A’LA SURESİ Gönül dağlarındaki bu ses kimin? Bu dağ, gâh sesle dopdolu, gâh bomboş ve sessiz. Ev sahibi, nerde olursa olsun hâkim ve üstattır, yaptığı iş yerli yerindedir. Bu gönül dağı, O’nun sesinden ayrı kalmasın! Dağ vardır, sesi iki misli aksettirir… Dağ vardır, yüz misli. Dağ; o sesten, o sözden yüz binlerce halis ve saf kaynaklar sızdırır. Fakat dağdan o lütuf kesildi mi sular, kaynaklarında kan kesilir. O kadehi kutlu padişahlar padişahı yüzünden Tûr dağı lâl haline geldi. Dağın cüzileri canlandı, akıllandı. Ey halk biz bir taştan da aşağı mıyız ki? Ne candan bir çeşme coşmakta, ne beden yeşiller giymiş ruhanilere katılmakta… mesnevi’den 1 Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla; Rabbinin yüce ismini tespih et ! “O” yarattı, böylece şekil verip tasarladı ve “O” (yarattığına) kader belirleyip doğru yola iletti ve “O” otlaklar çıkarıp onu siyah bir gübre kıldı. Sana/Seni okutacağız böylece unutmayacaksın, ancak Allah’ın dilediğini (unutursun) kesinlikle “O” açığı bilir ve gizli şeyleri ve kolaylaştıracağız sana kolay olanı.. O halde hatırlat eğer fayda sağlarsa hatırlatmak. Derin saygı duyan kimse öğüt alacaktır ve en mutsuz/bedbaht ondan kaçınır ki o büyük ateşe atılacaktır. Sonra orada ne ölür nede hayat bulur. Arınan kimse ise kurtuldu ve Rabbinin ismini hatırlayıp andı, böylece salat etti. Hayır! Siz dünya hayatını tercih ediyorsunuz. Ve ahiret hayırlıdır ve ebedidir. Kesin olarak bu elbette önceki sayfalarda da vardır. İbrahim ve Musa’nın sayfalarında.. Mübarek Sureye Genel Bakış; Mübarek Rahman suresi şöyle bitmişti “Tebârekesmu rabbike zîl celâli vel ikrâm – Çok mübarektir, yücelik ve cömertlik sahibi Rabbinin ismi” Biz bunu mübarek Rahman suresinden, mübarek A’la suresine doğru son bir işaret ve yönlendirme olarak algıladık.. Rahman suresinden geçeli tam üç yıl oldu! Hayatla ve planlarıyla meşgul oldukça gönül dağlarından ses gelmez oldu. Gönlümün Tur dağından gelen ses Allah’tan başka kime aittir? Bal arısına bile ilham eden yüce Allah’tan başkasından yardım ummak şirk değil de nedir! Artık kendine gel kendine, tedbirini terk et ! Aşıklar gibi bu rahmet denizine dal ki, ondan hiç kimse eli boş dönmemiştir. Yürü söylemen gerekenleri söyle artık; Yanıp yakılmak isterim ben, yanıp yakılmak. O ateşe düş! Canda sevgiden bir ateş tutuşur.. düşünceyi, sözü, baştanbaşa yakıver! Musa gibi edep bilenler başka, canı, ruhu yanmış âşıklar başka. Âşıklara her nefeste bir yanış var. Yıkık köyden haraç, âşar alınmaz. Hatalı söz söylerse bile ona hatalı deme. Kanına bulanıp şehit olursa yıkamaya kalkışma. Şehitlere kan, sudan yeğdir. Bu yanlış sözde yüzlerce doğrudan yeğ! Kabenin içinde kıbleden eser yoktur, dalgıcın ayağında dolak olmazsa ne gam! Yürü, sarhoşlardan kılavuzluk arama. Elbisesi paramparça olana yamadan bahsetme. Aşk şeriatı, bütün dinlerden ayrıdır. Âşıkların şeriatı da Allah’tır, mezhebi de. -mesneviden Hadi ve Reşid olan Allah’ın adıyla; Rabbinin yüce ismini tespih et !; İnsanın tespih edebilmesi için Rabbini hatırlaması, O’nu hatırlayabilmesi içinde düşünebilmeye, akıl edebilmeye ve tespih fiilini uygulamaya götüren evren-yaratıcı bağlantısını kurabilecek bir yargıya sahip olması gereklidir. Mübarek ayetteki “Rabbinin yüceliğini tespih et” emri