1 İçindekiler "Zikri biz indirdik ve onu mutlaka koruyan da yine biziz" ayetindeki korunan nedir? ...........3 Sonra onu açıklamak da bize aittir (75/19), ayetindeki “bize aitten” maksat nedir? ................5 İnsanları hiç bir sebep olmaksızın yaralayan veya öldüren hayvanların mahşerdeki durumları nedir? İnsan o hayvandan hakkını alacak mıdır? ....................................................8 Deyrebi Duası, sahih midir? Unutkanlık hastalığını yenmek ve hâfızayı kuvvetlendirmek için hangi vesilelere başvurulmalıdır?..............................................................................................10 Hayra verilmek üzere sözlü olarak vasiyet edilmiş tarla, varislere intikal ettiğinde varisler nasıl davranmalıdır? ..................................................................................................................14 Kureyzalı bir yahudi, gözlerimizin önünde namusumuza el uzatmayın, demiş midir? ...........14 Hermeciddun (Armagedon) Savaşı ile Melhame-i Kübra (Büyük Kahramanlık Savaşı) aynı mı, yoksa farklı mı? ....................................................................................................................15 Decretum Gelasianum nedir? Ebiyonitler (Ebionites) kimlerdir? ...........................................16 Hz. Hamza, Cebrail’i görmüş müdür? ......................................................................................17 Hayatımızda olaylara hikmet nazarıyla mı bakmamız gerekir? ...............................................18 Evrim islam alimleri tarafından reddediliyor. Canlılarda ki bu kadar fazla çeşitliliğe, nesi tükenmiş canlılara, bulunan geçiş formu fosil kayıtlarını ne gibi '' bilimsel '' bir teoriyle açıklayabiliyorlar? ......................................................................................................................19 Savaş esiri cariyelerin cinsel ilişkiye zorlanması caizken, onların müslüman olmaları imkansız hale gelmiyor mu? ......................................................................................................20 Mumu üfleyerek söndürmemek, ateşe su dökmemek tırnakları tuvale atmamak hurafe midir? ..........................................................................................................................................21 2 "Zikri biz indirdik ve onu mutlaka koruyan da yine biziz" ayetindeki korunan nedir? Ayetin meali şöyledir: “Kesin olarak bilesiniz ki bu zikri (vahyi, Kuran‟ı) kuşkusuz biz indirdik ve onu mutlaka koruyan da yine biziz.” (Hicr, 15/9) Ayetteki “lehû”de bulunan ve “o” anlamına gelen “hû” zamiri, iki ayrı şekilde yorumlanmıştır. Birincisi "zikr"e ait olmasıdır tefsircilerin çoğunun görüşü budur. İkincisi Ferrâ ve İbnü'l Enbârî'nin görüşleridir ki, Kur'ân üzerine indirilen Hz. Peygambere ait olmasıdır. Bu durumda ayetin manası mânâsı onu cin ve şeytan şerrinden ve düşman tecavüzünden koruyan ve koruyacak olan da biz şanı Yüce Allah'ız demek olur. Bu da doğru bir mânâ olmakla beraber âyetten ilk bakışta anlaşılan, birinci mânâdır. Yani Allah Teâlâ, bununla Kur'ân'ın fazlalık veya noksanlıkla bozma ve değiştirmeden korumasını üzerine almış ve korunarak kalmasını anlatmıştır. Esasen bu ayetten önce 6. Âyette de ifade edildiği gibi, müşrikler alaylı bir ifadeyle, Hz. Muhammed'e (asm) vahiy diye bir şey gelmediğini ima etmişler ve onun bir mecnun olduğunu, dolayısıyla vahiy dediği sözlerin Allah'tan değil cinlerden geldiğini veya söylediklerinin hakikatle ilgisi bulunmayan deli saçması olduğunu ileri sürmüşlerdi. İşte burada ''Kesin olarak bilesiniz ki bu zikri/vahyi kuşkusuz biz indirdik ve onu mutlaka koruyan da yine biziz" buyurularak onların bu iddiası açıkça reddedilmektedir. Şu halde burada "zikir"den maksat vahiy, korumadan maksat da vahiy sürecinde ve sonrasında kıyamete kadar, âyetlerin ilâhî olma özelliğini bozacak şekildeki herhangi bir dış etkiden vahyin korunmasıdır. Böylece -bağlamı da dikkate alındığında- âyette esas itibariyle müşriklerin vahye yönelik itirazları reddedilmekte, vahyin Allah'tan geldiği ve ona asla herhangi bir ilâvenin söz konusu olmadığı ve olamayacağı bildirilmektedir. Kuşkusuz Peygamber'in korunması, dolaylı olarak vahyin de korunması anlamını içerdiğinden her iki yorumu birleştirmek mümkündür. O halde bu vaad varken sahabe, Kur'ân'ın Mushaf'ta toplanması ile niçin meşgul oldular? sorusu da sorulamaz. Çünkü hafızların Kur'ân'ı ezberlemesi gibi, sahabenin onu toplaması da Allah Teâlâ'nın koruma sebebleri cümlesindendir. Allah, onun korumasını üzerine aldığı içindir ki, onları bu şekilde toplamaya ve zaptetmeye muvaffak etmiştir. Burada tefsirciler Allah Teâlâ'nın Kur'ân'ı korumasının niteliği hakkında da birkaç ayrı görüş açıklamışlardır. Şöyle ki: 1. Bunu Allah'ın koruması, insan sözünden ayrı bir mucize kılarak halkı, artırma ve eksiltmeden aciz bırakması şeklindedir. Çünkü Kur'ân'a bir şey ilave edecek veya eksiltecek olsalar Kur'ân nazmı değişir ve bütün aklı erenlere onun Kur'ân'dan olmadığı meydana çıkar. Bunun için Kur'ân'ın icâzkâr olması (benzerini getirmekten insanları aciz bırakması) bir şehri kuşatan sur ve istihkâm gibi onu korunmuş tutar. 3 2. Allah Teâlâ, hiç kimseye Kur'ân'a sözlü mücadele edebilecek kuvvet vermemek suretiyle onu korumuş ve muhafaza etmiştir. Bu iki yorum şekli birbirine yakındır. 3. Allah Teâlâ, teklif (yükümlülük) süresinin sonuna kadar Kur'ân'ı koruyacak, okutacak ve halk arasında neşredecek bir topluluğu görevlendirmek suretiyle, onu halkın iptal etmesinden ve bozmasından koruyup muhafaza edecektir. 4. Korumadan maksadın şu olduğunu söylemişler: Bir kimse Kur'ânın bir harfini veya bir noktasını değiştirecek olsa bütün âlem ona: "Bu yanlıştır, Allah'ın sözünü değiştirmektir" der. Hatta büyük ve heybetli bir adam Allah kitabının bir harfinde veya harekesinde yanlışlıkla bir hata veya bir lâhin yapacak olsa çocuklar bile ona hemen, "Efendi yanıldın, doğrusu şöyledir!" derler. Fahreddin Râzî der ki: "Kur'ân'ınki gibi korunma hiçbir kitaba nasib olmamıştır. Başka hiçbir kitap yoktur ki, az çok tashif (kelimeyi yanlış yazma), tahrif (yazarken harflerin yerini değiştirme) ve bozulma girmemiş olsun. Bunca dinsizlerin, yahudilerin ve hıristiyanların Kur'ânı değiştirmek ve bozmak üzere birçok arzuları ve hırsları bulunduğu halde, bu kitabın her yönden tahriften korunmuş olarak kalması en büyük mucizelerdendir. Bundan dolayı, bunun bir gayb haberi olduğu gerçekleşmiş bulunuyor. Bu ise üstün bir mucizedir. (Razi, İlgili ayetin tefsiri) Bu sûre, Mekke'de indiğinden dolayı demek ki o zamandan bu zamana kadar, bütün kâinat bu gayb haberinin gerçekleştiğine şahid olmaktadır. Gerçekten Kur'ân'da bu âyet, açık bir ifade olmasaydı bile, hiçbir kitaba nasib olmayan bir koruma ile bu kadar senedir korunması, Râzî'nin dediği gibi başlı başına büyük bir fiilî mucize olurdu. Bunun, bu âyetle başlangıçtan itibaren açık olarak ifade edilmesi, özellikle pekiştirilerek anlatılmış olması ise, hiç söz götürme ihtimali olmayan ilmî bir mucizedir. Ve işte on üç