kimi tahminlere ya da verilere göre nüfusun %55`i

advertisement
Karkerên jin û mêr!
Ji xeynî zencîrên we tiştekî
we yê wendakirinê tune!
Hûn dikanin cîhanekê
nu wergirin!
İKİ AYLIK
SİYASİ / TEORİK
GAZETE
Kadın ve erkek işçiler!
Zincirlerinizden başka
kaybedecek birşeyiniz yok!
Kazanacağınız
yeni bir dünya var!
TEMMUZ/AĞUSTOS 2012/04 ❍ FİYATI 2 TL ❍ ISSN 1302-692X158
☛ Kapitalizm cinayet, burjuvazi katildir!
☛ Fransa’da Devlet Başkanlığı Seçimleri Yapıldı
☛ Kürtaj haktır - Yasaklanamaz!
☛ Başkanlık seçimi ya da ordunun iktidarı orduya devretmesi!
☛ Van Depreminin Ardından
•
EDİTÖRDEN
Pa n o r a m a s a y f a l a r ı m ı z ı Tü r k i y e d a h i l
emperyalistlerin müdahale tehditleri ile uluslararası
bir savaşın eşiğinde olan Suriye’ye ve son dönemde
Mısır’da yapılan seçimlerin ardından yaşanan
gelişmelere ayırdık.
Kavganın Doğ rusu Doğ runun Kavga sı
sayfalarımızda Troçkizm dizisinin altıncı bölümünü
yayınlıyoruz. Bu sayıda Türkiye’de Troçkizmden
etkilenen örgütlerin değerlendirmesine devam
ediyoruz.
Çevre sayfalarımızda Van depremi ve ardından
y a ş a n a n g e l i ş m e l e r e , o k uy u c u m e k t u b u
bölümümüzde ise bir okurumuzun bize ulaştırdığı
Çin izlenimlerine yer verdik.
Tüm okurlarımıza iyi tatiller diliyoruz. Eylül
sayımızla tekrar buluşmak dileğiyle...
B
ir kimsenin bir başkasını bilerek öldürmesi cinayettir. Bu tanımda neden-sonuç ilişkisi açıktır. Katil bu işi bilecek ehliyette olmalıdır. Bu kadar
saf nitelikte cinayetlerin yanında ihmal, dikkatsizlik,
duyarsızlık gibi etkenlerde cinayet suçunun içerisinde yer alabilir. Bu nedenle hukuk kuralları içerisinde
cinayet, yaygın kullanımla insan öldürme ile ilgili ku-
gündem
editörden - içindekiler
Değerli okuyucu,
yeni sayı ile merhaba. Bu sayımızın başyazısını
kapitalistlerin gerekli önlemleri almadıkları için her
geçen gün bir yenisi daha yaşanan iş cinayetlerine
ayırdık. İlgiyle okuyacacağınızı umuyoruz.
Geçtiğimiz günlerde Fransa’da başkanlık seçimleri
yapıldı. Bu seçimleri sosyalist olduğunu iddia eden
Sosyalist Partinin adayı Francois Hollande kazandı.
Bu yazımızda seçim sürecini ve seçim sonuçlarının
değerlendirmesini bulabilirsiniz.
Halkların Kardeşliği sayfalarımızda Sovyet
Ansiklopedi sinde Ermeni Sorunu ile ilgili
değerlendirmelere ve bu konudaki çarpıtmalara
karşın takındığımız tavrı okuyabilirsiniz.
Yeni Kadın Dünyası sayfalarımızı tahmin
edebileceğiniz gibi Kürtaj meselesine ayırdık. Bu
konuda şimdiye kadar takınılan tavırların ele
alınarak kapsamlı olarak değerlendirildiği bir
makale sunuyoruz. Bu kapsamlı değerlendirmeyi
ilgiyle okuyacaksınız.
Kapitalizm cinayet,
burjuvazi katildir!
maddeleri öldürme, 86 ve 89. maddeleri de yaralama
ile ilgili suçları ve cezalarını tanımlar.
Ancak bunların yanında belki de en önemlisi Türk
Ceza Kanunu’nun 77. maddesinde açıklanan “İnsanlığa karşı suçlar”dır. Kanun öldürme, yaralama, işkence, alıkoyma ve cinsel saldırı suçlarının “siyasal,
felsefî, ırkî veya dinî saiklerle (güdülerle) toplumun
YDİ Çağrı
Temmuz 2012 ✓
İÇİNDEKİLER
GÜNDEM
Kapitalizm cinayet, burjuvazi katildir!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 3
GÜNCEL
Fransa’da Devlet Başkanlığı Seçimleri Yapıldı. . . . . . . . . . . . . . . . . 6
Çatışmalardan savaşa doğru gelişmeler.... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 24
Başkanlık seçimi ya da ordunun iktidarı orduya devretmesi! . . 34
“
GÜNCEL
O’nu anıyor, sahipleniyoruz!”. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 37
HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN
KAVGANIN DOĞRUSU / DOĞRUNUN KAVGASI
“Büyük Sovyet Ansiklopedisi”nde “Ermeni Sorunu” ve kimi TROÇKİZM ÜZERİNE VI. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 38
çarpıtmalar!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 10
YAŞAMA TEMELLERİNİ KORUMA MÜCADELESİ
YENİ KADIN DÜNYASI
Van Depreminin Ardından. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 59
Kürtaj haktır - Yasaklanamaz! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 18
OKUR MEKTUBU
PANORAMA
Çin – Gezi İzlenimleri. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 63
2
Yeni Dünya İçin ÇAĞRI Gazetesi adına Sahibi ve Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Aziz Özer • Yönetim Yeri ve Adresi: Fatih Mah. Bahçeyolu Cad. Ülbeği İş Merkezi No: 9
Kat: 4 Esenyurt / İstanbul • Tel/Fax: (0212) 620 67 57 • Banka Hesap: Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654 • Sayı: 158 · Temmuz / Ağustos 2012 •
ISSN 1301-692X158• Fiyatı: Türkiye: 2 TL · Türkiye Dışı: 3,00 Euro • Baskı: Berdan Matbaacılık Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. C Blok No: 215-216-239 Topkapı/İstanbul Tel:
(0212) 613 11 12 • Yayın Türü: Yerel Süreli • www.ydicagri.net • info@ydicagri.net
Kaynak: Sendika.Org’un ulusal ve yerel basından derlediği 2011 yılı aylık iş kazaları raporları.
rallarda kasten öldürmenin yanı sıra ihmal ve taksir*
(bilinçli taksir - bilinçsiz taksir) kavramları da yer
alır. Nitekim Türk Ceza Kanunu’nun “Hayata Karşı
Suçlar” başlığı altında yer alan 81 ve 85 arasındaki
bir kesimine karşı bir plân doğrultusunda sistemli
olarak işlenmesini” insanlığa karşı suç olarak tanımlamaktadır.
Bu tanımlamalar ile yaşanan iş cinayetlerinin, işçi
3
vinde katledilen 13 kişi bu cinayetlerin son örneğini
oluşturuyor. Kapitalist devlet hapishanelere tıktığı
insanları korumakla da sorumludur. Oysa özellikle
Türkiye/Kuzey Kürdistan’da hapishaneler katliam
yuvaları gibi çalışıyor. Binlerce insana zorunlu sağlık
Kaynak: Ulusal ve yerel basından derlenen 2010 yılı aylık iş kazaları raporları. Alp Tekin Babaç - S. Murat Çakır. Sendika.Org
4
kalifiye olmayan işçilere yaptırmanın, taşeron kullanmanın işçi ölümlerine ve yaralanmalarına neden
olduğunun farkındadırlar. Bugüne kadar yaşanan iş
cinayetlerinin büyük çoğunluğunun nedenleri bunlardır. Bu konuda oldukça bilinçlidirler. Bu tür iş
cinayetleri kapitalistler için öngörülemez değildir.
Ama işlerine gelmediği, elde ettikleri karın küçük
bir bölümünü bile bu güvenlik önlemlerine ayırmak
istemedikleri için her ay onlarca işçi canından olmaktadır. Kapitalistler kanunun tanımladığı “siyasal,
felsefî, ırkî veya dinî güdülerle” değil ama kapitalizm
şartlarında bu güdülerin en güçlüsü olan maddi güdülerle “toplumun bir kesimine karşı”, işçi ve emekçi kesimlerle karşı “bir plân doğrultusunda sistemli
olarak” suç işlemektedirler. Bu suç esnek çalışma ve
taşeronlaştırma yöntemleriyle, patronlar ve devlet ortaklığı ile planlı ve sistemli bir şekilde işlenmektedir.
Kapitalistler, kapitalist oldukları için sürekli olarak
insanlığa karşı suç işlemektedirler. Bu suçu bilerek,
tasarlayarak ve planlı bir şekilde işlemektedirler. Bugüne kadar işletmesinde bir cinayet yaşanmamış olan
patronlarda bu suçun ortağıdırlar. Çünkü onlar da bu
planlı ve bilinçli cinayet sisteminin bir parçasıdırlar.
Bu sistemde her kapitalist bir katildir, insanlığa karşı
suç işlemektedir.
Kapitalizmin cinayetleri doğrudan emek sömürüsü mekanizmasından başka alanlarda da aynı hız ve
canilikte yaşanıyor. Roboski katliamı son zamanların
açık ve kitlesel bir cinayetiyken, Şanlıurfa’daki cezae-
hakkı doğru dürüst verilmiyor. İnsanlar ancak ölecekleri anlaşıldığı zaman salıveriliyor. Operasyonlarda, hak gasplarına karşı yapılan eylemlerde tutuklu
ve hükümlülerin kitlesel olarak öldürülmesi olağan
durumda. Benzer uygulama ve sorunların neredeyse dünyanın tüm hapishanelerinde de yaşandığını
görüyoruz. Hapishaneler, kapitalistlerin çoğunlukla
siyasi veya maddi kurallarına uymayanları, karşı gelenleri etkisizleştirmek için kullanılır. Bu nedenle kapitalistler için mahkûmlar kapitalist topluma uyum
sağlamadıkları için her zaman gözden çıkarılabilirler. Kapitalistler ve devleti için buralarda katledilenlerin herhangi bir değeri de yoktur!
Bu kadar da değil. Doğaya verilen zararla her kapitalist doğacak yeni nesillerin de katili olacaktır.
Açlıktan değil, kapitalistlerin doymak bilmeyen iştahlarından dolayı ölen, hastalanan milyonlarca insanın tek sorumlusu da kapitalistlerdir. Kapitalistler
emperyalist çıkarlar, daha fazla kar ve sömürü uğruna yapılan savaşlarda, hem de her iki taraftan ölen
milyonlarca insanın katilleridir.
İnsanlar her gün esas olarak sigaradan, dengesiz
ve yetersiz beslenmeden değil, kapitalizme bağlı nedenlerden dolayı ölüyor. Bütün medyası, eğitim sistemi, dini ve devlet aygıtı ile kapitalistler bunun farkındalar. Neden ve sonuç ilişkisini çok iyi biliyorlar.
Ölümlerin kaçınılmaz olduğunun bilincindeler. Tersine tüm kurumları ile ortak çabaları her gün ölümle
burun buruna gelen milyonlarca işçi ve emekçiyi, bu-
nun böyle olmadığı, insanların ölmelerinden üzüntü
duydukları yalanına inandırmak ve alet etmektir.
Kapitalizm şartlarında “iş kazası” olarak yutturulmaya çalışılan her olaydan, Roboski ve Şanlıurfa
cezaevi benzeri her kitlesel katliamdan, işkence ve
kötü muameleden, buna bağlı ölümlerden dolayı, bu
Kapitalizm bir cinayet sistemi, her burjuva da bir
katildir. Kapitalizme bağlı her bir ölümde burjuvaların siyasal sorumluluğu vardır. Kapitalizm insanlığa
ve doğaya karşı işlenen en büyük suçtur.
Bu suçlara ortak olmamak, cinayetlere sesiz kalmamakla, tanıklık etmekle, katil sistemi teşhis ederek,
gündem
gündem
yaralanmalarının, siyasi nedenlerle hapsedilmelerin,
hapishanelerde katledilmelerin, göz göre göre ölüme
terk edilmelerin bağlantısı oldukça açıktır.
Kapitalistler eksik güvenlik önlemlerinin, fazla
çalıştırmaların, kalifiye işleri ucuz olması nedeniyle
Kaynak: Ulusal ve yerel basından derlenen 2010 yılı aylık iş kazaları raporları. Alp Tekin Babaç - S. Murat Çakır. Sendika.Org
suçların doğrudan muhatapları olan kapitalistler ve
devlet görevlileri Türk Ceza Kanunu’nun hayata, vücut bütünlüğüne ve insanlığa karşı işlenen suçlar kapsamında yargılanmalıdır. “İş kazalarından” dolayı
gerçekleşen her ölümden ve yaralanmalardan dolayı
patronlar ihmal veya güvenlik önlemlerinin yetersizliği vb. değil, öldürme ve yaralama suçlarından dolayı
yargılanmalıdır.
hak ettiği cezaya çarptırmakla mümkündür. Kapitalizm bir devrimle yıkılmalı, burjuvazi mülksüzleştirilmelidir.
İşçi ve emekçiler kapitalizmin gırtlağına ayaklarını
dayayarak, bu cinayetlerin işlenmesini engelleyebilirler. Devrim insanlığa ve doğaya karşı işlenen bu suçu
ortadan kaldıracaktır!
20.06.2012 ✓
Kaynak: Ulusal ve yerel basından derlenen 2010 yılı aylık iş kazaları raporları. Alp Tekin Babaç - S. Murat Çakır. Sendika.Org
Ama biz sivrisineklerle mücadelede biliyoruz ki,
çözüm sivrisinekleri yok etmek değil, bataklıkları
yok etmektir. Kapitalizmin ürünü sorunları yok etmek için gerçek çözüm, bir bütün olarak kapitalizmi
yok etmektir.
* Taksir: Dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırılık
dolayısıyla, bir davranışın suçun kanunî tanımında
belirtilen sonucu öngörülmeyerek gerçekleştirilmesidir.
5
A
6
ylarca süren Devlet Başkanlığı seçim yarışı 22
Nisan’da birinci tur ve 6 Mayıs 2012‘de ikinci
tur yapılan seçimlerle sona erdi. Sosyalist Partinin
adayı Francois Hollande kazandı. Birinci turda adayların hiçbiri %50’nin üzerinde oy almadığı için sonuç
ikinci tura kaldı.
22 Nisan’da yapılan birinci tur seçimlere 10 aday
katıldı. UMP’nin (Halk Hareketi İçin Birlik) adayı
Devlet Başkanı Nicolas Sarkozy, Sosyalist Partinin
adayı Francois Hollande, FN (faşist parti-Milliyetçi
Cephe) nin adayı Marine Le Pen, Sol Cephe’nin (FKP
ve diğer küçük sol partilerin oluşturduğu cephe) adayı
Jean Luc Melenchon, Yeşillerin adayı Eva Joly ve Merkez Partisi (Demokratik Hareket) MODEM’in adayı
ise Francois Bayrou idi. Bunların dışında iki Troçkist
aday ve iki de öneme sahip olmayan aday daha vardı.
Troçkist adaylardan Lutte Ouvriere (İşçi Mücadelesi)
adayı, diğeri Devrimci Komünist Ligası olarak bilinen grup ve NPA (Yeni Anti-Kapitalist Parti) adında
parti oluşturdular.
Sosyalist Parti adayı Francois Hollande parti içinde
6 aday arasında yapılan oylamada en fazla oyu alarak
Sosyalist Partinin adayı olmuş, seçim çalışmalarına
çok erken başlamıştı. Seçim sloganı olarak Francois
Hollande da ABD Başkanı Obama’nın seçimlerde
kullandığı „now time for change“ gibi “Şimdi Değişim
Zamanı”nı seçip, seçim kampanyasını Sarkozy’nin
özellikle ekonomik alandaki başarısızlıkları üzerine
yoğunlaştırdı.
Francois Hollande seçim propagandalarında; 20072012 arasında Sarkozy’nin Devlet Başkanlığı‘nda
Fransa’nın borçlarının arttığı, işsizliğin aynı dönemde bir milyon daha fazlalaşarak 4 milyona yükseldiğini, Fransa’nın kredi notunun 3A’da 2A+ (AAA dan
AA+) düştüğünü vb. konular üzerine yoğunlaştırdı.
Sarkozy 2007 seçimlerinde “işsizlerin sayısını 5
sene içinde düşürmezsem kendimi başarısız sayarım“
demişti. Bu Francois Hollande için Sarkozy’e yüklenme konusunda iyi bir malzeme oldu. Sarkozy erken
emeklilik yaşını 60 dan 62 normal emeklilik yaşını da
65 ten 67 ye çıkararak kitlelerden yeterli tepkiyi zaten
almıştı. Francois Hollande bunu da iyi kullandı. Bu
konuda 18 yaşında çalışmaya başlamış ve 41 çalışma
yılını doldurmuş olanın 62 yaşına kadar beklemesi-
Aday
François Hollande
Nicolas Sarkozy
Marine Le Pen
Jean-Luc Mélenchon
François Bayrou
Eva Joly
Nicolas Dupont-Aignan
Philippe Poutou
Parti
geçtikten sonra Sarkozy tekrar düşüşe geçmiştir.
Faşist FN partisinin adayı seçim kampanyasını yine
bilinen yabancı düşmanlığı üzerine yoğunlaştırdı.
Sosyalist Partiden ayrılan Sol Cephenin adayı Jean
Melenchon ise, asgari ücretin yükseltilmesi, insanların alım gücünün seviyesinin ve ekonominin iyileştirilmesi vb.nin yanı sıra esas olarak seçim kampanyasında Sarkozy’nin tekrar seçilmemesi üzerine
yoğunlaştı. Fransa’daki DİDF taraftarları Sol cephe
adayına oy verilmesi için çalışma yaptılar.
Birinci tur seçimlerden önce kamuoyu araştırma
şirketlerinin bazıları Hollande’yi 1-2 puan önde, bazıları Sarkozy’i 1-2 puan önde gösteriyorlardı. Bazıları ise, şansların hemen hemen eşit olduğunu, anketler
her ikisinin de %27-28 civarında oy toplayacağı yönündeydi. Üçüncü sırada ise, faşist partinin adayı
Marine Le Pen’nin %15-17’lerde dolaştığına yer veriliyordu. Sol cepheye öngörülen oy oranıysa %13-15 civarındaydı. Yeşiller adayı %2-2,5 diğerlerine ise %0.5
şans tanınıyordu. Bütün anket şirketlerinin birleştiği
ortak görüş, ikinci turda Hollande’nin kazanacağıydı.
Anket yüzdeleri ise %54‘e %46 veya %55’e %45 Hollande lehineydi. Bundan dolayı da Sarkozy’nin partisi
UMP anket şirketlerini “seçimleri yönlendirmekle“
suçluyordu. Bu bağlamda bir başka nokta, seçimler
sırasında okulların tatil olmasından dolayı seçimlere
katılım oranının düşük olacağı yönündeydi.. Bunun
içinde tüm partiler ve adayları seçmenlerin sandığa
gidip oy vermeleri için yoğun çabalar sarf ettiler.
2012 Fransa Cumhurbaşkanlığı Seçimi 1. Tur Seçmen Sayısı: 46,037,965 Kullanılan Oy: 36,584,538
Geçerli Oy: 35,885,801 Geçersiz Oy: 698,737 Katılım
Oranı: 79.47%
2012 Fransa Cumhurbaşkanlığı Seçimi 2. Tur Seçmen Sayısı: 46,037,965 Kullanılan Oy: 37,016,982 Geçerli Oy: 34,869,809 Geçersiz Oy: 2,147,173 (%4,6)
Katılım Oranı: % 80.34
Sosyalist Parti
Halk Hareketi Birliği
Ulusal Cephe
Sol Cephe
Demokrat Hareket (Merkez P.)
Yeşiller
Yeni Cumhuriyetçiler
Yeni Antikapitalist Parti
Aldığı oy sayısı
10,273,480
9,754,316
6,421,802
3,985,089
3,275,395 9
828,381
644,043
411,182
güncel
güncel
Fransa’da Devlet Başkanlığı
Seçimleri Yapıldı
nin gerekmediğini, 60 yaşında da emekli olunabileceğini vaat etti. Bunların yanı sıra işsizliği azaltacağını,
insanların alım gücünü yükselteceğini, Fransa’nın
borçlarını düşüreceğini, ekonomiyi düzelteceğini,
Avrupa Birliği‘nin ekonomisinin yeniden düzenlenmesi gerektiğini vb. vb. bir dizi bilinen seçim vaatlerin de bulundu. Bu vaatler seçim döneminde yapılan
kamuoyu araştırmalarının, insanların öne çıkan sorunların içinde hayat şartlarının kötü ve alım gücünün düşük olduğu sonuçlarıyla uyum içindeydi.
Sarkozy’nin UMP’nin adayı olacağı önceden bilinmesine rağmen, tekrar aday olduğunu Mart 2012’de
açıkladı. O’nun seçtiği slogan ise, “Güçlü Fransa“ idi.
