yaşasın, ben de şizofren oldum!

advertisement
Edebiyat Hastanesinde Bir Gezinti
A. Alper AKÇAM*
YAŞASIN, BEN DE ŞİZOFREN OLDUM!*
Haberi aldık, koştuk! Edebiyat hastanesinde tüm yataklar dolmuş taşıyor! "Şizofreni"
tanısı ile çok sayıda yazar, şair, okur soluğu hastanede almış. Şizofreni koğuşunda yer
kalmadığı için hastalar diğer koğuşlara, katlara taşmışlar. İşin en ilginç yanı, şizofreni
tanısının hastaneye koşarak gelmiş edebiyatçılar ve okurlar tarafından kendi kendilerine
konmuş olması. Hepsi bir hekim kadar bilgiliymiş hastalık konusunda. Soluk soluğa gelmişler
hastane yapılarına, ilkyardım kapılarına, "Yaşasın! Ben de şizofren oldum, yaşasın!" diye
bağırıyormuş gelenler.
Bölüm sorumlusu uzmanı bir yandan saçını başını yolarken, bir yandan yeni hastalara
yer bulma telaşında bulduk. Şaşkındı. "Anlayamıyorum, nasıl birdenbire arttı bu hastalık"
diyordu. Biraz deşeleyip bilgi almaya çalıştık, şöyle adamcağızı sinirlendirip ortalığı iyice
karıştırmadan... "Şizofreni bir algılama bozukluğudur. İnsanın kendi dışında olup biteni
yanlış değerlendirdiği bir akıl hastalığı... Olaylar yanlış algılanınca önermeler de yanlış
oluyor elbet. Davranış bozukluklarına yol açıyor. Algılamadan başlayıp yargılamayla süren
bu bozukluk düzeltilmezse topluma zarar verebilir. En başta, insanın sosyal özelliğini, diğer
insanlarla ilgili düşünce ve davranışlarını kesintiye uğratıyor. Yalnızlık duygusu, içine
kapanma, tepkisizlik, panik ataklar şeklinde gösterileri oluyor hastalığın. Edebiyatçıları aklı
başında adamlar olarak bilirdim. Ne oldu bunlara anlıyamıyorum. Üstelik çoğunluğu
durumundan hoşnut, girişimde bulunmamızı istemiyorlar. Bizim hekim örgütüyle de başımız
derde girecek. Hastalar istemiyorsa, girişimde bulunamazsınız diyorlar. Dünya Hekimler
Birliği'nin Tokyo ve Malta Bildirgeleri'ne aykırı düşermiş hastalara yardımcı olmaya
çalışmamız. Bakanlığa başvurmayı düşünüyorum. Ya yatak sayımızı arttırsınlar, ya da yeni
bir yasayla şizofreniyi hastalık olmaktan çıkarsınlar. Parlamento da uygun bulacaktır böyle
-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------* Tıp doktoru olan A. Alper Akçam, sağlıkla ilgili etkin çalışmayı bırakmış olsa da, taşıdığı kimliği
kullanarak hastane ve koğuşlara rahatça girip çıkabilmektedir.
1
bir öneriyi. Neden mi? Bilmiyorum, bilmiyorum..." diyerek, bir yandan da kendi kendine
söylenerek sorunlarıyla birlikte yanımızdan uzaklaştı bölüm sorumlusu.
