TARİH VE SİYASET TARTIŞMASI Hüseyin Alan – Atilla Fikri Ergun (13 Kasım 2016 - Akıl ve Fikir / akilvefikir.org) I Tarih ve Siyaset Tarih, insanlık tarihi boyunca çeşitli insan gruplarının birleşip topluluklar halinde, belirli mekânlarda nasıl yaşadıklarını, iktisadi, hukuki, mesleki işlerini nasıl çözdüklerini, siyasi olarak nasıl örgütlendiklerini, yönetimlerini, savaşlarını ve barışlarını, hükümet ve devletlerin yükseliş ve düşüşlerini anlatır. Bu sebeple kıymetini bilene “tarih talihtir” demişler. Siyaset, farklı eğilimlere, tutkulara, fikirlere ve reylere sahip insanların toplum halinde bir arada yaşamasını, toplu yaşamın gerektirdiği her türden işleri ve doğurduğu sorunları çözmek için, köylerden mega-kentlere kadar her yerleşim biriminde ve her kademede örgütlenerek yönetim ve idare işini düzenlemek için örgütlenmiş devlettir, hükümettir, otoritedir. Küçük olsun büyük olsun nerede yerleşik bir toplum varsa orada bir siyaset vardır. Tarih bilmek, tarih felsefesi yapmak önemlidir. Süregelen insanlık tarihinde her devirde ve her şartta yerleşik bir toplumun bir tarihi, bir de siyaseti vardır. Tarihi ve siyaseti olan toplumların bir geleceği vardır. Göçer kavimlerin de bir siyaseti olabilir ama onların bir tarihinden ve geleceğinden bahsedilemez, zira yerleşik olanlar içinde eriyip giderler. Tarihte “bugün” denen durum veya iktisadi, siyasi, hukuki, mesleki, askeri, sanatsal her tür toplumsal vaziyet, dünden kurulmuştur. Dolayısıyla yarınlar bugünden kurulmaktadır. Dünü bilmeyen bugünü anlayamaz, bugünü anlayamayanın yarını olmaz. Topluluk yaşamının “kurucu” iradesinden ve “kurucu” ilkesinden bahsedildiğinde mevcut siyasi ve iktisadi düzeni dünden kuranları, bugün o kurulumu muhafaza ve müdafaa ederek yarınlara taşıyan “kurulu” siyasi bir iradeden bahsedilir. Bu sebeple tarihi olmayanların siyaseti de olmaz. Dolayısıyla tarih bir hikâye, bir efsane, bir mit değildir, siyaset de sadece zorbaların, zalimlerin yönetimi ve baskıcı düzenleri değildir. Bu sebeple tarih talihtir, tarihsizlik talihsizliktir. Tarih ve siyaset, her ikisi de yetkin, erdemli, ahlaki ve adalet kayıtlarıyla sınırlanmış bilginlerin ve yöneticilerin elindeyse, ikisi birlikte doğru bir ilişki ve irtibat halindeyse, insanlar ve toplumlar için başarı, yükselme, mutluluk ve huzur vardır, değilse zorbalık, yoksulluk, baskı ve gelecek kaygısı söz konusudur. İbn-i Teymiyye’nin dediği gibi “kâfir de olsalar adaletli yönetimlere Allah yardım eder, Müslüman da olsalar zalim yönetimlere yardım etmez”. Türkiye’de yaşayanlar için ibret alınacak, toplumsal yaşamın bugününü anlamlandıracak, bugünkü iktisadi ve siyasi teşkilatlanmanın adalet ya da zulüm üzerine mi işlediğini öğretecek en yakın tarih, eskiye kıyasla keskin dönüşlerin başlangıcını ifade eden 1839 Tanzimat fermanıdır. Onun ardından aynı rotayı takip eden 1856 Islahat, 1876 Meşrutiyet (Anayasallık), 1909 II. Meşrutiyet, 1923 Cumhuriyet, 1960 ABD ve AET aşamalarıdır. Tanzimat’la başlayan süreç, devleti idari, kurumsal ve yapısal her kademede modern ilkeler ve değerlere göre yeniden düzenleme, devletin kendisini ifade ederken meşruiyet sağladığı, milletler sistemindeki yönetilenlerle kurduğu ilişkileri ifade eden “şer’i nizamı ve onayı” terk etme hareketinin başlamasıdır. Bu hareketi siyasi role ve iradeye çevirip, örgütlü bir misyon üstlenerek, eski düzenden ideolojik ve kurumsal manada kopan ve modern projeye uygun bir biçim ve muhtevada yeni bir düzen kuran İttihatçılıktır. Başlatanlar Sultan Halifeler, devam ettirenler bunlardır. Bu isimlendirme Genç Osmanlılardan başlayıp, Genç Türklerle devam eden, Cumhuriyetçiler ve ABD ve AB’cilerle nihayetlenen, birbirini üretip takip eden bir zihniyetin, bir iradenin, bir politik modernleşme projesinin temsilcilerini ifade eder. Topluca Batıcılar ve Türkçülerdir bunlar. İttihatçılık Kendi çağının modern uluslaşma fikrine ve ülküsüne saplanan İttihatçılık, çöken Osmanlı İmparatorluğu’ndaki devletin siyasi, iktisadi ve idari yapısını değiştirirken, her ne kadar bozulmaya yüz tutsa da hâlâ yürürlükte tutulan devletin şer’i hukuk sistemine dayalı meşruiyet arama gerekçesini de değiştirdi. Bunları yaparken amaçları ve hedefleri, Müslüman milletin üstünlüğü üzerine kurulu Osmanlı milletler sistemini, yani sosyal örgütlenme biçimini değiştirip, her milletin “eşit” ama “ulus” temelli, Türk milletinin ise “daha eşit” olacağı yeni bir örgütlenmeyi gerçekleştirmekti. Bu hedeflerinin önündeki en büyük engel İslam, İslam’ı zihniyet ve siyasi meşruiyet kaynağı olarak temsil eden sınıf ve güç olarak da ulema idi. Burada o sistemin ne kadar İslami olup olmadığını değil mevcudu konuşuyoruz. Bu nedenle bu devleti, devlet-millet ilişkisini yüzlerce yıl ayakta tutan, başarıdan başarıya koşturan İslam dini, devletin çöküş zamanı geldiğinde artık “terakkiye mani” olarak hedef tahtasına kondu. Siyasi, askeri ve iktisadi tüm başarısızlıkların faturası İslam’a kesildi. İşler buraya geldiğinde İslam, dinin özü, aslı, toplumsallık ve siyasetle ilgili kurucu ve kurulu yapısı bağlamında artık Hıristiyan teolojisine uygun bir şekilde yeniden tanımlanmaya ve konumlandırılmaya tabi tutuldu. Dolayısıyla artık İslam, siyasetten, hükümetten, devletten ve tarih sahnesinden uzaklaştırıldı. İttihatçılık, modern Batı zihniyeti, ilkeleri ve programına göre hareket ettiği için, Osmanlı “milletler sistemi” içinden çıkartılacak ve Türk unsuruna dayalı kurulacak yeni bir devlet modelinin peşine düştü. Bunların içinde “Kızıl Elma” hedefi ile dünyadaki bütün Türkleri, “Turancılık” hedefiyle yakın coğrafyadaki Türkleri birleştirmeyi düşünenler, Misak-ı Milli sınırları içinde yaşayan, Türk olmayan unsurları dışarıda tutarak, sınır dışında kalanları da içeriye toplayarak devletin yeni sahibi olarak bir Türk Milleti oluşturma üzerine hesap yaptılar. İttihatçıların içinde kısa sürede tasfiye olan, Osmanlıcılık davası güdenler kadar, mevcut devleti veya Hilafeti korumak için İslamcılık davası güden ama Cumhuriyet’le birlikte tasfiye edilenler de vardı. İttihatçıların modern projeye iman etmiş Batı’cı ve Türkçü kanadının Türk Milleti tanımı, İslam dininin millet tanımından muhteva olarak da, şekil olarak da farklıydı. Bugün çok daha iyi anlaşılan ama o günün koşullarında sadece bilenlerin anladığı Türk Milleti tanımı, öğretmenleri Avrupalı olanların uluslaşmış Nation/Halk tanımıydı. Bu aynı dili konuşan, aynı soya ve tarihe mensup, aynı kaderi paylaşan, aynı ülkeyi vatan saymış, aynı sınırlarda yaşayan bir Türklüktü. Bu Türk’e bir de din gerekliydi ama bu din, ulusallaşmış, ulusa has, ulusal öğeleri destekleyen ve meşrulaştıran bir unsurdan ibaretti. Bu din, 1960’lara kadar Türk Müslüman, 60’lardan sonraysa Müslüman Türk şekline bir bileşen olarak, şartlara ve ihtiyaç durumuna göre gidiş gelişler yaşadı. Türk ulusunun/halkının/milletinin böyle tanımlanması demek, modern zihniyet ve proje gereği Türklerin toplumsal işlerini de modern değerler ve usullerle görmesi demekti. Siyasi iktidarın, hükümetin, devletin Türklere ait olması, bürokratik kademede, toplumsal hiyerarşide ve ekonomide Türklerin söz sahibi olması demekti. Türklük olarak kodlanan ulus tanımı sadece sınırları, vatanı, tekliği ve iktidarı belirlemiyordu. Kapitalist ekonomik sistemde iktisadi örgütlenmeyi, Cumhuriyet tarzı yönetim biçiminde siyasi örgütlenmeyi, laiklik esası içinde yasamayı ve adli örgütlenmeyi, anayasal vatandaşlık temelinde Türk olmayı da belirliyordu. Zira taklit edilen Avrupalı “medenileşirken” tüm bunları gerçekleştirmiş, askeri ve iktisadi bakımdan güçlenmişti. Aynı hedefe varmak isteyenler de bu yolu takip ediyorlardı. İttihatçıların peşinde oldukları dava nihayet 1924 Lozan ve İzmir İktisat Kongresi ve yenilenen 2. Meclis’le birlikte tescillendi. Bundan sonra en çok dikkat çeken değişikliklerden çarpıcı örnekler vermek gerekirse, Hilafetin kaldırılıp laikliğin, Kur’an alfabesinin kaldırılıp Latin alfabesinin, şer’i ve örfi mahkemelerin kaldırılıp modern usule dayalı tek tip mahkemelerin, İslam’ın üstünlüğü yerine her dinin eşitliğinin, yasamanın dayanağının şeriat olmaktan çıkartılıp akıl, bilim ve çağdaşlık referansının, İslam Milleti yerine Türk Milleti’nin, çoklu eğitimin yerine tek tip eğitimin ikame edilmesini sayabiliriz. İttihatçılık modern bir zihniyet biçimini, modern ilkeleri ve programı, bu programı pratiğe aktarmak için örgütlenen bir kadro hareketini ifade eder. Bunlar, komitacıdır. Yani haklı olduklarını düşündükleri davalarını siyasi iktidarı ele geçirerek, devlet imkânlarını kullanarak gerçekleştirmek isterler. Bunun için gerekirse zor kullanmayı, şiddeti meşru görürler. İktidara geldiklerinde de yukarıdan aşağıya doğru buyruklarla halkı modernleştirerek “adam” etmek isterler. İttihatçılık bir zihniyettir derken, bugünün Türkiye’sinde hâlâ onların gölgesi hüküm sürmektedir. Sağcısı Solcusu, İslamcısı laikçisi, milliyetçisi muhafazakârı, ulusçusu globalcisi, Cumhuriyetçisi demokratı olsun, aralarında birtakım farklılıklar olmakla birlikte bunların hemen hepsi İttihatçıdır denebilir. Bu yargımızı desteklemek için şu hususları sayabiliriz: İttihatçılık militarizmdir. Devlette ve toplumda hiyerarşiciliktir. Buyurganlık, ben bilirimcilik, hesap verilemezlik ve abartılı halde vatanperverliktir. Ülkede kemikleşmiş bu tarz siyaset biçiminde toplumu ikna etmek gibi, meseleleri izah etmek ve şeffaflık gibi, doğruyu eğriyi göstermek gibi, şartları ve alternatifleri tartışmak gibi, geniş katılımlı onay almak gibi bir anlayış ve yöntem yoktur. İttihatçı zihniyet iktidarı ele geçirdiğinde kutsal devlet mottosu devreye girer, militarizm ve hiyerarşi toplum hayatına da yansır. Bu sebeple devletin imkânları ve kurumsal yapısı kullanılarak parti devlet, devlet partisi anlayışı iktidara muhalefet eden çeşitli kesimleri bastırır, farklılıkları susturur. Bu hiç değişmedi. O gün bugündür her iktidarın işini kolaylaştırdığı için de fazlasıyla kullanışlı oldu. Ve bu zihniyet, bu kadro anlayışı, bizi I. Dünya Savaşı’na sokarken kararı kendisi verdi, savaş sonunda parçalanıp bugün hâlâ süren sorunlarımızın müsebbibi oldu. Cumhuriyet’i ilan ederken de, Lozan’ı imzalarken de aynı şey oldu. Burada mesele, o günkü şartlarda belki o kararları vermek doğrusuydu ama o kararlar tüm ülkenin kaderini tayin edeceği için tartışılabilmeli, farklı seçenekler konuşulabilmeli, mutabakat sağlanmalıydı. Bugüne geldiğimiz zaman artık Genç Osmanlıları, Genç Türkleri, İttihatçıları, Cumhuriyetçileri, Avrupacıları ve Amerikancıları illa suçlamak, kaybedilen mevzilerden dolayı onara küfredip rahatlamak ya da onlardan öç almak gibi bir duyguya kapılmayı değil, yanlışlar varsa onları konuşup bundan sonrası için gereken dersleri çıkartmayı düşünmeliyiz. Zira tarih bu tarafıyla yaşanmış, bitmiş, taraflar sahneden çekilmişlerdir. Dolayısıyla bu tarih hepimizin tarihidir. Doğrusuyla yanlışıyla, başarıları ve başarısızlıklarıyla bu tarih bizim tarihimizdir. O dönemlere ışınlanıp gidemeyeceğimize, gelişmelere müdahale edip değiştiremeyeceğimize göre, bugün oradan çıkartılacak derslerle en azından bugünü kurtarmak, geleceği daha iyi şartlarda kurmak gibi bir irade ve imkâna sahip olabiliriz. İttihatçı zihniyetten kurtulabilir, kutsallaştırılmış taraftarlığı aşabilirsek, tarihin ellerimize sunduğu imkânları fark edebiliriz. İttihatçı zihniyetin, kendi dönemi ve şartlarında düşündüklerini, ileri sürdüğü fikirleri ve tarafgirliğini, kurduğu ittifakları anlamak, bugünün dünkü kurucularını anlamaktır. Bugünü belirleyen tarihi çizginin mimarları olarak onların bize bıraktıkları mirası neticeleriyle birlikte anlamaktır. Tarih bunun için gereklidir ve yarın kaygısı taşıyanlar için bu şarttır. Bugün karşı karşıya olduğumuz durum, siyasi, iktisadi, hukuki bazda halihazırdaki toplumsal vaziyet, onların eseridir. Şu sebeple ki, “kurucu irade”, “kurucu ilkeler” ve “anayasal” temel, bugün o temele ve iradeye dayalı “kurulu irade” olarak bütün işleri yürüten hükümetler, aynı zihniyetle yolda devam etmektedir. Sağcılık Solculuk, İslamcılık laikçilik, milliyetçilik muhafazakârlık birer detaydır, bu detaylar mevcut esaslar dâhilinde bir şey ifade etmezler, edemezler. Çünkü hiçbirinin mevcuda rağmen başka bir mevcut gibi iddiası, ilkesi, programı yoktur. Burada önemli bir not düşerek konuyu kapatmak gerekirse, İttihatçıların, başkası mümkünken tek millet ve merkezi-üniter devlet ülküsüne dayalı bir siyasi ve idari sistem kurma programı, Osmanlı’dan kopan parçaların da aynı yola girip aynı programı takip etmelerinde örneklik ve model etti. Bu hareket önce Balkanlar, ardından Kafkaslarda bunun önünü açtı. Araplar ve Kuzey Afrikalılar da kendi millet sistemlerine dayalı ulus devletlerini kurmak üzere harekete geçtiler. Çünkü I. Dünya Savaşı’ndan önce söz konusu ulusların önderlerinin çoğu İttihatçı kadro içindeydiler, savaş sonrasında kopanların neredeyse tümü aynen İttihatçıların yaptıklarını kendi ülkelerinde yaptılar. Lozan’da Ne Oldu? 1921’de Osmanlı Meclis-i Mebusan’ı son oturumunda Misak-ı Milli sınırlarını belirledi, kararlarını Ankara’daki 1. Meclis’e yazılı olarak yolladı, Meclis de bunu bir iki kelime farkıyla kabul edip benimsedi. Lakin iki meclisin de bu hususta çıkarttığı bir karar olmadı. 1918’de Mondros Mütarekesi’ni imzalayan İttihatçılar idi. Antlaşma sırasında taraflardan her kimin o an itibariyle elinde hangi toprak parçası varsa o ülkeye aitti. İhtilaflı yerlerde Amerikan Başkanı Wilson Prensibi ve Fransız İnsan Hakları Beyannamesi’nde belirtilen milletlerin kendi kaderini tayin hakkı gereğince “plebisit”, yani oylama yapılacaktı. Lakin bu pek uygulanmadı, çünkü o günün emperyal gücü olan İngilizlerin işine gelmiyordu. Bizim de gücümüz yetmediği için ses çıkartamadık. Ankara’daki 1. Meclis’in üyeleri Lozan’ı kabul etmeyip “gerekirse savaşırız” derken, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının “savaşacak gücümüz kalmadı” diye buna itiraz etmeleri üzerine ortaya çıkan ihtilaf sonucunda Meclis feshedildi. 