Ders Notları – 3. Hafta Jeffrey A. Frieden, Global Capitalism: Its Fall and Rise in the Twentieth Century (NY: Norton, 2006) 1896 – 1914 Dönemi: Success Stories of the Golden Age (Altın Çağın Başarı Hikayeleri) 20. yy’ın başlarına kadar dünyanın sanayileşmiş ülkeleri Britanya ve Fransa gibi kuzeybatı Avrupa ülkeleriydi. Yeni yüzyılın başlamasıyla ABD, 30 senelik bir geçmişi olan Almanya ve bilinmeyen bir ülke olan Japonya sivrilmeye başlamışlardı. Dünya ekonomileri birbirlerine entegre oldukça modern imalat teknolojileri Britanya ve kuzeybatı Avrupa’dan Kuzey Amerika’ya ve hatta Japonya ve Rusya’ya yayıldı. 1870 senesinde Britanya, Belçika ve Fransa dünyanın sanayi imalatının yarısına yakınını üretiyordu fakat bu oran 1913 senesinde yüzde 20’ye düştü. Almanya Britanya’nın sanayi üretimini geçerken ABD iki katından fazlaydı. 1913 senesinde İspanya ve Portekiz hariç Avrupa’daki bütün ülkeler sanayileşmişlerdi. 1870 senesinde Britanya’nın demir ve çelik imalatı ABD ve Almanya’nın toplamından fazla iken 1913 senesine gelindiğinde bu iki ülkenin demir ve çelik imalatı Britanya’nın altı katı idi. Britanya teknoloji önderliğini de kaybetmişti. Almanya elektrik mühendisliği ve kimya dallarında atılımlar yaparken ABD seri üretim konusunda büyük ilerlemeler kaydetmişti. Sanayileşmenin anavatanı geri kalmıştı. Süratle sanayileşen yeni ülkeler aralarında farklılık gösteriyorlardı. ABD ve Almanya sanayileşme öncesinde de zengin sayılırken İtalya, Avusturya-Macaristan, Rusya ve Japonya fakir sayılabilirdi. Bu ülkeler arasında özellike Rusya ve Japonya dikakti çekiyordu. Bu iki ülke de fakir sayılabilecek ülkelerdi fakat 19. yy’ın ikinci yarısında ihracatlarının artışı ve yabancı sermayenin de etkisiyle süratle sanayileştiler. 1914 senesine gelindiğinde Rusya’da iki milyon işçi modern sanayiyle işleyen dünyanın en büyük fabrikalarında çalışmaktaydı fakat ziraat sektörü olağanüstü derecede geri kalmıştı. 1868 senesinde başlayan Meiji dönemi sebebiyle Japonya Rusya’ya nispeten daha dengeli bir iktisadi gelişme takip etti. Sanayi sektörü süratle gelişirken zirai sektörü de geri kalmadı. Japonya ilk zamanlar ipek sektörüyle iddialıyken sanayileşmeyle birlikte pamuk dokumada da ilerlediler. İktisadi gelişme Japonya’nın askeri başarılarına da etki etti. Japonya 1895 senesinde Çin’e ve 1905 senesinde de Rusya’ya karşı galip gelerek bölgede önemli bir siyasi güç haline geldi. Alman bilimi, Amerikan teknolojisi ve Japon askeri gücü merkezdeki gelişmiş ülkeleri hayrete düşürmüştü çünkü bu ülkeler 60 senelik bir zamanda gelişmiş ülke statüsüne ulaşmışlardı. İmalat teknolojilerindeki değişimler sanayileşmeyi de derinden etkiledi. 1800’li senelerin ortalarında imalat sektörü tekstil, konfeksiyon ve ayakkabıdan ibaret iken 1800’li senelerin sonlarında çelik, kimyasallar, makineler ve otomobiller sanayinin merkezindeydi. Temel gıda maddeleri, giyim ve barınma mamulleri haricinde elektrikli ev aletleri, otomobil ve radyo gibi birçok ürün fabrikalarda üretilmeye başlandı. Daha önceleri zenginlerin satın alabildiği otomobil üretim bandı teknolojisi sebebiyle orta sınıf tarafından da satın alınabilir fiyata düştü. Bu teknolojideki gelişme büyük ölçüde Amerika’da gerçekleşti. 1905 senesinde dünyada 160 bin motorlu vasıta var iken bu rakamın yarısı ABD’de idi. 1913 senesinde ise dünyada 1,7 milyon var idi ve bu rakamın dörtte üçü ABD’de idi. Henry Ford’un otomobil üretimindeki teknolojik gelişmeleri Model T otomobilinin fiyatını 1910 senesinden 1916 senesine kadar 700 dolardan 350 dolara düşürdü ki o dönemde toplam enflasyon yüzde 70 idi. Söz konusu dönemdeki ücret artışları da dikkate alınırsa bir Model T 1910 senesinde ortalama bir işçinin bir buçuk senelik maaşıyla alınabilirken bu oran 1916 senesinde 6 aya düştü. Otomobilin yaygınlaşması modern sanayinin değişmesine sebep oldu. Yeni sanayiler eskiye nazaran çok daha büyük fabrikaları ve şirketleri gerektiriyordu. 