Ders Notları – 3. Hafta Jeffrey A. Frieden, Global Capitalism: Its Fall

advertisement
Ders Notları – 3. Hafta
Jeffrey A. Frieden, Global Capitalism: Its Fall and Rise in the Twentieth Century
(NY: Norton, 2006)
1896 – 1914 Dönemi: Success Stories of the Golden Age (Altın Çağın Başarı
Hikayeleri)
20. yy’ın başlarına kadar dünyanın sanayileşmiş ülkeleri Britanya ve Fransa gibi
kuzeybatı Avrupa ülkeleriydi. Yeni yüzyılın başlamasıyla ABD, 30 senelik bir
geçmişi olan Almanya ve bilinmeyen bir ülke olan Japonya sivrilmeye başlamışlardı.
Dünya ekonomileri birbirlerine entegre oldukça modern imalat teknolojileri Britanya
ve kuzeybatı Avrupa’dan Kuzey Amerika’ya ve hatta Japonya ve Rusya’ya yayıldı.
1870 senesinde Britanya, Belçika ve Fransa dünyanın sanayi imalatının yarısına
yakınını üretiyordu fakat bu oran 1913 senesinde yüzde 20’ye düştü. Almanya
Britanya’nın sanayi üretimini geçerken ABD iki katından fazlaydı. 1913 senesinde
İspanya ve Portekiz hariç Avrupa’daki bütün ülkeler sanayileşmişlerdi.
1870 senesinde Britanya’nın demir ve çelik imalatı ABD ve Almanya’nın
toplamından fazla iken 1913 senesine gelindiğinde bu iki ülkenin demir ve çelik
imalatı Britanya’nın altı katı idi. Britanya teknoloji önderliğini de kaybetmişti.
Almanya elektrik mühendisliği ve kimya dallarında atılımlar yaparken ABD seri
üretim konusunda büyük ilerlemeler kaydetmişti. Sanayileşmenin anavatanı geri
kalmıştı.
Süratle sanayileşen yeni ülkeler aralarında farklılık gösteriyorlardı. ABD ve Almanya
sanayileşme öncesinde de zengin sayılırken İtalya, Avusturya-Macaristan, Rusya ve
Japonya fakir sayılabilirdi.
Bu ülkeler arasında özellike Rusya ve Japonya dikakti çekiyordu. Bu iki ülke de fakir
sayılabilecek ülkelerdi fakat 19. yy’ın ikinci yarısında ihracatlarının artışı ve yabancı
sermayenin de etkisiyle süratle sanayileştiler. 1914 senesine gelindiğinde Rusya’da
iki milyon işçi modern sanayiyle işleyen dünyanın en büyük fabrikalarında
çalışmaktaydı fakat ziraat sektörü olağanüstü derecede geri kalmıştı.
1868 senesinde başlayan Meiji dönemi sebebiyle Japonya Rusya’ya nispeten daha
dengeli bir iktisadi gelişme takip etti. Sanayi sektörü süratle gelişirken zirai sektörü de
geri kalmadı. Japonya ilk zamanlar ipek sektörüyle iddialıyken sanayileşmeyle
birlikte pamuk dokumada da ilerlediler. İktisadi gelişme Japonya’nın askeri
başarılarına da etki etti. Japonya 1895 senesinde Çin’e ve 1905 senesinde de Rusya’ya
karşı galip gelerek bölgede önemli bir siyasi güç haline geldi.
Alman bilimi, Amerikan teknolojisi ve Japon askeri gücü merkezdeki gelişmiş
ülkeleri hayrete düşürmüştü çünkü bu ülkeler 60 senelik bir zamanda gelişmiş ülke
statüsüne ulaşmışlardı.
İmalat teknolojilerindeki değişimler sanayileşmeyi de derinden etkiledi. 1800’li
senelerin ortalarında imalat sektörü tekstil, konfeksiyon ve ayakkabıdan ibaret iken
1800’li senelerin sonlarında çelik, kimyasallar, makineler ve otomobiller sanayinin
merkezindeydi.
Temel gıda maddeleri, giyim ve barınma mamulleri haricinde elektrikli ev aletleri,
otomobil ve radyo gibi birçok ürün fabrikalarda üretilmeye başlandı. Daha önceleri
zenginlerin satın alabildiği otomobil üretim bandı teknolojisi sebebiyle orta sınıf
tarafından da satın alınabilir fiyata düştü. Bu teknolojideki gelişme büyük ölçüde
Amerika’da gerçekleşti. 1905 senesinde dünyada 160 bin motorlu vasıta var iken bu
rakamın yarısı ABD’de idi. 1913 senesinde ise dünyada 1,7 milyon var idi ve bu
rakamın dörtte üçü ABD’de idi. Henry Ford’un otomobil üretimindeki teknolojik
gelişmeleri Model T otomobilinin fiyatını 1910 senesinden 1916 senesine kadar 700
dolardan 350 dolara düşürdü ki o dönemde toplam enflasyon yüzde 70 idi. Söz
konusu dönemdeki ücret artışları da dikkate alınırsa bir Model T 1910 senesinde
ortalama bir işçinin bir buçuk senelik maaşıyla alınabilirken bu oran 1916 senesinde 6
aya düştü. Otomobilin yaygınlaşması modern sanayinin değişmesine sebep oldu.