Sarkozy işsizliğin yükselmesini, borçların artmasını,
ekonomik durumu 2008 krizinin sonucu olarak görüyor, krizi en az zararla atlatan ülkelerden biri olduğunu savundu. Seçim konuşmalarında, Hollande’nin
seçilmesi durumunda Fransa’nın daha da kötüye
gideceğini, halbuki kendilerinin ekonomiyi iyileştirmek için, emeklilik reformu gibi, cesaretle yeni
reformların yapılması gerektiği üzerine yoğunlaştı.
Esas olarak 2007 seçimlerinde olduğu gibi seçim çalışmalarında birinci plana yabancıları, ikinci plana
da iç güvenlik meselesini aldı. Seçim araştırmacılarının verilerine göre 2-3 günlük kısa süreli başarılar dışında bu defa başarılı olmadı. Toulouse’da 11 Mart’ta
1 asker motosikletli bir saldırganın silahından çıkan
kurşunlarla ölmüştü. Olayın dört gün sonrasında
kent yakınlarındaki Montauban’da da iki asker daha
benzeri bir saldırıya ölünce, Sarkozy için malzeme
çıkmıştı. Bu olaylar da iç güvenlik için kullanılmış,
Sarkozy’e geçici puanlar kazandırmıştı. 2-3 gün sürelik Sarkozy’i öne geçiren önemli bir olay da; Al Kaide üyesi olarak lanse edilen Magrep asıllı Fransız bir
gencin yine Toulouse kentinde 20 Mart 2012 de Yahudi okulu önünde 3 öğrenci ve bir öğretmen 4 İsrail
vatandaşını öldürmesi olayıdır. Olayların güncelliği
Oy Oranı
%28,63
%27,18
%17,90
%11,10
%9,13
%2,31
%1,79
%1,15
7
François Hollande Sosyalist Partisi 18,000,483
oyla %51.62 Nicolas Sarkozy Halk Hareketi Birliği
16,869,371 oyla %48.38 ulaştı.
8
Sonuçlarla ilgili ilginç olan birkaç noktaya dikkat
çekersek:
3. Kez aday olan François Bayrou’nun oylarının
2007’ye göre %18,57 den %9,13 düşmesidir. Yeşiller
adayının %2,5 diğerlerinin ise hiçbir kıymeti harbiyesi olmadığıdır. Mesela 2007’de %7 lerde dolaşan
Troçkistlerin (Anti-Kapitalist Parti) %1’lerde konaklamasıdır. Açık faşist Le Pen’nin partisi 2007’de
%10,44 alırken 2012 de birinci turda %17,9 ulaşarak
oylarını %7,5 artırmıştır. Yine bir başka ilginç nokta da, ikinci turdaki geçersiz oy sayısının (kullanılan
oyların %5,78’i) birinci tura oranla (kullanılan oyların %1,8) çok fazla olmasıdır.
Diğer ilginç nokta da; seçimlere katılım oranı konusunda araştırma şirketlerinin çuvallamış olmasıdır. Yine araştırma şirketleri faşist parti, sol cephe ve
merkez partinin oy oranlarını tutturamadıklarıdır.
Birinci tur sonunda yapılan değerlendirmelerde,
Hollande, Sol Cephe ve Yeşiller adına konuşanlar
seçim sonuçlarının Sarkozy’nin başarısızlığını vurgulama yönündedir. Yani seçmenin Sarkozy’i istemediğidir. Bunu sonucu Yeşiller, Sol Cephe adayları birinci tur sonuçlarının açıklandığı akşam, ikinci turda
Hollande’yi destekleme çağrısı yaptılar… Sarkozy ve
UMP adına konuşanlar ise; birinci turda kendilerine saldıran 9 adaya karşı mücadele ettiklerini, ikinci
turda tek adayla mücadele edeceklerini ve kazanacaklarını söylediler.
Faşist aday Le Pen televizyonda yaptığı değerlendirmede, birinci turdan zaferle çıktıklarını, sağın
esas temsilcisinin kendileri olduğunu (ki bu gerçektir, Sarkozy bunların kopyasıdır) ikinci turda nasıl
oy kullanacaklarını 1 Mayıs’ta açıklayacaklarını dile
girdiler. 1 Mayısta yaptıkları açıklamada ise; beyaz oy
kullanacaklarını söylediler. Geçersiz oyların fazlalığı
buna yorumlanabilir.
Merkez Partisi adayı ise, ikinci turda kime oy vereceklerini 2 Mayıs’taki TV düellosundan sonra açıklayacaklarını bildirdiler ki, büyük çoğunluğu Sarkozy
için oy kullandı.
Birinci turun hemen ertesinde Hollande aynı taktikle kampanyasına devam etti. Sarkozy ise, taktik
değiştirip açık faşist partiye oy veren seçmenlerin
oylarını alabilmek için, kampanyasının merkezine
yabancı düşmanlığı ve iç güvenliği iyice yerleştirdi. Diğer taraftan Merkez Parti oylarını kazanmayı
da ihmal etmedi. Fakat kendi partisi içinde bazıları
bu taktiğe karşı çıktı ve ikinci turda Hollande oy vereceklerini açıkladılar. 2 Mayıs’ta TV düellosundan
(Hollande-Sarkozy canlı TV tartışması) sonra Mer-
hiçte söz konusu değildir. İsteği gerçek yerine koyanlar yanıltıcı bilinç yaymaktadırlar.
Avrupa Birliği açısından önemli sorunlar kapıdadır. Almanya’da Merkel iktidarı ile bunlar önemli sorunlarda karşı karşıya geleceklerdir. İsteklerden biri
de Almanya’da gelecek seçimlerde Sosyal Demokratların iktidar olmasıdır.
Almanya/Merkel ile Fransa/Hollande arasında
önemli farklılıklar vardır, birincisi doğrudan sosyal
kesintilerle sonuca gitme yanlısı gözükürken, diğeri
yatırım yanlısı tavırlar içindedir. Ama emperyalist
burjuvazinin emekçiler karşısındaki çıkarları noktasında uzlaşma içine gireceklerinden şüphe yoktur.
güncel
güncel
kez Sağ Parti adayı seçmenlerine doğrudan bir çağrı
yapmadı, ama kendisi oyunu Hollande yönünde kullanacağını açıkladı.
Birinci tur ile ikinci tur arasında nerdeyse günlük
yapılan anketlerde bütün anket sonuçları ikinci tur
için Hollande’nin lehine sayılar yayınlıyorlardı. Rakamsal olarak şansları %52 Hollande %48 Sarkozy
şeklinde açıklandı.
Yani sonuçta 6 Mayıs’ta yapılan ikinci tur sonucu yukarda açıkladığımız gibi, kullanılan oyların
%51,62 alan François Hollande Burjuva Cumhuriyeti
Fransa’nın Başkanlık sistemini uyguladığı 1947 den
bu yana 9. Cumhurbaşkanı olarak Fransa tarihinde
Seçimlerin genel anlamda sola kayış isteği olarak
yorumlanması da gerçeği yansıtmıyor. Tam tersi sağa,
milliyetçiliğe kayış gelişmenin esas yönüdür. Le Pen oylarının
artışı buna en iyi örnektir. Sarkozy, Hollande arasındaki
farkın azlığı, merkez parti oyları da buna eklenirse, aslında
Fransa’da sola kayış vs. hiçte söz konusu değildir. İsteği gerçek
yerine koyanlar yanıltıcı bilinç yaymaktadırlar.
yerini aldı.
Bu seçimler Fransa’da emekçiler açısında fazla bir
değişikliği gündeme getirmeyecektir. 1995’te François Mitterrand’an sonra iktidarı UMP’ye kaptıran
Sosyalist Parti, Hollande ile emaneti geri almışlardır.
“Enkaz“ devir aldık yakınmalarıyla, beklentileri aşağı çekmeye başladılar bile. Bunlarda Fransız emperyalizminin siyasi temsilcileridir. Emperyalist Fransız
burjuvazisinin çıkarlarını temsil etmek en kutsal görevlerinden biridir. Bundan kimsenin kuskusu olmasın. Hollande’nin göz boyamak için kendi maaşını
düşürmüş olması kimseyi aldatmasın!
Seçimlerin genel anlamda sola kayış isteği olarak
yorumlanması da gerçeği yansıtmıyor. Tam tersi
sağa, milliyetçiliğe kayış gelişmenin esas yönüdür.
Le Pen oylarının artışı buna en iyi örnektir. Sarkozy,
Hollande arasındaki farkın azlığı, merkez parti oyları da buna eklenirse, aslında Fransa’da sola kayış vs.
Sarkozy’i de sarsan ekonomik kriz bireyin değil emperyalist sistemin önü alınamaz devri krizidir.
Sarkozy’nin gitmesi Türk burjuvazisini de biraz
olsa rahatlatmış gözüküyor. Ama Türk burjuvazisi
fazla umutlanmasın, çıkarlar çatıştığında Hollande
de Sarkoz’den farklı tavır içine girmeyecektir.
Ha Sarkozy ha Hollande emekçiler için değişen
fazla bir şey olmayacak. Sorun işsizliğin, açlığın, tüm
krizlerin sebebi olan emperyalist/kapitalist sistemin
yerle bir edilmesindedir. Oklar sisteme yönlendirilmedikçe kurtuluşun yolu açılamaz.
Fransa da olan burjuva seçimleri bir daha ki dönem
kimin emekçilerin çıkarlarını/haklarını ayaklar altına alacağının bizzat emekçilerin oylarıyla tescil edilmesidir. Komüncüleri yaratan bu halk, şartlar oluştuğunda bu oyuna son verecektir.
15.06.2012 ✓
Fransa’dan YDİ Çağrı Okuru.
9
✌
O
kurlarımız dergimizin 147. sayısında (sayfa 4042) Büyük Sovyet Ansiklopedisi’nde “kısa bir
karşılaştırma” yaptığımızı biliyor. Bundan dolayı da
“neden bir kez daha?” diye sorabilir. Bu nedenle somut olarak çarpıtmalara değinmeden önce durumu
ve de sorunu açıklama ve anlaşılır kılma görevimizi
yerine getirmemiz gerekiyor. Sorunu anlaşılır kılma
çabasında kimi noktalardaki tekrarlar kaçınılmaz
oluyor. Bundan dolayı da okurlarımızdan sabır ve
anlayış bekliyoruz.
GİRİŞ YERİNE
10
147. sayımızda Sovyet Ansiklopedisi’nin 1926’daki
baskısının orijinalinin elimizde olmadığını, olsa da
Rusça bilmediğimizden karşılaştırma imkanımızın
da olmadığını; bu yüzden karşılaştırmayı “Aydınlıkçılar” tarafından yapılan çeviri ile ansiklopedinin
1950’deki Rusça 2. baskısının Almancası ile yapmaktan başka bir seçeneğimizin olmadığını belirtmiştik.
Sovyet Ansiklopedisi’nin 1926’daki baskısına da 1950
baskısıyla karşılaştırma temelinde kimi eleştiriler
yöneltmiştik ve aradaki çelişkilere dikkat çekmiştik.
Bu konuda –1926’daki baskıyı kontrol etme imkanı
olmadığından da- 1950’deki baskıyı temel aldığımızı
belirtmiştik.
Sovyetler Birliği’nin tarafımızdan bilinen tavırlarına bakıldığında “Aydınlıkçılar” tarafından yapılan
çeviride terslik olduğu bizim için açıktı, fakat isbat
edemediğiniz bir konuda “bu böyledir” biçiminde iddia temelinde bir tespit, bilimselliğe ters olduğundan,
bilinçli olarak bundan kaçındık. Ama sorunun peşini
Birinci sırada saydığımız çeviri esasta ikinci sıradaki Kaynak Yayınları’nın çevirisi ile aynıdır. Yine dilin
kullanımı ve cümle kuruluşlarında farklılıklar vardır. Fakat genelde özü aynıdır. İçerikte farklı olan iki
şey var esasta: Biri, birincisinde “soykırım” kavramı
kullanılmaktadır (alıntıları bu yazıdan aktardığımızdan 147. sayımızda biz de bunu aktardık) –ki 1926’da
bu kavram kullanılmıyordu- Kaynak Yayınları’nda
bu “kırım” olarak kullanılmaktadır. İkinci farkılık
ise 1907’de Paris’te yapılan bir kongre “tüm muhalif
partiler kongrelerini yaptı” diye çoğul olarak gösteren tespittir. Kuşkusuz ki bu farklılıklar da sorunun
özüne tekabül etmiyor. Bu nedenle de bu iki çeviri
özde aynı çeviri olarak kabul edilebilir. Bu iki çevirinin temel birliğinden biri de, çeviride herhangi bir
bölümün çıkarılıp çıkarılmadığı ya da yayınlanmadığı konusunda herhangi bir şeyin belirtilmemesidir.
Basın kurallarından biri, alıntı ya da çeviride herhangi bir kesim aktarılmazsa parantez içi üç nokta (...)
biçiminde gösterilmesidir. Bunun yapılmadığı yerde,
yayınlanan kesim okur için sözkonusu yazının tümüdür. Bu da yanlış bilgilendirmenin bir yolu ve aracıdır.
Mehmet Perinçek ise dört yerde (...) işaretliyor ve
böylece yazının tümünü aktarmadığını belirtiyor. Bu
yanıyla diğer ikisinden farklıdır. Bunlardan farklı bir
yanı da bu ikisinin çevirilerinde olmayan kimi pasajları aktarması ve kimi pasajları da aktarmamasıdır.
Mehmet Perinçek’in Kaynak Yayınları’nın yayınladığı çevirinin bilgisine sahip olduğu halde neden bu
yolu seçtiği belli değil tabii ki. Buna rağmen Mehmet
Perinçek de, Ermenilere yönelik soykırımın üzerini
örtme konusunda aynı konumdadır.
Bu üç tercümenin de temel yaklaşımı Ermenilere
yönelik katliamları, soykırımını “sözde” ve “yalan”
ilan etmektir. Bu çıkış noktasıyla çarpıtmalar yapmaktadırlar. Çarpıtmanın esası işlerine gelmeyen
yerlerin “yok sayılması” ve (...) biçiminde işaretlense
de okurların Rusça orijinale bakma imkanının olmadığı hesabıyla önemli bölümlerin aktarılmamasıdır.
Ayrıca cümleleri kısaltarak kendilerine uygun hale
getirme temelinde de okurlara olduğundan başka bir
tablo göstermektedirler. Sahtekarlığın biçimi ve düzeyinin ne olduğu tartışmasını daha fazla sürdürmeden tespit edilecek esas şey: bu çevirilerin çarpıtıldığı
-en azından burada saydığımız üç çevirinin- ve “Aydınlık” şürekasının sahtekarlık yaptığıdır. Bunların
“Ermeni Belgeleriyle Ermeni Soykırımı Yalanı” başlıklı kitap dizisinde de sahtekarlık yaptığına emin
✌
halkların kardeşliği için
halkların kardeşliği için
“Büyük Sovyet
Ansiklopedisi”nde “Ermeni
Sorunu” ve kimi çarpıtmalar!
bırakmadık.
Uluslararası ilişkilerimiz çerçevesinde Sovyet
Ansiklopedisi’nin 1926’daki baskısının “Ermeni
Sorunu” maddesine ulaşma ve çevirisinin imkanlarını aradık. Sonunda bulduk da! Bizimle dayanışmasını pratik olarak Ansiklopedi’deki bu maddeyi Almanca’ya çevirerek gösteren ve böylece bize
Türkçe’ye çevirme imkanı sağlayan Alman kökenli
kadın arkadaşa çok teşekkür ediyoruz. Kendisi hakkında başka bir bilgi verip veremeyeceğimizi sorduk
ama herhangi bir yanıt gelmediğinden daha fazla
bilgi verme durumunda değiliz. Sözkonusu bu çeviriyi dergimizin 157. sayısında (sayfa 13-19) yayınladık. Böylece devrimci kamuoyuna ve okurlarımıza
da Ansiklopedi’nin 1926’daki baskısını karşılaştırma
imkanını sunduk.
Biz bu araştırma çerçevesinde farklı çevirileri de
karşılaştırdık ve karşımıza çeviriler bağlamında şöyle bir tablo çıktı:
1) 147. sayımızdaki karşılaştırmada, “www.ortakyasam.org” sitesinden aldığımız ve “Mahmut AYAZ
ve Prof. Dr. Aydın İBRAHİMOV (ORTAK YAŞAM
PORTALI)” tarafından çevrildiği belirtilen çeviri.
2) Kaynak Yayınları tarafından yayınlanan “Tarihten Güncelliğe Ermeni Sorunu, Tahliller – Belgeler –
Kararlar” adlı kitaptaki çeviri.
3) Mehmet Perinçek tarafından derlenen ve Doğan
Kitap tarafından yayınlanan “Rus Devlet Arşivlerinden 100 Belgede Ermeni Meselesi” adlı kitaptaki
çeviri. Sözkonusu derlemedeki çevirinin Mehmet Perinçek ve Arif Acaloğlu tarafından yapıldığı belirtilmektedir. (bkz. adı geçen kitap sayfa 23)
4) Sovyet Ansiklopedisi’nin bu bölümünün Bakü1990 tarihli yeniden basımından F. Akhundov’un
Rusça’dan İngilizce’ye ve İsmet Tekerek’in de
İngilizce’den Türkçe’ye yaptığı çeviri. Bu çeviri için
“www.e-hayalet.net” adresinde bakılabilir.
5) Dergimizde yayınladığımız kendi çevirimiz.
Bunlar dışında başkasının çevirisi var mı diye özel
bir araştırma yapmayı da gereksiz bulduk.
Bu beş çevirinin ilk üçü bir, son ikisi de bir çeviri
olarak birbirinden ayrılabilir. Dördüncü sırada saydığımız İsmet Tekerek tarafından yapılan çeviri, kullanılan dil, cümle kuruluşları farklı olsa da, birbirinden bağımsız çevrilse de, dergimizde yayınladığımız
çeviri ile genelde aynıdır. Bu nedenle de son cümleyi,
Rusça’dan Almanca’ya çeviren arkadaşın gözden kaçırmış olma olasılığını hesaplayarak kendi çevirimize
ekledik.
11
✌
ÇARPITMALAR, SAHTEKARLIKLAR!
12
Karşılaştırmayı, Kaynak Yayınları tarafından yayınlanan “Tarihten Güncelliğe Ermeni Sorunu, Tahliller
– Belgeler –Kararlar” adlı kitaptaki çeviri ile (Bunu
kısaca KY olarak belirteceğiz.) kendi çevirimiz temelinde yapıyoruz.
Çevirideki sahtekarlığa geçmeden önce iki noktaya dikkat çekelim. Birincisi, Kaynak Yayınları’nın
bu kitabında Doğu Perinçek’in “Sovyet Belgeleriyle Emperyalizm ve Ermeni Sorunu” başlıklı (s. 1370) bir yazısı var. Bu yazıda Doğu Perinçek Sovyet
Ansiklopedisi’ne değinirken şu tespiti yapmaktadır:
“...Ansiklopedi’ye V. Gurko ve Krvajin adlı bilim
adamlarının yazdıkları ‘Ermeni sorunu’ maddesinden alıntılarla, tarihsel gerçekler şöyle özetlenebilir:”
(abç.) (s.15)
Kitabın 140. sayfasını açtığınızda “V. GurkoKrvajin”in bir kişi olduğu görülür. Yani Doğu efendi
bilerek “V. Gurko ve Krvajin gibi bilim adamları”ndan
bahsetmekte ve bu sahtekarlıkla okuyucuya olduğundan farklı bir durum lanse etmektedir.
Diğer nokta ise Sovyet Ansiklopedisi’nin bu maddesini yazan kişinin isminin yazılmasındaki karışıklıktır. Kaynak Yayınları bunu “V. Gurko-Krvajin”
olarak yazıyor. Dergimizin 147. sayısında kullandığımız www.ortakyasam.org’da ise “V.Gurko-Kryajin”
olarak yazılı. İsmet Tekerek’in ve bizim çeviride ise
yazarın adı “V. Gurko-Krjazhin”dir. Kuşkusuz ki
Rusça’dan yapılacak tercümede kimi isimlerin kullanımı ya da yazılımı farklı olabiliyor. Bu açıdan bakıl-
dığında bu farklılık önemli görünmüyor.
Fakat eğer siz meraklanıp da internette bu yazarı ararsanız karşınıza çıkacak olan bilgi ya da belge
farklı oluyor! Kaynak Yayınları’nın kullandığı biçimiyle “V. Gurko-Krvajin” diye yazarsanız karşınıza
“Aydınlıkçı”lar ve şürekasının kaynakları çıkmaktadır. Bu yüzden ismin farklı yazılımı da önemlidir.
Sayfa sırasına göre baktığımızda çarpıtmalar konusunda karşımıza aşağıdaki tablo çıkmaktadır.
Okurların alıntıları birbirinden rahat ayırabilmesi
için çarpıtmayı italik ve doğru olanı da bold olarak
yazıyoruz.
“Ne var ki, Doğu Anadolu’da yaşayan Ermeni çiftçilerin siyasal ve ekonomik durumları çok kötüydü.”
