ORTA DOĞU’DA SON GELİŞMELER 06.04.2011 tarihinde gerçekleşen “Orta Doğu’da Son Gelişmeler” adlı konferans metnidir. Konuşmacılar: Prof. Dr. Halil İbrahim Ülker (Atılım Üniversitesi İşletme Fakültesi Dekanı), Prof. Dr. Hasan Ünal (Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi), Doç. Dr. Veysel Ayhan (Abant İzzet Baysal Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi), Yrd. Doç. Dr. Mehmet Şahin (Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi), Doç. Dr. M. Ulvi Keser (Atılım Üniversitesi İşletme Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı). Doç. Dr. M. Ulvi Keser: İşletme Fakültemizin Uluslararası İlişkiler Bölümü tarafından düzenlenen “Orta Doğu’da Son Gelişmeler” panelini hep beraber gerçekleştireceğiz. Panelimizi İşletme Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Halil İbrahim Ülker yönetecek. Panelistlerimiz bizim yakından tanıdığımız üniversitemizin de mensubu sayabileceğimiz Prof. Dr. Hasan Ünal Hocam, Abant İzzet Baysal Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Veysel Ayhan ve Gazi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Mehmet Şahin. Orta Doğu konusunda sıcak gelişmeler yaşanıyor. Dolayısıyla bu konuya parmak basalım düşüncesiyle buradayız. Güzel bir panel olmasını temenni ediyorum. Prof. Dr. Halil İbrahim Ülker: Tarih hızlı değişiyor, hızlı akıyor diye başladık. Hakikaten bu Orta Doğu bilgisi tarihte fazla hareketli, üzerinde hesap yapan pek çok aktör var. Bunun birçok nedenleri var. Fakat gerek liderler gerek toplumlar kafalarının arkasına başka bir düşünce koyuyorlar, önden de oynuyorlar, rol kesiyorlar, onlar pek örtüşmüyor. Şu son dönemde aşağı yukarı 1990’dan beri halk hareketleri, Orta Doğu’da neler olup bitiyor, gözüken veya gözükmeyen aktörler neler? Orada kol güreşi yapan ve açıkça hedeflerini söylemeyen insanların kafalarının arkasında gerçekten ne var? Türkiye bu olayın neresinde? Kırık dökük medya bilgileriyle bunları pek yorumlayamadık. Bugün bölüm başkanımız çok zengin bir ekip topladı, ciddi katkılar verecekler. Orta Doğu’da hakikaten neler oluyor? Türkiye bunun neresinde? Gözüktüğü gibi Libya’da NATO’nun müdahale etmesi gereken bir ortam mı var? Yoksa bu Arap sokağında ortaya çıkan olaylar birbirini etkileyen, tetikleyen sürecin gerçekten Tunus’ta başlayan bir olaylar dizisi mi, yoksa dışarıdan mı organize ediliyor? Yani ben soruyu çoğaltmayayım bilinmeyen çok x,y,z denklem var. Doç. Dr. Veysel Ayhan: Sorular çok geniş, tüm bu sorulara cevap verebilmek de henüz mümkün değil. Uzunca bir dönem geçmesi gerekir ki bu soruların gerçekten cevaplarını bulabilelim. Ama buna karşın bazen akademik çalışmalar yapmamız da zorunlu ve gerekli. Bu kapsamda eğer Orta Doğu’daki olayları ki Kuzey Afrika’yı da buna katmak gerekiyor, bütüncül olarak düşünecek olursak burada temel sorun tüm 1 bu ülkelerde toplumsal istikrarsızlık dediğimiz bir olgunun var olmasıdır. Diğer bir deyişle, siyasal ve ekonomik istikrar, bu ülkelerdeki toplumsal istikrarsızlık unsurlarının yok edilmesini veya yok sayılmasını günümüzdeki koşullarla birlikte ortaya koymadığını görmekteyiz. Bunu nasıl tanımlamak gerekir? Orta Doğu ve Kuzey Afrika’daki her ülkenin toplumsal, siyasal, ekonomik yapısı farklıdır ve dolayısıyla da her ülkeye özgü bir genelleme yapmakla birlikte bütün bu ülkelerin belli ortak bir kültüre, ortak bir idareye ve ortak bir siyasal yapıya az çok her ülkenin değişmekle birlikte cebelleştiğini görmekteyiz. Örnek olarak eğer Körfez İş Birliği Konseyi Planı’nı alacak olursanız ve bunların belli krallık veya monarşi diyebileceğimiz bir siyasal ve petrol gelirlerine dayalı bir ekonomik sisteme ve ortak askeri güçlerini belli mezheplerden alan bir yapıya dayandırdığını görmekteyiz. Aynı şekilde Suriye, Irak veya diğer ülkelerin tümünde kendi içerisinde bir sınıflandırma yapmamız mümkündür. Tabii ki bugünkü devrimlere, yani bazı bugünkü dönüşüm veya değişimleri anlayabilmek için şunu ortaya koymak gerekir: Bunlar bugüne özgü toplumsal hareketler değillerdir. Bütün bu ülkelerdeki yani Libya, Tunus veya bugün Suriye’de yaşananlar veya Yemen’de yaşananların hiçbir tanesi 2011 yılına ait bir hareket değildir. Bütün bunların bir tarihsel geri planı vardır, bütün bunların bir dayandığı toplumsal, siyasal ve kurumsal bir yapı vardır, bunu görmek gerekir. Eğer bunu görmezsek ve ancak bugünden değerlendirmeye çalışırsak o zaman bugünkü siyasal ve ekonomik talepleri veya diğer farklı talepleri farklı unsurlarla açıklama gibi bir zemin içerisinde hareket etmemiz mümkün olabilir. Dolayısıyla bu ilk etapta nedir? Toplumsal istikrarsızlık unsurları diye nitelendirecek olursak, her ülkede belli gruplar, bunları mezhepsel, aşiretsel ve etnik bir ayırıma tabi tutabilirsiniz. Ama ülkede belli gruplar siyasal sistemin üretmiş olduğu siyasal değerlerden, güvenlik veya ekonomik değerlerden yoksun kaldılar ve bunlar bir şekilde ayrımcılık politikasıyla karşı karşıya kaldılar. Tabii bunlar ayrımcılık politikasıyla ilk kez karşı karşıya kalmadıklarına göre neden şimdi bu hareketlilik söz konusu gibi bir soru karşımıza gelebilir. Ama birazcık daha eyleme baktığımız vakit bunların şimdi günümüzde meydana gelen gelişmeler olmadığını aslında tarih boyunca sürekli bir şekilde bu dinamiklerin siyasal, ekonomik taleplerle veya ibadet özgürlüğü temelinde ayaklanmalar yaptıklarını, bazen bu ayaklanmalar doğrudan kralların suikastlarına kadar uzandığını, bazen darbelerle sistemin kendi içerisinden farklı yönde kaydını görmekteyiz. Yani burada bir genel değerlendirme yapacak olursak, bütün Orta Doğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde toplumun herhalde belli, önemli bir kısmı siyasal sistemin çemberinin dışında tutulmuşlardır ve bunlar sistematik bir şekilde baskıya tabi tutulmuşlardır. Bu baskılara karşısında bu toplumlar aynı şekilde cevap vermişlerdir. Yani bir şekilde muhalefet dediğimiz, kitlesel muhalefet eylemlerinde bulunmuşlardı. Yani eğer Suudi Arabistan’daki bugünkü muhalefeti anlamak istiyorsak 1970’lere gitmemiz gerekir veya daha da geriye gidebiliriz, yani 1913’lere gitmemiz gerekir. Neden bunları söylememiz gerekir? Çünkü burada Şiiler tarih boyunca sürekli bir şekilde Vahabi kökenli, Vebeş kökenli, Sübut ailesine karşı isyan etmişlerdir. Bazen askeri direniş göstermişlerdir. Ama 1970’lere gelindiği vakit, 1978–1979–1980-1982’ye kadar kitlesel gösterilerde bulunmuşlardır. Binlerce insan sokaklara dökülmüşlerdir ve 2 yönetimi bir şekilde kendilerinde ayrımcılık uyguladığını ifade etmişlerdir. Sonra sürgünde parti kurmuşlardır ve muhalefetlerini sürdürmüşlerdir. “Günümüzde bir yöntem değişikliği var” Günümüzde ise bir yöntem değişikliği var: Barışçıl kitle gösterileriyle sonuca ulaşmak. Libya örneğini mesela tartışıyoruz. Acaba gerçekten Kaddafi çok da istikrarlı bir ülkede 42 yıllık devlet başkanlığı mı yürütüyordu, o zaman onun da tarihine bakmamız gerekir. Hayır, böyle olmadığını görmekteyiz. Yani 1969’da yönetimi aldığı vakit kimlerden yönetimi alıyor? Yönetimi aldığı vakit bugün Bingazi (Benghazi), Tobruk (Tubruq) ve Derne (Darnah)’de, yani daha doğrusu Doğu Libya’daki aşiretlerin yönetimde olduğu bir iktidarı alıp Trablus (Tarabulus), yani Batı’daki aşiretlerin egemenliğinde olduğu bir bölgeye taşıyor. Bunun sonuçları ne oluyor? Buradaki gruplar bir şekilde toplumsal bir muhalefet hareketi oluşturuyordu. Yani 1973 ve 1974’e baktığım vakit, Bingazi (Benghazi) sokaklarında aynen bu geçen aylarda olan kitle gösterilerinin yaşandığını görmektesiniz. Ondan sonra bunlar son bulmuyor. Bu tür eylemler, bu tür gösteriler, bu tür muhalefet hareketleri arada sırada, yani konjonktür, ulusal konjonktür, uluslararası konjonktür el verdiği vakit sürekli harekete geçmişlerdir. 1984, 1986 ve 1993’de suikast düzenlemişlerdir ve bunu düzenleyenler sistematik bir şekilde ordudan ve toplumun diğer kurumlarından dışlanmışlardır. En sonunda nitekim bu Tunus’ta başlayan hareketlerden sonra gene aynı gruplar, yani 1973’te sokağa dökülenlerin bugünkü torunları veya oğulları diyelim aynı şekilde sokağa çıkar ve Kaddafi’yi devirmek için kitle gösterilerine, daha sonra da askeri yöntemlere başvurduklarını görmektesiniz. “Gösterileri belli gruplar yapıyor” Dolayısıyla temel sorun, bütün bu ülkeleri çoğaltabilirsiniz. Suriye örneğine bakacak olursak, Suriye örneğinde neden gösterilen belli bölgelerde ve belli kesimlerde gerçekleşiyor, görmemiz gerekir. Yani Nusayrî Dağı’nda bir gösteri oluyor mu? Hayır. Süveyde’da Dürzîlerin yaşadığı bölgede rejim karşıtı gösteri oluyor mu? Hayır. Hıristiyanların yaşadığı diğer bir bölgede bu tür gösteriler oluyor mu? Hayır. Peki, gösterileri kim yapıyor? Gösterileri belli gruplar yapıyor; Sünni Araplar, muhafazakâr dediğimiz kesimler, Sünni Arap ama entelektüel akademisyen, sivil toplum kuruluşları, hukukçular yapıyor. Kamışlı, Hasiki (Hasiçi) ve Halep (Aleppo)’de gerçekleşiyor. Buradaki Kürt gruplar yapıyor. Bunlar ilk kez yapmıyorlar. Hama olaylarını hatırlayacak olursanız, 30 bine yakın insan yaşamını yitirdi. Şimdi unutmamız gereken bir şey de bu 30 bine yakın insanın akrabaları var. Bu insanların da bağlı olduğu belli grupları vardır ve şimdi o insanların genç çocuklarının bir kez daha sokaklara döküldüğünü görmemiz lazım. Dera’da kimler yapıyor? Dera’da Sünni Arap aşiretler yapıyor ve bunlar sisteme daha önceden de sürekli muhaliflerdi. Bahreyn (Bahrain) örneğine bakalım. Yani Bahreyn’de gösteriler yeni mi başladı? Hayır. Bahreyn’de gösterileri yapanlar o ülkenin yaklaşık %65’ni oluşturan Şii gruplar. Ama Şii gruplar 1924–1934–19361945’de yapmışlardı. Bunu çoğaltabilirsiniz. Yani günümüze kadar arada hatta 1979- 3 1980’lerde çok büyük kitle gösterileri vardı. 