editör’den "Karınca, ağzına lokmayı almak için çalışır, uğraşır, yorulur en sonunda lokmayı ağzına alır... Fakat tam yutacağı anda, onu gözetleyen kuş, karıncayı yutuverir..." Ölüm, her an tepemizde bizi yutmak için, o kuş gibi bekliyor. Bizler ise çeşitli dünyalık meşgaleler içerisindeyiz. Ölüm bizi her an yakalayabilir. Hepimiz ölecek yaşta, ölecek zamandayız. Zaman; vakit kaybedilecek, boş durulacak, eğlenilecek, uyuyacak, gaflet içinde olunacak zaman değil. O yüzden; önce kendimiz, daha sonra ailemiz -çevremiz, müslümanlar ve tüm insanlığın iyiliği için seferber olmalıyız. Neler yapmalıyız? İtikadımızı yeniden gözden geçirip, gerekirse yeniden iman etmeliyiz. Bunun için sahih kaynaklara başvurmalıyız. Kendimize çeki düzen vermeliyiz. Helallere-haramlara, günahlara, faize, zinaya, dedikoduya, gıybete, yalana dikkat etmeliyiz. Aldığımız her nefese dikkat etmeliyiz. “Sufi, ibn’ul vakt” olmalıyız. Kendimiz için, Allah'ın razı olmayacağı hiç bir şeyi benimsememeliyiz. Düzelme işinde önce kendimizden başlamalıyız. "Kendisini düzeltmeyen, başkalarını düzeltemez." Eğer, yapmadığımız şeyleri söylemeye kalkarsak, şu ayetle karşı karşıya geliriz: "Ey iman edenler! Niçin yapmadığınız şeyleri yapınız dersiniz !" Öncelikle ailemizde örnek bir duruma gelmeliyiz. Aile içinde İslam’ın emirlerine ters gelecek hiçbir şey kalmasın. Ahlaksız televizyon programlarının zehir musluklarını kapatmadan bunu başaramayacağımızı aklımızdan çıkarmamalıyız. "Aile Saatleri" oluşturarak, ailemizin tüm fertleriyle, her akşam en az 15 dakika olmak kaydıyla, aile içi ders yapmalıyız. Her gün bir ayet-i kerime, bir hadis-i şerif öğrenirsek; senede 365 ayet-i kerime, 365 hadis-i şerif öğrenmiş oluruz. Haftalık arkadaşlarımızla, komşularımızla ev sohbetleri yapmalıyız.. (bayanlar ve erkekler ayrı ayrı olmak kaydıyla) Cemaatte rahmet olduğunu unutmamalıyız. Sohbetleri yaptıkça göreceğiz ki; Sırf Allah rızası için bir araya geldiğimizde, ne bereketler, ne hayırlar gelecek, rahmet yağmurları bizlerin günahlarını temizleyecek, tertemiz olacağız. "Ne mutlu sırf Allah için bir araya gelebilenlere." Aramızda selamı çoğaltmalıyız. Kendi görüşümüzden, tarikatimizden, cemaatimizden olmayanlara da selam vermeyi ihmal etmemeliyiz. Zaman düşmanlık ve kin zamanı değil, birlik zamanıdır. Bir araya gelmek için zemin hazırlamalıyız. Yaptığımız her hizmet, müslümanların birliği, dirliği ve kardeşliğine vesile olsun. Kendimiz rahat yerlerde olsak bile, dünyanın birçok yerinde müslümanların acı çektiğini, gözyaşı döktüğünü, islam kadınlarının tecavüze uğradığını unutmamalıyız. Her zaman olduğu gibi, şu an bile; çok olumsuz şartlarda İslam için çalışanların var olduğunu bilerek onlara; sabır, sebat ve zafer için dua etmeliyiz. Allah’a emanet olunuz… içindekiler AYLIK İLİM KÜLTÜR DERGİSİ Yıl: Sayı: 49 Ekim 2009 SAHİBİ 4 HZ. PEYGAMBER’İN BİR SABAH 42 Yazar Aydın Başar: NAMAZI SONRASI SOHBETİ “Müseyleme’nin Kanalında Hz Ebubekir Anlatılmaz” Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN Burhan Basın Yayın Umut BULUT Eğitim ve Tur. Ltd. Şti. SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ Serdar TAŞAR 8 EMR-İ MA'RUF NEHY-İ MÜNKER YAYIN DANIŞMANLARI Ebubekir SİFİL Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN Yard. Doç. H. Murat KUMBASAR 12 MERHAMET OLGUSU YAYIN KURULU Yrd. Doç. Dr Mehmet ADIGÜZEL Yusuf ELİBOL Aydın BAŞAR Umut BULUT GRAFİK TASARIM 16 Sakın Cahillerden Olma! Asim AYDOĞDU 0538 233 5000 Mahmut TOPTAŞ 20 İNSANIN KEMALE ERMESİ İÇİN EBEDİ HAYATIN GEREKLİLİĞİ Tek Sayı: 6 TL Prof. Dr. Veysel GÜLLÜCE 1 Yıllık (12 Sayı) Abone: 72 TL Abonelik İçin Hesap Numaraları Hasan BAŞAR 22 RAHMET ELÇİLERİ Ersan BİLGİN Posta Çeki No: 5091167 Türkiye Finans Sultanbeyli Şubesi Ziraat Bankası Sultanbeyli Şubesi 26 PEYGAMBERLER… (7) Hesap No: 1673–44165588 Osman KARABULUTOĞLU Hesap No: 291928-1 YAYIN VE İLETİŞİM ADRESİ Sultanbeyli / İST. 30 MÜRŞİD GEREKTİR BİLDİRE Tel: +9 (0216) 498 94 00 Sezgin ÇAKIR Faks: +9 (0216) 498 94 00 burhandergisi@mynet.com 36 ZİNCİRLE GELEN MİSAFİR burhandergisi@gmail.com Aydın BAŞAR www.burhandergisi.com BASKI Milsan A.Ş. 0212 697 1000 38 Allah’a Teslim Olmak YAYIN TÜRÜ Seyyid Ahmed er Rufai Hazretleri’nden Aylık Süreli Yayın Sebahaddin TÜZÜN 64 BAYRAM VE ÇOCUKLAR 66 KÜÇÜK BİR NİYET Ayşe BAĞCİVAN İNTERNET ADRESİ burhandergisi@hotmail.com 63 Ne Yapsın Hicret OSTA Mehmet Akif Mah. Kuran Kursu Cad.No: 87 60 NASİHATTE BAŞARI ÜSLUBA BAĞLIDIR 6 Aylık Abone: 36 TL 1 Yıllık Abone: 75 Euro Yusuf ELİBOL 56 ŞEFAAT Fiyatı Yurtdışı Talha Hakan ALP Nihat MORGÜL Burhan Ajans DAĞITIM ORGANİZASYONU Bağlamında Modernistlerin Usul-i Fıkıh Eleştirilerine Cevap 54 Muhabbet Bahçesi Ramazan ÇAKIR Mustafa ÖZKAYA 46 İslamî İlimlerin Orijinalliği 68 Gönüller Sultanı Hacı Şaban Efendi Hazretlerini Vefatının 17. yıl dönümünde rahmetle andık 70 BURHAN ÇOCUK Musa KARACA Gönderilen yazılarda editör ve yayın kurulu değişiklik yapabilir. Gönderilen yazılar iade edilmez. Yazılardan kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir. Yayınlanan reklamlardaki ürün ve hizmetlerin sorumluluğu reklam verene aittir. 40 “Allah’tan aldığım vazifeyle “yeter” diyorum.” Salih AYDIN 72 SEYYİDU-L İSTİĞFAR Hz. Peygamber’in Bir Sabah Namazı Sonrası Sohbeti 4 Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN Emr-İ Ma'ruf Nehy-İ Münker Ebubekir SİFİL 8 Sakın Cahillerden Olma! 16 Nihat MORGÜL Zincirle Gelen Misafir 36 Aydın BAŞAR “Müseyleme’nin Kanalında Hz Ebubekir Anlatılmaz” 42 Umut BULUT Şefaat Mahmut TOPTAŞ 60 56 Nasihatte Başarı Üsluba Bağlıdır Hasan BAŞAR Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN mustafaagirman@gmail.com HZ. PEYGAMBER’İN BİR SABAH NAMAZI SONRASI SOHBETİ Hz. Peygamber efendimiz, zaman zaman Medîne mescidinde sohbet eder cemaat da bu sohbetleri can kulağı ile dinlerdi. Cuma günleri hutbe okur, cemaati dini konularda bilgilendirirdi. Bayram namazlarında da hutbe îrâd ederdi. Okuduğu hutbeleri bir konuya hasretmez, aynı hutbede değişik konulara temas ederek cemaatin dikkatini canlı tutardı. Ayrıca hemen her gün sabah namazından sonra sohbet ederdi. Sabah namazından sonra: “İçinizden bu gece rüyâ gören var mı?” diye sorar, anlatılan rüyâları yorumlayarak söze başlardı. Şayet cemaatin içinden rüyâ gören kimse çıkmazsa, kendi rüyâsını cemaate anlatır, sonra da yorumunu yapardı. Gece gördüğü rüyâyı anlatarak cemaatin dikkatini çeken Hz. Peygamber, bu arada sabahleyin zihinleri berrak olan ashâbına vermek istediği mesajını ulaştırırdı. Ekim 2009 4 Kimi zaman, ashâbının gördüğü rüyâları kendisi yorumlar; kimi zaman da yanında bulunan ve anlatılan rüyaları yorumlamak isteyenlere yorumlatır ve onların yorumlarını değerlendirirdi. Bu da, ashâbın rüyâ ta’biri konusunda yetişmesini sağlardı. Bilindiği gibi peygamberlerin gördüğü rüyâlar sadık rüyâlardır. Onların gördüğü rüyâlar er veya geç olduğu gibi çıkar. Küçük yaşta gördüğü bir rüyâyı babasına anlatan Hz. Yûsuf (a.s.), yıllar sonra babası Hz. Ya’kûb (a.s.)’a: “Ey babacığım! İşte bu, daha önce (gördüğüm ve sana anlattığım) rüyânın yorumudur. Rabbim onu gerçekleştirdi.” demişti. Peygamberler, sadece birkaç gün veya birkaç yıl sonra olacak şeyleri değil, âhiret âlemine âit şeyleri de rüyâlarında görür ve bunu çevrelerindeki insanlara anlatarak âhiret konusunda onları bilgilendirirler. BAŞYAZI Ashâb-ı kirâm’dan Semüre b. Cündeb, Hz. Peygamber’in, bir sabah namazından sonra âhiret âlemi ile ilgili bir rüyâsını anlattığını bize şöyle nakleder: “Rasûlullah (s.a.v.), sahâbî-lerine hitaben sık sık: - “Sizlerden herhangi biriniz bu gece rüyâ gördü mü?" diye sorardı. Bunun üzerine Allah’ın anlatması¬nı dilediği kimseler rüyâlarını anlatırlardı; O da ta'bîrini yapardı. Bir gün sabah namazından sonra, kendi gördüğü rüyâsını bize şöyle anlattı: "Bu gece bana iki kişi (yâni iki melek) geldiler. Onlar beni aldılar ve: -“Bizimle yürü!” dediler. Ben de onların beraberinde yürüdüm. Nihayet biz, yatmakta olan bir adamın yanına vardık. Yanına vardığımız bu adamın baş ucunda, elinde taş bulunan başka bir adam durmuş, o yatan adamın başını taşla vurup kırıyor¬du. Başına her vurduğunda taş, bir tarafa yuvarlanıp gidiyordu. Atan adam da arkasından koşuyor ve onu tekrar alıp getiriyordu. O dönüp gelmeden, bunun başı iyi oluyor ve eski hâline dönüyordu. Sonra taşı getiren adam, yatan adamın üzerine dönüyor ve birinci defa yaptığı gibi tekrar onun başını ezme işini yapıyordu. Ben bu iki meleğe: -“Sübhânallah! Bu iki adamın durumu nedir, (bunlar kimdir)? diye sordum. İki melek bana: -“Yürü, yürü!” dediler. Birlikte yürüdük ve sonunda arka üstü yatmış bir adamın yanına geldik. Onun baş ucunda da elinde demirden çatal bir kanca bulunan başka bir adam ayakta duruyordu. Ayakta duran adam, elindeki kancayı yatan adamın avurdunun bir tarafına geçiriyor ve tâ başının arkasına kadar yırtıp parçalıyordu. Aynı şekilde burun deliğine takıyor ve ensesine kadar yırtıyordu. Gözüne takıyor ve başının arkasına kadar yırtıp parçalıyordu. Sonra diğer tarafına geçiyor ve aynı şeyi bu tarafa yapıyordu. Bir tarafın işi bitmeden diğer taraf eski haline geliyor ve sapasağlam oluyordu ve bu böyle devam ediyordu. Ben yine yanımdaki iki meleğe: -“Sübhânallah! Bu iki adamın hâlleri nedir?” diye sordum. Bu iki melek bana: -“Yürü, yürü!” dediler. Biz yine birlikte yürüdük ve tennûr gibi altı geniş, üstü dar bir fırının ya¬nına geldik. Bir de baktık ki, onun içinden değişik insanların seslerinden oluşan bağırmalar, çığlıklar, feryatlar ve iniltiler geliyor. Biz onun ağzına doğru baktık ve içeride birçok çıplak erkekler ve çıplak kadınlar var olduğunu gördük. Onların aşağısından kendilerine doğru bir ateş alevi yükseliyordu. Bu alev onlara doğru yükseldikçe, bağırıp çağırıyorlardı. Ben, yine yanımdaki iki meleğe: -“Bu çıplak erkekler ve kadınlar (kimdir ve bunların hali) nedir?” diye sordum. Bu iki melek bana: -“Yürü, yürü!” dediler.Biz yine bu iki melekle yürüdük ve bir nehir üzerine geldik. Nehirin suyu kan gibi kırmızı akıyordu. Nehire iyice baktık ve bu nehrin içinde yüzmekte olan bir adamın var olduğunu gördük. Nehrin kenarında da yanıbaşında birçok taşlar toplamış olan bir başka adam vardı. 5 Ekim 2009 Nehirdeki bu adam yüzdüğü kadar yüzüp geliyor, sonra yanında taşlar toplayan adamın yanına varıyor ve ona doğru ağzını açıyordu. Kenardaki adam da onun ağzına bir taş atıp taşı ona yutturuyordu. Bundan sonra nehirdeki adam yüzerek geriye doğru gidiyor, sonra tekrar kenardaki adama doğru dönüp geliyordu. Kenardakinin yanına her dönüşünde kenardaki adam, onun ağzının içine bir taş atıyor ve ona taşı yutturuyordu. Ben, yine yanımdaki iki meleğe: bir bahçeye geldik. Bahçede baharın her bir çiçeğinden vardı. Bahçenin ortasında çok uzun boylu bir adam vardı ki, ben onun semâya doğru uzanan başını nerdeyse göremiyordum. Adamın etrafında da şimdiye kadar hiç görmediğim şekilde bir çocuklar kalabalığı vardı. Ben, yine yanımdaki iki meleğe: -“Bu iki adamın hâli nedir?” diye sordum. Onlar da bana: -“Yürü, yürü!” dediler. Biz yine yürüdük ve sonunda büyük bir bahçeye vardık ki, ben asla ondan daha büyük ve ondan daha güzel bir bahçe görmüş değilim. Yanımdaki iki melek bana: -“Yürü, yürü!” dediler. Biz yine yürüdük ve sonunda çok çirkin görünümlü bir adamın yanına geldik. Bir de baktık ki, onun yanında yakmakta olduğu bir ateş var. Sonra bu adam yaktığı ateşin etrafında koşup duruyor. Ben yine meleklere: -“Bu adamın hâli nedir?” diye sordum. Onlar da bana: -“Yürü, yürü!” diye emrettiler. Biz yine yürüdük, sonunda uzun ağaçlar ve bol bitkilerle sarılmış Ekim 2009 -“Bu uzun adam ve bu çocuklar neyin nesidir?” diye sordum. Bu iki melek bana: -“Bu ağaçların içinden yükseğe çık!” dediler. Biz meleklerle o ağaçların içlerinden yüksek¬lere doğru çıktık. Nihayet altın ve gümüşten tuğlalarla binâ edilmiş olan bir şehire ulaştık. Şehirin kapısına geldik ve açılmasını istedik. Kapı bizim için açıldı. Kapıdan şehre girdik. Bizleri onun içinde birtakım adamlar karşıladılar ki, bunların vücûdlarının yarısı şimdiye kadar görebildiğin en güzel insanın şek6 linde, diğer yarısı da görebildiğin en çirkin insanın şeklindeydi. Yanımdaki iki melek o insanlara: turulan adam ise, o da ribâ (fâiz) yiyen kimsedir. Bir ateş yanında onu yakıp etrafında koşmakta olan o çirkin görünümlü adama gelince, o da cehennemin -“Gidiniz de şu nehir içine giriniz (ve onun hâlis suyu ile çirkin sıfatınızdan yıkanınız).” dediler. Orada enlemesine akmakta olan bir nehir vardı ki, sanki onun suyu süt kadar beyaz idi. O insanlar gittiler ve o nehrin içine girdiler. Sonra onlar kendilerinden o çirkin sıfatlar gitmiş olarak bizim yanımıza döndüler. Onlar, bizim yanımıza en güzel sûrette dönmüşlerdi. Melekler bana: bekçisi olan Mâlik'tir. O büyük bahçenin içinde gör- -“Bu şehir, Adn Cenneti'dir, işte senin varacağın yer burasıdır.” dediler. Gözlerimi yukarıya doğru dikip baktım ve gökyüzündeki çok uzak bulut gibi bembeyaz bir köşk gördüm. Melekler bana: -“Yâ Rasûlallah! Müşriklerin çocukları da mı?” düğün uzun boylu adama gelince, o da İbrahim Peygamber 'dir. Onun etrafındaki çocuklar ise, fıtrat üzere ölen herbir çocuktur". Hadîs-i şerîfi rivâyet eden Hz. Semure dedi ki: Müslümanların bâzısı: diye sordular. Rasûlullah (s.a.v.) de: -“Evet, müşriklerin çocukları da!" buyurdu. Melekler devamla: -“İşte orası da senin menzilindir!” dediler. Ben de onlara: -“Kendilerinin bir tarafı güzel, diğer tarafı da çirkin olan o topluluğa gelince, onlar bir kısım gü- -“Allah sizlere bereketler ihsan eylesin! Beni bırakın da ben oraya gireyim.” dedim. Onlar da bana: -“Sen şimdi oraya giremezsin. Sen ileride oraya gireceksin!” dediler. Bunun üzerine ben de meleklere: zel amellerini diğer çirkin amelleriyle karıştırmış olan kimselerdir ki, Allah onların suçlarından vazgeçmiştir.” dediler.” Hz. Peygamber, gece gördüğü rüyâyı ashâbına anlatarak onların dikkatlerini çekmiş ve bir rüyâ ile birçok hakikati anlatmıştır. Bugün, câmi -“Ben, bu gece boyunca çok hayret verici şeyler gördüm. Benim gördüğüm bu şeyler nedir?” dedim. Bu iki melek bana şunları anlattılar: dersi yapacak olan câmi görevlileri Hz. Peygamber’in bu metodunu geliştirerek uygulayabilirler. Onlar da Hz. Mevlâna’nın Mesnevî’sinde anlatılan hikâyelerden istifade edebilirler. Câmi cemaatinin -“Biz, bunları sana bir bir anlatacağız.” dedi ve şöyle açıkladılar: “Şu yanına geldiğin ve taş ile başı ezilen birinci adam yok mu; işte o, Kur'ân'ı öğreniyor, sonra onun emirlerini reddediyor ve farz namazı kılmadan başını yastığa atıp uyuyordu. Şu üzerine gelip, başının arkasına kadar ağzının bir tarafı ve boğazı da başının arkasına kadar, gözü de başının arkasına kadar yırtılıp parçalandığını gördüğün adama gelince; o adam da erkenden evinden çıkar ve öyle bir yalan söylerdi ki, onun bu yalanı her tarafa yayılırdı. Şu yukarısı dar, aşağısı geniş fırın gibi binanın içinde görmüş olduğun o çıplak erkek ve kadınlara gelince; onlar da zinâ eden erkekler ve zinâ eden kadınlardır. O nehirde yüzmekte olup üzerine geldiğin ve kendisine taş yut- can kulağı ile dinleyebileceği, gerçeği anlatan daha güzel hikâyeler de bulunabilir. Nitekim konuyu dert edinen ve cemaatini düşünen görevliler, harıl harıl çalışıp buluyorlar. Hikâye buluyorlar, kıssa buluyorlar, şiir buluyorlar, yani aradıklarını buluyorlar. Bulunan ve anlatılan bu gibi şeylerin de gerçeği yansıtan özelliğe sahip olması lazım geldiği unutulmamalıdır. ................................................................................... 1 Bkz. Müslim, Cennet 49; İbn Mâce, Nikâh 51. 2 Sofuoğlu, Mehmed, Sahih-i Müslim Tercemesi, İstanbul 1970, VII, 150. 3 Buhârî, Ta’bîr 47; Müslim, Rü’yâ 17. 4 Kur’ân-ı Kerîm, Yûsuf sûresi, 12/100. 5 Buhârî, Ta’bîr 48; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 8-9. 7 Ekim 2009 Ebubekir SİFİL EMR-İ MA'RUF NEHY-İ MÜNKER Mü'min, yeryüzünde Allah Teala'nın iradesini temsil eden kimsedir. Bu bakımdan onun, emr-i ma'ruf ve nehy-i münker göreviyle muvazzaf kılınmış olmasını anlamak zor değildir. Ma'ruf Allah Teala'nın rızasının, münker ise gazabının bulunduğu şeydir. Kur'an, ma'rufun emredilmesini ve münkerin yasaklanmasını, dünyasını vahyin inşa ettiği insanların temel/kaçınılmaz görevi olarak tayin ve tesbit eder. Bu, peygamberlerden (hepsine selam olsun) başlayarak aşağıya doğru inen tabii/fıtrî tavırdır. Söz gelimi Efendimiz (s.a.v)'den bahseden ayetlerden birinde şöyle buyurulur: "Onlar (Ehli Kitab'a mensup iken iman etmiş olanlar), yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılı buldukları o Resul'e, o ümmî Peygamber'e uyan kimselerdir. O onlara ma'rufu emreder, münkeri yasaklar…" (7/el-Arâf, 157) Bu, tabii olarak O'nun ümmetinin de temel görevidir: "Siz insanların iyiliği için ortaya çıEkim 2009 8 "Siz insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. Ma'rufu emreder, münkeri yasaklar ve Allah'a inanırsınız." karılmış en hayırlı ümmetsiniz. Ma'rufu emreder, münkeri yasaklar ve Allah'a inanırsınız." (3/Âl-i İmrân, 110) Burada Ümmet-i Muhammed'in temel vasfı olarak zikredildiğini gördüğümüz emr-i ma'ruf ve nehy-i münkerin "Allah'a iman" vasfına takdim edildiğine bilhassa dikkat edilmelidir. Allahu a'lem burada şöyle bir inceliğe dikkatimiz çekiliyor gibidir: Allah Teala'ya iman, birinci derecede kişinin kendi şahsıyla ilgilidir. Emr-i ma'ruf ve nehy-i münker ise bu Ümmet'in "insanlık için ortaya çıkarılmış olması" esprisinin en mükemmel şekilde kendisini gösterdiği alandır. Biz bütün insanlığa karşı böyle evrensel ve külli bir görev ile muvazzaf bulunuyoruz… "Sizden kim bir kötülük görürse onu eliyle düzeltsin. Buna gücü yetmezse diliyle düzeltsin. Buna da gücü yetmezse kalbinden buğz etsin ki, bu imanın en zayıfıdır "[1] buyuran Efen- dimiz (s.a.v), bir diğer rivayette de dikkatimizi son derece mühim bir noktaya çekmiştir: Ümmet-i Muhammed, emr-i ma'ruf ve nehy-i münker görevini, önceki din mensuplarına arız olan hastalıkları yaşamaya başladığı zaman terk edecektir.[2] Hz. Dâvud ve Hz. İsa (iksine de selam olsun) diliyle lanetlendiği Kur'an tarafından haber verilen İsrailoğulları grubunun özelliklerinden birisinin de münkeri yasaklamamak olduğunu Kur'an'dan öğreniyoruz. Yine Kur'an, bu babda ikinci bir ontolojik gerçeği daha önümüze koymuştur: Mü'minler ma'rufu emredip münkeri yasaklarken (9/et-Tevbe, 71), münafıklar da münkeri emredip ma'rufu yasaklarlar. (9/et-Tevbe, 67) Elbette hiçbir münafık "ben münafığım" demez ve İslam'a açıktan cephe almaz. Bu nokta üzerinde hassasiyetle durulmalıdır. Emr-i ma'ruf ve nehy-i münkerin kimler tarafından, ne şekilde yerine getirileceği, bu yazının çerçevesini aşan önemli ayrıntılara sahiptir. Elbette bu çerçevede herkesin, gücü, etkinliği ve konumu ile orantılı bir sorumluluğu vardır. Burada asıl dikkat edilmesi gereken nokta, bu temel görevin "çoğulculuk", "hoşgörü", "herkesi kendi konumunda saygıya değer bulma" gibi yaldızlı sloganlara kurban edildiği vakıasıdır. Ulemanın nelerin "büyük günahlar" kategorisine girdiği meselesi üzerinde dururken, emr-i ma'ruf ve nehy-i münkerin terk edilmesini de zikrettiğine bilhassa dikkat edilmelidir.