düşünce üretebilen bir varlık olan insana, “hangi işte olursan ol ve bu evrende nereye bakarsan bak Rabbini hatırlayıp zikretmelisin çünkü seni yaratan ve hayat veren O’dur” demektedir. Böylece bu hatırlatmanın fayda sağladığı insanlar maddi ve manevi dünya kirlerinden arınabileceklerdir. Yüce Hakkın her işi delil ile olduğu için sonraki ayetlerde tabiatı örnek verip yüceliğinin delillerini ortaya koyar, böylece okuyucuya hatırlatır. Bu ayet ve tüm mübarek sure ve tüm mübarek Kur’an mana olarak bir birini tamamlayan ve asla çelişki içermeyen bir bütündür. Rahman suresinde ki “Ven necmu veş şeceru yescudan” ayetinde iki manadan biri olarak ot ve ağaçları ifade etmiştik. Surenin tamamına göz attığımız da bütünlük açıkça gözükmekte doğa ve tüm ekosistem yücelik delilleri olarak hatırlatılmaktadır. 2 Tespih fiili hem kalp yada dil sözüyle, hem de işle-fiille meydana gelebilmektedir. Tespihin ilk basamağı Yüce Rabbi hatırlayış olsa da en üst basamağı öyle bir secde ediştir ki kainattaki tüm akıllılar yorulmadan O’ tek yüceye secde ederler. Bu bakımdan mübarek ayeti kerime Rabbimizi bir hatırlama ve anışın yanı sıra Salat ibadetimizi de ifade eder. Emrin evrendeki ahengi görerek bu ahengi meydana getiren “Allah’ı hatırlayıp düşünebilen insanlara” olduğunun diğer delilleri hemen bir sonraki ayeti kerimelerde doğanın düzenini anlatarak düşündürmesidir. Bu aynı zaman da kendi varlığınızı ve çevrenizi “Hatırlayın” çağrısıdır. Bu çağrıyı vicdanlarında reddetmeyenler elbette ki Kur’an ve evren ayetlerinde ki hikmeti görerek en azından “evet bunlar Rabbimizdendir ve Rabbimizin ismi çok yücedir” diyeceklerdir. En doruk noktasıyla da secde ederek, huzur duyarak Salat edeceklerdir. Mademki -tespih et- emri temel olarak söz ve arından yapılan iş ile ortaya çıkan bir fiildir. Öyleyse hayattaki her meslek ve zanaat grubundan insanın da her an yapabileceği de bir fiildir. Bir Matematikçinin evrendeki düzeni görüp Allah’ı hatırlaması, bir mühendisin kainattaki muhteşem tasarımı görüp Allah’ı hatırlaması, bir tıp doktorunun yada biyologun organizmadaki ahengi görüp Allah’ı hatırlaması “Rabbinin yüce İsmini tespih et” emrinin ilgili meslek gruplarındaki karşılığıdır. Farklı branşlardaki inananların görevlerini yerine getirmesidir ki onlar bu emri yerine getirip, Rablerini anarlarken zevk ile huşu duyarlar, kalpleri de bu hatırlama ile yatışıp huzur bulur, mutlu olur. Salat İbadetinin Beş Temel Sütunu Namaz kelimesi mübarek Kuran da bulunmayıp aslı dahi Arapça olmayan bir kelimedir. Mübarek Kur’an da ki Salat kelimesi yerine günümüzde kullanılan bir kelime olup, Salat kelimesinin geniş ve mübarek manasını açıkça öldürmüştür. O değerli manayı yok ettikten sonra yerine bir kalıp koymuştur ki işte biz bu kalıba günümüzde namaz demekteyiz. Umarız ki bin dört yüz küsur yıl içerisinde bunu söyleyen alemin sivri akıllısı İnşaallah bir biz değilizdir. Çünkü eğer öyleyse ya bizde yada ümmette fikri bir sorun var demektir. ÖNCELİKLE; Namaz’ın Salat’ı İstila etmesine tarihsel bir bakış; Resulullah efendimiz vefat ettikten sonra İslam toprakları büyük bir hızla genişledi. Bir yandan Hıristiyanlık ve Museviliğin merkezleri olan Filistin, Suriye ve Mısır bölgesine diğer yandan Zerdüşt İran’ı içine alarak Hindistan’a