1980’de krala doğrudan suikast girişiminde bulundular ve topyekûn bir cezalandırma yöntemine gittiler. Mesela Irak örneğini düşünecek olursanız Saddam öncesi dönemde kimdi muhalefet? Bugün iktidarda olan kesimlerdi. O zaman bugün Irak’ta sokağa dökülecek olan kimdir? Bugün muhalefetin dışında olan Sünni gruplardır. Bunları iyi görmemiz gerekiyor. Dolayısıyla eğer Orta Doğu’daki bu kitle hareketlerini veya bu muhalefet hareketlerini iyi anlamak istiyorsak mikro düzeyde bu ülkelerdeki toplumsal, siyasal, demokratik yapıları ve bununla da yetinmeyip bunların yerleştiği bölgeleri bilmemiz gerekir. Hangi şehirde, kim yaşıyor? Toplumsal yönde nasıl bir örgütlenme var ve siyasal rejimle ilişkileri nasıl? Siyasal rejim kendisini hangi kimlikle üretmiş ve bu kimlik diğerlerini dışlıyor mu veya kendi içerisine mi alıyor? Bunu çoğaltmamız gerçekten mümkündür. Ama o zaman hepimizin dilinde şöyle bir soru açıkta kalabilir. “Neden şimdi başarı elde etmeye başladılar? Neden o dönem başarı elde etmediler?” Bunu farklı gerekçelerle açıklamak gerekir. Baktığınız zaman örnekleri şöyledir: 1- Sistemik düzeyde bölgeyi kontrol edebilecek, süper güç diyebileceğimiz aktörlerin bölgedeki güçlerinin zayıflaması. Yani diğer basit bir deyişle artık ABD veya Batılı güçler ki eskiden Sovyetlerdi, şimdiki Rusya veya Çin’i düşünecek olursanız büyük güçleri bunlar Orta Doğu’daki bu kitle, muhalefet veya iktidar karşıtı hareketleri kontrol edebilecek, denetleyebilecek askeri kapasiteden yoksunlar. Dolayısıyla da bu hareketler başladıktan sonra yönlendirme noktasında harekete geçiyorlar. Yönlendirmede temel amaç şu: Kontrol dışına çıkmasın ve kendi çıkarlarında uygun bir yapı yeniden oluşsun. Burada da ne kadar başarılı olacaklarını bize tarih gösterecek. Ben çok büyük bir başarı gösterebileceklerini sanmıyorum; çünkü askeri kapasiteyi itibariyle özellikle ABD açısından şunu görmemiz gerekir: ABD bugün hem Afganistan’da hem de Irak’ta yenilen bir aktör, askeri anlamda ciddi şekilde yenilmiştir ve her iki ülkeden de çıkış stratejileri aramaya çalışıyor. “Amerikan ordusu Irak’ta hiçbir şekilde başarı göstermemiştir” Ben Mehmet Şahin Hocamla birlikte çok kez Irak’ta bulunduk ve şunu çok net söyleyebiliriz: Amerikan ordusu Irak’ta hiçbir şekilde başarı göstermemiştir ve dolayısıyla da bu direnişçi Şii grupları ve diğerleri diyebilirsiniz. Irak’tan çıkış stratejisi üzerine yoğunlaşmaya başlamıştır. Tabii bu, Orta Doğu’daki Arap halklarından çok ciddi bir şekilde bir mesaj oluşturmuştur. 2- Sistemik alanda bölgeyi kontrol edebilecek bir güç yok. Eğer düşünecek olursanız bölgede 400 yıllık Osmanlı İmparatorluğu ondan sonra Fransız, İngiliz işgali ondan sonra Sovyet, ABD etkisi ve hegemonyası vardı. Ama bugün bunların hiçbiri ciddi şekilde eskiyle karşılaştırdığınız vakit aynı orantıda ve güçte olmadıklarını görmektesiniz. “Orta Doğu’da artık askeri anlamda bir kontrol kuramıyorlar” Bazı hayati ülkeler vardır. Bunlarda eğer kriz çıkarsa Bahreyn (Bahrain) gibi ülkeler için askeri müdahaleler gündeme gelebilir. Ama bütün bu Orta Doğu’da artık askeri anlamda bir kontrol kuramıyorlar. Şöyle basit bir örnek vereyim 1958’de Lübnan’da siyasal kriz çıktığı vakit Amerikan ordusu buraya asker çıkartmıştı ve krizi istedikleri 4 şekilde yönlendirmişlerdi. Aynı şekilde gene Hizbullah bağlamında bir kriz çıktığı vakit buraya asker gönderemediği gibi Hizbullah bir şekilde Said iktidarını düşürmesini sağlayabildi. Diğer ülkeler için de bu örnekleri çoğaltabilirsiniz. İkinci unsur bölge halkının radikalleşmesidir. Yani bölge halkı ciddi anlamda radikalleşti ve bu radikalleşme insanlara sokak gösterilerinde daha fazla bulunmasına yol açtı. Yani nasıl radikalleşti? Filistin sorunu çok önemli bir unsur ve Filistin sorunu çözülmediği sürece ve İsrail hamlesi saldırgan politikaları sürdüğü sürece Mısır halkı sürekli sokaklara döküldü ve sokaklara dökülme, protestoda bulunma ve rejimin meşruiyetini yitirmesine yol açtı. Bütün Arap ülkelerinde rejimlerin meşruiyeti sağlanmaya başlamıştır. Ama bunun da yanında insanlar radikalleşmeye başlamıştı. Bu ülkelerde gençlik dediğimiz nüfusun artışı söz konusuydu, ekonomik alanda ciddi sorunlar vardı. Gençlik bir nüfus vardı ve bunlar radikalleşiyordu. Radikalleşme unsurlarının başında dediğimiz gibi Filistin sorunu, Irak işgali ve Irak işgalinde yaşanan sorunlar vardı. Tüm bunlar Orta Doğu’daki toplumların sürekli bir şekilde radikalize olmasına yol açtı ve bir şekilde Tunus olayları bu radikalize olmuş olan kesimin ciddi şekilde sokaklara dökülmesi ve rejim karşıtı gösterilerde bulunmasına yol açtı. Türkiye modeli de çok önemli. Yani Batı’yla ilişki kurarken 1980’lerin Türkiye’si kapsamında değil, kendine özgü dış politika yürütebilen, gerektiği zaman çıkarların uyuştuğu vakit iş birliği yapan, çıkarların çatıştığı vakit Suriye, Lübnan ve İran örneğinde olduğu gibi İsrail’le de gerektiği zaman çatışabilen bir ülke modeli vardı. Tüm bunlar bugünün politikası değil. Bu politikaları Ahmet Necdet Sezer yapmıştı. Bülent Ecevit bu politikaları sürdürmüştür. Dolayısıyla geçmişten gelen Türkiye vardı. Türkiye Orta Doğu’da artık Batı’nın istediği politikaları uygulayan bir ülke değil, yani rahmetli Ecevit’i düşünecek olursanız İsrail soykırımına eleştirmişti. Ahmet Necdet Sezer’i düşünecek olursanız ABD’nin tüm baskılarına rağmen ki Bursa’da bir açıklama yapmıştı. Dönemin büyükelçisi gitmemesi yönünde gene Suriye’ye resmî ziyarette bulunmuştur. Dolayısıyla buradan toparlayacak olursak bölge radikalleşiyordu, siyasal rejimler meşruiyetini yitiriyordu, bir değişim öngörüsü vardı. Sistemde bunu kontrol edebilecek süper güç dediğimiz aktörlerin varlığı, siyasal otoritelerin bir şekilde bu bölgede kontrol edememe durumu söz konusuydu. Tüm bunlar bu ülkedeki sistemin dışına itilen muhalefet gruplarının rahat bir şekilde sistemi devirmeye dönük ve barışçıl kitle gösterilerindeki, bazı ülkeler de bu örnek zaten tersine tepiyor, askeri yöntemlere kaymak zorunda kalacaktır. Ama buna rağmen kitle gösterileri sonuca varma politikalarını hayata geçirmesine yol açtı. Farklı tartışmalar da yapabiliriz. Yani Mısır’da Mübarek’i destekleyen hiçbir kesimin olmadığını görmemiz gerekir. Devlet bürokrasisi, askeri birimler, Hıristiyan Kıpti gruplar, Müslüman Kardeşler, liberal kesimler onun dışında her ülkede bir siyasal sistemin dayanmış olduğu bir toplumsal yapı vardır. Bu toplumsal yapı zayıfladığı vakit iktidarların düşürülmesi, daha doğrusu siyasal sistemde değişim kolay olur. Eğer bu toplumsal yapı arkasında duruyorsa bu kanlı olur. Yani şöyle demek lazım, eğer Libya’da Kaddafi’yi destekleyen belli aşiretler olmasaydı Kaddafi’yi iktidardan düşürülmesi çok kolay olacaktı. Ama arkasında Mağariha ve Kaddafi aşireti gibi toplam ikisinin nüfusu 1.8 milyon kişidir, 2 milyona yakın diğer küçük aşiretler de var. 5 “Siyasal rejimin dayandığı bir toplumsal yapı var” Siyasal rejimin dayandığı bir toplumsal yapı var. Bunu devirmek Doğu ilindeki aşiretler için biraz zor. Suriye örneğine bakacak olursanız, Suriye’de rejimi destekleyen yaklaşık %40 - %45 veya %48 arasında bir toplumsal yapı var. Muhalefet dediğiniz grup, radikal muhalefet %15 - %20, doğrudan muhalefet olup da radikal olmayan kesim ise yine %20, topladığınız vakit %40-%45’lik bir kesim var. Dolayısıyla burada da siyasal iktidarın değişmesi barışçıl olmayabilir. Reformlar bir noktaya kadar gerçekleştirilecek ama eğer siyasal rejimin kökten değiştirilmesi gündeme geldiği vakit iç savaşa gider. Her ülkede mesela Bahreyn’de (Bahrain) siyasal sistemi destekleyen %30’luk bir nüfus vardır, dış bağımlılık saymıyorum. Ancak o ülkedeki konjonktürü dikkate alıyorum. Dolayısıyla %65’lik bir nüfusun muhalefeti siyasal sistemin değişmesine yol açmıyor. Ama Yemen’de muhalefeti destekleyen grupların sayısal ve askeri üstünlüğü düşünüldüğü vakit, evet burada rejim değişikliği gündeme gelebilir. Ama riskli bir şey, savaş da olabilir. Bütün bunlara şundan dolayı örnek veriyorum. Genel anlamda Orta Doğu’daki gelişmeleri anlayamamamız çok zor. Bütün bu ülkelere özellikle bazı temel nedeni şu: Mikro düzeyde her ülkedeki toplumsal, siyasal, demokratik, şuna buna bakmadığımız vakit gerçekten bu ülkedeki siyasal hareketleri anlayabilmemiz aynı zamanda ancak geri planı da bilmemiz gerekir, bu çok güç. Dolayısıyla ben şunu düşünüyorum bu Orta Doğu’daki toplumsal muhalefet hareketleri soğuk savaş sonrası dönemde Ukrayna veya diğer ülkelerde gerçekleştirilen devrimlerden, renkli devrimlerden oldukça farklı. Amerika ve Batı hazırlıksız yakalandı gibi bir tartışma daha yapılıyor. Hayır, Amerika ve Batı bu devrimlere hazırlıksız yakalanmadı. Hatırlayacak olursanız Büyük Orta Doğu Projesi gibi kavramlar ortaya atılıyordu. Yani Orta Doğu’da reform çabalarını 2003’lerden itibaren gündeme getirdiklerini görmektesiniz. Ama orada mantık vardı. Onlar toplum mühendisliğiyle toplumun modernize edilmesini düşünüyorlardı. Yani Türkiye’de de veya başka ülkelerde de uygulanan bazı modeller vardı. Toplumun üstten bir şekilde modernize etme gibi bir yöntem vardı. Bu Orta Doğu’ya uymuyordu; çünkü ciddi bir değişim talebi vardı. Oysa bu reform çok uzun süre yayılabilecek bir modeldi. Peki, ne gelişti? Alttan gelen bir değişim talebinin üsteki planlamaya dayalı değişimi yıktığını görmektesiniz. Yani artık talepler, zaten talepler alttaydı üstten bir modelle Batılılar ve ABD bunu bir şekilde dizayn etmeye çalışıyorlardı. Ama gelinen noktada 2011 yılında tüm bu modellerin yıkıldığını, alttan gelen ve demokrasi talebinin gençler siyasal katılmanın önünü açmak itibariyle düşünecek olursak barındıran bir hareket olduğunu görmektesiniz. Bu süreçler yeni başladı. Bunlar 5–10 yıl daha sürecektir, sürmesi kuvvetle muhtemeldir, yayılabilir. Mısır’ı örnek alacak olursanız, bu değişim hareketlerinin sağlıklı olabilmesi için de zaten sürece yayılması gerekebilir. Mısır’da referandum yapıldı, belli maddeler, yani siyasal parti açılmasının, siyasal liderlerin cumhurbaşkanı seçimlerine katılmasını engelleyici birçok kararlar iptal edildi, değişikliğe gitti. Dolayısıyla eylülde meclis ve ondan sonra cumhurbaşkanı seçilecek. En azından artık bir diktatörlük kurulmaması yönünde maddeler koyuldu. İşte bir kişinin en fazla iki dönem ve dört yıl seçilmesi gibi ifadeler koyuldu. 6 Dolayısıyla bu değişim başladı, ne zaman biteceğini bilmiyoruz, ne elde edeceğini bilmiyoruz. Ama her ülke eğer toplumsal istikrarsızlık unsurlarını diğer bir deyişle ayrımcılığa tabii tutulan grupların siyasal, ekonomik, mezhepsel veya etnik taleplerinin karşılayıcı anayasal politikalar üretmez, anayasalar haklar vermezse bu hareket tüm ülkeyi kapsar. En sonunda o ülkeler de bu konuda reform yapmak veya iç savaşa sürüklenmek gibi bir riskle karşı karşıya kalacaklardır. Prof. Dr. Halil İbrahim Ülker: Şimdi ben şunları anladım: İstikrarsızlık genelde ortak payda, işte aşiret örgütlenmesi, petrol ve benzeri birtakım ortak bir payda var. Benzeyen faktörler var ama bu olaylar bugünün değil tarihin bugüne taşıdığı olaylar. Biraz da belki dışarıdan örgütlenmedeki aşiret ve mezhep, etnik ayrımcılıklar merkezdeki politikayla çok örtüşmeyince muhalefet ediliyor. Bu muhalefet olaylarına anlamak için hocam tam bir siyaset bilimci, uluslararası ilişkiler uzmanı olarak “her ülke tek tek incelenmeli, genelleme yapılmamalı” dedi. Ben diyorum ki biraz toptancılık olacak ama bu biraz da küreselleşmenin ürünü, yani televizyonda, internette herkes birbirinden çok çabuk haber alıyor ya da işte kapalı toplumlarda monark bastırıyor, kendi ülkelerinde hukuki düzen, askeri bürokrasiyi güçlendir filan ama insanlar yaşam kalitesini görüyorlar. Birtakım zorlamaların karşı basınçlarla ortadan kaldırılabileceğini biliyorlar. Abant İzzet Baysal Üniversitesindeki son yılımda Tunus’un Devlet Başkanı Bin Ali üç tane hoca çağırdı, kalktık gittik, işte bir şeyler konuştuk. Tunus laik, hanımlara biraz artı eşitlik sağlanmış. Sokaktaki Tunuslu 5 tane dil biliyor, çok kaliteli bir eğitimi var. Lisede Fransız modeline göre kurulmuş bir sistem var. Son derece kaliteli üniversiteler var. Yani bu kadar eğitilmiş bir kitleyi istihdam edemiyor musunuz? Hayır. Sosyal patlama olmaz mı? Kalın çizgiyle eğitim sektörü ve ekonomi bir arz talep ilişkisi içerisinde olmalı; ekonomi talep edilecek, eğitim arz edecek. Eğitim biraz fazla ve değişik insan arz edecek ki ekonomi de ona göre şekillenecek, bir uyum olacak. Türkiye’de de topuzu kaçtı kantarın. Türkiye’de piyasaya bıraktık, ses sonra gelecek. Çok fazla abartıyorlar her şeyi “piyasa çözer, görünmez el” filan tarihte bunu birkaç sefer yaşadık. Görünmez elin yerine başka eller aradık. Tunus’un özel konumu itibariyle, hocama katılıyorum. Birtakım yorumcular diyor ki soğuk savaş sürecinde belki bu kadar olmayacaktı. Hasan Hocama soracağım “doğru mu bu fikir?” diye. Birkaç yerde okuduk televizyonda da geçen dile getirdiler. Yani yine aynı yere geleceğiz, Veysel Hoca söyledi. İstikrarsızlık. Herkesin kıta sahanlığı vardı, ihalede yeraltındaki babalar birbirinin konularına karışmazlar, en fazla bir para verirler ihale çekilmelerini sağlarlar. Şimdi bazı ülkeler kontrolsüz kaldı ve ne yapacağını bilmiyor. Sarkozy’nin kalkıp da böyle bir telaşla Libya’ya atlaması 6 ay önce öpüşüyordu, bu adamlardan ihale alıyordu. Tabii ki Rusya’daki gibi değildi ama samimiyetle Veysel Hocam dışarının da bu işlerde önemli katkıları ve kışkırtmalarının olduğuna inanıyorum. Yani bir alanım değil, bir kanıtım yok ama biraz tarih bilirim, Batı kolaylıkla vazgeçmez bir çıkarı varsa orada mutlaka temel aktördür veya kışkırtıcıdır. 