temmuz 2014 27 SAYI GENEL YAYIN YÖNETMENİ: Prof. Dr. Mehmet ÇELİK GENEL YAYIN KOORDİNATÖRÜ: Mahmut Berkay ÖZER Yazı İşleri Müdürü (Sorumlu): Hasan KONUK 3 SAYFA EDİTÖR: Fikri AKYÜZ Prof. Dr. Necmi ALKAN YAZI İŞLERİ ŞEFİ: Yusuf KARACA YAYIN KURULU: Doç. Dr. Ahmet YILDIZ Doç. Dr. Pınar BAL Dr. Cemil ERTEM Dr. Önder BAYIR Prof. Dr. Bekir Berat ÖZİPEK Prof. Dr. Ebubekir SOFUOĞLU Prof. Dr. Ferhat KENTEL Prof. Dr. Mehmet CAN Prof. Dr. Mustafa ŞENTOP Prof. Dr. Naci BOSTANCI Prof. Dr. Nihat BULUT Prof. Dr. Orhan KILIÇ Prof. Dr. Süleyman KIZILTOPRAK Talha UĞURLUEL Turgay GÜLER DANIŞMA KURULU: Mehmet GENÇ Prof. Dr. Mim Kemal ÖKE Prof. Dr. Süleyman Seyfi ÖĞÜN Prof. Dr. Mazhar BAĞLI Prof. Dr. Ahmet ŞİMŞİRGİL Prof. Dr. Mehmet MAKSUDOĞLU Prof. Dr. Bedri GENCER Prof. Dr. Fuat KEYMAN Yrd. Doç. Dr. Sebahattin ŞEN Sadık YALSIZUÇANLAR GRAFİK TASARIM: Kenan M.DOĞRU - i’m Ken iam-ken.com SAYFA SAYFA SAYFA SAYFA REKLAM VE REZERVASYON Hazal TOKER HUKUK DANIŞMANLARI: Av. Ömer BOZOĞLU Av. Furkan KIZMAZ Av. Ali İhsan TURAN Av. Hüseyin ÖZTÜRK ABONE VE OKUR HATTI okurhatti@tarihbilincidergisi.com abone@tarihbilincidergisi.com BASIM Milsan Basın Sanayi A.Ş. İnönü Mahallesi. Muammer Aksoy Cad. Dere Sk. No:70 34620 Sefaköy - Küçükçekmece – İSTANBUL 0212 697 10 00 www.milsan.com.tr DAĞITIM Doğan Dağıtım Satış Pazarlama Matbaacılık Ödeme Aracılık Ve Tahsilat Sistemleri A.Ş Doğan Medya Tesisleri, Sanayi Mahallesi, 1650. Sokak No:2, 34517 Esenyurt/İSTANBUL + 90 (212) 622 22 22 info@yaysat.com.tr Prof. Dr Mehmet Çelik SAYFA WEB YAZILIM: Uğur KAZDAL Hızır KALYONCU BASIN VE HALKLA İLİŞKİLER: Ahmet Furkan ŞAHİN Röportaj - Yeni Ufuklara Doğru 6 SAYFA SAYFA SAYFA SAYFA 19 11 Sultana Suikast Prof. Dr. Taha Niyazi Karaca Balkan Savaşı Prof. Dr. Necmetttin Alkan 26 38 55 59 71 109 tarihbilincidergisi.com Temmuzun Hikayesi Cumhurbaşkanlığı Seçimi Fikri Akyüz Kapak Konusu Cumhurbaşkanlığı Seçimi Dr. Cemil Ertem Kapak Konusu Barbaros Hayrettin Paşa Talha Uğurluel İhanete Uğrayan Şehir - SREBRENİTSA Prof. Dr. Mehmet Can Muhteşem Yüzyılın Rüstemi Paşası ve Osmanlıda Rüşvet Prof. Dr Orhan Kılıç Medyanın Çocuklar Üzerindeki Devşirici Formatı Prof. Dr. Hasan Tahsin Fendoğlu İLETİŞİM VE YÖNETİM YERİ iletisim@tarihbilincidergisi.com editörden fikri akyüz “Tarihini bilmeyen milletlerin coğrafyasını başkaları tayin eder” sözünü işitmişsinizdir. Özetle, tarih önemlidir. Hele hele yakın tarih daha da önemlidir. Zira özellikle son 100 yılın tarihine baktığımızda, bu yüzyıl bugün yaşanılan pek çok hadisenin tekrar etmesine zemin hazırlayan bir zaman dilimidir. Kaldı ki son 100 yıl, belgelere ulaşımın kolay olduğu, dolayısıyla işimizi kolaylaştıran bir dönem… Tabii, elinizin altında bulunan bu dergi, “ hazır, tarih yazılırken ne coğrafyalar yeniden tanzim edilirken biz de bir tarih dergisi çıkaralım” düşüncesi ile çıkarılmadı. Biz yola çıkarken, tarihin resmini çizmeyeceğiz, sadece ve sadece fotoğrafını çekeceğiz. Yani olanı yansıtacağız ama “çıkış” noktamız, bu fotoğrafı “okurken” görülmeyeni göstermek, görülene ise “zum” yapmaktır. Bu dergide, hem tarihçiler olacak hem de tarih araştırmacıları… Arkanızda düşman gibi deniz, önünüzde deniz gibi düşman. Nereye kaçacaksınız? Vallahi sizin için ancak sadakat ve sabır kalmıştır. Düşmanın silahı, teçhizatı ve erzakı boldur. Sizin silah olarak ancak kılıçlarınız, erzak olarak da düşmanın elinden sahip olabileceğiniz vardır. Örneğin dergimizin genel yayın yönetmeni Prof. Dr. Mehmet Çelik, malumdur ki bir tarihçidir. Ben ise bir tarih araştırmacısıyım. Biliyoruz ki bu alanda çaba sarf eden meslektaşlarımız var. Ve biliyoruz ki her biri tarihi sevdirmeye çalışıyor. Biz de “çalışacağız…” Fikri AKYÜZ Tarih Bilinci Dergisi Editörü 2 TEMMUZ’14, tarih bilinci TEMMUZUN HİKAYESİ 1 Temmuz 1994 – 27 Yıllık Sürgünün Sonu Filistin Kurtuluş Örgütü lideri Yaser Arafat, 27 yıldır ayrı kaldığı ülkesi Filistin’e artık bir başkan olarak geri döndü. Bu dönüş milyonların kaybolan umutlarının tekrardan yeşermesini sağladı. 2 Temmuz 1993 – Alevle Kurşunların Dansı Sivas Katliamı, Madımak Katliamı ya da Madımak Olayı’nın yaşandığı 2 Temmuz 1993 günü, Pir Sultan Abdal Şenlikleri sırasında karanlık ellerin devreye girmesi sonucu 37 kişinin kurşunlanması ve yakılması ile yaşamını yitirdiği “UTANÇ GÜNÜMÜZ”dür. 3 Temmuz 2013 – Mısır’da Sonbahar Amerika ve İsrail’in de desteğiyle Abdülfettah el Sisi komutasındaki Mısır Silahlı Kuvvetleri’nin ülkede devam eden protestolar sırasında hükümet ve eylemcilere verdiği 48 saatlik uzlaşma süresinin dolması üzerine ülke yönetimine karşı yaptığı darbedir. 4 Temmuz 1848 – Şimdi Kapitalizm Düşünsün Yüzyıllar boyunca kitleleri hatta devletleri bile peşinden sürükleyecek olan Karl Marx ve Friedrich Engels’in yazdığı Komünist Manifesto yayımlandı. 5 Temmuz 1993 – Karanlık Gece Başbağlar Katliamı... Sivas Katliamı’ndan 3 gün sonra, misilleme olarak aralarında kadın ve çocukların da bulunduğu 33 kişi Başbağlar köyünde PKK tarafından öldürüldü. 9 Temmuz 1961 – Namlunun Gölgesinde Demokrasi Eli kanlı darbecilerin hazırladığı anayasa referanduma sunuldu. Yeni anayasa yüzde 61,5 “evet” oyuyla kabul edildi. tarih bilinci, TEMMUZ’14 3 11 Temmuz 1995 – Dün Bosna Bugün Suriye En az 8,372 Boşnak’ın Bosna-Hersek’in Srebrenitsa kentinde general Ratko Mladiç komutasındaki ağır silahlarla donatılmış Sırp ordusu tarafından öldürülmesine verilen addır. Srebrenitsa katliamı, bir çocuğun ağzından dökülen “Çocukları küçük kurşunlarla öldürürler değil mi anne?” cümlesiyle tarihe kara bir leke olarak geçmiştir. 14 Temmuz 1683 – Avrupa Rüyasından Uyanış Merzifonlu Kara Murat Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu Viyana’yı kuşattı ama bu kuşatma Osmanlı Devleti’nin Avrupa rüyasından uyanışı ile son buldu. Unutmamak lazımdır ki; Kara Murat Paşa da bu uyanışı kellesini vererek ödedi. 16 Temmuz 622 – Karanlıktan Aydınlığa Hz. Muhammed (SAV.) ve diğer Müslümanların, baskılardan kaçmak için Mekke’den Medine’ye yani gecenin karanlığından sabahın aydınlığına göç etmesi... Bu göçün sonucunda Medine’de, Medine Sözleşmesi ile günümüzde İslam Devleti olarak sınıflandırılan devletlerden ilki kabul edilen Medine Şehir Devleti kurulmuştur. 17 Temmuz 1968 – Emperyalizmin Karşıtlığı Yeni Kuşak Doğuyor Amerikan 6. Filosunun İstanbul’a gelmesiyle; Kıbrıs sorununda ABD’nin tutumu ve Vietnam Savaşı 1960’lı yılların gençliğini Amerika karşıtı bir tavır almaya sevk etti. 68 Kuşağının protestoları “Kanlı Pazar” ile son buldu. 18 Temmuz 1932 – Çağrıya Sansür Ezanın Arapça okunması Türkiye genelinde resmen yasaklandı. Bu ayıp Demokrat Parti iktidara gelene kadar sürdü. 21 Temmuz 1905 – Kimine Göre Ulu Hakan Kimine Göre Kızıl Sultan II. Abdülhamid’e Yıldız Camii önünde Ermeniler tarafından bombalı suikast girişiminde bulunuldu. II. Abdülhamid, Şeyhülislam Cemaleddin Efendi ile ayaküstü konuşması sebebiyle bombanın patlama anında arabadan uzakta olduğundan suikastten yara almadan kurtuldu. 4 TEMMUZ’14, tarih bilinci MAKALE Hızır Kalyoncu Jonn F. Kennedy ve Abraham Lincoln Benzerlikleri 46 60 Abraham Lincoln 1846 yılında kongreye seçildi; John F. Kennedy ise 1946 yılında. Abraham Lincoln 1860 yılında ABD Başkanı oldu; John F. Kennedy ise 1960 yılında. İkisi de Beyaz Sarayda yaşarken birer evlatlarını kaybettiler. İki başkan da bir Cuma günü suikaste uğradı. Ve ikisi de başından isabet alınarak vuruldu. Lincoln’un sekreterinin ismi Kennedy, Kennedy’nin sekreterinin ismi ise Lincoln’dü. İkisi de birer güneyli tarafından vuruldular ve ikisinin de ardından güneyli başkanlar atandı. Atanan iki bu iki güneyli başkanın ismi de Johnson’du. 08 Lincoln’den sonra atanan Andrew Johnson 1808 yılında, Kennedy’den sonra atanan Lyndon Johnson ise 1908 yılında doğmuştu. Lincoln’u vuran John Wilkes Booth 1839 yılında, Kennedy’yi vuran Lee Harvey Oswald ise 1939 yılında doğmuştu. Her iki katilin 3 ismi vardı ve her iki katilin isimlerindeki harflerin toplamı 15 idi. Suikasttan sonra Booth, tiyatro salonundan kaçmış ve bir depoda yakalanmış, Oswald ise depodan kaçmış bir sinema salonunda yakalanmıştı. Hem Booth hem de Oswald yargılanmadan önce vuruldular. Bütün bunların rastlantı olduğunu düşünmek aptallık olur. tarih bilinci, TEMMUZ’14 5 e a n n u u ı . Yeni Ufuklara Doğru Prof. Dr. Mehmet Çelik 6 TEMMUZ’14, tarih bilinci RÖPORTAJ Hazırlayan: Mahmut Berkay Özer Tarih, Milletlerin Hafızasıdır! Mahmut Berkay Özer: Öncelikli olarak kıymetli zamanınızı bizlere ayırdığınız için teşekkürü size bir borç biliriz. 9 yıllık geçmişi olan Tarih Bilinci Dergisi 1 Temmuz itibari ile yeni yayın hayatına sizin yönetiminizde başlamaktadır. Derginin geçmişi hakkında ve yeni oluşan süreçten bahseder misiniz? Mehmet Çelik: Kırk yıldır ülkenin çeşitli vilayetlerinde konferanslar veriyorum. Bir tarihçi olarak amacım, bu milletin tarih bilincini oluşturmaktı. Bunu kendime hedef edinmiştim. Fakat salonlarda 500-1000 kişiye hitap etmek veya üniversitelerde 50-70 kişilik sınıflarda sadece öğrencilere hitap etmekle bu işin olmadığının farkına varmıştık. Bundan sekiz sene önce bir grup arkadaşla bir araya gelerek daha geniş kitlelere ulaşmak için Tarih Bilinci Derneği’ni kurduk ve bir de Tarih Bilinci ismiyle bir dergi çıkardık. O dergi sekiz senedir aralıksız yayınlanmaktadır, hakikaten Türkiye’deki tarih dergileri arasında da okuyucularımızdan bize olan geri dönüşlerde onun kalitesini, hedeflerini, hedeflerinin başarıya ulaşma oranlarını hep gördük. Önceleri zaten aylık çıkarmayı düşünmüştük, son bir iki yıldır biz bunu özel sayılara dönüştürdük ve üç ayda bir yayınlamaya başladık, adeta bir kitap formatında dergiler çıkardık. Bunlarda Türkiye’deki entelektüellerden tutun siyasetçilere kadar birçok kesimin kitaplıklarında bir baş ucu rehberi gibi yer aldı. Örneğin ‘Türk Demokrasisinin 100 Yıllık Serüveni’ özel bir sayı oldu, Orta Doğu’da “Arap Baharı” başlamadan biz bir Orta Doğu özel sayısı çıkardık. Hacmi oldukça da büyük olan birçok olayın daha sonra vuku bulan bu Arap ülkelerindeki olayları o gün açtığımız pencereler ile adeta haber verdik. Türkiye’de yeni bir anayasa çalışması üzerine, birkaç maddenin referanduma sunulması sürecinde de yine özel bir anayasa sayısı yaptık. Balkanlarla ilgili, Kafkaslarla ilgili özel sayı yaptık, bunlar çok doyurucu dergilerdi fakat Türkiye’nin dört bir tarafındaki okuyucularımızdan ‘Üç ay bekliyoruz dergiyi, evet bu özel sayılar çok doyurucu çok güzel ama üç ay çok uzun bir süre. Bunu tekrar aylığa çevirin.’ diye teklifler geldi. Biz de arkadaşlarımızla tekrar oturduk bunu enine boyuna tekrar tartıştık ve okuyuculardan gelen bu isteklerin haklı olduğuna karar verdik ve yeniden aylık çıkarmaya ancak bu özel sayıları da devam ettirmeye karar verdik. Yani aylık olarak yılda 12 sayı yayınlayacağız bir de 3 ayda bir özel sayı yapacağız. Bu kararı aldıktan sonra bunun hazırlıklarına başladık, genç arkadaşlarımız çok özverili çalışarak bunun hazırlıklarını tamamladılar ve daimi yazabilecek, Türkiye’de duruşu tarih bilinci güçlü olan arkadaşları da bu yazı kadromuza dahil ederek, yeni ufuklara yeni bir pencere açmak üzere dergiyi aylığa çevirdik. Bunun yanında okuyucularımıza bir müjde daha verelim, en büyük sorunlarımızdan birisi de okuyucularımızın dergiye ulaşma sıkıntısı idi. Biz gerçi sistem olarak abone sistemiyle uyguluyorduk, temsilciliklerimizin bulunduğu illerde onlara tarih bilinci, TEMMUZ’14 7 iletiyorduk ve onlar dağıtıyordu ancak daha fazla kitlelere ulaşmak açısından dergi ve gazetelerin satıldığı her noktada Tarih Bilinci Dergisi de yer alacaktır. Bu Temmuz ayından itibaren bu böyle olacak, şimdiden bunun müjdesini verelim. Türkiye’de dergi çıkarmak gerçekten çok zor bir meseledir. Tarih alanındaki çıkan dergilerin bir kısmının zaman zaman bu zorluklardan dolayı kapandığını da görüyoruz. Fakat bizim arkadaşlarımız 8 senedir çok özverili çalışarak bu Tarih Bilinci Dergisi’nin devam etmesini sağladılar. Şimdi yeni arkadaşlar aramıza katıldı. Onlar, bize verdikleri yeni heyecanla çalışmalarda taşın altına ellerini sokmak suretiyle yeni bir ivme kazandırdılar. Tarih Bilinci Dergisi’nin bundan sonra daha geniş kitlelere ulaşacağını, daha hayırlı hizmetlere imza atacağını düşünüyorum doğrusu. olsaydı, bu sadece gazetelere bir haber olurdu. Bunun tarih dergisinde yer almasının ana nedeni; cumhuriyet kurulduğu günden bu yana sistemde en önemli değişikliği meydana getirmesiydi. Bizatihi halkın direkt kendi oylarıyla ilk defa cumhurbaşkanı seçilecek. Bundan önceki cumhurbaşkanları nasıl seçildi? Yani o tarih bilincinin gençlerde oluşması, bu yapılan anayasa değişikliğini, cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesinin adeta bir devrim olduğunu onların anlaması açısından bu sayıda biz cumhurbaşkanlığı seçimini ana konusu yaptık. Çünkü daha önceki cumhurbaşkanlığı seçimlerini görünüşte parlamento yapıyordu ama güç odaklarını tayiniyle özellikle 60 ihtilalinden sonra askerlerin o vesayeti ve silah zoruyla parlamentoya tasdik ettiriliyordu. Bu bir seçim değildi, bu milli irade değildi. İlk defa halk kendi özgür iradesiyle kendi devlet başkanını seçecek daha doğrusu. Bu konu çok önemli olduğu için bu ayki sayımızda ağırlıklı konu olarak cumhurbaşkanlığı seçimini inceledik. Aklını ve hafızasını kaybeden bir insan gördüğümüzde “Allah kimseye akıl noksanlığı vermesin.” deriz, bu bizde atasözü, duvar cümlesi haline gelmiştir. Mahmut Berkay Özer: Yeni yayın hayatının ilk sayısında dosya konusu olarak “Tarihimizde Cumhurbaşkanlığı Seçimleri” olması olarak karar alınmasının nedeni nedir? Mehmet Çelik: Şimdi Temmuz ayında aylık olarak çıkacak haliyle ilk sayısı olacak, burada arkadaşlarımızla konuştuk, ana konusu ne olsun. Önümüzde bir cumhurbaşkanlığı seçimi var. Bu cumhurbaşkanlığı eğer bundan önceki cumhurbaşkanlığı seçimi gibi 8 TEMMUZ’14, tarih bilinci Mahmut Berkay Özer: 9 yıllık bir geçmişi olan Tarih Bilinci Dergisi’nin adını belirlerken neden “Tarih Bilinci” ismini ön plana aldınız? Bunun önemi nedir? RÖPORTAJ Mehmet Çelik: Şimdi önemi şu; mesela diyelim ki, bir insan düşünün; gözleri görmüyor. Biz bu insana acırız, sadece bu... Âma olmasına rağmen hayatını devam ettirebiliyor, yardımlarla vs. ve kimliğinin farkında her şeyden önce... “Âma bir Ahmet’im.” diyor, “Sakat bir Ayşe’yim.” diyor, “Duymayan sağır bir Hasan’ım.” diyor. Kimliğinin farkında ve hayatını da devam ettirebiliyor. Fakat aklını ve hafızasını kaybeden bir insan gördüğümüzde “Allah kimseye akıl noksanlığı vermesin.” deriz, bu bizde atasözü, duvar cümlesi haline gelmiştir. Biyolojik ve fiziksel olarak o insan yaşar fakat kimliğinin farkında değildir. Yani o Ahmet olduğunu bilmez, alacağını bilmez, vereceğini bilmez, düşmanını dostunu ayırt edemez. Geleceğini, istikbalini planlayamaz, çünkü hafızası yoktur, aklı yoktur. Milletler de böyledir. Milletlerin hafızaları onların tarihleridir. Tarihini bilmeyen, tarih bilinci taşımayan veya çarpıtılmış yalan yanlış dolu bir tarih eğitimi almış bir neslin, milletin geleceği yoktur. Bu nedenle tarih bilinci önemlidir. Tarih bilinci kimlik demektir. Bir milletin kimliğidir. Bu nedenle siz bir savaşa girer toprak kaybedersiniz küçülürsünüz, sonra güçlenince topraklarınızı tekrar geri alabilirsiniz. Ekonomik olarak sizi zayıflatabilirler, bir müddet sonra çok çalışarak o ekonomik gücünüzü tekrar kazanırsınız. Fakat tarih bilincinizi kaybettiğiniz zaman millet olma şansını kaybedersiniz. Topluluk olursunuz, halk olursunuz. Sizin durumunuz okyanusun ortasında pusulası bozuk bir gemiye benzer. Gideceğiniz bir hedef liman yoktur. Kendinizi tamamen dalgaların merhametine terk etmişsinizdir, dalga nerden gelir vurursa sizi ters yöne sürükler. Bir dalgayı atlattıktan sonra ikinci dalga gelmesin diye dua edersiniz. Tarih bilinci olmayan milletlerin durumu da aynen budur. Geleceklerini planlayamazlar. Tarih bilinci olmayanlar tarihten ders çıkaramadıkları gibi, 50-100 sene sonralarını da planlayamazlar. Türkiye’nin en büyük eksiği bu, bakın Orta Doğu yanıyor. Türkiye bir çok konuda Orta Doğu’da ne yapacağını bilmiyor. Halbuki 1000 sene buraları yönetmiştir. Osmanlı dönemini alalım: Osmanlı Kayseri sokaklarını nasıl biliyorduysa Musul sokaklarını da öyle biliyordu, Halep sokaklarını da öyle biliyordu ve Halep’in Musul’un Konya’dan, Kayseri’den veya Eskişehir’den bir farkı yoktu. Halbuki bizim Halep üzerine, benim tespit edebildiğim kadarıyla 150’nin üzerinde türkümüz vardır. Biz bunların hiç birini bilmiyoruz. Bunlar bize artık çok yabancı geliyor. Lozan’da zaten zihnimizi çıkarıp aldılar. “Sizinle bu antlaşmayı o şartla imzalarız.” dediler; kafatasımızı kaldırdılar, tarih bilinci, TEMMUZ’14 9 RÖPORTAJ beynimizi içinden aldılar, ondan sonra imzaladılar. “Tamam, gidin Anadolu topraklarına, yaşayın.” dediler. Ve biz etrafımıza hiç bakmadık; “Bu Suriye nedir, bu Irak nedir?” demedik. 80 sene bir sefer olsun top oynamadık bunlarla, bir bardak su satmadık bunlara, bir tane Suriyeli bir yazarın kitabı bu ülkede tercüme edilmedi. Yani her sene Cannes Film Festivali’ne katılırız da, bir sefer kültür bakanlıkları çerçevesinde Irak’ta veya Suriye’de bir kültürel toplantıya, sinema, tiyatro, güzel sanatlar adına ne derseniz diyin, oraların sanatçılarıyla bir araya gelmedik. Bizi tamamen dünyadan tecrit etmişlerdi. Bu ulus devlet formatı budur işte. Zihnimizi Edirne’yle Kars arasına hapsetmişlerdi. “Buranın dışındaki yerlere bakmayın.” dediler bize; “Siz yollarınızı yapın, köprülerinizi yapın, hastanelerinizi yapın, okullarınızı kurun. Para lazım oldu mu gelin, biz size para da veririz.” yani kredili IMF... Bu böyle 80 yıl devam etti. Türkiye ilk defa bu kabuğu kırdı. Türkiye’nin bu gün iç ve dışta birçok harekâta maruz kalmasının sebebi budur. Kimsenin Tayyip Erdoğan’la bir şahsi davası yoktur. Bu çarkı kırdığı için iç ve dıştaki durumlara maruz kalmıştır Türkiye. Türkiye bunu başardığı anda iş değişecektir. Bakın Selçuklu ve Osmanlı niye uzun yıllar yaşadılar ve niye zengindiler? Çünkü dünyanın ticaret yolları bizim coğrafyamızdan geçiyordu. Tarihi İpek Yolu ta Çin’den başlıyordu, bizim topraklarımızdan geçip Avrupa’ya ulaşıyordu. Tarihi Baharat Yolu Hindistan’dan başlıyordu, gelip bizim topraklarımızdan geçiyordu. Bu zenginlik getiriyordu. Hele biz Mısır’ı fethedince Süveyş Kanalı da elimize geçince, Avrupalı Hindistan’a gitmek için Afrika Ümit Burnu’nu dolaşmak mecburiyetinde kalmıştı. Biz hep Türkiye’nin stratejik önemi deriz ya; bu stratejik önemin sana bir getirisi yoksa bunun sadece lafını yaparsın. İpek Yolu demek üçüncü havalimanı demek işte. Bu 3. havalimanı Almanları niye çıldırtıyor? Uzak Doğu’dan, Çin’den, Japonya’dan, Avustralya’dan, Hindistan’dan, Filipinler’den gelen binlerce uçak dağılımı bundan sonra İstanbul üzerinden yapılacak. Bu bir zenginlik demektir. Bundan dolayı canları sıkılıyor. Türkiye bayrağı var. İstiklal Marşı var, 2009 yılına kadar Türkiye bağımsız bir ülke değildi. 2007’den itibaren Türkiye bağımsız olarak hareket etmeye başladı. Bugün dünyanın canının sıkılmasının sebebi budur. Tarih bilinci bunun için gerekli. Mahmut Berkay Özer: Okuyucularımızı, Tarih Bilinci Dergisi’ni diğer tarih dergilerinden ayıran özelliklerinin neler olduğu konusunda bilgilendirir misiniz? Mehmet Çelik: Diğer tarih dergilerinde genelde yakın tarih işleniyor ağırlıklı olarak. Ve bu yakın tarihin günümüze olan yansımaları yok. Orada kesiliyor. Örneğin Cumhuriyet dönemini, tek parti dönemini, tarihi hadiseden örnek verecek olursak Menemen Olayı’nı konu edinmişlerdir veya Şeyh Said hadisesini konu edinmişlerdir veya İstiklal Mahkemelerini veya Şapka Devrimi’ni konu edinmişlerdi. O dönemde yapılanlar anlatılıyordu; doğruluğu yanlışlığı neyse bunlar yazıldı. Hâlbuki tarihi olayların yansımaları olur. Bizi takip edenler, geçmiş sayılarımıza bakanlar şunu göreceklerdir: Biz, tarihi hadiseyi bugünkü yansımalarıyla beraber, iç içe işliyoruz. Aradaki fark budur. Eğer bu yansımalarını vermezseniz, o yazılar tarih bilincini oluşturmaz. Örneğin diyelim ki İpek Yolu’ndan ve ticari getirilerinden bahsediyorsunuz. Eğer bunu getirip 3. havalimanıyla bağlantıyı kurmazsanız, İpek Yolu’nu tarihi vaka olarak görür ve geçer. Bu nedenle Tarih Bilinci Dergisi’nin diğer tarih dergilerinden farkı tarihi olayları günümüzdeki yansımalarını işlemesidir. Özelliği budur. Mahmut Berkay Özer: Son olarak Tarih Bilinci Dergisi okuyucularına söylemek istediğiniz ya da eklemek istediğiniz bir şey var mı? Mehmet Çelik: Okuyucularımıza şunu söyleyebilirim: Bu dergi onların dergisi, biz bu millete hizmet için varız. Yeni nesillerin tarih bilinci geliştirmek için bu dergiyi çıkarıyoruz. Bu tarih dergisi kendi dergileri, bu dergiye sahip olmaları lazım. Sahip olması derken sadece kendisi alıp okumamalı, bu dergiyi tavsiye etmeli, paylaşmalı. Ve bu dergide eksik gördüğü, aksayan yönler varsa da bunları da bize bildirmeli. Okuyucularımızın talepleri bölümüne taleplerini iletmeli. Bu sayede biz de derginin daha mükemmel hale gelmesi için gayret ederiz. Mahmut Berkay Özer: Teşekkürler. twitter_@profdrmcelik 10 TEMMUZ’14, tarih bilinci Araştırma Prof Dr. Taha Niyazi Karaca Bozok üni. Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Sultan’a Suikast (1905) 2 Dakikalık Gecikme 21 Temmuz 1905 tarihi Cuma günü İstanbul’a sıcak bir yaz günü hakimdi. Beşiktaş’ta bulunan Yıldız Sarayı ve Hamidiye Camii arasındaki yol yerli ve yabancılarla hınca hınç doldurulmuştu. Kalabalığın bütün amacı Cuma namazını kılmak için camiye gelen Sultan II. Abdülhamid’i selamlık merasimi esnasında bir an için görmek ve tezahüratta bulunmaktı. Selamlık merasimi Osmanlı Devleti’nin bir geleneğiydi. Sultanlar, Cuma günleri camiye törenle giderler, bu esnada üst düzey devlet görevlileri de hazır bulunurlardı. Tören bir bakıma Saray ile halkın buluşma noktası olurdu. Sultan II. Abdülhamid de, kendisinden önceki sultanlar gibi camiye selamlık merasimi ile gider, bu merasim esnasında halk sarayın gücünü ve ihtişamını hayranlıkla seyrederdi. Cuma namazının bitişine tekabül eden öğleden sonra Sultan’ın camiden çıkışı heyecanla bekleniyordu. Sultan, caminin çıkışında Şeyhülislam Cemaleddin Efendi ile karşılaşarak ayaküzeri sohbet etti. (Sultan’ın sohbet konusu ile ilgili rivayetler muhteliftir. En akla yakın olanı Şeyhülislam’ın yanında Mekke Emiri’ni görmesi ve bu nedenle Emir ile ilgilenmesidir. Aksi takdirde Şeyhülislam’la cami içinde sohbeti mantıklı görünmüyor.) Bu görüşme yalnızca birkaç dakika sürdü. Sultan, cami kapısında göründüğünde halkın nümayişi başlamıştı ki tam o anda kulakları sağır eden bir gürültü duyuldu. Patlamanın çıkardığı ses hemen hemen İstanbul’un her bölgesinden işitilecek derecedeydi. Kalabalık ne yapacağını bilemez bir halde kala kalmıştı. Hayatta kalanlar ve hareket etme kabiliyeti bulunanlar sığınacak yer bulma ümidiyle koşuşturmaya başladılar. Patlamanın olduğu yer, tam anlamıyla bir can pazarına dönmüştü. Parçalanmış vücutlar, kopmuş kafalar, kollar ortalığa saçılmıştı. Her şey çok açıktı. Sultan’ın hayatına kast edilmiş fakat Sultan bu suikasttan kurtulmuştu. Onu kurtaran ise yalnızca iki dakika süren gecikmesi olmuştu. tarih bilinci, TEMMUZ’14 11 Bu hengâmenin içinde cami avlusunda bekleyen ve hiç soğukkanlılığını kaybetmeyen Sultan, önce etrafındaki askerleri sakin olmaları konusunda uyardı. Daha sonra “çok yaşa sultanım” nidaları arasında kararlı adımlarla saltanat arabasına yöneldi. Elçileri ve askerlerini selamladıktan sonra alkışlar arasında arabasına bindi. Dizginleri eline alarak arabayı saraya doğru sürdü. Böyle bir patlama ile canına kast edildiği açıktı. Fakat o sanki kendisine böyle bir eylem yapılmamış gibi sarayın sol tarafında yer alan Çit köşküne gitmeyi tercih etti. Cuma günleri adet olduğu üzere Sultan burada yabancı elçiler ile devlet adamlarını kabul ederek bir süre sohbet ederdi. Yabancı elçilerle yirmi dakika sohbet ettikten sonra onların ayrılmalarına izin verdi. Elçilerin gitmesinden sonra yanında kalan devlet adamlarına derhal olayın faillerinin bulunması için emir verdi. Bunun için acele ile bir komisyon kuruldu. Başkanlığını Nafıa Nezareti Müsteşarı Necib Melhame’nin yaptığı komisyon toplam yedi kişiden oluşuyordu. Saray’dan Resmi Suikast Açıklaması Sultan, 21 Temmuz günü gerçekleşen suikast girişi- 12 TEMMUZ’14, tarih bilinci mini sade bir bildiri ile vatandaşlarına duyurmayı tercih etti. 22 Temmuz günlü gazetelerde yer alan bildiride hiçbir devlet veya toplum suçlanmıyordu. Bildiride şu ifadeler kullanılıyordu: “Dünkü Cuma günü Padişah’ın selamlık töreninden dönüşleri sırasında cami-i şerif avlusuyla caddenin ortasında; süvari askerlerin bulunduğu yerin arka tarafında misafir arabalarının durduğu yer ve camiye 100 metreden fazla uzaklıkta bir patlama olmuştur. Padişah hazretleri olay esnasında son derece metanet ve güçlülük gösterip asla telaş buyurmayarak her zaman olduğu gibi saltanat arabasına binmiştir. Saygı duruşunda bulunan askerlerini ve Avusturya İmparatoru tarafından görevlendirilmiş olan Avusturya Büyükelçisi’yle selamlık törenini görmeye gelen yerli ve yabancı şahısları selamları ile şereflendirmişler ve hepsi tarafından alkışlandıkları halde saraya dönmüşlerdir. Bu suikastı yapmış olan alçak aranmakta olup bu konuda gereken tedbirler alınmıştır”. Basit bir dille anlatılan bu olayın mahiyeti, araştırma komisyonunun elde ettiği deliller sonucunda kısa sürede ortaya çıkacaktı. Araba Tekerleğinden Olayın Çözümüne Olayın kimler tarafından gerçekleştirildiğini ortaya çıkarmak için çalışmalara başlandı. Araştırma işini ilk olarak Beşiktaş zaptiyesi yapmış ve durumu özetleyen rapor hazırlamıştı. Buna göre; 26 kişi hayatını kaybetmiş, 58 kişi yaralanmıştı. Bunlardan başka da 20 adet at telef olmuş, 17 adet de araba parçalanmıştı. İşe başlayan komisyon, araştırmanın ilk anlarında somut delillere ulaşmakta zorluk çekti. Bombanın patladığı yerde yapılan incelemede bir arabanın diğerlerine göre daha fazla parçalanmış olduğu tespit edildi. Bu tespit bombanın araba içerisinde patlamış olabileceği ihtimalini ortaya çıkardığı için arabanın etrafa dağılan parçalarının toplanmasına çalışıldı. Arabanın elde edilen aksamı üzerinde herhangi bir iz yoktu. Fakat bir müddet sonra patlamanın uzağında bir araba tekerleği bulundu. Tekerlek üzerinde yapılan incelemelerde “Nesseldorfer” yazısı ile “11123” sayısı tespit edildi. Bu önemli bir delildi. “Nesseldorfer” yazısının ve üzerindeki seri numarasının peşine düşen görevliler, kısa sürede Nesseldorfer’in Avusturya’da bulunan bir araba fabrikası olduğunu ortaya çıkardı. Bu bilgiden de arabayı gümrükte teslim alan kişiye ulaşıldı. Araba, önce Silviyo Ricci olarak belirtilen bir kişiye gelmiş, fakat sonradan bu şahsın isminin üzeri çizilerek arabanın simsar M. La Frango’ya gönderildiği yazılmıştır. 23-24 Mart 1905 tarihinde gümrükten Frango’nun adına çalışan Mateo adlı şahıs arabayı teslim almıştı. Çok kısa sürede elde edilen bu bilgilerle sorguya alınacak kişilerin isimlerine de ulaşılmış olundu. Bir hafta devam eden inceleme sonucunda suikast olayının en önemli ismi olarak Belçika vatandaşı olan ve İstanbul’da Singer fabrikasında çalışan Carolus Eduard Joris ele geçirildi. Joris ile birlikte suikastın tertipçilerinden Hacı Nişan Minisyan adlı bir Ermeni de tutuklandı. Yapılan sorgulamalarda Joris, suikastın aşamalarını detaylarıyla anlattı. Minisyan ise sorgulama sürecinde konuşmamak için intihar etmeyi seçti. Sorgulamada elde edilen bilgilerle İstanbul’un birçok yerinde bombalar ve bomba yapmaya yarayacak malzemeler ele geçirildi. tarih bilinci, TEMMUZ’14 13 Eduard Joris Suikastın Detaylarını Açıklıyor Suikasttan bir hafta sonra ele geçirilen Eduard Joris, olayın kilit ismi idi. Sorgulanmasında; Ermeni bağımsızlığının önündeki en büyük engel olarak gördüğü Sultan II. Abdülhamid’in öldürülmesi ile hedefe ulaşılabileceğine inandığını ve bu amaçla eylemi gerçekleştirdiğini itiraf etti. Ayrıca suikastın bütün detaylarını anlattı: Ermeni ihtilal komitelerinden olan Taşnaksutyun’un 1904 yılında Sofya’da topladığı kongreye İstanbul temsilcisi olarak komitenin kurucularından Kristofor Mikaelyan(SamuelFayne) katıldı. Ermenilerin bağımsızlığa ulaşmaları için Sultan II. Abdülhamid’in öldürülmesi düşüncesini ilk kez ortaya atan da Mikaelyan oldu. Kongre’de suikast teklifi kabul edildi. Bütün sorumluluğu üstlenen Mikaelyan, suikastta kullanılacak bomba malzemelerini temin ederek İstanbul’a döndü. 14 TEMMUZ’14, tarih bilinci KristoforMikaelyan, İstanbul’da bulunduğu süre içerisinde suikasta katılacak kişileri belirleyerek bir komite oluşturdu. Bunların toplamı kırk kişiydi. Öne çıkanlar; Konstantin Kabulyan (LipaRips), Rubina Fayn (Mikaelyan’ın kızı), Maria Zayts (Sofi Rips, Kabulyan’ın Karısı), Vram Şabuh Kendiryan, Silviyo Ricci, Eduard Joris, Anna Nellins (Joris’in Karısı), Karabet Ohannesyan, Ardaş Haçik Kapudanyan, Mıgırdıç Garipyan, Kirkor Varşam, Yervant Frankulyan, Maria Arşamof (Arşanef ) ve Anton Koş gibi isimlerdi. Suikast komitesinin karşısındaki en önemli sorun, eylemin nasıl gerçekleştirileceğiydi. Ortaya çeşitli görüşler atıldı. Sonuçta komite ikiye ayrıldı. Kristofor Mikaelyan, Sultan’ın üzerine bomba atılması konusunda ısrarlı oldu. Viram Şabuh Kendiryan da kendisini destekledi. Diğer tarafta ise, Konstantin Kabulyan (Lipa Rips) bulunuyordu. O da ısrarla çok güçlü bir bombanın arabaya yerleştirilmesi ve bu Araştırma şekilde suikastın gerçekleştirilmesini savunuyordu. Mikaelyan ile Kendiryan suikast için gerekli olan bombaların hazırlanması ve talim yapabilmek amacıyla Sofya’ya gittiler. Burada bomba talimi yaparken ikisinin de ölmesi üzerine geriye tek bir alternatif kalıyordu. O da araba içerisine bir bomba düzeneği hazırlamak ve bu şekilde suikastı gerçekleştirmekti. Harekete geçen Kabulyan ve karısı Mari Zayts Viyana’da bulunan Nesseldorf’e şirketine giderek bir araba siparişi verdiler. Arabaya özel bir bölme yapılmasını istediler. Bombanın buraya konulması kararlaştırılmıştı. Satın alınan araba parçalar halinde gemi ile İstanbul’a gönderildi. M. La Frango adına gönderilen arabayı, çalışanlarından Mateo, 23 Mart 1905 tarihinde teslim aldı. Kristofor Mikaelyan’ın Sofya’da ölmesinden sonra suikast komitesinin kontrolünü Eduard Joris aldı. Arabanın ne şekilde hazırlanacağı, bombanın yerleştirilme süreci tamamen Joris’in talimatlarıyla oldu. Joris, suikastın saat ayarlı bir bomba ile yapılmasını sağlayacaktı. Bomba yüklü araba, Sultan Abdülhamid’in cuma namazını kıldığı Yıldız Camii’nin dış kapısına yakın bir yere, yabancı konukların arabalarının arasına konulacaktı. Sultan’ın selamlık merasiminde camiden çıkışı ve arabaya binişi arasındaki süreyi birkaç hafta boyunca takip eden komite üyeleri, bu sürenin 1 dakika 42 saniye olduğunu gördüler. Bu durumda bombanın saatini iki dakikaya kurdukları takdirde suikastın başarılı olacağını düşündüler. Komite üyeleri suikast yöntemini tespit ettikten sonra “cehennem makinesi” adını verdikleri bombanın hazırlanmasına giriştiler. Joris, monte edilen arabayı bir ahıra getirdi. Bomba yapımında kulla- nılmak üzere patlayıcı etkisi çok yüksek “melinit” maddesinin kullanılmasına karar verildi. Bomba malzemelerinin temini için elde edilecek paralar ise çeşitli devletlerde bulunan destekçileri tarafından Galata’daki tüccarlar ve İstanbul’da bulunan Credit Bank aracılığı ile gönderildi. Bu şekilde elde edilen paralarla melenit ve diğer parçalar satın alındı. Bunlar Avusturya Hastanesi ve Serkil Doryan Hanı başta olmak üzere dikkat çekmeyecek yerlerde saklandı. Daha sonra 80 kilosu arabanın bulunduğu ahıra taşındı. Arabanın sürücü kısmına eklenen özel bölmeye yerleştirilen melenite, çelik ve demir parçaları da eklendiğinde bombanın ağırlığı 100 kiloya kadar ulaştı. Daha sonra bombanın saat düzeneği de tamamlandı. Bu şekilde kısa bir sürede bomba hazır oldu. Bombanın patlaması iki dakikalık süre içerisinde gerçekleşecekti. Hesaplara göre, Sultan’ın camiden çıkışında askerlere verilen “selam dur” emri ile arabaya binmesi arasındaki 1 dakika 42 saniye geçtikten sonra Sultan arabaya binecek ve 18 saniye sonra bomba patlayacaktı. Fakat o gün, hesaba katılmayan bir şey gerçekleşmiş; Sultan, cami çıkışında Şeyhülislam ile yalnızca iki dakikayı bulan bir sohbet yapmıştı. Bu nedenle de 2 dakika gecikmişti. O iki dakika Sultan’ın hayatını kurtarmıştı. “Korkunç Türk”’ün Ortaya Çıkışı ve Suikast 19. yüzyılda milliyetçilik hareketleri çok uluslu devletlerin en büyük tehdidi oldu. Osmanlı Devleti de Balkanlarda milliyetçilik akımlarının sonuçları ile karşı- tarih bilinci, TEMMUZ’14 15 laştı. Sırplar, Yunanlar, Romanyalılar, Karadağlılar ve Bulgarlar bağımsızlıklarını ilan ettiler. Bu süreçte büyük devletler milliyetçilik akımlarını destekleyerek Balkanlarda bağımsız devletlerin kurulmasına destek verdiler. 1875 yılından sonra orta çıkan Balkan ayaklanmalarında özellikle İngiliz Liberal Parti lideri William Ewart Gladstone’un etkisi fazla oldu. Bulgar ayaklanması sırasında Türklere karşı başlattığı kara propaganda Osmanlı Devleti’nin yalnız kalmasına yol açtı. Yazdığı eserlerde “Korkunç Türk” imajını ortaya çıkaran Gladstone takip ettiği politikalarla Bulgaristan’ın bağımsızlık yolunu açtı. Şöyle diyordu: “Bu barbarları her şeyleriyle Avrupa’dan atacağız. Kaymakamları, zaptiyeleri ve çerleri çöplerini silinip atacak, geldikleri yere göndereceğiz.” Bulgaristan’ın bağımsızlığı konusunda başarılı olan Gladstone’un yeni hedefi Ermenilerin bağımsızlığı oldu. Başlattığı büyük bir kampanya ile Sultan II. Abdülhamid’in Ermeni kanı döktüğünü ve Doğu’nun zalim sultanı olduğunu yaymaya başladı. Ona göre Sultan; zalim, kan içici, “Korkunç Türk’tü.” Mutlaka tahttan indirilmeliydi. Ancak o zaman Ermenilere bağımsızlık yolu açılabilirdi. Gladstone’un 1898 yılına kadar aktif olarak yürüttüğü kara propaganda birçok kişi üzerinde etkili oldu. Avrupa’da Türklere karşı düşmanlık hisleri 16 TEMMUZ’14, tarih bilinci artmaya başladı. İşte bu ortamda gazetelerde yer alan kara propagandaya yönelik yazılardan etkilenen Belçikalı Eduard Joris, Sultan’ın mutlaka ölmesi gerektiğine inandı. Bu inancı ile de Diriliş adlı bir terör örgütüne üye oldu. İtiraflarında suikastı düzenleme sebebinin tamamen bu haberlerin kendisi üzerinde yaptığı etki olduğu belirtti. Suikasttan Sonra Araştırma komisyonu soruşturmayı tamamladıktan sonra bir rapor yayınladı. Bu raporun toplamı bin sayfayı buluyordu. Bu raporun özeti; “Temmuz’un Sekizinci Cuma Günü Selamlık Mevki-i Alisinde icra Kılınan İşti‘al-i Cina‘i Hakkında Ba-irade-i Seniyye-i Hazret-i Hilafet-Penahi Teşekkül Eden Komisyon-ı Mahsus Tarafından İcra Kılınan Tahkikatın Fezlekesidir” başlığı ile kitapçık olarak hazırlandı ve Sultan’a sunuldu. Bu Fezleke, 67 sayfa ana metin ile 8 sayfa Bidayet Mahkemesi Müdde-i Umumiliği tarafından hazırlanan İddianame ve Müstantik Kararnamesi’nden oluşmaktadır. Fezleke’nin sonunda olayla ilgili 34 adet fotoğraf da bulunmaktadır. Suikastın girişiminden hemen sonra komite üyelerinden birçoğu yurt dışına kaçtı. Suikastın önde gelen isimlerinden Konstantin Kabulyan ve eşi Maria Zayts, Rus konsolosluğundan aldıkları pasa- Araştırma portla olay gününün akşamı İstanbul’dan Fransa’ya kaçtılar. Kirkor Varşam, Silviyo Ricci, Yervant Frankulyan, Mıgırdıç Garipyan, Karabet Ohannesyan, Haçik Kapudanyan, Anna Nellens, Erzurumlu Arşak gibi isimler de ülke dışına kaçanlar arasında yer aldılar. Mahkeme ve Karar Araştırma komisyonunun olayın gelişimini ve delilleri ortaya çıkarmasından sonra tutuklular 10 Ağustos 1905 tarihinde mahkemeye çıkarıldı. Mahkeme başkanı Hilmi Paşa, savcı ise Necib Melhame oldu. Mahkemeye Ermeni ve Rumlardan da üyeler seçildi. Mahkeme başladıktan sonra Eduard Joris olmak üzere sanıklar dinlendi. Bunlar; Manuk Ümidyan, Oseb Topalyan, Yervant Honenyan, Ohannes Garipyan, Nişan Ohannesyan, Egiya Kahveciyan, Fro Bogodyan, Paskal kızı Maria, Kapıcı Arakel ve kızı Maria idi. Mahkeme 19 Aralık’ta sonuçlandı. Joris, suikast olayında birinci derecede suçlu bulunarak idama mahkum edildi. Bu karar üzerine Belçika hükümetinin baskıları arttı. Joris’in adli kapitülasyonlardan dolayı ancak Belçika’da yargılanabileceğini iddia etti ise de Sultan bu isteği cevapsız bıraktı. Her ne kadar Joris hakkında idam kararı çıksa da Sultan II. Abdülhamid idam cezasının uygulanma- sı taraftarı olmadığı için bu kararı müebbet hapse çevirdi. Daha sonra Joris’e Sultan adına çalışması teklif edildi. Joris’in bu isteği kabul etmesiyle Sultan II. Abdülhamid onu 23 Aralık 1907’de affetti. Sonuçta, tutukluların hepsinin salıverilmesiyle suikast davası arkada bıraktığı gizemlerle kapanmış oldu. Sultan II. Abdülhamid’e suikast girişimi İngiltere, Fransa gibi ülkeler başta olmak üzere Avrupa gazetelerinde alkışlanan bir olay oldu. Öyle ki, doğunun despotu olarak tanımladıkları Sultan’ı öldürmeye çalışanları özgürlük savaşçıları, sultanın zulmüne uğramış kişiler olarak tanıtmaya çalıştılar. Yargılama konusunda Belçika ile Osmanlı Devleti arasında kriz ortaya çıktı. Onlarca kişinin öldürülmesiyle sonuçlanan bir olayda Avrupalı devletler suikastçıların tarafını tutmakta sakınca görmedi. Günümüzde böyle bir katliamla sonuçlanan bir olayda herhangibir batılı devletin olayın faillerini cezasız bırakması ihtimali düşünülemez. Fakat 1905 suikastında söz birliği etmişçesine failleri savunan Avrupalı devletler, gerçekte Ermeni terörünü savundular. Korunan ve desteklenen terör 1914 yılında savaş ortamında tekrar hortladı. 