2. Meclis üyelerinin seçimine kadar geçen arada Lozan görüşmeleri devam etti ve antlaşma imzalandı. Bu, daha sonra toplanan 2. Meclis tarafından da onaylandı. Misak-ı Milli sınırları Lozan’dan önce çizilmişti. Kabaca Atina’dan başlayarak Bulgaristan’ın üçte birine tekabül eden Batı Trakya’yı, Batum’u, Bağdat’ın 20-30 km güneyinden başlayarak Halep, Şam, Ürdün, Lübnan, Kudüs, Kerkük, Musul, Süleymaniye ve Erbil’i kapsıyordu. Süleyman Şah türbesi Suriye’de güneyden geçen sınır güzergâhını tayin etmekteydi. AK Parti döneminde bu türbe iki kez kuzeye kaydırıldı. Osmanlı sonrası ayrışmada ve Lozan’da Kürtlerin davranışı ilginçtir. 20. Yüzyılın başında Kürtlerden bazıları ‘Kürt Teali Cemiyetleri’ kurarak, Kürtçe gazete ve dergiler çıkartarak bir Kürt ulusu, ulusa dayalı bir Kürt devleti kurmak için çalışmalar yaptılarsa da bu faaliyet etkili olamadı. İngiliz ve Fransızların aradığı bir halk hareketine ya da plebisitte kazanılacak oy oranına dönüşmedi. Kürtler, Türklerle bir millet oluklarını, Kürt-Türk iki unsurun aynı İslam Milleti’ni oluşturduğunu söyleyerek ayrı bir devlet istemediler. Bunun içindir ki bugünkü doğu sınırı, 1925’e kadar statüsü belli olmayan Irak’taki Musul, Kerkük, Süleymaniye ve Erbil, Türk ve Kürt İslam Milleti’nin yurduydu. 1925’de İngilizlerle imzalanan Ankara Antlaşması’yla buralar Irak’a bırakıldı. Buna karşılık 25 yıl süreyle Musul petrollerinden belirli bir pay Türkiye’ye verilecekti. Suriye, Lübnan ve Ürdün Fransızlarla varılan anlaşmayla terk edildi. Her ne kadar o günün şartlarında petrol rezervlerinin olduğu yerlere İngilizlerin askeri olarak çökmesi ve işgal etmesi belirleyici olduysa da, buradan anlaşılması gereken başka bir husus daha var ki, o da, Müslüman Kürtler Lozan’da, Araplar gibi ayrı bir millet olma iddiasını sürdürselerdi, Wilson Prensipleri ve Cemiyet-i Akvam’ın sinsi planları gereği bugünkü Türkiye’nin doğu sınırları bu halde olmayabilirdi. Devleti ve kurumları elinde tutan ve birinci savaştan yenik çıkan İttihatçıların o günkü şartlarda savaşacak güç ve azmi kalmamış, elde kalanı koruma politikası güderek uluslararası ittifaklara açık hale gelmişlerdir. Netice Nereye Vardı? I. Dünya Savaşı sonrası parçalanan Osmanlı İmparatorluğu’ndan ve Osmanlı milletler sisteminden ayrılan birçok yeni ulus/millet türedi ve yeni ulus-devletler kuruldu. 2. Savaşa kadar geçen sürede İngiliz ve Fransız emperyalizminden, ardından Sovyet İhtilali’nden de fikren ve fiilen etkilenen ulus-toplum ve devletler boy gösterdiler. İki savaş arasındaki devrede İngilizlerin bayraktarlığını yaptığı kapitalist liberal ekonomiye ve demokratik siyasete mukabil Nasyonal Sosyalizm, Faşizm ve Stalinizmin militarist siyasi, askeri ve ekonomik politikaları başka bir model olarak öne çıktı. Bu politikalar coğrafyamızda ve yeni kurulan devletlerde kimi diktatörlerin, monarşilerin ve kralların yönetimine örneklik teşkil ettiler. 2. Savaş sonrasında dünya sistemi yeni bir siyasi hiyerarşiye geçerek yenilendi ve Amerika, bu bölgeyi ve ülkeleri kendi nüfuz alanı haline dönüştürmek için operasyonlara girişti. 1960’a kadar kendi nüfuz bölgesinde Sovyetleri tehdit olarak kullanan Amerika, daha sonra İsrail’i aynı amaçla kullanmaya başladı. 1950-60 arasında Türkiye, Mısır, Sudan, Irak, Suriye, Suudi Arabistan, Lübnan, Filistin, Hindistan gibi ülkelerde bir dizi yönetim ve yönetici değişiklikleri yapıldı. Peş peşe gerçekleştirilen ihtilallerle hükümetler devrildi, hükümetler kuruldu. 1980’lerde projelendirilen ancak 11 Eylül 2001’le fiilen yürürlüğe konulan yeni bir düzenleme hareketi başlatıldı. Buradaki yenilik, gerçekte 60’larda başlatılan yönetim katındaki operasyonların bundan böyle halk katında devam ettirilmesidir. Amerika, bu operasyonlar neticesinde Osmanlı’nın son idari düzenlemelerini, 1. ve 2. Savaş sırasında bu düzenlemeler üzerine bina edilen İngiliz ve Fransız koloni politikalarının “hukuki” düzenlemelerini baz alarak yoluna devam etti. Ortadoğu coğrafi olarak nasıl parçalanacak diye merak edenler, Osmanlı idari sistemine ve 1. Savaş sonrası parçalanmaya bakarak fikir edinebilirler. Bugüne Gelecek Olursak 2. Savaş’tan bu yana epey zaman geçti ama savaş neticesinde dünya düzeni yeni bir hiyerarşiyle yeniden kurulmuştu. 2. Savaş’tan sonra yenildikleri için tasfiye edilen Nasyonal Sosyalizm ve Faşizm, siyasi ve iktisadi devlet sistemi olmaktan çıkartılırken Stalinizm’e orta vadeli bir ömür sunuldu. Süreçte kapitalist sistem kendini yeniledi, daha da güçlendi. 1980’e kadar olan süreçte sosyalist ekonomik ve idari düzen, Stalinist merkezi devlet sistemi ve bürokratik yönetim biçimiyle birlikte planlı ekonomik bir sistem üretmiş, sosyalist bir blok oluşturmuştu. Sosyalist sistem aslında kapitalizmin dişine göre bir rakip olarak Amerikan nüfuz alanlarının kapitalist sisteme ve demokratik bloğa geçmesi için “öcü” rolü oynadı. Türkiye bu sıkıştırmayı 1945 Moskova notasına karşılık 1952’de NATO’ya girişle yaşadı. 80 sonrasında sosyalizm devreden çıktı ve kapitalist ekonomik sistem tek sistem olarak kaldı. Sovyetlerin devreden çıkmasıyla Cumhuriyet idareleri demokrasiye, krallıklar ve monarşi rejimleri de Cumhuriyet’e dönüşmeye başladı. Bunun bir diğer anlamı globalizmdi, yani küresellik. Bu kısa özetten sonra artık konuşulması ve anlaşılması gereken şey, dünyanın Amerikan tarzı bir kapitalist iktisadi örgütlenmeye, Amerikan tarzı bir demokratik siyasi örgütlenmeye, Amerikan tarzı bir tüketim kültürünün yüceltildiği sosyal örgütlenmeye, Amerikan tarzı bir insan hakları hukuk sistemine, Amerikan tarzı bir seküler dindarlaşmaya doğru yol aldığıdır. Avrupa, Uzak Doğu ve Asya bu sisteme boyun eğdi, Balkanlar, Kafkas koridoru, Ortadoğu ve Afrika hızla bu sisteme entegre olma yolunda ilerliyor. Bu Amerikan tarzı sistemin bugünkü şartlarda görünümü tam olarak şöyledir: Finans ekonomisi denen bir sisteme dayalı sermayenin temsil ettiği ve yönettiği tekelleşmiş bir imparatorluk, dünya ölçeğinde “hükümranlık” sahibidir. Para, banka ve borsa sistemi sanal bir iletişim sayesinde fiili serbest dolaşım özgürlüğüne kavuşarak tüm dünyada günlük hayatı ve kararları etkileyecek, insan türünün ilişkilerini, hükümetlerin ve milletlerin kaderini belirleyecek “tanrısal” bir kudrete sahip olmuştur. Üçüncü Dünyacılık ya da Filme Kısa Bir Ara Kapitalist iktisadi örgütlenme biçimine ve Sovyetik sisteme alternatif olarak 1960’larda ortaya çıkan ama feri çabuk sönen bir Üçüncü Dünyacılık Hareketi doğdu. Hindistan, Çin, Yugoslavya ve Mısır önderliğinde Amerikan ve Sovyet bloğuna karşılık üçüncü bir alternatif mahiyetinde, siyasi bağımsızlık ve iktisadi birliktelik bağlamında bir çıkıştı bu. Üçüncü Dünyacıların sayıları 1970’lerden itibaren BM’de her türlü kararı alacak oy çokluğuna da ulaştı. Fakat bunlar ayrı bir blok olarak varlık gösteremediler. 90’lara gelindiğinde bu proje bir umut olmaktan çıkıp nostaljiye dönüşerek tarihe karıştı. İslamcılık Dünya tarihinde her devrede imparatorluklar görüldü ama bir imparatorluğun tek başına dünya hükümranlığı görülmedi. İnsanlığın buna karşı arayışı da henüz bitmedi. Üçüncü Dünyacılık denemesinin başarısızlıkla sonuçlanmasından, Sovyet tarzı iktisadi örgütlenme biçiminin devreden çıkmasından sonra, bu dünyaya, bu tarihe, bu devletlere, bu hükümetlere, bu iktidarlara alternatif olarak yeni bir akım çıktı ortaya: İslamcılık. İslamcılık, ilahi olmak, kitabi olmak, yazılı kaynaklara dayanmak, peygamberleri takip etmek ve tarihsel tecrübeye sahip olmak gibi kayıtlarla, kendine has çağrısıyla ve davetiyle bu dünyada hep vardı. Başından beri vardı. Diğerleri arasında en kadim olanıydı. Hatta diğerleri bu çağrının bozulmuş değişik halleriydi dahi denebilir. Aydınlanma çağıyla başlayıp 19. Yüzyılda kurumlaşan modern anlayış ve proje, endüstriyel toplumu üretmiş, serbest ticarete dayalı liberal ekonomik sistem, demokratik siyasal bir düzen icat etmişti. Bu proje eşyayı ve varlığı, modern bir zihinsel kavrayışla insanı ve ilişki biçimlerini tanımlamış, modern değerler temelinde üretilen yeni ölçülerle başka bir dünya, başka bir toplumsal biçim kurmuştu. 20. Yüzyılla birlikte tüm dünyaya yayılmaya başlayan bu proje ve pratik, Müslüman dünyayı da etkilemiş, Müslümanları geriye doğru bir veya iki yüzyıl kadar tarihin dışına çıkartmıştı. Tarih dışı kaldığı süreçte dini inanç ya da kavrayış ve Müslüman’ca örgütlenme biçimi olarak İslam da, tipik bir Batılı anlayışla yorumlanarak, kişisel bir inanç olarak vicdani bir alana ait tercih kılınarak, sadece ahlaktan, sadece ibadetten ibaret bir dine dönüşmüştü. Dolayısıyla binlerce yıldır insana, topluma, devlete, siyasete, iktisada, hukuka müdahale eden, kendi değer ölçüsüyle bu alanları kuşatarak tevhid edip yöneten, sosyal örgütlenme ve idari teşkilatlanma biçimini kendi değerleriyle bütünleştiren İslam, 19. ve 20. Yüzyılda artık sadece bir inanca, o inancın unsurlarına, ahlaka ve şekli ibadetlere dönüştürülmüştü. Bunun toplumsal ve pratik karşılığı şuydu: İslam bir din olarak siyasi, iktisadi, hukuki ve sosyal örgütlenme alanını belirleyemezdi. Her din gibi o da sosyolojik bir kategori, metafizik bir inanç sistemiydi. Her din veya inanç sistemi gibi o da hukuki statü olarak diğerleriyle eşitti. Bu sebeple İslam da siyasete, devlete, iktisada ve örgütlenmeye karışmamalı, topluma ve kamusal hayata müdahale etmemeliydi. İslam’ın Tarihe Dönüşü Kendi doğasına, tanımına, muhtevasına, amacına ve hedefine, toplumsal olarak var oluşuna koyduğumuz şerhleri de göz önüne alarak diyebiliriz ki, İslamcılık, son iki yüzyıla kıyasla yeni bir anlayışı, yeni bir oluşu, varlıklar alanında yeni bir ilişki biçimini ve dolayısıyla toplumsal ve siyasal olarak yeni bir yapılanmayı talep ediyor. Tarihe ve hayata sosyal adalet, siyasi adalet, iktisadi adalet, hukuki adalet olarak müdahale etmek için teşkilatlanmak istiyor. Bu adalet alanlarını birbirinden ayırmadan tevhit etmek istiyor. Kötüyü ve iyiyi yeniden belirlemek istiyor. Bu haliyle dönüş, yakın geçmişten de, şimdi var olandan da çok farklı bir şeydir. Bu sebeple kendi içinde yaşadığı ve içinden çıktığı krallık, monarşi ve cumhuriyet tarzı siyasi rejimleri, liberal kapitalist tarzdaki iktisadi örgütlenmeleri, laik hukuk temelli idari ve adli düzenlemeleri değiştirmek, Müslümanları kendince yeniden örgütlemek istiyor. Balkanlar’da, Kafkasya’da, Kuzey Afrika’da, Yakın Doğu’da, Ortadoğu’da, Hint AltKıtasında hatta göçmenler vasıtasıyla Avrupa’da ve Amerika’da, yukarıda sayılan amaçla bir dizi İslami hareket, bir dizi İslami cemaat kuruldu. Bunların her biri kendi toplumları içinde sosyo-kültürel faaliyetlere, bazı yerlerde milis hareketlerine dönüştü. Kimi yerlerde daha önce başlasa da (Pakistan, Tunus, Türkiye gibi) genel olarak İslamcılık, 1980’den sonra Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Hint Alt-Kıtası özelinde birer “sivil” siyasi partiye dönüştürüldü. Ülkelerin siyasi mevzuatlarına ve görece özgürlüklerine bağlı olarak seçimlere girenler ya hükümet ya da hükümet ortağı oldular. Seçim yapılamayan baskıcı rejimlerdeyse en güçlü toplumsal muhalefeti temsil etmeye başladılar. İçlerinde İran’da siyasi devrim yapmayı başaran hareket dahi oldu. Sivillik ‘Sivil’ kelimesi Batı zihniyetine, Batı pratiğine ve Batı tarihsel sürecine ait düşünüş sistematiğinde yer alan bir kavramdır. Özü itibariyle Kilse otoritesinin dışında ya da karşısında olan, Kral’a ait beşeri aklın otoritesini ifade ettiği gibi, Kral’dan yana olmayı da ifade eder. Dolayısıyla sivillik, Kilise’nin ilahi kaynaklı yasa yapma yetkisine karşılık İmparator’un da seküler zihinle yasa yapma yetkisine işaret eder. Sivillik, siyasi manayı kuşandığında modern toplumsal hayatta dinden bağımsız otonom bir kategoridir. Yasama ve idari düzenlemelerde kendine dinden meşruiyet aramaz. Bu çerçevede dini kontrolü ve denetimi altına alan devlet, dini eğitimi ve hizmetleri de yürütür. İslam’da siyaset bağımsız bir kategori ve kendi başına bir otorite olmayıp şer’i hukukun bir parçası olarak vardır. Meşruiyetini de ilahi bildirimlerden, şer’i hukuk sisteminden alır. Dolayısıyla yasama faaliyeti ve her kademedeki yöneticilerin çıkaracağı idari düzenlemeler de Şeriat’tan onay almak zorundadır. Sivillikle ilgili kısa açıklamaların anlaşılması için son zamanlarda ülkemizde sıkça telaffuz edilen “sivil anayasa” tabirini örnek verebiliriz. Bizim millet “sivil anayasa” denilince askeri sınıftan olmayanların yapacağı bir anayasayı anlıyor. Oysa bütün dünyada anayasacılık akımı ve anayasa yapımı, modern olması bakımından “sivil”dir. Sivil olması hasebiyle akla, bilime ve çağdaş şartlara dayanır, normlar statüsünde en üst normu, referans kaynağını teşkil eder. Dolayısıyla askerler de yapsa, siviller de yapsa anayasa anayasadır. Bu anayasanın halkın onayına sunulması bu niteliğine halel getirmez. Türkiye’de 1924’den itibaren yapılan anayasalar gibi yeni yapılacak anayasa da doğal olarak sivil olacaktır. İslamcı Çağrışımlı Sivillik ya da Partiler İslamcılığın sivil bir akım olarak dernekçilik ya da particilik olarak sosyo-politik arenada sahne almasını, kendi nesnel gerçekliği, maddi temelleri ve şartları üzerinde doğru değerlendirebilmek için bazı şerhleri düşmemiz gerekiyor. Şu soruları sorarak maksadımızı açık edebiliriz: İslam, tarihe dönerken bizatihi kendisi olarak, topluma, hayata, devlete, iktisada ve örgütlenmeye müdahil sıfatıyla mı yeniden dönüyor? Adalet talebi doğru ifadesiyle bu kapsamda bütün alanları tevhit eden bir şey midir? Yoksa kolonileşmiş ülkelerin emperyal baskılarına karşı laik, sosyalist, ırkçı veya demokrat bir düzlemde verdikleri bağımsızlık mücadelesine önderlik mi ediyor? Siyaseten diktatörlük rejimlerindeki elitlerin baskısına karşı sivil bir özgürlük hareketini mi temsil ediyor? Kuşkusuz henüz kendi safiyetine kavuşmasa