buçuk asırdan fazla bir zamandan beri, dünya böyle hem ilim ve hem de amelle ilgili yönleri toplayan bir mucizenin şahidi olagelmiştir. "Bunlar, kitabın ve apaçık olan Kur'ân'ın âyetleridir." (Hıcr, 15/1; bk. Elmalılı, Hak Dini, ilgili ayetin tefsiri) 4 Sonra onu açıklamak da bize aittir (75/19), ayetindeki “bize aitten” maksat nedir? İlgili ayetlerin mealleri şöyledir: “O gün insana, yapıp öne sürdüğü ve geri bıraktığı ne varsa bildirilir. Doğrusu insan kendi nefsini görür. Onu söylemek için acele edip dilini kımıldatma. Şüphesiz onu toplamak ve okumak bize aittir. O halde, onu okuduğumuz zaman sen onun okunuşunu takip et. Sonra onu açıklamak da bize aittir.” (Kıyame, 75/13-19) Bazı alimlere göre, buradaki hitap, üstteki ayetlerde anlatılan insanadır. Yani, diğer âlemde insana amel defteri verilir. Amel defterini, korkusundan süratle okurken dili sürçer. Ona “Onu söylemek için acele edip dilini kımıldatma” denilir. Buna göre bu ayetlerin manası şöyledir: “O gün insana yaptığı her türlü iyilik ve fenalık ile; yapmadığı her türlü iyilik ve fenalık tek tek bildirilir. Ona göre karşılığını alır. Türlü türlü mazeretler öne sürse de, artık insan, -neler yaptığını çok iyi bildiği-kendisi hakkında şahit olur. Bu gün karşına çıkardığımız kitabını hemen anında bellemek için dilini kımıldatma. Çünkü senin bu kitabın/amel defterini biz yazdığımız/yazdırdığımız gibi, yaptıklarının hepsini bu kitapta toplamak ve onu okutmak Bize ait bir iştir. Senin lehinde ve aleyhinde olan hiç bir şey, bir zerre, bir hardal tanesi kadar bir hakkın veya haksızlığın kaybolmaz. Acele okumana gerek yok, burada sonsuz bir adalet tecellisi söz konusu hiç bir şeyin kaybolmaz...” (krş, Razî, Beyzavî, ilgili ayetin tefsiri) Tefsirciler bu görüşe de değer vermeleriyle beraber, ayeti, muhatabın Hz. Peygamber (asm) olmasına göre değerlendirmişlerdir. Buna göre anlamı şöyle olur: "Ey Peygamber! Kur‟anın vahyi Sana geldiğinde, “ondan bazı şeyleri kaçırabilirim” şeklinde bir telaş ile dilini kımıldatma. O vahyi göğsünde cem etmek ve kıraatini dilinde sabit kılmak bize aittir. Cebrail‟in lisanıyla onu Sana okuduğumuzda Sen de onun okunuşunu takip et ve tekrarla, ta ki zihninde sağlam bir şekilde yer etsin. Sonra, Kur‟an‟ın manalarından sana müşkil gelenleri beyan edip açıklamak da bize aittir." Bu manaya göre, ayette -meal olarak- yer alan “Sonra onu/Kur‟an‟ı açıklamak da bize aittir” ifadesi üç şekilde anlaşılmıştır: a. Kur‟an‟da yer alan helal-haram ve benzeri hükümleri açıklamak bize aittir. Bu, Katade‟nin görüşüdür. b. Cebrail tarafından senin kalbine indirilen Kur‟an‟ı senin lisanınla açıklamasını (metnini tebliğ ve manasını beyan etmeni sağlama) bize aittir. Bu, İbn Abbas‟ın görüşüdür. c. Ku‟an‟da verdiğimiz sözlerin gereğini yerine getirmek, Kur‟an‟ın emir ve yasaklarına terettüp eden ceza ve mükafatları, kıyamet günü açıklamak/hükme bağlayıp ortaya koymak bize aittir. Bu görüş Hasan-ı Basri‟ye aittir. (bk. Maverdi, ilgili ayetin tefsiri) Bazı alimlerin belirttiğine göre, bu ayet inmeden önce Kur‟an‟ın herhangi bir sure veya ayeti inerken, Hz. Peygamber Hz. Cebrail‟e hem kıraatle ilgili hem de manasıyla ilgili sorular sorardı. “...O halde Biz Kur‟ân‟ı okuduğumuzda, sen de onun okunuşunu izle!” mealindeki ayet, kıraatle ilgili soruya; “Ayrıca onu açıklamak da bize ait bir iştir” mealindeki ayetle de manayla ilgili sorusuna cevap verilmiştir. (bk. Razi, ilgili ayetin tefsiri). 5 Özetle: Hz. Peygamber inen sure veya ayetleri ezberlemeye bileceğinden endişe ederek, Hz. Cebrail onu kalbine indirip okurken, kendisi de ona eşlik ediyordu. Allah onun bu telaşını gidermek üzere, buyurdu ki: “Telaş etme! Bu ayetleri senin kalbinde toplamak, ezberinde tutmak ve insanlara hiç yanlış yapmadan olduğu gibi aktarmanı sağlama işi bize aittir." (krş. İbn Aşur, ilgili ayetin tefsiri). Genel olarak Kur‟an‟ın açık bir kitap olduğu ifade edilmesine rağmen, pek de öyle açık olmadığı meselesine gelince: Her şeyden önce burada, Kur'an'ın Açık-Seçik Olmasının Boyutunu incelemekte fayda vardır. Evvela Kur'an'da yer alan söz konusu "tafsil/açıklık/ açık-seçik/açıklama"dan maksat, herkesin her konuyu kendi başına anlayabilecek açıklıkta olduğunu düşünmek mümkün değildir. Böyle bir anlayış, pratikteki realitelerle açıkça çelişmektedir. Çünkü yüz binlerce tefsirin varlığına rağmen, yine de Kur'an'ın bütün sırlarının tamamen anlaşılamadığı, inkâr edilemez bir gerçektir. Kur'an-ı Hakîm'in gün geçtikçe yeni yeni gerçeklere kaynaklık etmesi, âdeta zamanın ihtiyarlanması nispetinde kendisinin kapsam olarak gençleşmesi ve değişik hakikatleri muhataplarına bildirmesi; bu kadar gelişen ilmî birikimlere rağmen, hâlâ araştırmacılar tarafından her gün Kur'an-ı kerim'de açıklamaya ve incelemeye muhtaç yeni bakir sahaların keşfedilmesi, söz konusu "açıklık" kavramının sanıldığı kadar açık olmadığını, aksine başka anlamlarının olduğunu göstermektedir. Bunları teker teker söz konusu etmek, böyle küçük bir soru-cevap hacmine sığdırmak mümkün görünmemektedir. Bu sebeple genel bir bakış açısını sağlayacak bir kaç noktaya dikkat çekmekte fayda vardır: a. Kur'an'ın, "âyetleri açıklanmış kitap" olarak vasıflandırılması, onun herkes tarafından bilinebileceğini değil, konuların Allah tarafından gerçeğe uygun olarak açıklandığını ifade etmektedir. b. Meşhur tâbirle ve daha doğru varyantıyla: "hem Arapça hem de Rabça" olan Kur'an âyetlerinin açıklığı da Rabçadır. Eğer öyle olmasaydı, Arapçayı bilen herkesin birer allame; birer Zemahşerî, Sekkâkî, Fahreddin Râzî, Kadı Beydâvî vs. olması gerekirdi. c. "Şüphesiz, biz onlara, inanan bir toplum için yol gösterici ve rahmet olarak, ilim üzere açıkladığımız bir kitap getirdik." (Arâf, 7/52) ayetinde geçtiği üzere, Kur'an'daki bu "açıklama" işi, ilmî kurallara bağlı olarak yapılmıştır. Onların bilinmesi ise ilmî birikimlere muhtaçtır. Her çağdaki bir takım yeni yorumların getirilmesi, farklı bilgi birikiminin bir yansımasıdır. d. Şimdi şu ayete bakınız: "Biz, geceyi ve gündüzü birer âyet (delil) olarak yarattık. Nitekim, Rabbinizin nimetlerini araştırmanız, ayrıca yılların sayı ve hesabını bilmeniz için gecenin karanlığını silip (yerine eşyayı) aydınlatan gündüzün aydınlığını getirdik. İşte biz her şeyi açık açık anlattık" (İsrâ, 17/12) Evet biz iman ediyoruz ki, Allah Kur‟an‟da bu konu dahil her şeyi açık açık anlatmıştır. Ancak biz bir şeye daha iman ediyoruz; o da şudur: Bu ayette söz konusu edilen ve açıklanmış olduğu ifade edilen hususları, -itiraf etmeliyiz ki, bir parça Astronomi ve coğrafya bilgimize rağmentamamen anlayamıyoruz. 