(KY, s. 141)
“Sadece Türkiye’nin doğusunda yaşayan Ermeni
köylüler – gerek siyasi gerekse ekonomik olarak –
kanlı baskının hüküm sürdüğü bir durumda idiler.”
(YDİÇ, sayı 157, s. 13)
Köylüler çiftçi olarak gösterilirken, “durumları
çok kötüydü” denerek de gerçekte Ermeni köylülerin “kanlı baskının hüküm sürdüğü bir durumda”
oldukları gerçeğinin üzeri örtülmektedir. Bu çarpıtma basit görülebilir. Ama resmi ideolojinin Osmanlı/
Türk devletinin Ermenilere sürekli iyi davrandığı,
baskı altına almadığı teranesine uygun bir tablonun
sunulması gerekiyor ki, soykırımın “sözde” ve “yalan” olduğuna kitleler inandırılsın. Bu yüzden de çarpıtmaların veya aktarılmayan pasajların hemen hepsi
de Ermenilere yönelik baskı ve katliamdan bahsedilen yerlerdir. Katliamlardan bahsedildiği yerlerde de
Türkler değil Kürtler sözkonusudur.
Sayfa 142’de Kürt feodalitesinin Doğu Anadolu’da
gelişmesinin Osmanlı yönetimi tarafından anlatıldığı yerde: “Türk hükümeti, Kürt aşiretleri üzerindeki etkisini artırmak için bu sürece göz yumdu ve
bu toprakları aşiret reislerinin mülkiyetine verdi.
Yani Doğu Anadolu’da Kürt feodalitesinin gelişmesini sağladı. Bu süreçten sonra, Kürtler ile Ermeniler
arasındaki kanlı kavgalar, kan davasına, katliamlara
dönüştü.” (KY, s. 142)
Burada Türk hükümetinin Kürt aşiretlerinin Ermenilere yönelik saldırılara “göz yumdu”ğu söylenirken, devletin sorumluluğu yumuşatılıyor, gerçekte
ise Kürt aşiretlerinin Ermenilere karşı “kışkırtıldığı”
ve “Türk hükümeti”nin, “bu süreci her tarzda teşvik
etti”ği olgusunun üzeri örtülüyor. Bunun üzerini sağlam biçimde örtebilmek için de:
“Bu bağlamda onların dini fanatizmini de kulla-
narak, Kürtleri Ermenilere karşı her tarzda kışkırttı. Böylece önceleri münferit olaylar olan Ermenilere
karşı şiddet faaliyetleri, şimdiye kadar görülmemiş
bir kitlesel nitelikte vahşete dönüştü.” (YDİÇ, sayı
157, s.14) tespitinin birinci cümlesi yok gösteriliyor,
ikincisi ise çarpıtılıyor.
Dergimizin 147. sayısında (sayfa 40) 1870 yılına
kadar Osmanlı/ Türk devletinin Ermenilere yönelik
olumlu davrandığı yönlü tespiti eleştirmiştik ve 1870
yılından önceki dönemde Ermenilere yönelik baskılara dikkat çekmiştik. Bu eleştirimiz –verdiğimiz
örnekler ve itirazımız doğru olsa da- eksik ve çarpıtılmış çeviriye dayandığından bu haliyle yanlıştır ve
geri çekiyoruz.
“Ermeni burjuvazisinin bu tutumu, Türk
Hükümeti’nin 1870 yılına kadar süren olumlu yaklaşımını tersine çevirdi.” (KY, s. 142)
Sözkonusu edilen olumlu tavır genelde Ermenile-
larda geniş çapta oldu. ‘Büyük Ermenistan’ın temelini
oluşturan çiftçilerin kırımından sonra, Ermeni burjuvazisi şansını büsbütün kaybetti ve silahlı terör eylemlerine başladı.” (KY, s. 143)
Çarpıtılmamış hali ise şöyledir:
“Tehlikeyi bertaraf etmenin en basit ve en gerçeğe
sadık aracı Sultan Abdülhamit tarafından şu kısa formülasyon ile ifade edildi: ‘Ermenilerin işini bitirerek
Ermeni sorununu halletmek.’ 1890’lı yıllarda Türk
Ermenistan’ı için – dış siyasi zorluklar çıkmasın diyeadım adım ve fakat sürekli olarak uygulanan Ermeni
nüfusun kökünün Kürtler tarafından kazınması siyaseti başlar. Bunun için düzensiz Kürt Süvari birlikleri
olarak Hamidiye alayları – görünürde Rusya ile sınırları savunmak, aslında ise her şeyden önce Ermeni
kıyımları için – kurulur.
Büyük güçlerin yardımı konusunda hayal kırıklığına uğrayan ve her şeyden önce “Büyük Ermenistan”ın
✌
halkların kardeşliği için
halkların kardeşliği için
olabiliriz.
Çevirileri karşılaştırmada dergimizin 147. sayısındaki tavrımızda Sovyet Ansiklopedisi’nin 1926’daki
baskısına yönelttiğimiz eleştirilerin büyük bölümünün, esasında çevirinin çarpıtılmış olması olgusuna
dayandığını tespit etme durumunda kaldık. Elimizde
şimdi çarpıtılmamış çeviri var. Buna baktığımızda
çevirilerin farklılığından kaynaklanan ve buna bağlı
olarak Sovyet Ansiklopedisi’nin 1926’daki baskısına
yönelttiğimiz eleştirilerimizin Ansiklopedi bağlamında geçersiz ve eleştirilerin muhatabının çeviriyi
çarpıtanlar olduğunu burada açıklıyoruz. Bunların
somut olarak neler olduğuna aşağıda çarpıtmalara
değinirken de dikkat çekeceğiz. İlk bakışta ansiklopedinin birinci ve ikinci baskısı arasındaki esas
uyumsuzluk, katledilenler hakkında verilen rakamlardır. Bu da sorunun özünü değiştirmiyor!
Burada Türk hükümetinin Kürt aşiretlerinin Ermenilere
yönelik saldırılara “göz yumdu”ğu söylenirken, devletin
sorumluluğu yumuşatılıyor, gerçekte ise Kürt aşiretlerinin
Ermenilere karşı “kışkırtıldığı” ve “Türk hükümeti”nin, “bu
süreci her tarzda teşvik etti”ği olgusunun üzeri örtülüyor.
re yönelik değil, Ermeni burjuvazisine yöneliktir ve
bunun tarihi de 1870 değil, 1877’dir (Rus-Osmanlı
savaşı). Bu bir cümlelik alıntı aynı zamanda çevirinin nasıl kısaltılarak aktarıldığını da göstermektedir.
Doğrusu şöyledir:
“Bu pozisyon Türk hükümetinin Ermeni burjuvazisi ile ilişkisini kökten değiştirdi. Türk hükümeti
1877 Savaşına kadar Ermeni burjuvazisini takibat altında tutmadı; tersine hatta öne çıkan kimi devletsel
işlevleri ona verdi.” (YDİÇ, sayı 157, s.14)
Sayfa 143’te İngiltere, Rusya ve Osmanlı arasındaki
hesaplar dile getirilip sonuçta İngiltere’nin Ermenileri “Türk Hükümeti’nin ‘himayesine’ verdi”ği tespit
edilmektedir. Bu tespitten sonra şunlar söylenmektedir:
“Ve Türkiye Ermenileri için zor günler böyle başladı.
Kürtler sürekli olarak Doğu Anadolu’da Ermeniler’i
katletmeye başladılar. Özellikle bu kırım, 1890’lı yıl-
tabanını oluşturacağını düşledikleri köylü kitlelerin fiziksel olarak imha edilmesi olgusu karşısında
ümitsizliğe düşen Ermeni burjuvazisi, bu durumda
hükümet terörüne karşı silahlı mücadeleye sarıldı.”
(YDİÇ, sayı 157, s.15)
KY’nın alıntısında dikkat çeken üç nokta var: a)
Kürtlerin devletten bağımsız, kendi başına davranarak Ermenileri katlettiği, b) Buna bağlı olarak devletin sorumluluğunun gizlenmesi ve c) Ermeni burjuvazisinin gerçekte “hükümet terörüne” karşı silahlı
mücadeleye sarıldığı ve bunun da meşru olduğunun
üzerinin örtülmesi.
Yine sayfa 143’te “1890’lı yılların sonunda Hınçak
Partisi sahneden çekiliyor ve Ermenilerin biricik partisi Taşnaksütyun oluyordu. Ermenilerin gerilla hareketine Türk Hükümetin’nin cevabı çok sert oldu.”
tespiti yapılmaktadır. Dergimizin 147. sayısında bu
konuda şunu söylemiştik:
13
✌
Abdülhamit döneminden Jön Türkler dönemine
geçerken: “1908’de devrim oldu, fakat Ermenilerin
durumu hiç değişmedi. Ermeni siyasal çevreleri yeniden yön değiştirerek, tekrar ilk yöneldikleri Rusya’ya
yöneldiler.” (KY, s. 144) tespiti yapılıyor ve bu arada
1909 katliamının anlatıldığı bölüm yok sayılıyor.
“Devlet darbesi 1908’de gerçekleşti; ama bu darbe
Taşnakların beklediği değişiklikleri beraberinde getirmedi: Bu yeni rejimin yönetiminde Ermenilerin
durumu her halükârda hiç de iyileşmedi: 1909’da
Kilikya’da 20.000’den fazla Ermeninin mağdur olduğu yeni bir katliam gerçekleşti; Jöntürk hükümeti faillere sadece hafif cezalar verdi. Bu bağlamda Ermeni
siyasi çevreleri yeniden yönelimlerini değiştirdiler ve
ilk dayanak noktalarına – Rusya’ya yeniden yöneldiler.” (YDİÇ, sayı 157, s.16)
Sadece katliamı değil Ermenilerin Osmanlı tarafından ezildiğinin üzeri de örtülmeye çalışılmaktadır.
Bunun için de:
“Rus diplomatları 1913’de örgütlü Ermeni burjuvazisi ile bir anlaşma yaparlar; “ezilen Ermenilerin
savunulması için” açıkça tavır alırlar ve doğu vilayetlerindeki reformların yapılmasını talep ederler.”
(YDİÇ, sayı 157, s. 16) tespitindeki “ezilen Ermenilerin savunulması için açıkça tavır alırlar” bölümü yok
sayılarak bu cümle şu hale dönüştürülmektedir:
“1913’te Rus diplomatları, örgütlenmiş Ermeni burjuvazisiyle anlaşma yaparak, Türkiye’den Doğu vilayetlerinde reform yapmalarını talep ettiler.” (KY, s.
144)
Burada da en basit halde Ermenilerin ezilen kesim
olduğu gerçeğinin üzeri örtülmeye çalışılmaktadır.
Sözkonusu edilen reformlar için Osmanlı/ Türk hükümeti “26.01.1914’de Türk hükümeti, Almanya tarafından desteklenen ısrarlı direnişinden sonra, reformlar öngören bir anlaşmayı imzalamak zorunda
kalır.” (YDİÇ, sayı 157, s. 16)
Bu anlaşmaya bağlı olarak şu tespit yapılmaktadır:
“Rusya’nın bu girişimi, 1. Dünya Savaşı’nın başlaması nedeniyle Ermeniler’in durumunu daha da
zorlaştırdı. Oysa Ermeniler ‘Büyük Ermenistan’ sloganını unutmamışlardı. Ve Türk ordusundan kaçan
askerlerden gönüllü çeteler kurmaya başladılar. Bu
çeteler, açıkça Türk Hükümeti’ne karşı eylemlere geçtiler, ancak bir şey elde edemediler.” (KY, s. 144)
Buradaki esas sahtekarlık, “Büyük Ermenistan”
sloganının ve Türk ordusundan kaçan askerlerden
gönüllü çetelerin kurulmasının tüm Ermenilere mal
edilmesidir. Böylece bir kesim Ermeninin –somutta
Taşnakyutyun’un (Taşnakların)- siyaseti tüm Ermenilerin siyaseti gibi gösterilmektedir. Soykırım da
esasında bu yaklaşım temelinde – yani tüm Ermenilerin suçlanması temelinde- gerçekleştirilmiştir.
Çarpıtılmamış çeviriye göre sözkonusu olan durum
şöyledir:
“Bu anlaşmadan kısa bir süre sonra patlak veren
dünya savaşı zamanında, Rusya’nın bu müdahalesi
ertesinde, Taşnakzutyuncular (Taşnak Partisi taraftarları ÇN) dünya savaşının başlamasıyla yeniden bir
“Büyük Ermenistan” şiarından söz etmeye başladılar.
Onlar bununla kalmayıp, aynı zamanda her şeyden
önce askerden firar eden Türk Ermenilerden oluşan
gönüllü birlikleri kurmaya geçtiler. Böylece Ermenilerin durumu çok daha karmaşıklaştı.” (YDİÇ, sayı
157, s. 16)
Bu alıntıların hemen devamı soykırım dönemini
anlatmaktadır. KY tarafından aktarılmayan ve yok
sayılan, Ermenilerin planlı ve genel imhasını ortaya
koyan tespit şöyledir:
“Türk hükümeti buna, en sert zulüm ile cevap
altında” tamamlandığı vb. olgular atlanarak “Bu savaş
nedeniyle Ermeni ulusu”nun “Doğu Anadolu’yu “terk
etmek zorunda” kaldığının söylenmesi, açıkça soykırım gerçeğinin gizlenmesi çabasıdır. Bu, o dönemde
soykırım kavramının kullanılmadığı olgusu bilindiğinde ve soykırımın en belirleyici yanının “planlı ve
genel imha” olduğu gözönüne alındığında, “Aydınlıkçılar” şürekasının tavrı ve çabası çok daha açık ortaya
çıkmaktadır. KY’nin çevirisine göre savaşı çıkaran,
“Büyük Ermenistan” sloganını unutmayan ve asker
kaçaklarından gönüllü çeteler kuran ve de “Türk Hükümetine karşı eylemlere geçen “Ermeniler”in kendileri “suçludur”! “Bu savaş nedeniyle” tespiti de bu
sahtekarlık için yapılmaktadır. İnce ama ustaca bir
sahtekarlık! Soykırımın inkarı için her tür sahtekarlık mübahtır! KY bu sahtekarlığı yaparken rakamları
değiştirmemektedir. Bu da esasında soykırımda 1,5
Milyon insanın katledildiği tespitine karşı kullanılabilecek bir rakam olduğundan dolayıdır. Rakamlar
değiştirilmiyor ama “Türk Ermenistan”nın Ermenisiz kaldığı tespiti yok ediliyor.
✌
halkların kardeşliği için
halkların kardeşliği için
14
“Bu alıntıda göze çarpanlar arasındaki en önemli
noktaların başında, Abdülhamit yönetiminin Ermenilere yönelik katliamlarının dile getirilmemesi ve
sadece ‘Türk Hükümeti’nin yanıtı sert oldu’ tespitiyle
sorunun geçiştirilmesi gelmektedir.” (sayfa 41)
Bu eleştirimiz de haklıydı, ama eleştirinin kendisinin Sovyet Ansiklopedisi’ne değil çarpıtılmış çeviriye
olduğunu, doğru çeviriye baktığımızda gördük.
“Ermenilerin
gerilla
hareketine
Türk
Hükümetin’nin cevabı çok sert oldu.” (KY, s.143) diye
çevirilen tek cümle doğru çeviride şöyledir:
“Ayaklanma mücadelesi doğal olarak yerel mekânda
durumu daha da keskinleştirdi ve Türk hükümetinin
‘kökünü kurutma politikası’ için elini rahatlattı. İngiltere Mısır’ı işgal ettikten sonra Nil Vadisi’nin fethi
için Sultan Abdülhamit’ten onay alamayınca, Ermenileri ‘hatırladı’ ve onları Sultan’a karşı tehdit olarak
kullanmaya çalıştı. Bu durumda Türk hükümeti ‘ihtiyat önlemleri’ almaya girişti ve Ermenilerin kitlesel
olarak giderek köklerinin kurutulması aşamasına
geçti. Sultan bunu alaycı bir şekilde ‘nüfusun azaltılması’ olarak adlandırdı. 1894’de hükümet Ermenilere karşı Sasun’da 24 köyün imha edildiği bir katliam
örgütledi. 1896’da Anadolu’nun hemen hemen tüm
bölgelerinde katliamlar vardı. 8000 kadar köy tahrip edildi, yaklaşık 50.000 insan katledildi; 100.000
kadarı ağır yaralandı; 300.000’i yerinden yurdundan edildi ve büyük bir sayısı Rusya’ya göç etti.
Konstantinopel’de elçilerin müdahalesi bile 6000 Ermeninin hayatını kaybettiği bir katliama sebep oldu.”
(YDİÇ, sayı 157, s.15)
Bu
dönemin
ifade
edilmesinde
Sovyet
Ansiklopedisi’nin 1926 baskısı ile 1950 baskısı arasında özde bir fark yoktur. Farklılık yukarıda da dikkat çektiğimiz gibi katledilenlerin sayısı hakkındaki
verilerdir.
Çarpıtmanın, sahtekarlığın değerlendirilmesi için
özel bir yoruma gerek yoktur burada.
Bu alıntının hemen devamındaki paragraf özetle üç
cümleye dönüştürülmüş ve Osmanlı’nın katliamlarının üzerini örtmek için:
“Bağdat Demiryolu imtiyazları ile uğraşan Almanya ise katliamları protesto etmemekle kalmadı, aynı
zamanda hatta İmparator II. Wilhelm’in şahsında
Abdulhamit’in “başkaldıran tebaa”ya karşı politikasını üstüne basa basa onayladı.” (YDİÇ, sayı 157, s.15)
tespiti şöyle çevirilmektedir:
“Almanya ise, o sıra, bu sorunlarda açıkça Sultan
Abdülhamit’in siyasetini destekliyordu.” (KY, s. 143)
Buradaki esas sahtekarlık, “Büyük Ermenistan” sloganının ve Türk
ordusundan kaçan askerlerden gönüllü çetelerin kurulmasının tüm
Ermenilere mal edilmesidir. Böylece bir kesim Ermeninin –somutta
Taşnakyutyun’un (Taşnakların)- siyaseti tüm Ermenilerin siyaseti
gibi gösterilmektedir.
verdi. Rus askeri birlikleri Türk cephesinde başarı kazandıklarında ise Türk hükümeti Ermenilerin
planlı ve genel imhasına girişti. Bu, güvenilmez Ermeni nüfusun savaş çatışmalarının sürdüğü bölgeden
Mezopotamya’ya tehcir edilmesi (göç ettirilmesi ÇN)
örtüsü altında tamamlandı. Gerçekte pratikte olan
ise örgütlü, olağanüstü derecede vahşi bir kırımdı.”
(YDİÇ, sayı 157, s.?)
KY yukarıdaki alıntının devamında çeviriyi şöyle
sürdürmektedir:
“Bu savaş nedeniyle Ermeni ulusu, Doğu Anadolu’yu
terk etmek zorunda kaldı. Bu savaşta 300 bin kişi öldürüldü. 300 bin kişi Mezopotamya yollarında öldü.
200 bin kişi Rusya’ya kaçtı, 400 bin kişi ise İslamı kabul etti.” (KY, s.144)
“Türk hükümeti”nin “Ermenilerin planlı ve genel
imhasına girişti”ği ve bunun “tehcir edilmesi örtüsü
“Sonuçta yaklaşık 300.000 kişi katledildi, bir o
kadarı da Mezopotamya yolunda yaşamını yitirdi;
200.000’i Rusya’ya kaçtı ve yaklaşık 400.000’i İslam
dinine geçerek hayatlarını kurtardılar. Bu korkunç
vahşetten sonra Türk Ermenistan’ı pratikte Ermenisiz bir hale geldi.” (YDİÇ, sayı 157, s. 16)
Sayfa 145’te Ekim Devrimi’nden sonra Transkafkasya’daki gelişmeler anlatılırken yapılan çeviri şöyledir:
“1917 Ekim Devrimi’nden sonra üç cumhuriyeti
birleştiren Transkafkasya Birliği kuruldu. Yeniden
Ermeni-Türk çatışmaları başladı. Bu çatışmaların
sonunda, Transkafkasya Birliği dağılıp üç cumhuriyetin ortaya çıkmasından sonra, Ermenistan, Konstantinapolis Anlaşması’nın ardından, 1918 yılının
Haziran ayında Türkiye’nin tüm taleplerini kabul
etmişti.” (KY, s. 145)
Çarpıtılmamış hali ise şöyledir:
15
✌
Fransa’nın tavrı aktarılmaktadır. Sabrınıza sığınarak
bu alıntıyı da karşılaştıralım:
“Aynı işi Fransızlar 1919’da işgal ettikleri Kilikya’da
yaşayan Ermenilere yaptılar. Fransızlar Ermeniler’e
işgal ettikleri topraklarda devlet kurdurmak vaadinde
bulunmuşlardı. Bu vaatle Ermeniler, Kilikya’da yaşayan Müslüman nüfusa karşı harekete geçtiler. Ankara
Hükümeti 1920’de Kilikya’ya daimi ordu gönderdi ve
bu ordular Fransızları deniz kıyısına kadar sıkıştırdı. Bunun sonucunda Fransızlar Türkiye’yle barış
görüşmelerine başladılar. 1921’de Fransa Türkiye’yle
barış anlaşması yaptı. Bu anlaşmaya göre, Fransızlar Kilikya’dan vazgeçtiler. Ermeniler tekrar yalnız
kaldılar. Sonuçta Kilikya’yı terk ettiler; Suriye’ye,
Kıbrıs’a, Mısır’a kaçtılar.” (KY, s. 146-147)
Ermenilere yönelik “katliamlar”ın 1921’deki TürkFransız anlaşması sonrasında da sürdüğünün bilince
çıkarılması, soykırımın değişik biçimlerde ne zamana
kadar sürdürüldüğü tartışması için önemlidir.