da bu tür yan etkilerin ve kimi öze ilişkin karışık ve farklı unsurların yanında aslen ve ismen de kendisini ifade etmesi önemlidir. Bizi ilgilendiren tarafı da budur. Her ne sebeple olursa olsun İslam artık gündemdi, gündem belirlemeye başlamış, insanlara bir umut olmuştu ve sorunlara kökten bir “çözüm” olarak cazip gelmeye başlamıştı. Başka bir deyişle İslam, artık vicdanlardan, kişisellikten, salt inanç, ibadet ve ahlaki olmaktan çıkmış, özüne ve aslına rücu etmeye başlamış, ahiret hayatıyla bağlantısını kurarak dünyevi hayatı yeniden tanzim etme iradesini göstermeye başlamıştı. Dolayısıyla iktisadi örgütlenmeye, sosyal ve hukuki örgütlenmeye müdahil olmak için siyasi olarak teşkilatlanmaya başlaması kaçınılmazdı. Bu sebeple hemen her yerde ilkin sivil dernekçilik ve particilik boy göstermeye başladı. Doğrusu Nedir? Allah tarihe, topluma müdahale eder. O her an yeni bir yaratıştadır. Her an bir iştedir. Kullarının talebini gerçekleştirmekte, kendi iradesini yürütmektedir. İnsanlara rağmen dünyanın da yönetimini elinde tutmaktadır. Bazı nesiller zalimler olarak geçip gitseler de bu dünyadan, bazı nesiller de ilahi nizamın, şer’i hukuk sisteminin ve Müslüman’ca toplumsal ve siyasal yapılanmanın, yani adaletin peşindedir. İslam dünyaya, topluma, hayata, hükümetlere, devletlere müdahale etmek kastıyla geri dönüyor. Bizatihi hak olarak inzal edildiği için buna hakkı da var, yetkisi de. Dönüşün hareketlendirdiği ilk gelişmeler “sivillik” eksenli yapılarda hissedildi. Bu sürecin sonuna gelindiğini bu tür teşkilatlanmalardan sıyrılmak isteyen yeni arayışlarda görüyoruz. Biz kullar bu konuda acele etsek de bunun ilahi hikmete mebni bir zamanlama meselesi, olgunluk ve sınanma için gerekli bir aşama olduğu da düşünülebilir. Bu dönüşün sağlıklı mecraya girmesi ve sürecin anlaşılması için bir iki detaya değinmekte yarar vardır. Muradımızın doğru anlaşılması için bu meselelere temas etmeliyiz. Son Virajların Meydana Getirdiği Hasar İslamcılığın biri kendi içinden, diğeri de dışından olmak üzere karşı karşıya olduğu iki önemli kamburdan bahsedilebilir. İlkin dışarıdan tebelleş olanına bakalım: 1- Meşhurdur, “İnekler eve gelecek amma mahallenin bebeleri olmasa” demiş Anadolu insanı. İyi bir deyimdir, muradımızı anlatmak için kullanılabilir bir meseldir. İslamcılık hayata dair bütünsel müdahalesi ve iradesiyle geliyor ama önüne çekilmiş ilk bariyer “sivillik”tir. Bunlar dernekçilik ve demokratik particilik olarak adlandırılabilir. Kanaatimizce İslamcılığın yönü İslamcı çağrışımlı sivil dernekçilik ve demokratik particilik teşkilatlanmasıyla ama dışarıdan bir müdahaleyle bir süreliğine saptırılmış durumdadır. Nasıl? İslamcılık hayata ve dünyaya yeniden dönmüştür, dedik. Bunun nesnel ve maddi gerçekliği ortada olduğu, yani herkesin fark edeceği düzeyde somutlaştığı için bu tarafını konuşmaya gerek yoktur. O halde burada konuşulması gereken şey, İslamcılıktan çok İslamcılığı çağrıştıran mevcut yapılarıyla sivillik ve particiliğin ne olduğudur. İslamcı çağrışımdaki sivillik, -safiyane katılımları yok sayarsak- hepsi gerek tüzükleri, gerek programları ve gerekse yöntemleri nedeniyle, örgütleniş biçimi olarak İslamcı değildirler. Mevcudun içinde birtakım küçük farklarla yer tutmak istiyorlar. Bu örgütlenmelerin içinde yuvalanan kimi elemanların ise İslamcılıkla alakalarının olduğu epeyi tartışma götürür. O halde ilk söylenmesi gereken şey, adil olmayanlardan adalet getirmelerini beklemek doğru olmaz. Bir diğer husus, İslamcı çağrışımlı sivil derneklerin ve partilerin mevcut halleriyle dünya sistemi tarafından öne sürülmüş ve desteklenmiş olmalarıdır. Bunların dünya sistemine ters düşecek veya itiraz edecek bir tüzüğe, programa ve yönteme sahip olmadıklarından hareketle, global sistem içinde küçük farklarla sosyo-siyasi alanda yer tutmayı amaçlamaları, nüfuz ve iktidarı öncelemeleri doğaldır. Bir başka husus, İslamcılığın kendi yolunda seyretmesi gerekirken bu işin neden böyle bir yol kazasına ya da manipülasyona uğradığıdır. Bize göre İttihatçılığın ilk dönemlerdeki ikizleri sayılan Genç Osmanlı ve Jön Türk zihniyeti, bunların fikirleri ve programları bu biçimde belirleyici oldu. Toplumsal bünyeye yabancı da gelmeyen bu nüfuz elde etme ve iktidara oynama mücadelesi, ortada var olan devleti muhayyel devlet biçimi olarak gördüğü için, yapısal ve niteliksel meşruiyet meselesini görmezden gelmeyi gerektirdi. Burada son iki yüzyıllık süreçte gayri meşru sayılarak baskı altında tutulmanın, ardından meşruiyet kazanıp “serbest yaşama” alanlarına sahip kılınmanın yeterli olduğu düşüncesi de etkin olmuştur. İslamcı çağrışımlı sivilliğin, -onu geçmişte kalmış dini telakkiye dayalı akıl yapısının yönlendirdiğini varsayarsak- neden kapitalist iktisadi örgütlenme içinde, neden laik hukuk yapısı içinde, neden modernist sosyal örgütlenme içinde kalarak nüfuz ve iktidar peşinde olmayı seçtiğini daha rahat açıklayabiliriz. Buradan hareketle kendi içinde ya da kendi işlerinde İslami çözümleri yüceltmek yerine bu sistematiğin çözümlerini neden ayakta tuttuğunu, örgütlenme biçimini değiştirmek yerine neden önüne çıkarılan biçimlere itibar ettiğini kavrayabiliriz. Bunu kavrayamazsak çok sürmez, işin bizatihi aslı ve kendisi bize de onlara da bunu kavrattırır. Konuyla alakalı bir başka husus da şudur: süreci tekrar hatırlarsak, İslamcılığı, gerçekte bu sivil İslamcı çağrışımlı partilerin ihya etmediği, bunların bu işte paylarının olmadığı, partilerinin de bir örgütün partisi olmadığı tespiti yapılabilir. Buradan hareketle bunlar geldikleri yer itibariyle, daha yolun başında iken, geldikleri ve yetiştikleri yerlerden aldıkları kültürle de bir tezat içinde değildiler. Bu sebeple onlar aslında var olan, Allah’ın lütfuyla dipten yüzeye doğru çıkan ve hareket halinde olan bir potansiyelin üzerine konmuş hazır “mirasçılar” idiler. Ya da bunlar, İslam’ın ilerlemesine olumsuz katkıda bulundukları için sistemin nimetlerinden özellikle istifade ettirilen “imtiyazlılar” idiler. Bu bahisle ilgili son olarak şunu söylemek gerekir ki, bu sivil teşkilatlar ve partiler, kendi alanlarında iktidar ya da iktidar ortakları olduktan sonra, İslamlaşma süreci tersine ivme kazanıyor. Süreç hem kendilerini haklılaştırarak hızla sekülerleştiriyor hem de etkiledikleri çevreleri dönüştürüyor. Dolayısıyla hep birlikte dünya sisteminin arzu ettiği istikamette yol alıyorlar. Her şeye rağmen olumlu ya da olumsuz katkılarıyla şimdilerde bu sürecin de sonu gözükmüştür. İslamcı çağrışımlı sivillik, günahlarıyla sevaplarıyla geçip gidecek bu dünyadan. Onlar İslam’ın tarihe ve topluma dönüşünün önünde son viraj, engel ve duraktılar. İlahi takdirin ne olacağı bilinmez ama zahiren onların ardından hızla işin aslına rücu etmesi beklenmelidir. 2- İslamcılığın karşılaştığı ikinci engelin içeriden kaynaklandığını belirtmiştik. Kısaca bu, Medine İslam Devleti’nden bu yana geçen zaman içinde değişik sapmalar yaşanmış olsa dahi Hilafet sisteminin, devletlerin meşruiyet gerekçesi ve toplumlarıyla ilişkisi bakımından hep korunduğu devrelerde, İslam inancını, ilahi nizam çerçevesinde ve şer’i hukuk sistemi dâhilinde ihya etmiş, muhafaza ve müdafaa etmiş olan bir gücün, bu gücü temsil eden “âlimler ve seçkinler sınıfının”, modernleşme hengâmesinde yok oldukları gerçeğidir. Bunlar, geçtiğimiz süreçte Müslüman toplumlar içindeki fonksiyonlarını, statülerini, nüfuzlarını ve güçlerini kaybettiler. Bugüne geldiğimizde -söz konusu sınıfın yeniden ihyasını sağlayacak şartların olmaması sebebiyle- geri dönmeleri de mümkün olmadı, an itibariyle olmayacak gibi de görünüyor. Yeni şartlarda onların yerine geçecek veya yerlerini dolduracak bir güç ise henüz tekemmül ve teşekkül etmedi. Bunu şu şekilde de ifade edebiliriz. Yakın geçmişte ileri gelenlerimiz bozulduğu için toplumsal olarak bozulmuştuk, o hal hâlâ sürmektedir. Bozulmuşluğun tersine dönmesi için gereken ise, Müslümanların iman edip salih amel işlemeye devam etmeleri ve Allah’ın bu yeni topluluğa hükümranlık vereceği zamanın beklenmesidir. Tıpkı geçmiş kavimlerde olduğu gibi. Bu bekleyiş, eski ve yeni her dönemde olduğu gibi mistik bir inanışa, münzevi bir içe dönüşe, ruhani ve filozofik bir soyutluğa, sivilleşip bireyselleşerek sistemden razı olmaya dayalı bir bekleyiş değildir. Tam tersine sahih İslam’ın dayandığı hanif tevhit inancının, onu talep edenlere dönmesini beklemektir. Bu kaçınılmaz bir şeydir ve muhakkak vuku bulacaktır. Hanif dinin inancı odur ki, iman bütün unsurlarıyla hayata dönecek, toplumsal hayatla bütünleşecek, iktisadi, hukuki alandaki şirkten ve küfürden arınmış olarak her kademede siyasi olarak teşkilatlanacaktır. Bu imandır, şu hak, bu batıl, şu doğru, bu yanlış diye hayata müdahale edecek, müdahale hakkını ve yetkisini kullanacaktır. Tıpkı Hz. Peygamber zamanında, sahabe zamanında, salih topluluklar zamanında olduğu gibi. Tarihin Bekleyişe Katkısı Şirkten, küfürden ve günahlardan arınarak hanif/saf hale gelmiş iman, İslam’a dönüşür. İslamlaşma aşaması teşkilatlanma aşamasıdır. İnsanlar arasından seçilmişlik vasıflarıyla hayata müdahale etme aşamasıdır. İslamlaşma süreci, tarih bilinci, tarihin talih olduğunun kavranmasıyla güçlenir, donanımlı hale gelir. Bu donanım, tarihe mü’minler topluluğu olarak müdahale etmiş salihlerin geçmişte iman tarafında nasıl sınandıklarına dair gelişecek bir vukufiyet, kendi çağını ve dönemini yaşayan inananlara bilgi, özgüven ve güç kazandırır. Tarih devletlerin, hükümetlerin, iktidarların ve toplumların yükseliş ve düşüşlerinin örnekleriyle, ibretlik veya örneklik halleriyle yol göstericilik yapar. Tarih, insanlık tarihinde ve sınanma alanı olan bu dünya hayatında iman-küfür çatışmasının anlamını ve karşılığını kendi sahnesinde canlı olarak gösterir. Dönemsel olarak zaman dilimleri, toplumsal şartlara ve iyi-kötü örnekliklere rağmen tarih kendi içinde deveran edip durmakta, nesiller de imtihanlarını verip gitmektedir. Dolayısıyla iman-küfür çatışması kendi taraflarıyla birlikte bu tarih içinde devam etmektedir. Şu halde söylenmeli ki, Müslümanların kendi tarihleri talihleridir. Kur’an ve Sünnet’e Dönmek ya da Siyaset Modern çağın İslamcısının en bariz özelliği, Kur’an’a ve Sünnet’e dönüş çağrısıdır. Bu dönüş kendi içinde sorunlarını da birlikte taşıyarak yapılan bir dönüştür. Bu bağlamda mahzuru ve hasarı yeterince fark edilememiş iki tip sorun vardır. Bunlardan ilki, modern zihniyetin yapısını fark etmeksizin doğrudan yapılan dönüş, doğrudan gerçekleştirilen Kur’an okuma faaliyetidir. Modern değerlerin, ölçülerin ve kültürün etkisiyle Kur’an’a dönenler, sanki Kur’an nazil olmamış, hakikat bildirilmemişçesine modern bir okuma biçimiyle ellerinde var olan yazılı bir metni kendi şartlarına uygun olarak yeniden inzal ettirmek istiyorlar. Bu okuma biçimi, işitip itaat etmeye, hakikati kabul etmeye ve şekillenmeye dayalı sahih bir okuma biçimine yükselmiyor. Onun yerine bizi hakikati yeniden tanımlamaya yönlendiriyor. Tercüme ve literatür kısırlığının da beslediği bu tarz okuma biçiminde öznesi kendisi olan okur, okuduğunu sandığı Kur’an ile aslında bir metin tahlilini yaptığını, okuduğu metni kendisince biçimlendirdiğini fark etmiyor. Bu tarz okuma tekrar ettikçe kelime ve kavramlarla sınırlandırılan anlam dünyasında “fantastik” ayet yorumlarına geçiliyor. İkincisi, bu zihin, usuli’d-din, usul-i fıkıh, kelâm, hadis ve siyer konusunda yeteri kadar bilgi sahibi olmadığı, yaşadığı çağı doğru değerlendiremediği, buna da gerek duymadığı için, zamanı ve tarihi aşarak doğrudan Kur’an’a gitmek zorunda kalıyor. Bu gidiş, İslam’ı anlamaktan çok tarihsellik tuzağına düşmesine sebebiyet veriyor. Modern çağın İslamcısı, döndüğü şartları ve dönemi fark etmediği için de soyut, afaki tartışmalar ve hayali çatışmalarla zaman kaybediyor. Kur’an ve Sünnet’e dönenlerimiz, bu dönüşte ilk olarak iman etmenin teolojik, zihinsel ve kişisel bir şey olmadığını fark etmeliler. Bu fark ediş, inancın özünün ve dinin kendisinin ne olduğuyla ilgilidir. Bu temas doğru bir seyirle iktidar ve itaat ilişkisinin gerçekliğini kavratır. Bu kavrayış, diğer buyrukların ve bildirimlerin bu temel kabul üzerinde anlamlı olduğunu öğretir. Her hayat ve her toplumsallık, kendi şartları ve çağdaşlığında iktidar ve itaat ilişkisi temelinde ve ekseninde yaşanır. Bu yaşam, yaşanılan bir tarih içinde, kendi zaman diliminde ve kendi sosyal şartlarında pratikleşir, toplumsallığa ve siyasete dönüşür. Bu denli köşeli ifadelerle işi fazlasıyla siyasallaştırdığımızı ve dinin özünü değiştirdiğimizi düşünenler olabilir. Bu tür itirazlara karşı söylenmelidir ki, burada sadece siyasi olan bir şeyden bahsetmiyoruz, ancak siyaset olmadan dini emir ve nehiylerin anlamsız ve karşılıksız kalacağını belirtmeye çalışıyoruz. Nitekim ilahi mesaj, siyasi olarak Kur’an’da, hadislerde, şer’i hukuk sisteminin bir parçası olarak usul-i fıkıhta ve kelâmda üzerinde titizlikle durulan bir meseledir. Siyaset, imani akde dayalı toplumsal işlerin düzenlenmesiyle alakalı olduğu için, Allah ile yapılan misakla, bunun ferde ve topluma yansıyan tarafıyla- biatla, hukukla, adaletle ve bunların hepsini anlamlı kılan ahiretle doğrudan alakalı ve bağlantılıdır. Siyaset, yönetim veya devlet olarak ümmetin boynuna yüklemiş farz-ı kifayedir. Öz olarak toplumsal bir emanettir. Yapılana kadar ümmetin tümünün sorumluluğundadır. Bu farzın yerine getirilmesi için -ümmetin kendi içinden birini bu işle görevlendirmesi, emaneti ehline vermesi şartıyla- görevlendirilenin toplumsal şartlara ve ihtiyaçlara göre siyasi, iktisadi, idari, adli, askeri, mesleki işleri yürütmek üzere kademe kademe görevlendirme yaparak teşkilatlanmaya gitmesidir. Bunun sıfırdan icadı gibi bir şey söz konusu değildir, tersine zaten var olan orijinal modelin ihyası ve geliştirilmesiyle bu işler çözülür. Yönetim işi ferdi hayatı da kuşatarak etkilediği için, gerçekte bütünüyle