Bildik tanıdık yüzlere takıldık koridorlarda, koğuşlarda. Kimisi, "Dünyanın nasıl
tertiplenmiş olduğu hiçbir biçimde özel bir tertiplenme ortaya koymaz; dolayısıyla,
modernliğin hatası, tam da dünyanın kendi içinde bir biçimi olduğunu düşünmesinden
kaynaklanır"(1) dedikten sonra "Tarih metinlerarası bir üstkurgudur, aldanmayın resmi
tarihe, kitapların yazdıklarına kanmayın!" diye bağırıp tarihi yeniden, kendi bildiği, işine
geldiği gibi yazmaya oturuyor, kimisi şizofrenlerin, homoseksüellerin, lezbiyenlerin,
transeksüellerin bu evrenin gerçek akıllıları olduğunu söylüyor, kimisi elindeki telsiz lirle
katılaşıp kalmış, "telleri olmayan bir lirle şarkı söylemeye devam eden bir sessizlik
edebiyatçısı"(2) olduğunu anlatmaya çalışıyor, kimisi "neden- sonuç ilişkisi, bir baskı, bir
iktidar özleminin anlatımıdır, kahrolsun tüm iktidarlar!" yazısıyla "zin"lerini(3) ve duvarları
donatıyor, kimisi "Estetik öldü, yaşasın transestetik!"(4) ya da "Gerçek öldü, yaşasın
hipergerçek!" diye bağırıyor. Her şeyin büyüdüğü, marketlerin hipermarkete dönüştüğü bir
evrende gerçeğin hipergerçeğe dönüşmüş olması da uygun düşen bir değişikliktir diye
düşündük, yerinde bulduk. Düşüncelerini hanım hanımcık açıklayanlar da yok değildi
içlerinde. Haklarını yemeyelim. "Sanıyorum bizim gibi ülkelerde yazarların tepesinde
Demokles'in kılıcı gibi duran çok önemli bir kavram var: Toplumsal gerçekçilik...
Yazdıklarınız, kendi kendisinin nesnesi olma durumunda bile, içiniz bu yönden rahat olsa bile
o önemli ve iç burkucu kavram peşinizi bırakmıyor. Yıllar değişse de, farklı kılıflarda
karşınıza çıkmaya devam ediyor. Bu noktada hep şunu soruyorum: Toplumsal olan nedir
günümüzde ya da gerçek olan? (....) Bizler de burada yaşıyoruz ve toplumsal şizofrenin her
alanından nasibimizi alıyoruz. Ortaya koyduğunuz etik, politik ve estetik anlamda yepyeni bir
dünya olsa da bu şizo hayattan nasibimizi alıyoruz, evet ve sanırım alması da en
sağlıklısı."(5)
Bir "karnaval" yeri gibiydi herkesin şizo hayattan yeterince "nasibini aldığı" şizofren
koğuşu. Mikhail Bathkin'in kitaplarını tozlu raflardan indirenleri, Platon'un ünlü Diyalog'unu
tarih sayfalarından çıkarıp "Diyalogsallaştırma" yapanları, İtalya'nın şeytan kemancısı
Paganini'nin Pagan kemanıyla birbirinin kafasını kıranları, binlerce yıl sonra Beşinci Dağ'ın
ardında yeniden Tanrı'yı bulanları, serçe gibi şaklayıp karga gibi gaklayarak "Dada"ist şiir
söylediğini savlayanları ağzı açık izledik bir süre.
Yol üstü uğradığımız kanser koğuşunun sorumlusuna açtık konuyu. Kafasını, olmayan
saçlarını karıştırdı. "Hastalıklar zaman zaman patlamalarla yayılıyormuş gibi geliyor bize
2
ama bilmiyoruz. Acaba çevredeki değişiklikler mi hastalıkları arttırıyor, bilinmeyen bir
hastalığın yeni tanınmasıyla mı hastalık sayısında artış oluyor, bir karara varmak zor.
