Özgür Dizdar ğ Keşke oyun hakkında baştan savma bile olsa bilgi edinme hatasına düşmeseydim. Shakespeare... Kim ki bu adam? Zorda mıymış? Ne yapabiliriz onun için? Sanırım, onu her defasında gururlandırmak dışında yapabileceğimiz bir şey yok artık... Ne beklersin böyle bir oyundan? Özellikle Shakespeare hakkında öyle ahım şahım bilgisi olmayan biri olmadığını düşünürsek? Aklına gelenler seninle kuzu gibi dursun bu yazıyı okuduğun süre boyunca, o sırada ben sana kafamın içindeki kırk tilkinin en azından bir kısmını anlatayım. Ben samimiyet duygusu hissettim bu oyunda. Sebebi nedendir biliyorum çünkü tiyatroda bir televizyon dizisinden veya bir filmden farklı olarak oyuncuların izleyiciyle birebir temas kurma imkânı vardır, izleyiciyi oyuna istenildiği zaman dâhil edilebilir. İşte Shakespeare Zorda beni buradan yakaladı. Diğer oyunlardan daha farklı bir tadı vardı, dahası bu tadı herkes beğenmese bile herkes hissedebiliyordu. Ağzımdaki tükürük salgısı artıyor, severek izlediğim oyunun kokusu burnumda tütüyor anılarıma can verdikçe. Bazen olur ya, tiyatrodasındır ancak sadece oturduğun koltuktasındır. Her şey yerli yerindedir: Sen, bedenin, düşüncelerin, kol saatin, kol saatinle flört eden gözlerin, yanındaki sevdiceğin. Bazen de tiyatrodasındır, ama aklının odaları arasındaki serüveninin nerede son bulacağını sorgularken aynı zamanda “Aklımda kaç oda daha var acaba?” sorusuna cevap bulmaya çalıştığın seyahattesindir aslında. Ben mi? Ben ikinci seçenekte kaybolmaktaydım. Bir kahkahalarımın yarattığı dalgaların hızında yüce dağlara çıkıyor, daha sonra Kraliçe Elizabeth’in menfur ses tonuyla o dağların tepesinden eteklerine yuvarlanıyordum. Hoştu yahu! Dahası da var üstelik! Belki benim yaşadıklarımı yaşamazsın, çünkü herkes ayrı bir bireydir değil mi? Ancak bir husus var ki senin de benzer şeyler hissetmeni bekliyorum: 1600’lü yılların İngiltere’sinde taş döşenmiş yollarda yürürken aniden “Hah, buradaymışım!” hissine kapılabilirsin. Bu üstelik tiyatro sarmalının ilk dolambacıydı. Hiç ummazsın bir anda oyun devam ederken çıkıp da yönetmen rolünde birinin bir anda seyirciler içinde belirip sahnedekilere tipik “Kestik!” sözünü söylemesini. Bunun adı dumura uğramaktır. Çok görülmemişi göstermenin başarılı bir örneğidir aynı zamanda. O anda tüm seyahatlerimi bir kenara bırakıp bir anda oyunun içine dâhil olduğumu fark ettim. O yönetmendi, ben onun yakınındaydım. Demek ki en azından teknik ekibe mensup bir çalışandım. Bu yüzden en başta dedim ki: Oyun hakkında bilgi edinme hatasına düşmeseydim, ah! Çünkü bu özgünlüğü kesinlikle son raddede hissetmek isterdim. Pekâlâ, bunu bir şekilde atlattım. İşin doğrusu, biraz da hazırlıklıydım buna. Ya daha sonra gördüklerim için ne demeliyim? Burada itiraf ediyorum: Oyun hakkında bilgi edindiğim için pişmanım, ama çok üstünkörü olduğu için mutluyum bir yandan da. Ben daha izlediğim oyunun aslında o oyunun provası olduğunu yeni idrak etmişken, birden hoparlörlerden bir “Kestik!” sesi daha duyup o anda pılımı pırtımı toplayıp yok olmak istedim. Ne biçim bir oyunun içinde kayboluyordum ben böyle! O da neydi ki şimdi? Ben izlediğim oyunu izlerken itilip kakılarak kendimi o oyunun provasında bulmamış mıydım? Provada bu sefer itilip kakılmakla kalmadım, tekme tokat dayak yedim. Yumruk da yedim. Yanımda sevdiceğin varlığıyla gurur yapıp “Sen bir de karşı tarafı gör!” dercesine çaktırmadım, kendimi bozmadım, yıkılmadım, ayaktayım! Kapı çarptı kapı. Sadece bir oyun değil, yanında son derece güzel düşünülüp güzel de uygulamaya geçirilen sevimli iki adet “oyuncuk” izleme fırsatı bulduğum için kendimi çok şanslı addediyorum. Oyun bitiyor, tüm salon olarak iki elimizden ne geliyorsa o kadarını duyurmaya çalışıyoruz. Gülmekten karnımız acıkmış, benimle paylaştığı mutluluk sonrası parlayarak bana bakan bir çift göz ve sıcaklığını hissettiren bir el ile beraber oradan ayrılıyoruz. Sevin, tiyatroya gidin, konsere gidin, ilk defa baleye gidin hayatınızda. Anılarınızdır sizi dolduran, umutlarınızdır sizi yaşatan...