1915’e giden yola işte bu terör taşları döşendi. Kaynakça İhsan Burak Birecikli, “Yıldız Suikastı: Ermenilerin Abdülhamit›e Karşı Son Teşebbüsleri Bombalı Saldırı”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Sayı 67-68-69, Cilt: XXIII, Mart-Temmuz-Kasım 2007. MuratÇulcu, Ermeni Terörü’nün 100. Yıldönümü Cehennem Makinesi, Kastaş Yayınevi, İstanbul 2005. Nurdan İpek Şeber, “Namlunun Ucundaki Padişah: II. Abdülhamid’e Karşı Planlanan Suikastler”, İstanbul Üniversitesi Türkiyat Mecmuası, Yıl:2012, Cil:22/Bahar, ss. 31-59. Sultan Abdülhamid Han’a Yapılan Suikastin Perde Arkası, Çamlıca Yayınları, İstanbul 2010. Sultan II. Abdülhamid Han’a Yapılan Suikastın Tahkikat Raporu, (Hazırlayan: Raşit Gündoğdu), Çamlıca Yayınları, İstanbul 2007. Sultan’a Suikast: Sultan II. Abdülhamid’e Sunulan Bomba Hadisesi Fezlekesi, (Yayına Hazırlayan: Haluk Selvi), İBB Kültür A.Ş. Yayınları, İstanbul 2013. Vahdettin Engin, “Sultan II. Abdülhamit’e Düzenlenen Ermeni Suikastı ve Bu Sebeple Belçika ile Yaşanan Diplomatik Kriz”, Ermeni Meselesi Üzerine Araştırmalar, (Haz: E. Afyoncu), İstanbul 2001. YahyaBağçeci, “Sultan II. Abdülhamid’e Ermeniler Tarafından Düzenlenen Bombalı Suikast”, Devr-i Hamid, Sultan II. Abdülhamid, c. V, (Hazırlayanlar: Metin Hülagüv.d.), Erciyes Üniversitesi Yayınları, Kayseri, 2011, ss.279-301. YasinDönder,Abdülhamid’e Yıldız Suikasti, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Gaziosmanpaşa Üniversitesi, Tokat 2007. WalterReseller, Dynamietvoor de Sultan: CarolusEduardJoris in Konstantinopel, Antwerpen 1997. tarih bilinci, TEMMUZ’14 17 ŞÑÓŞ ÚÑÎ ÌØÛ ÍËÔÌßÒæ ׬ Û¨°´±¼»¼ ·² ݱ«®¬§¿®¼ ¿­ Ø» É¿­ Ô»¿ª·²¹ òòò washington post- II.abdulhamid’e yapılan suikast haberi øާ ¬¸» ß­­±½·¿¬»¼ Ğ®»­­ò÷ ̸» É¿­¸·²¹¬±² б­¬ øïèééóïçîî÷å Ö«´ îîô ïçğëå Ğ®±Ï«»­¬ Ø·­¬±®·½¿´ Ò»©­°¿°»®­æ ̸» É¿­¸·²¹¬±² б­¬ øïèééóïççé÷ °¹ò ï Yıldız sarayı - patlama sonrası λ°®±¼«½»¼ ©·¬¸ °»®³·­­·±² ±º ¬¸» ½±°§®·¹¸¬ ±©²»®ò Ú«®¬¸»® ®»°®±¼«½¬·±² °®±¸·¾·¬»¼ ©·¬¸±«¬ °»®³·­­·±²ò 18 TEMMUZ’14, tarih bilinci MAKALE Prof. Dr.Necmettin Alkan katü Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Bir Etnik ve Kültürel Temizlik Aracı Olarak Balkan Savaşı ve Felâketi Balkanlardaki Osmanlı hâkimiyetinin kademeli olarak sona erdirilmesi ve bağımsız Balkan devletlerinin kurulması, bölgeyi âdeta kan ve gözyaşı gölüne çevirmiştir. Bu süreçte icra edilen etnik ve kültürel temizliklerle Balkanlar ötekilerden arındırılmaya gayret edilmiştir. Balkanlardaki bu ayrışmaya özel bir ad verilmiş ve Balkanlar’ın Balkanlaşması denilmiştir. Günümüzde dahi benzer ayrışmalara bu isim verilmektedir Balkanların Balkanlaşmasının finali 1912-1913 Balkan Harbi’dir. Tam 100 yıl öncesinde, 8 Ekim 1912’de Karadağ’ın, ardından Sırbistan, Bulgaristan ve Yunanistan’ın Osmanlı Devleti’ne savaş ilan etmesiyle resmen başlayan ve 29 Eylül 1913 tarihinde Bulgaristan’la imzalanan nihaî barış antlaşmasıyla sona eren Balkan Harbi, savaştan öte geniş çaplı bir etnik ve kültürel temizliğin aracı önemli bir tarihî vakadır. Balkan mezâlimi savaşın gölgesinde kalmıştır. İşkodra’dan başlayıp Çatalca önlerine kadar binlerce kilometrelik bir alanda; irili ufaklı bütün yerleşim alanlarında her cinsten ve yaştan insana acımasız bir şekilde uygulanan mezâlim ve katliâm, çok geniş bir bakış açısıyla müstakil olarak ele alınmalı ve yorumlanmalıdır. Sözde Ermeni ve Rum soykırımı iddialarının gündeme getirildiği sıralarda, Balkanlardaki bu etnik ve kültürel temizlikten hiç bahsedilmemesi anlaşılır gibi değil. Bundan takriben 100 yıl öncesinde cereyan eden bu mezâlimi ve katliâmı hatırlatmak istiyoruz. Sivil Halka ve Esir Askerlere Katliâm ya da “Etnik Temizlik” Bulgaristan, Sırbistan, Yunanistan ve Karadağ›dan oluşan Balkan müttefik devletleri, işgal ettikleri bölgelerde sivil halkı ve esir Osmanlı askerlerini sistematik bir şekilde katletmişlerdir. Sırplar, Karadağlılar, Bulgarlar ve Yunanlılar işgal bölgelerinde kadın, ihtiyar ve çoluk çocuk ayırt etmeden her yaş grubundan takriben 630.000’nin üzerinde insanı öldürmüştür. İnsanlar kurşuna dizilerek, süngülenerek, kafası kopartılarak, uzuvları kesilerek, sopayla vurularak, aç bırakılarak, canlı canlı toprağa gömülerek öldürülmüştür. Kısacası, insan öldürmenin her türü icra edilmiştir. Bu katliâmı gerçekleştirenler işgalci dört devlete mensup düzenli askerler, bunların yanında savaşan gönüllüler, çeteler ve bölgede meskûn Hristiyanlar idi. tarih bilinci, TEMMUZ’14 19 Hem askerler hem de toplumu teşkil eden sivil kesimler tarafından bu vahşetlerin böylesine çeşitli vasıtalarla yapılması; farklı toplum kesimlerinden insanların böylesine bir şiddet sarmalına tutulması ve anaforuna kapılması bakımından Balkan katliâmı ve soykırımı, 20. yüzyılın ilk örneklerinden bir tanesidir. Etnik Temizlik ve Soykırımın Hedefi Türkler ve Arnavutlar Balkanlarda Müslüman halkın maruz kaldığı bu katliâm, aslında tam bir etnik temizlik veya bir soykırım idi. Burada belli bir bölgedeki belli bir etnik grup, daha ziyade Türkler ve Arnavutlar, hedef alınmış; sistematik bir şekilde ortadan kaldırılmak istenmişti. Türklere ve Arnavutlara yönelik yapılan bu etnik temizlik ve soykırım, sadece bir devlet tarafından değil, dört müttefik Balkan devleti tarafından aynı anda icra edilmiştir. Burada özellikle de Bulgaristan, Sırbistan ve Yunanistan üzerinde durmak gerekiyor. Sırplar, işgal ettikleri bölgede etnik olarak üstünlük sağlayabilmek ve homojen bir Sırbistan teşkil edebilmek 20 TEMMUZ’14, tarih bilinci için özellikle de Arnavutları ortadan kaldırmaya gayret etmişlerdi. Zira buraları işgal etseler dahi nüfûsun önemli bir kısmının Arnavut olması, bölgedeki Sırp hâkimiyeti için uzun vadede bir sıkıntıydı. Bundan dolayı mümkün olduğunca Arnavutların ortadan kaldırılması gerekiyordu. Aynı şeyler Türkler için de geçerliydi. Bulgaristan ve Yunanistan ise daha ziyade Türklerin baskın oldukları bölgelerde denge sağlayabilmek Türklere soykırım yapmıştı. Dolayısıyla bu üç devletin yaptıkları katliâmdaki ortak nedenlerin başında bölgelerinde homojen bir yapı oluşturmak geldiği söylenebilir. Dinî, Sosyal ve İktsadî Zulümler ya da “Kültürel Temizlik” Balkan Savaşı’nda Müslümanlara yapılan dinî, sosyal ve iktisadî zulümler de aynı şekilde çok çeşitliydi. Yaygın olarak yapılan ilk zulüm, Müslüman kadınlara ve kız çocuklarına tecavüzdür. Tespit edebildiğimiz kadarıyla 7 ile 70 yaş arasında her yaş grubundan kız çocuklarına ve kadınlara ya teker teker ya da topluca tecavüz edilmiştir. İşgal edilen köylerde, kasabalarda ve şehirlerde neredeyse ırzına geçilmemiş bir tek kadın bırakılmamıştı. Tecavüzler yapılırken, mağdurların anneleri ve babaları bunları seyretmeye zorlanmıştır. Bunların dışında Müslüman halka yapılan hakaret ve aşağılamaların da haddi ve hesabı yoktur. İnsanların çırılçıplak soyundurularak sokakta gezdirilmesi, başlarının tuvalet deliklerine sokulması, burunlarının kesilmesi, kulaklarının kesilmesi, tırnaklarının sökülmesi ve gözlerinin oyulması yaşanan olaylar arasındadır. İnsanlar aç bırakılmışlar ve pişirilen insanların etlerini yemeye zorlanmışlardır. Zorla Hristiyanlaşma Balkan Harbi’nde yapılan yaygın zulümler arasındaydı. Zorla din değiştirmeler için köy meydanlarında dinî ve resmî merasimler dahi yapılmış; din değiştirenlere belgeleri para karşılığında satılmıştır. Hristiyanlaştırmada özellikle de Pomaklar mağdur olurken; Bulgarlar ve Sırplar bunu yapmayı tercih eden taraflardı. İşgal edilen Müslüman köylerinin yakılması ve yıkılması da sıkça görülen olaylardandı. Müslümanların evleri, barakları ve dükkânları âdeta talan edilmiştir. Bu arada Hristiyanların evlerinin yanlışlıkla yağlanmaması için öncesinden kapılarına haç işaretinin çizilmesi ihmal edilmemiştir. Türklerin fesi ve Arnavutların plisi yasaklanmış; takanlar hakarete uğramış ve hapse atılmıştır. Câmiler ve kabirler tahrip edilmiş, kiliseye çevrilmiş ve başka amaçları için kullanılmıştır. Bu şekilde İslâm’ın, Osmanlı’nın, Türk’ün ve Arnavut’un bölgedeki geçmişini ve varlığını hatırlatan kültürel unsurlar ortadan kaldırılmak istenmiştir. Bu imhâ faaliyetlerini ise kültürel temizlik olarak adlandırmak gerek. Genel çerçevesini vermeye çalıştığımız Balkan mezâlimi ve katliâmı, gerek zulmedilen geniş halk kitlesi ve gerekse zulüm araçları ve çeşitleri bakımından modern Avrupa’da başka bir örneği yoktur. Daha da önemlisi bunlar sistematik bir şekilde yapılmıştır. Sadece işgalci devletlerin askerleri değil; bunların saflarında savaşan gönüllüler, çete mensupları ve bu bölgelerde yaşayan yerli Hristiyan halktan bazı gruplar da bu mezâlime iştirak etmişlerdir. Çok farklı milletlerden ve farklı kesimlerden insanların, katliâm dâhil böylesine vahşice eylemleri yapmasının nedenleri; gâlibin tarih bilinci, TEMMUZ’14 21 mağlubu cezalandırılması, savaş psikoloji veya bir savaşın gereği ve sonucu olarak izah edilemeyecek kadar çeşitlidir. Balkan Mezâliminin Sosyo-Psikolojik Nedenleri ya da “Ötekileştirme” Richard Hall, Balkanlardaki mezâlimi izah ederken, Bulgarlara, Sırplara ve Yunanlılara hâkim olan dışlayıcı bir milliyetçilik ideolojisini birinci sıraya yerleştirmektedir. Ayrıca homojen bir ulus devletin teşkil edilmesi ve bunun için halkların belli topraklardan uzaklaştırılması amaçlarını da eklemektedir. Hall’ın zikrettiği bu nedenler elbette doğrudur. Fakat bunlar doğru olmakla birlikte, bütün bu yaşananları izah etmede yeterli olmadıklarını düşünüyoruz. Balkan mezâliminin doğru bir şekilde izah edilmesi için daha başka nedenlerin de olması gerekiyor. 22 TEMMUZ’14, tarih bilinci Bize göre, bu zulümleri yapanların bilinçaltlarındaki Türk-Müslüman karşıtlığı ve nefreti, önemli nedenler arasında zikredilmesi gerekiyor. Zira Arnavut ve Boşnak gibi, bölgede yaşayan Türk olmayan Müslüman halkların gerek Avrupalılar ve gerekse Balkanlar’daki Hristiyanlar tarafından eskiden beri Türk olarak adlandırıldıkları bilinmektedir. Türk ismi, Avrupa’da ve Balkanlarda yüzyıllar boyunca Müslüman’ın müteradifi olarak kullanmıştır. Türk’ün veya Müslüman’ın birbirlerinden arındırılması ve ayrıştırılması 18. yüzyılın sonlarından itibaren, modern zamanların bir gereği veya uygulaması olarak yapılmıştır. Yani Türk, Arnavut ve Boşnak millet adlarının seküler anlamda Müslüman’dan ayrıştırılması oldukça yenidir ve moderndir. Aslına bakarsanız, bu ayrışmanın günümüzde dahi tamamlandığı söylenemez. Nitekim 1992-1995 Bosna-Sırp-Hırvat Savaşları sırasında Boşnakları katleden Sırpların veya Hırvatların bunlara Türk demesi ve Osmanlı devrine atıfta bulunmaları pek mânidar olsa gerekir. Burada Sırplar, Bulgarlar ve Yunanlılar Türk’e veya Arnavut’a zulmederken bilinçaltlarındaki Türk/Müslüman karşıtlığıyla ve nefretiyle hareket etmekteydiler. Bu şekilde işledikleri zulümleri, kendi zihin dünyalarında ve hatta vicdanlarında bir meşrûiyet kazandırmaktaydılar. Ötekileştirme kavramı da aynı şekilde Balkanlardaki mezâlimin diğer bir izahıdır. Sırp, Bulgar ve Yunan ortadan kaldırmak istediği grupları Türk/ Müslüman ismiyle, yani dışarıdan gelerek bu bölgeleri işgal eden ve yüzyıllardır idare eden Osmanlıların mensup olduğu milletin adıyla adlandırarak ötekileştirmektedir. Osmanlılar Balkanlar’da ne kadar âdil bir yönetim kursalar da ve böylece Osmanlı barışını tesis etseler de sonuçları itibarıyla işgalciydiler ve yabancıydılar. Yani ötekiydiler. İşte Balkan Savaşı, tüm ötekilerden kurtulmak için bir fırsattı. Öteki olarak değersizleştirdikleri bu insanları, sopayla veya yakarak öldürmek veya her türlü hakareti yaparak onları aşağılamak suretiyle inti- kam alıyorlardı. Nitekim Sırp kralının veya Bulgar askerlerinin Arnavutları ve Türkleri öldürmek için sopayı tercih etmelerinin ardındaki sosyo-psikolojik izah bu olsa gerekir. Bunlara göre; Arnavut ve Türk, kurşunla öldürülmeyi hak etmeyecek kadar ötekidir ve değersizdir. Zîra kurşunla ölmek bir şereftir ve kurtuluştur; bu şerefi ezeli düşmanlarına yaşatmak istemiyorlardı. Türk/Arnavut Soykırımı’nın Avrupa Kamuoyuna Yansıma(ma)sı Söz ötekileştirmeye gelmişken, Balkanlar’da yaşanan mezâlim karşısında Avrupa kamuoyunun yaklaşımını gösteren Amerika merkezli Carnegie Vakfı’nın raporunda geçen bazı tespitleri de hatırlatmak gerekiyor. Carnegie Vakfı, Balkan Savaşı’nda yaşananları yerinde incelemek maksadıyla bir heyeti bölgeye göndermişti. Amerikalı, Alman, İngiliz, Fransız ve Rus gibi farklı milletlere mensup tarih bilinci, TEMMUZ’14 23 iki tarafın bu savaşı böylesine idealize etmesi ve sosyal bilimcilerin bu savaşın medenî dünyada, yani Avrupa ve Avrupa’da coşku ve ilgiyle karşılandığını belirtmesi, öteki tespitimizi Balkanlar özelinden Avrupa geneline taşımaktadır. Bu yaklaşım tarzı, Avrupalıların bilinçaltındaki Türk/Müslüman algısının da ne kadar ötekileştirici olduğunu göstermektedir. Balkan Savaşı’nın birinci kısmı Osmanlı’yı/Türk’ü/ Müslüman’ı hedef alınca fethe ve zulme karış savunmaya ve bağımsızlığa yönelik oluyor ve sözde medenî dünyada olağanüstü coşku ve ilgiliyle karşılanıyordu. önemli sosyal bilim adamı üyelerden oluşan bu heyetin raporunun giriş kısmında Balkan Savaşı ikiye ayrılarak bazı değerlendirmelerde bulunulmaktadır. Buna göre, Birinci Balkan Harbi savunmaya ve bağımsızlığa yönelik; fethe ve zulme karşı bir isyan savaş idi. Devamında Birinci Balkan Savaşı’nın Avrupa’da nasıl karşılandığına dair şu tespit çok daha vurucudur: “Bu savaş, şiddete karşı en yüksek bir duruş ve genel olarak zayıfların kuvvetlilere karşı bir itirazıdır. İşte bu Birinci Balkan Savaşı’ydı ve bundan dolayı medenî dünyada olağanüstü coşku ve ilgiyle karşılanmıştır.” Buradaki medenî dünya kavramı önemlidir. Tam burada bir hatırlatmada bulunmak istiyoruz: Osmanlı Devleti’ne savaş açan Balkan müttefik devletlerinin kralları da bu savaşın ilanını Hristiyanlık, özgürlük ve uygarlık için yaptıkları iddiasını gündeme getirmişlerdi. Hem Avrupalı ve Amerikalı sosyal bilimcilerin hem de Balkan devletlerinin krallarının ortak bir kavram olarak medenî dünyayı tercih etmeleri tesadüfî midir? Elbette hayır. Her 24 TEMMUZ’14, tarih bilinci Bu yaklaşım, aynı zamanda yukarıda sadece genel çerçevesi çizilen Müslümanların maruz kaldığı her türlü katliâmın, zulmün, tecâvüzün ve her türlü hakaretin medenî dünyada bir şekilde kabul gördüğüne işaret etmiyor mu? Nitekim Balkan Savaşı sırasında yaşanan bunca katliâmın ve vahşetin Avrupa kamuoyunda ve basın organlarında çok fazla alaka görmemesi; Leo Troçki, Pierre Loti ve Stephane Lauzanne gibi vicdan sahibi nâmuslu kalem erbâbının bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar az olması bu sorunun cevabı olsa gerekir. Ayrıca Balkan Savaşı’nın bazı Avrupalı çevrelerde Şark meselesinin halledilmesi olarak da görüldüğünün burada zikredilmelidir. Gerek Avrupalı diplomatik çevreler, gerek bazı gazete ve dergilerdeki yorumlar ve gerekse o sıralarda yapılan konferanslarda konuşan bazı akademisyenler bu savaş, Şark meselesinin bir şekilde çözülmesi olarak değerlendirmişlerdi. Balkan müttefikler devletleri de aynı şekilde Balkan Harbi’ne bu gözle bakıyorlardı. Müslümanların ve Türklerin Avrupa’dan atılmasını ifade eden Şark meselesi halledilirken Türk’ün ve Müslüman’ın akan gözyaşı ve kanı çok da önemli değildi. Balkan Savaşı sırasında bu mezalim hakkında Alman Jäckh’in yaptığı şu tespitler bütün bunları özetler mahiyettedir: “Orta Çağ karanlığı, milattan sonra 20. yüzyılda bugün bize tekrar ulaşmıştır. Çok kısa olmasına rağmen bu 30 günlük savaştaki salgın ve canavarlık, vaktiyle 30 Yıl Savaşlarındakileri aşmıştır. Çok şey söylenmemiştir. Müslüman Türkler, 500 yıllık Avrupa hâkimiyetleri sırasında şu bölgelerde, Hristiyan Balkanlıların bu üç ayda öldürdüklerinden fazla insan katletmemişlerdir. 500 yılda her gün 3 kişiyi öldürdükleri hesap edilirse, bu 500 000 kurban eder. Bu rakam, son üç aydaki tüyler ürpertici katliamın toplamından çok daha azdır. Türk fâtihler, şimdiki Hristiyan saldırganlar kadar hiçbir zaman bu şekilde hiddetlenmemişlerdi ve insanları yok etmemişlerdi. Eğer Türk hoşgörüsü önceden bu Hristiyan fanatizmi kadar benzer şekilde tahripkâr olsaydı; Türkiye, Şark meselesinin kaderine engel olurdu. Müslüman Türkiye, hâkimiyeti altına aldığı halkları kendi inançla- rında serbest bırakmıştı ve daha fazla imtiyazlar vermişti. Bundan dolayı bunlar şimdi yeniden bu kadar kuvvetli ve bu kadar vahşi oldular; Türk devletinin zayıf müsamahasına Doğu Hristiyanlığının şiddetli bir fanatizmiyle karşılık vermişlerdir. Bu şekilde bütün bir halk yok edilmiş ve bütün bir memleket etnik olarak temizlenmiştir.” twitter_@Necmettin_Alkan tarih bilinci, TEMMUZ’14 25 Kapak Konusu Cumhurbaşkanlığı Seçimi 26 TEMMUZ’14, tarih bilinci Kapak Konusu Fikri Akyüz Araştırmacı - yazar 1961’in harcanan cumhurbaşkanı adayı: Ali Fuat BAŞGİL Önümüzdeki ay cumhurbaşkanı ilk defa halk tarafından seçilecek. Peki, cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi ne zaman istendi? Ekim 2007 tarihinde değil mi? Yine peki, Ekim 2007’de yapılan referandum kararı niçin alındı? İşte meselenin mihenk taşı, nirengi noktası tam da burasıdır. Çünkü bu mesele, cumhuriyet tarihi boyunca hep ‘mesele’ oldu. Bu ‘mesele’yi ‘sorun’ haline getiren ‘problem’ neydi? Şuydu: Sadece cumhuriyet tarihinde değil elbette, tarihimizin her döneminde her daim mühim olmuştur. Dolayısıyla, “devletin başı“ da her daim ehemmiyet arz etmiştir. 27 Nisan 2007 tarihli e-muhtıra olmasaydı, kuvvetle muhtemeldir, hatta kesindir ki; 367 denilen garabet de Anayasa Mahkemesi tarafından bir iptal kararı haline gelmeyecekti. 367 garabeti mahkeme tarafından bir karar haline getirilmeseydi; kuvvetle muhtemel, biz önümüzdeki ay cumhurbaşkanını halk tarafından seçilmesine dair bir seçimle karşılaşmayacaktık. Yani, önümüzdeki ay yapılacak olan cumhurbaşkanlığı seçimi bir zaruretin, milli iradenin tecellisi olarak ortaya çıkmış olan bir sonucuydu. Elbette, cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi Ak Parti’nin programında yazılıydı ve bu bir gün mutlaka gerçekleşecekti. Ama böyle bir seçim cumhurbaşkanını seçmek için değil, başkanı seçmek için olacaktı. Madem ki 2007’de yapılan cumhurbaşkanlığı seçimi böyle bir zaruretin sonucuydu, peki bu ‘zaruret’e iten sebep neydi? Bu sebep, tamamen ordunun öncülüğünde başlatılan, geliştirilen ve hep ordunun olağan dışı rolünden kaynaklanan bir nihai koşullanmadan ibaretti. İşte, bu yazı Türkiye’nin cumhurbaşkanlığı seçimlerinden bir seçimi; 1961 cumhurbaşkanlığı seçiminin gelişim sürecini, kritik noktalarını, vesayetin kemikleşmesi aşamasını, bu aşamanın asli ve tali neticelerini kaleme almak için yazıldı. tarih bilinci, TEMMUZ’14 27 Kapak Konusu Önce 1960 yılının 27 Mayıs’ına gidelim. Malum, o gün ordu içindeki bir cunta darbe yaptı. Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve Başbakan Adnan Menderes’i devirdiler. Devirdikleri için adına da devrim dediler! Aradan yaklaşık 16 ay geçti. 16-17 Eylül 1961’de Menderes ve bakanları Fatin Rüştü Zorlu İle Hasan Polatkan idam edildi. İdamlardan 28 gün sonra yani 15 Ekim 1961’de genel seçim yapıldı. Genel seçimden 11 gün sonra ise cumhurbaşkanlığı seçimi için Meclis’te oylama yapıldı ve Cemal Gürsel cumhurbaşkanı seçildi. İşte, idamlardan yani 16-17 Eylül 1961’den 26 Ekim 1961 tarihine kadar geçen süre içinde ordu yine başroldeydi; çünkü bir cumhurbaşkanı seçiliyordu. Çünkü memlekete bir ‘baş’ lazımdı. Bu ‘baş’, has bir Atatürkçü olmalıydı. Memleket, ‘gericilere’ (!) teslim edilemezdi. Halkın çoğunluğu onlara göre yobazdı, çünkü cahildi. En iyi adamı elbette Türk Silahlı Kuvvetleri bilirdi. En iyi adamı bilen en iyi kurumun, en iyi adamı ‘tayin’ etmesi vazgeçilmez bir hak ve kaçınılmaz bir görevdi! İşte, tam bu tarih diliminde ‘sahaya’ bir adam çıktı. Adı, Ali Fuat Başgil; ünvanı Ord. Prof. Dr. idi. Bu ‘adam’ üstelik cesurdu. Ama birilerine göre cesur değil cüretkârdı. Öyle ya, daha bir buçuk ay önce bu memlekette ‘sakıt’ başbakan ve iki bakanı asılmış, ‘sabık’ cumhurbaşkanı idamdan yaş haddi nedeniyle son anda kurtulmuş ama hapse girmekten kurtulamamıştı. ‘Bakın hele’ ; Ali Fuat Başgil haddini bilmeden cumhurbaşkanlığına aday olmaya geliyordu. Nitekim aday oldu ve haddi bildirildi(!) yönetici ve sahipleriydi. Etkili ve cesur isimlerdi. O kadar ki; anılan dergide Peyami Sefa, Mehmet Turgut, Nurettin Topçu, Osman Turan, Kamil Turan, Faruk Kadri Timurtaş gibi “sağlam” adamlar da vardı. Bu kadronun da desteğiyle yola çıkan Ali Fuat Başgil’i bu adaylık kararından vazgeçirmek için ordu içindeki bir cunta yapılanması tekrar ‘sahne aldı’. Bu sahnenin aktörlerinden biri 12 Mart 1971 muhtırasının mimarlarından biri Muhsin Batur ile 12 Eylül 1980 darbesinin mimarlarından Bedrettin Demirel’di. Şimdi tarihleri tekrar hatırlayalım: 16-17 Eylül 1961’de idam kararları infaz edildi. 15 Ekim 1961’de genel seçimler yapıldı. 16 Ekim 1961’de Ali Fuat Başgil cumhurbaşkanlığına aday gösterildi. 26 Ekim 1961’de cumhurbaşkanlığına Meclis tarafından Cemal Gürsel seçildi. İşte ‘arada’ kalan bir tarih vardır ve bu mühim bir tarihtir. O tarih, 21 Ekim 1961’dir. O gün yeni bir askeri müdahale protokolü imzalandı. Protokol, İstanbul Harp Akademileri’nde tanzim edildi. Protokolü imzalayanlardan bazıları ise şunlardı: Faruk Gürler, Faruk Güventürk, Refik Tulga, Namık Kemal Ersun, Muhsin Batur, Bedrettin Demirel, Celal Eyiceoğlu… 21 Ekim 1961 tarihli protokolde şunlar yazılıydı. “Türk Silahlı Kuvvetleri mensupları, aşağıda açık imzaları bulunanlar, şu konuları müzakere etmişler ve ittifakta aşağıdaki karara varmışlardır: TSK, 15 Ekim 1961 seçimlerinden sonra TBMM’nin ilk toplantısından evvel fiilen duruma müdahale edecekti. Şimdi bu süreci yani Ali Fuat Başgil’in adaylığını ve adaylığını geri çekmesini özetleyerek tahlil edelim: İktidarı, milletin hakiki ve ehliyetli mümessillerine tevdi edecekti. Ali Fuat Başgil, 15 Ekim 1961’de yapılan genel seçimlerde Adalet Partisi listesinden Samsun Senatörü seçilmişti. Seçilir seçilmez Meclis’te ve Senato’da üye olan birkaç arkadaşı tarafından, birkaç gün içinde Meclis’te yapılacak olan cumhurbaşkanlığı seçiminde aday olarak gösterildi. Bu isimlerin önde gelenleri, Türk siyasetinin mühim simalarından ama hakkı yenmiş adamlarından biri olan Tahsin Demiray ile Gökhan Evliyaoğlu, Hami Tezkan gibi kişilerdi. Hatta Gökhan Evliyaoğlu ile Hami Tezkan, o dönemde “Son Havadis” gazetesi ile “Düşünen Adam” dergisinin Bütün siyasi partiler faaliyetten men edilecek, seçim neticeleriyle Milli Birlik Komitesi feshedilecekti. Evet, protokol ‘hükmünü icra etti’ ve Ali Fuat Başgil, yapılan baskılara dayanamayarak adaylıktan çekildi. Adaylıktan çekilmeme iradesini gösterip tam bir mukavemet göstererek bu milletin iradesinin tecelli edebilmesi için aradan 46 yıl geçmesi, yani Nisan 2007‘nin gelmesi gerekti. Ve o ‘gerek’ 2007’de resmen yerine getirildi. ‘Getirenlerden’ Allah razı olsun. twitter_@akyuzfikri 28 TEMMUZ’14, tarih bilinci Kapak Konusu Prof. Dr Nihat Bulut İstanbul Şehir üni. Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Osmanlı’dan Günümüze Türkiye’de Devlet Başkanlığı Kurumuna Genel Bir Bakış Siyasal iktidarın bir bütün olarak toplumun elinde olduğu, yani yöneten yönetilen farklılaşmasının bulunmadığı sosyal yapılanma türlerinin çok gerilerde kaldığı bilinmektedir. İnsanlık, tarihin çok önceki devirlerinden beri, toplumdan farklılaşarak kurumsallaşan siyasal iktidar türleri içinde yaşamaktadır. Devlet de bu iktidar tiplerinden birisidir. Devletin de içinde bulunduğu bu siyasal iktidar tipinin en önemli özelliği, keskin bir yöneten-yönetilen ayrımının ortaya çıkmış olmasıdır. Bir kurum olarak devlet başkanlığının, kökenini yöneten-yönetilen ayrımında bulduğunu ve zaman içinde gelişerek bugünkü hâli aldığını söyleyebiliriz. Başkanlık ya da devlet başkanlığı kurumu eski olsa da, kurumun içini dolduran kişilerin isimlendirilmesinde çeşitli tabirlerin kullanıldığı görülür. Örneğin demokrasilerde devlet başkanları hükümet sistemine göre değişmektedir. Başkanlık sistemini benimseyen ülkelerde, sözgelimi ABD’de devlet başkanına kısaca “başkan” adı verilmektedir. Parlamenter sistemlerde ise devlet başkanı, devletin şekline göre farklılaşmaktadır. Monarşilerde devlet başkanına kral, cumhuriyetlerde ise cumhurbaşkanı adı verilmektedir1. Ülkemizde demokrasi deneyimi meşruti monarşiyle başlamış ve cumhuriyetle devam etmiştir. Benimsenen hükümet sistemi ise, parlamenter sistem olmuştur. Devlet başkanının konumu açısından bu sistemin en önemli özelliği, devlet başkanı ve bakanlar kurulundan oluşan iki başlı bir yürütmenin bulunması ve yürütmenin bir kanadını oluşturan devlet başkanının sembolik yetkili, tarafsız ve sorumsuz olmasıdır. Çalışma, klasik parlamenter sistemin bu temel özelliği karşısında, geçmişten günümüze Türk anayasalarının devlet başkanına biçtiği konumu genel hatlarıyla ortaya koymayı amaçlamaktadır. tarih bilinci, TEMMUZ’14 29 Kapak Konusu I-OSMANLI DÖNEMİ A-GELENEKSEL DÖNEM: MUTLAK MONARŞİ Osmanlı’da siyasal yapıya bakıldığında, devletin başında, iktidarı miras yoluyla devralan hükümdarın bulunduğu görülür2. Egemenliği tek başına kullanan hükümdar, devlet iktidarını yürütmek için başta sadrazam olmak üzere, birçok yardımcı bulundurmaktadır. Ancak bunların hepsi yetkilerini padişahtan almakta ve onun adına hareket etmektedirler3. Sistem padişaha o kadar bağlıdır ki, modern anlamda olmasa da, küçük bir meclis sayılabilecek divan bile, tamamen padişaha bağlı bir kurum olmaktan öteye geçememiştir. Zaten padişah da bu önemli kurulda çeşitli toplum kesimlerinin temsil edilmesine izin vermemiş, bu yüzden divan padişahın gölgesinde çalışan bir kurum olma karakterini her zaman korumuştur4. Acaba hükümdarın yetkileri sınırsız mıdır? Teorik açıdan bakıldığında, devletin temelde dinden kaynaklanan hukuki yapısının buna meydan vermediği söylenebilir. Hükümdar İslam Hukuku ilkelerine uygun hareket etmek zorundadır5. Fakat uygulamada, bu sınırlamanın çoğunlukla etkisiz kaldığı görülür. Çünkü iktidar kuramsal olarak sınırlandırılmış olsa da, uygulamada onu sınırlayan dünyevi bir kurum yoktur. Dolayısıyla iktidarın sınırlandırılması meselesi, son tahlilde uhrevi bir konu olarak kalmaktadır6. Özetle, Osmanlı Devleti’nin hakim vasfı, sosyo-ekonomik yapıya da uygun bir biçimde, hükümdarın geniş yetkilerle donatıldığı, katı merkeziyetçiliktir. Yönetici sınıf, sistem içinde kendini denetleyecek ve sınırlandıracak güçlerin ortaya çıkmasına izin vermemiştir. Fakat bu geleneksel düzen, Batı’da kapitalizmin yerleşmesi ve çevre ülkeleri de menziline katıp etkilemesi sonucunda değişikliğe uğramak durumunda kalmıştır. Ekonomik yapı bozulmuş, sınıfsal dengeler sarsılmış ve yeni arayışlar başlamıştır. Bu aşamada Osmanlı toplumu kapitalizm ve değerleriyle karşılaşmıştır. Bu durumda devlet ekonomiyi kapitalistleştirememiş ama Batı’nın siyasal sistemini kabul etmiştir. Tanzimat’la başlayan süreç, imparatorluk dağılıncaya kadar devam etmiştir. 30 TEMMUZ’14, tarih bilinci Ayanlarla sultan arasında yapılan bir sözleşme olan Sened-i İttifak, mutlakıyetçiliğe darbe vuran ilk siyasal belge sayılsa da7, süreci başlatan asıl belgenin, 1839 tarihli Tanzimat Fermanı olduğu söylenebilir. Avrupa devletlerinin baskısı altında hazırlanan bu fermanla padişah, kendi egemenlik hakkını sınırlıyor, kişilere can ve mal güvenliği sağlıyor, vergilerin yeniden düzenlenmesini öngörüyor ve dahası yürütmenin yasal çerçevede çalışmasını kabul ediyordu8. Kuşkusuz Fermanın devletin temel yapısını değiştirerek monarşik sistemi zedelediğini söylemek güçtür. Fakat yasal yönetim ve kurullara danışma ilkelerinin de göz ardı edilmemesi gerekir. Tanör, fermandaki yasal yönetim ilkesinin ileride hukuk devleti arayışlarına, kurullara danışma ilkesinin de parlamenter rejime yönelişin habercileri olmak bakımından dikkat çekici olduğunu vurgular9. Nitekim bu bağlamda Tanzimat Fermanı’ndan 1876 anayasasına gelinceye kadar, hem uygulamada hem de düşünsel alanda önemli gelişmeler olmuştur. 1856 yılında, daha çok azınlıkları ilgilendiren Islahat Fermanı ilan edilmiştir. 1858 arazi yasasıyla da, 17. yüzyıldan beri ayanlar tarafından gasp edilmiş olan topraklar üzerindeki mülkiyet hakkı güvenceye bağlanmış, miri toprakların özel mülkiyete dönüştürülmesi süreci kolaylaştırılmıştır. B-MODERNLEŞME DÖNEMİ: MEŞRUTİ MONARŞİ Kuşkusuz 19. yüzyılın en önemli siyasal belgesi 1876 anayasasıdır. Devletin monarşik ve teokratik niteliğini vurgulayan Anayasa, Batı’daki anlayışa uygun olarak vatandaşlara, kişi güvenliği, basın özgürlüğü, yasal eşitlik gibi bir takım hak ve özgürlükler tanımıştır. Ancak bu özgürlükler ile ilgili düzenlemeler padişahın iradesine göre yapılmak durumundadır. Çünkü padişah, yasama faaliyetinde çok etkin bir yere sahiptir. Ayrıca 113. madde padişaha, kişi dokunulmazlığını ihlal edecek bir sürgün yetkisi vermiştir10. 1876 Anayasasının kabulünden sonra, padişah tarafından atanan Meclis-i Ayan ile seçimle iş başına gelen Meclis-i Mebusan’dan oluşan Osmanlı Parlamentosu açılmıştı. Sınırlı oy hakkının geçerli olduğu bir seçim sonucunda oluşan ilk meclis, çalışmalarını iki yasama Kapak Konusu dönemi sürdürmüş, cemaatler arası ilişkiler, memurlardan yakınma, savaş yolsuzlukları, meclis-hükümet ilişkileri ve çeşitli sorunlar ile ilgili önemli konulara eğilmiştir11. Fakat meclis 15 Şubat 1878’de Osmanlı-Rus savaşı gerekçe gösterilerek tatil edilmiş ve1908 yılına kadar bir daha açılmamıştır. 1908’de ilan edilen İkinci Meşrutiyet, ülkede genel bir özgürlük havası estirirken, 1876 Anayasasının da değişmesini sağlamıştır. Bu değişiklikle devletin monarşik yapısı korunmuş, fakat sistem içinde padişaha tanınan üstünlük, 1876’ya göre önemli ölçüde sınırlandırılmıştır. Padişah, bakanlar kurulunun oluşumu üzerindeki yetkilerini büyük ölçüde yitirmiş, bakanların meclise karşı sorumlu oldukları esası getirilmiş, padişahın yetkileri yasama organı lehine kısıtlanmış, padişahın mutlak veto yetkisi kaldırılmış ve daha pek çok demokratik açılım sağlanmıştır12. Bu değişikliklerle birlikte, 20. yüzyılın başında Osmanlı padişahı, neredeyse, klasik parlamenter sistemdeki cumhurbaşkanının konumuna getirilmiştir. Fakat bu gelişmeler, sosyal koşullar itibariyle, toplumdan gelen bir zorlamadan kaynaklanmamış, büyük ölçüde, devletin bütünlüğünün korunmasına yönelik araç niteliğinde olmuştur.Çünkü yeni sistemin işlemesi için ekonomik alt yapı yetersizdi, siyasal değişime öncü olabilecek bir sınıf tam anlamıyla olgunlaşamamıştı. Öte yandan yapılan değişiklikler halkı pek ilgilendirir gözükmüyordu. Değişikliklerin ardında sadece bürokratlar ve aydınlar vardı13. Yine de bu belgelerin hukuka bağlı ılımlı bir ortamın yaratılmasına katkıda bulunduğunu kabul etmek gerekir14. II-CUMHURİYET DÖNEMİ A-1921 ANAYASASI: MECLİS HÜKÜMETİ SİSTEMİ 1920 yılında açılan TBMM, yüzyılı aşkın bir süredir çatışan zümreleri; sivil-asker bürokrasi, taşra eşrafı, toprak sahipleri ve din adamlarını ortak bir milli amaç uğrunda birleştirmiş ve onları devlet yönetiminde söz sahibi kılmıştır. Bu meclisin kabul ettiği 1921 Anayasası, öngördüğü hükümet sistemiyle Türkiye’de devlet başkanlığı kurumu açısından çok farklı bir duruma işaret etmektedir. Egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğunu vurgulayan 1921 Anayasası, yasama ve yürütme kuvvetlerini TBMM’de toplamış, Meclisin bakanlara yön gösterebileceği ve gerektiğinde onları değiştirebileceği esasını benimsemiş ve böylece “meclis hükümeti” sistemini kurmuştur. Sistemin konumuz açısından en önemli özelliği, devlet başkanlığı kurumunun yaratılmamış olmasıdır15. Yeni sistem o zamana kadar egemen olan yürütmenin üstünlüğü sisteminden, yasamanın üstün olduğu bir sisteme geçişi ifade etmektedir. Milletin tek temsilcisi olan meclis, artık en üstün kurumdur. Çünkü o, egemenliğin sahibi olan milletin somutlaşmış iradesidir.Uygulamada da “TBMM’nin hukuki yetkilerini kıskançlıkla kullandığı, Atatürk ve Bakanlar Kurulu üyelerinin de en güç koşullara rağmen TBMM’nin yetkilerine büyük saygı gösterdikleri” ifade edilmektedir16. B-1924 ANAYASASI:KARMA SİSTEM VE TARAFSIZ DEVLET BAŞKANI OLARAK “CUMHURBAŞKANLIĞI” KURUMU 1924 Anayasası yine Meclis tarafından yapılmış bir anayasadır. Ancak meclis aynı meclis değildir. Birinci meclis dağıtılmış ve yerine, yönetimdeki kadronun beklentilerini karşılamada zorluk çıkarmayacağı düşünülen bir yenisi seçilmiştir. Ancak anayasayı yapan bu Meclis de “meclisin üstünlüğü” ve yetkileri konusunda titizlik göstermekten kaçınmamış ve 1921 Anayasası kadar olmasa da meclisin üstünlüğü ilkesine sadık kalmıştır. Yeni anayasa bazı özellikleri dolayısıyla parlamenter sistemi, diğer bazı özellikleri ile de meclis hükümeti sistemini andırmakta ve böylece karma bir sistem olarak adlandırılmaktadır17. Cumhurbaşkanının konumu parlamenter sistem çerçevesinde düzenlenmiştir.Devletin başı olarak nitelenen (md.32) Cumhurbaşkanı TBMM tarafından bir seçim dönemi (4 yıl) için seçilmekte ve görev süresi bittiğinde tekrar seçilmesine imkan tanınmaktadır (md.31). Cumhurbaşkanının yetkileri semboliktir ve tarih bilinci, TEMMUZ’14 31 Kapak Konusu bütün kararları, karşı-imza kuralı gereği,Başbakan ve ilgili bakanın imzasına bağlanmıştır. Cumhurbaşkanının siyasal sorumluluğu da bulunmamaktadır. Anayasanın 41. Maddesine göre cumhurbaşkanı, sadece vatana ihanetten dolayı TBMM’ye karşı sorumludur18. Ancak anayasa, cumhurbaşkanının konumunu klasik parlamenter sistem çerçevesinde dizayn etmiş olsa bile, tek parti sisteminin kurulmasıyla birlikte, Atatürk’ün cumhurbaşkanı sıfatıyla, rejimin tek lideri haline geldiği bilinmektedir19. Benzer durum İsmet İnönü’nün cumhurbaşkanlığı dönemi için de geçerlidir. 