16
sayı 157, s. 17)
Burada Türklerin fetihçi olduğu, bunun için “uygun anı” beklediği ve “Ermenistan”ın “Türk askeri
birliklerinin keyfiliğine terk” edildiği olguları, soykırım tarışmaları bağlamında önemli olduğundan ve
resmi ideolojinin inkarcı yaklaşımına ters geldiğinden “Aydınlıkçılar” bunu kamuoyundan gizlemeye
çalışıyor.
Bu yaklaşım temelinde aşağıdaki pasaj da yok sayılanlar içinde yerini almaktadır:
“Taşnakçı Çetniklerin (çetelerin) üslerinin bulunduğu Karabağ’daki çatışma çok şiddetliydi:
Karabağ’lı Ermenileri tamamıyla imha edilmekten sadece Mussavatçı iktidarın alaşağı olması ve
27.04.1920’de Bakü’nün Sovyetleştirilmesi kurtardı.”
(YDİÇ, sayı 157, s. 17)
Bunun yerinde sadece “Asıl şiddetli savaş,
Karabağ’da sürüyordu” (KY, s. 146) tespiti yapılmaktadır.
Devamında Milletler Cemiyeti’nin ve ABD başkanı Wilson’ın tavırları, gelişmeler aktarıldıktan sonra
Bu alıntıyı şimdi aktaracağımız çarpıtılmamış çeviriyle karşılaştırıp neyin KY’nin çevirisinde olmadığını bulmayı siz okurlarımıza bırakıyoruz:
“Fransız hükümeti, kendileri tarafından 1919’da
işgal edilen Kilikya Ermenilerine aynısını yaptı. Bu
verimli alan 11. – 14. yüzyıllar arasında küçük Ermeni Çarlık İmparatorluğunu oluşturuyordu ve Ermeni nüfusun çekirdeği (nüfusun yaklaşık % 33’ü) bu
alanda yaşıyordu. 1915 kıyımlarından sonra ilticacı
akımın da hızla artmasıyla nüfus daha da çoğalmıştı. Türk milliyetçilerin Fransızlara karşı savaş çatışmaları başladığında, Fransızlar Ermenilere kendi
himayeleri altında bağımsız bir Ermenistan devleti
vaat ettiler ve onları baş kaldıran Müslüman nüfusa karşı cezalandırma eylemleriyle görevlendirdiler.
1920’de Ankara hükümeti, düzenli askeri birliklerini
Kilikya’ya yolladı. Fransızlar deniz yönüne geri çekilmeye zorlandı ve bir dizi Ermeni köyleri darmadağın
edildi, yaklaşık 16.000 Ermeni katledildi. Ümitsizliğe itilen Ermeni nüfusu, verilen sözler temelinde
Fransa’nın himayesinde bağımsız bir cumhuriyet ilan
etti; hükümet organları ve yaklaşık 10.000 kişilik bir
“Ermeni kendini savunma lejyonu” kurdu. Bir dizi
askeri çatışmadan sonra Fransızlar deniz yoluyla
bu kez sonal olarak kaçtılar ve Türkiye ile barış görüşmelerine giriştiler. Kendi kaderlerine terk edilen
Ermeniler kendi kalelerinde (Hadzina ve Zeytuna)
Türkler tarafından kuşatıldılar ve inatçı direnişten
sonra tamamen imha edildiler. Onlardan 20.000’i yaşamlarını yitirdiler. 1921’de Fransa Türkiye ile barış
anlaşması yaptı; buna göre onlar (Fransızlar – ÇN)
Kilikya’dan vazgeçmeye karar verdiler. Bundan sonra ancak müttefiklerin Konstantinopel’i nihai olarak
alma tehdidi ile son bulan Ermeni katliamları yeniden başladı. Ermeni nüfusun ancak salt acınacak geride kalanları Suriye’ye, Kıbrıs’a ve Mısır’a kaçtılar.”
(YDİÇ, sayı 157, s. 17-18)
Ermenilere yönelik “katliamlar”ın 1921’deki TürkFransız anlaşması sonrasında da sürdüğünün bilince
çıkarılması, soykırımın değişik biçimlerde ne zamana kadar sürdürüldüğü tartışması için önemlidir.
Taşnaklar yönetiminde Müslüman nüfusa karşı
gerçekleştirilen katliam(lar)a “Türkler”in yanıtı anlatılırken de (sayfa 147) “Türkler yolları üzerindeki
bütün Ermeni nüfusu istisnasız imha ettiler” (YDİÇ,
sayı 157, s. 18) tespiti, çeviride yok edilmiştir.
KY çevirisi “Batı Avrupa emperyalistleri tarafından Lozan Konferansı’nda Ermeni sorunu yeniden
gündeme getirildi, ancak başarılı olamadılar.” (KY,
s. 147) dendiği yerde bitiyor. Böylece devamındaki
bölümün tümü yok sayılıyor. Aktarılmayan yerde
gerçekten Lozan’dan bahsedilmektedir. Ama yine
de kendilerinin ifadesini çeviri olarak okurlara sunmaları sahtekarlıktır. Sözkonusu aktarılmayan ve bu
sorunun Lozan gündeminden düştüğü belirtilen yerin devamında, Lozan Konferansı ertesindeki durum
şöyle ifade edilmektedir:
“Ve akabindeki sürede Batı Avrupalı güçler Ermeni nüfusun son geride kalanlarının Kilikya’ya komşu (Mardin, Antep, Urfa ve diğerleri) bölgelerde nasıl
imha edilip defedildiklerine tam bir serinkanlılıkla
şahit oldular.” (YDİÇ, sayı 157, s. 19)
KY’nin çevirisinde aktarılmayan bölümde, özellikle Sovyet Rusya’nın o dönemdeki tavrını özetleyen şu
paragrafla karşılaştırmamızı sonlandıralım:
“Ermenilere tek gerçek yardımı Sovyet Rusya gösterdi. 27.01.1923’de Çiçerin yoldaş, Rusya ve Ukrayna hükümetlerinin sınırın öteki tarafında bulunan
büyük bir sayıdaki Ermeni mültecilerini kendi topraklarında yerleştirmek niyetinde olduklarını Lozan
Konferansı’na bildirdi. Çiçerin yoldaş, Sovyet delegasyonunun tartışmadan dışlandığından Ermeni
sorununun bu konferansta lâyık bir tarzda çözülebilmesinin uygun olmadığı üzerine bütünüyle haklı
olarak dikkat çekti. Çiçerin’in mektubu hududun öte
tarafındaki Ermeni çevrelerinde son derece canlı bir
yankı buldu: Bir dizi siyasi ve hayırsever dernek ve
partiler Sovyet hükümetine şükranlarını ifade ettiler
ve Rus önerisinin gerçekleşmesi için kendi planlarını
bildirdiler.” (YDİÇ, sayı 157, s. 19)
Büyük Sovyet Ansiklopedisi’nde “Ermeni Sorunu”
maddesinin karşılaştırılması tartışmasında okurlarımızın dergimizin 147. sayısındaki yazımıza bakmaları ve “Dikkat edilmesi gereken kimi noktalar” ara
başlıklı bölümde dikkat çekilen noktaları gözönüne
almalarını tavsiye ediyoruz. Bu karşılaştırma temelinde varsa eleştiri ve önerilerinizi yazılı olarak iletmenizi, tartışmaya katkıda bulunmanızı bekliyoruz.
Bu tartışma en azından iki açıdan önemlidir: Birincisi, soykırımın tarihi bir gerçeklik olduğu olgusunu
reddetmek için Sovyetler Birliği’nin tavrının kullanılmasına karşı mücadele vermek için; ikincisi ise
milliyetçi ve sosyalizm karşıtı tavırlar temelinde kimi
Ermeni kesimlerin genel olarak Sovyetler Birliği’nde
“soykırım hakkında konuşmanın yasaklandığı” yönlü eleştirilere yanıt verebilmek, milliyetçi yaklaşımlarla mücadele etmek ve eğer yapılan bir yanlış varsa
bunu ortaya çıkarıp düzeltmek için.
Sosyalizm için mücadelede tüm konularda olduğu
gibi bu konuda da daha yapılacak çok işimiz var! Bu
konuda mücadelemizin merkezine egemenlerin soykırımı inkar ve Ermenilere karşı düşmanlığı körüklemeye, Türk şovenizmine karşı mücadeleyi koyarken, kimi Ermenilerin Sovyetler Birliği’ne milliyetçi
temelde getirdiği eleştirilere karşı da tavır takınma
görevine sahip olduğumuzu bilinçte tutmamız gerekiyor.
Ansiklopedinin bu karşılaştırması esasında Kaynak Yayınları’nın “Ermeni Belgeleriyle Ermeni Soykırımı Yalanı” dizisi ile de uğraşmanın bir ön adımıdır.
Bu örnek bize yapılan çevirilerde çarpıtmalar yapıldığını, sözkonusu kitapların da –özellikle soykırımın
tarihi gerçeklik olduğunu gösteren yerlerin, tespitlerin- çarpıtıldığından yola çıkılması gerektiğini göstermektedir. Bu konuda da eleştiri ve önerilerinizi,
katkılarınızı bekliyoruz.
24 Haziran 2012 ✓
✌
halkların kardeşliği için
halkların kardeşliği için
“Ekim Devrimi’nden sonra Osakom yerine devlet
organı haline gelen Trans Kafkasya Seymi (meclisi), doğal olarak uygun anı toprak fetihleri için kullanmak isteyen Türklerin saldırılarına karşı, Trans
Kafkasya cephesinin korunmasının tüm yükünü
pratikte Ermenistan’ın üzerine yıktı. Ermenistan’ın
sınırda yaşayan nüfusu - özellikle Kars ve Erivan ve
de Azerbaycan bölgelerindeki Ermeni nüfusu - askeri
birliklerin tekrarlanan saldırılarında ağır kayıplara
uğradı. 1918’de Trans Kafkasya’nın Gürcü, Azerbaycan ve Ermeni Cumhuriyetleri şeklinde üç devlet
bünyesine parçalanması sırasında, Ermenistan Türk
askeri birliklerinin keyfiliğine terk edilmişti ve Haziran 1918’de Konstantinopel anlaşmasıyla Türkiye’nin
tüm taleplerini kabul etmeye zorlanmıştı.” (YDİÇ,
17
Yürüyen kürtaj tartışması ile ilgili Evrim Solmaz arkadaşımızın “Kürtaj haktırYasaklanamaz!” başlıklı yazısını yayınlıyoruz. Yazıyı genel itibari ile doğru
bulmak ile birlikte Sovyetler Birliği deneyiminin değerlendirildiği yerde, yapılan
değerlendirmenin bugüne kadar savunduğumuz değerlendirme ile çeliştiğini
düşünüyoruz. Okurlarımıza Evrim Solmaz arkadaşımızın değerlendirmesi
ile “Rusya’da 1917 Sosyalist Ekim Devrimi ve Kadınların Kurtuluşu, cilt 1”,
kitabında “Sovyet devletinin sosyalist nüfus politikası” bölümü, sf. 356 ve
devamında yapılan değerlendirmeyi karşılaştırmalarını öneriyoruz. Konu
hakkında değerlendirmemizi gelecek sayımızda yayınlayacağız. Okurlarımızı
da konu hakkında tartışmaya katılmaya çağırıyoruz. YDİ ÇAĞRI
B
18
aşbakan Erdoğan’ın verdiği startla Türkiye toplumu kürtajı tartışıyor. Daha doğrusu kürtajla
birlikte onunla alakalı-alakasız ne kadar konu varsa
hepsi iç içe tartışılıyor. Bu arada da muhafazakar, sosyal-demokrat, milliyetçi, dinci ve daha hangi renkten
ve etiketten olursa olsun binlerce yıllık erkek egemen
ideolojinin en köhne, en basmakalıp anlayış ve önyargıları (en unutulmuşları bile) çıkarılıp yeniden kullanılıyor.
Çıkarılmak istenen yasanın ne olduğu, hangi yasak
ve sınırlamaları beraberinde getireceğini henüz bilmiyoruz. Fakat Başbakan’ın “her kürtaj bir cinayettir!”
açıklamasıyla, getirilmek istenen yasanın rengi belli
olmuş, bunun her ihtimalde kürtaj hakkına bir saldırı olacağı, yeni sınırlama ve darlaştırmalar getireceği
anlaşılmıştır. Hele hele, hükümetin bazı sözcülerinin
açıklamalarında dile geldiği gibi, kürtaja ancak gebeliğin 4. haftasına kadar izin verilebileceği yönündeki
düşünceler gerçekten yasalaşırsa, bu kürtajın bilfiil
yasaklanması anlamına gelecektir. (Andaki 10 hafta
sınırını 8 haftaya indirme de gündemde...)
Kaldı ki, çıkarılmak istenen yasayla olsa olsa kür-
Gebeliğin bu ilk on haftası içinde kürtaj yaptırmak
isteyen kadının herhangi bir gerekçe, rapor vb. gösterme zorunluluğu olmaksızın salt isteğini belirtmesi
yeterli olmaktadır. Fakat, vazgeçilmez bir koşul olarak kürtaj, evli kadınlarda kocasının ve 18 yaşından
küçüklerde anne-babanın rızası aranmaktadır. Ki,
bu uygulama, özelde kocalarından ayrılma sürecinde
olan kadınları ve ailenin ve çevresinin tepkilerinden,
şiddet ve dışlanmadan korkan reşit olmayan kadınları daha da mağdur etmektedir.
veren “Aile planlaması programları” uygulamalarının yanı sıra, 1965 yılında 557 sayılı Nüfus Planlaması Hakkında Kanun ve buna bağlı yönetmelikle
birlikte kürtajı, “ırk aleyhine işlenmiş bir suç” olmaktan çıkartmış ve annenin yaşamının tehlikede olduğu hangi durumlarda kürtaja başvurulabileceğini bir
listeyle belirlemiştir.
Üçüncü dönem: Bunu daha sonraları, 1983 yılındaki yasal düzenlemeyle kürtajın kısmen serbest bırakıldığı dönem izlemektedir. Günümüze kadar yürürlükte olan söz konusu yasa ve yönetmeliklerle kürtaj,
TC tarihinde ilk kez tıbbi zorunluluk aranmaksızın
gebeliğin ilk on haftası içinde serbest bırakılmıştır. (Kürtajın kısmen serbest olduğu ülkelerde bu
süre genellikle 12 ile 14 hafta olarak belirlenmiştir.)
Bunun ötesinde yasal düzenlemede kadının tecavüz yoluyla gebe bırakıldığı durumlarda 20. haftaya
dek gebeliğin sonlandırılmasının yolu açık bırakılmıştır. (1)
yeni kadın dünyası
yeni kadın dünyası
Kürtaj haktır Yasaklanamaz!
biçimdeki kesin kürtaj yasağı 1965 yılına kadar uygulamada kalmıştır.
İkinci dönem: 1960’lı yıllardan bu yana dünya
çapında “gelişmekte olan ülkelerde” (siz emperyalizme bağımlı ülkeler diye okuyun!) nüfusun azaltılması nüfus politikasında baş hedef haline gelmiş
ve IMF ve Dünya Bankası bağımlı ülkelere kredi verirken şartlardan biri olarak çokça “Aile Planlaması
Programları”nın uygulanmasını dayatmıştır. Bu sürece uygun olarak T.C. de, doğum kontrolüne öncelik
taja yeni sınırlama ve darlaştırmalar getirilecektir
diyoruz, çünkü andaki kürtaj yasası da, örneğin evli
kadınların kürtaj için kocasının iznini ve imzasını
almasını buyuran erkek egemen zihniyet üzerinde
yükselmektedir.
TC tarihinde kürtaj
TC’nin kuruluşundan bu yana kürtaj ile ilgili yasalar
üç ayrı dönemde kürtajın yasak olduğu bir durumdan şu andaki, gebeliğin ilk on haftası içinde kürtajın
kısmen serbest olduğu duruma evrimlenmiştir.
Birinci dönem: Nüfus artışının hedeflendiği TC’nin
ilk kurulduğu yıllarda gebeliğin sonlandırılması (düşük/kürtaj) hangi nedenle ve yöntemle olursa olsun
kesinlikle yasaklanıyordu. Konulan yasak salt düşükle sınırlı kalmıyor, gebeliği önleyici tedbirler de
yasaklanıyordu. “Çocuk yapmaya mani fiil ve hareketlerin işlenmesi için propaganda yapılması” da eski
TCK’nın yasaklarındandı. Genç TC devletinin nüfusu artırma azmi bilindiği üzere marşlara dahi yansıyordu: “Çıktık açık alınla, 10 yılda 15 Milyon...”) Bu
Kürtaj bir haktır - Yasaklanamaz!
Kürtaj, erkek egemen dünyada kadınların özlük haklarına ve bedenlerine yönelik en vahşisinden en incesine dek saldırılara karşı, kadınları bir parça olsun
korumaya yarayan bir haktır!
Bu hak, içinde yaşadığı erkek egemen toplumdan
dolayı, bir canlıyı dünyaya getirmeye psikolojik-tıbbi, ekonomik ve sosyal nedenlerle hazır olmayan bir
kadının elindeki son çıkış noktası anlamına gelen bir
19
Kadınlar neden kürtaja başvurur?
20
En yaygın nedenlere bir bakalım:
-Kadının yeterli sayıda çocuğu vardır (1, 2, 3, ya da
5, 6, 9..vs..kaç çocuğun yeter çocuk sayısı olarak görüldüğü her kadının kendi koşullarına ve yaşam anlayışına göre değişir) ve bir çocuğu daha kaldıracak
ne bünyesi ne de (aile) bütçesi vardır.
-Çalışan kadındır, yaşamak için çalışmak zorundadır, yeterli sayıda çocuğu vardır (ya da yoktur). Çocuk
bakımını örgütleyecek ne maddi gücü ne de sosyal
çevresi vardır.
- Meslek hayatını önemseyen kadındır, annelik ilk
tercihi değildir. Annelik nedeniyle mesleğinden uzak
kalmak istemiyordur. Çocuk andaki yaşam planına
uygun değildir.
- Kadın evli değildir ve gebe kalmıştır. Bu gebelik
hem kendisi ve hem de ailesi açısından bir felaket anlamına gelecektir.
- Kadın çocuk sahibi olmak istese de kocası, nişanlısı, sevgilisi kesinlikle çocuk istemediğini açıklamakta, çocuğu doğurursa terk edileceği tehdidini
savurmaktadır. Kadın tercihini çocuktan yana yapmayı göze alabilecek durumda değildir. (ilişkide bağımlılık)
- Çocuk sahibi olmak istemediği konusunda kararlı
olmasına karşın, kocası, nişanlısı, sevgilisi, yaşam arkadaşı kadının gebe kalma korku ve çekincesini hiçe
saydığı ve kadın istemediği halde onu kendi zevkini
tatmin için sevişmeye “ikna” ettiği, hatta zorladığı
için gebe kalmıştır.
- Kadın mutsuz ve şiddet dolu bir evlilik içindedir
(ki, bunun ülkelerimizdeki yaygınlığı ortadadır). Bu
evlilikten kendi canını ve çocuklarını kurtarmak peşindedir. Erkek kadının özgürleşme adımını bilinçli
olarak engellemek için kadını zor kullanarak gebe
bırakmıştır. Kadının canını ve dünyaya getirmiş olduğu çocukların canını kurtarma kaygısı vardır. Gebelik bu şartlarda onun için yeni bir felaket anlamına
gelmektedir.
- Kadın tecavüze uğramış, kendi arzusu ve iradesi
dışında gebe kalmıştır - ki bu yabancı bir erkeğin saldırısına uğramak şeklinde olabilir, ama birlikte yaşanılan kocanın ya da sevgilinin tecavüzü şeklinde de
olabilir.
- Bunun ötesinde kadının sağlığı olduğu kadar ceninin sağlığı da(genetik anomalinin söz konusu olması vs.) gebeliğin sonlandırılmasının nedenleri olabilmektedir.
- Psiko ve sosyal gerekçelerle kürtajı yasaklayan
ya da istisnalar çerçevesinde ele alan bir çok ülkede
dahi, “tıbbi nedenler”le kürtaja sınırlı izin verilmiştir
Bu anlamda çıkartılmak istenen yeni yasada da büyük ihtimalle buna yer verilecektir. Burada önemli
olan “tıbbi nedenler”in kapsamının hangi darlıkta ya
da genişlikte tutulduğudur.