kadar ilerledi. Bütün bu bölgeleri yüzyıllarca sürecek bir hakimiyet altına aldı. Artık Müslüman olup İslam toplumuna yeni katılan kitleler ile birlikte yaşayan Müslüman olmayan Hıristiyan, Yahudi ve Hindu gibi kalabalık topluluklar bulunmaktaydı. Hıristiyan, Yahudi ve Hindu toplulukların kastlaşmış bir düzenleri ile adeta “Taş” gibi kaskatı ve sert ibadet ritüelleri vardı. Çünkü insanlar Haktan saptıklarında ancak zorbalıkla ve köleleştirilerek bir arada tutulabilirler. İslam ise onlardan çok çok farklıydı. Resulullah efendimiz döneminden beri İslam toplumunun Hıristiyan, Yahudi ve Hindularda ki gibi ruhbanlık yada kast düzeni yoktu ve ibadet ile kulluklarının temeli ilim, adalet, özgürlük ve mutluluktu. Bu konuda bir örnek şöyledir; Resulullah mescitte salat için hazırlandığı sırada yanına bir adamcağız gelir ve ona şu soruyu sorar; “Ey Allah’ın Resulü, kıyamet ne zaman kopacak?” Salat kıldıktan sonra bu sorunun sahibine Resulullah şöyle seslenir “Sen kıyamet için ne hazırladın?” adam da ”Ben kıyamet için pek “-namaz-”, oruç ve sadaka hazırlamadım ancak Allah’ı ve Resulünü seviyorum” der. Bunun üzerine efendimiz “Kişi sevdiği ile beraberdir o halde sen sevdiklerinle beraber olacaksın” buyurur. Olayı aktaran Enes bin Malik demiş ki; “Müslümanların Müslüman olmaları dışında bu söze sevindikleri kadar başka bir şeye sevindiklerini görmedim.” (Salat ve Selam Muhammed Mustafa efendimizedir.) 3 İslam ülkesi geniş topraklara yayılıp farklı inanç ve kültürler ile tanıştıkça, İslam halk ve önderleri de sosyal/siyasi birliklerini sağlayabilmek adına ritüel ve geleneklerini sertleştirmeye başladılar. Bu yöndeki ilk adımlar Resulullah’ın ardından gelen ikinci “siyasi” devlet başkanı olan Ömer (Allah ona rahmet etsin) zamanında ezanın düzenlenerek, teravihin camii şartıyla sünnet hale getirilmesiyle atıldı. Bunun için onu kınayamayız çünkü öncülü Yarigar Ebubekir (Allah ona rahmet etsin) zamanında Yemen de ve Arabistan’ın pek çok yerinde yalancı peygamberler türemiş büyük acılara, belalara sebebiyet vermişlerdi. Müslümanların birlik içerisinde bulunmaları gerekiyordu ki İslam toplumunun ilk dönem yöneticileri bunun için çalışmışlardı. Allah onlara rahmet etsin. Bu masum savunma mekanizması muaviye yönetimi fitne ile ele geçirip kardeşi kardeşe kırdırdıktan sonra çığırından çıktı. Asla olmaması gereken bir şekle dönüşüp taşlaştı. Hem de onun tarafındaki yada karşısındaki herkes için. Bunun delili de haricilerdir. Hakkın önderi olan Hazreti İmam Ali şehit edilince bu iki grup daha da zıtlaşarak kendi kalplerini çelikten bir zırhla ördüler. Çelik taştan daha sert değil mi? Fakat zalimlik muaviye’nin saltanatına ve geleneğine özgü oldu. İşte bu bir sınavdır. Her birimiz her an, her dakika ve her gözümüzü kırptığımızda sınav ediliyoruz. İslam toplumu da açıkça büyük imtihanlara tabii tutulmuştur. İşte acı su, işte tatlı su ikisi de bir birine benziyor. Fakat sahte olanı içtikçe harareti arttırıyor daha da susatıyor asıl olanı ise insanların içine ferahlık veriyor. Karşılaştığın her olayda bunu iyice düşün eğer yaşadığın o durum içine ferahlık vermiyorsa kesinlikle İslam değildir. Yüzyıllar geçti, biri toplumu ve inancı başka inançlara, kültürlere karşı savunmak diğeri ise saltanatı savunmak