[3] Bunda şaşılacak bir taraf yoktur. Zira bu görevin terki bu Ümmet'in en temel yükümlülüklerinden birinin terki demektir. İnsanları ilahî vahyin diriltici iklimine davet etmek gibi son derece önemli ve anlamlı bir görevi terk etmenin izahı olabilir mi?... Müslümanlar'ın modern çağın talepleri doğrultusunda kabullenmeye zorlandığı dönüşüm, dönemden döneme ve süreçten sürece şekil değiştirse de, temel özellik itibariyle değişen bir şey yok. Talep edilen şey, moda tabiriyle "zihniyet dönüşümü"; yani yapısal dönüşüm. Bunun kullandığımız dil ve kavramlar ile davranış kodları ile hatta kılık kıyafet ile doğrudan ilişkisi var. Bütün bu sahalarda "değişim"i ne kadar 9 Ekim 2009 kabul etmişsek, bizden istenen dönüşümü de o kadar gerçekleştirmişiz demektir. Ne kadar dönüştüğümüzü anlamanın en kestirme ve şaşmaz yolu ise eşyayla ilişkimize bakmak. Hala devam ediyor mu bilmiyorum, kısa bir süre önce Prof. Dr. Ümit Meriç hanımefendinin bir söyleşide ifade ettiği bazı tesbitler üzerine internette "Müslüman kadın jip (4x4) kullanmalı mı" başlıklı bir tartışma zuhur etmişti. Evet, pahalı giysiler, lüks arabalar pahalı ev ve eşya… tarafından "kuşatılmış" bir insanın "takva" vasfına ulaşması, ulaşmışsa onu muhafaza etmesi mümkün müdür; bunu dürüst olarak cevaplamanın tek yolu, herkesin kendi derunî tecrübesini göz önünde bulundurmasıdır… "İsrailoğulları'ndan kâfir olanlar, hem Davud ve hem de Meryem oğlu İsa'nın diliyle lanetlendiler. Bizim problemimiz sadece "Müslümaneşya ilişkisi" ile kendisini dışa vurmuyor. Biz asıl çıkmazı insanlarla ilişkilerimizde yaşıyoruz. Bu ikisi arasında –her ikisi de yaşadığımız dönüşümün semeresi olduğu için– kopmaz bir ilişki var. Ancak ilkinin etkisi genellikle dünyevi iken, ikincisinde yaşanan dönüşümün zararlı sonuçları uhrevi hayatı tehdit ediyor. Bu onların, isyan etmeleri ve hakkın sınırlarını çiğnemeleri Kur'an İsrailoğulları hakkında bize enteresan bir haber iletiyor: "İsrailoğulları'ndan kâfir olanlar, hem Davud ve hem de Meryem oğlu İsa'nın diliyle lanetlendiler. Bu onların, isyan etmeleri ve hakkın sınırlarını çiğnemeleri sebebiyle idi. Onlar, işledikleri bir münkerden birbirlerini vazgeçirmeye çalışmazdı. Yaptıkları ne kötü idi!" (5/el-Mâide, 78-9) sebebiyle idi. Onlar, işledikleri bir münkerden birbirlerini vazgeçirmeye Yine Kur'an, münafık erkek ve kadınları bize tanıtırken, onların temel vasfını şu şekilde dile getiriyor: "Münafıkların erkekleri de kadınları da (sizden değil) birbirlerindendirler. Onlar münkeri emreder, ma'rufu yasaklar ve cimrilik ederler…" (9/et-Tevbe, 67) çalışmazdı. Yaptıkları ne kötü idi!" Buna mukabil Kur'an'da mü'minlere yönelik olarak, hem de "emir kipi"yle şöyle buyurulur: "Sizden, hayra çağıran, ma'rufu emreden ve münkeri yasaklayan bir topluEkim 2009 10 luk bulunsun. İşte kurtuluşa erenler onlardır." yasaklarlar. Namazı dosdoğru kılar, zekâtı ve- (3/Âl-i İmrân, 104) rirler. Allah ve Resulü'ne itaat ederler. İşte bunları Allah rahmetiyle bağışlayacaktır. Şüphesiz Her ne kadar bu ayet emr-i bil ma'ruf mese- Allah Azîz'dir, Hakîm'dir." lesinin mü'minler içinde belli bir gruba havalesini öngörüyor ise de, bu hususun şartları ve önemli Zikredilenlerden şu husus açıkça ortaya çıkı- detayları mevcuttur. Kısmet olursa bütün bu nok- yor: Emr-i bil ma'ruf ve nehy-i anil münker çerçeve- taları üzerinde çalıştığım bir kitapta geniş olarak sinde takdirinize sunacağım. "Çoğulculuk" kavramını öne çıkararak bunları gör- Müslümanlar'ın sorumlulukları vardır. mezden gelmek mümkün değildir. Zira Hak'tan haKur'an'da bu ümmetin başat vasfı "emr-i bil berdar olanların onu layıkı veçhile duyurması, ma'ruf nehy-i anil münker yapmak" olarak ifade bu- mümkün olduğunca fazla sayıda insanın rahmet ik- yurulmuş. 9/et-Tevbe suresinden yukarıya aldığım limine kavuşmasına, kurtulmasına çalışması gerekir. ayetten hemen birkaç ayet sonra (71. ayette) şöyle ........................................................................................ [1] Müslim, İbn Mâce, Ahmed b. Hanbel ve daha başkaları rivayet etmiştir. buyurulur: "Erkek-kadın bütün mü'minler de bir- [2] İbn Mâce rivayet etmiştir. birlerinin velisidirler. Ma'rufu emreder, münkeri [3] Bkz. İbn Kesîr, I, 645 (4/en-Nisâ, 29 ayetinin tefsirinde). 11 Ekim 2009 Yrd. Doç. Dr Mehmet ADIGÜZEL MERHAMET OLGUSU Merhamet; sözlükte esirgemek, şefkat göstermek anlamındadır. Diğer bir ifade ile acıma duygusudur. Bu duyguyla kimsesiz ve yoksullara yardımda bulunmaktır. İslâm’a göre şefkat, sevgi, hoşgörü, iyilik ve merhamet gibi faziletli duyguları kalbinde taşıyan bir mü’min, olgun bir Müslüman’dır. Olgun bir Müslüman bencil ve zalim olamaz. Kalbinde kin, intikam ve fesatlık gibi manen alçaltıcı duygulara yer vermez. Karşısındaki insana, kim olursa olsun nefretle değil, merhamet ve şefkatle bakar. Kendi nefsi için arzu ettiğini diğer mü’minler için de arzu eder. Söz konusu özelliği taşıyan mü’min kişi herkese karşı tevazu gösterir, merhametli davranır, zarar vermez, elinden geldiğince yardıma ihtiyacı olanlara yardım elini uzatır. Düşeni kaldırır, açları doyurur, yoksulları giydirir. Yaptığı bu iyiliklerin karşılığını da yalnızca Allah’tan bekler. Ekim 2009 12 Şu hususu önemle vurgulamak gerekir ki merhamet (acıma duygusu) mü’minlerin temel özelliklerindendir. Bu yüzden Kur’ân mü’minlerin birbirlerine karşı merhametli olduklarını belirtir (Fetih, 48/29). Peygamber Efendimiz (a.s) de, “insanlara merhamet etmeyen kimseye Allah merhamet etmez” (Buharî, Tevhid, 2, Edep, 18; Müslim, “Fezâil”, 66) buyurmuşlardır. İslam’ın ön gördüğü merhamet sadece insanları değil bütün yaratıkları kapsar. Merhamet ve aynı manadaki rahmet kelimeleri öncelikle Allah’ın bütün yaratılmışlara yönelik lütufta bulunması ve ihsanlarını ifade etmesidir. Bunun yanında merhamet ise daha çok insanlarda bulunan, onları hemcinslerinin ve diğer canlıların sıkıntıları karşısında duyarlı olmaya ve yardım etmeye sevk eden acıma duygusunu belirtmektedir. İslami kaynaklarda merhamet kavramı genellikle rahmet kelimesiyle ifade edilir. Ancak Türkçede merhamet hem Allah’a hem insanlara, rahmet ise özellikle Allah’a nisbet edilerek kullanılır. Doğrusu rahmet ancak Allah’a aittir. Zira Cenab-ı Hakk “Allah” lafzının peşinden “Rahmân” lafzını zikretmiştir. (bk. En-Neml, 27/30). Kaynaklarda Allah’ın rahman ve rahim isimleri açıklanırken evrendeki bütün oluşlar gibi insanlardaki merhamet duygusunun da Allah’ın insanlığa lütfu olduğu belirtilir (örneğin bk. Fahrettin er-Razi, Mefatihü’l-Gayb, I, 166–167). Görebildiğimiz kadarıyla merhamet olgusu kaynaklardaki bütün tariflerde acıma, yufka yüreklilik, ilgi ve şefkat, elem duyma gibi kavramlarla psikolojik yönüne vurgu yapılmaktadır. Örneğin merhamet (acıma hissi), insanlar arasındaki duygu birliğinin, dayanışma ve paylaşmanın başta gelen amillerinden sayılmaktadır. Örneğin evlat sevgisi, ana-babaya saygı ve itaat, sıla-i Rahim, yaşlılara, yoksullara, hastalara, sakatlara, yetimlere, kimsesizlere yardım etme gibi erdemlerin merhamet duygusunun yansımaları olduğu kabul edilmektedir. Esasen şefkat ve merhamet gibi duygular Allah’ın insanların içine koyduğu birer iyilik hasleti olup asıl amaç muhtaç ve çaresizlere yardım edip 13 Ekim 2009 Peygamber Efendimiz (s.a.v) “insanlara merhamet etmeyen kimseye Allah merhamet etmez” buyurmuşlardır. (Buharî, Tevhid, 2, Edep, 18; Müslim, “Fezâil”, 66) Ekim 2009 sıkıntılarını gidermektir. Bu açıdan bakıldığında egosunu tatmin için bir kimseye acıyan kişi, eğer bu acımanın verdiği elemden kendisini kurtarmak ve rahatlamak için ona yardım ederse merhamette kemale ulaşmış sayılmaz; çünkü merhamette kemal, kişinin kendisini değil muhtaç ve çaresiz olanı rahata kavuşturmayı amaçlamasıdır. Kur’ânı Kerim’de merhamet kelimesi bir ayette geçerken (Beled, 90/17) rahmet (Şua’ra 26/9, 68, 104, 122, 140, 159, 175, 191) gibi 114 defa tekrar edilmiştir. Ayrıca 260 kadar ayette Alah’ın rahman ve rahim isimleriyle aynı kökten olan çeşitli fiil ve isimler yer almaktadır. Bahse konu ayetlerin büyük kısmında Cenab-ı Hakk’ın mü’minlere, genel olarak insanlara ve diğer varlıklara yönelik lütuf ve ihsanlarından söz edilmektedir. Bazı ayetler de merhamet kavramını insanlar arasındaki acıma duygusunu ve bu duygudan kaynaklanan iyiliği ifade etmektedir. Meselâ Hz. Peygamber’in mü’minlere çok düşkün ve onlara karşı şefkatli ve merhametli olduğu (et-Tevbe, 9/128) bildirilir. Yine Resûlüllah ve Onunla beraber olanların birbirlerine karşı merhametli, inkârcılara karşı sert ve tavizsiz oldukları (Feth, 48/29) belirtilir. Allah’ın karıkoca arasına sevgi ve merhamet koyduğu (Bakara, 2/222–223; Nisâ, 4/128) bildirilmekte, evlatlara yaşlı ana babalarının üzerine merhamet kanatlarını germeleri emredilmektedir (İsrâ, 17/24). Mü’minler için bir ahlak örneği olarak gösterilen Hz. Peygamber’e dolayısıyla Onun şahsında mü’minlere, özellikle çevresindeki yoksul ve kimsesizlere yardım edip merhametli davranması, onları incitmekten sakınması, sıkıntılarını giderme imkânı bulamadığı durumlarda bile güzel sözle gönüllerini alması öğütlenmiş, aksine davranması halinde zalimlerden olacakları uyarısında bulunulmuştur. (En’âm, 6/52; İsrâ, 17/28; Kehf, 18/28; Abese, 80/1-4). Daha önce zikrettiğimiz; Hz. Peygamber’in “insanlara merhamet etmeyenlere Allah da merhamet etmez” şeklindeki hadisleri İslâm ahlakının karakteristik ifadelerindendir. Resûlüllah mü’minleri birbirini sevmekte, birbirine acımakta, organlarından biri hastalandığında diğerlerinin de bu yüzden elem çekip uykusuz kaldığı vücuda benzetmiştir (Buharî, “Edeb”, 27; Müslim, “Birr”, 66). Binaenaleyh Peygamberimiz (a.s), Müslümanların her alanda ilişkilerini 14 sevgi, merhamet, yardımlaşma ve dayanışma yönünde geliştirmelerini ve birbirlerinin sıkıntılarını paylaşmalarını emretmiştir. Hadis mecmularında ve diğer ilgili kaynaklarda yüzlerce örneği bulunan bu tür hadisler İslamiyet’in bir merhamet dini olduğunu gösteren belgeler olup bu ahlak anlayışı sonraki İslami kaynaklara da yansımıştır. Fahrettin er-Razi ve Kurtubî Beled Suresinin 17. ayetindeki “merhamet” sözcüğünü açıklarken kişilerin birbirlerine, yoksullar ve mazlumlara yardım edip destek olmayı teşvik yanında dinen kötü sayılan bir şeyi yapmaya yönelenlere acıyıp, onların kötülük yapmalarını engelleme yönündeki çabaları da bu ayetteki “merhameti tavsiye” içinde değerlendirmiştir. Çünkü bütün bunlar, "merhamet" sözünün muhtevasına dâhildir. Ve o bu açıklamasıyla kişinin, başkasına, hak yolu göstermesi ve mümkün olduğu kadar batıl ve şer yollarına girmesine mani olmasının gerektiğine işaret etmektedir. Kısaca ayetteki, "sabrı tavsiye ederler" ifadesi, Allah'ın emirlerinin alabildiğine tazim edildiğine, "merhameti tavsiye ederler" ifadesi de, Allah'ın yarattığı şeylere, alabildiğine şefkat duymaya bir işarettir (Mefatihü’l-Gayb, 31/186-187; el- Cami’ liAhkâmi’l- Kurân 20/71). Sonuç olarak merhamet olgusu, varlıklı kişinin çevresindeki muhtaç durumdaki her insanın imdadına yetişmesi, keza memleketinde yetişebildiği her fakirin ihtiyacını karşılaması, bunlara gücü yetmiyorsa onun için dua edip üzüntüsünü izhar ederek sıkıntı ve ihtiyacına ortak olduğunu kendisine hissettirmesi gerekir. 15 Ekim 2009 Nihat MORGÜL Sakın Cahillerden Olma! Nedense kimseler anlamaz eyvah! O kadar saf olan dileğimizi Bir ümmi isen de ya Resulallah! Ancak sen okursun yüreğimizi Ayet terimi’nin, işaret anlamına geldiği ehlince malumdur. Dolayısı ile bütün ayetler aslında hayat yolculuğumuzda yol kenarlarına iliştirilmiş birer tabela gibidirler ve gidilecek doğru yönü işaret ederler. Bütün tabelalar gibi onlarda herkesin hizmetine sunulmuştur. Ancak sadece doğru hedefe varmak isteyenlere yol gösterebilirler. “İşaret levhaları, gidecek bir hedefi olanlar içindir” sözü manidardır. Pek tabiidir ki yolun sonuna gelindiğinde kendisini arzu etmediği mekânlarda bulanlar, çoğunlukla çevresindeki ikaz işaretlerini önemsemeyenlerdir. İşte biz, bu ve - nasip olursa – bundan sonraki yazılarımızda bu işaret levhalarını okumaya çalışacağız. Ekim 2009 16 Bu ilkyazımızı, başlık yerine seçtiğimiz En’am suresinin 35. ayetine ayırdık. Kuranı Kerimde yirmiye yakın ayet, cahilleri ve Cahiliyye tavrını kınar, peygamberleri ve inananları uyarır. (Bkz. 48.26, 33.33, 5.50, 7.138, 46.23) Kur’an penceresinden baktığımızda görülüyor ki; cahillik veya cehalet; – çoğumuzun sıkça kullandığı gibi – sadece okula gitmemiş olan veya okuma yazma bilmeyen, bilgiden uzak olan anlamına gelmiyor. İslam’ın şiddetle kınadığı, sakınmamızı istediği cehalet; arzu ve isteklerinin, dünyevi menfaatlerinin, basit duygularının, her çeşit taassubun ve zevki sefanın esiri olarak, mutlak hakikati, değişmez gerçekleri görmemek, inkar etmek, onlara düşmanlık beslemek, gönül kapılarını kainatın mutlak ve tek ışığına kapatarak karanlığa razı olmaktır. Cehalet; sınırlı bir hayatı, ebedi ve sonsuz bir hayata tercih etmektir. Cehalet iyi olanla kötü olanı, güzel olanla çirkin olanı, doğru olanla yanlış olanı, yüce olanla aşağı olanı değişmek ve düşüğüne razı olmaktır. Bu, altın, elmas, yakut, inci, mercan dolu hazineye sahip olmak yerine teneke parçalarına razı olmaktır. Cehalet, ilimsizlik anlamına geldiği gibi bu ilmin insanı götürmesi gereken mutlak hakikatten uzak olmak anlamında daha çok kullanılmaktadır. Bu yazıda asıl benim dikkat çekmek istediğim bu ikinci anlamdır. Bu ikinci anlam dolayısı iledir ki, İslam, kendisinden önceki dönemi “Cahiliyye dönemi” diye isimlendirmiş ve varlığının en büyük savaşını bu cahili anlayışa karşı vermiştir. Cahiliyye hayatında ölçüler İlâhî kaynaktan değil, zevk ve arzulardan alınmaktadır. Güçlünün borusu ötmekte, onun sözü geçmektedir. Zayıflar yine ezilmekte, insanlar haklarına yine gereği gibi kavuşamamaktadır. Kumar, zinâ, fuhuş, hırsızlık en geniş şekilde yapılmakta, içki su yerine içilmekte, fâiz ekonominin can damarı kabul edilmektedir. İslâm’ın günah dediği pek çok şey çağdaş ahlâk sayılmaktadır. Kadınlar yine alınıp satılmakta, açılıp saçılmaları kadın hakkı, çağdaşlık kabul edilmektedir. Bilinmelidir ki İnsanların arzularını ilahlaştırdığı, nefislerinin, isteklerinin kulu oldukları, Allah’ın hükümlerinin kabul edilmediği, çeşitli ilâhlara ibâdet edildiği, sömürü ve zul- mün bulunduğu, ırkçılık ve tarafgirliğin yaygın olduğu, hüküm vermede hakkın ve adâletin uygulanmadığı her yer ve zamanda Cahiliye var demektir. Cahiliye, dengeleri alt üst olmuş ve kokuşmuş bir hayatın ismidir. Bu ters yüz olmuş anlayışın en büyük temsilcisi hiç şüphesiz ki manası, ‘bilgeliğin ve hikmetin temsilcisi ve kaynağı’ anlamındaki Ebu’l Hikem’in ismini bizzat ümmi olan Hz. Peygamber, Ebu Cehil yani ‘Cehaletin temsilcisi’ olarak değiştirmiştir. Oysa Mekkeliler için, yüksek bir mevkie ve saygın bir yere sahip olan bu liderin sadece ‘benim kabilemden değil’ gibi basit ırkçı bir söylemle Hz.Peygamberi ve onunla gelen tüm hakikatleri reddettiğini tarih kitapları haber vermektedirler. 17 Ekim 2009 İşte İslam’ın kabul edilemez gördüğü ve sakınılmasını, peygamberlerin şahsında tüm müminlerden şiddetle istediği, bu insan ile onun hakikate kapalı mantığıdır. Unutulmamalıdır ki İslam’ın kişilerle bir alıp veremediği yoktur. Onun mücadelesi yanlış mantık ve anlayışlar iledir. İşte tam bu noktada, cahil kimdir ve onun yanlış işleyen mantığının ve hayat anlayışının ilkeleri nelerdir? Sorusu önem arz etmektedir. Cahil; ilme ve akletmeye karşıdır. O, düşünmek ve üretmek yerine taklit etmeyi tercih eder. Ekim 2009 Dolayısıyla o, kolaycıdır. Tefekküründeki yozlaşmadan ötürü her sonuca kolay ulaşmak çabasındadır. Bu açıdan slogancı ve şabloncudur. Gelenekleri yüceltir, din haline getirir. Kendine ait bir fikir, muhakemeye götüren bir ilim ve tefekkür sahibi olmadığı için onun kavgası geleneğin yüceltilmesi üzerine bina edilir. Bu açıdan mevcut düzenin devamından yanadır. Bu düzeni değiştirecek her hareketi tehlike olarak görür. Bu sebepledir ki, tüm peygamberler ortaya koydukları onca delile rağmen kendilerine söylenen sadece ‘biz babalarımızdan gördüğümüz dini terk etmeyiz’ itirazı olmuştur. 18 Cahil; ırkçıdır. “ Mazlumda, zalimde olsa kardeşinin tarafını tut" prensibi onun en önemli ilkesidir. Bir kimsenin haklılığı, kendinden olmasına bağlıdır. Bendense haklıdır diye inanır. Cahil; güçlüden yanadır. Güçlü olanın haklı olduğuna inanır. Haklı olanın güçlü olması gerektiğini anlayamaz. Bu nedenle mütekebbirdir. Câhil kalabalıkçıdır, kemiyetçidir. Ona göre, bir fikrin doğruluğu, sahip çıkanların kalabalık oluşu ya da onu onaylayan parmak sayılarının çokluğu iledir. Câhil hoşgörüsüzdür. Kendi fikri ve zikrine aykırı her ‘karşı’nın yok edilmesi gereğine inanır. Kendine alternatif gibi görünenlere “vurun kellesini!” formülünün uygulanmasını ister. Bu nedenle bu kişiler ve hakim oldukları yönetimler baskıcı ve zorbadır. Ona göre farklılıklar, zenginlik değil düşmanlık ve terörün, anarşinin ifadesidir. Cahil ve Cahiliye anlayışı tek tipçidir. Herkesin kendisi gibi olmasını ister. Aksi davrananları en acımasız biçimde cezalandırır. Cahil ve Cahili anlayış materyalist ve çıkarcıdır. Para karşılığında satılamayacak şey yoktur onun için. İnanç, ahlak, ırz, namus, vicdan vs. İnsanların değeri aylık gelirleri ile ve maddi kazançları ile doğru orantılıdır. ‘Paran kadar konuş, Paran kadar adamsın’ sözleri onların değer yargılarını yansıtır. Toplumdaki zayıf insanlar, güçsüzler, kimsesizler, yaşlanmış kimseler artık birer yüktürler. Bu kişilik ve hayat anlayışını düzeltmek için en büyük gayreti hiç şüphesiz ki kendisi bir ümmi olan Hz. Peygamber vermiştir. Ümmilik ile cehaleti birbirinden ayırmak için Hz. Peygamberin ümmîliği üzerinde durmak kanaatimce yerinde olacaktır. Evet, o, ümmi idi ve okuma yazması yoktu. Kendisine inen ilk ayet ve ilk emir ‘oku!’ iken o, bu emri ‘okuma yazma öğren, harfleri tanı’ anlamında algılamamıştır. Onun gözünde, yeryüzündeki çiçek ve böceklerden, gökyüzündeki yıldızlara kadar bütün kâinat, o ilk ayetin işaret ettiği gibi okunmayı bekleyen bir kitaptı. Yine ona göre en büyük hikmet, eşyanın varlık hakikatini kavramaktı. Bu hikmetten yoksun olanlar, eşyanın işaret ettiği en büyük hakikati görmeyenler, göremeyenler cehaletin kör karanlığında kalanlardı. Cahiliyye hayatında ölçüler İlâhî kaynaktan değil, zevk ve arzulardan alınmaktadır. Güçlünün borusu ötmekte, onun sözü geçmektedir. Zayıflar yine ezilmekte, insanlar haklarına yine gereği gibi kavuşamamaktadır. Kendisi de dualarında her daim bunun için Rabbine iltica ederdi. Ümmü Seleme(r.a.) anlatıyor: "Resûlullah (s.a.v.) evinden çıktığı zaman şu duayı okurdu: "Allah'ın adıyla Ona tevekkül ettim. Allahım! Zillete düşmekten, dalâlete düşmekten, zulme uğramaktan, cahillikten, hakkımızda cehâlete düşülmüş olmasından sana sığınırız". (Ashabı Sünen) Evet, o, harfleri okuyamıyordu fakat o coğrafyayı, o diyarın insanlarını, o toplumu, daha önemlisi her insanın yüreğini her şeyden iyi okuyordu. Dünyanın kendi döneminde en bedbaht yeri ve en olmaz insanlarından bir medeniyet kurarak, her daim kendi zamanından ‘asr-ı saadet’ yani mutluluk yılları diye söz ettirecekti. O, hâlâ bu konuda da tek çare ve yegâne örnek olmaya devam ediyor. Şüphesiz ki cahil kimsenin ve Cahiliye anlayışının bir çok karakteristiği vardır. Bizler sadece temel özelliklerine değinmeye çalıştık. Unutulmamalıdır ki bu anlayış ve bakış açısı sadece bir döneme ait tanımlama değil genel geçer bir tespittir. Işığın ve hikmetin peşinden koşanlar, bu ayette olduğu gibi kendilerine yol gösteren bir işaret mutlaka bulacaklardır. Ve’s selam. 