6 Demek oluyor ki, "açıklık" kavramı, farklı kesimlere farklı bir boyutu ile boy göstermektedir. Normal bir vatandaş, yılın aylarını ve günlerini sayarak, bir takvim dahilinde disiplinli bir hayat sürebilir. Ancak uzman bir bilim adamı bu konuda çok farklı şeyler bilebilir ve Allah'ın o hayret verici sanatı ve azameti karşısında secde edebilir. e. Kur'an'ın pek çok ayetinde ilme ve ilim erbabına özel bir önem atfedilmiştir. Halbuki, eğer bilenlerle bilmeyenler Kur'an'ı anlamada aynı seviyede iseler, ilmin hiçbir değeri yok demektir. Bu ise bir safsatadır. Demek Kur'an'ın bilen kimseler tarafından açıklanmaya ihtiyacı vardır. Bütün bu açıklamalardan anlaşıldığı üzere, Kur‟an‟ın açık bir beyana sahip olması, rastgele herkesin anlayacağı tarzda olduğu anlamına gelmez. Kur‟an‟ın açık ifadesiyle, Hz. Muhammed‟in tebliğden başka bir görevinin de Tebyin/ Kur‟an‟ı açıklama olması, bu gerçeğin açık göstergesidir. Tarih boyunca, İslam alimleri Hz. Peygamberin tebliğ vazifesini yürüttükleri gibi, tebyin/açıklama vazifesini de sürdürmüşlerdir. 7 İnsanları hiç bir sebep olmaksızın yaralayan veya öldüren hayvanların mahşerdeki durumları nedir? İnsan o hayvandan hakkını alacak mıdır? Hayvanlarda akıl olmadığı için günah söz konusu değildir. Ancak hayvanların hesap günü bir birleriyle hesaplaşması vardır. Bir hayvanın saldırısına uğrayan İnsanla hayvanın hesaplaşmasına gelince, insanın uğradığı bu durum bir musibettir ve günahlarına keffaret olacaktır. O hayvanın hal diliyle yaptığı ibadetlere mukabil insana sevap da verilebilir. Canlıları zîhayat (canlı), zîruh (ruh sahibi) ve zîşuur (akıl ve şuur sahibi) olarak üçe ayırırsak, bitkiler sadece zîhayattır, canlılar içinde yer alır. Hayvanlar ise hem zîhayat, hem de zîruhturlar. İnsanlar, melekler ve cinler ise hem zîhayat, hem zîruh, hem de zîşuurdurlar. Bunların içinde ise insanlar ve cinler mükellef varlıklardır; Allah‟ın emir ve yasaklarına uymakla vazifelidirler, hayatları boyu bir imtihana tâbidirler. Ölünce de ya Cennette veya Cehenneme gireceklerdir. Hayvanlar ise akıl ve şuur gibi kendilerine mes‟uliyet yükleyecek duygulardan mahrum olduklarından, günah-sevap, hayır-şer, Cennet-Cehennem gibi mefhumlar onlar için söz konusu değildir. Tek hücreli varlık olan amipten balinaya varıncaya kadar bütün hayvanlar ruh sahibidirler. Esas itibariyle ruhun kendisi bâkîdir, ölmez, yok olmaz, bozulmaz. Ruhun geçici olarak misafir olduğu vücut ise ölür, dağılır, gider. Kur‟ân-ı Kerimde de açıkça ifade edildiği gibi ruh Cenab-ı Hakkın emri, kudreti ve tasarrufu altındadır. Ruh üzerinde Allah‟tan başka hiçbir varlık tasarrufta bulunamaz. Onu yaratmak Allah‟a ait olduğu gibi, muhafaza etmek de Allah‟a aittir. Mahşerdeki duruma gelince; esas olarak mahşerde iki sınıf mahlukat diriltilecek, hesaba çekildikten sonra ebedî yurdu belli olacaktır. Bunlar insanlar ve cinlerdir. Hayvanların durumu ise tamamen farklıdır. Onlar da diriltilecek, mahşer yerine getirileceklerdir. Bu hususta iki âyet meâli şöyledir: “Vahşi hayvanlar bir araya toplandığında” (Tekvir, 5) “O öyle bir gündür ki, insan kendi eliyle işlediklerine bakar. Kâfir de, „Ne olurdu‟ der, „ben bir toprak olsaydım.” (Nebe, 40) Bu âyetlerin tefsirinde Abdullah bin Ömer, Ebû Hüreyre ve İmam Mücahid‟in rivayetlerine göre, Cenab-ı Hak mahşer gününde hayvanları da diriltip huzuruna getirecek, birbirlerinden haklarını alıp ödeştirecek, sonra da onlara, “Toprak olun” buyuracak, sonunda onların hepsi de toprak olacaklardır. Hayvanların bu haline gıpta ile bakan kâfirler, Allah‟tan, kendilerini de toprak yapmasını isteyeceklerdir. Fakat insanlar cezasını çekeceğinden hayvan gibi muamele görmeyecektir. (bk.Taberi, Nebe, 40 ayetin tefsiri) Hayvanlar her ne kadar mükellef varlık olmasalar da onlar da belli nisbette haklaştırılacaklardır. Nitekim bir hadiste Peygamber Efendimiz, “Her hak sahibine hakkını vereceksiniz. Hatta boynuzsuz koyunun boynuzlu koyundan kısas sûretiyle hakkı alınacaktır” buyurarak âhirette hiçbir haksızlığın karşılıksız kalmayacağını bildirirler. Yine hadis âlimlerinin ifadesine göre, karınca karıncadan hakkını alacaktır. (Elmalılı Hamdi Yazır. Hak Dini Kur'dn Dili, 8:5599) 8 Bediüzzaman da bu meseleyi şöyle izah eder: “Gerçi cesetleri fena bulur, fakat ervahları (ruhları) bâki kalan hayvanat mâbeyninde (hayvanlar arasında) da onlara münasip bir tarzda dar-ı bekada mücâzat (ceza) ve mükâfat vardır.” (Lem'alar, (Osm.) s. 887) Evet, hayvanların ruhu bâki kalacak, Cenab-ı Hak onların ruhunu muhafaza edecektir. Fakat ruh Allah‟ın emir ve iradesi altında bulunduğundan nasıl muhafaza edileceğini ancak O bilir. Hayvanlar arasında dahi hak geçme hususu varsa hayvanın insan üzerinde, insanın da hayvan üzerinde hakkı olacaktır. Sebepsiz yere insana zarar veren bir hayvana hesap sorulacağı gibi hayvanlara eziyet eden insanlara da hesap sorulacaktır. Bu hesaplar mahşerde görülecektir. İlave bilgi için tıklayınız: Bazı hayvanlar bazı hayvanlara eziyet ediyor. Bu hayvanların hesabı nasıl olacak? 9 Deyrebi Duası, sahih midir? Unutkanlık hastalığını yenmek ve hâfızayı kuvvetlendirmek için hangi vesilelere başvurulmalıdır? - Deyrebi bir hadis kitabı değildir. Müellif, Ahmed Deyrebi‟nin “tecrübe edildiğini” bildirdiği bazı dualar ve hususiyetleri yer almaktadır. Kitâbü'l-Mücerrebat veya Mücerrebâtü'd-Deyrebî adıyla da bilinen eserde, çeşitli fizikî ve ruhî hastalıkların tedavisinde faydalı gördüğü âyetleri, sûreleri, duaları, ayrıca bitkileri ve ilâç formüllerini bir araya toplamış, bunlara bazı tılsımları da ilâve etmiştir. Müellif daha çok bu kitabı ile meşhur olmuştur. Soruda geçen rivayeti hadis kaynaklarında bulamadık. Bazı alimler, bu kitabın muhtevasında Kur‟an ve sahih hadislerin yanında, uydurma bilgilerin de bulunduğunu ve dolayısıyla da bu kitabı okumanın doğru olmadığını söylemişlerdir. - Hâfıza; ezberleme, öğrenme ve hatırda tutma melekesidir; idrak edilen, algılanan, öğrenilen şeyleri zihinde koruma ve gerektiğinde hatırlama kabiliyetidir. Tıbbî araştırmalara göre, insan beynine milyonlarca nöron (sinir hücresi) yerleştirilmiştir. Cenâb-ı Allah, birer vasıta olarak yarattığı bu nöronlar sayesinde insana kütüphaneler dolusu malumâtı öğrenme ve zihinde depolama istidadı lutfetmiştir. İşte, hâfıza, bilgilerin nöronlarda depolanması diyebileceğimiz öğrenmeyi ve gerektiğinde depolanan o bilgileri yerinden çıkarıp kullanma olarak tarif edebileceğimiz hatırlamayı ihtiva etmektedir. Hâfıza Dâhîleri ve Unutkanlar Kudreti Sonsuz beyne öğrenme ve hatırlama faaliyetlerini yaptırırken icraât-ı sübhaniyesine bazı maddî sebepleri perde kılmış; beynin mükemmel donanımını, sinir liflerini ve şuursuz hücre atomlarını dünyalar kadar malumâtı alıp depolamaya vesile yapmıştır. Hâfızasını iyi kullananlara ve ondan azamî istifade etmesini bilenlere hemen her gördüklerini ve okuduklarını çok kısa bir sürede öğrenme ve aradan uzun vakit de geçse öğrendiklerini unutmama kabiliyeti vermiştir. Nitekim, insanların zihin selametini görüp gözettikleri ve fıtrata uygun yaşadıkları dönemlerde pek çok hâfıza dâhîsi yetişmiştir. Duyduğu bir şeyi ikinci defa tekrar etmeye lüzum hissetmeden ezberleyen Hazreti Ebû Hüreyre; Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz‟in emri üzerine onbeş-yirmi gün içinde mektup yazabilecek ve gelenleri de tercüme edecek kadar İbranice‟yi öğrenen Zeyd İbn Sâbit gibi yüzlerce sahabi duyduklarını bir defada öğrenen ve bir daha da unutmayan insanlardı. Özellikle Tâbiîn ve Tebe-i tâbiîn dönemleri hâfızasının