1924 anayasasının çok partili sistem içindeki uygulamasına gelince, bu dönemde hem meclisin hem de her defasında seçimleri kazanan Başbakan Adnan Menderes’in gücünün, cumhurbaşkanını Anayasanın olağan sınırları içinde tuttuğu söylenebilir. C-1961 ANAYASASI: KLASİK PARLAMENTER SİSTEM İÇİNDE TARAFSIZ VE SORUMSUZ CUMHURBAŞKANLIĞI KURUMU Seçimden çıkmayan, tersine halkın yüzde ellisinden fazlasının oyunu alan DP’nin dışlandığı bir meclis tarafından hazırlanan 1961 Anayasası, iktidarı fiilen elinde tutanların, bunu muhafaza etmeye yönelik çabalarının bir toplamı olmuştur. Anayasa, egemenliğin halkta olduğunu vurgulamış ancak, halkın bu egemenliğini yetkili organlar eliyle kullanacağını hükme bağlamış ve böylece meclise yeni ortaklar getirmiştir. Anayasa Mahkemesi, Milli Güvenlik Kurulu ve kimi özerk kurumlar bu amaca hizmet etmişlerdir. 1961 Anayasasının, halkın iradesini sınırlama yönündeki açığını kapatmaya yönelik olsa gerek, temel hak ve özgürlükleri genişlettiğini görmekteyiz. Ancak bu bile halkın büyük çoğunluğunun ve onu temsil eden partilerin anayasayı benimsemelerini sağlayamamıştır. Anayasanın, iki meclisli (senato ve millet meclisi) bir sistem kurup bunlardan birisinde (senato), darbeyi yapanlar dahil, doğal-seçilmemiş üyelere yer vermesi, Milli Güvenlik Kurulunu bir anayasal organ olarak tesis ederek askeri otoritenin sivil otorite karşısındaki konumunu güçlendirmesi ve 32 TEMMUZ’14, tarih bilinci önceden Milli Savunma Bakanı’na karşı sorumlu olan Genelkurmay Başkanı’nı Başbakan’a karşı sorumlu hale getirmesi vesayetçi izler taşıdığının göstergeleri sayılmıştır20. 1961 Anayasasının cumhurbaşkanının konumuna ilişkin düzenlemelerine gelince, Anayasanın yürütme kuvvetini, sorumsuz devlet başkanı (cumhurbaşkanı) ile sorumlu başbakan ve bakanlar kurulu arasında bölüştürmek suretiyle tam bir parlamenter rejim örneği sunduğu söylenebilir21. Anayasa, cumhurbaşkanının; TBMM tarafından, kırk yaşını doldurmuş ve yüksek öğrenim görmüş kendi üyeleri arasından, üye tam sayısının üçte iki çoğunluğu ile ve gizli oyla yedi yıllık süre ile seçileceğini, ilk iki turda bu çoğunluk sağlanamazsa salt çoğunlukla yetinilebileceğini hükme bağlamıştır. Anayasa ayrıca, bir kimsenin iki defa cumhurbaşkanı seçilemeyeceği ve cumhurbaşkanı seçilen kişinin, hem partisi ile ilişkisinin kesileceği hem de meclis üyeliğinin sona ereceği kuralını koymuştur (md.95). Anayasanın “devletin başı” olarak nitelediği cumhurbaşkanı için öngörmüş olduğu görev ve yetkiler de klasik parlamenter sisteme uygun bir biçimde düzenlenmiştir. Gerekli gördükçe bakanlar kuruluna başkanlık etmek, yabancı devletlere temsilci göndermek ve onların temsilcilerini kabul etmek, milletlerarası antlaşmaları onaylamak ve yayınlamak, sürekli hastalık vb. nedenlerle belirli kişilerin cezalarını hafifletmek veya kaldırmak (md.97), kanunları yayınlamak (md.93), başbakanı atamak, başbakan tarafından seçilen bakanları atamak (md.102)... gibi yetkiler bu bağlamda zikredilebilir. Anayasa cumhurbaşkanının sorumluluğu konusunu da yine klasik parlamenter sistem bağlamında düzenlemiş ve esasen yetkisiz olan cumhurbaşkanının görevleriyle ilgili işlemlerinden sorumlu olmadığını belirtmiştir. Bu doğrultuda cumhurbaşkanının bütün kararları başbakan ve ilgili bakanlarca imzalanacak ve sorumluluk onlara ait olacaktır (md.98). Cumhurbaşkanı sadece vatana ihanetten dolayı, TBMM üye tam sayısının üçte ikisinin kararıyla suçlandırılabilecektir (md.99). Görüldüğü gibi 1961 Anayasası cumhurbaşkanlığı Kapak Konusu kurumunu gündelik siyasetin üstünde, tarafsız bir makam olarak düzenlemiştir. Ancak bu düzenleme tarzı bile cumhurbaşkanlığı makamının, uygulamada bir vesayet makamı olarak görülmesini engelleyememiştir. Bu bağlamda Özbudun, 1961 anayasası dönemindeki üç Cumhurbaşkanının (Cemal Gürsel, Cevdet Sunay, Fahri Korutürk) siyaset dışı ve asker kökenli oluşunun, tamamen bir tesadüf eseri sayılamayacağı görüşündedir22. Bu dönemde cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde yaşananlar de bu yargıyı doğrulamaktadır. 1961 yılında askerler, Adalet Partisi’nin başlangıçtaki direncine ve Ali Fuat Başgil’in aday olarak gösterilme çabasına rağmen, açıkça Gürsel’in cumhurbaşkanı yapılmasını istemişlerdir23. 1972 yılında ise askerlerin Faruk Gürler dayatması, yine bir asker kökenli birisinin, Fahri Korutürk’ün Cumhurbaşkanı seçilmesiyle bertaraf edilebilmiştir24. D-1982 ANAYASASI: PARLAMENTER SİSTEM İÇİNDE GÜÇLENDİRİLMİŞ BİR KURUM OLARAK CUMHURBAŞKANLIĞI 1-Cumhurbaşkanın Sistem İçindeki Konumu ve Yetkileri Parlamenter sistemlerde devlet başkanının, devletin başı sıfatıyla tarafsız bir hakem konumunda olduğu bilinmektedir. Devlet başkanının sorumsuz kılınması ve sorumluluk gerektiren işlerde yetkilerini başbakan veya ilgili bakanla birlikte kullanmasının nedeni budur25. Doğrusu bu sistemin en iyi işlediği yer, monarkın yani devlet başkanının seçimle gelmediği İngiltere’dir. Burada monark, seçimle gelmediği için bütün partilere eşit mesafede durabilmektedir26. Oysa cumhuriyet olan parlamenter sistemlerde devlet başkanının seçimle gelmesi gerekmekte ve bu durum, özellikle tarafsızlık açısından tartışmalara yol açabilmektedir. Cumhurbaşkanının bir şekilde seçimle gelmesi karşısında tartışmaları bitirmenin imkansız olduğunu vurgulamak gerekir. Parlamenter sistem çerçevesinde önemli olan, yürütmenin iki kanadından birisini oluşturan cumhurbaşkanının sorumsuz olması ve yetkilerini ancak başbakan veya ilgili bakanın karşı-imzası ile kullanabilmesidir. Bu bağlamda 1982 Anayasasını yapanların cumhurbaşkanına yükledikleri misyonun klasik parlamenter sistemle bağdaşmadığını söylemek gerekir. Gerçekten 1982 Anayasasını yapanlar, sistemi iktidarlarını sürdürecek biçimde dizayn etmişlerdir. Bu bağlamda yapılan en önemli iş, siyasete ideolojik bir çerçeve çizmek ve bunu sürdürecek mekanizmaları oluşturmaktı. Cumhurbaşkanlığı makamı da bu bağlamda, Özbudun’un ifadesiyle, “1961 Anayasasındaki ile kıyaslanamayacak derecede güçlendirilmiş ve gerçek bir vesayet makamı haline getirilmiştir. 1982 Anayasasına ilişkin halk oylamasının, Milli Güvenlik Konseyi başkanı Kenan Evren’in tek aday olarak katıldığı cumhurbaşkanlığı seçimleriyle birleştirilmesi sonucu, Kenan Evren, sivil yönetime geçilmesinden sonra da hayli uzun bir süre bu vesayet yetkilerini kullanma imkanına kavuşmuştur. Muhtemelen Evren’in döneminin bitiminden sonra da bu makama ancak devlet elitlerinin onayını sağlamış kişilerin seçilebileceği varsayılmıştır”27. Anayasaya bakıldığında cumhurbaşkanının yasama, yürütme ve yargıya ilişkin bir takım görev ve yetkilerinin bulunduğu görülmektedir. Bunların bir kısmı klasik parlamenter sistem içinde doğal sayılabilecek görev ve yetkilerdir. Ancak diğer bir kısmı cumhurbaşkanını sembolik olmaktan çıkarıp siyasal sistemin önemli bir unsuru haline getiren yetkilerdir28. Cumhurbaşkanının, Anayasa Mahkemesi başta olmak üzere, yüksek yargı üyelerinin atanması konusundaki yetkileri, Devlet Denetleme Kurulu’na ilişkin yetkileri ile Yüksek Öğretim Kurumu mensuplarını belirleme husussundaki yetkileri bu çerçevede altı çizilmesi gereken hususlardır. 1982 Anayasasının, biraz da parlamenter sistemin sınırlarını zorlayan bir biçimde cumhurbaşkanına verdiği yetkiler, zaten önemli görülen bu makamın cazibesinin artmasına neden olmuştur. Bu durum hem cumhurbaşkanı seçim süreçlerinde bunalımlar yaşanmasına yol açmış, hem de zaman zaman cumhurbaşkanı-hükümet çatışması doğurmuştur. tarih bilinci, TEMMUZ’14 33 Kapak Konusu 2-Cumhurbaşkanın Sahip Olduğu Yetkilerin Doğurduğu Sorunlar Önceki anayasalar gibi 1982 Anayasası da ilk şeklinde, cumhurbaşkanının TBMM tarafından seçilmesi esasını getirmiştir. Ancak biraz da 1961 Anayasasına tepki olarak cumhurbaşkanının seçimini kolaylaştırma yoluna gitmiştir. Zira 1961 Anayasası, cumhurbaşkanının üye tamsayısının üçte iki çoğunluğu ile seçileceğini, şayet ilk iki oylamada bu çoğunluk sağlanamazsa, salt çoğunlukla yetinileceğini hükme bağlamıştır (md.95). 1982 Anayasası ise cumhurbaşkanının üye tamsayısının üçte iki çoğunluğu ile seçileceğini, ilk iki turda bu çoğunluk sağlanamazsa üçüncü oylamaya geçileceğini ve bu oylamada üye tamsayısının salt çoğunluğunu sağlayan adayın cumhurbaşkanı seçilmiş olacağını, bu oylamada da üye tamsayısının salt çoğunluğu sağlanamadığı taktirde en çok oyu alan iki aday arasında dördüncü oylama yapılacağını ve bu oylamada da üye tamsayısının salt çoğunluğu ile cumhurbaşkanı seçilemezse TBMM seçimlerinin derhal yenileneceğini hükme bağlamıştır (md.102). Görüldüğü gibi 1982 Anayasası ilk şeklinde, özellikle cumhurbaşkanının seçilememesi halinde seçimlerin yenileneceği kuralını koyarak, TBMM’yi cumhurbaşkanını belirleme konusunda zorlama yoluna gitmiştir. Düzenleme bu haliyle, Eylül 1980 itibarıyla altı ay içerisinde cumhurbaşkanı seçilememiş olmasına bir tepkiydi ve açıkça seçimi kolaylaştırıcı bir amaç güdüyordu. Ancak Anayasanın bu açık amacı, 2007 yılında yapılan seçimlerle ilgili Anayasa Mahkemesi kararıyla ters yüz edilmiştir. 367 kararı olarak ünlenen kararında Anayasa Mahkemesi, ilk iki turda aranan üçte iki çoğunluk şartının, aynı zamanda cumhurbaşkanlığının ilk iki turu için toplantı yeter sayısı anlamına geldiğine karar verdi. Oturuma katılan milletvekili sayısı 367’nin altında kaldığı için ilk tur yapılmamış sayıldı ve dolayısıyla diğer turlara geçilemeyeceği ifade edildi29. Bunun üzerine iktidar partisi (AKP), dönemin muhalefet partilerinden ANAP’ın da desteği ile Anayasa değişikliği yoluna gitti ve cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesine yönelik düzenleme yapıldı. Dönemin 34 TEMMUZ’14, tarih bilinci Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer değişikliği referanduma götürdü ve yapılan değişiklik halkın onayını aldı. Salt bu örnek bile Türkiye’de cumhurbaşkanlığı seçim sürecinin ne denli problemli olduğunu ortaya koyar. Ancak sürecin güçlüğüne dair başka örnekler vermek de mümkün. 1989’da muhalefet Turgut Özal’ın seçildiği oturumları boykot etmişti. 2000 yılında cumhurbaşkanlığı seçim süreci başlamadan önce ise, anayasa değişikliği yapılarak yedi yıllık “tek dönem” şartı Süleyman Demirel lehine kaldırılmak istenmişti. Ancak bu değişiklik TBMM tarafından kabul edilmedi. Türkiye’de cumhurbaşkanının sahip olduğu yetkilerin bir diğer sonucu, zaman zaman yaşanan cumhurbaşkanı-hükümet çatışmalarıdır. 31 Ekim 1989’da Özal sadece kendi partisinin oylarıyla cumhurbaşkanı seçilince, muhalefet partileri -özellikle de Demirel- onu cumhurbaşkanı olarak tanımayacaklarını ilan ettiler ve ilk seçimlerde indireceklerini söylediler30. Demirel iktidara gelince, bazı hükümet kararnamelerini cumhurbaşkanının onayına sunulma zorunluluğundan istisna eden bir kanun çıkarıldı. By-pass kanunu olarak bilinen bu kanunun ilgili hükümleri Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edildi31. Özal’ın vefatı üzerine cumhurbaşkanı seçilen Demirel, Erbakan başbakanlığında kurulan Refah Partisi ve Doğru Yol Partisi koalisyonu sırasında başlayan 28 Şubat sürecinde açıkça hükümetin karşısında yer almıştı32. Demirel’in ardından cumhurbaşkanı seçilen Anayasa Mahkemesi Başkanı Sezer ile Ecevit hükümeti arasında, 2000 yılının Ağustos ayında başlayan kararname krizi yaşandı. Cumhurbaşkanı, önce Bakanlar Kurulu’nun kabul ettiği bir kararnameyi imzalamayı reddetti, ardından cumhurbaşkanının yedi adet kanun hükmünde kararname ve sekiz adet müşterek kararnameyi imzadan imtina ettiği basına duyuruldu33. Daha sonra meşhur “anayasa fırlatma” olayı yaşandı. Çankaya Köşkü›nde yapılan Milli Güvenlik Kurulu›nun 19 Şubat 2001 tarihindeki toplantısında, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Başbakan Bülent Ecevit›e anayasa kitapçığı fırlattı. Başbakan Bülent Ecevit, yaşanan tartışma sonunda toplantıyı terk etmiş ve bu Kapak Konusu olayın hemen ardından büyük bir ekonomik kriz dalgası başlamıştı. Aynı yılın yazında koalisyon hükümeti seçim kararı almış ve 2 Kasım 2002’de yapılan seçimlerde, Adalet ve Kalkınma Partisi tek başına iktidar olma şansını yakalamıştı. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin iktidarının ilk beş yılında cumhurbaşkanı-hükümet çatışması devam etti. Cumhurbaşkanı Sezer, özellikle kararnamelerin imzalanması konusunda çekingen davranmış; meclisin çıkardığı pek çok kanunu, hatta Anayasa değişikliklerini bile iptal istemiyle Anayasa Mahkemesi’ne taşımıştı. Cumhurbaşkanı ile hükümet arasındaki uyum için 2007 yılında yapılan cumhurbaşkanlığı seçimini beklemek gerekti. Bu tarihte Cumhurbaşkanı seçilen Abdullah Gül ile Recep Tayyip Erdoğan başbakanlığında kurulan hükümetler arasında, aynı siyasi geleneğe mensup olmaktan kaynaklansa gerek, ciddi bir siyasi kriz yaşanmamıştır. 3-Cumhurbaşkanının Halk Tarafından Seçilmesi: Anayasal Düzenleme ve Olası Sonuçları Yukarıda da vurgulandığı gibi, cumhurbaşkanlığı sürecinde yaşanan krizler, özellikle de 2007 krizi, TBMM’yi cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi seçeneğinin kabulüne götürmüştür. Bu çerçevede Anayasanın 101. maddesi, cumhurbaşkanının, kırk yaşını doldurmuş ve yüksek öğrenim yapmış Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri veya bu niteliklere ve milletvekili seçilme yeterliğine sahip Türk vatandaşları arasından, halk tarafından seçileceğini, görev süresinin beş yıl olduğunu ve bir kimsenin en fazla iki defa Cumhurbaşkanı seçilebileceğini hükme bağlamıştır. 101. madde ayrıca, cumhurbaşkanlığına Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri içinden veya Meclis dışından aday gösterilebilmesinin yirmi milletvekilinin yazılı teklifi ile mümkün olduğunu, ayrıca, en son yapılan milletvekili genel seçimlerinde geçerli oylar toplamı birlikte hesaplandığında yüzde onu geçen siyasi partilerin ortak aday gösterebileceklerini kabul etmiştir. 101. maddenin vurguladığı bir başka husus da cumhurbaşkanı seçilen kişinin, varsa partisi ile ilişiğinin kesileceği ve Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeliğinin sona ereceğidir. Anayasanın 101. Maddesinde belirtilen niteliklere sahip olan cumhurbaşkanının ne şekilde, hangi usule göre seçileceği hususu ise 102. maddede düzenlenmiştir. Buna göre, “Cumhurbaşkanı seçimi, Cumhurbaşkanının görev süresinin dolmasından önceki altmış gün içinde; makamın herhangi bir sebeple boşalması halinde ise boşalmayı takip eden altmış gün içinde tamamlanır. Genel oyla yapılacak seçimde, geçerli oyların salt çoğunluğunu alan aday Cumhurbaşkanı seçilmiş olur. İlk oylamada bu çoğunluk sağlanamazsa, bu oylamayı izleyen ikinci pazar günü ikinci oylama yapılır. Bu oylamaya, ilk oylamada en çok oy almış bulunan iki aday katılır ve geçerli oyların çoğunluğunu alan aday Cumhurbaşkanı seçilmiş olur. İkinci oylamaya katılmaya hak kazanan adaylardan birinin ölümü veya seçilme yeterliğini kaybetmesi halinde; ikinci oylama, boşalan adaylığın birinci oylamadaki sıraya göre ikame edilmesi suretiyle yapılır. İkinci oylamaya tek adayın kalması halinde, bu oylama referandum şeklinde yapılır. Aday, geçerli oyların çoğunluğunu aldığı takdirde Cumhurbaşkanı seçilmiş olur. Cumhurbaşkanı göreve başlayıncaya kadar görev süresi dolan Cumhurbaşkanının görevi devam eder. Cumhurbaşkanlığı seçimine ilişkin usul ve esaslar kanunla düzenlenir”. Bütün bu düzenlemeler çerçevesinde Türkiye’de cumhurbaşkanlığı kurumunun önemli bir değişiklik yaşadığını söylemek gerekir. Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesinin, zaten geniş yetkilere sahip olan cumhurbaşkanını sistem içinde daha da güçlü kılacağı açıktır. Ancak bu gücün uygulamada sistem değişikliğine yol açıp açmayacağı konusu tartışmalıdır. Nitekim sistemin, seçilen kişinin özelliklerine göre, yarı başkanlık rejimine, hatta fiilen başkanlık rejimine dönüşmeye açık hâle geldiğini vurgulayanlar bulunduğu gibi34, sistem değişikliğine varan, köklü bir farklılaşmaya yol açmayacağını ifade edenler de vardır. Bu bağlamda tarih bilinci, TEMMUZ’14 35 Kapak Konusu Özbudun, “Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesinin kabul edilmiş olmasının, 1982 Anayasasının cumhurbaşkanına tanıdığı geniş yetkilerle birlikte düşünüldüğünde, hükümet sistemimizi bir ölçüde yarı-başkanlık sistemine yakınlaştırdığını” belirtmekte, “ancak yine de cumhurbaşkanının Fransa’da olduğu gibi sistemin temel unsuru haline gelmiş olduğunun söylenemeyeceğini” vurgulamaktadır35. Kanımca da mevcut düzenleme, cumhurbaşkanını sistemin ana unsuru haline getirmemekte ve esaslı bir rejim değişikliğini ifade etmemektedir. Cumhurbaşkanını halk tarafından seçilecek olması ve aynı kişinin iki dönem seçilebilmesine imkan tanınmasının gündeme getirdiği bir diğer tartışma; bunun, cumhurbaşkanının “yansızlığı” ve “denge unsur” olması prensiplerinin terki anlamına gelip gelmeyeceği hususudur. Doğrusu, mevcut düzenlemenin siyasi partilerin doğrudan desteğini almayan birisinin cumhurbaşkanı seçilmesini neredeyse imkansız kıldığı açıktır. Ayrıca ikinci defa seçilme isteğinin cumhurbaşkanını siyasal hesaplar içine çekebileceği de söylenebilir. Ancak Özbudun’un da isabetle belirttiği gibi, tarafsızlık kanunlarla yaratılacak bir nitelik olmaktan ziyade bir zihniyet meselesidir. Nitekim siyaset kökenli olmayan bir görevinde şahsın tarafsız davranacağının garantisi olmadığı gibi, siyaset kökenli birisinin mutlaka partizan saiklerle hareket edeceği de varsayılamaz36. Kanımca cumhurbaşkanının siyasetin içinden gelmesi ve dolayısıyla siyasi pratiği iyi bilmesi gerekir. Tarafsızlık; görevin gereği, anayasanın emri ve cumhurbaşkanı yemininin en önemli ögesidir. Geçmişte aktif bir siyasal hareketin içinde bulunmamakla sağlanabilecek bir şey değildir. III-SONUÇ Parlamenter sistem çerçevesinde önemli olan, yürütmenin iki kanadından birisini oluşturan cumhurbaşkanının sorumsuz olması ve yetkilerini ancak başbakan veya ilgili bakanın karşı imzası ile kullanabilmesidir. Çünkü parlamenter sistemlerde devlet başkanı (cumhurbaşkanı), devletin başı sıfatıyla tarafsız bir hakem konumundadır. Devlet başkanının sorumsuz kılınması ve sorumluluk gerektiren işlerde yetkilerini başbakan veya ilgili bakanla birlikte kullanmasının nedeni budur. 36 TEMMUZ’14, tarih bilinci Bu bağlamda 1982 Anayasası da tıpkı 1924 ve 1961 Anayasaları gibi, temelde parlamenter sistemi benimsemiştir. Ancak anayasayı yapanların cumhurbaşkanına yükledikleri misyonun klasik parlamenter sistemle tam olarak bağdaşmadığı, bunun da cumhurbaşkanlığını bir vesayet makamı olarak kurgulama ihtiyacından kaynaklandığı söylenebilir. Gerçekten anayasa, cumhurbaşkanına, bir kısmı klasik parlamenter sistemi zorlayan yetkiler vermiş ve bu yetkiler cumhurbaşkanını sembolik olmaktan çıkarıp siyasal sistemin önemli bir unsuru haline getirmiştir. Cumhurbaşkanının, Anayasa Mahkemesi başta olmak üzere, yüksek yargı üyelerinin atanması konusundaki yetkileri, Devlet Denetleme Kurulu’na ilişkin yetkileri ile Yüksek Öğretim Kurumu mensuplarını belirleme hususundaki yetkileri ile kararnameler konusundaki rolü bu çerçevede altı çizilmesi gereken hususlardır. 1982 Anayasasının, verdiği yetkiler, zaten önemli görülen bu makamın cazibesinin artmasına neden olmuştur. Bu durum hem cumhurbaşkanı seçim süreçlerinde bunalımlar yaşanmasına yol açmış, hem de zaman zaman cumhurbaşkanıhükümet çatışması doğurmuştur. Özellikle Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde yaşanan sıkıntılar cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi usulünün kabulüne neden olmuştur. Kuşkusuz cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi demokratik meşruluk açısından çok önemlidir. Ancak yeni durumun bazı soruları beraberinde getirdiği de aşikardır. Bunlardan ilki, cumhurbaşkanının güçlenen konumunun, uygulamada sistem değişikliğine yol açıp açmayacağı sorusudur. Doğrusu cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesinin, zaten geniş yetkilere sahip olan cumhurbaşkanını sistem içinde daha da güçlü kılacağı açıktır. Ancak bu gücün uygulamada sistem değişikliğine yol açmayacağını, zira mevcut düzenlemenin cumhurbaşkanını sistemin ana unsuru haline getirmediğini vurgulamak gerekir. Cumhurbaşkanını halk tarafından seçilecek olması ve aynı kişinin iki dönem seçilebilmesine imkan tanınmasının gündeme getirdiği bir diğer soru, bunun, cumhurbaşkanının “yansızlığı” ve “denge unsur” olması prensiplerinin terki anlamına gelip gelmeyeceğidir. Doğrusu, mevcut düzenlemenin siyasi partilerin doğrudan desteğini almayan birisinin cumhurbaşkanı seçilmesini neredeyse imkansız kıldığı açıktır. Ayrıca ikinci defa seçilme isteğinin cumhurbaşkanını siyasal hesaplar içine çekebileceği de söylenebilir. Ancak tarafsızlık kanunlarla yaratılacak bir nitelik olmaktan ziyade bir zihniyet meselesidir. Tarafsızlık görevin gereği, anayasanın emri ve cumhurbaşkanı yemininin en önemli ögesidir, geçmişte aktif bir siyasal hareketin içinde bulunmamakla sağlanabilecek bir şey değildir. Türkiye’de devlet başkanlığı ile ilgili temel sorun, Kapak Konusu cumhurbaşkanının kim tarafından seçeceği ile alakalı değildir. Sorun, cumhurbaşkanlığı makamına atfedilen geleneksel vesayetçi misyon ve klasik parlamenter sistemle bağdaşmayan kimi yetkilerin varlığı sorunudur. Bu sorunlardan ilki daha ziyade bir siyasal kültür sorunudur ve cumhurbaşkanının halk tarafından seçilecek oluşunun bu sorunu ortadan kaldırabileceği söylenebilir. İkinci sorunun çözümü ise yapılacak bir anayasa değişikliği ile cumhurbaşkanının parlamenter sistemi zorlayan yetkilerine son verilmesine bağlıdır. Dipnot 1 2 İstanbul Şehir Üniversitesi Hukuk fakültesi Kemal Gözler, Devlet Başkanları: Bir karşılaştırmalı anayasa Hukuku İncelemesi, Ekin Y., Bursa 2001,s.3 Osmanlı Hanedanından kimin hükümdar olacağı 17. yüzyıla kadar kesin bir usule bağlanmamıştı. Bu çağdan itibaren hanedanın en yaşlı üyesinin hükümdar olacağı kuralı getirilmiştir. Bkz. Mehmet Akif Aydın, Türk Hukuk Tarihi, Beta Y., İstanbul, 1995, s.149 vd. 3 Recai Galip Okandan, Amme Hukukumuzun Anahatları, Fakülteler Matbaası, İstanbul, 1971, s. 23 vd. ; Toktamış Ateş, Osmanlı Toplumunun Siyasal Yapısı, Ümit Y., Ankara, 1994, s.161 vd. 4 Ateş, s.165 vd. 5 Okandan, Amme Hukukumuzun Anahatları, s. 25-26. 6 Okandan, Amme Hukukumuzun Anahatları, s. 27-28. 7 Senedin siyasal iktidar yapısına etkileri için bkz. Bülent Tanör, Osmanlı Türk Anayasal Gelişmeleri, Beta Y., İstanbul, 1992, s. 27-46; Okandan, Amme Hukukumuzun Anahatları, s. 36-58. 8 Tevfik Çavdar, Türkiye’nin Demokrasi Tarihi, 1839-1950, İmge Kitabevi., Ankara, 1995, s. 22-23; Fermenın içeriği için bkz. Tanör, Osmanlı Türk Anayasal Gelişmeleri, s. 64-68. 9 Tanör, Osmanlı Türk Anayasal Gelişmeleri, s. 66. 10 Anayasanın hak ve özgürlüklerle ilgili düzenlemeleri için bkz. Tanör, Osmanlı Türk Anayasal Gelişmeleri, s. 115-117. 11 Çavdar, Türkiye’nin Demokrasi Tarihi, 1839-1950, s. 43. 12 Değişiklikler için bkz. Tanör, Osmanlı Türk Anayasal Gelişmeleri, s. 155-156. 13 Ergun Özbudun, “Türkiye’de Siyasal Kültür ve Demokrasi,” in. Türkiye’de Demokrasi ve Siyasal Kültürün Gelişmesi, Yayına Hazırlayan: Hüsnü Erkan, TDV ve DEÜAİİTE Ortak Yayını, İzmir, 1990, s.65. 14 Okandan, Amme Hukukumuzun Anahatları, s. 65. 15 Ergun Özbudun, Türk Siyasal Hayatı, Editör: levent Kılıç, Anadolu Üniversitesi Yayınları, Eskişehir 2013, s.46. 16 Özbudun, Türk Siyasal Hayatı, s.46. 17 Bkz. Ergun Özbudun, Türk Anayasa Hukuku, Yetkin Y., Ankara 2012, s.31; 18 Kemal Gözler, Türk Anayasa Hukuku Dersleri, Ekin Y., Bursa 2007, s.36. 19 Ergun Özbudun, 1924 Anayasası, Bilgi Üniversitesi Y., İstanbul 2012, s.46. 20 Özbudun, Türk Anayasa Hukuku, s.44. 21 Bkz. Mustafa Erdoğan, Türkiye’de Anayasalar ve Siyaset, Liberte Y., Ankara 2011, s.124-126. 22 Özbudun, Türk Anayasa Hukuku, s.45. 23 Tevfik Çavdar, Türkiye’nin Demokrasi Tarihi, 1950-1995, İmge Kitabevi Y., Ankara 1996, s.117. 24 Faroz Ahmad, Demokrasi Sürecinde Türkiye, 1945-1980, Hil Y., İstanbul 1996, s.300-301. 25 Bülent Tanör/Necmi Yüzbaşıoğlu, 1982 Anayasasına Göre Türk Anayasa Hukuku, Beta Y., İstanbul 2009, s.307. 26 Tanör/Yüzbaşıoğlu, s.308. 27 Özbudun, Türk Anayasa Hukuku, s.69. 28 Özbudun, Türk Anayasa Hukuku, s.329. 29 Anayasa Mahkemesinin 2007/54 sayılı kararının değerlendirmesi için bkz. Kemal Başlar, Anayasa Mahkemesinin 367 Kararı Sonrası, www.anayasa.gen.tr/367karari.doc, Erişim Tarihi: 03.06.2014. 30 Erdoğan, s.238. 31 Özbudun, Türk Anayasa Hukuku, s.334. 32 Erdoğan, s.243-245. 33 Kemal Gözler, Cumhurbaşkanı-Hükümet Çatışması, Cumhurbaşkanı Kararnameleri İmzalamayı Reddedebilir mi?, http://www.anayasa.gen.tr/catisma.pdf, s.1. Erişim Tarihi: 03.06.2014. 34 Tanör/Yüzbaşıoğlu, s.312. 35 Özbudun, Türk Anayasa Hukuku, s.354. 36 Özbudun, Türk Anayasa hukuku, s.327. twitter_@nihatbulut tarih bilinci, TEMMUZ’14 37 Kapak Konusu Dr.Cemil Ertem Ekonomist - Yazar Cumhurbaşkanlığı Seçiminin Ekonomi-Politiği Giriş- Seçim ve Bir Model Tartışması Cumhurbaşkanlığı seçim süreci bir çok açıdan tarihi ve güncel politik ağırlığı olan zaman dilimi. Ancak bu zaman dilimi, aynı zamanda, Türkiye merkezli yeni bir dönüşümün başlangıcına da tekabül ediyor. Bütün bu süreçte Türkiye, siyasi alanda olduğu kadar ekonomide de çok önemli dönüşümleri gerçekleştiriyor. Bu dönüşümler, Türkiye’nin, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde Osmanlı’nın parçalanmasıyla uzaklaştırıldığı enerji ve pazar alanlarıyla yeniden buluşması ve buralarda sınırları değiştirecek bir siyasi irade ortaya çıkarmasıyla belirginleşiyor. Bu konuya daha sonraki başlıklarda değineceğiz ancak bütün bu süreçte, küresel ekonomiyi yönlendirenler, Türkiye’nin Avrupa ile birlikte küçülmesini ve Avrupa’dan çok daha hızlı büyüyerek, özellikle Almanya gibi Avrupa devletleri ile rekabet etmesini istemiyorlar. Bu çevrelerden ekonomide Türkiye ile ilgili gelen raporlara, açıklamalara baktığımızda çoğunlukla iki temel noktaya ısrarlı vurgu oldouğunu görüyoruz: Birincisi; Türkiye’de halen kırılganlığın yüksek olduğu vurgusu, ikincisi ise; 2014’ten başlayarak büyümenin yüzde 2 ile 3 arasında olması gerektiği… Örneğin IMF Türkiye’nin 2014 büyüme tahminini yüzde 3,5 tan, 2,3’e indirdi; IMF, hâlâ büyüme yüzde 4 ve üzeri olursa cari açık artar diye tutturmuş vaziyette. Nitekim, küresel finans raporu ile ilgili basın toplantısında Para ve Sermaye Piyasaları bölüm başkanı Matthew Jones, tam da yukarıda belirttiğimiz iki temel konuyu tekrar gündeme getirdi. İlk önce Türkiye’deki kırılganlık devam ediyor dedi, sonra da sözü cari açığa getirerek, enflasyon ve cari açığı zorlayacak riskli yüksek büyümeden vazgeçilmesi gerektiğini tavsiye etti. Halbuki, Türkiye’nin 2014 ilk çeyrek büyüme verileri ve diğer 38 TEMMUZ’14, tarih bilinci Kapak Konusu tüm göstergeler Türkiye’nin cari açığı azaltan sanayi ve ihracat bazlı ve yüzde 4 üzerinde büyüdüğünü bize gösteriyordu. Ancak, IMF kaynaklı bu açıklamaları önünüze koyun ve şu an küresel piyasaları yönlendiren bütün derecelendirme kuruluşlarının, banka ve finans kurumlarının raporlarına, aynı anda bakın aynı vurguları görürsünüz. Sizin siyasi ve ekonomik kırılganlığınız var; büyümeyi düşürün. İşte cumhurbaşkanlığı seçimi süreci Türkiye için bir ekonomik model tartışmasıyla birlikte gelmiştir bize göre. Bu model tartışması Başbakan’ın Merkez Bankası’nın, özellikle 17 Aralık’tan sonra uyguladığı yüksek faize dayanan para politikasına eleştiri olarak başlamıştır. Tabii ki büyümeyi, Türkiye gibi dinamik bir ülkede kısa yoldan düşürmenin en kestirme ve sonuç alıcı yolu; faizleri yüksek tutmak, hatta dünyada en yüksek reel faizi veren ülke olmak… Ama işin acı tarafı, artık ipliği pazara çıkan ve en bildik kaynak aktarma yöntemlerinden biri olan bu kandırmaca bizim bası- nımızda, akademide hatta ve hatta ekonomiyi yönlendiren kamu kurumlarımızda yaygın kabul görüyor. Eski Ezberler Öncelikle Türkiye’de büyüme artarsa, enflasyon ve cari açık artar yalanına gelelim. Bu sav tam da IMF’nin dayattığı ortodoks-neoliberal para ve maliye politikaları geçerli olursa doğruluğu olan bir savdır. Bu politikalar, gelişmekte olan ülkeler için şu ezberi tekrarlarlar: ‘Paranızın değerini, ancak kısa vadeli yüksek girişlerle korursunuz, bunun için de faizler daima ortalama sanayi karlılıklarından yüksek olmalıdır. Küresel tekelci yapılara bağlı tekel sistemi dışındaki KOBİ’lerin dış pazara dayalı denetimsiz ve hızlı büyümeleri yüksek fon ihtiyaçları ve kamusal alt yapı yatırımı taleplerini oluşturur bu da, enflasyonist ve açık artıran bir unsurdur.’ Gereksiz (!) altyapı yatırımları, kamuda ve sanayide iç talebi yukarı çekecek yüksek ücret ve banka sisteminin tekeller dışındaki sanayiyi fonlaması IMF’ci politikalar için yasaklar listesindedir. Hele hele beşeri sermayeyi yukarı çekecek sağlık ve eğitim harcamalarının bütçede artması kafası, neoliberal safsatalarla dolu bir ‘piyasacı’ için kıyametin erken habercisidir. Bundan dolayı siz bütün ekonomik dengelerinizi, kısa vadeli girişlerle açık kapatma ve bir kaç tekel üzerinden dışa açılma ve sanayileşme (!) üzerine oturtmuşsanız; tabii ki paranızın değerini, yüksek faizle kısa vadeli sermeye çekerek yukarıda tutacaksınız, tekelci yapıların içeride ara malı sanayiyi öldürüp ucuz kurdan ithalat yapmasını sağlayacaksınız, böylece ara malı ithaline bağlı açık vermek kaderiniz olduğu gibi, bunların dayattığı para ve maliye politikaları da vazgeçilmez, tek doğru amentü olacak. Ama bu tam da Türkiye’nin cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde ve sonrasında terk etmek zorunda olduğu bir model tartışmasıdır. Basit bir faiz ya da para politikası tartışması değildir. Peki Türkiye ne yapmalı? Kalkınma Bakanlığı’nın 10. Beş Yıllık Kalkınma Planı belgesine bakmak yararlı olabilir. Buradaki sanayi ve bilgi toplumuna geçiş başlıklarını hayata geçirmek doğrultusunda; Türkiye’nin tarih bilinci, TEMMUZ’14 39 ekonomi ile ilgili bütün kurumları, başta TCMB, eski Türkiye’ye hatta eski “dünyaya” ait olan politikalardan vazgeçmek durumunda bizce. Faizler, bu ülkede daima ortalama sanayi karlılıklarından aşağıda ve TL rekabetçi ve gerçek değerinde olmalı… Enerji yatırımları, girdi tedarikini ve ihracatı destekleyen altyapı yatırımları ve beşeri sermayeyi destekleyen eğitim, sağlık, ulaştırma ve diğer sosyal yatırımlar devam etmeli. Uzun vadeli küresel yatırımları çekecek yatırım ortamını iyileştiren reformlarını yapmalıyız. Ar-Ge getiren küresel yatırımları çeken ve Ar-Ge 40 TEMMUZ’14, tarih bilinci oranını GSYİH içinde yukarı tırmandıran adımlar da, açık olarak söyleyelim, cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra Türkiye’yi bekliyor. Siyasi Kırılganlık ve Demokrasi Gelelim şu siyasi kırılganlık meselesine; neredeymiş bu siyasi kırılganlık? Türkiye’nin doğusunda kirli bir savaş varken, altı ayda bir değişen, askerin postal sesini kapı arkasında bekleyen, asker düdük çalınca kapı arkasından fötr şapkasını alıp giden siyasetçiler ve koalisyon hükümetleri Kapak Konusu zamanında siyasi kırılganlıktan pek bahsetmiyorlardı şimdilerde siyasi kırılganlık diye tuttaran çevreler… Bütün bu süreçte Türkiye, hem içeride hem de bölgede demokrasiye bağlı bir siyasi istikrarın adımlarını atarken mi siyasi kırılganlık oluyor? Tam aksini söyleyebiliriz; Türkiye, tarihinin en sorunsuz ve en şaibesiz, vesayetten uzak cumhurbaşkanı seçimini yapacak. Halkın siyasi tercihleri ilk defa bu kadar yukarıya taşınıyor ve bu gerçek demokratik bir siyasi istikrardır. Ama siyasi istikrarı baskı ile oluşturmak isteyen Türkiye oligarşisisi, aynı zamanda, Orta Doğu’da bitmek bilmeyen savaşlara ve yoksulluğa da yol açtı. Türkiye, GAP’ı bile bu amaçla yaptı. Yani Dicle ve Fırat’ın önünü kesmek için yaptı. GAP, ancak 2008 Eylem Planı ile bir kalkınma projesine dönüştü. Bu süreç aynı zamanda, sıkışmış, saldırgan ve Batı’nın savaş çıkarmak için kullandığı bir İsrail’i doğurdu. Bakın şimdi İsrail, Doğu Akdeniz’de, kanıtlanmış enerji kaynaklarına ulaştı. İsrail’in de, Kürtlerin yaptığını yapmaktan başka çaresi yoktur. Yani Türkiye ile anlaşacak, Güney Gaz Koridoru’na dahil olacak ve Orta Doğu halklarıyla barışacak.Türkiye ve bölge halkları, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde ellerinden alınanları geri alıyorlar. Bu da yeni bir dönem ve yeni bir başlangıç demek. Çember kırıldı. 