Yeni sanayiler eskiye nazaran çok daha büyük fabrikaları ve şirketleri gerektiriyordu.
1890’lı senelere kadar 40–50 işçinin çalıştığı fabrikalar uzmanlaşma, modern
makineler ve buhar gücünün kullanılabileceği ölçüde büyük telakki ediliyordu. 1907
senesine gelindiğinde Alman demir-çelik sektöründeki işçilerin dörtte üçü 1000
kişiden fazla işçinin çalıştığı fabrikalarda çalışıyorlardı. Otomobil ve kimya
sektöründeki fabrikalar çok daha büyük halde geldi. Artık fabrikalarda ölçek
ekonomisi her şeyden daha mühim hale gelmişti. Fabrikalar ufak bir atölyeden dev
tesislere dönüştü.
Yeni dayanıklı tüketim malları dayanıklılık ve tamir-servis mefhumunu da
beraberinde getirdiği için birkaç tane şirketin ön plana çıkması da kaçınılmaz
olmuştu. Çağdaş reklamcılığın ön plana çıkması o dönemlerde başlamıştır.
Sanayileşmeye geç başlayan ülkeler bu durumun avantajlarından istifade ettiler. İlk
sanayileşen ülkelerin tecrübelerinden faydalandılar ve en son teknolojiyle donatılmış
fabrikalarda üretime başladılar. Yeni sanayileşen ülkeler aynı zamanda bilginin
serbestçe yayılabildiği ve ölçek ekonomilerinin verimli olarak kullanılabildiği açık bir
dünya ekonomisine ihtiyaç duydular.
Bu dönemim başarı hikâyelerinden biri de İsveç’tir. Ülke, 1870 senesinde Avrupa’nın
en fakir ülkelerinden biriydi. Dünyadaki süratli iktisadi büyüme İsveç’in kereste ve
ahşap ürünü ihracatına talebi arttırdı. Bu talep artışı İsveç’in, kaliteli çelik, makine ve
diğer mamullere yatırım yapabilmesine sebep oldu. Bu yatırımlar ülke dışından gelen
finans yatırımlarıyla mümkün olabildi. İsveç için sanayileşme yabancı piyasalar,
yabancı teknoloji ve yabancı sermayeye erişimle el ele ilerledi.
Britanya’ya sanayileşmede rakip olmak isteyen ülkeler uluslar arası mal ve finans
piyasalarına erişimleri ve uluslar arası göç konularında serbestlik fikrini müdafaa
etseler de yabancı ülkelerin kendi ülkelerinin piyasalarına erişim konularında
serbestlik fikrinden yana değillerdi ve kendi sektörlerini rekabetten koruyorlardı.
Amerikalılar Alman ve Japonlara kıyasla çok daha fazla korumacı idiler. Söz konusu
ülkelerdeki şirketler koruma duvarları arkasında kendi ülkelerinde yüksek fiyattan
satış yaparak yüksek kar elde edip bu karları kendi sektörlerine yatırıma
yönlendiriyorlardı.
Sanayileşmeye yeni gelen ülkelerin kendi sanayilerini korumaları fikri teorik olarak
da ortaya konulmuştu. 19. yy Alman siyaset iktisatçısı Friedrich List serbest rekabetin
ideal olduğunu kabul etmekle birlikte suni yöntemlerle süratli bir şekilde iktisadi
gelişme gerekli idi. List’e göre sanayileşmiş olan ülkelerin seviyesine çıkabilmek için
ve o merhaleye gelene kadar korumacılık yöntemlerinin kullanılması gerekmektedir.
Bu fikri müdafaa edenler Britanya’nın sanayileşme gücünü elde ettikten sonra
merkantilist politikalardan vazgeçtiğini iddia etmişlerdir. List’e göre korumacı
politikaların kısa vadede o ülkenin toplumu için maliyetleri olsa da uzun vadede
ülkenin sanayileşme kültürü, vasıfları ve gücünü elde edebilmesi için bu maliyetler
kaçınılmazdır. List’in bu fikirlerine neo-klasiklerden de kerhen bir destek gelmiştir.
Tatbikatta da geç sanayileşen ülkelerdeki üreticiler istedikleri korumayı elde ettiler.
ABD’den Japonya’ya, İtalya’dan Rusya’ya kadar birçok ülke yüksek gümrük
oranlarıyla kendi üreticilerini dış rekabetten korudular. Bu korumalar enteresan sanayi
yapılarının ortaya çıkmasına sebep oldu. Yüksek koruma duvarları birçok sektörde
tekel yapılarının oluşmasına sebep oldu. Ayrıca ülkelerin yüksek gümrük duvarlarını
aşamayan yabancılar o ülkede şirket kurma veya satın alma yoluna gittiler. Ortaya
çıkan bu durumda az sayıda şirket devasa fabrikalarda işçileri çalıştırıyordu. Tüketici
piyasasındaki yansımaları bir yana, bu durum, sosyalist devrimcilerin proletaryayı
organize etmesini kolaylaştırdı.
Ticarete karşı korumanın klasik iktisatçılara göre iki temel zararı vardır. Birinci zarar,
gümrük duvarları tüketicilerden üreticilere karşı bir kaynak transferine sebep olur.