toplumsaldır. Toplumsal olduğu için de siyasaldır. İslam’da siyaset farz-ı ayn manasında her ferde yüklenmiş bir sorumluluk değildir. Fakat siyaset aracılığıyla, siyasi teşkilatlanmayla ve siyasetin kendisiyle ancak çözülebilecek toplumsal işlerin görülebilmesi için gereklidir, dolayısıyla farzdır. Bu bakımdan siyasetin çözeceği veya yapacağı işler, ancak kendisiyle görülebilecek işlerdir. Marufun emri, münkerin nehyi gibi en temel vazife ve işler siyasetle alakalıdır. Bundan dolayıdır ki, siyaset işi tüm ümmete yüklenmiş bir emanettir. Emaneti ehline vermekse ümmetin işidir. Ki bunların tümü farz kategorisindedir. Şimdi muhtasar olarak biraz detaya girelim. İslam’da Devlet Neden Gerekli? Bizim tarihimiz, kaynaklarımız, bütün mezheplerimiz ve âlimlerimiz ihtilafsız olarak bu işin Kur’an’dan çıktığını, Hz. Peygamber’den görülerek öğrenildiğini belirtir. Dört Raşit Halife’nin ve güzide sahabenin icma, yani ittifakla bu işi çözdüklerini anlatır. Yine ihtilafsız olarak bu işin Kur’an’ın hak olarak inzal edilmiş hükümlerinin yüceltilmesi ve uygulanmasının gereği olarak yapıldığına işaret eder. Âlimlerimiz bu konuda değerlendirme yaparken insanın yaratılış amacı ve şartları gereği sosyal bir varlık olduğundan, kendi başına yaşamaktan ve ihtiyaçlarını gidermekten aciz bulunduğundan hareketle, insanı başkalarına muhtaç bir varlık olarak tarif eder ve insan yaşamının toplu olarak sürmesinin zorunluluğunu belirtir. İnsanın bu muhtaçlığı ancak topluluk halinde yardımlaşma ve dayanışmayla giderilebilir. Yardımlaşma, insanın tek başına gideremeyeceği çok çeşitli ihtiyaçlar için farklı alanlarda sanat ve imalatı, dayanışma ise güvenlik ve adaleti gerektirir. Başkalarıyla yaşamak küçüklü büyüklü bir toplumsallığı, toplumsallık bir teşkilatlanmayı, teşkilatlanma bir düzeni, düzen insanların ve grupların üzerinde bir hukuku ve hukuk da bir otoriteyi, otorite de teşkilatlanmayı icap ettirir. Bu siyasettir, egemenliktir, hükümettir, devlettir. Burada tüm mesele bu otoritenin neye dayanacağı, meşruiyetini nereden alacağı meselesidir. İman-küfür çatışması, itaat ve iktidar ilişkisi buradan doğmaktadır. Kur’an, hangi tarihsel dönem ve şartlarda olursa olsun toplumsal bir hayatın kendi buyrukları çerçevesinde nasıl tanzim edilmesi gerektiğinin esaslarını belirlemektedir. Peygamberler bu işin nasıl olacağını göstererek örneklemişlerdir. Hiçbir peygamberin kendi dönemindeki bir krala (Nemrut karşısında Hz. İbrahim), hanedana (Firavun karşısında Hz. Musa), senatoya (Roma karşısında Hz. İsa), oligarşiye (Kureyş karşısında Hz. Muhammed) itaat ettiği görülmemiş, anlatılmamıştır. Çünkü itaat ilişkisi uluhiyet, rububiyet ve ubudiyet ilişkisidir, dinin özüdür, kendisidir. Bu ilişki toplumsal muhtevada olduğu için de siyasaldır. Bu kısa özetten sonra toplumsal bir yaşamın bir devleti zorunlu kıldığını, devletin siyasetle, siyasetin insan ilişkileriyle, ilişkilerin bir değerler sistemiyle ilgili nesnel ve somut karşılığa dayandığını söyleyebiliriz. O halde şimdi burada anlaşılması gereken meseleye bakabiliriz. Devlet, varlık gerekçesi, meşruiyeti ve görevi bakımından kendisiyle yapılması gereken işler için olmazsa olmaz olandır. Bu durum İslam’da da böyledir, diğerlerinde de böyledir. Şu halde devlet, kendisiyle toplumsal hayatın tanzimi için, ihtiyaçlara ve şartlara göre teşkilatlanmış siyasi bir araçtır. Sosyal bir varlık olan insanın yaratılış icabı ve işin doğası gereği, insanların tek tek farklı tutku, görüş ve reylerde oldukları, bu sebeple kendi içlerinde ittifak sağlayamayacakları, kendi başlarına bir düzen kurmalarının ve adaleti sağlamalarının -yapısal özellikleri gereğimümkün olamayacağı (nitekim böyle bir şey olursa Haricilere göre devlete ve imama gerek yoktur, diğer fırkalara göre ise bu durum teorik olarak böyledir, ancak pratikte mümkün değildir), böyle bir şey olursa güçlünün zayıfa, çeteleşenlerin diğerlerine üstünlük sağlayıp zulmedeceği, bunu önüne geçilemeyeceği bir durum ortaya çıkar. Bunun yerine fertlerin ve çeşitli grupların da üstünde herkesin itaat edeceği bir güce, otoriteye, o otoritenin de itaat edip uyacağı adil bir yasaya ihtiyaç vardır. Bu otorite ya da siyasi güç meşruiyetini bu yasadan alır. Klasik eserlerde yasa, önemine ve korunması gereğine binaen “namus” olarak tanımlanmıştır. Bu yasa ya da hukuk sistemi neye dayanmalı, nereden çıkartılmalıdır? İslam’a göre ilahi bildirimlerden çıkarılmalıdır. Ümmet kendi içinden asaletli, dürüst, cesur, ahlaklı, bağımsız, bilgili ve toplumsal meselelerde maharet sahibi olanları, bu işleri çekip çevirmekle görevlendirir ki, bu iş emanettir, emanet ise ehil olarak bilinen ilim erbabı ve ileri gelenlere teslim edilir, denmektedir. Raşit Halifeler devrinde bu vasıfları taşıyan halifeler ve şûrâ, emanetin sahipliğini temsil etti, onlardan sonra söylediğimiz ilim erbabı ve ileri gelenler söz konusu oldu. Burada bir hususun altı çizilmelidir. Emanet olan iş, din değil, dini temsil değil, dini anlayışın, ilahi buyrukların birilerine teslim edilmesi ve onun otorite olması değildir. Emanet, siyasettir, siyaset işidir. Topluluğun dünya ve ahiret saadetini sağlamak, toplu yaşamanın gereklerini ilahi nizama göre çözmek üzere birilerini vekil tayin etmektir. Vekilin ve vekillerin de aynı hukuka tabi olmaları buradan gelir. Nitekim Raşit Halifeler, Hz. Peygamber’in halifesi olduklarında, onun dini misyonunun değil siyasi misyonunun halifesi olmuşlardır. Sahabe bu işin ve ayrımın çok iyi farkındaydı. O sebeple kendi siyasetlerini icma ile çözdüler. Bu konudaki karışıklık daha sonra ortaya çıkacaktır. ‘İleri gelenler’, kendi sahalarında erbap olanlarda aranan vasıflarla belirlenir. Öyle ki bu insanlarda aranan vasıflar, seçilecek veya tayin edilecek bir İmam’da veya Halife’de olması gereken vasıfları taşıyanlardır. Yani bunların her bir birer halife kapasitesine sahip olanlardır. Çünkü devleti ve her düzeydeki görevlileri denetlemesi ve yanlış varsa düzeltmesi gerekenler bunlardır. Ehl-i Hal ve’l-Akd, Seçici Kurul, İstişari Heyet de denilen bu grup, ya kendiliğinden oluşur ki bu durumda taşıdıkları vasıflar gereği tanınmışlıkları ile toplumda belirginleşir, kabul görür- ya da meşru bir halife tarafından sabit olmamak kaydıyla atanır. Bunların icması ile ilk tayin yapılır, ondan sonra ümmetin onayına sunulur. Ümmetin sorumluluğu da böylece biter. Bu mekanizma Müslüman toplumda meşruiyet işini çözer. Adı her ne olursa olsun İslam dışında kalan diğerlerine göre meşruiyet meselesi farklı şekilde cereyan eder. Tarihsel dönemler, çağdaş şartlar ve toplumsal durumların icabına uygun olarak meşruiyet soydan, kandan, hanedanlıktan, oligarşiden sağlanır. Çağımızda akıldan, bilimden ve çağdaş gereklilikten ya da bu değerlere dayalı yapılan anayasalardan sağlanmaktadır. İslam dışı toplumsallıklarda genellikle bir yenisi kurulana kadar “kurucu bir irade” ve “kurucu ilkeler” vardır, en üst normu o belirler. Kurucu iradenin ve ilkelerin kurduğu veya düzenlediği yazılı anayasal normlara uygun olarak siyaseti ve yönetimi üstlenmiş olanlar, “kurulmuş bir irade”yi temsil ederler. Kurulmuş iradeyi temsil edenler ister seçimle gelsinler ister atamayla iş başına gelmiş olsunlar fark etmez, kurucu normlara dayandıkları sürece kendi meşruiyetlerini sağlamış olurlar. İslami Siyasetin/Devletin Görevi Nedir? Kuruluş gerekçesi, varlık sebebi ve meşruiyet işini anlatmayı becerebildiysek, şimdi de siyasetin ne iş yapacağını ve görevlerini anlatmaya çalışalım. Bu vesileyle ilk belirtilmesi gereken husus, İslam nizamında siyaset asıl değildir. Kendi başına bir kategori, otonom bir güç değildir. Siyaset İslam’da hiçbir şekilde kutsallığa bürünemez, mutlak itaat ilişkisini dayatamaz. Dini belirleyemez, dine müdahale edemez. Tam tersine kendisi dinden meşruiyet alır. Dolayısıyla siyaset, kendisi aracılığıyla yapılacak işler için bir emanet ve vekâlet işidir. Bu sebeple siyaset, İslam hukukunda bir bölümdür. Bu sebeple siyaset de herkesin uyacağı kurallara, hukuk sistemine uymakla yükümlüdür. İslam’da bu çerçeveyi aşan siyasete zorbalık deniyor, İslam bunu zulüm olarak nitelendiriyor. Çünkü bu yönetim işi asli olarak bir şekilde hak edilmiş bir yetki ve imtiyaz değildir, vekâleten o işi yapmak üzere vazifelendirilmiş olanların emanetçiliğidir. Siyasetin ana görevi, dini korumak, ihya etmek ve yaymak, insanların dünyada felahını, ahirette ferahını temin edecek toplumsal düzeni sağlamaktır. İlahi nizama dayalı siyasetin en belirgin vasfı budur. Ardından fertlerin hayat hakkını ve can emniyetini teminat altına almaktır. Topluluk işlerinin güven ve huzur içinde işlemesi için herkesin yaptığının sonuçlarını önceden bilmesi gerekir. Bu sebeple idari ve adli teşkilatlanmayı tesis etmek, bilgilendirmeyi ve denetlenmeyi esas almaktır. Bu iş, insanların yapacağı tüm sözleşmelerin geçerliliğini, her türden taahhütlerin yapılabilmesini, alacak ve borç ilişkisine girilmesini, kâr ve zarardan doğacak işlemlerin yapılabilmesini, üretimin ve ticaretin temlikini ve serbestliğini, her çeşit mübadelenin ve dolaşımın güvenliğini, mülkiyet ve sarf işlerinin denetlenmesi ve korunmasını, insanlar arasındaki ihtilafların çözümünü, Cuma ve Bayram namazlarının kıldırılmasını, cihadın yapılmasını, toplanan vergilerin, elde edilen gelirlerin ve ganimetlerin adalet ölçüsüne göre dağıtılmasını, gelir artırıcı düzenlemelerin yapılmasını, borçluların köle olmaktan kurtarılmasını, güçlülerin zulümlerinin engellenmesini, yoksulların ve zayıfların gözetilmesini, hastaların ve kimsesizlerin korunmasını, şehirlerin imar ve ıslahını, çevrenin ve hayvanların korunmasını vs. sağlamak, bütün bunları yüklenmektir. İlahi nizama uygun bir siyaset, şer’i hukuk sistemine dayalı bir hükümet, tüm bu toplumsal, iktisadi ve hukuki işleri çözmek için vardır. Şeriat bunlar için, bu işlerin çözümünün Şeriat’a uygun olarak yapılması gerektiğini benimseyenler için gönderilmiştir. Bu işlerin tümü emanettir. Yönetici ümmetten bu işler için vekâlet almıştır. Bu işleri bu çerçevede çözmek adalettir, başka türlü çözmek zulümdür, zorbalıktır. Şayet Müslümanlar arasından birileri bu işleri yapmıyorsa, bu sosyal, iktisadi, hukuki ve siyasi teşkilatlanma sağlanmamışsa, her bir Müslüman bu işten tek tek sorumludur. Farz-ı kifaye farz-ı ayn’a farza dönüşmüştür. Bu sebeple işler yoluna konulana kadar herkes günah içindedir. Bu durumdayken ölenler cahiliye ölümü üzere ölürler. Bu işin iki şekilde kurtarır tarafı vardır: Ya Müslümanlar bir topluluk kuramamışlardır, acziyet içindedirler ya da gayrimüslimler arasında, onların siyasi nizamında yaşıyorlardır! Nereden Çıkarttık Bütün Bunları? Bu naklettiklerimiz bizim anlayışımızdan kaynaklanan öznel kanaatlerimiz değildir. Usuli’ddin konusunda ve bu işin aslı hususunda bütün mezheplerimizin ittifak ettikleri görüşlerden bir derlemedir. Bilinmelidir ki, bu meselede mezheplerimiz arasında bir ihtilaf söz konusu değildir. Onların ihtilaf ettikleri yer, Halife’nin/Emire’l-Mü’min’in/İmam’ın seçimi veya tayini konusundadır. Bu ise esasa bağlı detaylar bölümüne girer. Bu tür detaylarda ihtilafa düşülmesi de gayet doğaldır. Bu ise ayrı bir bahistir. Son olarak belirtmek isteriz ki mezheplerimizin ittifak ettiği esasa dair nakledilecek dayanaklardan biri, bu işi en iyi bilen ashaptan bir misaldir. Bu misal, Hz. Peygamber’le uzun dönem birlikte bir hayat yaşayan ve icma ile işlerini çözen örnek bir nesildendir. Olay, müsteşriklerin kafa karıştırıcı yorumlarıyla değişik anlamalara ve bilmeyenlerin aldanmasına sebep olduğu için tarafımızdan özellikle seçilmiştir. Hz. Peygamber vefat etmişti. Cenazesi henüz Mescid’de, Hz. Aişe validemizin odasındaydı. İnsan halidir bu, olayın etkisiyle sahabeden kimisi şaşkın, kimisi üzgün ve bitkin, kimisi endişeli ve kaygılı, kimisi de telaş içindeydi. Örf gereği Hz. Peygamber’in akrabaları ve en yakınları cenaze işleri ile meşgul olmaya başlamışlardı, cesette olabilecek kusurların herkes tarafından görülmemesi için titizlik gösteriyorlardı. Hatırlanmalı ki, İslam fıkhında cenaze işleri, özel kimi durumlar sebebiyle ölünün en yakınları tarafından halledilir. Bu sırada gerek Ensar’dan gerekse Muhacirlerden orada hazır bulunan ve ileri gelenlerin çoğu Sakife-i Beni Saide’de bir araya gelip toplandılar. Siyaset işini çözmek, ümmetin riyaset işini halletmek üzere istişare ettiler. Aralarında tartıştılar, fikirlerini açıkladılar. Sonunda bir karara varıp, icma ettiler ve bu işi çözdüler. Onlar bu işin böyle olacağını Hz. Peygamber’den öğrenmişlerdi. Yine hatırlayalım ki orada çözülen iş dini bir mesele değildir, dine dayalı siyaset işidir. Bu olayla ilgili olarak değişik yorumlara nispetle, her birimiz kendimize şu soruların cevabını vererek daha da aydınlanabiliriz: Hz. Peygamber vefat ettikten sonra, farklı kavim ve boylara mensup olan sahabe, bu iş burada bitti diyerek niçin grup grup ayrışmadı veya eski siyasi hallerine geri dönemdi de bir an önce siyasi işlerini karar bağlamak için harekete geçti? Neden geldikleri yerin, bağlı oldukları kavim geleneklerinin usullerine, statülerine, siyasi idare tarzlarına ve yöntemlerine dönmediler? Sakife’de toplanıp siyasetlerini İslam’a göre yürütmek üzere icma edip karar alanlar, bu işi o anda mı düşünüp icat ettiler, yoksa bu çözüm onların dinden anladıkları ve kimilerinin başından beri, kimilerinin de Medine dönemi boyunca Hz. Peygamber’den öğrendikleri miydi? Daha Hz. Peygamber’in cenazesi ortada iken, siyasetsiz ve biatsız geçen her anın günah olduğunu, öyle bir anda ölenin cahiliye ölümü üzerine öleceğini Hz. Peygamber’den öğrenenler, elbette yapılması gerekeni, aciliyet durumuna göre doğrusunu yapmış, öncelik ve zamanlama sırasına göre de işlerini kolaylaştırmışlardır. Sakife toplantısında varılan icma, sahabenin içinden ehil olanların bu işi üstlenmesiyle diğerlerinin sorumluluğunu ortadan kaldırmış, hayat normale, doğal akışına dönmüştü. Emaneti