1890’lı senelere kadar 40–50 işçinin çalıştığı fabrikalar uzmanlaşma, modern makineler ve buhar gücünün kullanılabileceği ölçüde büyük telakki ediliyordu. 1907 senesine gelindiğinde Alman demir-çelik sektöründeki işçilerin dörtte üçü 1000 kişiden fazla işçinin çalıştığı fabrikalarda çalışıyorlardı. Otomobil ve kimya sektöründeki fabrikalar çok daha büyük halde geldi. Artık fabrikalarda ölçek ekonomisi her şeyden daha mühim hale gelmişti. Fabrikalar ufak bir atölyeden dev tesislere dönüştü. Yeni dayanıklı tüketim malları dayanıklılık ve tamir-servis mefhumunu da beraberinde getirdiği için birkaç tane şirketin ön plana çıkması da kaçınılmaz olmuştu. Çağdaş reklamcılığın ön plana çıkması o dönemlerde başlamıştır. Sanayileşmeye geç başlayan ülkeler bu durumun avantajlarından istifade ettiler. İlk sanayileşen ülkelerin tecrübelerinden faydalandılar ve en son teknolojiyle donatılmış fabrikalarda üretime başladılar. Yeni sanayileşen ülkeler aynı zamanda bilginin serbestçe yayılabildiği ve ölçek ekonomilerinin verimli olarak kullanılabildiği açık bir dünya ekonomisine ihtiyaç duydular. Bu dönemim başarı hikâyelerinden biri de İsveç’tir. Ülke, 1870 senesinde Avrupa’nın en fakir ülkelerinden biriydi. Dünyadaki süratli iktisadi büyüme İsveç’in kereste ve ahşap ürünü ihracatına talebi arttırdı. Bu talep artışı İsveç’in, kaliteli çelik, makine ve diğer mamullere yatırım yapabilmesine sebep oldu. Bu yatırımlar ülke dışından gelen finans yatırımlarıyla mümkün olabildi. İsveç için sanayileşme yabancı piyasalar, yabancı teknoloji ve yabancı sermayeye erişimle el ele ilerledi. Britanya’ya sanayileşmede rakip olmak isteyen ülkeler uluslar arası mal ve finans piyasalarına erişimleri ve uluslar arası göç konularında serbestlik fikrini müdafaa etseler de yabancı ülkelerin kendi ülkelerinin piyasalarına erişim konularında serbestlik fikrinden yana değillerdi ve kendi sektörlerini rekabetten koruyorlardı. Amerikalılar Alman ve Japonlara kıyasla çok daha fazla korumacı idiler. Söz konusu ülkelerdeki şirketler koruma duvarları arkasında kendi ülkelerinde yüksek fiyattan satış yaparak yüksek kar elde edip bu karları kendi sektörlerine yatırıma yönlendiriyorlardı. Sanayileşmeye yeni gelen ülkelerin kendi sanayilerini korumaları fikri teorik olarak da ortaya konulmuştu. 19. yy Alman siyaset iktisatçısı Friedrich List serbest rekabetin ideal olduğunu kabul etmekle birlikte suni yöntemlerle süratli bir şekilde iktisadi gelişme gerekli idi. List’e göre sanayileşmiş olan ülkelerin seviyesine çıkabilmek için ve o merhaleye gelene kadar korumacılık yöntemlerinin kullanılması gerekmektedir. Bu fikri müdafaa edenler Britanya’nın sanayileşme gücünü elde ettikten sonra merkantilist politikalardan vazgeçtiğini iddia etmişlerdir. List’e göre korumacı politikaların kısa vadede o ülkenin toplumu için maliyetleri olsa da uzun vadede ülkenin sanayileşme kültürü, vasıfları ve gücünü elde edebilmesi için bu maliyetler kaçınılmazdır. List’in bu fikirlerine neo-klasiklerden de kerhen bir destek gelmiştir. Tatbikatta da geç sanayileşen ülkelerdeki üreticiler istedikleri korumayı elde ettiler. ABD’den Japonya’ya, İtalya’dan Rusya’ya kadar birçok ülke yüksek gümrük oranlarıyla kendi üreticilerini dış rekabetten korudular. Bu korumalar enteresan sanayi yapılarının ortaya çıkmasına sebep oldu. Yüksek koruma duvarları birçok sektörde tekel yapılarının oluşmasına sebep oldu. Ayrıca ülkelerin yüksek gümrük duvarlarını aşamayan yabancılar o ülkede şirket kurma veya satın alma yoluna gittiler. Ortaya çıkan bu durumda az sayıda şirket devasa fabrikalarda işçileri çalıştırıyordu. Tüketici piyasasındaki yansımaları bir yana, bu durum, sosyalist devrimcilerin proletaryayı organize etmesini kolaylaştırdı. Ticarete karşı korumanın klasik iktisatçılara göre iki temel zararı vardır. Birinci zarar, gümrük duvarları tüketicilerden üreticilere karşı bir kaynak transferine sebep olur. İkinci zarar, söz konusu gümrük duvarları neticesinde ülkeler avantajlı