İkinci zarar, söz konusu gümrük duvarları neticesinde ülkeler avantajlı oldukları
sektörlerden ziyade avantajlı olmadıkları sektörlerde üretim yapmaya başlarlar.
Ayrıca, ithalatın sınırlandırılması kanuni veya gayri kanuni kartellerin ortaya
çıkmasına sebep olmuştur. Bazı durumlarda, eskiden beri var olan ve güçlü olan
sektörlerdeki şirketler bile kartel oluşturarak ithalata karşı sınırlandırma
getirilmesinde muvaffak oldular.
Bu gibi korumaların geç sanayileşen ülkelerin sanayileşmelerinde nasıl bir rol
oynadığı bugün bile tartışmalıdır. Koruma tedbirleri neticesinde tüketiciler ve ithal ara
malı kullanan üreticiler suni olarak yüksek fiyatlar ödediler fakat korunan sektörler
verimlilikleri ne olursa olsun üretim artışı sağladılar. Özellikle Almanya ve ABD gibi
ülkelerde bu tip tedbirler olmasaydı bu ülkeler gelişmelerinde nasıl bir seyir takip
ederlerdi konusu bugün bile bir soru işaretidir.
Koruma tedbirleri genel olarak uluslar arası ticaretin gelişmesine engel olamadı çünkü
ülkeler sadece hedefledikleri sektörleri korumaya aldılar. Kendi ülkelerinde
üretilmeyen zirai ürünler ve/veya ara mallarının ithalatı tamamen serbest idi. Ticaret
ülkelerin tamamında arttı. Ülkeler dünya ticaretinin serbest olmasını isteseler de
gerekli gördükleri takdirde ilkelerinden feragat etmekten de geri kalmıyorlardı.
1890’lı senelere gelene kadar daha önceden kullanılmayan birçok bölge zirai ve
maden faaliyetleri için kullanılmaya başlandı. Bu alanlar eskiden bilinmiyordu veya
kullanılmaları iktisadi olarak fizibıl değildi. Avustralya, Yeni Zelanda, Kanada, ABD,
Güney Afrika, Güney Amerika’nın güneyi gibi ülkelerin tamamı veya bir kısmı
süratle dünya ekonomisine entegre oldular.
Zirai veya madeni kaynaklar o ülke veya bölgenin o faaliyetleriyle doğrudan veya
dolaylı olarak alakalı birçok sektörünün gelişmesine sebep oldu. Daha önceden hemen
hemen hiçbir üretimin olmadığı yerlerde modern sanayiler ortaya çıkmaya başladı. Bu
yeni bölgelerde pek insan yaşamıyordu veya daha önceden tamamıyla bertaraf (!)
edilmişlerdi. Neticede, bu bölgelerin zirai veya maden olarak değerlendirilmesinin
önünde herhangi bir engel yoktu.
Bu bölgelerin çoğunluğu Britanya sömürgesiydi ve bu sebeple İngiltere’dekine benzer
olarak özel mülkiyet hakları kanuni ve siyasi olarak koruma altındaydı. Bu durum, bu
bölgelerin süratle gelişmesinde bir sebep idi. Ayrıca, söz konusu toprakların
çoğunluğu zirai faaliyetler ve hayvancılık için verimli topraklar ve elverişli bir iklime
sahip idiler. Bu faaliyetlerde makineler de kullanılınca üretim daha da arttı ve
neticede bu bölgelere Avrupa’dan yoğun miktarlarda göç yaşandı. Söz konusu göçler,
yerel olarak üretilmesi daha fizibl olan birçok sektörü de beraberinde getirdi. 20.
yy’ın ilk senelerinde bu ülkelerin birçoğunda hayat standartları Fransa ve Almanya
seviyesine çıkmıştı. 1913 senesine gelindiğinde Kanada, Avustralya ve Yeni
Zelanda’nın kişi başına sanayi üretimi Britanya hariç Avrupa ülkelerinin tamamından
daha fazlaydı.
Tropik ülkelerdeki iktisadi başarılar ise tarihi perspektifle bakıldığında sömürgecilik
faaliyetlerinin gölgesinde kalmaktadır. Güney Amerika, Batı Afrika ve Güney
Asya’daki birçok ülkede zirai ürünlerin ihracatıyla başlayan bir iktisadi kalkınma
ortaya çıkmıştı. Amerika kıtasındaki ülkelerde yerel imalatçılar ithalata karşı koruma
elde etseler de Afrika ve Asya’daki ülkelerinin böyle bir imtiyazı olmaması, bölge
ülkelerinin hayat standartlarının düşük kalmışt ve sömürge sahibi ülkelerinin izin
vermemesi neticesinde sanayileşme bu ülkelerde gerçekleşememiştir. Bu gruptaki
bütün ülkelerde artan iktisadi gelişme toplumun katmanları arasında eşit paylaşılmadı.
Özellikle Afrika ve Asya ülkelerinin birçoğunda tarım ve maden faaliyetleri sömürge
sahibi ülkeden gelen insanların ellerinde olduğu için yerel halk iktisadi gelişmeden
fazla istifade edemedi.
