´A ÅBÆjI A ÓËçA ÅAjZJºA ľ “Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına” ÀÍYjºA ÄjºA A ÀnI Hz. Osman r.a., bir hutbe esnasında Allah Tealâ’ya hamd ü sena ve Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’e salât u selamdan sonra şunları söyledi: Ey Ademoğlu! Bil ki dünyada bulunduğun sürece canını almaya vekil kılınan ölüm meleği her zaman senin arkandadır, seni izlemektedir. Ecelin geldiğinde senin ölümünü erteleyip başkalarının canını almaz. Başkalarını atlayıp sana gelecekmiş gibi düşün. Gafil olmaktan sakın ve ölüm meleğine hazırlıklı ol! Zira o senden hiçbir zaman gafil değildir. Ey Ademoğlu! Bil ki eğer sen nefsinden gafil olur da ölüm meleği için hazırlanmazsan, başkası senin adına ona hazırlık yapamaz. Allah’a kavuşmak kaçınılmaz bir sondur. Nefsin için tedbirini al ve kendi nefsinin işini başkasına havale etme! Vesselam… Bir başka hutbesinde de Allah Teala’ya hamd-ü sena ve Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’e salat-u selamdan sonra cemaate şöyle hitap etmiştir: Ey insanlar! Allah’tan ittika edin. Zira takva ganimettir. En akıllı kişi, nefsine malik olup nefsini hesaba çeken, ölümden sonrası için amel eden ve kabir karanlığını dağıtmak için Allah Tealâ’nın ihsan buyurduğu nurlardan bir nur edinendir. Kul, Allah Tealâ’nın kendisini, bu dünyada gözleri görür iken, öte dünyada kör olarak haşretmesinden sakınsın. Hikmet sahibi olan, cevamiu’l-kelime (az kelime ile çok anlam ifade eden söze) kavuşmuş ve ondan ibret almıştır. Sağır kimse ise kendisine çok uzak bir yerden seslenilen gibidir (duymaz ve ibret almaz). Bilin ki, Allah Tealâ (rahmet, lütuf ve yardımıyla) kimin yanında ise, o kimse hiçbir şeyden korkmaz. Allah Tealâ’nın rızasından uzaklaşıp gazabına müstehak olan kimseye gelince, o kimse kimden medet umabilir?.. (İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 7/226.) Daha güzel Burhanlarda buluşabilmek dileği ile Allah’a emanet olunuz. İçindekiler AYLIK İLİM KÜLTÜR DERGİSİ Yıl: 10 Sayı: 114 Mart 2015 SAHİBİ Burhan Basın Yayın Eğitim ve Tur. Ltd. Şti. SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ Serdar TAŞAR YAYIN DANIŞMANLARI Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN Yard. Doç. H. Murat KUMBASAR YAYIN KURULU Yusuf ELİBOL Ramazan ÇAKIR Aydın BAŞAR Salih AYDIN Musa KARACA GRAFİK TASARIM Burhan Ajans DAĞITIM ORGANİZASYONU Asım AYDOĞDU Gsm: 0538 233 5000 Fiyatı Tek Sayı: 6 TL 1 Yıllık (12 Sayı) Abone: 72 TL Yurtdışı 1 Yıllık Abone: 75 Euro Abonelik İçin Hesap Numaraları Posta Çeki No: 5091167 Türkiye Finans Sultanbeyli Şubesi Burhan Basın Yay.Eğt.Tur.Ltd.Şti. Müşteri No: 291928 IBAN:TR67 0020 6000 6300 2919 2800 01 Ziraat Bankası Sultanbeyli Şubesi Hesap No: 1673–44165588-5002 IBAN:TR690001001673441655885002 YAYIN VE İLETİŞİM ADRESİ Mehmet Akif Mah. Kuran Kursu Cad.No: 87 Sultanbeyli / İST. Tel: +9 (0216) 498 94 00 Faks: +9 (0216) 398 94 69 İNTERNET ADRESİ burhandergisi@hotmail.com www.burhandergisi.com BASKI Milsan A.Ş. 0212 697 1000 YAYIN TÜRÜ Aylık Süreli Yayın Gönderilen yazılarda editör ve yayın kurulu değişiklik yapabilir. Gönderilen yazılar iade edilmez. Yazılardan kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir. Yayınlanan reklamlardaki ürün ve hizmetlerin sorumluluğu reklam verene aittir. Sahip Olduğumuz En Büyük Nimet Yrd. Doç Dr. 4 İMAN Hz. Pîr Seyyid Ahmed er-Rufai (k.s) den Mustafa KARABACAK 7 İman İstikamettir 8 Ersan BİLGİN Kalbin Ameli İman 12 Abdullatif ACAR Kadın Merhamet Pınarıdır 19 Memduh ERGİN Ehl-i Sünnet Tasavvuru 22 Dr. İhsan ŞENOCAK Ehl-i Sünnet Çizgisinde Müstakim Duruşumuz-2 30 Yusuf KARAGÖZOGLU Ehl-i Sünnet Müdafaasında Tasavvufun Merkeziyeti ve İngiltere Örneği 37 Mehmet CURA Ehl-i Kitap ile İlişki Zeminimiz 42 Yrd. Doç. Dr. Ebubekir SİFİL İlmihâlin Hikmet Boyutu 48 Arş-ın Meleklerinden Prof. Dr.Ali AKPINAR . Kalbi Arş’ul Kur’an Olanlara Yakarış 52 Seval AĞARI ÇAKIR Teknoloji Babalara “Babalığı” . Unutturdu 56 Hz. Abdullah b. Ömer b. el-Hattâb (r.a) 60 Allah Dostları 66 Burhan Çocuk 70 Tazeden Yetiş (şiir) 72 M. Emin KARABACAK Salih KAYA Selami ŞEN Musa KARACA Zelilî 22 Ehl-i Sünnet Tasavvuru Dr. İhsan ŞENOCAK 30 Ehl-i Sünnet Çizgisinde Müstakim Duruşumuz-2 Yusuf KARAGÖZOGLU 37 Ehl-i Sünnet Müdafaasında Tasavvufun Merkeziyeti ve İngiltere Örneği Mehmet CURA 56 Teknoloji Babalara “Babalığı” Unutturdu M. Emin KARABACAK Sahip Olduğumuz En Büyük Nimet İMAN Yrd. Doç Dr. Mustafa KARABACAK A lver, A e s n i ç i h Allah r, Alla e d “Kim e t e in n nefr lah iç l lah i çi A e erir v emâle k ı n için v a rsa, im u l o i n mâ tir.” ermiş 4 B llah’ın Rasûlü bir hadislerinde İmanı şöyle tarif etmektedir: “İman; Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, kıyamet gününe, kadere, hayrın ve şerrin Allah’tan geldiğine inanmandır.” (Buhârî, İman, 37; Müslim, İman, 1- 7). Bu hadiste iman esasları altı olarak sayılmıştır. Türkiye’de camilerde yatsı namazından sonra okunan ve hadislerde (Buhârî, Fedâilü’l-Kur’an, 10, 27, 34) de okunması tavsiye edilen Bakara sûresinin son âyetlerinde inanılması gereken esaslar dört olarak sayılmıştır. “Peygamber ve inananlar, ona Rabbi’nden indirilene inandı. Hepsi Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine inandı. ‘Peygamberleri arasında hiçbirini ayırt etmeyiz, işittik itaat ettik. Rabbimiz! Affını dileriz, dönüş sanadır’ dediler.” (Bakara, 2/285). Aslında iman esaslarının temeli de Allah’a ve Rasûlü’ne hatta sadece Allah’a inanmak olarak da sayılabilir. Çünkü Allah’a inanan bir Mü’min doğru yoldan uzaklaşan insanları uyarmak için peygamberler ve bunlara melekler vasıtasıyla göndereceği ilkelere (kitaplara) de ina- Mart B nır. Bu ilkelere uyan iyi insanların cennete; uymayanların cehenneme gideceğine (ahiret gününe) inanır. Bütün bunların Allah’ın ezeldeki bilgisi dahilinde olduğuna yani kaza ve kadere de inanır. Bir âyette Allah’a ve Rasûlü’ne itaat mü’min olmanın şartı olarak görülürken (Enfâl, 8/1), bir hadiste ise bunlara inanmanın en üstün amel olduğu belirtilmiştir. (Buhârî, İman 18; Nesâî, İman 1). İmanî Olgunluk Rasûlüllah (s.a.v.) imanî olgunluğa ermeyi yaptıklarının Allah için olmasına bağlamaktadır: “Kim Allah için sever, Allah için nefret eder, Allah için verir ve Allah için mâni olursa, imanı kemâle ermiştir.” (Ebû Dâvûd, Sünnet, 16; Tirmizî, Kıyamet, 60). İman, sahip olduğumuz en büyük nimettir. Akıl, görme, işitme, Allah’ın üzerimizde büyük birer nimeti olmak üzere dünyaya ait nimetlerdir. İman ise hem dünya hem de ahiret hayatı ile ilgili nimettir. Müslüman bir toplumda, Müslüman anne babadan dünyaya gelen bizler bu nimeti hazır bulduk. Bu nimete sahip olmak için büyük fedakarlıklar yapmadık. Allah bizi, fanatik bir Yahudi, bir Hıristiyan veya Allah’ı tanımayan insanların oluşturduğu bir toplumda veya da Müslümanlara tamamen terörist gözüyle bakan bir insan olarak da yarata bilirdi. Bu sebeple Allah’a ne kadar şükretsek azdır bu nimete hazır konduğumuz için. Bu nimete kavuşmak için emek harcamadık, fedakarlıklar yapmadık. Hiç olmazsa bu nimeti korumak için çaba harcanması gerekir. Nimeti korumak ise büyük emek ister. Hayatını Allah’a ibadetle geçirmiş 80 yaşında bir Müslüman düşünüldüğünde bu 80 yaşın 10 yaşını çocukluk yıllarına çıkarılırsa 70 sene. Yani Allah’a ibadetle geçmiş 70 yıl. Bu Müslüman imanını korumak için 70 yılını harcamıştır. Bu Mü’minin nazarında imanı çok değerlidir. Gerekirse canını verir ama imanını asla. Bunun tersi olarak başka bir Mü’min ise iman nimetini hazır bulmuş bunu korumak için emek de harcamamış. Bu kişi için iman dairesinde olup olmamak da çok önemli değil; çünkü bulmak için emek harcamadığı gibi korumak için de harcamamıştır. Zaman zaman başka dinlerden olup da İslam dairesine giren insanlar olduğunu şıkça duyarız. Ama iman nimetini tattığı halde yani İslam dairesine girdiği halde azda olsa bu daireden çıkan insanları da duyarız. Şu da bir hakikattir ki, iman ile sonradan şereflenenler daha çok araştırarak imana kavuşmuşlardır. İman dairesinden çıkanlar ise dinleriyle ilgili bilgisi olamayan insanlardır. İman dairesinden çıkan bu zavallılar zaten yaşantı olarak da imanlarını korumak için çaba sarf etmediler. Bunların nazarında zaten İslam dairesinde olmakla olmamak arasında fark yoktu. Onların imanlarını korumak gibi bir dertleri de yoktu. İmansız kalbin vücuda yükten başka bir şey olmadığının da farkına varmamışlardı. İstiklal Marşı şairi Mehmed Akif Ersoy imanlı olan kalple olamayanı şöyle tarif etmektedir: “İmandır o cevher ki İlâhî ne büyüktür! İmansız olan paslı yürek sînede yüktür!” İmanın Tadını Almak İçin… İmanın tadını almak için Rasûlüllah’ın (s.a.v.) tavsiyesi ise şunlardır: “Üç haslet vardır; bunlar kimde bulunursa o kişi, imanın tadını tadar: “Allah size imanı sevdirdi, onu kalplerinizde süsleyip-çekici kıldı ve size inkarı, fıskı ve isyanı çirkin gösterdi. İşte onlar, Allah katından bir lütuf ve nimet sayesinde doğru yolda bulunanlardır. Allah bilendir, hikmet sahibidir.” (Hucurât, 49/7-8) Mart B 5 B Allah ve Rasûlü’nü, bu ikisinden başka her şeyden fazla sevmek. Sevdiğini Allah için sevmek. (Allah kendisini küfürden kurtardıktan sonra) küfre dönmeyi ateşe atılmak gibi çirkin ve tehlikeli görmek.” (Buhârî, İman 9, 14, İkrah 1, Edep 42). İman Davetçisine Tavsiye… İmanının tadını alan Mü’minler, bu tattan mahrum insanların da iman nimetini tatmaları için gayret göstermelidirler. Bu daveti yapan kişi özü sözü bir olmalıdır. Çünkü bazen sözden daha çok yaşantı etkili olabilmektedir. Ayrıca bunun sertlik ile değil, yumuşaklıkla yapılması tavsiye edilmiştir. Yüce Allah, Kur’ân’da Hz. Musa ve Hz. Harun’a yönelik şöyle hitapta bulunmaktadır: “İkiniz Firavun’a gidin; çünkü o, iyice azdı. Ona tatlı, yumuşak bir tarzda hitap edin. Olur ki aklını başına alır yahut hiç değilse biraz çekinir.” (Tâhâ, 20/44). Davette Firavuna dahi yumuşak davranılması tavsiye edilirken elbette Müslümanların hata ve yanlışlarını düzeltirken aynı hassasiyet, belki daha fazla, gösterilmelidir. Allah Teâlâ, Rasûlüllah’a (s.a.v.) “Allah’ın rahmeti sayesinde sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Artık sen onları affet. Onlar için Allah’tan bağışlama dile.” (Âli Imrân, 3/159) buyurmaktadır. İmanî daireye çağırırken bıkmadan usanmadan gayret sarf edilmelidir. Bizler sonuçtan sorumlu değiliz. Mü’min bu yolda gayret sarf edip etmediğinden sorumludur. Kalpler Allah’ın elinde olduğu gibi hidayet verip vermemek Allah’ın takdiridir. “Sen 6 B sevdiğini hidayete erdiremezsin. Allah dilediğine hidayet verir ve hidayete girecek olanları en iyi o bilir” (Kasas, 28/56). “Allah’ın izni olmaksızın, hiç kimse için iman etme (imkanı) yoktur...” (Yunus, 10/100). Hidayet vermek Allah’ın elinde olmakla birlikte bu uğurda çaba sarf etmek ve sonuçlar almak çok büyük getirisi olan bir davranıştır. “Allah’a yemin ederim ki, senin vasıtanla Allah’ın bir tek kişiye hidâyet vermesi, senin için kırmızı develere sahip olmaktan daha hayırlıdır.” (Buhârî, Fezâilü’s-sahâbe, 9; Müslim, Fezâliü’s-sahâbe, 34). Mü’min bu çaba ve gayretlerinde sıkıntıya düşebilir. Bu sıkıntılar onun bu çalışmalarından yıldırmamalıdır. Serzenişte bulunan bir sahabiye Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: “Sizden önce öyleleri vardı ki; vücudu etine-kemiğine kadar demir taraklarla taranırdı. Ama bu bile onu dininden döndürmezdi. Yakalanıp başının ortasına testere konulur ve adam ortadan ikiye biçilirdi. Bu bile onu dininden döndürmezdi. Allah’a yemin ederim ki, Allah bu dini mutlaka tamamlayacaktır. O kadar ki, bir süvari, içinde Allah korkusundan başka hiçbir korku olmadan, San’a’dan Hadramut’a kadar tek başına gidebilecektir.” (Buhârî, Menâkıb, 25; Menâkıbu’l-Ensâr, 29; İkrâh, 1; Ebû Dâvûd, Cihad, 107). Bütün bunlara rağmen iman dairesinde olmamız ve onu sevmemiz ve ondan çıkmayı çirkin görmemiz Allah’ın sayesindedir ve onun bir lütfudur. “Allah size imanı sevdirdi, onu kalplerinizde süsleyip-çekici kıldı ve size inkarı, fıskı ve isyanı çirkin gösterdi. İşte onlar, Allah katından bir lütuf ve nimet sayesinde doğru yolda bulunanlardır. Allah bilendir, hikmet sahibidir.” (Hucurât, 49/7-8). Selam ve dua ile… *Aksaray Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi Öğretim Üyesi. Mart Hz. Pîr Seyyid Ahmed er-Rufai (k.s) den Ey Irak halkı! Allah’a yemin ederim ki bu gaflet hepinizi umumi olarak kaplamıştır. Dikkat edin, uyanık olun. Ey avam ve hava, birbirinizi uyarın ve uyanık olmaya davet edin. Efendiler, bu kadar lüks, konfor, aşırılık ve israf yeter. Yeter bu uyku, yazıklar olsun bize. Zira bu salınmış sır ve gizlilik perdesinin arkasında nelerin olacağından, nelerin bizi beklediğinden habersiziz. Kan dökmek yaygınlaştı, belalar kaynaklarından fışkırdı, sükûnet halindeki öfke, sabredemeyip feryadı bastı. Yeryüzünün sakin katmanları sarsıldı, demir demir üstüne geldi. Uzak yakın oldu. Yakın uzak oldu. Kâfirler yolun ortasını tutmuşlar. Onların süvarileri, senin kötülüğün için kur’a çekiyor. Kader ordusunu sevk ettiğinde kudretiyle ona yardım eden ve onu heybete bürüyen Allah’ı tenzih ederim. Ki o kader ordusunu gören korkar. Efendiler! Toprak üzerinde debeleniniz. Elbiselerinizi çıkarınız. Kapılar önünde ruhlarınızı satınız. Allah için, boyun bükerek gelen bela şimşeklerini geri çeviriniz. Çünkü O merhametlilerin en merhametlisidir. Ah! Keşke şeriatın kilidi, edep mührü olmasaydı da, ilmi lisan ile kader sayfalarından haber verseydi. Bundan önce de, sonra da işler Allah’ındır. Rabbin hiç kimseye zulmetmez. Not: 1182 senesinde vefat etmiş olan Rufai hazretleri (k.s) bu sohbetinde, cengiz hanın torunlarından olan hulagu’nun 1258 senesinde bağdatı işgal ederek orada bebek, çocuk, kadın, yaşlı denemeden sayıları dörtyüz bine varan bir katlıam yapmış ve taş üstünde taş baş üstünde omuz bırakmamış olduğu bu durumu (Allah’ın izni ve bildirmesiyle) keramet gösterip haber veriyor sanki. Fakat şeriatın kilidi ve edep mührü sebebiyle zahiren söyliyemediğini dile getiriyor. 7 İman İstikamettir Ersan BİLGİN D inimiz İslam’ın özü ve esası Tevhid’tir. Tevhit, Allah’ı (cc) bir olarak tanımak, bir olan Allah’a inanmaktır. Tevhit; en büyük zulüm (günah) olan şirkten uzak durmak ve şirkten bir olan Allah’a sığınmaktır. Yüce Allah (cc) buyuruyor; “Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilahlar olsaydı yer-gök fitne ve fesada uğrar, kainatta nizam bozulurdu.” ve Reh a l l inler A “Mü’m sonra n e d e e iman sulü’n z Allah ü s t ü d d da tere ıyla ve r a l l a am yolund d eden a h i c ıyla canlar sadıke t ş İ . r lerdi kimse ardır.” l n o r la 8 İman, red ve kabuldür. İman eden kimse, küfrü, şirki ve batılı redderek, hakkı ve tevhidi kabul etmiştir. İman netliktir ki şüphe ile iman bir arada bulunmaz. İman istikamettir. Döneklik kabul etmez. “İlah” kelimesinin bütün olarak dört anlamı vardır. Şuurlu mümin bunlara inanır, teslim olur ve hayatının tamamını bu esaslara göre devam ettirir. “İlah” demek; a)Kulluk Yapılan, İbadet edilen, Rızası gözetilen, b)Yardım istenen, dua edilen, c) Kanun koyan, hüküm veren, d) Rızık veren’dir. “Rab” ke- B Mart B limesinin manası ise, Terbiye eden, Yöneten, Mülkün Sahibi, Koruyan, Yetiştiren, Büyüten’dir. İlahımız ve Rabbimiz Yüce Allah’tır. İman sayesinde insan, sadece yaratan, yöneten ve yaşatan Rabbimiz’e güvenir, dayanır ve bağlanır. Kaderden emin olan iman sahibi insan, kederden de emindir. Hayatın zorlukları karşısında dirençli olur. Mü’minler Kur’an-ı Kerim’de şöyle tarif edilmektedir : “Mü’minler Allah ve Resulü’ne iman eden sonra da tereddütsüz Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad eden kimselerdir. İşte sadıklar onlardır.” Mü’min suresi 1-11 ayetleri arasında da mü’minlerin namazlarını huşu içinde kılan, boş şeylere kulak asmayan, zekatını veren, namuslarını koruyan, sözlerinde duran, emanetlerine riayet eden, namazlarını kaçırmayan kimseler oldukları belirtiliyor. “Kim; ‘Rab olarak Allah’ı, din olarak İslâm’ı, Resûl olarak Hz. Muhammed’i seçtim (ve onlardan memnun kaldım, teslim oldum)’ derse cennet ona vâcib olur.” (Ebu Davud) İnsan aklının en büyük görevi, kendisini yaratan, yaşatan ve yöneten Yüce Allah’a inanmasıdır. Çünkü Allah, en büyük gerçektir. İman, insana güven, huzur ve şeref veren büyük bir güç merkezidir. Sabredenlerin müjdesine erişir. İmansız hiçbir şeyin kıymeti yoktur ve imanın hakikati, mutlak tasdiktir. İman var, imkan var. İman yoksa, hiç bir şey yok dünya senin olsa bile. İman; Allah’a teslimiyet, sadakat ve en güzel özgürlük’tür- hürriyet’tir. Şu ne güzel bir teslimiyet örneğidir: “Alkolü kat’i olarak yasaklayan Maide Suresi 90, 91. ayetler nazil olmuştu… Efendimiz (sas) bu ayetleri ashabına okurken, ayetin sonundaki “Artık vazgeçtiniz, değil mi?” kısmına gelince, Hz. Ömer (ra) hemen: “Vazgeçtik! Vazgeçtik! Ya Rab!” dedi. Sadece Hz. Ömer değil oradaki bütün Müslümanlar da “artık alkolden, kumardan vazgeçtik Rabbimiz !” dediler. Rasulullah’ın emriyle bir münadi; “Haberiniz olsun ki içki haram kılınmıştır !” diyerek seslenince, tulumları delinip boşaltılan ve küpleri kırılıp, dökülen içkiler, Medine sokaklarında su gibi aktı.” (İbn Hanbel,1,53) İman, red ve kabuldür. İman eden kimse, küfrü, şirki ve batılı redderek, hakkı ve tevhidi kabul etmiştir. İman netliktir ki şüphe ile iman bir arada bulunmaz. Mart B 9 B Bir başka hakiki iman örneği… Hz. Aişe Annemiz anlatıyor: “Allah Teala, ilk muhacir kadınlara rahmet etsin, Nur sûresinin tesettür (örtünme) ile ilgili ayeti (yukarıdaki ayet) gelince, erkekleri hanımlarına varıp Allah’ın indirdiği ayetleri okumaya başladılar. Hanımların hepsi (‘işittik ve itaat ettik’ bilinciyle) Allah’ın emrine uyarak, etekliklerini kesip (uygun ne buldularsa) bunlardan başörtüsü yaptılar ve örtündüler.” (Buhari) Mehmet Akif bu sarsılmaz imanı; “İmandır o cevher ki, ilahi ne büyüktür, İmansız olan paslı yürek, sinede yüktür”, ifadesiyle anlatmaktadır. “Başka bir ifade ile ‘güvence’ manasına gelen ‘emniyet’ ile ‘iman’ kelimesi aynı kökten gelmiştir. Zenginken fakir, itibarlı iken hakir, sıhhatli iken hasta, aziz iken zelil, çocukken ihtiyar, ihtiyarken ölünen bu dünyada kişinin kendisini vahşetten kurtarması, korkularını atması ve güvence içinde yaşaması için iman ne büyük nimettir. Onun için iman, yemekten, içmekten, vb. şeylerden önce gelir.” İman sevgidir. İman; herşeyden önce Allah’ı ve Rasulü’nü sevmek ve tüm müminleri sevmektir. “Sizden biriniz, kendisi için istediğini kardeşi için istemedikçe (tam olarak) iman etmiş olamaz” (Buhari), buyuruyor Efendimiz (sas). “Kim; ‘Rab olarak Allah’ı, din olarak İslâm’ı, Resûl olarak Hz. Muhammed’i seçtim (ve onlardan memnun kaldım, teslim oldum)’ derse cennet ona vâcib olur.” (Ebu Davud) Rasulullah (sas) yine şöyle buyuruyor; “İmanın lezzetini şu üç haslet bulunan kimse tam manasıyla tatmıştır: 1-) Allah Teala ve Rasulullah’ı dünyadaki herşeyden daha çok sevmesi, 2-) Allah’ın lütfuyla iman nasib olduktan sonra yeniden küfre dönmeyi ateşe atılmak gibi görmesi, 3-) Sevdiğini yalnız Allah için sevmesi.” (Buhari) İnşallah, bizler imanın lezzetini idrak eden, imanın şuuruna varan, hayatın merkezine tevhidi ve adaleti koyup bunlar için mücahede eden, iman ile bu dünyadan irtihal eden ve iman nimeti emanetiyle diğer tüm insanlığı buluşturmak, ila-ı kelimetullah için gayret eden Allah’ın kullarından oluruz. Rabbimiz, bizlere ve tüm Müslümanlara güçlü, sağlam ve samimi iman ve salih amel nasib eyle… Şuur ver, Allahım. (Amin) Son cümle olarak diyelim ki, Allah (cc) buyuruyor ki; “Yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz iyilik değildir. Lakin asıl iyilik; Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere inananların iyiliğidir ve sevgisini yüreğinde duya duya yakınlarına, yetimlere, düşkünlere, yolculara, yoksullara ve kölelere infak eden, namaz kılan, zekat veren ve söz verdiklerinde sözlerini yerine getirenler, zorda, darda ve savaş alanlarında sabredenlerin iyiliğidir. İşte bunlar doğru olanlardır ve Allah (cc)’a saygısıyla dolu olanlar da ancak bunlardır.” (Bakara, 177) 10 B Mart Kitap Tanıtım Türkiye’de Alanında Yapılmış Tek İlmi Çalışma Allah Teâlâ insanlar içinde Hz. Muhammed’i (s.a.v.), şehirler içinde Mekke’yi aylar içinde ramazan ayını, geceler içinde Kadir Gecesi’ni, günler içinde de cuma gününü seçmiştir. İnsanların bedenleri ve organları birbirinden farklı olmadığı halde, Cenâb-ı Hakk’ın bazılarına ihsan etmiş olduğu akıl, anlayış, Rabbine ibadet, tâat sayesinde bu sıfatlar kendilerinde bulunmayanlardan elbette üstündür. Bunu inkâra imkân yoktur ve bu herkesin kabul ettiği bir gerçektir. İşte bunun gibi bazı zamanların Allah Teâlâ’nın ihsan etmiş olduğu özellikler sayesinde diğer zamanlardan üstün olmasında bir engel yoktur. Vakitler de cüzleri itibariyle birbirinden farklı olmadığı halde bazı zamanların üstün olması, diğer zamanlarda olmayan bir ibadetin veya hayırlı bir işin o vakitte olmasındandır. Yazar bu çalışmasında Mübarek geceler, günler ve aylarla ilgili rivayetleri hadisçilik tekniği açısından incelemiştir. Yazar BU konudaki bütün rivayetleri tek tek incelemiştir. Eser tebeşir yayınlarından 286 sayfa olarak yayınlanmış bir doktora çalışmasıdır. Yrd. Doç. Dr. Mustafa KARABACAK Kalbin Ameli İMAN Abdullatif ACAR İ yanan l i d n a ek e içind de v z ü s z ir. İçin d i b l a “Pürü nk aümini m ifakı b p n l a e k d m r. anı he kalpti k ı ş a hem im arm en kalp k n beslen a r e ı l i d n u ı s r ı ve an tatl m i i e kan k s i a d k a a f r O ni Bu a gibi, l k a bidir. b i l g n a yeşi çıb çıkarslenen n e ı b k s e l a b irin - irin) n a er” k e l i nü giy ü m k iki (su hü onun p l a k sa 12 B man, emniyet etmek, güvende ve emniyette olduğunu bildirmek, boyun eğmek ve tasdik etmek yani iman edilecek şeylere şek ve şüpheye, tereddüte yer vermeden, içten ve yürekten inanmak manalarına gelir. Dini terimde ki manası; Allah’a ve Hz. Muhammedin(s.a.v.) Allah tarafından haber verdiği kesin olarak, belli olduğu şeylerin doğru olduğuna tereddütsüz inanmak, şüpheye düşmeden bunların doğru olduğunu içten tasdik ve itiraf etmektir. Yüce Allah bir ayeti kerimesinde şöyle buyuruyor: “Ey müminler Allaha ve elçisine ve elçisine indirdiği kitaba( kurana) ve daha önce indirdiği kitaplara iman edin”(1)Başka bir ayeti kerimede de: “Gerçek müminler ancak Allah’a ve Rasülüne iman eden, ondan sonra asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla savaşanlardır. İşte doğrular ancak onlardır”(2) buyuruluyor. Her şeyi hikmet üzere yaratan, bize bizden daha yakın olan yüce Allah, akıl nimetini kullanmamızı, hak ve hakikat ile buluşmamızı, kendisine iman etmemizi emir buyurmuş, iman edenlere mü- Mart B kafatlar vaad etmiş, inkar edenlerin cezaya çarptırılacaklarını, dünya ve ahiretlerinin heba olacaklarını bildirerek uyarmıştır. Bir ayeti kerimede Yüce Allah buyuruyor ki: “İman edip iyi işler yapan, namaz kılan ve zekat verenler var ya, onların mükafatları Rableri katındadır. Onlara korku yoktur, onlar üzüntü de çekmezler(3) İnsanlara iman duygusunu vermesinde, bunu fıtratlara yerleştirerek insanın tabiatı haline getirmesinde ‘ben kimim, neyim nereden geldim, nereye gidiyorum’ gibi sorular sorup cevaplar aramak gibi özellikleri vermesinde, Allah’ın merhametinin ne kadar büyük ve engin olduğunu görüyoruz, çünkü Allah’ın hidayeti olmadan kimse iman edemez, kurtuluşa eremez. Ancak akletmeyenler, akıllarını kullanmayanlar bu nimetten faydalanamaz, rezil ve rüsvah bir hayat geçirmeye mahkûm olurlar. Yüce Allah bir ayeti kerimede de gerçek bir hidayetin ancak şirkle (zulümle) kirletilmemiş bir imanla gerçekleşeceğini şöyle ifade etmiştir: “İman edenler ve imanlarına zülüm(şirk) karıştırmayanlar var ya, işte güven onlarındır ve hidayete ermiş olanlarda onlardır”(4) inkar talihsizliğine düşenlerle ilgilide şöyle buyuruluyor: “Ayetlerimizi inkâr etmiş ve kâfir olarak ölmüşlere gelince işte Allah’ın meleklerin, tüm insanların laneti onların üzerinedir. Onlar ebediyen lanet içinde kalırlar, artık ne kendilerinden azap hafifletilir nede onların yüzlerine bakılır”(5) İman da artma ve eksime söz konusu değildir. İman ya vardır ya da yoktur bir insanda. Hem iman etmek, hem de etmemek mümkün değildir. Ya da iman edilecek şeylerin bir kısmına inanıp bir kısmına inanmamak olmaz. İman bir bütündür. Bir insan Allah’a inansa da peygamberleri reddetse, ya da bir kısım peygamberleri inkara kalkışsa veya kitapların hepsine iman etmese, imanın bütün esaslarına iman ettiği halde ahiretin varlığından tereddüt etse ya da Allah’ın emri kesin olan ibadetlerde şüpheye düşse, “ benim kalbim temiz, ibadete ne gerek, faiz helaldir, hac ibadeti gereksizdir” gibi sözlerle reddetse, ya da bunları hafife alsa, o insan iman etmiş sayılmaz, iman Mart B sahibiyse de mürtet durumuna düşer. (Allah muhafaza) Ancak imanın zayıf ve kuvvetli olması söz konusudur. Bazı insanlarda ki iman adeta dağ gibi, volkan misali, ruhunu sarıp sarmalerken, bedeniyle bütünleşmişken, hayatında, davranışlarını şekillendirmede tek etken ve belirleyici unsurken, bazılarında adeta kalbine pamuk ipliğiyle iliştirilmiş, bir küçük vesvesede, esintide çıtırtıda, hırıltıda üzerinden hemen kalkıverecek bir kuş gibidir. Bu sağlamlığın inşa edildiği, bu gevşekliğin izale edildiği yer, asıl olarak kalptir. Yani iman ederken kalbin mahiyetine, kalbin maharetine nazar etmeli. Çünkü iman kalbin amelidir. İman oranın tasdikiyle, referansıyla, onayıyla, güveniyle gerçekleşir. Ehli sünnete göre iman kalp ile tasdik dil ile ikrar şekline tarif edilmiştir. Asıl olan kalp ile tasdik olmasına rağmen, -insanlar kalplerimizden geçeni bileyemeyeceklerinden- şu dünyada mümin olduğumuza hükmedilebilmesi, Müslüman olduğumuza şahitlik edilmesi açısından dil ile ikrar etmekte önemlidir. Peygamberimiz (s.a.v) bir hadisi şerifinde şöyle buyuruyor: “iman, kalbin niyeti (ve tasdiki) dil(inde ikrarı) ile; hicret ise şahsın kendi ve malı ile (göç neticesinde) tahakkuk eder.”