Kanser de öyle. Belki eskiden de yaygındı kanser de biz bilmiyorduk. Eceliyle öldü, ince
hastalıktı, kara sevdaydı gibi şiirsel ve aşkla ilgili tanılar konuyordu bilinmeyen ölümlere
(Neden her zorlandığında insan, şiire ya da aşka sarılır acaba diye düşünüyorum ben sözün
tam burasında). Şimdi biliyoruz kanser olduğunu ama hastalığın bu denli yayılması tanı
olanaklarının genişlemesinden mi, çevredeki kanser etkenlerinin artışından mı, ben de ona
birşey diyemiyorum. Çevrede kanser yapıcı olan dünya kadar etken saptandı. Gereken
önlemler de alınıyor. Hipermarket raflarındaki yiyecek maddelerine katılmış boyar
maddelerin, antimikrobiyal ilaçların, dayanıklılık sağlayan katkı maddelerinin kötü etkilerini
herkes görsün diye üretici tekeller kutuların üstüne elektron mikroskopuyla (6) rahatça
okunabilen duyurular yazıyorlar. Geri kalmış ülkelerde ve ülkemizde akciğer kanserinin
sorumlusu sigara içimi gittikçe arttığından, yalnızca Amerikan türü Virginia tütününün
satılabilmesi için tütün yasası bile çıkarıldı. Virginia tütününün bizim tütünden daha çok
kanser yaptığını söyleyen o hâlâ gerçek ve neden- sonuç ilişkisi arkasında dolanan
bozgunculara inanmayın siz. Amerika'da sigara içme oranı gittikçe azaldığından, Amerikan
tütünü sayesinde bizde de azalacaktır elbet. Görüntüsü hyperestetik olmayan, toprağa çakılı
(komunist demiryolları gibi!) biçimsiz bir şişlik olarak duran, mısır gibi Batılı esintilerin
önünde metinlerarası üstkurgu gezintilere çıkamayan, İznik gölünden tatlı su çekemeyen (7)
şeker pancarının ekimi de şeker yasasıyla kaldırılmış olacak. İtalya'da çevre örgütleri ve
hükümetle başı dertte olan bir tekstil fabrikası üretimi Bursa'ya taşımış. Özlüce köyü deresine
boşalttığı zararlı maddeler halkı etkilemesin ve şiirsel olsun diye görüntü, her gün ayrı renge
boyuyorlarmış çayı. Batılı olmak bu işte dostum! Balıkların ölmesine, kurbağa türünün
tükenmesine aldırmayın siz. Kendilerini toplumcu diye tanımlayan eskiden kalma bir
edebiyatçı grubu var. Onların modası geçmiş öykülerinden, romanlarından, eleştirilerinden
etkilenmiş zavallı yaratıklar.. Tüm bunlar bir gerçek mi, ben mi yanılıyorum bilmiyorum. Bu
hastalar mı kanser, ben mi, onu da söyleyemem. Bilmiyorum, bilmiyorum..." Şeklinde
açıklamalarını sürdürüken kanser uzmanı, edebiyatla ve edebiyat hastanesiyle, hatta son
günlerin güncel hastalığı şizofreniyle ne denli içli dışlı olduğunu da kanıtlamış oluyordu.
Her zaman hastalıkların en ayrıntısıyla incelendiği, hekimlerin büyük "tamamen
duygusallık"larla, en sevecen yüzleriyle hastaların üstlerinde titredikleri "özel kat"a çıktık. İyi
de olmuş. Hastaneyi ve edebiyatçılarımızı görmeye, denetlemeye gelmiş Guattari'yle
karşılaşıverdik orada. Şizofreni'nin böylesine yaygın bilinen ve severek katlanılan bir hastalık
3
olarak (artık hastalık demek doğru mu bilmiyorum) tanınmasında büyük katkıları olmuş bu
tanınmış Batılı psikanalistin ülkemizi onurlandırmış olmasından duyduğumuz hazzı bildirerek
yanaştık... Arkadaşı Deleuze'le karşılıklı pipo tüttürürken yanıtladılar sorularımızı. Türkiye'de
neden bu denli yayıldı şizofreni diye sorduk, hastanalerimizin hekimlerimizin yetersiz
kaldıklarını duyurduk. Tam bir Batılı gülümseme ve küçümsemeyle konuştular yüzlerimizi
süzerken... "Siz Türkler herşeyi abartırsınız" dedi Guattari. "68'de biz Fransa'da, De Gaul
NATO'nun askeri kanadından ayrılmak isteyince döktük üniversiteleri sokaklara, o tarihten
sonra da Komünist Parti'yle Marksizm'in defterlerini dürdük. Sizinkiler üniversite
sorunlarından başlayıp halk savaşına çıktılar, sosyalizmi tartıştılar. Biz üniversitelerde
tutulan öğretim üyeleri, meclislerde sandalye sahipleri, şirketlerde yönetici olduk, sizinkiler
gömütlükleri, zindanları boyladılar. Arkadaşım Kızıl Bendit (söz aramızda sizin medyadaki
uyanıklar ona 'kızıl' diyerek oldukça postmodern davranıyorlar!) AB ve Batılı tüm
yardımsever bombalı özgürlükler adına ülkenizi denetlemeye, Batılı egemenler adına size
fırça atmaya geliyor. Sizin 68 kuşağından kalanlarsa hâlâ sömürüden, emperyalizmden söz
ediyorlar. Bu kez ne demek istediğimizi iyi anlattık sanırım, biraz abartılı belki ama, bizden
daha çok bize benzedi sizin edebiyatçılarınız. Bu kez çok iyisiniz! Hırsızlık demeyelim, ayıp
kaçacak, öyküde olduğu gibi öykünmede de üstünüze yok doğrusu!"