19 Ekim 2009 Prof. Dr. Veysel GÜLLÜCE İNSANIN KEMALE ERMESİ İÇİN EBEDİ HAYATIN GEREKLİLİĞİ İnsanın fıtratına dikkat edildiğinde, onun bu dünyaya öğrenmek ve tekemmül etmek için geldiği görülecektir. Çünkü insan, hayvanların aksine, dünyaya aciz ve zayıf bir surette, hiç bir şey bilmez bir durumda geliyor1. Bir yaşında ancak yürümeye başlıyor, onbeş yaşında ancak zarar ve menfaatini farkedebiliyor. Hatta ömrünün sonuna kadar öğrenmeye ihtiyaç duyuyor. Hayvanlar ise, dünyaya geldiğinde, âdetâ başka bir âlemde tekemmül etmiş gibi, istidadına göre mükemmel olarak gelir. Kısa bir zamanda çevresiyle olan münasebetlerini, hayatını sürdürmesi için lazım olan şeyleri öğrenir, meleke sahibi olur. Artık hayatı boyunca bir şey öğrenme ve tekemmül etme ihtiyacı duymaz... Sayısız istidat ve kabiliyetlerle donatılmış insanın tekemmülü için bu kısa dünya hayatı yeterli değildir. Ölüm insanın tekemmülü, manevî terakkisi, istidat ve kabiliyetlerinin inkişâfı için zarurî bir merhaledir. İnsan, rûhî hayatını, nefsindeki kin hased gibi kötü ahlakları incelediğinde; karşılaştığı zulüm, haksızlık, ezâ ve cefâ, basit şeyler için yapılan mücâdele ve kargaşaları nazar-ı dikkate aldığında kesin olarak anlar ki, kâinatı zerrelerden güneşlere Ekim 2009 kadar, arz ve semasıyla, canlı ve cansızlarıyla, bitki ve hayvanlarıyla mükemmel bir şekilde tam bir kemâl üzere yaratan Zât, insanı da bu vaziyette bırakmayıp, kemâle erdirecektir. Çünkü Kâmil-i Mutlak olan Allah'tan ancak kemal sudûr eder. Halbuki beşer bu dünya hayatında nefsî, rûhî, ahlakî, ictimaî açılardan kâmil değildir, noksanlıklar içindedir. O halde, her şeyi kâmil bir şekilde yaratan Allah'ın, insanın kemâle ermesi için de, başka, dâimî bir âlem yaratması O'nun Hakîm ve Hak isimlerinin gereğidir.2 Şüphesiz, Yüce Allah isteseydi, yaşadığımız bu dünya hayatını kâmil bir şekilde, kedersiz, hüzünsüz, tasasız ve noksansız, firdevsî bir hayat yapabilirdi. Gücü yettiği halde böyle yapmaması, bunları başka bir âlemde gerçekleştireceğini gösterir. Mademki, bu dünyada bunları yapmamış, o halde başka bir âleme bırakmıştır. Ayrıca bu vesileyle iyiyi kötüden ayırarak insanların istidât ve kabiliyetlerinin inkişaf ve tekâmülünü murâd etmektedir. Çünkü Kâmil olan Allah, noksan bir şey yapmaktan münezzehtir. O, bu dünyadaki noksanlıklarla, koyduğu kanunlar yoluyla kemali murâd etmektedir. Bu kemâl yolu da, enbiyâ (a.s)'nın yoludur. Bu dünya, enbiyâ ve asfiya'nın 20 düsturlarıyla insanın tekâmül ettiği bir medrese hükmündedir3. Bu dar, sınırlı ve her bir lezzetinde çok garazların yığılmasıyla, keşmekeş ve kıskançlıklardan hâlî olmayan dünya hayatı içinde insanî latîfeler yerleşmez. Geniş bir âlem lâzımdır ki, insanın istidat ve kabiliyetleri hakkıyla neşvü nemâ bulsun...4 Ahmed Emîn, "Rabbimiz! nûrumuzu tamamla ve bizi bağışla. Sen her şeye kadîrsin" (Tahrîm, 8) âyetinde geçen mü'minlerin nûrunun tamamlanmasının, amel ve imtihân âlemi olan bu fânî dünyadaki noksanlıkların izâle edilmesini sağlayacak olan vadedilmiş kemâl olduğunu söylüyor5. Abdûh da, "O hiç bir zaman Rabbine dönmeyeceğini zannetti. Oysa Rabbi onu görüyordu" (İnşikâk, 14-15) âyetini tefsîr ederken, bu mevzuyla alakalı olarak şu ifâdelerde bulunuyor: "Cenab-ı Hak, "O hiç bir zaman Rabbine dönmeyeceğini zannetti" ifâdesini, "Rabbi onu görüyordu" ifâdesiyle ta'lîl etmiş, delillendirmiştir. Bir şeyi görmek onu neş'et ve gaye açısından tam olarak bilmektir. İnsanı, ona bahşettiği ilimde sınır tanımayan akıl vasıtasıyla kâinatın sırlarını ve mevcudâtın inceliklerini anlama kabiliyetiyle nihayetsiz kemalâta istidatlı olarak yaratan Zât, onu diğer hayvanlarla bir tutmak için böyle yüksek bir yaratılışla yaratmamıştır... Bilâkis O'nun hikmeti iktizâ eder ki, bu büyük mahlûku için bu dünya hayatından sonra, yaptıklarının semeresini devşireceği ve kemâlini tamamlayacağı başka bir hayat bahşetsin."6 "Rabbimiz! nûrumuzu tamamla ve bizi bağışla. Sen her şeye kadîrsin" Kutub da, "ey insanlar! eğer öldükten sonra dirilme hakkında bir şüphe içinde iseniz, düşününüz, biz sizi topraktan sonra nutfeden, sonra alakadan (rahim cidarına yapışan nesne), sonra muhallak ve muhallak olmayan (belirli ve belirsiz) bir mudğa (bir çiğnemlik et parçası) dan yarattık ki, size beyân edelim… " (Hac, 5) âyetinin tefsîrinde şu güzel izahta bulunuyor: "Anne karnında iken cenînin, dünyaya geldikten sonra bebeğin uğradığı bu tavırlar (merhaleler) işâret ediyor ki, bu tavırları tedbîr eden irâde, insanı mümkün olan kemâline ulaşacağı dâru'l-kemâl olan âhiret âlemine de gönderecektir. Çünkü insan bu dünya hayatında kemâlini tamamlayamıyor. Belli bir merhaleden sonra duraklıyor, sonra geri dönüyor: "Bilir durumundan sonra hiç bir şey bilmesin diye..." o halde insanın kemalâtının tamamlanacağı başka bir âlem olmalıdır..."7 ....................................................................................... *. Atatürk Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, Tefsir Anabilim Dalı Öğretim Üyesi. Not: Bu makale, Kur’an’da Ahiret İnancının Temelleri adlı eserimizden istifadeyle bazı ilave ve düzenlemeler yapılarak hazırlanmıştır. 1. Nahl, 78, 2. Emin, Et-Tekâmulu’l-İslâmî, I, 580, 596, 598., 3. Emin, I, 583, 584, 587, 596 ., 4. Nursî, Asâr-ı Bediiyye, s. 267., 5. Bkz. Emin, I, 596., 6. Abduh, Tefsîru Cüz'i Amme, s. 42., 7. Kutub, Fi Zılâli’l-Kur’ân, IV, 2411. 21 Ekim 2009 Ersan BİLGİN RAHMET ELÇİLERİ Türkiye’miz; tarihi birikimiyle, coğrafi konumuyla, maddi ve manevi zenginlikleriyle stratejik öneme sahip bir ülkedir. Yüz ölçümü olarak çok büyük olmasa da tüm dünyanın daima dikkatini çeken Güzel Ülkemiz; İslam Medeniyeti’nin ve Osmanlı Devleti’nin evladı ve varisidir. Daha dün Yüce Dinimiz İslam’dan aldığımız ilim, iman, ilham ve aşkla ırkı, dini, dili ne olursa olsun dünyanın dört bir tarafına Hak, Adalet, Sevgi, Bereket, Hidayet ve Barış götüren Aziz Milletimiz’in kıymetli evladları olarak bütün sapmalara ve saptırmalara, manipülasyonlara, ön yargılara rağmen kim olduğumuzun, nerede bulunduğumuzun şuuruna vararak yeniden o asil ve güzel kimliğimizle ve kişiliğimizle sorumlu- luğumuzu kuşanmaya, kan ağlayan dünyaya şefkat eli olmaya, aralıksız olarak bizim için, bu coğrafyanın-Anadolu’nun evladlarının uyanması ve ayağa kalması için dua eden Dünya Müslümanlarının, İslam AleEkim 2009 22 minin ve insanlığın imdadına-çığlığına yetişmeye mecburuz. Çünkü biz; Rahmetiyle her şeyi kuşatan Rabb’ül Alemin olan Yüce Allah’ın kulları, Alemlere Rahmet olark gönderilen Peygamberimiz Hz. Muhammed’in ümmeti, temeli Rahmet ve Şefkat olan İslam Dini’yle şereflenen Rahmet Elçileriyiz… Aziz milletimizin kıymetli evladları olarak birlik ve beraberliğimiz herşeyden önce gelir. Birlik ve beraberliğimizin özünü ve esasını yüce dinimiz İslam oluşturur. İslam'dan iham aldığımız, İslam ile düşündüğümüz sürece mutlu yarınlar, huzurlu insanlar ve gülen çehreler dünyamızı kuşatacaktır. "Dikkat ediniz (Ey rahmet elçileri); kalbler ancak ve ancak Allah'ı zikir ile mutmain (huzurlu) olur." Hz. Ebubekir’in; “SİZ KENDİNİZİ KORUMAYA BAKIN!” Ayetini Tefsir Etmesi…(Mâide 5/105) - Hz. Ebubekir radıyallahu anh, halife seçildiğinde minbere çıkarak Allah’a hamdettikten sonra şunları söyledi: “Ey insanlar! Sizler ‘Ey iman edenler! Siz kendinizi korumaya bakın. Siz hidayette olduğunuz zaman başkasının dalâlete (yanlışa ve sapıklığa) gitmesi size bir zarar veremez...’ (Mâide: 5/105) âyetini okuyor fakat doğru yorumlayamıyorsunuz. Ben Hz. Peygamber’in (sav); “İnsanlar, işlenen bir kötülük gördüklerinde ona engel olamazlarsa Allah Teâlâ onları, tamamını kapsayan bir belaya düçar eder” buyurduğunu işittim”[1] - Ebubekir Sıddîk, Allah Rasûlü’nün Halifesi ünvanını aldığı gün Hz. Peygamber’in minberine çıktı. Allah’a hamd ü senâlar ettikten, Hz. Peygamber’e salât u selam getirdikten sonra ellerini, Hz. Peygamber’in hayatlarında iken oturmakta oldukları basamağa koyarak şunları söyledi: “Bir keresinde dost (Hz. Peygamber as) şuraya oturdular ve “Ey iman edenler! Siz kendinizi korumaya bakın. Siz hidayette olduğunuz zaman başkasının dalâlete gitmesi size bir zarar veremez...” (Mâide: 5/105) âyetini okudular. Sonra da bunu şöyle tefsir ettiler: “Allah Teâlâ içlerinde işlenmekte olan fenalıklara ve kötülüklere engel olmaya gayret etmeyen ve bunlara nefret gözüyle bakmayan toplumlardaki tüm insanları cezalandırdığı gibi onların dualarını da kabul etmez.” Hz. Ebubekir Sıddîk bunları söyledikten sonra iki parmağını iki kulağına sokarak “Eğer ben bunları dosttan işitmemişsem şu iki kulağım sağır olsun” dedi.[2] - Hz. Ebubekir şöyle buyurmuştur: “Kendilerini engelleyebilecek kadar güçleri olduğu halde ümmet, içlerinde Allah’a isyan edenlere engel olmaz ve onlara karşı çıkmazsa Allah üzerlerine bir bela indirir. Sonra bu belayı da onlardan uzaklaştırmaz.”[3] Müslümanın gayesi, bütün insanların dünya ve ahiret mutluluğu ve saadeti için çalışarak Yüce Allah’ın rızasını kazanmaktır. Her Müslüman, Yüce Allah’ın kendisine verdiği meziyetlerle (akıl, irade, 23 Ekim 2009 his, ünsiyet, vs.) bütün gücüyle çalışmayı vazife bilir, en büyük ibadet sayar. Her Müslüman, kendi mutluluk ve saadetinin toplumun ve insanlığın mutluluk ve saadetinden geçtiğinin şuurundadır. Her Müslüman; Doğru ile yanlışı ayırır ve Doğrunun hakim olması için, İyi ile kötüyü ayırır ve İyinin hakim olması için, Faydalı ile zararlıyı ayırır ve Faydalının hakim olması için, “Kendilerini engelleyebilecek kadar güçleri olduğu halde ümmet, içlerinde Allah’a isyan edenlere engel olmaz ve onlara karşı çıkmazsa Allah üzerlerine bir bela indirir. Sonra bu belayı da onlardan uzaklaştırmaz.” Adalet ile zulmü ayırır ve Adaletin hakim olması için canla başla çalışır. Bu güzellikleri sadece istemekle yetinmez, çalışır, cihad eder gerekirse karınca misali yolunda kurba olur. Çünkü mutluluk ve saadet; doğrunun, güzelin, iyinin, faydalının ve adaletin hakim olması ile mümkündür. ALLAH TEALA BUYURUYOR: “Kum fe-enzir!.. (Kalk ve uyar!..)” (Müddessir, 2) “Sen, (insanları) Rabbi’nin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et! Rabbin, kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, doğru yolda olanları da çok iyi bilir.” (Nahl,125) “Asr’a yemin olsun ki, insan gerçekten ziyandadır (hüsrandadır.) Ancak iman edip, salih amel işleyenler, birbirlerine Hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler müstesnadır, (onlar ziyanda değildir.)” (Asr 1-3) “Sizden, hayra çağıran, iyiliği (İslam’ın emrettiğini) emredip, kötülüğü (İslam’ın yasakladığını) yasaklayan bir topluluk bulunsun. İşte onlar, kurtuluşa erenlerdir.” (Al-i İmran,104) “Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten meneder ve Allah'a inanırsınız.” (Al-i İmran,110) Ekim 2009 24 “(İnsanları) Allah'a çağıran, iyi iş (Salih amel) yapan ve «Ben müslümanlardanım» diyen kimseden daha güzel sözlü kim olabilir!” mez), o zaman fitne sizi yakalar, birbirinize düşman kesilir, hücum ve saldırıya geçersiniz.” (Ha. Sahabe) (Fussilet,33) Panayırlarda İslam’ı anlatmak için koşuşturan, Taif’te tebliğ aşkına taşlanan, Risalet Pınarı Sevgili Peygamberimiz (sav); “Ya Ali, Düşman saflarına gir, onlara İslam’ı anlat. Senin vesilenle bir kişinin hidayete erişmesi, kızıl develere (yer altı ve yer üstü zenginliklerine) sahip olmaktan daha hayırlıdır.” buyurmuştur. “Canım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, siz ya iyiliği emreder, kötülükten nehyedersiniz ya da Allah (cc) kendi katından üzerinize bir azap gönderir de o zaman dua edersiniz fakat duanız kabul edilmez.” (Tirmizi) Sahabe (r.anhum), Rasulullah’a: “İsrailoğulları neden helak oldu? diye sordu. Efendimiz (sav) şöyle cevap verdi: “İnsanlığın en hayırlısı, insanlara faydalı olan kimsedir.” (Hadis-i Şerif) “Rabbimiz’in insana en büyük ihsanı; iman nimeti vermesi ve kulunu kendi yolunda koşturmasıdır.” Kutlu davanın fedakar sevdalılarına selam olsun… “Ey kalplere hükmeden (çekip çeviren) Allah’ım! Kalplerimizi Sana itaat ve ibadete âmâde kıl!.. Gönüller ve kıtalar fetheden tebliğ, davet ve İslam için çalışma aşkımızı ve heyecanımızı yeniden ver, Allahım! “Allah’ım! Biz acizlikten, bencillikten, tembellikten, korkaklıktan, cimrilikten, kabir azabından Sana sığınırız. Allah’ım! Nefsimizi takvalı kıl ve onu pâk eyle. Bizi pâk edecek ancak Sen’sin. Allah’ım! Fayda vermeyen ilimden, korkmayan kalpten, doymayan nefisten, yaşarmayan gözden ve kabul olmayan duadan Sana sığınırız.” (Amin) ................................................................................................... [1] Kenz II/138 (İbn Ebî Şeybe, İmam Ahmed, Abd b. Humeyd, Adeni, İbn Meni, Humeydi, Ebu Davud, Tirmizi, Nesâi, İbn Mâce, Ebu Ya’lâ, Ebu Nuaym, Ma’rife’sinde, Dârekutni, İlel’inde, Beyhaki, Said b. Mansur ve başkaları Kays b. Ebi Hâzim’den). “Ne zaman iyileriniz, kötülerinize göz yumar (yanlışlıklarına ve zulümlerine karşı gel- [2] Kenz II/138 (İbn Merdüye, İbn Abbas’tan). [3] Kenz II/138 (Beyhaki’den). Muhammed Yusuf Kandehlevi, Hayatu’s-Sahabe, Akçağ Yayınları: 3/197-198. 25 Ekim 2009 Osman KARABULUTOĞLU PEYGAMBERLER… (7) Dergimizin geçen sayısında demiştik ki : ‘Amma bir takım insanların nezdinde Allah’ın varlığına inanılıyorsa, buna böyle inandıkları halde, sonra semavat ve arzı yaratmaya güç yetiren ve nizamlayan Allah’ın; O nizamın parçalarından en küçüğünü değiştirerek mucize yaratmasını inkâr etmeleri; İnkârcıların ahmaklığından daha farklı bir ahmaklıktır; Ondan daha büyük değilse de daha açık bir ahmaklıktır. Eb-el-‘alai-nin sözü ne de güzel: “İnsan, Allah’a inandığın da zeki ve itaatkâr olsun İmanına küfrü karıştırmasın’’ Sonra mucizeyi inkâr, nübüvveti inkârı içirir ki, o zaman da Enbiyaya inanıp onların mucizelerini inkâr etmek hamakatı katmerleştirir. Zira onların nübüvveti kendilerine vahyedilenle başlar: Ekim 2009 26 Öyle ki eğer nasa meydan okuyacak başka bir mucize olamasa, vahiy başlı başına bir mucizedir, zira vahyi getireni peygamber dışında Allah’tan gayri ne bilen var ne de gören; Ey okuyucu bende şimdi diyorum ki iyi düşün, mısırın sabık müftüsü Abduh’ün nebi ve resul tarifi İslamın ve Müslümanların bildiği nebi tarifi değildir. Hatta bundan da öte milyonların bildiği tarif değildir! İşte hiçbir mucize olmasa vahiy, tek başına kâinata vaz edilmiş kozmik kanunları yırtan bir olgudur. Dolayısıyla mucizeyi, tabii kanunları yırttığı gerekçesi ile inkâr eden kişi; Kâinata konulmuş kanunları yırttığı için vahiy mucizesini de inkâr etmiş olur, zira vahiy denenip sınanmadığı, peygamber dışında deneyeni de olmadığı için açık seçik bir mucizedir. Nübüvveti inkârla mucizeyi inkar arasında kuvvetli bir bağ bulunmasına rağmen biz, peygamberlerle alakalı yazı yazan, kalem oynatan bir takım kimselerin onların mucizeleri hususunda suya sabuna dokunmadıklarını görüyoruz, bu adamlar enbiyayı tasvir ederken onların hayatından bahsederken sanki peygamberler insanlardan, büyük düşünürler misali ayrışmaları söz konusudur, başka değil, peygamberlerin fıtratları dışında Allah’la hususi bir bağları yoktur; Abduh, kendi nefis, rey ve ilkelerinin sıhhatine güvenenlerden biridir. İnsanlar ise bunlardan iyilik ve ıslah beklemektedir. O fıtrat ki peygamberleri büyük kılmış ve büyük düşünürlerin önüne geçirmiştir. Bende diyorum ki: Şeyhin tarifinde nübüvvet ve risaletten hiçbir şey yok, ne vahiy, ne meleki mürsel, ne kitabi münzel ve ne de mucize. Binaenaleyh nereden bilinecek nebinin, ‘haktan başkasını bilmediği, haktan başkası ile amel etmediği?’ yine nereden bilecek onun türünden olan insanlar, hakka davet olunduklarında, onun nebiliğini? Peygamberler hakkında böyle yazıp çizenler, Muhammed Abduh’un, Celal Devvanî’nin ‘Akaidi Azudiye’ şerhine yaptığı notlardaki düşüncesine muvafık olarak bu tasvirleri yapıyorlar. Abduh peygamberi tarif ederken şöyle diyor: “Ben diyorum ki nebi: İlmen ve amelen hak üzere yaratılandır; O, hikmet gereği haktan başkasını bilmez, hakkın dışında da amel etmez, bu da yaratılıştan kaynaklanır, yani bir fikre bir nazara bir düşünceye muhtaç değil, lakin bu bir talimi ilahidir; Eğer nebi kendi türünden yani hem cinsinden olanların zamanla, değişen fıtratlarını, asli fıtratlarına döndürmeye davet üzere yaratılıştan yoğunlaşıyorsa, o aynı zamanda resuldür, değilse, sadece nebidir. Tarifin burası dakiktir düşünüle!’ Evet, şeyh nebiyi tarif ederken ‘talimi ilahiden’ bahsediyor, lakin bu talimi ilahiyi fıtrata hamletmek mümkündür. Bu durumda da ona şu sual varit olur: ‘Bunun talimi ilahî olduğu nereden bilinecek nasıl bilinecek?’[1] Bizim söylediğimizi teyit eden diğer bir husus ta şu, Şeyh, nebinin davet görevini, kendi hemcinslerini, yaratılışlarına binaen davette bulunmasına dayandırıyor da onların davetini emrolundukları gibi Rablerinden gelen özel bir emre bina etmiyor! 27 Ekim 2009 Şöyle ki nebiyi tarif ettikten sonra istemeyerek: ‘ Eğer nebinin yaratılışı kendi hemcinslerini davette onların fıtratına yönelik olarak yoğunlaşıyorsa…’ şeklinde ifade de bulunuyor ve bunu iki yerde açıkça fıtrata hamlediyor, sonra cümlesini şöyle tamamlıyor: ‘Bu hususu iyi düşün, burası dakik ve hassastır!’ Ey okuyucu bende şimdi diyorum ki iyi düşün, mısırın sabık müftüsü Abduh’ün nebi ve resul tarifi İslamın ve Müslümanların bildiği nebi tarifi değildir. Hatta bundan da öte milyonların bildiği tarif değildir! Abduh, kendi nefis, rey ve ilkelerinin sıhhatine güvenenlerden biridir. İnsanlar ise bunlardan iyilik ve ıslah beklemektedir. Abduh’ün bu nebi tariflerindeki muradı, insanların mümtaz taifesini nebiler ve resuller derecesine yükseltmek değildir; Ekim 2009 Bilakis onun arzusu, nebi ve resulleri onların ayrılmaz parçası olan vahiy ve mucizelerde bulunan harikaları feda ederek, nebi ve resulleri (S.A), mümtaz insanların yani dâhilerin menzilesine indirmektir. ............................................................................. [1] Bundan dolayı İslam ilimlerini tedvin eden alimlerimizi: Ba‘as (öldükten sonra dirilme) ve vahyi özellikle de vahyi nebinin tarifine dahil ederler ve derler ki: ‘ Nebi bir insandır ki, Allah onu, kendisine vahiy olanı halka tebliğ için yaratmıştır.’ Sonra derler ki: vahiy üç kısımdır: 1- Melek’in lisanıyla, kat-î bir ayeti, tebliğ edilenin (Nebinin) bilgilendirilmesinden sonra işitilmesi onun kulağında vuku bularak sabit olandır ki, Kur’an bu kabildendir. 2- Sözlü bir beyan olmaksızın melek’in işareti ile açıklanandır. 28 3- Allah tarafından bir Nûri ilahi ile nebiye gösterilendir. Usul ulemasından içtihadı, nebi için hak ve gerekli görenler vahyin dördüncü kısmı olarak görür ve onu da gizli vahiy olarak isimdendirler. Ben bu eserin ilk baskısında demiştim ki: ‘Abduh’un söylediği: ‘Talimi ilahi’ sözcüğünü yaratılışa hamletmek mümkündür. Lakin şimdi diyorum ki: Bu sözcüğü yani ‘talimi ilahi’ sözcüğünü fıtrata atfetmek bir gerekliliktir. Abduh’ün ‘talimi ilahi’ kaydı, ı nebiyi tarifte hem sahih değil hem de ağyarına İlk üç kısım nebiyi nebi yapar; vahyi de vahyi zahir.. mani değil; yani nebi olmayanları ondan çıkarmı- Bu kitaptan 3. babının ‘Gayba İnananlarla İnanmayanlar arasında Kavli fasl (ayıran söz)’ adlı müstakil kitabın ilk baskısından sonra Şeriat kadılarından birini, Şeyh Muhammet Abduh’u nebiyi tarifinden dolayı tenkidimi hayretle karşılayıp onun tarifindeki ‘talimi ilahinin’ tenkit edilen hususları zaten karşıladığını böylece nebinin tarifinde bir eksikliğin söz konusu olmadığını tenkide gerek kalmadığını söyleyerek onu müdafaa ediyor; Eğer her talimi ilahi, insana bunu bahşetse idi yor, dâhilerde o sözcüğün içine giriyor. cenabı hakkın: ‘Rahman insana öğretti’ yine: ‘Oku Rabbin kerem sahibidir o insana bilmediğini kalemle öğretti’ kavli şerifi bütün insanları nebi kılarda ve bütün insanların enbiyadan olması lüzumlu olurdu. İşin özü şudur ki; bu tarife ve bu tarif sahibine iltimas etmek hak ve hakikatten uzaktır. Şeyhin, Hâlbuki ben Abduh’u tenkit ederken onun tarifindeki ‘talimi ilahi’ sözünden gafil değildim ancak, o cümleyi yetersiz buluyorum. Zira ‘talimi ilahi’ sözcüğü enbiyaya Allah tarafından tebliğ edilen ‘hususi ilahî talimi’ sarahaten içermiyor. Çünkü o cümle mutlak bir cümle, sıradan insanların üstünde olan rey ehli düşünce sahiplerine de şamildir. Onlar da peygamber olmamalarına rağmen diğer nastan farklı olarak Allah’ın dilmesiyle ilahî talime muhataptırlar. Bunların nebi olmaları zaruri değildir, bunlar ‘dahi’ olarak isimlendirilir. önü ve sonu ‘talimi ilahi’ sözcüğüne büründürülmüş nebi tarifi, tamamen nebiye has ve onunla mümtaz bir kişilik ve fakat bu mümtaziyet hiçbir zaman onda harikuladeliğe ulaşmayan bir özellik ki, gayba inanmayan çağdaşların aklı bunu bir türlü kabul etmiyor, gayb ve harikalardan soyutlanmış böyle bir tarife, kendi akılları istikametinde yürüyenlerin dışında kimsenin bir ihtiyacı yok… İlk bakışta, bu ‘talimi ilahi’ kaydı ve zikri pek anlaşılmıyor, ama bu tahlil ve tahkikten sonra, bazı gözlerdeki külleniş ve sözü gizlemenin dışında maksudun bu olmadığı ortada. Bu külleniş ve sözü Abduh’un fıtratı açıklarken talimi ilahi kaydını cümlenin sonunda kullanması bizim söylediklerimizi tamamen teyit eder. O takdirde bu ‘talimi ilahi’ sözcüğü nebinin yapısından hariç değildir. Bu kitabın ilk baskısında demiştim ki: Abduh’ün ‘talimi ilahi’ sözünü fıtrata hamletmek mümkündür Abduh’ün nebiyi tarif ederken ‘ilahi talim’ kaydını cümlenin sonunda fıtratı tefsir için getirmesi Bizim söylediğimizi tamamen teyit eder. Öyle ise bu ‘talimi ilahi’ denen şey nebinin yaratılışı dışında olmaması gerekir. gizleme üstat Ferit Vecdi beyin sözünü ettiği: ‘ kafaları gider korkusuyla şarklı aydınlar kitaplarında ilhadı ve inkârı gizlediler’ sözüne benzemez. Zira Ferit Vecdi beyin sözünü ettiği durumda zehri bir kutuya hapsetmek ve tıkaçlamak söz konusu, Abduh’ün: nebiyi tarifindeki ‘talimi ilahi’ sözünde galip olan ise salahtan çok fesat vardiır, şeyhin bu tavrının derlenmesinden ortaya çıkansa; kapalı ve tıkaçlanmış bir kutuyu zehre gömmek kabilindendir. Eğer şeyhin nebi tarifi insanlar indinde maruf tarif olsa idi nebi tarifini böyle bir kılıfa sokma ve buna dikkat çekme ihtiyacı duymazdı? 