(6) İmanı şekli olmaktan kurtarmalı Peygamberimiz bir hadisi şerifte şöyle buyuruyor: “iman dil ile ikrar yani ‘la ilahe illallah demek’ kalp ile tasdik, azalar ile amel etmektir”(7) İnsan, kalp ve kalıbıyla iman üzerinde olmalı, bu hadis-i şerif kalple hakka, kalıpla halka müteveccih olan insanın hem hakkın hem de halkın nazarında mümin olduğuna işaret ediyor. Dil ile imanın kalpte mutlaka karşılığının, kalpteki imanında hayatta kar- 13 B şılığının olması gerekir. Dil ile söylemek amel değil ikrardır, ispat ancak amelle mümkündür. Hasını Hasrı hazretleri (k.s) diyor ki: “iman, temenniler de bulunmak, süslü sözler söylemek değil, fakat iman iyice kökleşen ve amellerin tasdik ettiği şeydir”. Kalp insani özelliklerin en önemli unsurudur; acı tatlı, üzüntü sevinç, huzur, mutluluk, saadet, iman inkâr, hep oradan zuhur eder. Bir insan bugün kalbim sıkıntılı derken üzüntüsünü ifade etmiş olur, içimde bir ferahlık var derken yine oraya işaret vardır, ‘kalbi katı, yüreği taşlaşmış derken, insanın insafsız merhametsiz olduğuna, “yufka yüreklidir derken yumuşak huylu olduğuna – kalbi kast ederek- işaret vardır. Peygamberimiz (s.a.v.) kalbin her şeyin membaı olduğunu bir hadisi şerifle şöyle ifade ediyor: “Bedende bir et parçası vardır ki, o salih olup düzeldiği zaman, bütün beden salih olup düzelir, o fesada uğrayıp bozulduğu zaman da bütün beden fasit olup bozulur. O da kalptir”(8) Kalp, bedenin adeta hükümranıdır; hükümran ıslah edilmiş, iman tacını giymiş, hakikat koltuğuna oturmuşsa verdiği emirler de doğal olarak bu minval üzerinde olacaktır. Kalp inkâr bataklığına düşmüş, küfür istilasına uğramışsa, azalardan zahir olan ameller de farklı olmaz; zilletten izzet, küfürden iman, nifaktan doğruluk zuhur etmez, batıl üzerine hak inşa edilemez; temel bozuk olunca, hak adına hayatın inşası mümkün değildir; bal küpünden sızan bal, zehir küpünden sızan zehirdir; İçteki şeyin dışa yansıması farklı değildir. Hayat kalbin aynasıdır, Kalpte olmayanı ayna, hak adına yansıtmaz, eğri çubuğun doğru gölgesi olmaz. Onun için, Allah’a gerçek bir kul olmak adına iman ederek kalpten başlıyoruz imtihana, dolayısıyla ibadet ve itaatin start noktası da yine orasıdır. Olgunlaşmak, gelişmek, ilerlemek, yaklaşmak, yakınlaşmak, sevgiyle boy vermek, muhabbetle yoğrulmak, aşkla pişmek, sırlara vakıf olmak, ebedi alemi temaşa etmek, ihsana ulaşmak, izzete kavuşmak, kısacası kamil bir mümin olmak ancak hakiki bir imanla, oranın ıslah edilmesiyle mümkündür. Peygamberimiz (s.a.v.) kalpteki baskın görüşün kalbi nasıl etkilediğini şöyle ifade ediyor: “Pürüzsüz ve içinde kandil yanan kalp müminin kalbidir. İçinde hem imanı hem de nifakı barındıran kalp karmaşık kalptir. Oradaki iman tatlı su ile beslenen yeşil bakla gibi, nifak ise kan ve irinle beslenen çıban gibidir. Bu iki (su ile kan- irin) baskın çıkarsa kalp onun hükmünü giyer”.(başka bir rivayete göre bu iki maddenin hangisi baskın çıkarsa kalbi denetimi altına alır)(9) Ancak bazen olur ki kalp, tasdik etmeden, onaylamadan azalardan bazı davranışlar zuhur eder, kalbe rağmen zuhur eden bu davranışlar yapmacıktan öte ye geçemez, Böyle, hükmü olmayan davranışların ilgili insanı sorumluluk altına sokacağı muhakkaktır. Bu bağlamda kalpteki imanın zıddı azalarda görünürse, bu ancak taklidi bir davranış olur, taklitte de rahatlık olmaz, içerisinde huzuru barındırmaz, taklitte aldatma ve aldanma vardır. Bir insan kalbi ile inanmadığı halde, dili ile inandığını söylese o insan Allah katında mümin sayılmaz. Nitekim böyleleri için yüce Allah şöyle buyuruyor: “İnsanlardan öyle kimseler vardır ki, Allah’a va ahiret gününe iman ettik derler hâlbuki onlar mümin değillerdir.”(10) Biz iman edene, aynı zamanda Müslüman oldu deriz. Çünkü aralarında çok sıkı bir ilişki söz konu- “İman çıplaktır, onun örtüsü takva, süsü hayâ ve meyvesi ilimdir” 14 B Mart B sudur, amel imandan bir cüz olmamasına rağmen bazen birbirinden ayırmak, ayrı düşünmek mümkün değildir. İmanın yeri kalp olduğu gibi, teslimiyetin (amelin) yeri de azalardır. İman, mümin olmanın, amel, teslim olmanın yani Müslüman olmanın adıdır. Öyleyse her mümin aynı zamanda müslümandır. Ancak her Müslüman, mümin değildir diyebiliriz. Çünkü teslim olmak ve onun gereklerini yapmak bazen istemeyerek, zoraki, farklı gaye ve niyetler nedeniyle yerine getirilebiliyor, Böyle bir teslimiyetin insana sağladığı gerçek manada bir faydası olmaz. Çünkü bu teslimiyet, kalpten tamamen bağımsız bir teslimiyettir; kalpte karşılığı olmayan münafıkane bir teslimiyettir. “Bedeviler, ‘ iman ettik’ demektedirler (Ey Muhammed) de ki, ‘Siz iman etmediniz fakat İslam olduk deyin, çünkü iman henüz kalplerinize girmedi”(11) Ayeti kerimesi bunu ifade etmektedir. On üç yıllık vahyin, Mekke dönemine baktığımızda inen ayetlerin çoğunluğunun imanla ilgili olduğuna şahit oluyoruz. İlk önce imanın kalplere yerleşilmesi murat edilmiş, sindire, sindire pürüzsüz bir kabul sağlandıktan sonra(Medine döneminde) ameli meseleler emir buyurulmaya başlanmıştır. Bu da gösteriyor ki önceliğin iman olması, bu imanın da şüpheden, tereddütten taklitten alabildiğine uzak olması İslam’ın en önemli önceliğidir. Evet, imansız amel, kökü olmayan ağaca benzer, amelsiz iman da dalı budağı kurumuş, yaprakları solmuş meyve vermeyen ağaç gibidir. Sevgili Peygamberimize (s.a.v.) iman nedir diye sorduklarında oda şu cevabı vermiştir: “İman, seni dünyada mesut yaşatacak bir ahlak, Allah’ın haram kıldıklarından vaz geçirecek bir takva ve cahillerin cehaletinden uzak tutacak bir hilmdir yani vakur bir duruştur”(12) Evet, iman hayatın anlamı, hakikatin en bariz numunesidir, karanlıklara nur, görünmezlere göz, bilinmezlere ilim, çıkmazlara çıkış yoludur, insanın fıtratıyla buluşmasıdır her şeyden önce. İman cevap aranan sorulara illede bir cevap olsun diye değil, her şeyin bizzat anlamıyla buluştuğu, şu kainatta zaten verilmiş cevapları okuyarak, onları hayata nakşederek imtihanda başarıya ulaşmanın adıdır. İman bir başlangıç olduğu halde hayatın her safhasında kendini göstermeli, madem iman bir nurdur, o nurun aydınlattığı yer insanın hayatıdır. O, madem bir güneştir, ondan faydalanmak ancak hayatın perdelerini açmakla, gafleti yıkmakla mümkündür. İman hayatın ruhudur, kalbe hapsedilmiş bir ruh, hayatı asla ikame ve inşa edemez. Birçok ayeti kerimede imandan hemen sonra amelin zikredilmesi gösteriyor ki, imanla amel adeta bir birini tamamlayan, iç içe girmiş, bazen biri birinin şekline bürünmüş, bazen biri ötekinin hakikatine sarmalanmış iki unsurdur. İman bir defa olabilecek şey de değildir. İmanın devamı, onu her türlü hastalıktan kötülükten, tehlikeli virüslerden korumakla mümkündür. Kalpteki imanın ışığının sönmemesi için ibadet gereklidir. İmanın gıdası ibadet ve zikirdir. Aksi taktirde zayıflaması, güçten kuvvetten düşmesi, zamanla sönmesi içten bile değildir. Onun aydınlığını, mahiyetini kayıp etmesi sinede adeta taşınamaz ağır bir yük halini alır. Bunu M. Akif ne güzel ifade etmiştir: “imandır o cevherki, ilahi ne büyüktür imansız yürek sinede yüktür” Peygamberimiz (s.a.v.), imana hayatın yansımasının gerekliliği hususunda, imanla amelin ayrılmaz iki önemli unsur olduğuyla ilgili olarak şöyle buyuruyor: “İman çıplaktır, onun örtüsü takva, süsü hayâ ve meyvesi ilimdir”(Rumuzul ehadis) Bir cenazede de şöyle duada bulunmuştur: “Allahım içimizde yaşattığın kimseleri islam üzere yaşat, aramızda vefat ettirdiklerini ise iman üzere vefat ettir”(13) Mart B 15 B Yüce Allah’ta: “Ey iman edenler! Allahtan nasıl korkmanız gerekiyorsa öylece korkun, sakın sizler müslüman olmaktan başka bir sıfatla can vermeyin”(14) buyurmuştur. Evet, iman, teslimiyetsiz kuru bir söz; teslimiyetsiz amel, şuursuz taklidi birer davranışlar yığınıdır. Gerçek bir kulluk, asla imansız olamayacağı gibi, şuurlu ve akıllı bir varlık içinde itirazsız teslimiyet şarttır. Bunun daha da ötesi vardır ki, biz buna, imanda da amelde de zirve diyoruz. Bunun adı ‘İhsan’dır yani Allah’ı görür gibi yaşamak. Onu bu gözlerle gerçek mahiyetinde göremiyor isek de o bizi görüyor. İman, İslam, ihsan, bu üç temel unsur yüce dinimiz İslam’ın üzerinde bina edildiği en önemli kavramlardır. Adeta, kalpte başlayan teslimiyetle ve sadakatle devam eden ve Allah’a en yakınlığı yakalaya bilmek için ‘ihsan’ makamına yapılan yolculuğun adıdır. Bu yolculuk zorlu ve meşakkatli yolculuktur. Cibril hadisi diye meşhur olan hadisi şerifi Hz. Ömer şöyle naklediyor: Bir gün Hz. Peygamber’in (s.a.v.) yanında idik, yanımıza beyaz elbiseli, nur yüzlü, üzerinde yolculuk alameti olmayan bir adam geldi, Peygamberimiz (s.a.v.)’in dizinin dibine diz çöküp oturdu, dizlerini onun dizlerine dayadı ve ellerini peygamberin dizlerinin üstüne koydu. “Ey Muhammed islam nedir bana bildir” dedi. Hz. Peyganber: “İslam Allahtan başka ilah olmadığına ve Muhammedin Allahın elçisi olduğuna tanıklık etmen, namazı dos doğru kılman, zekatı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirebilirsen kabeyi ziyaret etmen(Hac yapman)” dır diye cevap verdi. O dam: “Doğru söyledin” dedi. Adam Hz. Peygamber’e tekrar: “Şimdi de bana imanı anlat” dedi. Hz. Peygamber: “İman, Allaha, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe iman etmendir, yine kadere, hayrına ve şerrine iman etmendir.” diye cevap verdi. Adam tekrar doğru söyledin dedi. “Peki ihsan nedir onu da anlat” dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber: “İhsan, Allaha, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir, Sen onu görmüyorsan da o seni mutlaka görüyor”. O Adam: “Doğru söyledin” dedi. Sonra Hz. Peygamber bu gelenin Cebrail olduğunu söyledi.(15) Taklidi ve tahkiki iman Belki, bugün en fazla, hassasiyetle üzerinde durulması gereken bir mesele bu. Alimler imanın bu yönünü, taklidi iman ve tahkiki iman diye iki bölümde incelemişlerdir. Allah şöyle buyuruyor: “Kim ihsan derecesine yükselerek özünü Allaha teslim ederse onun mükâfatı rabbinin katındadır” 16 B Mart B Taklidi iman: Bir insanın araştırmadan, incelemeden, duyduğu ve gördüğü gibi; doğup büyüdüğü çevreden etkilenerek, imani meseleleri, taklidi olarak kalben tasdik etmesi, inanmasıdır. Tahkiki iman ise: Araştırma, teferruatlı bir şekilde öğrenme neticesinde neden ve niçin lerin cevabına ulaşarak elde edilmiş bir imandır. Burada kuranın ve sünnetin aydınlığında, aklın kullanılması, iradenin, işin bizzat içerisinde olması söz konusudur. Tahkiki imanda sağlam bir şekilde ayaklar yere basmakta, kalple kabul gören imanın niye kabul gördüğü bilinmektedir. Tahkiki imanda bilmek vardır, anlamak vardır, akletmek vardır. Ancak taklitte, adından da anlaşılacağı üzere adeta başkalarının iradesine iradelerimizi bağlamak, onların onayladığını onaylamak, onların gördüğünü görmek, duyduğunu duymak vardır. Burada edata insani özellikler, üstünlükler devre dışı kalmaktadır. Allah muhafaza, bugün böyle bir Müslüman toplumda doğup büyümeseydik, acaba neyi taklit ederdik diye sormaktan kendimizi alamıyoruz. Böyle bir nimete kavuşmuş olmanın şükrünü de ihmal etmeden, küfrün, isyanın kol gezdiği, şeytanın ve havarilerinin her tarafta bütün oyunlarını sergilediği, dinimize diyanetimize, imanımıza her koldan saldırıldığı, atılan şüphe tohumlarının kök saldığı bir zamanda niye ve neden inandığımızı bilmeliyiz. Şunu unutmamalıyız ki bugün, hakkın ve hakikatin onurlu bir neferi olsak da, sahip olduğumuz imanın gücü, ancak bizim savuna bildiğimiz kadardır. Galipler galibi Allah’a inanmışız, ona imanı taklit edecek kadar bir gevşekliğin ve samimiyetsizliğin içerisinde olmamalıyız. Allah bizden kâmil bir mümin olmamızı istiyor. İhlasla samimiyetle yapılmış amel istiyor. Böyle bir payeye ulaşmak için, Allah’ın rasülü örnek alınmalı, O taklit edilmelidir. Çünkü Ona uymak bizzat Allah’ın emridir, O; yanılmaz, hata yapmaz, nefsinden konuşmaz, Allah’ın korumasında olan bir örnektir, önderdir. Ona uymak bizzat ibadettir, yeter ki ona uymak taklidi yani samimiyetsiz bir ittiba olmasın. Allah’ın veli kullarını taklit etmek, onları örnek almak ta kuru bir taklit değil, tahkike ulaşmanın, olgunlaşmanın, kâmil bir mümin olmanın vesilesidir; onlar; duymayan kulakların, duymasına, görmeyen gözlerin görmesine, katılaşmış kalplerin yumuşamasına, ıslah edilmemiş nefislerin ıslah edilmesine vesiledir. Taklit tahkike götüren bir vesile olarak görüldüğünde iyidir, yeter ki kuran ve sünnetin ölçü ve kurallarının dışına çıkılmasın, aksi takdirde bakışlarımız anlamsız, duyuşlarımız duyarsız, fikirlerimiz gayesiz, ibadetlerimiz lezzetsiz ve tesirsiz olur. Esas yaratılış gayemiz olan ibadette son derece ciddiyet sahibi olmalıyız, her şeyden önce ‘kendimiz’ olmalıyız. Hep ilerilerin hasretiyle bakışlarımızı hikmete döndürmeli, balların balını tatmalı, imandan tat alırken amelde zirvelere ulaşmalı, daha var mı çıkılacak yer, görülecek hakikat demeli, doydum, buldum, erdim dememeli; hallettim, çözdüm hatasına düşmemeli. Şunu unutmamak gerekir ki; biz amellerimizle değil, Allah’ın rahmetiyle muamele görüyoruz. Yeter ki oraya götüren vesilelere sıkı sıkıyla bağlanalım, o rahmet kapısının tokmağını vurmak için değil, açmak için vuralım. Evet, bu gün Müslümanların en büyük hastalığı, gayesi olmayan bir taklittir; adeta hastalık şeklini almış bir taklit... Küfürde ki, isyanda ki taklidin ne kadar tehlikeli olduğu herkes tarafından zaten bilinen bir gerçektir. Gördüğünüz gibi, bizim anlatmaya çalıştığımız, imanda ve teslimiyette yakalandığımız taklit hastalığıdır. İman taklidi olunca, insan neden ve niye inandığını bilemeyince, belki, bunun neticesi olarak amellerde ki taklitte kendini bariz bir şekilde gösteriyor. Böyle bir insan çevresindeki baskın kabul edilen görüş ve düşüncelerle ibadetleri değerlendiriyor. Bu öyle bir boyuta ulaşıyor ki, hurafeler din, bidatler ‘olmazsa olmaz’ yapılması gereken şeyler olarak algılanıyor. Mart B 17 B Bunlar dinin hayati önem arz eden emirlerinin önüne dahi geçiyor. Böyle bir insan toplumda bu gibi yerleşmiş algıların, davranışların, inançların kuranda ki ve sünnetteki karşılığını görüp araştırmak, doğrusunu bulmak yerine, eline ve gönlüne tutuşturulduğu şekliyle hayatına tatbik ediyor. Yine ibadetler arasında da gel gitler ve zıtlıklar yaşıyor. İmandaki bütünlükte problemler yaşadığı gibi ibadetlerde de her şeyi yerli yerine koyamıyor, ihlastan uzak, samimiyetten mahrum, şuursuz ve bilinçsiz bir ibadet anlayışıyla geçiriyor ömrünü. Bu nenle de kılınan namaz fuhşiyattan ve münkarattan alıkoymuyor, rükûdaki tevazu, secdedeki yakınlık bizi almıyor kucağına; namazla doymayan gönüller, gıybetle dedikoduyla hak hukuk ihlalleriyle boşandıkça boşanıyor. Oruçla mide boş bırakılırken, teslimiyetteki staj, talim fayda vermiyor, nimetin kıymeti, öğrenilemiyor, çehreler hala fakirlerin yokluklarına doğru dönmüyor; o oruç sabrı öğretmiyor, bizi tutmuyor; zekatla mallarımız temizlenirken, gönüldeki kirlilik hala devam ediyor, veren el olmakta bize ‘vermeyi’ sevdiremiyor. Hac temizlemiyor, bir ümmet olma şuuru aşılayamıyor. Kurbanla, kurbiyet peydah edilmeyince, kesilen sadece hayvan oluyor, nefis hala dimdik ayakta insanı kendine kul köle olarak kullanmaya devam ediyor. Evet, böyle bir anlaşılmazlığın girdabından kurtarmak için, özet olarak yapmamız gereken şey: ibadet ve itaatle kalpte ki imana takviye vermek, zikir fikir ve tefekkürle, tahkike ulaşmak, oradan da ıslah edilmeyen nefsi de ıslah ederek yekinle buluşmak, bilmediklerimizi de öğrenmek, bildiklerimizin hamalı değil uygulayıcısı olmak. Kamil imana ulaşmak Son olarak şunu da ifade etmeden geçemeyeceğim: tahkiki imana ulaşmak son nokta değildir, kamil bir mümin olabilmek için iyi bir mesafedir, ancak yeterli değildir. Bunun örneklerine yakinen şahit oluyoruz, nice insanlar var ki imani olarak bilinmesi gereken her şeye vakıflar, bilerek, görerek müşahede ederek inanıyorlar, ancak ibadetlerinde hala istenilen bir seviyeyi yakalayamamışlar. Bunun en önemli nedeni, nefisin imani meselelerde ikna edilmemiş olması. Tahkiki imanla beraber, nefisin imanı da önemli. 18 B Emmare seviyesindeki bu nefsi, mutmain bir nefis haline getirmek için ciddi bir gayret ve mucahede etmek, işin en önemli yanını oluşturmaktadır. Böye bir dereceye gelebilenler için yüce Allah şöyle buyuruyor: “Kim ihsan derecesine yükselerek özünü Allaha teslim ederse onun mükâfatı rabbinin katındadır”(16) Şu hadise de çok ibret verici ve imrendiricidir: Haris B.Malik el Ensari, Rasülüllahın yanından geçerken, “Nasıl sabahladın ey haris” diye sorar. Oda: “Hakiki bir mümin olarak sabahladım diye cevap verir”. Bunun üzerine Peygamber şöyle der: “Ne söylediğine bir dikkat et, muhakkak her şeyin bir hakikati vardır, peki senin imanın hakikati nedir” Haris şöyle cevap verir: “Nefsim dünyadan yüz çevirdi, gecemi uykusuz gündüzü susuz kaldım, sanki ben açık bir şekilde Rabbimin arşına bakıyor gibiyim. Ve yine ben, ziyaretleşen cennet ehlini ve bağrışan ateş ehlini görüyor gibiyim.” Bunun üzerine Peygamber üç defa: “Ey Haris sen arif olup bu işi bildin ona iyice yapış” diye buyurdu.(17) Allah bu işi bilenlerden ve muvaffak olanlardan eylesin.(âmin) imanlarıyla, amelleri arasında uyumu yakalayan, inandığı gibi görünen, taklitlerden hayatını kurtarıp tahkike ulaşan nefsinin imanını sağlayıp, tam bir teslimiyetle ihsan makamında ömrünü geçirebilen ve o hal üzerine emanetini teslim eden kullarından eylesin(âmin) Selam ve dua ile... ……………………………………............. 1( Nisa,36), 2(Hücürat,15), 3( Bakara,277), 4(Enam,82), 5(Bakara,161-162), 6( Feyzül Kadir,c. 1,s.,188), 7(Şirazi ve Deylemi, Hz Aişeden rivayet etmişlerdir), 8(Buhari,52; Müsli,1599), 9( Mükaşefetül gulup- Imam Gazali), 10(Bakara,8), 11( Hücürat 14), 12(Taberani,Mu’cemul-Evsat,hadis no.,5005), 13(Ebu Davut, Tirmizi), 14(Ali imran,102), 15( Müslim, iman,1,5,ı,37,40), 16(Bakara,112), 17(Taberani,3367) Mart Kadın Merhamet Pınarıdır Memduh ERGİN G kadına a d r a l yon üya televiz n ü erek g g r e t s Her ö ma eti g rlar. A n şidd o a y l ı ı n p a a s y n rini yapıla ecekle , l r i a b l e n y yayı önle m ar. Bu l r o yor. Ta y ü ı l l ı k n ü r a y a kö kü r. Çün daha d o ı y ş i ı l d n e ya sı vik . Ceza eta teş k d o a y e ı n s eza tersi uyok. C ı ğ ı l ğı olm ı ı l ş ı r c a ı r k ı bir u ayd lıyor. B ca da c a n ı k y r a a olm ına k lere ın yan n a lı aciz p l a a v Y a . r z yo da . a olan d m oluyor u r a r a du fl ı , zay oluyor Mart B eçtiğimiz günlerde Türkiye büyük bir travma yaşadı. Gençliğinin baharında bir genç kızımız vahşice katledildi. Özgecan kızımız hunharca öldürüldü. Bu vahşet karşısında herkes yüksek perdeden tepkilerini gösterdi ki haksızda sayılmazlardı. Herkes bir anda o kızın yerine kendi kızlarını koydular. Aynı vahşice ölüm benim kızımın başına gelseydi ne yapardım diye düşündüler. Düşüncesi bile insanı sarsmaya yetiyor. Ya o kızımızın o vahşice ölüm esnasında yaşadıkları duyguları. Allah kimsenin başına öyle bir bela vermesin. Ya bu işi yapan kişinin ruh hali. Allah’ım bir insan nasıl olurda bu kadar vahşileşir. Nasıl bir ruh halidir bu? Hepimiz bu olayların bir daha yaşanmaması için dualar ediyoruz. Bitsin artık bu vahşet diyoruz. Ama bitmiyor. Biz buna benzer bir vahşeti daha önce de yaşamıştık. Kobani gösterileri sırasında Yasin kardeşimiz de aynı vahşice duyguların kurbanı olmadı mı? Oldu. Demek ki bu işler bitsin, son olsun demekle son olmuyor. Bitmiyor. Demek ki bizler bir şeyleri yanlış yapıyoruz. 19 B Her gün televizyonlarda kadına yapılan şiddeti göstererek güya önleyebileceklerini sanıyorlar. Ama yanılıyorlar. Bu yayınlar, yapılan yanlışı daha da körüklüyor. Tam tersine adeta teşvik ediyor. Çünkü bir karşılığı yok. Cezası yok. Cezası olmayınca da caydırıcılığı olmuyor. Yapanın yanına kar kalıyor. Bu durumda olan da zavallı acizlere oluyor, zayıflara oluyor. Olaylar olduktan sonra çıkıyor süslü sözlerle tepkimizi ortaya koyuyoruz. Koyalım. Koyalım da sadece tepki koymak yetmiyor. Nasıl oldu da bu toplum nasıl bu hale geldi onu anlamaya çalışalım. Biz ki karıncayı bile incitmeyen, zavallıya, düşküne, âcize yardım etmeyi kendisine düstur edinmiş bir milletken vahşice insan öldüren bir topluma dönüştük. Milletimizin psikolojisi bozuk. Psikopat bir topluma dönüştük. Sürekli gergin haldeyiz. Sinir ve asabiyet yüklüyüz. Hiçbir şeye tahammülümüz kalmadı. İncir çekirdeğini doldurmayacak sebeplerden dolayı insan öldürebiliyoruz. Allah aşkına kartopu oynarken cam kırıldı diye insan öldürülür mü? Hep sonuçlar üzerinde duruyoruz. Sebepler anlaşılmadan yapılan sorunların üstesinden gelemeyiz. Önce bu toplum, bu insanlarımız nasıl bu hale geldiler, onu anlamaya çalışalım. Anladıktan sonra işimiz daha kolay. Doğru çözüm önerileri getirebiliriz. Nasıl bu hale geldiğimizin birçok nedeni var ve birkaç tanesini şöyle sıralayabiliriz. Bakın televizyon dizilerine topluma şiddet ve gerilim yüklüyor. Ana haber bültenleri başından sonuna iç karartıcı haberlerle dolu. Gazetelerin üçüncü sayfa haberleri cinayet sahneleriyle dolu. İletişim çağındayız, bilgiye çok çabuk ulaşıyoruz. İyi bir şeymiş gibi görünüyor ama aslında öyle değil. Bu tam bir medeniyet krizidir. Bu iletişim sayesine dünyadaki her şeyden haberdar oluyoruz. Dikkat edin haberdar olduğumuz şeylerin de büyük çoğunluğu kötü şeyler. İnsanın psikolojisini alt üst etmeye yeter. Bizim tekrar normale dönmemiz gerekiyor. Bunun için de şefkate ve merhamete ihtiyacımız var. Sevgiye, saygıya ihtiyacımız var. Hoşgörüye ihtiyacımız var. Bütün bunların kaynağı da İslam ahlakı ile ahlaklanmaktan geçer. Çünkü İslamiyet insana sevgiyi ve merhameti emreder. Şefkat ve merhamette kadın önemli bir yere sahiptir. Cenabı Allah erkeğe merhameti kadın vasıtasıyla vermiştir. “O’nun (varlığının ve kudretinin) delillerinden biri de: Kendilerine ısınmanız için, size içinizden eşler yaratması, birbirinize karşı sevgi ve şefkat var etmesidir. Elbette bunda, düşünen kimseler için ibretler vardır.”[2] Rum,21. Havva annemizin yani kadının yaratılışı ile ilgili çeşitli rivayetler vardır. Onlardan bir tanesi şöyledir. İblis’in Allah’a isyan edip, cennetten çıkarılışından sonra, Âdem (a.s) cennete yerleştirilir. Kendisi ile te- “Kadınlara iyi davranın, çünkü kadın kaburga kemiğinden yaratılmıştır. Kaburga kemiğinin en eğri kısmı üst tarafıdır. Onu doğrultmaya kalkarsan kırarsın, kendi haline bırakırsan sürekli olarak eğri kalır. O halde kadınlara karşı iyi davranın.” 