Sözün burasında, yolda gelirken duyduğum bir söylentiyi açıyorum. Hastanenin fettan
hemşiresi Arzu'yla ilişkisini soruyorum yüzüm kızararak. Öfkeleniyor.
"Yanlış anlamışsınız kardeşim dediklerimi!" diyor. "Benim arzu dediğim başka arzu...
'Arzu özü itibariyle devrimcidir' (8) demiştik biz. Herşeyi yanlış anlıyorsunuz zaten. Bizim
sorunumuz bir kez yaşayacağımız şu ölümlü dünyada insanın önüne sorumluluklar, görevler,
gereklilikler getirip dayatanlarla, libidinal arzunun karşısına dikilmiş o 'süper- ego' denen
kısıtlayıcı, ayıp yasak, günah kavramlarıyla... Sizden bir gazeteci de, sizin Ankara Elektrik
Gaz Otobüs (EGO) şirketinden sarı zarf içinde para aldığınız doğru mu diye sorular soruyor.
Canımızı sıkmaya başladınız. Ayrıca biz, ülkenizdeki yerel sorunlarla ilgilenmiyoruz.
Tartışmalarınızda herşeyi karıştıranların hesabını bizden sormayın. Ekonominizi Derviş'ten,
şizofreninizi başbakanınızla hiçbir yakınlığı olmayan Yıldız Hanım'dan öğreneceksiniz!"
Dediği adı aramak üzere yeniden koğuşlara dönüyoruz. Yolda çöp kutularını karıştıran
edebiyatıyla tanıdığımız birisiyle hastane görevlilerinin itişip kakıştığını görüyoruz.
Şizofreninin entel yaşamın güncel göstergesi olduğunun ayrımında olmayan asgari ücretli
taşeron şirketin temizlik işçilerine, sigortasız ve sendikasız oluşlarının, açlıklarının,
eğitimsizliklerinin, çocuklarının kansızlıklarının, varoşlarda oluşlarının, toplumun gerisinde
4
kalışlarının, toplum olarak geride kalışlarının, hepsinden önce, bir yerlere birilerinin bomba
yağdırışlarının bir nedeni olmadığını, dünyanın bir sistemi olmadığını, bu dünyada adalet
aramanın da anlamsız olduğunu anlatmaya çalışıyor çöp kutularını karıştıran edebiyatçı
kardeşimiz. Aymaz, söz anlamaz hastane görevlileri kafalarındaki kara kitabın sayfaları
arasından edebiyatçımızın söylediklerini bulup çıkarmaya çalışıyorlar. Olmuyor. Her
anlamsızlıkta dudakları kıpırdanıyor, dua ediyorlar güvendikleri birilerine. Onların
şaşkınlığından yararlanıp yeniden çöp kovalarına dönüyor edebiyatçımız. Bir yandan da
konuşuyor:
"Her şey olup bitti. Olanaklılıkların uç noktalarına varıldı. Her şey kendi kendisini
imha etti. Bütün bir evrenini yapıbozumuna uğrattı. O nedenle geriye yalnız kırıntılar kaldı.
Bundan sonra yapılabilecek tek şey, kırıntılarla oynamaktan ibaret. Kırıntılarla oynamak
-işte bu postmoderndir." (9) Ve kırıntılarla oynamayı sürdürüyor çöp kutularının içinde. Onu
anlamak istemeyen geri kafalı hastane görevlilerinin uyarılarına artık aldırmıyor bile. O
görevini çoktan bitirmiş kendince. Pardon, öyle bir görevi de yokmuş, olamazmış.