Heskscher-Ohlin teorisine göre ülkeler kendilerinde bol olan kaynakları (veya o
kaynaklarla üretilebilen şeyleri) ihrac ederler. Bu ilkeye göre hareket eden ülkeler
başarılı oldular ve gelişmiş ülkelerle gelişmekte olan ülkeler arasındaki gelişmişlik
farkı azaldı.
Jeffrey A. Frieden, Global Capitalism: Its Fall and Rise in the Twentieth Century
(NY: Norton, 2006)
1896 – 1914 Dönemi: Failures of Development (Kötü Örnekler)
Bu dönemde dünyadaki iktisadi büyümeye rağmen dünyanın büyük bir kısmı fakirlik
içerisindeydi. Asya’nın büyük bir kısmı, Afrika, Ortadoğu, Rusya’nın bir kısmı, doğu
ve güney Avrupa ve Güney Amerika fakirleştiler. Dünyanın büyük bir kısmı
büyümeye devam etse de ülkelerin büyüme oranları arasındaki farklar ülkeler
arasındaki farkların büyümesine sebep oldu. Bu fakirleşmenin en temel sebebi söz
konusu ülkelerin idarecileriydi çünkü yeni iktisadi fırsatlardan istifade edemediler. Bu
ülkelerin bazılarının idarecileri sömürgecilerdi. Sömürgeciler birçok zaman o ülkenin
kaynaklarını hoyratça sömürdüler. Bu sömürüye tipik bir örnek Kongo’dur.
Belçika kralı 3. Leopold Kongo’yu şahsi mülkü olarak idare ediyordu. Bölgeye
Hıristiyanlığı götüreceğini iddia ederek Avrupalı devletlerin kendisine fazla
ilişmemeleri konusunda teminat aldı. Kongo’dan önceleri fildişi daha sonra da kauçuk
ihracatı yapılmaya başlandı. 1890’lı senelerde Edmund Dene Morel Belçika’nın
Kongo’yla yaptığı ticaretin kayıtlarına baktığı zaman Kongo’dan yapılan ihracat
karşılığında Kongo’daki askeri birliklere silah ve mühimmat haricinde bu ülkeye
hemen hemen hiçbir şeyin geri gitmediğini fark etti. Bölgedeki insanların para
kullanmaları veya başka ülkelerle ticaret yapmaları da yasaktı. Kongo’da tarihte eşi
benzeri görülmemiş bir ticaret yapılıyordu.
Leopold, Kongo’dan büyük karlar elde etmeyi ümit ediyordu fakat bundan önce
ülkeyi ele geçirmesi gerekiyordu ki bu da maddi kaynakları gerektiriyordu. Leopold
büyük miktarlarda olan borçlarını geri ödeyebilmek için ülkeyi bir üretim alanı olarak
kullandı. O zamanın dünyasının şartlarında bile son derece vahşi olarak
nitelendirilebilecek yöntemlerle kauçuk üretimi yapıldı.
Leopold’un Kongo’yu idare etme şekli Batı sömürgeciliğinin en vahşi örneklerinden
bir tanesidir. Kongo’da yaşan maddi ve sosyal tahribat ülkenin bağımsızlığını elde
etmesinden onlarca sene sonra bile etkisini devam ettirmiştir.
Sömürgelerdeki iktisadi faaliyetlerin yabancı sahiplerinin, müşterilerinin ve çalışan
işçilerin söz konusu zirai ve maden faaliyetlerinden uzun vadeli bir menfaatleri yoktu.
Sömürgeciler bölgeden aldıklarını alıyorlar ve geride bir kaynak veya teknoloji veya
vasıf bırakmadan gidiyorlardı. Birçok zaman yerel halk köleliğe yakın şartlarda
çalıştırılıyorlardı. Bu şekliyle, sömürgeler organize hırsızlıktan başka bir şey değildi.
Birçok zaman sömürgelerdeki alanlar özel şirketlere ihaleyle devrediliyordu ve bu
şirketler yerel ekonomiyi geliştirmek için değil karlarını azami seviyeye çıkarmak için
uğraşıyorlardı.
Sömürge sahibi ülkeler söz konusu ülkelerdeki menfaatlerini koruyabilmek için özel
imtiyazlarla kendi ülkelerinden insanları getirip o ülkeye yerleştiriyorlardı. Ayrıcalıklı
konuma sahip olan bu zümre sömürgelerdeki iktisadi refahın genişlemesini
istemiyorlardı. Refahın genişlemesinin ana ülkeye de menfaat sağlayacağı anlaşıldığı
zaman bu tip imtiyazlardan vazgeçildi.
Sömürge sahibi ülkelerin sömürgelere asıl zararları onların uluslar arası ticaretten
mahrum bırakılmasıydı. Uluslar arası ticarete katılan (eski) sömürgelerin ekonomileri
ticarete katılmayan sömürgelere kıyasla çok daha süratli bir büyüme kaydetti.
Sömürge olsun bağımsız olsun, ülkelerin iktisadi gelişmeleri idarecilerin desteği veya
izni olmadan çok zordur. Gerekli olan şartlardan birisi güvenilir bir altyapıdır. Gerekli
olan bir diğer şart da iktisadi gelişmeyle uyumlu siyasi ve adli bir yapıdır. Özel
mülkiyet haklarına riayet edilmeyen bir ülkede iktisadi gelişme çok zordur. İnsanlar
ne kadar çok öğrenim görmüşlerse iktisadi olarak o kadar verimli olurlar. Temiz
şartlarda yaşanılması sosyal yapıyı da iktisadi verimliliği de etkilemektedir.