20 B Mart B selli olacağı bir eşi olmaksızın yalnız başına bir süre dolaşır. Bir ara uykuya dalıp uyanınca başucunda, kendi türünden bir canlı görür. “Sen kimsin?” diye sorar ve “Bir kadın” cevabını alır. Daha sonra, kadına yaratılış nedenini sorar. Kadın; “Benimle teselli bulman için yaratıldım” der. Bu arada, yanlarına gelen melekler, kadının kim olduğunu sorarlar. Hz. Âdem, onun “Havva” olduğunu ve canlı bir şeyden yaratıldığı için, kadına bu adı verdiğini söyler. (İbn Kesir, Muhtasar Tefsîr, İhtisar ve Tahk. M. Alî es-Sâbûnî, 7. baskı, Beyrut 1402/1981, I, 112vd.) vara dönüşüyoruz. Peygamberimizin söylediği gibi: “Kadınlara ancak asalet ve şeref sahibi kimse değer verir. Onları ancak kötü ve aşağılık kimseler hor görür. [İ.Asakir] Allah’ın erkeklere bir emaneti olan kadınlara nasıl böyle davranıyoruz? İnsan emanetine ihanet eder mi? Oysa mensubu olduğumuz din ve bu dinin etrafında teşekkül eden medeniyetimiz kadını evimizin başköşesinde duran bir kristal çiçek gibi görür. Nasıl kristalin kırılmaması için özen gösterirsek, tıpkı kadını da kırmamak için öyle titiz davranırdık. Ama Kadının yaratılma hikmeti her ikisinin yani şimdi öyle mi? Alıyoruz elimize büyük bir hınçla yere hem erkeğin hem de kadının birbirlerini muhabbet- çalıp tuzla buz ediyoruz. Ve bundan da büyük bir zevk alıyoruz. Oysa mensubu olduğule, sevgiyle teselli etmesi, sukuta ermuz din ve onun eşsiz peygamberi dirmeleridir. Hayatı daha güzel ve Kadının erkeğin iki cihan güneşi peygamberimiz Hz. anlamlı yaşamaları içindir. İnsani Muhammet(sav) bu konuda ne builişkilerin sevgi ve merhamet temekaburga kemiğinden yurmuştur: line oturtmaları içindir. Bu anlamda yaratılmış olması kadın Allah’ın hikmeti olarak mersözde modernist kadın hametin kaynağı olarak yaratılmıştır. Ebû Hüreyre (r.a.), iki cihan hakları savunuculaİşte bugün yaşadığımız sorunların güneşi Hz. Peygamber (SAV) den rını rahatsız ediyor. üstesinden gelmemiz de kadınlarışöyle bir hadis nakletmiştir: “Kamızla tekrar merhamet noktasında dınlara iyi davranın, çünkü Böyle söylemekle güya buluşmamıza bağlıdır. Burada en kadın kaburga kemiğinden yakadını küçük düşürüönemli görev biz erkeklere düşüyor. ratılmıştır. Kaburga kemiğinin yormuşuz. Hayır, tam Allah’ın bir hikmeti olarak merhamet en eğri kısmı üst tarafıdır. Onu tersine kadını yüceltipınarı olarak yaratılan kadınlarımıza doğrultmaya kalkarsan kırarsın, yoruz. iyi davranalım. Onların kıymetini bikendi haline bırakırsan sürekli lelim. Bakın bizler onlarsız bir canaolarak eğri kalır. O halde kadınlara karşı iyi davranın.” (Buhârî, Enbiyâ, 1, Nikâh, 80; Müslim, Radâ, 60; İbn Mâce, Tahâre, 77; Dârîmî, Nikâh, 35; Ahmed b. Hanbel. V, 8.) Kadının erkeğin kaburga kemiğinden yaratılmış olması sözde modernist kadın hakları savunucularını rahatsız ediyor. Böyle söylemekle güya kadını küçük düşürüyormuşuz. Hayır, tam tersine kadını yüceltiyoruz. Burada kadının fıtratına vurgu yapılıyor. Nasıl kaburga kemiği çok hassassa kadında öyle hassastır. Onlar nazik ve zarif ruhlu insanlardır. Erkekle birbirini tamamlayan elmanın iki yarısıdır. Oysa sizler ne yapıyorsunuz? Kadını erkekleştiriyorsunuz. Kadını erkekleştirmek, erkek gibi düşünmek kadına yapılabilecek en büyük haksızlıktır. Onların omuzlarına kaldıramayacakları yükü yüklemektir. Bugün yaşadığımız temel sıkıntının sebebi kadını erkekleştirmektir. Kadın özgür değil. Ne zaman ki özgür kalır, asli fıtratına döner, işte o zaman bu millet huzura erer. Mart B 21 Ehl-i Sünnet Tasavvuru Dr. İhsan ŞENOCAK İ an, başlay e l y e k id ünnet , a ne dön ü ü t S ü i b l Eh bir , melle ıkıhta f a , e e v d r e ü k id tefekk siştur. A u l o yatta, r i a b v e r d i e tta, şen b iyetin m e, sana e d c e ı c l ı n has düşü yin atta,… s i t yatı ta k i a , h e t n t ı ’ e yas lam ji, nde İs ideolo i s e e n b ş u i ed her ş reptir. u tayin ş e B . r m i e d i ne d etmes ânzheb, e m e mek r i v b n i a n e r zam ne y de m’ı he a l s k şekil İ e e c c e l e i d b Sa ete atı yön y tır. a h a d kumak o n e d yeni 22 B slam coğrafyası yaklaşık iki asırdır akidede, ilimde, fikirde sürekli yeni sorunlar üreten bir kriz ikliminde kalmaya mecbur edilmiştir. Siyasi, ictimaî ve iktisadi buhranlara da kaynaklık eden bu iklim, İslam ümmetini metin ve şerh kitaplarını tarihî vesikalar niyetine okuyup tercüme eden gelenekçilerle, Batı’nın buyurgan aklının etkisinde kadimi reddeden modernistler arasında çare aramaya mahkûm etmiştir. İki zıt kutbun, “reddiye” zarfında yürüttükleri “karşılıklı itham savaşları” krizi her geçen gün daha da derinleştirmektedir. İslam ümmeti, tarihi süreç içerisinde günümüzdekine benzer krizler yaşamış fakat bunlar ulemanın ilmî birikimimizi ve tarihi tecrübemizi dikkate alarak yaptığı inşa faaliyetleriyle kısa zamanda aşılmıştır. Farklı medeniyetlerle “tedahül” neticesinde ortaya çıkan zihniyet kirliliğini, vahiy ortamında önce izale sonra ise asla uygun bir surette imar etmek olarak cereyan eden inşa, kriz dönemlerinde Ebû Hanife, İmam Gazzalî, İmam Rabbanî, Halid Bağdadî (rahimehumullah) gibi büyük ruhlu âlim- Mart B lerin delaletiyle “ne, niçin, nasıl anlaşılırsa muradı ilahiye muvafık olur?” sorularına cevap üretmiştir. Tabiûn kuşağından günümüze kadar farklı dönemlerde ve coğrafyalarda yaşayan münşî âlimlerin ortak özelliği krizi, vahiy ortamında kalarak yönetip-çözmeleridir. Bu durumun kavramsal ve kurumsal karşılığı olan “Ehl-i Sünnet”, tarihin bu en derin krizini aşabilmenin de yegâne yoludur. Ehl-i Sünnet’in yeniden inşası üzerinde isti’mali fikirde bulunabilmek için önce onun ne olduğunu, Müslümanların neden kendilerini “Sünnî” ya da “Ehl-i Sünnet” kavramlarıyla tanımladıklarını, Ehl-i Sünnet’in hangi alanlarda temsil imkânı bulduğunu, sosyal bir olgunun ürünü mü, yoksa İslam’ın yekün ifadesi mi olduğunu anlamak gerekir.[1] Bazı çağdaş araştırmacılar, Ehl-i Sünnet’in siyasî ve ictimaî gelişmelerin ürünü olduğunu, “bu durumu” algılayacak donanımdan uzak olan ulemanın ise onu İslam’ın yekün ifadesi olarak görme yanılgısına düştüğünü savunmaktadır.[2] Oryantalizm ise, İslam coğrafyasındaki büyük çoğunluğun Ehl-i Sünnet aidiyetini, İslam öncesi Arapların kültürleriyle münasebeti çerçevesinde tanımlamış ve bu çerçevede Sünneti, kendi varlık alanından koparıp -Kur’an-ı Kerim’in hakikati anlayamamanın gerekçesi olarak zikrettiği- atalar geleneğiyle ilişkilendirmiştir. Nitekim Montgomery Watt, göçebe Arapların hayatta karşılaştıkları zorlukları atalarının izinden giderek aşma anlamında kullandıkları “sünnet” kelimesinin, İslam toplumunda Hz. Peygamber’in Sünnetini takip etme şeklinde tezahür ettiğini söylemiştir.[3] Bu kurgu bazı müslümanları da etkilemiş ve İslamî nasslarda karşılığı “istikamet” olarak yer alan “Sünnete ittiba” tam aksi bir içerikte yorumlanmıştır. Bu noktada muasır bir araştırmacı şunları söylemektedir: “Arapların yaşantıları ve kültürlerinde önceden var olan, geçmişten gelenlere bağlılık anlamındaki sün- Mart B net telakkisi, dogmatik zihniyetin temsilcisi olan ulema tarafından Kitap, Sünnet, Sahabe ve Tabiûna ittiba şeklinde anlaşılmıştır.”[4] Ehl-i Sünnet’i dogmaların mecmuası olarak gören modernistler, son iki asırda yaşanan tüm krizlerin faturasını ona kesmiştir. Bu yüzden İslam Ümmetine önerdikleri gelecek tasavvurunun özünde Ehl-i Sünnet’ten kopuş vardır. Nitekim Hasan Hanefî’nin bu çerçevede kaleme aldığı eserlerin bir kısmının adı şu şekildedir: “mine’l-Akide ila’s-Sevra” (Akideden Devrime); “mine’n-Nassı ila’l-Vakı’” (Nastan Gerçeğe); mine’l-Fenâ ile’l-Bekâ (Yokoluştan Varoluşa); mine’n-Nakl-i ile’l-İbda’ (Nakilcilikten Yaratıcılığa). Buna göre, akideyi, nassı, yokoluşu ve nakilciliği Ehl-i Sünnet; devrimi, gerçeği, varoluşu ve yaratıcılığı modernizm temsil etmektedir. Merkez meselesini Ehl-i Sünnet’in teşkil edeceği bu makalede, önce mevzunun kavramsal tahlili yapılacak, ardından çağdaş bir müşkil olarak modernitenin mustagriblerin İslam algısına etkisi incelenecektir. Son alarak da akideden amelî boyuta kadar hayatın her şubesinde “Ehl-i Sünnet’in topyekün inşası nasıl olmalıdır?” sorusuna cevap aranacaktır. I. TARİHİ SÜREÇ Ehl-i Sünnet’in[5] kavram olarak ortaya çıkması ile alakalı esasta iki farklı görüş vardır. İslam ulemasının benimsediği birinci görüşe göre kavram, Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’e aittir. Ehl-i Sünnet’in sosyo-politik ortamın ürünü olduğunu iddia eden oryantalistlere ve onlarla fikir birlikteliği içerisinde olan müslüman araştırmacılara göre ise, “sunî” kelimesi ilk olarak hicri dördüncü asırda ya da daha sonraki bir zamanda kullanılmıştır.[6] Konu ile alakalı rivayet ve değerlendirmeler birinci görüşü teyit etmektedir. Zira Allah Resulü “Fırka-i Naciye (kurtulan fırka)”den bahsettiği bir hadisinde, kendisine yöneltilen soru üzerine kurtulanların, “cemaat”,[7] bir başkasında ise, “kendisi ve ashabının 23 B benimsediği yolda” sebat gösterenler olduğunu ifade etmiştir.[9] Buna göre “kurtulan”, zarurat-ı diniyye kapsamında değerlendirilen esasları kabul ederek Sahabe ve sevâd-ı azamın yolu üzerinde olandır.[10] Sahabe de kavramı aynı çerçevede kullanmıştır. Nitekim İbn Abbas (radiyallahu anh); “Nice yüzlerin ağardığı, nice yüzlerin de karardığı kıyamet gününü düşün.”[11] mealinde ki ayeti tefsir ederken, yüzleri ağaranların, “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat” olacağını belirtmiştir.[12] Tabiûnden el-Hasanu’l-Basrî (v. 110), Eyyüb es-Sehtiyanî (v. 131), etbau’t-tabiînden de Süfyân es-Sevrî (v. 161)[13] başta olmak üzere pek çok âlim Ehl-i Sünnet kavramını aynı anlam çerçevesinde kullanmıştır. [8] Yukarıdaki ifadeler Ehl-i Sünnet’in Eş’arî ya da Maturidî tarafından kurulan bir mezheb olduğu yönündeki iddiaları da reddetmektedir. Müctehit İmamların da “münşi” olmadıkları sadece mevcudu tedvin ve beyan ettikleri gerçeğini ifade noktasında İbn Teymiyye şunları söylemektedir: “Ehl-i Sünnet, Ebû Hanife, Malik, Şafiî ve Ahmed b. Hanbel yaratılmadan çok önce var olan mezhebin adıdır.”[14] Dış unsurların etkisiyle Hz. Osman devrinden itibaren kendini gösteren “fitne”, kısa zamanda Haricilik, Şia ve Mutezile gibi isimlerle kurumsal bir hüviyet kazanınca[15] büyük kopuşun ardından geride, ümmet yapısı içerisinde kalan bütünü kayıtlarla ifade etme ihtiyacı ortaya çıktı. Sünnetin bid’atin, cemaatin de bölünmenin karşıtı olması, Ehl-i Sünnet’in İslam’ın rükünlerini koruyan, ana bünyesine dahil olmayan unsurları da dışarıda bırakan bir kavram olarak iştihar (şöhret bulması) etmesine zemin hazırladı. Yani Sünnet ve cemaat kavramları İslam’ın ne olduğunu beyan etmenin yanında, İslam içerisinde farklı temayüllerle temayüz eden Harici, Şiî, Rafizî ve Kaderî gibi siyasi ve akidevî kopuş ve oluşların da hangi hususlarda inhiraf içerisinde olduklarını tespit etti. İlerleyen yıllarda fitne ve bid’at, akidevî ve ictimâî anlamda bir karışıklığı ve karşıtlığı anlatırken; Sünnet Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) gibi inanıp yaşamayı, cemaat ise ayrılmadan bütün içerisinde kalmayı ifade etti. Sünnet ve cemaatin; bid’at ve fitneyle tam bir zıddıyet içerisinde olması tarih boyu devam etti ve hâdise literatüre “Ehl-i Sünnet” ve “Ehl-i Bid’at” mezhepler olarak geçti. Modernist Müslümanlar tarafından, ötekileştirme olarak algılanıp eleştirilen bu tasnif, insanların hangi ölçüleri esas almaları durumunda müstakim olabileceklerini, nerede, niçin yer almaları gerektiğini belirlemelerine katkı sağladı. Yukarıdaki ifadelerin bir hulasası olarak Ehl-i Sünnet’i, Kur’an-ı Kerim ve Sünnet bütünlüğü içerisinde şekillenen, Sahabe tarafından da yaşanarak temessül eden “müesses İslam” olarak tarif etmek mümkündür. Nitekim müçtehit imamların kelam ve fıkıh meclislerindeki inşaî beyanlarından Ehl-i Sünnet’in İslam içinde bir bölünme olmadığı, bilakis hayatı Kur’an ve Sünnet’e göre tayin etmek olduğu anlaşılmaktadır. Bu durum, Ehl-i Sünnet’in vaz-ı cedide karşı devam-ı hal için yapılan keşf-i kadim olduğu yönündeki tezi desteklemektedir. Bu anlamda “Ehl-i Sünnet”, fırkalar mahşerine dönen İslam coğrafyasında hangi esaslar dahilinde Müslümanca var olunabileceğinin adresi olmuştur. Bu yüzden o, İslam içerisinde yeni bir oluşumun adı değil, İslam’a nisbet edilen inanış sistemleri içerisinde ya da “alternatif İslamlar” arasında Allah’ın indirdiği dinin kendisidir. Bu durumda Ehl-i Sünnet’i sosyo-politik şartların ürünü olarak göstermek mevcudu gerçeğe aykırı bir şekilde tanımlamak olur. “Ehl-i Sünnet, Ebû Hanife, Malik, Şafiî ve Ahmed b. Hanbel yaratılmadan çok önce var olan mezhebin adıdır.” 24 B Mart B Akideden Ameli Hayata Ehl-i Sünnet Ehl-i Sünnet, belli bir zümrenin adı olmaktan ziyade İslam’ın yekun ifadesi olduğuna,[17] bunun da fıkıh, tefsir, kelam, hadis, edebiyat, mimari gibi temel İslami disiplinlerde ve ictimaî hayatta farklı temsil alanları oluşturduğuna göre akidede ya da tefsirde “Ehl-i Sünnet’e göre…. “ diye başlayan bir ifade “İslam’a göre….” şeklinde başlayan bir ibareyle ayniyet arz etmektedir. Zira bu şekilde başlayan her hüküm Kur’an ve Sünnet’ten neşet eden, Sahabe tarafından uygulanma imkânı bulan bir rüknün arzıdır. Ehl-i Sünnet’e göre diye başlayan ifadeler aslında “münzel dine göre…” şeklinde anlaşılmalıdır. Bu durumu yanıltıcı bir beyan olarak görmek[18] ya bir algı yanılması ya da şuur kaybıdır. Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’in dini tebliğ ettiği ilk dönemdeki İslam algısı etrafında oluşturulan akidevî riskler, Ehl-i Sünnet kavramının iştihar döneminde de benzer yoğunlukta olmuştur. Müşrik kültür havzalarında üretilen ideolojilerin ihtiva ettiği tehlikeler müstakim âlimlerin Allah Resulü’nün ve Ashabının[16] sahih tevhit tasavvurunu esas alarak geliştirdikleri risk analizi yöntemleriyle tasfiye edilmiştir. Bu yüzden Ehl-i Sünnet kavramı ilk olarak akide alanında iştihar etmiş, zamanla Hanefîlik, Allah ResuMalikîlik, Şafiîlik, Hanbelîlik lü’nün İslam’ın gibi amelî mezhepleri de içine cahilliye kültüalarak, “fırâk-ı dalle/sapık harü ile sentezini reketler”e karşı “vahyedilen İslam”ın müesses hali olmuştur. reddetmesi gibi, Bu müesses hal neticesinde Kur’an’ı Ehl-i Sünnet de murad-ı ilahiye göre anlama faailiyeEhl-i Sünnet’e mensup müctemodern zihniyetti tefsir, Sünnet’i muhafaza ve rivayet hitlerin, asılda aynı olmakla beraber etmek hadis, tafsılî delillerden ameli le tedahüle karşı ictihadi hususlarda farklı mutalalara şer’î hükümleri bulup çıkarmak fıkıh, çıkar. sahip olmalarını onun standart bir imanın mahiyetine dair kabuller ve öğretisinin olmadığına gerekçe yapdüşünceler de kelam başlıkları almak[19] ya iradî bir yönlendirmeden tında teşekkül etmiştir. Zamanla ilim ya da âdem-i vukufiyetten kaynaklanmerkezleri kurumsal kimlik kazandı ve maktadır. İslami disiplinler kökleşti. Ulema halkla nass, devletle nass, harici siyasetle nass arasında nasstan hareketle Ehl-i Sünnet ulemasının Kur’an ve Sünnet çerçözüm ve çareler üretti. Ehl-i Sünnet ilmi disiplinlerle, fıkha, tefsire, kelama, fikre, sanata, mimariye, şiire ve çevesinde belirlediği esaslar, neyin “tekfir” mevzuu nesire dönüşerek hayatın her şubesinde muşahhas olacağı ya da olmayacağını beyan ederek ümmet arasındaki “temel ihtilaf alanlarını” ortadan kaldırbir hal aldı. mıştır. Abdulkâhir el-Bağdâdî, kimin “Sünnî” addedileceğini belirtme sadedinde bu esasları şu şekilde hulasa etmektedir: “Âlemin hadis olduğunu, onu yaratanın birliğini, kadim oluşunu, sıfatlarını, adaletini, hikmetini, hiçbir şeye benzemediğini kabul eden; Allah Resulü (sallalalhu aleyhi ve sellem)’in nübüvvetine, onun evrensel olduğuna, şeriatının ebediliğine, getirdiği her esasın hakikat olduğuna, Kur’an-ı Kerîm’in şer’î hükümlere kaynaklık ettiğine, Kabe’nin namaz için kıble olduğuna inanan ve bu inanca -kişiyi küfre sürükleyecek- bidat karıştırmayan mümine Sünnî denir.”[20] Ehl-i Sünnet’in İttifak Noktaları Mart B 25 B Ehl-i Sünnet - Sünnet İlişkisi Şia, Mutezile, Havaric gibi Ehl-i Sünnet dışı mezheblerin Sünnet’e tabi olma noktasında Ehl-i Sünnet’ten farklı olmadıklarını, dolayısıyla Sünnet’e bağlılık iddiasının Ehl-i Sünnet’le sınırlandırılmasının doğru olmadığını söylemek[21] pek çok yanıltıcı bilgiler ihtiva etmektedir. Zira söz konusu fırkalardan günümüzde en etkin olanı Şia, hadisleri Sahabe üzerinden reddetmiş pek çok Sahabeyi de tekfir ederek onların rivayetlerine itibar etmemiştir. Aynı durum Mutezile’yi teşkil eden isimler için de söz konusudur. Nitekim direkt olarak hadisleri reddedemeyen Mutezile en fazla hadis rivayet eden sahabeleri yalancılıkla itham etmiştir.[22] Ehl-i Sünnet’in Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’in Sünnetini takip eden büyük çoğunluk olduğu gerçeğini yanıltıcı bulan kimi araştırmacılar arasında bazı hadisçilerin de yer alması düşündürücüdür.[23] II. MODERN MÜŞKİL Ortaya çıkan ya da çıkacak olan sorunları Kur’an ve Sünnet’i esas alarak çözen, böylece de “sahih İslam”ın sürekliliğini temin eden Ehl-i Sünnet, ana bünyeyi muhafaza ederek sürekli bir var oluşu hedefler, hayatı, Kur’an ve Sünnet’e göre tayin eder. Bu yüzden İslam’ın ne olduğunu ya da ne olmadığını anlayabilmek için ulemanın İslam kelimesine düştüğü “Sünnet” ve “Cemaat” kayıtları her dönemde olduğu gibi günümüzde de hayati bir önemi haizdir. Ehl-i Sünnet, dış unsurları tasfiye etmeyi, inşanın hareket noktası olarak kabul eder. Bu yüzden onun önerdiği var oluşla modernitenin benimsediği sentez esasta birbirinden farklıdır. Birincisi İslam ümmetinin medeni birikimi ve tarihi tecrübesi içerisinde inşayı/var oluşu önerirken, ikincisi tedahülü tavsiye eder. İnşa ve tedahül Hz. Ali (radiyallahu anh) döneminden itibaren devam eden iki esas ameliyedir. Dolayısıyla mevzunun vuzuha kavuşması için inşa gibi, “fırak-ı dalle”nin ameliyesi olan tedahülün de günümüzde neye karşılık geldiğini ve bu karşılığın nasıl oluştuğunu bilmek gerekir. Kökleri itibariyle Batı’ya ait olan ya da Batı’da kurgulanıp İslam coğrafyasına uyarlanan modernizm, tedahülün muasır versiyonudur. Batı’ya ait bir kurgunun İslam’a uyarlanması, mevcut krizleri çözüp inşaî ruhu uyandırma yerine ilmî ve fikri enkazlara yeni harabeler eklemiştir. Batı, kurgusunu İslam coğrafyasına uyarlarken İslam’ı iman, ahlak ve ibadet esaslarından mürekkeb bir din olarak tanımlamış; Müslümanların siyasî, iktisadî ve ictimaî hususlardaki eserlerini ilgili alanların müzelerinde ya da kütüphanelerinde sergilenecek tarihî unsurlar olarak göstermiştir. Batılılar, Mısır gibi İslam ülkelerinde uyguladıkları eğitim sistemi vasıtasıyla -büyük çoğunluk tarafından- İslam’ın sadece belli ibadet, zikir ve ahlak nazariyelerinden ibaret bir din, Kur’an-ı Kerîm’in de teberrük için okunan bir kitap olarak algılanmasını başarmışlardır. Nitekim modern dönem İslam tasavvurlarından dinin hukuk, siyaset, edebiyat, sanat gibi siyasi ve sinaî boyutları hazfedilmiştir. Böyle- “Ehl-i Sünnet’e göre…. “ diye başlayan bir ifade “İslam’a göre….” şeklinde başlayan bir ibareyle ayniyet arz etmektedir. Zira bu şekilde başlayan her hüküm Kur’an ve Sünnet’ten neşet eden, Sahabe tarafından uygulanma imkânı bulan bir rüknün arzıdır. 26 B Mart B ce yegane iktisat, siyaset, eğitim nazariyeleri- çerçevede yakın tarihte, Batı düşüncesini eskinin tam nin mimarlarının Batılılar olduğu, bu yüzden aksi istikamette kurgulayan Descartes (1650), Spimüslüman alimlerin onları taklit etmekten noza (1677), Kant (1804) ve Hegel (1831) gibi hür başka çareleri olmadığı hissi uyandırılmıştır. olduğunu zannettikleri isimler aramışlardır. Batı’nın Okullarda İslam’ın ana mevzuları yerine -müs- her yaptığını doğru kabul etmekten ya da bir teşriklerin uydurduğu iftiralara dayalı- şüphe- şeyin doğru olabilmesi için Batı ile ayniyet arz ler esas konular olarak okutulmuştur. Dünya- etmesi gerektiği inancından kaynaklanan bu ya, medeniyeti Romalıların, insan haklarını arayış, müslüman modernisti meselenin esas Fransız devrimcilerin, demokrasiyi de İngiliz problemini görmekten mahrum bırakmıştır. halkının hediye ettiği, buna mukabil, İslam’ın Bu yüzden modernist, Mustafa Sabri Efendi, İmam “kadını erkeğin yarısı gören, ona yalnızca ev Kevserî, Yusuf ed-Dicvî gibi âlimleri varlık alanlarının ortamında bir yaşam vaat eden, zekât ve öşürle tam aksi istikametinde yani kriz üretme merkezinde insanların bir kısmının gelirini diğerlerine da- görür ve onlardan istifade edemez. Onun nazarında ğıtan, hırsızın elini kesen” bir sistem önerdiği, Keşmirî’nin söyledikleri lisans düzeyindeki bir oryantalistin ifadeleri kadar önem arz bununla da günümüz dünya sisetmez. Bu yüzden Arap olmayan ilatemleri içerisinde yer almasının hiyatçılar Batı dillerini öğrenebilmek imkânsız olduğu telkin edilmişiçin yoğun gayret sarf etmektedirler. tir. İslam Medeniyeti’ni kendi Ehl-i Sünnet’e göre [24] varlık ortamında öğrenme imkâdiye başlayan ifadeler nı bulamayan modernist müslüaslında “münzel dine Batı intelijansiyası, düşüncemanlar Batı’nın toplumsal kölegöre…” şeklinde anlayi kilisenin baskısından kurtarabillik sistemini sürekli kılabilmek şılmalıdır. Bu durumek için farklı modeller inşa etmek için, kendi sistemini mutlak zorundaydı. Zira mevcut dini yapı, doğru kabul ederek geliştirdiği mu yanıltıcı bir beyan ıslah kabul etmediğinden sorunları mücadele tarzını ıslahat reçeteolarak görmek[18] ya ancak onu reddederek azaltmış olasi olarak benimsemiştir. Sonuçbir algı yanılması ya caktı. Fakat İslam sahih bir din olduta göremeyen, düşünemeyen, da şuur kaybıdır. ğundan tarihi süreçte yaşanan krizdoğruları ancak Batı’nın değer ler yeniden ona dönmek suretiyle yargıları üzerinden belirleyen, aşılabilmiştir. Nitekim Ehl-i Sünnet’e İslam adına sadece tartışılan ya mensup büyük münşiler kriz ortamlada Batıların eleştiri için gündemde tuttuğu konuları bilen bir nesil oluşmuştur. rında, -yaşadıkları zamanı da dikkate alarak- Kur’an ve Sünnet’i yeniden okumuşlardır. Bu yüzden hale İslam medeniyetine karşı güven krizi yaşayan çare arayan Hegel eskiyi reddeder, Şeyhulislam Musbazı müslüman araştırmacılarda Batı’nın kıstasları- tafa Sabri Efendi ise kadimi yeniden okur. Hadisenin nı esas alarak İslam’ı okuma iştiyakı oluşmuştur. Bu bu boyutundan mahrum bir araştırmacı, Hegel’in kayıtlı olduğu düşünce kulübünde Şeyhulislam’ı bulamayınca o ve emsalinin tefekkürünü inkâr eder. Bizdeki redd-i kadimin özünde bu nev’i bir aramadan kaynaklanan yanılgı vardır. Müstakim ilim adamları mutlak doğruların yalnız Kur’an’a ve Sünnet’e ait olduğuna inandıklarından entellektüel birikimlerini de onları anlamaya adamışlar ve neticede bağımsız düşünürler olmaktan ziyade vahiy ortamında vahye bağlı mütefekkirler olmayı tercih etmişlerdir. Bu tercihi imanlarının bir gereği olarak yapmışlardır. Bu yüzden onları esasta birbirinden farklı şeyler söyleyenler olarak düşünmek var oluşlarına aykırıdır. Mart B 27 B Batı düşüncesini İslam coğrafyası şartlarında tercüme edip yeniden üretme ödevini üstlenen modernistler bu ameliyeleriyle şunu da telkin etmektedirler: Her şeyin en doğrusu Batı’ya aittir. Dolayısıyla ona entegre olmak tercih edilecek tek yoldur. Modernistlerin telkini neticesinde mustagribler arasında üç ayrı algı oluşmuştur. Birinci algının sahipleri bütünüyle dini reddetmiştir. İkincisi İslam’ı, Batı’nın tayin ettiği anlama disiplini çerçevesinde iman, ibadet ve ahlaktan müteşekkil bir din olarak algılamış, aklı esas alarak dini yenilenmeyi savunmuştur. Dini devletten ya da devleti dinden ayırmıştır. Üçüncüsü ise İslam’ı bir bütün olarak kabul etmiş fakat Batı’nın tenkitine maruz kalan recm, el kesme cezası, başörtüsü gibi hususları farklı yöntemlerle reddetme yoluna gitmiştir. Ehl-i Sünnet, dış unsurların tedahülü ile yaşanan ayrışma karşısında hayatı İslam’a göre tayin etme ödevini modernite karşısında da yaptı. Fakat oryantalist propagandanın etkisiyle varlık alanı, ya sınırlandı ya da yokluğa mahkûm edildi. Ana başlıkta üç, alt başlıklarda ise pek çok fırkaya ayrılan modern dönemdeki parçalanma Hz. Ali (radiyallahu anh) sonrası başlayan kırılmayla benzerlik arz etmektedir. Bu durumda, vahiy ortamında kalarak akideden ameli alana kadar hayatı İslam’a göre yeniden tayin etme zorunluluğu hâsıl olmuştur. III. YENİDEN İNŞA Bugün bütün İslam ülkelerinde, eğitim sistemleri, yönetim biçimleri, siyasi oluşumlar, iktisadi kurumlar, sanatsal aktiviteler, giyim tarzları, tüketim kriterleri esasta Batı’ya aittir. Ehl-i Sünnet, hayatın her şubesinde müessir olma refleksine ve kriz dönemlerinde yeniden İslam’a dönüşün tecrübesine sahip olması hasebiyle bugün yeniden okunmalıdır. Bunun ilk adımı “tevhid”in muhtevasını tahlil etmek olmalıdır. Ehl-i Sünnet varlığını iki rükün üzerine bina eder: “Lailahe illelah Muhammed Resulüllah.” Müslüman birinciyle bütün ilahları reddeder, ulûhiyeti, rububiyeti, iradeyi, hâkimiyeti sadece Allah Teâlâ’ya tahsis eder. Bu şekilde iman eden bir müminin hayatında vahiyden korunmuş bölgeler olmaz. O, akidede, 28 B amelde, ahlakta, siyasi duruşta, yaşayışta topyekun müslümandır ve İslam, hayatının her şubesinde müessirdir. Ehl-i Sünnet amelden mücerret bir iman nazariyesi değildir. Bu yüzden müslüman kimliğinin oluşması sürecinde akideyi ibadet ve fiilî var oluş takip eder. Yani o, ne tek başına akidevî bir nazireye ne de sadece ibadetler mecmuasıdır. Eğer bir mümin akidede ve ibadette müslümanca davranıyor, siyasi ve ictimaî hak ve sorumluluklarında ihtiyari olarak modern zihniyeti benimsiyorsa fiilî olarak İslam’ın varlığına dahil olmamış kabul edilir. Bu nev’î insanlar modern toplum içerisinde varlıklarını sürdüren nazariyât müslümanlarıdır. Hayatları gibi duygularını da modern toplumun iniş ve çıkışlarına göre belirlerler. Mesela faizi bir realite olarak gören ve bu doğrultuda ticari işlemler yapan müslümanın sevincine ve hüznüne faizdeki iniş ve çıkışlar tesir eder. Dolayısıyla nazariyât müslümanı kapitalist ya da sosyalist sistemi savunacak, onun için sevinecek ve üzülecektir. Entelektüel birikimini, tecrübesini hep onun daha iyi olması için harcayacaktır. Böyle bir inanış, parçacı olduğu gibi İslam toplum yapısının oluşmasını da geciktirecektir. Allah Resulü’nün İslam’ın cahilliye kültürü ile sentezini reddetmesi gibi, Ehl-i Sünnet de modern zihniyetle tedahüle karşı çıkar. Ehl-i Sünnet vatanda, ırkta, renkte ve dilde birlikteliğe karşı, akide ve amelde vahdeti önerir. Her toplumu, farklı renk, ırk, dil ve kültürleri içerisinde Müslüman olarak yeniden var eder. Ona, adı ümmet olan yeni bir kimlik verir. Kesrette vahdeti gerçekleştirir. Mart B Ehl-i Sünnet, insanı, şehvet gibi hayvanlarla ortak olan hususiyeti yerine iman ve ahlak gibi sadece ona has olan özellikleriyle yüceltir. her dönemde metin, şerh, haşiye, talik başlıkları altında eser telif eden fakihlerle pratik çözümlere dönüştürür. Müctehid sahabelerden günümüze kadar vahyi idrak edip hayata tatbik etme ameliyesi bu şekilde tahakkuk etmiştir. Leknevî, Keşmîrî, Kandehlevî, Mustafa Sabri Efendi, Kevserî (rahimehumullah) gibi ulu hocaların telakkileri de bu minvaldedir. Yani ders halkalarını ve telif edilecek eserleri, Nusûs-i İslâmiyyeyi ve mütûn-u mübârekeyi müesses kaideler çerçevesinde anlayacak ve bu güne aktaracak bir yapıda yeniden inşa etmek kaçınılmazdır. Bunun başarılmasıyla redd-i kadim ve gelenekçilik, târihî birer vâkıa haline dönüşecek ve Ehl-i Sünnet müessir olacaktır. Ehl-i Sünnet’in modern değerlerle iç içe olmayı reddetmesi, onların varlığını dikkate almaması şeklinde anlaşılmamalıdır. Bu gün bir medresede sanayi devrimi öncesi zamanlarda yazılan “muhalled” eserleri, dünyadaki değişimi görmeden okumak, Ehl-i Sünnet’in değil onu temsil makamında olduğunu zanneden insanların zafiyetidir.