2008’de Başbakan’ın ısrarı ile başlayan, GAP Eylem Planı ve IMF ile 20. stand by anlaşmasının yapılmaması ile kendini gösteren büyük kırılma, küresel krizin de etkisiyle, pek su yüzüne çıkmadı. AK Parti iktidarları, para politikası tarafında, geleneksel neoliberal politikaları ‘enflasyon hedeflemesi’ denen çerçevede yürütmeye çalışırken, maliye politikalarında da, bütçe disiplinini öne çıkartan ve kamunun borçlanma gereğini düşürüp, faiz oranlarını böylece aşağıya çekmeye çalışan yolda köklü değişikliğe gitmediler. Ekonomide Değişim Başlıyor Ancak 20 0’dan başlayarak Derviş’in, ortodoks IMF politikalarının katı bir versiyonu olan ‘Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı’ delinmeye başladı. Özellikle Merkez Bankası’nda Durmuş Yılmaz dönemi son- rası Merkez Bankası, yalnız fiyat istikrarını, finansal piyasaların istikararı ile sınırlı görmeyen, yeni ve faiz dışında da elindeki araçları çok yönlü kullanan bir patikaya geçti. Ancak bu patika, Erdoğan’ın eleştirdiği ana yoldan kesin bir çıkış içermiyordu. Öte yandan maliye politikası tarafında da Türkiye, bütçeden, beşeri sermayeyi öne çıkartacak eğitim, sağlık gibi alanlara daha fazla pay ayırmaya başlamıştı. Tabii özellikle 3. Dönem AK Parti iktidarı, hem anti-tekel düzenlemelerle ve Rekabet Kurumu, EPDK gibi kurumları çalıştıracak adımları attı hem de Türkiye’nin ihracatını sanayi yönlü yukarı çekecek altyapı yatırımlarına hız verdi. Açılması sobotaj nedeniyle geciken hızlı tren hatları, metrolar, limanlar, duble yollar, havalimanları, üniversiteler ve üniversite hastaneleri, bu yatırımlara örnektir. Erdoğan yalnız faizin bir düzenleme aracı olarak kullanıldığı para politikasının, yalnız finansal alanlardan başlayan ve hizmet sektörüyle devam edip ancak inşaat gibi alanları büyüten kısır bir ekonomi döngüsü olduğunu biliyordu ve burada acil makas değişikliği talep ediyordu. Başbakan’ın eleştirdiği şu enflasyon hedeflemesinden örnek verelim: Türkiye gibi ülkeler, krizlere neden olan doksanlı yıllarda ve 2001 krizine giden yolda, İsrail Merkez Bankası eski Başkanı Stanley Fischer’in teorisine katkı yaptığı, gevşek sabit kur rejimi uygulamışlardır. Aslında ‘sürünen parite’ denen bu kur rejiminde, Merkez Bankaları, enflasyon hedeflemesi adı altında, fiyat istikrarı için örtülü bir kur hedeflemesi de yapıyorlardı. Bu da genellikle yerli parayı değerli tutma şeklinde oluyordu. Enflasyon hedeflemesi aslında bir nevi kur hedeflemesidir ve faizin tek silah olduğu, dışarıya faiz yoluyla en çok kaynağı aktarmanın modelidir ve doksanlı yıllarda ortaya atılan Washington Uzlaşısı’nın en ciddi para politikası aracı olarak da ün yapmıştır. Şimdi doksanlı yıllardaki bütün gelişmekte olan ülke krizlerine ve Türkiye’deki 1994-2001 krizlerine bakın; bunların arkasında iki önemli ‘Fischer-IMF’ dolandırıcılığı’ olduğunu göreceksiniz. Birincisi bu ülke- tarih bilinci, TEMMUZ’14 41 Kapak Konusu lerde, bir serbest piyasa altyapısı, hukuku ve bunun düzenleyici kurumları oluşmadan denetimsiz finansal ‘serbestlik’ (!) aşılanmıştır. İkincisi de kur rejimleri, bu ülkelerin sanayisini öldürecek ve Batı’nın fabrikası olan Çin’e bu ülkeleri mahkum edecek şekilde ara kur rejimleri olarak dizayn edilmiştir. Bütün bu dönemde Çin, parasının değerini düşük tutarken, Fischer ve IMF gibilerini rehber edinen Türkiye, Meksika, Arjantin, Brezilya, Rusya gibiler değerli yerli para hedeflemesi yapmışlar ve faizleri yüksek tutmuşlardır. Dolayısıyla bu ülkelerde ‘dış ticarete konu olan mallar’ ekonomisi -tam olarak- gelişmemiş ancak doğal kaynakları yerinde olan Rusya gibi ülkeler geçici olarak ‘durumu’ kurtarmıştır. İşte bizim bu çalışmada Erdoğan Ekonomisi olarak nitelendirdiğimiz olgu tam da bu durumun aşılmasıdır. Tabii burada, Erdoğan’ın aşmamız lazım dediği, yüksek faiz-enflasyon sarmalı, Türkiye’nin dışarıya kaynak aktarmasını sağlayan en önemli mekanizmalardan birisi idi. Yüksek faiz, yalnızca finansal maliyet açısından enflasyon nedeni değildir, yüksek faiz sanayi, istihdam açan yatırımları öldürdüğü için, ithalata-borca dayalı bir tüketim-israf ekonomisinin yolunu açar ve enflasyonu kronik hale getirir; tabii bir müddet sonra, bu durum işsizlikle birleşir ve bizim stagflasyon dediğimiz yüksek işsizlik, yüksek enflasyon görüntüsüne yol açar ki, bu sürekli kriz halidir. Tam burada Başbakan o gün, yani tarihsel bir ironi olarak da tarihe geçecek o 27 Mayıs 2014 günü partisinin grup toplantısında kürsüden tam şunu diyordu Merkez Bankası’na: ‘Siz ne yapıyorsunuz arkadaş, farkında mısız’ Esasında buradaki eleştiri, Erdem Başçı ve ekibine değildi o gün; Başbakan, onların önlerindeki kanunu ve yazılı ya da yazılı olmayan –bir gelenek olarak da 1940’lı yılların sonundan bugünlere gelmiş- protokolleri uygulamakta görevli memurlar olduğunu biliyordu. Üstelik ellerinin altındaki teorik iktisat araçları da, çok kısıtlı. Keynes iktisadı ve neoliberal iktisat karışımı iktisat teorisi hala geçilmez bir çemberdi. Ancak bundan öte bu kısır döngünün ekonomik sonucu sürekli kriz hali olduğu gibi, siyasi sonucu da sürekli siyasi iradesi elinden alınmıy bir halktır. Yani 42 TEMMUZ’14, tarih bilinci sürgit darbe ya da örtülü darbe düzeniydi ve bunun da Erdoğan farkındaydı. Bölgesel Güç Arayışları Hemen 2001 krizinden başlayarak… Erdoğan dönemi ekonomi, aslında bir yerden sonra Türkiye’nin bölgesel bir güç olması arayışlarını da içerir. Bu bakımdan bu dönemde, değişen dış politika çerçevesine özellikle Davutoğlu döneminde belirginleşen dış politika yoluna da, Türkiye’nin bölgesinde yaptığı enerji anlaşmaları ve sermaye ihracı çerçevesinde değineceğiz. Enerji Entegrasyonu Türkiye’de çözüm süreci bütün provokasyonlara rağmen devam etti bu süreçte ama çözüm süreci aynı zamanda Türkiye’nin kendi doğusu ile ekonomik olarak buluşması anlamına da geliyordu. Türkiye, ekonomide özellikle TCMB eliyle yeni bir yola girmeye çalışıyordu. Bütün bu süreci, taçlandıran en önemli gelişmede Güney Gaz Koridoru idi... Güney Gaz Koridoru, Doğu ile Batı’yı Türkiye üzerinden birleştirecek ve Yeni İpek Yolu Projesi’ni enerji tarafından tamamlaycak 21. yüzyılın, en büyük enerji projelerinden birisidir bizce. Bakü’de Azerbaycan’dan Gürcistan’a ve oradan İtalya’ya uzanacak (SCP, TANAP ve TAP) projeleriyle ilgili startı veren imzalar bu süreçte atıldı. Bu projeler Güney Gaz Koridoru’nun gerçekleşmesi ve Avrasya’nın gerçek anlamıyla ortaya çıkması -bütünleşmesi- anlamına geliyordu. Çünkü Şah Deniz ikinci fazının hayata geçmesi ile Azerbaycan, Gürcistan, Türkiye, Yunanistan, Bulgaristan ve İtalya ekonomileri enerjiden başlayan bir entegrasyon sürecine de giriyorlardı. İşte tam da bu anlaşmanın imzalandığı saatlerde Başbakan Erdoğan, Avrupa’yla olan vize meselesinin aşılacağını anlatıyor ve ‘Ben AB sürecini cebimde taşıyorum, Türkiye kararlıdır.’ diyordu. Bu vurgu, Türkiye’nin iddia edildiği gibi, bir “eksen” kayması içinde olmadığını ancak artık kendi batısı kadar kendi doğusuna da döneceğini bize anlatıyordu. Bütün bunların bu süreçte tarihsel olarak şu karşılığı Kapak Konusu vardı: Yıllardır siyasi ayrılıklar, çekişmeler sonucunda çok önemli ekonomik zorluklar yaşayan bölge ülkelerinin bu makus talihinin son bulması demek. Avrasya Bölgesi’nde gerçek anlamda piyasa ekonomisinin ve onun demokrasisinin de adımlarının atılması ve bütün bu bölgede neocon çetelerinin, diktatörlüklerin, bir daha geri gelmemek üzere son bulması demek. Azerbaycan ve Türkiye’nin çok önemli katkılarıyla gerçekleşen ve ihtiva ettiği rakamsal büyüklükten çok daha fazla tarihi ve ekonomik, siyasal ağırlıklar taşıyan Güney Gaz Koridoru, barışın, refahın ve gerçek anlamda bütünleşmenin en önemli ve tarihi adımlarından birisiydi. Tabii Güney Gaz Koridoru projesine siz Türkiye’nin K. Irak (Kürdistan Bölge Yönetimi) ile yaptığı enerji anlaşmaları ve daha önemlisi Güney Gaz Koridoru’na zorunlu olarak İran hatta İsrail’in eklemlenmesi gerçeğini de ekleyin. Bu, yeni bir Türkiye, yeni bir Ortadoğu hatta yeni bir dünyadır. Erdoğan’ın Adaylığı ve Üç Temel Yönelimi Başbakan Erdoğan’ın cumhurbaşkanı adayı olması ve seçilmesi, bize göre, ekonomik olarak Türkiye’yi olumlu etkileyecek bir gelişmedir. Ancak bu da bir yere kadar önemlidir; örneğin Erdoğan etkin bir icracı olarak partinin başında devam eder ve onun politik çizgisini takip edecek bir cumhurbaşkanı da olabilir. Çünkü halkın seçtiği bir cumhurbaşkanı gücünü tereddütsüz kullanacaktır. Zaten Başbakan bunu, “Ben seçilirsem yetkilerimi tam kullanırım.” diyerek belirtmiştir de. Burada önemli olan Türkiye’nin bu seçimrden sonra hızla başkanlık sistemine gidecek yolları açması ve bu doğrultuda bir Anayasa değişikliği yapmasıdır. Bu politik hat, özellikle 2008’de başlayan ancak Ak Parti’nin 3. dönem iktidarı ile belirginleşen ve Erdoğan’da somutlanan üç temel yönelim ile ortaya çıkmıştır. Şimdi bu üç temel yönelim, cumhurbaşkanlığı seçiminde ortaya çıkarsa bu, 2015 seçimlerinin sonuçlarını bile gölgede bırakacak bir belirginliktir. Çünkü Erdoğan’ın üç temel ve vazgeçemeyeceği yönelimi var ki, bunlar; onu var eden, ona desteği sağlayan yönelimlerdir. Birincisi; Kürt barışı, yani çözüm sürecidir; Erdoğan’ın ya da onun politik hattını takip edecek bir adayın, cumhurbaşkanı olması, yasal düzenlemerle bu sürecin kalıcılaşmasına büyük katkı yapacaktır. İkincisi; Türkiye’nin yapıcı ve barışa dönük yeni bölgesel dış politikasıdır. Özellikle Rusya’nın Kırım ilhakinden sonra bu politika, Batı tarafından da anlaşılmaya başlanmıştır. Bu politikaya bağlı olarak enerji yatırımları ve Pasifik’ten gelen transit yol geçişleri Erdoğan’la belirginleşen ve sınır değiştirecek önemde gelişmelerdir. Ve nihayet ekonomide, bir avuç tekel ve bunların dayandığı küresel egemen sistem lehine çalışan yerleşik sistemin bitirilmesi; buna bağlı olarak yeni rekabetçi, dışa açık ve benim yukarıda anlattığım kalkınma persfektifinin bunun yerine geçmesi… İşte bu üç temel Erdoğan yönelimi, halkın seçtiği bir cumhurbaşkanlığı müsessesi ile kalıcılaşabilir ve bu da yalnız Türkiye’de değil, bölgede de demokratik siyasi istikar demektir. Şimdi biz bu üç temel yönelimi anlatalım. Çözüm Süreci ve Ekonomi Türkiye aslında çözüm süreci ve Kürt Barışı’na geçişe 2008 yılında GAP Eylem Planı ile başladı. Bu tarihte IMF ile 20. stand-by anlaşmasının imzalanmaması ve GAP Eylem Planı bize hem bu günleri anlatıyor hem de Erdoğan’ın, tam da cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde belirginleşen yeni yolunun işaretlerini veriyordu. Öte yandan Türkiye’nin K.Irak enerji alanlarına ulaşması ve Kürt yönetimi ile uzun vadeli enerji anlaşmaları yapması çözüm sürecinden ayrı değerlendirilemez. Bölgenin Sınırları Değişiyor Bütün savaş baronlarının, Rusya’nın, Almanya’nın ve de ‘Büyük’ Britanya’nın karşı çıktığı, İran’ın ve de İsrail’in olmaması için her türlü yolu denedikleri anlaşmayı Türkiye, 2013’ün Kasım ayında K. Irak Kürt Yönetimi ile imzalıyordu. Türkiye ve K. Irak Kürt Yönetimi arasında, tarihi ve güncel önemi çok büyük K.Irak enerji kaynaklarını, dünya pazarlarına kazandıracak anlaşma bize göre Türkiye merkezli yeni bir birliğin ilk imzası idi aslında. tarih bilinci, TEMMUZ’14 43 Kapak Konusu Bu anlaşmayla, başlangıçta yılda 10 milyar metreküp doğalgaz akışının sağlanacağı boru hattı 20 milyar metreküpe kadar çıkacak. Bu, Türkiye’nin yıllık gaz tüketiminin yarısına yakın bir büyüklük demek. Ayrıca, K.Irak petrol ihracı günlük 2 milyar varile kadar çıkabilecek ve K. Irak petrol hattı, Aralık ayından itibaren, Kerkük-Ceyhan’a da bağlandığı takdirde 700 bin varile ulaşacak ve ikinci hatta, bu hattın 700 bin varille tam kapasiteye ulaşmasından sonra devreye girecek. 2013 yılının Mart ayında Hükümet, hem torba yasa ile enerji piyasasını düzenleyen kanunları çıkartıyor, hem de bunlara ve sürece eşlik edecek petrol kanununu Meclis’ten geçiriyordu. O günlerde Ceyhan’ın tıpkı Nymex, Brent gibi bir enerji fiyatı markası olabileceğini söylemiştik: ‘Bugün Kuzey Irak Kürt Bölgesi’nde yaklaşık 45 milyar varillik petrol rezervi olduğu hesaplanıyor. Kuzey Irak’ta tahmin edilen doğalgaz miktarı ise 3,2 trilyon metreküp, yani Türkiye’nin gaz ihtiyacını 300 yıl karşılayabilecek büyüklükte. Öte yandan bu enerji hatlarının Bakü-Hazar enerji hatlarıyla birleşip Avrupa içlerine kadar gideceğini söyleyelim. Yani bırakın Irak’ın güneyini, yalnız Kuzey Irak, Azerbaycan, Hazar enerji hatları bile yeni bir Türkiye, yeni bir Orta Doğu ve sonrasında yeni bir dünya doğurur.’ (Anadolu Ajansı, 6/03/2013) Bu aynı zamanda, yeni bir ekonominin hem fiyat hem de arz olarak ortaya çıkması demekti. Ceyhan’ın, hem Hazar hem de K.Irak kaynakları ile devreye girmesine parelel olarak, Türkiye’de enerji borsası da devreye girecek ve enerji fiyatlamasındaki tekel ve buna bağlı şişkinlik ortadan kalkacak. Türkiye, en yakın piyasa olduğu için, Genova piyasasını esas alıyor. Bu piyasanın, artık iki önemli sorunu var Türkiye açısından. Birincisi; bu piyasa, krizle birlikte ekonomik saiklerden ziyade siyasi ve spekülatif kısa vadeli yönlendirmelerin yoğun etkisi altında... Örneğin Türkiye’deki rafineri bu piyasada düşen bir fiyatı beş gün içinde yeniden, aynı doğrultuda, fiyatlamak zorunda... Ancak bırakın beş günü beş saat içinde bile fiyat yeniden yukarı çıkabiliyor. Çünkü fiyatı, çok uzun süreden 44 TEMMUZ’14, tarih bilinci beri arz-talep dengesi belirlemiyor. Burada fiyatı belirleyen tekellerin uzun vadeli planları ve günlük siyasi gelişmelerden yararlanan spekülatörler. Böyle olunca, Türkiye’deki rafineri aşağı yönlü fiyat olduğu zaman son güne kadar bekliyor, nasılsa yukarı çıkar diye... Ancak yukarı yönlü fiyatlama olduğu zaman bu tabii ki böyle olmuyor. Burada tabii ki küçük ve anlık fiyat değişimlerinden bahsetmiyorum. Hatırı sayılacak iniş ve çıkışlardan bahsediyorum. Bugün bu piyasada ekonomik rasyonalite ve derinlikten bahsedemeyiz. Böyle olunca, hem K.Irak kaynaklarını hem de Hazar kaynaklarını Akdeniz’e getiren ve Güney Gaz Koridoru ile de Avrupa’ya götüren Türkiye’nin bu spekülatif piyasaya-artık- mahkum olacağı düşünülemez. İşte enerji borsası, tam böyle bir projedir ve Akdeniz Çanağı’ndaki enerji fiyatlamasını arz yönü olarak ve doğru olarak yeniden belirlemenin ilk adımıdır. Bugün Genova piyasası ve Brent petrol fiyatları arz ve talep yönlü belirlenmiyor. Türkiye’nin K. Irak’la yaptığı bu anlaşmadan sonra Akdeniz Çanağı enerji fiyatlamasında, arz odaklı, yeni bir dönem başlıyordu bu adımlarla. Bu adımlar bize aslında halkın seçtiği bir cumhurbaşkanı ile kalıcılaşacak yeni bir dönemin başlangıcını da anlatıyordu. İşte bu başlangıç, bize göre, yalnız ekonomik ve finansal bir başlangıç değildir. Siyasi olarak da yeni bir dönemi anlatır bize. Tarihsel Arka Plan Musul’un ve Mezopotamya’daki petrol bölgelerinin işgali, İngiliz Deniz Kuvvetleri’nin petrol uzmanı Oramiral Edmon Slade’in 29.7.1918 tarihli raporuna dayanır. İşte bu rapordan sonra hemen Mondros’a dayanarak (30 Ekim 1918) İngilizler Musul’a girmişlerdir. İşin bundan sonrası Lozan, Ankara anlaşması ve Türkiye’nin bu anlaşmaya bağlı olarak Irak petrol gelirlerinden alacağı meseleleri, Britanya’nın (Batı’nın) çıkarları doğrultusunda gerçekleşmiştir. Buraya, ikinci savaştan sonra ABD dahil olmuş, ancak, bu kaynaklar, gerçek anlamıyla, Rusya ve Kara Avrupa’sı dengeleri de gözetildiği için, hiç bir zaman ortaya çıkarılıp doğru dürüst ticarileştirilmemiştir. Enerji arzı, Batı’nın denetiminde ve belli dengeler Kapak Konusu gözetilerek, Rusya ve Suudi Arabistan merkezli yürütülmüştür. Örneğin OPEC’te, İran dahil olmak üzere, Batı’dan bağımsız davranan hiç bir ülke belirleyici olamamıştır. İran’da 1979’dan sonra, yani devrimden sonra, Batı’nın istediğini yapmış ve rafinirelerini rekabet edecek şekilde yenilememiştir. Aslında bu, hem İran’ın hem de Batı’nın işine geliyordu. İran burada dışa açılmayı seçseydi, ülke dışa açılacak ve zenginleşecekti. Bu da İran’da gerilime dayanan tekelci bürokratik molla diktasının sonu demekti. Batı’da, tıpkı Baas diktatörlüğü altındaki Irak gibi, İran’daki bu enerji kaynaklarının yukarı çıkmasını istemedi. Öte yandan Sovyet Rusya ve sonrasında gelen oligark diktatörlük de, Türkmenistan ve özellikle Azerbaycan -Hazar- kaynaklarınının dünyalaşmasını önledi. Türkiye’de ise Kemalist rejim ve onu takip eden askeri vesayet diktaları, Türkiye’nin, K.Irak, Kafkasya ve Halep-Lazkiye ekonomileri ile bütünleşmesini önlediler. İşte Türkiye, özellikle 3. Dönem AK Parti iktidarında bunu yaptı. Yani Türkiye, tam bu dönemde, Osmanlı’nın parçalanması sonrası terk etmek zorunda kaldığı tüm enerji ve pazar alanlarına dönüyordu. Cumhurbaşkanlığı Seçimi ve 3. Dönem AK-Parti, 3. dönem iktidarına 12 Haziran 2011’de başlamıştı. Başbakan Erdoğan, seçim sonuçlarının belli olduğu gece AK Parti Genel Merkezi’nden yaptığı balkon konuşmasına yalnız Türkiye’ye selam vererek başlamamıştı, Avrupa’dan, Orta Doğu’ya ve Afrika’ya kadar, eskiden Osmanlı egemenliğinde olan, tüm İslam coğrafyasına da selam göndermişti. Sonra Eylül ayında Başbakan Orta Doğu turuna çıkmıştı. Erdoğan’a Orta Doğu’da çok büyük bir ilgi vardı ve hem Türkiye hem de Erdoğan bu coğrafyada yeni bir başlangıcın simgesi olarak görülüyor ve Arap Baharı’nı sürükleyen siyasi hareketler, Türkiye’ye de bakarak kalıcı bir değişiminin nihayet gelmekte olduğunu görüyorlardı. Arap Baharı rüzgarı ile birlikte Orta Doğu, dünya medyasında Türkiye ile birlikte anlatılmaya başlanmıştı o tarihlerde… Erdoğan’ın Libya’dan, Lübnan’a kadar olan ziyaretlerinin etkilerini bizdeki malum medya görmemeye çalışsa da Batı medyası bunu, endişeli de olsa, görüyordu. Aslında batı medyasının büyük bir bölümü, Türkiye’nin Orta Doğu’da öne çıkmasını, ‘bakın Türkiye bölgenin kaymağını yiyecek, biz geç kalıyoruz’ arka planı ile veriyordu o günlerde… Nitekim Sarkozy’nin apar topar, Erdoğan’dan önce, Libya’ya kapağı atması bu yayınların, belli ölçüde amacına ulaştığını gösteriyor ve zaten Sarkozy de dedesi De Gaulle’u aratmayacak Libya hamlelerini yapmaya başlıyordu. Tam o tarihlerde Libya Ulusal Geçiş Konseyi Başkanı Abdülcelil, Libya’nın yeni yönetim biçiminin demokratik şeriat olacağını söylüyor ve Mısır’da ilk seçimlerde işbaşına gelme ihtimali hayli güçlü olan İhvan ise öyle laiklikle falan alakalarının olmadığını, İslami bir yönetim biçiminin Mısır için en uygun yol olacağını belirttiyor ve bu söylemler, Suriye muhalefeti için de politik bir yol oluyordu. Tunus’da ise iktidarın en güçlü adayı Hizb-al Nahda’nın başındaki Raşid Al Gannuşi’nin Müslüman Kardeşler (İhvan) geleneğini oluşturan Seyyid Kutub’un fikirlerini kendisine bayrak edinmişti. Bu gelenek, İslam’ın bir barış ve adalet dini olduğundan hareketle; bunu bu coğrafyada ve giderek dünyada (ümmet) gerçekleştirmeye yönelik yeni bir siyaset (demokrasi) oluşturma çabasındaydı ve Türkiye’nin Erdoğan liderliğinde güçlenmesi bütün bu büyük değişime güç veriyordu ve bu değişimin yol haritasını oluşturuyordu. 2010 referandumundan ve 2011 seçimlerinden güçlenerek çıkan Erdoğan, bize göre, işte bu tarihlerde yol haritasını tamamen değiştirdi. Aslında bu değişimin öncüsü, 2008 yılında IMF ile ilişkilerin kesilmesi ve Türkiye’nin kendisine ulus sınırlarını aşan yeni bir ekonomi politikası seçme iradesi göstermesi idi. İşte aynı günlerde, GAP Eylem Planı ile Türkiye ‘çözüm sürecine’ başlıyordu aslında. Yukarıda özetlediğimiz ve büyük ihtimalle cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra devam edecek olan süreç tam bu tarihlerde başlamıştı. tarih bilinci, TEMMUZ’14 45 Kapak Konusu Tam bu tarihlerde Türkiye’de, tam şimdilerde görmeye başladığımız, büyük ayrışma başlamıştı. 2010 referandumuna kadar Erdoğan’a destek veren ve iktidar-örtülü- koalisyonu içinde yer alan Batı referanslı güç ve yapılar, Arap Baharı’na bağlı olarak Türkiye’nin bölgesel güç olma ve buna bağlı yeni bir birlik oluşturma stratejisini sezdiler ve 2011 seçimleri sürecinde ve hemen sonrasında, bu stratejinin simgesi olan Erdoğan’a yönelik karalama kampanyası ile birlikte büyük kopuş başladı. Çünkü Erdoğan ve çevresi, Lozan’la birlikte sınırları çizilen Türkiye’nin dışına çıkmaya başlamıştı. Kendilerini ‘liberal’ olarak anlatan ama aslında oligarşinin batıcı ve seçkinci kanadının ideologluğuna soyunan kesim, ilk olarak yüksek sesle muhalefet yapmaya başladı. Bu muhalefetin etkisinin çok güçlü olacağı ve Erdoğan’a karşı başarılı olamayan ulusalcı-Kemalist muhalefetin yerine geçerek, Kürt hareketi ve sol tarafla da birleşeceği hesapları yapılıyordu; çünkü bu kesim, o ana kadar Türkiye’nin Kemalizm dışına taşan ‘resmi’ Batıcı-laik ideolojisini yapan, üreten kesimdi. Devlet içinde, bütün stratejik devlet birimlerine parelel örgütlenen uluslararası yapı ile de bu kesim, resmi-liberal ideolojide buluşuyordu. Bunlara göre, Arap Baharı ya da demokrasisi, kabile ve aşiret toplumu düzeyini aşamamış ‘Arapların’ işi olamazdı. Başta Mısır’da İhvan’ın işbaşına gelmesi olmak üzere, bütün bu coğrafyada İslami demokratik dönüşümler, esasında yeni ‘şeriatçı’ diktatörlüklere dönüşecekti ve Türkiye’de aslında Erdoğan ile bu yola gidiyordu. Bir Batı ‘Amentüsü’ Bu bakış açısı, aslında 17 Aralık sürecini tezgahlayan örgütün ve onun medyasının da Washington ve Londra merkezli düşünce kuruluşlarından devşirdiği ve bir amentü olarak yaydığı muhalefet çizgisi idi. Bu çizgi, içeride kesif bir Erdoğan düşmanlığı ile laik-Kemalist cephe ile buluşurken dışarıda CNN gibi kuruluşların bayraktarlığını yaptığı, ‘Araplar, Türkler, Kürtler bu coğrafyada ‘demokrasi’ falan kuramaz, hele İslam referansı ile bu hiç olmaz.’ cümlesine sığan ırkçı ve İslomofobik siyasi çizgi ve onun ideolojik cephesi ile çakışıyordu. İşte bugün bu ideolojik-politik hakimiyet, sefil duruma düşürek tarih oluyor. Çok açık olan Irak IŞİD saldırısının nedenlerini ve giderek Orta Doğu coğrafyasında olup bitenleri bile göremeyecek duruma düşen bu ideoloji üreticilerinin dayandıkları ideolojik aygıtlar çöktü çünkü. Sahici olan ise şudur; AK-Parti’nin 3. dönemi ile başlayan ve Orta Doğu’da-sancılı da olsa – demokratik bir İslami çıkışla buluşan yeni bir dönem var bugün karşımızda. Bu yeni dönem, yalnız konjoktürel bir değişimi bize anlatmıyor, köklü, yapısal-Batı paradigması dışındayeni bir düzen arayışı aynı zamanda bu… Şimdi bu arayış ve mücadele, Türkiye’de cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde, iktidar partisi-muhalefet arasında bir güç çekişmesi olarak değil, Erdoğan ile AK-Parti’nin ‘eski’ ve eski Türkiye’ye ait olan ‘ortakları’(!) arasında geçecek. Ve hiç şüphesiz bu, Orta Doğu coğrafyasında, Irak bölgesinin -artık ülkesinin değil- yeniden siyasi şekillenmesi, Orta Doğu’nun yeni sınırları ve yeni devletlerin ortaya çıkması olarak kendisini gösterecek. Evet, tam üç yıl önceye gidelim, Başbakan’ın balkon konuşmasındaki Orta Doğu ve İslam dünyası vurgusuna ve arkasından, aynı yılın eylül ayında Başbakan’ın yaptığı Orta Doğu gezisindeki mesajlara ve bu geziye Orta Doğu ülkelerinden, İslam coğrafyasından ve Batı’dan gelen tepkilere bakalım… Tam bu günleri, 17 Aralık’tan IŞİD saldırısına kadar olan bütün siyasi gelişmeleri, neden ve sonuçlarıyla çözebilmek için bütün bunlar bize göre çok önemli ip uçlarıdır. Sonuç olarak; işte buna bağlı olarak, bu sürecin sonunda Erdoğan cumhurbaşkanı olsa bile, bu cumhurbaşkanlığı, bize başkanlık sistemine gidecek bu yolu açmazsa ve bu makam, Erdoğan’a şimdikinden daha az etkin bir siyasi alan verirse, Türkiye kaybeder. twitter_@cemilertem 46 TEMMUZ’14, tarih bilinci Arşiv Dosyası Dr. Önder Bayır Osmanlı Arşivleri Daire Başkanı Arşiv Belgelerine Göre Osmanlı’da Ramazan Osmanlı Arşivi’nin Önemi Arşivler, devletin ve fertlerin haklarını ve milletlerarası münasebetleri belgeler ve korurlar. Bir konuyu aydınlatmaya ve tespite yararlar; ait olduğu devrin örf ve âdetlerini, sosyal yapısını, meselelerini ve bunlar arasındaki münasebetleri ortaya koyarlar. Arşivler aynı zamanda milletlerin toplumsal ve kültürel tarihlerinin ortaya çıkması bakımından da büyük önem arz etmektedir. Bu belgeler, ait oldukları kültür ve medeniyetin diğer kültür ve medeniyetler ile tarih sahnesindeki irtibatı ve konumunu belirleyen unsurların da başında gelmektedir. Devletimiz, arşiv malzemesi bakımından çok büyük bir zenginliğe sahiptir ve Osmanlı Devleti’nden devralınan büyük mirasla, bugün dünyanın en zengin arşiv potansiyeline sahip sayılı ülkelerden birisi durumundadır. Üç kıta üzerinde, çok geniş bir coğrafyada ve altı yüz seneyi aşkın bir zaman diliminde hükümrân olmuş ve çeşitli milletleri bünyesinde barındırmış olan Osmanlı Devleti›nden, Türkiye Cumhuriyeti›ne intikal etmiş zengin arşiv malzemesi yalnız Türkiye›nin değil, bugün müstakil devlet kurmuş çeşitli milletlerin millî ve ortak tarihlerinin tespitinde ve yazılmasında başvurulacak otantik değerdeki tek kaynaktırlar. Özellikle bütün Balkan, Akdeniz, Kuzey Afrika ve Arap ülkelerine âit ilk elden tarihî kaynaklar Osmanlı Arşivlerindedir. Osmanlı Arşivi bugün Osmanlı hinterlandında müstakil devletler olan 40’a yakın Orta ve Yakın Doğu, Balkan, Akdeniz, Kuzey Afrika ve Arap ülkesinin kültür, iktisat ve siyasî tarihlerinin gün ışığına çıkarılmasında, milletlerarası hakların ispatı ve korunmasında, ayrıca vatandaş haklarının hukukî mesnedini teşkil etmesi bakımından mühim bir yere sahiptir. Osmanlı Arşivi’nde 95 milyona yakın belge 380 bin kadar da defter bulunmaktadır. Bu sayıyla dünyanın hemen en büyük arşivi durumundadır ve bunun haricinde dünyanın en önemli kültür hazinesidir. Genel Türk tarihi açısından bakıldığında da bu belgelerin büyük önemi olduğu kuşkusuzdur. Zira tarihî bakımdan kültürel anlamda geçirdiğimiz değişimler ile bunların sebep ve kaynaklarını izleyebilmek için öncelikle bu yapı üzerinde etkisini en fazla hissettiren siyasî yapının eylem ve politikalarının bilinmesi, bunun için de Osmanlı Arşivleri’nde mevcut belgelerin incelenmesi gerekmektedir. tarih bilinci, TEMMUZ’14 47 Osmanlı Arşivi’ndeki arşiv malzemesi öncelikle defterler ve belgeler olarak ayrılmıştır, bunlar da yine Tanzimat öncesi ve sonrası defter ve belge tasnifleri olarak incelenmelidir. Osmanlı Arşivi’nde hemen her konuda malumat bulunabildiği gibi, Ramazan’ın Osmanlı döneminde nasıl idrak edildiğine dair de pek çok belge bulunmaktadır. Bu belgeler incelendiğinde, öncelikle hilâlin görülmesi ve Ramazan’ın başlangıcının tespitine büyük önem verildiği görülmüştür. Bunun dışında halkın Ramazan ayını büyük bir sükun ve huzur ortamında geçirmesine de dikkat edildiği anlaşılmaktadır. Halkın giysi ve tavırlarında Ramazan’a uygun davranmaları istenmiş; fakir fukara gözetilmiş hayır hizmetleri de teşvik edilmiştir. Ramazan’da Bayezit Camii’nde teravihlerde aşır okuma görevinin Hafız Mustafa’ya tevcih edildiğine dair yazılan hüküm. Belgede Şeyhülislam Feyzullah Efendi’nin “Arz-ı fehvâsınca tevcih buyrulmak rica olunur” ifadesi bulunmaktadır. BOA, C.EV, 27283, 18 Şubat 1701 48 TEMMUZ’14, tarih bilinci Takdir edilecektir ki, Ramazan ve Osmanlı Devleti’nde Ramazan ayına mahsus tedbirlerle ilgili binlerce belge bulunmaktadır. Bu yazımızda, Osmanlı döneminde Ramazan’ın nasıl idrak edildiğini anlatabilmek amacıyla belgelerden örnekler seçilmiştir. Yazımızın bu konuda daha muhtevalı araştırma yapacak olanlara da bir fikir vermesi ve yol göstermesini temenni ederiz. Tespit edilen belgelerin özetleri yalnıza takdim edilmiştir. Eğer tamamının transkripsiyonları verilirse bir kitap hacmine ulaşılırdı. Belgeler, konu tasnifi şeklinde değil, döneminde uygulamaların daha iyi anlaşılabilmesi amacıyla, kronolojik olarak verilmiştir. Ayrıca, belge görüntülerinin da rahat bulunabilmesi için her birine sıra numarası verilmiştir. Ramazan’ın başladığının top atışıyla halka duyurulması hakkında Van Kalesi topçusuna ve kadısına yazılan emir. BOA, C.ADL, 941, 23 Şubat 1764 İstanbul kaymakamının ve şeyhülislamın Ramazan tebriki münasebetiyle padişahı ziyaret etme isteklerinin padişahça kabul edildiği ve padişahın adı geçenleri Ağa Bahçe’de (Topkapı Sarayı içinde) kabul edeceğine dair yazısı. (Mayıs 1789) BOA, HAT, 182/8363 İstanbul kaymakamının ve şeyhülislamın Ramazan tebriki münasebetiyle padişahı ziyaret etme isteklerinin padişahça kabul edildiği ve padişahın adı geçenleri Ağa Bahçe’de (Topkapı Sarayı içinde) kabul edeceğine dair yazısı. (Mayıs 1789) BOA, HAT, 182/8363 Padişahın, Ramazan ayının hangi gün başlatılacağının kendisine sorulmaması gerektiği hakkındaki emri. Emir, Ramazan ayının başlangıcının Kütahya’da Pazartesi, İstanbul’da ise Salı günü başlatılması üzerine yazılmış olup şu şekildedir: “Benim vezirim, bu husus şer‘-i şerîfin bileceği ve hükm edeceği işdir. Benim müdâhale edeceğim şey değil. Ne zaman İstanbul kadısı hükm ve i‘lâm eder ise ol zaman ben dahi şöyledir derim. Lâkin isbât geldiği cihân duymuş. Ben de telhîs olunmadan işitdim. Muktezâ-yı şer‘-i şerîf ne ise icrâ oluna”. BOA, HAT, 183/8432, 1789-1790 tarih bilinci, TEMMUZ’14 49 Ramazan ayının başlangıç gününün tam olarak belirlenebilmesi için Receb ve Şaban aylarının ilk günlerinin tespit edilmesi ve derhal İstanbul’a bildirilmesi konusunda Bursa kadısına yazılan emir. BOA, C.ADL, 639,(5 Mart 1791) Sultan III. Selim’in Ramazan ayında halka yokluk ve sıkıntı çektirilmemesine dair vezirine verdiği emir: Padişah hattı şöyledir: “Benim vezirim, bugün tebdilen geçerken Divanyolu’nda fırın önünde kalabalık gördüm. Herifin biri dahi yiyecek ekmek bulamıyoruz diye feryad eyledi. Alimallah mükedder oldum. Şunun bir çaresine bakasın. Zira Ramazan-ı Şerif’de zahmet çekmek layık değildir. Rezzak-ı alem olan Allah inayet ihsan eylesin. Çaresi ne ise ziyade işletmek ile mi olur hasılı dikkat edesin.”. BOA, HAT, 174/7558, Şubat 1801 50 TEMMUZ’14, tarih bilinci Sadrazam tarafından Bab-ı Âlî’de yeni ve eski üst düzey devlet yöneticileri için verilecek olan iftar yemeklerinin günleri ile davet edileceklerin isim listesi: Düzenlenen programa göre Sadrazam tarafından verilecek iftar yemekleri, Ramazan ayının 3. gecesi başlayıp, son iftar yemeği ayın 25. gecesi bitmektedir. İftar yemeklerine her gün ayrı bir grup çağırılmakta olup, 27. gecede sadrazam, maiyetiyle birlikte Şeyhülislam’ı ziyaret etmektedir. Program ve Davetliler: 3. gece, Selatin camilerinde görevli din alimlerinden 19 kişi 4. gece, Şeyhülislam 5. gece, Kapudan Paşa 6. gece, Rumeli Kazaskeri ve Anadolu Kazaskeri 7. gece, Anadolu ve Rumeli eski kazaskerleri ile Medine ve Üsküdar eski kadıları 8. gece, İstanbul eski kadıları ve Nakibüleşraf 9. gece, İstanbul, Mekke, Mısır ve Edirne eski kadıları ile Seretibba [baştabip] 10. gece, Bursa, İstanbul, Mekke ve İzmir eski kadıları ile mevcut İstanbul kadısı 11. gece, İzmir, Mısır, Mekke ve Bursa eski kadıları ile Fetva Emini 12. gece, Medine, Edirne ve Galata eski kadıları 13. gece, Bursa, Şam, Mısır ve Kudüs eski kadıları 14. gece, Kudüs, Halep ve Havass-ı Redife eski kadıları 15. gece, Havass-ı Redife ve Selanik eski kadıları ile mevcut Havass-ı Redife kadısı 16. gece, Selanik, Yenişehir-i Fener [Larisa] ve Galata eski kadıları 17. gece, Galata, İzmir ve Üsküdar eski kadıları ile Haremeyn Müfettişi ve mevcut Galata kadısı 18. gece, Üsküdar, Antep ve Sofya eski kadıları ile mevcut Üsküdar kadısı 19. gece, Yeniçeri Ağası, Yeniçeri Ocağı Katibi ve ocağın önde gelenleri 20. gece, Sipahi, Silahdar ve Dört Bölük ağaları ile bu ocakların katip, kethüda, subayları ve mukabelecisi 21. gece, Cebeci, Topçu ve Toparabacı ağaları ile bu ocakların katip, kethüda ve subayları 22. gece, Humbaracı ve Lağımcı ağaları ile bu ocakların katip, kethüda ve subayları 23. gece, Defterdar, Tevkiî ve Defter Emini ile önde gelen hocalar, eminler ve nazırlar 24. gece, Rikab-ı Hümayun ağaları 25. gece, Atama bekleyen devlet adamları 26. gece, boş gün, programı bir gün öncesi tespit edilecek 27. gece, Sadrazam ve maiyetinin Şeyhülislam’ı ziyaretleri BOA, C.DH, 8648, 5 Temmuz 1818 19 tarih bilinci, TEMMUZ’14 51 Reisülküttab Mehmed Seyyid Efendi’nin, Kapudan Paşa’nın iftar davetine katıldıktan sonra teravih namazı sırasında fenalaşması ve tüm müdahalelere rağmen vefat etmesi üzerine Kapudan Paşa’nın bu olayı Padişah katına rapor ettiği ve Padişah’ın vefat eden kişinin hastalığından zaten haberdar olduğu, geride sadece annesi ve kız kardeşinin kaldığı ve hiç çocuğunun olmadığı konularında bilgisi bulunduğunu içeren yazısı. Her sene Ramazan ayında ulema, devlet ileri gelenleri ve ocakların ileri gelenlerinin saraya gelerek birer gece iftara katılmaları adetten olduğundan bu kez de Ramazan’ın 4. gecesi başlamak üzere adetin devam ettirilmesine dair padişah emri. Belgenin üzerinde uygulamanın devam ettirilmesi için padişah II. Mahmut tarafından “resme riayet oluna” ibaresi yazılmıştır. BOA, HAT, 1396/55950, 1838 52 TEMMUZ’14, tarih bilinci Ramazan ayında Padişah’ın bazı camileri ziyaret edecek olmasından dolayı, şehir halkının uyması gereken kuralları içeren bir talimatnamenin hazırlanması ve bunun bastırılarak çoğaltılmasına dair hazırlanan yazı: Talimatta giyilmemesi gereken giysiler, saç şekli, cami yakınlarında nasıl davranılacağı, sokakların temizliği ve Padişah görüldüğünde nasıl saygı gösterileceği gibi konularla ilgili düzenlemelerden bahsedilmektedir. BOA, İ.DH, 4/158, 2 Kasım 1839 Ramazan ayında üst düzey devlet memurları arasında yapılagelen iftar ziyaretlerinin uzun sürmesi ve mevsim gereği gecelerin kısa olmasıyla yapmaları gereken işlere yeterli vakitlerinin kalmaması yüzünden, iftar ziyaretleri usulünün belirlenmesi ve söz konusu ziyaretlerin kısa tutulması için Meclis-i Vâlâ’da alınan kararın uygulanmasına izin verildiğini gösterir Padişah emri. BOA, İ.MVL, 169/5030, 27 Haziran 1850 28 tarih bilinci, TEMMUZ’14 53 Ramazan ayında Padişah’ın bazı camileri ziyaret edecek olmasından dolayı, şehir halkının uyması gereken kuralları içeren bir talimatnamenin hazırlanması ve bunun bastırılarak çoğaltılmasına dair hazırlanan yazı: Talimatta giyilmemesi gereken giysiler, saç şekli, cami yakınlarında nasıl davranılacağı, sokakların temizliği ve Padişah görüldüğünde nasıl saygı gösterileceği gibi konularla ilgili düzenlemelerden bahsedilmektedir. BOA, İ.DH, 4/158, 2 Kasım 1839 Ramazan ayında üst düzey devlet memurları arasında yapılagelen iftar ziyaretlerinin uzun sürmesi ve mevsim gereği gecelerin kısa olmasıyla yapmaları gereken işlere yeterli vakitlerinin kalmaması yüzünden, iftar ziyaretleri usulünün belirlenmesi ve söz konusu ziyaretlerin kısa tutulması için Meclis-i Vâlâ’da alınan kararın uygulanmasına izin verildiğini gösterir Padişah emri. BOA, İ.MVL, 169/5030, 27 Haziran 1850 28 twitter_@onder_bayir 54 TEMMUZ’14, tarih bilinci tarihi şahsiyetler Talha Uğurluel Araştırmacı - Yazar Büyük Devletin Büyük Kapudan Paşası Hızır Hayreddin Paşa Kahramanları ve kahramanlıkları tek tek ele almak gibi bir sorunumuz var. Mesela arkasındaki büyüklükleri görmeden sadece Malazgirt’i konuşabiliyoruz ya da sadece Alparslan’ı... Peki ama o başarıya zemin hazırlayanlar, o kişiyi yetiştirenler? Aslında zaferler bir bütündür ve emek ister. Tohumları yıllar önce atılmıştır ve hiçbir zaman bizim algıladığımız gibi anlık hadiseler değillerdir. B u yazımızın konusu olan Hızır Hayreddin Paşa da direkt hayatı ve icraatları ile ele alınacak bir şahsiyet değildir. Tombaladan çıkmış bir Osmanlı Korsanı hiç değildir! Ancak büyük emek, yatırım ve fedakarlıklar Akdeniz’i bir Osmanlı Gölü haline getirebilecektir. Peki bu iş nasıl olmuş, bu şahsiyetler nasıl yetişmiştir ? Fatih Sultan Mehmet’in Ege adalarını tek tek Osmanlı’ya kattığı günlerdir. Midilli Adası da fethedilen adalardan biridir. Tabi ki bir yer alındığında oraya birtakım insanlarımız bırakılmakta, Osmanlı’nın tabiri ile orası şenlendirilmektedir. Adanın fethine katılan gazilerden biri de Fatih’in denizcilerinden Yakup Bey’dir. Sonrasında Midilli’ye yerleştirilecek ve mücadelesini buradan sürdürecektir. Yakup Bey adaya kendisi gibi yerleştirilen Müslüman ailelerden birinin kızı ile evlenecek ve bu izdivaçtan geleceğin büyük denizcileri Hızır Kardeşler doğacaktır. Ailenin en büyükleri olan İlyas ve Oruç kardeşler Akdeniz’de ticaret ile meşgul olmaktadırlar. Ancak kısa bir süre sonra şövalyeler tarafından esir alınacaklardır. O günlerde Bodrum hala Rodos Şövalyelerinin elindedir. Bodrum Kalesi’ne kapatılırlar. Küçük kardeşleri Hızır Reis (ileride Avrupalılar ona Barbaros diyecektir.) büyük çabalar neticesinde ağabeylerini kurtarmayı başarır. Bir gün yolunuz Bodrum’a düşerse Bodrum Kalesi’nin zindanlarını gezerken Oruç Reis’in bu dehlizlerde kapalı tutulduğunu hatırlayınız. İşte bu hadise neticesinde kardeşler, Hristiyan korsanlar ile mücadele etme kararı alırlar. İlyas Reis’in vefatı sonrasında Cerbe taraflarına giderek Cerbe Adası’nı üs olarak kullanmaya başlarlar. İşler büyümektedir. Hristiyan tarih bilinci, TEMMUZ’14 55 Ö s güçlerin kendilerini sıkıştırması üzerine bir emirin himayesine girmek gerekecektir. Tunus Emiri Muhammed ile işbirliği yapmaya karar verirler. Böylece Tunus Halkü’l Vaad limanında bulunan kale kendilerine tahsis edilir. Akdeniz’de bunlar cereyan ederken o günlerin büyüyen devleti Osmanlı’da tahtta Yavuz Sultan Selim bulunmaktadır. Gözünü dünyanın dört bir yanını dikmiş, her hadiseyi dikkatle takip eden bu siyaset dehasının gözünden Akdeniz’deki bu faaliyetler de kaçmaz. Bu dirayetli denizcilerin desteklenmesi gerektiğini düşünür. Onlara mektuplar ve hediyeler göndererek kendilerinin arkasında olduğunu vurgular. O günlerde Akdeniz tam bir kuvvetler çarpışması alanı durumundadır. Avrupa’da Hristiyan devletleri bir araya toplayarak Kutsal Roma Germen çatısı altında birleştiren Şarlken (5.Karl-Şarl Quint) gözünü bu kez Akdeniz hakimiyetine dikmiştir. Karşı sahil Kuzey Afrika’yı yutma planları yapmaktadır. İspanya zaten yönetim merkezidir. Fas’ta sözü geçmektedir. Sırada Tunus ve Cezayir vardır. Ancak bu devasa gücün karşısında hiç hükmündeki denizci kardeşler amansız bir mücadeleye girişeceklerdir. Öncelikli olarak Tenes, Oran ve Tlemsen şehirlerini alarak Cezayir’de 56 TEMMUZ’14, tarih bilinci en etkili güç haline gelirler. Şarlken gelen tehlikenin farkındadır. Civar kabilelerle işbirliğine gider. Ne acıdır ki; İslam adına cihat eden bir Müslüman denizciye karşı, bölgenin Müslüman kabile reisleri Hristiyanlığı bayraklaştırmaya çalışan Şarlken ile ittifak ederler. Kurdukları pusu ve meydana gelen savaşta İshak ve Oruç Reisler şehit düşerler. Hızır Reis son anda kurtulacaktır. Hadiseleri yakından takip eden Yavuz Sultan Selim’in desteği gecikmez. Hediyeler ile gönderdiği mektubunda, Hızır Reis’i Cezayir Beyi olarak gördüğünü bildirecektir. Hızır Reis ağabeyinin şehadeti sonrası, O’na verilmiş olan kızıl sakallı (Barbaros) lakabı ile adlandırılacak ve bu lakap ile meşhur olacaktır. Rivayetlere göre Hayreddin adını da kendisine Kanuni Sultan Süleyman vermiştir. Dinin hayrı anlamına gelen bu ismi hak edercesine, Hızır’ın hayatı hep dinin denizlerde ihyası adına geçecektir. Şalken’in baskıları ve çevre kabilelerin saldırıları ile Cezayir’i birkaç kez elinden kaybeden ve sonrasında tekrar ele geçiren Barbaros o günlerde Osmanlı tahtına yeni geçen genç bir padişahtan da haberdardır: Yavuz Sultan Selim Han’ın oğlu Şehzade Süleyman... Bir mektup ile Fransa kralını esaretten kurtaran bu tarihi şahsiyetler Önce şu Akdeniz’i bir h sonra düşünürüz genç padişah göz doldurmaktadır. Düşman ortaktır. Şarlken’in dev donanmasının başındaki Andre Dorya bir taraftan Hızır’ın Cezayir’ini, diğer taraftan da Osmanlı’nın Mora Kıyılarını vurmaktadır. Alman seferinden yeni dönen Sultan Süleyman ayağının tozu ile İran seferine çıkmak üzeredir. Bu iki meşakkatli uzun sefer arasında İstanbul’da önemli bir buluşma gerçekleşecektir. Hayreddin Paşa, yapılan davet üzerine donanması ile İstanbul’a gelmektedir. Denizlerin Fatihi İstanbul’a gelmektedir ama nasıl? 