7 Şimdi süreç nasıl devam edecek? Bu süreçte yeni aktörler katılacak mı, sonuç nereye bağlanacak? Çok güzel bir pas verdim. Bazıları diyor ki Türkiye modeli var, Müslümansınız ama Batı’ya sadık bir “laik, demokratik” ülke mi yoksa işte biraz daha paradigma değişikliği başka bir model mi? Ama bir orta nokta, bir pazarlık müzakere noktası olduğu çok açık. Türkiye’de nasıl bir rol bekleniyor, nasıl bir model olacağız bu da çok net değil. Yrd. Doç. Dr. Mehmet Şahin: Şimdi bu hareketleri niye bu zaman oldu diye düşündüğümüz zaman, geçen araba kullanırken bir fark ettim ki benim arabanın tekeri balon yapmış. Tamirci dedi ki en ufak bir şeyde, balona denk gelseydi arabanız gider, tehlikelidir dedi. Kafayı son iki ayda filan hep Orta Doğu’yla bozduğumuz için, dedim ki bence Orta Doğu balon yaptı, artık Orta Doğu ve siyaseti iyi görmek gerekiyor. Nasıl balon yaptı? Niye şimdi çıktı? Bence artık o balon bir yere çarptı, bu son noktada onun için patlama yaşandı diye düşünüyorum; çünkü Orta Doğu’ya şöyle bakmak lazım: Osmanlı bu bölgeden çekildikten sonra Orta Doğu’nun hem siyasi coğrafyası hem de siyasi içyapısı oturmadı. Bir defa bunu iyi belirtmek gerekiyor; çünkü ne içyapıda bir oturmuşluk var ne de devletlerin sınırlarına baktığımız zaman çünkü doğal olarak çizilmediği için bu sınırların oturmadığını görüyoruz. Onun için sürekli bir bahanelerle bu ötelenmeye çalışıldı. “Osmanlı bu bölgeden çekildikten sonra iki damar görüyorum” Osmanlı bu bölgeden çekildikten sonra iki damar görüyorum. Bir tanesi siyasal İslamcı damar, Türkiye’yi de buna katıyorum. Bir tanesi de seküler milliyetçilik. Osmanlı bölgeden çekildikten sonra baktığınız zaman bu dönemde seküler milliyetçilik gerçekten popüler ideoloji ve bir çözüm sunuyor. İşte o dönemde siz dışarıdan gelen müşteri bölgeden göndereceksiniz. Bu da milliyetçilikle olan bir şeydir. Orta Doğu’da o dönemde seküler milliyetçiler sisteme hâkim oldular. Ama diğer grup sistemin içine çekilmedi, sisteme hem siyasal sistem hem de ekonomik sistem olarak bakmak gerekir diye düşünüyorum. Bir de bu Orta Doğu’ya şu şekilde bakmak gerekiyor: Siyasal sistemi nasıl balon yaptı? Dünyada nüfus artış hızının en yüksek olduğu yer: %2,5-%3, yani %2,5-%3’le artan bir nüfus var. Siz bunu ister istemez ne yapacaksınız? Sisteme entegre edeceksiniz. Sistemden dışladığınız zaman bu nüfus azalmıyor. Ama dışarıda size sürekli tehlike oluşturan bir yapı, kitle gelişiyor. O açıdan milliyetçilik popüler ideoloji olduğu için siyasal İslamcılar bir anlamda sistem dışı kaldılar. Krallar var, ona bir bakmak gerekiyor. Biliyorsunuz Araplarda sadece bir devlet sistemi yok, krallara baktığınız zaman da bunu kullandılar. Fakat daha çok bağımsız olan, cumhuriyetle yönetilen ülkelere baktığımız zaman; fakat bunlar otoriter bir yapıya sahip cumhuriyetler; Suriye ve Mısır’da olduğu gibi. Bunlar tabii çözüm üretemediler. Kendi iç sorunlarına çözüm üretemedikleri gibi 1948’de de bir devlet; İsrail kuruldu. Bunun karşısında sürekli dayak yediler, sürekli ezildiler ve bir aşağılanmışlık oluştu. Yani Arap erkekleriyle konuştuğunuz zaman artık evlerinde bile bir anlamda onurları kalmadı. Yani sürekli aşağılanan bir toplum ve tarihe baktığınız zaman farklı bir tarih öğretiliyor. Ama Osmanlı çekildikten sonra aşağılanan bir toplum olarak karşı karşıya geliyorsunuz. “1950’ler bir çıkış noktası olabilirdi diye düşünüyorum” 8 1950’ler bir çıkış noktası olabilir diye düşünüyorum. 1950’lerde aynı zamanda 1960’larda bazı krallıklar gidip, işte Arap milliyetçiler biliyorsunuz, iktidara geldiler. Nâsır, Kaddafi onlardan biridir, Bin Ali ve diğerlerine baktığımız zaman görüyoruz. Fakat bu bir anlamda hem İsrail’e karşı olan kinleri ve içteki sorunları göz önünde bulundurduğumuz zaman bir çözüm üretir gözüyle bakılıyordu. Fakat bunlar da çözüm üretmedi. 1967’deki savaşla birlikte Arap milliyetçiliğinin de çekiciliği kalmadı. Bu defa soğuk savaş dönemindeki blok iki kutuplu sistemi kullanarak, bence varlıklarını sürdürmeye çalıştılar. Hatta kendi halkını düşünmediler. “Ben mevcut yönetimimi nasıl sürdürürüm?” çabası içine girdiler. Zaten burada bir Batı karşıtlığı var, Araplar daha çok Doğu bloğuna yakın durdular. Ama bazen Doğu bloğundan kopup Batı bloğuna da geçtikleri oldu. Buna en güzel örnek Mısır. Nâsır döneminde Doğu bloğundayken, 1979 Batı bloğunda Amerika’nın yanında yer aldıklarını görüyoruz. Bir anlamda bu şekilde o kutuplu sistemde büyüyen kitlenin isteklerine cevap vermeyerek bu şekilde varlıklarını sürdürdüler diye düşünüyorum. Fakat bu arada o seküler milliyetçi kesim genelde İslâmcı kesim daha organize olduğu için bunlar siyasal sistemde zaman zaman etki yapmaya başladılar ve bunları alternatif gördüğü için sistem bunları bir anlamda yeraltına itti. Bunu Mısır’da çok daha iyi görebiliriz. “Mevcut yönetimler çözüm üretemediler” Aslında Türkiye üzerinden okursanız daha iyi anlaşılır diye düşünüyorum. Bunları bir defa siyasal ve ekonomik sistemimiz içinde tutmazsanız ister istemez bunlar toplumsal alana kayıyorlar. Yani toplumsal alanın içinde var olurlar. Şimdi demokratikleşmeyle birlikte ne yapacaksınız sizin siyasal ve ekonomik sistemin içinde tutmadığınız kişiler toplumsal alanda esnafın içinde var olmuşlar. Demokratik bir seçim yaptığınız zaman karşınıza siyasal İslâm çıkıyor veya bazı sorunlar çözülmemiş. En güzel örnek El Fetih, biliyorsunuz yıllardır çözüm değil. Hamas bütün kötü uygulamasına rağmen daha ne yapabiliyor. 2006’daki Ocak seçimine bakıyorsunuz halk onun yanında yer alabiliyor. O açıdan bence mevcut yönetimler çözüm üretemediler. Soğuk savaş sonrasında ise yine Batı’yla birlikte çalışabilmek için Siyasal İslâmcı dalgayı, biliyorsunuz soğuk savaş döneminde siyasal İslâm iyi algılanmıyordu. Tabii örnekler olarak da El Kaide, El Taliban filan 1990’lı yıllarda bunlar sunuldu. O açıdan bir anlamda Orta Doğu’daki diktatörler siyasal İslâm’la mücadele ediyormuş görüntüsü altında yine sistemlerini sürdürdüler. Ama son noktaya geldiğimiz zaman bence bu sistemin taşımadığı ortaya çıktı. Aslında ilk isyan Tunus’ta çıkmadı. Yani bunu sık sık söylüyorum. Bence ilk isyan Avrupa’da çıktı; çünkü 1,5-2 yıl önce hatırlarsınız Paris sokaklarını birbirine kattılar, günlerce yakıp yıktılar. İşte bunlar aslında Kuzey Afrikalı gençlerdir. Fakat bu gençler şunu gördüler: 2008’de Avrupa, dünyada yaşanan ekonomik krize kadar bu yeni yetişen gençlik bir anlamda kendini Avrupa’da bulabiliyordu. Özellikle Kuzey Afrika çizgisindekiler Avrupa’da bulabiliyorlardı ve bir anlamda diktatörlerde rahatlamış olabiliyordu. Bu defa Avrupa Göç Yasası’nı sıkılaştırdı. Yeni gelenleri almadığı gibi oradaki olanları gönderme yoluna gitti ve bir patlama noktasına geldi. Aslında Tunus ve 9 Mısır’da filan çıkmasının sebeplerinden biri de bu olarak görüyorum. Burada niye Türkiye deneyimi önemli diye düşünecek olursanız da veya Türkiye deneyimini ne? Burada benim gördüğüm Türkiye deneyimi şu: Türkiye’de vardı o çizgi aslında, cumhuriyet kurulduktan sonra baktığınız zaman özellikle birinci mecliste bu çok daha belirgin ortaya çıkıyor. Birinci mecliste işte Mustafa Kemal, arkadaşları ve birinci grup bir de ikinci grup var. İkinci grup daha çok muhalefet, daha padişahçı, daha İslâmcı, daha halifeci, hani hemen hemen bir anlamda Mustafa Kemal’in oluşturmak istediği gruba karşı olan bir grup var, ama onlarda bir blok. Bunlar bir anlamda sistem dışı kaldılar. “1946 dönüm noktasıdır diye düşünüyorum” Aslında Türkiye’de bu sorun devam etti. Baktığımız zaman 1946 dönüm noktasıdır diye düşünüyorum. Türkiye deneyiminden benim anladığım bu. Türkiye’de 1946’da bir seçim yapıldı. O seçimde seçim, açık oy, gizli sayımdı. Açık oy ne demek, işte o dönemin güçlü partisi var: “Cumhuriyet Halk Partisi.” İşte ilçe başkanları, il başkanları hepsini oy kullanırken görüyorsunuz ve işte bakın ben filan partiye atıyorum, gösteriyorsunuz ve gizli sayım, o zaman bunun sonucunun ne olacağını kimse bilemez. Buna rağmen aslında halk bir tepki verdi; çünkü Demokrat Parti biliyorsunuz ilk 1946 seçimlerinde çoğunluğu sağlayamasa da belli sayıda milletvekili meclise girdiğini görüyoruz. Bence bu değişimi İsmet İnönü çok iyi okudu. Halk şunu söyledi: Ben mevcut tek parti sisteminden memnun değilim. Yani açık oy gizli sayıma rağmen bir tepki verdi. İkincisi bu tepki vermesi aynı zamanda uluslararası konjonktürde de bir değişim işte soğuk savaşın başlaması 1945 bitiş, 1946 seçimlerini yapıyorsunuz. Türkiye’nin de o dönemdeki Sovyet tehdidi de Türkiye’ye bir yere doğru itti. Bu arada İsmet İnönü’ye bakarsanız Batı bloğunda yer almayı kendine uygun buldu. Nitekim Truman Doktrini Marshall Planı daha sonra 1949’da NATO’ya başvuru, baktığınız zaman bu dönemin en güçlü kişisi İsmet İnönü, bunlar onun döneminde yapılan işler. Peki, “Niye yaptı İsmet İnönü? Orta Doğu’yla ilişkisi ne?” diye soracak olursak, İsmet İnönü 1950 seçimlerinde tam adil bir seçimlerin gitmesine müsaade etti. “Müsaade etti” cümlesini özellikle kullanıyorum etmeye de bilirdi. İşte Orta Doğu’dakiler bunu etmediği için olay çıkıyor. Orta Doğu’dakiler ne yapıyorlar ya öldüğü zaman değişiyor ya da öldürüldüğü zaman değişiyor. Ama İsmet İnönü bu dünyadaki değişimi ve Türkiye’deki bu halktan da biriken bir tepkiyi gördüğü için seçim yaptı, sistemin önünü açtı. O dönemin en güçlü adamı olmasına rağmen muhalefete düştü. Rezi mi oldu? Bu aslında bir erdemdi. Buradan dolayı baktığımız zaman bence Türkiye’deki sağ kesimin İsmet İnönü’ye bir borcunun olduğunu düşünenlerdenim. Bu sistem aşması çok önemli. “Sistemden memnun olmayan insanlar genelde Demokrat Partiye oy verdiler” İkinci kesim de önemli; Adnan Menderes döneminde de dış politikası anlamında bakmıyorum, iç politika anlamında bakıyorum. Bir anlamda siyasal sistemde bu sistemde, sistemden memnun olmayan insanlar genelde Demokrat Partiye oy verdiler. Yani değişik sahiplerle, değişik düşüncelerle, değişik beklentilerle bu oyu verdikten sonra bir anlamda bakıyorsunuz aslında sistem dışında ve çevrede kalanlar merkeze taşındı. Buna bazen biliyorsunuz karşı devrim diyenler oluyor, farklı yorumlar diyenler oluyor. Tamam, bir cumhuriyet var; Türkiye Cumhuriyeti sistemin önünü açan İsmet İnönü, Adnan Menderes’te Demokrat Partiye girdiğinde siyasal sistemin dışında kalanların merkeze geldiğini görüyorsunuz. 