümüzün şaşırtıcı ve düzeysiz konuşmaları
ortada… Bir yüzyıl öncesi Osmanlı Devleti’nin önde
gelenleri bu durumu görselerdi bizlerin ne kadar
densiz olduğumuzu görmüş olacaklardı. Ortada
var olan düzeyliği/düzeysizliği aslında hepimizin
görmesi ve anlaması gerekmektedir. Böylelikle
halk olarak tepeden bakan bir avuç zalimin düzey-
98
TEMMUZ’14, tarih bilinci
sizliğini de daha iyi fark ederdik. Düzeyli olmayı
beceremeyen düzeysiz bir kimlik meydana getiren
ve kendilerini çağdaş kabul eden bu grubun düzeysizliği sonucu toplumsal yapıda bir hayli yaralar
açmıştır.
“Zekâ, ham akıldır yetmez.” Terbiye edil-
memiş akıl, atıldır. Aklın ölçüsünü tutturamamış
düşünce nafiledir. Bunun için atalarımız, “Aklını
başına topla mantıklı ol” demişler. Hepimiz bu
eğreti aklımızla, çerçeveli tarihin yalanları büyüsüne kapıldık. Bunun için tarihten ders çıkarma
bilincimiz iğdiş edildi, tarih şuurumuz köreltildi,
geçmiş deneylerden sonuç çıkarma diye bir derdimiz olmadı. İşte zararın neresinden dönülse orası
kârdır. Yararlı pratiklerden esinlenerek yeni bir
zaman eşiğindeyiz.
Yaşadığımız çağda ekonomide, siyasette belirleyici
olanı görebilme yetisini geliştirmede geç kaldık.
Belki de bu durum tarihî şuursuzluğumuzdur.
Belirleyici olanların “belirlemeleri” tekelinde olduğumuz için eğitim, din ve yönlendirme yöntemleri
her ne ise onları görmede artık gözlerimizi açmalıyız.
Coğrafyamızın bütününde yerel güçlerin gücünü
hep meşru gördük. Artık bunu aşmalıyız.
Yaşama, bir mücadele ister. Bu mücadeleyi ne yazık
ki gençlerde göremiyoruz. Oysa bu mücadele amacımızın çözümleridir. Değişen, değişimi hızlı olan
bir dünyada kendi gerçeklerimizle var olabilmek
amaçlarımız arasında olmalıdır. Yaşadığımız sistemin köhneliği önünde stratejiler geliştirmek zorundayız. Derinlikli bir felsefe, kapsamlı bir ahlâk
anlayışı içinde İslam’ı kendimize bir yaşam biçimi
olarak belirleyip hafızamızı sürekli zinde tutmak
gerekir. Madem dinimiz İslam’dır; öyleyse İslam’ı
daha içselleştirmek birinci önceliğimiz olmalıdır.
Sn. Ahmet Altan’ın “Bir siyasi partiye karşıt ya da
yandaş olmayı mücadele sanıyor isek, kabul ettik.
Asıl amacımız bu zulümden, katmerli sistemi değiştirmeyi – kendi anlayışımıza ve düşüncemize uygun – özgürleştirmeyi, adaletli bir zemini oturtmayı hiç akıl edemedik. Sonunda bir kez daha gösterdi
ki, kendi gerçeklerimizden kopan her mücadele
sonunda lümpenleşip kendi zalimlerimizin yardakçıları oluverdik. Çoğunluğu zalimlerin denetimine
girmiş olanların bir umut olması mümkün müdür?”
şeklindeki sözleri tam da içerisinde olduğumuz
durumu anlatmaktadır. Her yakınan insan, kendi
eliyle başına çorap ören insandır. Sadece; yakınmadan düşünen, analiz edebilen, kendi gerçeğiyle
yüzleşebilen insanlar kendine ait gerçekleri gerçekleştirebilir.
Belirleyenin bir amacı vardır.
Belirleyicilik yürekle ve bilgiyle olur.
Belirleyici, güzel yönde değiştirir.
Bizlerin amacı adaleti, ahlâkı ve güvenilirliği benimsemek olursa; dünyadaki değişimler karşısında
ağlamaz, güler ve güldüren bir toplum oluruz.
tarih bilinci, TEMMUZ’14
99
MAKALE
Prof. Dr. Mehmet MAKSUDOĞLU
Cambridge üni. eski öğretim üyesi
TÜRKÇEMİZ
İnsanın kültürünün temelinde ana dili vardır. Ana diline sâhip çıkacak,
onu koruyacak ve geliştirecek olanlar aydınlardır. Ana dilini iyi bilmeyen, doğru kullanamayan aydın olabilir mi? Birkaç yıl önce, Fransız
Akademisi, yaygınlık kazanmaya başlayan İngilizce weekend sözünün
kullanılmasını yasaklamıştı. Bilinçli aydın, kelimeleri kullanırken dikkatli olmalıdır. Millet için dil, vatan kadar değerlidir; dil kaybedilince
millet de yok olma yoluna girer.
Yaklaşık iki yüz yıldır ağır baskısı altında kaldığımız, asker işgalinden çok daha tehlikeli olan kültür
istilâsı sebebiyle dilimiz, bocalayan aydınlarımızın elinde perîşân hâle gelmiş, bu konuda halk da
aydınların ardınca gitmiştir. Konuyu birkaç misâlle açalım:
Aydın kabûl edilenlerimizin çoğu, Dîvân-ı Lügâtit Türk’ün 11. yüzyılda yazılmış olduğunu ortaöğretim yıllarında okumuştur ama, aynı yüzyılda, günümüzdeki gelişmiş Batı dillerinin dil bilgisinin, sözlüğünün yazılmamış olduğunun farkında değildir; böyle bir karşılaştırma da aklına gelmez. O yıllarda
Avrupalılar henüz İslâm dünyasından sıfır kavramını da almamışlardı (İngilizce zero, Fransızca şifr
kelimelerinin sıfır sözünün o dilleri konuşanlarca değişikliğe uğramış şekli olduğu mâlûmdur.) Avrupalı, sıfırı Müslümanlardan öğrenip kullanmadan önce, günümüzde ilkokul çocuklarının kullandığı
abaküs gibi âletlerle hesâp yapabiliyordu.