oldukları sektörlerden ziyade avantajlı olmadıkları sektörlerde üretim yapmaya başlarlar. Ayrıca, ithalatın sınırlandırılması kanuni veya gayri kanuni kartellerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Bazı durumlarda, eskiden beri var olan ve güçlü olan sektörlerdeki şirketler bile kartel oluşturarak ithalata karşı sınırlandırma getirilmesinde muvaffak oldular. Bu gibi korumaların geç sanayileşen ülkelerin sanayileşmelerinde nasıl bir rol oynadığı bugün bile tartışmalıdır. Koruma tedbirleri neticesinde tüketiciler ve ithal ara malı kullanan üreticiler suni olarak yüksek fiyatlar ödediler fakat korunan sektörler verimlilikleri ne olursa olsun üretim artışı sağladılar. Özellikle Almanya ve ABD gibi ülkelerde bu tip tedbirler olmasaydı bu ülkeler gelişmelerinde nasıl bir seyir takip ederlerdi konusu bugün bile bir soru işaretidir. Koruma tedbirleri genel olarak uluslar arası ticaretin gelişmesine engel olamadı çünkü ülkeler sadece hedefledikleri sektörleri korumaya aldılar. Kendi ülkelerinde üretilmeyen zirai ürünler ve/veya ara mallarının ithalatı tamamen serbest idi. Ticaret ülkelerin tamamında arttı. Ülkeler dünya ticaretinin serbest olmasını isteseler de gerekli gördükleri takdirde ilkelerinden feragat etmekten de geri kalmıyorlardı. 1890’lı senelere gelene kadar daha önceden kullanılmayan birçok bölge zirai ve maden faaliyetleri için kullanılmaya başlandı. Bu alanlar eskiden bilinmiyordu veya kullanılmaları iktisadi olarak fizibıl değildi. Avustralya, Yeni Zelanda, Kanada, ABD, Güney Afrika, Güney Amerika’nın güneyi gibi ülkelerin tamamı veya bir kısmı süratle dünya ekonomisine entegre oldular. Zirai veya madeni kaynaklar o ülke veya bölgenin o faaliyetleriyle doğrudan veya dolaylı olarak alakalı birçok sektörünün gelişmesine sebep oldu. Daha önceden hemen hemen hiçbir üretimin olmadığı yerlerde modern sanayiler ortaya çıkmaya başladı. Bu yeni bölgelerde pek insan yaşamıyordu veya daha önceden tamamıyla bertaraf (!) edilmişlerdi. Neticede, bu bölgelerin zirai veya maden olarak değerlendirilmesinin önünde herhangi bir engel yoktu. Bu bölgelerin çoğunluğu Britanya sömürgesiydi ve bu sebeple İngiltere’dekine benzer olarak özel mülkiyet hakları kanuni ve siyasi olarak koruma altındaydı. Bu durum, bu bölgelerin süratle gelişmesinde bir sebep idi. Ayrıca, söz konusu toprakların çoğunluğu zirai faaliyetler ve hayvancılık için verimli topraklar ve elverişli bir iklime sahip idiler. Bu faaliyetlerde makineler de kullanılınca üretim daha da arttı ve neticede bu bölgelere Avrupa’dan yoğun miktarlarda göç yaşandı. Söz konusu göçler, yerel olarak üretilmesi daha fizibl olan birçok sektörü de beraberinde getirdi. 20. yy’ın ilk senelerinde bu ülkelerin birçoğunda hayat standartları Fransa ve Almanya seviyesine çıkmıştı. 1913 senesine gelindiğinde Kanada, Avustralya ve Yeni Zelanda’nın kişi başına sanayi üretimi Britanya hariç Avrupa ülkelerinin tamamından daha fazlaydı. Tropik ülkelerdeki iktisadi başarılar ise tarihi perspektifle bakıldığında sömürgecilik faaliyetlerinin gölgesinde kalmaktadır. Güney Amerika, Batı Afrika ve Güney Asya’daki birçok ülkede zirai ürünlerin ihracatıyla başlayan bir iktisadi kalkınma ortaya çıkmıştı. Amerika kıtasındaki ülkelerde yerel imalatçılar ithalata karşı koruma elde etseler de Afrika ve Asya’daki ülkelerinin böyle bir imtiyazı olmaması, bölge ülkelerinin hayat standartlarının düşük kalmışt ve sömürge sahibi ülkelerinin izin vermemesi neticesinde sanayileşme bu ülkelerde gerçekleşememiştir. Bu gruptaki bütün ülkelerde artan iktisadi gelişme toplumun katmanları arasında eşit paylaşılmadı. Özellikle Afrika ve Asya ülkelerinin birçoğunda tarım ve maden faaliyetleri sömürge sahibi ülkeden gelen insanların ellerinde olduğu için yerel halk iktisadi gelişmeden fazla istifade edemedi. Heskscher-Ohlin teorisine göre ülkeler kendilerinde bol olan kaynakları (veya o kaynaklarla üretilebilen şeyleri) ihrac ederler. Bu ilkeye göre hareket