İktisadi büyüme konusunda başarısızlık örneklerinin başında Çin, Osmanlı Devleti ve
Hindistan gelmektedir. Bu ülkelerin idarecileri iktisadi gelişmenin ülke düzenini
bozacağı düşüncesinde olmaları sebebiyle iktisadi gelişmeyi netice verecek adımları
atmaktan çekindiler.
1913 senesi itibariyle tropik ülkelerin ihracatlarının yarısından fazlası kahve, pamuk,
şeker ve pirinç’ten müteşekkildi. Şeker ve pamuk üreten toplumlar dengesiz ve geri
kalan toplumlar olurlarken kahve ve pirinç üreten toplumlar ise iktisadi büyümenin
yaygın olarak gerçekleştiği toplumlar oldular. Şeker ve pamuk büyük çiftliklerde işçi
grupları vasıtasıyla yetiştiriliyordu. Ölçek ekonomileri sebebiyle küçük çiftlikler
büyük çiftliklerle rekabet edemediler. Kahve ve pirinç ise küçük tarım işletmelerinde
yetiştirilir çünkü toplama işini yapanların itinayla hareket etmeleri gerekir.
Şeker ve pamuk üretimi çok vasıflı işçileri gerektirmediği için bu ürünleri üreten
bölgelerdeki vasıf seviyeleri düşük kaldı ve iktisadi gelişme sekteye uğradı. Bir
tarafta az sayıda işletme sahibi zengin olurken diğer tarafta çok sayıda vasıfsız/düşük
vasıflı fakir işçi oluştu.
Diğer taraftan kahve ve pirincin yetiştirilmesi küçük işletmelerde ve vasıflı işçiler
vasıtasıyla yapılabildiği için o bölgelerde halkın geniş kesimleri vasıflı ve varlıklı hale
geliyorlardı.
Bakır, petrol ve gümüş gibi madenlerin çıkarılması da pamuk ve şeker gibiydi. Bu
madenlerin çıkarılmasından ortaya çıkan iktisadi rant toplumun geniş kesimleri
tarafından paylaşılmıyordu.
Jeffrey A. Frieden, Global Capitalism: Its Fall and Rise in the Twentieth Century
(NY: Norton, 2006)
1896 – 1914 Dönemi: Problems of the Global Economy (Dünya Ekonomisinin
Problemleri
Kapitalizmin bu altın çağının tehdidi Afrika ve Asya ülkelerinde fakirleşen kitlelerden
gelmedi.
• Britanyalı sanayiciler, ülkelerinin serbest ticaret ve küresel iktisadi liderliğine
itirazlar getirdiler.
• Amerikalı çiftçiler altın standardını sorgulamaya başladılar.
• Avrupa’daki sendikalar ve Sosyalist partiler eski zamanlarda göz ardı edilen
küreselleşmenin beraberinde getirdiği yurtiçindeki sıkıntıları gündeme getirdiler.
Bu kesimler uluslar arası iktisadi taahhütlerin yurtiçindeki problemlere kıyasla
önceliğini sorgulamaya başladılar.
1880’li senelerde Britanya’da serbest ticaret fikrini müdafaa edenler kendi
ihracatlarına karşı koruma tedbirleri alanlara karşı adil ticaret fikrini müdafaa etmeye
başladılar. Tekstil ve demir-çelik sektöründeki fabrika sahipleri Avrupalı ve
Amerikalıların Britanya piyasasına serbest bir şekilde ihracat yaparken kendilerinin o
ülkelere serbest bir şekilde ihracat yapamamalarına itiraz ettiler. Avrupalı ve
Amerikalı sanayiciler güney Amerika, Asya ve güney ve doğu Avrupa piyasalarında
Britanya’ya karşı pazar paylarını genişletmeye başladılar.
Britanya’daki bu rahatsızlıklar 20. yy’ın başlarında siyasi arenada makes buldu. Bu
konu 1906 senesindeki seçimlerin başlıca gündem maddesiydi. Londra’daki
finansçılar ve uluslar arası ticarette başarılı olan şirket sahipleri Britanya’da ortaya
çıkabilecek koruma tedbirlerine karşı yoğun bir şekilde çalıştılar. Serbest ticaret
fikrini müdafaa edenler seçimden büyük bir galibiyetle çıktılar fakat serbest ticarete
karşı olanların fikirleri uzun zaman aradan sonra ilk defa yükselmeye başlamıştı.
Britanya’nın uluslar arası arenada serbest ticaret ve finans hareketlerinin öncülüğü
sorgulanmaya başladı.
1870–1913 seneleri arasında Britanya’nın kişi başına geliri yüzde 50’den fazla
artmıştı fakat Almanya ve ABD gibi geç sanayileşen ülkeler Britanya’dan çok daha
süratli büyüdükleri için uluslar arası ticarette Britanya’nın başarısı gölgelendi.
•
•
•
Britanya’nın sermayesini ülke içinden ziyade ülke dışına yönlendirmesi tenkide
uğradı.