Roma rakamlarını kullanarak 2014’ü 2014’le çarpmayı bir denemeye kalkışmak, sıfırın hesaplamada
ne büyük çığır açtığının görülmesine yeter. Böyle olunca, Avrupalı’da zihin de gelişmiyordu. Bunun
en canlı örneği; Türkçede on, yüz, bin kelimelerinden başka, tümen (on bin) kelimesi kullanılırken,
Frenk çoban, 80 domuzu saymaya akıl gücü yetmediğinden olmalı, onları 4 öbeğe ayırarak dört yirmi
(katr ven) diyordu. Sayı 90 olunca da dört yirmi’ye on ekliyordu. (katr ven diz) (Fransızlar, günümüzde de 80 demek için aynı ifadeyi kullanırlar.) Bunların farkında olan târih bilinci sâhibi bir Türk,
dilini Fransızcaya benzetmeye çalışmak gibi, aşağılık duygusu sonucu ortaya çıkan okul (okumakla
ilgisi yok; ecole’den bozma), üniversel, evsel, nesnel, kural, toplumsal, parasal, karasal, fiziksel, kimyasal, tarımsal, onursal gibi sözlere îtibâr eder mi? Gerçekten de bu tutum, Türkçeyi ‘sala koyup sele
vermek’ değil midir?
100 TEMMUZ’14,
tarih bilinci
Uydurma -sel, -sal ekleri, dilimizde bin yıldan
beri kullanılagelen, ismin sonuna eklenerek âidiyet, mensûbiyet gösteren –î (nisbet yê’si) yerine
bilgi ve zevk fukarâsınca tedâvüle sokulmuştur.
Türkçede kumsal, yimsel, uysal gibi birkaç kelime vardır ama, bunlar âidiyet, nisbet belirtmez.
Kumsal, kuma âid, kumla ilgili demek değildir;
kumlu yer, kır, toprak demektir. Yimsel, yemeğe
âid, yemekle ilgili değil, yemeğe uygun demektir.
Son 1000 yıl, dünyâ târihinin şekillendiği zaman
dilimidir ve 15.16. ve 17. yüzyıllarda biz üstündük. 18. yüzyılda, Amerikalı denizciler Akdeniz’e
girmek için Osmanlı’nın Cezâyir Ocağı’na haraç
veriyordu.
Uydurma -sel, -sal eklerine mutlaka karşılık bulmak gerekiyorsa, Türkçede bunun karşılığının liğ,
lığ olduğu anlaşılıyor. Âhirete göçmüş bir Müslüman için rahmet dilemek istersek, onu rahmete
nisbet edersek, rahmetli veya rahmetlik deriz. (ğ
düşüyor veya k oluyor). Rahmetsel demeyiz. Çin
milletinden bir kişiye, Çin’le ilgili, Çin milletin-
den demek için Çinli; Yunan’a âid, Yunan’la ilgili
demek için Yunanlı diyoruz: Çinsel veya Yunansal demiyoruz. Aynı şekilde; Pâkistanlı, Hintli
diyoruz, Pâkistansal, Hintsel değil. Arnavutların
yaşadığı yere, onların yurduna; Arnavutlarla ilgili,
Arnavutlara âid demek için Arnavutsal değil, Arnavutluk diyoruz.
Bizim diplomalılarımızın çoğu, Türkçe düşünmeyi
unuttuklarından, biraz dikkat ederek doğru söyleyecekleri şeyleri, işin kolayına kaçarak, alışkanlığa
yenilerek yanlış söylemektedirler. Kırlık alan,
kırlık yer, kır alanı diyeceklerine kırsal alan derler.
Kır gezisi veya kır gezintisi piknik olmuştur; öyle
deyince daha bir Batılı oluyorlar herhâlde(!) Şenlik de festival oluyor tabiî. Mongolcadan geçmiş
yasa kelimesine -l ekleyerek yasal diyorlar, bu da
kanûnî demek oluyor. (Yasal durum yerine kanun
durumu diye ad tamlaması kullanmak akla gelmiyor; halbuki eş durumu deniliyor, eşsel durum
denmiyor.)
tarih bilinci, TEMMUZ’14
101
MAKALE
Önce dilimizin gücüne güvenmek, sonra da işin kolayına kaçmadan, bu uydurma ekten kurtulmanın
yolunu aramak gerekir.
Birkaç misâl verelim:
Evsel atık: Ev atığı
Medikal kontrol: Tıbbî denetim, tıp denetimi, sağlık denetimi
Çevresel bilinç: Çevre bilinci
Küresel ısınma: Küre ısınması, yaygın ısınma, dünyâ çapındaki ısınma vb.
Aslında, -sel, -sal kullananlar, Osmanlı çağında kullanılagelen –î takısının batılılaşmış biçimini ortaya
koyuyorlar. Osmanlı, yatılı mektebi anlatmak için
leylî mektep diyordu, gecesel okul değil…
Türkçede, maddî durum, mâlî durum, askerî hastane gibi sıfat tamlamaları yerine; madde durumu,
mal durumu, asker hastanesi gibi ad tamlamaları
kullanılır. Dilin yapısı öyledir.
Bu gerçeği Ahmet Midhat Efendi (1844-1912) şöyle
belirtmişti:
Türkistan’dan bir Türk ve Necid’den bir Arab ve
Şirâz’dan bir Acem (İranlı) getirsek, edebiyatımızdan en güzel bir parçayı bunlara karşı okusak
hangisi anlar? Şübhe yok ki hiç birisi anlayamaz.
Tamam, işte bunlardan hiç birisinin anlıyamadığı
lisân bizim lisânımızdır diyelim. Hayır, ânı (onu) da
diyemeyiz. Çünki o parçayı bize okudukları zaman
biz de anlayamıyoruz...
Pek a‘lâ, ne yapalım? Lisânsız mı kalalım? Hayır,
halkımızın kullandığı bir lisân yok mu? İşte ânı
(onu) millet lisânı yapalım...
Arabça ve Farsçanın ne kadar izâfetleri (isim tamlamaları) ve ne kadar sıfatları (sıfat tamlamaları) varsa kaldırıversek, yazdığımız şeyleri bugün yediyüz
kişi anlıyabilmekde ise yarın mutlaka yedi bin kişi
anlar. (Basîret, 4 Nisan 1871; Levend 1972:123)
Gerçekten; Türkçemizde tamlamalar, dilin yapısına
uygun olarak kullanılınca iş kolaylaşıyor:
Askerî Hastane yerine doğru olarak asker hastanesi
deniliyor. Türkçeyi iyi bilmeyen diplomalılarımız,
Arapçada kullanılan nisbet -î sinin yerine, Batı dillerine özentilerinin etkisiyle -sel, -sal getirip, ünlü
deyimle dilimizi sala koyup sele veriyorlar. Onlara
göre askerî hastane, askersel hastane olmalıydı.
Yâni, karşı oldukları Osmanlı Türkçesini sözde
Türkçeleştiriyorlardı. Uydurma –sel, -sal eklerini
kullananlar, farkında olmadan Osmanlı Türkçesi-
102 TEMMUZ’14,
tarih bilinci
nin bozulmuş bir şeklini devâm ettiriyorlar!