29 Ekim 2009 Sezgin ÇAKIR sezginckr@hotmail.com MÜRŞİD GEREKTİR BİLDİRE Sohbet bereketiyle yetişen sahabe-i kiram, tabiin ve et bau’t-tabiin efendilerimizden sonra gelen nesillerde gözle görülen bir bozulma ve yozlaşma baş göstermişti. Daha çok dünyevî olana bağlanarak ahireti unutma, ahireti arkaya atma tarzındaki bu yaklaşım günümüzde de ümmetin birinci derdidir. Resulullah (a.s)’dan hemen sonra, İslam Ümmetinin “Asr-ı Saadet”in safiyet ve nuraniyetinden uzaklaşmasını ifade açısından, o devri yaşayan ve Muhammedî terbiyede yetişen Ebu Derda (r.a)’nın aynı havayı soluklamış Selman-ı Farisi’ye (r.a) yaptığı şu uyarı ne kadar düşündürücü ve asrımız adına da ne kadar korkutucudur: “Kardeşim! Sakın Resulullah (a.s)’ın sohbetinde bulundum diye aldanıp gaflete düşme! Biz efendimizden sonra uzun zaman yaşadık. Bu arada başımıza gelenleri Allah çok iyi bilmektedir.” (Ebu Nuaym, Hilye, 1, 214) Ekim 2009 30 Yine Ebu Derda (r.a), bir defasında yanındakilere şöyle demiştir: “Bu gün Resulullah (a.s) karşınıza çıkacak olsa; şu namazdan başka, O’nun ve Ashabının devrindeki şeylerden hiçbirini o günkü haliyle bulup tanıyamaz.” (Şatibi, el İ’tisam,1 26) Hicri 157’de vefat eden el-Evzai, demiştir ki: Ya Allah’ın Rasülü (a.s) bu gün bizim karşımıza çıksa durumu nasıl bulurdu!” Hasan el Basri’nin (r.a) feryadı ise bir başka türlü: “Vallahi ben, Bedir savaşına katılmış yetmiş tane Sahabe gördüm. Genelde elbiseleri yünden idi. (Hal ve hayatları, Allah ile irtibatları öyle acaib ve farklı idi ki) onları görseydiniz: “Bunlar mecnun!” derdiniz. Onlar sizin hayırlılarınızı görselerdi: “Bunların hayırdan pek nasipleri yok!” der, şerlilerinizi görseler: “Bunlar hesap gününe inanmıyorlar!” derlerdi. (Ebu Nuaym, Hilye, 2, 134) Gün geçtikçe yalnızlaşan, kendi nefsiyle baş başa kalan, kendinden başkasının sesine kulak vermeyen günümüz insanının devası, acilen manevî bir kalb doktoruna başvurması ve onun dediklerini yerine getirmesidir. Tıbben kalbi rahatsız olan nasıl ki bir kalb doktoruna gidip teslim oluyorsa manevî olarak krizlerde boğulan da gidip öyle teslim olmalıdır. Gözü görmeyenin görene ihtiyacı vardır ama önce gözünün görmediğini bilmesi lazım. Kör köre rehberlik yapamaz. En büyük kör nefistir. Terbiye-i nefs yapmamış bir insanın nefsiyle baş başa kalması ne korkunç sorunlar doğurur! Mürşid mürşid olmalı. Sen kör elinden tuttuğun kör olunca iki kör nereye gidebilirsiniz. Şimdi, Ebu Hasan Ali en Nedvî’nin ifadeleriyle şu sorulara cevap bulalım: “Bu durumda, Müslümanların büyük bir bölümünün kendi inanç ve imanını yenilemesi nasıl olacaktı? Dinî sorumluluklarını ve görevlerini şuurla ve sorumluluk duygusu ile tekrar kabul etmelerinin, onlarda tekrar iman heyecanı, dinî cezbe doğurmanın, onların pörsümüş, ölmüş kalplerinde yeni- den sevginin, muhabbetin sıcaklığını meydana getirmenin, darmadağınık olmuş güçlerine yeniden canlılık ve hareket getirmenin yolu ne olmalıydı? İşte bunun için, Müslümanların, samimi ve muhlis bir Allah erine güvenmeleri ve bu güvenle ruhî ve manevi hastalıklarını tedavi edip, dinde doğru bir önder ve ışık bulmaları gerekli idi. Yukarıda değindiğimiz gibi; (İslamî) halifelik, bu görevinden habersiz olup bir kenara çekilmiş durumdaydı. Raşid halifeleri hariç tutarsak, diğer halifeler, değil Resulullah (a.s)’ı temsil ve ümmeti Kur’an ve sünnet çizgisinde terbiye etmek, içine düştükleri tutum ve durumlarıyla bu iş için zararlı ve bu yolda bir engel idi. Diğer taraftan bu makamı ehli olmadan işgal edenler yüzünden orası o kadar şüpheci, kuruntulu ve vehimli bir hale gelmişti ki, yeni bir teşkilat veya yeni bir davet ortaya çıktı mı, hemen onda bir siyaset kokusu buluyor, ona tahammül edemiyor ve ezip yok ediyordu. 31 Ekim 2009 Böyle bir durumda, Müslümanlarda yeni bir dinî hayat, yeni bir takva üzere kurulmuş düzen ve sisitem, yeni baştan hareket ve amel meydana getirmek için Allah’ın muhlis bir kulunun, Hz. Peygamber (a.s)’in yolu üzerinde, iman, amel ve şeriata uygun hareket etmeye söz verdirerek, intisab almasından başka ne yol vardı? Bir müslümanın böyle bir Allah erinin ve Peygamber varisinin elinde bey’at etmesi ile eski günahlarına tevbe ederek bir daha onlara geri dönmeyeceğine söz vererek imanını tazelemesinden, sonra da o peygamber vekilinin dinî kontrolü altında o kişide doğruluk, dürüstlük, iman harareti, sünnete bağlanma zevki ve ahret düşüncesini geliştirmekten başka, çıkar yol ne olabilirdi? İşte bir kâmil mürşide intisabın, onun manevî terbiyesine girmenin iç yüzü ve hedefi budur. Bu intisapla dinin samimi davetçileri dini yenileme, canEkim 2009 landırma ve Müslümanları ıslah etme işini yürütmüşler, yüzbinlerce, milyonlarca Allah kulunu imanın gerçek şekline ve ihsan mertebesine ulaştırmışlardır. Bu altın zincirin baş halkalarından ve Muhammedî güllerin demetinin en güzellerlinden birisi de Seyyid Abdulkadir Geylanî (k.s) idi. O’nun zamanında yüzbinlerce insan onun ortaya koyduğu usul ve edeb tarikatından faydalanarak imanın lezzetini tatmış, İslami hayat başlayarak, güzel ahlakı benimseyerek, kendini güzelleştirmiştir.” (Ebu’ Hasan en Nedvî, İslam Önderleri Tarihi,1, 291–292) Bir ayet-i kerimede şöyle buyurulmuştur: “Allah kimi (ilahi desteğini çekerek nefsinin eline bırakıp) saptırırsa, onu doğru yola iletecek bir veli bulamazsın.” (Kehf, 17) 32 Said Havva (r.a), bu ayetten şu sonuca varmıştır: “Bu ayetten anlıyoruz ki, (kişiyi hakka sevdirecek bir) mürşid veli bulunduğu zaman Allah’a davet en mükemmel şekilde yapılabilmektedir. Bir insan elini mürşidin eline koyup intisap ettiğinde bu, Allah’a ulaşmada ve Onun yolunda muvaffakiyette en güzel bir imkân olmaktadır. Esasen, peygamberler (aleyhimüsselam) Allah’a hidayette gerçek hidayet önderleri olduğu gibi, kâmil mürşidler de Allah Tealaya davet işinde peygamberlerin kâmil varisleridir. Belirttiğimiz gibi, Allah Teâlâ’ya davetin salahı için mürşid-i kâmilin varlığı çok önemli ve zaruridir.” (Said Havva, Ruh Terbiyemiz, 333) “Şeyhin (kâmil mürşidin) görevi, müridi ilmî ve ruhî yönden terbiye olduğuna göre, küfür ve dinsizliğin kol gezdiği asrımızda acaba şeyhin görevi ne olmalıdır ve müridlerin terbiyeleri üzerinde etkileri nelerdir? Yine müslümanların ilahi rıza ve “Vallahi ben, Bedir savaşına takva hedefi üzere kurulmuş bir devlete sahip olmadıkları günümüzde şeyhin rolü nedir? Müslümanların bir vücut, bir saf ve Allah için bir cemaat olması için şeyhle halka arasında ilgi nasıl olacaktır?” “Bilinmelidir ki; her asırda iman ve takva yönünden salaha ve sıhhate giden yol, İslam ümmetinin önünde örnek alınacak insanların bulunmasıyla başlar. Bu her devir ve nesilde böyledir. Sonra, başından sonuna kadar tecdid ( İslami hayatı ihya) ameliyesini gerçekleştirecek kâmil varislere ihtiyaç vardır. Bu iş tamamen i’layı kelimetullah hedefiyle yapılmalıdır. Şüphe yok ki, asrımızdaki Müslümanların muhtaç olduğu üç tane temel iş vardır. Bunlar, mutasavvuf olsun, fakih olsun, mücahid olsun kâmil bir müminin yetiştirilmesinde düşünülebilecek her şeyi ihtiva etmektedir. Onlar da; ilim, temel ahlak ve Müslüman cemaate ve onun imamına bağlılıkla, bunun gerektirdiği terbiye, şuur, seyr-u sülük ve iltizamdır. Zamanımızdaki hastalığın en büyük kaynağı; müslümanın bu işlerden birini, yahut ikisini veyahut her üçünü ihmal emesi, veya onlardan bazısına tam sahip çıkmayıp zayıf bırakmasıdır. katılmış yetmiş tane Sahabe gördüm. Genelde elbiseleri yünden idi. (Hal ve hayatları, Allah ile irtibatları öyle acaib ve farklı idi ki) onları görseydiniz: “Bunlar mecnun!” derdiniz. Onlar sizin hayırlılarınızı görselerdi: “Bunların hayırdan pek nasipleri yok!” der, şerlilerinizi görseler: “Bunlar hesap inanmıyorlar!” derlerdi. gününe Şimdi bir Müslüman düşün ki; ilmi bulunsun fakat temel ahlaktan mahrum olsun. Hiç şüphesiz bu halde hiçbir iş düzgün olmaz. Yine düşün ki; bir müslümanda İslam ve irşad cemaatine bağlanmanın gerektirdiği terbiye, anlayış ve diğer şeyler bulunmasın. Şüphesiz işler yine düzgün gitmez. İşte en önemli hastalık; bu üç asıl işden birinin bulunmaması veya bazısının noksan ve kusurlu olmasıdır.” (Said Havva, Ruh Terbiyemiz, 235–236) Mürşidsiz olmaz. Sadece eser okumakla da bu iş olmaz. Böyle düşünenlere Ömer ziyaeddin Dağıstanî (k.s) şu uyarıda bulunuyor: “Tasavvufî eserleri okumakla boş yere ömür tüketeceğine, o eserlerdeki sözleri, anlatılanları kendisine hal yapmış ve şahsında yaşanır bir şekle getirmiş canlı bir mürşide teslim olup, onun işareti üzere amel ederek zikir, fikir, huzur ile 33 Ekim 2009 Allah’dan gayri şeylerden kalben kopmaya çalışsan; bu senin için daha iyi ve daha kolaydır.” (Muhammed b. Abdullah Hani, el Behçetü’s Seniyye, 213–214) Abdulbari en Nedvî (r.a) bu konuda şöyle diyor: “Tasavvufî eserleri okumakla boş yere ömür tüketeceğine, o eserlerdeki sözleri, anlatılanları kendisine hal yapmış ve şahsında yaşanır bir şekle getirmiş canlı bir mürşide teslim olup, onun işareti üzere amel ederek zikir, fikir, huzur ile Allah’dan gayri şeylerden kalben kopmaya çalışsan; bu senin için daha iyi ve daha kolaydır.” “Hayatın hiçbir alanında ve hiçbir bilim dalında, staj görmeden ve uygulama yapmadan başarıya ulaşılmamıştır. Sırf inceleme ve araştırmayla bir kimsenin mesleğinde olgunluk kazandığını, sahasında başarıya ulaştığını hiç gördünüz mü? Şu nokta adeta elle tutulan ve gözle görülen bir gerçektir ki; insan, usta bir marangozun yanında staj görmeden bu mesleği öğrenemez, marangozlukla ilgili aletleri eline alıp onlar gibi ustalıkla kullanamaz. Bunun için mutlaka usta bir marangozun yanında çalışmak ve mesleğinin inceliklerini öğrenmek gerekir. Terzilik ve diğer zanaatlarda tıpkı bunun gibidir; onların da araç ve gereçlerini kullanmak için ustasına ihtiyaç vardır. Hattat olmak arzusunu taşıyan bir kimsede mutlaka bir hattatın yanında bulunmalı, onun kalemi tutuş ve kâğıt üzerinde gezdiriş biçimlerini bizzat öğrenmeli ve ancak böylece güzel bir yazı yazar hale gelmelidir. Verdiğimiz bütün bu örneklere dayanarak diyoruz ki: Bir kimse olgun bir şeyhin yanında bulunmadan, sohbetlerinden bol bol yararlanmadan, meclisinde teneffüs edilen manevî havaya alışmadan ve orada yaşanan durumların manevî zevkini tatmadan olgun bir insan olması mümkün değildir. Bunun için mutlaka olgunluğa erişmiş ve manevî alanda yol almış muhterem bir zatın sohbetinde bulunmak, o sohbetin vereceği manevî zevki tatmak ve onun irşadından istifade etmek şarttır. Bize göre kâmil bir zatla sohbette bulunmak ve o manevi havayı teneffüs etmek şarttır. Çünkü sahabelerden en aşağı derecede olan bile hiç şüphesiz en yüksek hadis bilgininden, en değerli fakihten ve en büyük veliden daha üstün ve daha faziletlidir. Bu üstünlüğün nedeni hiçbir zaman Ekim 2009 34 kitap okumak ve eserleri incelemek değildir. Çünkü sahabenin çoğu okuryazar bile değildi. Bu üstünlüğün nedeni bilgi çokluğu ve kültür zenginliği de olamaz. Çünkü kendilerinden sonra gelen bilginlerin en küçükleri bile dinin bütün konularını onlardan daha geniş ve daha ayrıntılı olarak biliyorlardı. Öyleyse geriye bir tek ihtimal kalıyor ki, o da; Alah’ın Rasülü (a.s) ile sohbet mutluluğuna erişmiş bulunmalarıdır. Bu öyle bir sohbettir ki; onlardan sonra gelen en büyük âlimler, manevî havanın teneffüs edildiği ve susuz kalan gönüllerin nura kandırıldığı bu sohbetin en az ve en aşağısını yaşamak şöyle dursun, dengini ve benzerini bile bulamazlar. Yıllar boyu eserleri araştırmakla elde edilemeyen manevî bilginin, kâmil bir Allah eriyle bir saatlik sohbette elde edilebileceği gerçeği, bu yönde en küçük bir tecrübesi olanların bile bildiği bir husustur. Bu noktada hiçbir abartma da söz konusu değildir. Şair de bu anlamda şöyle demiştir: Daha sağlam bir delil ve daha güvenilir bir isbat istersen; bizzat bunu denemeli ve kendi hayatında yaşamalısın. Bunun için altı ayını ayır. Gel benden gerçek bir arifin adını, adresini öğren ve Allah için huzuruna git manevî sohbet ve terbiyesine gir. Göreceksin ki, oraya akıllı olduğunu söyleyerek gidecek, aptal olduğunu söyleyerek geleceksin. Çünkü o mübarek insanın sohbetleri sayesinde akıllanacak, geniş bir manevî ufka sahip olacaksın” (Abdulbari en Nedvî, Tasavvuf ve Tarikatın Yenilenmesi, 165–168) “Yok ki, nerede bulalım ” diyene cevaben deriz ki: Resulullah (s.a.s) buyurmuştur ki: “Ümmetimden bir topluluk kıyamete kadar Allah’ın emrini ayakta tutmaya devam ederler. Onları terk edenler ve muhalif davrananlar kendilerine bir zarar veremez. Bu, Allah’ın kıyamet emri gelinceye kadar devam “Evliyanın sohbetinde bir saat kalıvermen Hayırlıdır bir asırlık gafilâne ibadetten.” Eninde sonunda gidilecek yer ve sığınılacak mercî, herkes için yalnız Allah’dır. Başvuracak başka bir makam yoktur. eder. Onlar insanlara devamlı üstün gelirler.” (Buhari, İ’tisam, 10) “Ümmetimden her devirde sabikun (hayırlarda önderlik eden ehlullah) bulunur.” (Suyuti, el Camiu’s –Sağir,2,415) 35 Ekim 2009 Aydın BAŞAR aydin_basar@hotmail.com ZİNCİRLE GELEN MİSAFİR Tasavvuf tarihindeki üç büyük “şems”ten biri olan Akşemseddin Hazretleri’nin asıl adı Muhammed b. Hamza olup 1390’da Şam’da doğmuştur. Soyu Hz Sıddık-ı Azam’a ve Şihabuddin Sühreverdi’ye dayanmaktadır. Yedi yaşında iken babası ile birlikte Amasya’nın Kavak ilçesine yerleşen Akşemseddin henüz o yaşlarda iken hafız olmuştur. Daha sonra medrese tahsilini ikmal ettikten sonra Çorum’un Osmancık ilçesindeki medreseye müderris olarak atanmış ve 1459’da Göynük’te vefat etmiştir. Akşemseddin Hazretleri eski Yunan filozoflarının kitaplarını okumuş Sokrat, Aristo ve Eflatun’un ilmi eserlerini ve bunların düşüncelerini iyice incelemiştir. Ayrıca hekimliğin üstadı sayılan Hipokrat’ın eserlerini de okuyup incelemiş olup tıp ilminde son deEkim 2009 36 rece kuvvetli bir bilgiye sahiptir. Akşemseddin kendisine müracaat eden hastalara doğru teşhis koyması nedeniyle hekimlikte büyük bir üstat olarak bilinmektedir. Tahminlere göre 25- 27 yaşları arasında iken müderrisliğe yeni başladığı yıllarda tasavvufi bir arayışın içerisine girmiş, Fars iklimini ve Maveraünnehir’i bu maksatla dolaşmışsa da müteselli olamadan Anadolu’ya geri dönmüştür. Bu esnada Ankara’da tarikatını yaymakta olan eski müderrislerden Hacı Bayram Veli’nin ziyaretine gitmeye karar verir. Bu ziyaretinde Hacı Bayram Veli çalgı aleti çalan dervişleri ile birlikte esnaftan hayır işleri için yardım toplamaktadır. Hacı Bayram Veli’ye bağlanmak isteyen Akşemseddin önce bir tereddüt geçirir. Bir medrese müderrisi, bir bilim adamı nasıl olur da halka avuç açar? Bunu aklı havsalası bir türlü alamaz ve bu yüzden Haleb’e Zeynüddin Bunun üzerine Ankara’ya geri dönen Akşemseddin, Bayram Veli Hazretlerinin tarlada çalışmakta olduğunu görür, sessizce yanlarına yaklaşır ve onlarla birlikte çalışmaya koyulur. Öğle vakti geldiğinde yemek için dervişlerle sofraya oturan Hacı Bayram Veli, Akşemseddin’i görmezden gelerek onunla hiç ilgilenmez. Oradaki dervişlerden hiçbirisi onu sofraya davet etmez. Bu arada köpeklerin kaplarına da yemekler konmuştur. Hafi’ye bağlanmak üzere uzun bir yolculuğa çıkar. Haleb’e yaklaştığı sıralarda bir gece rüyasında boynuna bir zincir bağlanmış zincirin ucu da Hacı Bayram Veli’de... Bunun üzerine Ankara’ya geri dönen Akşemseddin, Bayram Veli Hazretlerinin tarlada çalışmakta olduğunu görür, sessizce yanlarına yaklaşır ve onlarla birlikte çalışmaya koyulur. Öğle vakti geldiğinde yemek için dervişlerle sofraya oturan Hacı Bayram Veli, Akşemseddin’i görmezden gelerek onunla hiç ilgilenmez. Oradaki dervişlerden hiçbirisi onu sofraya davet etmez. Bu arada köpeklerin kaplarına da yemekler konmuştur. Garip kalan Akşemseddin çaresizce köpeklerin yanına diz çökünce, Hacı Bayram Hazretleri dayanamaz ve hemen onu sofrasına çağırır. Çünkü artık Akşemseddin nefsine ağır gelen bu fiili işleyerek benlik imtihanını geçmiştir. Sofraya oturan Akeşemseddin’e, Bayram Veli Hazretleri gülümseyerek şöyle der. “Zincirle zorla gelen misafirin ağırlanması işte böyle olur.” O günden sonra dergaha kabul edilen Akşemseddin’e, Hacı Bayram Veli Hazretleri türlü türlü ibadet, riyazet ve mücahede ettirir.. Akşemseddin’den önce gelip aynı ocakta seyr-i sülukta bulunanlara oranla onu çok sıkı bir seyr-i süluka tabi tutar. Hatta öyle olur ki yedi günde bir kaşık sirkeden başka bir şey verilmez. Hacı Bayram Veli Hazretlerinin ağır ve titiz manevî eğitiminden geçen Akşemseddin, kısa zamanda irşad makamına yükselir. “Yıllarca Hacı Bayram Veli Hazretlerinin yanında kaldıkları halde manevi eğitimlerini bir türlü tamamlayamayan eski müridler, dergâha yeni gelmiş Akşemseddin Hazretlerinin neticeye birkaç ayda ulaşmasının sebebini anlayamamışlar ve bu durumu açıklamasını Hacı Bayram Veli Hazretlerinden rica etmişler. O da bunu Akşemseddin’in tam anlamıyla teslim olmasıyla açıklamıştır.” İrşad makamına geçen Akşemsedin, önce Beğpazarı’na, sonra İskilip ve Göynük’e yerleşmiş ve orada son nefesine kadar tasavvuf ve ilim yolundaki hizmetlerine devam etmiştir. 37 Ekim 2009 Seyyid Ahmed er Rufai Hazretleri’nden Alla h’a T e slim O lm ak Yahya bin Muaz (r.a)’a “Kul Allah’a tam olarak ne zaman bağlanabilir?” diye sorulunca şu cevabı verdi: “Allah’ı vekil kabul edip, var olan ya da olmayan tüm alâkalara kalbini kapadığı zaman.” Rivayet edildiğine göre Cenâb-ı Hak, Dâvud (a.s)’a şöyle vahyetti: “Ne abidlerin ibadeti, ne mukerreblerin yakınlığı, bana dayanmak ve teslim olmak kadar yaklaştırıcı değildir.” Amir bin Kays (r.a), âriflerden birine kendisi için Allah’a dua etmesi ricasında bulundu. Ârif bu ricaya şöyle cevap verdi: “Senden daha aciz olan birinden yardım istiyorsun! Beni bırak Allah’a itaat et ve O’na dayan; dua ile O’ndan isteyenlere verilenlerden daha fazlasını sana gönderir.” Musa (as)’a gönderilen Tevrat’ta şu nasihatin bulunduğu rivayet edilir: “Dünya ehline bir önder, öteki âlemin yüce tepelerinde bir efendi olmak istiyorsan emrime teslim ol, hükmüme razı ol!” Fudayl bin İyâz (r.a) der ki: Ben, “Allah’a bağlıyım” demekten utanıyorum. Çünkü Allah’a bağlı olan, O’ndan başkasından korkmaz, bir şey beklemez ve kalbini iki cihanın alâkalarından keser.” Ârifler, “Biz Allah’a aidiz” ibaresinin manası hakkında şunu söylemişlerdir: “Biz Allah’ın kulları ve köleleriyiz. O’nun iradesi ve hükmü altında kalıptan kalıba gireriz. Kulların perçemleri O’nun elindedir.” Ayetin geri kalan “Ve biz O’na döneceğiz” kısmı hakkında: “O’ndan razı olarak, O’na teslim olarak, O’na dayanarak ve kendimizi O’na ısmarlayarak (huzuruna varırız)” şeklinde yorum yapmışlardır. Şöyle bir rivayet vardır: Allah Teâlâ, Musa (a.s)’a “Firavun’a git. Çünkü o iyice azdı.” vahyiyle Firavun’a gitmesini emrettiği zaman Musa (a.s) şöyle dedi: “Ya Rabbi! Ailem ve koyunlarım var (onlar ne olacak?)” Bunun üzerine Allah Teâlâ, ona şöyle buyurdu: “Ey Musa! Beni bulduktan sonra başkasını ne yapacaksın? Git, bana dayan ve teslim ol! Bütün işlerini bana ısmarla. Şayet ben istersem, bir kurdu koyunlarına çoban, meleklerimi de ailene muhafız ederim. Ey Musa! Annen seni denize attığı zaman oradan seni kim kurtardı? Bundan sonra, seni annene kim kavuşturdu? Düşmanın FiEylül 2009 38 ravun, seni öldürmek istediği zaman onun elinden seni kim kurtardı? Firavun’dan korkup çöle kaçtığın zaman seni oradan kim çıkardı?” Allah’ın sözlerini dinlerken Musa (a.s), hepsine “Sen Sen!” diyordu. Şunu iyi bilmek gerekir ki Allah’tan başka bir kimseye veya bir şeye dayanan, kulluk sınırından çıkarak rezil olur. Çünkü kulluk sınırı, iradeyi Cebbâr olan Allah’a bırakmaktır. Allah Teâlâ Kur'an-ı Kerim’de şöyle buyuruyor: “Rabbin, dilediğini yaratır ve seçer. Onların seçim hakkı yoktur.” “Allah’ın insanlara açacağı herhangi bir rahmeti tutup hapseden olamaz.” “Eğer Allah seni bir zarar uğratırsa, onu kendisinden başka giderecek yoktur.” “De ki: Allah’ın bizim için yazdığından başkası bize asla erişmez.” “Kim Allah’a güvenirse O, ona yeter.” Kulluğun, şu on haslet üzerine bina edildiğini bil: • Her şeyde Allah’a dayanmak. • Her halde Allah’tan razı olmak. • Her durumda O’na dönmek. • Her konuda Allah’a muhtaç olmak. • Her hususta Allah’a yönelmek. • Her sıkıntıda Allah’a dayanıp sabretmek. • Her şeyden uzaklaşıp Allah’a yönelmek. • Her hususta Allah için dosdoğru olmak. • Her şeyi Allah’a ısmarlamak. • Her konuda O’na teslim olmak. Son olarak şunu iyi bil ki: “Teslimiyeti ve teslimiyete ulaştıran yolları aramak, iman ve marifetin şubelerinden biridir. Teslimiyet, bulanmamış bir esenlikle ‘Selam’ olan Allah’a tüm varlığını vermektir. Teslimiyet yollarını aramak ise başına gelecek bütün belalardan razı olarak O’na götüren yolu aramaktır”. 