10 Cumhuriyetin ömrü uzuyor ama arada bir şey var renk açıyor; çünkü o pür seküler değil artık, çevredekilerin de rengi sisteme yansıyor. Ama ben daha önemli dönüşümü bu birinci dönüşüm olarak görüyorum. İkinci dönüşüm bence 1980’li yıllardaki Özal döneminde olan dönüşüm olduğunu düşünüyorum. Onu da sermayenin Anadolu’ya yayılması olarak görüyorum. Aynı zamanda Türkiye’deki ekonomik sistemin uluslararası sermayeyle birlikte hareket etmesi olarak görünüyor. Bu nasıl oldu onu söylemek gerekir diye düşünüyorum. Şu şekilde oldu: Özal döneminde biliyorsunuz teşvikler verildi. Bu teşvikler diyelim ki X şehrinde 10 kişiye teşvik verildi. 5 tanesi gerçekten onu yedi, yani iç etti parayı. Onun için genelde biz bu taraftan baktık. İşte “Özal şunları şunları destekledi, paralar gitti” diye. Ama diğer tarafına da bakmak lazım, 5 tanesi de bence yatırım yaptı. O taraftan baktığınız zaman Anadolu’daki özellikle Maraş, Antep, Denizli, Kayseri gibi belli iller var; çünkü sermayenin belli bir yere yığıldığını görüyorum. Bu dönemde sermayeye baktığımız zaman Anadolu sermayesi şimdi diyorlar ya aslında mevcut Adalet ve Kalkınma Partisinin de bunun üzerine oturduğunu düşünenlerdenim. Onun için zaten mevcut partini “Ben diyor millî görüşün devamı değilim, işte Menderes’le Özal’ın devamıyım.” demesinin arkasında bunun yattığını düşünenlerdenim. Çünkü şu var: İnsanlar sadece kendi bölgesine yatırım yaptı. Hiçbiri asker değil, kendi bölgesine üretim yapan, yağıyla kavrulan esnaflar vardı. Bunlar ne yaptılar? Fabrikalar açarak bir anlamda dışa dönük bir üretime geçtiler. İşte bu yatırım yapıldığı dönemde diğer esnaflarda bir anlamda kıskanarak, bir anlamda imrenerek yeni yeni fabrikalar açarak sermayenin Anadolu’ya yayıldığını görüyoruz. Orta Doğu’daki Siyasal İslâmcıların dili değişmiş gibi geliyor Bence bu 1980’lerdeki sermayenin Anadolu’ya yayılması aynı zamanda sermaye elitinin de değişimine sebep oldu. Bu arada ekonomik olarak da çevredekiler merkeze taşındı gibi geliyor. Peki, bunun içinde bu yeterli mi? Yeterli değil tabii ki, bunu sadece içsel değişim olarak görüyoruz. Bir anlamda Araplarla konuştuğumuz zaman bunu söylüyorlar. Batı’yla çalışması Araplar için çok önemli. Mesela farkındaysanız Mısır veya Tunus’ta bile siyasal İslâmcılar Batı karşıtı bir dil kullanmıyorlar. Türkiye’deki siyasal İslâmcılardan bir ders almış gibi gözüküyorlar. Çünkü 1950 ve 1960’larda mesela Seyit Kutup’un yazdığı kitaplara baktım. O dönemde yoldaki işaretlere filan yazmış ciddi bir Batı karşıtlığı var. Müthiş yani neredeyse bütün aydınlanma tezinin Batı karşıtlığı üzerine kurulmuş. Ama bugün Müslüman Kardeşlerin veya Tunus’taki Hannah Dağı’nın ileri gelenlerine baktığımız zaman hiç de Batı karşıtı bir söylem kullanmadığını görüyoruz. O açıdan Türkiye’deki mevcut yapıyı hükümeti de göz önünde bulundurarak; “Orta Doğu’dakiler işte Türkiye’de İslâmcı bir parti var, geçmişte belli deneyimler yaşandı, bu deneyimleri biz de yaşayabiliriz. Biz burada böyle olmayabiliriz” diye düşünüyorlar. Yani ben böyle düşünsünler demiyorum. Ama bir Arap’la konuştuğunuz zaman diyor ki, “Evet, bunlar Batı’yla çalışıyor. İnsanca yaşamaya çalışıyorlar.” Demokratik veya işte ne bileyim siyasal liberalcilik, ekonomik liberalcilik konusunda bir sıkıntıları yok. O açıdan bence Orta Doğu’daki siyasal İslâmcıların dili değişmiş gibi geliyor. Yani Türkiye’de birkaç tane önderlerini getirdiler, onlar da aynı şeyi söylemeye başladılar ve açık açık da “Biz Türkiye’deki yapıyı örnek alıyoruz” diyorlar. 11 Peki, bu bütün Orta Doğu’lular için geçerli mi? Ama Orta Doğu’da da iki yapı var, bir sokak var, bir de yöneticiler var, onları iyi görmek gerekiyor. Nitekim dün biliyorsunuz Benghazi’deki (Bingazi) Türk konsolosluğuna karşı hareketler vardı. Burada iki türlü diplomasi uygulamak zorundasınız. Bir, devletten devlete diplomasi uyguluyorsunuz, karşınıza diktatör çıkıyor. Sokağa diplomasi uyguluyorsunuz karşınıza başkası çıkıyor. Belki ikisinin dengeli bir şekilde yürütülmesi gerekiyor. Ama bu da bence bir ipte iki cambaz gibi bir durum, yani nasıl götürülecek o konuda kesin bir şey söyleyemiyorum. Fakat ortaya çıkan bir şey var: Orta Doğu bir defa 2 ay önceki Orta Doğu değil diye düşünüyorum ve artık siyasal İslâmcıların dili değişmiş, küreselleşmiş ve Batı’yla çalışmayı uygun bulduklarını söylüyorlar ki Türkiye’deki yapıyı örnek alıyorlar. Fakat bu da bir şeyi daha gösteriyor: Batı da artık bence siyasal İslâm’la çalışmak zorunda kalacak gibi gözüküyor; çünkü siz demokratik bir seçim yaptığınız zaman az veya çok buradaki yapı Orta Doğu’ya yansıyacak. Orta Doğu’ya yansıyınca Mısır, Tunus, Filistin ve Cezayir’de, bütün ülkelerde bu seçimde yaptığınız zaman siyasal İslâmcıların yüzde oranları düşük olsa da sistem içinde yer alacaklar. Sistemin içinde yer aldığı için Batı ben onlarla çalışmıyorum deme şansına sahip değil, bence uluslararası ve bölge sistemine, Orta Doğu siyasal sistemine güçlü bir aktör geliyor, sözü geçerli bir aktörü geliyor. Bundan sonraki bence Türkiye dâhil Batı’da bunlarla nasıl çalışılacak bunun modelini, bunun yöntemlerini araması gerekir diye düşünüyorum. Teşekkür ederim. Prof. Dr. Halil İbrahim Ülker: Ben şunları ekleyebilirim: Bir modernite olayı vardı, lider biz çizgi değil. Ama Batı genellikle feodal yapıda, işte sanayi toplumları, sanayi ülkesine gelirken belirli aşamalardan geçmiş, bunu dayatıyor. İşte bizim Tanzimat’taki konumumuz, bir şekilde Batı’dan gelen baskılar; Islahat ve Tanzimat Fermanına bakarsanız birinci ve ikinci madde azınlıklarla filan ilgilidir veya Batı’nın istediği şekilde işte veziriazam Batı’nın müsveddesini kaleme almıştır. Şimdi tarihi açıklamadan tabii ki bu olaylar mümkün değil. Modernitelikte geç kalan bir bölge Orta Doğu, Osmanlı’da dâhil Batı bir şekilde, işte bastonun ucuyla sınırlar çizmiş “sen Iraklısın, sen Suriyelisin” demiş ama emellerinden vazgeçmiş değil. Kapitalizmin devri krizleri var, her krizde adamlar yeniden yapılanarak ne yapıp yapıp çıkıyor. Bu işte neo liberaller, küreselleşmeler bana göre onların ürünü, alçak basınç alanlarını sürekli problem çıkıyor. Çünkü birtakım gelişmelerin katkıları var; fakat bu küreselleşmenin getirdiği katkıları uluslar ve devletlerin bölgeleri, insanlar adil paylaşamıyor. Adil paylaşması mümkün değil; çünkü fiyat başına düşen gelir 90 bin dolara çıkan ülkeler var. 6,5 milyarla siz böyle bir şeyi gerçekleştirmeye çalışsanız ne yer kabuğu izin verir ne böyle bir ekonomik model var. “Tek kutuplu dünyada birtakım alanlar boş” Dolayısıyla sürekli sermaye akıyor. Tabii siyasal iktidarla ekonomik iktidar her seferinde yeniden paylaşılırken Halit ne dedi “Bırakın dedi siyaseti, siz içeride siyaset yapın. Ekonomiyi çok uluslu şirketleri bize bırakın piyasa halleder.” Olmuyor işte, yeni, giderek zıtlaşan ve derinleşen krizler yaşanıyor. Bunlar nasıl aşılır? Dünyanın sorunu, kapitalistlerin problemi benim değil tabii. Ama şimdi ümmetten millete geçmekte geciken ülkeler yeni bir modelin dayatması karşısındalar. Yani ulus devlet modeline göre bir şekilde yapılansalardı, eğitimlerini, ekonomilerini, diğer sosyal kurumlarını, onu da beceremediler. Şimdi tek kutuplu dünyada birtakım alanlar boş. 12 Dolayısıyla ulus devletinde sözde seküler gibi yapı hâkim olmuş olsa bile işte hocam çok doğru söyledi, El Kaide, Taliban, Müslüman Kardeşler. Bunlar Neredeydi? Yasal ortam bulamayınca toprak altında örgütlendiler. Ama hiçbir zaman yaşam felsefesinden vazgeçmediler. Burada belki çok hipotetik bir tartışma olur ben ona hiç girmeyeyim ama muhafazakârlık adına Müslümanlık çizgisinde ısrar eden bu ülkelerin ekonomik modelleri yok, ya yoksulluk ya da Batı kapitalizmine secde etme. Dolayısıyla bir model geliştiremedik. Yani Necmettin Erbakan niye alaşağı edildi de onun öğrencileri iktidar oldu; çünkü Batı’yla daha doğrusu Amerika’yla iyi geçinmezseniz iktidar olma veya rahat etme imkânı bulamıyorsunuz. Bundan sonra Amerika’nın durumu ne olur? Sadece Çin’e 12 trilyon dolar borcu olduğu söyleniyor. İşte orada tasarruf eğilimlerinin düşmesi, tüketim kalıplarının çok yükselmesi, ikinci üçüncü aktörler arkadan hızla Çin’in ve diğer ülkelerin gelmesi, Avrupa Birliği’nin kan kaybetmesi, dengeler değişiyor. I. Dünya Savaşı toprak savaşı, II. Dünya Savaşı sermaye savaşı denir. Şimdi her gün savaş var ve bu daha çok ekonomik ağırlıklı, ekonominin belirlediği ama siyasal iktidar savaşı da hiçbir zaman siyasal iktidarla ekonomik iktidar birbirinden tam anlamıyla ayırmak mümkün değil. Maalesef küreselleşmenin alçak basınç alanları henüz ulus bile olamamış, ulus devleti bile gerçekleştirememiş Arap dünyasındaki sıkıntılar biraz da bundan geliyor. Prof. Dr. Hasan Ünal: Şimdi ben şöyle bir yöntem izlemek istiyorum, önce bu hadiseleri anlamak için “Bu olaylar Orta Doğu’da neden ve nasıl oluyor, hangisi hangisine benziyor, hangisi hangisine benzemiyor?” bunlara dair şöyle bir genel analizler yapmakta fayda var. Birincisi Türkiye’de toplumda her şeyi Amerika’nın yaptığı, yolda giderken muz kabuğuna basıp düşen insanın da bir şekilde Amerikan komplosunun kurbanı olduğu yönünde yaygın değerlendirmeler vardır. Şimdi bu hadiseler patlak verdi. O günden beri bunlarla gene uğraşıyoruz bu tarz insanlarla. “Amerika şimdi oraları böyle eviriyor çeviriyor sıra Türkiye’ye mi geliyor, ona mı geliyor buna mı geliyor” şeklinde laflar var. Şimdi bir defa bir ülkeden öbürüne hadiselere baktığımızda bunun bir Amerikan komplosu düzenlemesi, kışkırtması olmadığı açık. “Mısır’daki Mübarek rejiminin gitmesini Amerika niye istesin?” Mesela Mısır’daki Mübarek rejiminin gitmesini Amerika niye istesin? Yani İsrail’in güvenliği ve Amerika’nın bölgedeki politikaları için en uygun rejim. İsrail’le barış antlaşması imzalayan bunlar, o günden beri Amerikan çizgisinde kalarak Arap liginden atılmayı göze