Aynı şekilde; kırsal kesim yerine kır kesimi, veya
kırlık kesim; siyasal durum yerine siyâset durumu
denilebilir, denilmelidir de.
Kısacası; Arapça nisbet eki –î’den kurtulmak isteniyorsa, Arapça sıfat tamlaması yerine ad tamlaması
kullanılırsa iş biter.
Askerî hastanenin Arapçadaki muadili el Musteşfâ
el Askerî’dir. (sıfat tamlaması; musteşfâ isim, askerî
sıfatı sonra geliyor) Osmanlı Türkçesine aktarılınca; hastâne-i askerî oluyor, sonra Farsça tamlama
-i si bırakılarak: askerî hastane oluyor. Aşağılık
duygusuna kapılmışların anlayışına göre; askersel
hastane olurdu ama, şükürler olsun ki sağduyu üstün gelmiş de, Türkçe yapısına uygun olarak asker
hastanesi olmuş.
Sözün kısası; Türkçe düşünmeğe alışmak gerekir.
(Türkçe derslerinde bu yola girilmişti; öğrenci,
Türkçe düşünmeye alıştırılıyordu). Osmanlıca
kalıplarını, Batıdan aktarma takılarla gülünçleştirmek kolaycılığına sapılmamalıdır. Bu iş, tabiî ki zordur; düşünmek, araştırmak gerektirir. Aydın olmak
da kolay değildir, sâdece ‘diploma sâhibi olmak’ hiç
değildir. Konuşma ve yazı dilinde, Türkçenin yapısı
öyle olduğu için, SIFAT TAMLAMASI yerine AD
TAMLAMASI kullanmalıyız:
Bitkisel yağ yerine: Bitki yağı
Hayvansal ürün yerine: Hayvan ürünü
Görsel medya yerine: Görüntülü medya
Yayınsal eleştiri yerine: Yayın eleştirisi
Çevresel felâket yerine: Çevre felâketi
Onursal üye yerine: Şeref üyesi
(‘Onur’ un ‘honour’dan uydurulmuş olması, ayrı bir
konu.)
Karasal sular yerine: Karasuları
Denizsel ürünler yerine: Deniz ürünleri
Fiziksel yasa yerine: Fizik yasası
Tarımsal ilaç yerine: Tarım ilacı
Parasal durum yerine: Para durumu
Nesnel yaklaşım yerine: Yansız yaklaşım
Sanatsal anlayış yerine: Sanat anlayışı gibi…
Gereken; durumun ciddiyetinin farkına vararak
karar vermek ve azimle o kararı uygulamaktır.
Ters Köşe
Prof. Dr. Mehmet MAKSUDOĞLU
Cambridge üni. Eski Öğretim Üyesi
DÜNYA TARİHİNDE
DÖNÜM NOKTALARI
Dünya tarihinin bütün insanlığı ilgilendiren önemli olaylarını sunup, bu olayların dönüm noktaları olarak kabul edilmesini teklif ediyoruz. Buna ihtiyaç olduğu kesindir; çünkü günümüzdeki tarih bölümlendirilmesi, bütün insanlığın tarihini kucaklamaktan çok
uzaktır. Avrupa merkezli bu tarih bölümlemesine göre; İlk Çağ, Hz. İsa’nın doğumuyla
başlayıp Roma İmparatorluğu’nun ikiye ayrılmasına kadar sürmektedir. Orta Çağ ise İstanbul’un Türkler tarafından fethiyle sona erip Yeni Çağ başlamakta, 1789 yılında vuku
bulan Fransız İhtilâli’yle de Yakın Çağ başlamaktadır. Bu bölümlemenin yeryüzündeki
milletlerinin çoğunluğu için geçerli olmadığı açık bir gerçektir
Roma İmparatorluğu’nun ikiye bölünmesinin Japonlar, Çinliler, Türkler, Araplar veya 395 yılında
Afrika kıtasında yaşamakta olanlar için ne önemi vardır ki; “bütün insanlık için” bir dönüm
noktası olarak kabul edilsin? İstanbul’un Türklerce fethinin Japonlar, o zaman Avustralya’da
yaşamakta olanlar Aborjinler, Amerika kıtasının yerli halkı olan Kızılderililer, Aztekler, İnkalar
ve Mayalar için ne anlamı vardır ki; 1453 bir dönüm noktası olsun? Görüldüğü gibi şimdiki
bölümleme, Avrupa’yı dünyanın merkezi olarak kabul eden çok sığ, dar ve çağ dışı bir kafa
yapısını yansıtan anlayışa dayanmaktadır. Nitekim yine Batılı bir tarihçi olan Henry Cordier,
bu gerçek dışı anlayışı şöyle ifade etmektedir: “Batılılar, İsrail, Yunan ve Roma halklarının
yayılması hakkındaki kısıtlı bilgilerini bölümlendirerek dünya tarihini tuhaf bir şekilde
daraltmışlardır. Böylece Çin Denizi’nde ve Hint Okyanusu’nda tehlikeleri göğüsleyip dolaşan
veya Orta Asya‘nın uçsuz bucaksız bozkırlarını Basra Körfezi‘ne kadar kolaçan eden gezgin
ve kâşifleri bilmezden, görmezden gelmişlerdir. Gerçekte eski Yunan ve Romalılarınkinden
farklı fakat daha az medenî olmayan kültürleri ihtiva eden yerkürenin daha büyük bir
kısmı, kendi küçük dünyalarının tarihini yazıp da dünya tarihini yazdıklarını zannedenlere
meçhul kalmıştır.”1
Henry Cordier’nin gayet keskin ifadeli ve bir o kadar isabetli tespitinden beri pek bir şey
değişmemiştir. Batı dünyası dışında kalan ülkelerin tarihi oldukça ayrıntılı bir biçimde incelenmiş
olmasına rağmen, Avrupa merkezli ve Yahudi-Hıristiyan bakış açılı yaklaşım ve ele alış, bütün
bu çalışmalara, incelemelere hâkim olmuştur. Bunun sonucu olarak da; tarihin Avrupa’ya göre
bölümlendirilmesi, sebebi ve mazereti açıklanamaz bir biçimde çağ dışı kalmıştır. Üstelik bu
yaklaşım, “bütün” dünya tarihine uygulanabilir nitelikte değildir. Misal vermek gerekirse; Batılı
yazarların “Karanlık Orta Çağlar” deyimi, Avrupa için uygundur, İslam Dünyası için ise durum hiç
tarih bilinci, TEMMUZ’14 103
Ters Köşe
de öyle değildir. O yüzyıllar, İslam dünyasında
parlak bir medeniyetin yaşandığı zamanlardır.