eden ülkeler başarılı oldular ve gelişmiş ülkelerle gelişmekte olan ülkeler arasındaki gelişmişlik farkı azaldı. Jeffrey A. Frieden, Global Capitalism: Its Fall and Rise in the Twentieth Century (NY: Norton, 2006) 1896 – 1914 Dönemi: Failures of Development (Kötü Örnekler) Bu dönemde dünyadaki iktisadi büyümeye rağmen dünyanın büyük bir kısmı fakirlik içerisindeydi. Asya’nın büyük bir kısmı, Afrika, Ortadoğu, Rusya’nın bir kısmı, doğu ve güney Avrupa ve Güney Amerika fakirleştiler. Dünyanın büyük bir kısmı büyümeye devam etse de ülkelerin büyüme oranları arasındaki farklar ülkeler arasındaki farkların büyümesine sebep oldu. Bu fakirleşmenin en temel sebebi söz konusu ülkelerin idarecileriydi çünkü yeni iktisadi fırsatlardan istifade edemediler. Bu ülkelerin bazılarının idarecileri sömürgecilerdi. Sömürgeciler birçok zaman o ülkenin kaynaklarını hoyratça sömürdüler. Bu sömürüye tipik bir örnek Kongo’dur. Belçika kralı 3. Leopold Kongo’yu şahsi mülkü olarak idare ediyordu. Bölgeye Hıristiyanlığı götüreceğini iddia ederek Avrupalı devletlerin kendisine fazla ilişmemeleri konusunda teminat aldı. Kongo’dan önceleri fildişi daha sonra da kauçuk ihracatı yapılmaya başlandı. 1890’lı senelerde Edmund Dene Morel Belçika’nın Kongo’yla yaptığı ticaretin kayıtlarına baktığı zaman Kongo’dan yapılan ihracat karşılığında Kongo’daki askeri birliklere silah ve mühimmat haricinde bu ülkeye hemen hemen hiçbir şeyin geri gitmediğini fark etti. Bölgedeki insanların para kullanmaları veya başka ülkelerle ticaret yapmaları da yasaktı. Kongo’da tarihte eşi benzeri görülmemiş bir ticaret yapılıyordu. Leopold, Kongo’dan büyük karlar elde etmeyi ümit ediyordu fakat bundan önce ülkeyi ele geçirmesi gerekiyordu ki bu da maddi kaynakları gerektiriyordu. Leopold büyük miktarlarda olan borçlarını geri ödeyebilmek için ülkeyi bir üretim alanı olarak kullandı. O zamanın dünyasının şartlarında bile son derece vahşi olarak nitelendirilebilecek yöntemlerle kauçuk üretimi yapıldı. Leopold’un Kongo’yu idare etme şekli Batı sömürgeciliğinin en vahşi örneklerinden bir tanesidir. Kongo’da yaşan maddi ve sosyal tahribat ülkenin bağımsızlığını elde etmesinden onlarca sene sonra bile etkisini devam ettirmiştir. Sömürgelerdeki iktisadi faaliyetlerin yabancı sahiplerinin, müşterilerinin ve çalışan işçilerin söz konusu zirai ve maden faaliyetlerinden uzun vadeli bir menfaatleri yoktu. Sömürgeciler bölgeden aldıklarını alıyorlar ve geride bir kaynak veya teknoloji veya vasıf bırakmadan gidiyorlardı. Birçok zaman yerel halk köleliğe yakın şartlarda çalıştırılıyorlardı. Bu şekliyle, sömürgeler organize hırsızlıktan başka bir şey değildi. Birçok zaman sömürgelerdeki alanlar özel şirketlere ihaleyle devrediliyordu ve bu şirketler yerel ekonomiyi geliştirmek için değil karlarını azami seviyeye çıkarmak için uğraşıyorlardı. Sömürge sahibi ülkeler söz konusu ülkelerdeki menfaatlerini koruyabilmek için özel imtiyazlarla kendi ülkelerinden insanları getirip o ülkeye yerleştiriyorlardı. Ayrıcalıklı konuma sahip olan bu zümre sömürgelerdeki iktisadi refahın genişlemesini istemiyorlardı. Refahın genişlemesinin ana ülkeye de menfaat sağlayacağı anlaşıldığı zaman bu tip imtiyazlardan vazgeçildi. Sömürge sahibi ülkelerin sömürgelere asıl zararları onların uluslar arası ticaretten mahrum bırakılmasıydı. Uluslar arası ticarete katılan (eski) sömürgelerin ekonomileri ticarete katılmayan sömürgelere kıyasla çok daha süratli bir büyüme kaydetti. Sömürge olsun bağımsız olsun, ülkelerin iktisadi gelişmeleri idarecilerin desteği veya izni olmadan çok zordur. Gerekli olan şartlardan birisi güvenilir bir altyapıdır. Gerekli olan bir diğer şart da iktisadi gelişmeyle uyumlu siyasi ve adli bir yapıdır. Özel mülkiyet haklarına riayet edilmeyen bir ülkede iktisadi gelişme çok zordur. İnsanlar ne kadar çok öğrenim görmüşlerse iktisadi olarak o kadar verimli olurlar. Temiz şartlarda yaşanılması sosyal yapıyı da iktisadi verimliliği de etkilemektedir. İktisadi büyüme konusunda başarısızlık örneklerinin başında Çin, Osmanlı Devleti ve Hindistan gelmektedir. Bu ülkelerin idarecileri iktisadi gelişmenin ülke düzenini bozacağı düşüncesinde olmaları sebebiyle iktisadi gelişmeyi netice verecek adımları atmaktan çekindiler. 