48 parçalık donanması ile direkt İstanbul’a gelmez. Önce Cenova Körfezi’ne ilerler. Sicilya yakınlarındaki limanda yatan İspanyol donanmasının tamamını ele geçirir. Andre Dorya’nın Preveze’de olduğunu öğrenip üzerine gider. Dorya çekilmek zorunda kalır. Navarin’e geldiğinde Yavuz’un Osmanlı donanması ile karşılaşır. Başında Kapudan-ı Derya Kemankeş Ahmet Paşa vardır. Görülecek manzaradır. Top atışları ile birbirlerini selamlarlar. Birlikte İstanbul’a avdet başlar. Ya o İstanbul’daki karşılama merasimi... Binlerce insanın boğaz kıyılarındaki bekleyişi ve nümayişi göz yaşartacak değerdedir. Fakat daha değerli olan bir şey vardır. O da Kanuni, Hızır Hayreddin buluşması... Bu buluşmada Hayreddin Paşa’nın sergilediği tevazu, dünyayı eli ile itişi ve Osmanlı’ya tabi olabilme edebi... 64 yaşında, sakalları artık beyazlamış bir kaptandır. Cezayir elindedir. Akdeniz’de kimseden korkusu yoktur ama krallık derdinde değildir. Osmanlı’ya tabi olacak, şahsını Osmanlı şahs-ı manevisi içinde eritecektir. “Pabucumun Sultan Süleyman’ı! Krallık için o da kim oluyor ben varken?” demeyecektir. İşte devletler böyle diğerkâm ruhlar sayesinde yükselirler, dünyaya kendini kaptırmış ve ‘Hep ben!’ diyenler yüzünden de yıkılıp giderler. Bu görüşme neticesinde Hızır Hayreddin Paşa Osmanlı Devleti’nin Kapudan-ı Deryası ilan edilecektir. Ancak İstanbul’da bu merasim sırasında yönetimden eksik olan isimler vardır. Sadrazam Makbul İbrahim Paşa İran Seferi için ordu ile önden gitmiş ve o günlerde Halep’tedir. Hayreddin Paşa’dan, İstanbul’da Divan’da görüşülen mevzuların kendisini ilgilendiren kısımlarını İbrahim Paşa ile de müzakere etmesi istenir. Yani İstanbul’dan Halep’e yolculuk vardır. 64 yaşındaki bir adanmış ruh, at üzerinde on gün boyunca at sürerek Halep’e ulaşacaktır. Vakanüvis bize bu hadiseyi anlatırken, yol boyunca sadece Konya’da durakladığını anlatıyor ve şöyle diyor: “Konya’dan geçerken Mevlana’nın puşudesini öpecek kadar vakit buldu.” Halep’te Sadrazam İbrahim Paşa ile buluşuyorlar. Akdeniz siyasetinin konuşulduğu bu görüşmede Hayreddin Paşa’nın İbrahim Paşa’ya ilginç bir teklifi oluyor: -“Paşam, Hristiyanlar Yeni Dünyaya gemi göndermeye başladılar. Birkaç tane de biz göndersek?” Yeni dünya, o günlerde Şarlken’in gözlerini diktiği sömürge toprakları Amerika’dır. Gelecek adına çok önemli olmasına rağmen o günlerde kıymeti pek bilinemeyen yerlerdir. İbrahim Paşa’nın cevabı üzücüdür. -“Önce şu Akdeniz’i bir halledelim. Yeni dünyayı ondan sonra düşünürüz.” der. Hayreddin Paşa’nın Kapudan-ı Deryalık dönemi, Kutsal Roma Germen İmparatorluğu için Akdeniz’de kara bir sayfa sayılır. Amerika’ya kadar gemilerini ulaştırabilen, bütün Avrupa’yı ve zenginliklerini elinde tutan bir güç, Akdeniz’de bir varlık gösterememektedir. Gerçi elde ettikleri başarılar vardır ama son derece kısa süreli ve neticesizdir. Mesela Hızır Hayreddin Paşa’nın Tunus’u ele geçirdiğini biliyoruz. Ertesi sene Şarlken devasa bir donanma ile gelecek ve Tunus’u muhasara edecektir. Bölge kralı ve beyleri Osmanlı’yı satmışlardır. Şarlken’in yanında yer almış ve kendilerini canı pahasına koruyan Osmanlı askerine kılıç çalmışlardır. Bu kuşatmadan Hayreddin Paşa son anda kurtulacaktır. Aynı taktiği Cezayir’de de uygulamak isteyen Şarlken bu kez bu topraklara saldırır ama kısa Hızır Hayreddin Paşa’nın oğlunun tarih bilinci, TEMMUZ’14 57 yönettiği birlikler Şarlken’e hayatının en büyük mağlubiyetlerinden birini yaşatırlar. Şarlken esir edilmekten son anda kurtarılır. Sadece Meksika’da onbinlerce kızılderiliyi öldüren Şarlken’in denizcisi Kortes canını zor kurtarır. Gemi ve zenginlikleri Osmanlı’nın eline geçer. Preveze Deniz Zaferi bu mücadelenin önemli noktalarından birini teşkil edecektir. Osmanlı’nın Akdeniz üstünlüğü zaferin kazanıldığı 1538 yılında tescillenmiştir. Artık Osmanlı donanması Akdeniz’i bir kapalı deniz gibi kullanabilmektedir. Cebelitarık’tan rahatlıkla çıkılmakta, hatta Atlas Okyanusu tarafına geçilerek İspanya’ya bu sulardan da saldırı gerçekleştirilebilmektedir. Artık Şarlken’in Fransa’yı yutma planları bir hayalden başka bir şey değildir. Çünkü Avrupa’nın kara sınırları Osmanlı tarafından hallaç pamuğu gibi atılırken, denizlerde de her bir köşeden bir Osmanlı kadırgası boy gösterebilmektedir. Kutsal Roma Germen birlikleri birkaç defa ciddi şekilde Fransa’yı yutacak olmuşlar, karşılarında karada Kanuni’yi, denizlerde de Hızır Hayreddin Paşa’yı bulmuşlardır. 1543 yılında Şarlken’in hem İspanya hem de Almanya topraklarından Fransa’ya saldırısı Fransızları çok zor bir durumda bırakmış, Fransuva acil olarak Osmanlı’dan yardım talep etmiştir. Divan kararı ile Hayreddin Paşa donanmasının başında Akdeniz’e açılmıştır. Bu seferde Roma yakınlarına kadar geldiğini, hatta bir ara Hristiyanlığın Katolik merkezini ele geçirmeyi bile düşündüğünü bilmekteyiz. Ancak yanındaki Fransız sefirinin yalvarmaları üzerine bundan vazgeçtiğini ibretle görmekteyiz. Güney Fransa sahillerine gelen Hayreddin Paşa, Marsilya Limanı’na girecek ve burada krallar gibi karşılanacaktır. Fransa Kralı Fransuva etekleri zil çala çala gelecek ve Güney Fransa’nın dört şehrinin tapusunu kendisine takdim edecektir. Marsilya, Tulon, Nice ve Cannes. Hayreddin Paşa’nın Fransa’ya demirlemesi elbette ki Şarlken’in Fransa saldırısının sonu olacaktır. Bu topraklarda tam 2,5 sene kalan Hayreddin Paşa oradan Divan’a ve Sultan’a yazdığı mektubunda, Avrupa’yı çok iyi tanımamızı sağlayacak şu sözleri kaydetmiştir. “Sultanım, bu Fransızlar samimi değiller. Ne zaman düşman üzerine bir sefere çıksak gemilerine barut fıçısından çok şarap fıçısı yüklüyorlar.” Ne acıdır ki o günlerde Osmanlı’yı arkadan vurmak konusunda Şarlken ile anlaşma yapanların torunları da galiba hiç değişmemiş olacak ki; 1967 yılındaki Altı Gün Savaşı’nda İsrail kuvvetlerine karşı savaşan Mısır, Ürdün ve Suriye’nin toplam asker sayısı İsrail’in asker sayısından daha azdı. Tarih bir ibretler levhasıdır. Ders çıkaranlar başarılı olacak, umursamayanlar aynı hataları yapmaya, aynı deliklerden sokulmaya devam edeceklerdir. Vesselam... twitter_@Talhaugurluel 58 TEMMUZ’14, tarih bilinci MAKALE Prof. Dr. Mehmet Can Saraybosna üni. mühendislik ve doğa bilimleri fakültesi öğretim üyesi Srebrenitsa: İhanete Uğrayan Şehir Yugoslavya Federal Sosyalist Cumhuriyeti Devleti Jozef Broz Tito’nun 4 Mayıs 1980’de ölümü üzerine, SSC Birliği’ne paralel olarak Yugoslav Federasyonu da dağılma sürecine girdi. Slovenya ve Hırvatistan’dan sonra 1990’da ayrılma sırası Bosna’ya gelmişti. 1990 başkanlık seçimleri beklenen fırsatı verdi. Başkanlık Konseyi’nin üyeliklerini nasyonalist partilerin başkanları kazanmıştı: Sırpları temsilen Sırp Demokrat Partisi’nin (SDS) genel başkanı Radovan Karacić, Hırvatları temsilen Hırvatları temsilen Hırvat Demokratlar Birliği genel başkanı, Müslümanları temsilen seçimi Fikret Abdić kişisel olarak kazandı ise de daha sonra yerini Demokratik Hareket Partisinin Genel Başkanı Alija Izetbegović’e bıraktı. Yugoslav Federasyonu’ndan Ayrılma Kararı 1991 Ekimine gelindiğinde Bosna Hersek’in Hırvatlarında ve Müslümanlarında Yugoslav Federasyonu’ndan ayrılma arzuları doruğa çıkmıştı. Sırbistan, Yugoslav Federasyonu’nun mirası üzerinden Büyük Sırbistan’ı kurma peşinde olduğundan Bosna Sırpları, Bosna’nın Federasyon’dan ayrılmasına şiddetle karşı çıkıyorlardı. Bosna Meclisi’ndeki sert tartışmaların ardından 16 Ekim 1991’de saat bire doğru, Sırp Milletvekillerin protesto ederek salonu terketmelerinden sonra federasyondan ayrılmak için referanduma gitme kararı alındı.1 Sert tartışmalar sırasında Bosnalı Sırp lider Radovan Karadzić; - Eğer ayrılmaya kalkarsanız, Bosna’daki entisitelerden biri yer üzerinden silinir. diye tehdit etmiş, Alija da ona; - Belki birileri yeryüzünden silinir ama bu Müslümanlar olmaz! yanıtını vermişti. Karaçić’in aslında Sırplarca önceden alınmış bir kararı tebliğ ettiği, Alija’nın da bu tehdidin realizasyonuna karşı retorikten ileri bir şey yapamayacağı daha sonra anlaşılacaktı. tarih bilinci, TEMMUZ’14 59 Tito zamanında da Yugoslav Halk Ordusu’na egemen olan Sırplar, onun ölümünden sonra diğer milliyetlere mensup subayları emekliye ayrılmaya teşvik ederek, bazen de baskıyla caydırarak bu orduyu bütün savaş yetenekleriyle tam bir Sırp ordusu haline getirmeyi başarmışlardı. Yugoslav Halk Ordusu’nun Bosna’nın bağımsızlık kararına nasıl tepki vereceği belirsizdi. 16 Ekim 1991’de Federal Savunma Bakanı Veljko Kadijević, Alija’yı toplantıya davet etti. Toplantı sonunda taraflar, özellikle Hırvatistan’da devam eden çatışmaların Bosna’ya sıçramaması konusunda görüş birliğine vardıklarını açıklıyorlardı. Alija’nın işleri Sırplarla bağları koparmadan götürme stratejisi burada örneklerinden birini veriyordu. Bosna Hersek Sırp Halkı Meclisi Bosnalı Sırplar, Hırvat ve Müslümanların ayrılma kararlarını sert tepki vermekte gecikmediler. On gün sonra 24 Ekim 1991’de Bosnalı Sırp parlamenterler, Bosna parlamentosunu terkederek “Bosna Hersek Sırp Halkı Meclisi” adı altında ayrı bir yerde toplandı. Böylece Bosna’nın 1990 seçimlerinden sonra tesis edilen üç etnisiteli koalisyonunun da sonu gelmiş oldu. Bu meclis, üç ay gibi kısa bir zaman sonra, 9 Ocak 1992’de Bosna Hersek Sırp Cumhuriyeti’ni ilan etti. Ağustos 1992’de bu devletin adı, Sırp Cumhuriyeti olarak değiştirildi. Bağımsızlık Referandumu 29 Şubat-2 Mart 1992 günlerinde Bosnalılar bağımsızlık referandumu için sandık başına gittiler. Bosnalı Sırpların boykot ettiği referandumdan %63.6 katılımla ve katılanların %99.7’sinin oyu ile bağımsızlık kararı alındı. Bosna Sırp Ordusu (VRS) Ratko Mladić, Yugoslavya Cumhurbaşkanı ve Yugoslav Halk Ordusu’nun Başkomutanı SlobodanMiloşević’in gözbebeği, yetenekli bir genç subaydı. Miloşević onun eğitimi ile bizzat meşgul olmuş, Yugoslav Federasyonu’nun mirasından bir Büyük Sırbistan çıkarma projesinde ona çok önemli bir görev vermişti. Mladić özel yetkili bir komisyonun başında, Yugoslavya’da yaşayan Sırplarla ilgili her türlü stratejik bilgiyi topluyordu. Plana göre Sırpların azınlık olarak yaşadıkları bölgeler bile etnik temizlikle Büyük Sırbistan’a katılacaktı. Miloşević, özellikle Bosna doğumlu asker ve subaylardan oluşan yetmiş bin kişilik bir orduyu, Yugoslav Halk Ordusu’ndan ayırdı. Bu orduyu motorize olarak düzenledi. Top, tank ve uçaklarla techiz etti. Başına da Ratko Mladić’i getirdi. Artık 12 Mayıs 1992’den itibaren Bosna Sırplarının tam teçhizatlı büyük bir askeri gücü vardı. Bosna Sırp Ordusu Birinci Krajina Tümeni - Banja Luka İkinci Krajina Tümeni - Drvar Doğu Bosna Tümeni - Bijeljina Sarajevo-Romanija Tümeni - Pale Drina Tümeni - Han Pijesak Herzegovina Tümeni - Bileća 1991-1992 yıllarında Sırp Cumhuriyetinin ilan ettiği sınırlar. 60 TEMMUZ’14, tarih bilinci olarak yapılanmıştı. Doğu Bosna Operasyon Grubu (daha sonra Goražde’de 81. Bağımsız Birlik’e dönüştü). Birlik isimlerindeki tümen tabirine aldanmamak gerekir. Bunlar efrad sayısı birkaç bini geçmeyen gönüllü birlikleriydi. Bosna ordusunun komuta kademesi Alija Izetbegović: Bosna Silahlı Kuvvetleri Başkomutanı Hasan Efendić: Bosna Hersek Cumhuriyeti Vatan Savunma Gücü’nün (TORBIH) ilk komutanı Sefer Halilović: Bosna Ordusu Genel Kurmay Başkanı (1992-1993) Bosna Sırp Ordusuna ait 136 mm M46 topları. Bosna Hersek Cumhuriyeti Ordusu (ARBİH) Bosna Hersek Cumhuriyeti Ordusu, savaşın arifesinde, 15 Nisan 1992’de kuruldu. Eğitimsiz gönüllülerden oluşan, savaş gücü zayıf, hafif piyade silahlarından öte silahı olmayan derme çatma birliklerden müteşekkildi. Rasim Delić: Bosna Ordusu Genelkurmay Başkanı (1993-1995) Jovan Divjak: ARBIH komutan vekili (1992-1995) Stjepan Šiber:ARBIH komutan vekili (1992-1995) ARBİH resmen kurulmadan önce paramiliter sivil savunma gurupları teşekkül etmişti. • Vatanseverler Birliği (PL) • Bosna Hersek Cumhuriyeti vatan savunma gücü (TORBIH) • Yeşil Bereliler • Kara Kuğular • Diğer, mafya, polis ve eski Yugoslav Ordusu mensuplarından oluşan guruplar. Bosna Hersek Cumhuriyeti Ordusu ARBIH Birinci Tümen: Sarajevo, İkinci Tümen: Tuzla Üçüncü Tümen: Zenica, Dördüncü Tümen: Mostar Beşinci Tümen: Bihać, Başkomutan Alija Tuzla’daki karargahta bilgi alıyor. Bosna Sırp Ordusu (VRS) Müslüman Yoğun Şehirleri Kuşatıyor Bosna Sırp Ordusu, Sırp Cumhuriyeti’nin ilan ettiği sınırlar içinde etnik temizliği rahatça yapabilmek için Sarajevo, Goražde, Žepa, Srebrenica, Tuzla ve Bihać gibi Müslüman yoğun yerleşim merkezlerini 5 Nisan 1992’den itibaren kuşatma altına aldı. Kuşatma Şubat 1996’ya kadar sürdü. Altıncı Tümen: Konjić Yedinci Tümen: Jajce ve Travnik tarih bilinci, TEMMUZ’14 61 Mesela Bosna Cumhuriyeti Ordusu’nun Sarajevo şehrindeki yetmiş bin adamı, 1992-1996 savaş yıllarını pasif bir bekleme içinde geçirmeye mahkum edildi. Şehir 5 Nisan 1992’den itibaren Sırp kuşatması altına alındı. Kuşatma Şubat 1996’ya kadar sürdü. Buraya yerleştirilen BM birliğinin adi UNPROFOR, yani Koruma Gücü(Protection Force) ise de bu isim aldatıcıydı. Bu güç, durumu yerinde izlemenin dışında Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin (United Nations High Commissioner for Refugees) (UNHCR) yardım konvoylarını yönlendirmek için görevlendirilmiş, Bosna’nın altı güvenli bölgesi Saraybosna, Tuzla, Bihac, Zepa, Srebrenitsa ve Gorazde dışında kendisine kimseyi saldırıdan koruma görevi verilmemişti. Bu altı bölgede de ne insanları saldırıdan koruma, ne de onları silahtan arındırma gibi bir görev yapacak durumda değildiler.2 Bunlar o zaman herkesin malumu idi. Bizim bu makaleye “ihanete uğrayan şehir” başlığı koymamızın nedeni, Bosna Siyasi Liderliğinin sanki UNPROFOR güveli bölge ilan edilen yerleri Sırp saldırısından koruyabiliyormuş gibi davranmasıdır. Sarajevo Kuşatması: Sarajevo şehri 1992-1996 yıllarını, Bosna Cumhuriyeti Ordusunun yetmiş bin savaşçısı ile birlikte Sırp Ordusunun elinde rehine olarak geçirdi. Bosna Cumhuriyeti Ordusu’nun savaş gücü olmadığından 1993 yılında Sırp Ordusu komutanı Miladić ile Bosna Cumhuriyeti Ordusu Genelkurmay Başkanı Sefer Halilović arasında acayip bir sözleşme imzalandı. Sırp kuşatması altındaki Müslüman şehirleri ve civarı çatışmasız bölge ilan edildi. Müslümanlar, kuşatmaları yarma girişiminde bulunamayacaklardı. Srebrenitsa Srebrenitsa Doğu Bosna’da Podrinya denilen bölgede 8 bin nüfuslu bir kasabaydı. Savaşta, çevreden gelenlerle birlikte nüfusu 38 000’i buldu. Srebrenitsa 1992 yılında Saraybosna, Goražde, Žepa, Srebrenitsa, Tuzla ve Bihaćile birlikte BM güvenli bölgesi ilan edilmişti. Zamanın BM Genel Sekreteri Butros Gali, bu altı bölgenin BM güvenli bölgesi olabilmesi için buralara 80 bin BM askeri yerleştirmek gerektiğini söylediyse de, özellikle İngiltere ve Fransa’nın engellemeleri ile ancak 8 bin asker getirilebildi. Bunlardan Srebrenitsa’nın hissesine 450 Hollanda askeri düşmüştü. 62 TEMMUZ’14, tarih bilinci Aslında 15 Nisan’a kadar Srebrenitsa’da gönüllülerden oluşan 5.500 kişilik bir savunma gücü vardı. Bunlar kendilerini 28. Alayın askerleri olarak tanıtırlardı. Srebrenitsa’da bir de Naser Orić vardı. Bu güç yerinde tutulabilseydi ve lojistik destek verilebilseydi, Ratko Miladic Srebrenitsa’ya saldırmaya cesaret edemezdi. NaserOrić; Kahraman mı, Tabansız mı? Naser Orić 3 Mart 1967’de, Srebrenitsa’da Potočari’de doğmuştu. Belgrad’da Polis Okulu’nu bitirdikten sonra bir rivayette Yugoslav Devlet Başkanı Slobodan Miloşević’in yakın korumaları arasında bulunmuştu. Ağustos 1991’de tayinini Saraybosna’nın mahallelerindenIlidža’daki bir karakola aldırmıştı. 1991 sonlarına doğru da Srebrenitsa karakoluna atandı. Nisan 1992’ye kadar Potočari’deki küçük karakolda görevdeydi. 1992 ortalarına doğru Potočari Vatan Savunma Gücü (TO) kuruldu ve Orić bunun komutanlığına getirildi. Orić’in komutanlık yetkileri zamanla daha da genişletildi. 1992 Kasımında Srebrenitsa bölgesi Birleşik Silahlı Kuvvetler Komutanlığı’na getirildi. Şimdi artık yetki bölgesi • Srebrenitsa, • Bratunac, • Vlasenica, • Zvornik şehirlerini kapsıyordu. 12 Temmuz 1994’teOrić, Brigadier (general) rütbesine yükseltildi ve 1 Mart 1994’te de Bosna Cumhuriyet Ordusu Başkomutanlığı (Alija) tarafından en yüksek nişan olan “altın lale” madalyası ile ödüllendirildi. Ancak Orić’in Srebrenitsa’daki varlığı ve eylemleri, 1993’te Sefer Halilović’in Ratko Miladić’le imzaladığı anlaşmaya uymuyordu. Srebrenitsa, Žepa ve Goražde’nin Voguşca, Ilijaš ve Hadzici ile Takası Sadece bu anlaşmaya değil, söylentileri ayyuka çıkan bir başka gizli anlaşmaya, Alija İzetbegović ile Yugoslavya Devlet Başkanı Slobodan Miloşević arasındaki arazi takası anlaşmasına da uymuyordu. O zamanlar Bosna’nın Londra Büyükelçisi olan Profesör Muhamed Filipović, bu anlaşmanın varlığını Alija’dan değil fakat Miloşević’den duyduğunu birçok yerde ifade etti.3 Bu takas anlaşmasını açıklayanlardan biri de Srebrenitsa eski Polis Şefi Hakija Meholjić’tir. Meholjić, Alija İzetbegović’in daveti üzerine Srebrenitsa, Žepa ve Goražde temsilcilerinin BM helikopteri ile Saraybosna’daki Holiday Innoteli’ne getirildiklerini ve Alija’nin kendilerine Srebrenitsa, Žepa ve Goražde’nin; Vogušca, Ilijaš ve Hadzici ile takası fikrini nasıl karşılayacaklarını sorduğunu anlatıyor. Srebrenitsa, Žepa ve Goražde’ninVogušca, Ilijaš ve Hadzici ile takası Srebrenitsa, Žepa ve Goražde temsilcileri, hemşerilerinin kendilerine bu konuda fikir beyan etme yetkisi vermediklerini söyleyerek otelden ayrılıyorlar.4 Bu arazi takası konusunda konuşanlardan biri de, zamanın Bosna Cumhuriyet Ordusu Genel Kurmay Başkanı Sefer Halilović’tir. Halilović hem anlaşmayı doğruluyor ve hem de Alija’ya bu yerleşim merkezlerini savunma konusunda ısrar ettiğini ama dinletemediğini, Alija’nın takas anlaşmasını yürütmede ısrar ettiğini söylüyor.5 NaserOrić ve Srebrenitsa Savunma Gücü Bölgeden Alınıyor Gizli Takas Anlaşması ve aleni Çatışmasız Bölge Anlaşması sadece Srebrenitsa, Žepa ve Goražde’yi çatışmasız bölge ilan etmekle kalmıyor, bu şehirlerin Ratko Miladic’e çatışmasız teslim edilmesini de öngörüyor. Neticede Naser Orić 12 yakın adamı ile beraber 15 Nisan 1995’te, katliamdan sadece üç ay önce Srebrenitsa’dan helikopterle alınıyor.6 15 Nisan’a kadar Srebrenitsa ve etrafının savunmasından sorumlu general unvanıyla dolaşan Naser Orić’in, Sırp saldırısından üç ay önce komuta kademesiyle beraber Srebrenitsa’dan geri çekilmesi, İkinci Bosna Tümeni Komutanı Rasim Delić’in Bosna Ordusu Komutanlığı’nın ve Sivil Siyasi Liderliğin ortak sorumluluğudur. Daha sonra verdiği mülakatta7 General Sead Delić, Orić’i kimsenin geri çağırmadığını, kendi isteği ile Srebrenitsa’dan ayrıldığını söyledi. tarih bilinci, TEMMUZ’14 63 Delić aynı mülakatta - Önümüzde iki seçenek vardı. Ya Srebrenitsa’ya koridor açacak ve savunacaktık, ya da gücümüzü Saraybosna kuşatmasını kaldırmak için kullanacaktık. Biz o günkü siyasi koşullar nedeniyle ikincisini tercih ettik. diyordu. Bu tabi ki tamamen boş bir laftı. Srebrenitsa’dan esirgenen savunma gücü, Saraybosna kuşatmasını kaldıramadı. Çok zayıf bir teşebbüs, Sırplar tarafından akamete uğratılınca, bir daha teşebbüs edilmedi. Orić çeşitli mülakatlarda kendisinin Bosna Ordusu Komutanlığı’nca geri çağırıldığını ifade etti. Sefer Halilović sorumluluğun kendisinden sonra Genel Komutanlığı devralan Delić’te ve siyasi liderlikte olduğunda ısrar etti, Alija’ya işaret etti. Orić bu geri çekilmeden hiç şikayet etmedi.8 Çünkü Srebrenitsa’da kalsaydı, Ratko Mladić’in yetmiş bine kadar çıkabilecek motorize, ağır silahlı gücü karşısında varlık gösteremeyecek, Bosna Cumhuriyet ordusunun asıl kısmı Saraybosna’da kuşatma altında olduğundan yardım da alamayacaktı. Srebrenitsa’dan savunmanın geri çekilmesi, hem kahraman (!) Naser Oric’in hem de şehri Sırplara çatışmasız teslim etme anlaşmasının mimarlarının işine gelmişti. SrebrenitsaSavunulabilirdi Askeri uzmanlar Srebrenitsa’nın Naser Oric ve emrindeki 5500 savaşçı tarafından savunulabileceğinde müttefiktirler. Nitekim 22 Temmuz’da Goražde’ye yapılan Sırp saldırısı, Goraždelilerin Srebranica’dan çıkardıkları ders sonucu direnmeleri üzerine durdurulabilmişti. Goražde savunmasından önce düzenlenmiş bir CIA raporu çok ibret vericidir. Bu raporda şöyle denilmektedir: “12 Temmuz 1995’te bir Bosna hükümet yetkilisi Bosna hükümetinin ne Žepa, ne de Goražde için “stratejik savunma planı” olmadığını duyurdu. Saraybosna yönetimi kuşatma altındaki Müslüman yerleşim merkezlerinin savunmasının yükünü NATO ve UNPROFOR’a bırakmaktadır. Aynı yetkili bilhassa Saraybosna’nın merkezi Bosna’dan Goražde’ye yardım etmesindeki zorluk göz önüne alındığında, Saraybosna yönetimi kuşatma altındaki Müslüman 64 TEMMUZ’14, tarih bilinci yerleşim merkezlerinin savunmasını Batı’ya emanet ediyorsa da, bunun Bosna Ordusu’nun savunma için taktik planları olmadığı anlamına gelmeyeceğini ve kovuşturma altındaki 60.000 sivilin savaşmadan teslim olmayacağını söyledi”.9 Artık iyice anlaşılmıştır ki, Orić’in ve savunma gücünün Srebrenitsa’dan geri çekilmesi Alija’nın inisiyatifi dahilinde gerçekleşmiştir. Orić ile Alja’nın oğlu Bakir’in devam eden samimiyetleri bunun delillerinden biridir. Srebrenitsalı Savaşçılar Tuzla Yolunda Naser Orić’in Srebrenitsa’dan alınması bir başka trajediye de kapı araladı. Başız kalan 5500 milis, savunacakları kasabayı terk edip, ormandan Tuzla’nın yolunu tuttu. Bu gönüllülerden az bir kısmı Tuzla’ya ulaşabildi. Çoğu ormanda Sırplar tarafından şehit edildi. Toplu mezarlara gömüldü. Srebrenitsa’nın Sırp saldırısına karşı savunulacağını düşünerek çevre yerleşim merkezlerinden kopup gelen aileler de şehrin savunmasız kaldığını görünce ilk önlerine çıkan fırsatta bölgeyi terk etmeye başladılar. Ancak Sırp kuşatması altındaki bölgeden çıkmak hiç de kolay değildi. Savunmasız Srebrenitsa Sırpların İnsafına Terkediliyor 1995 yılının Temmuz ayında Ratko Mladić komutasındaki Sırp birlikleri ve paramiliter gruplar Srebrenitsa’ya indiler ve bombardımanı başladı. Buraya gelinceye kadar Ratko Miladić kuvvetleri köylerde Müslüman askerlerden küçük çaplı mukavemet görmüştü. Şimdi Srebrenitsa’da kırk bine yakın Müslüman sivil kuşatılmıştı. Gıda malzemeleri ve su azalmaya başladı, yüzlerce kişi yaralandı, binalar hasar gördü. Sırp askerleri şehrin varoşlarına mevzilenmeye başladı. Srebrenitsa’da kasabayı savunmak için Bosna Ordusu’nun ne bir planı vardı, ne de askeri. Sırpların bir iki gün içinde saldıracağı kesindi. Kasabanın ileri gelenleri Hollandalı BM askerlerinin karargahına gitti. Karargahın telefonundan Bosna Savunması’nın merkezi Saraybosna’yı aradı. Telefona çıkan Alija İzetbegović’in bakanlarından Haris Sladzić idi. Sırpların saldırmak üzere olduklarını, başkentin kendilerine tavsiyelerinin ne olduğunu sordular. Sladzić telefonun öteki yakasından - Hiç bir şey yapmayın Potičari’ye dönün ve sakin olun. diyordu. Srebrenitsa’dan telefon edenler küfür ederek telefon ahizesini yere çarptılar.10 11 Temmuz 1995’te Miladić kuvvetleri hiç bir mukavemetle karşılaşmadan kasabaya girdi. Bosna’nın başkenti Saraybosna’da, Srebrenitsa’dan amatör bir radyo operatörünün bir telsiz mesajı duyuldu: ‘lütfen bir şeyler yapın. Ne yapabilirseniz. Allah aşkına, bir şeyler yapın.’ diyordu. RatkoMiladić hala Naser Orić kuvvetlerinden saldırı bekliyordu. Naser Orić’in Srebrenitsa’daki karargahı ise çoktan boşaltılmıştı. 11 Temmuz akşamı Ratko Miladić Hollandalı askerlerin komutanı gözetiminde şehri teslim toplantısı düzenledi. UNPOFOR komutanı, Srebrenitsa’yı temsilen Srebrenitsa İlkokulu’nun öğretmenlerinden Nesib Mondić’in de toplantıya katılmasını istedi. O akşam Ratko Miladić ile öğretmen Mondić arasında şöyle bir söyleşi geçti: - Nesib söyle bakalım ne istiyorsun? Öğretmen şaşkındı - Kendim için mi? Miladiç gülüyordu - Hayır, halkın için. - Halkımı acı çekmekten kurtarmak isterdim. Miladić acımasızdı. - Sırp halkı da 1992-1993 boyunca sizden bunu istemişti. Silahları teslim edeceksiniz. Ben de savaş suçu işlememişlerin hayatına teminat vereceğim. Yetkimi RS ordusunun hedefi olmayan masum Müslüman halkına yardımdan yana kullanacağım. Nesib, halkının kaderi senin elinde. Ancak Nesib Modic’in yapabileceği bir şey yoktu. Ne Saraybosna’daki siyasi liderliğin, ne de cafcaflı ünvanlı komutan generallerin. Katliam günü Mladić film karelerine güler yüzlü yansıyordu, bir grup kadın güven verici laflar etti. Onlar ağlayarak ‘teşekkür ederiz’ diyorlardı. Daha sonra çok sayıda kamyon ve otobüs geldi. Sırp askerleri bu seferde BM karargahı olarak kullanılan fabrikanın dışındaki yirmi bine yakın siviller arasından erkekleri kadın ve çocuklardan ayırmaya başladılar. Kadınlar ve çocuklar kamyon ve otobüslerle Müslüman yoğun bölgelere doğru yola çıkarıldılar. Ertesi gün kamyon ve otobüsler daha çok kadın ve çocuk götürmek için geri döndü. Sokaktaki insanlar arasında hiçbir erkek görülmüyordu, az sonra ortalıkta kadın ve çocuk da kalmadı. Öğleye doğru Sırplar fabrika içinde BM Barış Gücü UNPROFOR’a sığınmış altı bin kişiyle ilgilenmeye hazırdılar. Miladić’in talimatı üzerine Hollandalı komutan emir verdi: - Beşli gruplar halinde fabrikadan çıkın! Sırplar yine erkekleri ve erkek çocukları diğerlerinden ayırıyordu. Srebrenitsa’daki nüfusun taşınması dört gün sürdü. Hollandalı askerler Sırplara hiç öngörmedikleri şekilde yardım etmeye zorlandı. Sırp zulmünü engel olmaları gerekirken, onların katliamına yardımcı oluyorlardı. Sırplar, Hollandalı askerlerin mavi kasklarını da aldılar ve daha sonra kaçakları kendilerine teslim olsunlar diye kandırmak için bu kaskları kendileri giydiler. 7.500 kadar erkek ve 13 yaşın üzerinde erkek çocuk orada öldürüldü. Onlar öldürülecekleri yere kadar ya kamyonla veya yürütülerek götürüldüler. 3.000 kadar erkek, kaçmaya çalışırken vuruldu veya başları kesildi. 1.500 kişi bir depoya kilitlenip makineli tüfek ateşi açılarak ve el bombaları atılarak öldürüldü. Diğer onbinlercesi çiftliklerde, futbol sahalarında, okul bahçelerinde öldürüldü. Tüm hareket askeri etkinlik ile gerçekleştirilmiştir. Bu taşımalar sırasında istihdam edilen sürücülerin, sonradan Sırp birlikleri aleyhine tanıklık etmekten caydırmak için, en az bir Müslüman öldürmek zorunda bırakıldığı söylendi. On binlerce beden toplu mezarlara gömüldü. Daha sonra ayak altındaki toplu mezarlar yeniden açılıp cesetler daha gizli kıyı köşelere yeniden tarih bilinci, TEMMUZ’14 65 gömülmüştür. Çoğu: “Savaş gelmeseydi, Bosna Müslümanlığı yok olacaktı. Savaş bizi kendimize getirdi. Biz savaşla yeniden doğduk.” der. Çok azı hala: “Biz Hırvat ve Sırp komşularımızla gül gibi geçinip gidiyorduk. Yabancılar komşularımızı kandırdı. Bir trafik kazasıdır oldu. Unutalım. Hırvat ve Sırpsız Bosna olmaz.” der. Bosna’nın savaş yetimleri artık büyüdüler. Yaralar sarıldı ama savaş yıllarında zor durumda kalan insanlarda savaşın psikolojik izleri hala sürüyor. On binlerce beden toplu mezarlara gömüldü. Üniversitemizde okurken tanıştığımız Jasmin Yusufović dört yaşındaydı. Yedi sene önce birlikte oraları ziyaret etmiştik. O da annesi, babası ile birlikte fabrikada bekleyenlerdendi. Derken 13 yaşından büyük bütün erkekleri fabrikanın kapısından çıkarıp kamyonlara yüklemişler. Babasının cesedi ancak 18 sene sonra 2013 yılında bulunup defnedildi. Srebrenitsa Katliamının Bosna halkına Bıraktığı Etkiler Katliamın Bosna Müslüman halkı üzerindeki etkisi çok derindir. Özetlersek Srebrenitsa katliamının en önemli sebebi Müslüman Boşnak siyasi liderliğinin Müslümanların savunulması konusunda ciddi bir planlama yapmayı başaramamasıdır. Onların, Bosna Hristiyan ahalisinin kendilerine karşı neler yapabileceği konusunda bilinçleri son derece zayıftı. Dünkü komşularından böyle bir şeyi asla beklemiyorlardı. Tamamen gafil avlandılar. Siyasi liderlik, Müslümanların savunması için gayrimüslim uluslararası güce çok fazla güvendi. Unutulmaması gereken ders: Sadece Mü’minler kardeştir. DİPNOTLAR 1 http://www.washingtonpost.com/wp-srv/inatl/longterm/balkans/stories/independence101691.htm 2 MagnusBjarnason, TheWarandWar-Games in BosniaandHerzegovinafrom 1992 to 1995, 2001. 3 https://www.youtube.com/watch?v=MnALEecbZ-k 4 https://www.youtube.com/watch?v=MnALEecbZ-kt 5 https://www.youtube.com/watch?v=MnALEecbZ-k 6 IbranMustafic,Planned Chaos 1990-1996, Sarajevo 2001 7 General SeadDelic, Daniinterview, March 17, 2000 8 Interview, SlobodnaBosna, Sayi 869, 4.7.2013. 9 TheBosnianArmy’sDefense of Gorazde: Plans, Capabilities, andPossibleOutcomes, CIA Raporu 10 Hasan Nuhanovic, Under the UN Flag, DES Sarajevo 2007. 66 TEMMUZ’14, tarih bilinci MAKALE Prof. Dr. Orhan KILIÇ Fırat Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi MUHTEŞEM YÜZYILIN RÜSTEM PAŞASI VE OSMANLIDA RÜŞVET Rüşvet; haksız bir menfaat sağlamak için verilen ödül, ücret veya ödenen bedel olarak tanımlandığı gibi; yaptırılmak istenen bir işte yasa dışı kolaylık ve çabukluk sağlanması için bir kimseye mal veya para olarak sağlanan çıkar olarak da ifade edilir. Rüşvet, alanı da vereni de kapsamı içerisine alır. Yani alan kadar veren de sorumlu ve suçludur. Rüşvet, toplumların hayatında görülen en eski sosyal hastalıklardan birisidir. Rüşvetin bugüne kadar varlığını devam ettirmesi, tedavisi son derece zor bir sosyal hastalık olduğunu göstermektedir. Bütün ilahi dinlerde yasaklandığı gibi; eski Hint, Mısır, İran, Sümer ve Yunan toplumlarında da yasak olduğu ve özellikle de adli rüşvete ağır cezalar verildiği görülür. Mesela Roma hukukunda rüşvet alan hâkime idam cezası öngörülmüş ve memurların basit eşyalar dışında hediye kabul etmesi yasaklanmıştır. Rüşvet, Kuran-ı Kerim’de kelime olarak doğrudan geçmemekle birlikte, ‘Mallarınızı aranızda haksız sebeplerle yemeyin. Kendiniz bilip dururken, insanların mallarından bir kısmını haram yollardan yemeniz için o malları hâkimlere (idarecilere veya mahkeme hakimlerine) vermeyin.’ mealindeki ayette (Diyanet Vakfı Meali, Bakara 2/188) açıkça yasaklandığı görülmektedir. Hadislerde de; rüşvet alan, veren, ve aracılık eden lanetlenmiştir. Hz. Peygamber devlet görevlilerine verilen hediyeleri devlet malına hıyanet ve ganimetten çalma olarak nitelemiş, nüfuz kullanarak menfaat temin etmenin her türlüsünü yasaklamıştır. Rüşvet bütün toplumlarda görülmekle birlikte, ekonomik ve sosyal gelişmesini tamamlamamış toplumlarda daha fazla görülür. Sosyal ve ekonomik düzenin bozulması, savaş ve doğal afet (deprem, kıtlık, vb.) zamanları rüşvet suçunun arttığı dönemlerdir. Selçuklu ve İlhanlı toplumlarında rastlanan rüşvet suçu, Osmanlı toplumunda da başlangıçtan itibaren görülür. Mehmed Neşrî, Kitâb-ı Cihannümâ adlı eserinde; Orhan Bey zamanında Osman- tarih bilinci, TEMMUZ’14 67 lı askeri teşkilatının ilk adımı sayılan yaya sınıfı teşkil edilirken; “Padişah hizmetinde olalum deyü yaya yazılmağa bir mertebede rağbet gösterdiler ki, kadıya rüşvet verip yalvardılar: ‘Beni yaz!’ dediler.” (MehmedNeşrî, Kitâb-ı Cihannümâ, I. cilt, s. 155) şeklinde kayıt düşer. Rüşvet verildiği kastedilen kadı ise Bursa kadısı Çandarlı Kara Halil’dir. Osmanlı toplumunda rüşvet ile ilgili konular başlangıçta sadece adli alanda görülmekle birlikte, Kanuni döneminin son yıllarında devletin bütün kademelerine bulaştığı anlaşılmaktadır. 16. yüzyılın ortalarından itibaren yazılmaya başlanan ıslahat risalelerinin hemen tamamında rüşvetin Osmanlı toplum ve devlet hayatına büyük oranda bulaştığından bahsedilir. Yazarı belli olmayan Kitâb-ı Müstetâb adlı eserde, Kanuni dönemindeki rüşvetin boyutlarının ne kadar genişlediği ayrıntıları ile açıklanır. 17. yüzyılın en önemli fikir adamı Kâtip Çelebi de gerileme ve devlet düzeninin bozulmasının sebepleri arasında rüşvetin ağırlıklı bir yeri olduğuna dikkat çeker. Kâtip Çelebi, rüşvet alıp vermenin dünyada bir zararı olmadığı için herkesin tereddüt etmeden 68 TEMMUZ’14, tarih bilinci alıp verdiğini söyler. Rüşvet kabul etmeyenin ise dindarlığından ve Allah korkusundan değil, hazmı müşküldür diye halkın diline düşmekten korktuklarını belirterek; ‘Zira bir tatlıca nesnedir, hazzı vardır derler.’ diyerek, rüşvete toplum nazarındaki bakışa ayna tutar. Geçmişte iş başında bulunan Müslümanlar ve halkın padişahının bu sakıncalı uygulamayı kaldırmak ve devletin yıkılmasını önlemek için rüşvet kapısını mutlaka sıkıca kapadıklarını vurgulayarak kendi dönemindeki yöneticilerin de bu illete karşı aynı tavrı göstermeleri gerektiğini belirtir (Kâtip Çelebi, Mizânü’l-Hak fi İhtiyâri’l-Ahak, s. 101-102). Benzer tespitler 18. yüzyılın başlarında ilk resmi vakanüvis Mustafa Naima Efendi ve Defterdar Sarı Mehmed Paşa tarafından da yapılır. Rüşvet, Osmanlı devlet hayatında adalet ve idare alanlarında ağırlıklı olarak görülür. Kadılıklar, sancakbeylikleri, beylerbeylikler, defterdarlıklar ve daha birçok devlet görevleri rüşvetle verilmeye başlandıktan sonra; görevler ehliyetsiz ve liyakatsiz kişilerin eline geçmiş, bu durum birçok bakımdan olumsuz sonuçlar doğurmuştur. Rüşvet vererek makam ve mansıp ele geçirenler, rüşvet olarak verdikleri parayı çıkarmak için görev alanı içindeki konularda halka zulüm etmişler ve haksız menfaat sağlamışlardır. 