39 Eylül 2009 Salih AYDIN “Allah’tan aldığım vazifeyle “yeter” diyorum.” Ekim 2009 Bu söz bendenize ait değil. Böyle diyor bilmem kaç tarikatın vazifelisi olduğunu iddia edip Yahudi ve Hıristiyanları da “mümin-müslüman” sayan müteşeyh. Niye böyle diyor biliyor musunuz? Yahudi ve hiristiyanlara “kâfir” diyormuş Müslümanlar. Müteşeyhin zoruna gidiyormuş. “Yeter diyorum” diyor, böyle demeyin. İyi ama neden kafire “kafir” demeyelim ki? Bu sizi neden rahatsız ediyor? ve dolanlarla işgal ettikleri İslam topraklarında kan akıtıp mümine bacılarımızın namusunu kirletiyorlar. Bizi düşman olarak görüyorlar. Haçlı seferlerini ve o haçlı seferlerinin günümüzdeki uzantısı olan Bosna, Irak, Afganistan, Gazze katliamlarını inanan bir yürek olarak unutmamız mümkün değil. Müteşeyh efendi sana ve o yalanlarınla aldattığın çevrendeki o zavallılara sesleniyorum: Ehl-i sünnet inancına göre Yahudi ve hristiyanlar kâfirdir. Onlar Allah’a iftira attıkları gibi Allah’ın son peygamberi olan Hz. Muhammed (a.s) efendimize de inanmazlar. Tarih boyunca da inanmadılar şimdi de inanmıyorlar. İnanırlarsa o zaman elbette ki Müslüman ve mümin olacaklar. Tarihte bizim ecdadımız olan müminlere de çok acılar yaşattılar ve hala yalan Siz nasıl insansınız ki kendisine inanıp secde ettiğiniz Allah’a iftira atanlara bu denli bir yakınlık duyarak Allah adına onları “mümin” ilan edip cennete sokuyorsunuz. Bir insan sevdiği birine iftira atanlara karşı nasıl dost olabilir. Peygamberlerinin diliyle “lanetlenmiş” bir topluluğa bu denli bir yaltaklanmanın adı nedir? Siz nasıl bir topluluksunuz ki sizin peygamberinizle 40 savaşmış, tarihten günümüze kadar müminlerle sırf Müslüman oldukları için savaşan o kâfirleri nasıl mümin olarak kabul ediyorsunuz. ne cevap vereceksiniz! Nasıl bu sahtekârlığınızı örteceksiniz, mümkün mü? Değerli okurlar, öyle bir zamanda yaşıyoruz Tabii burası Türkiye... Sana gelip sorgulama yapacak kimse yok. Denetim yok. Hele saha “din” olunca alabildiğince konuşup ortalığı bulandırabilirsin. Öyle ya soran irdeleyen yok. Sen nereden şeyh oldun, eğitimin nedir, bir şeyhin terbiyesinden geçtin mi, icazetin var mı, bu yetkiyi nereden aldın? Kimsin ve yıllardır kimin adına iş yapıyorsun? 28 Şubat sürecinde Müslümanlar sahtekârlardan iyi darbe yediler. Bu sistem ha bire Ali Kalkancısını üretiyor. Ama gel gör ki Müslümanlar gözü kapalı olarak gidiyor. Tasavvuf gibi “nefis eğitim, ruhi terbiye” okulu olan müessese nefis ve egoların tatmin yeri oluyor. Bazı Müslümanlarda gördükleri çirkinlikleri göz yumarak yok sayıyor. Sonrasında olan yine Müslümanlara oluyor. Bir sahtekâr, şeyh olduğunu iddia edip Yahudi ve Hıristiyanları cennete yollarken, bir diğeri kendisine vahiy geldiğini iddia ediyor. Hazır kıta bekleyen bu müteşeyhler eğer üzerlerine gidilip ümmete duyurulmazsa çok müslümanın canını yaktıkları gibi bütün Müslümanlarında başına bela olacaklar korkarım. ki sapla samanın bir birine karıştığı bir zaman. Zihinler bulandırılıyor, her taraftan Müslümanlar adeta bombardımana tutuluyor. Onun için çok acil olarak sanki bir seferberlik gibi ilme sarılmalı dinimizi çok iyi öğrenmeliyiz. Öncelikle ehlisünnet inancını detaylı bir şekilde öğrendikten sonra “ilmihal” olarak bildiğimiz günlük yaşantımızla ilgili bilgileri güzelce öğrenmeliyiz. Eğer tasavvufa meylimiz varsa mutlaka çok iyi araştırıp ondan sonra bağlanmalıyız. İcazeti olmayan, ben rüyada aldım, şeyhim öleceği an hemen bana verdi ve öldü, benim şeyhim uzak memleketlerde ve gizli gibi saçma sapan şeyler söyleyenlere asla kulak asmayalım. Görevine dair şahid getiremeyen sahtekârların söylediği sözlere kulak asmayalım. “Ben doktorum” diyen bir adama nasıl ki “hani diploma” diyorsak şeyh olduğunu söyleyenlere de aynı soruyu sormalıyız: Hani icazet, hani şahit? Bir mürşid-i Kamil arayan kardeşlerimiz özellikle şu şartların o kimsede olup olmadığına çok dikkat etmeliler: En çok istismar edilen saha tasavvuf sahası… Şeyh efendi vefat ediyor ve yerine kimseyi bırakmıyor. Bunu bütün cemaati biliyor. Birde bakıyorsunuz iki üç ay veya sene sonra altı yedi tane şeyh türemiş. Hepsi ilginç bir şekilde şeyh efendinin kendisine görev verdiğini diğerlerinin “yalan söylediğini” iddia ediyor. Böylece hepsi birbirini yalancılıkla suçlamış oluyor. Ne yazık ki şeyh efendinin yerine kimseyi bırakmadığını bilen müridler bunlardan birinin peşine gitmek zorunda kalıyor. Hani tasavvuf nefsi yok saymaktı, hani riyaset peşinde koşulmayacaktı? Nefsinin kulu olana yazıklar olsun. Eyvahlar olsun size be sahtekârlar! Eyvahlar olsun size be sahtekârlar! Eyvahlar olsun size be sahtekârlar! 1- Sağlam bir ehl-i sünnet inancına sahip olmalıdır. 2- İlim sahibi olmalıdır. 3- İlmiyle amil olmalıdır. 4- İhlâs ve samimiyet sahibi olmalıdır. 5- Silsile yönünden Peygamber Efendimiz (s.a.v)’e ulaşan kâmil bir mürşidden izin alarak irşada başlamış olmalıdır. 6- Allah’u Zülcelal’in emir ve nehiylerinin, tasavvuf ve hakikat ilimlerinde derin bir bilgiye sahip olmalıdır. 7- İnsandaki manevi hastalıkların nasıl meydana geldiğini ve bununla nasıl mücadele edileceğini bilmelidir. Çekin o ellerinizi bu ümmetin üzerinden. Bir gün o yalanlarınızla Allah’ın huzuruna vardığınızda 8- Siyasî, ictimaî, iktisadî her konuda müride yol gösterebilen bir zat olmalıdır. 41 Ekim 2009 Umut BULUT Yazar Aydın Başar: “Müseyleme’nin Kanalında Hz Ebubekir Anlatılmaz” Milli Gazete yazarı Aydın Başar ile Diyanet ve sahte peygamberler konulu bir röportaj yaptık. Haberdem okuyucularının istifadesine sunuyoruz. - Sizi Milli Gazete, Anadolu Gençlik, Burhan Dergisi ve en son olarak da kardeş sitemiz haber5.com’daki yazılarınızdan tanıyoruz. Bu sitedeki en son yazınızda Diyanet’i sahte peygamberlere karşı mücadele etmeye davet ettiniz. Sizce bu mücadeleyi Diyanet mi yapmalıdır? Sahte peygamberler, sahte resuller, sahte mehdiler ve sahte şeyhler günümüzün birer gerçeğidir. İmaam-ı Rabbani, İmam-ı Gazali, Mevlana gibi birçok alim yaşadıkları dönemde bu tür kimselerle ve sapkın görüşlerle mücadele etmişlerdir. Bugün bu görev en başta bütün ilahiyatçılara, akademisEkim 2009 42 yenlere, yazarlara, müftülere ve imamlara düşüyor. Yalnız bunların tek tek mücadeleleri de bir anlam ifade etmiyor. Daha büyük bir otoritenin bu yanlış cereyanlara karşı halkı uyarması gerekiyor ki o da Diyanet İşleri Başkanlığıdır. - Diyanet bu konuda hiç mi bir şey yapmıyor? Sahte peygamber olarak kamuoyunda meşhur olmuş ancak peygamber değil “resul” olduğunu iddia eden İskender Evrenesoğlu ile ilgili Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu üyesi Sayın Ekrem Keleş Bey’in bir raporu var. Fakat bunun dışında Diyanet bu konuya yeterince sahip çıkmıyor. Evrenesoğlu batıl fikirlerini televizyon kanalları vasıtası ile sürekli tebliğ ederken Diyanet’ten uya- rıcı bir mesaj hala gelmedi. Şayet bu mesaj gelmezse insanlar “Diyanet ne iş yapar?” diye sormakta haklıdırlar. - Hangi kanal veya kanallar? İskender Evrenesoğlu halk arasında sahte peygamber olarak meşhur olduğu için açıktan faaliyet yapamıyor. MPL adlı bir tv kanalı sürekli onun sapkın görüşlerini yayıyor. Bu kanalda hoca olarak lanse edilen çok sayıda bilgisiz kimseler var. Hatta Arapça “resul” kelimesini bile bakmadan yazamıyorlar. Bunlar biraz garip kişilikler ve sayıları da oldukça fazla.. - Peki bu MPL kanal Evrenesoğlu bağlantısını kabul ediyor mu? Kendilerinin bir tasavvuf kanalı olduğunu söylüyorlar. O kanalda çıkan hoca taslakları sürekli resullerin her dönemde yaşadığını, bu devirde de yaşadığını ve onlara tabi olmayan kimselerin şirke düştüğünü söylüyorlar. Devrin imamına ki mehdi de odur diyorlar, ona tabi olmak gerektiğini söylüyorlar. İzleyiciler “devrin imamı kim” diye sorduğunda ise buna açık bir şekilde cevap vermiyorlar. - İyi ama Evrenesoğlu’ndan başka birini kastetmiş olamazlar mı? Hayır olmazlar. Çünkü ben Evrenesoğlu’nun internetteki bazı konuşmalarını dikkatle dinledim. Bu kanaldaki kimselerin söylemleri ile onunki tıpa tıp aynı. Hatta konuşma üslupları bile aynı. Google’de bununla ilgili bir araştırma yaptığınızda yeteri kadar bilgi karşınıza çıkıyor. Zaten MPL kanalı Evrenesoğlu ile ilişkisini inkar etmiyor. Tasavvuf perdesi arkasından yanlış şeyler yapıyorlar. - Haber5’teki yazınızda birtakım sembolleri kullandıklarını söylüyorsunuz bunu biraz açar mısınız? Bu kanalda sürekli aynı şeylerden bahsediliyor. Mesela “amenü olmak” kelimesi bu grubun sembol kelimelerinden birisidir. Yine başka bir sembol “Allah’a ulaşmayı dilemek” ifadesidir. “Hidayeti istemek” kelimesi de sürekli kullanılır. Bu ifadeler aslında masum ifadelerdir ancak bu grup bunları sembolleştirmiştir. Bu kanalı açtığınızda her seferinde bu ifadelerle karşılaşırsınız. Bir de sürekli Kur’an’ın ayetleri çarpıtılarak her dönemde resullerin geldiği iddia edilir. - Evrenesoğlu ve bu grubun faaliyetlerinin ne gibi bir sakıncası var sizce? Bu grup ayetleri ve hadisleri çarpıtmakta ve dini deforme etmektedir. Bu da imâni bir takım problemlere yol açmaktadır. Yakın tarihte insanlar artık âlimlere, hocalara, ilim adamlarına itibar etmeyecek hale gelecekler. Neden? Çünkü gerçek hocaları da bu tip sahte mehdi, sahte resul gibi adamlarla özdeşleştireceklerdir. Bir ilim adamı bir şey söylediği zaman acaba bu da mı sapıktır diye düşünecekler ve kimseye güvenmemeye başlayacaklardır. Bu da İslam’ın öğretilmesinin önüne geçecektir. İslam’ı âlimler, hocalar anlatmayacaksa kim anlatacaktır? Halk nasıl doğru bilgi sahibi ola43 Ekim 2009 caktır? İşte bu grubun faaliyetleri sapla samanın birbirine karışmasına yol açacağından halkın beynini bulandıracak ve hocalara olan itibarını zaafa sokacaktır. Bunun ne denli tehlikeli olduğu konusunda Diyenet’in artık uyanması ve halkı uyandırması gerekiyor. - Yazınızda Mili Görüş camiasında tanınıp sevilen iki tarihçi yazarımıza da bu kanalda program yaptıklarından dolayı ciddi bir eleştiride bulunuyorsunuz. Sayın Ekrem Şama benim de sevip saydığım birisi. Sayın Metin Hasırcı’yı ise Vakit Gazetesi’ndeki yazılarından biliyoruz. Özellikle şunu ifade etmeliyim ki bu büyüklerimiz benim de sevip saydığım iki yazarımız. Kişilik olarak son derece nazik ve iyi niyetli kimseler. Tarih konusunda araştırma yapan bu alana ilgi duyan kimseler. Yaşlarından dolayı da ayrıca saygı duyuyorum. Ancak MPL televizyonunda program yapmaları çok büyük bir hata. Ben bir kardeşleri olarak onları ahlakî bir üslupla uyardım. - Haber5 bu yazıyı yayınlarken bir tereddüt geçirdi mi? Ekim 2009 Haber5.com Genel Yayın Yönetmeni Sayın İslam Arslan basın kartı sahibi bir gazeteci olduğu için meseleye gazeteci duyarlılığı ile yaklaşıyor ve fikirlerimize saygı duyuyor. Yazıyı yolladığımda ahlaki bir üslup olmak şartı ile her türlü yazımı yayınlamayı uygun gördüğünü bir de bu konuda şayet bir cevap gelirse onları da sitede yayınlayacağını bana bildirdi. Doğrusu süreci çok iyi yönetti. Cevap metinlerini haber yaparken de çok güzel bir üslup kullandı. Benim için “kardeşimiz” Sayın Hasırcı için de “büyüğümüz” ifadelerini kullandı. Yani bizim eleştirilerimiz kırıp dökmek için değil hayra vesile olmak içindir ki bunu haber5’de ifade etme şansım oldu. - Evet Sayın Metin Hasırcı’dan ve Sayın Ekrem Şama’dan da birer açıklama geldi. Bu açıklamaları nasıl değerlendiriyorsunuz. Her iki büyüğümüz de eleştirilerimize büyük bir olgunlukla cevap verdi. Kendilerine nezaketlerinden dolayı teşekkür ederim. Tarih bölümü mezunu olmadıkları için Tarihçi olmadıklarını söylememe biraz alınmışlar. Bu konuda kendilerini üzdüysem özür dilerim. MPL’de yapmış oldukları programlar da içerik olarak çok faydalı ancak bu 44 programları Tv5, Hilal Tv, Mehtap, Ülke Tv gibi kanallarda izlemek isterdim. - Sayın Metin Hasırcı cevabi açıklamasında bu kanalda yaptığı programların ehl-i sünnet vel cemaat itikadına uygun olduğunu ve Muhterem Erbakan Hoca’nın da bu konuda memnuniyet izhar ettiğini söylüyor. Ben yaptıkları programların mahiyetine bir eleştiride bulunmuyorum. Dolayısıyla ehli sünnet itikadına uygun olup olmadığını tartışmıyorum. Fakat kabul edersiniz ki bir sahte peygamberin kanalında program yapmak ve böylece o kanalın gelişimine katkı sağlamak asla itikadımıza uygun değildir. Dinimize göre katiyen yasaktır. Efendimizden sonra Peygamberliğini ilan eden Müseylemetül Kezzabı’ı bilirsiniz. Hz Ebubekir onunla savaşmıştır. Haşa onu asla dolaylı ve dolaysız yoldan desteklememiştir. Siz bu kanalda program yaptığınız zaman, onları bir şekilde meşrulaştırmış olursunuz. Onları izleyenler “Bu temiz milli görüşçüler de buradaymış” der ve onlara sempati beslemeye başlar. Ve bu kanalla mücadele etmeniz gerekirken o kanalın bir mensubu olursunuz ki bu da çok tehlikelidir. - Peki ya Erbakan? Erbakan Hocamız’a bilgi verilirken bu kanalın sahte peygamber Evrenesoğlu’na ait olduğu da söylenmiş midir acaba? Milli Görüşçülerin ve Muhterem Erbakan hocamızın bu tip kimselerle hiçbir ilgisi olamaz. Dolayısıyla Muhterem Erbakan hocamıza bu kanalla ilgili bilgilerin verildiğine ve buna rağmen buna rıza gösterdiğine asla inanmıyorum. Biz Burhan Dergisi olarak bir yazarımız bu kanalda programa çıktı diye onun yazısına son verdik. Milli Görüşçülerin de bu konuda ciddi tepkileri olduğunu biliyorum. İnşallah Sayın Hasırcı ve Sayın Şama bu kanal ile irtibatlarını keserler. - Bu konuda Ekrem Şama da haberayna.com sitesinden bir cevap yayınladı. Cevabında Milli Görüş camiasının ilgilileri ile istişare yaptığını söylüyor. Bu ilgililerin kim olduğunu ben de merak ediyorum doğrusu. Eğer bu isimleri söylerse ben ilgilileri de bilgilendirebilirim. - Sizin o kanalda program yaparak “orayı meşrulaştırıyorlar” söyleminize sayın Şama bu yazısında şöyle bir cevap veriyor: “Bunu yaparken bulunduğu ortamı temsil etmesi ya da meşrulaştırması söz konusu değildir. Orada görev yapıyordur. Tıpkı aşırı solcu, ya da dinimize düşman bir ekranda davasını anlatan bir lider veya dava mensubunun o ekranın arkasındakileri meşrulaştırması ya da tezkiye etmesi söz konusu olamayacağı gibi…” Buna şöyle cevap vermek istiyorum. Aşırı solcu veya din düşmanı bir kanalda program yapmak çok farklıdır. O kanalın dine soğuk bakan izleyicilerini aydınlatma niyeti ile bu yapılabilir. Ya da siyasi görüşlerinizi anlatmak maksadı ile. Siz bir siyasi liderseniz “ben solcuların veya ateistlerin kanalına çıkmam” diyemezsiniz. Fakat sahte bir peygamber söz konusu olduğunda, sapkın bir din anlayışı söz konusu olduğunda durum değişir. Siz gidip de Müseylemetül Kezzap’ın Tv Kanalında Hz Ebubekir’i anlatamazsınız. Dolayısıyla Mpl’de İslam tarihi de anlatılamaz. Mesele çok basittir siz ya “bu kanalı izlemeyin” dersiniz ya da o kanalda “bizi izlemeye devam edin” deme zaafını göstermeye devam edersiniz. - Son cümlelerinizi alabilir miyiz? Ben bir yazı yazarken bunu bu yazıya kim ne der diye düşünmem. Hakkın hatırı âlidir, incitilemez. Çok sevdiğimiz birisi de olsa ben bu eleştirileri yapardım. Şimdi son olarak Diyanet’i bir kez daha bu konuda göreve davet ediyorum. Zira onların yaptığı deformasyonu şahısların tek tek düzeltmesi mümkün değildir. Bu kanala hizmet eden büyüklerimizin de son olarak bir kere daha düşünmelerini rica ediyorum. Bu kanala hoşgörü gösterecek kadar geniş mezhepli biri değilim. Bunu benden kimse beklemesin. - Teşekkür ederiz. Haberdem.Com (ÖZEL) 45 Ekim 2009 Talha Hakan ALP İslamî İlimlerin Orijinalliği Bağlamında Modernistlerin Usul-i Fıkıh Eleştirilerine Cevap İslam dini, insan hayatını bütün cepheleriyle kuşatan ve en ince teferruatına kadar hayatı kâinatın yaratılış gayesine uygun biçimde tanzim eden kapsamlı bir dindir. İslam dini insan hayatının sadece ruh ve gönül boyutuyla değil; inanç, düşünce, davranış, yaşayış tarzı ve ahlak boyutuyla da ilgilenir, ölçüler koyar; fertten-topluma insan hayatını düzenler. İslam dininin getirdiği ölçüler Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) tebliğ ettiği naslar aracılığıyla insanlığa ulaşmıştır. Sözünü ettiğimiz dinî nasların bir kısmı inanç ve düşünceyle, bir kısmı davranış ve yaşayış biçimiyle, bir diğer kısmı da ahlakla ilgilidir. Nasların inanç konularıyla alakalı olarak getirdiği ölçülere “itikadî hükümler”, davranışlarla alakalı olarak getirdiği ölçülere “amelî hükümler”, ahlakla alakalı olarak getirdiği ölçülere de “ahlakî hükümler” adı verilmektedir. Bu hükümler henüz yazılı kültürün yaygınlaşmadığı İslam’ın ilk dönemlerinde ekseriyetle rivayet birikimi olarak kuşaktan kuşağa aktarılmış ancak sonraki dönemlerde kitaplara kaydedilmiştir. Bir dönem herhangi bir sınıflandırmaya gidilmeden mecmualarda derlenen bu hükümler, ilerleyen zamanlarda alan farklılığına göre müstakil kitaplarda toplanarak İslamî ilimlerin tedvinini getirmiş ve itikadî hükümler Akaid/Kelam ilminde, amelî Ekim 2009 46 hükümler Fıkıh ilminde, ahlakî hükümler de Tasavvuf ilminde incelenmiştir. Bu ilimlerden başka dinî kaynakları/delilleri inceleyen ilimler de vardır ki bunlardan Kur’ân’ın mana ve mefhumunu konu edinen ilme Tefsir İlmi, hadis rivayetlerinin zaptı ve sıhhat ölçüleriyle ilgili ilme de Hadis İlmi adı verilir. Bütün bu ilimlerin yanında hükümlerle dinî kaynaklar arasında köprü vazifesi gören Usul-i Fıkıh ilmi vardır. Usul-i Fıkıh ilmi Kur’ân ve Sünnet’ten hüküm çıkarmanın yöntemini konu edinen bir ilimdir ve muhtevası Fıkıh ilmiyle birlikte oluşmuştur. lar dinî değerini İslamî ilimlere borçlu olduğundan söz konusu tahrif planı İslamî ilimleri de içine alacak biçimde genişletilmiş ve Usul-i Fıkıh başta olmak üzere İslamî ilimlerin orijinalitesi tartışmaya açılmıştır. Bu tartışma süreci içerisinde tavrını egemen güçlerden yana koyan modernistler, ekseriya İslamî ilimlerin ve bu ilimlerin ikame ettiği sünnî anlayışın tarihsel olduğunu ve Hz. Peygamberden (s.a.v) çok sonraları dönemlerinin siyasî ve ictimaî konjonktürüne göre biçimlendirildiğini savunmuşlardır. Başlıca kısımlarına yer verdiğimiz bu ilimler tarih boyunca Müslümanca yaşamanın temel referansları olmuş ve siyasetten sosyal hayata kadar Gerçekte durum modernistlerin iddia ettiği gibi değildir. Usul-i Fıkıh başta olmak üzere İslamî ilimlerin teşekkülünde Allah Resulünün (s.a.v) payı tarihin akışını Müslümanlardan yana dengelemiştir. Ne var ki tarihin akışını kendi lehine çevirerek yeryüzünü sömürmek isteyen egemen güçler, yeryüzünün en verimli topraklarını ellerinde tutan Müslüman toplumun, kaba kuvvetin söküp alamadığı imanî bir mukavemete sahip olduğunu görünce onları dinî ve tarihî değerlerinden kopararak kimliksiz halk yığınları haline dönüştürmenin planlarını yapmışlardır. Bunun için amaçları önünde en büyük engel olarak gördükleri Müslümanların zihin yapısını tahrip edip çıkarları doğrultusunda yeniden inşa girişiminde bulunmuş, bu bağlamda iman, itaat, teslimiyet, aşk, irade, hürriyet, adalet ve hak gibi zihin kodlarını teşkil eden kavram örgüsünü tahrif etmeye başlamışlardır. Ne var ki bu kavram- azımsanmayacak kadar fazladır. Çünkü İslamî ilimlerin başlıca verileri Allah’ın dinini tebliğ ve tebyin yetkisiyle donatılan Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) beyanlarına dayanmaktadır. Nitekim Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) sahabenin anlamakta güçlük çektiği ayetlerle ilgili beyanları Tefsir ilminin, çeşitli münasebetlerle söyledikleri sözler, yaptığı fiiller ve sergilediği tavırlar Hadis ilminin ve bu mübarek söz, fiil ve tavırların muhtevası da konusuna göre Akaid, Fıkıh ve Tasavvuf ilimlerinin ana malzemesini oluşturmuştur. Allah’ın birliğinden kabir azabına kadar Akaid ilminin konuları, taharetten vasiyete kadar Fıkıh ilminin konuları ve sabır, rıza, mücahede, şükür ve züht gibi Tasavvuf ilminin başlıca meseleleri hep Peygamberimizin (s.a.v) 47 Ekim 2009 Modern çağların problemlerini çözmede yetersiz kalacağını düşündükleri bu usul yerine modernistler, -lafza rağmenmaksadı önceleyen esnek bir usul anlayışını ikame etmek isterler. Amaç bellidir: Modern zamanların, kadim değerleri egemen kültürden yana dönüştüren koşulları karşısında eğilip bükülebilen light bir İslam anlayışı geliştirmek. beyanlarıyla netlik kazanarak İslamî hüviyete kavuşmuştur. Tedvin döneminden sonra anılan ilimler hakkında yazılan eserlerin muhtevasına da bakıldığında bu durum somut olarak gözlenebilmekte; söz konusu eserlerde ayet ve hadislerin önemli bir yekûn tuttuğu görülmektedir. Kaldı ki en radikal modernistler bile fer’î meselelerin Peygamberimiz (s.a.v) tarafından hükme bağlandığını kabul etmektedir. Asıl onların şüphe uyandırmaya çalıştığı konu ayet ve hadislerin tarihselliğine ilişkindir. Birçok modernist bugün fıkıh kitaplarında belirtilen hükümlerin ayet ve hadislerden elde edildiğini kabul etmekle birlikte bunların, Asr-ı Saadetin şartlarına göre tanzim edildiğini; dolayısıyla çağın koşullarına uygun olarak yeniden düzenlenmesi gerektiğini savunurlar. Bir örnek olarak İslam’da hırsızlık cezası olan el kesme uygulamasının yerine modern toplumlarda uygulanan diğer cezalardan birini önerirler. Onlar anılan hükmü getiren Kur’ân ayetinin hırsızlık suçundan insanları caydırmayı hedeflediğini düşünerek bugün başka bir caydırıcı cezanın verilmesiyle ayetin maksadının gerçekleşmiş olacağını iddia ederler. Ekim 2009 Konu nasları yorumlama biçimiyle alakalı olduğundan modernistler eleştiri oklarını Usul-i Fıkha yöneltip İslam’ın erken dönemlerinde teşekkül eden usul anlayışını, sığ, lafızcı ve tarihsel olmakla tenkit ederler. Modern çağların problemlerini çözmede yetersiz kalacağını düşündükleri bu usul yerine modernistler, -lafza rağmen- maksadı