1913 senesi itibariyle tropik ülkelerin ihracatlarının yarısından fazlası kahve, pamuk, şeker ve pirinç’ten müteşekkildi. Şeker ve pamuk üreten toplumlar dengesiz ve geri kalan toplumlar olurlarken kahve ve pirinç üreten toplumlar ise iktisadi büyümenin yaygın olarak gerçekleştiği toplumlar oldular. Şeker ve pamuk büyük çiftliklerde işçi grupları vasıtasıyla yetiştiriliyordu. Ölçek ekonomileri sebebiyle küçük çiftlikler büyük çiftliklerle rekabet edemediler. Kahve ve pirinç ise küçük tarım işletmelerinde yetiştirilir çünkü toplama işini yapanların itinayla hareket etmeleri gerekir. Şeker ve pamuk üretimi çok vasıflı işçileri gerektirmediği için bu ürünleri üreten bölgelerdeki vasıf seviyeleri düşük kaldı ve iktisadi gelişme sekteye uğradı. Bir tarafta az sayıda işletme sahibi zengin olurken diğer tarafta çok sayıda vasıfsız/düşük vasıflı fakir işçi oluştu. Diğer taraftan kahve ve pirincin yetiştirilmesi küçük işletmelerde ve vasıflı işçiler vasıtasıyla yapılabildiği için o bölgelerde halkın geniş kesimleri vasıflı ve varlıklı hale geliyorlardı. Bakır, petrol ve gümüş gibi madenlerin çıkarılması da pamuk ve şeker gibiydi. Bu madenlerin çıkarılmasından ortaya çıkan iktisadi rant toplumun geniş kesimleri tarafından paylaşılmıyordu. Jeffrey A. Frieden, Global Capitalism: Its Fall and Rise in the Twentieth Century (NY: Norton, 2006) 1896 – 1914 Dönemi: Problems of the Global Economy (Dünya Ekonomisinin Problemleri Kapitalizmin bu altın çağının tehdidi Afrika ve Asya ülkelerinde fakirleşen kitlelerden gelmedi. • Britanyalı sanayiciler, ülkelerinin serbest ticaret ve küresel iktisadi liderliğine itirazlar getirdiler. • Amerikalı çiftçiler altın standardını sorgulamaya başladılar. • Avrupa’daki sendikalar ve Sosyalist partiler eski zamanlarda göz ardı edilen küreselleşmenin beraberinde getirdiği yurtiçindeki sıkıntıları gündeme getirdiler. Bu kesimler uluslar arası iktisadi taahhütlerin yurtiçindeki problemlere kıyasla önceliğini sorgulamaya başladılar. 1880’li senelerde Britanya’da serbest ticaret fikrini müdafaa edenler kendi ihracatlarına karşı koruma tedbirleri alanlara karşı adil ticaret fikrini müdafaa etmeye başladılar. Tekstil ve demir-çelik sektöründeki fabrika sahipleri Avrupalı ve Amerikalıların Britanya piyasasına serbest bir şekilde ihracat yaparken kendilerinin o ülkelere serbest bir şekilde ihracat yapamamalarına itiraz ettiler. Avrupalı ve Amerikalı sanayiciler güney Amerika, Asya ve güney ve doğu Avrupa piyasalarında Britanya’ya karşı pazar paylarını genişletmeye başladılar. Britanya’daki bu rahatsızlıklar 20. yy’ın başlarında siyasi arenada makes buldu. Bu konu 1906 senesindeki seçimlerin başlıca gündem maddesiydi. Londra’daki finansçılar ve uluslar arası ticarette başarılı olan şirket sahipleri Britanya’da ortaya çıkabilecek koruma tedbirlerine karşı yoğun bir şekilde çalıştılar. Serbest ticaret fikrini müdafaa edenler seçimden büyük bir galibiyetle çıktılar fakat serbest ticarete karşı olanların fikirleri uzun zaman aradan sonra ilk defa yükselmeye başlamıştı. Britanya’nın uluslar arası arenada serbest ticaret ve finans hareketlerinin öncülüğü sorgulanmaya başladı. 