Bunlar, kadınların kürtaja başvurmasında rol oynayan en yaygın psiko-sosyal, ekonomik ve tıbbi nedenlerdir ve şüphesiz bunlara daha başkalarını da eklemek mümkündür. Ve bunların yalnızca bir tanesi
söz konusu olabileceği gibi, birden fazla nedenin iç içe
olması durumu da söz konusu olabilir.
Şurası çok açıktır: İstenmeyen gebeliklerin yükünü
esasta çekenler kadınlar olmaktadır. Dünyaya gelen
çocukların bakımı, sağlıklı gelişme için vazgeçilmez
olan sevgi ve ilgiden iyi bir eğitime dek ihtiyaçlarının
karşılanması ailelere ve özelde de kadınların sırtına
yüklenmiş durumdadır. Kürtajın yasaklanması ya
da sadece tıbbi zorunluluk ve tecavüz gerekçeleriyle
sınırlandırılması, özelde kadınların bütün sorunlarıyla yalnız bırakılması ve dahası, onları istemedikleri gebeliklerden kurtulmak için sağlıksız koşullardaki kürtaja yöneltmek anlamına gelir. Yasakların
kürtajı engellemediği, tam tersine sadece ve sadece
sağlıksız-güvensiz koşullarda kürtaja yönelterek kadın sağlığını tehdit ettiği, kadın ölümlerine yol açtığı
dünya tarihinin şimdiye kadarki bütün deneyimleriyle kanıtlıdır. Sağlıksız koşullarda yapılan düşükler nedeniyle her yıl dünya çapında onbinlerce kadın
hayatını kaybetmektedir. Ve bütün dünyada olduğu
gibi ülkelerimizde de kürtaj yasağından en olumsuz
etkilenenler işçi ve emekçi kadınlar olacaktır. Varlıklı sınıflardan kadınlar istenmeyen gebeliklerden
kurtulmanın yollarını bulabilmekte ve örneğin yurtdışında kürtaj yaptırma yoluna başvurabilmektedir.
Bu yolların kapalı olduğu ezilen kadınlara ise ilkel
ve güvensiz koşullarda kendi sağlıklarını tehdit eden
yöntemlere başvurma yolu kalmaktadır. Bu anlamda,
eğer ille Başbakanın seviyesinde konuşmak gerekiyorsa, o zaman kürtaj değil ama, esas kadın ölümlerine yol açacak olan kürtaj yasağı cinayettir.
Kürtaj yasağı gerekçelendirilmeye çalışılırken sıkça
kürtajın doğum kontrol yöntemi olmadığı ileri sürülmektedir. Evet kürtaj doğum kontrol aracı değil,
istenmeyen gebeliğin sonlandırılmasının aracıdır.
İstenmeyen gebelikleri engellemek için en baştan
kullanılması mümkün ve gerekli olan belli sayıda
doğum kontrol aracı vardır ve bunların kullanımının yaygınlaştırılması mutlak gerekliliktir. Ne var
ki, Türkiye’de birincisi doğum kontrol araçları hakkındaki bilgi ve bunlara ücretsiz ve kolayca erişilmesi
söz konusu değildir. Ve ikincisi doğum kontrolünün
sorumluluğu, yöntemlerin çoğunun kadına yönelik
olması bağlamında da esasta kadına yüklenmiştir.
Fakat bundan da vahimi ülkelerimizde var olan bu
doğum kontrol araçlarının dahi tanınıp kullanılmaması, bunun yerine hala daha en yaygın “yöntem” olarak “geri çekme”nin rağbet görmesi söz konusudur.
Gerçek durumun bu olduğu yerde “kürtaj cinayettir”
vb. şeklinde kadınların suçlanması ve “faturanın” tek
taraflı olarak kadına çıkartılması açık bir ayrımcılık
ve en kabasından erkek şovenizmidir.
Dert eğer gerçekten de kürtajın bir nevi doğum
kontrol yöntemi gibi kullanılmasının engellenmesi
olsa, o zaman yapılması gereken şey açıktır: Kadınların ve erkeklerin doğum kontrol yöntemleri konusunda aydınlatılması, özellikle erkeklerin sorumluluklarında bilinçlendirilmesi, ücretsiz doğum kontrol
araçlarına ulaşmanın sağlanması vs. Ancak derdin
bu olmadığını zaten Başbakan “üç çocuk istiyorum”
diyerek açıklamıştır.
Kaygısı yaşam hakkıymış!... Hadi oradan!
Başbakan diyor ki: “Biz yaşam hakkından hareket
ediyoruz. Bir vücutta cenin öldürüldüğünde ha yaşam halinde öldürülen ha orada. Bizim için aynıdır.
Bunu öldürme hakkına kimse sahip değil. Bu tür
olaylar insan sağlığını tehdit eden yollardır, bu oyunu
da bozacağız.”
Başbakanın bu türden açıklamalarının hiçbir inandırıcılığı olmadığı apaçıktır. Bu ülkede nerdeyse her
gün kadın cinayeti işleniyor, kar hırsından doğan
açık ihmalkarlık sonucu iş kazalarında işçiler yaşamını kaybediyor, Uludere’de olduğu gibi devlet eliyle
katliamlar gerçekleştiriliyor. Sefalet içinde her gün
var olmakla yok olmak arasında gidip gelen sayısız
yoksul çocuğun kaderi de cabası. Bütün bunlar her
gün gözümüzün önünde cereyan ederken, birilerinin
kalkıp “yaşam hakkı”ndan dem vurması düpedüz
ikiyüzlülüktür. Ne Başbakanın ve AKP hükümetinin,
ne gelmiş geçmiş TC hükümetlerinin, ne de kapitalist
dünyada herhangi bir başka devletin “yaşam hakkı”
ya da “insan sağlığı” kaygısı yoktur! Kapitalist dünyada istisnasız bütün devletler kürtaj hakkını yasaklar
ya da kısmen serbest bırakırken gözettikleri yegane
şey sermayenin ihtiyacının karşılanmasıdır ve buna
uygun nüfus politikasıdır. Başbakan ve AKP hükümeti açısından da söz konusu olan budur. İktidarını
sağlamlaştıran AKP hükümeti sermayenin gelişmesinin önündeki engellerin bir bir kaldırılmasını sağladıkça kapitalizm coştu. Buradan aldığı güçle AKP
ve Başbakan Erdoğan da coştu. Kendilerini “Yeni
Osmanlı”, “Büyük güç” olma hayallerine kaptırdılar.
Öyle ki, her gün yeni bir vizyon sunmak ve ileriye
yönelik büyük yatırımlar yapmak bunların yeni sporları oldu. Niyetlerini saklamıyorlar da... Başbakan
“üç çocuk istiyorum” diyor! -Olur, emredersiniz Başbakanım. Siz savaşlara süresiniz ve ezilenlerin sırtından zenginleşesiniz diye doğuralım! Öyle mi? “Allah
rızkını verir” nasıl olsa, öyle mi? Zaten biz kadınlar
da kuluçka makinesiyiz, öyle mi? Doğur dersiniz doğururuz, doğurma dersiniz çilemizi çekeriz, öyle mi?
Başbakanın kadına bakış açısı, erkek egemen TC devletinin kadına biçtiği rol işte böyle oluyor!!!!
yeni kadın dünyası
yeni kadın dünyası
haktır! Bu hak, kadınları kürtaj yapmaya sürükleyen neden ve koşullardan doğmaktadır ve bu neden
ve koşullar ortadan kalkmadığı sürece bu hak savunulmak zorundadır!
Kadınların kendi bedenleri ve doğurganlıklarını kontrol etme hakları vardır. Kadınların bu hakkı
ülkelerimizde küçük yaşta evlendirme, berdel, kumalık, zorla evlendirme, koca şiddeti ve tecavüzle
madden gasp edilmiş durumdadır. Ve devamen genel
olarak kadınların ekonomik ve sosyal bağımlılıkları
onları bu haklarını özgürce kullanmaktan alıkoymaktadır. Özellikle kırsal alanda, taşrada ve büyük
kentlerin yoksul mahallelerinde yaşayan kadınların
modern doğum kontrol yöntemleri hakkında bilinci
ve bunlara ulaşması oldukça sınırlıdır. Ülkelerimizde
yoksulluk, bilinçsizlik ve erkek egemenliği üçgenine
hapsolmuş olan kadınların doğurganlıklarını kontrol
etme olanağı da ellerinden alınmıştır.
Din ve kürtaj
Erkek egemenliğinin ortaya çıkışından bu yana, iktidar hırsı, miras hakkı ve yayılmacılık emelleriyle
soyun sürdürülmesi kaygılarıyla kadının cinselliği
ve doğurganlığının kontrolünü erkekler tekellerinde
tutmaya çabalıyorlar. Bütün özel mülkiyet toplumlarında bu böyle olagelmiştir ve günümüzün emperyalist-kapitalist dünyasında egemen olan da budur. Ve
yine tarihten bugüne bütün dinler kadının cinselliğinin ve doğurganlığının kontrolünde erkek egemen
21
Nüfus politikaları, kadının doğurganlığı ve
kürtaj
22
Emperyalist-kapitalist dünyada nüfus politikalarının merkezinde insan yaşamı değil, aşırı kar hırsı ve
dünya hegemonyası için dalaş durmaktadır. Bu böyle
olduğu sürece devletlerin nüfus politikasının içeriği,
bu ister nüfusun azaltılması isterse çoğaltılması yönünde olsun, tümüyle gericidir, yayılmacıdır, militaristtir! Bu dünya aynı zamanda mutlak erkek egemenliğinin olduğu, kadınların yaşamları hakkında
erkeklerin karar aldıkları bir dünyadır! Böyle olduğu
için de kadınların cinselliğinin ve doğurganlığının
kürtaj yasağı gibi “yasal” düzenlemeler üzerinden
kontrol edilmeye çalışılması erkek egemenliğinin
katmerleştirilmesi anlamına gelmektedir. Bütün
dünyada ezilenlerin ve özelde de ezilen kadın kitlelerinin emperyalist-kapitalist nüfus politikalarına
karşı mücadele etme zorunluluğu vardır. Hiçbir erkeğin ve hiçbir devletin kadınları doğurmaya zorlama
hakkı yoktur! Doğurganlık kadınların doğadan gelen
bir özelliğidir ve “yaşamdan yana” olanların öncelikle buna gerçekten saygı duymayı öğrenmeleri gerekir.
Saygı duymadan anladığımız içi boş “annelerin ayağının aldı öpülür.” lafları değildir. “Yaşamdan yana”
olmak öncelikle kadınların doğurma ya da doğurmama tercihlerinin kabulüdür, yoksa “Üç çocuk istiyorum!” türünden kabalıklar, “kadın kendini öldürsün”
türünden nefret söylemleri değil. Kadınların tercihlerini doğurma yönünde kullanmasını isteyen erkekler
ve devletler öncelikle bunun şartlarını yaratmakla
zorunlu ve sorumludur. Bunun ise emperyalist-kapitalist devlet politikalarıyla olmayacağı açıktır.
Diğer taraftan, doğurganlık kadınların doğal bir
yetisidir, ancak kadınların yetenekleri ve rolleri salt
doğurma ve annelikle sınırlanamaz. Hiç kimsenin
bir kadını salt doğurma özelliği var diye anne olmaya
zorlama ve onun rolünü salt anneliğe indirgeme hakkı yoktur.
lumsallaştırıldığı, kadın-erkek eşitliğinin lafta değil,
gerçekten yaşam bulduğu sosyalizmin inşasıyla diğer
bir dizi kötülük gibi kürtajın da yok olup gideceği
doğru öngörüsünde bulunulmuştu. Ne var ki, başında bu doğru çıkış noktasına sahip dünya tarihinin ilk
sosyalist devleti, 1936 yılına ait kürtaj kararnamesiyle
önceki siyasetini değiştirmiş, sosyalizmin inşasının
vardığı seviye, kadın-erkek eşitliğinin vardığı seviye
ve dolayısıyla sosyalist devletin kadınların sırtındaki
yükleri hafifletmek için attığı adımları temel alarak
eski kürtaj serbestisinin sınırlandırılmasına karar
vermiştir. Kitleler önündeki tartışmalarda, sosyalizmin inşasının tüm kazanımlarına rağmen, hala çocuk bakımının yüklerinin önemli ölçüde kadınların
sırtında olduğu ve kadınların istenmeyen gebeliklere
zorlanamayacağı yönündeki haklı itirazlar gündeme
gelmesine rağmen “kürtaj kötülüğüne karşı mücadele” adına bu kararname kabul edilmiş ve maalesef
eski doğru siyasetten sapılmıştır. ‘Her devletin nüfus
politikası gütme hakkı vardır’ doğru önermesinden
yola çıkarak, devletin bu hakkı kürtaj yasağı ve dolayısıyla kadınların doğurganlığının baskı ve zorla
kontrolü biçiminde kullanmasının yanlış olduğu ve
geri teptiği Sovyetler Birliği’ndeki deneyimde kendini
göstermiştir. (2)
Bugün tabii ki, çok farklı bir durumun varlığı söz
konusudur. Emperyalist-kapitalist devletlerin nüfus
politikaları tümüyle insanlık düşmanıdır ve kökten
reddedilmek zorundadır. Bunlar, özünde ezilenlerin,
emekçilerin aşırı kar ve hegemonya dalaşında yok
edilmesine hizmet eden nüfus politikalarıdır ve bu
özellikleriyle reddedilmek zorundadır.
Bir not da “sezaryen” tartışmasına...
Tarihte sosyalizm deneyimi ve kürtaj
Dünya tarihinde kar ve yayılmacılığı değil de, gerçekten de “yaşam hakkı”nı temel alan Sosyalizmin oldukça kısa süreli bir deneyimi vardır. Ekim Devrimiyle
Sovyetler Birliği Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nde
Komünist Partisi önderliğinde gerçekten de insan yaşamını ve kadın erkek eşitliğini temel alan bir politika ve ekonomi gündeme getirilmiştir. Sosyalist devlet, dünya tarihinde ilk olarak kürtajı yasallaştırmış,
haklı olarak kürtajı ortadan kaldırmanın yolunun
kürtaj yasağı değil, bu “kötülüğü” ortaya çıkaran koşulların değiştirilmesi için mücadele olduğunu ortaya
koymuştur. Üretim araçları üzerinde özel mülkiyetin
ortadan kaldırıldığı, çocuk bakımı ve eğitiminin top-
Çıkartılacak yeni yasal düzenlemelerde “sezaryenle
doğum”a ilişkin de bir takım değişiklikler yapılmak
istendiği Başbakanın açıklamalarından belli olmaktadır: Başbakan diyor ki, “Sezaryen olayı bu ülkede
nüfusu dondurmaya yönelik bir adımdır. Sezaryenle doğum yaptık, bir-iki çocuk olabiliyor. Böyle bir
yaklaşım tarzı. Dert başka, dert money. Daha rahat
doğum yapıyormuş, hayır. Oralarda daha iyi para
götürüyorlar bundan. Biz bunun çalışmasını yaptık.
Özel hastanede yüzde 90’a kadar sezaryenla doğum
var. Türkiye ortalaması yüzde 50. Biz bu adımı da
atacağız.” (Ajanslar) (radikal internet, 2.6.2012)
Bu bağlamda Başbakan bilinen taktiğini uygulamakta, bir yandan gerçek neden ve niyeti açığa vu-
rurken, diğer taraftan diğer tartışmalarla bağlantılı
olarak desteksiz savurmaktadır. (Anda yürürlükte
olan kürtaj yasasının 1983 tarihli olması nedeniyle
“12 Eylül yasası” olarak göstermeye çalışması gibi...)
Sezaryenle doğumun “nüfusu dondur”acağı, sezaryenle doğum yapan kadınların bir-iki doğumdan
fazlasını yapamayacağı kesinlikle tıbbi-bilimsel dayanağı olmayan palavradır. Sezaryenle doğum yapan
kadın, daha sonra normal doğum yapabileceği gibi
tekrar sezaryenle de doğum yapabilir. Tabii ki, bunun
tıbben mümkün olmadığı durumlar olabilir, ancak
“sezaryenle ancak bir-iki doğum yapılabilir” gibi bir
genel kural yoktur. Belirli ölçüde risk her doğumda ve
cerrahi müdahalede vardır, hepsi budur.
Sezaryen tartışmasının özü Başbakanın devamen
söylediklerinde yatmaktadır. Devlet, sezaryenle doğumun mali külfetinden kurtulmanın yollarını aramaktadır. Yani sorun tam da Başbakanın dediği gibi
“money” sorunudur. Burda da geliyoruz, en başta söylediğimize: Bütün politikalarında olduğu gibi sağlık
konusunda da kaygısının merkezinde “insan” değil,
“para” duran bir sistemde kadının nasıl doğuracağı
üzerine haddine düşmeyen bir Başbakan ve ağzını
açan herkes konuşur oluyor. Doğum sezaryenle mi
olacak, yoksa hangi yoldan olacak sorusu ancak ve
ancak doğuracak kadını ve ona tıbbi desteği verecek
olan doktor ve ebeleri ilgilendirir. Ve tabii ki, anne ve
çocuk sağlığını kaygısının merkezinde tutan bir sistemde doğumun anne ve çocuğa en az zarar verecek
biçimde gerçekleşmesi yönünde karar verilir, daha
da doğrusu, doğuracak kadının en doğru kararı verebilmesi için ona gerekli destek verilir. Ama tabii ki
sorunun “money” olduğu kapitalizmden bu yaklaşım
beklenemez.
16 Haziran 2012 ✓
yeni kadın dünyası
yeni kadın dünyası
devletlerin aracı olmuştur. Katolik dünyaya egemen
Papa “yaşam hakkı” adına bırakalım kürtajı bir tarafa doğum kontrol araçlarının kullanılmasını dahi
reddediyor. Bu öyle bir ikiyüzlülük ki, örneğin birçok Afrika ülkesinde erkeklerin, dine ve Papa’ya da
dayanarak, prezervatif kullanmaya yanaşmamaları
sonucu Aids hastalığının yaygınlaşması sınırlandırılamıyor. Dahası, bakire kızlarla cinsel ilişkinin AİDS
hastalığını iyileştireceği şeklindeki erkek şovenisti batıl inançlarla kızlara tecavüz ediliyor ve onlara
kasten AİDS hastalığı bulaştırılıyor. Din adına fetva
verenlerin “Yaşam hakkı” anlayışı işte böyle bir şey.
Cehalet ve yoksulluk ne kadar köklü ve yaygınsa, kitlelerin dini duygularını emperyalist-kapitalist nüfus
politikaları için kullanmak da o kadar kolay oluyor.
Dinin erkek egemen kapitalist devlet çıkarlarına nasıl alet edildiğini, şimdi Türkiye’de yaşıyoruz. Diyanet fetva veriyor, “kürtaj caiz değildir.” diye, Başbakan başta olmak üzere Müslümanlık adına konuşma
hakkını kendinde görenler çıkıp “anneliğin kutsallığı” ve kürtajın günah olduğu üzerine ahkam kesiyorlar. Başbakan “Evet biz anne diyoruz. Annenin
ayaklarının altı öpülür. Gerekli adımı atacağız.” diyor, başkaları “cennet annenin ayağının altındadır.”
diye buyuruyor. Anneliğin sözüm ona “kutsallığı”
üzerine sarf edilenler hiç de yeni değildir ve büyük
bir sahtekarlıktır. Kadınların bir mal gibi alınıp satıldığı, her türden cinsel taciz ve tecavüze uğradığı,
erkekler tarafından öldürüldüğü, namus, berdel, kumalık, zorla evlendirme, kasten intihara sürükleme
gibi erkek egemenliğinin en bariz şiddetine maruz
kaldığı bir ülkede, kadına saygının sıfır olduğu bir
ülkede “anneliğin kutsallığı” gibi laflar erkek şovenisti propagandadır ve yegane amacı dine işaret ederek
kadınlara çileli yaşamlarına katlanma telkinidir! Yaşam hakkından yana olan önce kadınların ve dünyaya gelen çocukların yaşam hakkından yana tavır
almalıdır. Kürtaj yasağının buna yaramayacağı gayet
açıktır. Aksi, “din” adına, “anneliğin kutsallığı” adına
kadınları bir kere daha mağdur etmek ve onları gebe
kaldıkları için şiddet uygulayan, karnına çıkıp tepinen kocalara teslim etmektir.
Evrim Solmaz
Kaynaklar:
(1)TÜRK HUKUKUNDA GEBELİĞİN SONLANDIRILMASI Kadın Çalışmaları Yüksek Lisans Programı Kadın ve Sağlık Dersi Ödevi, 23.05.2012, Ayşe
Aydın Şafak
(2) Bkz. Rusya’da 1917 Sosyalist Ekim Devrimi ve
Kadınların Kurtuluşu, cilt 1, “Sovyet Devletinin sosyalist nüfus politikası” Bölümü, sf. 356 ve devamı
23
-SURİYE -
Muhalefetin tek merkezli olmaması
kuşkusuz ki Esad yönetiminin
bugüne kadar ayakta kalmasını
olanaklı kılan noktalardan biridir.