Medeniyet, yüzyıllardan beri cehalet ve gerilik
içinde yüzmekte olan Avrupa’ya, Palermo ve
Endülüs (İspanya) yoluyla Müslüman ülkelerden
geçmiştir. Şimdi, bütün dünya tarihi için önemli
gördüğümüz dönüm noktalarını sıralıyoruz:
1. Nuh
Tufanı (4000):
Her üç semavi dinde de kabul edilen bu
olay, 1929 yılında Irak’ta Tel Mukayyar’da
Amerikalı arkeologların yaptığı kazıyla ilmen
Mısır’da olan, Mezopotamya’yı ve Anadolu’nun
bir bölümünü içine alan “Bitek Hilal” (The
Fertile Crescent) kabul edilmektedir. Bölgede
kazı yapan arkeolog Wooley 1929 yılında Irak’ta
Tel Muqayyar’da Tufan’ın maddi izlerini buldu.2
Bütün bu bulgular ışığında; Tufan’ın, Milattan
yaklaşık 4000 yıl önce vuku bulduğu sonucuna
varabiliyoruz.
2. Hz. İsa’nın Doğumu (Milat):
Hz. İsa biz Müslümanlara göre seçkin bir
peygamberdir. Hz. Meryem’den babasız olarak
doğmuştur, Ruhullah’tır. Kendilerine “Hristiyan”
diyen Hristiyanlık tarihi yazarları Hz. İsa’nın
gerçek doğum yılı ile Milat olarak kabul edilen
tarih arasında birkaç yıla varan farklar olduğunu
tespit etmektedirler. Bütün bu ihtilaflara
bakmayarak -madem şimdiye kadar öyle kabul
edilmiş- Milat tarihi olarak kabul edebiliriz.
İngilizce “Milattan önce” demek için “Before
Christ”ın baş harfleri alınarak B.C. yazılmaktadır.
Müslüman tarihçilerin de böyle yazmasında
bir zarar yok. Ancak, Batılılar bazen “Milattan
önce” için A.D. yazmaktadırlar. Bazı dikkatsiz
Müslümanlar da öyle yapmaktadırlar. Halbuki,
bu kısaltma Anno Domini’nin (Rabbimizin Yılı)
kısaltılmış şeklidir. Hristiyan veya o gelenek
Edward Hicks- Noah Ark
de ispat edilmiş durumdadır. Toprağın
birkaç metre altında ince mil tabakası ve
bu tabaka içinde suda yaşayan hayvanların
fosilleri bulunmuştur. Mil tabakasının
altındaki kısımda çıkanlar ise çömlekçi
çarkı ürünüdür. Nuh Tufanı’nın yalnız
Basra Körfezi çevresinde mi, yoksa
Mezopotamya’da mı vuku bulduğu veya
yeryüzünün her yerini mi kapladığı
konusunda iki ayrı görüş varsa da, günümüz
dünyasına biçim veren, medeniyeti kuran
insanlık o çağlarda o bölgede yaşadığı için, Nuh
Tufanı yalnız o bölgeyi kaplamış bile olsa bütün
insanlığı ilgilendiren bir olay olarak telakki
edilebilir. Nitekim günümüz uygarlığının beşiği
olarak; bir ucu Basra Körfezi’nde, öbür ucu
104 TEMMUZ’14,
tarih bilinci
John MacArthur – Grace to You
içindeki yazar öyle yapabilir. Müslüman, Hz.
İsa(As.)’yı kendine “Hristiyan” diyenler gibi, haşa
“Rab” kabul etmediğine göre böyle bir yanlışa
düşmekten kaçınmalıdır.
Ters Köşe
3. Hz. Muhammed (S.A.V.)’in
Hicreti (622):
Hâlihazırdaki cari bölümlemede Fatih’in
İstanbul’u İslam’a açışı bir dönüm noktası olarak
alınmaktadır. Fatih 1461 yılında Trabzon’u Pontus
Rum İmparatorluğu’ndan almaya giderken onu bu
işten vazgeçirmeye çalışan Akkoyunlu hükümdarı
Uzun Hasan’ın annesi Sare Hatun “Hey oğul, bu
Trabzon’a bunca zahmet nedendir?” der. Sare
Hatun’a cevaben şöyle der: “Hey ana, bu zahmet
din yolundadır. Zira bizim elimizde İslam kılıcı
vardır. Eğer bu zahmeti ihtiyâr etmezsek bize
‘gazi’ demek yalan olur!”3Fatih, dünya görüşünü şu
şiiriyle de ifade etmiştir:
İmtisâl-i “Câhidûfillâh” olubdurniyyetüm
(“Allah yolunda cihat edin” emrine uymaktır
niyetim)
kendisi, bu büyük işi Hicri 857. yılda başardığını
ifade ediyor ve diğer hükümdarlara gönderdiği
fetihnamelerde tarih olarak 857’yi kullanıyordu.
Bu olay için düşünülen tarihlerden biri “Beldetun
Tayyibetun” idi ki; Ebced hesabıyla harfleri
toplandığında 857 sayısını verir.5 Dikkate değer bir
husustur ki, İslam Tarihi’nde, başlangıç olarak Hz.
Muhammed’in doğum yılı değil, Hicret’in vuku
bulduğu 622 yılı esas alınmıştır. Ancak Hicretten
sonradır ki, İslam rahatça gelişmiş ve insanlığa
örnek olacak bir medeniyet, Müslümanlarca
kurulmuştur. Nitekim tarihteki en etkili 100
şahsiyeti sıralayan bir gayrimüslim, Michael H.
Hart, Hz. Muhammed’i ilk sıraya yerleştirmiştir.
Bu sıralamada, Isaac Newton ikinci, Hz. İsa
üçüncü, Einstein onuncu, Karl Marx onbirinci,
Lenin onbeşinci, Hz. Musa onaltıncı, Mao-TseTung yirminci, Napolyon otuzdördüncü, Hitler
otuzbeşincidir.6
Dîn-i İslâmun mücerred gayretüdür gayretüm
Şu halde, 622 tarihi, kesinlikle göz ardı
edilemeyecek bir dönüm noktasıdır.
(Gayretim sadece İslam Dini uğrundadır)
4. Ayn-Calut Savaşı (1260):
Fadl-ı Hakk u Cünd-i Ricâlullah ile
İslam dünyası; tıp, astronomi, matematik,
coğrafya, kimya, eczacılık, edebiyat, tarih,
felsefe, ilahiyat alanlarında, Miladi 8. yüzyıldan
başlayarak, yeryüzünde kesinlikle en yüksek
(Allah’ın ve Evliya Ordusunun lütfuyla)
Ehl-i Küfrü ser te ser kahreylemekdür
niyyetüm
seviyeyi temsil etmiştir. Medeniyet, İslam
(Küfür ehlini baştanbaşa
kahretmektir niyetim.)