1870–1913 seneleri arasında Britanya’nın kişi başına geliri yüzde 50’den fazla artmıştı fakat Almanya ve ABD gibi geç sanayileşen ülkeler Britanya’dan çok daha süratli büyüdükleri için uluslar arası ticarette Britanya’nın başarısı gölgelendi. • • • Britanya’nın sermayesini ülke içinden ziyade ülke dışına yönlendirmesi tenkide uğradı. Britanya’nın yeni üretim ve idare tekniklerini benimsemede gecikmesi tenkide uğradı. Britanya’nın öğrenim sistemi tenkide uğradı. Sebepler ne olursa olsun, serbest ticaret ve finans hareketlerinin öncülüğünü yapan Britanya’da bu fikirlerin münazara edilmesi söz konusu sistemin fikri temelde yara almasına sebep oldu. Bu dönemdeki uluslar arası iktisadi sistemden diğer gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde de kazananlar ve kaybedenler oluyordu. O senelerde genelde serbestlikten yana olanların sözü geçiyordu çünkü dünya ekonomisi genel olarak süratli büyüyordu. Ekonomik durum iyi olmadığı zamanlar ise korumacılık taraftarı olanların sesi daha fazla duyuluyordu. Bu dönemde uluslar arası iktisadi sistemin işlemesine dair yöneltilen tenkitler merkezdeki Britanya’da serbest ticaret üzerine olurken çevredeki ülkelerde altın standardı üzerine olmuştur. Bu tenkitlerin ekonomik durumun iyi olduğu zamanlarda bile geçerli olması ekonominin iyi olmadığı zamanlarda sistemin ayakta kalamayacağına dair endişeleri de beraberinde getirmiştir. Altın standardına en ciddi tenkitleri çiftçiler ve madenciler getiriyordu çünkü altın standardında olan bir ülke, ihracat yapanların menfaati için para birimini devalüe edemiyordu. Birçok ülke ekonomisi birkaç ürünün üretim ve ihracatına dayanıyordu ve söz konusu ürün(lerin) dünya piyasalarında fiyatı düştüğü zaman o ürünü üreten ve/veya ihrac edenler aynı ölçüde doğrudan etkileniyorlardı. İthal edilen ürünleri yurtiçinde imal edenler ithalata karşı gümrük vergileriyle kendilerini korumaya alabiliyorlardı fakat ihracatçılar aynı şeyi yapamıyorlardı. Devalüasyon dışarından gelen yabancı paranın yurtiçindeki para birimi cinsinden miktarını arttırdığı için yurtdışındaki fiyat düşüşlerine karşı ihracatçıları korumaya sebep olabiliyordu. 19. yy’ın sonlarında dünya piyasalarında buğday fiyatı yarı yarıya düştüğü zaman altın standardını kullanan ABD’de fiyatlar aynı oranda düşerken altın standardından ayrılan Arjantin para birimini devalüe etmiş ve buğday fiyatları yurtiçinde aşağı yukarı aynı kalmıştı. Devalüasyonun bir yan etkisi ithal mal ve hizmetlerinin fiyatlarının artması yoluyla yurtiçindeki fiyatları yükseltmesiydi. Bu durum devalüasyonun ihracatçılara olan faydasını azaltsa da ihracatçılar buna razıydı. Bu duruma razı olan bir diğer kesim de o ülkenin para birimi üzerinden borçlanan insanlardı. Altın standardına karşı olanların bir gerekçesi de bu sistemde, devletin iktisadi dalgalanmalara karşı tedbirler almasını engelliyor olmasıydı. Bu gibi sebeplerden dolayı tarım ve madenciliğe dayalı ekonomilerin büyük bir çoğunluğu altın standardına geçmediler veya kısa bir süre kalıp bıraktılar. Altın standardı yerine kullanılan sistem kâğıt para ve gümüş sistemi idi. Güney Amerika ve güney Avrupa’daki çoğu ülke bugünkü dünyada kullanılan sistemde olduğu gibi kâğıt para sistemini kullanmakta idi. Bu paranın diğer para birimleri karşısındaki değeri döviz piyasalarında belirlenirken hükümetler bu piyasalara müdahale edebiliyorlardı. Altın sistemine alternatif başka bir sistem gümüş para idi. Dünyanın çoğu ülkesinde 1870’den önceki yüzyıllarda altın ve gümüş para birlikte kullanılmıştı. O senelerde dünyadaki gümüş rezervlerinde büyük bir artış olunca gümüşün fiyatı yarı yarıya düştü ve çoğu ülke iki madeni para sisteminden birini tercih etti. Çoğu sanayileşmiş ülke Britanya’yı takip ederek altın parayı tercih ederken Çin, Hindistan ve gümüş üreticisi ülkeler gümüş parayı tercih ettiler. Gümüşün fiyatı altının fiyatı karşısında sürekli bir şekilde azaldığı için birçok ülke gümüş parayı tercih ettiler çünkü gümüşün fiyatının düşmesiyle o ülkenin para biriminin değeri de düştüğü için uluslar arası ticarette bir avantaj elde ediliyordu. 