Fakat bu parçalı muhalefetin
karşısında sadece Esad yönetiminin
ordusu ve de polisi durmuyor. Suriye
halkının önemli bir kesimi de –
kimi tahminlere ya da verilere göre
nüfusun %55’i- hala Esad rejiminin
arkasındadır.
rap Baharı” olarak da adlandırılan, kitlelerin
protesto ve isyanlarının yaşandığı ülkelerdeki gelişmeler yavaş yavaş gündemin ön sıralarından
düşse de, Suriye’deki gelişmeler gündemin ön sırasındaki yerini koruyor. Suriye ve Suriye’deki gelişmeler
uluslararası emperyalist ve bölgesel gerici güçlerin de
gündemindeki önemli sorunlardan biri durumunda.
Kuzey Afrika ve Ortadoğu üzerine yürüyen dalaş,
Suriye somutunda kendisini açıkça göstermektedir.
Bu dalaşta Türk devleti de yer almakta ve Esad yönetimine karşı silahlı mücadele yürüten, özellikle
“Müslüman Kardeşler” ve onların etkisindeki güçleri
desteklemekte ve savaş kışkırtıcılığı yapmada önemli
rol oynamaktadır.
Suriye’deki gelişmelerle ilgili bundan önce takındığımız tavır, 17 Ağustos 2011 tarihli ve dergimizin
153. sayısında yayınlanan tavırdır. Sözkonusu makalemizde değindiğimiz, dikkat çektiğimiz sorunların
önemli bir bölümü özde değişmemiştir ve de –yer yer
biçimi değişse de- varlığını sürdürüyor. Bunların başında gelen düşünce, her ülkenin somutuna bakılması ve sanki “Arap baharı” bağlamında sözkonusu olan
tüm ülkelerdeki durum ve gelişmeler bir ve aynıymış
gibi genelleme yapılmaması gerektiği düşüncesidir.
Bir diğer nokta medyanın açık taraflılığına bağlı olarak “güvenilir” haberlerin olmamasıdır. Bu durumda
gelişmeler bağlamında genelde yaygın olan haberlerle karşı taraftan haberlerin içinden, satır aralarından
sonuçlar çıkarma zorunluluğu gündeme geliyor. Gelişmeler, Suriye’ye karşı tavırların çok yönlü hesaplar
üzerine kurulduğu yönlü tespitimizi de bu süreçte
yeniden doğruladı. Buna rağmen 17 Ağustos 2011
tarihli yazımızdan bugüne kadar tavır takınılması
gereken çok şey -yeni gelişmeler- yaşandı.
17 Ağustos 2011 tarihli yazımızda Baas rejiminin
faşist bir rejim olduğunu ortaya koyduk ve demokratik haklar ve talepler için de Baas rejimine karşı mücadelenin meşru olduğunu savunduk, savunuyoruz.
Şubat 2011 başlarındaki protestolara katılım ciddiye
alınacak düzeyde değildi. Bu durum Mart 2011 ortalarından itibaren değişmeye başladı ve protestocuların dile getirdiği temel talepler, OHAL’in kaldırılması, örgütlenme ve düşünce özgürlüğü, yürüyüş ve
gösteri özgürlüğü, basın ve partilere özgürlük getirecek yeni yasalar, yeni seçim yasası, Baas Partisinin
anayasal temeldeki egemenliğine son –Anayasanın
8. maddesinin silinmesi-, siyasi tutukluların serbest
bırakılması, Kürtlere kimlik hakkı vb. vb. taleplerdi.
Çatışmalardan
savaşa doğru
gelişmeler..
.
“A
24
mücadeleyle, Esad yönetimiyle diyalogla Suriye’nin
“demokratikleşmesi”nden yanadırlar. Bu “iç” muhalefet de kendi içinde farklıdır ve Kürtler de çoğunlukla bu muhalefetle hareket etmektedir. Kısacası dış
müdahaleye karşı olan muhalefet, bu noktada bir olsa
da, kimi diğer sorunlarda kendi içinde de parçalıdır.
Buna karşı Esad yönetimine karşı öne çıkan ve özellikle başta TC olmak üzere Arap Ligi ve Batılı emperyalist güçlerin destekleyip oluşturduğu, 15 Eylül 2011
tarihinde İstanbul’da yapılan toplantıda kurulduğu
ve ABD ve AB ülkelerinin sonradan resmi muhatap
olarak da kabul ettiği muhalefet ise “Suriye Ulusal
Konseyi” (SUK) adlı muhalefettir. Bunların başını da
esasında “Müslüman Kardeşler” çekmektedir.
“Suriye Ulusal Konseyi” resmi muhatap olarak kabul edilmiştir. Bu destekleyici güçler için Suriye muhalefeti dendiğinde sözkonusu olan SUK’dır. Yabancı
güçlerin müdahalesine karşı olan muhalefet yok sayılmaktadır. SUK ve destekleyicisi kimi güçler, sürekli olarak BM’den ve Batılı emperyalist güçlerden
Suriye’ye askeri müdahale talebinde bulunmaktadır.
Buna karşı dış müdahaleye karşı olup görüşmeler /diyalog temelinde “reformlar” yapma yoluyla Suriye’nin
demokratikleştirilmesini isteyen kesimlerden “Suriye
Ulusal Koordinasyon Komitesi” de Rusya ve Çin ile
ilişkilerini geliştirmeye çalışmaktadır.
Muhalefetin tek merkezli olmaması kuşkusuz ki
Esad yönetiminin bugüne kadar ayakta kalmasını
olanaklı kılan noktalardan biridir. Fakat bu parçalı
muhalefetin karşısında sadece Esad yönetiminin ordusu ve de polisi durmuyor. Suriye halkının önemli
bir kesimi de –kimi tahminlere ya da verilere göre
nüfusun %55’i- hala Esad rejiminin arkasındadır.
Suriye Başkanı Esad, Tunus ve Mısır’daki gelişmeleri gözönüne alarak, Suriye’de daha protestolar başlamadan önce “reformların zamanı geldi” yönlü tespitte bulunmuş ve kendisinin yönetimde olduğu süre
içinde söz verip yerine getirmediği reformları yapmaya hazır olduğunu ima etmişti. Kitlelerin protestoları genişledikçe Esad sözkonusu reformları yapmaya
başladı. Bu durumu gözönüne alarak 17 Ağustos 2011
tarihli makalemizde şu tespiti yapmıştık:
“Esad rejimi bu değişikliklerle ayakta kalmaya
çalışmaktadır. Emperyalistlerin ve aynı zamanda
TC’nin herhangi bir doğrudan müdahalesi gündeme gelmezse ve muhalefet Libya’daki gibi doğrudan
ve açıkça savaşa sürülmezse, Esad rejimi yapılan ve
yapılacak kimi reformlarla ayakta kalacağa benziyor.”
(sayfa 43)
panorama
panorama
PA NOR A M A
Bu talepler için Baas rejimine karşı mücadele meşru
olduğu gibi, demokrasi için de mücadeleydi, mücadeledir. Bu açıdan bakıldığında kuşkusuz ki mücadelenin hedefine konacak olan Baas faşist rejimiydi,
rejimidir.
Biz bu talepler uğruna verilen demokratik mücadelenin ötesinde, faşist Baas rejiminin Suriye’deki
değişik milliyetlerden işçi ve emekçiler tarafından
yıkılması, yerine işçi sınıfı önderliğinde demokratik (Halk demokrasisi) bir iktidarın kurulmasından
yanayız. Böylesi bir mücadele Suriye halkları tarafından verildiğinde, kuşkusuz ki imkanlarımız dahilinde her tür dayanışmada bulunacağız. Ama Baas
rejimini yıkması gereken ve yıkacak olan Suriye’nin
değişik milliyetlerden halklarıdır, işçileri ve emekçileridir. Bu açıdan bakıldığında “demokrasi” istemi sahtekarlığıyla Esad’ı iktidardan alaşağı etmeye
çalışan emperyalistlerin ve bölgesel gerici güçlerin,
Suriye somutunda da TC’nin her türlü müdahalesine
karşıyız! Tüm bu güçlerin iktidarları, tıpkı Suriye’de
Baas rejiminin işçi ve emekçiler tarafından yıkılması
gerektiği gibi, işçi ve emekçiler tarafından yıkılması
gereken iktidarlardır, rejimlerdir. Bu güçlerin Esad
yönetimine karşı sahtekarlıklarını ortaya koymak
da, Esad’ı ve yönetimini savunmak anlamına gelmez.
Özcesi, biz tüm bu kapitalist, emperyalist güçlere –
bunlar ister faşist, isterse de burjuva demokrasisi ya
da feodal dinci despot yönetim biçimine sahip olsun
farketmez- karşıyız, sınıf düşmanıyız! Baas rejimine
karşı mücadele meşrudur derken de bizim için sözkonusu olan ezilenlerin demokratik hakları için verdiği
mücadeledir.
Baas rejimine karşı kitlelerin dile getirdiği taleplerin haklı ve meşru olduğunu savunurken, muhalefetin çok parçalı olduğu, bunun da rejime karşı mücadeleyi güçsüz kıldığını belirtmiş ve aynı zamanda
sözkonusu muhalefetin Baas rejimi yerine gerçekte
demokratik (burjuva anlamda demokratik) bir rejim
getirebilecek bir muhalefet olup olmadığının ise soru
işareti olduğuna dikkat çekmiştik. (sayı 153, sayfa 43)
Gelişmeler muhalefetin parçalı olma durumunu
ortadan kaldırma yerine daha da güçlendirdi. Demokratik talepler temelinde rejimin reforme edilmesi
için sokaklara çıkan muhalefet varlığını sürdürse de,
geri plana itilmiş durumdadır. Muhalefetin bir kesimi, esasta Suriye’de olan “iç” muhalefetin önemli bir
kesimi yabancı güçlerin, ülkelerin müdahalesine karşıdır. Bunlar arasında önemli bir kesim silahlı mücadeleye, şiddete de karşıdır, “barışçıl” protestolarla,
25
adımları atarken, ya da atmışken, Esad’a “reformlar
yapmak için zamanı vardı ama değerlendirmedi” vb.
biçimde eleştiri yönelterek savaş kışkırtıcılığı yapmak
da Esad’ın iktidarını korumaya çalışmasından daha
iyi değildir.
Örneğin kısa başlıklar halinde ifade edersek Esad
yönetimi protestoların başlamasından bu yana “reformlar” bağlamında attığı kimi adımlar şöyledir:
OHAL’in resmen kaldırılması, Devlet Güvenlik
Mahkemeleri’nin lağvedilmesi, yeni partiler ve seçim
yasası çıkarılması, Kürtlere kimlik ve vatandaşlık
hakkı verilmesi, yeni anayasa yapma ve referanduma
sunma, Baas Partisinin egemenliğini garantiye alan
8. Maddenin anayasadan çıkarılması, bu arada yerel
koordineli biçimde, bu muhalefet silahlandırılmakta
açıkça savaşa sürülmektedir. Fakat Suriye’nin Libya
olmadığı bunlar için de bellidir. Suriye’de savaş başlatmada Libya ile benzerlik açısından eksik olan esasta resmen dış müdahalenin başlatılmasıdır. Bunun
gerekçelendirilmesini hazırlamak için de tüm yol ve
yöntemlerle çalışmaktadırlar.
Bu arada ama Esad yönetiminin kitlelerin protestolarda dile getirdiği taleplere yanıt olarak “reformlar”
bağlamında attığı kimi adımlar da yok sayılmaktadır. Bunlar için ne olursa olsun Esad yönetimine son
verilmesi gerekiyor, gerekiyorsa savaş da ilan edilir! Kuşkusuz ki Esad “reformlar” bağlamında attığı
adımları iktidarını korumak için atıyor. Ama Esad bu
yönetimlerin ve parlamento seçimlerinin yapılması,
değişik çapta ve içerikte “genel af”lar ilan edilmesi,
buna bağlı olarak binlerce tutuklunun serbest bırakılması vb. vb. Bu atılan adımlar esasta protestoların
başlangıcında, protestocuların talepleriydi ve bunlar
yok sayılmaktadır. Kuşkusuz ki savaş haline benzer
bir iç çatışmanın yaşandığı bir ortamda OHAL’in
kaldırılması pratikte fazla bir anlam taşımıyor, ya da
OHAL’in kaldırılmasının veya diğer değişikliklerin
pratik sonuçları kendisini göstermiyor. Ama yine de
48 sene sonra OHAL’in resmen kaldırılması adımının atıldığı, Anayasa’da Baas partisinin egemenliğini garantiye alan maddenin çıkarıldığı yok sayılırsa,
bunda bir terslik vardır!
Esad yönetiminin “reformlar” bağlamında attığı
adımların yok sayılması kuşkusuz ki Batılı emperyalistlerin ve de TC’nin medyasının bilinçli olarak
tek yanlı yayın, haber siyasetinin bir parçasıdır. Esad
yönetimine karşı olanların temel yaklaşımı Suriye’de
yaşanan tüm barbarlıkların sorumlusu ve suçlusunun Esad ve rejimi olduğunun kamuoyuna kabul ettirilmesi ve askeri müdahalenin kamuoyunun gözünde “meşru” kılınmasına yöneliktir.
Örneğin kendisine “Özgür Suriye Ordusu” adını veren, başta TC olmak üzere Batılı emperyalistlerin ve
Suudi Arabistan ile Katar’ın her türden destek verdiği
muhalefetin ve de paralı askerlerin silahlı eylemleri,
kendilerinden yana olmayan insanları katletmeleri,
ya da herhangi bir resmi kuruma yönelik saldırıda
bomba ya da patlayıcı maddeyi patlatması temelinde
sayısız insanın katledilmesi vb. eylemler de Esad rejimine maledilmektedir.
Mart 2011’den bu yana yaşanan çatışmalarda öldürülenlerin sayısı kesin belli değil, ama tahmini hesaplar var. Buna göre yaklaşık 10.000 (kimi tahminler
14.000’den fazla diyor) kişi öldürülmüştür. BM Mart
ayı sonunda yaptığı açıklamada toplam 9000 kişinin
öldüğünü ilan etti. Bunun içinde 2600 kişi devletin
askeri ve polisi, yani kolluk güçleridir. Buna göre öldürülen sivillerin sayısı 6400’dür. Bunun da yaklaşık
yarısı Esad karşıtı silahlı muhalefetin hanesine yazılması durumu var, ama yapılmıyor. Haydi diyelim ki
muhalefet rejimin kolluk güçlerinden daha az sayıda
sivil öldürdü. Buna rağmen 9000’in yaklaşık yarısı
muhalefetin hanesine hesaplanması gerekiyor. Böylesi bir durumda bile çatışmaların, öldürme olaylarının iki tarafın silahlı çatışmasından ve her iki tarafın
da kendisinden yana olmayanlara yönelik katliamlar
gerçekleştirmesinden –üstüne üstlük muhalefetin dış
bir askeri müdahalenin ortamını yaratma çabasından da- kaynaklandığı gerçeğinin üzeri örtülmekte;
tüm bunların tek suçlu ve sorumlusunun Esad rejimi
olduğu kamuoyuna lanse edilmektedir. Bu tek yanlı
suçlama, Esad karşıtı olan bu silahlı kesimin gerçek
yüzünü gizlemeye ve bunların “suçsuz” olduğunu
göstermeye hizmet etmektedir. Buna bağlı olarak yapılan bir sahtekarlık da muhalefetin “barışçıl” gösterilmesidir.
Biz, burjuvazinin çanak yalayıcılarının sahtekarlığına karşı çıkarken, faşist bir rejimin yıkılması için
şiddete başvurulmak zorunda olunduğunun bilincindeyiz ve de devrimci şiddetten yanayız. Bu açıdan
burjuvazinin çanak yalayıcısı kalemşorların şiddet
karşısındaki tavırlarının sahtekarlık olduğunu bir
kez daha vurguluyoruz.
Ama eğer bir silahlı çatışma varsa, bu karşılıklıdır.
Sorun kimin haklı olup olmadığıdır. Somutta Batılı
emperyalistler, TC, Katar ve Suudi Arabistan başta
olmak üzere bölgesel gerici güçlerin savaş kışkırtıcılığının aracı olan “Özgür Suriye Ordusu” ve bunlarla
ortak hareket eden silahlı muhalefet de Esad rejimi ve
silahlı güçleri gibi haksız gerici savaşın bir parçasıdır.
Bu bağlamda sözkonusu medya, Esad rejimine
karşı savaş kışkırtıcılığının, Batılı emperyalistlerle
yerel işbirlikçilerinin ve de TC’nin savaş propagandasının borazanlığını yapmaktadır. Bu arada Esad
rejimini zayıf düşürebilmenin yollarından biri olarak mezhepsel çatışmaların temelleri de atılmaktadır.
Çatışmalar alevi-sünni çatışması olarak da gösterilmektedir. Emperyalistlerin hesapları içinde sadece
mezhepsel çatışmaların olasılığı değil, aynı zamanda
ulusal farklılıklar temelinde de çatışmaların gündeme gelme olasılığı ve bunların bölgedeki durumu
içinden çıkılmaz hale getirebileceği yönlü hesaplar da
var.
Uluslararası düzeyde ele alındığında emperyalist
güçlerin –özellikle ABD ve AB içindeki emperyalist
güçlerin- Libya somutunda gerçekleştirdikleri müdahale ile, kağıt üzerinde hala geçerli olan BM’nin başka ülkelerin iç işlerine karışmama kuralını geçersiz
saymışlardır ve bunu da genel geçerli bir kural haline
getirmeye çalışmaktadırlar. Buna göre emperyalist
güçler herhangi bir yönetimi çıkarına ters gördüğünde, bunu “antidemokratik”, “barışı tehdit eden güç”
vb. vb. ilan ederek askeri olarak da müdahale etme
ve rejimi devirip kendisine uygun gördüğü birilerini
yönetime getirme edimi BMÖ’nün kurallarından biri
olacaktır. Kuşkusuz ki bu konudaki çabalar, tartışmalar sonlanmış değil, ama somutta Suriye ile ilgili Batılı emperyalist güçlerle Rusya ve Çin arasındaki çelişkilerden biri bu konudadır. Kendi çıkarlarını tehdit
altında gördüklerinden Rusya ile Çin başka ülkelerin
iç işlerine karışmama, sözkonusu ülkede kimin yönetimde olacağını belirlemenin o ülkenin halkına ait olduğu tezini savunarak kendilerini “demokrat” olarak
satmaya çalışıyorlar. Bu noktada perde arkasındaki
en önemli sorunları ise, bugün kendileri Batılı emperyalistlerin bu siyasetine evet derlerse, yarın öbürsü gün sıranın kendilerine de gelebileceği olasılığıdır.
Bunu da Libya somutunda gördüler ve aynı duruma
bir kez daha düşmek istememektedirler. Taşeron savaşlardan doğrudan emperyalistler arası savaşa giden
panorama
panorama
26
Andaki güçler dengesi gözönüne alındığında
Suriye’de “iç” muhalefetin Esad rejimini devirebilecek durumda olmadığı ortadadır. Aradan geçen yaklaşık 10 aylık sürede rejimin ayakta kalmış olması
da andaki muhalefetin Esad rejimini yıkabilecek bir
muhalefet olmadığını belgelemiştir.
Burada esas olarak TC’nin içinde önemli rol oynadığı ve Batılı emperyalist güçlerle Arap Ligi içindeki
ülkelerin büyük çoğunluğunun ortak davranışlarıyla ortaya çıkardığı ve açıkça silahlandırdığı muhalefetle, Esad rejimini yıkmaya çalışmaktadırlar. Bu
bağlamda Libya’ya benzer bir durumun yaratılmaya
çalışıldığı net biçimde ortaya çıkmıştır. “Özgür Suriye Ordusu” adı altında ve “Suriye Ulusal Konseyi” ile
27
yollardan biri de böyle döşenmektedir.
Yukarıda dikkat çektiğimiz ve özetle ortaya koyduğumuz noktalar, gelişmelerin kimi temel yanlarını
oluşturuyor. 17 Ağustos 2011 tarihli makalemizden
sonraki gelişmelerin detayına değinmek ise makalemizin kapsamını aşmaktadır. Bu yüzden de kendimizi öne çıkan kimi noktalara değinmekle sınırlıyoruz.
a) İç gelişmeler...
Suriye’deki gelişmeler, protestolardan iç savaşa
doğru gelişen bir çatışma seyrini izlemektedir ve bu
askeri olarak bir dış müdahalenin de gerekçelendirilmesinin önkoşullarından biri olma durumundadır.