hakkını veren insanlarla doluydu. Mesela; Ahmed İbn Hanbel, muhteva aynı olsa bile, farklı sened ve metinlerle nakledilen sahihi, haseni ve zayıfıyla bir milyon hadisi ezberlemiş; kırk bin hadis ihtiva eden meşhur Müsned‟ini üç yüzbin hadisten seçerek meydana getirmişti. Heyhat ki, zamanımıza doğru gelindikçe adeta hâfızalar da dumura uğradı. İnsanlar yirmi kere okudukları çok kısa metinleri bile hıfzedemez ve en basit mevzuları dahi anlayıp öğrenemez hale geldiler. Bulanık zihinler, dağınık fikirler ve kirli kalbler sebebiyle hem öğrenme süresi alabildiğine uzadı hem de çabucak unutma hastalığı ortaya çıktı. Bugün öğrenilenlerden yarın hiçbir eser kalmamaya başladı. Öyle ki, günümüzde hâfızasından şikayet etmeyen ve nisyandan dert yanmayan insan bulmak adeta imkansızlaştı. Belki her dönemde pek çok insan aynı derdi dile getirmişlerdi; fakat, mesela Tabiîn‟den birinin şikayeti bir sayfayı artık bir kere okumayla ezberleyememektendi, günümüz insanının şekvası ise, bir metni otuz kere de okusa hâfızasına kaydedememek ya da çok kısa bir süre sonra hiçbir şey hatırlayamamak şekline büründü. 10 Zihin Kirliliği Hâfızayı zayıf düşüren ve unutmaya sebebiyet veren pek çok illet sıralanabilir. Beyin ve hâfıza üzerinde çalışan uzmanlar, genellikle beynin ihtiyaç duyduğu oksijen, glikoz ve bazı enzimlerin yeterli miktarda sağlanamamasını, stres ve gerginlik gibi sebeplerle beynin enerjisinin hemen tükenmesinden dolayı çalışma akışının düzensizleşmesini, sadece bazı meseleler üzerine yoğunlaşmadan ötürü beynin bir bölümünün âtıl bırakılmasını ve sistemsiz düşünme alışkanlığını hemen akla gelebilecek sebepler olarak saymaktadırlar. Bazen de insanın fizyolojik yapısının ve fizikî durumunun hâfıza zayıflığına yol açabileceğini ve ileri yaşlarda vücut mekanizmasının bazı şubeleri yorgun düştüğü gibi beynin de onlara bağlı olarak bir kısım fonksiyonlarını eda edemez hale gelebileceğini belirtmektedirler. Bununla beraber, dünden bugüne bazı İslam alimleri, haddinden fazla uykunun beyni hantallaştırdığını, sürekli dolu olan midenin zihne menfi tesir ettiğini, sabah kerahatinde uyumanın ve harama bakmanın da unutkanlığa sebep olduğunu ifade etmişlerdir. Ayrıca, zihin kirliliğinin hâfızayı zayıflattığına inandıkları için mâlâyânî işlerden, faydasız muhaverelerden, çer-çöp sayılabilecek bilgi kırıntılarından ve kontrolsüz hayal kurmaktan uzak kalınması gerektiğini vurgulamışlardır. Hatta, sistemsiz düşünme alışkanlığına yol açabileceği ve zihni işe yaramayan bilgilerle dolduracağı endişesiyle mezar taşlarını okumayı bile mahzurlu görmüşlerdir; mezar taşlarını okumayı adet edinmenin bugünkü reklam panolarının, araba plakalarının, televizyon ekranlarının ve gazete sayfalarının yaptığı tahribat çeşidinden zararlar verebileceğini düşünmüşlerdir. Gerçi, zihinleri kirleten, kalbleri bulandıran ve hafızayı zayıflatan onlarca unsurla her zaman iç içe yaşadığımız günümüzde, unutkanlığa sebep olmaması için mezar taşlarındak i yazılara bile mesafeli durulmasını anlamamız oldukça zordur; fakat, unutulmamalıdır ki, selefi salihîn meseleyi kendi nezih atmosferleri zaviyesinden değerlendirmişlerdir. Zannediyorum, hâfızayı zayıflatan sebeplerin en tehlikelisi şehevî hisleri galeyana getiren ve behimî duyguları tehyiç eden faktörlerdir. Bugün, aile ve içtimaî çevre özellikle gençlerin güzel yetişmeleri hususunda yetersiz kaldığı gibi, bir de etraftan akıp akıp gelen ve ruhu örseleyen telkinler zihinleri adeta felç etmektedir. Televizyon programları, İnternet sayfaları, video oyunları, günlük haberler, siyasî polemikler, sporcuların ve sanatçıların büyük birer hadiseymiş gibi nakledilen hal ve hareketleri, sırf merak uyarma maksadıyla uydurulan yalanlar, tezvirler, her türlü aldatmalar ve sansasyonlar... zaten iyice zayıflayan dimağları tamamen işgal etmektedir. Ve hele kafalara pompalanan onca kir, hayvanî hisleri ve beşerî garîzeleri tahrik edip yüce duygular üzerine bir balyoz gibi inince, kudurtulmuş şehevî arzu ve ihtiraslar, çağımızın zavallı nesillerinde okumaya, öğrenmeye, düşünmeye hiç mecal bırakmamakta ve adeta hâfızaları bütün bütün kurutmaktadır. Evet, maalesef, günümüzün insanı haram dinleme, haram konuşma ve harama bakma... gibi günahların öldürücü dalgaları arasında çırpınıp durmaktadır. Haram ve Nisyan Ehlullah, harama nazarın nisyan sebebi olduğu hususunda ısrarla durmuşlardır. Gözlerine hâkim olamayan ve daimî surette şehevî duyguları kamçılayan manzaralara bakan bir insanın hâfızasının yavaş yavaş köreleceğini belirtmişlerdir. Nitekim, İmam Şafii Hazretleri, hocası Vekî‟ bin Cerrâh‟a hâfızasının zaafından şikayette bulununca, o büyük zat, İmam Şafii‟yi en küçük günahlardan bile uzak durmaya çağırmış ve ona şöyle demiştir: “İlim, ilâhî bir nurdur; Cenâb-ı Allah, devamlı günahlara dalan kimseye nurunu lutfetmez.” Kaldı ki, İmam Şafii muhtemelen bir metni ilk defada değil de ikinci veya üçüncü kerede ezberleme durumuna düşünce hâfızasından şikayet etmiştir. Ayrıca, İmam Şafii gibi bir ruh insanının bilerek günaha girmesi de zaten hiç düşünülemez. 11 Üstad Hazretleri de yaşadığımız asırda oldukça yaygınlaşan açık saçıklığın unutkanlık hastalığını daha da azgınlaştırdığını dile getirmiştir. Harama nazardan sakınmayan insanların Kur‟an‟dan öğrendiklerini de unutacaklarını ve “Âhir zamanda, hâfızların göğsünden Kur‟an nez‟edilecek” mealindeki hadis-i şerifin te‟vilinin bu hastalığın dehşetli neticelerinde aranması gerektiğini belirtmiştir. Ümmetinin harama nazar etmemesi mevzuunda ikazlarda bulunan Rehber-i Ekmel (aleyhi ekmelü‟t-tehâyâ), kadın-erkek herkesin iffete kilitlendiği bir dönemde, hem de Hac vakfesini yapıp Arafat‟tan döndükleri bir sırada, terkisine aldığı (Hazreti Abbas‟ın oğlu) Fazl‟ın başını sağa-sola çevirmiş ve böylece etraftaki kadınlara gözünün ilişmemesi için ona yardımcı olmuştur. Asır saadet asrı, mevsim Hac mevsimi, terkisine binilen zat Allah Rasûlü ve harama bakmaması için başı sağa-sola çevrilen de iffetinde hiç kimsenin şüphe edemeyeceği Hazreti Fazl‟dır. Fakat, öyle bir şeyin adeta imkansız olduğu bir durumda bile, nazarına başka hayaller girmesin ve serseri bir ok kalbini delmesin diye, Fazl‟ın yüzünü bir o yana bir bu yana çevirmesi Peygamber Efendimiz‟in bu konudaki hassasiyetini göstermesi açısından çok ibretliktir. Zehirli Oklar Rasûl-ü Ekrem Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), “Nazar (bakış) şeytanın zehirli oklarından bir oktur” diyerek o ağulu oktan korunmanın lüzumunu belirtmiştir. Evvelen ve bizzat Hazreti Ali‟ye, saniyen ve bilvasıta bütün ümmetine hitaben, “Ya Ali, birinci bakış lehinedir, fakat ikincisi aleyhinedir” buyurmuş; bir kasde iktiran etmediği için ilk bakışın mesuliyet getirmeyeceğini ama ikinci defa dönüp bakmak iradî olduğundan, onun günah hanesine yazılacağını vurgulamış; harama götüren yolu tâ baştan keserek günahlara geçit vermemek gerektiğine dikkat çekmiştir. Ayrıca, Cenâb-ı Hakk‟ın “Kim Benim korkumdan dolayı harama bakmayı terkederse, kalbine öyle bir iman neşvesi ve halâveti atarım