alan Mübarek rejimi, ondan önceki Enver Sedat da bu çizgideydi. Dolayısıyla neden bu insanlara Amerika bilerek ve isteyerek ve de onun yerine kimin geleceğini bilmeden, üstelik de çok tehlikeli bir biçimde bunları tasfiye etmek istesin? Mesela Bin Ali, bir sürü sarayı var ama şimdi Wikileaks belgelerinden öğreniyoruz. Diyor ki: Bin Ali devrilmeden yaklaşık 1 ay falan önce yani çok da uzun değil, Fransız Dışişleri Bakanı, Maliye Bakanı onlarla işte o saraydan bu saraya, Bin Ali’nin uçağında yemişler, içmişler. Tunus’un sahilleri de Fransa’ya göre güzel, daha sıcak, eğlenmişler. Yani bu Wikileaks belgeleri çıktıkça acaba daha ne kadarı da çıkacaktır? Bir de mesela bu Wikileaks belgelerinin Fransız versiyonu çıksa acaba Bin Ali’nin dostluğuna dair Fransız arşivlerinde neler vardır? Yani Batı dünyası durup dururken 13 Bin Ali’yi niye harcasın? Bahreyn (Bahrain)’de, şimdi Bahreyn (Bahrain) öyle bir yer ki, Amerikan 5. filosunun adeta üslerinden birisi, yani körfezin ortasında küçük bir ada. Toplam nüfusun %65-%70 Şii Arap, geri kalan %30-%35’lik bir bölümü Sünni ama yönetim 1800’lerin ikinci yarısından beri Sünnilerin elinde, Şiilerin yönetime katılımı çok sınırlı düzeyde ve siyasal haklar en alt düzeylerde, yok denecek kadar az. Ama Amerika’nın fevkalade işine yarayan bir ülke, istediği gibi kullandığı bir yer. Bunun gitmesini Amerikalılar niye istesinler? Mesela Yemen, El Kaide’yle Amerika’nın mücadelesindeki en önemli üslerinden bir tanesi, orada da o şimdiki diktatör denilen Salih mesela Amerika’yla fevkalade iyi ilişkiler kurabilen birisi, Wikileaks belgelerinde de onu görüyoruz. Amerikalılar çok memnunlar, niye gitmesi için Amerikalılar özellikle ortalığı karıştırsınlar? Mesela Suriye ve İran’daki rejimin gitmesine Amerikalılar isteyebilirler. Ama oralarda Suriye belki ama İran’daki karışıklık henüz o düzeye gelmiş durumda değil. Dolayısıyla o Amerikan komplosuna kafamızı bir sıyırmamız lazım. “Her ülke kendi iç dinamiklerinden kaynaklanıyor” Her ülke kendi iç dinamiklerinden kaynaklanıyor. Amerika işin içinde hiç mi olmuyor? Bakıyor ki mesela Mübarek orada tutulamayacak derecede yıpranmış hale gelmiş Tahrir Meydanı’na ve diğer büyük şehirlerde toplananlar artık Mübarek’i götürecekler, korku eşiği aşılmış. Tunus’taki gelişmeler bunu tetiklemiş. O zaman Amerika ne yapıyor? Artık Mübarek’in gitsin, gidişine biz de katkıda bulunalım ama kontrollü bir geçiş olsun. Ben 25 sene önce 1986’da İngiltere’ye doktora yapmaya gittiğimde, İngiltere’nin Osmanlı’ya yönelik bir dizi komplolarla, arşivlerinde çalışmak için gitmiştim. Elimde başka seçenekte ülkeler de vardı. Ama İngiliz arşivlerinde çalışmak için gitmiştim ki İngilizce de bilmiyordum, Fransızca biliyordum. Yabancı dil sınavına da Fransızcadan girmiştim. Buna rağmen gidip İngiltere’yi inceleyecektim. Biraz hocayla çalıştıktan sonra İngiliz Dışişleri arşivlerine girdik. Hakikaten arşivi aradım, taradım hiçbir şey bulamadım. Sonra kendi kendime dedim ki “Bunlar mutlaka gizli bir yerlerde saklanıyor.” Arşivin başka yerlerini aradım. Özel evrakı buldum, bilmem neyi buldum hiçbir şey çıkmıyor. Ne çıkıyor? Mesela Osmanlı biz şöyle derdik, “1908 II. Meşrutiyet, Abdülhamit son yıllarında Almancı olmuştu. II. Meşrutiyetle gelenler de İngiliz ve Fransız yanlısıydılar.” böyle bir genelleme kabullenirdik. Oysa II. Meşrutiyet ihtilalinin oluşumundan İngiliz görevlilerinin haberi yok. Konsolosları bu dağa çıkan subaylarda ilgili bir sürü olumsuz rapor yazmış: “Bunlar serseri mi, manyak mı ne olduğu belli olmayan gruplar.” demiş. Bakanlıktaki görevliler onun üstüne not düşmüş. Müsteşarın önüne gitmiş, müsteşar diyor ki “Bir takip edelim bakalım. Ama bunlardan bir şey çıkmaz, bunlar genellikle hikâyedir.” diyor. Yani haberi yok ama şimdi ihtilal oluyor. Abdülhamit II. Meşrutiyetin olmasına izin veriyor. O andan itibaren İngiltere aktif, yani “Acaba burada yeni bir alan var mı?” diye bakıyor. Yani yönlendirmeye çalışıyor. Yıllarca çalıştıkça biz gördük ki büyük devletler kendisini bir ülkede bir gruba bağlamaktan genellikle kaçınıyorlar. Şimdi burada da bunu görüyoruz. Yani Amerika bakıyorsunuz bir yandan mesela şimdiki Ankara’daki Ricciardone daha önce burada elçi müsteşarlığı Mısır’da görev yaptığı sırada orada konuşmalar yapıyor. Mısır’daki düşünce kuruluşlarına diyor ki: “Mübarek öyle kuvvetli bir adam ki Washington’da açamayacağı kapı yoktur. Her kapıyı açar. Mısırlılara sahip çıkın. Mübarek Amerika’da aday olsa seçilir.” diyor. Şimdi bakın oradan nereye geliyor iş, Mübarek’in ayağı biraz kaymaya başlıyor. Amerikalılar diyor ki ne yapalım biz bu işi herhalde 14 Mübarek’i tutamayacağız, Mübarek taraftarı azaldı. Ne yapalım? Ondan sonra hızla, sen istersen hani Mübarek bir şekilde çekil köşene belki başka bir şeyler buluruz. Çünkü düdüklü tencere patlıyor. Siyasal İslâmcılar, diğerleri herkes ayrı bir telden çalıyor. Ama bir tek şeyde uzlaşıyorlar: Mübarek gitsin. Zaten genellikle öyledir. Mesela futbol takımı kötüye gider, “Yönetim istifa” diye bağırırlar. Tamam, yönetim istifa edince yenisi gelince futbol takımı düzelecektir, belki de düzelmeyecektir. Yani yönetiminde yapabileceği bir iş değildir, çok daha farklı bir sorunları vardır ama genellikle insanlar böyle bir tek payda da ancak öyle birleşirler. Şimdi burada da bunu görüyoruz. “ABD komplosundan kafamızı çıkarmamız lazım” Demek ki iyi anlayabilmek için bu ABD komplosundan kafamızı çıkarmamız lazım. Ama yönlendirmeyi de göz ardı etmemek lazım. Yönlendirme fevkalade var, hadiseler başladığı anda hemen oda başladı. Şimdi burada, bu işlerin içinde bir ortak payda başka ne var derseniz. Oda şu: Korku eşiğinin aşılması, yani kitleler açısından bir korku eşiği aşıldı. Daha önce neydi? Mesela şimdi Tunus’taki hadiseyi düşünelim. Halil İbrahim Hoca da güzel bir örnek verdi. Tunus halkı belki de bu Orta Doğu dediğimiz genel coğrafyanın ki Orta Doğu’ya Kuzey Afrika’da dâhildir, yani siyasal manada dâhildir, yani coğrafi olarak düşünülmez Orta Doğu. Milletleşmeye en yatkın, en o seviyeye yaklaşmış toplumu Tunuslulardır, ondan sonra Cezayir’dir. Toplumdaki eğitim seviyesi fevkalade yüksektir. Başta Fransızca olmak üzere zaten Fransızcanın yanında İngilizceyi de öğreniyorlar. Ortalama üç dilleri var, İngilizce, Fransızca ve Arapça. Zaten ben hiçbir Tunuslunun Arapçayı, Fransızcayı katmadan konuştuğuna şahit olmadım. Diğerleriyle Arapça konuşurken zorlanıyorlar zaten. Mutlaka Fransızca giriyor işin içine. Fransızcayı çok iyi konuşuyorlar. Yani bu Hintlilerin İngilizce konuşması gibi, onların gerçek bir aksanı bu Tunusluların, Cezayirlilerin Fransızcada aksanı da yok. Şimdi bir üniversite mezunu şahıs, Sidi Bu (Bou) Zeyd şehrinde işsizlikten perişan, evine ekmek götürebilmek için şu bizim el arabası tarzında arabalar var ya sokakta, onunla sebze meyve satıyor. Tunus’ta her zaman olan bir hadise, oradaki zabıta geliyor ya meyvesinden bir kısmını alıyor ya da rüşvet alıyor. Bir şey derse iki tokat atıyor, üniversite mezunu adam. Bu onlarca yıldır da devam ediyor. O gün o adamın arabasına el koyup şu kadar para ver diyor önce. Vermeyince yok param deyince arabasına ve eşyalarına el koyuyor. Sonuçta adam ağlayarak gidiyor diyor ki benim arabamı geri verin, eşyalarını yedik, sebzeyi meyveyi paylaştık diyorlar. Hiç olmazsa arabamı geri verin, şu kadar para getirmezsen vermiyoruz. Yüzüne tükürüyorlar, tekme atıyorlar, üçüncü gidişinde adam kendini benzinle yakıyor. Böyle benzinle parlayan şeylerle de vücudunu donatmış. Şimdi o sırada adam zabıtaların bulunduğu muhtemelen bir tür idare binası yani içinde Sidi Bu (Bou) Zeyd denilen yer öyle anlaşılıyor ki Tunus’tan 300 km güneyde içeride bir yer. Şimdi burada bunun sonucunda üçüncü gidişinde tabii gidip gelirken vatandaş da görüyor. Bu arada bir şey daha var Wikileaks belgeleri yayınlanmış. Böyle Wikileaks belgelerinde Bin Ali’nin ne kadar sahtekâr, Bin Ali’nin kuaförlükten gelen ikinci karısının ve akrabalarının diyelim, bütün işletmelerden, yabancı yatırımlardan rüşvet ve komisyon aldığı, her şeyi onların yönlendirdiği belgeyle çıkmış. 15 Şimdi Tunus Halkının özelliği ne? Bir defa hepsi Fransızca biliyor. Birçoğu da İngilizce biliyor. Dolayısıyla şimdi Türkiye’de şuradan gidelim Orta Anadolu’dan Yozgat diyelim, başka bir şehir Kastamonu diyelim, Doğu’dan Erzurum, Ardahan diyelim vatandaşın ne kadarı Türkiye’de yayınlanan İngilizce Wikileaks belgelerinden haberdar? Ama ben garanti ediyorum ki Tunus’taki halk çok daha fazla haberdar. Şimdi bütün bunlar aşikâr olunca o gün orada demek ki vatandaşta biriken bir öfke var ve o vatandaş orada kendini yakınca vatandaşlar da binaya saldırıyor. Hepsini dövüyor, onlarda binayı ateşe veriyor. Adam zaten benzini getirmiş oraya ve buradan patlıyor. Bu patlamayla koskoca bir Bin Ali’nin devrilmesine gidecek olaylar zincirini düşünürseniz ki bu iki üç haftada tamamlanan bir süreç, yani öyle uzamıyor da iş. Ondan sonra bütün Orta Doğu’daki ülkelerde ne oldu? Şimdi tek başımıza bir şey yaparsak asıyorlar, kesiyorlar, belli bir grup olarak yaparsak asıyorlar, kesiyorlar. Ama herkes aynı anda çıkarsa belki üç beş kişi ölüyor bir o kadar da yaralanıyor. Ama hani elle gelen düğün bayram oluyor, işte şimdi bunu gördük. “Korku eşiğinin aşılması çok önemli bir şey” Demek ki korku eşiğinin aşılması çok önemli bir şey. Bu korku eşiğini daha önce Doğu Avrupa’daki ihtilallerde de görmüştük. Korku eşiğinin aşılması halkın korkmadan sokağa inebilmesi çok önemli bir başlangıçtır. Yani Romanya’da nasıl olmuştu, hani Çekoslovakya çok daha medeni bir ülke, Polonya da aynı öyleydi. Macaristan keza onlara yakındı, ama Romanya’daki diktatör çok daha baskıcıydı ve orada ne oldu? Bir gün adam her Cuma kendi sarayını önünde topluyor. Kötü de bir yönetici değil. Yani Romanya’yı hiç dış borçsuz bıraktı. Yani bayağı ciddi alacaklı, alt yapısı Romanya’yı gidin gezin Türkiye’ye bayağı çeker. Yani o şehirleşmesi, altyapısı, insanların eğitim düzeyi ama şimdi insanları böyle çok sıkıştırırsan patlar. Bu Tito’nun vaktiyle Enver Hocaya söylediği bir laf var. Diyor ki: “İnsanları serbest bırak, gitsinler Avrupa’da Amerika’da Almanya’da çalışsınlar. İşçi olarak buraya para gönderir bilmem ne olur. İnsanları serbest bırakırsan arı gibidir, gider çiçeklerden toplar getirip güzel ballar yapar diyor. Eğer insanlar arı gibi kovanda tutarsan intihar eder, ölür bir şeye yaramaz. Sana da yaramaz memlekete de yaramaz” diyor. Şimdi orada Cuma gün ki hadise olduğu sırada ben Belgrad’tayım. Yani Çavuşesku’nun devrileceğine hiçbirimiz inanmıyoruz. Akşamüzeri bir baktım ki Belgrad televizyonunda adam karısıyla beraber kurşuna bir dizilmiş. Yani bir tane kadın her Cuma toplanıyor kalabalıklar ve orada bu konuşuyor işte “Kapitalizmi yendik, Romanya işte sosyalist çizgide ilerliyor, yaşasın devrimimiz”, böyle yani toplumdan kopmuş artık. Ekmek