Esad rejimine karşı silahlı mücadele verenlerin sadece Suriyeli muhalifler olmadığı; bunlar içinde değişik
ülke kökenli binlerce paralı asker olduğu da, değişik
biçimlerde medyaya yansımıştır. Hatta bu kesim içinde muhalefeti “eğitme, yönlendirme” amacıyla başta ABD, Fransa ve Türkiye’nin olmak üzere değişik
ülkelerin ajanlarının da olduğu yönlü bilgi medyaya
yansımıştır. MİT ya da Fransız gizli haber alma örgütünün ajanlarının tutuklandığı yönlü haberler ise
Esad yönetimince uluslararası anlaşmalara uyma
adına tasdik edilmemiştir. Garantili olan durum, bu
güçlerin protestolar başladıktan sonra çatışmaları kızıştırmak ve Esad rejiminin devrilmesi için sistemli
biçimde çalışmaları durumudur.
Bunun gibi Suriye Başkanı Esad’ın olayların başlangıcında devlet güçleri tarafından hatalar yapıldığını kabul ettiği ve “Suriye halkının” demokratik
haklar ve daha iyi bir yaşam için taleplerinin “haklı”
olduğunu lafta da olsa dile getirdiği ve ordunun bunlara karşı değil “silahlı çetelere”, “teröristlere” vb. karşı mücadele ettiği yönlü tavır takındığı da olgudur.
Esad’ın faşist Baas rejiminin barbarlıklarının üzerini
örtmek için seçtiği bu üslub kuşkusuz ki onun gerçekte halkın taleplerini haklı bulduğu anlamına gelmiyor. Ama Esad’ın bu tavrı, rejimin “terörist” ilan ettiği kesimlere karşı ordusu ve polisiyle mücadele ettiği
ve edeceğinin ilanıdır. İki taraf da birbirini bertaraf
etme amacındadır. Böylesi bir durumda aslında hiç
bir pazarlık veya görüşme sorunu çözme yeteneğine
sahip değildir. Bu durumun garanti ettiği tek şey, silahlı çatışmalardır, bunun dış müdahaleli bir savaşa
dönüşüp dönüşmeyeceği ise bir çok etkene bağlıdır.
Taraflar amacından vazgeçmezse ve karşılıklı anla-
b) Dış gelişmeler...
Emperyalistlerin ve yerel gerici güçlerin Suriye’ye
yönelik hesaplarının çok yönlü olması gibi, uluslararası düzeydeki gelişmeler ve diplomatik pazarlıklar
da, emperyalistlerin, gerici yerel güçlerin çıkarlarına
bağlı olarak çok yönlü ve çeşitlidir. Kabaca bakıldığında uluslararası düzeyde tavır takınanları, Esad rejimine karşı olan ve askeri bir müdahaleyi de savunan
güçlerle, dış bir askeri müdahaleye karşı olan, Esad’ın
devrilmesini Suriye halkının işi olarak savunan güçler olarak ikiye ayırabiliriz. Bunlar da ABD, AB, Arap
Ligi’nin büyük çoğunluğu ve Arap Ligi içinde yer
alsalar da Körfez İşbirliği Konseyi ve de Türkiye bir
tarafta, Rusya, Çin, İran, BM içinde Rusya ve Çin ile
birlikte davranan Hindistan ve Brezilya ve de ALBA
içinde yer alan Latin Amerika’nın diğer ülkeleri de
diğer tarafta durmaktadır. Kuşkusuz ki bu liste tam
değil, sadece öne çıkanların listesidir.
Bu taraflılık özellikle BM Güvenlik Konseyi’nde
veto hakkı bulunan daimi üyelerden Rusya ve Çin ile
ABD, İngiltere ve Fransa arasında BM’nin karar alıp
almayacağını belirleme durumunda. Bugüne kadar
da Rusya ve Çin için tek yanlı olan, çatışmanın iki
tarafındaki güçler yerine sadece Esad tarafını tehdit
eden, yaptırımlar istenen karar tasarıları veto edil-
di. Suriye’ye askeri bir müdahalenin BM kararlarına
dayanılarak “meşru” kılınmasını mümkün kılmak
için batılı emperyalistlerin Rusya ve Çin emperyalistlerini “aynı gemiye bindirmek” için çabası değişik
biçimlerde sürdü, sürüyor. Gerekli görüldüğünde ve
ortam yaratıldığında BM’nin kararı olmadan da askeri müdahale olasılığı var ve bunun için de çalışmalar yürütülüyor. Örneğin “Suriye Halkının Dostları”
adı altında buluşan oluşum böylesi bir müdahalenin
de hazırlığının bir aracıdır.
Kabaca ifade edilirse Suriye üzerinden yürüyen
emperyalist dalaş genelde Ortadoğu’ya egemen olma
dalaşıdır. Ama bu genel dalaşın sadece bir yanıdır,
parçasıdır. Her emperyalist gücün ayrı çıkarı ve hesabı olduğu gibi, her yerel gerici kapitalist gücün de
ayrı çıkar ve hesabı var. ABD ve AB içindeki emperyalist güçlerin hesapları içinde Ortadoğu’ya egemen
olmanın bir parçası olarak örneğin hedefte İran da
var! İran ve Suriye ABD eski başkanlarından Bush
tarafından “şer ekseni” içinde yer alan ülkeler olarak
ilan edilmişti, Afganistan ve özellikle Irak’taki savaştaki gelişmeler bu ülkelere silahlı bir müdahaleyi
geciktirdi! Bir nevi Suriye üzerinden İran’a uzanma
hesabı sözkonusudur. Anda Rusya ve Çin’e karşı ortak davransalar da kendi aralarında da dalaş yürütmektedirler. Almanya’nın Libya’ya yönelik takındığı
“savaştan yana görünmeme” tavrı gibi tavırlar da bunun örneğidir. Genelde ama bunların hesaplarında,
Rusya ve Çin’in nüfuzunu geriletme, bunların kendilerinin egemen oldukları ülkelere girişini engelleme,
olmazsa da savaşla durumu kendi lehlerine çevirme
vb. vb. yönlü hesaplar var.
Bunun karşısında da Rusya ve Çin’in benzeri hesapları duruyor. Rusya eskiden beri Suriye ile olan
ilişkilerini, özellikle de silah satışı ticaretini ve askeri
üssünü korumaya çalışmaktadır. Çin ise açıkça anda
Rusya gibi koruması gereken bir askeri üssü falan yok
ama, Batılı emperyalist güçlerin Ortadoğu’daki nüfuzunu geriletmeye, frenlemeye çalışmakta, Arap Ligi
ülkeleriyle ekonomik ilişkilerini güçlendirerek bölgeye yerleşme çabasındadır; özellikle de İran’a yönelik
herhangi bir müdahalede İran ile ticari anlaşmaların
tehlikeye girmesini istememektedir. Emperyalistler
arası dalaşta kimin ne çıkarı ya da hesabı olduğu kuşkusuz ki daha geniş biçimde ortaya konabilir, ama bu
makalemizde bu kadarına dikkat çekmenin yeterli
olduğunu düşünüyoruz.
Körfez İşbirliği Konseyi ve Arap Ligi’nin genel tavrı
emperyalistlerle, başta da ABD emperyalizmiyle iş-
birliği temelinde hareket etmektir. Kendi aralarında
“Arap Dünyası”na hükmetme dalaşı olsa da, çoğunda feodal-despot yönetim/rejim hüküm sürse de emperyalistler bu işbirlikçileriyle “iyi” ilişkiler içindeler.
Başta ABD emperyalizmi olmak üzere Batılı emperyalistlerin bu ülkeler üzerinde bölgede nüfuzunu korumaya çalışması ve özellikle de enerji kaynağı petrol
ve doğalgaz ihtiyaçlarını giderme durumu var iken,
bu yerel gerici yönetimlerin çıkarları da, bu ilişkiler
sayesinde de feodal-despotizmlerini sürdürebilmeleridir. Karşılıklı çıkarlar ve işbirliği bu ülkelerde insan haklarının kokusunun bile olmadığı halde sorun
bile yapılmamasını beraberinden getirmektedir. Bu
da gerçekte emperyalistler için insan haklarının herhangi bir önemi olmadığını, sadece ve sadece kendi
çıkarları sözkonusu olduğunda insan haklarını kullandıklarını göstermektedir.
Türkiye’ye gelince durum biraz karmaşıklaşmaktadır. Başta bilince çıkarılması gereken gerçeklik, hala
“sol” ve devrimci kesimler tarafından gösterildiği
gibi TC, ABD emperyalizminin düdüğünü öttüren,
ne deniyorsa ona göre davranan bir güç konumunda değildir. TC hem dünya çapında hem de bölgede
büyük Türk burjuvazisinin yayılma siyasetine uygun
davranan ve tabii ki kendi çıkarına uygun gördüğü
noktalarda ve konularda emperyalistlerle işbirliği
içinde davranan, bu temelde ABD emperyalizmiyle de işbirliği yapan bir güçtür. TC’nin emperyalizme bağımlılığı, emperyalistlerin her dediğini yapma
düzeyinden ya da biçiminden çıkmıştır. TC kendisi
genelde emperyalist bir devlet olmasa da emperyalist
yayılma siyasetine sahiptir. Bu siyasetin uygulanmasında “Arap Baharı” denen gelişmeler TC burjuvazisine yeni imkanlar sağlamıştır. Özellikle AKP’nin
islamcı yanı ve Erdoğan’ın İsrail’e karşı Filistinlilerin
haklarını savunma pozisyonuna bürünmesi genelde
Arap ülkelerinde sempati toplamıştır. Tunus ve Mısır
gibi ülkelerde Bin Ali ve Mübarek yönetimine karşı
gelen “Müslüman Kardeşler” AKP ile farklılıklarına
rağmen, Türkiye’yi kendilerine “örnek” aldıklarını
ilan etmişlerdir. AKP’nin hükümette olması Türk
burjuvazisinin bu “islam” kartını oynama imkanını
da yaratmıştır. Suriye somutunda da hem “Müslüman Kardeşler”in desteklenmesi temelinde genelde
bu kesim üzerinde nüfuz kazanmak hem de bölgesel
dalaş çıkarında Suriye’deki Esad rejimini devredışı
bırakma yönlü hesapları var Türk egemen sınıflarının. Buna bir de Suriye’deki Kürtlere yönelik siyasetleri eklenince TC’nin Suriye’ye karşı açıkça savaş
panorama
panorama
28
ÖNE ÇIKAN KİMİ GELİŞMELER, TAVIRLAR...
şabilecekleri bir noktada uzlaşmaya hazır olmazsa,
çatışma ve savaş kaçınılmazdır ve bir seneden fazla
bir süredir de bu temelde çatışmalar yaşanmaktadır.
Hangi tarafın ne kadar insan katlettiği hesabından ve
de sayısından bağımsız olarak binlerce insan yaşamını yitirmiştir, yitirmektedir. Onbinlerce insan da
Türkiye ve diğer kimi ülkelere sığınmıştır.
Esad karşıtı kesimlerin egemenliğindeki medyanın –buna Katar ve Suudi Arabistan egemenliğindeki
medya da dahildir- tek yanlı haberlerine rağmen, hemen her gün çatışma, saldırı, bombalama vb. konularda haberler medyada yer almaktadır. Bu tek yanlı
medyada –Esad yanlısı medya da tek yanlı ama bunların gölgesinde kalıyor- savaş kışkırtıcılığının bir
parçası olarak psikolojik savaş da yoğun biçimde sürdürülmektedir. Emperyalistler arasındaki çelişkilere
rağmen uluslararası diplomatik mücadele de esasında
bu savaş kışkırtıcılığının bir parçasıdır.
Suriye’deki durum, iç gelişmeler, çatışmaların, psikolojik savaşın yaygınlaştırıldığı ve her geçen gün
ölülerin sayısının arttığı, kısa sürede düzelme yerine
daha da kötüye, evet bir savaşa doğru yol alan bir durum olarak ifade edilebilir.
29
Özetle kronolojik gelişmeler...
30
ABD, Almanya, Fransa ve İngiltere kendilerini
Esad’dan açıkça ayırıp istifasını talep ettiler. Bunlara
göre Esad her türlü meşruiyeti yitirmişti!
23 Ağustos’ta BM İnsan hakları Konseyi Suriye’de
şiddeti incelemeye başladı.
2 Eylül’de AB Dışişleri Bakanları’nın Polonya’da
yaptığı toplantıda Suriye’ye yönelik petrol almama
ambargosu kararı aldı. Buna göre 3 Eylül’den itibaren
AB Suriye’den petrol ithal etmeyecekti. AB’nin yaptırım kararları birçok kez yenilendi ve sadece petrol
ambargosu ile sınırlı kalmadı. Diğer alanlardaki ticaret ve seyahatler konusunda da yaptırım kararları
alındı. Yaptırımlarda ABD de yer almaktadır. Genel
olarak ele alındığında Esad karşıtı cephenin tümü
yaptırımlara başvurmaktadır. Arap Ligi de, Körfez
İşbirliği Konseyi de, Türkiye de...
10 Eylül’de Arap Ligi Genelsekreteri Nabil el-Arabi
Başkan Esad’ı ve kimi diğer hükümet yetkilileriyle
görüştü. Açıklamalara göre bu görüşmede atılması
gereken reform adımları üzerine anlaşma sağlandı.
15 Eylül’de Suriye muhalefetinin –Müslüman Kardeşlerin etkin olduğu muhalefet- İstanbul’da yaptığı
toplantıda “Suriye Ulusal Konseyi”nin kuruluşu ilan
edildi. Amacı açıktı: Esad yönetiminin devrilmesine
destek verip geçiş hükümetini oluşturmak! Aynı gün
BM Genelsekreteri Ban Ki-Moon Esad’a şiddete son
verme ve daha önce verdiği sözüne uygun davranma
çağrısı yaptı.
Eylül ayı ortalarında Şam’a yakın bir yerde “ulusal diyalog” için 200 kadar temsilcinin katıldığı ve
“Demokratik Değişim İçin Ulusal Koordinasyon”
grubunca koordine edilen muhalefet toplantısı yapıldı. “Ulusal diyaloğa” evet demelerinin önkoşulunun
Suriye’de tüm silahların susturulması olduğu açıklaması yapıldı. Bu açıklama sadece devlet güçlerine
değil, Esad karşıtı silahlı muhalefete de yönelik bir
tavırdı.
24 Eylül’de İsviçre de AB’nin petrol ambargosuna
katıldığını açıkladı.
Eylül ayı sonlarına doğru kimi muhalif güçler “Özgür Suriye Ordusu’ndan ve 10.000 kadar üyesinden
bahsetmeye başladı.
2 Ekim’de İstanbul’da yapılan bir konferansta
“Suriye Ulusal Konseyi”nin hedefleri daha da geniş
biçimde belirlendi ve en önemlilerinden biri olarak
da muhalif güçlerin birleştirilmesi amacı açıklandı.
“Suriye Ulusal Konseyi” kendisini değişik grupların
temsilcisi olarak göstermeye çalıştı, ama bugüne kadar hala yerine oturmuş bir durumu yok. 2 Ekim’de
seçilen başkan Galyun, gelinen yerde istifa etmiş ve
yerine Kürt muhalefeti yanına çekebilmek için de
Kürt kökenli biri SUK’nın başkanlığına atandı! Bu
arada birçok kişi de konseyden ayrıldı.
5 Ekim’de BM Güvenlik Konseyi’nde Esad rejimini
kınamak için hazırlanan karar tasarısı Rusya ve Çin
tarafından veto edildi. Bu arada Rusya hem SUK hem
de Suriye Ulusal Koordinasyon Komitesi gibi muhalif
güçlerle görüşmeler yapmak için bu kesimleri davet
etti ve Rusya’nın BM GK için Suriye’de çatışan iki
tarafı da, yani hem devlet güçlerini hem de silahlı
muhalefeti kınayacağı bir karar tasarısı hazırladığını
açıkladı.
15 Ekim’de Esad yeni anayasa hazırlamak için bir
komite görevlendirdi. Buna göre 4 ay içinde anayasanın hazırlanması gerekiyordu. Buna bağlı olarak da
çok partili sisteme geçiş sözü verildi. Esad, İngiliz gazetesi “Sunday Telegraph”ın 30 Ekim’de yayınladığı
röportajda “güvenlik güçlerinin olayların başlangıcında hatalar” yaptığını, “ama artık sadece teröristlerin üzerine” yüründüğünü açıkladı.
2 Kasım’da Arap Ligi ile Esad yönetimi arasında protestoculara karşı şiddete başvurulmayacağı
yönünde anlaşma yapıldığı yönlü haberler medyaya yansıdı. Esad yönetiminin “protestoculara” karşı
değil de “teröristlere” karşı şiddet uyguladığı yönlü
açıklama, Esad karşıtı kesimleri doğal olarak tatmin
etmiyordu. Çünkü onlara göre Esad’ın “terörist” ilan
ettiği kesim protestoculardı! Bu temelde de giderek
savaş kışkırtıcılığı yapıldı. Buna göre Esad verdiği hiç
bir söze uygun davranmıyordu. Bu tür seslerin yankıları Arap Ligi ülkelerinden Türkiye’ye ve Avrupa’dan
ABD’ye kadar geniş bir alanda yankılanıyordu! Esad
görüşmelere/ diyaloğa hazır olduğunu Arap Ligi temsilcilerine garanti ederken, “Suriye Ulusal Konseyi”
Esad rejimiyle görüşmeleri tümüyle reddetti. Görüş-
melerin gerçekleşmemesi nedeniyle suçlanan yine
Esad ve rejimiydi!
Bu arada herhangi bir “cinayet suçuna” bulaşmayan
ama silah taşıyan, satan veya dağıtanlara silahlarını
bir hafta içinde teslim etmeleri durumunda af edilecekleri içerikli bir af yasası açıklandı. Bu afla birlikte
700 kadar da tutuklu serbest bırakıldı. En başta ABD
emperyalizminin dışişleri sözcüsü Victoria Nuland
olmak üzere Esad karşıtları, Suriyelilere silahlarını
teslim etmemesi çağrısında bulunuyorlardı. Bu arada
Esad’a da “Yemen formülü” olarak adlandırılan görevini bırakması, çatışmalara son verme “çözüm önerisi” olarak dillendirilmeye başlandı.
7 Kasım’da Arap Ligi Suriye ile anlaşması üzerine
12 Kasım’da bir danışma toplantısı yapacağını açıkladı. Sözkonusu toplantıdan önce Fransız Dışişleri Bakanı Juppe Arap Ligi’nin inisiyatifinin boşa çıktığını
ve “Suriye Ulusal Konseyi”nin resmen tanınmasını
gündeme getirdi. 12 Kasım’da Arap Ligi Suriye’nin
Arap Ligi üyeliğini dondurma ve yaptırımlar uygulanması yönünde karar aldı. Bu yaptırım kararının
Fransa ve Türkiye tarafından sonuna kadar destekleneceği her iki devletin Dışişleri Bakanları tarafından ilan edildi. Sözkonusu yaptırımlar 27 Kasım’da 9
madde olarak da somutlaştırıldı. Arap Ligi üyesi Irak
ile Lübnan sözkonusu yaptırımlara katılmayacaklarını açıkladılar.
12 Aralık’ta yeni seçim yasasına uygun olarak yerel
seçimler yapıldı.
Bu arada Arap Ligi’nin Esad yönetimiyle üzerine
anlaştığı, Suriye’ye gözlemci heyeti gönderme planı
Rusya ve Çin’in de desteğini aldı. Heyete Sudanlı General Mustafa el-Dabi başkan olarak atandı. Bunların
görevi Esad’ın tankları, panzerleri sokaklardan geri
çekip çekmediğini, tutukluları serbest bırakıp bırakmadığı ve muhalefetle diyaloğa başlayıp başlamadığını gözetlemekti. Yani bir nevi kontrol komisyonu
görevine sahiptiler. Fakat daha sözkonusu gözlemci
heyeti görevbaşı bile yapmadan Esad karşıtı kesimin
“ancak rejim devrildiğinde diyalog mümkündür”
yönlü tavırları, bu misyonun boşa çıkarılacağı, çıkacağı anlamına geliyordu. Buna dikkat çeken Rusya
Dışişleri Bakanı haklı olarak böylesi bir tavırla Arap
Ligi’nin planının herhangi bir öneminin olmadığının
ilan edildiği yönlü eleştiride bulundu.
Bu gözlemciler heyetinin kimi üyeleri 22 Aralık’tan
itibaren Suriye’ye gitmeye başladı. Arap Ligi gözlemciler heyeti daha çalışmalarına başlamadan Esad’a
karşı savaş ve dış müdahale isteyenler bu gözlemci he-
panorama
panorama
kışkırtıcılığı yapması ve muhalefeti desteklemesi anlaşılır olmaktadır. Bu konuda AKP hükümetinin ve
TC’nin genel tavrının ve çıkarlarının ortaya konup
teşhir edilmesi gerekiyor, ama bu makalenin çerçevesini aştığından bu genel durum tespitiyle yetiniyoruz.