yüklenen Hz. Ebu Bekir, ertesi gün Mescid’de ümmetin onayını almak üzere insanların huzuruna çıkmıştı. Bunu yaparken gelişmeleri toplantıda olmayanlara anlatarak, onların ittifakla onayını almayı murat ve temin etmişti. Nitekim o süreç de usulüne uygun olarak tamamlandı. Bu olay siyaset işinde kendilerinden sonrakiler için bir çeşit modeldir. Önemine ve aciliyetine göre ise işin nasıllığı ile ilgili olarak en doğru örnek olacaktır. Sakife’deki toplantıyla ilgili tartışılanlar, oryantalistlerin veya modernistlerin tesiri altında kalmış olanlara aittir. Çeşitli bağlamlarda işi başka yerlere çekenler de yine zihinsel olarak oryantalistlerin veya modernistlerin tesiri altındadır. Hüseyin Alan – akilvefikir.org --Hüseyin Alan: 1955 Kırşehir doğumlu. İktisat okudu. Kırşehir ve İzmir’de ticaretle uğraştı. Türkiye’de İslamî şekillenişte Ercümend Özkan çizgisinde yer aldı. Bir süre iktibas Dergisi’nin editörlüğünü yaptı. Siyer ve İslam tarihi uzmanlık alanı. Bu alanlardaki Araştırmalarına devam ediyor, ayrıca siyasi, sosyal ve ekonomik konularla ilgili çalışmalar yapıyor. Makaleleri çeşitli internet sitelerinde yayımlanmaktadır. Yazar, evli ve üç çocuk babasıdır. Yayınlanmış kitapları: Hz. Peygamber Öncesi Mekke ve Arabistan (Siyerin Gölgesinde – 1), Beyan Yayınları, 2012; Hz. Peygamber’in (s) Hayatı ve Mekke Dönemi (Siyerin Gölgesinde – 2), Beyan Yayınları, 2016 *** II Tarih ve İslamcı Tarih Tarih milletlerin mücadelesini yazar. Çin, Hint ve Yunan milletleri antik medeniyetler kurdular. Araplar İslam olduktan sonra medeniyet inşa ettiler ve Endülüs’le zirveyi yakaladılar. Türkler bozkırdan gelen medeniyetin temsilcisi oldular, bin yıl boyunca İslam namına Batı’nın önüne set çektiler. Fransız milleti ihtilâl yaptı ve dünya tarihini değiştirdi. Rus milleti devrim yaptı, Çar’ı devirdi. Alman milleti Papalığın-Katolikliğin karşısına Protestanlığı dikti, modern zamanlarda nasyonal sosyalist Hitler’le dünyaya meydan okudu. Rönesans İtalyan topraklarında hayat buldu. İspanyollar ve Portekizliler son derece kan dökücü olmakla birlikte coğrafî keşiflerle dünya tarihine etki ettiler… Öte yandan Güney Amerika’da Aztekler, Mayalar ve İnkalar kurdukları medeniyetlerle dünya tarihine damgalarını vurdular. Kesin olan şu ki, insanın olduğu her yerde sorun vardır, işin tabiatı icabı tarih boyunca Müslümanlar ve İslam Medeniyeti de dâhil olmak üzere- sorunsuz günahsız bir insan topluluğu, yönetim yahut medeniyet olmamıştır, bundan sonra da olmayacaktır. İslamcılar ilerlemeci tarih tezi karşısında paniğe kapılıp tarihin lineer olmadığı iddiasıyla birtakım içi boş sloganlar ürettiler. Paniğe kapıldılar, çünkü lineer tarih anlayışıyla birlikte İslamcıların tarihte geriye dönme hayalleri suya düşüyordu. Marks’ın öngördüğü şekilde ilerlemiyor olmakla birlikte tarihin ilerlemekte olduğu gün gibi ortadadır, Âdem’den bu yana insanlığın kat ettiği mesafe bunun açık kanıtıdır. Tarih hızla akarken insanlık çeşitli aşamalardan geçerek bugünkü noktaya vardı, örneğin yerleşik düzene- tarım toplumuna geçişle birlikte avcı-toplayıcılık geride kaldı, Sanayi Devrimi ile birlikte feodalizm -yani bir önceki aşama- sona erdi, 20. Yüzyılın başında kapitalizmin dünyaya hâkim olmasıyla birlikte imparatorluklar çağı bitti, ulus-devletler çağı başladı. İnsanoğlu tarih boyunca meydana gelen birikimin üzerine koya koya aşama kaydetti, örneğin el-Harezmi algoritmayı buldu, Batılılar kod yazdı, İbnu’l-Heysem optiğin kanunlarını ortaya koydu, optiği geliştiren ise Batılılar oldu. Şimdi tarih başka bir noktaya evriliyor, uzay madenciliği, uzayda koloni kurma gibi meseleler tartışıla dursun İslamcı “akıl” “Ben saltanatçıyım, ben hilafetçiyim” vs. diyerek tarihte geri dönmeyi hayal ediyor. Dolayısıyla İslamcı siyaset teorisi -her ne kadar İslamcılar tarafından aksi iddia edilse deneticede tarihte geriye dönüş üzerine kuruludur. Bütün İslamcı yaklaşımların ve tartışmaların hulasası budur. Ne yazık ki Müslümanlar ekseriyetle “dindarlık” adı altında tarihin arka odasında yaşıyorlar, Müslüman dünyanın üretimi yok, icadı yok, bilimi yok, teknolojisi yok, felsefesi yok, sosyolojiden, psikolojiden anlamıyor, ancak yine de medeniyet kurmaktan, fethe çıkmaktan yahut İslam Devleti’nden söz ediyor. Şu bir gerçek ki, kendini modernize edemeyen toplumlar ya daha fazla köleleşecekler ya da ayıklanıp tarih sahnesinden çekilecekler. Uzun lafın kısası bizim “dindarlar”ın görmek, duymak ya da anlamak istemedikleri gerçek şudur: Müslümanlar cehaletlerinin kurbanı oldular ve ne yazık ki aynı cehalet bugün de devam etmektedir. Müslüman dünya tarihi geriden takip ettiği için bugün hâlâ -en iyimser yaklaşımla- iki yüz yıl önce halledilmiş olması gereken sorunlarla uğraşıyoruz. Söylemekten yorulduk ama olsun, hiç kimse tarihte geriye doğru çağları aşıp 14 asır önceki Mekke ve Medine’ye dönemeyecektir, hiç kimse 14 asır öncesini, o dönemin içtimaî ve kurumsal yapısıyla bire bir bugüne taşıyamayacaktır, yaşadıkları çağdan firar etmek isteyenlerin kaçıp göçebilecekleri bir yer yoktur, hiç kimse yeni bir din de icat edemeyecektir; Edille-i Şer’iyye, İman’ın ve İslam’ın şartları bellidir, İslam ya bugün burada ticaretin ve siyasetin kötü kullanılan bir malzemesi haline getirilmeden gerektiği şekilde yaşanacaktır ya da Müslümanlar için bu sürecin sonu hüsranla bitecektir. Modern Dünyayı Anlamak Batılılara, İttihatçılara, Cumhuriyeti kuranlara vs. suç atmanın hiçbir anlamı yoktur. Özellikle suçu Batı’nın üzerine yıkmaya çalışmak entelektüel sefaletin göstergesidir. Merhum Durmuş Hocaoğlu’nun ifadesiyle; “Sakın hiç kimse kabahati “kefere”nin üstüne atmasın, bu çok sinir bozucu bir şey olduğu gibi, aslında, bunu söyleyenin bu işlerden hiçbir şey anlamadığının da bedihî bir karînesidir.”(1) Kısaca söyleyecek olursak, dinî telakkideki yozlaşma süreci imparatorluğun sonunu getirdi, dolayısıyla tekrar tecrübe edilmesine lüzum yok. Olayların tarihî seyrini görmezden gelen, vakıanın üzerini örtmeye çalışan ve süre gelen akıl dışı "din" telakkisinde kusur bulmayıp, İslam dünyasının acınası ahvali için kefereyi suçlayan “akıl” büyük yanılgı içindedir. Modern dünya zannedildiği kadar kırılgan değil, İslam nokta-i nazarından son derece sorunlu bir dünya olmakla birlikte kendi içinde -bugün Müslümanların hâlâ aşamadığı- birçok problemi aşmış durumda. Beğensek de beğenmesek de Batı kendi muharref dininden kaynaklanan problemlerini çözdü, biz ise hak dinin mensupları olmamıza karşın yine de yozlaşmış dinî telakkiden kaynaklanan problemlerimizi çözemiyoruz. Modernleşme, sekülarizasyon, bireycilik, Müslüman dünya -Batı tipi ve radikal tarzda değil ancak- kendi yapısına uygun ve makul ölçülerde bu üçünü gerçekleştirmek zorunda, aksi halde “din” adına oluşturulan bu necaset denizinden kurtulamayacağız. Müslümanlar modern dünyayı anında sökülüp parçalanabilecek bir lego zannettiler, sanki bu âlemde ebedî bir şey varmış gibi “çökecek” diye tutturdukları modern dünya üzerinde derinlemesine düşünmek yerine gerisinde kaldıkları dünyaya karşı İslamcı sloganlar üretmekle meşgul oldular. Kendini bilmediği gibi düşmanını da tanımayan ve takdir edemeyen “akıldan” hayır gelmeyeceği aşikârdır. “İslam toplumu”, “İslam devleti”, “İslam medeniyeti”, modernite bu rüyaların hepsini havaya uçurdu, bertaraf etti, çünkü bunları söyleyenlerin hepsi bunları bir yerlerden duymuşlardı, bakış açıları yüzeysel, söylemleri sloganikti, modern dünyanın surları önünde tuzla buz oldular. Sonuçta “modern dünya” dediğimiz şey de yüzlerce yıllık bir çabanın, -her ne kadar biz zemmetsek de- belli bir felsefenin ürünüdür. Ayrıca modern dünya her ne kadar problemli, dolayısıyla bizim kabul edemeyeceğimiz bir mânâ ve muhtevaya sahip olsa da getirdiği birtakım kazanımlar mevcuttur. Dolayısıyla sloganlardan müteşekkil boş beleş modernlik karşıtlığı anlamsız ötesidir. Bizim “Batılı” dediğimiz insan türü neticede haklarını söke söke aldı, Müslüman zihin yükseliş döneminde sahip olduğu rasyonaliteyi bir tarafa bırakıp sürü haline gelirken Fransız halkı ihtilâl yaptı -felsefesi, doğurduğu sonuçlar vs. ayrı bir tartışmanın konusu-, Aydınlanma’yla Kilise’yi saf dışı etti, kapitalizmin hâkim olduğu süreçte “8 saat çalışma hakkı” dahi “Batılı” insan türünün dövüşmesi sonucu mümkün oldu. Devlet, kamu yönetimi, uluslararası ilişkiler vs. rasyonel yaklaşımı zorunlu kılanlar alanlardır. Tarihin geldiği son nokta itibariyle ortaçağ örgütlenme modellerinin geçerliliği kalmamıştır. Devletin, İslamcı mantıkla yönetilmesi, herhangi bir İslamcı anlayış ya da görüşün devletleştirilmesi felaket demektir, zira bütün bunlardan bir ders niteliğinde 15 Temmuz çıkmıştır. İslamcıların dikkatlerden kaçırmaya çalıştıkları nokta 15 Temmuz FETÖ kalkışmasının kökü dışarıda İslamcı kalkışma olduğudur. Yeşil Gladyo Yeşil Kuşak'ın ürünüdür, cemaat-tarikat mantığı içinde örgütlenmiş Türkiye'yi içeriden esir alabilmek için sahaya sürülmüştür. Yani an itibariyle propaganda edilmeye çalışıldığı üzere "İslamcılık iyidir" falan filan, yok öyle bir şey; ithal edildi ve üzerimize salındı! Radikal-Devrimci İslamcılık, Hilafetçilik, Mehdi ideolojisi, Cemaat ideolojisi, himmetçilik, Gülencilik, Ilımlı İslamcılık; dine ideolojik bakıldığında yolun sonu her türlü 15 Temmuz’a çıkar. Her ideolojik bakış dışarıdan manipüle edilmeye açıktır, ideolojik din robot militanlar yetiştirir, taşeron, bölücü, “dindar” militanlar. Bugün F Tipi, yarın bir başkası. “Siyasalİdeolojik İslam”dan IŞİD çıkmıştır, ötesi yoktur! Basite indirgeyelim: bir ailemiz, başımızı sokabileceğimiz bir evimiz, geçim temini için bir işimiz olacak, adaleti sağlamak için devlet ve hukuk lazım, insan yetiştirmek için okul, vatan savunması için millî bir ordu, bu kadar. Sosyalleşeceğiz, isteyen kültür-sanatla iştigal edecek, isteyen sporla uğraşacak, isteyen gezip tozacak ve saire… Tuhaf ideolojiler, dinî histeri, siyasî-ideolojik canavarlıklar, karışık felsefeler, bunlar ülkeyi batırır, cemiyeti hasta eder, hayatı felce uğratır, öyle de olmuştur maalesef. Yaşadığımız Çağdan Firar Etmek İsteyen “Akıl” Bugün “dindarlık” adı altında yaşadığı çağdan firar etmek isteyen bir “akıl”la karşı karşıyayız. Bu “akıl”, geride kalmış “büyülü” tarihe avdet edip rahata ermek istiyor. Rönesans, Aydınlanma, Fransız İhtilâli, Sanayi Devrimi, modernite vs. onun için birer masaldan ibaret. Yani bizim “dindar” ne olup bittiğinden, dünyanın nereden nereye gelmiş olduğundan habersiz. Tarım toplumuna, dolayısıyla yerleşik düzene geçen insanoğlu -kaçık primitivist anarşistlerin çok arzu ettiği üzere- avcı-toplayıcılığa geri döndü mü, dönmedi, aynı şekilde sanayi toplumu aşamasına geçen insanoğlu da feodal topluma geri dönmeyi düşünmedi, zira mümkün değildir. İnsanlık şimdi başka bir aşamaya geçmiş bulunuyor: bilgi toplumu. Artık merkezde bilgi teknolojileri yer alıyor. Hal böyle iken Müslüman dünya yaşadığı çağdan firar etmek isteyen bu “akıl”la üç yüz yıl daha treni yakalayamaz, yükseliş döneminde sahip olduğu rasyonaliteyi kaybettiği günden bu yana a’dan z’ye her şeyi kabile usûlü çünkü. İslamcı siyaset teorisi bu çağa ait değildir. Bugün İslamcı siyaset teorisi olarak öne sürülen yaklaşımların hiçbiri İslam’dan onay alamaz, bilakis bu yaklaşımlar çöküşün müsebbibi olmuşlardır. Mevcut İslamcı siyaset teorisi, dinî hassasiyetleri ticaretin ve siyasetin hor ve kötü kullanılan malzemesi haline getirmiştir. Ayrıca bu teoride sürü mantığı hâkimdir. Kendimizi kandırmanın âlemi yoktur, ‘Osmanlı kapitalizme tevessül etmedi’ değil, Osmanlı Sanayi Devrimi’ni ıskaladı. Müslüman dünya yaşadığımız çağdan firar etmek yerine kendi modernitesini inşa edebilseydi -ki Müslüman dünyanın Rönesans’dan itibaren Batı’daki gelişmelere kayıtsız kalmasının bunda payı büyüktür- bugün İslamcı siyaset teorileri üzerinde tartışmamıza gerek kalmayacaktı. Rönesans, Batı’da Aydınlanma felsefesine temel teşkil etti, Aydınlanma ise Fransız İhtilâli’ni ve Sanayi Devrimi’ni ortaya çıkardı. Osmanlı, modernleşmenin kaçınılmaz olduğunu anladığında iş işten geçmişti. Modernleşmenin ‘modernleşmeye karşı modernleşme’ tarzında değil de ekseriyetle Batı tarzı şekil-şemail üzerinden gerçekleştirilmeye çalışılması ise felaketle sonuçlandı. Buna bağlı olarak; tarihin arka odasında yaşamaya devam etmek isteyen “dindar aklın” maharetle yaptığı üzere Sanayi Devrimi’ni, kapitalizmi ve kentleşmeyi yerin dibine sokmak kolaydır, yerine ne koyacaksınız önemli olan bu. 20. Yüzyılın başında imparatorluklar yıkıldı ve böylece Sanayi Devrimi’yle birlikte ortaya çıkan yeni ekonomik düzen olarak kapitalizm kesin bir biçimde dünyaya hâkim oldu ki, İslam nokta-i nazarından hayatın herhangi bir alanında ve tarihin herhangi bir evresinde Allah’tan bağımsız bir tasavvur mümkün olmadığı için, bu da neticede Allah’ın takdiri idi. Yasa böyle işler, ömrünü dolduran tarih sahnesinden çekilir, yerine yenisi gelir. Üretim ilişkilerinin değişmesi sadece ekonomi-politik sonuçlar doğurmadı, değişim tabii olarak dini, kültürü, ahlakı ve içtimaî yapıyı da derinden etkiledi. İmparatorluklar çağının sonunda dünya siyaseti şekil değiştirirken hâkimiyet merkezi de Batı’ya kaydı. Bu bakımdan Osmanlı’nın Batı karşısında direnişi aslında tarihe karşı bir direnişti ve başarılı olamadı; zira tarih başka bir noktaya evriliyordu. Şimdi tarih bir başka noktaya daha evriliyor, artık küreselleşme söz konusu. Bu noktada kayıtsız kalıp tarihe direnmekle sisteme entegre olmak arasında makul ya da vasat tarzda, gelenekle irtibatlı bir modernleşme -bir diğer ifadeyle bize dayatılan modernleşmeye karşı kendimize özgü bir modernleşme- kaçınılmaz olmuştur, aksi takdirde sadece Batı’nın değil bütün bir dünyanın krize girdiği bu zaman diliminde yakaladığımız bu fırsatı da heba edip tarihi geriden takip etmeye, haliyle kaybetmeye devam edeceğiz. Özetle; artık gelenekle irtibatlı, kendimize özgü modernleşmeyi konuşmanın