1890’lı senelere gelindiğinde çoğu sanayileşmiş ülke altın parayı kullanırken çoğu gelişmekte olan ülke gümüş veya kâğıt parayı kullanıyordu. Altının değeri gümüşe nispeten arttıkça gümüş parayı kullanan ülkeler ihracatta çoğu gelişmiş ülkeye nispeten daha avantajlı hale geliyorlardı fakat sanayileşmiş ülkelerin çoğunluğu bu durumdan şikâyet etmiyorlardı çünkü gelişmekte olan ülkeler genelde gelişmiş ve zengin ülkelerin üretmedikleri şeyleri ihrac ediyorlardı. Yukarıdaki duruma istisna teşkil eden gelişmiş ülkelerden biri ABD idi. Arjantin, Hindistan, Brezilya, Çin ve Rusya, çeşitli madenler, buğday, pamuk, yün ve tütün gibi ABD’nin de ihrac ettikleri ürünleri ihrac ediyorlardı. Neticede ABD’deki çiftçiler ve madenciler gümüş veya kâğıt para kullanan ülkelerdeki üreticilerle rekabet etmekte zorlandılar. Zirai ürünlerin fiyatları dünya piyasalarında düştükçe ABD’de altın standardına karşı kesimler seslerini yükseltiyorlardı. ABD, dünyanın belli başlı zirai ürünler ve hammadde ihracatçıları arasında altın standardını kullanan yegâne ülkeydi. ABD bu konuda diğer ülkelere kıyasla farklı bir ülkeydi çünkü bu ülkenin içinde altın standardı konusunda zıt fikirleri olan iki kesim vardı. Çiftçi ve madencilerin olduğu güney, orta-batı ve batı kesimleri altın standardına karşı dururlarken sanayicilerin etkili olduğu kuzeydoğu ve orta-batının kuzey kesimleri altın standardını müdafaa ediyorlardı. Ayrıca, ABD’nin kuzeydoğusunda etkin olan bankacılar ve tüccarlar da altın standardının devem etmesi için mücadele ettiler. Altın standardı üzerinden yapılan mücadeleler dünya ekonomisindeki mücadeleleri temsil ediyordu. Altın standardını kullanmak uluslar arası sistem açısından prestijli bir konuma gelmek idi fakat bu sistemde ülkeler yurtiçindeki iktisadi dalgalanmalara karşı bir şey yapamıyorlardı. Altın standardı üzerinden yapılan kavgalar ticaret, göçler ve finans hareketleri hususlarındaki mücadelelere de benziyordu. Dünya ekonomisi istikrarlı bir şekilde büyüdükçe bu mücadeleler idare edilebilir durumda di. 19. yy’ın sonlarına doğru işçi hareketi gelişmiş ülkelerde bir güç olmaya başlamıştı. İşçiler serbest ticarete karşı değillerdi fakat söz konusu sistemde olması gereken esnek ücretlere ve devletin küçüklüğüne karşı idiler. Sanayi işçileri gelişmiş ülkelerin çoğunluğunda en büyük istihdam grubunu teşkil ediyorlardı ve çok iyi organize olmuşlardı. İşçi sınıfı sanayideki pazarlık gücünü siyasette ağırlığını hissettirerek tamamladı ve birçok Avrupa ülkesinde oyların yüzde 25-30’unu almayı başardı. Özellikle Amerika ve Avustralya’daki sendikalar serbest ticaret ve serbest insan hareketlerine karşı çıktılar çünkü bu ülkelerden gelen işgücü ve ucuz işgücüyle üretilmiş mamuller o ülkelerdeki işçilerin ücretlerini düşürebilirdi. Özellikle göçe karşı olmaları dünyadaki işçi hareketleri arasındaki dayanışmaya ters düştüğü için söz konusu ülkelerdeki işçi hareketi Avrupa’daki sosyalist hareketlerine benzemediler. Avrupa’da ise genel olarak işçi hareketi serbest ticaret ve serbest insan hareketi taraftarı idi. Dışarıdan ucuz tarım ürünleri gelmesi Avrupalı işçilerin menfaatine uygundu. Göç de genelde dışarıya doğru olduğu için işçi arzının azalması ücretlerin yükselmesi manasına geliyordu. Ayrıca, çoğu işçi ihracat yapan sektörlerde çalıştıkları için ithalata karşı koruma alınması mütekabiliyet politikasını da beraberinde getirebilirdi. Bazı durumlarda ise tavırlar sektöre göre değişebiliyordu. Uluslar arası iktisadi konularda işçi hareketinin tavırları teoriden ziyade tatbikattaki durumlara göre değişiklik gösteriyordu fakat işçi hareketi bu konularla çok da yakından ilgili değildi çünkü işçi hareketinin öncelikleri farklı idi ve o dönemde kurulu olan düzeni tehdit eder nitelikteydi. İşçiler, işsiz kaldıkları zamanlarda devletten destek beklentisi içerisindeydiler. İlk zamanlarda işçi sendikalarının kendileri işsizlere destek olmak için fonlar oluşturdular fakat bu fonlar işsizlik yaygın değilse işe yarıyorlardı. İşsizliğin yaygın olduğu zamanlarda bu fonlardaki kaynaklar tükendi ve yerel idareler ve nihayetinde merkezi hükümetler bu fonları devralmaya başladı. 