Britanya’nın yeni üretim ve idare tekniklerini benimsemede gecikmesi tenkide
uğradı.
Britanya’nın öğrenim sistemi tenkide uğradı.
Sebepler ne olursa olsun, serbest ticaret ve finans hareketlerinin öncülüğünü yapan
Britanya’da bu fikirlerin münazara edilmesi söz konusu sistemin fikri temelde yara
almasına sebep oldu.
Bu dönemdeki uluslar arası iktisadi sistemden diğer gelişmiş ve gelişmekte olan
ülkelerde de kazananlar ve kaybedenler oluyordu. O senelerde genelde serbestlikten
yana olanların sözü geçiyordu çünkü dünya ekonomisi genel olarak süratli büyüyordu.
Ekonomik durum iyi olmadığı zamanlar ise korumacılık taraftarı olanların sesi daha
fazla duyuluyordu.
Bu dönemde uluslar arası iktisadi sistemin işlemesine dair yöneltilen tenkitler
merkezdeki Britanya’da serbest ticaret üzerine olurken çevredeki ülkelerde altın
standardı üzerine olmuştur. Bu tenkitlerin ekonomik durumun iyi olduğu zamanlarda
bile geçerli olması ekonominin iyi olmadığı zamanlarda sistemin ayakta
kalamayacağına dair endişeleri de beraberinde getirmiştir.
Altın standardına en ciddi tenkitleri çiftçiler ve madenciler getiriyordu çünkü altın
standardında olan bir ülke, ihracat yapanların menfaati için para birimini devalüe
edemiyordu. Birçok ülke ekonomisi birkaç ürünün üretim ve ihracatına dayanıyordu
ve söz konusu ürün(lerin) dünya piyasalarında fiyatı düştüğü zaman o ürünü üreten
ve/veya ihrac edenler aynı ölçüde doğrudan etkileniyorlardı. İthal edilen ürünleri
yurtiçinde imal edenler ithalata karşı gümrük vergileriyle kendilerini korumaya
alabiliyorlardı fakat ihracatçılar aynı şeyi yapamıyorlardı.
Devalüasyon dışarından gelen yabancı paranın yurtiçindeki para birimi cinsinden
miktarını arttırdığı için yurtdışındaki fiyat düşüşlerine karşı ihracatçıları korumaya
sebep olabiliyordu. 19. yy’ın sonlarında dünya piyasalarında buğday fiyatı yarı yarıya
düştüğü zaman altın standardını kullanan ABD’de fiyatlar aynı oranda düşerken altın
standardından ayrılan Arjantin para birimini devalüe etmiş ve buğday fiyatları
yurtiçinde aşağı yukarı aynı kalmıştı.
Devalüasyonun bir yan etkisi ithal mal ve hizmetlerinin fiyatlarının artması yoluyla
yurtiçindeki fiyatları yükseltmesiydi. Bu durum devalüasyonun ihracatçılara olan
faydasını azaltsa da ihracatçılar buna razıydı. Bu duruma razı olan bir diğer kesim de
o ülkenin para birimi üzerinden borçlanan insanlardı. Altın standardına karşı olanların
bir gerekçesi de bu sistemde, devletin iktisadi dalgalanmalara karşı tedbirler almasını
engelliyor olmasıydı.
Bu gibi sebeplerden dolayı tarım ve madenciliğe dayalı ekonomilerin büyük bir
çoğunluğu altın standardına geçmediler veya kısa bir süre kalıp bıraktılar. Altın
standardı yerine kullanılan sistem kâğıt para ve gümüş sistemi idi. Güney Amerika ve
güney Avrupa’daki çoğu ülke bugünkü dünyada kullanılan sistemde olduğu gibi kâğıt
para sistemini kullanmakta idi. Bu paranın diğer para birimleri karşısındaki değeri
döviz piyasalarında belirlenirken hükümetler bu piyasalara müdahale edebiliyorlardı.
Altın sistemine alternatif başka bir sistem gümüş para idi. Dünyanın çoğu ülkesinde
1870’den önceki yüzyıllarda altın ve gümüş para birlikte kullanılmıştı. O senelerde
dünyadaki gümüş rezervlerinde büyük bir artış olunca gümüşün fiyatı yarı yarıya
düştü ve çoğu ülke iki madeni para sisteminden birini tercih etti. Çoğu sanayileşmiş
ülke Britanya’yı takip ederek altın parayı tercih ederken Çin, Hindistan ve gümüş
üreticisi ülkeler gümüş parayı tercih ettiler. Gümüşün fiyatı altının fiyatı karşısında
sürekli bir şekilde azaldığı için birçok ülke gümüş parayı tercih ettiler çünkü gümüşün
fiyatının düşmesiyle o ülkenin para biriminin değeri de düştüğü için uluslar arası
ticarette bir avantaj elde ediliyordu.
1890’lı senelere gelindiğinde çoğu sanayileşmiş ülke altın parayı kullanırken çoğu
gelişmekte olan ülke gümüş veya kâğıt parayı kullanıyordu. Altının değeri gümüşe
nispeten arttıkça gümüş parayı kullanan ülkeler ihracatta çoğu gelişmiş ülkeye
nispeten daha avantajlı hale geliyorlardı fakat sanayileşmiş ülkelerin çoğunluğu bu
durumdan şikâyet etmiyorlardı çünkü gelişmekte olan ülkeler genelde gelişmiş ve
zengin ülkelerin üretmedikleri şeyleri ihrac ediyorlardı.