zamanıdır, yoksa helak olmamız kaçınılmazdır. Batı Felsefeyle Kazandı Batı, Âlem-i İslam karşısında felsefeyle galip geldi, zira felsefe Batı’nın bilimsel ve teknolojik açıdan gelişerek hâkim konuma yerleşmesine temel teşkil etti. Müslümanlar ise hâlâ akıllarını kullanmaya cesaret edemiyorlar. Çay demlemek dahi ilim işidir, bir felsefesi vardır, çayın nasıl demleneceği üzerine kitap yazılmıştır bu âlemde, pilav yapmaktan uzay mekiği yapmaya kadar bu iş böyledir. Varlık felsefesi, bilgi felsefesi, ahlak felsefesi, devlet felsefesi, toplum felsefesi… “Boş verin, Allah’ın hükümleri, hilafet, şeriat” ve saire diyerek cahillik ederseniz Allah sizi tarihe gömer! Buharlı makine icat edilmeden önce Mısır’da çocukların elinde oyuncak gemi idi, Batılı mucitler buharlı makinenin ilk modelini Mısır’da çocukların yüzdürdükleri, buharla çalışan oyuncak gemilerden aldı; rasyonaliteyi terk ettiğimiz için biz oyuncak gemi yüzdürmeyi tercih ettik, onlar makine yaptı. Sloganik karşı çıkışların içi bomboştur, bugün kitap yazan bütün Müslüman âlim-entelektüel zevat yazdığı kitabı Aristo mantığına göre dizer, kategorizasyon, bölümlere ayırma ve diziliş bu mantık çerçevesinde vücut bulur. Batı felsefe, bilim, teknoloji vs. üretti, çok kötü yaptı, her yanı İslam’a aykırıydı, Müslümanlar ise bir şey üretmediler ama iddia ettiklerine göre doğru yoldalar, İslam’ın yolunda yürüyorlar; bu saf çelişkinin zuhurudur. Aydınlanma felsefesini baştan aşağıya karalayanların kendilerine özgü bir felsefeleri olmadığı gibi “hak yol”da yürüyen “dindarların” Aydınlanma karşısında yerle yeksan olmalarını açıklayabilecek bir argüman üretilemedi henüz. Mesela nedir, Batı doğaya hâkim olabilmek için doğaya işkence etmiştir, bilimsel deneylerin hepsi böyledir ve saire… Bunu söyleyenlerin akıl sahibi olup olmadıkları son derece tartışmalıdır. Örneğin fareler kobay olarak kullanılmasaydı ne olurdu en ufak bir fikirleri dahi yok. Kesin olan şu ki, sürecin geri dönüşü yok, insanlık daha da ileriye gidecek, onun için tarihin arka odasına kaçmaktan vazgeçip akla merhaba demek gerek. Bir ara not olarak belirtmiş olalım ki, bugün yeryüzünde İslam medeniyeti diye bir şey yoktur, zira canlı değildir, bir tarihten ibarettir. Dolayısıyla İslam medeniyetinden bahseden bir kısım zevatın ortaya attığı akıldan yoksun tezlerin tümü uyduruktur. Günümüzde medeniyetten söz edebilmek için akıl, bilim, felsefe, sosyoloji, iktisat, icat ve saire lazımdır, ne yazık ki âlemin bu yakasında bunlara rastlayamıyoruz. Küreselleşme ve Kozmopolitizm – Millî Devlet ve Milliyetçilik Türker ordu-millettir ve din u devletçidir. Din, devlet, ordu, bunlardan biri yoksa Türk de yok demektir. Etnik ya da ırkçı milliyetçiliğin İslam’da yeri olmadığı için, Türk’ün tarihinde de yeri yoktur. Din, tarih, kültür, medeniyet bağlamında yayılmacı bir milliyetçilik ise gereklidir. Bunlar bizi bir arada ve ayakta tutan unsurlardır. Bu tür bir milliyetçiliğe karşı çıkmak, kozmopolitizme, dejenere olmaya (soysuzlaşmaya), kimliksizleşmeye davetiye çıkarır. Özetle milliyetçilik gereklidir, sorun mana ve muhteva ile ilgilidir. Yahudiler asırlarca dünyanın dört bir yanına dağılmış, mekânsız/ülkesiz, küresel kabileler olarak yaşadılar ve bu, onlara son derece pahalıya mal oldu. İsrail devletinin kuruluşu Yahudilerin ülkesizliğine son verdi ve bir bakıma onlara tekrar millet olma özelliği kazandırdı. Doğu Türkistan, Filistin ve Keşmir, bu üçü küffarın hâkimiyeti altında olup en fazla Müslüman kanının döküldüğü yerlerdir. Buralarda yaşayan Müslümanlar da aslında mekânsız/ülkesiz halklardır, zira üzerinde yaşadıkları toprak parçalarında kendi sözleri geçmiyor, yani buralar fiilen başkalarına ait durumda. Devlet nimettir, -ıslaha muhtaç olmakla birlikte- devlet kaybedilirse bizim akıbetimiz de bundan başkası olmayacaktır. Böyle olması için çalışıp çabalayan “Müslümanların” mevcudiyeti ise ibret vesikasıdır. Vatansız, devletsiz, bayraksız, ordusuz “İslamlık” icat edenler küffarın elinde oyuncak olmaya mahkûmdur. 19. Yüzyılın ortalarından itibaren imparatorluklar, son sürat yükselmekte olan kapitalizmin önünde en büyük engeli teşkil ediyorlardı. Bu nedenle kapitalizm -ki emperyalizm onun zorunlu neticesidir- 20. Yüzyılın başında imparatorlukları parçaladı, onları hazmedilebilir lokmalara böldü. Osmanlı ve Avusturya-Macaristan imparatorluklarından birçok devlet, hatta devletçik türedi. Şimdi küreselleşme evresinde kapitalizme daha küçük lokmalar lazımdır ve bu yüzden de millî devlet hedef tahtası haline getirilmiştir. Küresel kapitalist bir dünya devletini öngören küreselleşme, vatansızlık -bir diğer ifadeyle mekânsızlık- üzerine kurulu olduğu, yaygın yerleşik dinî-millî ve coğrafî aidiyetlerden kopuşu gerekli kıldığı için, millî devleti dağıtmak zorundadır, aksi halde istediği sonuca ulaşabilmesi mümkün değildir. Kapitalizm söz konusu olduğunda sermayenin vatanı milleti yoktur, çok uluslu şirketler kozmopolittir, kapitalizm nokta-i nazarından sermayenin dini-imanı da olmaz. İlginçtir ki, aynı şekilde Marksizm de vatansızdır, çünkü işçi sınıfının da vatanı yoktur, proletarya enternasyonal ve kozmopolittir. Hal böyle iken mevcut devlet yapısını zayıflatmaya, merkezî yönetimi erozyona uğratmaya çalışanlar -ki İslamcılar da bunların arasındadır- ve hatta ülke bölünsün, dağılsın isteyenler bir numaralı küreselleşmecilerdir. Bunlar hakikatte vatansız, kozmopolit kimselerdir ve dünya sistemine hizmet etmektedirler. Devlet ıslaha muhtaçtır, ancak ana hatlarıyla merkezî yönetim, toprak bütünlüğü ve millet tanımı aynı kalmalıdır. Bu topraklarda yaşayan, aynı dine mensup olan, aynı tarihi, aynı kültürü, aynı kaderi paylaşan insanların bir millet olarak ayakta kalabilmeleri için ortak dış bir düşmana ihtiyaçları var. Dışarıda düşmanı olmayanlar içeride birbirlerini yerler. Devlet 1920’deki emperyalizmkapitalizm eksenli -ki bununla Batı kastediliyordu- düşman tanımlamasına geri dönmelidir. Türkiye’nin, millî siyasetin gereği olarak Batı’dan kopma vakti gelmiştir, aksi halde ortada Türkiye diye bir ülke kalmayacak. Demokrasi, insan hakları, bireysel özgürlük, basın özgürlüğü, düşünce özgürlüğü, serbest piyasa ekonomisi, bunların tümü milletin millî-dinî değerlerden koparılması, dejenere edilmesi ve ülkenin teslim alınabilir hale getirilmesi için Batı tarafından ihraç edildi ve birileri de seve seve bunların ithalatçısı oldu. Böylece ayrık otları palazlandırıldı, iman birliği bozuldu ve toplum fikren ve siyaseten derinlemesine bölündü. Türkiye’de ayrık otlarını temizleyecek, millî-dinî birlik ve beraberliği sağlayacak, kamu düzenini yeniden tesis edecek bir yönetime ihtiyaç vardır. Toplumsal ayrılık ve çelişkiler devlet eliyle ortadan kaldırılmalıdır. Özellikle devamlı surette zihinlere pislik pompalayan yazılı-görsel basının, yayıncılık dünyasının ve sosyal medyanın -daha geniş planda internetinzapturapt altına alınması gerekmektedir. Millî pazar, millî siyaset, millî basın-yayın, bu üçü olmadan olumlu yönde mesafe katetmek imkân dâhilinde değildir, hatta yok olup gitmek mukadderdir. İslamcı Radikalizm, Cumhuriyet ve Laiklik İslamcılık, İslam Âlemi’nin krizini çözecek muhtevaya sahip değil, ortaya çıktığı günden bu yana başarısız olması bu yüzdendir. Krizi çözmek şöyle dursun İslamcılığın kendisi modern zamanlarda başlı başına bir kriz olarak ortada durmaktadır; krizin doğurduğu kriz. Dolayısıyla aşılması gereken öncelikli kriz İslamcılıktır. İslamcılık ne onu ortaya çıkaran süreci, ne de Batı’yı -daha geniş çerçevede modern dünyayıanlamıştır. 150 yılda elde ettiği sonuç, -anlamak isteyenler için- Orta Doğu coğrafyasındaki mevcut tabloda apaçık görülmektedir. Girdiği her yeri tarumar etmiştir. Bir nevi ‘dinî modifikasyon’ olarak İslamcılığın bundan sonra da başarı şansı sıfırdır. İslamcı radikalizmin her şeyden önce felsefî arka planı yoktur, yanı sıra İslamcı cenahta Batı’nın felsefî arka planına dair yapılmaya çalışılan tahliller de son derece zayıftır. İslamcılığın Kur’an’dan alıp kullandığı kavramların tümü sloganiktir, İslamcı zihin kavramları modern dünyada nasıl kullanacağını bilmemektedir. Radikal İslamcı “akıl”, Seyyid Kutup ve Mevdudî’den yüzeysel olarak sistemi nasıl tekfir edeceğini, Ali Şeriati’den de “İslam tarihine eleştirel bakış” veya tek başına “eleştirel akıl” adı altında sahabeye nasıl sövüleceğini öğrendi. Hiçbir şey öğrenmedi yani. İslamcılar tekrar reaya olalım, güdülelim istiyorlar, vatandaşlık (yurttaşlık) köylü-kasabalı kafa için birkaç gömlek büyük. Cumhuriyet, cumhurun (halkın, çoğunluğun) rejimi; beylik, sultanlık, imparatorluk gibi hâkimiyetin belli bir kişi veya aileye (hanedana) ait olduğu monarşik, oligarşik idarelerden daha üstün bir seviye. İcma, şûrâ, biat kavramlarıyla da yüzde yüz uyum içinde. Bir parantez: Biat, Türkiye’deki köprüaltı laikçilerinin yanlış anladıkları bir kavramdır, tamamen hür iradeye dayanır, zor-baskı yoluyla alınan biat geçersizdir, biat eden eder etmeyen etmez. Çoğunluk makuldür, orta yolu tutar, nitekim dinî bir meselede cumhur ulemânın görüşüne bakılır, çünkü cumhur ulemânın görüşü orta yolu temsil eder, dolayısıyla uç-aşırı görüşlerin de önünü keser. Halk içinde de böyledir, çoğunluk vasatı bilir ve ona göre tercihte bulunur. Çoğunluk değişebildiği, bugün çoğunlukta olan yarın genel anlamda yahut herhangi bir mesele özelinde azınlık durumuna düşebildiği için, Cumhuriyet hem dengeyi hem de devr-i daimi sağlar. Her ne kadar aksini arzu edenler varsa da, geldiğimiz bu aşamadan geriye dönüş söz konusu değildir. Cumhuriyet -ki, şekli ve muhtevası ayrı bir tartışmanın konusudur- genel çerçeve itibariyle kazanımımızdır. Bu noktada laiklik meselesini açıklığa kavuşturmamız gerekiyor. Devletin dinle dinin de devletle olan bağı koparılamaz, dinin dünya ve devlet işlerine karışmaması, dinin kamusal alandan soyutlanması veya tecrit edilmesi anlamında Fransız tipi laiklik Batılı bir safsatadır. İslam, mensuplarının 24 saatini düzenlediği gibi, karı-koca ilişkisine kadar hayatın istisnasız her alanını da tanzim eder. Böyle olmakla birlikte şekil ve muhteva itibariyle İslam’da İslamcı radikalizmin anladığı türden -mesele anlaşılsın diye bu kavramı kullanmak zorundayız- bir “din devleti”nin yeri yoktur. Laiklik, Batı’da Kilise’nin -dolayısıyla din adamları sınıfının- baskısını bertaraf etmek için üretildi. İlginçtir; Osmanlı, özellikle 16-18. Yüzyıllarda Kilise’yi şiddetle eleştiren Batılı aydınlar tarafından sekülerizm için örnek gösterilmiştir ki, İslam dini ve Osmanlı idaresi Batılı aydınlara bu yaklaşımın fikrî arka planı için gerekli olan malzemeyi veriyordu. Zira; Hilafet seküler bir kurumdu, ümmetin siyasî-idarî birliğinin sağlanması ve dünya ile ilgili işlerinin görülmesi amacıyla vardı, ilahî bir boyuta sahip olmadığı gibi -İslam’da yeri olmayan- din adamları sınıfından da oluşmuyordu. İslam’da resmî tefsir yoktur -ki, Batı’da İncil’in yorumu Kilise’nin tekelindeydi-, aynı şekilde İslam’da halkla Allah arasında “aracı” konumunda bulunan, günahları affetme yetkisine sahip resmî bir “din adamı” sınıfı, “Allah’ın vekili” pozisyonunda bir “dinî lider(lik)” de bulunmaz. İslam dünya düzeninde “din adamı” sınıfı ve bu sınıfın yönetimine dayanan -ki, ehliyet ve liyakat sahibi herkes yönetimde görev alabilir- dinî bir oligarşi, dolayısıyla Batı’daki gibi dinî otoriteye dayalı baskıcı bir yönetim söz konusu olmadığı, tefsir ve fıkıh da bağımsız olduğu için, İslam, -bu anlamda- dinlerin en laikidir. Sözünü ettiğimiz anlamın da ötesinde laik bir yaklaşımın Sünnî dünyadaki ilk teorisyeni, İmam Ebu Hanife’den hareketle İmam Maturidî’dir. İmam Maturidî, pragmatist bir yaklaşımla -din-şeriat ayrımını İmam Ebu Hanife’den alarak ve fakat onu çok daha farklı bir biçimde yorumlayarak- Şeriat’ın siyasî otorite tarafından ‘maslahata uygun’ bir biçimde belirlenip uygulanması gerektiğini savundu. Buna göre, maksat bakidir, hükümler ise illetlere göre değişebilir, illet ortadan kalktığında hüküm de ortadan kalkar, hükmün geri gelebilmesi için illetin geri gelmesi gerekir, illet geri gelmediği müddetçe hüküm de geri gelmez. Örneğin; İmam Maturidî, “Hilâfet Kureyş’tedir”(2) veya “Emirler Kureyş’tendir”(3) veya “İmamlar Kureyş’tendir.”