[25] Aslında bu durum dolaylı olarak modernizme hizmet etmektedir. Zira böyle bir din modern zamanda yaşayan bir insan için müesses bir nizam olmaktan ziyade tarihi değere sahip bir mefhum olarak algılanacaktır. İki asırdır pek çok yerde medreseEhl-i Sünnet lerin ibare okuma ve tercüme etme amelden mücerret bir merkezleri olarak faaliyet göstermesi iman nazariyesi değilaslında modernizmin planlayıcıladir. Bu yüzden müslürının da hedeflediği bir durumdur. İman, ibadet ve ahlak konularını man kimliğinin oluşihtiva eden “ilmihal” literatürünün ması sürecinde akideyi imamların da “başvuru kitabı” haibadet ve fiilî var oluş line dönüştürülmesi bu planın bir takip eder. Yani o, ne parçasıdır. Bununla İslam’ın, kul ile tek başına akidevî bir Allah arasında bir alana hapsedildiği nazireye ne de sadece dolayısıyla siyasi, ictimaî ve iktisadî ibadetler mecmuasıboyutlarının olmadığı ezberletilmekdır. tedir. Gerçekte ise Ehl-i Sünnet, fıkıh disipliniyle vahiy kıstasını esas alır ve fertten cemiyete, evden devlete bütün bir hayatın sorunlarını çözmeye talip olur. Bunu da na’da aksiyon Sonuç olarak, Ehl-i Sünnet, akideyle başlayan, tefekkür ve amelle bir bütüne dönüşen bir var oluştur. Akidede, fıkıhta, düşüncede, sanatta, edebiyatta, siyasette, iktisatta,… hasılı cemiyetin her şubesinde İslam’ın hayatı tayin etmesidir. Bu tayin ediş ne ideoloji, ne yeni bir mezheb, ne de meşreptir. Sadece İslam’ı her zaman ve mekânda hayatı yönetebilecek şekilde yeniden okumaktır. Bu anlamda Ehl-i Sünnet, Keşmirî ve Kevserî’de ilim, Necip Fazıl’da fikir, Ali Haydar Efendi’de zühd, II. Abdulhamid’te siyaset, İmam Şamil’de cihad, Hasan el Benolarak tezahür eder. ............................................................. Dipnotlar [1]- Bu sorular farklı kültür havzalarında neş u nemâ bulan zihniyetler tarafından birbirine tam aksi içerikte anlaşılma riskine sahiptir. [2]Mehmet Evkuran, Sünni Paradigmayı Anlamak, Ankara Okulu, Ankara, 2005, 99. [3]- W. Montgomery Watt, Modern Dünyada İslam Vahyi, ter. Mehmet S. Aydın, Hülbe Yay., Ankara, 1982, 56-57. [4]Kısmi tasarruf yapılarak alınmıştır. Sönmez Kutlu, “İslam Düşüncesinde Tarihsel Din Söylemleri Olgusu”, İslâmiyât Dergisi, IV, Ankara, 2001, sy., 4, 27-28. [5]- Bk. Ebû İshak İbrahim b. Musa eş-Şatıbî, elİ’tisâm, Beyrut, 1997. II, 509. [6]- W. Montgomery Watt ve Zeki Necib Mahmud’un değerlendirmeleri için bk. Watt, İslam Düşüncesinin Teşekkül Devri, 358; Dâru’n-Nedveti’l-Alimiyye, el-Mavsûatü’l-Müyessere fî’l-Edyân-i ve’l-Mezâhib, Riyad, 1424, II, 979. [7]- İbn Mâce, Fiten 17. [8]- Tirmzî, Îman 18. [9]- eş-Şatıbî, a.g.e., II, 458-538; Kevserî, a.g.m., 5-7. [10]- Muhammed Zahid Kevserî, “İftiraku’l-Ümme ala’l-Fırak”, (İsferâyinî’nin et-Tabsîr-u fi’d-Din adlı kitabının mukaddimesi), Kahire, ty. 6. [11]- Âl-i İmran (3): 106. [12]- Abdullah Muhammed b. Ahmed Kurtubî, el-Camiu’ li-Ahkâmi’l-Kur’an, Beyrut, 2000, IV, 107. [13]- Celalüddin es-Suyûtî, Miftâhu’l-Cenne fî’l-İhticâci bi’s-Sünne, Mısır, ty., 46; Ebû’l-Ferec İbnu’l-Cevzî, Telbîs-u İblîs, İskenderiyye, ty., 9- 10. [14]- İbn Teymiyye, Minhâcu’s-Sünneti’n-Nebeviyye, Dâru’l-Hadis, Kahire, 2004, II, 266. [15]- Muhammed Abdurrahman el-Mubârekfurî, Tuhfetü’l-Ehvezî, Kahire, 2001, VII, 54; Kevserî, a.g.m., 4. [16]- Bakara (2): 137. [17]- Fazlurrahman Mart B 29 Ehl-i Sünnet Çizgisinde Müstakim Duruşumuz-2 Yusuf KARAGÖZOGLU D n al e d di m e C a Misir’d mmed a a f h e u d Il k si M grenci ö e tilan “ v a l î s n a a b g Ef an urafind a t h ne, Su i u t e k e Abd har nde islah” î m lari içi â r l i n Is i s a ’in e ortay bistan d a n r i s A e i d ölg le ecid b N n reket i a a n h u i l k u b r’da ren e Misi v n llendi i a d k i çi r e ml n hhab’i r söyle e e v z l i n e d b . Ab arekemed b h ” m a k i h bîl Mu Vahha ir. “ ü g ü nmist e d k i yürütt l î e Selef tine d 30 B aha önceki yazımda Ehl-i Sünnet Çizgisinde Müstakim Duruşumuz-1 başlığıyla; Ehl-i Sünnet’ten ayrılan itikadi bozuklukları, sahabeye hakaretleri, Kuran’ın tahrifine yönelik şüpheleri ve sünni düşmanlıklarıyla bilinen şia ve şianın günümüzde temsilcisi olan zalim Esad’ın yanında yer alarak İran’ın ümmetin mazlumlarına yapılan zulümde ortaklığından bahsettik. Bu yazımdaysa, selefilik akımından ve bu akımın yansımalarından bahsedeceğim. Kökleri İbn-i Teymiyye’den Muhammed Bin Abdulvahab’a, Cemaleddin Afgani’den Muhammed Abduh’a kadar uzanan selefilik konusuna değinmek istiyorum. Bu selefilik çeşitlerinden birisi vahhabilik diğeri de neomuteziledir. Bu konuda Türkiye’de Ehl-i Sünnet’in müdafaalığını yapan keskin kalemlerden biri olan Ebubekir Sifil hocanın beyanatlarına yer vermek istiyorum. Ilk defa Misir’da Cemaleddin Efganî ve ögrencisi Muhammed Abduh tarafindan baslatilan “ Islâmî islah” hareketine, Suudi Arabistan’in sinirlari içinde bulunan Necid bölgesinde ortaya çikan Mart B ve Misir’daki hareket ile benzer söylemleri dillendiren Muhammed b. Abdilvehhab’in yürüttügü “ Vahhabîlik ” hareketine de Selefîlik denmistir. (Ebubekir Sifil - Selef ve Selefilik - Semerkand Dergisi) Şeri hükümlerde akıl ile nakil çeliştiğinde; mutezile akılla tevil ederek ifrata girerken, vahhabilik de nakle göre karar verdiklerinden tevil etmeden zahirine sarılarak tefrite girer. Öyle ki vahhabilik, Kuran’da ve hadislerde geçen yed (Fetih / 10, Sad / 75); vech (Rahman / 27), ayn (Taha / 39), istiva (Taha / 5), meci (Fecr / 229), ityan (Bakara / 210); nüzul (Buhari, Teheccüd, 14; Müslim, Salatul Müsafirin, 24 ) gibi Allah’ın haberi sıfatları konusunda zahire göre anlayıp tevil etmedikleri için teşbih ve tecsime düşerler. İşte Allah’ı yaratıklara benzettiklerinden ve cisim olarak tasvire yeltendiklerinden itikadi olarak müşebbihe ve mücessime ismiyle anılırlar. Halbuki, “Hiçbir şey O’nun benzeri değildir” (Şûrâ / 11) mealindeki ayeti esas alsaydılar; Cenab-ı Allah’ın tenzihi (selbi) sıfatlarından muhalefetun lil- havadis ve kıyam bi nefsihi sıfatları olduğunu dikkate alarak O’na organ izafe edip zaman ve mekan isnad etmeden, O’nu cisim ve şekle benzetmeden münezzeh tutarlardı. Zira haberi sıfatlardan; yed: nimet ve kudret, vech: zat ve vücud, ayn: basar, hıfz ve gözetim, istiva: istila, hakimiyet ve yücelik, meci: Allah’ın emrinin gelmesi, ityan: Allah’ın azabının gelmesi, nüzul: Allah’ın rahmetinin inmesi manasına tevil edilmiştir. (İbni Haldun, Mukaddime, II, 1093-1107) İbn Teymiyye’nin görüşlerinden ilham alınarak İbn Abdulvahhab’a nispet edilerek ortaya çıkan, fıkıhta genelde Hanbeli mezhebi meşrepli olan Vahhabilik zamanla Suudi Arabistan Krallığı’nın resmi mezhebi haline gelmiştir. Kendilerinden olmayanları tekfir eden vahhabiler Allah’a mekan isnad eder, kabir ziyareti ve şefaati şirk sayar, böyle yapanları müşrik olmakla itham ederler. Ayrıca tasavvufa düşman olan vahhabiler, keramete inanmaz, inkarcı kafirlerin cehennemde sonsuz kalmayacaklarını iddia ederler. Vahhabilerin ileri gelenlerinden Muhammed bin Salih el Useymin kabir ziyaretiyle ilgili şöyle demiştir: “Peygamber’in kabri olsa da kadınların kabir ziyaretine gitmeleri haram olup büyük günahlardandır.” (Fetavi Muhimme, syf, 149-150,) Useymin’in bu görüşlerine reddiye olarak İmam İbn-i Kemal’in bu konudaki değerlendirmelerine yer vermek isityorum. İmamlarından Kemaluddin İbn Humam Fethul Kadir kitabında Rasulullah s.a.v in kabrini ziyaret edenin yapması gereken amelleri aktarırken peygamber alehiselamın şefaati hakkında şöyle söylüyor: Nebinin (a.s) huzurunda olmasıyla tevessül ederek yüce Allahtan ihtiyacını talep eder. Meselelerin en büyüğü ve en ehemmiyetlisi ise hayırlı ölümü, Allahın rızasını ve bağışlanmasının istenmesidir. Sonra Nebi (sallallahu aleyhi vesellem)’ den şefaat isteyerek şöyle der ; Ey Allahın Rasulu senden şefaat istiyorum.Senin dinin ve sünnetin üzre Müslüman olarak ölmem için Seninle Allaha tevessül ederim. (Kemaluddin İbnu Humam Fethul Kadir lil Acizil Fakir 3/169) Abdul Aziz bin Baz ise mekan isnadıyla ilgili olarak şöyle demiştir: “Allah zatiyle Arşın üstündedir”. (Hac Dergisi Yıl 49 11. bölüm 1425 H. Mekke. S:73–74) Allah’ın sıfatlarını olduğu gibi alıp zahirine yoran İbn-i Baz’ın bu görüşlerinin tutarsızlığını ve şeriate aykırılığını yukarıda İbn-i Haldun’un görüşlerinden alıntı yaparak açıkladığımdan tekrar bu konuya girmek istemiyorum. Kafirlerin cehennemde sonsuz kalmayacaklarını iddia eden İbn-i Teymiyye’nin görüşlerini paylaşmak istiyorum. İbni Teymiyye, er-Redd alâ Men Kâle bi Fenâi’l-Cenneti ve’n-Nâr ve Beyânu’l-Akvâl fî Sonra Nebi (sallallahu aleyhi vesellem)’ den şefaat isteyerek şöyle der ; Ey Allahın Rasulu senden şefaat istiyorum.Senin dinin ve sünnetin üzre Müslüman olarak ölmem için Seninle Allaha tevessül ederim. Mart B 31 B Zâlik (Muhammed b. Abdillah es-Semherî tahkikiyle, Dâru Belensiye, Riyad-1415/1995) isimli risalesinde kâfirlerin Cehennemde sonsuz kalacaklarını inkâr etmiştir. İbn-i Teymiyyenin bu görüşünü talebesi İbn-i Kayyım el- Cezviyye ve sonraki Nasıruddin Elbani gibiler dillendirmişlerdir. İbn-i Teymiyye de “Şu halde Cehennem’in son bulacağına Kitap, Sünnet ve Sahabe akvaliyle ihticac edil(ebil)irken, Cehennem’in baki olacağını söyleyenlerin elinde ne Kitap, ne Sünnet, ne de Sahabe akvalinden bir delil vardır ” demiştir. Takiyyüddin es-Sübkî, İbni Teymiyye’nin bu görüşlerini çürütmek için el-İ’tibâr bi Bekâi’l-Cenneti ve’nNâr adlı eser ortaya koymuş, Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi de, Cehennem azabının kâfir ve müşrikler için ebedi değil geçici olduğunu savunan Kazan’lı Musa Carullah Bigiyefin yazmış olduğu Rahmeti İlahiye Bürhanları adlı eserine reddiye olarak Yeni İslam Müctehidlerinin Kıymet-i İlmiyesi kitabını yazmıştır. Cehennemin sonsuz olduğuna dair ayetlerden bazısı şöyle : “Şüphesiz suçlular cehennem azabında devamlı kalacaklar. Azapları hafifletilmeyecektir. Onlar azap içinde kurtuluştan ümit kesmişlerdir.” (Zühruf Sûresi /74–75) “Şu muhakkak ki, Allâh kâfirleri rahmetinden kovmuş ve onlara çılgın bir ateş hazırlamıştır. (Onlar) orada ebedî kalırlar ve ne bir dost bulabilirler, ne de bir yardımcı.” (Ahzâb Sûresi /64–65) bu ayetlere ilaveten Cin Sûresi /23,Mâide Sûresi /37,Fâtır Sûresi /36, Secde Sûresi /20, Bakara Sûresi /81, Nisa Sûre¬si / 168–169, Enbiyâ Sûresi/ 98–99 ve daha birçok ayet-i kerime ve mutevatir hadis (Müslim, Kitâbü’l-Cennet:¬13, no:2849, 4/2188; Buhârî, Tefsîr:221, no:4453, 4/1760; Tirmizî, Kitâb-u Tefsîri’l-Kur’ân, Hadis no:3156, Taberânî, el-Mu‘cemü’l-Kebîr, no:10384, 10/179-180) cehhenemin sonsuz olduğuna, ebedi olduğuna kati delildir. Bu kati nasslarla beraber Sahabe, Tabiin ve Mezhep imamlarının bu konuda icması vardır. Değerli alimlerimiz cehennemi sonsuz olmadığını söyleyenlerin küfre gi- Bu işin özü safsata, sonu zındıklıktır. Çünkü müctehid imamların sözleri, nefy ve isbat arasında gidip gelmekte olduğundan hem nefy hem de isbatın aynı anda bir doğru üzerinde buluşmaları mümkün değildir. 32 B receklerini belirtmişlerdir. Bununla ilgili olarak Kadızade Ahmed Efendi şöyle demiştir: “Cennet ve Cehennem ve içlerinde bulunanlar sonsuzdurlar. Bunun aksini söylemek küfürdür. Allahü teâlâ bizi bundan korusun.” (Birgivi Vasıyetnamesi Şerhi, Bedir Yay., s. 124) Zahid el-Kevseri de : “Cennet ve Cehennem’in ya da bunlardan birisinin baki olduğunu inkar edenlerin tekfiri, Ehl-i Hakk’ın icmâ’ına dayanır.”(Makalat, 377) “Cennet ve Cehennem’in baki olduğu hususu Kur’an, sünnet ve yakini icma ile sabittir.”(Makalat, 450) demiştir. Şüphesiz icma-ı ümmete muhalefet edip Ehl-i Sünnet’in müstakim yolundan ayrılıp kendi bidat görüşleri ardınca gidenler, Peygamber’e karşı çıkar, ve müminlerin yolundan başkasına uyarsa(Nisa 115) ayetinin hükmüne girmiş olurlar. Bilelim ki, kurtuluş yolu ayet ve hadisleri en iyi anlayan sahabe, tabiun ve müctehid imamların yoludur, Allah muhafaza diğer tüm yollar biz bidat çukuruna yuvarlar. Şimdi de vahhabilik çizgiindeki selefilik anlayışından sonra Afgani-Abduh çizgisindeki selefilik (neo-mutezile) anlayışını açıklamak istiyorum. Neo-mutezile çizgisi tek bir mezhebe bağlı olmayı reddedip bütün fikhî mezhepleri birleştirme (“Telfîk-i Mezâhib”) amacı taşır. Tıpkı islami vahdet adı altında şianın kendi doğrularını sünnilere kabul ettirme amacıyla ortaya çıkardığı “et-Takrib beyne’l-Mezahib” (mezhepleri birbirine yaklaştırma) projesi gibi. Telfik (mezhepleri birleştirme) yapmak, Kasım b. Kutlubuğa, İbn-i Hacer Heytemi, Remli, Ömer B. Mart B Nüceym ve İbni Abidin’in de aralarında bulunduğu çok sayıda muhakkik fakihin icmasına göre mutlak haramdır. Böyle yapmakla telfikin önünün açılmasıyla büyük günahlara meşruiyet kazandırılır. terirler: “Şu dinlerini parça parça edenler ve kendileri de grup grup ayrılmış olanlar var ya, (senin) onlarla hiçbir ilişiğin yoktur.” (En’am / 159) “Dinlerini darmadağınık edip grup grup olan kimselerden olmayın. (Ki onlardan) her bir grup kendi katındaki (dinî anlayış) ile sevinip böbürlenmektedir.” (Rûm / 31-32) Bununla da kalmazlar; ayrıca Peygamberimizin (s.a.v) mezhebinin olmadığını bu yüzden sonradan çıkan mezheplerin bidat olduğunu idddia ederler. Böyle bir davranış fıkhın kısmen yada tamamen bozulmasına sebebiyet verir ve haramların mübaha dönüşmesine yol açar. Örneğin bekar bir kadınla gayrimeşru bir şekilde birleşmek isteyen kişi; telfik yaparak İmam-ı Azam’ın nikahta veliyi zorunlu görmemesinden hareketle velisiz, İmam Malik’in şaMezheplerle ilgili bu açıklamalardan sonra avahitleri şart koşmamasını taklit ederek şahitsiz nikah mın mezhep imamları olan müctehidlere uymasını akdetse akdi batıl olur. Çünkü yeni icat edilen bu hüküm yapılmak istenen zina için takdir edilen meş- emreden ayetleri delil olarak vermek istiyorum. Usul alimlerinin çoğu bu ayeti (Nahl suresi ruiyet kılıfıdır. Ve şeri hiçbir dayanağı 43.ayeti) mukallidlerin müctehidleri yoktur. (Hakk Dinin Batıl Yorumtaklid etmesine dayanak olduğunda larına Cevaplar Misvak neşriyat, Ahmed Davuittifak etmişlerdir. “… Eğer bilmiSayfa; 142; Muhammed İbradoğlu merhum, yorsanız bilenlere sorun.” (Nahl / 43) him Hafnâvî, Tabsirü’n-Nüceba onun için, “Seyyid bi Hakikati’l-İctihad ve’t-Taklîd “Müminlerin hepsinin birve’t-Telfik ve’l-İftâ, Darü’l-HaKutub bir ediptir, den topyekün savaşa katılmaladis, Kahire, 1995, s.270, 281, biraz dini kültürü rı uygun değildir. Her kabileden 282; Muhammed Saîd el-Bâni, vardır. Sözü dinde bir kısım insanlar din ilimleUmdetu’t-Tahkîk fî’t-Taklîd, Dirinde derinleşmeli ve kabileleri sened olamaz. meşk, 1341, s.101) savaştan dönüp gelince onları Çünkü, (icazetli) uyarmalıdır ki, böylece Allah’ın Mukallidlerin (bir mezhebe din alimi değildir” azabından sakınırlar.” (Tevbe mensup olanların) tek bir müctehide demiştir. /122) ayetindeyse Cenab-ı Hakk bağlı olmadan herhangi bir mezhep müminlerin toptan savaşa gitmeyip müctehidinin ruhsata uygun olan müminlerden bir kısmının geride kasözlerini alması keyfinin istediğini lıp dini ilimlerde derinleşmesini emrediyapmakla eş anlamlıdır. Böyle davranmak mutezilenin görüşleri arasındadır, asıl olan mukallidlerin yor, böylelikle dini ilimde derinleşenler, savaşa giden muayyen bir mezhebe bağlanıp bu mezhep mücte- müminler döndüklerinde onları uyarsınlar. hidinin fetva ve ictihadlarına uymasıdır. Bir müctehide bağlı olmaksızın, maslahatına uygun olarak (işine geldiği zaman) herhangi birinin sözleriyle amel etme hususunda İmam Ebu İshak el - İsferayini şöyle demiştir: Bu işin özü safsata, sonu zındıklıktır. Çünkü müctehid imamların sözleri, nefy ve isbat arasında gidip gelmekte olduğundan hem nefy hem de isbatın aynı anda bir doğru üzerinde buluşmaları mümkün değildir. (Mezhepsizlik Dinsizliğe Köprüdür / Muhammed Zâhid el-Kevserî) Nitekim yalnız müctehidlerden birinin mezhebine uyan, onu taklid eden kimse şeri mesuliyetten kurtulmuş olur, isterse müctehid hata etsin yada etmesin. Eğer hata ederse, bir ecir isabet ederse iki ecir alır. Mezheplere bağlananları kör taassup sahibi olmakla itham edip sapkınlıkla suçlayan mezhepsizler, şu ayeti delil gös- Mart B “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Peygambere itaat edin ve sizden olan ulü’l-emre itaat edin. ” (Nisa / 59) Ayette geçen “ulü’l-emr” tabirinden kasdın âlimler olduğu Kur’an’ı en iyi anlayan İbn-i Abbas, Cabir İbni Abdullah, Mücahid, Hasan, Ata ve birçok âlim tarafından rivayet edilmiştir. İmam Kurtubi, tefsirinde İmam Malik’in de aynı görüşte olduğunu nakleder. İmam Dahhak’a göre de ulü’l-emr; dini en iyi bilen fıkıh âlimleri olarak mana verilirken, Celalettin Suyuti “Itkan” adlı eserinde ulü’l-emre din ve fıkıh âlimleri manasını vermiştir. Allah Resulü, Sahabeden Muaz bin Cebel’e kitap ve sünnette delil bulunmadığında kendi reyiyle, yani kendi ictihadıyla karar vermesine izin vermiştir. Nitekim Peygamberimiz aleyhissalatu vesselam, Muaz 33 B bin Cebel’i, İslâm’ı anlatıp öğretmek ve Kur’an-ı Kerim’i ezberletmek üzere, Hicretin dokuzuncu yılında Yemen’e göndermişti. Yolculuk öncesi Hz. Peygamber’le aralarında geçen konuşmayı Muaz (R.a) şöyle anlatır: “Allah Rasûlü beni Yemen’e gönderirken şöyle dedi: “Sana bir mesele sorulduğunda ne ile hükmedeceksin Ben: “Allah’ın kitabındakilerle” diye cevap verdim. “Eğer Allah’ın kitabında bulamazsan ne ile hükmedeceksin?” dedi. “Allah Rasûlü’nün hükmettiği ile”, dedim. “Eğer onda da bulamazsan?” dediğinde: “Kendi reyimle içtihad ederim, diye cevap verdim. “Bunun üzerine Allah Rasûlü: “Nebisini, razı olduğu şeyde başarılı kılan Allah’a hamdolsun” dedi. Ve Yemenlilere, size ashabımdan ilmi ve dini en iyi bilen hayırlı bir kimseyi gönderiyorum diye bir de mektup yazdı. (İbn Sâ’d, Tabakât, III, 583-590; Tirmizî, Ahkâm: 3; Ebû Dâvud, Akdiyye: 11; İbni Mâce, Menâsik: 38.) Bugün fıkhi konularda mezheplere uymayıp kendi aklınca gidip hevai yorumlarıyla mesnedsiz açıklamalar yapan, o konudaki kesin nassları ve ümmetin din büyükleri olan selefi salihinin görüşlerini hiçe sayıp mezhep imamlarına uymayı bağnazlık olarak görenlerin kulakları çınlasın. Dört mezhebe uymayı taassupluk olarak adlandıranlar bilmelidirler ki, Sahabe ve Tabiin devrinde halkın sordukları sorulara cevaben verilen fetvalara ve şeri hükümlere uyma konusunda kimse tereddüt etmediği gibi bunu taassup olarak algılamamıştır, bu konuda icma-ı ümmet vardır. Sahabe devrinde fıkıh, rivayet ve delillerden hüküm çıkarma melekesine sahip belli ve sınırlı sayıda sahabe fetva verirdi. Bunların en meşhurları dört halife, Abdullah b. Mesud, Ebu Musa el- Eş’ari, Muaz b.Cebel, Ubey b. Ka’b ve Zeyd b. Sabit radıyallahu anhum hazeratıdır. Bu zatların görüşlerini, mezhep- lerini ve fetvalarını taklid edenler ise hadsiz, hesapsızdır. Tabiin zamanında ictihad halkası genişlemiş, bu devirde müslümanlar sahabenin izlediği aynı yolu izlemiş, ancak ictihad; rey ve hadis mezhebi olmak üzere başlıca iki mezhepte kendini göstermiştir. Rey mezhebinin Irak’taki temsilcilerinden bir kısmı şu zatlardı: Alkame b. Kays en - Nehai, Mesruk b. El- Ecda el – Hemedani, İbrahim b. Zeyd en- Nehai ve Said b. Cübeyr. Irak ve çevresinde bulunan insanlar bu mezhebi taklid ederler ve buna herhangi bir şeklide karşı çıkmazlardı. Hadis mezhebinin Hicaz’daki temsilcilerinden bir kısmı da şu zatlardı: Said b. El - Müseyyeb el Mahzumi, Urve b. ez Zübeyr, Salim b. Abdullah b. Ömer, Süleyman b. Yesar ve Nafi Mevla Abdullah b. Ömer. Hicaz ve çevresindeki insanlar ise reddetmeksizin bu mezhebi taklid ederlerdi. (Mezhepsizlik Bid’attır; Syf, 109-110 / Said Ramazan El-Buti) Tekrar neo - mutezili selefilik düşüncesinin temsilcisi sayılan Muhammeed Abduh hakkındaki değerlendirmeleri aktarmaya çalışmak isityorum. Şeyhulİslam Mustafa Sabri Efendi, Mevkıf-ul Akli vel İlmi adlı eserinde Abduh için şöyle demektedir: “Abduh’un tuttuğu bozuk yolun hülâsası şudur: Ehl-i sünnet îtikâdı üzere tedrisât yapmasıyla tanınmış olan Ezher Üniversitesini karıştırıp Ezherlilerin çoğunu adım adım dinsizlere yaklaştırmış, ama dinsizleri bir adım Seyyid Kutub’un akidesi tam netleşmediği için ilk döneminde Fizilal-il Kuran’ın tefsirinde akideye uymayan birtakım yanlış görüşleri olmuştur. Fakat daha sonraki döneminde sağlam bir akideye sahip olduğu zaman Yoldaki İşaretler adlı kitabı yazmış, hapishane hayatında Fizilal-il Kuran’ı 13. cüze kadar tekrar gözden geçirmiştir, 34 B Mart B bile dîne, yaklaştırmamıştır. Hocası Cemâleddîn Efgânî vâsıtasıyla Ezher’e masonluğu sokan odur. Nitekim bir takım yanlış işlerin revaç bulması husûsunda Kasım Emînî’yi teşvik eden de odur...” lanarak talebesi Reşid Rıza’yla çıkardığı Menar Tefsiri’nde Fil suresini tefsir ederken, mucizeye inanmadığı için bu surede adı geçen ebabil kuşlarını sivrisinek, attıkları taşları da mikrop diye tefsir etmiştir. Maalesef Seyyid Kutupta bu akımdan çok etkilenmiş olduğu için Fizilalil Kuran tefsirinde mutezili akımın etkisini görmek mümkündür. Tabi men belirtelim rahmetli Seyyid Kutup sonraki yıllarda bu düşüncelerinden sıyrılarak vazgeçmiştir. Allah (c.c), İsa aleyhisselâmın öldürülmediğini, asılmadığını Kur’ân’ı Mubin’inde açıkça bildirdiği halde Seyyid Kutup buna muhalefet edere şöyle demektedir: Yine Muhammed Abduh, Mısır müftüsüyken kendisine teklif edilen istinaf mahkemesi müsteşarlığını da kabul etmiştir. Hatta hakkında bazı kimseler : ‘’ Şeyh burada şeriat kanunu ile, orada Fransız kanunu ile hükmediyor!’’ demişlerdir. Mustafa Sabri Efendi merhum da şöyle der: bunda şaşılacak bir cihet yok! çünkü şeyh camid (donuk ) ulemadan değildir. Üstelik müçtehittir, şeriat kanunu ile Fransız kanunu“Hazret-i İsa’nın vefatından sonra kaleme nu biraraya getirerek ikisi ile de amel etmeye, ona alınmış bu incilerde…”( Fizilâlkuran içtihadı müsaade etmiştir. Lakin bir tefsiri, Maide süresinin 115. ayet-i islam müftülüğünde Allah’ın indirdikerimesini tefsir ederken yazmış). ği kitapla fetva veren, istinaf mahkeakideye ters düHalbuki ayeti kerimede çok açık mesinde Allah’ın indirmediği ile hükşen düşünce ve göve anlaşılır bir şekilde İsa Aleyhismeden Şeyh Muhammed Abduh’un rüşleri ayıklamış, selam’ın öldürülmediği belirtiliyor. islam’da Ebu Hanifete’n Numan’ın Nisa suresi 157. Ayetinde: “ O’nu fakat tamamını haiz olduğu gibi ictihat rütbesini haiz öldürmediler ve asmadılar”düzeltmeye ömrü bir imam olması, din ve ilim namıbuyruluyor. Ahmed Davudoğlu yetmeden kafir na, fazilet, adalet ve emanet namına merhum, onun için, ”Seyyid Kutub zulümdür; haramdır’ !Ebu Hanife ki, Mısır yönetimi bir ediptir, biraz dini kültürü vardır. hapishanede ölmüş, vera ve takvası tarafından hapisSözü dinde sened olamaz. Çünkü, Abbasi Halifesi Cafer-i Mansur za(icazetli) din alimi değildir” demiştir. hanede asılarak manında şeri kadılığı kabule müsaa(Ahmed Davudoğlu, Dini Tamir şehid edilmiştir. de etmemiştir.’’ (Ahmet DavudoğDavasında Din Tahripçileri) lu - Dini Tamir Davasında Din Tahripçileri- Sayfa, 130) Seyyid Kutub’un akidesi tam Muhammed Abduh müslümanların gerilemesinin nedeni olarak dini (kendi tabirleriyle geleneksel din) görecek ki, zorlama tevillerle aklı ve bilimi kul- netleşmediği için ilk döneminde Fizilal-il Kuran’ın tefsirinde akideye uymayan birtakım yanlış görüşleri olmuştur. Fakat daha sonraki döneminde sağlam bir akideye sahip olduğu zaman Yoldaki İşaretler adlı kitabı yazmış, hapishane hayatında Fizilal-il Kuran’ı 13. cüze kadar tekrar gözden geçirmiştir, akideye ters düşen düşünce ve görüşleri ayıklamış, fakat tamamını düzeltmeye ömrü yetmeden kafir Mısır yönetimi tarafından hapishanede asılarak şehid edilmiştir. Seyyid Kutub’un “İslam’da Sosyal Adalet” adlı eserinde Hz. Osman ve Hz. Muaviye hakkındaki bazı sözlerine de burada bir açıklık getirmek istiyoruz: Seyyid Kutub’un akidesi netleşmeden önce yazmış olduğu, akideye ters düşen yazı ve sözleri sanki müslüman olduktan sonrada aynı düşüncedeymiş gibi insanlara yaymaya çalışan ve ona reddiyeler yazanlar; her iki dönemini de bir birinden ayırmadan reddiye yazıp kendisini tekfir etmişlerdir. Seyyid Kutub bu Mart B 35 eserini 1946’da yazmaya başlayıp 1948 de bitirmiştir. Eseri çok rağbet görmüş zamanla, İngilizce, Fransızca, Almanca, Türkçe ve Farsça’ya tercüme edilmiştir. Bu eserin ilk baskılarında Hz. Muaviye ve onunla birlikte bulunan sahabe-i kiram ile Hz. Osman’ı tenkit eden sözler sarf edilmiştir. Bu sözlerinden dolayı Allame Mahmud Şakir ve diğer bazı ilim adamları tarafından tenkit edilmiştir. Kutub, sağlığında bu konudaki yanlışlarını bizzat kendisi düzeltmiş ve adı geçen kitabın altıncı baskısında tenkit konusu sözleri tamamen çıkarmıştır. Kitabın son şekli 1964’te basılmıştır. (Salah Abdulfettah Halidi, Seyyid Kutub mine’l-Milad ile’l-İstişhad - Doğumundan Şehadetine Seyyid Kutub, sh. 540) B Kitabın Türkçe tercümelerinde ilk baskılar esas alındığından hala bazı tercümelerde bu sözlere rastlamak mümkündür. Ancak hakikat yukarıda belirtildiği gibidir. Fi Zilal’la ilgili iddialara Muhammed Kutub tarafından, Seyyid Kutub’un İslam Düşüncesi ve Esasları adlı kitabına yazdığı mukaddimede cevap verilmiştir. (Bu kitap Resul Tosun tarafından Türkçe’ye çevrilmiştir.) (Seyyid Kutub’u Yanlış Anlayanlar ve Hatalı Tekfir Edenlerin Hatası) Oryantalist düşünceden etkilenen Afgani- Abduh çizgisindeki neo – selefilik görüşüne yakın diğer bir görüşte Fazlurrahman’ın ortaya attığı Kuran tarihselliğidir. Fazlurrahman’ın Kuran tarihselliği görüşü, Kuran-ı Kerim’i Allah merkezli vahiy yerine insan merkezli tarihi metine dönüştürmeyi hedefliyor; bu amaç uğruna Hz. Peygamberin (S.A.V) hüküm koyamayacağı, sünneti nakledenlerin güvensizliği, hadislerin kesin ilim değil, zan ifade ettiği gibi vehim ve kuruntularla sünnet ve hadis etrafında inkarcılık ve şüphecilik çıkarıyor. Tarihselcilerin iddiası şu: Kuranın nazil olduğu hükümlerinin o günkü Arap toplumunun has olduğu, şartların değiştiği günümüz modern toplumlarına uygulanamayacağı; bu yüzden yeni yorumlar ve hükümler ortaya konulması gerektiği şeklindedir. Aslında, anahatlarıyla fikirleri Ehl-i Sünnetle bağdaşmayan, üç değişik görüşü anlatmaya çalıştık. Bunlar sırasıyla, harici – vahhabi, reformcu - mutezili ve modernist – tarihselci anlayışlardır. İngiliz 36 B ajanı Lawrence’den etkilenerek vahhabiliği ortaya atan Muhammed Bin Abdulvahab kendisinden olmayanları dışlamak suretiyle tekfir etmeye başlayıp kendisinden sonraki cihadcı takipçilerine selefi- tekfirci bir miras bırakmıştır. Dinde yenilikçi - reformcu düşüncenin temsilcilerinden Muhammed Abduh ise aldığı mantık dersleriyle neo - mutezili düşüncesine yön verirken, bir taraftan da Mısır’da hem laik - seküler Fransız kanunu, hem de islamın şeriat kanununu bir arada yürütmeye çalışması; (hem İslamcılar hem de sömürgecileri razı etmeye çalışması) müstemleke sömürgeciler tarafından kendisine verilen göreve bağlılığını yansıtıyordu. Mezhep ve hadisleri hedef alan Muhammed Abduh’un aksine batı oryantalizmi ve felsefesinden etkilenen Fazlurrahman, eleştirilerini Kuran-ı Kerim’e yöneltmiştir. Kuran ayetlerini evrensel ve tarihsel olarak kategorize ederek faiz, miras, zekat, kadının şahidliği ve hadler gibi birtakım hukuki kaidelerin günkü o Arap toplumunun ihtiyacını karşıladığı için şimdiki çağdaş medeni topluma cevap veremez olduğunu iddia etmiştir. Böyle bir iddia bazı ayetlere beşeri müdahalenin yolunu açıyor ki bu hem hitabı ve hem de hükmü evrensel olan Kuran’ın korunmuşluk ilkesine aykırıdır. Rabbim bizleri “Hidayet yolunu öğrendikten sonra, Resule uymayıp müminlerin yolundan ayrılanı, saptığı yola sürükleyip çok kötü bir yer olan Cehenneme sokarız” (Nisa 115) ayeti gereği Resulü’ne uyan müminlerin yolundan ayırmasın. Yani Sahabe, Tabiin, Tebeuttabiin, Mezhep imamları (selefi salihin) dahil olmak üzere Sevadul Azam (Büyük cemaat) olan Ehl-i Sünnet vel Cemaat yolundan ayırmasın. Mart Sufi Eslem (k.s.) Hazretleri Ehl-i Sünnet Müdafaasında Tasavvufun Merkeziyeti ve İngiltere Örneği Mehmet CURA N üfusu 53 milyon olan İngiltere’de yaklaşık 3 milyon Müslüman yaşamakta. Hemen her şehirde irili ufaklı birçok camii bulunmasına rağmen, insanın dikkatini ilk çeken durum bu camilerde ve cemaatlerinde genel bir birlik ve bütünlüğün olmayışı. Aynı mahallede birbirinden neredeyse tamamen kopmuş bir Ehl-i Sünnet camii ile bir Vahabi- Selefi camii bulmak mümkün. Bu tabloya sayıları az olmakla beraber Şia camileri de eklenebilir. Sadece î’tikadi değil kavimsel olarak da bir bölünmüşlükten bahsetmek mümkün. Pakistanlıların camileriyle Türklerin, Arapların camileriyle Bangladeşlilerin camileri birbirinden genelde hem fiziki hem de manen kopuk. Her iki cami Ehl-i Sünnet olmak kaydıyla kimi zaman Türk camilerine Pakistanlılar, Pakistan camilerine de Türkler gelse de ne cemaatler ne de imamlar arasında devamlı bir işbirliği ve bütünlükten bahsetmek pek mümkün değil. n dün r e d o eM timi v i ğ e iş yeni ı t m ş i t Ba e ey ı rleriyl e ğ e kısmın d r i ya b k yü et çok bü n i i Sünn l s l e h n E i es ğe kip ail e ç e habili e n i V iç i c en irçok g b n a l o lüyor. sürük Bu durum ortaya bazı ciddi sorunların çıkmasına sebep oluyor. İlk olarak İslam’a yönelmekte olan bir gayrimüslim tek başınayken okuduğu bir Mart B 37 B bütün olan İslamiyet’in bu zamanda nasıl uygulandığını görmek istediğinde karşılaştığı bölünmüşlük ve farklılıklar kafasının karışmasına ve bazen de İslamiyet’ten soğumasına sebep oluyor. Öte yandan, her ne kadar Müslüman olsa da tam manasıyla İslamî bir hayata geçmek isteyen, yani tabiri caizse yeni yeni dindarlaşan, Müslümanlar da hem hangi cemaate girmek isteyecekleri konusunda yaşadıkları tereddüt sebebiyle vakit kaybedebiliyor hem de şevkleri kırılabiliyor. Son olarak, bu bölünmüşlük belki de en çok İslam düşmanlarının işine yarıyor. Her gerçekleşen ‘terörist saldırı’ sonrası gözlerin üstlerine çevrildiği ve kendi aleyhlerinde birçok karar ve yasanın çıkarıldığı Müslümanlar kendilerini korumak için ortak bir tepki koyamıyor. Müslümanların gerçekte neye inandıklarını ve belli olaylar üzerinde nasıl düşündüklerini merak eden gayrimüslimler de belki aynı sokak üstünde bulunan iki ayrı caminin iki ayrı imamının birbirine zıt düşen görüşlerde olduklarını görünce akıl karışıklığına düşüyor ve medyanın İslam düşmanı propagandasına kapılıyor. Bu karışık tablonun içinde Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat’in nerede ve ne halde olduğu sorusunu cevaplamak ise kolay bir iş değil. İlk önce Ehl-i Sünnet ne demek bunu bilmek, sonra bu tanıma kimler ya da hangi cemaatler giriyor bunu saptamak, en sonunda da Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat’in İngiltere’deki tarihini iyi anlamak lazım. Bu sayılan özelliklerin sahibi olması hasebiyle bu soruya en güzel cevabı verebilecek olan kişilerden biri de ilk gençlik yıllarından itibaren Nakşibendi tarikatının Müceddidi kolunun büyüklerinden Sufi Muhammed Eslem (k.s.) Hazretlerinin hizmetinde bulunup onun halifelerinden biri olan Seyyid Şeyh Vahid Şah Saab (k.s.). Şah Saab’ın (k.s.)dile getirmiş olduğu gerçekler hem Ehl-i Sünnet inancının anlaşılabilmesini sağlar nitelikte hem de Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat’in içinde bulunduğu mücadelenin ve karşı karşıya kaldığı tehditlerin sadece Türkiye’de değil dünyanın hemen her yerinde benzerlik teşkil ettiğini göstermekte. 1950 sonrası İngiltere’ye büyük kafileler halinde yerleşmeye başlayan ilk halk Pakistanlılardı. Eski bir İngiliz sömürüsünün vatandaşları olan bu insanlar genelde maddi kazanç elde etme amacıyla bu ülkeye göç etmişlerdi ve 1980’li ve 90’lı yıllarda diğer İslam ülkelerinden İngiltere’ye büyük çaplı göçler başlayın- 38 B Seyyid Şeyh Vahid Şah Saab (k.s.) Hazretleri caya kadar da Müslümanların büyük çoğunluğunu oluşturuyorlardı. Sufi Eslem (k.s.) Hazretleri gördüğü bir rüya üzerine ve Mürşidi Kamil-i Sufi Navabuddin (k.s.) Hazretlerinin talimatıyla irşad faaliyetleri yürütmek için 1960’lı yıllarda İngiltere’ye yerleşir. Maddi kazanç için değil de Allah için İngiltere’ye giden ilk kişi olarak tanımlanan Sufi Eslem (K.s.) Hazretleri, İngiltere’ye geldiğinde karşılaştığı tablo değil Ehl-i Sünnet ile Ehl-i Bidat arasındaki farkı abdest almayı bile bilmeyen ya da unutmuş, içinde yaşadığı İngiliz toplumunun kötü özelliklerine bürünmüş bir Pakistanlı toplumdu. Sufi Eslem (k.s.) Hazretleri bir fabrikada işe başladıktan sonra 10 yıl boyunca sadece bir tek müridi ile kendi evinde zikir yapıp sohbet etti. Bu zatın en belirgin özelliği karşısındaki insana gösterdiği üstün şefkat ve anlayıştı. Karşılaştığı kişi en şeytani bir insan bile olsa ona muazzam bir şefkat ve Allah sevgisiyle sarılarak onu selamlayan Sufi Eslem (k.s.) Hazretleri’nin sokaklarda motor çeteleriyle vakit geçirirken bulduğu birçok kimse onun bu güzel ahlakından etkilenerek İslamiyet’e girmiş ya da unuttuğu Müslüman kimliğini hatırlayarak tarikatta halife olacak kadar yükselmişti. Hristiyan ve Yahudilerin katıldığı birçok yerel ve ulusal konferanslara katılmış, çiçek ve ağaçların büyüyüp yeşermesi üzerinden çok kolay anlaşılır kısa örneklerle gayrimüslimlere Allah’ı ve Hazreti Muhammed (sallAllahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’i tanıtmış böyle toplantılarda birçok Haham ve Papaz onunla konuşur konuşmaz kendi cemaatleriyle beraber şehadet getirerek Müslüman olmuştu. Örneğin, kendisiyle konuşan kimi Hristiyanlar ona Hazreti İsa’yı (aleyhisselam) sorduklarında onları ‘Eğer Müslüman olursanız, ben sizi Hazreti İsa’ya (aleyhisselam) götürürüm’ diyerek etkilemiş bu sözü söylediği kimselerden aynı gece Hazreti İsa’yı (aleyhisselam) rüyasında görüp ertesi gün Müslüman olanlar olmuştu. Mart B Kısacası, 1960’lı yıllarda göreceli olarak az sayıda bir insana ve 1970’li yıllarda İngiltere genelinde ‘şuursuz’ Müslümanlar ile gayrimüslim gruplara yapılan tebliğ, Ehl-i Sünnet ve Ehl-i Bid’at ayrımından çok genel manada ve saf Ehl-i Sünnet haliyle İslam ve İman üzerine yoğunlaşmış, özellikle 1990’lı ve 2000’li yıllara kadar ciddi bir Ehl-i Bid’at tehlikesinden bahsetmek pek mümkün olmamıştı. Bu Ehl-i Bidat tehlikesi 1980’li yıllarda kendini hafiften göstermeye başladığı zamana kadar Sufi Eslem (k.s.) Hazretleri ve ondan sonra İngiltere’ye gelen birçok Mürşid-i Kamil ya da tarikat halifeleri İngiltere’nin hemen her şehrinde büyük Ehl-i Sünnet cemaatler oluşturmuş, bu şehirlerde irili ufaklı bir çok Ehl-i Sünnet camii ve dergâhı inşa etmiş ve Müslüman halkın ekseriyetinin ya bir tarikata bağlanmasını eğer bağlanmamışsa da muhibbi olarak tarikat ehlinin yanında olmasını sağlamıştı. Maalesef günümüzde bu durumdan bahsetmek pek mümkün değildir. Eskiden İngiltere’deki Müslümanların neredeyse tamamını oluşturan Ehl-i Sünnet özellikle 90’lı ve 2000’li yıllarda büyük kan kaybetmiş ve günümüzde azınlık durumunu almıştır. Seyyid Şeyh Vahid Şah Saab’ın (k.s.) Müslümanların bu hale geliş sürecinin nasıl gerçekleştiğini de içeren açıklamaları sadece İngiltere’yi değil aynı zamanda Türkiye ve diğer ülkelerdeki Müslümanları da etkilemekte ve bize ileride gerçekleşebilecek tehlikelere karşı alabileceğimiz en önemli tedbirin ne olduğunu da açıklamaktadır. Seyyid Şeyh Vahid Şah Saab (k.s.) Tasavvuf’un Ehl-i Sünnet’in kalbi olduğunu, Ehl-i Sünnet’in tasavvufsuz düşünülemeyeceğini, Sunnîlik ve Tasavvuf (Sufizm) diye bir ayrımın mümkün olmayacağını ve bu ayrımı yapmaya çalışan Tasavvuf dışı âlimlerin ha- disler arasından bazılarını seçerken bazılarını attığını, ancak Tasavvuf ehlinin hadislerin tamamını bir bütün olarak kabul ederek Ehl-i Sünnet’in tam ve has temsilcisi olduğunu bildiriyor. İngiltere’de Ehl-i Sünnet’in bir önceki paragrafta belirtilen yükselişi ve şimdi açıklanacak olan azınlık durumuna düşüş süreci Ehl-i Sünnet’in müdafaasında Tasavvufun yardımcı değil bilakis merkezi ve olmazsa olmaz bir role sahip olduğunu gösterir nitelikte. 1950’lerden başlayan ve günümüze gelen bu süreç Türkiye’de de Ehl-i Sünnet’in geçirdiği süreçle de çok büyük benzerlik ve son 60 yıllık gelişim sürecinde belki de bir bakıma aynîlik göstermesi açısından da oldukça dikkat çekici. Maddi imkânsızlıklar sebebiyle İngiltere Müslümanlarından ancak ufak bir azınlığın gerçekleştirebildiği Hac ve Umre ibadetlerinde özellikle 90’lı yıllarda büyük bir artış olmuş. Önceleri kendi Ehl-i Sünnet cami ve dergâhlarından başka İslam dünyasıyla çok büyük bir ilişkisi olmayan Pakistanlı Müslümanların bir kısmı, Hac ve Umre ibadetleriyle sadece ümmetin tamamıyla bir etkileşime girmemiş, ‘kutsal topraklarda ikamet edenler İslam dinini en iyi yaşayan kişilerdir’ düşüncesiyle oralarda öğrendikleri Vehabilik gibi sapkın görüşleri de aynı zamanda beraberlerinde getirmiş. Öte yandan, 1980’lerin sonlarına doğru sadece Pakistan’dan değil aynı zamanda Bangladeş, birçok Arap ülkesi ve Somali gibi Afrika ülkelerinden de büyük kafileler halinde göç almaya başlayan İngiltere’de Pakistanlılar sadece nüfus üstünlüklerini kaybetmekle kalmadı. Suudi Arabistan’ın hem maddi hem dini etki ve propaganda alanı içinde bulunan bu ülkelerden gelen birçok insan kendilerine aşılanmış olan Mart B 39 B Selefi – Vehabi ideolojisini de beraberlerinde getirdi. Kendileri geçim sıkıntısı içerisinde olan bu insanlar Suudi Arabistan’dan gönderilen büyük petrol paraları ve orada yetişmiş imamların sayesinde kısa sürede birçok yerde kimi zaman irili ufaklı kimi zaman da şaşalı camiler açtılar. (Tabii şunu da belirtmek gerekir ki Selefi- Vehabi çoğunluğun bulunduğu bu ülkelerde azınlık seviyesinde de olsa hala Ehl-i Sünnet insanlar bulunmakta ve bu azınlıktan Ehl-i Sünnet inancını tam manasıyla muhafaza etmekle de kalmayıp aktif olarak Ehl-i Sünnet mücadelesinde bulunan birçok insan çıkmakta.) Ancak olay basit bir nüfus değişiminin çok ötesindeydi. Eğer bu ülkelerden göç eden Vehabi- Selefi zihniyetteki insanlar sadece kendi hallerinde yaşasalar ve sadece kendi çocuklarına bu ideolojileri aşılasalardı, İngiltere’de Ehl-i Sünnet belki bugünkü azınlık statüsüne düşmezdi. Mesela, Ehl-i Sünnet kökenli Pakistanlı nüfus İngiltere Müslümanları içinde hala önemli bir nüfusa sahip. Ancak, özellikle Suudi petrol paralarıyla desteklenen birçok Selefi-Vehabi propagandası son 15-20 yıldır Ehl-i Sünnet kökenden gelen birçok ailenin çocuklarını da hedef almaya başladı. Ülke genelinde birçok üniversitenin Müslüman Öğrenci Birliklerini eline geçirmekle ve buradaki öğrencilere Selefi-Vehabi ideolojiyi aşılamakla yetinmeyen Suudiler, aynı zamanda günümüz gençliğinin sıkça kullandığı interneti ve birçok İslami kitapçı dükkanlarını kendi ideolojisini dayatan ve Ehl-i Sünnet Ve’l Cemaat’e çirkince saldıran yayınlarla doldurdu. Her ne kadar Muhtar Holland ve Cibril Haddad gibi İslamiyet’i sonradan kabul etmiş ve tarikat ehli birçok alim yaklaşık otuz yıldır Imam Gazali (k.s.) Hazretlerinin İhya’sı gibi bir çok eseri İngilizce’ye çeviriyor ve Erkam Yayınları başta Osman Nuri Topbaş Hocae- 40 B fendi gibi alimlerin kaleme aldığı tasavvufi Ehl-i Sünnet kitapları son yıllarda İngilizce’ye çevirip Vehabi kitapçılara bile sattırabiliyor olsa da Vehabiler internet siteleri ve bastıkları kitapçıklar aracılığıyla özellikle genç nesillerin büyük bir çoğunluğunu kolaylıkla etkisi altına alabiliyor. Bu durum da gösteriyor ki Müslüman ya da gayrimüslim olsun bir kişi bireysel okumalar yaparak Ehl-i Sünneti bulmaya çalışsa bile Vehabi kaynakların hemen her yerde daha yaygın bir şekilde bulunması arayışta olan kişinin aradığını bulma ihtimalini düşürüyor. Bu sebeptendir ki kendi başına araştırma yaparak İslam’ı anlamaya çalışan Müslümanların ve ya gayrimüslimlerin ekseriyeti 20-30 yıl öncesindeki vaziyetin aksine kendilerini tasavvufi tarikatların yerine Selefi- Vehabi camileri ve toplantılarında buluyor. Bu duruma karşı alınabilecek en büyük tedbir ise tarikatların farklı cami ve dergâhlarda gerçekleştirdikleri sohbet ve zikirlere devam etmek olarak karşımıza çıkıyor. Ehl-i Sünnet ile Vehabi camilerinin neredeyse keskin bir şekilde ayrıldığı İngiltere’de bu sohbetlere hiç katılmayan insanların büyük çoğunluğu geçen yıllar içerisinde kendilerini yeni açılan Vehabi camilerinde saf tutarken buluyor. Bunun en temel sebeplerinden biri ise Vehabilerin onlara sundukları basite indirgeyici ve Ehl-i Sünnet alimleri dinleme zorunluluğundan onları ‘kurtaran’ (!) benmerkezci yaklaşımları. Bristol gibi azımsanamayacak Müslüman nüfusa sahip bir şehirde Seyyid Şeyh Vahid Şah Saab (k.s.) ve müridleri geçtiğimiz 20 yıl içerisinde zikir ve sohbetler sayesinde birçok insanın İslam’a ve dindar kimliğe girdiğini gördüğü gibi bu zikir ve sohbetlere bir süre devam ettikten sonra ayrılan ve sonunda kendini ya Vehabi-Selefi ya da tamamen sekülerleşmiş bir hayat içinde bulan onlarca kişinin ayaklarının nasıl kaydığına tanıklık etmiş. Mart B Bireysel bazda bir kişinin kopuş süreci şu şekilde özetlenebilir: - İngiltere’de Tasavvuf ehlinin kurup ve ilerlettiği sohbetlere ve zikirlere düzenli olarak devam eden kişi yavaş yavaş bu sohbetleri aksatmaya ve sadece beş vakit namaz ile diğer farz ibadetlerle yetinmeye başlar. - Ardından İngiltere gibi gayrimüslim çoğunluğun olduğu bir ülkede sınırlı sayıda cami olduğu için ‘imkânım buna yetiyor’ ve ‘zaten bunlar da Müslüman’ düşünceleriyle yavaş yavaş Vehabi camilerine de gitmeye başlar. - Zikir ve sohbetten bir süredir zaten soğumuş olan kişi yavaş yavaş bu ibadetlerin zaruretini sorgulamaya başlar. ‘Zaten gayrimüslim ülkede yaşıyorum, Müslümanlar olarak birlik olalım’ diye düşünerek şu an çoğunluğu elinde bulunduran Selefi-Vehabi camilere gitmeye devam eder ve vaktini Ehl-i Bidat ile geçirmeye başlar. - Ehl-i Bidat Selefi-Vehabi’lerin cami ve cemaatleriyle geçirdiği vakitlerde onların sohbetlerine katılıp onların dediklerini dinlemeye başlar. Sonuçta onlar da ‘Kur’an ve Sünnet kaynaklı’ konuşurlar. - Selefi-Vehabi propagandası etkisinde kalan kişi yavaş yavaş Ehl-i Sünnet’in temsilcisi Tasavvuf Ehl-i’nin yaptığı hareketleri sorgulamaya başlar. Etrafında Kur’an lisanı olan Arapça’yı konuşan, birçok Kur’an ayeti ve hadisi ezbere bilen, dış görünüşte belki de Sufilerin bir kısmından daha çok Şeriat’a uyan Vehabilerin dedikleri ona mantıklı gelmeye başlar. Doğru düzgün bir ilmi olmayan bu kişi Sufilerin yaptığı Mevlüt kutlaması, zikir ile Evliya ziyaretlerinin ‘Şeriat’a uyup uymadığını’, bu ibadetlerin ‘hangi ayet ya da hadise dayandığını’ ya da bahsi geçen hadislerin ‘zayıf olup olmadığını’ sorgulamaya başlar ki bu soruların bir alime danışmadan kendi kendine cevaplayamayacağı, yani tabiri caizse kendini aşan, meseleler olduğunu anlayamaz. Bunun en temel sebeplerinden biri de kendisi gibi doğru düzgün ilmi olmayan Vehabi ‘çoluk çoçuğun’ ezberledikleri 3-5 Ayet ve Hadis ile etrafında alimlik taslamalarıdır. - Daha sonra Selefi-Vehabilerin mi yoksa Tasavvuf ehlinin mi hak yol üzere olduğu konusunda ikileme düşer ve ‘Allah (c.c.) ahirette bana neden araştırmadan Sufileri takip ettin diye sorarsa ben ne derim’ düşüncesiyle Ehl-i Sünnet’ten kendini koparır ve kendi başına alim olmaya çalışan Selefi-Vehabi ‘kardeşleriyle’ ‘hakkı ortaya çıkarmak için bir arayışa’ girerek Hazreti Peygamber (sallAllahu aleyhi ve selem) Efendimiz’den bu yana bize gelen yaklaşık 1400 yıllık Ehl-i Sünnet yolunu bırakarak bid’at ehlinin bir mensubu olur. Bu yukarıda bahsettiğim süreç her ne kadar uzun ve çetrefilli gözükse de şu an Batı eğitimi ve Modern dünya değerleriyle yetişmiş yeni neslin çok büyük bir kısmını içine çekip ailesi Ehl-i Sünnet olan birçok genci Vehabiliğe sürüklüyor. IŞİD gibi radikal ve Harici gruplara İngiltere gibi batı ülkelerinden çok büyük katılımların olduğunu, bu katılan kişilerin birçoğunun Vehabi cemaatlerden çıktığını da göz önünde bulundurursak Ehl-i Bidat tehlikesinin Ümmet açısından ne kadar vahim sonuçlar doğurduğu apaçık ortaya çıkıyor. Seyyid Şeyh Vahid Şah Saab (k.s.) hem kendi hem de İngiltere’de hemen her şehirde bulunan yüz binlerce Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat mensubunun tecrübesine dayanarak kâmil bir Mürşid’e bağlanıp sohbet ve zikirlere devam etmenin Ehl-i Sünnet î’tikadında sabit kalabilmek için bir tercih değil bir zaruret olduğunun altını çiziyor. Rabbim ahirette bizi Hazreti Muhammed (sallAllahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in Sancak-ı Şerif’i altına bizi götürecek kâmil Mürşidlerin yolundan ayırmasın. Amin. Mart B 41 Ehl-i Kitap ile İlişki Zeminimiz Yrd. Doç. Dr. Ebubekir SİFİL S e diler v u h a y e üzde d m ü rinden n e l ü n i G d ne î yanlar i t e tarih s i v r ı n e h d in am ltürler ü k e eçti. T d g z ne a v n anerinde l ş i m üslüm ç m ge e v ’a n, , İslâm e n i nk i k i s a k a m a z rşı her larıyla k ı l ı ç lara ka t rsa k ve fı ı l n a r. düşm iyorla d e t e k hare on ikiyüz elli yıldır İslâm dünyasına hakim olan Batılılaşma anlayışıyla birlikte son derece önemli bir mesele gündeme geldi: Gayrimüslimlerle, özellikle de Ehl-i Kitap ile ilişkilerimiz nasıl olmalıdır? Ülkeler arasında anlaşmalar, birliktelikler, paktlar olur; bu uluslararası siyasetin gereğidir. Peki dinler arası ilişki nasıl olmalıdır? Ülkeler arasında çıkara dayalı birliktelikler kurulabilir. Bunun için siyasi, ekonomik, askeri… unsurlar bir araya getirilebilir. Çünkü bunların bir araya gelmesi milletin kimliğine, şahsiyetine bir zarar vermez. Fakat milletlere asıl karakterini veren dinî inanç, değer ve kabulleri bir araya getirip ortak bir zemin tedarikine çalışmak beyhudedir. Eşyanın tabiatına aykırı bu çabanın sonuç verebilmesi, ancak tabiatınızı değiştirmenize, inancınızı dönüştürmenize bağlıdır. Tarihte Ehl-i Kitap’ın (yahudiler ve hıristiyanlar) İslâm’a ve müslümanlara bakışı, insaf, hakkı 42 B Mart B teslim etme, doğruyu ikrar etme noktasına hiçbir zaman ulaşmamıştır. Geçen ay Katoliklerin ruhani lideri Papa 16. Benedikt’in sarf ettiği sözler de bunun açık bir örneği olmakla yeni bir durum değildir. Dinler arası ilişkiler söz konusu olunca “ortak zemin teşkili” gibi bir şeyin olabileceğini düşünmek ya sanrılı bir hayal ya da kasıtlı bir aldatmadır. Ferdî hidayet hikâyeleri dinlemek için buna gerek yok. Geçmişten devralınan miras Yahudiler kendilerini son hak dinin temsilcileri (!) olarak gördükleri için Hz. İsa a.s.’ın zuhurunu hazmedemediler ve o yüce peygamberi öldürmeye kalktılar. Hıristiyanların İslâm’a ve onun muazzez peygamberine bakışı da aynen böyle oldu. Kur’an’ın nüzulü ve Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’in peygamberler silsilesinin son halkası olarak zuhuru, Ehl-i Kitap’ın her iki kanadı tarafından bu sebeple asla hazmedilememiştir. kasından yavaş yavaş bu çağrıya olumlu karşılık verilmesi gerektiğini dile getirenler görülmeye başlandı. Bugün itibariyle başta hıristiyanlar olmak üzere diğer din mensuplarıyla, görüşmeyi, konuşmayı, birlikte hareket etmeyi ve ortak noktalar tesisini amaçlayan oluşumlar, varlığını İslâm dünyasında sürdürmektedir. Bu durum ülkemiz için de söz konusudur. Ancak gerek teorik zeminde, gerekse uygulamalar seviyesinde bu oluşumların doğurduğu bir takım önemli problemler var ki, zaman zaman İslâm’ın tek ve son Hak Din olduğu gerçeğinin tartışma gündemine getirilmesi gibi sonuçlar dahi doğurabilmektedir. Bu bakımdan meselenin Kur’an ve Sünnet çerçevesinde arz ettiği manzara ile tarihî durumun netleştirilmesine ihtiyaç bulunduğunu düşünüyoruz. Tarihî durum Bununla birlikte geçtiğimiz yüzyılda önce Katolik dünyası tarafından (1960-65 yılları arasında yapılan 2. Vatikan Konsili’nde alınan kararlar doğrultusunda) dile getirilen, arkasından da diğer birçok hıristiyan mezhep tarafından paylaşılan bir anlayış kendisini yavaş yavaş hissettirmeye başladı. Bu anlayış, savaşın kimseye fayda getirmediğini, insanlığın ortak problemlerine dinler tarafından ortak çözümler getirilebileceğini söylüyor, daha da önemlisi, dinlerin arasında “ortak noktalar” bulunduğunu ileri sürüyordu! İslâm dünyası, alışık olmadığı bu tavır karşısında önce bir süre kararsız ve mütereddit davrandı. Ar- Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz Mekke’de İslâm’ı tebliğe başladığında, ilk muhatapları müşrikler olmuştu. Çünkü Mekke’de o dönemde Ehl-i Kitap’tan kimse ikamet etmiyordu. Hz. Hatice validemizin amcasının oğlu Varaka b. Nevfel ve köle olduğu anlaşılan birkaç hıristiyan dışında ne yahudi, ne de bir başka din mensubunun Mekke’de ikamet ettiğine dair bilgi yoktur. Varaka b. Nevfel’in, Efendimiz s.a.v.’in çağrısının Hak olduğunu ikrar ettiği ve kendisine icabet edilmesi gerektiğini vurguladığı malumdur. Mekke döneminde Efendimiz s.a.v., tebliğe memur kılındığı yüce hakikatleri önce yakınlarına ve yakın çevresindeki insanlara, ardından da Taif’teki Abduyelîloğulları gibi civar kabilelere tebliğ etti. Bu Ancak belirtmeliyiz ki, müminlerin Ehl-i Kitap ile kısmî yakınlığı Medine döneminde tamamen ortadan kalkmıştır. Zira bu dönem, müşriklerin etkinliğinin tamamen yok edildiği, buna mukabil İslâm’a Ehl-i Kitap’ın cephe aldığı bir dönem olarak dikkat çekmektedir. Mart B 43 B aşamada Efendimiz s.a.v. ile gayrimüslimler arasındaki ilişkinin daima “tebliğ” zemini üzerinde yürüdüğü görülmektedir. Burada hatırlanması gereken bir diğer nokta da, Habeşistan’a hicret meselesidir. Gayrimüslimlerle ortak hareket edilmesi anlayışında bu olayın da etkili olduğu görülmektedir. Ancak hatırlamalıyız ki, bir hıristiyan olan Habeşistan Necaşisi, ülkesine hicret eden müminleri dinledikten sonra Efendimiz s.a.v.’in Hak Peygamber olduğunu belirtmiş, Hz. İsa a.s. ile Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’in tebliğleri arasında herhangi bir farklılık bulunmadığını söylemiştir. Hz. İsa a.s.’ın tebliğ ettiği tevhit inancını aslî safiyetiyle muhafaza eden bu adil hükümdar ülkesine hicret eden sahabilerin tebliği sonucunda çok geçmeden müslüman olmuş, yıllar sonra bir müslüman olarak ruhunu teslim ettiğinde vefat haberi Medine’de bulunan Efendimiz s.a.v. tarafından mucizevî bir şekilde Sahabe’ye bildirilmiş ve cenaze namazı kılınmıştır. Medine dönemi Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz Medine’ye hicret ettiğinde, Mekke’deki durumun aksine müslümanlarla yahudi ve hıristiyanlar arasında yoğun münasebetler oluştu. Mekke’de iken müşriklere muhalefet temel strateji idi ve bu bağlamda Ehl-i Kitap’a kısmî bir yakınlık söz konusu idi. Hatta hıristiyan Bizans İmparatorluğu ile mecusi Sâsânî İmparatorluğu arasındaki savaşta Sâsânîler’in galip gelmesi müşrikleri sevindirmiş, müminleri üzmüştü. Müşrikler, “Siz de kitap ehlisiniz, onlar da. Şimdi kitap ehli hıristiyanlar Fars kardeşlerimiz tarafından nasıl mağlup edildiyse, siz de bizimle karşılaştığınızda aynen öyle mağlup olacaksınız!” diyerek müminleri tahkir ediyorlardı. O esnada nazil olan Rum Suresi bu duruma değinmiş, bir süre sonra ikinci bir savaş yapılacağını ve bu defa Bizanslılar’ın galip geleceğini ve müminlerin sevineceğini haber vermişti (Rum, 2-4). Bunun üzerine Hz. Ebu Bekr r.a. müşriklerle Bizans’ın 3 yıl içinde galip geleceği konusunda bahse tutuşmuş ve konuyu Efendimiz s.a.v.’e de bildirmişti. Efendimiz s.a.v., süreyi 9 yıla uzatıp, bahsi de artırmasını söyledi. Hz. Ebu Bekr r.a., Efendimiz s.a.v.’in buyurduğu gibi süreyi uzatıp bahsi artırdı. Nihayet aradan 9 yıl geçtikten sonra Hudeybiye barışı zamanında Bizans ile Sâsânîler arasında ikinci bir savaş daha oldu ve bu defa Bizans galip geldi. Ancak belirtmeliyiz ki, müminlerin Ehl-i Kitap ile kısmî yakınlığı Medine döneminde tamamen ortadan kalkmıştır. Zira bu dönem, müşriklerin etkinliğinin tamamen yok edildiği, buna mukabil İslâm’a Ehl-i Kitap’ın cephe aldığı bir dönem olarak dikkat çekmektedir. Katolik dünyası tarafından (1960-65 yılları arasında yapılan 2. Vatikan Konsili’nde alınan kararlar doğrultusunda) dile getirilen, arkasından da diğer birçok hıristiyan mezhep tarafından paylaşılan bir anlayış kendisini yavaş yavaş hissettirmeye başladı. Bu anlayış, savaşın kimseye fayda getirmediğini, insanlığın ortak problemlerine dinler tarafından ortak çözümler getirilebileceğini söylüyor, daha da önemlisi, dinlerin arasında “ortak noktalar” bulunduğunu ileri sürüyordu! 