temelli bu iki davranış şekli suyun tadını bozdu. Hatta saltanat temelli olanı görüntüsünü de bozup suları kana dönüştürdü. Evet birkaç yüzyıl birlik sağlandı ancak İslam’ın temel kavramlarından bazılarının anlamını kaydırmanın bedeli çok ağır oldu. Bugün de İslam alemi bu bedeli ödemektedir. Arapça konuşulmayan ülkelerde namaz, klanyanye ve benzeri kelimeler salat kavramının yerini aldığı gibi, Arapça konuşan ülkelerde de saltanat ve vahabilik ile suyun bulanması devam etti. Bugün bile böyledir. Mübarek Kur’an da ki kavramların anlamının asla değiştirilmemesi ve eksiltilmemesi gerektiğine şöyle bir örnek verebiliriz; Kapkaranlık bir odada olduğunuzu var sayın. Siz insanlıksınız ve odada bir insan olarak temsil ediliyorsunuz. Yalnız olduğunuzu sanırken birden bir lütuf olarak odanın dışından duvara parıldayan cam bir pencere açılıyor. Çerçeveden farklı bir alemin ışığı gelip odayı aydınlatıyor. Gözleriniz kamaşıyor ve içinizdeki karanlık sizi istila edip ışığı kesmenizi söylüyor. Gidip cama bir yumruk atıyorsunuz. Fakat cam kırılmıyor!! Kolunuzu dirseğinize kadar kavrayıp kuşatarak aynen size geri iade ediyor. Ne kadar vurursanız nafile cam kırılmıyor!! İşte ışık saçan o cam, o pencere mübarek Kur’anı kerimdir. Kur’an da ki en temel kavramlardan birinin manasını değiştirmek o camın esnekliğinin alınması ve şeytanın camı tek darbede tuz buz etmesi demektir. Cam tuz buz olur çünkü o ilahi kavram olma niteliğini kaybetmiştir. Belki hemen belki elli yıl, yüz yıl sonra eninde sonunda bedeli ağır olur. İşte bu nedenle namaz kelimesini kullanmamaya karar verdik. Bundan sonra tüm anlamlarıyla “Salat” kelimesini kullanacağız. Her dile baskın yabancı dillerden bir sürü kelime giriyor. Fast food’u, İnterneti, Outleti ve türlü abuk subuk kelimeleri benimseyip de Rabbimizin yol gösterici kitabındaki ibadetlerimizi ifade eden Salat kelimesini benimseyemezsek bize yazık olmuş demektir. 4 Öyle kelimeler, kavramlar vardır ki mübarek Kur’an da onları tek bir sözcük ile tercüme edemezsiniz. Örneğin “Sübhan” kelimesi, bu kelimeyi tek bir kelime ile tercüme edemezsiniz. Sübhan her türlü eksikliklerden, kusurlardan ve ihtiyaçlardan uzak olan demektir. Bu tip özel kavramlar ifade eden kelimeleri anlamları ile birlikte bütün olarak dilimize geçirmek gereklidir. Aynı şekilde bunca yüzyıl içerisinde Rabbimizin sıfatları da tüm manaları ve karşılıklarıyla birlikte dilimize alınmalıydı. Örneğin “Allahu Ekber” dediğimizde “O Allah Kebir’dir” ya da “Allah Kebir’dir” şeklinde tercüme edilebilir ve Kebir dediğimizde de küçük çocuklar bile anlamının ne olduğunu bilirdi. Bir diğer örnek olarak; Tezekki’nin karşılığı “sadece” zekat vermekten ibaret değildir. O ayet Mekke’de inmiştir ki o zaman henüz zekat ve bayram namazı emredilmemişti. Her kelimenin bir derinliği vardır. Asla o kelimelerin derinliği giderilmemelidir. Çünkü hikmet o derinlikte gizlidir. Bu düşünceden hareketle Kur’an yabancı dillere çevrilirken geniş anlamlı isimler ve sıfatlar değiştirilmemelidir. Yani besmelenin tercümesi “In the name of god, the Merciful, the Compassionate” şeklinde değil “In the name of Allah, er-Rahman, er-Rahim” şeklinde olmak zorundadır. Bizce bu durum; farklı dilde meallerin yanında Rabbimizin sıfatları ve Kur’an da