(4) meselesini ele alır ve bunun Şeriat’la -ki ona göre “değişken”dir- alakalı olduğunu, din ile alakalı olmadığını, dolayısıyla bu hükmün kalktığını savunur. Bu yaklaşım neticesinde Şer’î Hukuk’un yanında Örfî Hukuk da meşruiyet kazandı ve hatta “değişken” kabul edilen Şeriat, hukukî açıdan siyasî otoritenin ve örfün emri altına girmiş oldu. “Din adamı” sınıfından olmayan kimselerin -ki bu sınıfın zaten İslam’da yeri yoktur- üstelik Örfî Hukuk’u da öne almak suretiyle gerçekleştirdikleri yönetim şeklini modern zamanlarda ‘laiklik’ kavramı karşılar. Buna mukabil İslamcıların dilinde öteden beri bir cahiliye lafıdır gidiyor, “modern cahiliyye”, “21. Yüzyıl cahiliyyesi” ve saire... Hâlbuki Müslümanlar “cahiliyye” dedikleri dünyanın ilerisinde değil fersah fersah gerisindeler, hem kel hem fodul durumundalar yani. Modern dünyanın en azından iyi kötü bir hukuku var, Müslümanların nesi var, her taraflarından zulüm akıyor, güçleri dışarıya da yetmediği için birbirlerine karşı cürüm işlemede üstlerine yok. Türkiye Radikal İslamcıların kafalarında kurdukları türden “İslamî” bir rejimi hem tarihî ve sosyo-kültürel açıdan hem -şeklen ve kısmen de olsa- modernleşmiş olması bakımından hem de çok parçalı sosyal yapısı itibariyle kaldırmaz. Bu anlayış Osmanlı gibi Şeriat’ın yürürlükte olduğu bir imparatorlukta dahi tutmadı, Kadızâdelilerin akıbeti malumdur. Böyle olduğu için de ne kadar şükretsek azdır. İslamcı zihin tağutî rejimi hep laik düzende aradı; tağutî rejim görmek isteyenler öncelikle İran’a ve Suudi Arabistan’a bakmalılar; zira Allah adına tuğyan en tehlikelisidir. Bu bakımdan Şeriat’la hükmedeceğini söyleyen hâl-i hazırdaki radikal Müslüman zihne güvenemeyiz, hile-i şer’iyyenin bin bir türlü yolunu bulur; modern hukukla hükmeden Batılı aklın ise Allah’ı, Kitab’ı, Peygamber’i hile-i şer’iyyeye alet etmeyeceğini biliriz en azından. İslam’a vurgu yapıp modern hukukla hükmeden “aklın” çelişkisi ise ayrı bir tartışmanın konusudur. Şu bir gerçek ki, en kötü kanun dahi tutarlı insanların elinde iş görür, en mükemmel kanun ise mevcut zihniyetin elinde zulüm aracına dönüşür; belirleyici olan insan kalitesidir. Toparlayacak olursak; İslamcı radikalizmin siyasî-ideolojik çizgisi (dönemsel olarak veya konjonktüre göre) güç kazansa da Türkiye’de tutmaz, zira modern toplum cemaatlere benzemez. Bazı şeyler iktidar eliyle bir yere kadar dayatılabilir belki, ancak bundan ötesi yoktur; insanlar itiraz ederler, “ben yaptım oldu” mantığında ısrar edilirse iş patlama noktasına gelir. Modern toplumda herkesin şeyhin, hocanın veya mürşidin ağzına baktığı bir cemaat düzeni yoktur çünkü. İthal Yaklaşımlar, Millî Devlet ve Cumhuriyet Tam bağımsızlık fikri için Cumhuriyetçi olmak gerekiyor; zira demokratlık modernleşme, “insan hakları”, serbest pazar, küreselleşme-küresel sisteme entegrasyon, “diyalog”, medeniyetler ittifakı, dolayısıyla Batı ile iyi ilişkiler içerisinde olmak demek. Demokrat zihin kapitalisttir, Batı tarzı STK kurar, tatil köyü, AVM, eğlence merkezi vs. yapar, festival düzenler. Cumhuriyetçi yaklaşımda bunları göremezsiniz, Cumhuriyetçi zihin kültür merkezi, fikir kulübü, kütüphane, müze, asıl anlam ve amacına uygun vakıf, cemiyet, sanat eseri vasfı taşıyan cami, külliye, mektep vs. inşa eder. İkisini uzlaştırmaya çalışanlar da vardır, “bu da olsun, öbürü de olsun” anlayışı hâkimdir, bunların bir yaptığı diğerini sekteye uğratır, ifsat eder. Örneğin bir yandan küresel modernliğe entegrasyonu savunurken diğer yandan ulvî değerlerden söz ederler, dolayısıyla maksat hâsıl olmaz. Türkiye ithal yaklaşımlardan çok çekti. İslamcılar küreselleşmeci azgın liberallerle epeyi bir işbirliği yaptılar, bugün ters kelepçe vurulmuş halde fotoğraflarını gördüğümüz Türköne başta olmak üzere liberal zevatın yazıları İslamcı internet sitelerinde çarşaf çarşaf yayınlanıyordu. İslamcı ve liberal enteller tam bir ittifak içerisinde TV kanallarında birlikte boy gösteriyorlardı. Beraberce millî şuuru dumura uğrattılar, kozmopolitizm en önemli ortak noktalarından biriydi. İkinci Cumhuriyetçiler “çoğulculuk” naraları atarken İslamcılar da onlarla birlikte tempo tutuyordu, “36 etnik unsur”, “takrib”, “vahdet”, “yetmez ama evet” falan derken bugünlere geldik. İşin kötüsü akıllanma emaresi göremiyoruz, 2023’ün dünya haritasında bugünkü gibi bir Türkiye var olacak mı, son derece kuşkuludur! İthal İslamcılar, küreselleşmeci azgın liberaller, ithal Solcular, Anarşistler, hepsi bir olup Cumhuriyet Türkiye’sine saldırdılar, amaçları Cumhuriyet Türkiye’sini yıkmaktı. İkinci bir İstiklâl Savaşı verilecekse meseleye bütüncül yaklaşmak, Selçuklu, Osmanlı ve Cumhuriyet Türkiye’sini kesintisiz bir sürecin biri diğerini izleyen üç evresi olarak kabul etmek ve bizim biat-icma-şûrâ çerçevesinde değerlendirmeye tâbi tuttuğumuz Cumhuriyet’e sahip çıkmak icap eder. Millî Devlet’ten ve Cumhuriyet’ten geriye dönüş yoktur, tarih akıyor, devlet devam ediyor; aksi halde son demlerdir bunlar, birileri “parantez kapatmaya” uğraşırken Türkiye’yi kapatırlar! Sovyet ve Çin tecrübesine öykünen (Leninist, Troçkist, Stalinist, Maoist) arkaik Solcular kafadan gayrimüsellah idiler, ne tarih ne de sosyoloji biliyorlardı, uzun zaman önce denklem dışı kaldılar. Radikal Batılılaşmacı sözde Cumhuriyetçiler, Türkiye’yi tarihle ve İslam’la bağı tamamen kopmuş, bikiniyle denize girmeyi, balkonda oturup içki yudumlamayı marifet bilen insanlardan müteşekkil bir İskandinavya ülkesine, Radikal İslamcılar da -an itibariyle en kesif örneği IŞİD’in içtimaî düzeninde görülen- yobazlığın hâkim olduğu, dünyadan tecrit edilmiş bir ülke haline getirmek istediler. Demokrasi, muhafazakâr modernleşme ve küresel modernliğe entegrasyon çizgisini takip eden, küreselleşmeci azgın liberallerle işbirliği yapan bir kısım İslamcılar ise kozmopolit, Batı tarzı kalkınma ve büyümeyi esas alan, kapitalist bir “İslam” Cumhuriyeti inşa etmek amacında. Peki, hangi mecrayı takip etmek gerek? Cevabım şu: bu ülkede fikriyatı ve duruşuyla millî olan çizgi İsmet Özel çizgisidir, onun söylediği şey ise çok açık; İstiklâl Marşı ezberini bozmayın! Türkiye’de Oynanan Oyun Buraya kadar anlattıklarımızı toparlayacak olursak, Türkiye’de oynanan oyun Türk Milleti’nin dinini kullanarak Türk Milleti’ni esir almak üzerine kuruludur, ortada dönüp dolaşan çağın firarisi “dinî” söylemin yegâne hedefi budur, yiyenler aptallığına doymasın. Türkiye’de alçak insanlar İslam’ın yüksek hakikatlerini istismar ederek, içini boşaltarak kendilerine yer edindiler. “Yunan galip gelseydi hilafet yıkılmazdı” diyen zihniyet bu yüzden revaçtadır. Bunların “hilafeti” Yunan’ın galibiyetiyle kaimdir, ithal İslamcı “akıl” kafadan gayrimüsellah bu tür yaklaşımlara dünden teşnedir. Ne kadar hainsen o kadar yükselirsin, el üstünde tutulursun, revaç görürsün, Türkiye’de geçerli olan “kural” budur. İlaveten; İslam’ı Arap kültürünü benimsemek veya Arap kültürüyle bütünleşmek olarak algılayan “akıl” Türk’ü ve Türkiye’yi mahvetti. Türkiye’de din ve kadın konusundaki sakat algı Arap kültürünün din zannedilmesiyle ilgilidir. Arap şekil-şemaili ve kadına yaklaşım tarzı İslam’ın farzı değildir, sadece kültürdür. Saltanatçı, Hilafetçi vs. olduğunu beyan eden “akla” gelince, bu “akıl” İslam’ı anlayabilmiş değildir. Roma’yla uzlaşan Hıristiyanlık Kayserlik’le yoluna devam etti, Mecusilik Kisralık rejimini benimsedi, İslam ise Hz. Peygamber ve Dört Halife döneminde şûrâya dayalı bir sistem kurdu ki buna bağlı olarak daha önce TBMM’de ‘Onların işleri aralarında şûrâ iledir’ ayeti yazılıydı. Hz. Resulullah da kendi ifadesiyle hükümdar peygamber olmayı değil kul peygamber olmayı tercih etmişti. Özetle saltanat -hilafet görünümlü saltanat da dâhil- İslam’ın öngördüğü bir yönetim biçimi değildir, ortaçağda Batı’da Kayserlik, Krallık, Doğu’da Sultanlık, Şahlık, Padişahlık hâkim olmuştur, her tarihî dönemin kendine özgü şartları olduğu için biz tarihle çatışmak yerine Selçuklu ve bakiyesi olduğumuz Osmanlı’yı sahipleniyoruz; böyle olmakla birlikte bugün biat-icmâ-şûrâ bağlamında Cumhuriyet’ten geriye dönüş yoktur, saltanatçılık beyanında bulunan “aklın” da bu noktadan geriye dönmeye gücü yetmez. Sevr’den Söz Etmeyen Siyasal İslamcılık İslamcı “aklın” Sevr’le ve Sevr’e imza atanlarla sorunu yok, hiçbir zaman da olmadı, onların bütün derdi memleketi bölüp parçalamak, Türkiye Cumhuriyeti’ni yok etmekti. Sevr’i konuşmak lazımdır, Osmanlı’nın sonunda nasıl zillete duçar olduğunu, Sevr’e nasıl gelindiğini, koca imparatorluğu esir alan “dindar” yobazlığı, Baltalimanı’nı, Tanzimat’ı, denize düşüp yılana sarılan Saray’ın kendi modernleşmesini gerçekleştirmek yerine Batı tarzı modernleşmeye nasıl balıklama daldığını ve saire… Sevr mevzubahis olduğunda ses çıkarmayan, onun yerine Cumhuriyet’e saldıran “akıl” ya cahildir ya hain! Türkiye’de irili ufaklı İslamcı yapılanmaların istisnasız tümü -dergiler, gazeteler, vakıflardernekler, platformlar- öteden beri Amerikancı-NATO’cu siyasetin maşası durumundadır. Bunların saldırdıkları her şey yerli-millî iken savundukları her şey küresel projenin emrine amadedir. Cumhuriyet’i yok etmek isteyenlerin hizmet ettikleri tek bir yer var, o da okyanus ötesi. Türkiye’de Solcular ve İslamcılar başından beri birbirlerine paralel hareket ettiler, zira biri enternasyonal öbürü sözde “ümmetçi” idi, ikisi de kozmopolit ve vatansızdı. Özellikle ithal İslamcılığın sözde ümmetçiliği, kozmopolitizmi, vatansızlığı ve bayrak düşmanlığı Müslümanları soyup soğana çevirdi, bir sabah uyandığımızda bir de baktık ki ne tarihimiz, ne vatanımız, ne bayrağımız, ne devletimiz, ne milletimiz kalmış, çırılçıplak, tığ-ı teber şah-ı merdan, bir başına ortada kalmışız. Dolayısıyla Siyasal İslamcı “aklın” kerameti kendinden menkul tarih “yorumu” üzerine siyaset inşa etme ameliyesi Türkiye’yi kolay lokma yapıp haritadan siler. Uluslararası siyaset güç üzerine döner, gücün varsa karşındakine yürürlükte olanın yerine başka bir anlaşma dayatırsın, gücün yoksa vaziyeti idare edersin. Gücün varsa çatışırsın, gücün yoksa uzlaşırsın veya sorunları ötelersin. Yahut kaçıksındır, ülkeyi de devleti de tehlikeye atarsın. “Haçlının ülkenizi işgal etmesi çok tehlikeli değildir, bir kere onlar sizin kadınınıza kızınıza ilişmezler, mabedinize ilişmezler” diyen FETÖ lideri ile “Keşke Yunan galip gelseydi, ne hilafet yıkılırdı, ne şeriat yıkılırdı, ne medreseler lağvedilirdi, ne hocalar asılırdı” diyen kafanın aynı yere hizmet ettiği aşikâr. İslam coğrafyasını bu kafa işgale açtı. Dikkat edilmesi gereken nokta şudur: tarihle çarpışamazsınız, zira her dönemin kendine özgü koşulları vardır, ancak talihi değiştirebilirsiniz -ki Türk Milleti bunu defalarca yaptı-, anlamsız tartışmalar ise zaman ve enerji kaybıdır. 20. Yüzyılda yaşanan iki dünya savaşının ardından bugün küresel hegemonyanın yeni bir paylaşıma, dolayısıyla yeni bir savaşa ihtiyacı var, yaşadığımız coğrafyada olan bitenin özeti budur. Bu ahval ve şerait içinde özellikle “İslam” adına memleketi bölüp parçalayacak söylemlere, kerameti kendinden menkul tarih “yorumlarına” itibar etmemek icap eder. Tarihten ders alınmadığı takdirde sınırların bizim aleyhimize olacak şekilde değişmesi kaçınılmazdır. Türk Demişken Türkiye’de modern kavmiyetçilik doğrultusunda İslam’dan ayrı bir Türk/lük uyduruldu, uydurulan bu “Türk”, tarihi boyunca Batı’yla cihad eden Türk’ün aksine gitti Batı’nın kucağına oturdu, erkeği dünyanın peşinde kendini kaybetti, kadını analığını avratlığını unuttu. Türk ise Müslüman’dır, Müslüman ise Türk’tür; başka bir Türk bilmiyoruz, tarih de bilmiyor, “biliyorum” diyenler de yalan söylüyor. “Muhammedî fanatizm”, Avrupalının nazarında Türk/lük buydu. Yani Resul-i Ekrem’e ve onun getirdiği dine aşırı derecede bağlılık. Gâvurun yerdiği tüm değerlerimizi yükseltip, uydurduğu ne kadar “değer” varsa hepsini ayaklarımızın altına aldığımız gün hakikî anlamda Türk de tarih sahnesine geri dönmüş olacaktır. Türk, İslam’a ait olan, İslamî değerleri benimseyen, İslam kültür ve medeniyetini temsil eden üst kimliktir. Bu nedenle Avrupalının gözünde ihtida eden, Müslüman olan, İslam’a giren Türk olur, asırlardır hâkim olan bakış açısı budur. Türk, Avrupalının gözünde Kitab-ı Mukaddes’te sözü edilen Gog’dur (Gog Magog – Ye’cüc Me’cüc), barbardır, Tanrı’nın düşmanıdır, gazaba gelmiş şeytan gibi hareket eder, Türk’e karşı savaşmak aslında şeytana karşı savaşmaktır, Türk’ün Kur’an’dan öğrendikleri Tanrı hakkında değil şeytan hakkındadır, bir Türk’ü öldüren vicdan azabı duymamalı, aksine Hıristiyanlığın düşmanını yok ettiği için vicdanı rahatlamalıdır; zahmet edip, Katolik Kilisesi’ne, Papalara, Azizlere gitmeyiniz, sadece Luther’i okusanız yeter de artar bile. Buna mukabil kozmopolit ithal İslamcılık Türkiye’de kimliksizlik üretti. Türk olmanın Müslüman olmak anlamına geldiği, bu toprakların Latince kaynaklarda dahi ‘Müslüman yurdu/ülkesi’ anlamında ‘Türkiye’ olarak anıldığı, dolayısıyla Türklüğün etnik kimlikle değil din, kültür ve medeniyetle, bu bağlamda ruh ve tercihle alakalı olduğu, Türk Milleti’nin biyolojik, irsî yahut genetik anlamda ırkla, kavimle, modern ulusla herhangi bir alakasının olmadığı gerçeği ithal İslamcı “aklın” işine gelmedi. Türk Milleti, biyolojik, irsî yahut genetik anlamda ırk, kavim yahut modern anlamda bir ulus değildir, ancak bu şekilde algılanması için gayret gösterilmiş ve bu tuzağa düşenler olmuştur. Hakikatte Türk, bu topraklarda yaşayan Anasır-ı İslam’a topluca verilen isimdir. Küfür tek millettir, Müslümanlar da tek millettir ve bu tek milletin adı da ittifakla Türk’tür. Türk, bu toprakların bin yıllık kimliğidir. Bu kimlikle sorunu olanların asıl sorunları bin yıllık tarihle, bu tarihle yaşıt -üç evresi olan- tek devletle, hepsinden de öte İslam’ın kendisi iledir. Ne diyor ithal İslamcı, “Türk milleti demek ırkçılıktır, ulusçuluktur” vs. Biz de onun gibi “hiçbir şey” olalım istiyor. Türkiye’de Müslümanlıkla eş anlamlı olan Türk kimliği baskılanmaya, yok edilmeye çalışılıyor, işin aslı budur. Rus-Ortodoks, İngiliz-Anglikan, Alman-Protestan, Fransız-Katolik kimlikleri sahipleri tarafından özenle korunurken -zira bunlar ait oldukları ülkeleri ayakta tutan kimliklerdir-, Türk-Sünnî kimliğinin özellikle de kendilerini “Müslüman” olarak tanımlayan kimseler tarafından yok edilmeye çalışılması manidardır. Kozmopolit yaklaşıma göre Anadolu tüm Osmanlı milletlerinin ana vatanıdır. Hiç şüphesiz bu, halıyı ayaklarımızın altından tamamen çekebilmek için uydurulmuş bir yaklaşım. Millet sistemi insan topluluklarının din esasına göre tasnife tâbi tutulduğu sistemdir, bu sistemde diğer milletler, yani gayrimüslimler Türklerle, yani Müslümanlarla eşit değillerdir; zımmîdirler. Tanzimat’la birlikte bize yutturulmaya çalışılan şeyi yutmamamız icap eder, burası gayrimüslimlerin ana vatanı değil, Türkiye, yani Müslüman yurdu, Müslüman ülkesi, Müslüman vatanı. Türkiye adı verilen coğrafya, bin yıl boyunca Anasır-ı İslam’a yurt oldu ve Allah, bu işe Türkleri vesile kıldı. Aynı sebeple bu topraklarda yaşayan Anasır-ı İslam’a topluca Türk denildi. Böylece Türk bir kavim adı olmaktan çıkıp bir millet adı haline geldi ve hiç kimse bundan rahatsızlık duymadı; ta ki, Batı’dan ithal modern kavmiyetçilik ortaya çıkana kadar. Bizimle birlikte yaşamak isteyenlerin başımızın üzerinde yerleri var; yaşamak istemeyenler, onları maşa olarak kullanan “efendileri” ile birlikte bu coğrafyayı terk edecekler. An itibariyle Türkiye’de birine serbest olup diğerine yasak olan herhangi bir şey yok, hal böyle iken yine de hoşuna gitmeyen varsa kuyruğunu