Hastane koridorlarında asılı eski resimleri indiriyor karışıklıktan yararlanan bir başka
edebiyatçı. Yerlerine çok tanınmış pop yıldızlarının, arabeskçilerin, "talk- show"cuların ve
kutsal yerlerin resimlerini asıyor. Söyleniyor bir yandan:
"Sanat ve gündelik hayat arasındaki sınırın silinişi; yüksek ve kitle kültürü/ popüler
kültür arasındaki hiyerarşik ayrımın çöküşü; eklektisizmi ve kodların harmanlanmasını
destekleyen bir üslup melezliği; parodi, pastiş, ironi, oyunculluk ve kültürün yüzeyel
derinliksizliğinin selamlanışı; sanat üreticisinin özgünlüğünün/ dehasının gözden düşüşü; ve
sanatın ancak yinelenmeden ibaret olabileceği varsayımı..." (10)
Önümüze çıkan bir başkası kolumuzdan çekiştiriyor. Kendisini dinlememizi istiyor.
"Gerçek boşaltıldıkça ve gerçek ile hayali olan arasındaki çelişki ortadan kaldırıldıkça
çağdaş simülasyon dünyası farklılık, perspektif ve derinlik yanılsamasının sona erdiğini
gördü. (......) Ve böylece sanat her yerdedir; çünkü ustalık gerçekliğin tam merkezinde yer
alır. Ve böylece sanat ölmüştür; sadece eleştirel aşkınlığının geçip gitmesinden ötürü değil,
kendi yapısından kopartılamaz bir estetikle tamamen dolu olan gerçekliğin kendi imajıyla
karıştırılmış olmasından ötürü." (11)
Yürüyoruz. Sonunda çok kalabalık bir grubun ortasında buluyoruz Guattari'nin
bulmamızı önerdiği edebiyatçımızı... Baskılardan bunalıp şizoid parçalanmışlıklarla parça
parça olmuş, gözyaşları içinde kendini dinleyen genç edebiyatçılarımıza geleneksel
5
edebiyatımızın onların daha öğrenemedikleri kötülüklerini anlatıyor. Bu arada bizim
kafamızdaki "resmi edebiyat tarihi"ni düzeltiveriyor söz yordamıyla... Sağ olsun!
Öldürüldüklerini, tutuklandıklarını, zindanlara atıldıklarını sandığımız bir zamanların
geleneksel, "mimetik" toplumcu edebiyatçılarının, aslında ne baskıcı, zorba şeyler olduklarını
anlatıyor. "Geleneksel/ gerçekçi edebiyatın her şeyi bilen ve okura söz hakkı tanımayan
egemen konumdaki anlatıcısını hortlat (mayın)..." (12) diyor çevresine toplananlara. Doğru
metni tanımlıyor: "... tüm metin ögeleri- konu/kahraman/zaman/uzam/ gerçeklik düzlemleri
vb- ile anlam boyutunun sürekli dönüşüm içinde olduğu eliptik spirale benzeyen bir biçim
çıkar ortaya. Bir doğrultu izlemeyen, bir yere gitmeyen, tüm ögelerin üzerinde dönüp
durduğu bir geometrik biçimdir bu. Dönüp duran bu geometrik figür, metin ögelerinin sürekli
birbirine dönüştüğü aşkın/büyülü bir ortam yaratır anlatıda. Neden- sonuç ilişkisinin
dışındaki aşkın boyutlarda yaşamı sorgulayan tüm düşünsel eğilimler, mistisizm de/
romantizm de...." (13) "Tam olarak kavrayamadığı gerçeği, nasıl tuvalinin içine sokacak,
nasıl sayfalarının satırlarında dizginleyecektir sanatçı? (....) Ruh- madde, duygu- akıl, doğateknoloji, mistisizm- bilim, astroloji- astronomi, vb yüzyıl sonu postmodern yaşam gerçeğinin
çoğulcu yapısı içinde birlikte var olurlar. " (....)"Sanat dinselliği de işler, cinselliği de; önemli
olan, yazarın onu nasıl işlediği, nasıl biçimlendirdiğidir. Aydın araştırmacıların görünmez
tabuları kırarak, Türk mistik edebiyatı konusuna el atmaları gerekmektedir."(14) Ama sanat
toplum sorunlarına el uzatmamalıdır diyor. Olmayan gerçekliği arayan, dünyanın anlamını
tanımlamakla uğraşan, ne olduğu belli olmayan bir adaletin peşinde koşan, kendi kafasındaki
sapık fikirleri iletmeye çalışan edebiyatçılara karşı yeniden yeniden uyarıyor genç yazarları,
okurları...