18. yüzyılda mahkemeye düşen varlıklı birisinin rüşvet vermez ise sefil olacağı, müflis birisinin ise Karun gibi zengin çıkacağı yolunda bir kanaat oluşmuştu. Mahkemelerde haklı olan haksız, haksız ise haklı konuma rahatlıkla geçebiliyordu. Haklı olmak verilecek rüşvetin büyüklüğü ile şekilleniyordu. Kısacası 16. yüzyılın ortalarından sonra halkın hukuk ve adalet sistemine güveninin kalmadığı net bir şekilde anlaşılmaktadır. Devlet kademelerindeki idari görevler rüşvetle verilmeye başlayınca; tecrübeli, yetenekli ve liyakat sahibi yöneticiler bir anda görevden alınabilmiş ve yerlerine rüşvet veren yeteneksiz idareciler atanmıştır. Bu uygulamalar yöneticilerin görevlerini rahat yapamamaları sonucunu doğurmuş ve her an görevden alınacakları korkusu ile istikrarlı ve kararlı yöneticilik yapamamışlardır. Akraba ve yakınların devlet görevlerine getirilmesi de 16. yüzyılın ikinci yarısından sonra iyice görülmeye başlamıştır. Vezir-i Azam Rüstem Paşa’nın gemicilik tecrübesi olmayan kardeşi Sinan’a paşa rütbesi vererek Kaptan-ı Derya yapması bu tür atamaların tipik örneklerinden birisi olarak verilebilir. Kanuni dönemine damga vuran vezir-i azamlar da, padişahın damadı veya enişteleri idi. Vezir-i azam olarak görev yapan İbrahim Paşa, Lüffi Paşa ve Kara Ahmed Paşa padişahın eniştesi, Rüstem Paşa ise damadıydı. Rüşvet ve iltimas ile yapılan atmaların en kötü sonuçları vezirlik ve beylerbeylik rütbelerinin verilmesinden sonra yaşanmıştır. Vezir ve beylerbeyi sayısındaki kontrolsüz artışlar 16. yüzyılın ortalarından itibaren başlamış ve 17. yüzyılda iyice kendini göstermiştir. Vezir rütbesi verilenler; ne kubbe vezirliğinde, ne de eyalet valiliklerinde boş kadro bulabilmişlerdir. Yani eyalet sayısı vezir ve beylerbeyi sayısının çok altında kalmıştır. Hiçbir görevi olmayan vezirleri ifade etmek için sandalyesiz vezirler tabiri kullanılır. Bir yerde bugünkü merkez valilerine benzerler. Beylerbeyiler için de durum aynıdır. Beylerbeyi ve vezirler paşa olarak anılır ancak rütbe bakımından vezirlik daha üst bir makamdır. Vezirler üç tuğlu, beylerbeyiler ise iki tuğlu paşa idi. Bu vezir ve beylerbeyilere idare edecekleri eyalet verilemeyince, kendilerine eyaletin bir alt birimi olan sancaklar verilir. Bu uygulamanın bugünkü anlamı vali kadrosundaki birisine kaymakamlık veya nahiye müdürlüğü verilmesidir. Vezirler ve tarih bilinci, TEMMUZ’14 69 beylerbeyiler bu atamaları çaresiz kabul ederler ve 18. yüzyılda Osmanlı ülkesindeki sancakların birçoğu vezirlere ve beylerbeyilere arpalık olarak verilir. Arpalık olarak kendilerine sancak verilen paşalar, arpalık sisteminin gereği olarak sancaklarını gidip bizzat yönetmezler ve gönderdikleri vekilleri vasıtasıyla bu işi yürütürlerdi. Bu uygulama çok büyük bir yönetim zafiyeti doğurması bakımından Osmanlı idare tarihinin önemli meselelerinden birisi olarak kabul edilir. Bugün bazı devlet görevlerinin birilerine peşkeş çekilmesi anlamında kullanılan arpalık tabiri bahsettiğimiz dönemin bir ürünüdür. Rüşvet ve Rüstem Paşa Rüşvetin Osmanlı toplum ve devlet hayatına yan- 70 TEMMUZ’14, tarih bilinci sımaları çok daha teferruatlı olarak ele alınabilir ve incelenebilir. Şu kadarını söyleyelim ki, her toplumda var olan rüşvet Osmanlı toplumunda da görülmüştür. Ancak devrin kaynaklarının verdiği bilgilere göre, Kanuni Sultan Süleyman döneminde oldukça artmış ve sonraki dönemleri de olumsuz etkilemiştir. Bu işte Sadrazam Rüstem Paşa’nın önemli bir rol oynadığı ifade ve iddia edilir. Rüstem Paşa’nın ifade ve iddia edildiği gibi, rüşveti Osmanlı devlet hayatına sistematik olarak sokan adam olup olmadığı ve devlet adamlığı konusunda şunlar söylenebilir: Rüstem Paşa 1500 yılında doğmuştur. Doğum yeri hakkında kaynaklar net bir bilgi vermemektedir. Saraybosna yakınlarındaki Butomir’de, Sarajevsko Polje’nin batısındaki bir köyde veya Hırvatistan Skardin’de doğduğu yönünde bilgiler mevcuttur. Muhtemelen bir domuz çobanının oğludur. İlk efendisi tarafından devlete vermesi gereken haracına karşılık Osmanlı sarayına köle olarak satılmıştır. Sarayda ve devlet kademelerinde hızla yükselerek Osmanlı tarihine birçok bakımdan damgasını vuracak faaliyetlerde bulunmuştur. Batılı kaynaklar; yüzü hiç gülmeyen, asık suratlı, rüşvetçi, fesat, şehzadenin kanına giren oldukça tehlikeli bir kişi olarak anlatırlar. Fiziksel olarak minyon yapılı, çirkin, kırmızı suratlı ve kötü bakışlı bir adam olarak tasvir edilir. Avusturyalı tarihçi Zinkeisen, Rüstem Paşa ile birlikte Osmanlı Devleti’ndeki iyilik ruhunun bozulduğunu söyler. Osmanlı kaynaklarında ise; iyi tedbir sahibi, tutumlu, zengin, şairlerden hoşlanmayan, yararlı düşünceli gibi sıfatlarla anılır. Rüstem Paşa iki farklı dönemde (1544-1553/15551561) yaklaşık on dört buçuk yıl Osmanlı Devleti’nde sadrazamlık görevinde bulunmuştur. Kanuni Sultan Süleyman’ın kızı Mihrimah Sultan’la evlenerek padişaha damat olmuştur. Bu durumu yönetimdeki etkisini haliyle artırmıştır. Oğullarına karşı, nizam-ı alemi bozma ihtimali olduğu için acımasız olan padişah, her nedense Rüstem Paşa’nın sabit olan suçlarını cezasız bırakmış veya görmezden gelmiştir. Rüstem Paşa’nın devlet kademele- tarih bilinci, TEMMUZ’14 71 rindeki bu hızlı yükselişi ve padişah nezdindeki itibarı, kayınvalidesi Hürrem Sultan’ın desteği ile de doğrudan ilgilidir. Rüstem Paşa’nın devlet işleri ile ilgili rüşvet aldığına dair devrin klasik kaynakları ve arşiv kaynaklarında bilgiler mevcuttur. Rüstem Paşa devlet makamlarını birilerine verirken, bu dönemde ortaya çıkan câize adlı bir nevi makam vergisi alıyordu. Bu câize doğrudan vezir-i azama veriliyor ve defterlere kaydedilerek resmi bir hüviyet kazanıyordu. Bu şu anlama geliyordu: Ne kadar çok atama, o kadar çok câize... Câizenin dışında, atama yapılacak kişiden kayıt dışı alınacak rüşvet de işin cabası... Yukarıda özetle anlatmaya çalıştığımız idaredeki bozulmaların temeli işte bu yıllarda atılır. Islahat Risalesi yazarlarından Koçi Bey, Rüstem 72 TEMMUZ’14, tarih bilinci Paşa’nın iltizamı (devlet gelirlerini ihale ile kişilere vermek) yaygınlaştırdığı ve devlet arazilerini özel mülke çevirip bunları da çocuğuna vakıf olarak bıraktığını yazar. Devletin nakit para ihtiyacını karşılamak için iltizam sistemi bir ölçüde anlaşılabilir ama iltizam ihaleleri nasıl olmuş bir de ona bakmak lazımdır. İltizam işine giren mültezimlerden rüşvet istenmiş mi? Bu konuda şikâyetler var mı? Bunlara cevap vermeden veya araştırmadan Rüstem Paşa için haklı veya haksız demek doğru değildir. Ancak devlet arazilerini önce özelleştirip sonra da evladiyelik vakıf haline getirmek neresinden bakarsanız bakın devleti soymaktır. Başka şekilde izah etmek mümkün değildir ve rüşvetten daha kötüdür. Rüstem Paşa’nın iltizam dışında daha birçok mali tedbir alarak devlet hazinesini doldurduğu söylenir. Hatta sarayın çiçeklerini bile sattığından söz edilir. Yani devlet malını satarak devletin kasasını doldurmaya çalışmıştır. Rüstem Paşa yabancı devletlerle yaptığı anlaşmalardan da hatırı sayılır miktarda altın almıştır. Aslında Osmanlı Devleti’nin yabancı ülkelerle yaptıkları barış anlaşmalarında Osmanlı Devleti’ne ödeyecekleri haraç var ise bir miktar da üst düzey devlet görevlileri bu işten nasipleniyordu. Mesela 1541 yılında Venedikliler savaş tazminatı olarak Osmanlı hazinesine ilk taksit olarak ödediği 100 bin dukanın yanı sıra, devrin vezir-i azamı Lütfi Paşa’ya 10 bin, Rüstem Paşa ve diğer iki kubbe altı vezirine de 5 biner altın göndermişlerdi. Avusturya’nın 1540 yılında Osmanlı Devleti ile yapacağı anlaşma için hazineye ödemeyi teklif etmeyi düşündüğü 100 bin altının yanında vezir-i azam Lütfü Paşa’ya 6 bin, ikinci vezir Rüstem Paşa’ya ise 2 bin altın vermeyi planladığı ancak bu meblağın avantajlı bir anlaşma yapmaları hususundaki katkılarına göre artabileceği de ifade edilmiştir. Erhan Afyoncu’nun tespitlerine göre, Rüstem Paşa 12 Temmuz 1561’de öldüğünde 12 milyon altın değerinde büyük bir miras bırakmıştır (Erhan Afyoncu, “Rüstem Paşa”, s. 289). Bu meblağ Batılı kaynaklara göre 15 milyon duka (altın) idi. (Johann Wilhelm Zinkeisen, c. 3, s. 571) 1700 köle, 2900 savaş atı, 1160 deve, 8000 dülbent, 5000 hil’at, 1100 altın üsküf, 290 yük keçe, 2000 zırh, 600 gümüşlü eğer, 500 murassa altınlı eğer, 130 çift altın üzengi, 860 murassa kılıç, 1500 gümüşlü tolga, 1000 gümüşlü şeşper (altı dilimli topuz), 33 kıymetli taş, 1000 yük gümüş külçesi, 780.000 hasene altın, nakit olarak 1000 yük para (bir yük=100.000 akçe yani 100 milyar akçe) , Anadolu ve Rumeli’de 815 çiflik, 76 su değirmeni, 8000 yazma Kur’an-ı Kerîm, 130 murassa Kur’an, 5000 ciltten fazla kitap ve daha birçok değerli eşya Rüstem Paşa’nın bıraktığı miras içinde zikredilir. Rüstem Paşa bu kadar servetinin yanında birçok vakıf esere de para aktarmıştır. Yaptırdığı eserler arasında on iki cami ve mescit, yedi mektep, 32 ha- mam, 22 çeşme, 273 oda, 54 mahzen, 563 dükkân, 28 han ve kervansaray ve 5 medrese bulunmaktadır. Osmanlı Devleti’nde bir beylerbeyinin alacağı yıllık has geliri 1.200.000 akçeyi geçmez. Vezir-i azamlar ise en fazla 2.400.000 akçe yıllık gelire sahipti. Kanuni Sultan Süleyman, Pargalı İbrahim Paşa’nın yıllık gelirini 3 milyon akçeye (60 bin duka) yükseltmiştir ki bu o zamana kadar vezir-i azamların aldığı en yüksek meblağdı. Rüstem Paşa devşirmeden gelen varlıklı olmayan ve domuz çobanlığı yapan bir kişinin oğludur. Yani aileden gelen bir zenginliği yoktu. Osmanlı devlet kademelerinde yaklaşık 33 yıl görev yapmıştır. Bunun 14 buçuk yılı vezir-i azamlık, 5 yılı vezirlik, 3 yılı beylerbeyilik, 3 yılı sancakbeyliği, 7 yılı mirahurluktur. 2 yıl ise mazul (boş) kalmıştır. Her yıl padişahtan aldığı mükâfatlarla beraber ortalama en fazla 3 milyon tarih bilinci, TEMMUZ’14 73 akçe gelirinin olduğunu varsayarsak 33 yılda 99 milyon akçelik bir kazancı ancak olabilirdi. Caizeler ve yabancı devletlerden alınan altınları da dahil edersek, hiç harcama yapmamış olsa bile 100-200 milyon akçelik bir servete ancak sahip olabilirdi. Rüstem Paşa’nın öldüğünde diğer kıymetli mal varlığını hesaba katmadan, sadece nakit olarak 100 milyar akçesi ve 780 bin altının olduğunu düşünürsek, bu servetin kaynağının normal yollardan kazanılma ihtimalinin olmadığı anlaşılacaktır. Kapı halkının masrafları ve yaptırdığı vakıf eserlere harcadığı para da bu hesabın dışındadır. Rüstem Paşa’nın insanlığın hayrı ve Allah rızası için yaptırdığı vakıfların masrafını normal yollardan kazandığı para ile karşılayıp karşılayamayacağını okurların takdirine bırakıyorum. Ancak yerli ve yabancı kaynaklar hemen her konuda rüşvet alarak iş yaptığı hususunda hemfikirdirler. Özetlersek; devletin kasasını doldurmak için devletin malını satmış veya birilerine peşkeş çekmiş, devlet hazinesini doldurmak için aldığı bu kadar tedbire rağmen her ne hikmetse yine de mali yönden sıkıntı çekilmiş ve halk alınan mali tedbirler sebebiyle fakirleşmiş, atamalardan para almış, akrabalarını kollamış ve önemli devlet görevlerine getirmiş, yeteneksiz insanlara makam-mevki vermiş, geliri ile kıyaslanamayacak derecede müthiş bir servet kazanmış, Batılı devletler ile iyi ilişkiler kurmuş ve onların lehine yaptığı anlaşmalardan menfaat sağlamış, bu arada vakıf kurup eserler yaptırmayı da ihmal etmemiş birisi... Osmanlı Devleti’ne siyaseten önemli bir diplomatik kazanç sağlayamamıştır. İyi bir asker ve komutan da değildir. Ordu komutanı olarak çıktığı önemli bir sefer ve başarısı yoktur. Paşamız işte böyle bir şahsiyet. “Keşke insanlar tarihten ders alsalardı da tekerrür etmeseydi.” demek bu konuya tam uygun düşüyor. Zira önemli bir sosyal hastalık olan rüşvet, toplumları ve devletleri etkilemeye devam ediyor. Bu konuda çareyi elbette devleti yönetenler bulacak ve bu illeti ortadan kaldırmak için ne lazım geliyorsa onu yapacak. Aksi halde sosyal, idari ve mali konularda, geçmişte yaşanan sıkıntılar daha şiddetli olarak yaşanmak zorunda kalınacaktır. KAYNAKLAR AFYONCU, Erhan; “Rüstem Paşa”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, c. 35, İstanbul, 2008, s. 288-290. DAŞCIOĞLU, Kemal; “Osmanlı Devleti’nde Rüşvet ve Sahtekârlık Suçları ve Bunlara Verilen Cezalar Üzerine Bazı Belgeler”, Sayıştay Dergisi, Sayı: 59, s. 119-124. DEFTERDAR SARI MEHMED PAŞA, Nesayih’ül-Vüzera v’el-ümerâ veya Kîtab-ı Güldeste Nizâm-ı Devlete Müteallik Risale, (Derleyen ve çeviren: Hüseyin Ragıp Uğural), Türk Tarih Kurumu Basımevi Ankara, 1969. KÂTİP ÇELEBİ, Düstûru’l-amel li-Islâhi’l-halel (Bozuklukların Düzeltilmesinde Tutulacak Yollar), (Hazırlayan: Ali Can), Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 1982. Mîzânü’l-Hak fi İhtiyari’l-Ahak, (Hazırlayan: Orhan Şaik Gökyay), MEB, İstanbul, 1993. KILIÇ, Orhan; 18. Yüzyılın İlk Yarısında Osmanlı Devleti’nin İdarî Taksimatı-Eyalet ve Sancak Tevcihatı, Elazığ, 1997. KÖSE, Saffet; “Rüşvet”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, c. 35, İstanbul, 2008, s. 303-306. KUR’AN-I KERÎM, Diyanet Vakfı Meali, Bakara 2/188. MEHMED NEŞRİ, Kitâb-ı Cihannüma, (Yayınlayanlar: Faik Reşit Unat-Mehmet Altay Köymen), C.I-II, TTK, 3. Baskı, Ankara, 1995. MUMCU, Serap; “Rüstem Paşa”, http://blog.radikal.com.tr/kultur-ve-sanat/rustem-pasa-50272 (18.02.2014). NAİMA MUSTAFA EFENDİ, Tarih-i Na’ima, (Hazırlayan: Mehmet İpşirli), c. I-IV, TTK, Ankara, 2007. YÜCEL, Yaşar; Osmanlı Devlet Teşkilâtına Dair Kaynaklar: Kitab - ıMüstetab - KitabuMesali hi’lMüslimîn ve Menaf’i’il - Müminin - Hırzü’l - Mülûk, TTK, Ankara, 1988. ZİNKEİSEN, Johann Wilhelm; Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, c. 2-3, İstanbul, 2011. 74 TEMMUZ’14, tarih bilinci Bilim Tarihi Uğur Kazdal Araştırmacı - Yazar Manhattan Projesi Tarih 2 Ağustos 1939, Leó Szilárd tarafından Amerikan Başkanı Franklin D. Roosevelt’e gönderilmek üzere ve Albert Einstein’ın imzasının bulunduğu, dünya tarihini değiştirecek bir mektup yazıldı. Bu mektuba gelecekte “Einstein-Szilárd Letter” denilecek ve Amerika’nın ne kadar ileri gidebileceğini göstermesine olanak sağlayacaktı. Mektupta Nazi Almanyası’nın nükleer silah geliştirdiği ve atom bombası yapmaya çalıştığı yazarken, Nazi Almanyası çalışmalarını başarıyla sonuçlandırırsa Amerika ve müttefiklerinin göreceği zarar yazıya dökülmüştü. Einstein-Sziláard Letter 1939 yılında Roosevelt’e yazılmasına rağmen, Atom Bombası’nı üretme odaklı olan Manhattan Projesi’nin başlangıcını bazı kaynaklar 1942 diye kabul ederken, bazıları mektubun gönderildiği tarihi kabul eder. 1942 yılının kabul edilmesinin en büyük etkeni Oak Ridge, Tennessee’ye kurulan ve Manhattan Projesi’nin çalışmalarının çoğunun gerçekleştirildiği nükleer araştırma üssünün 1942 yılında inşaasına başlanmasıdır. Olaylara bakış açımıza göre tarihi bizde 1939 olarak kabul edebiliriz sebebi ise 30 farklı bölgede parça parça araştırmaların yapılıyor olması ve bilim adamlarının bu süreçte odak noktalarını nükleer enerjiyi bomba olarak kullanabilmeyi sağlayacak olan problem çözümünü bulmaya çalışıyor olmasıydı. Taa ki J. Robert Oppenheimer ve Robert Serber tarafından Nötron difüzyonunun, bomba için gerekli enerjiyi nasıl üretmesi gerektiği konusunun araştırılmaya başlanıp, Temmuz 1942’de teorik olarak mümkün olmasının açıklanmasıyla hızlı bir test sürecine girilmesine vesile olacaktı. Amerika Birleşik Devletleri’nin İkinci Dünya Savaşı’ndaki konumu 7 Aralık 1941 Pearl Harbor Saldırısı (Sürpriz Saldırı) ile değişecekti. 8 Aralık Günü Japonya’ya savaş ilan etmesinin ardından, S-1 Komitesi 18 Aralık 1941 tarihindeki toplantısının sonucunda Roosevelt’in atom bombası üretimine onay vermesi, Japon halkının vereceği kayıpları 6 basamaklı sayılara ulaştıracaktı. Eylül 1942’de Amerikan Başkanı’nın Manhattan Projesi’nin başına Tümgeneral Leslie Groves’ı getirmesiyle, Manhattan Projesi’nin daha ciddi bir şekilde ilerlemesi gerektiği ve ek bütçelere onay vererek dünya tarihinin değişmesinin en belirgin adımını atmış olacaktı. Leslie Groves liderliğe geldiği ertesi günü önerilen yer olan Tenneesse’yi incelemek için tren ile yolculuk edecek ve bölgenin özellikleri nedeniyle etkilenecektir. Atom bombasını üretmek için hiçbir engelle karşılaşmadan çalışılabilmesi için, istihbarat endişesi nedeniyle CIA ve ordu baskıcı bir tutum sergilemek zorunda kalarak Oak Ridge’de kurulacak olan üs bölgesinde yaşayan ailelerin bölgeyi terk etmesi için 15 gün süre verip hızlı bir temizlik tarih bilinci, TEMMUZ’14 75 gerçekleştirdi. Daha sonrasında bu bölgeye askeri kontrol noktalarını geçmeden erişmek imkansız olacaktı ki, bu kontrol noktalarının sayısı 17’ye ulaşıyordu. Projede en büyük sorun hızlı olabilmek için 1944’e kadar sayıları 84,500’e ulaşacak olan inşaat işçisinin bölgelere yerleştirilmesiydi. Bu sorunu binlerce karavan ve yapılan evlerle çözdüler. Çalışan işçiler ve inşaat mühendisleri aslında ne için çalıştığını bilmiyor, sadece tesis inşaatında yoğun mesailer ile çalışıyorlardı. On binlerce işçinin farklı ahlâk yapıları ve kültürlerden geliyor olması tartışmalara, huzursuzluğa sebep olabiliyordu ki; durumu fark eden yöneticiler, öncelikle aynı ırk, sonrasında aynı kültüre sahip kişileri aynı karavanlara yerleştirmekle sorunu çözüp inşaata -neredeyse- sorunsuz bir şekilde devamı zorunlu olarak sağladılar. Manhattan Projesi beklendiği gibi en çok bilim adamlarını heyecanlandırdı, yapabilecekleri her deneyi, her araştırmayı neredeyse sorgusuz kabul eden bir hükümet, bilim adamlarının ihtiyaçlarını yerine getiren ordu, korumak için görevli olan CIA bulunurken rahat bir şekilde çalışabiliyorlar- 76 TEMMUZ’14, tarih bilinci dı. Ekibin ilk sorunu projeye başlanmasında en büyük etken olan teoride mümkün olan kontrollü zincirleme reaksiyonunun başarı ile yapılabilmesi idi. Ekip Tenneesse’de bulunan nükleer araştırma üssünde tüm kısa deneyler ve ülkenin farklı noktalarında araştırmalar sonucu paylaşılan bilgiler ışığında ilk testini gerçekleştirmeye hazırlandı. 13 Eylül 1944’te ilk kapsülün reaktöre bağlanmasıyla çalıştırıldı ancak yeterli bulunamayan enerji karşısında bilim adamları toplanıp 838 kapsülün bağlanmasına karar vererek reaktörün kritik düzeyde tekrar çalıştırdılar ve çalıştırıldığından kısa bir süre sonra 27 Eylül tarihinde saat 06.30’da tamamen durdurulmak zorunda kalınıp deneye son verildi. Soğutma suyunda bir sızıntı veya kirlenme var mı diye kontrol edilip ertesi gün tekrar başlatılan deney sonucunda reaktör bir kez daha durdurulup, araştırma ekibinde gerginliğe sebebiyet verecektir. Ekip hesaplamaları tekrar yapıp radikal bir karar alarak 504 adet daha tüp eklemeyi gerekli bulup durumun ciddiyeti ile daha da gergin bir ortam yaratacaklardır. Yapılan deneylerden yetersiz sonuçlar elde edilmesiyle birlikte bilim insanları bu süreçte harcanan paranın ve zamanın kayıp olarak değerlendirmeye başlamışken, Enrico Fermi 2.004 adet tüpün yük- lenmesiyle Plutonium’un üretilmesini için gerekli enerjinin açığa çıkacağını kanıtlar ve tekrar deney başlatılıp reaktörleri çalıştırdıklarında Plutonium üretimi için gerekli enerjiyi elde edeceklerine şahit olurlar. Bu durum bilim insanlarının kaybettiği heyecanı hızlı bir şekilde geri kazandırıp, projeye destek veren hükümetin daha “mutlu“ olmasına sebebiyet verecektir. 1945’te ise Nagasaki’ye Fat Man atılacaktır. İlk test Trinity, nükleer silah denemesinin kod adı, 16 Temmuz 1945 tarihinde Manhattan Projesi’nin sonucu olarak yapılan deney. Jornada del Muerto çölünde Socorro, New Mexico’nun 56 km güneydoğusunda kurulan test alanında ilk nükleer silah denemesi gerçekleştirildi. Açığa çıkan enerji 84 Terajoule olarak tespit edildi. Trinity testi Manhattan Projesi süresince başlarda önerilen ve geliştirilmeye çalışan plutonium silah-tipi nükleer bomba “Thin Man” idi. Ancak kendiliğinden fizyon oranının plutonium-tipi bir silah için çok fazla olması nedeniyle iptal edildi. Manhattan Projesi süresince Pumpkin bombası ki bu bomba Nagasaki’ye atılacak olan FatMan lakaplı bombanın nükleersiz çalışan bir kopyası idi ve Japonlara karşı aktif olarak kullanıldı. Dünyada ilk adını duyuracak olan, Hiroshima’yı 6 Ağustos 1945 tarihinde vuran Little Boy lakaplı bomba 16 kiloton TNT’nin enerjisi ile patlayacaktı. Bu tarihten tam 3 gün sonra 9 Ağustos tarih bilinci, TEMMUZ’14 77 Atomik Çağ’ın başlangıcı olarak kabul edilerek bilim dünyasında yeni bir döneme girilmesiyle, Manhattan Projesi’nde çalışan bilim insanlarının daha da gurur duymalarını sağlamasıyla, testi daha duygusal bir hale getirmişti. Trinity’ye ilk testte kod adı olarak “The Gadget” veya “Christy’s Gadget” denmesinin sebebi ise Robert Christy’nin içten yanmalı yönteminin cihazda kullanılmasının yanında istihbarat korkusunun, Amerika’nın istihbaratını yetersiz kalırsa ve eğer yapılmışsa ‘ilk onlar saldırmasın’ çekincesinin bulunmasıydı. Kimilerine göre dünya tarihinin en acımasız sonuçlarına sebebiyet veren proje, kimilerine göre bilimin daha da ileriye gitmesine vesile olan deneyler süreci, her iki durumda da dünyayı değiştiren bir sonuç ile bizleri karşı karşıya bıraktığı kesin olan bu proje süresi boyunca yaklaşık 129.000 kişi çalışmış olacak ve bu kişilerin 84.500’ü inşaat işçisi,40.500’ü tesis operatörü, 1.800’ü askeri personel idi ki bu rakam sonraları 5.600’e arttırılacaktır. Bu kadar kişinin çalıştığı bir projede istihbarat sızmaması için nelerin göze alınabilineceğini 78 TEMMUZ’14, tarih bilinci düşündüğümüzde; düzenli olarak yapılan yalan testleri ve kontrollerin ne kadar gerekli olduğunu anlamış oluyoruz. Manhattan Projesi’nde dikkat çeken bir diğer konu ise uygulanan sansür. Askeri yönü olabilecek olan araştırmaların yayınlanmasını önlemek için çalışılmış ve gönüllü olarak Amerikalı bilim adamları, öğrendiklerini dünyadaki diğer bilim insanlarıyla paylaşmamıştır. Bu sansür 1939’da Avrupa’da savaşın başlamasıyla birlikte uygulanmaya başlaması Manhattan Projesi’nin ve Einstein’ın mektubunun başka kurgulara gebe olması gibi bir komployu düşündürtüyor ki bu konuda asla emin olmamız mümkün gözükmüyor. Sansürde dikkat çeken bir diğer husus ise; bilimsel dergilerin Ulusal Bilimler Akademisi’ndeki makalelerin silinmesi için başvurmaları... Bu durum ülke çapında bir birliğin olduğunu da göstermekte. Hükümetin basın yayın organları üzerinde ek olarak talep ettiği kullanılmaması gereken kelimeler listesi de bulunmakta ki; tahmin edebileceğiniz gibi nükleer ile ilgili olan her türlü kelimenin bu listede Bilim Tarihi olup yayınlarda kullanmaktan kaçınılması konusunda uyarmasıyla ciddiyetini ortaya koyduğu bir gerçektir. Projenin başarıya ulaşmasındaki en büyük etkenin; sessizce ve her şeyi göze alan bir koruma yönteminin kullanılması olduğunu kabul etmeliyiz. Sovyet ajanlarının yeteneği; Amerika’nın olasılık dahilinde görüp sabotajdan korkmaları nedeniyle göz ardı etmediği tehlike. Her türlü aksaklıkta Sovyet ajanlarının aralarına sızdığını düşünen; her tembel , kavga çıkartan, huzursuzluk veren çalışanı Sovyet ajanı etiketiyle gözlem altında tutmaları bu endişelerinin büyüklüğünü göstermekte. Daha sonrasında Oppenheimer Yarbay Pash’i bir üniversitesi profesörünün Sovyet Birliği’ne bilgi sızdırmasıyla ilgili bilgilendirmesiyle birlikte Amerikan hükümetinin korkularının haklı olduğunu ispatlamış olacaktır. Bu bilgiden sonra “Kominist Avına” başlayan istihbarat birimi, Manhattan Projesi’nin hayata geçmesinde önemli rol oynayan kişilerin birkaçının Sovyet ajanı olduğunu ortaya çıkarmasıyla Sovyet Birliği’nin ne kadar bildiğini öğrenmeye çalışacak ve araştırmalarına devam edecektir. Dikkat çeken en önemli Sovyet ajanlarından olan Klaus Fuchs Amerikalıların atom bombasını yapmasını sağlayan hesaplamalara yardımcı olmasının yanında Rusların daha sonrasında Hidrojen bombasını yapmasına yardım edecek ilk modellemesinin teorik çalışmasını yapacaktır. Manhattan Projesi’nin ana hatları silah geliştirmek gibi gözükse de bilim adamlarını koruma, Alman nükleer enerji projesi ile ilgili bilgi sızdırma ve sabotaj, bilim adamlarının daha verimli çalışabilmesi için üretim tekniklerinin geliştirilmesi tarih bilinci, TEMMUZ’14 79 Bilim Tarihi başlıklarıyla ilgili de yoğun bir şekilde çalışılmıştır. Proje dahilinde Japon Atom Programı’nı tehdit olarak görmeyen ekip, gerekçe olarak Japonya’nın Uranyum Madeni ile ilgili kaynak sıkıntısı bulunması gösteriliyor. Almanya’nın nükleer silah yapmaya çok yakın olması, Manhattan Projesi dahilindeki istihbarat çalışmalarının odak noktası haline gelmesine neden olacak ve “Bombalama ve Sabotaj Kampanyası” ile bir kaç adet stratejik yerlere saldırı yapılıp, Almanya’yı meşgul etmekle uğraşılacaktı. Savaşın son hamlesinin Amerika tarafından yapılmasıyla da Almanya Nükleer Enerji projesine yapılan istihbarat çalışmalarının başarıya ulaştığını tarih bize gösterecekti. Savaşı sonlandıran hamlenin Japonlar üzerinde 80 TEMMUZ’14, tarih bilinci uygulanması, projeye asıl korkulan tarafın Nazi Almanyası olması, ancak bombanın Japonya’ya atılması aklımıza Pearl Harbor’ın intikamını mı aldılar sorusunu getirirken, atom bombasıyla yayılan radyasyonun daha fazla kişiyi etkilebileceği veya projeye destek veren Birleşik Krallık tarafından Avrupa’dan uzakta atılması kararının mı etkilemiş olacağını da kesin olarak bilinemeyecek ve bu fikirle ilgili Almanya’ya karşı Avrupa’da cephe kazanılmaya başlanmış olması da etken olabilir diye düşünülecektir. 6 Ağustos 1945 tarihinde bomba atılmadan önce Boeing B-29 tipli uçaklar Japonya semalarında beliriyor. Bunun sonucu olarak bölgedeki alarmların aktif olup insanların sığınaklara girmesi ve bu uçakların hiç bir şey yapmadan gitmeleri insanların aklına “keşif uçağı” imajı oluşturuyor. Sonrasında tekrar -biraz önce geçmiş olan- uçaklarla aynı olan bir uçak (Enola Gay isimli) yaklaşıyor ve tekrar alarmlar çalıyor, ancak bu sefer yine “keşif uçağı” hissiyatına kapılan halkın çoğunluğu sığınaklara girmiyor ve Enola Gay atom bombası Little Boy’u Hiroshima’ya bırakıyor. Bu taktik ile maksimum sivil zayiatı verilmesi sağlanırken suç işleyen Amerika Japonya’dan teslimiyet talep edip, bu talep Japonlar tarafından geri çevirilince 9 Ağustos 1945 Tarihinde Nagasaki’ye biraz daha kuvvetli olan Fat Man’i atıp savaşa son verecek hamleyi yapacaktı. Manhattan Projesi’nin başarıya ulaşmasından sonra teknik ve geliştirme süreciyle ilgili dünya toplumuna açıklama yaparcasına 12 Ağustos 1945 tarihinde “Smyth Report” adıyla bir rapor yayınlandı. Yazarı Henry DeWolf Smyth ve yayıncı olarak Princeton Üniversitesi’nin ismi geçerken toplamda 264 sayfa olan bu rapor tüm dünyaya Amerika’nın neleri yapabileceğini gösteren reklam afişi niteliği taşımaktaydı. Bu rapor Amerika Birleşik Devletleri için o kadar önemliydi ki Smyth’in Princeton Üniversitesi’ndeki ofisinin önüne hükümet tarafından korumalar yerleştirilmekte, yazarın talepleri kontrol ve onay işlemleri süreçlerinden geçtikten sonra uygulanmaktaydı ki yazarın ilk talebi Lincoln G. Smith’i araştırma asistanı olarak sürece dahil etmek idi. Yayınlanması için son onayı 9 Ağustos tarihinde Beyaz Saray’da toplanan, Amerikan Başkanı ile görüşen Stimson, Harrison, Groves, Conant, Vannevar Bush, ve Fleet Admiral William D. Leahy başkanı ikna eder ve bu raporun hemen basılması için talimat vererek 12 Ağustos tarihinde binlerce adet basılır. Kitap evlerine dağıtılması ilk olarak 10 Eylül’de başlayan rapor 14 Ekim 1945 ile 20 Ocak 1946 tarihine kadar New York Times’ın en çok satanlar listesinde bulundurularak daha fazla kişinin dikkatinin çekmesi sağlanacaktır. Ancak bu yayın Manhattan Projesi’ni anlatan son sözler olarak kalmayacak General Groves’un “Manhattan District History” başlıklı ve Manhattan Projesi’ni anlatan resmi kitap olarak basılacak daha fazla detaya askeri açıdan bakılacaktır. Her ne kadar bu raporlar Amerika’nın yapabileceklerini ortaya koyan bir yayın olarak kabul edilse de günümüzde her bilim tarih bilinci, TEMMUZ’14 81 insanın bu raporu incelemesi, bilimsel detayları incelerken “reklamcı gözüyle” bakabilmesi gerekmektedir. Çalışmaların başarısı karşısında Beyaz Saray’ın bilim adamlarının neredeyse her taleplerini kabul eden tutumu, Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Harry S. Truman’ı da etkileyecek ve Atomik Enerji Yasası’nı 1 Ağustos 1946 yılında imzalanacaktı. Bu yasa “McMahon Act” olarak anılacak ve federal hükümetin nükleer teknolojiyi kontrol ve yönetimi konusunda çalışmalara kolaylık sağlayacaktı. Savaşın son bulmasıyla daha kaliteli araştırmalar yapmak adına 1 Ocak 1947 tarihinde Manhattan Projesi resmi olarak United States Atomic Energy Commission’a devredilecek, aynı yıl 15 Ağustos tarihinde Manhattan Projesi’nin Tenneessee’deki üssü boşatılacaktı. Bu süreçten sonra artık Sovyet ajanlarının ne kadar bilgi edindiği, neler amaçladıkları konusuna yönlenilecek bir istihbarat birimi, silahı daha “güvenli” üretimi ile ilgili çalışmalara yoğunluk verilecekti. Son olarak kimilerinin 2. Manhattan Projesi ya da Mini-Manhattan diye andığı bazı kaynaklara göre 2003 yılında başlandığı iddia edilen proje! Bilindiği üzere (Tübitak IV. Nesil Nükleer Santraller 2007) 10 ülke bu reaktör çeşidini üretmeye çalışı- yor. Bu reaktör üst düzey ekonomik, geliştirilmiş güvenlik, asgari atık, yayılmaya dirençli olması için çalışmalarına yoğun miktarlarda bütçeler ayrılmakta. 2011 yılında ilk prototipin yapıldığı iddia edilirken 2020’ye kadar gerçek anlamda kullanılamayacağı belirtilmekte ki; Manhattan Projesi süresince basın organlarına yasaklı kelimeler listesi yayınlayan yöneticilerin başarıya ulaşılma tarihi konusunda yalan söylemesini kesinlikle bekleyebiliriz. IV. Nesil reaktör ekonomilerin daha sağlam durmasına, enerji ihtiyacını daha verimli bir biçimde elde etmesine olanak sağlarken silah üretimi konusunda da daha hızlı çözümler sunacaktır. İkinci Dünya Savaşı’ndan yıllar sonra yaşanacak olan Körfez Savaşı’nda, Pentagon’un açıkladığı sayı olan 320 ton hafifletilmiş uranyum ile nükleer füzeler kullanan Amerika Birleşik Devletleri, IV. Nesil reaktörler ile daha kaliteli silahları nükleer tehdit barındırıyor diye ülkelerde kullanmayı daha ucuza getireceği kesindir. Savaş durumunda nükleer gücün ve düşmanın ne kadar ileride olduğu korkusu yaratması, geliştirme süresince ülkenin bilim insanlarının yeni keşifleri, daha kaliteli üretim zorunluluğu nedeniyle yapılan ekstra çalışmaların yol açacağı ve ülke bilimine yapacağı katkıları düşünürsek; bizim de bu çalışmaları ülke olarak yapmamız zorunludur. twitter_@UgurKAZDAL 82 TEMMUZ’14, tarih bilinci Tarihi mekanlar Prof. Dr.Süleyman Kızıltoprak MEHMED ALİ TEVFİK’İN MENYEL SARAYI Kavalalı Mehmed Ali Paşa ailesinden gelenler, 1805 yılından 23 Eylül 1952 yılına kadar Mısır’da yönetim katında bulunmuş ve ülkenin bir buçuk asırlık tarihinde söz sahibi olmuşlardır. Mısır’ın siyasi tarihinde yer alan vali, hıdiv, sultan ve melik/kral sıfatlarıyla ülkeyi yöneten aile bireyleri kadar, veliaht olup da yönetim makamına geçemeyen aile bireyleri de özellikle sosyal, kültürel ve sanatsal alanlarda önemli roller almıştır. Bunlardan birisi de Hidiv Mehmed Tevfik’in oğlu Mehmed Ali Tevfik (1875-1955) olmuştur. Prens Mehmed Ali Tevfik Hıdiv Mehmed Tevfik’in oğlu ve Hıdiv II. Abbas Hilmi’nin (1874-1944) kardeşidir. Annesi ise, Âmine hanımdır. Âmine hanım, I. Abbas Paşa’nın oğlu Mehmed İlhami’nin kızıdır. İstanbul’da ve Mısır’da “Valide-i Hıdiviye” veya “Valide Paşa” unvanıyla anılan Âmine Hanım, Kavalalı ailesinin hanım üyelerinin en ünlülerinden biridir. Osmanlı sultanlarının annesine “Valide Sultan” denilirken protokol kuralları açısından Mısır valisinin annesine de “Valide Paşa” denilmesinin sebebi, aynı ifade kullanılamamasıdır. Mehmed Tevfik Paşa, babası Hıdiv İsmail Paşa’nın aksine tek eşli olarak yaşamıştır. Tevfik Paşa ve Âmine Hanım’ın ilk çocuğu Abbas Hilmi’dir. Daha sonra Mehmed Ali isimli bir oğlu ve iki kızı daha dünyaya geldi. Gençliklerinde Abbas Hilmi ve Mehmed Ali fiziksel olarak olağanüstü bir yakışıklılığa sahip oldukları için Âmine hanım, “Ümmü’l-Hasaneyn/iki Hasan annesi” yani iki yakışıklının annesi olarak adlandırılmıştır. 1892 yılında Tevfik Paşa vefat ettikten sonra, Âmine Hanım daha önce sadece yazları ziyaret ettiği İstanbul’da daha fazla kalmaya başladı. II. Abdülhamid, çevresinde ve ailesi içinde çok saygın bir konumda olan Hıdiv’in annesi Âmine Hanım’a çok değer veriyordu. Hatta II. Abdülhamid’in Âmine hanıma hediye ettiği Bebek’teki arazi üzerine kurulan yalı, Hıdiv ailesinin Boğaziçi’nde yaz aylarında ikamet ettikleri mekanlardan biriydi. II. Abdülhamid’in, Âmine Hanım’ın İstanbul’da daha çok zaman geçirmesini istemesinin bir nedeni de siyasi idi. Zira Padişah, Mısır Hıdiv ’i olan oğlu II. Abbas Hilmi Paşa ile gayri-resmi irtibatı onunla sağlamak amacındaydı. Diğer yakışıklı oğlu Mehmed Ali Tevfik ise Mısır tahtına oturmak bakımından abisi kadar şanslı tarih bilinci, TEMMUZ’14 83 Tarihi mekanlar değildi. Veraset kuralına göre zaten böyle bir hakkı yoktu. Ancak, yaşadığı sarayı bir İslam medeniyeti müzesine dönüştürerek tarihe geçti. Prens, 1875 yılında Kahire’de doğdu, 1954 senesinde Mısır dışında öldü. Kabri Kahire’deki aile mezarlığında- olan sanat ve tarihi değeri olan mekanları yeniden yaşatmak için projeler yapıyordu. Kendi maddi kaynaklarını cömertçe harcayarak bu eserleri tamir etmeye çalışıyordu. Yine çeşitli dönemlerde değişik ülkelerden gelen hediyeleri ve veraset yoluyla kalan değerli eşyaları da koruma altına alarak gelecek nesillere bırakmak için büyük gayret gösteriyordu. Milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy’a Mısır’da kaldığı süre boyunca yakın dostlarından eski Mısır Hıdivi ve Mehmed Tevfik Paşa’nın abisi Abbas Hilmi Paşa destek oluyordu. Mehmet Âkif Ersoy II. Meclis seçimlerini kaybedince, Abbas Hilmi Paşa’nın teklifiyle Mısır’a gitmişti. Âkif Mısır’da 1925 yılından Türkiye’ye döndüğü 1936 yılına kadar tam 11 yıl Kahire ve Ayn Şems Üniversiteleri’nde ders verdi. İstanbul’a döndüğünde Hidiv ailesinin desteği devam etti ve eski Sadrazam Sait Halim Paşa’nın kardeşi Abbas Halim Paşa koluna ait çeşitli yerlerde misafir oldu. 17 Haziran 1936 Çarşamba günü İstanbul`a gelen Mehmet Akif Abbas Halim dır. Prens Mehmed Ali Tevfik Arap ve Batı kültürüne ileri derecede vakıf idi. Sarayda özel olarak aldığı geleneksel ve dinsel eğitim dışında esasen Batılı eğitim almıştı. Ama İslam medeniyetinin aydın bir mensubu olarak yaşıyordu. Değerlerine bağlı ve dindar bir kimliğe sahip olmak yanında bilimsel çalışmaları sever ve bütün dallarıyla ilgilenirdi. İslam ilimleri ve sanatına ise özel bir ilgisi vardı. Spor yapıyor, özellikle at sporunu seviyordu ve soylu Arap atlarıyla meşgul oluyordu. Öte yandan tarihi eserleri ve İslam medeniyeti açısından değerli olan obje ve kitapları da biriktiriyordu. Çok kıymetli koleksiyonları yaşadığı çağda ün yapmıştı. Dünyanın çeşitli yerlerinden nadir eserleri sarayına getirtiyordu. Memluk ve Osmanlı dönemine ait harap olmakta 84 TEMMUZ’14, tarih bilinci Tarihi mekanlar Paşa`nın kızı Emine Abbas Halim Hanımefendi`nin ısrarı üzerine, önce onun Maçka`daki evine misafir oldu. Daha sonra Beyoğlu İstiklal caddesinde aynı aileye ait olan Mısır Apartmanı`nda ikamet etti. Bir müddet sonra Abbas Halim Paşa, Büyük Şairin sağlığına iyi geleceğini düşündüğü Alemdağ Baltacı Çiftliği’nde onu misafir etti. Çiftlikte 3 ay kalan Mehmet Akif, kış ayları başlayınca Mısır Apartmanı`na yerleşti. Abbas Halim Paşa Milli şairimizin son günlerini huzur içinde geçirmesi için elinden geleni yaptı. Mehmet Akif, 27 Aralık 1936 Pazar günü akşamı vefat edene kadar onun misafiri olarak kaldı. Aile bireyleri Kahire ve İstanbul’da Mehmet Akif’e ev sahipliği yaparak büyük bir vefa gösterdi. Siyaset sahasında ise, Prens bir saray sahibi olmasına rağmen hiçbir zaman Mısır tahtına oturma imkanı elde edemedi. 1892, 1914, 1936 ve 1952 yıllarında Mısır Hidivi ve Kralı olma beklentisi doğdu. Ancak kısa bir sure Kral naibliği yapmak dışında tahta geçemedi. Dedesi Hidiv İsmail Paşa’nın oğlu ve amcası I. Fuad’ın vefatından sonra 1932 de tahtın vasisi oldu. Ancak amcaoğlu I. Faruk, aynı yıl tahtın sahibi oldu. Kendisi de vali olarak tayin edildi. Bu görevi 1951 yılına kadar sürdü. MENYEL SARAYI Menyel Sarayı, Mısır Hidivi II. Abbas Hilmi Paşa’nın kardeşi ve Kral Faruk’un kuzeni olan Prens Mehmed Ali Tevfik Paşa tarafından yaptırılmıştır. Sarayın son halini alması 30 yıl sürmüştür. 1899 ve 1929 yılları arasında inşa edilmiştir. 