1913 senesine gelindiğinde Avrupa’daki birçok şehir ve bölgede işsizlik fonları vardı fakat işsizlik yardımı yeterli değildi. İşçi sendikaları işsizlik fonlarının tamamıyla merkezi devlete devredilmesini ve yardımların arttırılmasını talep ettiler. Bu arada işverenler de bu fonlara nispeten daha az soğuk bakmaya başladılar. Söz konusu fonlar iş piyasasının istikrara kavuşmasına ve toplumsal huzursuzluğun azalmasına sebep oluyorlardı ve tüm ülkede uygulanırsa ve işçiler de bu fona katkıda bulunurlarsa işverenler bu fonları devletin devralmasını desteklediler. Bununla birlikte işverenler emek piyasasının işlemesine işçi sendikalarının müdahale etmesinden rahatsız oldular. İşsizlik sigortası ve diğer sosyal yardımlar işverenlerin ücretleri düşürme güçlerini azaltıyordu. İşsizlik sigortasının olmadığı zamanlarda iktisadi durgunluk durumunda işverenler ücretleri rahatlıkla düşürebildikleri için işçilerin işten çıkarılması nadir görülen ve kısa süreli bir durumdu. Böyle bir ortamda devletin müdahalesine pek ihtiyaç olmuyordu. Ücretlerin rahatlıkla azaltılabilmesi altın standardının işlemesi için de elzemdi. Birçok zaman altın standardını kullanan ülkelerde fiyatlar artmaya başladıktan sonra sistemin işlemesiyle birlikte fiyatlar tekrar azalabiliyordu. Bugünün iktisadi düzeninde ücretlerin veya fiyatların yüzde 20, 30, v.b. azaltılması kabul edilemez iken bu tip durumlar o dönemde normal sayılıyordu çünkü altın standardının işlemesi için şart idi. İşçi sendikalarının ve işsizlik sigortasının varlığı işverenlerin ücretleri azaltabilme gücünü azalttığı için altın standardının işlemesi için gerekli olan piyasa işleyişi sekteye uğramaya başlamıştı. O dönemde altın standardının işleyebilmesi için ücretlerin esnek olması gerekiyordu. Fiyatlar da ücretlerle birlikte düştüğü için hayat standartlarında çok fazla bir düşüş yaşanmıyordu. Durgunluk durumunda şirket karları da azalıyordu fakat piyasa sisteminin işleyebilmesi için ücretlerin esnek olması elzem idi. Sendikalar bu esnekliğin azaltılmasını istiyorlardı çünkü piyasanın işleyebilmesi için öncelikle işçi kesiminin fedakârlıkta bulunmasını istemiyorlardı. İşçi sendikalarının güçleri arttıkça altın standardının işleyişinin nasıl olacağı münazara edilmeye başlandı. İşçi sendikalarıyla işverenler arasındaki bu çıkar çatışması 1914 senesine gelinene kadar gittikçe artmaya başladı. Birinci dünya savaşından önceki on senelerde dünyanın iktisadi ve siyasi önderleri küresel kapitalizm taraftarı idiler. Sözü geçen çoğu devlet mal, para ve insanın serbest dolaşabilmesini ve altın standardını müdafaa ediyorlardı ve ülkelerinin içindeki piyasanın işleyişine mümkün olduğu kadar az müdahalede bulunmayı taahhüt ediyorlardı. Neticede dünyanın büyük bir çoğunluğuna iktisadi ve sosyal değişim geldi. Gelişmiş ülkelerin halklarının orta gelirli ve çalışan kesimleri eski zamanlara kıyasla refaha kavuştular. Dünyada en fazla nüfusa sahip olan Çin ve Hindistan ve Afrika, Güney Amerika ve Asya’nın çoğunluğu iktisadi olarak gelişmiş ülkeler kadar gelişemediler. Gelişmiş ülkelerde bile fakir kesimler eskiye nazaran daha kötüye düştüler. 19. yy’ın sonu ve 20. yy’ın başlarındaki bu küresel iktisadi düzen ani bir şekilde sona erdi, I. Dünya Savaşının kalıntıları arasında yıkıldı ve bir daha kurulamadı. Altın standardı sonlandırıldı ve bir daha tesis edilemedi. Ülkeler birer birer ticaret, insan ve yatırımlara sınırlarını kapatırlarken mal, sermaye ve insanların serbest dolaşımı fikri de reddedildi. 1929 senesinde başlayan büyük buhranla birlikte eski düzen tamamıyla reddedildi. Eski düzeni müdafaa eden fikirler yerini bazı yeni işveren ve orta sınıf menfaatlerine bıraktı. İşçi kesimi devletlerin yurtiçindeki iktisadi işleyiş üzerinde daha fazla rol alması yönünde hükümetlere baskı yaptılar. Söz konusu iktisadi düzen yerini alan daha sonraki sisteme kıyasla daha iyiydi. 1914 senesinden sonraki 30 sene içinde tarihte nadir görülen iktisadi, siyasi ve sosyal çöküntüler yaşanması sebebiyle de yenisinden de daha iyiydi. 1870–1914 seneleri arasındaki uluslar arası düzenin en büyük eksikliği daha sonra gelecek düzendeki gelişmeleri engelleyememesiydi.