İslam dünya görüşünün bir
ürünü olan bu dünya görüşü
uğrunda çaba gösteren bir
hükümdarın İstanbul’u alması
bir dönüm noktası olarak kabul
edilirken; İslam için çok önemli
olan, İslam’a bağlı milyonlarca
insanın adeta “tarih başlangıcı
olarak benimsediği”ve yüzyıllar
boyunca uyguladığı, meydana
koyduğu eserleri ona göre
tarihlediği 622 yılını bir dönüm
noktası olarak kabul etmemek çok
büyük bir çelişkidir. Fatih Sultan
Mehemmed’in4 İstanbul’u İslam’a
açtığı tarih olarak, Avrupa Miladi
1453 tarihini kullanırken, Fatih’in
İran’ın Düşüşü
tarih bilinci, TEMMUZ’14 105
Ters Köşe
Dünyası’ndan Palermo ve Endülüs (İspanya)
yoluyla Avrupa’ya geçmiştir. Mesela İngilizcedeki
algebra (cebir), alcohol (alkol), chemist (kimyager,
eczacı), chemistry (kimya, eczacılık), zero (sıfır),
ABD de kullanılan sheriff (şerif ) kelimeleri,
kavramların menşeini gösteren canlı delillerdir.
Mongollar, İslam medeniyetini, yani o zamanki en
yüksek medeniyeti temsil eden Abbasi Devleti’ni
miladi 1258 yılında yıktılar, başkent Bağdat’ı
tahrip ettiler. Binlerce kitabın atıldığı Dicle Nehri,
suyuna karışan mürekkepten dolayı günler ve
geceler boyu simsiyah aktı. Bu bakımdan 1258 yılı
bir bakıma dünya medeniyetinin sonunu işaret
ediyor. Medeniyet, uzak Batı’da, Kuzey Afrika ve
Endülüs’te devam etme durumunda kalıyordu.
Dünyanın en büyük askeri gücü, o çağın tek ve
tartışmasız “Süper Devlet”i olan Mongollar,
Ayn-Calut’ta, 1260 yılında Kölemen Türk Sultanı
Kutuz tarafından yenilgiye uğratıldılar. Asya’nın
çok büyük ve en mühim kısmını, Avrupa’nın
yarısını kısacası o zamanki bilinen ülkelerin
pek çoğunun en önemli yerleşim bölgelerini
hâkimiyetleri altına almış olan ve yenilmez kabul
edilen bu süper gücün Ayn-Calut’ta yenildiği
1260 tarihi, kesinlikle bir dönüm noktası teşkil
eder nitelik ve ehemmiyettedir.
Bir toplumdaki kurumların, fizikteki bileşik kaplar
prensibine uygun olarak, hepsinin aynı seviyede
olduğu hatırlanınca, böyle her şeyiyle çürümüş bir
toplumun bilginlerinin, fetihten sonra Avrupa’ya
kaçıp orada Rönesans’a zemin hazırladıkları
iddiasının temelsizliği ve tutarsızlığı apaçık bir
gerçek olarak görülür. Rönesans’a katkıda bulunan
bilginlerin, İstanbul’dan değil, Mora’dan gittiği
tarihi bir gerçektir. Avrupalılarca, 1453 tarihinin
bir dönüm noktası olarak kabulünün altında,
İstanbul’un Türklerin eline geçişini, Batı’nın bu
büyük kaybını unutturmamak güdüsünün yattığını
düşünüyoruz.
5. Protestanlığın Başlangıcı
(1260):
Fatih Sultan Mehemmed, 1453 yılında İstanbul’u
İslam’a açtığı sırada Doğu Romalı bilginler, devenin
iğne deliğinden nasıl geçeceğini, meleklerin
erkek mi dişi mi olduklarını, meleklerin kanat
sayısını tartışıyorlardı. Doğu Roma halkı da
kitleler halinde boş şeylerle uğraşıyordu. Osmanlı
Ordusu şehri kuşatırken halk, hipodromda
(şimdiki Sultanahmet Meydanı) mavilerle
yeşiller arasındaki araba yarışlarını seyretmeye
koşuyordu. Esasen Doğu Roma İmparatorluğu
(“Bizans” değil; o imparatorluğun tebaasının
torunlarının torunlarına da günümüzde “Rum”
denilmektedir. “Bizans” kavramının uydurması, o
imparatorluğa varis olma sahtekârlığına desteklik
için ortaya konmuş olan Yunan oyunudur. Kelime
olarak Türklüğünü haykırıp duran “yoğurt”
un Yunan menşeli olduğu ne kadar doğruysa, o
uydurma da o kadar doğru olabilir.) sosyal hayatın
bütün veçhelerinde bir çürümüşlüğü yaşıyordu.7
106 TEMMUZ’14,
tarih bilinci
Öte yandan, ünlü sosyolog Max Weber’in belirttiği
gibi Batı dünyası, Protestan dünyasıdır. Avrupa,
Protestanlığın doğuşuyla kendisi için zifiri
Ters Köşe
karanlık olan Orta Çağ’dan kurtulmaya, gelişmeye,
ilerlemeye başlamıştır. Onun için Protestanlığın
başlangıcı8 hiç şüphesiz bir tarihi dönüm noktasıdır.
Günümüzde, değişen derecelerle de olsa Batı
normları yeryüzünün hemen her tarafında
hâkimdir. Bu gelişmenin başlangıcı da Reform
hareketidir. Bu bakımdan,Martin Luther’in 95
maddelik tezini Wittenberg’de kilise kapısına astığı
31 Ekim 1517 tarihi, etkisi günümüze kadar gelen
çok mühim bir olayın başlangıcıdır ve kesinlikle
bir dönüm noktası olabilecek niteliktedir. Buna
göre de, Avrupa’yı, dolayısıyla da yeryüzündeki pek
çok ülkeyi derinden ve sürekli etkileyen bu olayın
başlangıcı olan 1517 tarihi bir dönüm noktası olarak
alınmalıdır, 1453 değil!
6. Fransız İhtilali (1789):
Fransa’da 1789 yılında vuku bulan ihtilal, önemli
sonuçlan olan bir olaydır. En bariz özelliği, o
zamana kadar inanca bağlı olarak yapılanmış
olan siyasi oluşumların, “nation” olarak kabul
edilen topluluklara göre oluşmasını başlatmasıdır
ki; nasyonalizmin etkisi, günümüze kadar
gelmektedir. Devletler, millilik esasına göre
kurulmuş sayılmaktadır. Zaten 1789 yılı, bir
dönüm noktası olarak kabul edilmektedir.