1955’te Cemal Abdül-Nasır zamanında saray kamulaştırılmıştır. Prens Mehmed Ali Tevfik Paşa sarayın yapılacağı araziyi 1899 yılında satın almıştır. Yapıma 1901 yılında bir ikamet sarayı olarak başlanmıştır. Prens, sarayın bütün mühendislik tasarımlarını ve süslemelerini, bizzat denetlemiştir. Saray, Nil Nehri’nin kuzey kolunda bulunan Ravda adasında, büyüleyici bir manzaraya sahip çok güzel bir yerdedir. Sarayın kurulduğu alan yaklaşık 62 dönümlük bir arazidir. Bu alan üzerine inşa edilen sarayın 5000 m² si bina alanı, 34000 m² si ise bahçedir. Sarayın yol ve patikaları ile bahçe içi yapıların alanı da, 22711 m² dir. Saray kompleksi 6 temel yapıdan oluşur. Bu nedenle, “saraylar/serâyât” denmektedir. Saraya ait binaların hepsi, görenleri büyüleyen birer sanat harikasıdır. İç ve dış mimarisiyle saray İslam yapı sanatının üstün niteliklerine örneklik teşkil eder. Sarayın tüm çevresini kuşatan surlar oldukça yüksektir ve Orta Çağ tarzını yansıtmaktadır. Surların ana malzemesi olarak kireç taşı kullanılmıştır. Dışa doğru çıkıntısı olan dikdörtgen şeklindeki saray binaları ve bahçelerini kuşatmıştır. Kuzeyinde gözleme kuleleri bulunmaktadır. Bu kuleler, Kahire Üniversitesi Tıp Fakültesi ile sarayın arasını ayıran Kasru’l-ayni isimli caddeye kadar uzanmaktadır. Surların kuzey ve güney kısımlarını oluşturan bazı yerlerinde, Allah lafz-ı celili ve “Eğer Allah size yardım ederse, artık hiç kimse sizi yenemez” (Ali İmran 3/160) vb. Kur’an ayetleri yer almaktadır. Bu yazıların hepsi, açık bir Kufi hattıyla kazınmıştır. Sarayın girişi de çok ihtişamlıdır. Ana giriş kapısındaki dekor, İslam sanatının birçok yönünü yansıtmaktadır. Genel hatlarıyla XIV. asır İran medreseleri ve mescitlerinin giriş yapılarına çok benzemektedir. Ana kapının iki yanında, Fatımi döneminin son yıllarına ait yapılarda görülen iki tane burç bulunmaktadır. Giriş kapısının en üst kısmının tam ortasında, taşa kazılmış üç hilal ve üç yıldızlı Nasır dönemine kadar kullanılan Mısır bayrağı vardır. Bayrağın altında, “Her kim O Rabbine iman ederse artık ne hakkı yenmek ne de istila olunmak korkusu yaşar” (el-Cin 72/13) ayeti bulunmaktadır. Bunun altında ise, sarayın kitabesi yer almaktadır. Burada şu ifade yazılıdır: “Bu saray rahmetli Prens Mehmed Ali Paşa torunlarından, İslam sanatlarını ihya eden ve yücelten Mehmed Tevfik tarafından yaptırılmıştır. Binanın mühendislik ve sanat işlemeleri şanı yüce prens tarafından başlatılmış olup, Muhammed Afifi tarafından gerçekleştirilmiştir. Yapım 1348/1929 yılında tamamlanmıştır.” tarih bilinci, TEMMUZ’14 85 solunda “Nasr” ve “Kevser” sureleri bulunmaktadır. Yol, mescit, av hayvanları müzesi, oturma bölümü, çardak, özel müze, altın salon ve Mısır’da benzeri bulunmayan bahçeler, sarayın kendine has özellikler barındıran diğer birimleridir. Bu ifadelerden sarayın yapılış amacının İslam sanatına katkıda bulunmak ve yeniden canlandırmak olduğu anlaşılmaktadır. Sarayın yapılışındaki mimarlık sanatı, süsleme ve içindeki diğer özellikler bunun açık bir göstergesidir. Binayı yapanın adının prensin ismiyle yan yana olması, örneklerine tarihte pek rastlanmayan bir durumdur. Sarayın saat kulesi görülmeye değer harika bir yapıdır. Saat kulesi, teşrifat sarayı ile mescit arasındadır. Endülüs ve Fas kuleleri tarzında yapılmıştır. Bu kulelerin yapılış amacı, gözetleme, kontrol ve yardım talebi ve düşmanların saldırısı gibi başka yerlerden gelen mesajların yetkililere ulaştırılmasıdır. Bir başka işlevi de, bayram günleri ve ayların başlangıcının oradan ilan edilmesi ve idarecilerin almış oldukları kararların halka duyurulmasıdır. Sarayın içindeki kule bu tür işler için kullanılmadı. Prens Mehmed Ali onu, kardeşi Hıdiv Abbas Hilmi II.’nin, Mısır’ın demiryolu istasyonunda yaptığına benzer bir şekilde, zaman göstergesi mekanı olarak kullanmak istedi. Dört adet balkonu olan kule; taşlardan örülmüş, süslü bir sanat eseridir. Kulenin dört tane balkonu vardır. Kule kapısının üstünde ve 86 TEMMUZ’14, tarih bilinci Kral Faruk’un av malzemelerinin sergilendiği bina, Prens Mehmed Ali Paşa’nın ikamet ettiği binalar, Prensin dedesi Kavalalı Mehmed Ali Paşa ve ailenin diğer üyelerine ait hatıraları ihtiva eden eşyaların sergilendiği müze binası bu kompleksin en ilgi çeken birimleridir. Sarayda Prens’ten kalma 1000 parçalık gümüş servis takımı dikkate değer bir koleksiyondur. Üst katlara çıkmak için yapılan merdiven de ahşap sanatının en ince ayrıntılarını barındırır. Merdiven yanında, bazı sanat eserleri bulunmaktadır ki, çok ince işlenmiş sedef kakmalı ve fildişi süslere sahip siyah ağaçtan yapılmış iki tane koltuk ve Sultan Kayıtbay (1468-1496)ın mescidinin bir minyatürü görenleri hayran bırakan diğer şaheserlerdir. Minyatür mescidin bütün parçaları ayrıntılı bir şekilde elle yapılmıştır. Bu da yaklaşık bir asır önceki Mısır ustalarının sanatlarındaki maharetlerinin göstergesidir. Cami maketi aynı usta işlemelerin bulunduğu bir sehpa üzerindedir. Her ikisi de İlhamiye medresesi yapımıdır. İlhamiye medresesi, üstün nitelikli el yapımı geleneksel sanatların merkezi olan medrese, Mehmed Ali Tevfik Paşa’nın ana tarafından dedesi prens İlhami Paşa tarafından yapıldığı için bu adı almıştır. Söz konusu medrese, günümüzdeki Seyyide Zeynep yakınındaki Süyufiyye Caddesi’ndedir. Tarihi mekanlar Menyel müzesi, tarih müzelerinin en güzel ve önemlilerindendir. deki, altın yaldız, mavi, kırmızı renkteki bezemeler olağanüstü güzelliktedir. Sarayın güney tarafına düşmektedir. On beş salondan oluşmaktadır. Ortasında ise küçük bir bahçe vardır. Kapı üzerinde yer alan bitkisel süslemelerin en eski Mısır bayrağı vardır. Süsleme ortasında bu müzenin kuruluş bilgilerini içeren kitabe bulunmaktadır. Burada, müzenin yapımına ilişkin “Prens Hıdiv Mehmed Tevfik Paşa oğlu Mehmed Ali tarafından 1938 yılında inşa edilmiştir.” kaydı yer almaktadır. Prens’in gayretleriyle oluşturulan yazmalar yanında; çok değerli halı, tekstil, cam ve çini koleksiyonları görenleri büyüleyen bir niteliktedir. Sarayın görülmeye değer bahçeleri ise güzel kokulu çiçekleri ve çeşitli bitkileriyle bir botanik bahçesi gibidir. Müze Salonu Çağdaş Mısır tarihinin önemli eşyalarını içerdiği kabul edilmektedir. Adeta, Mısır’da egemen olmuş yakın dönem kral ailesi üyelerine ait eserleri bünyesinde barındırmak üzere kurulmuştur. Bunun yanında saray, Fatımiler ve Memluklerin medrese sanat anlayışından esinlenerek yapılmış, çağdaş İslami bir tarzdadır. Öte yandan bu harika sanat yapısında, İran, Suriye ve Fas sanat izleri de bulunmaktadır. Müze, çeşitli İslam sanatlarını bünyesinde barındıran bir güzel sanatlar müzesi olarak kabul edilmektedir. Saray kütüphanesi ise İslam tarihi ve medeniyeti açısından çok kıymetli yazma eserleri barındırır. Bu bağlamda en çok dikkat çeken, XVI. yüzyılda Ahmed b. Seyyid Mirek el-Hüseyni eş-Şirazi tarafından yazılmış Kur’an nüshasıdır. Bir başka yazma Kur’an ise, XIV. yüzyıla tarihlenen yazarı bilinmeyen bir nüshadır. Yavuz Sultan Selim zamanında Cafer b. Abdullah tarafından yazılan Kur’an ise ayrıca dikkat çekicidir. Bunlardan başka yüzden fazla nadide yazma bulunmaktadır. Hz. Ali’nin çocukları Hasan ve Hüseyin’e ait vasiyetine ilişkin yazma ise bir başka önemli eserdir ve 1211’de yazılmıştır. Yazma eserler bölümü, hat sanatındaki inceliklerin yansıdığı ve kuş resimleri olmak üzere hayvan ve bitki süslerinin en güzel örneklerinin yer aldığı bir alandır. Kur’an nüshalarının deri kapakları üzerin- Batı surların ortasında sarayın bir başka kapısı da bulunmaktadır. Bu kapı günümüzde saray bahçesinde faaliyet yapan otelin girişidir. Nil üzerinde Kahire’nin en ihtişamlı yerinde Ravda Adası’nda bulunan saray kum fırtınalarının yol açtığı kirlilikten en az etkilenen bir mevkidedir. Bu adadaki hint inciri, sedir, palmiye ve hint kauçuk ağaçları kendilerine has güzellikler sunar. 1829 yılında Prens Mehmed Ali Paşa’nın büyük dedesi İbrahim Paşa tarafından bu adada bir bahçe düzenlemesi yapıldı. Bu bahçeye Bostan el-Kebir denildi. Menyel Sarayı böylesine büyüleyici bir mekanda inşa edildi. 1900 yılından itibaren sarayın bahçeleri dünyanın çeşitli yerlerinden getirilen bitkilerle donatılmaya başlamıştır. Meksika’dan getirilen kaktüsler bahçenin en dikkat çeken bitkileri arasındadır. Zamanla kaktüs elli beş çeşide ulaşmıştır. Prens, Mısır’daki nadir ve özellikli bitkileri burada toplamıştır. Mısır’ın bütün coğrafi güzelliklerini ve toprağını burada hissetmek mümkündür. Saray yapıldığı zaman Mısır’da çok yaygın olan Hint inciri günümüzde azalmaya yüz tutmuştur. Hint incirinin en önemli özelliği yapraklarıyla yeşilliğini bütün yıl sürdürmesidir. Dalı toprağa ulaştığında oraya kök salar ve yeniden büyür. Bahçede hurma ağacının da çeşitli türleri vardır. Beyaz gövdeli Meliki hurması, Hindistan cevizi, portakal, mandalina, limon ve mango ağaçları bahçenin en güzel görünümlü ağaçlarıdır. Yine bambu ve zeytin, çiçek ve güller yanında yerini almıştır. Bahçelerde evrensel bir rüzgar eserken sarayın mimarisi Mısır, Magrip/Fas ve Türk izleri taşır. Özel- tarih bilinci, TEMMUZ’14 87 Tarihi mekanlar likle sarayın ahşap kısımları Türk-İslam sanatının en güzel örnek süslemelerini barındırır. Sarayın selamlık, kabul salonu ve haremlik kısımları ana yapıyı oluşturur. Buradaki taht odası, altın salon ve saray camisi muhteşem bir dekorasyona sahiptir. Buradaki duvarları süsleyen seramikler İznik ve Kütahya’dan getirilmiştir. Sarayın diğer duvarları ise paha biçilmez ipekli kumaşlarla donatılmıştır. Ayrıca Hidiv ailesi ve Osmanlı saray ailesinden kişilerin portreleri sarayın çeşitli duvarlarını süsler. Çağdaş Evliya Çelebi olarak nitelendirilen Prens, gezdiği yerlerdeki nadide eserleri satın almak suretiyle toplamıştır. Bu bağlamda, 1917 sonrası önce İngiliz idaresine sonra da Fransız manda idaresine geçen Şam’da sahipsiz kalan ve yağmalanan saray ve konaklardaki önemli parçaları, kısmen de olsa kurtarmak amacıyla toplamış ve Menyel Sarayı’na monte etmeye çalışmıştır. Sedeflerle bezenmiş tavanlar, ahşap süslemelerle donatılmış taşıyıcı kolonlar, Memluk döneminden kalma muhteşem ahşap işçilikli kapılar, mükemmel güzellikteki cam lambalar Menyel Sarayı’nda varlıklarını sürdürme imkanı bulmuştur. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra İstanbul’daki yalılarını terk etmek zorunda kalan Hidiv ailesinin üyeleri eşyalarını sattıkları zaman Prens bunları da satın alarak kendi koleksiyonunu zenginleştirmiştir. Boğaziçi yalılarından Menyel Sarayı’na bu şekilde de bir transfer olmuştur. Sarayın güney köşesinde Prens’in Sahra-altı Afrika çöllerinde İngiliz ve Fransız saraylarından soylu dostlarıyla avlandığı günlere ait hatıraları barından ürünler bulunmaktadır. Özellikle burada Prens’in safkan atlara düşkünlüğü göze çarpmaktadır. SONUÇ YERİNE Prens Mehmed Ali Tevfik Paşa; seyahati seven, Batı’da eğitim almış, İslam kültürü ve medeniyetine saygılı, ilim ve irfan sahibi, dini bütün bir şahsiyete sahip olmakla birlikte daha çok yaptırmış olduğu saray ile ön plana çıktı. Zira bu saray, mimari tarzıyla benzersiz olup, Kavalalı ailesinin en gözde eserlerinden biri olmuştur. Prens Mehmed Ali, binayı yaparken, müze olmasını istemiştir. Sarayın ismi de kendi vefatından sonra konulmuştur. Menyel Sarayı; şair, müzisyen ve edebiyatçıların buluştuğu Arapça, Türkçe, İngilizce ve Fransızca sohbetlerin yapıldığı, seçkinlerin buluştuğu yüksek kültür merkezi gibiydi. Prens’in misafirlerinden Camille Saint-Saens, burada özel resitallerini veriyordu. Hatta 5 no.lu “The Egyptian” isimli piyano konçertosunu burada besteledi. Miras bırakacağı çocuğu olmayan Prens, 1930’larda nadir İslam sanatı ve eserlerini barındıran sarayını ve müzesini bir vakıf kurarak gelecek kuşaklara aktarmak istemiştir. Prens Mehmed Ali Tevfik Paşa’nın bu arzusu kısmen de olsa bugüne kadar gerçekleşmiştir. Tarihi, kültürel ve sanatsal değeri olan yapıların korunması ve gelecek kuşaklara bu güzelliklerin aktarılması noktasında bugüne kadar sergilenen gayretin sürdürülmesi ve ilgililerin sorumluluklarının bilincinde olmasını dileriz. Kaynaklar: 1. Atif Ghanim, Kasr al-Amir Muhammad Ali, Kahire; Wizara al-Thaqafa al-Madjlis al-Ala li al-Athar, 1995. 2. Baha Tanman, “Kavalalı Mehmed Ali Paşa Hanedanı’nın İstanbul’un Sosyal ve Kültürel Hayatındaki Etkileri”, Nil Kıyısından Boğaziçi’ne Kavalalı Mehmed Ali Paşa Hanedanı’nın İstanbul’daki İzleri, ( editor: M. Baha Tanman) İstanbul, 2011, ss. 42-65. 3. Afaf Lutfi al-Sayyid Marsot, Mısır Tarihi : Arapların Fethinden Bugüne, (Çeviri, Gül Ç. Güven, yayıma hazırlayan Süleyman Kızıltoprak), İstanbul : Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2010. 4. Süleyman Kızıltoprak, Mısır’da Osmanlı’nın Son Yüzyılı, İstanbul; TBBD Yayınları, 2010. twitter_@suleymankzltprk 88 TEMMUZ’14, tarih bilinci MAKALE Cansaran Kızıltaş Araştırmacı - Yazar NAZIM HİKMET RAN Nazım Hikmet; siyasi düşünceleri eserlerine yansımış, edebiyatın çok çeşitli alanlarında eserler vermiş şair, oyun yazarı, romancı ve anı yazarı olarak bilinir. Siyasal düşünceleri nedeniyle ‘’romantik devrimci’’ olarak tanınmıştır. Siyasal düşüncelerinden dolayı hayatının büyük bir bölümünü sürgünde ve hapiste geçirmiştir. Nazım Hikmet Ran’ın şiirleri birçok ödül almıştır. azım Hikmet yasaklı olduğu yıllarda eserlerini farklı isimlerde çıkarmıştır. Ahmet Oğuz, Ercüment Er, Mümtaz Osman adlarını kullanarak eserler vermiştir. Nazım Hikmet’in ‘’İt Ürür Kervan Yürür’’ adlı kitabı Orhan Selim imzasıyla çıkmıştır. Türkiye’de serbest nazmın ilk uygulayıcısı ve çağdaş Türk şiirinin en önemli isimlerindendir. Nazım Hikmet, uluslararası bir ün kazanmıştır ve 20. yy’ın önemli şairleri arasında yer alır. N Şiirleri yasaklanan ve yaşamı boyunca yazdıkları yüzünden birçok davadan (11) ayrı davadan yargılanan Nazım Hikmet; İstanbul, Çankırı, Ankara ve Bursa cezaevlerinde 12 yıldan fazla bir zaman yatmıştır. 1951 yılında Türk vatandaşlığından çıkarılmıştır. Nazım Hikmet Ran’ın vatandaşlık hakkı, ölümünden 46 yıl sonra 5 Ocak 2009 tarihli Bakanlar Kurulu kararıyla iade edilmiştir. Mezarı halen Moskova’dadır. HAYATI Selanik’te 20 Kasım 1901’de doğmuştur. Fakat doğum tarihi, ailesi tarafından sene kaybetmemesi için 15 Ocak 1902 olarak kaydettirilmiştir. tarih bilinci, TEMMUZ’14 89 1913 de Mekteb-i Sultani’de ortaokula başladı. İlk şiiri olan Feryad-ı Vatan’ı3 Temmuz 1913’te yazmıştır. Bir aile toplantısında denizciler için yazdığı kahramanlık şiirini Bahriye Nazırı Celal Paşa’ya okumuştur. Bunun üzerine Bahriye mektebine gitmesine karar verilmiştir. Nazım Hikmet 25 Eylül 1915’te Heybeliada Bahriye Mektebi’ne girdi.1918’de mezun oldu. Mezun olur olmaz, dönemin okul gemisi Hamidiye Gemisi’ne güverte subayı olarak atandı. Bir süre sonra sağlık sorunları yaşaması nedeniyle bahriyeden ayrılmak zorunda kaldı. Bundan sonra 1920’de arkadaşı Vala Nurettin ile milli mücadeleye katılmak üzere ailesinden habersiz Anadolu’ya geçti. Bolu’da öğretmenlik yaptı. Daha sonra Batum üzerinden Moskova’ya giderek Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’nde Siyasal Bilimler ve İktisat okudu. Nazım Hikmet Ran 1921’de gittiği Moskova’da devrimin ilk yıllarına tanık oldu. Komünizm ile tanıştı. 1924’te 90 TEMMUZ’14, tarih bilinci Moskova’da yayınlanan ilk şiir kitabı 28 Kanunisani sahnelendi. Nazım Hikmet o yıl Türkiye’ye dönerek Aydınlık Dergisi’nde çalışmaya başladı. Fakat dergide yayınlanan şiir ve yazılarından dolayı on beş yıl hapsi istendi. Bunun üzerine tekrar Sovyetler Birliği’ne gitti. Nazım Hikmet 1928’de af kanunundan yararlandı ve Türkiye’ye döndü. Bu sefer de Resimli Ay Dergisi’nde çalışmaya başladı. 1938’de yirmi sekiz yıl hapis cezasına çarptırıldı. 12 sene süren tutukluluktan sonra çıkan aftan yararlandı. Daha sonra sürekli takip edildiği için, o sırada gelen askere alınma neticesinde öldürülme endişesiyle 1950 yılında Stalin yönetimindeki Sovyetler Birliği’ne gitti. 25 Temmuz 1951 tarihinde Bakanlar Kurulu kararınca vatandaşlıktan çıkarıldı. Bunun üzerine büyük dedesi Mustafa Celaleddin Paşa’nın (Konstantin Borzecki) memleketi olan Polonya’nın vatandaşlığına geçti. Ve Borzecki soyadını aldı. BİLİNMEYEN YÖNLERİ İLE BİR NAZIM HİKMET PORTESİ Bir de Nazım Hikmet’in hayatında çoğumuzun belki de pek bilmediği yönlerinden beslenen şiirlerinin olduğu dönemi de ele alırsak, aslında temelde bu kadar zengin kaynaklardan nasıl beslenip büyüdüğünü ve böylesine büyük bir şair oluşunun nedenlerini de daha kolay anlayabiliriz belki. Bilindiği gibi dedesi şair ve Mevlevi Nazım Paşa’dır. Nazım Hikmet şöyle der: “Şair ve Mevlevi bir büyükbabanın torunuydum. Annem Fransızcayı çok iyi bilir fakat Osmanlıcayı bilmezdi. Dedem şairdi. Annem Lamartin’i çok severdi. Babam bütün bunlara karşı ilgisizdi. Fakat bütün bunlara rağmen evimizde şiir çok önemli bir yerde dururdu.” Annesi ve babası ayrıldığında uzun süre dedesinin yanında kalır. Dedesinin Konya valiliği sırasında konakta yapılan Mevlevi zikirleri ve semazenlerin dönüşleri, okunan rubailer ve Mesnevi’den parçalar onun hayatında belli bir dönemi doldurur ve onu etkiler. Böylece çok da bilinmeyen bir Nazım Hikmet portresi çıkar ortaya. Dedesi Nazım Paşa’nın yanında uzun süre kalan Nazım Hikmet, 1920’li yıllara kadar şiirlerinin konusunu daha çok Mevlana ve sevgi üzerine işlemiştir. Ancak Moskova’ya gittikten sonra farklı alanlarda şiirler yazmıştır. Bu yüzden gençliğinde yazdığı şiirler pek fazla bilinmez. Çocukluk ve gençlik yıllarında dedesinin yanında Mevlevi zikirleri, Mesnevi okumaları, semazenler ve musiki ile geçen bir dönem sonucunda farklı şiirlerinin olduğu görülür. O dönemde yazdığı şiirlerinden bazıları: MEVLANA Sararken alnımı yokluğun tacı; Gönülden silindi neşeyle acı. Kalbe muhabbette buldum ilacı Ben de müridinim işte Mevlana. Bu şiirin hikayesi Vala Nurettin’in ‘’Bu Dünyadan Bir Nazım Geçti’’ adlı eserinde anlatılır. Bir başka şiirinde de Beyoğlu Ağa Camii için yazdığı mısralarında Ağa Camii’nin Beyoğlu’nun farklı hayatı içindeki garipliğinden söz eder. AĞA CAMİİ Havsalam almıyordu bu hazin hali görünce Ah ey zavallı mabet seni böyle görünce Ne kadar yabancısın böyle sokaklarda sen. Yalnız senin göğsünde büyük ruhum ağlıyor. Yine tasavvufun öğeleriyle süslü olan bir başka şiiri... Mevlevihane’de (Dergaha Hitaben) gençlik günlerindeki zikirlerin etkisiyle yazılmış. DERGAHIN KUYUSU “Burdan geliyordu o iniltiler! Gönülde titrerken şüpheli bir yer. Allah’a yalvaran Allah’ın adı Beynimin içinde uğuldadı Kuyuda zikreden, ağlayan kimdi? İçine eğildim.Anladım şimdi İsm-i Celalini candan andıkça. Yer yer yükselerek çalkalandıkça Kuyunun zulmetine parlayan suyu Kuyu zikrediyor, ağlıyor kuyu.” Bilindiği gibi dünya sanayi devrimiyle ekonomik, kültürel ve fikri her alanda değişim geçirmişti Türkiye’nin de bu dönemden etkilenmemesi imkansızdı. Ayrıca ülke yoksul düşmüştü. Nazım’a göre Türkiye bunalımın eşiğine gelmişti. 1945 yılında arkadaşı Vala Nurettin’e Bursa Cezaevi’nden yazmış olduğu mektubunda Mevlana’ya ithafen yazdığı cevapta bunu belirtir. Yazdığı şiir de ‘’dünyanın hayalden ve gölgeden olduğunu’’ söyleyen Mevlana’nın rubaisine cevaben yazılmıştır.. Bir gerçek alemdi gördüğün ey Celaleddin heyula filan değil.Uçsuz bucaksız ve yaratılmadı ve ressamı illeti-ûlâ filan değil. Bu mısralarda da görüldüğü gibi Hz. Mevlana ile de içinde kavgalıdır artık. tarih bilinci, TEMMUZ’14 91 Nitekim Vala Nurettin’e yazdığı mektupta “Polemiği Hz. Mevlana’ya kadar götürdüm.” der. Ailesinden habersiz milli mücadeleye katılmak için Anadolu’ya gittiğinde de Kurtuluş Savaşı Destanı adlı şiirler yazar. O uzun şiirden bir kaç mısra: “Dağlarda tek tek ateşler yanıyordu Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki şayak kalpaklı adam nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden güzel rahat günlere inanıyordu.” se ona sadık kalmaya çalışırdı. Sevemediği zamanda sevilecek birini adeta daldan dala arardı. Bunu içgüdüsüyle mi can sıkıntısıyla mı yapardı bilinmez. Fakat sağlam ve kuvvetli aşkların etkisindeyken gönlünün kepenklerini başka çekim etkilerinden etkilenmemek için sıkı sıkıya indirirdi. Ama sevgiliyi zaman ve mekanlar ayırınca mahzunlaşır, ‘Vicdan azabı çekiyorum Vala’ derdi. O zaman anlardım ki olan olmuş. Belki hayat şartları yaşadıkları ve ayrı mekanlar belki kişilik yapısı onda böyle bir durum yaratmıştır. Vatana, Münevver’e ve oğlu Memet’e olan özle- HAYATINDA ETKİ EDENLER Nazım Hikmet’in hayatını etkileyen kadınlar ona şiirlerinin yolculuğunda lirik bir etki bırakırlar. Onun hayatındaki kadınlar soyut, hayal dünyasında yer alan ulaşılamayan kadın tipleri değildir. O daha çok hayatın içinden ve onun hayatının odak noktasında olan kadınlara yer vermiştir. Aşkları gündelik hayatın içindendir. Sadece tutkuyla Vera’ya yazmıştır. Saygı duyduğu kadın ise Hatice Piraye’dir. Ondan “kalbimin kızıl saçlı bacısı’’ diye söz eder. Ve hayatındaki kadınlardan sadece Piraye’ye haksızlık ettiğini söyler. Nazım Hikmet adeta sevmeye ve sevilmeye muhtaç bir çocuk gibidir. Henüz on dört yaşındayken Sabiha adlı bir kıza aşık olmuş ve ona şiir yazmıştır. Nazım Hikmet yaşadıklarından dolayı sevdiği kadınlardan uzak kalmak zorunda kalmıştır. Bu nedenle onları yine şiirle unutmamaya çalışmış, onlara şiirler yazmıştır. Şair Bursa Cezaevi’nden yazdığı mektuplarda aşk anlayışını, aşk hakkındaki düşüncelerini “Ben 45 yaşımı bitirdim ama her gün biraz daha aşık oluyorum. Karımdan, sanattan, tabiattan, insanlardan idealimden tut da kanaryama kadar her şeye dolu dizgin aşık oluyorum. Bana öyle geliyor ki; bir tek insana, yüz milyonlarca insana, bir tek ağaca, bütün bir ormana, tek bir düşünceye, tek bir fikre; birçok düşünceye ve birçok fikre aşık olmadan yaşamak; yaşamak değildir.” sözleriyle bir sanatçı gözüyle, kendi ruhundan izlenimlerle aktarır. Kadınlara olan tavrını ise yakın arkadaşı Vala şöyle anlatmıştır: «Birini severse, iyice sever- 92 TEMMUZ’14, tarih bilinci mini Sovyetler Birliği’nin her bölgesini gezerek bastırmaya çalışmıştır. Bütün bu faaliyetler onun hayatındaki özlemleri doldurmaya yetmemiştir. Eşini ve oğlunu görme umudunu aradan geçen on yıl ve onca uzaklıkla artık yitirir. ‘’Bahtiyar Ol Nazım’’ adlı esere döndüğümüzde Nazım’ın çocuk sevgisinin çok büyük olduğunu görürüz. Fakat hayatta ki tek evladı oğlu Memet’in babasına karşı tutumu da ne yazık ki şairin hayatına hüzün katan ayrı bir durum olmuştur. Ölmeden birkaç yıl önce kendisinden bir hayli küçük olan Vera Tulyakova’ya aşık olur. O da şairin hayatına ışık veren kadınlardandır. Fakat uzun ve mücadelelerle yorulan kalbi fazla dayanamaz ve 3 Haziran 1963 Tarihinde 61 yaşındayken evinin eşiğinde vefat eder. Nazım Hikmet, Sovyet Yazarlar Birliği’nin düzenlediği bir törenle Çehov, Turgenyev, Gogol ve Mayakovski’nin de gömülü olduğu Moskova Novodeviçi Mezarlığı’nda toprağa verilir. Ne yazık ki; Türk vatandaşlığı ancak 5 Ocak 2009 Bakanlar Kurulu kararıyla iade edilmiştir. Balkonumuz geçirecek beni çamaşırlarıyla Ben bu avluda bahtiyar yaşadım bilemediğiniz kadar. Bu mısraların şairin kendi ölümü üzerine düşünerek yazdığı sade, içten ve bir o kadar da uzakları kendi içinde hasret duvarlarıyla örülmüş gurbet acısıyla kaleme alınmış mısralar olduğu görülmektedir. Bütün bu şartlarda ‘’Bahtiyar Ol Nazım’’ büyük şair Nazım’ın bahtiyarlığını ne kadar anlatabilir bize! Bu eser Vera’nın anılarından Nazım’ın yaşadıklarından ve notlardan yola çıkılarak hazırlanmış bir Eserlerinin kaderi de kendine benzer. 1938’de hap- eser. Dünyaya mal olmuş bir şairin hayatındaki iniş, se girince şiirleri de yasaklanmıştır. Ancak ölümün- çıkışları, kederleri ve sevinçleriyle zaman zaman gülümseten zaman zaman da hüzünlendiren bir den iki yıl sonra ülkesinde 1965’te şiirleriyle yenieser. den önem kazanmıştır. Nazım Hikmet bir keMEMLEKETİM O bir şairdir. Türk edebiyatıMemleketim, memleketim, memleke- resinde dostu Abidin Dino’yu Paris’te ziyaret nın gelmiş geçmiş en büyük tim, eder. Abidin Dino Nazım’a şairlerindendir. Bulunduğu ne kasketim kaldı senin ora işi İstanbul’dan gelen yemekyaşadığı dönem itibariyle ne yollarını taşımış ayakkabı, leri ikram eder. O gün koca toplumun içinde bulunduson mintanım da sırtımda paralandı şairin çocuk sevinciyle eski ğu süreçten etkilenmiştir. mutlu günlerine geri dönSanatçılar ait oldukları çoktan düğü bir gündür. Yeditetoplumun değerleri, yaşadıkşile bezindendi peli İstanbul sokaklarında larıyla iç içedir. Kendilerini Sen şimdi yalnız saçımın akında özgürce dolaştığını bunu ait oldukları dönemin etkileEnfarktında yüreğimin hissettirdiği için dostuna rinden soyutlamaları bazen alnımın çizgilerindesin memleketim, sayısız şükran sözü söyler. oldukça zordur. Bu durum memleketim Nazım Hikmet o gün, kalbi bazı sanatçıların eserlerinde yorgun olduğu için doktormemleketim... doğrudan kendini gösterir. ların yasaklamasına rağNazım Hikmet’in ‘’Bahtiyar men, dostu Yaşar Kemal’in Ol Nazım’’ adlı anı eserinde kolunda o merdivenleri tırmanır. O gün onun için de söz edildiği gibi 1950’li yılların sonlarına doğru orta yaşlı olması ve onca zaman vatanından uzakta hasta ve yorgun kalbinin memleket hasretiyle dostlarıyla birlikte yenen İstanbul yemekleriyle sevdiklerinden ve ailesinden ayrı yaşaması onu bir hayli yıpratmış olmalı ki; kalbi yorgun bir adam ola- dolu mutlu bir gündür daha sonra bu mutluluğunu rak vatanından uzakta memleket hasretiyle yazdığı ‘’YEMEKLER VE MERDİVENLER’’ şiiri olarak dile getirmiştir. ‘’Memleketim’’ adlı şiirden de ruh halini ve ne kadar bahtiyar olduğunu anlayabilmek mümkündür. Ölmeden önce yazdığı ‹›Cenaze Merasimim›› adlı Ve sonuç olarak bir şey daha eklemek gerekirse; şiirde de şöyle diyor: bu kadar çok ilhamı bol, Vala Nurettin’in de söylediği gibi bu kadar çok eser yazabilen bir insan ‘olağanüstü’dür gerçekten. O haklı olarak bir dünya Bakacak arkamdan mutfak penceremiz tarih bilinci, TEMMUZ’14 93 şairidir. Geride birçok roman, senaryo, onlarca anı ve şiir bırakmıştır. Ayrıca bu kadar üretken olmak da ancak yetiştiği dönemin ve bulunduğu aile ortamında aldığı kültürün onun damarlarını beslemesinden kaynaklanmaktadır diye düşünüyorum. Ve onun hangi şartlarda olursa olsun iyimserlikten, üretken olmaktan vazgeçmemesidir. Yine aşk ve sevgi onun hayatının olmazsa olmazlarındandır. Çünkü aşkı, güzel olana aşık olmayı yaratılıştan getirdiği özelliğinin yanı sıra belki de dedesinin yanında anne, babasının ayrılığında Mevlevi Dergahı’nda aşkı ve sevgiyi tüketmeden yaşamayı öğrenmesindedir. O; dünyanın her alanda büyük değişim geçirdiği, ülkelerin sınırlarının, topraklarının değiştiği, imparatorlukların yıkıldığı insanların ağır bedel- ler ödediği; acılar çektiği bir dönemin içine doğmuştur. Ve böylesi dönemlerin insanları sancılar çekmeye aday olmuştur her zaman. Moskova’da yaşadığı süreçte gençlik ideallerinin insanlığa ve topluma adapte edilmiş bir hayatın sonucunda yaşadıklarıyla hayatta öğrendiklerinin farklı olduğunu görmüş ve bunun hüznünü, pişmanlığını yaşamıştır. Fakat yaşadıklarıyla artık topluma mal olmuştur. Onunda hayatı bu yüzden acılarla ve gelgitlerle örülüdür. Onu belki de ayakta tutan aşklar ki; onların getirdiği iyimserlik duyguları ayakta kalabilmesini, yorgun kalbiyle yarından umut var olabilerek yaşamasını sağlamıştır ancak kim bilir diyorum. Ve ‘’BAHTİYAR OL NAZIM’’ diyorum. Çünkü o bir dünya şairidir. YARARLANILAN KAYNAKLAR; Vala Nurettin ( Bu Dünyadan Nazım Geçti). Milliyet yayınları.1999. Yapı Kredi Yayınları ‘’BAHTİYAR OL NAZIM’’ Şubat 2008. 1. Baskı. Dündar Can(2006) Nazım. İmge Kitabevi. Anakara-16. 94 TEMMUZ’14, tarih bilinci Gronau- Dietrich(1995) Nazım Hikmet, Altın Kitaplar. Yayınevi İstanbul.(39). MariyaLeontiç GotseDelçev.Üniversitesi.Filoloji Fak. Türk Dili Ve Edebiyatı Bölümü Öğretim Görevlisi. Tarihçi ve Yazar Cansaran KIZILTAŞ. MİTLER İbrahim Ufuk Kazdal Ayasofya’nın Planını Bir Ermiş mi Çizdi? Bizans İmparatoru Lustinianos, İstanbul’a büyük bir kilise yaptırmaya karar verir ve en ünlü mimarları şehre çağırarak onlara büyük bir kilise çizmelerini söyler. Mimarlar çizimlerini Lustinianos’a gösterdiklerinde Lustinianos hiçbir çizimi beğenmeyip hüzünlü bir şekilde istirahat etmek için mekândan ayrılıp uykuya yattığı söyleniyor. Bu uykusu sırasında nur yüzlü bir ihtiyar rüyasına girer ve kendisine bir çizim gösterir. Bu çizim tam da Lustinianos’un istediği kilise çizimiydi. İhtiyar kilisenin adının Ayasofya olmasını ister ve Lustinianos kilisenin adını ihtiyarın isteği üzerine Ayasofya koyar. Onca mimarın çizimlerini beğenmeyen Lustinianos Ayasofya’nın bütün mimarisini rüyasında görür. tarih bilinci, TEMMUZ’14 95 MİTLER Kız Kulesi Battal Gazi Efsanesi İstanbul’u kuşatmaya gelen Battal Gazi kuşatmada başarısız olunca, Üsküdar tekfurunun hazinelerinin bulunduğu Kız Kulesi’nin karşısına karargâhını kuruyor. Tekfurun kulede koruduğu tek kıymetli şey hazineleri değil... Tekfurun güzel kızı da, Kız Kulesi’nde koruma altında... Battal Gazi 7 sene boyunca kulenin karşısında yaşıyor ve yaşadığı süre içinde tekfurun güzel kızına aşık olup, onu kaçırmak için harekete geçmeye karar veriyor. Şam seferi dönüşü Battal Gazi kayıkla kuleye çıkıp hazineleri ve Üsküdar tekfurunun güzel kızını da alıp atı ile Üsküdar’dan uzaklaşıyor. Ve ‘Atı alan Üsküdar’ı geçti’ sözü Battal Gazi’nin tekfurun kızını kaçırması ile günümüze kadar geliyor. 96 TEMMUZ’14, tarih bilinci Düşünsel Hasan Konuk tabev mütevelli heyet başkanı Tarih Bilinciyle “Tek Konuş, Çift Düşün” Küçülen dünyamızda bölgemizin birbiriyle ne kadar ilintili/ilintisiz, iç içe geçmiş yalanlarla yazılmış tarihî yaşamaktayız. Boynumuzda asılı olan yalanların bizleri karşı karşıya getirerek bir noktada buluşturması, belki de bölgemizin insanının yeniden bir var oluşa doğru yönünü belirleme umudunu görmek sevindiricidir. “Tenimize dokunduğu yerde yalan-dolan bu anlatımların her birine aynı soruları sorduruyor vicdanımıza.” Gör beni, bütün bu yalanlarla yaşanmış olabilmek seni de tarif etmiyor mu? Aşama aşama birbiri üzerine yapılanmış ve her biri diğerinin sineye çekilebilmesinden güç bularak, gerçek olmuş bir kâbusun sayısız domine taşları var elimizde, arka arkaya dizip de devirdikçe ülkemizin, bölgemizin resmine dönüşüyor (Karin Karakaşlı). Tarih, hafızanın duygusunu kayıt altına alır. İnsan hafızası olup bitenleri, anıları ve önemli olayları kayıt altına aldıktan sonra, bunların hiçbirini eksik bırakmadan duygu platformunda gerçek anlamda anlamlandırır. Tarih bilincinin devreye girmesiyle, hafıza gerçekle buluşmaya başlar; insanın, insanlığın gerçek fotoğrafının kayıtlarını ortaya çıkarır. Tarihçi, hafızanın bu kayıtlarına hassasiyetle yaklaşırken; bireyin hayat kayıtlarının yanı sıra, toplumun siyasi ve kültürel kayıtlarına da açık olur. Hafızanın tarih tarafından duygu ve akılla anlamlandırılması, tarihin yeniden okunması ve deşifre edilmesi sayesinde gerçekleri tüm çıplaklığıyla gösterebilir. ABD’nin, tarihin en büyük soygunlarından biri sayılabilecek olan Bağdat’taki sanat eserlerini çalması ve harap etmesi, bölge tarihinin, insani ve toplumsal değerlerini yok etmeye çalışması; bir toplumun hafıza kaybına uğratılarak tarih bilincinin yok edilmesinin bir göstergesi değil midir? Ezilen kitleler meydanlara bir “umutla” bir “hayalle” gelerek, bireyciliğin en belirgin vasfını izhar ederek zinde güçlere duruşlarını gösterirler. Belirleyiciler hiç kimsenin yandaşlığına soyunmaz. Zinde güçlerin hayranı olanlarda bir heyecan bir umut görülmez. Belirleyicilik aşkınlıkla olur. Belirleyiciler ile statükocuların bir olduğu ortamda belirme ateşinin yakılması mümkün müdür? Etkin tarih bilinci, TEMMUZ’14 97 olma etiketini benimseyen bugün çoğunlukla paracı yoldaşlarının eşliğinde yürümekte olduklarını görebilirsiniz. Belirleyicilik vasfına sahip olanların, ezenlerle ve yağma yapanlarla hiç işi olur mu? Olması mümkün olamaz. Belirleyici, cesaretlidir. Belirleyici, mücadelecidir. Belirleyici, kafa tutup başkaldırandır. Belirleyici, güzel anlamda değiştirendir. Belirleyici, güven veren ve güven alandır. Belirleyici, sorgulayan sorgulatandır. Belirleyici, zalimlerle iş birlikçilik yapmaz. Belirleyici, kara siyasetten yana değildir. Beslendiğimiz kültür bizleri sürekli diri tutan bir kültür değilse; bu durum son derece kalitesiz bir hayatı bize yaşatır ve sonunda ölümümüze yol açar. Toplumun olumlu yönde değişimlerini anlamaya çalışabilirsek; insanın, gerçek olanı ancak kalbiyle inanarak hayatına yansıtabileceğini anlarız. Ayrıca bu uğurda inandığımız, bizi keyifli bir yaşamaya yönelterek yeni ve taze oluşumlara da zemin hazırlar. Tarih bilinci; her oluşuma zemin hazırlayan toplumsal hayatı bütünlüklü bir sistem içine yerleştirir ve bizleri toplumun amacına uygun bir çözüme yönlendiren gerçekçi anlayıştan, zihinsel derinliği olan her var oluşa ulaştırır. Biz millet olarak Batılı olabilme yolunda güdük, Müslüman kalmada ve İslam anlayışının derinlikli yanını kavramada da yetersiz kaldık. Bunun; tarih bilinci idrâkinin yetersizliği neticesinde bu tarihsel dönemecin yeterince kavranılmamasının bir sonucu olduğunu söyleyebiliriz. Günümüzün şaşırtıcı ve düzeysiz konuşmaları ortada… Bir yüzyıl öncesi Osmanlı Devleti’nin önde gelenleri bu durumu görselerdi bizlerin ne kadar densiz olduğumuzu görmüş olacaklardı. Ortada var olan düzeyliği/düzeysizliği aslında hepimizin görmesi ve anlaması gerekmektedir. Böylelikle halk olarak tepeden bakan bir avuç zalimin düzey- 98 TEMMUZ’14, tarih bilinci sizliğini de daha iyi fark ederdik. Düzeyli olmayı beceremeyen düzeysiz bir kimlik meydana getiren ve kendilerini çağdaş kabul eden bu grubun düzeysizliği sonucu toplumsal yapıda bir hayli yaralar açmıştır. “Zekâ, ham akıldır yetmez.” Terbiye edil- memiş akıl, atıldır. Aklın ölçüsünü tutturamamış düşünce nafiledir. Bunun için atalarımız, “Aklını başına topla mantıklı ol” demişler. Hepimiz bu eğreti aklımızla, çerçeveli tarihin yalanları büyüsüne kapıldık. Bunun için tarihten ders çıkarma bilincimiz iğdiş edildi, tarih şuurumuz köreltildi, geçmiş deneylerden sonuç çıkarma diye bir derdimiz olmadı. İşte zararın neresinden dönülse orası kârdır. Yararlı pratiklerden esinlenerek yeni bir zaman eşiğindeyiz. Yaşadığımız çağda ekonomide, siyasette belirleyici olanı görebilme yetisini geliştirmede geç kaldık. Belki de bu durum tarihî şuursuzluğumuzdur. Belirleyici olanların “belirlemeleri” tekelinde olduğumuz için eğitim, din ve yönlendirme yöntemleri her ne ise onları görmede artık gözlerimizi açmalıyız. Coğrafyamızın bütününde yerel güçlerin gücünü hep meşru gördük. Artık bunu aşmalıyız. Yaşama, bir mücadele ister. Bu mücadeleyi ne yazık ki gençlerde göremiyoruz. Oysa bu mücadele amacımızın çözümleridir. Değişen, değişimi hızlı olan bir dünyada kendi gerçeklerimizle var olabilmek amaçlarımız arasında olmalıdır. Yaşadığımız sistemin köhneliği önünde stratejiler geliştirmek zorundayız. Derinlikli bir felsefe, kapsamlı bir ahlâk anlayışı içinde İslam’ı kendimize bir yaşam biçimi olarak belirleyip hafızamızı sürekli zinde tutmak gerekir. Madem dinimiz İslam’dır; öyleyse İslam’ı daha içselleştirmek birinci önceliğimiz olmalıdır. Sn. Ahmet Altan’ın “Bir siyasi partiye karşıt ya da yandaş olmayı mücadele sanıyor isek, kabul ettik. Asıl amacımız bu zulümden, katmerli sistemi değiştirmeyi – kendi anlayışımıza ve düşüncemize uygun – özgürleştirmeyi, adaletli bir zemini oturtmayı hiç akıl edemedik. Sonunda bir kez daha gösterdi ki, kendi gerçeklerimizden kopan her mücadele sonunda lümpenleşip kendi zalimlerimizin yardakçıları oluverdik. Çoğunluğu zalimlerin denetimine girmiş olanların bir umut olması mümkün müdür?” şeklindeki sözleri tam da içerisinde olduğumuz durumu anlatmaktadır. Her yakınan insan, kendi eliyle başına çorap ören insandır. Sadece; yakınmadan düşünen, analiz edebilen, kendi gerçeğiyle yüzleşebilen insanlar kendine ait gerçekleri gerçekleştirebilir. Belirleyenin bir amacı vardır. Belirleyicilik yürekle ve bilgiyle olur. Belirleyici, güzel yönde değiştirir. Bizlerin amacı adaleti, ahlâkı ve güvenilirliği benimsemek olursa; dünyadaki değişimler karşısında ağlamaz, güler ve güldüren bir toplum oluruz. tarih bilinci, TEMMUZ’14 99 MAKALE Prof. Dr. Mehmet MAKSUDOĞLU Cambridge üni. eski öğretim üyesi TÜRKÇEMİZ İnsanın kültürünün temelinde ana dili vardır. Ana diline sâhip çıkacak, onu koruyacak ve geliştirecek olanlar aydınlardır. Ana dilini iyi bilmeyen, doğru kullanamayan aydın olabilir mi? Birkaç yıl önce, Fransız Akademisi, yaygınlık kazanmaya başlayan İngilizce weekend sözünün kullanılmasını yasaklamıştı. Bilinçli aydın, kelimeleri kullanırken dikkatli olmalıdır. Millet için dil, vatan kadar değerlidir; dil kaybedilince millet de yok olma yoluna girer. Yaklaşık iki yüz yıldır ağır baskısı altında kaldığımız, asker işgalinden çok daha tehlikeli olan kültür istilâsı sebebiyle dilimiz, bocalayan aydınlarımızın elinde perîşân hâle gelmiş, bu konuda halk da aydınların ardınca gitmiştir. Konuyu birkaç misâlle açalım: Aydın kabûl edilenlerimizin çoğu, Dîvân-ı Lügâtit Türk’ün 11. yüzyılda yazılmış olduğunu ortaöğretim yıllarında okumuştur ama, aynı yüzyılda, günümüzdeki gelişmiş Batı dillerinin dil bilgisinin, sözlüğünün yazılmamış olduğunun farkında değildir; böyle bir karşılaştırma da aklına gelmez. O yıllarda Avrupalılar henüz İslâm dünyasından sıfır kavramını da almamışlardı (İngilizce zero, Fransızca şifr kelimelerinin sıfır sözünün o dilleri konuşanlarca değişikliğe uğramış şekli olduğu mâlûmdur.) Avrupalı, sıfırı Müslümanlardan öğrenip kullanmadan önce, günümüzde ilkokul çocuklarının kullandığı abaküs gibi âletlerle hesâp yapabiliyordu. Roma rakamlarını kullanarak 2014’ü 2014’le çarpmayı bir denemeye kalkışmak, sıfırın hesaplamada ne büyük çığır açtığının görülmesine yeter. Böyle olunca, Avrupalı’da zihin de gelişmiyordu. Bunun en canlı örneği; Türkçede on, yüz, bin kelimelerinden başka, tümen (on bin) kelimesi kullanılırken, Frenk çoban, 80 domuzu saymaya akıl gücü yetmediğinden olmalı, onları 4 öbeğe ayırarak dört yirmi (katr ven) diyordu. Sayı 90 olunca da dört yirmi’ye on ekliyordu. (katr ven diz) (Fransızlar, günümüzde de 80 demek için aynı ifadeyi kullanırlar.) Bunların farkında olan târih bilinci sâhibi bir Türk, dilini Fransızcaya benzetmeye çalışmak gibi, aşağılık duygusu sonucu ortaya çıkan okul (okumakla ilgisi yok; ecole’den bozma), üniversel, evsel, nesnel, kural, toplumsal, parasal, karasal, fiziksel, kimyasal, tarımsal, onursal gibi sözlere îtibâr eder mi? Gerçekten de bu tutum, Türkçeyi ‘sala koyup sele vermek’ değil midir? 