önceleyen esnek bir usul anlayışını ikame etmek isterler. Amaç bellidir: Modern zamanların, kadim değerleri egemen kültürden yana dönüştüren koşulları karşısında eğilip bükülebilen light bir İslam anlayışı geliştirmek. Gerçekte durum modernistlerin iddia ettiği gibi midir? Acaba usul ilimleri, Allah Resulünün (s.a.v) benimsediği yol terk edilip bir dönemin sosyal, siyasî ve ideolojik teamüllerine göre şekillenerek Müslümanlık tarihi şaibe altında mı kalmıştır? Modernistlerin ileri sürdüğü gibi yerleşik usul anlayışı sığ ve lafızcı mıdır? Peşinen ifade edelim ki bu iddialar, ilahî adalet ilkesi bir yana tarihî veriler açısından da son derece tutarsızdır. Tarihî veriler göstermektedir ki, diğer ilimlerde olduğu gibi Müslümanlığımızın teminatı olan Usul-i Fıkhın temel prensipleri de Allah Resulü (s.a.v) ve Sahabe tarafından vaz’ edilmiştir. Bir farkla ki diğer ilimlerin muhtevasını ayet ve hadislerde doğrudan bulmak mümkün olduğu halde Usul-i Fıkıh ilminin muhtevasını çoğu kere dolaylı olarak bulabiliriz. Usul-i Fıkıh ilminin ana kaidelerini Peygamberimizin (s.a.v) vazettiğini gösteren birçok örnek vardır. Bu örneklere geçmeden önce şunu bilmeliyiz ki, Peygamberimiz (s.a.v) dinî hükümleri tebliğ ettiği gibi bu hükümlere ulaşmanın yollarını/usulünü de öğretmiştir. Çünkü dinî hükümlerin tahrif edilmeden kıyamete kadar varlığını sürdürebilmesi usul ilminde ortaya koyulan sistemin teminatı altındadır. Dinî hükümlerin kıyamete kadar bekasını tekeffül eden Şari‘in bunun teminatı olan usulü ihmal etmesi nasıl düşünülebilir? Şu halde sadece bu durum bile, Usul-i Fıkıh ilminin temel prensiplerini bizzat Allah Resulünün (s.a.v) vazettiğini söyleyebilmemiz için kâfidir. Kaldı ki elimizde Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) ashaba bir yandan dinî hükümleri iletirken bir yandan da onları naslardan hüküm çıkarma konusunda eğittiğini ve bu vesileyle Fıkıh başta olmak üzere kendilerini İslamî ilimlerde yetiştirdiğini gösteren birçok delil bulun48 maktadır. Allah Resulünden (s.a.v) rivayet edilen “ümmetimin kaza/yargı konusunda en maharetli olanı Ali, helal ve haramı en iyi bileni Muaz, feraiz/miras hukukunu en iyi bileni de Zeyd’tir” sözü[1] kendileri henüz hayattayken Fıkıh ilminde derinleşmiş sahabiler bulunduğunu gösteren rivayetlerden sadece biridir. Hatta sahabe arasından fetvaları nakledilenlerin sayısı –aralarında kadınlar da olmak üzere- yüz otuz küsur kadardır[2]. Ayrıca Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) zaman zaman kendisine arz edilen meselelerin çözümünü yanında bulunan sahabilere havale ettiğini ve meseleleri çözerken kendilerine nezaret ettiğini bildiren rivayetler de vardır[3]. Nitekim Peygamberimizden (s.a.v) aldıkları bu eğitim sayesindedir ki sahabe, Peygamberimizin (s.a.v) vefatından kısa bir zaman sonra koca toplumları idare edecek ve onların dinî ve sosyal problemlerini çözebilecek ilim ve muhakeme kudretine erişmiştir. Allah Resulünün (s.a.v) usul kaidelerinin vaz‘ına öncülük ettiğini gösteren bir vesika olarak onunla Hz. Muaz (r.a) arasında geçen bir diyalogu zikredebiliriz. Rivayete göre Peygamberimiz (s.a.v), kendisini Yemen’e vali olarak göndereceği sırada Hz. Muaz’a (r.a) “sana bir mesele arz edildiği zaman neye göre hüküm verirsin?” diye sorduğunda o “Allah’ın Kitabına göre hüküm veririm” demiş, “Allah’ın Kitabında bulamazsan neye göre hüküm verirsin” diye sorduğunda da, “Allah Resulünün sünnetine göre hüküm veririm” diye cevap vermiştir. Bu defa Peygamber Efendimiz (s.a.v) “onda da bulamazsan nasıl hüküm verirsin?” diye sorunca Hz. Muaz da (r.a) “kendi reyimle içtihat ederim” cevabını vermiştir. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (s.a.v) “elçisinin elçisini, elçisinin rızasına muvafık kılan Allah’a hamd olsun” diyerek Hz. Muaz’ı (r.a) takdir etmiştir[4]. Görüldüğü gibi burada hüküm çıkarırken izlenmesi gereken bir metot olarak önce Kur’ân’a, sonra Sünnete daha sonra Kıyas ve İçtihada başvurmak gerektiğine açıkça işaret edilerek Usul-i Fıkhın gövdesini oluşturan sistematik resmedilmiştir. Ayrıca söz konusu hadisten bütün meselelerin çözümlerinin Kur’ân’da doğrudan bulunamayabilece- ği; bu bakımdan bir meselenin çözümünü illa da Kur’ân’dan beklemenin anlamsız olduğu da anlaşılmaktadır. Bunun yanında Allah Resulü (s.a.v) “ümmetim dalalet üzerinde birleşmez” buyurarak[5], ümmetin ittifak ettiği bir şeyin hidayet/doğru olacağına işaret etmiştir ki bu husus Usul-i Fıkıhtaki edille-i erbaa/dört delil kavramının üçüncü ayağı olan İcma’nın hucciyetini doğurmuştur. Sevgili Peygamberimizin (s.a.v) ahirete irtihalinden sonra hilafet makamını ihraz eden Hz. Ebu Bekir es-Sıddık’ın (r.a) kendisine arz edilen bir meselenin hükmünü bulmaya çalışırken Peygamberimizin (s.a.v) öğrettiği yöntemi takip ettiği ve önce meseleyi Kur’ân’dan araştırdığı, Kur’ân’da bulamadığı takdirde sahip olduğu sünnet birikiminde araştırdığı, bunda da bulamazsa diğer sahabilere bu konuda Peygamberimizden (s.a.v) duydukları bir hükmün olup olmadığını sorduğu rivayet edilmektedir. Sahabenin kendisine konuyla ilgili bir hadis aktarması halinde ona tabi olduğu, aksi takdirde sahabenin ileri gelenlerini toplayarak kendileriyle istişare ettiği ve belli bir görüşte icma/ittifak etmeleri halinde bu görüşe göre hüküm verdiği rivayet edilmiştir. Kaynaklarda Hz. Ömer’in de (r.a) benzer yöntemi izlediği ve bunun yanında karşılaştığı problemle ilgili Hz. Ebu Bekir’in (r.a) bir hükmü olup olmadığını sorarak ona göre hüküm verdiği nakledilmiştir[6]. Görüldüğü gibi Allah Resulünün (s.a.v) irtihalinden sonra doğal olarak sisteme İcma delili de eklenmiş ve Hz. Ömer (r.a) kendinden bir önceki halife Hz. Ebu Bekir’in (r.a) 49 Ekim 2009 Hasılı bugün modernistlerin hararetle savundukları metodoloji; akıl yerine vahyi, insan yerine Allah’ı, dünya yerine ahireti merkeze alan İslam diniyle taban tabana zıttır. Dolayısıyla dinin modernize edilmesi yönünde gösterilen bütün bu çabalar, bilerek ya da bilmeyerek dinin tahrifine yol açmaktadır. uygulamasını da delil kabul etmiştir. Ayrıca Hz. Ömer’in (r.a) bu tutumu yerleşik usul anlayışında Allah Resulünün (s.a.v) tavrını tespit sadedinde sahabe ve tabiinin görüş ve uygulamalarının yön belirleyici konumu için önemli bir veri teşkil etmektedir. Yine bunun gibi sahabenin yer yer karşılaştığı bazı rivayetler karşısında sergilediği tutumlar, sonraları hadis ve fıkıh usulüne önemli prensipler kazandırmıştır. Örneğin talak-ı bainle boşanmış olan bir kadının iddet döneminde nafaka ve meskeni konusu karara bağlanırken, Fatıma Bint-i Kays’ın (r.anha), benzer bir durumdayken Peygamberimizin (s.a.v) kendisine kocasından ne nafaka ne de mesken tahsis etmediğini rivayet etmesine karşılık Hz. Ömer (ra), “doğru mu söylüyor, yanlış mı söylüyor; tam mı anlamış yoksa eksik mi anlamış emin olmadığımız bir kadının sözüne bakarak Allah’ın Kitabını ve Peygamberimizin Sünnetini bırakamayız” demiştir[7]. Hz. Ömer’in (r.a) bu tutumu, Hanefî mezhebinde açık Kur’ân ayetine veya meşhur sünnete muhalif olarak gelen bir rivayetin makbul olmayacağı şeklinde bir kaideyi intaç etmiştir[8]. Modernistler yerleşik usul anlayışının benimsediği nasları anlama ve yorumlama tarzına da itiEkim 2009 raz etmişlerdir. Oysa Usul-i Fıkıh kitaplarında yer alan nasları yorumlama tekniği Kur’ân ve hadislerin dili olan Arap lisanının anlatım ve yorum geleneğine uygun olarak geliştirilmiştir. “Biz Kur’ân’ı senin dilinle indirerek kolaylaştırdık ki insanlar ondan öğüt alsınlar” (Duhan, 58) ayeti de Kur’ân’ın Arap dili örfüne göre anlaşılması gerektiğine işaret etmektedir. Nitekim sahabe de Kur’ân’ı böyle anlamış ve anlamı bilinmeyen ya da yanlış anlaşılabilen Kur’ân ifadelerini şiir ve deyimler başta olmak üzere Arap dili kaynaklarına göre çözümlemişlerdir. Buna bir örnek olarak “bacaktan açıldığı ve secdeye davet edildikleri gün secde edemezler.” (Kalem, 42) ayetinde geçen “bacak” kelimesiyle ilgili olarak İbn-i Abbas’a (r.a) soru yöneltildiğinde cevaben “Kur’ân’dan bir şeyi anlamadığınız zaman onu şiirlerde arayın. Zira şiir Arapların divanıdır” diyerek bacakların açılması deyiminin harp sırasında yaşanan korku ve dehşet halini anlattığını gösteren bir şiir okumuş ve ayeti “ortalığı dehşet kapladığı gün…” şeklinde yorumlamıştır[9]. Modernistler yerleşik usul anlayışını lafızcılıkla eleştirmekle de haksızlık etmişlerdir. Zira usulcüler nasların manalarını ihmal etmediği gibi mefhumunu bile itibara almaya çalışmışlardır. O kadar ki bir nassı; ibaresi, işareti, delaleti ve iktizası olmak üzere dört yönden inceleyerek sınırlı sayıdaki naslardan on binlere varan fıkhî meselenin çözümünü bulmuşlardır. Usul-i Fıkıhta, nas ve icmanın bulunmadığı konularda delil kabul edilen kıyas bile yine nasların mana ve mefhumundan elde edilen illet üzerine kuruludur. Burada usulcülerin karşı olduğu şey nasların lafızlarını hiçe sayarak mana ve maksadı ön plana çıkarmaktır. Mana ve maksadın anlaşılmasını sağlayan şey yine nassın lafzıdır. Lafza rağmen Şari‘in maksadını tespite kalkışan kimsenin yaptığı istinbat değil, olsa olsa spekülasyondur. Yerleşik usul anlayışında ayet ve hadislerden hüküm çıkartılırken Şari‘in maksadı elbette gözetilmiştir. Nitekim usulcülere göre Allah’ın –muamelatla ilgili- hükümleri vaz‘ındaki nihaî murad/maksat kulların maslahatını celp, mazarratını def‘dir. Söz konusu hükümlerin hepsinde biz anlasak da anlamasak da bu maksat gözetilmiştir. Fakat Şari‘in maksadı tespite çalışılırken lafzı ihlal edecek derecede spekülasyona fırsat verilmediği gibi, söz konusu maslahat, belli ölçülerle sınırlandırılarak/somutlaştırılarak istismarın önüne geçilmiştir. Usulcüler bu bağlamda illet olduğu zannedilen bir hususun tesir vasfını[10] kesp etmesi için; ya bizzat kendisinin (ayn) ya da kendisini ve diğerlerini kapsayan daha umumi bir mananın (cins), bizzat kendisinde ya da kendisini 50 de içine alan daha kapsamlı bir hükümde itibar edilmiş olduğunu gösteren nas veya icmayla desteklenmiş olmasını şart koşarlar[11]. Makalenin ebatlarını göz önünde bulundurarak birkaç tanesiyle iktifa ettiğimiz bu delillerin, asrı saadette ortaya konulan malzeme üzerine ibtina eden ve dönemin şartlarına göre aslına uygun biçimde teorize edilen Usul-i Fıkhın orijinalliği konusunda yeterli veri teşkil ettiği kanaatindeyiz. Bütün bu anlattıklarımızdan sonra Asr-ı Saadette, sözgelimi geç dönemlerdeki haliyle Usul-i Fıkıh konseptinin oluştuğunu söyleyemesek de muhtevası itibariyle bu ilmin o dönemde mevcudiyetinden söz edebiliriz. Bu bakımdan gerek Usul-i Fıkıh ilmi gerekse diğer İslamî ilimlerin, Asr-ı Saadette tebliğ edilen İslam dinini yansıtamayan konjonktürel yorumlar olduğu yönündeki fikirlerin tarihî verilerle çatıştığını çok rahat söyleyebiliriz. Fakat şurası da bir gerçek ki, bu ilimler Asr-ı Saadetteki sadeliğinde kalmamıştır. Tarihi koşullara göre meselelerin teferruatlanması ve ortaya çıkan muhalif fırkalarla tartışma zeminin oluşması sonucu, kendilerinden çağının problemlerine çözüm üretmesi beklenen âlimler eserlerinde, Asr-ı Saadet ve ilk devir pratiklerinden teoriler geliştirmiş ve dönemin ilim/entelektüel diline paralel olarak konuların işleniş tarzında daha aklî/mantıkî bir tarz benimsemiştir. Bu durum, Usul-i Fıkıh ilminde örneğin İmamı Şafiî’nin (v. 204 h.) er-Risale adlı eseriyle, onun kurucusu olduğu mezhebin bağlılarından İmam-ı Razî’nin (v. 606 h.) el-Mahsul adlı eseri mukayese edildiğinde daha kolay fark edilecektir[12]. Er-Risale kuruluş dönemi eseridir ve belli usul konularıyla sınırlıdır. El-Mahsul ise İmam-ı Şafii’den yaklaşık dört asır sonra Usul-i Fıkıh ilminin olgunlaşma döneminde kaleme alındığından hemen bütün usul konularının işlendiği ansiklopedik bir eser mahiyetindedir. Nitekim her iki kitabın ortaklaşa işlediği bir konu er-Risale’de örneğin üç sayfa ise el-Mahsul’da otuz sayfayla yüz sayfa arasında değişebilmektedir. Bunu örnek bir konu üzerinde görebilmek için her iki eserde de ele alınan icma meselesini inceleyebiliriz. Er-Risale’de icma bahsi toplam dört sayfa tutmaktadır. Dört sayfalık bu bölümde İmamı Şafii, icmanın huccet olup olmadığı yönündeki soruya yer verdikten sonra cemaata bağlılığın gerekliliğini bildiren hadisle icmanın huccet oluşunu delillendirerek bahse son verir[13]. Aynı konuyu yak- laşık yüz sayfada inceleyen Fahru’r-Razî kitabında, önce icmanın tarifini verir ve daha sonra tartışmalara geniş yer ayırdığı icmanın imkânı konusunu işler. Müellif dört beş sayfa süren bu tartışmalar sonucu genel olarak icmanın imkânını ispatlayıp icma ile alakalı fer‘i meselelere geçer. Fer‘i meselelerin incelendiği bu bölümde yaklaşık onlarca meseleyi işleyen müellif daha sonra icma ehlinin özellikleri ve bu özelliklere göre icmanın kısımlarına değinir. Müellif son olarak icmanın hangi konularda cari olduğunu, icmanın hükmünü ve icmanın bir icmayla veya bir hadisle çatışması durumunda ne gerektiği gibi konuları inceleyerek bahse son verir[14]. ElMahsul’de bahsin bu kadar geniş bir yer işgal etmesi, meselelerin teferruatlanmasının yanında muhalif fırkalarla girilen uzunca tartışmalarla da alakalıdır. Ayrıca tartışmada dönemin istidlal ve ilzam yönteminin gereklerine uyma titizliği de elMahsul müellifi Fahru’r-Razî’yi konuyu uzun biçimde ele almaya zorlamıştır. İcma bahsi bu iki kitaptan birlikte mütalaa edildiği takdirde görülecektir ki, İmam-ı Şafii’nin er-Risale’de verdiği temel bilgilerle Fahru’r-Razi’nin el-Mahsul’de verdiği malumat arasında uyuşmazlık söz konusu değildir. Fahru’r-Razî mezhebine müntesip olduğu İmam-ı Şafii’nin bu konudaki görüşlerine aynen tabi olmakla birlikte, kitabında, onun döneminde gündeme gelmeyen problemlerin çözümüne de yer vermiştir. Fahru’r-Razî bunu yaparken yine İmamı Şafii’nin benimsediği esaslardan hareket etmiştir. Mesela Fahru’r-Razî el-Mahsul’de sadece dört mezhep imamının ittifakının icma sayılıp sayılamayacağı konusunu işler ki, bu konunun dört imamdan biri olan İmam-ı Şafii’nin döneminde gündeme gelmesi mümkün değildir. Neticede Fahru’rRazi böyle bir ittifakın icma sayılamayacağını belirtir ki, bu görüş İmam-ı Şafii’nin benimsediği icma anlayışıyla da örtüşmektedir. Sonuç olarak İmam-ı Şafii, Allah Rasulü (s.a.v) ve Sahabe tarafından kaba hatları belirlenen usul anlayışını döneminin gelişmelerine paralel olarak detaylandırıp geliştirdiği gibi Fahru’r-Razi de, İmam-ı Şafii’den devraldığı usul mirasını kendi döneminin koşullarını göz önünde bulundurarak özüne uygun biçimde geliştirip zenginleştirmiş ve asrının metodolojik problemlerini çözebilecek donanıma kavuşturmuştur. İslamî ilimlerdeki açılım/gelişim süreci sadece Usul-i Fıkıhla sınırlı kalmamış diğer İslamî ilimlerde de benzer durum yaşanmıştır. Buna bir diğer örnek olarak Akaid-Kelam farklılaşmasında yaşanan gelişim sürecini gösterebiliriz. Bir döneme kadar Akaid alanındaki eserler; muhalif bir inanç ya 51 Ekim 2009 Bunun gibi ilk dönem tefsir eserlerinde ayetler tefsir edilirken sadece Sahabe ve Tabiin’den gelen rivayetlerle yetinildiği halde daha sonraki dönemlerde bunun yanında, rivayetlerle örtüşen yorumlara da yer verilmiştir. Kur’ân tefsirinde dirayet/yorum yolunun açılmasının ardından zamanla tefsirde ihtisaslaşmaya gidilmiş; dil bilim uzmanları ayetleri daha çok sarf-nahiv-belağat zaviyesinden, fıkıhçılar fıkhî hükümler, sûfîler ruhî haller açısından tefsir etme eğilimi göstermişlerdir. Bir dilbilimcinin, Kur’ân ayetlerini okurken mesleği gereği ayetlerin nahvî ya da belağî özelliklerine ağırlık vermesi ve ayetlerden diğer kimselerin anlayamayacağı bir takım lügavî nükteler çıkarması olsa olsa Kur’ân’ın zenginliğine yorulur ki, bu durum tefsir ilminin özünden uzaklaştığını değil bilakis geliştiğini gösterir. da felsefe muhatap kabul edilmeden sadece bir müslümanın inanması gereken inanç esaslarıyla sınırlı bir çerçeve çizerken (Akaid), Müslüman toplumu tehdit eden muhalif inançlarla tartışma zemininin oluştuğu sonraki dönemlerde, bu esasların yanında, İslam’ın Allah, varlık ve âlem tasavvurunu da belirleyen felsefî bir tarz kazanmıştır (Kelam). Bu durum Akaid ilmi için bir inhiraf değil, bilakis yeni dönemin icapları karşısında kendi kendini açımlamasıdır. Örneğin İmam-ı Tahavî’nin akidesiyle yine Fahru’r-Razî’nin Mealim-i Usuluddin adlı eserini mukayese edecek olursak, zamanla İslamî ilimlerin gövdeden dallara doğru nasıl geliştiğini daha net görebiliriz. Akaid ilminin tedvin dönemlerinde yaşayan İmam-ı Tahavî, dönemin felsefî kavramlarını kullanmadan konuları ayet ve hadislerle ispatlama yoluna gitmiştir. İmam-ı Tahavî’den yaklaşık üç asır sonra Kelam ilminin olgunlaşmaya yüz tuttuğu dönemde yaşayan Fahru’r-Razî, kelamcıların varlık ve bilgi tasavvuruyla söze başladığı kitabında meseleleri takrir ederken felsefî/kelamî kavramları kullandığı gibi, ayet ve hadislerden çok mantıkî istidlal tarzını esas aldığı aklî delillere başvurmuştur. Ekim 2009 Sonuç olarak makalenin başından beri ama doğrudan ama dolaylı olarak anlatmak istediğimiz şey, Usul-i Fıkıh başta olmak üzere İslamî ilimlerin doğallığı ve orijinalliğidir. Bu ilimlerin temelinde yukarıda örneklerine yer verdiğimiz gibi ayet, hadis ve sahabenin tecrübesi vardır. Dolayısıyla bu ilimleri İslamî kılan şey, Müslüman coğrafyada tedvin edilmiş olmaları değil, bilakis temellerini teşkil eden malzeme ve bu malzemeye mütenasip olarak iman, dirayet ve ilham tarafından işlenen teferruat örgüsüdür. Bu ilimler Asr-ı Saadetten itibaren dışarıdan müdahalelere meydan verecek her hangi bir kopukluk yaşanmadan günümüze kadar ulaşmış ve dünden bugüne İslam diniyle aramızdaki irtibatı sağlayan bir köprü işlevi görmüştür. Oluşumlarında ne herhangi bir ideolojinin ne de herhangi bir siyasi otoritenin etkisi olmuştur. Bu ilimler sadece Kur’ân’ın muhafazası vaadinin doğal bir uzantısı olarak ilahî bir inayetle oluşmuş ve gelişmiştir. Çünkü Kur’ân’ın anlam bütünlüğü bu ilimlerin teminatı altındadır. Allah Resulünün getirdiği dinî hükümlerin bugüne kadar değişmeden muhafaza edilmiş olması Usul-i Fıkıh prensipleri sayesindedir. Usul-i Fıkhın net bir dille vazettiği “mevrid-i nasta içtihada mesağ yoktur” (açık ayet ve hadislerin bulunduğu konularda içtihada yer yoktur) ilkesi olmasaydı, bugün Müslümanlığımızı anlamlı kılan birçok dinî hüküm tarih içerisinde – Hammurabi kanunları gibi - geçerliliğini kaybedecek ve bu hükümleri beyan eden ayetler, varlık amacının tersine sadece tarih ve edebiyat araştırmalarının konusu olacaktı. 