geçen kavramlar içeriğiyle ya iki açıklama kitabı yada mealin arka yüzünde bu manaların sözlük olarak verilmesini gerektirir. Çünkü bizim korkumuz evlerimizi aydınlatıp ışık saçan bu sırça camın esnekliğini kaybetmesidir. En azından Allahın izniyle, bu duruma yol açan sorunu tek kelime ile belirleyelim; “Kavramların sığlaştırılması”. İKİNCİSİ; Salat’ın Beş Temel Sütunu Her secdeye vardığımızda “Sübhanerabbiyel a’la” deriz. Madem ki bu mübarek surede Salat kavramının kökeni ile karşılaştık öyleyse ilk olarak Salat kelimesinin manasını iyice idrak etmeliyiz. Dua ve ibadet fiili gibi karşılıkları kendisinde taşıyan bir kelimedir “Salat”. Mademki öyledir o halde sure ile bağlantılı olarak söz ve fiil ile yapılan bütün tespihi bünyesinde barındırır. Aynı zamanda bu demek oluyor ki Salat fiili, Yüce Rabbi hatırlamak olan tespih fiilinin ve Yüce Rab ile konuşmak, O’ndan istemek olan dua fiilinin ve de secde fiillerinin tümünü kapsayan bir çatı fiildir. Mübarek Kur’anı incelediğimizde gördük ki Salat kavramı içerisinde olduğuna inandığımız, insanı Salat eyleminde tespihten secdeye doğru götüren beş temel öğe/adım vardır. Zihnimizde canlandırdığımızda bu beş temel öğe Salat binasını ayakta tutan beş temel sütuna benziyordu ve birinci adım yerine gelmeden beşinci adım meydana çıkamıyordu. Açıkça her aşama bir öncekine bağımlıydı. Birinci öğe zayıfsa ikinci, ikinci öğe zayıfsa üçüncü, üçüncü zayıfsa dördüncü, dördüncü zayıfsa beşinci meydana gelemiyor bina olamıyordu. Mübarek Kur’an da gördüğümüz Salat’ın beş ana sütunundan ilki şudur; 1-) DÜŞÜNEBİLMEK ve ÖĞÜT ALABİLMEK; Bugün İslam coğrafyasında herhangi bir yere gidip her hangi bir ilmihal kitabı alsak ibadetler kısmında bizim Salat ibadetin şartlarına farzlarına- baksak ilk şart olarak Aklı baliğ olmak maddesini görürüz. İşte Salatın ilk ve ana sütunu olan düşünüp öğüt almak aynı zamanda da aklı baliğ olmak maddesini karşılamaktadır. Tezekki, Mütezekkir, Mütefekkir, Tezkire-Tezekkerun gibi –kavram kelimeler- bu aşamanın varlığına delilimiz olmaktadırlar. Akıl kullanma veya akıl yürütme doğru düşünceleri meydana getiren bir fiil olup insanlar akıl yürüterek herhangi bir konuda bir yargıya varabilirler. Apaçık Kurani bir kavram ve kural olarak ve istisnasız herkesçe kabul edilen aklı baliğ olma şartı ile bize; düşünce ve doğru yargılar üretilmeden Salatın ibadetinin gerçekten ibadet olarak yapılmış olamayacağı gösterilmektedir. 5 Akıl idrak ve beyan kabiliyetlerinden meydana gelmekte olup bunlar Allah tarafından insanlara bahşedilen büyük nimetlerdir. Bu nimetler kullanılarak doğru düşünceler üretilebilir ve doğru yargılara varılabilir. Açıktır ki Salat kılabilmenin birinci kuralı doğru yargılar üretebilmektir. Akıl yürüterek düşünüş ve yargıya varma sonucunda Allah’ın huzurunda kıyam durarak – İhdinas sırâtel mustakîm- deriz. Çünkü vardığımız yargı doğru değilse her salat kılışımızda Rabbimizden en doğru yargıya ulaşmayı dileriz. Çünkü Rabbimiz Yüce Zatıyla her şeyi en iyi bilen Alim’dir ve Hakim’dir, Reşid’dir, Hadi’dir. Düşünebilmekten kasıt elbette kötülük düşünmek değildir. Zandan ibaret yargılara varmak da değildir. Buradaki düşünceden asıl kastımız bizi dosdoğru yola ulaştırabilecek olan özgürce üretilmiş adil yargıların sonucunda