kuyruğunda dört saat bekleniyor. İki tane yumurta almak sorun haline gelmiş, tarımı da güçlü bir ülke. Şimdi ne oluyor burada? Bir tane kadın Yeter diye bağırıyor. O sırada aşağıdan bir kadın “Yeter!” diye bağırınca bütün kalabalık “Yeter!” demeye başlıyor. Adam da kalabalık kendisini alkışlıyor zannediyor. Fakat atılan sloganlarda daha önce atılan klasik sloganlara benzemiyor, bir gariplik var; fakat canlı yayında bu görülüyor. O anda bir an Bükreş’te insanlar ayaklanmış diye duyan Temeşvar da, diğer yerler de ayaklanıyor ve göçüyor. Şimdi buradan şuraya gelmek istiyorum, korku eşiği çok önemli bir şey ve bugünkü dünyada Halil İbrahim Hoca bir şeyden bahsetti, dedi ki: “Bugünkü elektronik 16 imkânlarla insanları baskı rejimleri altında tutmak da pek kolay değil.” Yani baskı rejimini ne kadar kursanız da interneti yasaklayamıyorsunuz. Yasaklayamıyorsanız onun bir kolay yoluna bakıyor. Cep telefonunu yasaklarsanız interneti serbest bıraksanız fazlasıyla yetiyor. Yani mutlak surette birbirinden insanlar haber alıyor. Zaten Doğu Avrupa ayaklanmalarına televizyon ihtilalleri denilmişti. Şimdi bu Orta Doğu’da olanlar da büyük ölçüde internet, twitter vs.’nin büyük katkısı olan ayaklanmalar. Yani bu da çok önemli. “Stalin bugünkü devirde bir Stalin yönetimi kurabilir miydi?” Şimdi bir yere daha geliyoruz. Buradan şu soruyu sorabiliriz: Mesela Stalin bugünkü devirde bir Stalin yönetimi kurabilir miydi? Yani bence kuramazdı. Ancak olsa olsa işte Putin oluyor Stalin’in yerine. Ama Putin’le Stalin mukayese edilebilir mi? Hayır. Yani bugünün şartları bugüne uygun yönetimler gerektiriyor. Şimdi buradan hareket edersek şuraya geliyoruz, çok farklı olaylarla karşı karşıyayız. Mesela Tunus ve Mısır’da olaylar birbirine benziyor. Genel olarak işsizlik, ekonomik sıkıntılar ön planda. Ama mesela Bahreyn (Bahrain)’deki böyle bir şey değil, Bahreyn (Bahrain)’de 20 bin doların üstünde milli gelir var. Evet, Körfez bölgesinin kişi başına düşen milli gelir itibariyle en azı ama 20 bin dolar neticede. Oradaki bir Şia grubunun, nüfusun çoğunluğunu oluşturan Şia toplumunun hak arama mücadelesi eğer Suudi Arabistan’da patlak verirse ki ben Suudi Arabistan’ın bu işten kurtulabileceğini iki zannetmiyorum. Şu anda Suudi Arabistan bu dalgadan sebepten ötürü kendini korumuş gibi görünüyor. Birisi Sünni kültürde var olan itaat anlayışı. İkincisi belki daha önemlisi de Suudi kralının şu anda bütün kasalarını açması ve halka dağıtması. Ama buna rağmen Suudi Arabistan’ın yani Bahreyn (Bahrain)’in hemen karşısında Tahran merkezli Şii bölgesinde kıpırdanmaların olduğu açık. Yani mesela Kuveyt’te hükümetin istifa etmesi, onun yerine başka bir düzenlemeler yapılmaya çalışılması, yani Suudi Arabistan’ın mevcut rejimiyle bu dalgalanmadan kurtulmayabilir. “Fakirlerde de zenginlerde de isyanlar var” Demek ki fakirlerde de zenginlerde de isyanlar var. Fakirlerdeki isyanlar açız, işsiziz diye başlıyor. Öbüründekiler hak arama mücadelesi şeklinde gelişiyor. Mesela Suriye keza bambaşka bir şey. 1982 Hama olaylarından bu yana baktığımızda zaten Suriye’de böyle içten içe yanan bir muhalefet, iktidar mücadelesi var, bir tarafında Nur Seydiler, Hıristiyan Araplar ve onlarla işbirliği yapan gruplar var. Bir de toplumun bayağı büyük bir kısmı denilen, muhafazakâr Sünni kökenli ve bugünkü rejimden memnun olmayan gruplar var. Bu arada tabii İran var ama İran böyle dönem dönem parlıyor, fazla da uzun sürmüyor, saman alevi gibi gidiyor. İran’da durum ne olacak onu zaman gösterecek. Şimdi şunu söylemek mümkün: Önümüzdeki 5 ila 10 yıllık bir sürenin sonunda farklı bir Orta Doğu’yla karşı karşıya olacağız. Yani bundan 10 yıl önceki bir Orta Doğu artık bitmiş olacak, yeni bir Orta Doğu’ya dönüşecek. Şimdi burada bugün yapılan genel değerlendirmeler şu: Muhtemelen Orta Doğu daha katılımcı, daha demokratik sistemlere geçecek. Yani yeni sistemin içinde Türkiye örneği de buradan geliyor. Yani Türkiye’ye benzer demokratik katılımcı sistemler olacak. Bugüne kadar sistemden uzak tutulmuş olan özellikle siyasal İslâmcı gruplar 17 sisteme dâhil edilecekler. Şimdi burada tabii Türkiye örneği ne kadar mantıklı, onu da ayrıca düşünmek lazım. “Türkiye uluslaşma sürecinde çok ileri adımlar atmış bir ülke” Bir taraftan söze her ülkenin kendi iç dinamiklerine bakarak değerlendirme yapmalıyız diyoruz. Öbür taraftan Türkiye’yi genel bir benzetme unsuru olarak kullanıyoruz. Şimdi bir defa Türkiye’nin bu ülkelerin aşağı yukarı tümünden farkı şu: Türkiye uluslaşma sürecinde çok ileri adımlar atmış bir ülke. Bu ülkelerin hemen hemen hiçbirisinde mesela belki en yakını Tunus’tur, Cezayir’dir, onların dışında daha böyle Arap ülkeleri merkezli bölgeleri düşündüğümüzde uluslaşma hemen hemen kök salamamış durumda. Yaptığımız tahlillerde ne diyoruz? Libya’da aşiretler, Mısır’da veya Suudi Arabistan’da keza bütünüyle aşiretlere dayanan yapı, Suriye’de mezhepsel, Bahreyn(Bahrain)’de keza öyle, Mısır daha farklı ama uluslaşma bilinci Türkiye’yle mukayese edilemeyecek düzeyde düşük ülkelerden bahsediyorum. “Demokrasi ulus devlet varsa yürür” Şunu unutmamak lazım: Demokrasi ulus devlet varsa yürür; çünkü demokrasi birey kültürüne dayanır. Eğer cemaatleşme, aşiretleşme, bölgecilik varsa ve insanlar birincil düzeyde aidiyetlerini bunlarla açıklıyorlarsa demokrasi olmaz o ülkede. Çünkü o zaman hangi mezheptenseniz, o mezhep eğer iktidardaysa sizin iyi bir makine mühendisi, çok iyi bir işletmeci olduğunuza bakılmaz, o mezhepten olduğunuza bakılır. Ya o mezhepten olduğunuza bakılarak ön planda yer alırsınız ya da çok başarılı olsanız bile geri plana düşersiniz. O yüzden Türkiye’yle yapılacak olan mukayeseler bence çok ihtiyatlı yürütülmeli. Bu İslâmcılar sisteme katılınca dış politikada eski söylemleri bırakıp Amerikancı olurlar mı veya tek mukayese alanı budur zaten. Yani Amerika çizgisine karşı çıkmaktan vazgeçerler mi? “İhvan Hareketi bütün siyasal İslâmcı hareketlerin merkezidir” Şimdi burayı da ben çok ihtiyatlı bir alan olarak düşünüyorum, oda şu, 1928’de kurulan İhvan Hareketi, Mısır, Orta Doğu ve dünyadaki bütün siyasal İslâmcı hareketlerin merkezidir. İhvan Hareketiyle Eleser Üniversitesini birlikte düşündüğünüzde bir kaynaktı burası. Yani Pakistan’dan Endonezya’ya, Hindistan’dan Malezya’ya, Türkiye’den diğer Arap ülkelerine tamamı Müslüman Kardeşler Hareketidir. Siyasal İslâmcılığın her şeyi odur. Yani türban kıyafetinden bilmem neye kadar hepsi bu İhvan Hareketi içinden çıkmıştır. “İhvan Hareketinin meşruiyet kaynağı İsrail’le mücadeledir” Şimdi İhvan Hareketinin 1928’de kurulduğunda temel özelliği bir defa bölgedeki emperyalist ülkelerle mücadeleye dayanıyor, yani o zamanki İngiltere. Sonra İsrail’le mücadeleye dayanıyor. Şimdi mücadelenin yöntemi farklılaşabilir. Yani silahlı mücadeleyi ön plana çıkarmıyor olabilir ama İhvan Hareketinin meşruiyet kaynağı İsrail’le mücadeledir. İsrail’le mücadele etmeyen bir İhvan Hareketi veya Siyasal İslâmcılık kültürü kendini de kaybeder. Unutmayalım Türkiye’deki Siyasal İslâmcılık 18 da İsrail karşıtlığı üzerinden gelişti. Hatırlayalım, yakın zamanlara kadar Beyazıt Cami ve diğer camilerden insanlar barajdan suyun boşalması gibi dışarı taşar Cuma namazlarından sonra alakasız bir konuda bir İsrail bir Amerikan bayrağı yakardı. Filanca cemaat şimdi Amerika’yla çok iyi, o ayrı ama özü itibariyle farklı. Türkiye burada şöyle farklı: Türkiye bu Arap-İsrail Savaşlarının hiçbirinde İsrail’den dayak yemedi. Yani o Arap toplumlarının, 1948 dâhil olmak üzere yedikleri dayakları düşünürsek 1948-1956-1967-1973. Şimdi düşünün mesela Mısır’da Mübarek bir kahraman diye anlatılıyor. Niye? 1973 Savaşında savaşın ilk haftasında Mısır Birlikleri kısmen başarılı oldu diye. Savaşın sonraki haftalarında ne oldu? Darmadağın edildi, İsrail koskoca Mısır I. ordusunu Sina Yarımadasında kuşattı ve imhadan Sovyetler Birliği’nin yoğun girişimleri, Amerika’nın işte arabuluculukları kurtardı. Ama işte Mehmet’in bahsettiği psikoloji o, yani nedir adam artık evinde karısına karşı “erkeklik” taslayamaz hale geldi; çünkü ne diyor herkes “Küçücük bir İsrail’den dünya kadar tokat yediniz.” Şimdi İhvan’ın sokaklardaki insanları, İhvan’ın üç beş tane önde gelen sağda solda düşünürleri, yazarları var, İhvan da bir kültür, bir tarafta vakıfları, sosyal yardımlaşması var. Özellikle fakir ve kültür düzeyi olabildiğince düşük topluluklar arasında yaygın ama bir de onun fikir hareketi olarak öncüleri var. Şimdi “Fikir hareketi olarak öncüleri yani İsrail’le anlaşmaları biz aynen sürdüreceğiz. Amerika’yla Mısır ordusunun ilişkilerini aynen sürdüreceğiz” diyerek o kitleleri ne kadar kontrol edebilir. Onların içinde de çatlamalar çıkıyor. Çıkacaktır da daha da artan bir biçimde. “Mübarek rejimine çok yaklaşmış durumdayız” Kısacası ben şunu demek istiyorum: Türkiye’yle mukayeseler bence şu açıdan bu açılardan yanlış. Hangi Türkiye’den bahsediyoruz. Şimdi şu anda Türkiye basın hürriyeti itibariyle öyle bir durumdaki Mübarek rejimine çok yaklaşmış durumdayız. Yani işte çoğulcu, katılımcı, demokratik Türkiye. Hani nerede o? Türkiye çok kanallı tek seslilik yaşıyor. Evet, kanal sayısı çok, gazete sayısı çok ama hepsi aynı şeyi yazıyor. Yani Mübarek rejiminden çok uzakta bir yerde değiliz. 15 sene önce Türkiye’de birçok çarpıklığına rağmen mesela demokratik hayat çok daha kapsayıcıydı. Ama bugün belli bir yere doğru geliyoruz. Şimdi o yüzden Türkiye’yle benzetmelerde çok ihtiyatlı davranmak lazım. Burada bir tek alan var. Bunu da Amerikalılar zaten bilinçli yayıyorlar. O da şu: Tamam baskıcı olabilir. Kuvvetler ayrılığını büyük ölçüde ortadan kaldırarak yargıyı ele geçirebilir, her istediğini içeriye tıkabilir vs. ama Amerika’yla iyi geçinir, yani İslâmcıdır, ama Amerika’yla iyi geçinir. Şimdi bu bir mukayese alanı değildir, bu sadece dış politika. Yani mesela Mübarek İslâmcı değildi ama Amerika’yla iyi geçiniyordu. Mübarek’in geçmişine bakalım. Şimdi Mübarek hangi gelenekten geliyor. 