44 B Mart B Yahudilerle ilişkiler Medine döneminde gayrimüslimlerle ilişkilerin biraz daha farklı bir zeminde geliştiği görülmektedir. Efendimiz s.a.v.’in burada uygulamaya koyduğu “Medine Sözleşmesi”, yahudi kabilelerini de içine alan bir çerçeve getirmiş, yahudilerle ilişkiler belli kurallara riayet ettikleri sürece barış zemininde yürütülmüştür. Nihayet Hz. Ömer r.a. dönemi geldiğinde Medine’de kalan küçük gruplar da taşkınlığa devam ettikleri için buradan sürülmüştür. Efendimiz s.a.v.’in yahudilere muhalefet tavrı, Aşure orucu meselesinde de net bir şekilde gözlenmektedir. Medine’ye ilk hicret vaki olduğunda buradaki yahudilerin Muharrem ayının 10. günü oruç tuttuğunu gördüler. Efendimiz s.a.v., Hz. Musa a.s.’ın İsrailoğulları’nı Mısır’dan çıkarışının anısına tutulan bu orucu hemen benimsedi; ancak yahudilere muhalefet olsun diye Muharrem’in 10. gününe, öncesinden veya sonrasından bir gün daha eklenmesini emir buyurdu. Bu sözleşmenin metnini yakından inceleyenlerin, hakim mevkide bulunanlar ile teba arasındaki ilişkileri düzenleyen bir hava sezmemesi mümkün değildir. Bundan daha tabii bir şey olamaz. Zira Medine’nin iki hakimi olan Evs Efendimiz s.a.v. ve Hazreç kabileleri müslümandır ve Ehl-i Kitap’a muhaleyahudiler de bu iki kabile ile aralarınfeti fiilî olarak ortaya da bulunan anlaşmalar çerçevesinde koyduğu gibi, ümmeorada ikamet etmektedir. Efendimiz tine de “Ehl-i Kitap’a s.a.v. buraya hicret ettiğinde İslâm’ın muhalefet edin.” talihakimiyeti tartışmasız biçimde tescillenmiş ve ilan edilmiş oldu. matını vererek (Mu- Keza Medine’ye hicretin ilk zamanlarında -tıpkı Mekke’deki gibinamazlarda Beyt-i Makdis’e doğru dönülürken, bilahare Kur’an’ın emriyle kıble olarak Kâbe tayin edilmiştir (Bakara, 141-144). Burada da yahudilere muhalefet tavrını görmemek mümkün değildir. vatta, Nesâî, Ahmed Bir süre sonra Medine’deki bu b. Hanbel), bunun yahudi kabileleri birer birer sözleşbir “davranış biçimi” meyi ihlal etmeye başladığında, kenhaline getirilmesini dilerine karşı Hayber, Benî Kaynuka, istemiştir. Benî Mustalık… gazveleri düzenlenmiş, kimi Medine dışına sürülmüş, kimi de daha sıkı şartları kabul ederek Medine’de kalabilmiştir. Bu dönemde hıristiyanlarla ilişkiler de yoğun bir mahiyet arz etmiştir. Bilhassa Yemen tarafında bulunan Necran hıristiyanları ile ilişkilerin önemli bir yere sahip olduğunu görüyoruz. Âl-i İmrân Suresi’nin ilk 80 küsur ayetinin inişine sebep teşkil eden hadise şöyle gelişmiştir: Hıristiyanlarla ilişkiler Efendimiz s.a.v., tebliğ vazifesi çerçevesinde, komşu devlet başkanlarına ve kabile reislerine İslâm’a davet mektupları göndermiştir. Bu meyanda hicretin 8 veya 9. yılında Efendimiz s.a.v., Necran hıristiyanlarına da bir davet mektubu gönderdi. Bunun üzerine Necran hıristiyanları, başlarında ileri gelen din adamları ve kabile reisleri olmak üzere 60 kişilik bir heyeti Medine’ye gönderdiler. Mart B 45 B Heyet geldiğinde Efendimiz s.a.v. ile görüşmelerde bulundu ve mesele gelip Hz. İsa a.s.’da kilitlendi. Onlar Hz. İsa a.s.’ın -hâşâ- ilâh olduğu iftirasını tekrarlayınca, Âl-i İmrân Suresi’nin 61. ayeti indi. “Mübâhale/lânetleşme ayeti” denen bu ayette Efendimiz s.a.v.’e Necran heyeti ile “Allah’ın, lânetini yalancılar üzerine yağdırması için” lânetleşmesi emir buyuruldu. Heyet konunun ciddiyetini anlayıp, ilâhi gazaba muhatap olmaktan korktuğu için lânetleşmeye yanaşmadı ve Efendimiz s.a.v.’in (cizye vergisi ve diğer) şartlarını kabul ederek Necran’a döndü. Daha sonraki dönemler Efendimiz s.a.v. Ehl-i Kitap’a muhalefeti fiilî olarak ortaya koyduğu gibi, ümmetine de “Ehl-i Kitap’a muhalefet edin.” talimatını vererek (Muvatta, Nesâî, Ahmed b. Hanbel), bunun bir “davranış biçimi” haline getirilmesini istemiştir. Bu sebeple tarih boyunca müslümanlar, Ehl-i Kitap ile bir arada yaşamış olmasına rağmen asla onlarla kaynaşmamış, onların değerlerini paylaşmamış, onlara ihtiram ve saygı anlamına gelecek davranışlardan titizlikle uzak durmuştur. Zira onların inanç ve değerlerine saygı göstermek, küfre saygı göstermek demekti. Özellikle Hz. Ömer r.a. döneminden itibaren yaygınlaşan fetihler sonucunda İslâm ülkesinin sınırlarının hızla genişlemesi, başta Ehl-i Kitap olmak üzere farklı dinlere mensup toplumlarla yoğun bir ilişkiler süreci yaşanmasına yol açtı. Müslümanlarla fethedilen bölgelerde yaşayan yerli halk arasında yaşanabilecek kaynaşma ve etkileşimin doğurabileceği sakıncaları ortadan kaldırmak üzere Hz. Ömer r.a., temelini Efendimiz s.a.v.’in uygulamalarında bulan bir dizi tedbir aldı. “Şurût-u Ömeriyye” diye bilinen bu tedbirler, gayrimüslimlere müslümanlara mahsus kıyafetleri giymekten, çocuklarına müslüman isimleri koymaya kadar birçok hususta yasaklama ve sınırlama getiriyordu. Hz. Ömer r.a. bununla da kalmamış, fetih için yabancı topraklarda bulunan İslâm askerlerine kendi giyim-kuşam tarzlarını, yemeklerini, hatta davranış biçimlerini değiştirmemeleri konusunda uyarılarda bulunmuştur ki, bunların İslâm askerlerini gayrimüslimlere benzeyerek “kültür erozyonu”na uğramaktan korumaya dönük tedbirler olduğu açıktır. Daha sonra Emevîler, Abbâsîler ve nihayet Osmanlılar döneminde Ehl-i Kitap’ın müslümanlarla birlikte iç içe yaşadığını, ancak genel olarak din ve kültür farklılığının hep muhafaza edildiğini görüyoruz. Bürokraside bir yabancının çıkabileceği en üst mev- Osmanlılar döneminde Ehl-i Kitap’ın müslümanlarla birlikte iç içe yaşadığını, ancak genel olarak din ve kültür farklılığının hep muhafaza edildiğini görüyoruz. Bürokraside bir yabancının çıkabileceği en üst mevkilere kadar çıkabilmiş olmaları Ehl-i Kitap’ın İslâm toplumlarında (istisnai durumlar dışında) herhangi bir baskıya maruz kalmadığını gösteren en önemli göstergedir. 46 B Mart B kilere kadar çıkabilmiş olmaları Ehl-i Kitap’ın İslâm toplumlarında (istisnai durumlar dışında) herhangi bir baskıya maruz kalmadığını gösteren en önemli göstergedir. Günümüzde durum saldırıları, Amerika ve İngiltere’nin başını çektiği batılı devletlerin Afganistan ve Irak ile başlayan ve nerelere kadar uzanacağı kestirilemeyen işgal politikaları ve nihayet Papa 16. Benedikt’in İslâm’a hakaret içeren mesajları bütün açıklığıyla bu gerçeği teyit ediyor. Aralık 2004’te basına yansıyan bir haber şöyleydi: Bütün bunlar bir noktayı açık biçimde dikkati“İslâm dünyasına yönelik büyük bir haçlı sefermize sunmaktadır: Tarih içinde müslümanlar ile Ehl-i Kitap arasında hep savaşa, çatışmaya, gerginliğe da- berliğine hazırlanan Vatikan, İslâm’a karşı başlattığı yalı bir ilişki yürütülmüş değildir. Aksine, İslâm top- savaş ve mücadele politikasını kamuoyuna açıklalumunda yaşayan Ehl-i Kitap’ın, ülkenin aslî unsuru dı. Milan’daki Katolik Üniversitesi profesörlerinden olan müslümanlardan ayrı bir millet olarak varlığını Vittorio Parsi tarafından yazılan ve İtalyan Papazlar Konferansı’nda okunan bildiri, İngiliz sürdürmesi, kendi dinî ve kültürel gazetesi Daily Telegraph’ta yayınkimliğini muhafaza etmesi temin landı. (…) edilmiştir. “Şurût-u Ömeriyye” Öte yandan ne Ehl-i Kitap’tan ne de müslümanlardan, İslâm ile diğer dinler arasında ortak noktalar temin ve tesisine çalışmak gibi bir çaba müşahede edilmiştir. Herkes kendi dinî ve kültürel varlığını muhafaza etmiştir. İslâm’ın diğerlerine tebliği dışında müslümanlarla Ehl-i Kitap arasındaki ilişki, İslâm alimleriyle diğer dinlerin müntesipleri arasında ilmî münakaşa ve münazaralar cereyanı şeklinde vücut bulmuştur. diye bilinen bu tedbirler, gayrimüslimlere müslümanlara mahsus kıyafetleri giymekten, çocuklarına müslüman isimleri koymaya kadar birçok hususta yasaklama ve sınırlama getiriyordu. Günümüzde de yahudiler ve hıristiyanlar ne dinlerinden ne de kültürlerinden ve tarihî geçmişlerinden vazgeçti. Tam aksine, İslâm’a ve müslümanlara karşı her zamanki kin, düşmanlık ve fırsatçılıklarıyla hareket ediyorlar. İsrail’in son Filistin ve Lübnan Daha önce Kasım 2003 tarihinde Vatikan İslâm’a karşı resmen entellektüel düzeyde savaş açmış ve yeni bir strateji belirlediğini açıklamıştı. Bir yıl sonra ise Vatikan askeri düzeyde de savaş ilan etti. Bu savaşın ana hedefi İslâm dünyasında müslüman hükümetlerin iktidara geçmesini engellemek. Vatikan geçtiğimiz aylarda yayımladığı ‘Milyonlar Muhammed’e karşı’ raporunda da İslâm dünyasındaki yeni misyonerlik çalışmaları hakkında detaylar sunmuştu…” Bu tavır, Ehl-i Kitap’ın müslümanlara bakışını net olarak gösteriyor. Onlardan farklı bir tavır beklentisi içinde değiliz. Sorun biz müslümanların Ehl-i Kitap’tan iyi niyet bekleme hatasına düşmemiz. Ehl-i Kitap ile olsun diğer gayrimüslim kesimlerle olsun, ilişkilerimizi farklı zeminler üzerine kurmak durumundayız. Gerek Ehl-i Kitap ile, gerekse diğer din mensuplarıyla mesela içki ve uyuşturucu kullanımı, fuhuş, insan ticareti, organ kaçakçılığı… gibi insanlığın ortak problemlerinin çözümü için işbirliği yapabiliriz. Fakat herhangi bir din ile ortak zemin arayışlarına, İslâm dışındaki herhangi bir dinin de Hak Din olduğu ve Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’in peygamberliğini kabul etmenin zorunlu olmadığı anlamına gelebilecek tavır ve beyanlardan mutlaka uzak durmalıyız. Mart B 47 İlmihâlin Hikmet Boyutu Prof. Dr.Ali AKPINAR İ ız¸ tabım i k u ğ t ço r. lere ai m i l e başla i z î ö s a l Din y onusu ve her r i d i l iman k nem ır¸ man ö i e imand t t ü e k n Elb ü Ç ve cedir. n ö n ndıran e a z a k şeyd er n. re değ çıkara e l l a e n u m t a yu adet bo a b i limi n ı e r g a z l ö n s o ye lan z yapı en öte ı t t s e n k a e İm ar ¸ fıkça h a n n oruç ü a l m u ¸ t z u ma ız t ey İmans . z e a bir ş k m ş a b geç en revind g k ı l ç a ir. d eğ i l d 48 B lmihâl¸ kişinin içerisinde bulunduğu halin ilmi demektir. Kişinin içerisinde bulunduğu hâlin ilmini bilmek farz-ı ayındır. Yani her Müslüman hangi konumda bulunuyorsa¸ içerisinde bulunduğu konumla ilgili dinî bilgileri bilmelidir. Sözgelimi ticarî hayatla meşgul olan bir kimse¸ ticaretle ilgili dinin hükümlerini¸ alış verişte neyin helal¸ neyin haram olduğunu bilmek zorundadır. Tıpkı ticaretin yapıldığı yer yahut yerlerde yasalara uygun olarak nasıl yapılacağını bilmesi¸ yasal bir zaruretse; konu ile ilgili dinî hükümlerini de aynı şekilde bilmesi dinî bir zorunluluktur. Bunun için İslâm’ın ilk emri ‘Oku’ olarak gelmiştir. Buna göre mü’min¸ önce neye nasıl inanacağını okuyup öğrenmeli¸ sonra inanmalıdır. Önce hangi ibadeti¸ ne şekilde ve niçin yapacağını bilmeli ve ona göre ibadetini yapmalıdır. Diğer konularda da durum böyledir. Her Müslüman¸ iman ve ibadet konusunda müşterek bir takım sorumlulukları yerine getirmekle yükümlü olduğu için bu konularla ilgili bilgileri de bilmesi her Müslümana farzdır. Nitekim bir hadis- Mart B te¸ “İlim öğrenmek kadın erkek her Müslümana farzdır.” buyurularak bu konuya işaret edilmiştir. Buna göre zekât¸ hac¸ kurban gibi maddî alanlarla ilgili dinin hükümlerini öncelikle zengin Müslümanların bilmesi farzdır. Ancak¸ bu ibadetlerden faydalanma söz konusu olduğunda fakir Müslümanların da bu konularla ilgili kendilerini ilgilendiren hükümleri bilmeleri farzdır. İlk dönemlerde İslâmî ilimler birbirinin içerisinde idi. Ayrışma sonraları olmuştur. Şöyle ki¸ hadis¸ fıkıh¸ tefsir¸ zühd gibi ilimler birbirleriyle iç içe idi. Zira bu ilimlerin her Müslümanı ilgilendiren tarafları vardı. Daha sonra insanların seviyeleri¸ dine ilgileri¸ meşgale alanları farklılaşınca¸ bu ilimlerin sınırları genişleyince ilimler arasında ayrışma oldu. Ancak sonuç böyle de olsa bu dinî ilimlerin birini merkeze alıp diğerlerini dışlama¸ diğerlerinden bütünüyle kopma anlamına gelmemelidir. Ne var ki çoğu zaman ilimler ayrışmış¸ onlarla ilgilenen ilim adamları da kendi alanlarının dışındaki ilimlerden uzak kalmaya başlamışlardır. Sözgelimi ilmihâl kitaplarımızın çoğu¸ ele aldıkları konuların fıkhî hükümlerini tüm ayrıntılarıyla açıklarken¸ o hükümlerin hikmetini¸ ruhunu mesela tasavvuf ilmine bırakmışlardır. Yine açıkladıkları hükümlerin temel dayanakları olan ayet ve hadisleri genellikle tefsir ve hadis kitaplarına bırakmışlardır. Tabi ki bunları kısmen de olsa birlikte zikreden ilmihâl kitaplarımız da vardır. Hikmet Hâl ile Yaşanır Bir yaklaşıma göre de hükümlerin hikmetleri¸ ruhu sözle anlatılmaz¸ hal ile yaşanır yaklaşımıyla bunlar zikredilmemiştir. Oysa sözle anlatılmayan bu yönler¸ zamanla yaşanılmaz hale gelmiş; artık insanlar ilmihâl kitaplarından öğrendikleri bilgilerle ibadetlerin şeklî yönlerini yerine getirirken¸ onların ruhî yönlerini ihmal eder olmuşlardır. Hâlbuki ruh ve beden¸ mana ve madde gibi¸ ruh ve şekil de bir bütünün birbirini tamamlayan parçalarıdır. Biri olmazsa diğeri eksik ka- lacaktır. Bu yüzden ibadetler işlenirken¸ onların manevî yönleri¸ hikmet boyutu üzerinde de durulmalı¸ bu konuda İslâm büyüklerinin hayatından yaşanmış/ yaşanabilen canlı örnekler anlatılmalıdır. İşte bu tespitlerden yola çıkarak biz bu yazı serimizde¸ ilmihâl kitaplarımızda işlenen ve Müslümanlar olarak hepimizi ilgilendiren temel konuları hikmet boyutuyla ele alıp sunmaya gayret edeceğiz. Amacımız daha şuurlu¸ daha bilinçli ibadetlerin adamı olmaktır. Hikmet Boyutuyla Taharet/Abdest-Gusül-Teyemmüm Fıkıh kitaplarımız hikmeti¸ “Bir mesele hakkında şerî hükmün dünya ve ahirette amaçlanan hedefi¸ hikmeti¸ maddî ve manevî¸ ferdî ve ictimaî kazanımı.”[i] diye tanımlarlar. Dinî ilimlere ait çoğu kitabımız¸ iman konusuyla söze başlar. Elbette iman önemlidir ve her şeyden öncedir. Çünkü imandır¸ amellere değer kazandıran ve onları ibadet boyutuna çıkaran. İmansız yapılan söz- “İnananlar ancak¸ o kimselerdir ki Allah anıldığı zaman kalpleri titrer¸ O’nun ayetleri okunduğu zaman bu onların imanlarını artırır. Ve Rablerine güvenirler; namaz kılarlar; kendilerine verdiğimiz rızıktan yerli yerince sarf ederler.” Mart B 49 B gelimi namaz¸ münafıkça hareketten öteye geçmez. İmansız tutulan oruç¸ açlık grevinden başka bir şey değildir. İmansız yapılan yardım¸ insancıl bir verişten ibarettir. İmansız yapılan savaş¸ sonucunda şehidlik ve gazilik kazanımı olmayan bir mücadeledir. Onun için iman önemli ve öncedir. Şunu da belirtmeliyiz ki¸ İslâm’ın bizden istediği bilinçli bir imandır. Zira mü’minlerin bilinç seviyesi arttıkça iman gücü de artacaktır. Bilinç seviyesi düşük olan iman¸ her zaman yok olmaya mahkûm cılız bir imandır. Bu yüzden pek çok ayet¸ Kâinat kitabının ve Kur’ân’ın ayetlerine dikkat çeker¸ bu ayetleri okuyup üzerinde düşünmenin imanı artıracağına¸ kuvvetlendireceğine vurgu yapar. “İnananlar ancak¸ o kimselerdir ki Allah anıldığı zaman kalpleri titrer¸ O’nun ayetleri okunduğu zaman bu onların imanlarını artırır. Ve Rablerine güvenirler; namaz kılarlar; kendilerine verdiğimiz rızıktan yerli yerince sarf ederler.”[ii] “De ki; Kur’an’a ister inanın¸ işten inanmayın¸ O’ndan önceki bilginlere o okunduğu zaman¸ yüzleri üzerine secdeye varırlar ve Rabbimiz münezzehtir. Rabbimizin sözü şüphesiz yerine gelecektir¸ derler. Ağlayarak yüz üstü yere kapanırlar; bu¸ onların gönüllerindeki samimiyeti/huşu’u artırır.”[iii] Gönül Huzuru İçin Manevî Temizlik Gönül dünyasının şirk-küfür-nifak kirlerinden arındırılması demek olan iman yani kalp temizliğinden hemen sonra ilmihâl kitaplarımız¸ taharet konusuyla söze başlar. İslâm’ın temeli olan namaz ibadetinin öncelikli ilk iki şartı hadesten taharet ve necasetten taharettir. Bunlardan ilki¸ büyük küçük abdestsizlik halinden temizlenmek; ikincisi ise beden¸ elbise ve namaz kılınacak yerdeki fizikî kirlerden temizlenmek demektir. Aslında abdestsiz olan bir kimsenin üzerinde görünür herhangi bir pislik yoktur¸ ancak o kimse hükmen temiz sayılmadığından gusül yahut abdest ile mükelleftir. Zaten biz dünyaya geldiğimizde yunup yıkandık¸ dünyadan giderken de benzer şekilde yıkanıp defnedileceğiz. Temiz geldik¸ temiz gidelim diye. Ama asıl olan maddî ve zahirî temizlikleri yerine getirdiğimiz gibi manevî temizlikleri de gerçekleştirebilmektir. Çok daha önemlisi hiç kirlenmemektir¸ ne var ki insan olmanın gereği insan hem maddî kirler¸ hem manevî kirlerle kirlenebilir. Hükmî kirleri abdest ve gusülde su¸ su bulunamadığı zamanlarda toprakla gidermek mümkündür. Manevî günah kirleri ise dua¸ istiğfar¸ iman tazeleme ile giderilecektir. Onun için abdest organları yıkanırken İslâm’ın bizden istediği bilinçli bir imandır. Zira mü’minlerin bilinç seviyesi arttıkça iman gücü de artacaktır. Bilinç seviyesi düşük olan iman¸ her zaman yok olmaya mahkûm cılız bir imandır. 50 B Mart B bu organlara zahiren abdest aldırıldığı gibi¸ sözgelimi tevhid sözüyle kalbe abdest aldırılacak¸ eûzü besmele ve diğer dualarla ile beyne abdest aldırılacaktır. Bunun için Huzur’a çıkacağımızın bilincinde abdest almalıyız. Abdestin herhangi bir temizlik ameliyesi olmadığını düşünmeliyiz. Huzur’a kabul edilmeden önce abdest almanın¸ mescide gitmek için yürümenin¸ ezana icabet etmenin¸ kâmet etmenin manen Huzur’a hazırlık aşamaları olduğunu unutmamalıyız. Abdest yahut gusül abdesti alırken insan bedenini tümüyle yahut abdest organlarını temizlediği gibi¸ bu organlarıyla yaptığı manevî kirlerden de tevbe-istiğfar ile arınmaya niyet edecek¸ zihnen bu arınmayı yapacaktır. Onun için İslâm büyüklerinden biri abdestini şöyle tanımlar: “Benim abdestimin bir görünen tarafı vardır¸ bir de görünmeyen tarafı. Zahiren ben¸ abdest organlarımı¸ dinin emrettiği ve belirlediği şekilde¸ suyla iyice yıkar ve temizlerim. Ama onları yıkarken¸ onlarla işlediğim günah ve hatalarımı düşünür onlardan da arınmaya çalışırım. Mümkün mertebe abdestimi bozmamaya çalıştığım¸ abdestimi bozduktan sonra hemen abdest almaya çalıştığım gibi; günah işlememeye ve günah işledikten hemen sonra tevbe istiğfara sığınırım. Şöyle ki¸ ellerimi yıkarken ellerimle işlediğim günahlarımı hatırlar ve onlardan tevbe ederim. Zekât¸ hac¸ kurban gibi maddî alanlarla ilgili dinin hükümlerini öncelikle zengin Müslümanların bilmesi farzdır. Ancak¸ bu ibadetlerden faydalanma söz konusu olduğunda fakir Müslümanların da bu konularla ilgili kendilerini ilgilendiren hükümleri bilmeleri farzdır. Yüzümü yıkarken gözüm¸ ağzım ve yüzümle işlediğim günahlarımı hatırlar¸ onlardan arınmaya¸ tekrar günahlarla o organlarımı kirletmemeye gayret ederim. Başımı mesh ederken yakışıksız düşüncelerim için Yüce Rabbimden af dilerim. Kulaklarımı mesh ederken¸ işittiğim uygunsuz söz ve seslerden dolayı¸ ayaklarımı yıkarken yanlış yerlere attığım adımlardan dolayı Rabbimden bağışlanmamı dilerim. Organlarımı bu bilinçle yıkar¸ dualarımı bu bilinçle okurum. Manen ve maddeten tertemiz eylediğimi düşündüğün organlarımı tekrar kirletmemeye gayret ederim.” Büyüklerimizin abdest ortamlarını seçerken¸ kıbleye yönelme¸ abdest alırken konuşmama¸ abdest alana selam vermeme gibi âdaba riayet etmeleri de bu anlatılanları sağlamak için değil midir? Nitekim abdestten sonra okunan şu Peygamber duası ne kadar kapsamlı ve anlamlıdır: “Allahümmecalnî mine’t-tevvabîn vecalnî mine’l-mütetahhirîn/ Allah’ım beni manevî ve maddî kirlerden arınanlardan eyle!” Öyleyse abdest alırken¸ ne yaptığımızın bilincinde olalım¸ abdestle manen ve madden arınalım. Hep temiz olalım ve hep temiz kalalım. Abdestli iken yeniden abdest almak¸ nûr üzerine nûr ise¸ abdest bilinci bizim maddî ve manevî pırıltılarımızı artırsın. Zira biz¸ kıyamet günü abdest organları nurlular olarak çağrılacağız ve Peygamberimizle o halde buluşacağız inşallah! ....................................................... [i] Bilmen¸ Hukukı İslâmiyye¸ I¸ 18. [ii] 8/Enfâl¸ 2-3. [iii] 17/İsr⸠108-109. Mart B 51 Arş-ın Meleklerinden Kalbi Arş’ul Kur’an Olanlara Yakarış Seval AĞARI ÇAKIR M in n bitk ü g o ş ve arılmı y elekler k ö M . r “G i t iş ün le gelm a h r Ve o g i . r b i d e ind a çevres n larınd u n n o o ı n ı şr.” nin Ar ükleni y i Rabbi s e n ta e sekiz d n ü 7) t s ü a 16-1 (Hakk 52 B elekler Allah-u Teala’nın nurdan yarattığı varlıklar. Günahları olmayan , yeme içmeleri bulunmayan Rabbimizin kendilerine çeşit çeşit görevler verdiği sayıları Rabbimiz tarafından bilinen melekler tahayyül edildiğinde Rabbimin müthiş kudretini göstermektedirler. Bu yazımızda dört büyük melek olan ve çok bilinen Cebrail, Mikail, İsrafil, Azrail dışındaki meleklerin görevleri hakkında malumat verip içinde çok hikmetleri barındıran Hamele-i Arşı yani arşı taşıyan melekleri inceleyeceğiz. Kiramen Katibîn Melekleri Kişinin sağında ve solunda bulunan meleklerdir. Sağımızda olan melek iyi işlerimizi, solumuzda olan melek ise kötü işlerimizi yazar. Bu meleklere Hafaza melekleri de denir. Kıyamet günü hesap sırasında yaptığımız işler hakkında şahitlik yapacaklardır. Mart B “İki mütelakkiyan (yazıcı melek, insanın) sağında ve solunda oturarak yaptıklarını yazarlar. (İnsanın) her sözünü yanındaki gözetleyici ve yazmaya hazır bir melek yazar.”Kâf 17, 18 Münker ve Nekir Ölümden sonra kabirde sorguya çekecek meleklerdir. Ölüye daha önce hiç görmediği bir şekilde gelecekleri için bu adı almışlardır. Kul kabrine defnedilip de arkadaşları onu terk ettiğinde bu iki melek onun yanına gelir ve onu; Rabbin kim? Dinin ne? Şu Muhammed denilen kimse hakkında ne dersin? Şeklinde üç soru sorarak sorgularlar. (Ebu Davud 4753, Terğib ve Terhib 7/75, Tirmizi, İbni Hibbân) Mukarrebûn ve İlliyyûn Allah’a çok yakın ve O’nun katında şerefli mevkii bulunan meleklerdir, Allah’ı tesbih ve anmakla görevlidirler. “Hiçbir zaman Mesih de Allah’ın bir kulu olmaktan çekinmez. Melaike-i Mukarrebun da ve her kim O’na ibadetten çekinir ve kibirlenirse, bilsin ki o yarın, hepsini toplayıp huzuruna haşredecek.” (en-Nisâ 4/172). Muakkibat melekleri Koruyucu meleklerdir. “Onun (insanın) önünde ve arkasında Allah’ın emriyle onu koruyan muakkibât (takip edici melekler) vardır…”Ra’d 11 Cennetle Görevli Melekler Cennetle görevli meleklerin başı Rıdvan isimli melektir. Onlar cennet ehlini orada ebedi kalmakla müjdelerler. Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor: Mart B “Rablerine karşı gelmekten sakınanlar bölük bölük cennete sevk edilirler. Kapıları açılmış olduğu halde oraya vardıklarında bekçileri onlara: ‘Selamun aleykum! Tertemiz oldunuz. Artık ebedi kalmak üzere girin buraya! derler.”Zümer 73 Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor: “…Ve melekler de her kapıdan onların yanına girerler: ‘Sabretmenize karşılık selam size! Dünya yurdunun sonu ne güzeldir derler.”Ra’d 23, 24 Cehennem Görevlisi Melekler Başları Malik isimli melektir. Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor: “Sekar’ın ne olduğunu sen nereden bileceksin? O ne bırakır, ne de vazgeçer, İnsanın derisini kavurur. Üzerinde on dokuz (melek) vardır. Biz cehennemin işlerine bakmakla, ancak melekleri görevlendirdik. Onların sayısını da, ancak inkârcılar için bir fitne yaptık…” Müddessir 27, 31 Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor: “Ey Malik! Rabbin bizim işimizi bitirsin diye seslenirler. Malik der ki: Siz (öylece) kalacaksınız.” Zuhruf 77 Müjdeleyici Melekler Bunlar mü’min kulların üzerine inerler, vefatları anında ve kıyamet gününde onları korkudan yana emin olma ve cennet ile müjdelerler. Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor: “Şüphesiz ki: ‘Rabbimiz Allah’tır.’ deyip dosdoğru olanların üzerine melekler iner. Onlara: ‘Korkmayın ve üzülmeyin. Size vaat olunan cennetle müjdelenin. Biz dünya hayatında da, ahirette de sizin dostlarınızız. Gafur ve Rahim olan Allah’ın ikramı olarak orada sizin için canlarınızın çektiği ve istediğiniz her şey vardır derler.” Fussilet 30, 32 53 B İnsanı Sûretlendirip Rızkını, Ecelini, Cinsiyetini ve Halini Yazmakla Görevli Melekler Nutfe, ana rahmine düştükten 40 bazı rivayetlerde 42, 45, 120 gün ve gece geçtikten sonra Allah ona bir melek gönderir. Melek onu sûretlendirip kulağını, gözünü, derisini, etini ve kemiğini oluşturur ve o cenin hakkında Allah’ın buyurduğu şu dört hususu yazar; Erkek mi, dişi mi? Şaki mi, Said mi? Yani: Cennetlik mi? Cehennemlik mi? Rızkı, Eceli. Akabinde emrolunduğu şeyler üzerinde artırma ve eksiltme yapmayarak elinde bir sahife ile “…Şüphesiz ki sema gıcırdadı. Semanın gıcırdaması ise haklıdır. Çünkü semada, meleklerin Allah’a secde etmek için alnını koymasından dolayı dört parmaklık (bile boş) yer yoktur…”Tirmizi 2414, İbni Mace 4190 çıkar. Müslim 2643, 2646, Buhari 6487, 6488 Allah’a ibadet eden melekler bu melekler için Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor: “Semada bulunan meleklerden, durmaksızın Allah’ı zikreden, O’nu tesbih eden, O’na rükû ve secde edenler vardır. Onlar bunu yaparken kibirlenmez, usanmaz ve yorulmazlar.” A’raf 206, Enbiya 19, 20 Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bu hususu bize şöyle haber verdi: Salih insanların cenazelerine katılan melekler Bazı melekler, Müslümanlarla beraber cenazeye katılır ve define iştirak ederler. Ebu Davud 3177, Nesei 2057 Cuma Günü Mescide Gelenleri Yazan Melekler Cuma günü olunca mescit kapılarının her birinde gelenleri sırasıyla yazan, imam minbere çıkınca da sayfaları dürüp hutbeyi dinleyen melekler vardır. Buhari 891, Müslim 850/24, 25 Dua yahut beddua eden melekler “Her günün sabahında iki melek iner ve bunlardan birisi: ‘Ey Allah’ım! (Malını) infak edene bir bedelini ver.’ diye dua eder. Diğeri ise:‘Ey Allah’ım! (Malını) tutana telef ver.’ diye beddua eder.”Buhari 1364, Müslim 1010/57 Seyyahun melekleri Seyyahun melekleri gezici meleklerdir. Bu melekler yeryüzünü gezerek zikir meclisi ararlar. “Bir topluluk Allah’ı zikretmek üzere bir araya gelirse melekler onların etrafını sarar; Allah’ın rahmeti onları kaplar; üzerlerine sekînet iner ve Allah Teâlâ onları yanında bulunanlara över.” (Müslim, Zikr 39, 38) Amin demekle görevli melekler Namazda Fatiha Suresi bitiminde amin demekle görevli melekler vardır. Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyuruyor: “İmam ‘Amin’ dediği vakit siz de ‘Amin’ deyiniz. Zira kimin ‘Amin’ demesi meleklerin ‘Amin’ demesine denk gelirse, o kişinin geçmiş günahları affolunur.” buyurmuştur (Buhari, Ezan, 111-112; Müslim, Salat, 62, 87). 54 B Mart B İnsana hayrı ilham eden melekler “İnsanoğluna şeytanın bir dokunması olduğu gibi, meleğin de dokunması vardır. Şeytanın dokunması şerri vaat etme ve hakkı yalanlamadır. Meleğin dokunması ise hayrı vaat etme ve hakkı doğrulamadır.” (Tirmizi, 3172) Arş-ı taşıyan melekler Kur’an ve hadiste ilâhî hükümranlık ve taht anlamında kullanılan bir terim olan Arş, Cenâb-ı Hakk’ın, sınırsız egemenliği ve yüce haşmetiyle tecellî ettiği yerdir. Arşın büyüklüğü hayalimizi zorlar niteliktedir. Efendimiz (sav) bir hadis-i şeriflerinde arşın büyüklüğünü şöyle tasvir etmiştir: “Nefsimi kudret elinde tutan Zat’a kasem ederim: yedi sema ve yedi arz, Kürsi’nin yanında çöl bir araziye atımış bir (demir) halkadan başka bir şey değildir. Arş’ın Kürsi’ye olan üstünlüğü de tıpkı bu çölün o halkaya üstünlüğü gibidir. (İbn-i Kesir Tefsir 1- 550)” Arşın sütunları üzerinde kelime-i tevhid yazılıdır sağında Hz. Peygamber’e tahsis edilen Makam-ı Mahmûd bulunmaktadır (Tirmizî, “Menâkıb”, 1; Müsned, I, 398). Göklerle yeryüzünün yaratılmasından önce su üzerinde bulunan arş, yedinci göğün üzerindeki firdevs (veya adn) cennetinin üstündeydi. Allah da arşın fevkindedir (Buhârî, “Tevhîd”, 21, “Bediü’l-halk”, 1, “Cihad”, 4; Tirmizî, “Tefsîr”, 6, 58, 68, “Sıfatü’l-Cenne”, 4). Alt, üst, sağ, sol gibi yönleri, ağırlığı, gölgesi, köşeleri, sütunları bulunan bu arş göğün üzerinde kubbe şeklinde duran büyük ve değerli bir nesnedir (Buhârî, “Tevhîd”, 22, 23, “Tefsîr”, (Süyûtî, el-Hasâisü’l-kübrâ, I, 12-13); Akılla anlaşılması mümkün olmayan ancak duyu ve hissiyatımızla anlayabileceğimiz hamele-i arşı Hz. Peygamber (sav) şöyle anlatmıştır. “Bana Allah’ın meleklerinden olan arşın taşıyıcılarından bir melek hakkında rivayette bulunmam için bana izin verildi. Onun kulak yumuşağı ile ensesi arasındaki uzaklık yediyüz senelik mesafedir.” (Ebu Davud, Sünnet 19, (4727)) “Arşı taşıyan meleklerden İsrafil adında biri vardır. Arşın köşelerinden biri onun omuzu üzerindedir. Ayakları aşağı arzı, başı da yedinci semayı delip geçmiştir. Halık mahluktan büyüktür.” (Kütüb-i Sitte, c: 6, 366) “(meleğin) ayakları ile topukları arasında altıyüz yıllık (yürüyüş) mesafesi vardır. Topukları ile ayak çukurları arasında altı yüz yıllık at yürüyüşü mesafesi vardır.” (Kütüb-i Sitte, c: 6, 367) Hamele-i Arş denen bu meleklerin tesbihi sübhanallahi ve bihamdihidir. Bu tesbihle Arş-ı tavaf ederler. Büyüklükleri tahayyülün ötesinde olan bu melekler mü’min kullar için dua etmektedirler. Mü’min suresi 5. Ayette: “Arş’ı yüklenen ve bir de onun çevresinde bulunanlar (melekler), Rablerini hamd ile tesbih ederler, O’na iman ederler. Müminlerin de bağışlanmasını isterler: Ey Rabbimiz! Senin rahmet ve ilmin her şeyi kuşatmıştır. O halde tevbe eden ve senin yoluna gidenleri bağışla, onları cehennem azabından koru! (derler).” Diye niyazda bulunurlar. , c: 3 s: 406-409, 1991) Yalnız bu müthiş meleklerin bağışlanmasını istediği kulların özellikleri var. Bütün mü’minler için dua etmiyorlar. Tevbe eden, yaptıklarına pişman olan, af dileyen mü’minlere dua ediyorlar. Lakin sadece tevbe etmek de yetmiyor, bir de Allah’ın yolundan gitmek gerekiyor diyorlar. Ayetin bu kısmına dikkat edelim. “Tevbe eden ve senin yolundan gidenleri bağışla ve cehennem azabından koru.” Arşın büyüklüğü bu kadar muazzam iken arşı taşıyan meleklerin büyüklükleri de muazzam olmalıdır. Arşı taşıyan melekler sekiz tanedir. “Gök yarılmış ve o gün bitkin bir hale gelmiştir. Melekler onun çevresindedir. Ve o gün Rabbinin Arş-ını onlarında üstünde sekiz tanesi yüklenir.” (Hakka 16-17) İşte mü’min öyle bir tevbe yapacak ki onun tevbesi onun bütün hayatını değiştirip Hakk yolunda gitmesine vesile olacak. Gözyaşlarıyla kalbi günah kirlerinden arındırıp; kalbi, Hakk’ın istivasına uygun hale getirecek. İşte o zaman mü’min kulun kalbi Arş’ul Kur’an olacak. İşte o zaman Arş-ın Melekleri kul için yakarışta bulunacak. 65/5; Müslim, “Îmân”, 327, “ (Yusuf Şevki Yavuz, Diyanet İslam Ansiklopedisi, Mart B 55 Teknoloji Babalara “Babalığı” Unutturdu M. Emin KARABACAK Ruhen Evde Olmayan Babalar! tik n k ama a b e c de inin sa n baba v e e n r ü ö ş ü G la ğunu d u d l l arınız o k i v u e c r o gö er, ç timci l i , baba ğ u e B a . d r a a l lar or ece un diy l o ş iği sür a d d e a k m r a ön sn eve d e h eği gö u c r e d n e ı r la am en ın dev r a l ı lar ruh t a n b a b sıkı in anun iç O . a o d al r d o r y a i l r k e t cu nce ço ü n ö ır. d eve kacakt ı ç a d rın 56 B Eskiden anneler çocuklara “Dinimizin direği namaz, evimizin direği babanız!” derlerdi. Oysa günümüzde babaların yükleri ağırlaşıp evlerde fazla duramayınca ailenin direkleri de zayıflamaya başladı. Babaların yükleri ağırlaşınca çocuklara gereken zamanı ayırıp onlarla ilgilen(e)memektedirler. Eskiden evlerde televizyon, telefon, buzdolabı, bilgisayar, araba tekti. Bunlar, tüm ailenin ihtiyaçlarını karşılıyordu. Bunlar ortak paylaşım olunca hem aile bireyleri birlikteliklerini sağlıyor hem de ailenin ekonomik gücünü fazla zorlamıyordu. Oysa günümüzde her odada bir televizyon ve salon içinde dev ekranlı plazma, herkesin elinde birer dokunmatik telefon ve internetiyle beraber, buzdolapları yetmez oldu derin dondurucular, araba Mart B eşlerin yanında çocuklara da alınmaya başlandı. Aile bireylerinin teknolojik ihtiyaçlarının yanı sıra eğitim ihtiyaçları da aile bütçesini zorlamaya başladı. Hayat teknolojiye bağlı kalınca babalarda daha fazla kazanmak için daha fazla çalışmaya başladılar. Eve geç saatlerde gelen babalar, çocuklarına gereken ilgi ve alaka gösteremeyeceklerinden aile bağlarını ayakta tutan direklerde zayıflamaya başlayacaktır. Daha düne kadar sabah kahvaltıları ailecek birlikte yapılır, işine giden işine okuluna giden okuluna giderdi. Günümüzde sabah kahvaltıları kalktı. Babalar işyerlerinde, çocuklar okulda kahvaltı yapmaktadır. olur. Yumuşak yatakta yatırmak doğru değildir. Hafif sert yatakta yatırılırsa bedeni kuvvetli olur. Çocuğa fazla baskı yapmamalıdır. Sıkılmaktan ve üzülmekten dolayı kötü huy peyda eder ve kalbi katılaşır. Herkese karşı alçakgönüllü olmanın faziletini tekrar tekrar anlatmalıdır. Çocuğun kimseden para almamasını, bilakis daima para vermesini teşvik etmelidir. Fazla konuşmamasını, katiyen yemin etmemesini, sorulmadan cevap vermeye kalkmamasını, kendinden büyüğüne karşı saygı göstermesini ve onun önünden yürümemesini, dilini kötü söz söylemekten, sövmekten ve lânetten korumasını öğretmelidir.” Akşam yemekleri ise çocuklar, okuldan gelince yiyor ve odalarına çekilmektedirler. Baba işten ne zaman gelirse o zaman yiyor. Baba çocukların çocuklarda babaların yüzünü görmemektedirler. Oysa eskiden aile bireyleri akşamları yemekte birlikte olunur ve günü değerlendirirlerdi. Aile değerlerinden tutunda toplumsal kurallara kadar her şeyi çocuklar burada öğrenirlerdi. Harçlıklar babadan alınır ve babalarında evde bir ağırlığı vardı. Çocuklar eskiden babalarında çekinirdi, annelerde bunun için söz dinlemeyen çocukları babalarıyla korkuturdu. Günümüzde ise çocuklar iş yoğunluğunun içinde babalarını gör(e)memektedir. Görenlerde geç saatlerde görmekte ve “Aaa, babam gelmiş!” “Meraba baba!” diyerek odalarını çekilmektedir. Ailede babanın ağırlığına dikkat çeken İmam Gazali Hazretleri, baba ve çocuk terbiyesi hakkında şöyle demektedir: “Baba, baba olduğunu, büyüklüğünü hissettirmelidir. Anne de çocuğunu baba ile korkutmalıdır. Gündüz uyutmamalıdır, zira gevşek Sonuç olarak babalar, ruhen evde olamayınca vicdanen de rahat olmayacaklardı. Günümüz babaları çocuklarına yeterli zaman ayır(a)mayıp onlarla ilgilen(e)medikleri için kendilerini suçlu hissedeceklerdir. Buda babaların çocukların her istediklerini almalarına neden olacaktır. Başka bir ifadeyle babalar, kişilikleriyle değil aldıklarıyla çocuklarının yanlarında olduklarını hissettirmeye çalışacaklardır. Bunu sonucunda da günümüz çocuklarının tüm ihtiyaçları karşılanmamış fakat baba ihtiyaçları karşılanmamış çocukların ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Babaların tekrar eve dönmeleri içinde aile ihtiyaçları tekrar gözden geçirilmesi gerekir. Çünkü çocukların babalara, babalarında çocuklarına ihtiyaçları vardı. Çocuklara aile olduğunu hissettirebilmek içinde onlarla nitelikli zaman geçirmek gerekir. Bunun içinde çocuklarla sabahtan akşama kadar beraber olmak gerekmiyor. Paylaşımların olabileceği ortamlar oluşturarak değerlendirmek gerekir. Mart B 57 B Kuma’sız Babalara İhtiyaç Var... Bazı babalar işe, evden erken çıkıp geç gelirken bazı babalarda eve bedenen gelirken ruhen gel(e)memektedirler. Sadece bedenen eve gelen babalar, evi de sadece karnının doyurmak ve yatmak için kullanmaktadırlar. Bu babalar, eve geldikleri zaman soracakları ilk şeyde; “Televizyonun kumandası nerdedir?” olacaktır. Kumanda sormayan babalar da internette sanal alemde gezintiye çıktıkları için yine ruhen evde olmayacaktır. Bu babalar internete ya da televizyona ayırdığı zamanın üçte birini çocuklarına ayır(a)mazlar. Ya da internette cetleştiği insanlara verdiği değeri çocuklarından esirgerler. Yani başkalarına gösterdikleri ilgi ve alakayı çocuklarına çok görürler. Bankamatik görevinden başka görevi olduğunu düşünmeyen babalara bir şey sorduğunu zamanda verecekleri tepkilerde bellidir. Babamla bir konuda konuşmak istediğimde; “Seni dinliyorum.” der. Bunun üzerine ben de başlarım anlatmaya. Fakat babam bir taraftan beni dinlerken bir taraftan da elinde televizyon kumandasıyla kanal kanal gezer. Konuşmamın sonunda baba bu konuda ne diyorsun dediğimde: “Hangi konuda?” der. Ben de istemeyerek tepki verdiğimde ise: “Öf ya, ağız tadıyla bir haber dahi seyrettirmiyorsunuz!” diyerek tepki gösterir. Görevinin sadece bankamatik görevi olduğunu düşünen babalara da eğitimciler, çocuklarınızla arkadaş olun diyorlar. Bu, babaların ruhen eve dönmediği sürece sıkıntıların devam edeceği gösteriyor. Onun için babalar ruhen eve dönünce çocuklarda odalarında çıkacaktır. Odalarından ve sanal alemde çıkan çocuklarda aile hayatının bireyi olduğunu fark edeceklerdir. Çocuklara aile olduğunu hissettirebilmek içinde onlarla nitelikli zaman geçirmek gerekir. Bunun içinde çocuklarla sabahtan akşama kadar beraber olmak gerekmiyor. Paylaşımların olabileceği ortamlar oluşturarak değerlendirmek gerekir. Babadan Hatıra’sız Büyüyen Çocuklar! Çocukların hayatında babalar ne kadar önemli ise baba ile ilgili hatıralarda o kadar önemlidir. Düşünüyorum da yenil nesil ilerde babalarıyla ilgili hatıra olarak neler anlatacaklar diye. Kendi odalarında sanal âlemde yaşayan bu çocuklar, ilerde herhalde sorulursa hatıra olarak şunları anlatacaklardır: Bizim el kadar bir cep telefonumuz ve bunda da internetimiz vardı. Biz internette gezinmeye de sanal âlem derdik. Bütün işlerimiz oradan hallederdik. Hatta oyunlarımız da orada oynardık. Eskiler gibi iletişimimizi ve ihtiyaçlarımızı gidermek için fiziksel gücümüzü kullanarak yapmazdık. Tek parmakla bunu yapardık. Yine eskiden insanlar paylaşımlarını sosyal hayatta yaparlarmış. Bizler ise paylaşımlarımızı sanal Babalar bankamatik görevinin yanında buzdolabı gibi soğuk olunca çocuklar da istemez psikolojik olarak kendilerini yalnız hissedeceklerdir. 58 B Mart B âlemde yapardık. Eskiler hasta ziyaretleri, düğünler, taziyeler ve bayramlaşmalar için bizzat evlere giderlermiş. Oysa biz odamız tek parmakla bunları hallediyorduk. Eskiden çocuklar babalarından izin almadan dışarı çıkamazlarmış. Hatta birçok yerlere de birlikte giderlermiş. Biz kendi odamızda elimizdeki telefonla dünyayı dolaşırdık da babamızın ruhu duymazdı. Birçokları için hayal gibi de olsa bu, aslında hayatın ta kendisidir. Çünkü çocuklar sanal âlemde, babalarda iş güçte oldukları sürece hatıra olabilecek en küçük birliktelikleri olamayacaktır. Hal böyle olunca günümüz çocukları ilerde babasıyla anı’sı olmayan çocuklar olacaklardır. “Babamla şunu yaptık, bunu yaptık; şuralara gittik, buraları gittik…” diye çocuklarına anlatacakları bir hatıraları dahi olmayacaktır. Neden Bu Hale Gelindi? Teknoloji çağındaki gelişme ve yenilikler aile bütçelerini zorlamaktadır. Teknolojideki yenilikleri takip edebilmek içinde fedakârlık gerekiyor. Ailenin asli olduğu kadar asli olamayan ihtiyaçları karşılamak için babalar; ya mesaiye kalıyorlar ya da ikinci bir işle uğraşıyorlar. Buna bağlı olarak babalar, evlere bedenen oldukları kadar ruhen de yorgun döneceklerdir. Babalar eve bedenen oldukları kadar ruhen de yor- gun döndüklerinden, çocuklarına vakit ayırmak bir yana, en küçük sese tahammül edememektedirler. Babalar eve geç saatlerde ve yorgun dönünce ister istemez çocuklarla da ilgilen(e)meyeceklerdir. Birliktelik sadece bedenen olacağı için bu da çocukları tatmin etmeyecektir. Çocuklarla biraz ilgilen denildiği zamanda: “Ben zaten onlar için çalışıyorum, ben parayı mezara mı götüreceğim, onların rahatı ve geleceği için çalışıyorum.” diyerek işin içinden çıkmaya çalışacaklardır. Babalar bankamatik görevinin yanında buzdolabı gibi soğuk olunca çocuklar da istemez psikolojik olarak kendilerini yalnız hissedeceklerdir. Çocuklar ilerde; “Sağ olsun babam buzdolabı gibi soğuktu, fakat bizim için gecesini gündüzünü kattı.” diye gurur mu duyacaklar. Yoksa “Keşke babamız iki kazanacağına bir kazansaydı da ruhen bizimle beraber olsaydı. Karnımız düşündüğü kadar ruhumuzu da düşünseydi” mi diye içerleyeceklerdir. Çocuklar ilerde babam meşhurdu, zengindi gibi şeyleri anlatarak mutlu olmayacaklaradır. Benim babam bakan, benim babam başkan, benim babam fabrikatör, benim babam müdür, benim babam gazeteci, benim babam yazar… diyene de pek rastlayamazsınız. Çünkü bunlar babasına ait ve kendisine ait bir şey yoktur. Arkadaş ortamlarında bunlardan pek bahseden de olmaz. Bahsedilse dahi diğer çocuklar tarafında pek tasvip edilmez. “Biz yazın babamla köye gittik, tatile gittik, piknik yaptık, derece yüzdük, balık tuttuk, eşeğe bindik, dağlara çıkıp mantar topladık, kartopu oynadık, kardan adam yaptık, bunu yaptık şunu oynadık…” gibi kendisine ait olan kendisinin de içinde olduğu şeyleri paylaştıklarında mutlu olmaktadırlar. Bu, diğer çocuklar tarafından hayranlıkla dinlenilmektedir. Sonuçta çocuklar; babalarının malı mülküyle değil, çocukla geçen hatıralarıyla gurur duyacaktır. Çocuklara gerçek miras bırakmak isteyen babalar, çocuklarıyla yaşanmış dolu dolu hatırlar bırakabilmelidirler. Mart B 59 Hz. Abdullah b. Ömer b. el-Hattâb (r.a) Salih KAYA İ kinci halife Hz. Ömer (r.a.)’in oğlu ve mü’minlerin annesi Hz. Hafsa’nın ana-baba bir kardeşi, fâkih ve muhaddis sahâbî. Ebû Abdurrahman künyesi ile tanınan Abdullah’ın annesi Zeynep bnt. Maz’un el-Cümeyhî’dir. 60 sıl cın na a ğ a , n ’i asınEkrem i m l a l û s k ı a ç a “R uğunu d l uğu o ç a acı old ğ a bir ağ a m ce hur abası B . i d e dan ön ”d doğdu e u söym n i b u b k al n e de h Peki n “ , r b du l l a e A , e Öm c in n ? ” de y n i d nda s e e u r u lem z hu llah’ın u l konuş û n s e a k r “R u dur Bekir m” û b E rme di ve ö g n u yg mayı u Abdullah b. Ömer’in, peygamberliğin üçüncü yılında doğdugu kaydedildiği gibi onun nübüvvetten bir yıl önce dünyaya geldiği söylenmektedir. (İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe, Kahire 1286, 111, 230). B Mart Babasıyla birlikte, küçük yaşta İslâm’a girdi ve yine babası ile birlikte Medine’ye hicret etti. Tamamıyla İslâm toplumunda ve İslâm terbiyesiyle yetişti. Yaşı küçük olduğu için Bedir ve Uhud gazalarına Hz. Peygamber (s.a.s.) tarafından katılmasına müsâde verilmedi. (Buhârî, Megâzi, 6). Ancak onsekiz yaşlarında iken Hendek gazvesine ve daha sonra Hz. Peygamber (s.a.s.) zamanında meydana gelen bütün savaşlara katıldı. Mekke fethinde, Mûte savaşında, Tebük seferinde ve Vedâ Hacc’ında bulundu. B Abdullah b. Ömer, İslâm devleti bünyesinde meydana gelen anlaşmazlıklarla ortaya çıkan ve birbirleriyle mücadele eden gruplara karışmadı, tarafsız kaldı ve devlet kadrolarında vazife almadı. Zira oğlunu hilâfete aday göstermesini tavsiye eden sahâbelere Hz. Ömer: “Bir evden bir kurban yeter” demişti. Babasından sonra başa geçecek halifeyi seçmeye görevli olan şûrâ’ya sadece müşâvir olarak katıldı. Hz. Ömer oğluna şûrâ’ya katılmasını ancak aday olmamasını tavsiye etmişti. (İbnü’l-Esîr, el-Kâmilfi’t Tarih, 111, 65 vd.) Hz. Osman (r.a.) zamanında, İbn Ömer, devlet işlerine müdahalede bulunmuyordu. Bir gün Hz. Osman, İbn Ömer’e kadılık yapmasını, müslümanların arasındaki hukukî anlaşmazlıkları hâlletmesini teklif edince özür dileyerek kadılık vazifesini kabul etmemiş, Rasûl-i Ekrem (s.a.s.)’in bir sözünü hatırlatmıştı; - Hz. Peygamber (s.a.s.) buyurmuşlardır ki: “Kadılar üç çeşittir. Birincisi câhillerdir. Bunların yeri Cehennemdir. İkinci zümre âlimleridir, fakat dünyaya meyilleri vardır, ilimleri ile amelleri bir değildir, bunlarda Cehennemliktir. Üçüncü zümre ise hem âlim, hem de dünyaya meyli olmayanlardır.” (Ebû Dâvud, Akdiye, 2). - Hz. Osman, Hz. İbn Ömer’e dedi ki: “Ama, senin baban Hz. Peygamber (s.a.s.) zamanında kaza işleri ile uğraştı ve kadılık yaptı.” - “Evet, doğrudur, fakat babam bir mesele ile karşılaşınca Rasûl-i Ekrem’e müracâat eder, müşküllerini hâlletmede zorluk çekmezdi. Çünkü Rasûl-i Ekrem müşkil bir mesele ile karşılaşınca onun da müşkilini vahiy hâllederdi. Şimdi Rasûl-i Ekrem aramızda yok ki prob- lemlerimizi ona götürelim. Allah şimdi bizim yardımcımız olsun.” Hz. Osman da bu hususta Hz. İbn Ömer’e fazla ısrarda bulunmadı. Hz. İbn Ömer, hükümet ve devlet işlerinden uzak kalmasına rağmen hak yolunda cihâd edip İslâm fetihlerine katıldı. Nitekim Hicret’in yirmiyedinci yılında Afrika’da Tunus, Cezayir, Merakes seferine katılmıştı. İbn Ömer Hicret’in otuzuncu senesinde Horasan ve Taberistan fetihlerinde bulundu ve onun Taberistan fethinde bir Dihkan’ı öldürdüğü bilinmektedir. Ancak hükümet ve devlet işlerine müdahâle hususunda çok ihtiyatlı davranıp, daima uzak kalmayı tercih etti. Hz. Osman’ın şehâdetinden sonra ilmî yüceliği, kahramanlığı ve mücahidliği Hz. Ömer’in oğlu olması sebebiyle halîfe olması istendiyse de kabul etmedi. Hz. Ali tarafında yer aldı. Dahilî olaylara karışmadı. Sıffin olayından sonra da halifelik tekliflerini reddetti. Muâviye zamanında 669 yılında Hz. Peygamber’in güvenini kazanmış ve bayraktarlığını yapmış olan Halid b. Zeyd Ebu Eyyub el-Ensâri ile İstanbul surları önlerine kadar gelip, İstanbul’un ilk muhasarasına katıldı. Onun devlet bünyesinde ve islâm toplumunda meydana gelen iç karışıklıklar sırasında temkinli davrandığını görmekteyiz. Fakat Sıffin’de Hz. Ali’ye muhalefet edenlere ve Abdullah b. Zübeyr’i Kâbe’de muhasara edip şehid edenlere karşı savaşmadığına pişman olduğunu bizzat kendisi ifâde etmiştir. (İbn AbdülBerr, el-istiâb, II, 345), Haccac’a karşı savaşmadıysa bile onun zulmünden asla çekinmeden islâmî ahkâmı çiğnemesine karşı susmayıp onu gerektiğinde sert bir şekilde uyarmıştı. Hattâ onun bu gibi uyarılarına kızan Haccac b. Yusuf, Abdullah’ı öldürtme yollarını aramıştı. Çok hadîs bilmesine rağmen büyük titizliğinden çok az rivâyette bulunurdu. Abdullah b. Ömer’den Nâfi ve İmam Mâlik b. Enes’in rivâyetleriyle gelen hadisler en sağlam rivâyetler olarak değerlendirilmekte ve bu rivâyet zincirine “Altın Zincir” adı verilmektedir. Mart B 61 B Nihâyet hicretin yetmişdördüncü yılında Abdullah b Ömer seksendört veyahut seksen beş yaşında iken vefat ettiği (İbn Sa’d, Tabakat, IV, 187), başka rivâyetlerde de onun seksenaltı yaşında vefat ettiği kaydedilir. (İbnü ‘l-Esir, Üsd ü ‘l-Câbe, I V, 230-23 1) Hac mevsiminde adamın biri ucu zehirli bir mızrak ile Abdullah b. Ömer’i ayağından yaraladı. Vücûdu zehirlendi. Bu zehirlenme vefatına sebep oldu. Bir rivâyete göre yukarıda söylediğimiz gibi bu yaralama Haccac b. Yusuf’un tertibi idi. İbnü’l-Esir’in kaydına göre, Haccac b. Yusuf minberde hutbe okuyordu. Hutbe’de Abdullah İbn Zübeyr’e ağır sözler söylemiş ve bazı ithamlarda bulunmuş, onun Kur’ân-ı Kerim’i tahrif ettiği iddiasını ortaya atmıştı. İbn Ömer düşünmeden ve çekinmeden Haccac’a bağırıp: “Yalan söylüyorsun, bunu ne İbn Zübeyr yapardı, ne de senin bu işe gücün yeter!...” demişti. İbn Ömer’in halkın toplu bulunduğu bir yerde böyle sert konuşmasından Haccac fena halde bozulmuş, ona kin besleyip çok kızmıştı. Açıktan açığa ona bir şey yapamayacağından gizlice ve hainlikle intikam almayı düşünmüştü. (İbn Hallikân, Vefayatü’l Ayan, II, 242). Ancak İbnü’l-Esir Haccac’ın hutbe meselesini başka türlü anlatmaktadır. Ona göre, Haccac hutbeyi çok uzatmış, o kadar uzatmıştı ki, ikindi namazına vakit daralmıştı. Bu ara ibn Ömer, “Güneş seni beklemiyor” diye ihtarda bulunmuştu. İkinci bir rivâyete göre, İbn Ömer’in onu beklemeyip kıymet vermemesine Haccac’ın canı sıkılmış, firavunluğu tutmuştu. Fakat Emevi hükümdarı Abdülmelik b. Mervan’ın korkusundan İbn Ömer’e karşı gelemiyordu. Bu meselenin iç yüzünün bu şekilde olduğu anlaşılmaktadır. Yoksa imkân bulduğu takdirde Haccac, İbn Ömer’i bir an evvel ortadan kaldırmada tereddüt etmezdi. (İbnü’lEsir, Üsdü’l-Gâbe, 111, 230) Hac mevsiminde halkın kalabalık bulunduğu bir sırada kim vurduya getirmek için Haccac bu hâdi- seyi tertiplemişti. Hattâ İbn Ömer hastalandığı sırada Haccac ziyaretine gitmiş suçlunun yakalanıp cezalandırılması meselesi söz konusu olmuştu. İbn Ömer o sırada Haccac’a: “Sen silahla Harem-i Şerif’e girilmesine müsâade ettiğin için bu olay meydana geldi. Harem-i Şerif’e silahlı girmenin doğru olmadığını biliyordun. Bunun önüne geçmiş olsaydın bu hâdise olmazdı” demiş, o da susmustu (İbn Sa’d, Tabakat, IV, 187 vd.). İbn Ömer Medine’de vefat etmeyi arzu ediyordu. Zira son günlerde Mekke’de vaziyetin iyi olmadığını sezmişti. Cenab-ı Hakk’a dua ediyor: “Allah’ım, beni Mekke’de öldürme!” diye yalvarıyordu. Oğlu Sâlim’e şöyle vasiyet etmişti: “Ben Mekke’de ölürsem beni Harem hududu civarında defnet, sen de buradan göçüp git!” İbn Ömer bu vasiyetinden birkaç gün sonra vefat etti. Vefatını müteakip vasiyeti gereğince halk toplandı. Haccac da suçluluğunu örtbas etmek için cenaze namazına katıldı. Hatta namazını Haccac’ın kıldırdığı bilinmektedir. (İbn Sa ‘d, Labakat aynı yer). Vefat ettiğinde onbiri erkek onbeş çocuğu vardı. Abdullah b. Ömer helâl ve harama ait hadisleri en çok bildiren râvidir. Genellikle işittiği hadisleri yanılgıyı azaltmak, unutkanlığı ortadan kaldırmak için devamlı yazardı. Gerekmedikçe de hadis rivâyet etmezdi. 