52 Makalemizin ebatları dahilinde modernistlerin İslamî ilimlerle ilgili eleştirilerine cevap vermeye çalıştık. Şimdi biraz da onların nerede hata ettikleri konusu üzerinde düşünelim. Modernistlerin gerek İslamî ilimlere yönelttikleri eleştirilerde gerekse metot geliştirme çabalarında kendilerini başarısızlığa iten en büyük sebep onların önyargılı, parçacı ve kurgucu yaklaşımlarında gizlidir. Modernistler önyargılıdır; çünkü onların Müslümanlık tarihine olan olumsuz bakışları bu tarih içinde oluşup gelişen İslamî ilimleri de kapsamış ve kendilerini İslamî ilimler hakkında önyargılı olmaya itmiştir. Ayrıca üniversite yıllarından beri aldıkları modern eğitim kendilerine anlamak/öğrenmek yerine eleştirme ve sorgulamayı öğretmiştir. Nitekim modern eğitim anlamanın mantıkî/felsefî boyutuyla ilgilenirken ahlak boyutunu ihmal eder. Modernistler parçacıdır; Çünkü onlar alternatif metodoloji denemelerinde on binlerce örnek içinden ilk bakışta yerleşik usul anlayışıyla çatışan sadece birkaç tanesiyle yetinirler. Dolayısıyla bütünü göremez ve böylece bütünü kuşatan bir metot da geliştiremezler. Oysa yerleşik usul anlayışının mimarı makale boyunca da ifade etmeye çalıştığımız gibi sadece bir kişi değildir. Bu usul anlayışının temeli Allah Resulü (s.a.v) tarafından atılmış; Sahabe, Tabiin, Tebe-i Tabiin ve son asırlara kadar binlerce İslam âliminin titiz muhakemeleriyle gelişip bugünkü şeklini almıştır. Modernistlerin parçacı yaklaşımları biraz da kolaycı olmalarından kaynaklanır. Onlar onbinlerce rivayeti ezberleme ve gerektiğinde hepsini tarama külfetine girmeyi göze alamazlar. Onlar ancak sayıları sınırlı şaz rivayetleri tesbit etmekle yetinirler. Aslında bunu da tam olarak yapamazlar; çünkü bu rivayetlerin varyantlarını cem edip aralarını tevfik etme gibi bir niyetleri yoktur. Bunu yapacak olsalar ellerindeki malzemeyi de yitirecekleri bellidir. Oysa büyük kelamcı Fahru’r-Razî, “Kelam ilmiyle alakalı oniki bin yaprak tutarında kitap ezberlemeden bana Kelam ilminde ders vermem için izin verilmedi” demektedir[15]. Evet modernistler kolaycıdırlar; çünkü alternatifini ikame etmeye çalıştıkları Usul-i Fıkıh anlayışının bir an olsun doğru olabileceği ihtimalini göz önünde bulundurarak lehteki deliller üzerinde düşünmezler. Yine Fahru’r-Razi Ehl-i Sünnet inanç ve usulünü incelediği kitaplarında muhaliflerin görüşlerini destekleyen delillere de yer verir ve bu konuda o kadar ileri gider ki, gündeme getirdiği bu deliller çoğu zaman muhaliflerin kendileri tarafından bile gündeme getirilmemiştir. Modernistler kurgucudur; çünkü onlar birkaç aykırı örneği gözlerinde büyüterek bunlar üzerine bir sistem tasarlarlar. Onlar bilgiyle kuşatamadıkları İslam tarihini varsayımlarla kuşatmak, bilgi açığını yorumla kapatmak isterler. Nitekim modernistlerin teklif ettiği kısmî metodoloji incelendiğinde bunların uygulanabilirlik vasfından mahrum ütopik şeyler olduğu ve mevcut malzemeler/rivayetler üzerinde tatbik edilemeyeceği ortaya çıkmaktadır. Ehl-i Sünnet âlimlerinin ortaya koyduğu usul ise kurgu değil, on binlerce rivayeti kucaklayan istikra ve tahkik mahsulüdür. Üstelik bu usul tarih boyu uygulanarak gereken güveni vermiştir. Oysa modernistlerin teklif etmek istediği usul Müslümanlarda değil, Hıristiyan Avrupa’da uygulanmıştır ve baştan sona Hıristiyan kültürünün mahsulüdür. Bu metodolojiyi intaç eden felsefî arka plan Peygamberi sıradan bir beşer olarak görür ve onun getirdiği vahyi beşerî tecrübeye atfeder. Beşerî ilimlerdeki pozitivist, akılcı yöntemi ilahî ilmi temsil eden vahye tatbik ederek merkeze Allah yerine insanı koyan (hümanist) ve toplumsal alandan yalıtılmış (seküler) bir din anlayışına hizmet eder. Hasılı bugün modernistlerin hararetle savundukları metodoloji; akıl yerine vahyi, insan yerine Allah’ı, dünya yerine ahireti merkeze alan İslam diniyle taban tabana zıttır. Dolayısıyla dinin modernize edilmesi yönünde gösterilen bütün bu çabalar, bilerek ya da bilmeyerek dinin tahrifine yol açmaktadır. -------------------------------------------------------------------------------[1] es-Süyûtî, el-Camiu’s-Sağîr, hadis no, 908; el-Münavî, Feyzu’l-Kadir, c. 1, s. 588. [2] İbn-i Kayyım el-Cevziyye, İ‘lamü’l-Muvakkıîn, c. 1, s. 10. [3] Ahmed bin Hanbel, el-Müsned, hadis no, 17978. [4] Tirmizi, hadis no, 1327, 1328; Ebu Davud, hadis no, 3592, 3593. [5] Tirmizî, hadis no, 2093; İbn-i Mace, hadis no, 3940. [6] İbn-i Kayyım el-Cevziyye, İ‘lamü’l-Muvakkıîn, c. 1, s. 49. [7] Ed-Debûsî, Takvimü’l-Edille, s. 183; Sadru’ş-Şeria, et-Tavzîh, c. 2. s. 19. [8] Sadru’ş-Şeria, et-Tavzîh, c. 2. s. 19. [9] el-Beyhakî, Kitabü’l-Esma ve’s-Sıfat, s. 345. [10] Bir illet bu vasfı kesp ettiği takdirde gereğince hüküm verilmesi zorunludur. [11] Sadru’ş-Şeria, et-Tavdîh, c. 2. s. 164. [12] Er-Risale aslen Abdurrahman bin Mehdî’nin sorularına cevaben yazılmış bir mektup/risale niteliğinde olsa da, Mısır’a yerleştikten sonra İmam-ı Şafii tarafından genişletilip bir kitap hacmine ulaşmıştır. Bugün mütedavil olan nüsha Mısır’da genişletilen nüshadır. Bkz., er-Risale, s. 11. [13] Eş-Şafii, er-Risale, s. 471. [14] Fahru’r-Razî, el-Mahsul, c. 4, s. 19. [15] Er-Razî, El-Mebahisü’l-Meşrikıyye, Mukaddime, s. 15. 53 Ekim 2009 Muhabbet Bahçesi Yusuf ELİBOL Acele Karar Vermenin Sonu Anlatırlar ki Gürcan bölgesinde bir âbid yaşarmış. Âbidin güzel mi güzel bir hâtûnu varmış. Ama epey bir zaman çocukları olmamış. Tam ümit kestikleri bir anda kadın hâmile kalmış. Kadın sevinçli, adam sevinçli... Âbid hamd etmiş Allah'a, çocuğunun erkek olması için dua etmiş ve karısına demiş ki: — Müjdeler olsun sana! Ben senin gayet vefakâr ve muradımıza uygun bir oğlan doğuracağını umuyorum. Ona en güzel ismi vereceğim, çeşit çeşit mürebbîler tutacağım... Kadın cevap vermiş: — Be adam! Ne olacağını asla bilmediğin bir konuda seni gevezeliğe sevkeden nedir? Böyle boş konuşan kişi, başına yağ bal döken âbide benzer! Kocası merakla: — Nasıl olmuş, anlat hele! Kadın anlatmış: — Eskilerden gelen bir kıssa işte... Bir zengin tacir, semtindeki âbide her gün bal yağ gönderirmiş. Âbid ihtiyacı kadarını alır, afiyetle yer; artanı bir çömleğe koyarak evin bir köşesindeki direğe asarmış... Ekim 2009 54 Gel zaman git zaman bizim âbid bir gün elinde değneği, başucunda asılı çömleği; sırt üstü yatarken derin düşüncelere dalmış: "Yağ ve bal pahalı yiyecekler... Bu çömlektekini bir altına satarım... O parayla on dişi keçi alırım, derken bunlar gebe kalır; her beş ayda bir defa yavrular. Çok geçmeden koca bir sürüm olur." Böyle kurgulamalar üzerinde epey kafa yoran âbid sürünün çoğalma devresiyle ilgili olarak bir kaç yılın hesabını yaptı, dört yüzü aşan muhteşem bir keçi sürüsü çıktı neticede. Artık iyice heyecanlanan âbid kendi kendine der ki: "Bu sürüyü satar yüz sığır alırım, her dört keçiye bir boğa veya inek gelir herhalde. Eh, artık epey bir arazi ve tohum almanın da vakti gelmiş demektir. Rençberler çalıştırırım, boğaları ziraatte, saban işinde kullanırım; ineklerin sütlerini sağar, düvelerimden de istifâde ederim. Bu gidişle beş yıl geçmeden müthiş bir servet elde ederim ziraat işinden... Artık şahane lüks bir köşk yapmanın vakti gelmiştir; en güzel cinsinden cariyeler, en çalışkan ve vefakâr cinsten köleler satın alırım. Asil mi asil, güzel mi güzel sıcak bir hâtûnla evlendim mi tamam demektir. Oğlum da asil olur, en güzel ismi koyaram ona. Biraz büyüsün, hemen eğitimi için harekete geçerim. Terbiye disiplin ister, olacak canım biraz sıkılık! Eğer bu disiplini kaldırabilirse ne âla, yok işi cıvıtırsa değnekle şöyle vururum ona..." Âbid böyle heyecanlı hayallerde elindeki değneği havaya kaldırınca direğe asılı çömlek kırılmış ve sermâye(!) şıpır şıpır dökülmüş yüzüne!... Kadın devam eder… Bu hikâyeyi akıbeti hayır mı şer mi hiç bilmediğin bir konuda gereksiz laflar ettiğin için anlattım... Âbid hanımının anlattığı kıssadan hissesine düşeni almış. Kadın hakîkaten sevimli bir oğlan doğurmuş, baba çok sevinmiş bu işe... Bir kaç gün sonra kadın güzelce temizlenmek için hamama gitmeye niyetlenerek beyine demiş ki "Çocuğun yanında kal; ben yıkanıp geleceğim." Kadın hamama gidince çocukla baba başbaşa kalmışlar. Bu sırada hükümdardan gelen bir elçi tıklatmış kapıyı. Âbid evden çıkarken, küçücük bir yavru iken alıp yetiştirdiği gelinciğe emânet etmiş çocuğunu. Gelincik akıllı mı akıllı bir hayvanmış. Âbid evi kitleyip çıktıktan kısa bir süre sonra taşlıkta bir kara yılan ortaya çıkmış. Oğlancığa yaklaşmış ve son anda gelincik farketmiş onu, üze- rine atlayıp boğmuş. Yılan paramparça olmuş, gelinciğin ağzıburnu kan içinde kalmış.... Sonra âbid dönmüş, kapıyı açıp içeri girdikte sevinçli bir eda ile ağzı burnu kan içinde yanına gelen gelinciği görmüş karşısında. O anki heyecan âbidin aklını başından almış. Hele hele eline yüzüne bulaşmış kanları görünce iyice zıvanadan çıkan âbid ansızın değnekle vurmuş gelinciğin kafasına! Ağırdan almamış, durumu incelememiş, birden saldırmış zavallı hayvancığa... Gelincik oracıkta can vermiş... Âbid iç odalara bakınca çocuğu neşeli ve sağsâlim bulmuş, yanı başında da paramparça bir kara yılan! Meseleyi anlamış, acele davranıp büyük bir hatâ yaptığı için çıldırasıya üzülmüş, başını duvarlara vurmuş.... Diyormuş ki kendi kendine: "N'olaydı da bu çocuk doğmasaydı! Ben de bu zalimliği yapmasaydım sevimli dostuma!" O böyle dövünürken karısı girmiş içeriye ve merakla soruvermiş: — Ne oldu, ne bu hal? Âbid, gelinciğin vefakârlığını, kendisinin telaşa kapılarak hiç araştırmadan nasıl bir kötülük işlediğini ağlaya ağlaya anlatmış. Kadın: İşte! Acelenin meyvesi böyle acı olur! Demiş... 55 Ekim 2009 Mahmut TOPTAŞ ŞEFAAT Şefaatın Türkçe karşılığı aracılık yapmaktır. İyiliğe aracılık yapmak olduğu gibi kötülüğe aracılık yapmak da vardır. Rabbimiz, Nisa suresinin 85'inci ayetinde "Kim güzel bir şeye aracılık yaparsa, aracı olan için de bir hisse vardır. Kim de kötü bir şeye aracılık yaparsa, onun için de bir hisse vardır. Allah her şeye kadir ve razik'dır." Buyurarak bu dünyada kötülüklere aracılık yapmamamız istenmektedir. İki kişinin, iki ailenin, iki devletin arasını bulmaya iyi şefaat/aracılık dendiği gibi, bozmaya da kötü şefaat/aracılık denir. Bizi bizden daha iyi bilen Rabbimiz, bizim daha iyi şeylere aracılık yapmamız ve iyi aracı olmamız için bize dualar öğretir ve biz o duaları namazımızda okuruz: "Rabbim, beni ve neslimden olanları, namazı dosdoğru kılanlardan eyle. Rabbimiz, duamı kabul eyle." "Rabbimiz, hesabın görüleceği günde beni, anne ve babamı ve bütün müminleri bağışla." (İbrahim suresi ayet: 40-41) Ekim 2009 56 Namazımızda neslimiz için, anne ve babalarımız için ve bütün Müslümanlar için dua ederek aracı olmaya bizi teşvik eden Rabbimizdir. Dünyada iken iyi şeylere aracılık yapan ve Kur'an'ın tarif ettiği imanla ahirete intikal eden Müminler de iman ve amel derecelerine göre ahrette de Şefaat/aracılık yapmalarına Allah izin verecektir. Tur suresinin 21'inci ayetinde Rabbimiz, imanlı ailelerin amellerinde farklılık olsa bile Cennette bir araya getirileceğini, ameli daha iyi olanın yanına diğer aile fertlerinin çıkarılarak birleştirileceğini şöyle haber verir: "İman edenler ve imanla kendilerine uyan zürriyetlerine gelince, zürriyetlerini kendilerine katarız. Amellerinden hiç bir şeyi eksiltmeyiz. Herkes kazandığının karşılığında rehindir." Sevgili peygamberimiz de bu ayeti tefsir ederken "Kişi cennete girdiğinde anne ve babasını, eşini, çocuklarını sorar. "Onlar senin derecene ulaşamadılar" denince "Ya Rabbi, ben, kendim ve onlar için çalıştım" deyince onların da, onun yanına katılma emri verilir" dedi ve İbn-i Abbas bu Tur suresinin "İman edenler ve imanla kendilerine uyan zürriyetlerine gelince, zürriyetlerini kendilerine katarız" ayetini okudu. (Taberani, Mucemi Kebir 11/440, Mucemi sağır hadis no 640) "Şefaatçıların şefaati onlara fayda vermez." (Müddessir suresi ayet: 48) ayeti şefaatin olacağına doğrudan delalet eder. Ahirette Şefaatçilerin varlığını haber verdikten sonra kafirlere şefaatin olmayacağını bildirir bu ayet. Yani Nuh aleyhisslam, kendi oğluna, İbrahim aleyhisselam kendi babasına, Lut aleyhisselam kendi hanımına şefaat edemeyecektir. Hiçbir kimse bu ahiretteki şefaata kendiliğinden sahip değildir. Çünkü şeffatin tamamı Allah'a aittir: "De ki; "Bütün şefaat Allah'a aittir. Göklerin ve yerin mülkü Ona aittir. Sonra Ona döndürüleceksiniz." (Zümer suresi ayet: 44) Allahın izin verdikleri şefaat edeceklerdir. "Rahmân'ın katından izin alanlardan başkası şefaata malik olamayacak" (Meryem suresi ayet: 87) "O gün Rahman'ın izin verdiği ve sözünden razı olduklarından başkasının şefaati fayda vermez." (TAHA suresi ayet: 109) Onların başında sevgili peygambermiz ve diğer peygamberler, alimler, şehitler, salihler ve bütün Müslümanlar gelirler. Şefaat etme izni verildiği gibi kimlere şefaat edileceğine dair de izin gerekir. "Onların önünde ve arkasındakileri bilir. Allah'ın razı olduğundan başkasına şefaat edemezler. Onlar, Onun korkusundan titrerler." (Enbiya suresi ayet: 28) Kafirlere kimse şefaat edemez. Yukarda dediğimiz gibi peygamberler en yakınları olan kafirlere şefaat edemeyecekler. Her gün namazımızın ardında okuduğumuz Ayet-el Kürsi'de "Men zellezi yeşfeu ındehi illa bi iznihi" O'nun izni olmadan şefaat edecek kimmiş?" dediğimiz gibi Allah'ın izni olmadan kimse şefaat edemez. Ancak izin verilenler şefaat edebilirler. 57 Ekim 2009 Allah'a ortak koşanların, dini alaya alanların, dünyaya dalıp ahireti unutanların, ahirete kafir olarak gidenlerin hiçbir yardımcısı ve şefaatçisi olmayacağını Rabbimiz Yunus 18, Yunus 3, Araf 53, Enam 94, Enam 70, Enam 51, Bakara 123, Bakara 48, Şuara 100, Rum 13, Sebe 23, Yasin 23, Mümin 18, Zuhruf 86 ayetlerinde haber vermektedir. Bilerek Hakka şahitlik yapan yani gönülden Allah'tan başka ilah olmadığına şahitlik yapanlardan başkasına şefaat izni verilmeyeceğini "Ondan (Allah'tan) başka dua ettikleri, onlara şefaat edemezler. Ancak bilerek Hakka şahitlik yapanlar hariç. (Onlar, Allah'ın izniyle şefaat ederler.)” haber vermektedir. (Zuhruf suresi ayet: 86) Bütün peygamberler, melekler ve Müminler buna şahitlik yaptıkları için Allah'ın izni içinde şefaat edeceklerdirler. Allahın varlığına ve birliğine şahitlik yapan melekler bile izinsiz şefaat edemezler diye haber veren: "Gökyüzündeki meleklerin şefaati, ancak Allah'ın dilediği ve razı olduklarına izin verdikten sonra fayda verir." (Necm suresi ayet: 26) ayetlerine göre melekler de şefaat edecekler. binde bulunduklarını haber verir. "Arşı taşıyanlar ve Onun çevresinde olanlar, Rablerini hamd ile tesbih ederler ve Ona iman ederler. İman edenler için af isterler. "Ey Rabbimiz Sen her şeyi rahmet ve ilimle kuşattın. Tevbe edenleri ve Senin yoluna uyanları afvet ve onları cehennem azabından koru" (Mümin suresi ayet 7) "Üstlerindeki gökler neredeyse çatlayacak. Meleklerde, Rablerini hamd ile tesbih ederler ve yeryüzündekilere istiğfar ederler. İyi bilinki; şüphesiz Allah afvedicidir, merhamet edicidir." (Şura suresi ayet: 5) Hakkın şahitleri olmaya, her gün beş vakit namazımızda ezanla, dinin temeli olan şehadetleri, bütün dünyaya duyurmaya, Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmamaya, Ahireti dünyaya tercih etmeye, Allah'ın emrettiği şekilde bir hayat yaşamaya devam edelim, Ara bulalım, Mümin suresinin 7'inci ayeti, Şura suresinin 5'inci ayetinde haber verildiğine göre Melekler bu dünyada iken bile Müminlere Allah katında af taleEkim 2009 Ahirette hem şefaat eden, hem şefaat edilenler arasına katılmak için Allah'a dua edelim. 58 "Hakk'a bağlanıp gönülden himmeti, Der idi vâ ümmeti, vâ ümmeti." dediği gibi her zaman ümmetinin selameti için çalışan ve Hakkın huzurunda ümmetinin afvı için secdeye varan sevgili peygamberimiz, cennetin nimetlerini gördüğü halde gözü onlara kaymamış ve Rabbin huzurunda " Ya rabbi Ümmetimi isterim" demiştir. tediğimiz gibi her cenaze namazında da ölen kişi için namazda Allah'tan af talebinde bulunuruz. Bu da bizim bu dünyada aracılık görevini üstlenmemizdir. İyi işlerde aracı olursanız ahirette Allah sizi aracısız bırakmaz. Rabbimizde Allah'a ortak koşmadan ölenlerin şefaata nail olacaklarını veya bir rivayete göre "Kur'an'ın hapsetmediklerini yani Kur'an'ın, onlar hakkında ebedi cehennemliktirler" demediği Müslümanlar için şefaat edeceğini haber vermiştir. (Bak Buhari, Sahih, bab 36, Müslim, Sahih, iman bab 85, hadis no: 327) "La ilahe illallah" diyenlerin, şirk koşmadan Allah'ın huzuruna varanların şefaata nail olacaklarını sevgili peygamberimiz bize bildirmiştir. (Buhari, Cenaze namazlarının ardından namazı kıldıran zat, "Nasıl bilirsiniz bu Adem'i?" der. Cemaattan tanıyanlar da bildiklerinin iyi olanlarını söylerler. Bilmeyenler de "Allah rahmet eylesin" deyiverirler. Sahih, Enbiya bab 5, hadis 3162, Tefsir bab 3, hadis no: 4206, 4435, 6197, Tevhid Sevgili peygamberimiz de "Hiçbir Müslü- 7002, Müslim, sahih 1/447) man bir adam yoktur ki, öldüğünde Allah'a İşte bu hadislerle şefatin sınırı çiziliyor. ortak koşmayan kırk kişi onun cenaze namazını kılsın da Allah onların o adama şefaatini kabul İnkarcılarla Kur'an'ın "Onlar ebedi cehennemliktir" dedikleri şefaatin içine giremezler. etmesin" buyurmuş. (Müslim, sahih, Cenaiz, bab Sevgili peygamberimiz, şehidin altı özelliğini sayarken birinin de ailesinden yetmiş kişiye şefaat edeceğini bildirir. (Tirmizî, sünen, fezaliüssahabe bab 25, hadis no 1663; Bu konuda en meşhur ve en sağlam hadislerden biri olan "Şefaatî, li ehlil kebairi min üm- İbn Mâce, Sünen, Cihad, bab 16, hadis no: 2799) günah sahiplerinedir" hadisi yeterlidir. (Ebu 19, hadis no: 948) metî/ Benim şefaatim, ümmetimden büyük davud, sünen Şefaat, bab 23, hadis no: 4739, Tir- Dünyada iken Allahla kulların arasını bulmak için çalışan ve arabozanlarla mücadele ederken canını veren er kişilerin ailesi şehidi kaybetmiyorlar, şehit o imanlı ailesinden yetmiş tanesinin cennete kavuşmasına Allah'ın izni ile vesile oluyor. İnsanın insanla olan ilişkilerini düzenleyen, insanın tabiatla münasebetlerini ayarlayan, insanın Rabbiyle olan halinin sınırını belirleyen Kur'an-ı Kerim'in de şefaatçi olacağını sevgili peygamberimiz haber vermiş ve buyurmuş: "Kur'an'ı okuyunuz. Çünkü Kur'an, kıyamet gününde şefaatçi olarak gelecektir..." (Müslim, Sahih, Müsafirin, bab 42, hadis no: 802) mizi sünen, sıfatül kıyamet, bab 12, hadis no: 2437) Büyük günah işlemeyip de küçük günahları olanlar ne olacak sorusunu da ayet cevap veriyor: "Eğer siz yasaklandığınız günahların büyüklerinden kaçınırsanız, biz de sizin kötülüklerinizi örter ve sizi değerli bir yere yerleştiririz." (Nisa suresi ayet 31) Bu dünyada ara bulucu olalım ki ahirette hem şefaat eden, hem şefaat edilenlerden olalım. Sevdiğimiz Allah bizi görüyor inancı içinde hareket ede- Her namazımızın son oturuşunda anamıza, babamıza ve bütün Müslümanlara Allah'tan af is- lim ve ona isyan sayılacak işlerden uzak duralım. (Milli Gazete) 59 Ekim 2009 Hasan BAŞAR NASİHATTE BAŞARI ÜSLUBA BAĞLIDIR “Oğulcağızım! Âlimlerin sohbetinde bulun. Hikmet sahiplerinin sözlerine kulak ver. Zira Allah Teala, bol yağmurla ölü toprağa can verdiği gibi, hikmetli sözlerin nuruyla ölü kalpleri diriltir. Onlara hayat bahşeder.” (Lokman Hekim) Tatlı dil ve güler yüzle verilecek bir nasihatin tadına varmalıyız. Yürekleri fethetmenin en güzel ve etkili yolu nasihattir. Din nasihattir hadisi-i şerifi nasihatin dini hayatımızda ne kadar önemli bir yer tuttuğunun kanıtıdır. Nasihatten amaç karşı tarafın iyiliğini, hayrını istemektir. Ona iyiliği duyurup hatırlatmak gayesi vardır. Nasihatten murat kalp kazanmak, gönül almaktır. İnsanları doğruya ulaştırmaktır. Nasihatin içerisinde samimiyet vardır. Dinine samimi duygularla bağlı olanların yapacağı bir şeydir nasihat. Nasihatte Ekim 2009 60 karşı tarafın iyiliğini istemek vardır. “Nasihat” kelimesi; insanları iyiye ve güzele sevk etmek için yapılan güzel konuşma vaaz, öğüt verme, tavsiye etme, ihtar etme, ibret verici ders gibi ifadelerin yerlerine de kullanılmıştır. Bizim dilimize de sadece bu anlamı ile geçmiş ve 'nasihat edilen kimsenin hayrını istemek' diye ifade edilmiştir. Nasihat kelimesi sözlükte; nush, öğüt manasına gelir. İbnü'l-Esîr'in "en-Nihaye" adlı eserinde "nasihat" kelime¬si¬nin Arapçadaki aslî manası; kendisine nasihat edilenin hayrını istemek demektir. Nasihat, lügatte öğüt vermek, iyi ve hayırlı işlere davet etmek, kötü ve şer olan şeylerden nefyetmek, bir işi sadece Allah rızası için yapmak gibi, birçok manayı ifade etmektedir. Nasihatte bulunmak deyimi vardır ki insanların yanlış yapmalarını engellemek uyarmak anlamını taşır. Mesela yanlış yapan idarecilerin uyarılması onlara nasihatte bulunularak yapılabilir. metine sunmaktadır. Oysa günümüz gençliği bu deneyimden yoksundur. Çünkü toplumun en akil insanları her anlamda hayatımızın dışına atılmıştır. Yani ya gerekli saygıyı görmüyorlar ya da huzur evlerinde kaderlerine terk ediliyorlar. Nasihat verecek kişinin karakteri çok önemlidir. Nasihati yapacak kişinin akil olması ve saygı ile karşılanması gerekir. Nasihatte ne söylendiğinden önce, kimin söylediği önemlidir. Öğüt verecek kişinin her anlamda kendisini ispatlaması lazımdır. Bilgi ahlak bakımından yeterli donanımda olması gerekir. Sadece aile hayatımızda değil toplumsal hayatımızda da durum böyledir. Eskiden çevremizde saygın aksakallı bir büyüğümüz olurdu. Herkes onun sözünü dinler başı sıkıştığında gider deneyimlerinden faydalanılırdı. Bu aksakalı kişiler aynı zamanda otorite kişilerdir. Bir anlaşmazlıkta son Toplumda geniş aileden çekirdek aileye geçiş sözü söyler ve problemin mümkün olduğu kadar bireylerin eğitimine ve olgunlaşmasına ket vur- ortadan kalkmasını sağlardı, olayların daha fazla muştur. Modernleşen birey olgunlaşma evresinden büyümesini engellerdi. mahrum kalmaya başlamıştır. Bunun en önemli nedeni dede ve nine dediğimiz ailenin yaşlı bireyleri- Büyük âlimlerin ve devlet adamların hayatı in- nin hayatımızdan çıkarılmasıdır. Bu ve buna celendiğinde karşımıza hep ona yol gösteren bir benzer akil ve aksakallı güzel insanlarımızın haya- zatı muhteremle karşılaşırız. Onlara yol gösteren, tımızdan çıkarılması bizim ve toplum için büyük bir fikri ve ruhi olgunluğa erişmesini sağlayan bir bilge kayıptır. Yaşlılarımız yılların deneyimlerini olgun- kişi. Öğrencisini bir sanatçı titizliği ile ilmek ilmek laşmış dünya görüşü ile birleştirip gençlerin hiz- işleyen bilge kişi. Ferdin olgunluğa erişmesini sağ61 Ekim 2009 larken nasihat etmektedir. Nasihat ederek kişilerin olgunlaşması sağlanmıştır. Nasihatten amaç bilgi vermek değildir. İnsanların olgunlaşmasını sağlamaktır. Başkalarının bilgi ve deneyimlerini