Ve dinledikçe onun konuşmalarını aydınlanıyor beynimdeki karanlık noktalar.
Şizofreninin sorumlusunu bulup çıkarıyorum! İçeriği, anlamı, estetiği edebiyat sanan, çağın
ve şu kendisi tükenirken bizi göklere uçuran liberal dünyanın çok gerisinde kalmış o
dinazorlar yine! Bu taşın altında da onlar! Şu güzelim dünyaya, arzuların önüne kural
koymaya kalkanlar, tarihi ileri giden bir öyküymüş gibi anlatanlar. Spartaküs'ten,
Prometheu'ye, Jakobenlerden Kuvayımilliyecilere, Galile'den Newton'a kahramanlar,
bilginler, özveriler uyduranlar, savaşları bazı halkların yahut dinlerin barbarlığı yerine
egemenlerin ve silah tüccarlarının kışkırtmalarına, saldırmalarına bağlayanlar, insanlık ya da
hümanizma diye bir saplantının batağından çıkamayanlar... Kahrolsunlar!
Oh be! Rahatladım sonunda. Buldum şizofreninin sorumlusunu. Yaşasın! Kurtuldum
üstümdeki baskılardan, toplumun bana vermeye kalkıştığı görevlerden. Rahatladım.
6
Bekleyin, ben de geliyorum. Yaşasın şizofreni! Yaşasın Arzu!
1. Nietzche, Alıntılayan Terry Eagleton, Postmodernizmin Yanılsamaları,Ayrıntı Yay. 1999, s. 46)
2..İhab Hassan, Orfeus'un parçalanışı: Postmodern Edebiyata Doğru, Alıntılayan Steven Connor, PostModernist Kültür, YKY 2001
3. Zin: el yapımı küçük kitapçık.
4. Baudrillard, Alıntılayan Steven Best- Douglas Kellner, Postmodern Teori, s.161
5. Müge İplikçi TÜYAP 20. İstanbul Kitap Fuarı, Son Dönem Türk Öykücülüğünde Arayışlar, Yönelişler Paneli,
Alıntılayan Cumhuriyet Kitap Eki 616 sayı, 6 Aralık 2001
6. Elektron mikroskopu: Görüntüyü binlerce kez büyütebilen mikroskop.
7. Mısır bitkisinden şeker üretimi yapan Amerikan Cargill şirketinin çevre örgütlerinin karşı çıktıkları İznik
Gölü kıyısındaki fabrikalarında göl suyunu kullanıp çevreye zarar vermelerine gönderme yapılıyor.
8. Deleuze ve Guattari, 1983: 116, Alıntılayan Steven Best- Douglas Kellner, Postmodern Teori, Ayrıntı
Yayınları, Mart 1998, s. 111
9. Baudrillard, 1984a: 24, Alıntılayan Postmodern Teori, Steven Best- Douglas Kellner, s.160
10. Huyssen, 1984, Alıntılayan Mike Featherstone, Postmodernizm ve Tüketim Kültürü, s. 28
11.Baudrillard 1983a: 151, Alıntılayan, Postmodernizm ve Tüketim Kültürü, Mike Featherstone, Ayrıntı Yay.
1996, s. 121
12. Yıldız Ecevit, Türk Romanında Postmodernist Açılımlar, İletişim Yay. 2001, s.232
13. Yıldız Ecevit, a.g.y., s. 182
14. Yıldız Ecevit, a.g.y., s. 236
*Bursa Tabip Odası’nın Hekimci Bakış adlı dergisinde 2002 yılında
yayınlanmıştır.
7
Download