Yukarıdaki duruma istisna teşkil eden gelişmiş ülkelerden biri ABD idi. Arjantin,
Hindistan, Brezilya, Çin ve Rusya, çeşitli madenler, buğday, pamuk, yün ve tütün gibi
ABD’nin de ihrac ettikleri ürünleri ihrac ediyorlardı. Neticede ABD’deki çiftçiler ve
madenciler gümüş veya kâğıt para kullanan ülkelerdeki üreticilerle rekabet etmekte
zorlandılar. Zirai ürünlerin fiyatları dünya piyasalarında düştükçe ABD’de altın
standardına karşı kesimler seslerini yükseltiyorlardı. ABD, dünyanın belli başlı zirai
ürünler ve hammadde ihracatçıları arasında altın standardını kullanan yegâne ülkeydi.
ABD bu konuda diğer ülkelere kıyasla farklı bir ülkeydi çünkü bu ülkenin içinde altın
standardı konusunda zıt fikirleri olan iki kesim vardı. Çiftçi ve madencilerin olduğu
güney, orta-batı ve batı kesimleri altın standardına karşı dururlarken sanayicilerin
etkili olduğu kuzeydoğu ve orta-batının kuzey kesimleri altın standardını müdafaa
ediyorlardı. Ayrıca, ABD’nin kuzeydoğusunda etkin olan bankacılar ve tüccarlar da
altın standardının devem etmesi için mücadele ettiler.
Altın standardı üzerinden yapılan mücadeleler dünya ekonomisindeki mücadeleleri
temsil ediyordu. Altın standardını kullanmak uluslar arası sistem açısından prestijli bir
konuma gelmek idi fakat bu sistemde ülkeler yurtiçindeki iktisadi dalgalanmalara
karşı bir şey yapamıyorlardı. Altın standardı üzerinden yapılan kavgalar ticaret, göçler
ve finans hareketleri hususlarındaki mücadelelere de benziyordu. Dünya ekonomisi
istikrarlı bir şekilde büyüdükçe bu mücadeleler idare edilebilir durumda di.
19. yy’ın sonlarına doğru işçi hareketi gelişmiş ülkelerde bir güç olmaya başlamıştı.
İşçiler serbest ticarete karşı değillerdi fakat söz konusu sistemde olması gereken esnek
ücretlere ve devletin küçüklüğüne karşı idiler. Sanayi işçileri gelişmiş ülkelerin
çoğunluğunda en büyük istihdam grubunu teşkil ediyorlardı ve çok iyi organize
olmuşlardı. İşçi sınıfı sanayideki pazarlık gücünü siyasette ağırlığını hissettirerek
tamamladı ve birçok Avrupa ülkesinde oyların yüzde 25-30’unu almayı başardı.
Özellikle Amerika ve Avustralya’daki sendikalar serbest ticaret ve serbest insan
hareketlerine karşı çıktılar çünkü bu ülkelerden gelen işgücü ve ucuz işgücüyle
üretilmiş mamuller o ülkelerdeki işçilerin ücretlerini düşürebilirdi. Özellikle göçe
karşı olmaları dünyadaki işçi hareketleri arasındaki dayanışmaya ters düştüğü için söz
konusu ülkelerdeki işçi hareketi Avrupa’daki sosyalist hareketlerine benzemediler.
Avrupa’da ise genel olarak işçi hareketi serbest ticaret ve serbest insan hareketi
taraftarı idi. Dışarıdan ucuz tarım ürünleri gelmesi Avrupalı işçilerin menfaatine
uygundu. Göç de genelde dışarıya doğru olduğu için işçi arzının azalması ücretlerin
yükselmesi manasına geliyordu. Ayrıca, çoğu işçi ihracat yapan sektörlerde
çalıştıkları için ithalata karşı koruma alınması mütekabiliyet politikasını da
beraberinde getirebilirdi. Bazı durumlarda ise tavırlar sektöre göre değişebiliyordu.
Uluslar arası iktisadi konularda işçi hareketinin tavırları teoriden ziyade tatbikattaki
durumlara göre değişiklik gösteriyordu fakat işçi hareketi bu konularla çok da
yakından ilgili değildi çünkü işçi hareketinin öncelikleri farklı idi ve o dönemde
kurulu olan düzeni tehdit eder nitelikteydi. İşçiler, işsiz kaldıkları zamanlarda
devletten destek beklentisi içerisindeydiler.