7. Sovyetler Birliği’nin Dağılması
(1991):
Miladi 20. yüzyılın belki de en
mühim olayı, Sovyetler Birliği’nin
1991 yılında vuku bulan çöküşüdür.
Bu olayın sonuçları, Birinci ve
İkinci Dünya Savaşları’ndan, atom
bombasının kullanılmasından ve
insanoğlunun Ay’a ayak basmasından
çok daha önemlidir. Bütün bunlar
insan dışında, maddî şeylerdir.
Halbuki, Sovyetler Birliği’nin
dağılmasıyla soğuk savaş sona
ermiş, “insan”, kendini, “ruhunu”
arayış içine girmiştir. Rusya’da,
20 milyon insanın cesedi üzerine
kurulan, Çin’i etkileyerek orada 50
milyon insanın hayatı pahasına aynı
sistemin yerleştirilmesi işinin itici
gücü olan Marxizm’in Sovyetler
Birliği’nde, 70 yıl boyunca, en acımasız ve insanlık
dışı yöntemlerle sürdürülmesi, “insan” fıtratına
aykırı olan bu sistemin suni olarak yaşatılmasına
yetmedi ve sistem çöktü. 1991 yılı, kesinlikle dünya
tarihinin çok önemli bir dönüm noktası olarak
kabul edilmek durumundadır.
w Açıkladığımız sebeplerden dolayı, insanlığın çok
büyük bir kesimini ilgilendiren tarihin belli başlı
dönüm noktalan şunlar olmalıdır:
1. Nuh Tufanı (M.Ö. 4000):……...............................................................................1
2.Hz. İsa’nın Doğumu (Milat):…......................................................................4000
3.Hz. Muhammed (SAV)’in Hicreti (622):……………………………………….4622
4.Ayn-Calut Savaşı (1260):…...………………………………......................................5260
5.Protestanlığın Başlangıcı(1517):…………………….........................................5517
6.Fransız İhtilali(1789):……………………………...........................................................5789
7.Sovyetler Birliği’nin Dağılması (1991):………………………………………....…5991
tarih bilinci, TEMMUZ’14 107
Ters Köşe
Böyle bir tarihlemeye göre, şu an 2014 yılı yerine
6014 yılında olunur. Yeni yıla da, kış ortasında değil,
baharın ilk gününde veya Hıdırellez’de girerdik.
Yeni günün başlama saatinin de geceyarısı olması
bir anlam taşımıyor. Yeni gün de Habeşistan
(Etiyopya)‘da olduğu gibi, Güneşin doğuşu ile
başlarsa daha kullanışlı ve tabiatla uyumlu hale
gelmez mi?
Dünya tarihinde, -o zamana kadar kıyamet
kopmazsasekizinci
dönüm
noktasının
kapitalizmin çöküşü olacağını görmek için; büyük
bir sosyolog, bilgin veya kâhin olmanın gerekmediği
ortadadır. İnsan fıtratına uymayan hiçbir düzen
ayakta kalamaz.
DİPNOTLAR
1
Quated in Ross E. Durn, The Adventures of Ibn Battuta, A Müslim Traveler of the 14th Century (Londonand Sydney: CrommHelm, 1988), p.l.
2
WernerKeller, TheBible as History, (Great Britain 1967) pp. 47-51.
3
Yılmaz Öztuna, Büyük Osmanlı Tarihi, İstanbul, Ötüken Neşriyat, 1994, I, s.283.
4
O zamanki doğru telaffuz böyledir.
5
Ebced hesabı, her harfin sayı değeri toplanarak yapılır. Harflerin sayı, değerleri şöyledir.
Elif 1, Be 2, Cim 3, Dal 4, He 5, Waw 6, Zây 7, Hâ 8, Tı 9, Yê 10,
Kef 20, Lâm 30, Mîm 40, Nûn 50, Sîn 60, ‘Ayn 70, Fê 80, Sâd 90, Kaaf 100
Râ 200, Şîn 300, Tê 400, Sê 500, Kha 600, Zêl 700, Dâd 800, Zı 900, Gayn 1000.
BeldetunTayyibetun ibâresi bu harflerle yazıldığında, şu harfler kullanılır: BldtTybt; bu sekiz harfin sayı değeri toplanınca, 857 olur.
6
Michael H. Hart, The100 ARanking of themostInfluentalPersons in History, Kuala Lumpur 1989.
7
R.J.H. Jenkins, “Social Life in theByzantineEmpire” in The Cambridge MedievalHistory, Ed. by J.M. Hussey, (Cambridge Uni
versityPress. 1967; rept. 1978), vol. ıv, partıı, pp.88.89.
8
RolandBainton, TheReformation of theSixteenth Century, London 1963. p.38.
108 TEMMUZ’14,
tarih bilinci
Medya
Analizi
Prof. Dr. Hasan Tahsin Fendoğlu
Hacettepe Üni. Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi
MEDYANIN ÇOCUKLAR
ÜZERİNDEKİ DEVŞİRİCİ
FORMATI
Yapılan araştırmalara göre; annesinden doğan dünyanın her yerindeki
tüm çocuklar, saf inanç ve değerlerle birlikte doğmaktadırlar. Yeni doğan bebeğin hafızası, doğuştan, asla dümdüz yani sıfır kilometre (tabula rasa) değildir.
İşte çocuğun doğuşla birlikte getirdiği bu saf inancı koruma hakkı vardır. Çocuğun doğuştan getirdiği bu inanç değerini, çevresiyle bütünleştirmek için geliştirmeye ihtiyacı vardır. Çocuğa göre “Ay ve
Güneş bizi izler”; bu düşünceye paralel olarak çocukta “Allah bizi izliyor” inancı vardır.
Kimi seküler medya, çocuğun ‘saf ben’ine karşı saygısızlık yapmamalıdır. Medyanın çocuğa karşı saygısızlık hakkı yoktur. Bir tür güç zehirlenmesi ile cinsel projeksiyonlar çizmek, insan bedenini putlaştırmak, çocuğun safiyetini ihlal etmek gibi davranışlar, çocuk haklarına kesin aykırılık teşkil eder.
Çocuk bugünde (hâlde) yaşayan ve geleceği düşünmeyen, gelecek tasavvuru olmayan saf bir varlıktır.
Onun doğuştan getirdiği doğallık ve safiyet, medya tarafından bozulmaktadır. Dünyanın bugünkü
stresinin altında yatan işte bu safiyetin ihlâli nedeniyle oluşan tezattır; bu çelişkili hâli insanın
kaldıramamasıdır.