100 TEMMUZ’14, tarih bilinci Uydurma -sel, -sal ekleri, dilimizde bin yıldan beri kullanılagelen, ismin sonuna eklenerek âidiyet, mensûbiyet gösteren –î (nisbet yê’si) yerine bilgi ve zevk fukarâsınca tedâvüle sokulmuştur. Türkçede kumsal, yimsel, uysal gibi birkaç kelime vardır ama, bunlar âidiyet, nisbet belirtmez. Kumsal, kuma âid, kumla ilgili demek değildir; kumlu yer, kır, toprak demektir. Yimsel, yemeğe âid, yemekle ilgili değil, yemeğe uygun demektir. Son 1000 yıl, dünyâ târihinin şekillendiği zaman dilimidir ve 15.16. ve 17. yüzyıllarda biz üstündük. 18. yüzyılda, Amerikalı denizciler Akdeniz’e girmek için Osmanlı’nın Cezâyir Ocağı’na haraç veriyordu. Uydurma -sel, -sal eklerine mutlaka karşılık bulmak gerekiyorsa, Türkçede bunun karşılığının liğ, lığ olduğu anlaşılıyor. Âhirete göçmüş bir Müslüman için rahmet dilemek istersek, onu rahmete nisbet edersek, rahmetli veya rahmetlik deriz. (ğ düşüyor veya k oluyor). Rahmetsel demeyiz. Çin milletinden bir kişiye, Çin’le ilgili, Çin milletin- den demek için Çinli; Yunan’a âid, Yunan’la ilgili demek için Yunanlı diyoruz: Çinsel veya Yunansal demiyoruz. Aynı şekilde; Pâkistanlı, Hintli diyoruz, Pâkistansal, Hintsel değil. Arnavutların yaşadığı yere, onların yurduna; Arnavutlarla ilgili, Arnavutlara âid demek için Arnavutsal değil, Arnavutluk diyoruz. Bizim diplomalılarımızın çoğu, Türkçe düşünmeyi unuttuklarından, biraz dikkat ederek doğru söyleyecekleri şeyleri, işin kolayına kaçarak, alışkanlığa yenilerek yanlış söylemektedirler. Kırlık alan, kırlık yer, kır alanı diyeceklerine kırsal alan derler. Kır gezisi veya kır gezintisi piknik olmuştur; öyle deyince daha bir Batılı oluyorlar herhâlde(!) Şenlik de festival oluyor tabiî. Mongolcadan geçmiş yasa kelimesine -l ekleyerek yasal diyorlar, bu da kanûnî demek oluyor. (Yasal durum yerine kanun durumu diye ad tamlaması kullanmak akla gelmiyor; halbuki eş durumu deniliyor, eşsel durum denmiyor.) tarih bilinci, TEMMUZ’14 101 MAKALE Önce dilimizin gücüne güvenmek, sonra da işin kolayına kaçmadan, bu uydurma ekten kurtulmanın yolunu aramak gerekir. Birkaç misâl verelim: Evsel atık: Ev atığı Medikal kontrol: Tıbbî denetim, tıp denetimi, sağlık denetimi Çevresel bilinç: Çevre bilinci Küresel ısınma: Küre ısınması, yaygın ısınma, dünyâ çapındaki ısınma vb. Aslında, -sel, -sal kullananlar, Osmanlı çağında kullanılagelen –î takısının batılılaşmış biçimini ortaya koyuyorlar. Osmanlı, yatılı mektebi anlatmak için leylî mektep diyordu, gecesel okul değil… Türkçede, maddî durum, mâlî durum, askerî hastane gibi sıfat tamlamaları yerine; madde durumu, mal durumu, asker hastanesi gibi ad tamlamaları kullanılır. Dilin yapısı öyledir. Bu gerçeği Ahmet Midhat Efendi (1844-1912) şöyle belirtmişti: Türkistan’dan bir Türk ve Necid’den bir Arab ve Şirâz’dan bir Acem (İranlı) getirsek, edebiyatımızdan en güzel bir parçayı bunlara karşı okusak hangisi anlar? Şübhe yok ki hiç birisi anlayamaz. Tamam, işte bunlardan hiç birisinin anlıyamadığı lisân bizim lisânımızdır diyelim. Hayır, ânı (onu) da diyemeyiz. Çünki o parçayı bize okudukları zaman biz de anlayamıyoruz... Pek a‘lâ, ne yapalım? Lisânsız mı kalalım? Hayır, halkımızın kullandığı bir lisân yok mu? İşte ânı (onu) millet lisânı yapalım... Arabça ve Farsçanın ne kadar izâfetleri (isim tamlamaları) ve ne kadar sıfatları (sıfat tamlamaları) varsa kaldırıversek, yazdığımız şeyleri bugün yediyüz kişi anlıyabilmekde ise yarın mutlaka yedi bin kişi anlar. (Basîret, 4 Nisan 1871; Levend 1972:123) Gerçekten; Türkçemizde tamlamalar, dilin yapısına uygun olarak kullanılınca iş kolaylaşıyor: Askerî Hastane yerine doğru olarak asker hastanesi deniliyor. Türkçeyi iyi bilmeyen diplomalılarımız, Arapçada kullanılan nisbet -î sinin yerine, Batı dillerine özentilerinin etkisiyle -sel, -sal getirip, ünlü deyimle dilimizi sala koyup sele veriyorlar. Onlara göre askerî hastane, askersel hastane olmalıydı. Yâni, karşı oldukları Osmanlı Türkçesini sözde Türkçeleştiriyorlardı. Uydurma –sel, -sal eklerini kullananlar, farkında olmadan Osmanlı Türkçesi- 102 TEMMUZ’14, tarih bilinci nin bozulmuş bir şeklini devâm ettiriyorlar! Aynı şekilde; kırsal kesim yerine kır kesimi, veya kırlık kesim; siyasal durum yerine siyâset durumu denilebilir, denilmelidir de. Kısacası; Arapça nisbet eki –î’den kurtulmak isteniyorsa, Arapça sıfat tamlaması yerine ad tamlaması kullanılırsa iş biter. Askerî hastanenin Arapçadaki muadili el Musteşfâ el Askerî’dir. (sıfat tamlaması; musteşfâ isim, askerî sıfatı sonra geliyor) Osmanlı Türkçesine aktarılınca; hastâne-i askerî oluyor, sonra Farsça tamlama -i si bırakılarak: askerî hastane oluyor. Aşağılık duygusuna kapılmışların anlayışına göre; askersel hastane olurdu ama, şükürler olsun ki sağduyu üstün gelmiş de, Türkçe yapısına uygun olarak asker hastanesi olmuş. Sözün kısası; Türkçe düşünmeğe alışmak gerekir. (Türkçe derslerinde bu yola girilmişti; öğrenci, Türkçe düşünmeye alıştırılıyordu). Osmanlıca kalıplarını, Batıdan aktarma takılarla gülünçleştirmek kolaycılığına sapılmamalıdır. Bu iş, tabiî ki zordur; düşünmek, araştırmak gerektirir. Aydın olmak da kolay değildir, sâdece ‘diploma sâhibi olmak’ hiç değildir. Konuşma ve yazı dilinde, Türkçenin yapısı öyle olduğu için, SIFAT TAMLAMASI yerine AD TAMLAMASI kullanmalıyız: Bitkisel yağ yerine: Bitki yağı Hayvansal ürün yerine: Hayvan ürünü Görsel medya yerine: Görüntülü medya Yayınsal eleştiri yerine: Yayın eleştirisi Çevresel felâket yerine: Çevre felâketi Onursal üye yerine: Şeref üyesi (‘Onur’ un ‘honour’dan uydurulmuş olması, ayrı bir konu.) Karasal sular yerine: Karasuları Denizsel ürünler yerine: Deniz ürünleri Fiziksel yasa yerine: Fizik yasası Tarımsal ilaç yerine: Tarım ilacı Parasal durum yerine: Para durumu Nesnel yaklaşım yerine: Yansız yaklaşım Sanatsal anlayış yerine: Sanat anlayışı gibi… Gereken; durumun ciddiyetinin farkına vararak karar vermek ve azimle o kararı uygulamaktır. Ters Köşe Prof. Dr. Mehmet MAKSUDOĞLU Cambridge üni. Eski Öğretim Üyesi DÜNYA TARİHİNDE DÖNÜM NOKTALARI Dünya tarihinin bütün insanlığı ilgilendiren önemli olaylarını sunup, bu olayların dönüm noktaları olarak kabul edilmesini teklif ediyoruz. Buna ihtiyaç olduğu kesindir; çünkü günümüzdeki tarih bölümlendirilmesi, bütün insanlığın tarihini kucaklamaktan çok uzaktır. Avrupa merkezli bu tarih bölümlemesine göre; İlk Çağ, Hz. İsa’nın doğumuyla başlayıp Roma İmparatorluğu’nun ikiye ayrılmasına kadar sürmektedir. Orta Çağ ise İstanbul’un Türkler tarafından fethiyle sona erip Yeni Çağ başlamakta, 1789 yılında vuku bulan Fransız İhtilâli’yle de Yakın Çağ başlamaktadır. Bu bölümlemenin yeryüzündeki milletlerinin çoğunluğu için geçerli olmadığı açık bir gerçektir Roma İmparatorluğu’nun ikiye bölünmesinin Japonlar, Çinliler, Türkler, Araplar veya 395 yılında Afrika kıtasında yaşamakta olanlar için ne önemi vardır ki; “bütün insanlık için” bir dönüm noktası olarak kabul edilsin? İstanbul’un Türklerce fethinin Japonlar, o zaman Avustralya’da yaşamakta olanlar Aborjinler, Amerika kıtasının yerli halkı olan Kızılderililer, Aztekler, İnkalar ve Mayalar için ne anlamı vardır ki; 1453 bir dönüm noktası olsun? Görüldüğü gibi şimdiki bölümleme, Avrupa’yı dünyanın merkezi olarak kabul eden çok sığ, dar ve çağ dışı bir kafa yapısını yansıtan anlayışa dayanmaktadır. Nitekim yine Batılı bir tarihçi olan Henry Cordier, bu gerçek dışı anlayışı şöyle ifade etmektedir: “Batılılar, İsrail, Yunan ve Roma halklarının yayılması hakkındaki kısıtlı bilgilerini bölümlendirerek dünya tarihini tuhaf bir şekilde daraltmışlardır. Böylece Çin Denizi’nde ve Hint Okyanusu’nda tehlikeleri göğüsleyip dolaşan veya Orta Asya‘nın uçsuz bucaksız bozkırlarını Basra Körfezi‘ne kadar kolaçan eden gezgin ve kâşifleri bilmezden, görmezden gelmişlerdir. Gerçekte eski Yunan ve Romalılarınkinden farklı fakat daha az medenî olmayan kültürleri ihtiva eden yerkürenin daha büyük bir kısmı, kendi küçük dünyalarının tarihini yazıp da dünya tarihini yazdıklarını zannedenlere meçhul kalmıştır.”1 Henry Cordier’nin gayet keskin ifadeli ve bir o kadar isabetli tespitinden beri pek bir şey değişmemiştir. Batı dünyası dışında kalan ülkelerin tarihi oldukça ayrıntılı bir biçimde incelenmiş olmasına rağmen, Avrupa merkezli ve Yahudi-Hıristiyan bakış açılı yaklaşım ve ele alış, bütün bu çalışmalara, incelemelere hâkim olmuştur. Bunun sonucu olarak da; tarihin Avrupa’ya göre bölümlendirilmesi, sebebi ve mazereti açıklanamaz bir biçimde çağ dışı kalmıştır. Üstelik bu yaklaşım, “bütün” dünya tarihine uygulanabilir nitelikte değildir. Misal vermek gerekirse; Batılı yazarların “Karanlık Orta Çağlar” deyimi, Avrupa için uygundur, İslam Dünyası için ise durum hiç tarih bilinci, TEMMUZ’14 103 Ters Köşe de öyle değildir. O yüzyıllar, İslam dünyasında parlak bir medeniyetin yaşandığı zamanlardır. Medeniyet, yüzyıllardan beri cehalet ve gerilik içinde yüzmekte olan Avrupa’ya, Palermo ve Endülüs (İspanya) yoluyla Müslüman ülkelerden geçmiştir. Şimdi, bütün dünya tarihi için önemli gördüğümüz dönüm noktalarını sıralıyoruz: 1. Nuh Tufanı (4000): Her üç semavi dinde de kabul edilen bu olay, 1929 yılında Irak’ta Tel Mukayyar’da Amerikalı arkeologların yaptığı kazıyla ilmen Mısır’da olan, Mezopotamya’yı ve Anadolu’nun bir bölümünü içine alan “Bitek Hilal” (The Fertile Crescent) kabul edilmektedir. Bölgede kazı yapan arkeolog Wooley 1929 yılında Irak’ta Tel Muqayyar’da Tufan’ın maddi izlerini buldu.2 Bütün bu bulgular ışığında; Tufan’ın, Milattan yaklaşık 4000 yıl önce vuku bulduğu sonucuna varabiliyoruz. 2. Hz. İsa’nın Doğumu (Milat): Hz. İsa biz Müslümanlara göre seçkin bir peygamberdir. Hz. Meryem’den babasız olarak doğmuştur, Ruhullah’tır. Kendilerine “Hristiyan” diyen Hristiyanlık tarihi yazarları Hz. İsa’nın gerçek doğum yılı ile Milat olarak kabul edilen tarih arasında birkaç yıla varan farklar olduğunu tespit etmektedirler. Bütün bu ihtilaflara bakmayarak -madem şimdiye kadar öyle kabul edilmiş- Milat tarihi olarak kabul edebiliriz. İngilizce “Milattan önce” demek için “Before Christ”ın baş harfleri alınarak B.C. yazılmaktadır. Müslüman tarihçilerin de böyle yazmasında bir zarar yok. Ancak, Batılılar bazen “Milattan önce” için A.D. yazmaktadırlar. Bazı dikkatsiz Müslümanlar da öyle yapmaktadırlar. Halbuki, bu kısaltma Anno Domini’nin (Rabbimizin Yılı) kısaltılmış şeklidir. Hristiyan veya o gelenek Edward Hicks- Noah Ark de ispat edilmiş durumdadır. Toprağın birkaç metre altında ince mil tabakası ve bu tabaka içinde suda yaşayan hayvanların fosilleri bulunmuştur. Mil tabakasının altındaki kısımda çıkanlar ise çömlekçi çarkı ürünüdür. Nuh Tufanı’nın yalnız Basra Körfezi çevresinde mi, yoksa Mezopotamya’da mı vuku bulduğu veya yeryüzünün her yerini mi kapladığı konusunda iki ayrı görüş varsa da, günümüz dünyasına biçim veren, medeniyeti kuran insanlık o çağlarda o bölgede yaşadığı için, Nuh Tufanı yalnız o bölgeyi kaplamış bile olsa bütün insanlığı ilgilendiren bir olay olarak telakki edilebilir. Nitekim günümüz uygarlığının beşiği olarak; bir ucu Basra Körfezi’nde, öbür ucu 104 TEMMUZ’14, tarih bilinci John MacArthur – Grace to You içindeki yazar öyle yapabilir. Müslüman, Hz. İsa(As.)’yı kendine “Hristiyan” diyenler gibi, haşa “Rab” kabul etmediğine göre böyle bir yanlışa düşmekten kaçınmalıdır. Ters Köşe 3. Hz. Muhammed (S.A.V.)’in Hicreti (622): Hâlihazırdaki cari bölümlemede Fatih’in İstanbul’u İslam’a açışı bir dönüm noktası olarak alınmaktadır. Fatih 1461 yılında Trabzon’u Pontus Rum İmparatorluğu’ndan almaya giderken onu bu işten vazgeçirmeye çalışan Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın annesi Sare Hatun “Hey oğul, bu Trabzon’a bunca zahmet nedendir?” der. Sare Hatun’a cevaben şöyle der: “Hey ana, bu zahmet din yolundadır. Zira bizim elimizde İslam kılıcı vardır. Eğer bu zahmeti ihtiyâr etmezsek bize ‘gazi’ demek yalan olur!”3Fatih, dünya görüşünü şu şiiriyle de ifade etmiştir: İmtisâl-i “Câhidûfillâh” olubdurniyyetüm (“Allah yolunda cihat edin” emrine uymaktır niyetim) kendisi, bu büyük işi Hicri 857. yılda başardığını ifade ediyor ve diğer hükümdarlara gönderdiği fetihnamelerde tarih olarak 857’yi kullanıyordu. Bu olay için düşünülen tarihlerden biri “Beldetun Tayyibetun” idi ki; Ebced hesabıyla harfleri toplandığında 857 sayısını verir.5 Dikkate değer bir husustur ki, İslam Tarihi’nde, başlangıç olarak Hz. Muhammed’in doğum yılı değil, Hicret’in vuku bulduğu 622 yılı esas alınmıştır. Ancak Hicretten sonradır ki, İslam rahatça gelişmiş ve insanlığa örnek olacak bir medeniyet, Müslümanlarca kurulmuştur. Nitekim tarihteki en etkili 100 şahsiyeti sıralayan bir gayrimüslim, Michael H. Hart, Hz. Muhammed’i ilk sıraya yerleştirmiştir. Bu sıralamada, Isaac Newton ikinci, Hz. İsa üçüncü, Einstein onuncu, Karl Marx onbirinci, Lenin onbeşinci, Hz. Musa onaltıncı, Mao-TseTung yirminci, Napolyon otuzdördüncü, Hitler otuzbeşincidir.6 Dîn-i İslâmun mücerred gayretüdür gayretüm Şu halde, 622 tarihi, kesinlikle göz ardı edilemeyecek bir dönüm noktasıdır. (Gayretim sadece İslam Dini uğrundadır) 4. Ayn-Calut Savaşı (1260): Fadl-ı Hakk u Cünd-i Ricâlullah ile İslam dünyası; tıp, astronomi, matematik, coğrafya, kimya, eczacılık, edebiyat, tarih, felsefe, ilahiyat alanlarında, Miladi 8. yüzyıldan başlayarak, yeryüzünde kesinlikle en yüksek (Allah’ın ve Evliya Ordusunun lütfuyla) Ehl-i Küfrü ser te ser kahreylemekdür niyyetüm seviyeyi temsil etmiştir. Medeniyet, İslam (Küfür ehlini baştanbaşa kahretmektir niyetim.) İslam dünya görüşünün bir ürünü olan bu dünya görüşü uğrunda çaba gösteren bir hükümdarın İstanbul’u alması bir dönüm noktası olarak kabul edilirken; İslam için çok önemli olan, İslam’a bağlı milyonlarca insanın adeta “tarih başlangıcı olarak benimsediği”ve yüzyıllar boyunca uyguladığı, meydana koyduğu eserleri ona göre tarihlediği 622 yılını bir dönüm noktası olarak kabul etmemek çok büyük bir çelişkidir. Fatih Sultan Mehemmed’in4 İstanbul’u İslam’a açtığı tarih olarak, Avrupa Miladi 1453 tarihini kullanırken, Fatih’in İran’ın Düşüşü tarih bilinci, TEMMUZ’14 105 Ters Köşe Dünyası’ndan Palermo ve Endülüs (İspanya) yoluyla Avrupa’ya geçmiştir. Mesela İngilizcedeki algebra (cebir), alcohol (alkol), chemist (kimyager, eczacı), chemistry (kimya, eczacılık), zero (sıfır), ABD de kullanılan sheriff (şerif ) kelimeleri, kavramların menşeini gösteren canlı delillerdir. Mongollar, İslam medeniyetini, yani o zamanki en yüksek medeniyeti temsil eden Abbasi Devleti’ni miladi 1258 yılında yıktılar, başkent Bağdat’ı tahrip ettiler. Binlerce kitabın atıldığı Dicle Nehri, suyuna karışan mürekkepten dolayı günler ve geceler boyu simsiyah aktı. Bu bakımdan 1258 yılı bir bakıma dünya medeniyetinin sonunu işaret ediyor. Medeniyet, uzak Batı’da, Kuzey Afrika ve Endülüs’te devam etme durumunda kalıyordu. Dünyanın en büyük askeri gücü, o çağın tek ve tartışmasız “Süper Devlet”i olan Mongollar, Ayn-Calut’ta, 1260 yılında Kölemen Türk Sultanı Kutuz tarafından yenilgiye uğratıldılar. Asya’nın çok büyük ve en mühim kısmını, Avrupa’nın yarısını kısacası o zamanki bilinen ülkelerin pek çoğunun en önemli yerleşim bölgelerini hâkimiyetleri altına almış olan ve yenilmez kabul edilen bu süper gücün Ayn-Calut’ta yenildiği 1260 tarihi, kesinlikle bir dönüm noktası teşkil eder nitelik ve ehemmiyettedir. Bir toplumdaki kurumların, fizikteki bileşik kaplar prensibine uygun olarak, hepsinin aynı seviyede olduğu hatırlanınca, böyle her şeyiyle çürümüş bir toplumun bilginlerinin, fetihten sonra Avrupa’ya kaçıp orada Rönesans’a zemin hazırladıkları iddiasının temelsizliği ve tutarsızlığı apaçık bir gerçek olarak görülür. Rönesans’a katkıda bulunan bilginlerin, İstanbul’dan değil, Mora’dan gittiği tarihi bir gerçektir. Avrupalılarca, 1453 tarihinin bir dönüm noktası olarak kabulünün altında, İstanbul’un Türklerin eline geçişini, Batı’nın bu büyük kaybını unutturmamak güdüsünün yattığını düşünüyoruz. 5. Protestanlığın Başlangıcı (1260): Fatih Sultan Mehemmed, 1453 yılında İstanbul’u İslam’a açtığı sırada Doğu Romalı bilginler, devenin iğne deliğinden nasıl geçeceğini, meleklerin erkek mi dişi mi olduklarını, meleklerin kanat sayısını tartışıyorlardı. Doğu Roma halkı da kitleler halinde boş şeylerle uğraşıyordu. Osmanlı Ordusu şehri kuşatırken halk, hipodromda (şimdiki Sultanahmet Meydanı) mavilerle yeşiller arasındaki araba yarışlarını seyretmeye koşuyordu. Esasen Doğu Roma İmparatorluğu (“Bizans” değil; o imparatorluğun tebaasının torunlarının torunlarına da günümüzde “Rum” denilmektedir. “Bizans” kavramının uydurması, o imparatorluğa varis olma sahtekârlığına desteklik için ortaya konmuş olan Yunan oyunudur. Kelime olarak Türklüğünü haykırıp duran “yoğurt” un Yunan menşeli olduğu ne kadar doğruysa, o uydurma da o kadar doğru olabilir.) sosyal hayatın bütün veçhelerinde bir çürümüşlüğü yaşıyordu.7 106 TEMMUZ’14, tarih bilinci Öte yandan, ünlü sosyolog Max Weber’in belirttiği gibi Batı dünyası, Protestan dünyasıdır. Avrupa, Protestanlığın doğuşuyla kendisi için zifiri Ters Köşe karanlık olan Orta Çağ’dan kurtulmaya, gelişmeye, ilerlemeye başlamıştır. Onun için Protestanlığın başlangıcı8 hiç şüphesiz bir tarihi dönüm noktasıdır. Günümüzde, değişen derecelerle de olsa Batı normları yeryüzünün hemen her tarafında hâkimdir. Bu gelişmenin başlangıcı da Reform hareketidir. Bu bakımdan,Martin Luther’in 95 maddelik tezini Wittenberg’de kilise kapısına astığı 31 Ekim 1517 tarihi, etkisi günümüze kadar gelen çok mühim bir olayın başlangıcıdır ve kesinlikle bir dönüm noktası olabilecek niteliktedir. Buna göre de, Avrupa’yı, dolayısıyla da yeryüzündeki pek çok ülkeyi derinden ve sürekli etkileyen bu olayın başlangıcı olan 1517 tarihi bir dönüm noktası olarak alınmalıdır, 1453 değil! 6. Fransız İhtilali (1789): Fransa’da 1789 yılında vuku bulan ihtilal, önemli sonuçlan olan bir olaydır. En bariz özelliği, o zamana kadar inanca bağlı olarak yapılanmış olan siyasi oluşumların, “nation” olarak kabul edilen topluluklara göre oluşmasını başlatmasıdır ki; nasyonalizmin etkisi, günümüze kadar gelmektedir. Devletler, millilik esasına göre kurulmuş sayılmaktadır. Zaten 1789 yılı, bir dönüm noktası olarak kabul edilmektedir. 7. Sovyetler Birliği’nin Dağılması (1991): Miladi 20. yüzyılın belki de en mühim olayı, Sovyetler Birliği’nin 1991 yılında vuku bulan çöküşüdür. Bu olayın sonuçları, Birinci ve İkinci Dünya Savaşları’ndan, atom bombasının kullanılmasından ve insanoğlunun Ay’a ayak basmasından çok daha önemlidir. Bütün bunlar insan dışında, maddî şeylerdir. Halbuki, Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla soğuk savaş sona ermiş, “insan”, kendini, “ruhunu” arayış içine girmiştir. Rusya’da, 20 milyon insanın cesedi üzerine kurulan, Çin’i etkileyerek orada 50 milyon insanın hayatı pahasına aynı sistemin yerleştirilmesi işinin itici gücü olan Marxizm’in Sovyetler Birliği’nde, 70 yıl boyunca, en acımasız ve insanlık dışı yöntemlerle sürdürülmesi, “insan” fıtratına aykırı olan bu sistemin suni olarak yaşatılmasına yetmedi ve sistem çöktü. 1991 yılı, kesinlikle dünya tarihinin çok önemli bir dönüm noktası olarak kabul edilmek durumundadır. w Açıkladığımız sebeplerden dolayı, insanlığın çok büyük bir kesimini ilgilendiren tarihin belli başlı dönüm noktalan şunlar olmalıdır: 1. Nuh Tufanı (M.Ö. 4000):……...............................................................................1 2.Hz. İsa’nın Doğumu (Milat):…......................................................................4000 3.Hz. Muhammed (SAV)’in Hicreti (622):……………………………………….4622 4.Ayn-Calut Savaşı (1260):…...………………………………......................................5260 5.Protestanlığın Başlangıcı(1517):…………………….........................................5517 6.Fransız İhtilali(1789):……………………………...........................................................5789 7.Sovyetler Birliği’nin Dağılması (1991):………………………………………....…5991 tarih bilinci, TEMMUZ’14 107 Ters Köşe Böyle bir tarihlemeye göre, şu an 2014 yılı yerine 6014 yılında olunur. Yeni yıla da, kış ortasında değil, baharın ilk gününde veya Hıdırellez’de girerdik. Yeni günün başlama saatinin de geceyarısı olması bir anlam taşımıyor. Yeni gün de Habeşistan (Etiyopya)‘da olduğu gibi, Güneşin doğuşu ile başlarsa daha kullanışlı ve tabiatla uyumlu hale gelmez mi? Dünya tarihinde, -o zamana kadar kıyamet kopmazsasekizinci dönüm noktasının kapitalizmin çöküşü olacağını görmek için; büyük bir sosyolog, bilgin veya kâhin olmanın gerekmediği ortadadır. İnsan fıtratına uymayan hiçbir düzen ayakta kalamaz. DİPNOTLAR 1 Quated in Ross E. Durn, The Adventures of Ibn Battuta, A Müslim Traveler of the 14th Century (Londonand Sydney: CrommHelm, 1988), p.l. 2 WernerKeller, TheBible as History, (Great Britain 1967) pp. 47-51. 3 Yılmaz Öztuna, Büyük Osmanlı Tarihi, İstanbul, Ötüken Neşriyat, 1994, I, s.283. 4 O zamanki doğru telaffuz böyledir. 5 Ebced hesabı, her harfin sayı değeri toplanarak yapılır. Harflerin sayı, değerleri şöyledir. Elif 1, Be 2, Cim 3, Dal 4, He 5, Waw 6, Zây 7, Hâ 8, Tı 9, Yê 10, Kef 20, Lâm 30, Mîm 40, Nûn 50, Sîn 60, ‘Ayn 70, Fê 80, Sâd 90, Kaaf 100 Râ 200, Şîn 300, Tê 400, Sê 500, Kha 600, Zêl 700, Dâd 800, Zı 900, Gayn 1000. BeldetunTayyibetun ibâresi bu harflerle yazıldığında, şu harfler kullanılır: BldtTybt; bu sekiz harfin sayı değeri toplanınca, 857 olur. 6 Michael H. Hart, The100 ARanking of themostInfluentalPersons in History, Kuala Lumpur 1989. 7 R.J.H. Jenkins, “Social Life in theByzantineEmpire” in The Cambridge MedievalHistory, Ed. by J.M. Hussey, (Cambridge Uni versityPress. 1967; rept. 1978), vol. ıv, partıı, pp.88.89. 8 RolandBainton, TheReformation of theSixteenth Century, London 1963. p.38. 108 TEMMUZ’14, tarih bilinci Medya Analizi Prof. Dr. Hasan Tahsin Fendoğlu Hacettepe Üni. Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi MEDYANIN ÇOCUKLAR ÜZERİNDEKİ DEVŞİRİCİ FORMATI Yapılan araştırmalara göre; annesinden doğan dünyanın her yerindeki tüm çocuklar, saf inanç ve değerlerle birlikte doğmaktadırlar. Yeni doğan bebeğin hafızası, doğuştan, asla dümdüz yani sıfır kilometre (tabula rasa) değildir. İşte çocuğun doğuşla birlikte getirdiği bu saf inancı koruma hakkı vardır. Çocuğun doğuştan getirdiği bu inanç değerini, çevresiyle bütünleştirmek için geliştirmeye ihtiyacı vardır. Çocuğa göre “Ay ve Güneş bizi izler”; bu düşünceye paralel olarak çocukta “Allah bizi izliyor” inancı vardır. Kimi seküler medya, çocuğun ‘saf ben’ine karşı saygısızlık yapmamalıdır. Medyanın çocuğa karşı saygısızlık hakkı yoktur. Bir tür güç zehirlenmesi ile cinsel projeksiyonlar çizmek, insan bedenini putlaştırmak, çocuğun safiyetini ihlal etmek gibi davranışlar, çocuk haklarına kesin aykırılık teşkil eder. Çocuk bugünde (hâlde) yaşayan ve geleceği düşünmeyen, gelecek tasavvuru olmayan saf bir varlıktır. Onun doğuştan getirdiği doğallık ve safiyet, medya tarafından bozulmaktadır. Dünyanın bugünkü stresinin altında yatan işte bu safiyetin ihlâli nedeniyle oluşan tezattır; bu çelişkili hâli insanın kaldıramamasıdır. Günümüzde, çocukla yetişkin arasındaki sırlar ifşa edilmektedir. İşte bu ‘sır’ların ifşası, çocuğun masumiyetini bozmaktadır. Maalesef medya tüketimi, 21. yüzyılın dijital yaşam tarzının çok önemli bir parçası olmuştur.1 Günümüzde çocuklar dijital medya ortamında büyüyorlar. Milyar dolara varan dijital pazara çocuklar maruz kalıyorlar.2 Aslında dijital medya, çocuğun ihtiyaçlarını karşıladığı ölçüde başarılı ve değerlidir,3 ama çocuğun ihtiyaçlarını karşılamıyor, ama ona yeni sorunlar üretiyor. Çünkü sanal bir evren olan dijital medyada güvenle güvensizlik iç içe, yalanla-gerçek yan yana. Çocuk bunları nasıl seçecektir? tarih bilinci, TEMMUZ’14 109 İletişim araçlarının ne kadar doğruyu yansıttığı hiç belli değil. Dijital medyanın ne kadar ehil, ne kadar liyakatli olduğu belirsizdir. Bu nedenlerle medya küresel bir insanlık sorunudur.4 Televizyon, % 98 izleme oranıyla hala görsel-işitsel medyanın en erişilebilir önemli aktörüdür.5 Bütün bunlara rağmen dünyanın aklı hâlâ başına gelmiş sayılmaz. Çocuk hakları sorunları hala çözülebilmiş değil. Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin 10. yıldönümü olan 20 Kasım 1999 tarihindeki Oslo Çağrısı (The Oslo Challenge), çocukları korumak konusunda medyaya bir çağrı olarak nitelenebilir.6 Medya ve Çocuk Hakları konulu ilk uluslararası konferans çok yeni bir tarihte, Brezilya’da altı yıl önce (2008’de) yapıldı. Toplantıda Çocuk Hakları Sözleşmesi’ne ve medyanın hallerine vurgu yapıldı.7 Medyada çocuğun korunması konusunda şu projeler üzerinde durulabilir: 1. İzleyici temsil- 110 TEMMUZ’14, tarih bilinci ciliği. 2. ‘İyi uykular çocuklar’ projesi. 3. Medya okuryazarlığı projesi. 4. İlgili otoriteye şikâyet mekanizması.8 Haber, bir televizyonun en çok izlenen görüntülü ayin türüdür. Televizyon haberden önce ve sonra reklam verir ve zamanı satar.9 Çocuğa göre haber, kötü çocuk haberleri ve iyi çocuk haberleri diye ikiye ayrılır. Kötü çocuk haberleri, çocuk konulu şiddet, tecavüz ve soygun haberleridir. İyi çocuk haberleri ise oyun ve oyuncak türü haberlerdir. Her televizyon “kendi” iyi haberlerini verir. Televizyonun kurgu olduğu hep söylenir ama bu lafı söyleyenler de dâhil olmak üzere, çocuklar da büyükler de televizyon haberlerine inanırlar. Medyanın amacı, yeni nesli hayata hazırlamak, kitle iletişim araçlarını öğretmek ve gençleri bilgili kılmaktır. Medya Analizi Oysa çocuk öncelikle medya hakkında bilgi sahibi olmalı, medyayı nasıl okuyacağını bilmelidir. Çocuk medyayı yorumlama ve değerlendirme yeteneğine sahip olmalı, medya kültürünü öğrenmelidir.10 Televizyon çocuğa verdiği cazibe ile, aslında “ilgi çekici, akıllı, bilgilendirici ve eğlenceli” olan bir eğitici değer olabilir.11 Medyanın çocuk üzerinde önemli yararları, olumlu etkileri olabilir. Eğlendirirken eğitebilir. Örneğin ABD tarafından üretilen Susam Sokağı dizisi, tüm dünyada çocuklar için son derece olumlu kabul edilmişti.12 TV’lerin paylaşma, arkadaşlık, eğitim, hayal gücü gibi olumlu etkileri kuşkusuz ki mümkündür.13 Medya hoşgörüyü, insanlar arasındaki işbirliğini, başkaları için yaşamayı öğretebilmektedir. Esasen medyanın üç fonksiyonu vardır; medya çocuklara bilgi verir, onları eğlendirir ve onları eğitebilir.14 Medyanın bu tür yararları vardır ama zararları da asla göz ardı edilmemelidir. 1933’de Ohio’lu iki genç olan Shuster ve Siegel, Superman isimli bir çizgi film yaptılar; hakkı savunan ve haksızlığa karşı insanları koruyan bir güç... Süperman 1942’de düzenin koruyucusu rolünü üstlenmişti. 1962’de uluslararası güvenlik konularını işledi. 1970’lerde Hollywood’un en masraflı filmi oldu. Sonuç olarak, çizgi filmler, ABD’nin sosyo-kültürel gelişmelerinden soyutlanamaz. Ya düş gerçeğe ya da gerçek düşe aktarılacaktır.15 Çoğu medya organı, maalesef, birilerinin manipülasyonlarına, sömürülerine veya para kazanma hırslarına aracılık etmektedir. Ergenler medyayı, çocukların hizmetinde değil, kendi sorunlarının çözümü için kullanıyor.16 zamanının belki de % 70’inde medya ile baş başadır.18 Çocukların medyayı nasıl kullanacağı yetişkinlere bağlıdır. Medyaya doymuş bir devirde, istense de istenmese de çocuklar medyayı tüketecektir. Önemli olan, çocukların akıllıca fiziksel etkinlik için zaman ve işlenmişten çok, doğal besinler içeren bir diyet seçmesine yardımcı olmaya çalışmak ve çocukların ister eğlence, ister video oyunu olsun, olumlu sosyal öğrenmeyi vurgulayan bir medyaya maruz kalmasını sağlamaktır”.19 Medyanın gerek çocukla ilgili haberleri –genelde diğer haberleri- olumlu mudur? Buna olumlu yanıt vermek gerçekten zordur. Örneğin geçmişte, Malatya Çocuk Yuvası haberleri ve çocuk yuvaları ile diğer haberler analiz edildiğinde bunu görürüz. Medya işin magazin boyutu ile daha çok ilgileniyor. Oysa medyanın uyması gereken uluslararası ilkeler vardır.20 Çocuk, medyada “suçlu” veya “kurban” gibi sıfatlarla nitelendirilmemelidir. ABD’de yapılan bir araştırmaya göre, ABD’de ailelerin %98’i en az bir TV’ye sahip, % 81’i iki veya daha çok TV’ye sahiptir. ABD’de 8 yaştan daha küçük olanların üçte birinin odasında TV vardır.21 Günümüzün ‘medya çağı’nda korkular ve fırsatlarla birlikte yaşıyoruz.22 Amacımız medyaya erişimi sınırlandırmak değil, çocukları zararlı içeriklerden korumaktır. Televizyonları kapayarak sorunları çözemeyiz. Çocuk kurguyu ayırt edemiyor. 2000’li yılların başında Pokemon adlı kahramanın olduğu çizgi filmin etkisinde kalan 4 yaşında bir çocuk, 7 inci kattan atlayarak kaza geçirmişti.17 ABD’de 2012 senesinde yapılan bir araştırmada şu bulgular elde edilmiştir; 12-17 yaş aralığındaki gençlerin % 93’ünün evinde bilgisayar erişimi vardır. % 37’sinin akıllı telefonu, % 23’ünün tablet bilgisayarı mevcuttur. % 25’i cepten internete girmektedir.23 Türkiye’de çocukların % 60’ının evinde internet vardır. Çocukların % 20’si ise internete cafede girmektedir.24 Çocuğun medya tarafından kuşatılmış olduğu bir gerçektir. Çocuk medya tarafından çepeçevre kuşatılmıştır. Çünkü o, sürekli olarak medya araçları ile iç içedir, medyanın etkisindedir. Çocuk, cep telefonundan bilgisayarına, televizyondan internetine kadar medya ile haşir neşirdir. Çocuk, UNICEF’in 2004 istatistiklerine göre, 1980 ile 1990 arasında televizyon sayısı, kanal sayısı ve izleme oranının iki katına çıktığı görülmektedir.25 2000 yılında elli adet çocuk kanalı açıldı; Nickelodeon, Cartoon Network, Disney Channel, ABC Familiy ve TV Land gibi...26 tarih bilinci, TEMMUZ’14 111 Medya Analizi TÜİK’in 2013 verilerine göre, 6-15 yaşındaki çocukların % 92.5’u her gün TV izledi. 6-10 yaşındaki çocukların % 94,8’i her gün TV izledi. 11-15 yaşındaki çocukların % 90.2 si her gün televizyon izledi.27 Ocak 2010 tarihinde yapılan bir araştırmaya göre, 2010 yılında ABD’de bir çocuk ortalama günde 8 saat medyayı kullanmaktadır; bunun 5 saati televizyondur.28 Gerek dijital medya ve gerekse akıllı telefonlar gün geçtikçe giderek sayıca ve kalitece büyümektedir. Televizyon yayıncılarının % 3.1‘i kamu yayıncısı, % 96.9’u özel yayıncıdır. Televizyon yayıncılarının % 70.4’ü genel türde yayıncı, % 29.6’sı ise tematik yayıncıdır.29 Tematik türde yayın yapanlardan % 9,4’ü çocuk programları türünde yayın yaparken, % 3.1’i dini yayınlar, % 24’ü sinema-dizi türünde yayın yapmaktadır.30 Televizyon yayıncılarının 2013’te yayınladığı ortalama haber süresi 1342 saat, kültür programı süresi 1093 saat, güncel program süresi 1024 saat ama çocuk programı süresi 571 saattir.31 Günümüzde çocuğun bilgiye ulaşabilirliği arttı; adeta bilgi patlaması yaşandı. Teknoloji hem ucuzladı, hem de arttı. Televizyon etkili bir öğretmen gibi oldu. Çocuk gördüklerini taklit etmekte, televizyonda izlediklerini adeta kopyalamaktadır. İzledikleri programlarda geçen kişilikleri kahraman olarak ilan edebilmekte, kendisini onlarla özdeş sayabilmektedir. Sadece görmekle yetinmeyen çocuk, işitmekte, hareketli nesnenin etkisine daha rahat girebilmektedir. Televizyon çocukta davranış kalıpları oluşturmaktadır. Oysa televizyonun azı karar, çoğu zarardır.32 Bu nedenle çocuk, televizyonu sorgulamalı; ‘Irk, cins, din, dil, cins olarak beni yansıtabiliyor mu?’ diye eleştiriye tabi tutmalıdır.33 Televizyon çocuğun okumaya ilgisini azaltmaktadır.34 Bazı yazarlar, daha ileri giderek, televizyonun, kitaba alternatif olarak, düşünmeyen insanlar için icat edildiğini iddia etmişlerdir.35 DİPNOT 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 Erik M. Gregory, 2013, s. 107. Kathryn C. Montgomery, 2013, s. 299. Bernd Trocholepczy, 2013, s. 275. Şirin, 2011, s. 11. RTUK (2014), TV Yayıncıları Profil Araştırması, s. 2. İnceoğlu-Akıner, 2011, s. 116. Cheviron, 2011, s. 185. Detay için bkz. Timisi, 2011, s. 157 vd. Şirin, 2011-2, s. 176, 177. Alexander Fedorov, 2014, s. 140 ve 147. Erik M. Gregory, 2013, s. 107. Dafna Lemish, 2014-1, s. 17. The Simpsons da sayılabilir; Erik M. Gregory, 2014, s. 94. Pitrowski-Vossen- Valkenburg, 2014, s. 61. Erik M. Gregory, 2014, s. 99-106. Güler, 2013, s. 208. Kaveri Subrahmanyam, 2014, s. 223. 13 14 15 16 17 Aleyna Saral, 16 yaşında, ÇMK, Kongre Kararları, 2013, s. 15. 18 Tüzel, 2013, S. 15. 19 Erik M. Gregory, 2014, s. 107. 112 TEMMUZ’14, tarih bilinci 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 Bek, 2011, s. 28-37. Alexis R. Lauricella, 2014, s. 117. Stewart M. Hoover, 2014, s. 215. Kaveri Subrahmanyam, 2014, s. 223. Birinci Türkiye Çocuk ve Medya Stratejisi ve Uygulama Planı 2014-2018, s. 23. Erik M. Gregory, 2014, s. 94. Erik M. Gregory, 2014, s. 95. TÜİK, 2013, “Çocuklarda Bilişim Teknolojileri Kullanımı ve Medya”, Bildiriler Kitabı, C.I, s. 433 vd. Erik M. Gregory, 2014, s. 95. RTUK (2014), TV Yayıncıları Profil Araştırması, s. 4. RTUK (2014), TV Yayıncıları Profil Araştırması, s. 5. RTUK (2014), TV Yayıncıları Profil Araştırması, s. 7. Önüm, Arkam, Sağım, Solum Medya, s. 76. Dafna Lemish, 2014-1, s. 19. Akyüz, 2013, s. 116. Albayrak, s. 203.