1952 Mısır İhtilalini yapan genç subaylar geleneğinden geliyor. Mübarek’in oğlunun adı da zaten Gamal oğullarından, başa geçmesini istediği olan yani Gamal Abdülnâsır’ın bizim Cemal dediğimiz Mısır Arapçasında “Gamal” dedikleri Abdülnâsır’ın adını vermiş. Abdülnâsır bunların ilahıydı adeta ve bunlar fena halde anti Batı ve anti Amerikan bir gelenekle işe başladılar ve Sovyetler Birliği’yle çok kapsamlı askeri ilişkiler yürüttüler. Yani Mübarek hava kuvvetleri pilotuydu ve eğitimini Mübarek’te Sovyetler Birliği’nde almıştı. Ama aynı milliyetçi insanlar bir anda Sovyetler Birliği’yle bu işi bir yere götüremiyoruz; çünkü Sovyetler Birliği bize birinci nesil silah vermiyor. İsrail’le karşı istediğimiz şekilde bizi organize etmiyor. Sovyetler Birliği’nin orada Arapların İsrail’i 19 yok etmesinden memnun olması da söz konusu değil, sadece bu mücadele devam etsin ve belki Amerika’nın başı ağrısın istiyor. Dolayısıyla bir anda aynı Enver Sedat, yani Nâsır’dan görevi devralan Enver Sedat fena halde Amerikancı çizgiye geliverdi, İsrail’i tanıyan lider oldu. Şunu demek istiyorum, yani dış politika öyle bir alandır ki bakarsınız o günkü çıkarlarınız neyi emrediyorsa onu yaparsınız. Biz I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı olarak Rusya’ya karşı Rusya yenilirse Almanya tarafından bizde şu Rusya’dan hıncımızı alırız diye girdik belki; fakat Rusya’da Bolşevik isyanı çıktığı için Allah’tan Osmanlı’yı kaybetmememize rağmen Millî Mücadele sırasında Bolşevik Rusya’yla çok kapsamlı iş birliği yaptık. Orada bir Bolşevik Rusya’nın olması Millî Mücadeleye çok ciddi katkıları oldu. “Dış politikada ilişkiler çabucak değişkendir” Dolayısıyla dış politikada ilişkiler çabucak değişkendir. Mesela şimdi bizim Ankara’daki hükümetin şu anda giderek baskıcı hale gelen rejimi bir padişahlığa çevirmesi halinde Amerika’yla ne kadar daha iyi ilişki kurup kuramayacağının da bir garantisi yoktur. Yani bunun nerede kırılacağının da bir garantisi yoktur. Onun için sadece dış politika üzerinden yapılabilecek bir mukayeseyi bütüncül bir mukayeseye dönüştürürsek yanlış olur. Dediğim gibi Türkiye neticede bir millî devlettir. Uluslaşma sürecinde bu ülkelerin hiçbirisiyle mukayese edilemeyecek derecede ileridir. Öyle olduğu için çok eskiden beri bir parlamenter sistemi vardır. 1946’yı örnek vermeye gerek yok, 1908’de başlayan dönemde de ciddi bir parlamenter tecrübesi olmuştur. Onun üzerine Millî Mücadelenin parlamento, parlamenter sistemi inşa edilmiştir. Dolayısıyla buradaki mukayeselerde dikkatli olmakta fayda var diyeyim. Prof. Dr. Halil İbrahim Ülker: Uzun ve kapsayıcı birinci bölümü bitti. Orta Doğu’da neler oluyor? İkinci bölümünde bu hadiselerin sonucu nasıl biter? Ekonomik, siyasi, sosyal, askeri ne gibi sonuçlar doğurur? Türkiye’ye yansımaları olumlu veya olumsuz mevcut mudur, söz konusu mudur, Türkiye ne yapabilir? Nerede olduğunu şimdi hatırlamıyorum. Televizyonu açtığımda Sayın Başbakanımız Tayyip Erdoğan konuşuyor, Araplar da oturmuşlar dinliyorlar. İşte Müslüman coğrafyada iş birliğinden, siyasal ve ekonomik dayanışmadan bahsediyor. Ama oradaki Arap temsilcilerin hepsi çok da konuya ilgi duymamışlar, tavana falan bakıyorlar. Bana çok anlıyor veya destekliyorlar gibi gelmedi. Belki de bütün bu olaylardan sonra gecikmiş bir ulusalcılık, bir kamusal sorumluluk duyarlar; çünkü hocaların hepsi açık veya biraz gizli aktörlerin olduğunu söyledi. Yani bir sokağın iktidarı düşüncesi tercihi var, bir de devletin tercihi var. Hasan Hoca çok güzel anlattı. Amerika niye Tunus’a bulaşsın? Yani durup dururken antlaşmalarını yapmış. Belki Fransa’nın elinden almak için bulaşmış veya bulaşmak niyetinde. Orada bir Amerika, Avrupa, Avrupa Birliği kol güreşi filan da olabilir. Belki kendi aralarında müzakere yapıp bir ortak noktada İslâmcı coğrafyasını sömürmek için anlaşmış da olabilirler. Sonuç olarak içeride işleri derleyip toplamak önemli. Şimdi sonuçları itibariyle neler olur tekrar biz Veysel Hocaya dönelim. Doç. Dr. Veysel Ayhan: Şimdi başta şöyle belirtmek gerekir. Arap ülkelerindeki veya bu Kuzey Afrika, Orta Doğu’daki temel kuralların başında bu toplumda var olan ve farklı olan veya siyasal sistem içerisinde kendisini ifade edemeyen grupların isyan 20 etmesi, muhalefet etmesi olarak karşımıza çıkıyor. Dolayısıyla tek bir model ve siyasal sistemlerin tek bir kültür üzerine inşa edilebilmesi ciddi sorunlara yol açar ya da basit bir tanımlama yapacak olursak: Eğer onun sebep modeli gibi bir modelle, bu Arap ülkelerindeki yaşanan muhalefet hareketlerini bir şekilde çözebileceğini düşünüyorsa bunların hepsi büyük hata olur. Önemli olan bu ülkede yaşanan her türlü farklılığın siyasal, etnik, dinsel vs. kendini yaşatabilmesine uygun hukuki zemini sağlayabilmektir. Demokrasi dediğimiz olgu da bu farklılıkları birlikte yaşatabilmeyi gerektirir. Eğer bu farklılıkları birlikte yaşatamadıysak sorun ve kriz çıkıyor, toplumsal istikrarsızlık dediğimiz şeyde zaten bu. Yani bu grupların bu farklı olan kesimlerin ideolojik olabilir, yani muhafazakâr kesimlerin dışlanması gibi veya seküler, ne bileyim farklı tercihlerde bulunan insanların grupların dışlanması gibi aklınıza her türlü şey gelebilir. Farklı olan kesimlerin dışlanması bu ülkelere toplumsal istikrar kazandırmaz. “Toplumsal istikrar olmayan bir ülkede siyasal istikrar asla olmaz” Toplumsal istikrar olmayan bir ülkede siyasal istikrar asla olmaz ve konjonktür gereği siyasal istikrar gözüken şey aslında bir gün çok bir kişinin kendini yakmasıyla veya bir kişinin sokağa dökülmesiyle olmadan tanık olabilirsiniz. Bu Yalnızca konjonktür ve zaman meselesi. Dolayısıyla en temel sorun toplumun içerisindeki tüm farklıkları yaşatabilecek hukuki zeminleri sağlayabilmek ve siyasal sistemlerin temel unsuru da bu yapıların üzerine oturtmasıdır. Bugün Orta Doğu’da yaşanan en büyük sorun budur. Yani bu Orta Doğu’daki toplumların farklı kesimlerini kendi içerisine barındırmaması ve üstüne üstelik bunlara bir güvenlik sorunu olarak yaklaşması yani Bahreyn(Bahrain)’deki Sünnilerin Şiilere tehdit unsuru olarak bakması, Yemen’de Abdullah Salih yönetimini Hamid Al Ahmar gibi farklı aşiret liderlerini veya Hutsileri tehdit unsuru olarak tanımlaması, diyelim ki tümünü Suudi Arabistan’da Şiilerin tehdit unsuru olması gibi ve İsmaillerin tehdit unsuru olması gibi tanımlaması toplumsal istikrarsızlıkları derinleştirir ve siyasal istikrarın olmadığı bir yapıyla karşı karşıya kalır. Dolayısıyla bu rejimlerin, eğer gerçekten de biz demokrasiyi savunuyorsak veya bu ülkelerde istikrar sağlanıyorsa, bu ülkelerdeki tüm farklılıkların anayasal olarak varlıklarını sürdürebilmesinin yolunun açılması gerekir ki ben burada bazı kavramlarla bu tür hakların ortadan kaldırılmasına karşıyım. Bunu özellikle Kuveyt’te görüştüğüm bir büyükelçi çok net söyledi: “Biz büyük hata yaptık. Ülkemizde yaşayan Şiileri yok saydık. Varlıklarını hiç görmedik, ama bugün bu tehdit gelip kapımıza dayandı ve nasıl çözüme ulaşacağımızı da bilmiyoruz” dedi. “Sınırlar gerçekten yapay mıdır?” Sınırlar gerçekten yapay mıdır? Hayır, ben Orta Doğu sorunlarının yapay olduğunu düşünmüyorum. Bunların içerisine Ürdün veyahut birkaç ülkeyi çıkartabiliriz. Ama Orta Doğu’daki sınırların hiçbir tanesi gerçekten yapay değildir. Baktığınız vakit tarihsel geri planda iyi görürüm. Memlûklar döneminde mesela bir idari, toplumsal bağışıklığın dağıldığı bölgeleri tutun da Osmanlı’ya kadar. Mesala Kuveyt sınırları Sabah Ailesi, Halit Kabilesi, ondan önceki dönemlere kadar gidin bu bölgede belli bir siyasi etki alanı, belli bir bölge ve belli bir liderlik vasfı vardı. 21 Tüm Orta Doğu’daki ülkelerin haritası öylesine Batılı güçlerin çizdiği bir harita değildir. Dolayısıyla burayı çok farklı görmek lazım, birleştirilen bölgeler vardır ki zaten temel sorun noktaları burada çıkıyor. Mesela Osmanlı, Irak’ı üç bölge olarak yönetti. Ama Bağdat her zaman ayrıcalıklı bir konuma sahipti. Ama hiçbir zaman Kuveyt, Basra’nın bir idari yollu kazası olmakla birlikte asla bağlı olduğu bir birim değildi. Bahreyn (Bahrain) hep ayrıydı, her zaman ayrıydı. Katar örneğin düşünecek olursak 1750’lerden itibaren Sabah Ailesi bugünkü Kuveyt, üç aşağı beş yukarı bu bölgede etkili bir aileydi. Gene Nej Bölgesinde Sübut Ailesi, bunlar 1750’lerden itibaren bu bölgede etkili olan ailelerdir. Bugün ABD’nin kuruluş ve bağımsızlık tarihini yazın ve Orta Doğu’daki bugün bu devletlerin yöneticilerinin tarihlerini yazın şunu göreceksiniz: Buradakilerden tümü ABD’nin daha eski. Yemen, Salih Ailesi mesela Şeyh Abdullah Salih başta liderdir. Bağlı bulunduğu bölge Sanan Kabilesidir. Sanan Kabilesi, imamların çıkartıldığı bir bölgedir. Bu bölgede bu aile sürekli bir şekilde ülkeyi yönetmişlerdir. Dolayısıyla da burada çok derin bir tarih var, çok derin bir yönetim var. “Orta Doğu ve Arap ülkeleri ABD’ye secde ediyor mu?” ABD’de sürekli şunu görüyorsunuz: Sizi bir yere götürüyorlar, en büyük tarihî eser kaç yıllık diyor: 250 yıllık. Ürdün’e gidiyorsunuz M.Ö. 3.000- 4.000 yıllık Orta Doğu’nun tüm ülkesi için geçerli bu. Dolayısıyla Orta Doğu ve Arap ülkeleri ABD’ye secde ediyor mu? Hayır, etmiyor. İttifak antlaşmaları vardır. Her ülke güvenlik antlaşmasında ittifakta bulunabilir, bunlar da doğal şeylerdir. Bizde ittifak ettik veya askeri ittifaklarda bulunduk. Yani Hasan Hocamın da dediği gibi birçoğu küçük ülkeler, yani 500 bin - 800 bin - 1,5 - 2 milyon ama büyük bir zenginliğe sahipler. Şimdi bu ülkeler tehdit altında. Yani Kuveyt şunu gördü: Irak tarafından işgal edildi. Dolayısıyla elbette askeri ittifak kuracak, bunlar da çok doğal şeyler, küçümsememek gerekir. Arap ülkelerinin bu tür ittifak ilişkilerine, antlaşmalarına girmesi, uluslararası ilişkiler mantığıyla düşündüğünüz vakit çok normal görmek ve değerlendirmek gerekir. Örnek olarak şunu söyleyelim: Eğer bugün Katar çok ciddi bir şekilde İran tehdidi hissediyorsa elbette Batı’ya yaklaşacaktır, güvenliği sağlayacaktır. Bu Abbasi İmparatorluğu döneminde Türklerin buraya gelmesi gibi bir şey. Neden? Çünkü gene bir İran tehdidi vardı. Ama tarih boyunca devletler kendi güvenliklerini veya çıkarlarını bir şekilde gerçekleştirmek için siyasal topluluklar, ittifak yapmışlardır. Bugün Arap ülkeleri de bu tür ittifaklar yapıyorlar. Başka ülkelere de yapıyorlar, bu da çok normal bir şey. Çünkü bölge istikrarsız, güvenlikleri yok. Yanı başlarında çok güçlü ülkeler var ve farklı amaçlar hevesler barındıran ülkeler var, İran gibi mesela. Suudi Arabistan ve bu ülkeler güvenliklerini tek başına sağlayabilseler sorun yok. Katarlı bir yöneticinin dediği gibi yani biz neden ABD’ye para ödeyelim; çünkü kendi güvenliklerimizi sağlayabilecek durumda değiliz. Bunu sağlayabilmek bizim için elbette askeri birtakım antlaşmaları yapmak ama hiçbir zaman bu ülkelerin varlıklarını yok sayacak antlaşmaya imza atmıyorlar, bunu da görmemiz gerekir. Temel amaç varlığını sürdürmek ve gerektiği zaman askeri ABD, İngiltere, Fransa, Türkiye ve Çin’le de iş birliği yapabilirim. Temel sorun varlığımı nasıl koruyabilirimdir. Eğer ABD Suudi Arabistan’a “Evet iktidarı terk et” derse o zaman sultan doğrudan ABD’yle savaşır, bugün de görmemiz gerekir. Secde etse kimseyle savaşmaz. 