Günümüzde, çocukla yetişkin arasındaki sırlar ifşa edilmektedir. İşte bu ‘sır’ların ifşası, çocuğun
masumiyetini bozmaktadır. Maalesef medya tüketimi, 21. yüzyılın dijital yaşam tarzının çok önemli
bir parçası olmuştur.1 Günümüzde çocuklar dijital medya ortamında büyüyorlar. Milyar dolara varan
dijital pazara çocuklar maruz kalıyorlar.2 Aslında dijital medya, çocuğun ihtiyaçlarını karşıladığı
ölçüde başarılı ve değerlidir,3 ama çocuğun ihtiyaçlarını karşılamıyor, ama ona yeni sorunlar üretiyor.
Çünkü sanal bir evren olan dijital medyada güvenle güvensizlik iç içe, yalanla-gerçek yan yana. Çocuk
bunları nasıl seçecektir?
tarih bilinci, TEMMUZ’14 109
İletişim araçlarının ne kadar doğruyu yansıttığı
hiç belli değil. Dijital medyanın ne kadar ehil, ne
kadar liyakatli olduğu belirsizdir. Bu nedenlerle medya küresel bir insanlık sorunudur.4 Televizyon, % 98 izleme oranıyla hala görsel-işitsel
medyanın en erişilebilir önemli aktörüdür.5
Bütün bunlara rağmen dünyanın aklı hâlâ başına gelmiş sayılmaz. Çocuk hakları sorunları hala
çözülebilmiş değil. Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin 10. yıldönümü olan 20 Kasım
1999 tarihindeki Oslo Çağrısı (The Oslo Challenge), çocukları korumak konusunda medyaya
bir çağrı olarak nitelenebilir.6 Medya ve Çocuk
Hakları konulu ilk uluslararası konferans çok
yeni bir tarihte, Brezilya’da altı yıl önce (2008’de)
yapıldı. Toplantıda Çocuk Hakları Sözleşmesi’ne
ve medyanın hallerine vurgu yapıldı.7
Medyada çocuğun korunması konusunda şu
projeler üzerinde durulabilir: 1. İzleyici temsil-
110 TEMMUZ’14,
tarih bilinci
ciliği. 2. ‘İyi uykular çocuklar’ projesi. 3. Medya
okuryazarlığı projesi. 4. İlgili otoriteye şikâyet
mekanizması.8
Haber, bir televizyonun en çok izlenen görüntülü
ayin türüdür. Televizyon haberden önce ve sonra
reklam verir ve zamanı satar.9 Çocuğa göre haber,
kötü çocuk haberleri ve iyi çocuk haberleri diye
ikiye ayrılır. Kötü çocuk haberleri, çocuk konulu
şiddet, tecavüz ve soygun haberleridir. İyi çocuk
haberleri ise oyun ve oyuncak türü haberlerdir.
Her televizyon “kendi” iyi haberlerini verir.
Televizyonun kurgu olduğu hep söylenir ama bu
lafı söyleyenler de dâhil olmak üzere, çocuklar da
büyükler de televizyon haberlerine inanırlar.
Medyanın amacı, yeni nesli hayata hazırlamak,
kitle iletişim araçlarını öğretmek ve gençleri bilgili
kılmaktır.
Medya Analizi
Oysa çocuk öncelikle medya hakkında bilgi sahibi
olmalı, medyayı nasıl okuyacağını bilmelidir. Çocuk
medyayı yorumlama ve değerlendirme yeteneğine
sahip olmalı, medya kültürünü öğrenmelidir.10
Televizyon çocuğa verdiği cazibe ile, aslında “ilgi
çekici, akıllı, bilgilendirici ve eğlenceli” olan bir
eğitici değer olabilir.11 Medyanın çocuk üzerinde
önemli yararları, olumlu etkileri olabilir. Eğlendirirken eğitebilir. Örneğin ABD tarafından üretilen
Susam Sokağı dizisi, tüm dünyada çocuklar için son
derece olumlu kabul edilmişti.12 TV’lerin paylaşma,
arkadaşlık, eğitim, hayal gücü gibi olumlu etkileri
kuşkusuz ki mümkündür.13 Medya hoşgörüyü, insanlar arasındaki işbirliğini, başkaları için yaşamayı
öğretebilmektedir. Esasen medyanın üç fonksiyonu
vardır; medya çocuklara bilgi verir, onları eğlendirir ve onları eğitebilir.14 Medyanın bu tür yararları
vardır ama zararları da asla göz ardı edilmemelidir.
1933’de Ohio’lu iki genç olan Shuster ve Siegel, Superman isimli bir çizgi film yaptılar; hakkı savunan
ve haksızlığa karşı insanları koruyan bir güç...
Süperman 1942’de düzenin koruyucusu rolünü
üstlenmişti. 1962’de uluslararası güvenlik konularını işledi. 1970’lerde Hollywood’un en masraflı
filmi oldu. Sonuç olarak, çizgi filmler, ABD’nin sosyo-kültürel gelişmelerinden soyutlanamaz. Ya düş
gerçeğe ya da gerçek düşe aktarılacaktır.15
Çoğu medya organı, maalesef, birilerinin manipülasyonlarına, sömürülerine veya para kazanma
hırslarına aracılık etmektedir. Ergenler medyayı,
çocukların hizmetinde değil, kendi sorunlarının
çözümü için kullanıyor.16
zamanının belki de % 70’inde medya ile baş
başadır.18 Çocukların medyayı nasıl kullanacağı
yetişkinlere bağlıdır. Medyaya doymuş bir devirde,
istense de istenmese de çocuklar medyayı tüketecektir. Önemli olan, çocukların akıllıca fiziksel etkinlik için zaman ve işlenmişten çok, doğal besinler
içeren bir diyet seçmesine yardımcı olmaya çalışmak ve çocukların ister eğlence, ister video oyunu
olsun, olumlu sosyal öğrenmeyi vurgulayan bir
medyaya maruz kalmasını sağlamaktır”.19
Medyanın gerek çocukla ilgili haberleri –genelde diğer haberleri- olumlu mudur? Buna olumlu
yanıt vermek gerçekten zordur. Örneğin geçmişte,
Malatya Çocuk Yuvası haberleri ve çocuk yuvaları
ile diğer haberler analiz edildiğinde bunu görürüz.
Medya işin magazin boyutu ile daha çok ilgileniyor.
Oysa medyanın uyması gereken uluslararası ilkeler
vardır.20 Çocuk, medyada “suçlu” veya “kurban”
gibi sıfatlarla nitelendirilmemelidir.
ABD’de yapılan bir araştırmaya göre, ABD’de
ailelerin %98’i en az bir TV’ye sahip, % 81’i iki veya
daha çok TV’ye sahiptir. ABD’de 8 yaştan daha
küçük olanların üçte birinin odasında TV vardır.21
Günümüzün ‘medya çağı’nda korkular ve fırsatlarla birlikte yaşıyoruz.22 Amacımız medyaya erişimi
sınırlandırmak değil, çocukları zararlı içeriklerden
korumaktır. Televizyonları kapayarak sorunları
çözemeyiz.