62 B Mart B Muhit ve aile olarak tamamen islâmî terbiye ile yetişmesi ve Rasûlullah’ın sohbetlerinde devamlı bulunması ona bizzat hizmet etmekle şereflenmesi, fıtraten üstün hâllere sahip olmasından dolayı zamanının bütün ilimlerinde mâhir ve üstad olmasını sağladı. Her konuda çok dikkatli araştırmayı, incelemeyi severdi. Sahâbe içinde dünyaya önem vermemesi örnek gösterilirdi. Haram ve şüpheli konularda çok titiz davranırdı. Kur’ân-ı Kerim’in tefsiri hususunda da sahâbenin ileri gelenlerindendi. Bir gün Hz. Peygamber, ashâb-ı kirâm’a İbrahim sûresi Yirmidördüncü âyetinde geçen “ağaç”ın nasıl bir ağaç olduğunu sormuş. Hiç kimse cevap verememişti. Rasûlullah (s.a.s.) bunun “hurma ağacı” olduğunu açıklayıp da oradakiler dağılınca Abdullah b. Ömer yolda giderken babasına “Rasûli Ekrem’in, ağacın nasıl bir ağaç olduğunu açıklamasından önce hurma ağacı olduğu kalbime doğdu” dedi. Babası Ömer, “Peki neden bunu söylemedin?” deyince, Abdullah “Rasûlullah’ın huzurunda sen ve Ebû Bekir dururken konuşmayı uygun görmedim” demişti (İbn Hâcer, Fethu’l-Bârî Serh Sahihi’l-Buhâri, Mısır 1959, IX, 449). Bu da onun Allah’ın âyetlerine vukûfiyetini gösterir. Abdullah b. Ömer helâl ve harama ait hadisleri en çok bildiren râvidir. Genellikle işittiği hadisleri yanılgıyı azaltmak, unutkanlığı ortadan kaldırmak için devamlı yazardı. Gerekmedikçe de hadis rivâyet etmezdi. İbn Ömer tefsirde olduğu kadar hadis ilminde de ileri gelenlerden de hadis hâfızları arasında ün kazanmış sahâbîlerdendir. Elimizde mevcut hadis kitaplarında İbn Ömer’den ikibinaltiyüzotuz hadis rivâyet olunmuştur. Bunlardan yüzaltmışsekiz tanesi Buhârî ve Müslim tarafindan müştereken rivâyet edilmiştir. Buhârî’de seksenbir, Müslim’de de otuzbir; Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde ikibinondokuz hadis ayrıca naklolunmaktadır. İbn Ömer Rasûl-i Ekrem’in sözlerini, fiillerini sevk ve zevk ile izlerdi. Ekseriya Rasûl-i Ekrem’in hizmetinde ve huzurunda bulunurdu. Bulunmadığı zaman da Rasûl-i Ekrem’in söz ve fiilini huzurda bulunanlardan sorar, tetkik ederdi. Bir meselede şüpheye düştüğü, yahut iyi anlamadığı takdirde hemen Rasûl-i Ekrem’e gidip öğrenirdi. Bu suretle Rasûl-i Ekrem’in söz ve fiillerine ait hadisleri toplamış, hıfzetmişti. Hadîs-i Şeriflerin ümmet içinde yayılması ve ümmetin evlatlarına öğretilmesi hususunda İbn Ömer’in büyük hizmeti olmuştur. Hadisi iyi bilip, iyi tetkik edenlerdendi. Bildiğini öğretmekten büyük zevk duyardı. Rasûl-i Ekrem’in vefâtından sonra altmış yıl yaşadı. Ömrü boyunca Rasûlullah’ın hadislerini islâm ümmeti arasında yaymakla vakit geçirdi. Nitekim elimizde bulunan hadislerin nakil silsilesinin çoğu Abdullah İbn Ömer’e dayanmaktadır. İbn Ömer, Medine’de ders halkası oluşturarak hadîs öğretirdi. Bundan başka her zaman hac mevsiminde Mekke’de islâm dünyasının dört bir yanından gelen hacılara Rasûlullah’ın hadislerini öğretme konusunda büyük gayret sarfederdi. Çok hadîs bilmesine rağmen büyük titizliğinden çok az rivâyette bulunurdu. Abdullah b. Ömer’den Nâfi ve İmam Mâlik b. Enes’in rivâyetleriyle gelen hadisler en sağlam rivâyetler olarak değerlendirilmekte ve bu rivâyet zincirine “Altın Zincir” adı verilmektedir. Abdullah b. Ömer’den hadis öğrenimi görenler arasında başta Abdullah b. Abbâs olmak üzere Câbir b. Abdullah, Saîd b. el-Müseyyeb, Said b. Cübeyr, Abdullah b. Keysân, Hasan-ı Basrî, Nâfi, Mücâhid, Tâvûs, Enes b. Sîrin gibi meşhur muhaddisler ve oğullarından Hamza, Bilâl, Abdullah ve Ubeydullah vardır. İbn Ömer bu hadis ilminden dolayı çok hadis rivâyet eden Muksirûn sahâbeler arasında yer almaktadır. Mart B 63 B Abdullah’ın, muhaddisliğinin yanı sıra fakîh bir sahâbî olduğu da bilinen bir husustur. İbn Ömer ömrünü Medine’de geçirmiş ve fıkıh üzerinde çalışmıştır. Medine’nin fıkıh âlimlerinin birçoğu fetvalarında İbn Ömer’in bilgisinden faydalanmışlardır. Ehl-i Sünnet’in dört imamından biri olan İmam Mâlik’in fıkhı, Abdullah İbn Ömer’in fetvaları ile doludur. İmam Mâlik’in dediği gibi, Abdullah b. Ömer fıkıh âlimlerinin başında gelenlerdendi. Eğer İbn Ömer’in fıkıhtaki fetvaları toplansa büyük bir eser meydana gelir. Nitekim, Mısır’lı âlim M. Revvâs Kal’acı “Mevsû ‘atu Fıkhî Abdullah b. Ömer” (Abdullah b. Ömer’in Fıkıh Ansiklopedisi) adıyla bir eser vücûda getirmiştir. (Beyrût 1986). İslâm fıkıh ulemâsının en ileri gelenlerinin bildirdiklerine göre, islâmî meselelerde İbn Ömer’in sözleri ile amel etmek yeterlidir. Abdullah b. Ömer uzun bir ömür sürdüğünden peygamberimizden sonra altmış yıl müddetle fetva vermiştir. Ancak fetva verme konusunda çok ihtiyatlı hareket ederdi. Şahsiyet olarak; iyilik etmeyi, sadaka vermeyi, hayır yapmayı, hele köle azad etmeyi çok severdi. Sağlam karakterli, iyi ve güzel huylu olup, kötülüklerden kaçınırdı. Her yaptığı işi Allah rızası ıçın yapardı. Kendi yüzük taşında: “Allah Teâlâ’ya, Allah için hâlis ibâdet etti.” ibâresi yazılıydı. Dünya malına, dünya zevklerine hiç gönül vermezdi. Sahâbe’den Câbir b. Abdullah: “Ömer ve oğlu Abdullah’dan başka içimizde dünyaya meyli olmayan kimse yoktur.” derdi. İlimde imamlığa yükselen muhaddis ve tâbiînin büyüklerinden olan Nâfi, Abdullah b. Ömer’in azatlısıdır. Nâfi köle iken İbn Ömer onu onbin dirheme satın alıp, “Seni Allah rızası için azat ettim” diyerek kölelikten kurtarmıştır. Kölelerinden ibâdet edeni gördükçe hemen onu âzad ederdi. “ibâdeti göstermelik yaparak âzad olmak isteyenler olursa ne yaparsınız?” diye ona sorulduğunda Abdullah’ın “Hayır için aldanmaktan iyi şey var mıdır?” buyurdukları meşhûrdur. İmam Nâfi, Abdullah için: “Her zaman dualarında belirttiği gibi bin köle âzad ettikten sonra vefat etti.” demişti. Çoğu zaman sırtındaki kaftanını çıkarıp gördüğü bir fakire verirdi. Abdullah b. Ömer’in evinde misafir eksik olmazdı. Akşam yemeklerini yalnız yediği nadirdir. Mutlaka misafiri olur, olmazsa arar bulurdu. Kendisi de dostlarının evinde üç günden fazla misafir kalmaz- 64 B dı. Evinde en zarûrî ihtiyacını karşılayan eşya bulundururdu. Cuma’dan önce mutlaka yıkanır, abdest alır, güzel kokular sürünürdü. Her namaz için abdest alır, geceleri çok namaz kılardı. Abdullah’ın oğlu Hâlid’in âzad ettiği Ebû Gâlib şöyle anlatır: “Abdullah b. Ömer Mekke’ye geldiğinde sık sık bize misâfir olurdu. Geceleri teheccüd namazı kılardı. Bir gece sabah namazı yaklaştığı zaman bana “Kalkıp namaz kılmayacak mısın? Kur’ân’ın üçte birini de okusan yeter.” dedi. “Sabah yaklaştı, kısa zamanda Kur’ân’ın üçte birini okuyup yetiştiremem” dedim. Bana dönerek: “İhlâs sûresi Kur’ân’ın üçte birine eşittir.” dedi. İmam Nâfi’nin naklettiğine göre, Abdullah b. Ömer mûsikîyi sevmezdi. Teganni ve saz seslerine kulaklarını tıkardı. Bir gün birisi yanına yaklaşarak: “Abdullah, Allah için seni çok seviyorum” dedi. Abdullah da: “Ben de Allah için seni hiç sevmiyorum. Çünkü sen ezanı teganni ederek, şarkı söyler gibi okuyorsun” buyurdu. Allah’tan başka kimseden korkmazdı. Kötülüğe karşı hep iyilikle karşılık verirdi. Zeyd b. Eslem şu olayı anlatır: “Adamın birisi yolda Abdullah b. Ömer’e sövüp saymaya başladı. Abdullah evinin kapısına varıncaya kadar onu sabırla dinledikten sonra adam dönerek, “Ben ve kardeşim Âsım kimseye sövmeyiz” dedi. Mart B Çok az yemek yerdi. Hele acıkmayınca hiçbir sey yemezdi. Bir gün dostlarından birisi ona hazım kolaylaştırıcı bir ilâç hediye etmek istedi. O dostuna şu cevabı verdi: “Ben hiçbir yemekten karnımı doyururcasına yemedim. Hazım ilâcına ihtiyacım olacağını zannetmiyorum.” Bu kadar tok gözlü olmakla beraber aynı zamanda son derece müstağni bir kişi idi. Kimseden bir şey istemezdi. Herkes ona hizmet etmek ister, fakat o asla kabul etmezdi. Bir oturuşta binlerce dirhem para dağıtmış olan bir zâtın bütün ev eşyası bir halı veya kilim ve bir de yataktan ibaret idi. Bunların bütün kıymeti yüz dirhem tutmazdı. Abdullah varlıklı olmakla beraber yaşayışı işte bu kadar sâde idi. Cuma günleri hariç, güzel koku kullanmazdı. Yalnız cuma günü iyi elbise giyerdi. Bir gün Cuma’dan sonra yolculuğa çıkması gerekti. Güzel elbiselerini giymişti. Bu elbiseyi eve gönderip değiştirdi ve normal elbiselerini giydi. Bir ara Abdülaziz b. Hârun ona haber gönderip ihtiyaçlarının ne olduğunu bildirmesini istemiş, İbn Ömer onun davranışına karşı şu cevabı vermişti: “Siz, geçimleri size ait olanların, geçimlerini üzerinize almış bulunduğunuz kimselerin ihtiyaçlarını temin ederseniz daha iyi olur” (İbn Sa’d, Tabakat, IV, 174). İbn Ömer şekil ve şemâli hususunda babası Ömer’e çok benzerdi. Uzun boylu ve esmerdi. Sakalı ağardığı zaman koyu sarıya boyardı. Zira sakalının rengi de koyu sarıydı. Ancak İbn Ömer bir şey hediye edildiğinde onu geri çevirmezdi. Nitekim Muhtar mal ve mülkünün bir çoğunu İbn Ömer’e hediye etmiş, o da kabul eylemişti. “Bize hediye edilenleri biz de hediye eder, Hak yolunda dağıtırız.” demişti. Ve bütün hediyeleri ihtiyaç sahiplerine dağıtmıştı. - İnsanoğlu Allah’tan başka hiçbir şeyden korkmazsa Allah’u Teâlâ ona hiçbir şeyi musallat etmez. Bir ara İbn Ömer’in halası Ramle ona ikiyüz dinar altın para göndermişti. Emir Muâviye ise bir aralık onun ihtiyaçları için yüz bin dinar yollamıştı. Muâviye bu parayı gönderirken İbn Ömer’in Yezîd’e bey’at etmesini de düşünerek buna başvurmuştu. İbn Ömer bunu kabul etmemiş, “Benim imanım sizin paranızdan daha değerlidir.” demişti . (İbn Sa ‘d, aynı yerler). Abdullah b. Ömer’in yaşayışı her türlü gösterişten uzak idi. O bu hususta mükemmel bir örnektir. Abdullah b. Ömer’in Bizzat Peygamber Efendimiz’den Duyarak Naklettiği Bazı Hadisler - Nasihat olarak ölüm yeter. - İstediğini ye, istediğini giyin. İnsanları yanlış yola götüren israf ve tekebbürdür. - Sağlığında hastalığın ve hayatında ölümün için tedbir al. Abdullah İbn Ömer (r.a.) buyurdu ki: - Ey insan bedeninle dünyada ol, kalbinle âhireti bul. - Hikmet ondur; dokuzu sükût, biri de az konuşmaktır. - Haramdan kaçınmadıkça ibâdetler kabul olunmaz. Ebû Seleme b. Abdullah şöyle demiştir: “Abdullah İbn Ömer vefat etti. O fazilette babası Ömer’e çok benzerdi. Hz. Ömer kendisinin benzerlerinin çok olduğu bir zamanda yaşamıştı. Fakat Abdullah İbn Ömer ise kendisinin bir benzeri bulunmayan bir dönemde yaşamıştı.” Mart B 65 Allah Dostları Selami ŞEN T in için t e m üm i iz, bu s e h lplerin p a k a “Şü l uy e ’ın nur h a terbiy l l i A n i r e de l efis ymış, n r ı lmasa d o n ı r a l ar n sa uh âmil in k ş i an ve r m m i et , r n la i. slüma ü çökerd m , n ı a d t k ço amber ından g m y ı e k P a . z b H saydı, an a m l o yesi ol a g ş i Onlar l i er si n gönd erbiye t s i f e s.a.v.’i en zliği v i m e t i. kalp şmezd e l k e ç ger 66 B asavvufun, tarihte oynadığı rolün önemi çok büyüktür. Çünkü, müslüman toplumların tarih boyunca yaşadıkları bunalım ve çalkantı dönemleri, tasavvuf büyüklerinin davet ve irşad faaliyetleri sayesinde aşılmıştır. Kalplerin Allah’la, toplumun ahlâkla irtibat ve ilgisinin azaldığı, batınî hastalıkların iyice yayılarak, tamah ve ihtirasın gözleri bürüdüğü zamanlarda, imdada yetişen hep onlar olmuştur. Allah dostları, bu dünyaya hizmet etmek için geldiklerini düşünmektedirler. “Siz insanların iyiliği için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz” (Al-i İmran, 110) ayetinin övdüğü kimselerden olmak için insanlara hizmeti tercih etmişlerdir. Rasullulah s.a.v. Efendimiz’in, “İnsanların en hayırlısı, insanlara en faydalı olandır.” (Tebaranî; İbnu Ebi’d-Dünya) hadisindeki ‘hayırlı insan’ olmayı hayatlarının prensibi edinmişlerdir. Mart B İnsanlığın Hizmetkârları Allah dostları, ilim öğretmekten ilim ehlinin ihtiyaçlarını karşılamaya, fakir, yetim ve garipleri gözetmeye, hastaları ziyaret edip, gerektiğinde savaşa gitmeye kadar her hizmete talip olmuşlardır. Cami, aşevi, okul, hastane ve misafirhane gibi hayır kurumlarının da inşasında öncülük etmişlerdir. Onlar, vakıf insanlar olarak tanınırlar. Maddi-manevi neye sahip iseler, hepsini Allah yolunda harcayıp ahiret sermayesi yapmışlardır. İslâm alemindeki vakıfların çoğu, sufilerin başında bulunduğu hizmet birimleri idi. Günümüze kadar gelen bu hizmet kervanı, ancak gönlü zengin, eli açık, mert ve cömert insanlar tarafından yürütülmüştür. Allah dostları, halka hizmeti ve insanların yükünü çekmeyi peygamberlerin başta gelen sünnetlerinden görüyorlardı. Bu sünneti ihya etmek için sadece mallarını değil, canlarını bile veriyorlardı. Herkesin hayranlıkla andığı büyük veli Cüneyd-i Bağdadî k.s. şöyle der: “Sufi ,toprak gibidir. Üzerinde iyileri de kötüleri de taşır. Bulut gibidir, herkesi gölgelendirir. Yağmur gibidir, herkese rahmet olur, fayda verir. Üzerine her türlü pislik atıldığı halde, bu pislikleri içinde eriten, temizleyen ve içinden güzel şeyler bitiren verimli toprak gibidir.” Büyük veli Sehl b. Abdullah k.s. da sufiyi şöyle tanıtır: “Sufi, herkese kanını helal, malını mübah gören kimsedir. Yani sufi, neyi varsa onu Allah için başkalarına feda eden kimsedir.” Gerçekten de onlar, davet ve irşatlarında, mümin-kâfir bütün insanlığa bir aile gibi bakıp, bu ailenin bütün fertlerini muhatap almışlardır. Herkese, şefkatle, ayrım yapmadan muamele etmişlerdir. Çünkü onlar Rasulullah s.a.v. Efendimiz’in ahlâkını temsil ediyorlardı. Efendimiz s.a.v.’in,bütün insanlara peygamber gönderildiği gibi, onun vârisi olan bu kâmil insanlar da bütün insanları muhatap alıyorlardı. Allah dostları, İslâm’ı aşk ile yaşayıp yaymaya, kalbleri fethetmeye çalıştılar. İnsanları Allah için sevip, ilâhi dava uğruna kendilerini feda ettiler. İnsanların önünde maddi ve manevi güzelliklere ayna oldular. Sevenlerine asla ihanet etmediler. Onlara da Allah için sevmeyi öğrettiler. Kötü sıfatlarını değiştirdiler, kendilerine benzettiler. Allah dostlarındaki edeb ve güzel ahlâkı gören müslümanlar dinlerini daha iyi tanıdılar. Müslüman olmayan pek çok kimse de İslâm’a girdi. Onların vefatlarına müslümanlar da, müslüman olmayanlar da ağladı. Çünkü, kâmil insanlar bütün insanlığın ortak değeri güzel ahlâkı temsil ediyorlardı. Bütün tasavvuf büyüklerinin bağlılarından istediği ilk şey, sağlam bir iman ve güzel bir tevbeden sonra, dini Sünnet’e uygun yaşamalarıdır. Bu halleriyle sufiler, İslâm aleminde bid’atların, yanlış ve bozuk inançların önünü kesmişlerdir. Mart B 67 B İmam Şaranî k.s. naklediyor: “İmam Ahmed b. Hanbel r h.a. vefat ettiğinde, yahudi, hıristiyan ve mecusilerden yirmibin kişi cenazesine katıldı ve bir çoğu o gün müslüman oldu.” Mevlana Celaleddin Rumî k.s. vefat ettiğinde ise bütün dinlerden binlerce insan ağladı. Cenazede büyük bir izdiham oldu. Kimi müslümanlar, yahudi ve hıristiyanlara: “Sizin bu cenazeyle ne ilginiz var, kendi işinize bakın!” dediklerinde, haham ve papazlar: “Biz geçmiş peygamberlerin asıl davalarını, insanlara anlatmaya çalıştıkları gerçekleri, onun sözlerinde bulduk. O bizim de alimimizdir.” cevabını verip, kendi dil ve dinlerine göre dualar ederek cenazeye katıldılar. Kur’an ve Sünnet Yolunu Gösterdiler Allah dostları, Allah’ın boyası ile boyanmış kimselerdir. Bu büyükler Yüce Allah’a nasıl dost olunacağını bir ömür boyu yaşantıları ile göstermişlerdir. Bu dostluklarını Kur’an ve Sünnet’e uyarak yapmışlardır. Böylece İslâm’ı hakkıyla yaşayıp, bir hayat tarzı olarak insanlığa sunmuşlardır. Kur’an ve Sünnet’e uymayan bütün söz, davranış, yaşayış ve halleri boş ve batıl görmüşlerdir. Bütün tasavvuf büyüklerinin bağlılarından istediği ilk şey, sağlam bir iman ve güzel bir tevbeden sonra, dini Sünnet’e uygun yaşamalarıdır. Bu halleriyle sufiler, İslâm aleminde bid’atların, yanlış ve bozuk inançların önünü kesmişlerdir. İnsanları Allah ve Peygamber sevgisi etrafında toplamışlardır. Yaşadıkları her devirde, ibadet neşesini, Peygamber aşkını, Kur’an sevgisini, edep, hürmet ve halka hizmet anlayışını yeniden canlandırmışlardır. Ebu’l-Hasen en-Nedvî rh.a., Allah dostları için şunları söylüyor: “Şüphesiz, bu ümmetin içinde Allah’ın nuruyla kalplerini arındırmış, nefis- lerini terbiye etmiş kâmil insanlar olmasaydı, müslümanlar, iman ve ruh bakımından çoktan çökerdi. Onlar olmasaydı, Hz.Peygamber s.a.v.’in gönderiliş gayesi olan kalp temizliği ve nefis terbiyesi gerçekleşmezdi. Bu hedeften uzaklaşan İslâm ülkelerine bakınız. Korkunç bir uçurumla burun buruna geleceksiniz. Bu uçurumu ne ilimde derinleşme, ne zekâ üstünlüğü, ne de edebiyat zenginliği doldurabilir. Bu durum, devası olmayan ruhi ve ahlâki bir buhrandır. Çözümü hiç de kolay olmayan toplumsal bir meseledir. Zira o buhranda insanlar, madde ve malın kurbanı, toplumsal hastalıkların müptelasıdır. Gerek dinî, gerekse milli kültür almış olan aydınlar, makam-mansıp kurbanı, riya, benlik, yükselme aşkı, iki yüzlülük, yağcılık, madde ve kuvvet karşısında eğilmek gibi hastalıklarla karşı karşıyadır. Politik ve toplumsal hareketler, ihtirasların çarpışması, nefis terbiyesinin yokluğu ve zayıf lider kadrosu yüzünden, bir kör dövüşü halindedir. Kurumlar, ihtilaf ve ayrılıkların hüküm sürmesi, sorumluluk duygusunun yok denecek kadar kıt oluşu, sırf madde ve maaş artışı düşünceleri yüzünden laçkadır. “Sizin bu cenazeyle ne ilginiz var, kendi işinize bakın!” dediklerinde, haham ve papazlar: “Biz geçmiş peygamberlerin asıl davalarını, insanlara anlatmaya çalıştıkları gerçekleri, onun sözlerinde bulduk. O bizim de alimimizdir.” 68 B Mart B Alimler ve din adamları gösterişe fazlaca düşkün olmaları, fakir düşme endişesi, üst tabakanın ve insanların gazabından korkmaları, rahat ve konforlu bir hayata fazlasıyla alışkın olmaları sebebiyle, irşad ve ıslahta cılız kalmakta, vazifelerini yapamamaktadırlar. Evet, ruhi ve ahlâki buhranın olduğu yerlerde durum budur. Bütün bunların devası ise, Kur’an’ın emrettiği ve Hz.Peygamber s.a.v.’in gerçekleştirmek üzere gönderildiği, iç temizliği, nefis ıslahı, yani insan terbiyesidir. Bu terbiyeyi verecek olanlar da, hiç şüphesiz, kendileri terbiye olmuş kâmil insanlardır.” Zor Günlerin Ümit Kaynakları Allah dostları en bunalımlı dönemlerde bile ümit kaynağı olmuşlardır. Onlar, Yüce Allah’a güvenerek üstlendikleri ıslah ve irşad işinde hiçbir zaman ümitsizliğe düşmemişlerdir. Tek başlarına bir beldeye gidip aşk, ihlâs, edep ve takva ile orayı ihya etmişlerdir. İnsanlar hayır ve güzellik adına her şey bitti diye düşünürken, onlar her şeye yeniden başlamışlardır. Allah’ın izniyle ölü kalpleri diriltmişler, yeniden bir insanlık inşa etmişlerdir. Bunu bir örnekle anlatalım: Moğollar, Harzemşah devletini istila edip, her tarafa dehşet ve korku salmışlardı. Bu durum karşısında bütün İslâm alemini öldürücü bir ümitsizlik bulutu kaplamıştı. Artık halkta Moğolları mağlup etmenin imkansız olduğu kanaati uyanmıştı. O kadar ki, ‘Moğollar bozguna uğradı denilirse inanma!’ sözü, bir deyim olarak dilden dile dolaşmaya başlamıştı. Fakat bu durum Allah dostlarını asla ümitsizliğe itmedi. Ümit ve inançla vazife ve cihadlarına devam ettiler. Toplumun yeniden kendine gelmesine, özgüvenini kazanmasına vesile oldular. İrşadları öyle etkiliydi ki, bazı Moğol hanları bile müslüman oldular. “Sufi ,toprak gibidir. Üzerinde iyileri de kötüleri de taşır. Bulut gibidir, herkesi gölgelendirir. Yağmur gibidir, herkese rahmet olur, fayda verir. Üzerine her türlü pislik atıldığı halde, bu pislikleri içinde eriten, temizleyen ve içinden güzel şeyler bitiren verimli toprak gibidir.” Benzeri bir olay Hindistan’da da yaşandı. Burada Ekber Şah yönetimi açıkça İslâm düşmanlığı yapıyordu. Etrafında da onu bu zulüm ve haksız işlerinde destekleyen son derece zeki bir ekibi vardı. Diğer taraftan, görünürde bu durumla baş edebilecek hiçbir hareket yoktu. Şartların iyiye gideceğine dair bir ipucu görünmüyordu. İşte böyle bir zamanda Cenab-ı Hak, sevdiği kullarından birini halkı ıslah ve dini hayatı ihya etmek için hazırladı. Bu Allah dostu, tek başına, peygamberî ahlâkın gerektirdiği hikmet ve öğüt ile insanları irşada başladı. Sonuçta işbaşına gelen her hükümdar bir öncekinden daha iyi olmaya başladı. Nihayet, İslâm tarihinde eşine az rastlanan, dinî gayret sahibi, faziletli bir zat Evrengzip Han hükümdar oldu. Bu sessiz-sedasız değişimin önderi, Nakşî Müceddidî tasavvuf kolunun mürşidi, İmam Rabbanî k.s. idi. Tarihin gerçek sufilerde şahit olduğu güzellikler sadece bunlar değildir. Onların daha pek çok saklı güzellikleri vardır. Bütün kötülemelere ve kasıtlı olarak ortaya atılan kötü örneklere rağmen, bu güzellikler her devirde vardı ve var olmaya devam edecek. Evet; Allah dostları, bütün müminleri samimi olarak sevmişlerdir. Onlar için her şeylerini feda etmişlerdir. Buna karşılık olarak müminler de hiç görmemiş olsalar bile onları sevmiştir. Gönüllerdeki bu sevgi, Yüce Allah’ın sevdiklerine bir ikramıdır. Kısaca, Allah aşkını biricik hedef edinen Allah dostları, tarih boyunca insanlığın yolunu ve gönlünü aydınlatan güneş olmuşlardır. Onlarsız bir tarihin sayfaları, karanlık, nursuz ve soğuktur. Dün öyleydi, bugün ve yarın da öyle olacak. Mart B 69 Musa KARACA ÇANAKKALE DESTANI 18 Martta Çanakkale Zaferinin yüzüncü yılını kutlayacağız. Tam bir asır önce dedelerimiz insanlık tarihinin en şanlı destanlarından birini yazmıştır. Çanakkale Destanı: 1915-1916 yılları arasında, Çanakkale Boğazı’nı geçerek İstanbul’u ele geçirmek isteyen İtilaf Devletleri ile Osmanlı ordusu arasında yapılmış bir bağımsızlık savaşıdır. Birinci Dünya Savaşının başlamasının akabinde Almanya ve Osmanlı İmparatorluğu arasında ittifak anlaşması imzalanmış, Alman donanmasına ait iki gemiye Osmanlı bayrağı çekilerek Rus limanları bombalanmıştır. Bunun üzerine Rusya, İtilaf Devletleri ile birlikte hareket ederek Osmanlı’ya karşı savaş ilan etmiştir. Çanakkale Zaferi tek bir devlete karşı değil; onlarca milletten oluşmuş, teknolojik olarak çok üstün güce sahip milletlere karşı kazanılmış bir zaferdir. Bu milletlerin başında İngilizler, Fransızlar, Avustralyalılar, Yeni Zelandalılar, Hintliler, Gurkhalar, Bahicilar, Madrassiler, Rawalpindiler, Napaller, Yahudiler, İskoçlar, İrlandalılar, Gallerliler, İspanyollar, İsviçreliler, İsveçliler, Finliler, Danlar, Lehler, Rumlar, Ermeniler, Senegalliler gelmektedir. İstiklal şairimiz Mehmet Akif ERSOY’un ifadesiyle: “Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk: / Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk. Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ.../ Hani, tâuna da züldür bu rezil istilâ!” İtilaf Devletleri; Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti İstanbul’u alarak İstanbul ve Çanakkale Boğazlarının kontrolünü ele geçirmek için 1915 yılının ilk günlerinde Çanakkale’ye girmişler, ama hiç beklemedikleri bir savunmayla karşılaşmışlardır. Osmanlı bir anda devleşmiş, tek yürek olmuş, toplara göğsünü siper etmiş ama düşmanın geçmesine izin vermemiştir. Osmanlı ordusu düşman donanmasının büyük bir bölümüyle Çanakkale açıklarında mücadele etmiş, kara harekâtında da İtilaf Devletlerini, büyük kayıplar vererek Çanakkale’den çekilmek zorunda bırakmıştır. Bu savaş düşmanlara bir ders olmuş en zayıf durumda bile Osmanlı Devleti’nin savaşta yenilemeyeceğini göstermiştir. Çanakkale modern silahlarla donatılmış düşman ordusunun karşısında, tüfeklerle, toplarla, yalın ayak, aç bir şekilde, daha on beş yaşında bugünkü lise çağındaki öğrencilerimizle yaşıt, çocuk yaştaki kahramanlarla kazanılmış bir zaferdir. Çanakkale; metrekareye altı bin mermi düşmüş, her santiminde bir şehit yatan, her zerresi şehit kanıyla sulanmış, şanlı bir destandır. Gelin, bu destanı daha iyi öğrenebilmek için bu ay “Çanakkale Zaferi” ni anlatan bir kitap okuyalım. Mümkünse Çanakkale şehitliğini ziyaret edelim. Canlarıyla kazanıp bize emanet bıraktıkları bu cennet vatan için dedelerimizin mezar başlarında dualar edelim. Minnet duygularımızı onlara sunarken, aynı ruhla bu vatanın kalkınması için çalışacağımıza manevi huzurlarında söz verelim. Ruhlarınız şâd olsun aziz büyüklerimiz. 70 Çanakkale Kahramanları / Kınalı Hasan Çanakkale, bir ölüm kalım savaşıydı. Çanakkale, uğranılan saldırıya karşı, etten ve kemikten bir savunmaydı. Ülkenin her köşesinden, kopup gelen çocuk yaştakilerin, ana kuzularının aslana dönüştüğü yerin adıydı Çanakkale. Ana kuzuları, Kınalı Kuzular. Anneler, kuzularını kınalayarak gönderiyorlardı Çanakkale’ye. Her kınalı kuzu; bir kahramandı, bir destandı. Tıpkı yozgatlı Hasan gibi… Annesi, saçlarını kınalayıp göndermişti cepheye. “Haydi yavrum; köyüne, nişanlına veda et. Sabanını, tarlanı, her şeyini feda et; O silâha sarıl. Böyle günde bir erkek, elindeki dualı demirden başka bir şey kullanmaz. Bunu tutan bir bilek, köleliğin uğursuz zincirine uzanmaz. Git evladım, yıllarca ben oğulsuz kalayım; şu yaralı bağrıma kara taşlar basayım. Haydi, oğlum, haydi git! Ya gazi ol, ya şehit!” Kumandanı Hasan’ın saçlarını kınalı görünce yanına çağırır ve sorar: “Oğlum bir erkek saçlarını kınalar mı?” Hasan bir cevap veremez, çünkü sebebini kendisi de bilmez. Hemen bir arkadaşına annesine göndermek üzere bir mektup yazdırır. “Anacığım, kardeşlerimi askere gönderirken başına kına koyma... Zabit (rütbeli asker) Efendi bana saçımın kınasını sordu cevap veremedim. Kardeşlerim de cevap veremeyip mahcup olmasınlar.” Mektubu alan annesi, yüreğinin sıcaklığını yansıtan bir mektup yollar oğluna. “Ey oğlum, gözümün nuru Hasan’ım! Köyümüzde rahat rahat oturalım mı? Vatan sevgisi içimizde alev alev yanıyor. Sen ecdadından, babandan aşağı kalamazsın. Beni ve seni Allah yarattı, vatan büyüttü. Allah, bu vatan için seni yaşattı. Bu vatanın ekmeğini yedin, suyunu içtin, topraklarında hayat sürdün. Zabit Efendi’ye söyle biz kurbanlık koçları kınalar, öyle kurban ederiz. Sen dört kardeşin arasında kurbansın. Sen İsmail’sin. Sen orada şehit olacaksın inşaallah. Kurbanlık koçlar nasıl kınalanırsa, ben de senin saçını öyle kınaladım.” Allah seni Peygamber’in yolundan ayırmasın. Seni melekler şimdiden rahmetle anıyor. Gözlerinden öperim. Anan Hatice...” Hasan şehadet şerbetini içer. Arkadaşları cebinde mektubu bulurlar. Hasan komutanına kınanın sebebini söyleyememiştir ama yine arkadaşına not düşürmüştür mektubun sonuna. “Anam yakmış kınayı aday diye Ben de vatan için kurban doğmuşum. Anamdan Allah’a son bir hediye, Kumandanım! Ben İsmail doğmuşum.” Alıntı 71 Tazeden Yetiş Ezelden açayım künh-i bağını Medet et Allah’ım ta ezelden yetiş Dilemem cihanın hiç varlığını Geçtiğim günlerim tazeden yetiş Irak yola düştün ismin okunmaz Derdim fazlalaştı merhem dokunmaz Kurudu gözyaşım dimağan akmaz İsmine yandığım ezelden yetiş Nedir bu hicranın ötesi bilmem Kitabet senindir deme ki silmem Lütfü ihsan senin her bir kelimen Değil dünya ruzi cezadan yetiş Zelil Mehmet yine firaka dalmış Bu feyzi rabbani bariden almış Serine aşkıyla sevdayı salmış Yandı yüreğimiz azadan yetiş Zelilî (Mehmet Çağlayan) 1982-1927