22 Prof. Dr. Halil İbrahim Ülker: Hasan Hocam toplamak yine size düştü. Prof. Dr. Hasan Ünal: Şimdi ben tekrar bir konuşmamın içinde söylediğim bir hususa dair iki üç cümle sarf edeceğim. Oda şu: Çok güzel izah ettiler, ülkelerin kalıcı olabilmesi için mutlaka siyasal istikrarsızlık unsurlarını ortadan kaldırmaları, azaltmaları, siyasal istikrarsızlık yaratan konuları yavaş da olsa çözüm sürecinde evrimleşmesini sağlamaları lazım. Yani bu düdüklü tencere misali basınç birikirse mutlaka patlar. Şimdi mesela Irak’ta böyle bir sıkıntı vardı. Neydi? Saddam Hüseyin aslında geldiği ideolojinin aksine davrandı. Neydi geldiği ideoloji? Baas ideolojisi ki üstelik fikir babaları Hıristiyan Araplardı. Bütün Arapları aynı milletin mensubu olarak görme eğiliminde olan bir ideolojiydi. Fakat geldiği andan itibaren, şimdi Irak’ın tarihi geçmişi ne idi, yani Irak’ın geleneği? Irak toprakları hep Sünniler tarafından yönetiliyor. Oysa Araplar yan yana olduğunda Sünni ve Şii Araplar yan yana konulduğunda Şiiler Arapların aşağı yukarı %65’ini oluşturuyor. Yani Şii Araplarla Kürtleri, Türkmenleri ve diğerlerini yan yana getirseniz Sünniler toplumda ciddi azınlığa dönüşüyor. Fakat bölgenin geleneği hep öyle. Osmanlı’yı unutmayalım. Ağırlıklı olarak bir Sünni ve hatta Hanefi Devletiydi. Yani Sünnilik ön plandaydı, içinde Şafiler de vardı. Şimdi o yüzden de bu Arap bölgelerinde ama Osmanlı da bir geleneği devraldı. Yani Osmanlı’dan önce Şii Arap bölgelerini Şiiler yönetmiyorlardı. O yüzden Şiilerde Takiye kültürü gelişti. Adam dışarı çıkıp ben Şii’yim demiyor. Yani oradan gelişen bir gelenek; çünkü onu dediği takdirde cezalandırılıyordu. Şimdi buradan şuraya geliyorum: Amerika geldi, Saddam Hüseyin ne yaptı? Bu insanları Irak milleti şeklinde örgütlemek yerine kendisi de geldi Sünni merkezli, hatta kendi grubunun içinde başlangıçta Şiiler de ağırlıktaydı; fakat onları tasfiye etti. Sonra Sünnilerin içinden de ağırlıklı olarak kendine yakın aşiretlere Tikrit ve kendi aşiretlerine yönetimde dayanmaya başladı. Bu maalesef bu coğrafyada bir gelenek. Bunu nasıl anlarız? Mesela yakın zamana, Türkiye’de bundan 10 yıl öncesine kadar işe alınırken, bir şey yapılırken ne yapılırdı, “Bu adam ‘Doğru Yol’cu mu? İşte bizim partiye yardımcı oldu mu? ANAP’lı mı filan belki böyle şeyler gündeme gelirdi ama bizden mi Alevi mi Sünni mi cemaatçi mi filanca tarikattan mı?” filan bu yoktu. Şimdi bu uluslaşmanın bir göstergesidir. Bir toplum eğer uluslaşma yönünde adımlar atmazsa o toplumda demokrasi olmaz. Yani şimdi Amerika Irak’la demokrasi kurdu. Demokrasi mi var? Eğer Irak’ta demokrasi varsa kusura bakmayın o zaman siyaset biliminde demokrasinin tanımını yeniden yapmamız lazım. Irak’taki olmaması gereken bir şey ne varsa hepsi var demokrasi. Ama ne var? Sandık var. Ama Irak’ın dış politikasına bakarsak Amerika’yla iş birliği yapan bir Irak var. O zaman bir Amerikan demokrasisi denilen ucube bir kavramla karşı karşıyayız. Yani Amerika dış politika çıkarlarıyla uyumlu ilişkiler kurmayı her halükârda yani şu veya bu ölçüde yürüten, çoğu zaman kendi çıkarlarıyla uyuşmasa bile “Hayır” demeyen bir sandıktan çıkan yönetim tarzına demokrasi denilecekse bu bambaşka bir şey, o zaman yeni bir şey yazmak lazım. Uluslaşma sürecini tamamlamış hiçbir ülke borsacıların tabiriyle satın almaz, yani bunun piyasası yoktur. Şimdi dolayısıyla tekrar şuraya geliyoruz. Mesela Bahreyn (Bahrain)’deki Şii-Sünni çatışmasında, yani Bahreyn (Bahrain)’deki Sünni Şii’yi kendinden görmüyor ki, aynı ulusun parçası diye görmüyor. Hatta onu İran’ın ajanı, biraz ona hak verilse, iktidara gelse kendisini nasıl devre dışı bırakacak 23 bir güç olarak görüyor. Yani onu bile geçiriyor kafasından. Şimdi böyle toplumlarda demokrasiyi ben, eğer Amerika çok bastırırsa, askeri işgallerle desteklerse olsa olsa Irak’taki gibi olur. Yani bu açıdan 5 ila 10 yıl sonra farklı bir Orta Doğu içinde olacağız dedim ama bu çok parlak bir Orta Doğu göreceğimiz anlamına gelmiyor. Şimdi buradan şuraya geleyim: Bence Türkiye’nin Orta Doğu’da “aktif” olması daha iyi olur; çünkü Orta Doğu öyle bir yer ki, bakın işte Libya’ya yapılan operasyonu NATO çerçevesine alalım. Böylece biz İngiltere ve Fransa, hatta Amerika aklına estiği gibi Libya halkını bombalamasın diye yaptık. Biz bu sefer Benghazi (Bingazi)’deki başkonsolosluğumuz saldırıya uğradı; çünkü Benghazi (Bingazi)’deki isyancılar ne diyor: “Biz Kaddafi’ye karşı mücadele ediyoruz. Özellikle Fransa ve İngiltere kısmen de Amerika bizi silahlandırmak istiyor, siz de karşı çıkıyorsunuz, vay lanetler” diyor. Şimdi mesela Türkiye’nin 1950’li yılları Orta Doğu’daki her işe karışma merkezli olmuştur, “aktif” olmuştur. Ama 1950 ile 1960 arasının dış politikasını Orta Doğu’da incelediğimizde hepimiz şu kanaate ulaşırız: Başarılı ve Türkiye’nin çıkarlarıyla uyumlu değildir. Belki o zamanki güvenlik çıkarlarıyla kısmen uyumludur. NATO üyeliğinden dolayı Amerika’ya kendimizi “Biz vallahi çok faydalı oluruz” diye ispatlama dönemindeyiz. Belki o zaman böyle bir genel değerlendirme içindedir. Ama o Türkiye’nin dış politikası, Orta Doğu’ya yönelik olarak 1960’larda zaten çok ciddi gözden geçirmelerden geçmiş ve mesela 1956 Süveyş krizinde tamamen İngiltere, Fransa’nın yanında yer alan Türkiye bütün iddialarıyla argümanlarıyla ve dolayısıyla İsrail’in yanında Türkiye, 1967 savaşında neredeyse bütünüyle Arapların yanında yer almıştır. Şimdi şuraya geleceğim: Çoğu zaman beğenilmez denir ki işte “Orta Doğu’da Türkiye pasif kalır.” Bence pasif kalmakta fayda var; çünkü Orta Doğu’da: 1- Her iktidarın diktatör veya değil kendi içinde bin bir türlü çıkmazı var. 2- Bir ülkeyle öbürünün çok fazla sorunu var. Birine çok yanaştığınızda öbürünü karşınıza alma riski doğuyor. Mesela Türkiye geleneksel politikasında ne yaptı? Örnek vereyim: 8 yıl süren İran Irak Savaşı’nda yanılmıyorsam Türk Büyükelçiliği ilk günlerinden itibaren Bağdat’taki İran’ın oradaki çıkarlarını koruyan büyükelçilikti. Tahran’daki Türk Büyükelçiliği de Irak’ın oradaki çıkarlarına bakan büyükelçilikti. Bakın karışmamanın avantajı da çok fazladır. Her işe karışmak başarılı olmak anlamına gelmez. “Ben aktif dış politika izleyeceğim” diye gidersiniz Bosna’da bir konuşma yaparsınız. İşte ortak tarihten bilmem neden, Türkiye’nin bölgeye olan tarihi ilgisinden bahsedersiniz. Sırplar bir defa “Ulan biz bunları biliyorduk, adamlar hangi laflarla geldi. Biz bunları değişti zannediyorduk, aynı laflar devam ediyor” der. Size çok yakın olan Bulgarların kafası karışır. Makedonlar “Eskiden olduğu gibi yavaş yavaş bizi Müslüman Arnavutlara ezdirecekler mi?” der. Onun için sorunları çok olan bölgelerde mümkün olduğunca mesafeli ilişkiler en faydalısıdır. Ama şöyle: Hepsine kardeşçe bakarak. Mesela Arap -İsrail sorununda arabuluculu olmaya çalışmak yapacağınız en büyük hatadır; çünkü arabuluculukla çözmeye çalışmakla Türkiye’nin boyunu defalarca aşar. Ama şu olur: Araplarla insanlar genel olarak bir antlaşmaya varırlar. O antlaşmanın içini dolduracak pozitif unsurlarda sizin de katkılarınız olur. O zaman ne yaparsınız? İsrailli ailesini kaybetmiş çocuklarla, ailesini, annesini, babasını kaybetmiş Filistinli çocukları yavaş yavaş birbirlerini görsünler, iki tarafta da acı var diye bir araya getirir, Antalya’da tatil yaptırırsınız. Bunu yatırımlarla desteklersiniz, başka şeyler yapasınız. 24 Ama çok fazla ona da karış, buna da karış bu çözüm de vermeyebilir. Ben mesela şu anda Türkiye’nin ne Mübarek gitsin diye bağırıp çağırmasını doğru buluyorum ne de böyle ikide bir tam olarak içeriği belli olmayacak şekilde yapılan diplomatik girişimleri. Onun için bazen mesafeli olmanın dediğim gibi çok faydaları vardır. Bir arkadaş bana diyor ki: Libya’ya karşı operasyon bir haçlı seferi olarak ortaya kondu. Bunu işte sadece Putin söyledi. Ama buna kendi devlet başkanı da karşı çıktı. Türkiye’nin bu sefere destek verir gibi teskere çıkarmasını nasıl yorumluyorsunuz? Şimdi burada doğrusunu söylemek lazım; Türkiye bu Haçlı Seferi bölümüne destek vermedi. Türkiye NATO operasyonlara destek veriyor. Yani İngiltere, Fransa ve iki üç gün öncesine kadar Amerika’nın yaptığı bombalamaya destek vermiyor. Uçuşa kapalı bölgeyi denetlemek ve Libya’ya silah girişine mâni olmak için yapılan NATO operasyonlarına destek veriyor. Bir de Libya mesela dediğim gibi iki ucu da tertemiz bir değnek. Ne tarafından tutsanız belaya girer. Onun için o kadar işli dışlı olmamakta faydalı ama mesela yaralıyı taşırsınız, burada tedavi ettirirsiniz bunlar kötü şeyler değil, bunlar kalıcı şeylerdir, toplumların hafızalarında kalan şeylerdir. Şimdi bir arkadaş soruyor diyor ki: Orta Doğu’daki bu ayaklanmalar acaba prestiji düşen ABD’nin gücünü özgürlükçü dalgalarıyla ortaya koyması “Dünyaya özgürlük getirdik” anlayışıyla daha güçlü ve etkin bir politika izlemesinden mi kaynaklanıyor? Yani Obama geldiği günden beri güç kullanma konusunda çok istekli görünmüyor. Mesela Bush her konuda güç kullanmaya çok daha yakın yönetimi ve anlayışı temsil ediyordu. Obama ise tam tersine güç kullanma konusunda çok istekli olmanın Amerika’nın prestijine bütün dünyada verdiği zararları göze ve dikkate alarak hareket ediyor gibi intiba veriyor. Fakat Libya’dan dolayı da çok eleştirildi; çünkü yani hem Irak’ta hem Afganistan’da başarısız olmuş bir Amerika, niye paldır küldür Sarkozy’nin arkasına takılıp, Sarkozy’nin de tam olarak ne yapmak istediği belli değilken kendi psikolojik sorunlarından mı daldı bu işe nedir? Yani “senden benden rafale uçağını almadın bende o uçakla seni bombalarım görürsün” der gibi abuk subuk bir şey Sarkozy’nin şu anda yaptığı. Onun peşine takılıp gitmesinden dolayı hem Amerikan kamuoyundan hem de Amerikan senatosundan çok ciddi eleştiriler alıyor. Ondan dolayı da bir an önce Libya’dan pılısını pırtısını toplayıp gitme hazırlığı içinde. En son gelirken haberlere şöyle bir baktım: Mesela İngiltere Amerikasız bu operasyonu yürütemeyiz. Hangi operasyonu? Bombalama operasyonunu, onun içinde Türkiye yok. Ama hava sahasını denetleme operasyonunu yürütürsünüz. Libya silah kaçakçılığını engellemeye yönelik denizden yürütülen operasyonuna devam edebilirsiniz. Ama havadan bombardıman çok garip bir durum. Bir de her askeri operasyon bir siyasi amaç için yapılır. Biz derslerimizde hep bunun üstünde dururuz. Yani Libya’daki amaç nedir? Kaddafi gitsin. Peki, Kaddafi’yi destekleyen ülkenin yarısına yakın, yani bire bir destekleyen ülkenin yarısına yakın bir toplum var. Öbür yarısı da tam karşısında değil, öbür yarısı ne karda karşısında belli değil. Peki, gitsin o zaman 25 ne olacak? Bir de isyancılarda Mısır’daki gibi de olmadı hâdise. Yani Mısır’da insanlar şiddet içermeyen yöntemlerle Tahrir ve diğer meydanlarda toplanarak gösteriler yaptılar. Şimdi Libya’daki hadisedeki daha “Bismillah” denildi, o bölgelerdeki polislerin ve askerlerin de gevşek davranması veya isyancılara katılması sonucunda silah depolarına konuldu ve daha ilk günden hadise silahlı bir isyana dönüştü. Bu durumda Kaddafi çok makbul bir adam olmayabilir. Yani dünyada pek seveni kalmamış olabilir, doğrudur. Ama yani Kaddafi isyancılara karşı ne kullanabilir? Yani sistemin içine çekelim diyebilir, başka yöntemler diyebilir. Ama ancak budur; fakat bunların da önünü Fransa tıkamış oldu. Bu Libya peşine Fransa’nın peşine hemen takılıp gitmiş olması Amerika ve Obama açısından pek parlak olmadı gibi görünüyor. 26