yeni nesillere aktarılması sayesinde bireyler daha sağlıklı bir birey olarak yetiştirilmektedir. Bireylerin kendilerini iki cihanda da mutlu hissetmelerini sağlayacak bilgi ve deneyimler yeni nesillere aktarılmalıdır. Uzun yıllar sonucunda elde edilen kültürel, dini ve ahlaki bilgiler nesilden nesile aktarılması nasihat sayesinde olmaktadır. Nasihatte deneyim vardır. Tecrübeler sayesinde elde edilen bilgilerdir nasihatin içeriği. Kendi hayatımıza uygulamadığımız bilgi ve tecrübeleri başkasına tavsiye etmenin kıymeti olmaz. Ona değer veren deneyimlere dayanmasıdır. Aslında nasihat sayesinde biz hayata ve olaylara daha hazırlıklı oluruz. Ama bu tek başına yeterli değildir. Onun tecrübe edilmesi gerekir. Atalarımız bu konu da çok güzel söylemiştir: “bir musibet bin nasihatten iyidir.” Nasihat sayesinde bilginin farkına varırız ama tecrübe sayesinde içselleştiririz. tesiri olmaz. Yumuşak yere sert ve kaba konuşan fitneye sebep olur. Kuranı Kerim’de Firevun’a yumuşak şekilde nasihat edilmesi emredilmiştir. "Ey Musa ve Hârun! İkiniz de Firavun'a gidin. Çünkü o çok az¬dı. Öğüt alacağını veya korkacağını umarak ona yumuşak sözler söyleyin." (Taha -23) “Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle çağır! Onlarla en güzel şekilde tartış!” [Nahl 125]) Üslubun yumuşak olması gerektiğini belirten birkaç hadis-i şerif meali de şöyledir: “İlim öğretirken sert davranmayın.” [Beyheki] “Allah yumuşaktır, yumuşaklığı sever ve yumuşak olana verdiğini, sert olana vermez.” [Müslim] “Şu kimselere Cehennem haram olur. Kibirsiz, yumuşak, cana yakın ve sert olmayan.” [Beyheki] Kimlerin sözü dinlenir. Bu konuda Ziya Paşa’nın şu sözü bizi aydınlatacaktır: “Aynası iştir kişinin lafına bakılmaz.” Kendi deneyimlerden beslenmeyen bilginin başka insanlar üzerinde tesiri olmaz. “İnsanları iyiliğe teşvik edip de kendinizi unutur musunuz? Niçin kendi yapmadıklarınızı başkalarına söylersiniz.” (Bakara 44) Ayeti kerime de Allah ölçüyü koymuştur. Ölçü hayatımıza uygulamaktır. Evet önemli olan hayatımıza uygulamaktır, ama bu demek değildir ki hayatımıza uygulamadığımız şeyleri de söylemeyelim. Evet söyleyebiliriz ve söylemeliyiz. Ama unutmayalım ki insanlar üzerinde pek tesiri olmaz. Nasihatte başarıya ulaşmak, amaca nail olmak istiyorsak üslubu da dikkat etmeliyiz. “Yumuşak huyluluğa dört elle sarıl. Sertlikten uzak dur.” [Buhari] “Emr-i maruf ve nehy-i münkeri, ancak rıfk ve hilm sahibi fakihler yapar.” [İ.Gazali] Allahü Teala’nın en çok sevdiği kimse çok nasihat edendir. (İ.Ahmed) Bütün bu nasihatle ilgili ayetlerde ve hadislerde vurgulanan en önemli unsur üsluptur. Çünkü doğru yöntem ve teknikle yapılmayan nasihatlerin başarıya ulaşması mümkün değildir. Aksine hiç istenmeyen şekilde de neticelenebilir. Çokbilmiş edası ile yapılan bir nasihatin yararından çok za- Peki, üslubumuz nasıl olmalıdır. “Emr-i maruf yapan yumuşak ve şefkatle yapmalıyız.” (İ. Gazali) Yumuşak huylu ve yumuşak sözlü olmalıyız. Kızılarak nasihatte bulunmak kadar gülünç bir durum yoktur. Söylediğimiz şey ne kadar kıymetli olursa olsun güler yüzlü ve yumuşak olmadıkça sözlerin Ekim 2009 rarı olur. Özellikle gençlerin nasihatten hoşlanmadığını hepimiz biliriz. Onun için nasihat etmek için nasihat etmemelidir. Ataların söylediği gibi “Demir tavında dövülür.” Yeri ve zamanı geldiğinde nasihatte bulunmak daha yararlı olur. Yoksa kaş yapayım derken göz çıkarabiliriz. 62 Ne Yapsın Hayat sır perisi ati muamma, Ufuk sisli her yer her yön belirsiz. Tedebbürsüz aklın yoluna kanma, Bir çift göz ne yapsın nurdan nasipsiz. Ne yapsın dil dudak el ayak parmak, Yamuk yürek yamuk verir işaret. Vahyin çağrısına bigane kalmak, Ne büyük aldanış ve büyük gaflet. Her yerde rastlanır Hak’tan bir ize, Varlık belge belge her şey bir hitap. Hala arıyorsa insan mucize, İnkâr sahnesinde ne yapsın kitap. Görünen tepemi yoksa höyük mü? Tersinden bakışa ne yapsın hikmet. Kalbi akletmeyen insanın hükmü, Bir yığın kemiğe giydirilmiş et. Ne yapsın ne yapsın koca kâinat, Bir çınara gebe tohum ne yapsın. Şefkat eli bazen vururken tokat, Uyanmaz uslanmaz kula ne yapsın. Sebahaddin TÜZÜN 21.09.2009 (1) Çok eski bir yerleşme yerinin zamanla toprakla örtülüp tepe biçimine gelmiş halidir. Höyükler genelde üst üste gelmiş çok evreli yerleşim yeri birikimleridir.(İbret ve hikmete işarettir) 63 Ekim 2009 Hicret OSTA BAYRAM VE ÇOCUKLAR Mübarek Ramazan ayının nihayete erdiği günlerdeyiz. Haklı bir mutluluk kaynağı olarak bayram bizi karşılamaktadır. Gidilecek ve kabul edilecek ziyaretler, bunlara dair yapılan hazırlıklar vs. derken, yoğun bir temponun bizi kuşatacağı malum. Bu yoğunlukta kaybolmamak, daha da iyisi bu süreci çocuklarımıza kazandırabileceğimiz pek çok güzelliğe vesile kılmak elimizde. Hem bizim hem de çocuklarımızın istifade edebileceği bir bayram için, hayata geçirebileceğimiz birkaç hususu inceleyelim. 1- Bayram coşkusunu çocuklara yaşatmak: Samimi anlamda yaşamadığımız bir duyguyu, muhatabımıza (bu kişi küçük bir çocuk bile olsa) hissettirmek olanaksızdır. Bu sebeple, bayram sevincini ebeveyn olarak önce bizim derinden duymamız gereklidir. Sevincin getirdiği heyecan muhakkak davranışEkim 2009 64 larımıza olumlu manada etki edecektir. Bayrama özel bir önem atfedildiğini ve bunun anne – babasını mutlu ettiğini gören çocuk, bu duruma kayıtsız kalamayacaktır. Eve genel bir şenlik havasının hâkim olması, aile üyelerinin birbirlerine duydukları sevgiyi kökleştirecek, bağlarını kuvvetlendirecek, iletişimlerini kolaylaştıracaktır. 2- Bilincinde olunan bir bayram: Bayram için duyulan sevincin, coşkunun, mutluluğun önemi büyük. Ama gözden kaçırılmaması gereken bir nokta, bu hislerin altlarının doldurulmasıdır. Bunu sağlamak adına bayram öncesi, aile üyelerinin katıldığı küçük bir toplantı tertiplenebilir. Bayramı ve bayramın bize sunduğu imkânları konuşmak, çocuklara işin ehemmiyetini kavratacaktır. Böylece bu günleri, çocuklar daha bilinçli bir şekilde yaşayacaklardır. 3- Dini vecibelere çocukların dikkatini çekmek: Dini vecibeler çocuklara sevdirici bir şekilde sunulursa gerçek manada karşılığını bulur. Bayramlar bunun için kaçırılmaz birer fırsattır. Baba ile kılınan güzel bir bayram namazı, camii cemaatiyle bayramlaşma, Peygamber Efendimiz’in çocuklarla geçirdiği bayram sohbetlerini anımsatma, aile büyüklerinin kabirlerini ziyaret etme gibi sayabileceğimiz pek çok ibadet, çocuğun din ile irtibat kurmasını kolaylaştıracaktır. 4- Çocuklarla bütünleşmek: Maişet temini nedeniyle günün büyük bir kısmını iş ortamında geçiren babalar, çocuklarıyla ilgilenecek zamanı pek bulamazlar. Hâlbuki erkek çocukların bu konudaki ihtiyacı büyüktür. Rol model olarak babalarını görmeleri, onlarla bütünleşmeleri gerekmektedir. Bayram günlerinde babayla gerçekleştirilecek faaliyetler, bu anlamdaki ihtiyaçları karşılamada yardımcı olacaktır. 5- İnsani değerlerin çocuklara kazandırılması: Maddi ve manevi paylaşım, yardımlaşma, dargınları barıştırma, akraba / komşu ilişkilerini kurma ve geliştirme gibi insani değerler, diğer günlere nazaran bayramda daha rahat çocuklara kazandırılabilir. Tabii öncelikle bu değerleri bizim benimsememiz, davranışa dökmemiz gereklidir. Bayram, bu anlamda birçok tatbikat alanına vesile olmaktadır. Huzurevi, yetimhane ziyaretleri, yoksullar için ayırdığımız fitre sadakalarının dağıtımı, akraba birlikteliğinin güçlendirilmesi, eş – dost için hazırlanan hediyelerin verilmesi gibi davranışlara bizzat çocuğun iştirak etmesi, onun yaşamında bu konularda söylenen birçok sözden daha etkili olacaktır. Sadece acıma değil yardım, sözde akrabalık değil gerçek ilgi çocuk zihninde yer bulacak, topluma duyarlı olma noktasında hassasiyetleri gelişecektir. 6- Bayramın verimini artıracak küçük bir plan: Bayram günlerindeki hareketlilik, yoğunluk çocuğun belirsizlik yaşamasına yol açabilir. Hâlbuki aile içinde karara bağlanan küçük bir plan mevcut olursa, çocuk bir adım ötesinde ne olacağını bilmenin rahatlığında olacaktır. Elbette bu plan sadece yetişkinlerin düşüncelerinden oluşan ‘yapılacaklar listesi’ haline dönüşmemelidir. Aile üyelerinin (özellikle çocukların) tümünü hesaba katan bir plan olmalıdır. Ziyaret edilecek yerler, uygulanması doğru ya da yanlış davranışlar gibi açıklamalar olmakla beraber çocuk, ergen, yetişkin gibi tüm bireylerin beklentilerini içeren ortak bir plan, bugünlerde çok işimize yarayacaktır. Üstelik bu yoğunlukta dahi fikirlerinin alındığını gören çocuk ihmal edilmediğini, kendisine kıymet verildiğini düşünecektir. 7- Bayram harçlıkları: Son olarak, çocuklarımızın bayram harçlıklarına değinelim. Öncelikle anne – baba bu konuda asla müdahaleci olmamalıdır. Elbette faydalı olduğuna inanılan önerilerde bulunmak güzel bir davranıştır. Fakat zorlamak, çocuk adına ne yapılacağına karar vermek doğru değildir. Çocuğumuzu, para harcama konusunda israfkar görüyor isek, bu problemin geniş bir zaman diliminde çözümlenebileceğini unutmamalıyız. 65 Ekim 2009 Ayşe BAĞCİVAN KÜÇÜK BİR NİYET Çoğumuz görevlerimizden yaşantımızdan sıkılınca dalarız ya hani hayallere “eğer böyle olmasaydı şöyle yaşamak isterdim..”diye.Evet bunu çok kere yapmışızdır.Kendi yaşantımızın daha farklı olmasını çok kez hem kalple hem de dille istemişizdir.Dört odalı bir ev değilde şöyle 8 odalı ,dubleks,bahçesi deniz manzaralı olan ,içinde çok büyük bir salonu olan,hizmetlilerin etrafımızda döndüğü bir ev ….. Kim istemez ki? Belkide çoğunuz böyle bir eve sahipsiniz. Lakin bu seferde isteğiniz dahada farklı. İnsanız elbette ki hep kendi yaşantımızdan daha farklı yaşantılar hayal eder isteriz. Bazen büyükler derler ya “Her kadın kendi evinin sultanıdır, hanımıdır, kraliçesidir” ne kadarda haklı ve yerinde söylenmiş bir laftır. Her ne kadar evimizde uşaklarımız, hizmetçilerimiz çalışmasada biz kendi evimizin hanımıyız. Eşimizin gönlünün sultanıyız. İsterse evimizin saEkim 2009 66 dece iki odası olsun ya da bir odası olsun ne farkederki o evin hanımı biziz. Yemekmiş, bulaşıkmış, çamaşırmış, ütüymüş neden zor gelsin ki yapmak. Eşimiz için evimiz için yapmak neden zor olsun ki… Hemde bizi Yaratanımıza Allah’a yakınlaştıracakken.. “aman canım alt tarafı bir bulaşık insanı nasıl Allah’a yakınlaştırır” diyorsanız bakınız şöyle ki: Varsayalım akşama çok misafiriniz gelecek biran önce hazırlık yapmalısınız. Bunu alelacele mi yapmayı tercih edersiniz yoksa Allah’a yakınlık kurarak mı? Cevabınız “elbette ki Allah’a daha yakın olarak”ise: Yemek yapmaya başlamadan önce niyet edin mesela: “Allah’ım niyet ettim ilk önce senin engin rızan için bu yemeği yapmaya. Yiyen her kişinin sıhhat bulması için, evlerinde ki huzurun, rızkın, mutluluğun artması için, kalplerine iman vermesi için, seni anmaları için, yiyenlerin maddi ve manevi hastalıklarını gidermesi için bu yemeği yapmaya” gibi… Üstelik öyle zamanımızı da almaz bu kısacık Allah’a bulunduğumuz nida. Bu şekilde hazırlayacağınız her yemek hem yiyenler için gerçek manada afiyet olur Hemde sizi âlemleri yaratan Allah’a daha da yakınlaştırır. Kul yaptığı her işini Rabbisini anarak yaparsa elbette ki ecri ve muhabbeti dahada artar. Bu sadece yemek için değil. Aklınıza gelen her şey için geçerli. Hatta uyumak için bile geçerli. Mesela yatağınıza yatmak için uzandınız. Bir normal bir şekilde uyumak var birde vücudunuzdaki tüm hücrelerin sabaha kadar hakkı zikretmesi var. Mesela yatağınıza girdiğinizde uyumadan önce “niyet ettim Ya Rabbi ilk önce senin rızan için uyuyup, yapacağım ibadetlerim için vücudumu dinlendirmeye, uyurken bile seninle olmaya, seni anmaya. Allah’ım sen uyuduğumda dahi vücudumu biran olsun seni anmaktan alıkoyma.”Dediğinizde elbette ki uykunuz daha hayırlı olur. Kulun bir kere “Allah’ım”diye seslenişinde Allah’ın yüz kere “buyur kulum”diye seslenişi gizlidir. Âlemleri ve tüm insanları yaratan Allah biz kullarına “buyur kulum”diyor. Müminleri seven Veli Allah, müminlerle dost olan Vedud Allah bizimde bu niyetimize bu nidamıza elbette ki “buyur kulum”diyecektir inşallah. Böyle her an Allah’la konuşma içindeyken kim şikâyet ederki kadınlık görevlerinden. Kim usanır, kim bezginlik duyar ki… Evet, kadınların ev işleri zordur ancak alacakları mükâfat yanında bu yorgunluk hiç kalır. Bakınız gönüller sultanı âlemler rahmeti Efendimiz bir hadisinde şöyle buyuruyor: “kadınların kendi evlerindeki yaptıkları bir iş, mücahitlerin yaptığı cihat sevabını kazandırır” .Ayrıca kadının evinde yaptığı her iş sadaka hükmündedir. Ne büyük bir lütuf öyle değil mi? Görevimizi yerine getirirken bile cömertlilerin en cömertlisi olan yüce Allah bunu sadaka hükmünde sayıyor. Evet, isterseniz yine bunaldığınızda farklı hayaller kurabilirsiniz. Yada daha farklı isteklerde bulunabilirsiniz. Lakin gelin bu gün daha farklı bir şey yapın. Evinizin boyutu ne olursa olsun evinizin hanımı siz olun ve yapacağınız her işe içinizden gelen güzel niyetlerle başlayın. Yapacağınız her işi Allah’ın kadınlara verdiği ecri düşünerek yapın. Ozaman hiçbir görevinizden yorgunluk duymaz aksine huzur duyarsınız... 67 Ekim 2009 GÖNÜLLER SULTANI HACI ŞABAN EFENDİ HAZRETLERİNİ Hacı Şaban Efendi Hazretlerinin hayatı, sözleri, resimleri ve türbesinin resimleri bulunan sunum büyük bir beğeni ile izlendi. Bu sunumdan sonra Konuşmacılardan dergimiz yazarı Kamil Abdullahoğlu hocamız “Kur’an ve sünnette veli- velayet kavramı ve Hacı Şaban Efendi” konulu konuşmasını yaptı. Burhan dergimizin düzenlediği anma gecesine yoğun bir katılım oldu. Sunuculuğunu yazarlarımızdan Yusuf Elibol beyefendinin yaptığı geceye Hafız Semih Durmuş’un okuduğu Kur’an’ı Kerim tilavetiyle başlandı. Daha sonra Hacı Şaban Efendi Hazretlerinin hayatıyla ilgili bir slâyt sunuldu. Ekim 2009 68 VEFATININ 17. YIL DÖNÜMÜNDE RAHMETLE ANDIK Eski milletvekili Avkt. Bahaddin Elçi “Sözleşme ve mümin” konulu kısa, veciz bir konuşmasını kime nasıl itaat sorularının cevabıyla sonlandırdı. Gecenin son konuşmacısı olan Avkt. ve eski milletvekili M.Orhan Akkoyunlu ise Hacı Şaban Efendi Hazretleriyle birlikte geçirdiği elli yıla yakın ömründen hatıralar sundu. İlme bakışı, sünnete bağlılığı, Allah’tan başka kimseden korkmaması üzerinde durdu. vs. Hacı Şaban efendinin yardım etme, infak etme anlayışından örnekler vererek O’nun kerametlerinden de bazılarını anlattı. Doğrusu ifadelerinde ki “O canlı sünnetti” sözü gecenin özeti mahiyetindeydi. Bu konuşmadan sonra ilahi grubu ve İsmail Beyhan beyin ilahilerine geçildi. Manevi atmosferi yoğun olan gece seslendirilen ilahilerin etkisiyle gözyaşlarıyla sulandı. Okunan hatm-i şeriflerin duasını ise katılımcıların “âmin”leriyle birlikte Kamil Abdullahoğlu hocamız yaptı. Gönüllerde manevi bir tat bırakan gece, gelecek yıllarda daha geniş, daha organizeli olması temennileriyle son buldu. 69 Ekim 2009 BURHAN ÇOCUK Musa KARACA mkaraca_rehber@hotmail.com ZARARDAN KURTULMAK İSTER MİSİNİZ Oyunda hep kaybettiğiniz anda bir arkadaşınız çıkagelse ve size; “ Kazanmanın yollarını öğrenmek ister misin?” diye sorsa ne cevap verirdiniz? Büyük bir dikkatle onu dinler söylediklerini uygulamaya çalışırdınız değil mi? Çünkü kaybetmek kimsenin hoşuna gitmez. Peki hayatınızda zarara uğramayacak bir formül öğrenmek ister misiniz? Bir oyunu kaybeden diğer oyunda kazanabilir. Fakat zamanda zarara uğramanın telafisi mümkün değil. Dolayısı ile bence bu formül daha önemli. Ne dersiniz? Sizinde aynı düşündüğünüzü duyar gibiyim. Öyleyse hemen öğrenelim. Sevgili peygamberimiz; “ İki günü eşit olan zarardadır” buyurmaktadır. İlmini geliştirmeyen, ibadetlerindeki ihlası arttırmadan iki günü eşit olan zarardadır. Öyle ise zarara uğramamak için ilim öğrenmeliyiz. Öğrendiklerimizden faydalanmalıyız. Allah-u Teâlâ “De ki; hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” buyurmaktadır. Tabi ki bir olmaz, bilen ve bilgisiyle amel eden her zaman değerlidir. Bilgi insanın süsüdür. Ne kadar iyi olmak istiyorsak o kadar bilgili olmalıyız. Şimdi hep birlikte okuma planları yapalım mı? Ben yaptım bile ya siz? BESMELENİN GÜZELLİĞİ Yüce Allah, insan için dağların arasından tatlı sular akıtmıştı. Dallara lezzetli meyveler takmıştı. Dünyayı insana süslü bir beşik yapmıştı. Sayılamayacak kadar çok güzelliği insana hediye etmişti. Bunun karşılığında da sadece kendisinin anılmasını istemişti. Bunun için sevgili peygamberimizin dilinden Allah’ın adı hiç düşmezdi.O,verdiği bütün nimetler için her fırsatta Allah’a teşekkür ederdi. O, her işinde Allah’ı anıyordu. Onun adını anmadan hiçbir iş yapmıyordu. Bir işe başlayacağı zaman: “Bismillah” diyordu. “Bismillah” demeden ağzına lokma koymuyordu; bir yudum su bile içmiyordu. “Bismillah” demeden uyumuyordu. Her sabah yatağından “Bismillah” diyerek kalkıyordu. Evden dışarı çıkarken ve eve girerken yine “Bismillah” diyordu. O, yaratıcıyı bir an bile unutmuyordu. Onun adını anmaktan sonsuz mutluluk duyuyordu. Müslümanlarında böyle yapmasını istiyordu. Çünkü her şeyin sahibi, yüce Allah’tı. Her şeyi veren O’ydu. Sürekli bizi gözeten O’ydu. Nefeslerimizin sayısını bilen O’ydu. Bunun için onun adını anmak, ona şükretmek gerekiyordu. Sevgili peygamberimiz insanlara en güzel örnekti. Onun bu incelik dolu davranışları Müslümanları çok etkilemişti. Onlar da peygamberimiz gibi yaptılar. “ Bismillah” demeden yemek yemediler; su içmediler; uyumadılar; gezmediler. Bunun için yeni din islam’a girenler kısa sürede çok ince, çok anlayışlı, kibar insanlar oldular. Daima Allah’a şükrettiler. Birbirlerine teşekkür etmeyi öğrendiler. Çünkü teşekkür, yapılan iyiliği bilmek demekti. Allah’ın adını anmak ve ona teşekkür etmek mutlulukların en güzeliydi. Not: Bu yazı Timaş Yayınları “365 Günde Sevgili Peygamberim” kitabından alınmıştır. Ekim 2009 70 DİNİ BİLGİLER Arkadaşlar bu soruları cevaplara bakmadan cevaplamaya çalışın. Her bir soru 20 puan. Yüz puan üzerinden kaç puan alacaksınız bakalım. Var mısınız? 1- İslam nedir? 2- İman Nedir? 3- Allah'ın sıfatları nelerdir? 4- Allah'ın zati sıfatları nelerdir? 5- Peygamberimiz nerede doğdu ve şimdi nerede bulunuyor? Şimdi de kabri Medine'de "Ravza-i Mutahhara" da bulunmaktadır. 5- Peygamber efendimiz (s.a.v) Mekke'de doğdu. Elli yaşından sonra Medine'ye hicret etti. Kıyam binefsihi : Varlığında hiçbir şeye muhtaç olmamak. Vahdaniyet : Bir olmak, Muhâlefetun-lil - Havadis: Sonradan yaratılmışlara hiç benzememek, 4- Vücüd : Var olmak, Kıdem : Varlığının başlangıcı olmamak, Beka : Varlığının sonu olmamak, 3- Allah'ın sıfatları iki gruba ayrılır.1) Zati sıfatları, altıdır. 2) Sübuti sıfatları, sekizdir. 2- Hz. Peygamberin, Allah'tan getirdiği hükümlerin doğruluğunu kabul ve tasdik etmektir. 1- Peygamber Efendimizin tebliğ ettiği hükümleri kabul edip yaşamaktır. CEVAPLAR GÜLMECE Temel asansöre binmiş başlamış beklemeye. Bir müddet sonra Dursun binmiş bakmış Temel bekliyor o da beklemiş. Bu arada biri daha binmiş ve neden beklediklerini sormuş Temel hemen cevap vermiş : - "Uşağum görmey misun ha burda dört kişiliktir yazayı" Bir gün çocuk saçını yıkamadan şampuan sürmüş. Annesi “ Oğlum saçını yıkamadan şampuan sürülür mü?” Çocuk; ama anne şampuanın üzerinde kuru saçlar için yazıyor, demiş. H A Y A T A N R S Z C M B O T E K V İ N Ö Sevgili arkadaşlar, P Ş İ R A D E Allah-u Teâlâ’nın B T L Ç L C P Sübûtî Sıfatlarını bulalım. A U İ D K F R S E M İ İ G S A Ü Y Ğ H H Ş 1- HAYAT 5- SEMİ R V K E L A M 2- İLİM 6- BASAR Ö O N M K I T 3- İRADE 7- KELAM K U D R E T U 4- KUDRET 8- TEKVİN 71 Ekim 2009 SEYYİDU-L İSTİĞFAR Şeddad bin Evs’den (RA) rivayete göre Nebiyy-i Ekrem (SAV) şöyle buyurmuşlardır: Allahümme ente rabbî lâ ilâhe illâ ente halâktenî ve ene abdüke ve ene alâ ahdike ve va’dike mesteta’tü, eûzü bike min şerri mâ sana’tü, ebûuleke binı’metike aleyye, ve ebûu bizenbî fağfir lî, feinnehu lâ yağfirüzzünûbe illâ ente birahmetike yâ erhamerrâhımîn. “Ya Allah (CC)! Sen benim Rabbimsin. Senden başka ilah yoktur. Beni Sen yarattın ve ben Senin kulunum. Ve ben iman ve ubudiyyetimde gücüm yettiği kadar Senin ahd ü misakın üzereyim. Ya Rabbi (CC)! Yaptıklarımın şerrinden sana sığınırım: Ve Senin bana inam ve ihsan etdiğin nimetleri ikrar ve itiraf ederim. Kendi kusur ve günahlarımı da ikrar ve itiraf ederim. Ya Rabbi (CC)! Sen beni afv ü mağfiret eyle. Zira Senden başkası günahları afv ü mağfiret edemez.” Bir kimse bu Seyyidül-istiğfarı ihlâs ve yakin itikadıyla gündüz okur da o günde akşam olmadan evvel vefat ederse o kimse ehl-i cennettendir. Ve eğer bu duayı yakin itikadıyla gece okur da sabah olmazdan evvel vefat ederse yine ehl-i cennettendir.” [Buhari Deavat, 1; Tirmizi, Deavat, 15; Nesei, İstiaze, 57; İbn Hanbel, Müsned, 4/122.] Ekim 2009 72