ki, onun zevkini gönlünün derinliklerinde duyar.” iltifatkâr beyanını naklederek müslümanları gözlerini harama kapatmaya teşvik etmiştir. Bu itibarla, harama nazardan ötürü zihin dağınıklığına ve hâfıza zaafına düşmemek için herhangi bir iş ya da iman hizmetine müteallik bir vazife söz konusu olmadığı sürece günahların seylap halinde aktığı çarşı-pazarlardan uzak kalmak lazımdır. Mutlaka dışarı çıkmak gerekiyorsa, o zaman da mayınlı tarlada yürüyor gibi dikkatli yol almak ve şeytanî hücumlara karşı teyakkuzda bulunmak icap eder. Bunu başarabilmenin iki şartı vardır; birincisi, çarşıpazara çıkmadan önce, yüreği hoplatacak, gözleri yaşartacak ve manevî hisleri harekete geçirecek bazı şeyler okumak ya da dinlemek; ikincisi de, bir yere giderken elden geldiğince yalnız olmamaya çalışmak ve gönlü hüşyar bir-iki arkadaşla beraber bulunmaktır. Onca gayrete rağmen yine de irâde haricinde sağdan soldan gelip bulaşan lekeler, kalb ve ruhu kirleten çamurlar olabilir. Bu türlü durumlarda ise, ilk fırsatta seccadeye koşup Cenâb-ı Hakk‟a yönelmek gerekir. Namaz, sadaka, oruç ve dua gibi ibadetler -inşaallah- gayr-i iradî gelip çarpan günahlara keffâret olacaktır. Aslında, harama nazar önü alınabilecek ve iradeyle kaçınılabilecek bir tehlikedir. İnsan, biraz gayret etse, günaha sürükleyen manzaralara bakmamaya sabredebilir. Göze ilişen çirkin bir manzaradan sıyrılma, iradenin belini bükebilecek kadar büyük bir yük değildir; bir nazar oku gelip çarpacağı ilk anda gözü kapamaya irade gücü yeter. Hele insan harama her göz kapamanın kendisine bir vacip işlemiş gibi sevap kazandıracağını düşünürse, o ilk anda günahtan sıyrılabilir. Fakat, nazarını hemen haramdan çevirmez, kendisini o işe salar ve bir daha, bir daha bakacak olursa, artık geriye dönme ihtimali azalır. Bir de gözünden zihnine akan manzaraları tasavvurla, taakkulle besler ve büyütürse sahilden tamamen ayrılmış sayılır. Ondan sonra geriye dönmek çok daha büyük cehd ü gayret ister. Şair bir arkadaşımın, “İsyan deryasına yelken açmışım, kenara çıkmaya koymuyor beni!” sözüyle ifade ettiği gibi, Allah korusun, o günah deryası, sahilden o kadar uzaklaşan kimseyi dalgaları arasında evirir çevirir ve bir daha kıyıya çıkmasına izin vermez. 12 Hâfızayı Takviye Eden Âmiller Hâfızayı zayıf düşüren illetlere mukabil, onu kuvvetlendirecek âmiller de mevcuttur. Bunların başında düzenli bir hayat, prensipli bir çalışma, sistemli bir düşünce ve zihni daimî çalıştırma gibi hususlar gelir. Uzmanlara göre, “Beyin çok çalışırsa yorulur” kanaati yanlıştır. Beynin yorulmasının sebebi onu çok çalıştırmak değil, yanlış kullanmak ya da onu âtıl bırakmaktan kaynaklanan hantallaşmadır. Evet, beyin çok çalışmaktan dolayı yorulmaz; aksine çalıştıkça gelişir, daha verimli hale gelir. Beyni yoran ve körelten çalışmak değil, boş durmak, düşünmemek, tefekkür etmemek ve iş yapmamaktır. Kullanılmayan organların köreldiği gibi hâfıza da doğru bir şekilde sürekli işletilmezse dumura uğrar. Maalesef, her gün daha bir ilerleyen teknik ve teknoloji insan dimağını belli ölçüde etkisiz ve hareketsiz kılmaktadır. Bugünün talebeleri hesap makinelerine ve bilgisayarlarına güvenerek çarpım tablosunu bile ezberleme ihtiyacı duymamaktadırlar. Bu hazırcılıktan kaynaklanan atalet de beyin fakültelerinin aktif hale gelmesini engellemektedir. Evet insan, mutlaka teknik ve teknolojik imkanlardan istifade etmelidir ama dengeyi bozmamaya da özen göstermelidir; mesela, basit işlerde kat‟i surette bilgisayar kullanmamalıdır ki hâfızasını ihmal etmiş olmasın. Ayrıca, bilgisayar bir yandan hâfızanın işini kolaylaştırırken diğer yandan da mutlaka zihne jimnastik yaptırtacak şekilde hazırlanmalı ve ona göre programlanmalıdır. İnsan, ezberlemekten ziyade öğrenmeye önem vermeli ve ona yoğunlaşmalıdır; fakat, bazı sahalarda ehemmiyetli bir kısım metinleri ezberlemenin de zihne talim yaptırma açısından çok faydalı olduğu gözardı edilmemelidir. Diğer taraftan, uzmanlar, bazı besinlerin beynin çalışmasını doğrudan etkilediği üzerinde de dururlar. Sabah kahvaltısının beynin performansını artırdığını ve kahvaltı alışkanlığı olmayan kimselerde konsantrasyon kaybı olduğunu belirtirler. Unutkanlığı yenmek ve hâfızayı güçlendirmek için kuru üzüm gibi içinde beynin ana yakıt maddesi olan glikoz barındıran gıdaları tavsiye ederler. Hıfz Namazı Selef-i salihînden bazıları da hâfızayı güçlendirip unutkanlığı azaltma adına hem bir kısım dualar okumuşlar hem de her sabah 21 tane çekirdekli kuru üzüm yemeyi itiyad edinmişlerdir. Ayrıca, ehlullah hâfıza geriliğinden ve ezberleyememekten şikayette bulunan insanları şu hadis-i şerifte tarif edilen dört rekatlık namaza ve arkasından yapılan duaya yönlendirmişlerdir: Bir gün Hazreti Ali, Allah Rasûlü‟ne gelip Kur‟an‟ı hâfızasında tutamamaktan yakınır; “Bu Kur‟an göğsümden uçup gidiyor. Onu ezberimde tutamıyorum.” der. Bunun üzerine Rasûl-ü Ekrem Efendimiz ona, “Cuma gecesinin son üçte birinde kalk; o, meleklerin şahit olduğu zamandır, onda yapılan dualar kabul edilir. Şayet o saatte kalkamazsan, gecenin evvelinde veya ortasında kalk ve dört rek‟at namaz kıl. Birinci rek‟atında Fatiha ile Yasin‟i, ikinci rek‟atında Fatiha ile Duhan‟ı, üçüncü rek‟atında Fatiha ile Secde suresini, dördüncü rek‟atında ise Fatiha ile Mülk suresini oku. Tahiyyâtı bitirdiğin zaman Cenâb-ı Hakk‟a güzelce hamd ü senâda bulun. Bana ve diğer peygamberlere de salavât getir. Erkek-kadın bütün mü‟minler için Allah‟tan mağfiret dile. Bu okuduklarının akabinde de şu duayı söyle!” buyurur ve kitaplarda “Hıfz duası” adıyla yer alan duayı tekrar etmesini ister. (Bu dua, “Kur‟an‟ı hıfz etme namazı ve duası” başlığı altında Mealli Dua Mecmuası‟nın 87. sayfasında da mevcuttur.) Hazreti Ali (kerremallahu vechehu) tarif edildiği üzere bunu beş veya yedi gece yapar ve Allah Rasûlü‟ne gelip şöyle der: “Ya Rasûlallah! Ben daha önceleri dört-beş ayeti bile ezberleyemiyordum. Fakat şimdi kırk ayet kadar ezberleyebiliyorum. Onu okuduğumda da sanki Allah‟ın kitabı gözümün önündeymiş gibi oluyor. Yine önceleri bir hadisi duyup tekrar ettiğimde tam ezberleyemezdim. Fakat, şimdi hadisleri işitip onları rivayet ettiğimde bir harf bile kaçırmıyorum.” (Tirmizî, Daavât, 114) 13 Sözün özü; öğrenilen malumâtı depolama ve gerektiğinde hatırlama istidadı olan hâfıza Cenâbı Allah‟ın insana bahşettiği en büyük lütuflardan biridir. Bu harika kabiliyet, doğru dürüst kullanıldığı sürece dünyalar dolusu bilgiyi ihtiva edecek kadar büyük bir kapasitede halkedilmiştir. Hâfıza nimetinin şükrünü eda edebilmek ve onu yaratılışına uygun olarak en güzel şekilde kullanabilmek için öncelikle zihinlerin silkelenmesine, gözlerin harama kapanmasına, mâlâyâniyâtın terk edilmesine, sistemli düşünceye, ihtiyaç miktarınca düzenli yeme-içmeye, sadece yetecek kadar uyumaya, tefekkür ile dimağı sürekli işletip geliştirmeye, dağarcıktaki tıkanıklıkları istiğfar ve zikir sayesinde açmaya, hâfızayı istidadını aşkın hale getirmesi için Hafîz-i Zülcelâl‟e ilticaya ve bir de en bereketli zaman dilimleri olan seher vakitlerini