Çocuk kurguyu ayırt edemiyor. 2000’li yılların
başında Pokemon adlı kahramanın olduğu çizgi
filmin etkisinde kalan 4 yaşında bir çocuk, 7 inci
kattan atlayarak kaza geçirmişti.17
ABD’de 2012 senesinde yapılan bir araştırmada
şu bulgular elde edilmiştir; 12-17 yaş aralığındaki gençlerin % 93’ünün evinde bilgisayar erişimi
vardır. % 37’sinin akıllı telefonu, % 23’ünün tablet bilgisayarı mevcuttur. % 25’i cepten internete
girmektedir.23 Türkiye’de çocukların % 60’ının
evinde internet vardır. Çocukların % 20’si ise internete cafede girmektedir.24
Çocuğun medya tarafından kuşatılmış olduğu
bir gerçektir. Çocuk medya tarafından çepeçevre
kuşatılmıştır. Çünkü o, sürekli olarak medya
araçları ile iç içedir, medyanın etkisindedir. Çocuk,
cep telefonundan bilgisayarına, televizyondan
internetine kadar medya ile haşir neşirdir. Çocuk,
UNICEF’in 2004 istatistiklerine göre, 1980 ile 1990
arasında televizyon sayısı, kanal sayısı ve izleme
oranının iki katına çıktığı görülmektedir.25 2000
yılında elli adet çocuk kanalı açıldı; Nickelodeon,
Cartoon Network, Disney Channel, ABC Familiy ve
TV Land gibi...26
tarih bilinci, TEMMUZ’14
111
Medya Analizi
TÜİK’in 2013 verilerine göre, 6-15 yaşındaki çocukların % 92.5’u her gün TV izledi. 6-10
yaşındaki çocukların % 94,8’i her gün TV izledi. 11-15
yaşındaki çocukların % 90.2 si her gün televizyon izledi.27
Ocak 2010 tarihinde yapılan bir araştırmaya göre, 2010
yılında ABD’de bir çocuk ortalama günde 8 saat medyayı kullanmaktadır; bunun 5 saati televizyondur.28
Gerek dijital medya ve gerekse akıllı telefonlar gün
geçtikçe giderek sayıca ve kalitece büyümektedir.
Televizyon yayıncılarının % 3.1‘i kamu yayıncısı,
% 96.9’u özel yayıncıdır. Televizyon yayıncılarının
% 70.4’ü genel türde yayıncı, % 29.6’sı ise tematik
yayıncıdır.29 Tematik türde yayın yapanlardan % 9,4’ü
çocuk programları türünde yayın yaparken, % 3.1’i dini
yayınlar, % 24’ü sinema-dizi türünde yayın yapmaktadır.30 Televizyon yayıncılarının 2013’te yayınladığı
ortalama haber süresi 1342 saat, kültür programı
süresi 1093 saat, güncel program süresi 1024 saat ama
çocuk programı süresi 571 saattir.31
Günümüzde çocuğun bilgiye ulaşabilirliği arttı; adeta
bilgi patlaması yaşandı. Teknoloji hem ucuzladı, hem
de arttı. Televizyon etkili bir öğretmen gibi oldu. Çocuk
gördüklerini taklit etmekte, televizyonda izlediklerini adeta kopyalamaktadır. İzledikleri programlarda
geçen kişilikleri kahraman olarak ilan edebilmekte,
kendisini onlarla özdeş sayabilmektedir. Sadece
görmekle yetinmeyen çocuk, işitmekte, hareketli
nesnenin etkisine daha rahat girebilmektedir. Televizyon çocukta davranış kalıpları oluşturmaktadır.
Oysa televizyonun azı karar, çoğu zarardır.32 Bu nedenle çocuk, televizyonu sorgulamalı; ‘Irk, cins, din,
dil, cins olarak beni yansıtabiliyor mu?’ diye eleştiriye
tabi tutmalıdır.33 Televizyon çocuğun okumaya ilgisini azaltmaktadır.34 Bazı yazarlar, daha ileri giderek,
televizyonun, kitaba alternatif olarak, düşünmeyen
insanlar için icat edildiğini iddia etmişlerdir.35
DİPNOT
1
2
3
4
5
6
7
8
9
10
11
12
Erik M. Gregory, 2013, s. 107.
Kathryn C. Montgomery, 2013, s. 299.
Bernd Trocholepczy, 2013, s. 275.
Şirin, 2011, s. 11.
RTUK (2014), TV Yayıncıları Profil Araştırması, s. 2.
İnceoğlu-Akıner, 2011, s. 116.
Cheviron, 2011, s. 185.
Detay için bkz. Timisi, 2011, s. 157 vd.
Şirin, 2011-2, s. 176, 177.
Alexander Fedorov, 2014, s. 140 ve 147.
Erik M. Gregory, 2013, s. 107.
Dafna Lemish, 2014-1, s. 17. The Simpsons da sayılabilir; Erik
M. Gregory, 2014, s. 94.
Pitrowski-Vossen- Valkenburg, 2014, s. 61.
Erik M. Gregory, 2014, s. 99-106.
Güler, 2013, s. 208.
Kaveri Subrahmanyam, 2014, s. 223.
13
14
15
16
17 Aleyna Saral, 16 yaşında, ÇMK, Kongre Kararları, 2013, s. 15.
18 Tüzel, 2013, S. 15.
19 Erik M. Gregory, 2014, s. 107.
112
TEMMUZ’14, tarih bilinci
20
21
22
23
24
25
26
27
28
29
30
31
32
33
34
35
Bek, 2011, s. 28-37.
Alexis R. Lauricella, 2014, s. 117.
Stewart M. Hoover, 2014, s. 215.
Kaveri Subrahmanyam, 2014, s. 223.
Birinci Türkiye Çocuk ve Medya Stratejisi ve Uygulama Planı
2014-2018, s. 23.
Erik M. Gregory, 2014, s. 94.
Erik M. Gregory, 2014, s. 95.
TÜİK, 2013, “Çocuklarda Bilişim Teknolojileri Kullanımı ve
Medya”, Bildiriler Kitabı, C.I, s. 433 vd.
Erik M. Gregory, 2014, s. 95.
RTUK (2014), TV Yayıncıları Profil Araştırması, s. 4.
RTUK (2014), TV Yayıncıları Profil Araştırması, s. 5.
RTUK (2014), TV Yayıncıları Profil Araştırması, s. 7.
Önüm, Arkam, Sağım, Solum Medya, s. 76.
Dafna Lemish, 2014-1, s. 19.
Akyüz, 2013, s. 116.
Albayrak, s. 203.
Download