kıstırıp defolup gidecek, gitmezse Türk Milleti gönderecek! Anti-Türk İslamcılık Siyasal İslamcılık Anti-Türk’tür, Millî Mücadele’yi/İstiklâl Harbi’ni, ay yıldızlı bayrağı, İstiklâl Marşı’nı tanımaz, Arapçı olmuştur, Farsçı olmuştur, Ermenici olmuştur, Pontusçu olmuştur, Kürtçü olmuştur, ‘Türkiye’ isminden dahi rahatsızdır, kapitalizme selam durmuş, emperyalizmle iş tutmuştur, Türkiye ile hiçbir alakası yoktur, tam olarak bir ihanet hareketidir. İnsanın düşünceleri, onun mizacı, tabiatı, hasleti veya şekliyle uyum içerisindedir, siyasîideolojik eğilimleri de öyle. Siyasal İslamcılık da modern çağa (modern çağın bedevilerine) hitap eden bir bedevilik ideolojisiydi ve dolayısıyla “medeni” görünümlü bedevilerden rağbet gördü. Onların içindeki çölü (irfansızlığı, estetik ve zarafet yoksunluğunu, nezaketsizliği ve medeniyetsizliği…) harekete geçirip, dışa vurmalarını sağlayabilecek yegâne akımdı. bedevide her ne varsa Siyasal İslamcıda da o vardır, bedevide her ne yoksa Siyasal İslamcıda da o yoktur. Bedeviyi tarihle ikna edemezsiniz, çünkü bedevi tarihsizdir, tarihte yürümez, tarihî bir hafızası, dolayısıyla tarih bilinci yoktur, günübirlik yaşar. Tarih bilmeyen bedevinin dini de - ona göre- çölde başlayıp çölde bitmiştir, onun için Hicaz’a gittiğinizde tarihten eser bulamazsınız, tarihî doku yok olmuştur, bedeviler hepsini yok etmiştir. Buradaki modern bedevi de aynı sebeple tarihe düşmandır, yanı sıra İslam-Türk’ün tarihi altında ezilmekte olduğu için tarihe saldırmayı tek çıkış yolu olarak görmektedir. Bugün, kaynağını Radikal-Bedevi İslamcılıktan alan öncelikli sorun, canlı bomba olup kendilerini patlatabilecek insanların bulunması ve bunların beslendikleri literatürdür. Söz konusu literatürü ve bu literatürü meydana getiren müellifleri kritik ettiğimizde bize kızan zevata sormak lazım, ne okumuştur canlı bomba olanlar yahut onları canlı bomba yapanlar, örneğin Hoca Ahmet Yesevî’nin Divân-ı Hikmet’ini, Bursevî’nin Kitâbu’l-Envâr‘ını, Hacı Bektaş Velî’nin Makâlât‘ını mı, yoksa Gazâlî’nin İhyâ’sını mı, yoksa İslamcıların yere göğe sığdıramadığı ve “fikir” devşirdiği radikal literatürü mü? Demagoji: “Birtakım İslamcılar, Kürt meselesinde MHP’den çok Türkçülük yapmaya başladılar.” Hakikat: Birtakım değil bütün takım İslamcılar Ermenicilik, Pontusçuluk ve Kürtçülük’de sınır tanımadılar, 7 Haziran 2015’den bu yana büyük bir bölümü işledikleri ihanetin üzerini örtmeye çalışmakla meşgul. Arada böyle utanmadan konuşanları da var elbette. Hiç şüphesiz, “Türkçülük” ve hatta “ırkçılık” ithamları utanmazlıkta sınır olmadığı bir kez daha gözler önüne sermektedir. Duyan da şekil şemail (ten, saç, kaş, göz rengi, kafatası, boy bos vs.) tarif ettiğimizi, biyolojiden, genetikten, kan bağından, fizyonomiden söz ettiğimizi zannedecek. Türk derken bir ruhtan, bir tercihten, dinî aidiyetini bayrak yapmış, küffârla kanlı bıçaklı olmuş tarihî bir karakterden söz ediyoruz. Allah indinde, ithal kozmopolit İslamcıların işlerine geldiği gibi anladıklarından değil kendi söylediklerimizden ve kastettiğimiz mânâlardan sorumluyuz. Ne diyor ithal kozmopolit İslamcı? “Vatan kavramına fazla güvenmemek, dayanmamak lazımdır, seccadeyi nereye serersen vatan orasıdır!” Seccadeyi en iyi sereceğiniz yer burasıdır, Kapıkule’den dışarı çıktığınızda ya sınırda çelme takarlar ya da tekme tokat kovarlar, içeri aldıkları zaman da insan yerine koymazlar! Bu noktada Hüseyin Alan’a da “abartılmış vatanperverlik” ifadesiyle neyi kastettiğini sormak durumundayız. Şu bir gerçek ki, kimlik savaşı kazanılmadan teorik meseleleri bilmek hiçbir işe yaramayacaktır. Kişinin veya toplumun önce kim olduğuna karar vermesi icap eder. Aksi halde teorik meselelere ilişkin bilginin dört başı mamur bir pratiği olmayacaktır; zira esaret yahut tarih sahnesinden silinme söz konusu olacaktır. Bu coğrafyada bugüne kadar tüm etnik kimliklerle oynaşmış olan İslamcı taife, etnik bir dava gütmediği halde Türk’e saldırıp ülkenin altını oydu, dolayısıyla önce bu hesaplaşma nihayete ermelidir. Amerikan Yahut İngiliz Hilafeti mi? Türkiye’de tarihin arka odasında yaşayıp da, "Hilafet gelsin de nasıl gelirse gelsin, kim getirirse getirsin" diye "düşünenler" var. Hikmetsiz, basiretsiz, tamamen hamasete ve slogana dayalı bir yaklaşım bu. Her şeyden önce geçmişle bugünü birbirine karıştırıyorlar. Geçmişte hilafet başlı başına bir güç idi, Osmanlı İslam-Türk halifeliği -ki aslında hilafet görünümlü saltanattı- siyasî ve askerî açıdan ciddi bir güç teşkil ediyordu, üç kıta yedi iklimde etkindi ve sahip olduğu bu güçle temsil kabiliyetine sahipti. Kendi dönemi itibariyle dinî açıdan meşruiyet şartlarını taşıyordu ve dünya Müslümanları arasında genel geçer kabul görüyordu. Modern dünyanın siyasî haritası ise çok farklıdır. Müslüman ülkeler yer aldıkları coğrafyalarda bölgesel ve küresel açıdan daha üst bir siyasî-askerî güçle ilişki içindeler. Örneğin Orta Doğu Amerikan, Orta Asya Rus, Uzak Doğu ise Çin etkisi altındadır. Vaziyete hâkim olabilmek için en azından bu üçü kadar güçlü ve etkin olmak icap eder. Siyasî-askerî güç bir yana bütün Müslüman ülkeler iktisadî açıdan güçlerini birleştirdikleri takdirde ortaya çıkacak olan tabloda ne yazık ki, Fransa ve Almanya'dan daha büyük bir güç teşkil edemeyeceklerdir. Buna bağlı olarak üzerinde düşünülmesi gereken bir diğer konu, ilan edilecek hilafetin genel geçer kabul görüp görmeyeceği konusudur. Kim yahut kaç ülke bu hilafete tâbi olmayı kabul edecektir, hilafete tâbi olan herhangi bir Müslüman ülke, en kritik anlarda hilafetle birlikte mi, yoksa kendi coğrafyasında ilişki içerisinde olduğu bölgesel veya küresel gücün öngördüğü şekilde mi hareket edecektir? Yani söz konusu güçlerden bağımsız olabilecek midir? Hilafet, herhangi bir coğrafyada bölgesel yahut küresel gücün Müslüman bir ülkeye uygulayacağı baskıya yahut bulunacağı bir müdahaleye karşı koyabilecek, caydırıcı olabilecek midir? Ayrıca hilafet kiminle tesis edilecektir? Arapların mecali kalmamış, petrolün üzerine oturmuş çölde gökdelenler yükseltiyorlar, İran’ın yaptıkları ortada, Uzak Asya ismiyle müsemma, konumu da ruhu da dünyanın merkezinden uzak, Malezya, Endonezya, Brunei, Singapur vs. kendilerince bir dünya kurmuşlar, hiç kimseye hayırları yok, Rohingyalara bile sahip çıkmadılar. Devam edelim: AB türü bir birliktelik meydana getirmek yahut pakt kurmak suretiyle dönüşümlü bir idare modeli ihdas etmek sorunu çözecek midir? Yoksa bu sözü edilen "hilafet", bir Amerikan yahut İngiliz hilafeti mi olacaktır? Demagoji yahut aldatma yoluna başvurmadan bütün bu soruların cevabını dosdoğru vermek icap eder. Bu bahiste son olarak şunu ifade etmek gerekir ki, bugün hilafetten söz eden unsurların kökü dışarıdadır, bir; söz konusu unsurlar Arapçıdır, iki. EK - İttihatçılar ve Mustafa Kemal Paşa’ya Dair Not "İttihatçı kafayla hareket edersek elimizdekini de kaybederiz" diyenler yüz yıl önce ne olup bittiğini anlamadıkları gibi bugün ne olup bittiğinden de bihaberler. I. Dünya Savaşı’na giden süreçte bütün planlar önceden yapılmıştı, dolayısıyla o gün -Cemal Paşa'nın ifadesiylekendimizi savunarak ölmekle savunmasız ölmek arasında bir tercih yapmış, kendimizi savunarak ölmeye karar vermiştik. Enver Paşa’nın ifade ettiği üzere -ki Paşa, kozmopolit ve gayri millî İslamcılar tarafından hiç sevilmez- yeni dünya düzeninde sadece Almanlar bize müsamaha göstereceklerini beyan ettikleri için onlarla müttefik olduk. Bu noktada İslamcılarla azgın liberallerin İttihatçıları eleştirirken kullandıkları dilin ibretlik olduğunu belirtmemiz gerekir. "Komitacıydılar, militaristtiler", söyleyebildikleri bu kadar. Hz. Peygamber Medine'de silahlı güce dayandı; İttihatçılar, Osmanlı'yı arkadan vuran Ermenileri tehcir etti, Hz. Peygamber de antlaşmalarını bozan Yahudileri bir güzel sürgün etmişti. Medine’deki şair suikastlarını da hatırlamakta fayda var. Yani bizim peygamberimiz silahlı peygamberdir, hiç tartışma götürmez. İbn-i Haldun'un da ifade ettiği üzere devlet demek ordu demektir, yani devletin arkasındaki asıl güç ordudur. 20. Yüzyılın başında imparatorluklar çağı sona ererken o günün şartlarında Türkiye'nin yola saltanatla ya da hilafet görünümlü saltanatla devam etmemesini yadırgayanların akılları da maalesef tarihin arka odasında kalmıştır. I. Dünya Savaşı’nın sonunda İslam Âlemi’nin yüzde 80’i sömürge haline gelmişti, Türkiye, İran ve Afganistan hariç. Bu durumda bir hilafetten söz etmek mümkün değildir. İngiltere’nin 2,5 milyon asker topladığı yerde toplam nüfusumuz da yaklaşık 10 milyondur, dolayısıyla savaşacak gücümüz kalmamıştır. Nitekim 1927’deki ilk nüfus sayımında Türkiye’nin nüfusu 13 milyondu. İlaveten felsefe, mantık, astronomi, tıp gibi ilimlerin müfredattan çıkarılmasıyla birlikte medreselerin işi uzun zaman önce bitmişti. Modern çağın konsepti ulus-devletti ve biz de İslam'ın ruhuna uygun bir biçimde Cumhuriyet ilan ettik. İflas etmiş, sona ermiş bir yönetim tarzı ile yola devam etmeyi düşünmenin, "tüh, keşke saltanat, hilafet devam etseydi" kabili yorumların anlamı yoktur. İflas ettiği bir önceki döneme ait tarza dönmeye kalkışan “akıl” çağın firarisi olur ancak. Şimdi kapitalizm kendi çıkarı için -İslamcıların “ulus-devlet” dedikleri- millî devleti küçük parçalara ayırmak istiyor, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, özerklik vs. hep küreselleşmenin planlarıdır. Meraklıları için William Knoke'un 'Cesur Yeni Dünya'sı konu için iyi bir giriş olabilir. Akıllı, dini bütün, vatansever insanlara düşen ise buna izin vermemektir. Rus tarihi veya Sovyet tecrübesi bağlamında Troçki'den yahut emek-sermaye ilişkisi bağlamında Marks'tan söz ederken "Şurada doğru söylüyor, yaptığı şu iş doğru" dediğimizde nasıl ki Troçkist, Marksist falan olmuyorsak aynı şekilde Mustafa Kemal Paşa'dan söz ettiğimizde de Kemalist olmuyoruz. İzm'lerle işimiz olmadığı gibi kör şartlanmış ideolojik tarih okumalarıyla da işimiz yok; hakikat kişilerin isimlerine göre değişmez, doğru yapana doğru yaptı, yanlış yapana da yanlış yaptı demek icap eder. Paşa bin yıllık tarihimizin bir parçasıdır ve hiç kimse kendi kafasına göre tarihten isim silemez. İstiklâl Harbi'nde Mustafa Kemal Paşa'nın yanında yer alanlar, örneğin bir Kazım Karabekir, bir Fevzi Çakmak geri zekâlı mıdır? Yine örneğin Paşa tarafından TBMM'ye davet edilen, davete icabet edip Anadolu'da halkı Millî Mücadele'ye davet eden Şeyh Ahmed eşŞerif es-Senusî aptal mıdır? Osmanlı'nın son döneminden tevarüs edilen ancak radikal tarzda gerçekleştirilmeye çalışılan sert, radikal modernleşme politikalarına, Batı tarzı-Fransız tipi laisist yaklaşıma, Paşa'nın özellikle 1930'dan sonraki 'savrulma' olarak nitelendirilebilecek çizgisine katılmadığımızı altını kalın çizgilerle çizerek belirtmiş olalım. Bununla birlikte Radikal İslamcı, saltanatçı, hilafetçi yahut liberal tarzda tarih okuması yapmak zorunda da değiliz. Tarihî şahsiyetler söz konusu olduğunda referans verdiğimiz kısımlar, kast ettiğimiz mânâlar önemlidir; söylemediğimiz şeylerden, birilerinin anlamak istedikleri gibi "anladıkları" şeylerden sorumlu değiliz. Dolayısıyla Mustafa Kemal Paşa'nın hakkını teslim etmemiz icap eder. Modern dünyayı iyi okumuştur, "Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz" derken bugün ne denli haklı olduğu bir kez daha görülmüştür. Meclis'in açılışında ellerini açıp dua eden, 1921’de "Biz sosyalist değiliz, biz demokrat değiliz; biz bize benzeriz", 1923’te ise Balıkesir Hutbesi’nde "Kânun-ı Esâsi cümlenizce mâlûmdur ki Kur'ân-ı Azîmü'ş-şân'daki nusûstur / Anayasa hepinizce bilinir ki şanı yüce Kur’an'daki kesin emir ve hükümlerdir" diyen, bıyıklı kalpaklı Mustafa Kemal'in yanında yer almaktan imtina etmeyiz. Atilla Fikri Ergun – akilvefikir.org --Atilla Fikri Ergun: 1974 yılında İstanbul’da doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini İstanbul’da tamamladı. 1995’te yüksek öğrenimini yarıda bıraktı. Beyan, Gülistan, Değirmen, Basiret, Terkip ve İnşâ, Yılkı dergilerinde ve İslamî içerikli çeşitli İnternet sitelerinde 350’yi aşkın makale yazdı. Çeşitli gazete, dergi ve internet sitelerinde söyleşileri yayınlandı. 2009 yılında Mehmet Akif Genç müstear ismiyle Beyan Dergisi’nin Genel Yayın Yönetmenliği’ni yaptı. Özgün Duruş Gazetesi’nde Yayın Editörlüğü görevinde bulundu ve haber-analiz yazıları yazdı. Ayrıca Ali Bulaç’la özel olarak çalıştı. 2010 yılında Adilmedya.com’un Genel Yayın Yönetmenliği’ni yaptı, aynı zamanda 2011 yılına kadar İnşa Yayınevi’nin editörlük görevini üstlendi. An itibariyle Yılkı dergisinin editörlüğünü yapmaktadır. Evli ve 3 çocuk babasıdır. Yayınlanmış kitapları: İlk Adım: Oku (Alâk Suresi Tefsiri), Temmuz 2005 (Bu ortak çalışma, 60 sayfalık bir risale olup yazarın kendisi tarafından bastırılmıştır); Kur’an Kıssaları -1- (Bahçe Sahipleri Kıssası), Çıra Yayınları, Temmuz 2009; İsyan Yazıları (İtaat Kültüründen İsyan Kültürüne), Ozan Yayıncılık, Mart 2011; Modern Çağda Putperestlik (Kapitalizm), Kibele Yayınevi, Ekim 2011; 21. Yüzyılda İslâm ve İslâmcılık (Modernizm, Tarih-Kültür-Gelenek: İki Arada Bir Derede), Kibele Yayınevi, Mart 2012; Risâle (Düşünceden Siyasete; Karanlığın Sonu Aydınlık), Kibele Yayınevi, Kasım 2012; Tefsiru’l Büşra (İyi Haber Kur’an, Nüzûl Sırasına Göre Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Vahyin İlk Yılları), Kibele Yayınları, Mart 2013; Modernist Saldırı & Gelenekçi Direniş (Tasallut Çemberi Altında Cansiperâne İslâm Yazıları), Fikir Teknesi Yayınları, Temmuz 2015; Modernleşme Girdabında Medeniyet Arayışı -Bir Huruç Teşebbüsü-, Fikir Teknesi Yayınevi, Kasım 2015; Millî İslâmcılık İthal İslâmcılığa Karşı -Hesaplaşma-, Kibele Yayınları, Mayıs 2016 --Dipnotlar: 1- Durmuş Hocaoğlu, Hristiyanlık, Müslümanlık ve Teolojik Ölüm, Yeniçağ Gazetesi, 12.09.2008 2- Musned, 4/185; Heysemi, Mecmau’z-Zevâid, 1/336, 4/192 3- Hâkim, Mustedrek, 4/501 4- Musned, 3/129, 4/421