kollayarak fiilî dua adına intizamlı çalışmaya ihtiyaç vardır. (M. Fethullah Gülen, hikmet.net) İlave bilgi için tıklayınız: Okunan dualara, yapılan ibadetlere verilen sevaplarla ilgili rivayetler ... Hayra verilmek üzere sözlü olarak vasiyet edilmiş tarla, varislere intikal ettiğinde varisler nasıl davranmalıdır? Tarlanın sahibi vasıyette bulunmuş: "Tarlayı hayra verin" demiş. Bir yere vakfetmemiş. Kadın ölünce tarlanın üçte biri hayra verilecek, geri kalan kısmı varislerine kalacaktır. Varisler razı olmazsa tarlanın tamamı hayra verilemez. Şu halde mirasçılara düzen hissenin ancak üçte biri hayra verilmelidir. Şayet varislerin hepsi tarlanın hayra verilmesine razı olurlarsa o zaman tarlanın tamamı hayra verilebilir. İlave bilgi için tıklayınız: VASİYET... MÎRÂS... Kureyzalı bir yahudi, gözlerimizin önünde namusumuza el uzatmayın, demiş midir? Kureyza gazası anlatılırken on üç farklı sahifede kadınlarla ilgili ifadelere rastlanır. Fakat hiçbir yerde Kureyzalı kadınlarla ilgili olarak, yukarıdaki ifadelere rastlanmaz. Bkz. Vakidi, Amr b. Vakıd, el- Meğâzi, I- III, tahkik, Marsden Jones, Matbaatu Câmi „atu London, Londun 1966, II, 502-503, 509, 512, 516, 518, 520- 524. Bilgi almak için tıklayınız: Beni Kurayza gazası hakkında bilgi verir misiniz? 14 Hermeciddun (Armagedon) Savaşı ile Melhame-i Kübra (Büyük Kahramanlık Savaşı) aynı mı, yoksa farklı mı? - Önce şunu belirtelim ki, ahir zaman olaylarıyla ilgili hadislerin çoğu müteşabih kabul edilir. Bunlar çok açık olmadığı için kesin olarak tayin edilmeleri zordur. Çünkü Ahir zaman peygamberi olan Hz. Muhammed(asm), kendisinden sonra vuku bulacak olan bazı olayları haber verirken, bu olayların bir kısmı dört halife devrinde, bazıları onlardan biraz sonra ortaya çıkmış olabilir. Yani, işaret edilen olayların bir kısmının tarih içerisinde farklı şekilde tezahür etmeleri de mümkündür. Örneğin, Kudüs, hicri 17. yılda fethedilmiştir. Ardından bir kaç defa daha el değiştirmiştir. Hadislerdeki Kudüs fethinin hangisine işaret edildiği açık değildir. Bununla beraber, bu günün penceresinden olaylara baktığımızda bizdeki kanaate göre, Melhame-i Kübra(büyük etleşme/insanların bolca doğrandığı) savaş, I-II. Dünya savaşlarıdır. Özellikle İslam aleminin içinde bulunduğu ve Osmanlı‟nın tarih sahnesinden kalktığı I. dünya savaşı, Melhame-i Kübra olarak görünmektedir. Armagedon yedi düvelin saldırdığı Osmanlı devletinin de içinde bulunduğu I. Dünya savaşı olma ihtimali kuvvetlidir. - Kanaatimize göre: a. İstanbul‟un fethi ile Deccal ve Mehdi‟nin ilişkisi şöyle değerlendirilebilir: İlgili hadis rivayetlerinde, İstanbul‟un hazret-i Fatih tarafından fethedilmesi ile Deccal ve Mehdi‟nin çıkması arasından bir bağlantı olduğuna işaret edilmiştir. İslam literatüründe - değişik hadis rivayetlerine dayanarak- genellikle ahir zamanın önemli olaylarından olan deccal ve Mehdi‟nin çıkması İslam devletlerinin başkentlerinde/hilafet merkezlerinde olacağına hükmedilmiştir. Bu sebeple, Medine, Şam, Bağdat gibi merkezlerde olacağına vurgu yapılmıştır. Halbuki İstanbul‟un fethi ile hilafet merkezi Osmanlı topraklarına intikal etmiş ve İstanbul bizzat hilafet merkezi olmuştur. İşte, Fatih‟in İstanbul‟u fethetmesi ile Deccal ve Mehdi‟nin zuhuru arasında bu açıdan bir bağlantı vardır. b. “Büyük etleşmenin/korkunç ölümlerin yaşandığı savaşın çıkışı, Konstantiniye'nin/İstanbul‟un fethinin habercisi olması, İstanbul'un fethi, Deccal'ın çıkışının habercisi" olmasını şöyle anlayabiliriz.. Birinci dünya savaşının bitiminden sonra İstanbul işgal edildi. 1 Kasım'da İttihat ve Terakki kendini lağvetti. 6 Kasım'da Boğazlar silahsızlandırıldı. 7 Kasım'da işgal güçleri Çanakkale Boğazı'ndan geçti ve Osmanlı'nın başkenti İstanbul'a ulaştı. 13 Kasım 1918'de müttefiklerin 55 parçalık gemilerinden İstanbul'a 3500 asker çıkarıldı. Fiilen 1918 yılının Kasım ayında işgal altına düşen İstanbul‟un bir de resmen işgal tarihi vardır: 16 Mart, 1920. İstanbul ancak 6 Ekim, 1923′de, Lozan‟da kabul edilen şarta uygun olarak, yani Lozan antlaşmasının Meclis‟de onaylanmasından altı hafta sonra, bu işgalden kurtulur. İşgal dönemi yaklaşık beş-altı yıl sürmüştür. Yani İstanbul yeniden fethedilmiştir. Bu bilgiler, hadis rivayetlerinde yer alan, I. dünya savaşı (Melhame-i kübra), istanbul‟un fethi(demek işgal edilecek ki fethedilecek..), deccalin hurucu pratikte görülmüş olan hadislere uygunluk göstermektedir. (bazı rivayetlerde Mehdi de bu zaman diliminde ortaya çıkar). Peki nerede, Deccal ve Mehdi? Bunun cevabı basittir: “İman şuuruyla idrak edilen realitelerin içindedir.” - Tekrar edelim ki, ilgili rivayetler müteşabihtir. Farklı yorumlara müsaittir.. 15 Decretum Gelasianum nedir? Ebiyonitler (Ebionites) kimlerdir? - Kaynaklarda verilen bilgiye göre, M.S. 496 tarihli, Papa I. Gelasius döneminde “yanlış ve díní düşüncelere aykırı kitaplar” adı altında bir liste hazırlanmıştır. Bu listenin orijinal adı “Decretum Gelasianum”dur. Bu listede 60 kadar isim olduğu bilinmektedir. Bu listenin müslümanları ilgilendiren yönü, İslam inancına en yakın olarak bilinen Barnabas İncili'nin adının da bu yasaklar listesinde geçmesidir. Bu konudaki bilgiler çok farklı ve çok karmaşıktır. Şu anda elimizde bulunan bilgilere göre bu konuda bilimsel olarak kesin bir hükme varmak mümkün değildir. Barnabas İncili'nin tarih boyunca aslında var olmadığı şeklindeki iddialara değinen Avustralyalı bilim adamı Dr. Rodney Blackhirst, bir bilimsel makalesinde “Decretum Gelasianum” isimli listeye dikkat çekerek, şöyle demektedir: “Bazıları, ortaçağın sonlarında Barnabas İncili isimli yazıma rastlanılması öncesi süreçte, böyle bir incilin tarihsel olarak var olmadığını kesin bir güvenle iddia ediyorlar. Oysa farklı yüzyıllardan, iki ayrı liste bunun tersini kanıtlıyor. İki listede de aynı yanlışın olması, aslında olmayan bir şeyin yanlışlıkla iki ayrı listede de "Barnabas İncili" adıyla yer alması mümkün müdür? "60 kitap listesi" sadece bu tek konuda yanlış olabilir mi? Barnabas İncili'nin hiç var olmadığı iddiası kimilerinde, bu incilden bugüne hiç bir parçanın gelmediği iddiasına yerini bırakıyor.” - Ebionitler, Geniş bir ifade ile Yahudi-Hıristiyan, Yahudi kanından olan bütün Hıristiyanlardır. Fakat bir gurubun veya mezhebin tarifi olarak, bu isim çeşitli anlamlara gelebilir. Bu isimden gaye, bir zamanlar putperestlikten dönen, Paulus taraftarı Hıristiyanların büyük kilisesi yanında, ayrı bir gurup teşkil etmiş ve onlardan ayrılmış, özel kaderleri olan bir guruptur. Bunlar, özellikle Paulus teolojisi (teslis akidesi) üzerine bina edilen kiliselerce, zındıklıkla itham edilmişlerdir. Artık bu isim, Yahudi kökenli bir gurubu değil, bir mezhebi işaret etmektedir. Bunlara Ebionitler de denir. Büyük Kilise'de (teslis akidesine bağlı olarak) kalmış Yahudi kökenli kimseler için, bu isim söz konusu değildir. Verile bazı bilgilere göre, bu mezhep Peygamber efendimizin geldikleri çağda dahi mevcut fakat son günlerini yaşamaktaydı ve mensupları gerçek İncil‟de vadedilen son peygamberi beklemekteydiler. Mezhebin son günleriydi, zira Pavlos‟un Roma imparatorluk dini haline gelen mezhebi tüm rakip mezhepleri kan ve ateşle bir bir ortadan kaldırmaktaydı. Ebionitler (fakirler) mezhebi Irak ve Şamda ufak ufak cemaatler halindeyken İslam‟ın buralara yayılmasıyla bekledikleri yeni dine girmişlerdir. 