İlk zamanlarda işçi sendikalarının kendileri işsizlere destek olmak için fonlar
oluşturdular fakat bu fonlar işsizlik yaygın değilse işe yarıyorlardı. İşsizliğin yaygın
olduğu zamanlarda bu fonlardaki kaynaklar tükendi ve yerel idareler ve nihayetinde
merkezi hükümetler bu fonları devralmaya başladı. 1913 senesine gelindiğinde
Avrupa’daki birçok şehir ve bölgede işsizlik fonları vardı fakat işsizlik yardımı yeterli
değildi. İşçi sendikaları işsizlik fonlarının tamamıyla merkezi devlete devredilmesini
ve yardımların arttırılmasını talep ettiler. Bu arada işverenler de bu fonlara nispeten
daha az soğuk bakmaya başladılar. Söz konusu fonlar iş piyasasının istikrara
kavuşmasına ve toplumsal huzursuzluğun azalmasına sebep oluyorlardı ve tüm ülkede
uygulanırsa ve işçiler de bu fona katkıda bulunurlarsa işverenler bu fonları devletin
devralmasını desteklediler.
Bununla birlikte işverenler emek piyasasının işlemesine işçi sendikalarının müdahale
etmesinden rahatsız oldular. İşsizlik sigortası ve diğer sosyal yardımlar işverenlerin
ücretleri düşürme güçlerini azaltıyordu. İşsizlik sigortasının olmadığı zamanlarda
iktisadi durgunluk durumunda işverenler ücretleri rahatlıkla düşürebildikleri için
işçilerin işten çıkarılması nadir görülen ve kısa süreli bir durumdu. Böyle bir ortamda
devletin müdahalesine pek ihtiyaç olmuyordu. Ücretlerin rahatlıkla azaltılabilmesi
altın standardının işlemesi için de elzemdi. Birçok zaman altın standardını kullanan
ülkelerde fiyatlar artmaya başladıktan sonra sistemin işlemesiyle birlikte fiyatlar
tekrar azalabiliyordu. Bugünün iktisadi düzeninde ücretlerin veya fiyatların yüzde 20,
30, v.b. azaltılması kabul edilemez iken bu tip durumlar o dönemde normal
sayılıyordu çünkü altın standardının işlemesi için şart idi. İşçi sendikalarının ve
işsizlik sigortasının varlığı işverenlerin ücretleri azaltabilme gücünü azalttığı için altın
standardının işlemesi için gerekli olan piyasa işleyişi sekteye uğramaya başlamıştı.
O dönemde altın standardının işleyebilmesi için ücretlerin esnek olması gerekiyordu.
Fiyatlar da ücretlerle birlikte düştüğü için hayat standartlarında çok fazla bir düşüş
yaşanmıyordu. Durgunluk durumunda şirket karları da azalıyordu fakat piyasa
sisteminin işleyebilmesi için ücretlerin esnek olması elzem idi. Sendikalar bu
esnekliğin azaltılmasını istiyorlardı çünkü piyasanın işleyebilmesi için öncelikle işçi
kesiminin fedakârlıkta bulunmasını istemiyorlardı. İşçi sendikalarının güçleri arttıkça
altın standardının işleyişinin nasıl olacağı münazara edilmeye başlandı. İşçi
sendikalarıyla işverenler arasındaki bu çıkar çatışması 1914 senesine gelinene kadar
gittikçe artmaya başladı.
Birinci dünya savaşından önceki on senelerde dünyanın iktisadi ve siyasi önderleri
küresel kapitalizm taraftarı idiler. Sözü geçen çoğu devlet mal, para ve insanın serbest
dolaşabilmesini ve altın standardını müdafaa ediyorlardı ve ülkelerinin içindeki
piyasanın işleyişine mümkün olduğu kadar az müdahalede bulunmayı taahhüt
ediyorlardı. Neticede dünyanın büyük bir çoğunluğuna iktisadi ve sosyal değişim
geldi. Gelişmiş ülkelerin halklarının orta gelirli ve çalışan kesimleri eski zamanlara
kıyasla refaha kavuştular.
Dünyada en fazla nüfusa sahip olan Çin ve Hindistan ve Afrika, Güney Amerika ve
Asya’nın çoğunluğu iktisadi olarak gelişmiş ülkeler kadar gelişemediler. Gelişmiş
ülkelerde bile fakir kesimler eskiye nazaran daha kötüye düştüler.
19. yy’ın sonu ve 20. yy’ın başlarındaki bu küresel iktisadi düzen ani bir şekilde sona
erdi, I. Dünya Savaşının kalıntıları arasında yıkıldı ve bir daha kurulamadı. Altın
standardı sonlandırıldı ve bir daha tesis edilemedi. Ülkeler birer birer ticaret, insan ve
yatırımlara sınırlarını kapatırlarken mal, sermaye ve insanların serbest dolaşımı fikri
de reddedildi. 1929 senesinde başlayan büyük buhranla birlikte eski düzen tamamıyla
reddedildi. Eski düzeni müdafaa eden fikirler yerini bazı yeni işveren ve orta sınıf
menfaatlerine bıraktı. İşçi kesimi devletlerin yurtiçindeki iktisadi işleyiş üzerinde
daha fazla rol alması yönünde hükümetlere baskı yaptılar.
Söz konusu iktisadi düzen yerini alan daha sonraki sisteme kıyasla daha iyiydi. 1914
senesinden sonraki 30 sene içinde tarihte nadir görülen iktisadi, siyasi ve sosyal
çöküntüler yaşanması sebebiyle de yenisinden de daha iyiydi. 1870–1914 seneleri
arasındaki uluslar arası düzenin en büyük eksikliği daha sonra gelecek düzendeki
gelişmeleri engelleyememesiydi.
Download