elde edilen düşüncedir. Öyle bir düşünmedir ki, bu sayede bir çoban koyunlarına bakıp ibret alabilir. Bir bahçıvan bu düşünüş sayesinde mevsimlerle bahçesinin nasıl değiştiğini görüp ibret alabilir. Demek ki; Salat ibadetinin ilk adımı olan öğüt alabilmek; açık yüreklilik ve temiz bir vicdan ile Kur’an-doğa, evren-inanç bağlantısını kurup Allah tealayı hatırlamak böylece isimlerinden biri öğüt demek olan Kur’an dan ibret alabilmektir. Aklı baliğ olmak şartı ise bu güzel işi meydana getirebilmek için gerekli olan “fıtri-yaratılıştan gelen” bir yeterliliktir. İşte bu nokta bizim diğer ilmihal kitaplarıyla düşünce ayrılığımızı oluşturdu. Çünkü onların aklı baliğ olmak şartıyla sadece fıtri yeteneği kast ettiğini gördük.. Halbuki akli yeterliliğe sahip olduğu halde, düşünerek Rablerini hatırlamayan böylece öğütten/zikirden aldığı nasip daralmış, İslam’lık iddiasında olan pek çok kişi vardır. Yaptıkları işler/fiillerde bugün ortadadır.. Namazın Salatı istila etmesine tarihsel bir bakış kısmında bu duruma biraz değindik, ayrıntıya gerek yok bu akımlar bugün bile varlıklarını sürdürmektedirler. Biz demenin manası ve Mezheplere bakış açımız; Yazan bir kişi bile olsa çoğu yerde biz, biz deyip durmaktayız. Bu halimiz kimi insanlara tuhaf gelebilir hatta düşüncelerine ön yargı veya zan bulaştırıp bunu bir çeşit megalomanlık olarak görebilirler. Halbuki cevabı çok basittir. Bizim düşüncelerimiz kendi kendine ortaya çıkmış türedi düşünceler değildir. Bizler mantar gibi birden bire ortaya çıkmışta değiliz. “Genel olarak” destekçisi olduğumuz ve İslam tarihi içerisinde çok eski zamanlara kadar giden görüşler vardır. Kelam ve itikat önderimiz olan kişi beşinci imam Zeyd bin Ali’dir. Kültür ve gelenek önderimiz ise Celalettin Rumidir. Bunlardan biri aklı diğeri ise aşkı temsil eder ve bizler akıl ile aşkın birleşmesinin sonucuyuz. Biz demenin manası da işte tam olarak budur. Yani belirttiğimiz düşüncede tek olmadığımızı önderlerimiz vasıtasıyla belki binler, yüzbinler, beklide milyonlarla paylaşarak önderlerimizin ağzından da söylediğimiz için biz biziz.. Biz bizden olanları bilebiliriz.. Rabbimiz bize sünni yada şii adını değil Müslüman adını vermiştir ve mübarek Kur’an da bunu açıkça belirtmiştir. Allah şahidimiz olsun bizler sünni ve şii isimlerini de reddediyoruz çünkü bu isimler açıkça şeytan dayatmasıdır. İslam tarihinde Allah tealanın kendilerine ilim nimeti bahşettiği (Bkz. Fatiha suresi kendilerine nimet verilenler) değerli fikir insanları yetişmiştir. Alfabetik sırayla Caferi Sadık, Ebu Hanife ve Zeyd bin Ali bu değerli alimlerin başlıcasıdır. Bunların her biri bir üniversite gibiydi. Hepsinin ilimlerini aktardıkları aydınlattıkları insanlar, talebeler vardı. En önemlisi de bu insanlar birbirleriyle dosttu hatta birbirlerinin derslerine katılıp birbirlerini dinliyorlardı. Bu insanların hepsine Allah rahmet etsin. Bu sebeple bizim mezhepler hakkındaki yargımız şudur; ilimde bazı farklı düşünüşler sonucu ortaya çıkmış Caferiyye, Hanefiyye ve Zeydiyye sadece birer üniversitedir, mekteptir. Üç mektebin birleştiği tek şey olan mübarek Kur’an asıl temel ve Rabbimizin bizlere verdiği Müslüman ismi asıl ismimizdir. “Zeydiye” ismiyse olsa olsa ancak lakap olur.. 6 DEVAM EDECEK İNŞAALLAH 7