16 Hz. Hamza, Cebrail’i görmüş müdür? İlk rivayetin kaynaklarına ulaştık. Bir rivayete göre Ammar b. Ebi Ammar olayı -özetle- şöyle anlatıyor: “Hamza b. Abdu‟l-Muttalib Hz. Peygamberden (asm) Cebrail‟i asıl suretinde kendisine göstermesini istedi. Hz. Peygamber „onu görmeye dayanmazsın‟ dedi. Hamza: „Dayanırım” deyince, Hz. Peygamber: „Olduğun yerde otur‟ dedi. O da oturdu. Derken, Cebrail, müşriklerin Kâbeyi tevaf edecekleri zaman elbiselerini üzerine koymayı adet edindikleri ağaç kütüğünün üzerine indi. Resulullah(s.a.v): „başını kaldır ve bak‟ deyince, Hamza, Cebrail (a.s) 'in zebercedden yeşil cevhere benzeyen ayaklarını gördü ve bayıldı.” (İbn Sad, et-Tabakatu‟l-Kübra, Beyrut, 1410/1990, 3/8; Kadı Iyaz, eş-Şifa, Amman, 1407, 1/711; Beyhaki, Delailu‟Nübüvve, Daru‟l-Kütübi‟l-İlmiye, 1408/1988, 7/81; Suyutî, elHasaisu‟l-Kübra, Beyrut, ts. 1/208). Kaynaklarda Hz. Hamza ile ilgili başka bir rivayete rastlayamadık. Hz. Peygamber (asm), Cebrail‟i (as) bir kere "açık ufukta", bir kere de "sidretü'lmüntehâ"da aslî hüviyetiyle görmüştür. Cebrail, inkarcılara karşı Hz. Peygamber (asm)'in dostu, müminlerin destekleyicisidir. Kadir Gecesi'nde meleklerle birlikte yeryüzüne iner, âhirette insanlar hesaba çekilirken mahşerde saf saf dizilen meleklerin yanında bulunur. (bk. M.F. Abdülbâki, Mu 'cem, s. 163, 326) İlgili hadislere göre Cebrail (as) dünyada ve âhirette Allah ile kulları arasında elçidir; hem meleklere hem peygamberlere ilâhî emirleri tebliğ eder. Bu sebeple de Allah'la vasıtasız konuşur. (Müsned, II, 267; III, 230; Buhârî, Tev-hîd, 33) Hz. Peygamber (asm), Cebrail (as)'in Allah nezdindeki üstün mertebesini dikkate alarak dualarında "Cibril'in Rabbi" ifadesini kullanmış ve bir anlamda onunla tevessülde bulunmuştur. (Müsned, VI, 61, 156; Nesâî, Sehv, 88) 17 Hayatımızda olaylara hikmet nazarıyla mı bakmamız gerekir? Hikmet, sebepler örgüsünden oluşan bir programın tezahürüdür. Bu sebepler zincirinin münasebetlerini bilmek, buna göre tedbir almak hikmetle hareket etmek anlamına gelir. Ancak bir insanın olaylara bakış açısını dengeli ayarlaması için, biri tevhid akidesi, diğer sebepler dairesi penceresinden bakması gerekir. Sebepler dairesinde yaşayan insanlar olarak bunu göz ardı etmemiz mümkün değildir. Olumlu-olumsuz her bir olayın arkasında mevcut olan bir sebep zinciri olduğunda şüphe yoktur. Bu sebepler şayet cansız, şuursuz türünden ise, işin sorumluluğunu biz üstelenebiliriz. Ancak olayların iyi türden olması halinde bunları Allah‟a vermek durumundayız. Çünkü iyiliklerin icadî noktaları çok olduğundan ve bizim bunlara müdahelemiz söz konusu olmadığından bunların Allah‟tan bize birer lütuf olduğunu düşüneceğiz. Şayet karşılaştığımız bu olaylar kötü ise, kötülükler genellikle adem/yokluk/bir şeyi güzelce yapmamaktan kaynaklandığı için bunun sorumluluğunu kendimize almak durumundayız. “İyililerin Allah‟tan kötülüklerin insanın kendi nefsinden olduğunu” belirten ayetin açıklamasının hakikati budur. Yok eğer bu olaylar şuurlu insanlar tarafından yapılmışsa, bakacağız, bunlar iyi türden şeyler ise, bu durumda hayırlı şeylere vesile olmaları açısından onlar için dua etmemiz gerekir. Çünkü Allah o hayırlı işi o kişini eliyle bize ikram etti. Bu açıdan vesile olanı yok saymak doğru olmaz. Ancak asıl nimet sahibi Allah olduğundan esas teşekkürümüzü de Allah‟a verecek ve ona şükredeceğiz. Şayet insanlar tarafından yapılan olaylar olumsuz, kötü ise, bunun sorumluluğunun çoğunu onlara vereceğiz. Her şeyde Kaderin de bir adaleti olduğunu düşünerek, böyle olaylarda kaderin de hissesini unutmayacağız. Kader elbette hâkimdir; onaylamadığı hiç bir şey olmaz. Ancak, insanların olumsuz işlerin sorumluluğunu yüklenecek bir donanıma sahip olarak yaratılması da bir kaderdir. Kader tarafından kendisine verilen özgür iradesini kullanarak yaptığı kötü işlerden sorumlu olması adaletin bir gereğidir. Bütün bu gerçekler ışığında diyebiliriz ki, insanın bu dünya hayatında huzurlu bir yaşam sürdüre bilmesi, onun Allah‟ın sonsuz adalet, hikmet ve rahmetine iman etmesiyle doğru orantılıdır. Bunlar insanların yegâne teselli kaynağıdır. Bu noktada Bediüzzaman Hazretlerinin su tespitlerine kulak vermemiz iyi olacaktır: “(Biz her zaman hayattan) şekva değil, şükrettirecek rahmetin izini, yüzünü, özünü görmeye çalışmalıyız.” (Tarihçe-i Hayat, 240 ) “Ben tahmin ediyorum ki: Bütün küre-i arzın bu yangınında ve fırtınalarında, selâmet-i kalbini ve istirahat-ı ruhunu muhafaza eden ve kurtaran, yalnız hakikî ehl-i iman ve ehl-i tevekkül ve rızadır. Bunların içinde de en ziyade kendini kurtaranlar, Risale-i Nur'un dairesine sadakatla girenlerdir. Çünki bunlar, Risale-i Nur'dan aldıkları iman-ı tahkikî derslerinin nuruyla ve gözüyle, herşeyde rahmet-i İlahiyenin izini, özünü, yüzünü görüp, her şeyde kemal-i hikmetini, cemal-i adaletini müşahede ettiklerinden kemal-i teslimiyet ve rıza ile, rububiyet-i İlahiyenin icraatından olan musibetlere karşı teslimiyetle, gülerek karşılıyorlar, rıza gösteriyorlar. Ve merhamet-i İlahiyeden daha ileri şefkatlerini sürmüyorlar ki, elem ve azab çeksinler. İşte buna binaen, değil yalnız hayat-ı uhreviyenin, belki dünyadaki hayatın dahi saadet ve lezzetini isteyenler, -hadsiz tecrübelerle- Risale-i Nur'un imanî ve Kur'anî derslerinde bulabilirler ve buluyorlar.” (Kastamonu Lahikası, 123) 18 Evrim islam alimleri tarafından reddediliyor. Canlılarda ki bu kadar fazla çeşitliliğe, nesi tükenmiş canlılara, bulunan geçiş formu fosil kayıtlarını ne gibi '' bilimsel '' bir teoriyle açıklayabiliyorlar? Evrimin İslam âlimleri tarafından reddedildiği fikri de, kabul edildiği fikri de yanlıştır. İslam âlimleri, bir yaratıcıyı devreden çıkarıp, her şeyi tesadüf ve tabiatın eseri olarak gören düşünceye karşıdırlar. Bunun adı ister evrim olsun, ister yaratılış olsun, fark etmez. Evrim teorisi içinde, hem doğrular var, hem de yanlışlar. Önce bunun açıkça ortaya konması gerekir. Yani, evrimden neyin kastedildiğinin belirtilmesi gerekir. Değişme ve farklılaşmalar, hem canlılar âleminde ve hem de cansızlar âleminde mevcuttur. Yerküre birdenbire bu şeklini almış değildir. Başlangıçta güneşle bitişik bir halde iken, zamanla bu halini almıştır. İnsan da, tek hücreyle dünyaya ayağını atmış, yüz trilyon hücreye ve belli bir şekle ulaşmıştır. Bitkiler de böyledir, hayvanlar da. Onlar da yeryüzüne tek hücreyle gelmekte ve farklılaşıp gelişerek belirli bir büyüklüğe ve olgunluğa ulaşmaktadırlar. Hatta bütün canlılardaki hücreler her an değişmekte, yenilenmekte ve böylece o canlının âlemi ve yapısı her an değişmektedir. İşte bütün bu değişiklikleri ontojeni, ya da tekâmülle ifade etmek mümkündür. Siz buna evrim diyorsanız, bunlar teori değil, birer kanundur. İslam alimleri, bütün bu değişiklik ve farklılaşmaların her an Allah‟ın sonsuz ilim, irade ve kudreti altınيa cereyan ettiğini kabul ederler. Onların karşı çıktığı noktalardan birisi, Allah‟ın devreden çıkarılarak, varlıkların tesadüf ve tabiatla açıklanmasıdır. Diğeri de, bir canlı grubundan bir başkasının ve dolayısıyla silsile halinde bütün canlıların birbirinden türediği görüşüdür. İslam âlimleri, kâinatı bir kitap gibi kabul eder. Allah tarafından yazılmış bir kitap. İnsan da bu kitabın içerisinde bir harf gibidir. Her bahar da bu kitabın bir sayfası şeklindedir. Dolayısıyla bilimlerin görevi de bu kâinat kitabını tetkik etmek ve araştırmaktır. İslamiyet de, bilim sahasında çalışmayı teşvik eder, çalışan âlimleri de över. İslâmiyet‟te, cisimlerdeki ölçülü, plânlı ve bir maksat ve gayeye göre yaratılışın düşünülmesi “TEFEKKÜR”, fikir ve akıl yürütme, yorumlama olarak ifade edilir. Böyle bir saatlik akıl yürütme ve düşünmeyi, İslâmiyet bir sene nafile ibadetten üstün görmektedir. Kur‟an; “Düşünmüyor musunuz?”(Bakara, 76), “Aklınızı kullanmıyor musunuz?”(Bakara, 44) diyerek akla havale eder. Akıllı düşünmeye teşvik eder. “Bu inceliği, ancak aklı selim sahipleri düşünüp anlar” (Âli İmran, 7) der. Allah‟tan ilmimizin arttırılmasını istememizi öğütler: “Rabbim, ilmimi arttır” (Tâhâ, 114)der. Bilenlerle bilmeyenlerin bir olmadığına dikkat çekilir: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”(Zumer, 9). Hadislerde de ilme teşvik vardır: “İlim talebi için yola çıkan kimse, dönünceye kadar Allah yolundadır” [Tirmizî İlim 2, 2649; İbn Mâce, Mukaddime 17, 227]. “Kim ilim öğrenmeyi talep ederse, bu onun geçmişteki günahlarına kefaret olur”[Tirmizî İlim 2, 2650]. “Hikmetli söz müminin yitiğidir. Onu nerede bulursa, hemen almaya ehaktır”[Tirmizî, İlim, 19, 2688]. “İlmin azalması, cehaletin artması” [Buhari, Kitabu‟l-İlim, 71-72.] dünyanın sonu olarak belirtilmiştir. İslâmiyet‟te âlimin mürekkebi, şehidin kanından üstün tutulmuştur. Böyle bir din, ilme karşı olabilir mi? Zaten bütün ilimler, Allah‟ın kâinat kitabının tefsiri ve açıklaması değil midir? Kur‟an da O‟nun kitabı, kâinat da. Kur‟an‟a ters düşen, ilim değil, ancak bir takım teori ve hipotezler veya ideolojik yaklaşımlar olabilir. İşte İslam âlimleri, nesli tükenmiş canlıları da, fosil formları da bu metodolojiye göre değerlendirirler. Onların âleminde ilme ve çalışmaya karşı duruş değil, bilakis, teşvik ve gayret vardır. Ancak, Allah‟ı unutmamak ve devreden çıkarmamak şartıyla. Prof. Dr. Adem Tatlı 19 Savaş esiri cariyelerin cinsel ilişkiye zorlanması caizken, onların müslüman olmaları imkansız hale gelmiyor mu? Sizin söyledikleriniz tamamen hayali varsayımdır. Zorla cinsel ilişkiye girmişse daha sonra İslam‟a girmez.. vs... Önce (defalarca bu konuya değinmiş olmamıza rağmen) yine de şunu belirtelim ki, kölelik kurumu İslam‟ın getirdiği bir şey değildir. Daha öncelerden -insanlık tarihi kadar eski- bir gelenek olarak devam edip gelmişti. İslam dini bu evrensel hukuki statüye rağmen bir çırpıda bunu ortadan kaldırması mümkün değildir. İslam‟ın köleliği ortadan kaldırmak ve durumlarını iyileştirmek için attığı adımları -sitemizde yer aldığı için- tekrar etmeyeceğiz. O halde bütün dünyada yürürlükte olan bu hukuk normlarını paylaşmak ve uygulamaktan başka bir seçenek yoktur. Belirli kurallar dahilinde, cariyelerle bir eş gibi yaşamak da bu kuralın bir sonucudur. Müslümanlara cariye olarak ganimet düşmüş olanların büyük çoğunluğunun müslüman olmaları, sizin bu endişenizi ortadan kaldıracak önemi haizdir. Bu açıdan bakıldığında gayr-ı müslim kadınları harp esiri olarak alıp cariye yapmak, onların müslüman bir ailede yaşamasına imkan verdiği için müslüman olmalarına katkı sağlayacaktır. “Zorla cinsi ilişki” konusu da bir varsayımdır. Çünkü eskiden beri cariyelik konusuna aşina olan bu kadınların başka seçeneklerinin olmadığını bilmelerinden kaynaklanan bir teslimiyetin olmadığını söylemek kolay değildir. Bununla beraber, bir mümin olarak bizim bu gibi konuları şüpheli, ihtimalli zeminler üzerinden değil de imanımızın kesin hükümlerine göre incelersek daha isabetli olur. Şöyle ki; biz, sonsuz ilim, hikmet , rahmet, adalet ve kudret sahibi olan bir Allah‟a iman ediyoruz. Bu sıfatların sahibi olan Allah‟ın “cariyeleri iman etmekten alıkoyacak bir duruma düşmelerini ön gören bir statüye” hiç izin verir mi? Bilakis, hükümler çoğunluğa göredir. Ve cariye ve kölelerin çoğunun müslüman oldukları bilinen bir gerçektir. Hükümler çoğunluğa göredir. “Az bir zarar için pek çok faydayı terk etmek, tamamen zararı doğurur” kuralı ilmi bir prensiptir. Özetle, cariyelerin o günkü mevcut statüsünün daha güzel bir konuma getirmek mümkün olmadığı için bu şekliyle iktifa edilmiştir. Şunu unutmamak gerekir ki, dünyada her ilacın, her prensibin, her hükmün birilerine bazı yan etkileri olabilir. Şimdi bir insan kalkıp da, hoşuna gitmeyen hırsızın elinin kesilmesi ile ilgili Kur‟an‟ın hükmünden dolayı dinden çıksa veya eski inkârcılığında devam etse, sadece kendisi zarar eder. Onun bu hevesine göre Allah‟ın hükmü değişmez. İnsanlara düşen ilahî prensiplerin hikmetini öğrenmek, öğrenemediği sürece de Allah‟a teslim olmak, “benim aklım buna ermeyebilir. Fakat Allah ne yaparsa güzel yapar. Mevla ne eylerse güzel eyler” deyip başka konudaki imanını güçlendirmeye çalışmalıdır. Şunu da vurgulayalım ki, eğer bir kadın sırf rızası dışında ilişkiye zorlandığı için İslam‟dan uzaklaşırsa ve bu gerekçesi ilahi adalet ölçüsüne göre haklı ise, bu kadın, ilahi adalet terazisinde asla haksızlığa uğramaz. Yalnız bizim sırf bir varsayıma dayanarak İslami bir hükmü tenkit konusu yapmamız daima risklidir. Zira İslam dininin sahibi Allah‟tır. Hz. Peygamberin uygulamaları da Allah‟ın onayından geçmiştir.. İslam, ona teslim olmayı, iman ise, ona emniyet edip güvenmeyi emreder. 20 Mumu üfleyerek söndürmemek, ateşe su dökmemek tırnakları tuvale atmamak hurafe midir? 1) “Sarık sararken ayakta sarmalı, sarığı çıkartırken bir anda çıkartmamalı tekrar geri sararak çıkarmalı, otururken sarmamalı çıkartmamalı” şeklindeki bilgiye hadis kaynaklarında rastlayamadık. 2) “Sirke bulunan eve cin girmeyeceği” şeklindeki bilgiye rastlayamadık. 3) Mumu üfleyerek değil elle söndürmeli” şeklindeki bir hadise rastlayamadık. 4) “Ateşin üstüne su dökmemeli” manasına gelen bir hadise rastlayamadık. “Uyuyacağınız zaman ateşi (söndürmeden) öyle kendi haline bırakmayın” (Kenzu‟lUmmal, no:41364) manasındaki hadiste ateşin söndürülmesi emredilmiş ancak söndürme şekli belirtilmemiştir. “Su ateşi söndürdüğü gibi, sadaka da hataları/günahları söndürür” (Kenzu‟l-Ummal, no.7438) manasındaki hadiste suyun ateşle söndürüleceğine dolaylı bir işaret vardır. 5) “İkindiden sonra açık yerde bevl etmeyiniz” manasına gelen herhangi bir hadis rivayetine rastlayamadık. Açık yerde -insanlara görülecek şekilde- bevl etmek sadece ikindiden sonrası için değil her zaman uygun görülmemiştir. (bk. Neylu‟l-Evtar, 1/73-74) 6) “Tırnakları tuvalete atmamalı” manasına gelen bir hadis rivayetine rastlayamadık. 21