Burada ortaya koyduğumuz genel çerçeve temelinde uluslararası diplomaside ve atılan adımlardan öne
çıkan kimi gelişmeleri kronolojik biçimde aktardığımızda, 18 Ağustos 2011 tarihinden itibaren karşımıza
aşağıdaki tablo çıkmaktadır.
yetin çalışmasının da boşa çıktığı yönlü propagandayı yoğunlaştırdı. 23 Aralık’ta Suriye “güvenlik” güçlerinin binalarına yakın iki yerde bombalar patlatıldı
ve en az 44 kişinin öldüğü bildirildi. Gözlemci heyeti
resmen 26 Aralık’ta başladığı çalışmalarına Ocak ayı
sonunda –ki kısa süre önce Arap Ligi gözlemci misyonun çalışmalarını bir ay uzattığı halde- ara verdiğini
açıkladı. Bu aslında ara vermekten çok gözlemci heyetin çalışmasının sonlandırılmasıydı. Bu adım için
heyet üyelerinden farklı farklı açıklamalar yapıldı.
İlginç olan bu komisyonun BM’ye sunduğu raporun
yayınlanmaması ve BM’nin Suriye’ye yönelik kınama
kararlarında herhangi bir rol oynamamasıdır. Arap
Ligi Gözlemciler Heyetinin görevi yapılan anlaşmaya
uygun davranılıp davranılmadığını gözlemlemekti.
Ama şiddet varlığını sürdürdüğü için bu gözlemciler
misyonunun da boşa çıktığı ilan edildi. Savaş kışkırtıcıları bu noktada amaçlarına ulaştı. Heyetin başkanı, Suriyeli yetkililerin heyetle birlikte çalışmalarını
övmüş ve silahlı aşırı güçlerle paralı askerlerin Suriye
ordusuna karşı saldırılarda bulunduğunu sözkonusu raporunda yazmıştı. 163 gözlemcinin katıldığı bu
çalışmanın raporu kaale alınmazken, “Suriye Ulusal
Konseyi”nin itirazları “deger” görüyordu... Kuşkusuz
ki böylesi bir rapor Esad’dan ne olursa olsun kurtulmak isteyenlerin hoşuna gitmez! Çalışmalarına ara
verildiği söylenen heyetin Başkanı 12 Şubat’ta görevinden istifa etti. Aralık sonlarından Ocak 2012 sonlarına kadar genelde haberlerin merkezine konan gelişmeler bu gözlemci heyetin çalışmaları ve yaşanan
çatışmalardı. Arap Ligi Barış Planı denen plan da bu
haliyle tarihe karıştı ve yerini BM ile ortak misyona
bıraktı.
31
kararıyla Suriye’ye yönelik savaşın uluslararası kurallara uydurulamaması durumunda, savaşın nasıl
hazırlanacağının görüşmelerini, pazarlıklarını yapmak için oluşturulmuştur. İlk toplantıya 60 ülkenin
dışişleri bakanları, BM genelsekreteri Ban Ki Moon
ve uluslararası kuruluşların temsilcileri katıldı.
26 Şubat’ta yeni anayasa için referandum yapıldı.
24 Şubat’ta BM’nin eski genelsekreteri Kofi
Annan’ın BM ve Arap Ligi’nin Suriye özel temsilcisi
olarak atandığı kamuoyuna açıklandı. Annan’a yönetimle muhalefet arasında arabuluculuk yapma görevi
verilmişti. Annan bu görev için tayin edildikten sonra dikkatler “Annan Planı”na çevrildi ve bunun Esad
tarafından kabul edilip edilmeyeceği spekülasyonları
yapıldı. Annan zaman geçirmeden görüşmelere başladı. Başta işverenleri BM ve Arap Ligi temsilcileriyle
görüştükten sonra Suriye’ye gidip 10 Mart’ta Esad ve
kimi hükümet/ devlet yetkilileriyle görüştü. Sözkonusu görüşmeyi Annan “açık” ve “kapsamlı” görüşme olarak değerlendirdi. “Tarafsız” basına yansıdığı
kadarıyla Esad diyaloğa ve değişikliklere hazır olduğunu belirtmiş ama şiddet olaylarının “silahlı terörist
grupların ülkeyi kaosa sürüklemelerine son verilmediği sürece bitmeyeceği”ni de Annan’a söylemiştir.
Bu bağlamda silahlı muhalif güçlerin destekleyicisi
ülkelerden, muhalefetin herhangi bir ateşkes kabulü
durumunda ateşkese uyacakları yönünde yazılı tavır
talep etmiştir.
“Annan Planı” üzerine görüşmeler pazarlıklar sürerken Körfez İşbirliği Konseyi ülkeleri 16 Mart’ta
Suriye’deki elçiliklerini kapattı. Türkiye Dışişleri bakanlığı Türk vatandaşlarının Suriye’yi terketmeleri
çağrısında bulundu ve elçiliği kapatmayı tartıştıklarını açıkladı...
21 Mart’ta ise BM’nin “Başkanlık Açıklaması” adını
verdiği ve Rusya ile Çin’in de onayladığı ortak açıklama kararlaştırıldı. Annan Planı’nın kabul edilmesi ve uyulması, ateşkes ve devlet ile silahlı muhalefet
arasında diyalog sağlanması taleplerini içeriyordu bu
“Başkanlık Açıklaması”. Rusya ve Çin’in bu açıklamayı onaylaması, bunun tek yanlı olmadığı, çatışan
iki tarafa da çağrıda bulunduğu vb. yönlü açıklamalarla gerekçelendirildi. Buna göre Rusya ve Çin değil
Güvenlik Konseyi’nin diğer üyeleri tavır değiştirmişti.
26 Mart’ta Suriye’nin “Barış Planı”nı kabul ettiğini
açıkladı. “Suriye Ulusal Konseyi” hemen karşı propagandasına başladı.
Sözkonusu edilen 6 maddelik plan şöyledir:
“1) Suriye halkının meşru taleplerine cevap vermek
üzere yürütülecek siyasi süreçte BM temsilcisi ile çalışılacak.
2) Çatışmalar durdurulacak ve acilen BM gözetiminde bir ateşkes sağlanıp siviller korunacak, ülkede
istikrar sağlanacak.
3) Çatışmalardan etkilenen tüm bölgelere vakitli
insani yardım yapılacak.
4) Keyfi tutuklamalar sonucu hapiste bulunan daha
fazla sayıda kişi salıverilecek.
5) Gazetecilere ülke içinde seyahat özgürlüğü sağlanacak.
6) Toplantı ve gösteri hakkı garanti edilecek.” (aktaran Hürriyet gazetesi, 28 Mart 2012)
Bu planın uygulamaya geçirilmesine çalışılırken
başta Katar ve Suudi Arabistan olmak üzere –ki Annan Arap Ligi’nin de sözcüsü olarak bu görüşmeleri
sürdürüyordu- Körfez İşbirliği Konseyi “Özgür Suriye Ordusu”na 2 Nisan’da 100 Milyon Dolar vererek
savaşa daha da hazır hale gelmesi için teşvik ediyorlardı. Başından istenen şey “Annnan Planı”nın da
boşa çıkmasıydı. Bunun için de fazla bir şey yapmaya
gerek yoktu. Silahlı muhalefetin eylemler yapması ve
devlet güçlerini çatışmaya zorlaması yetiyordu.
Görüşmelerde ateşkes üzerine uzlaşma oluştu, silahlı muhalefet de ağababalarının kulaklarını çekmesiyle ateşkese uyacaklarını açıkladılar. 10 Nisan
itibarıyle BM gözlemcileri Suriye’ye gitmeye hazırlandılar ve 12 Nisan’dan itibaren de ateşkes uygulamaya
kondu.
21 Nisan’da BM’nin aldığı karara göre gözlemcilerin sayısı 30’dan 300’e çıkarıldı. Esad karşıtlarının
tüm süreçteki tavırları, “Annan Planı”nı boşa çıkarmak için de kendisini gösterdi. Esad yönetimi anlaşmaya uymaya çalışırken, karşı taraf saldırılarla provoke etmekten, tek yanlı ve yanlış haberler yaymaya
yoğunlaştılar ve sonuçta BM gözlemcilerinin çalışmalarını 16 Haziran’da dondurmalarına kadar da her
türlü yola başvurdular. Bu arada güçlerini toparlama
ve daha da fazla silahlanma gerçekleştirerek güçlendiler. Ateşkes süreci aslında pratikte silahlı muhalefete yaramıştır. “Annan Planı” misyonunun çalışmalarını ne zaman başlatıp başlatmayacağı ya da Temmuz
ayı ortalarında süresinin uzatılıp uzatılmayacağı
soru işaretidir. Dış müdahale ve savaş istemeyenler
bu planın desteklenmesi, daha da güçlendirilmesini
isterken, dış müdahale ve savaş isteyenler bu misyonun boşa çıktığının resmen ilan edilmesini istiyor.
“Annan Planı” üzerine tartışmalar görüşmeler sü-
rerken 7 Mayıs’ta Suriye’de parlamento seçimleri
yapıldı. 29 Mayıs’ta başta ABD, Almanya, Fransa,
İngiltere, İtalya ve İspanya olmak üzere birçok devlet Suriyeli diplomatları ülkelerinden kovdular. Buna
“missileme” olarak da Suriye sözkonusu ülkelerin
diplomatlarını “istenmeyen kişi” olarak “kara listeye”
aldı...
En son Türk uçağının Suriye tarafından düşürülmesi bağlamında yürüyen tartışmalar, Türk devlet
yetkililerinin, başta da Başbakan Erdoğan’ın sorunu
NATO’ya götürme ve herhangi bir NATO üyesi devletin saldırıya uğraması durumunda NATO’nun üye
devleti korumak için savaş da yürütmesini öngören
maddeyi işleme koyup koyamayacakları üzerine çalışmaları sürüyor.
Kronolojik olaylar listesi bu “kısa” haliyle bile kaba
bir resim çizmeye yetiyor sadece. Gelişmelerde değinmediğimiz ve okurlarımız açısından ama değinilmesi gereken önemli noktalar da kuşkusuz ki dile
getirilmeme durumundadır. Yine de sorunların özünü ortaya koymada bu çerçevede gerekli gördüğümüz
noktaları ortaya koymaya çalıştık. Eksikleri tamamlayı da siz okurlarımızdan talep ediyoruz.
Sonuçta söylenmesi gereken esas şey, demokratik
talepler için başlayan bir protesto hareketi, emperyalist ve yerel gerici güçlerin müdahalesiyle iki tarafında
gerici, karşıdevrimci güçlerin yer aldığı bir çatışmaya
dönüştürülmüş ve Suriye’ye karşı Batılı emperyalistlerin desteği ve yerel gerici güçlerin doğrudan içinde yer aldığı bir savaş kışkırtılmaktadır. BM ya da
NATO üzerinden savaş ya da müdahale olasılığı her
geçen gün daha da yükselmektedir. Suriye’ye karşı
tavırda özellikle Arap Ligi ve Türkiye yerel gerici kolonu oluşturmaktadır.
Faşist Baas rejimine karşı Suriye halklarının demokratik hakları ve özgürlükleri için mücadelesinin
yanındayız! Kahrolsun faşist Baas rejimi! Aynı biçimde başta faşist TC’nin olmak üzere tüm emperyalistlerin ve yerel gerici devletlerin Suriye’ye müdahalesine de hayır!
Türkiye’de kuşkusuz ki tüm demokrat, devrimci ve
komünistlerin Türk devletinin yayılmacı, savaş kışkırtıcılığı siyasetine karşı birlikte mücadele etmesi,
Suriye’nin ezilen halklarıyla enternasyonal dayanışma göstermesi Suriye’ye yönelik tavırlarda en temel
görevlerden biridir.
Gelişmelerin hangi yönde yol alacağını takip edip
göreceğiz!
25 Haziran 2012 ✓
panorama
panorama
32
16 Ocak tarihli basında Esad’ın “15 Mart 2011-15
Ocak 2012 tarihleri arasında meydana gelen olaylar
sırasında işlenen suçlar için genel af ilan” edildiği
haberi kamuoyuna yansıdı. Bu arada Rusya yeniden
BM Güvenlik Konseyi’ne Suriye ile ilgili karar tasarısı sundu. Çin, Brezilya, Hindistan ve Güney Afrika
bu tasarıyı desteklerken, ABD, Almanya, Fransa gibi
devletler çatışmalardan iki tarafı da sorumlu gören
böylesi bir tasarı kabul edilemez diye tavır takındılar. Arap Ligi de “Yemen formülü” ya da planını daha
yüksek sesle gündeme getirdi ve Esad’a “iki ay süre”
verdi!
Arap Ligi gözlemci heyetinin çalışmalarına paralel
BM’de yürüyen pazarlıklar sonucu birkaç kez “değiştirildiği” söylenen karar tasarısı 4 Şubat’ta Güvenlik
Konseyi’nde oylandı. Suriye’ye yönelik bu karar tasarısı da Rusya ve Çin’in vetosuna takıldı. Rusya ve
Çin sözkonusu tasarının tek yanlı olduğu, yaşanan
çatışmalardan devlet güçleri gibi silahlı muhalif güçlerin de sorumlu olduğunu, ayrıca yaptırımlara karşı
olduklarını, bu gerekçeyle tasarıyı veto ettikleri yönlü
açıklamalarda bulundular. Bu aynı zamanda kimin
yönetimde olacağına Suriye halkının kendisinin karar vereceği, dışardan dayatmayla yönetim değişikliği talebinin yanlış olduğu, BM’nin içişlere karışmama
şartına bağlı kaldıkları düşüncesiyle de birleştirilmektedir.
Burada bir noktaya daha dikkat çekmekte yarar
var. BM’de ya da uluslararası görüşmelerde Suriye
hakkında karar verileceği toplantılardan kısa süre
önce veya eş zamanlı olaylar, patlama veya katliam
gerçekleştirilmektedir. Bunun bir amacı da Suriye’ye
yönelik yaptırımların yoğunlaştırılmasından askeri
bir müdahalenin kararlaştırılmasını da içeren kararların alınmasını etkilemektir. Sözkonusu saldırılar,
katliamlar her seferinde Esad rejimine mal edilmektedir. Ama tarafsız her siyasetçinin kabul edeceği şey,
Esad rejiminin kendisini daha da zor duruma düşürecek böylesi davranışlara girmeyeceğidir.
Arap Birliğ Şam yönetimiyle ilişkilerini kestiğini
açıkladı. Rusya Dışişleri bakanı Şam’a gidip Esad’la
görüştü. BM Genel Kurulu’nda ise bağlayıcı olmayan
bir Esad’ı kınama ve istifasını talep eden karar tasarısı 137 evet, 12 karşı ve 17 çekimser oyla kabul edildi.
Bu arada BM’den Suriye’ye yönelik yaptırım kararının çıkmayacağına inanan Esad karşıtı cephe “Suriye
Halkının Dostları” adı altında bir oluşum örgütlemeye başladı. İlk toplantısını 24 Şubat 2012 tarihinde
Tunus’ta gerçekleştirdi. Bu oluşum esasında BM GK
33
- MISIR -
M
34
ısır’da askeri yönetimli “kontrollü geçiş” süreci sürüyor! Dergimizin 156. sayısında 25 Şubat
2012 tarihine kadarki gelişmelere değinmiştik. Parlamento ve Şura seçimlerinden sonraki “geçiş planı”,
Meclis’in bu iki kamarası tarafından 100 kişiyi seçip
anayasa hazırlamakla görevlendirmesi, anayasanın
referanduma sunulması ve ardından başkanlık seçimlerinin yapılması gerekiyordu. Ordu da başkanlık
seçimlerinden sonra yönetimi sivillere devredecekti.
Protestolara yanıt olarak başkanlık seçimlerinin en
geç Haziran ayı sonuna kadar yapılacağı açıklanmıştı.
Pratikte bu sıralamaya uygun davranılması halinde
ya başkanlık seçimlerinin ertelenmesi gerekiyordu,
ya da anayasa referandumu yapılmadan başkanlık
seçimlerinin ertelenmeden yapılması. Başkanlık seçimleri ertelenmedi! 29 Şubat’ta Seçim Komisyonu
Başkanı başkanlık seçimi için öngörülen tarihleri ve
seçime katılımın koşullarını açıkladı.
Buna göre 10 Mart – 8 Nisan tarihleri arasında
adayların kayıtlarını yapması gerekiyordu. Kayıt olabilmek için adayların 40 yaşını doldurmuş ve Mısır
vatandaşı olması, 30.000 kadar destek açıklaması
ya da 30 milletvekilinin imzası gerekiyordu. Seçim
kampanyası da 30 Nisan – 20 Mayıs tarihleri arasında yapılacaktı. Seçim tarihi ise birinci tur için 23 ve
24 Mayıs, ikinci tur için ise 16 ve 17 Haziran olarak
belirlenmişti.
3 Mart’ta Parlamento ve Şura biraraya gelerek anayasa hazırlaması için seçmeleri gereken 100 kişinin
seçiminin kurallarını ve gidişatını belirlemesi için
30 kişilik bir komite seçti. Bu çalışma temelinde 24
Mart’ta sözkonusu 100 kişilik kurucu meclisin seçilmesi gerekiyordu. Olmadı. Sandalye sayısı az olan
birçok parti Müslüman Kardeşler ile Selefiler’in sözkonusu kurucu mecliste belirleyici rol oynamasını
boykot etmeleri sonucu, anayasayı hazırlayacak 100
kişilik kurucu meclis seçimi sürüncemede kaldı. 8
Haziran’da medyaya yansıyan haberlere göre Askeri
Konsey ile meclisteki partiler anlaşmıştı. Buna rağmen çoğunluğu islamcılar oluşturacaktı. Yüksek
Askeri Konsey Başkanı Tantavi 12 Haziran’da parlamento oturumunda kurucu mecliste kimlerin yer
alacağının belirleneceğini açıkladı.
tı. İkisinin oy oranı da %25’in altındaydı. Mursi bir
puan kadar öndeydi. Medyaya yansıyan seçmenlerin
tavırlarından öne çıkan esas şey, sonucun başta belli
olmadığı bir seçimin ilk kez yapılıyor olmasıydı. Kimin kazanacağı belli değildi.
Mısır’da “kontrollü geçiş”te ilerleme kaydediliyor
yönlü tahminleri boşa çıkaran gelişmeler, ikinci tur
seçimin hemen öncesinde yaşandı.
14 Haziran’da Anayasa Mahkemesi parlamento
vatandaşı olması nedeniyle, Müslüman Kardeşler’in
birinci adayı da devlete karşı suç işlemede ceza yemiş
olmasından dolayı seçimlere katılmalarına izin verilmedi. Müslüman Kardeşler “yedek lastikle” yarışa
katıldı! Muhammed Mursi’yi aday gösterdi. Seçimlerden önce fazla şans tanınmıyordu. Mübarek döneminin son Başbakanı general eskisi Ahmet Şefik’in aday
olabilmesi için Anayasa Mahkemesi’nin izin kararı
gerekiyordu, verildi. Müslüman Kardeşlerce dışlanan
adaylardan biri Abdul Müneym Fütuh idi. Tanınmış
isimler arasında da Amr Musa vardı. Toplam 13 aday
vardı, hepsi de erkekti!
Yaklaşık 52 Milyon seçmenin %43,4’ünün katıldığı
söylenen ilk turda Mursi ile Şefik ilk iki sırayı kazandığından ikinci tur seçim bunlar arasında olacak-
seçimlerini yasaya aykırı yapıldığı gerekçesiyle iptal
etme kararı verdi. Buna bağlı olarak meclis feshedildi. Anayasa hazırlamak için düşünülen 100 kişilik
kurucu meclis de daha işine başlamadan lağvedildi.
Kararın gerekçesi milletvekillerin sayısının üçte birinin, partisiz, bağımsız adaylara ayrıldığı ama partili
milletvekillerin sayısının üçte ikiden fazla olmasıdır.
Bu gelişmeye bağlı olarak Yüksek Askeri Konsey
“yumuşak” bir “darbe” gerçekleştirdi. Daha yönetimi
sivillere devretmeden ordunun yetkilerini çoğaltan
bir “darbe”. Sonuçta eskisi gibi ülkede esas söz sahibi
olma durumunu yeni koşullara uydurma adımı atıldı.
Yüksek Askeri Konsey, basına yansıdığı kadarıyla
birçok noktada anayasal değişiklik kararı vermiştir.
2011 yılı Mart ayında yapılan anayasal değişiklikler
panorama
panorama
Başkanlık
seçimi ya
da ordunun
iktidarı orduya
devretmesi!
Mübarek rejimine karşı isyanda
önemli rol oynayan “sol”
kesimin, muhalefetin bir bölümü
seçimleri boykot etmiştir. Bir
bölümü de adaylar içinde iki-üç
adaya oy vermiştir. Gelişmeler
Mısır’da “sol”un kısa sürede
fazla güçlenmediğini, hatta
Mübarek’i devirme amacının
gerçekleşmesinden sonra belli bir
ayrışmanın yaşandığı, bunun
da “renklerin” ortaya çıkmasına
hizmet ettiği bir durumu
göstermektedir.
Kurucu meclis için pazarlıklar sürerken 31 Mayıs’ta
OHAL’in tamamen kaldırıldığı açıklandı. 25 Ocak’ta,
isyanın yıldönümünde sınırlı biçimde kaldırılmıştı!
Bu ama yeni bir kanunla delindi bile. Buna göre kolluk güçleri istediği kişiyi istediği zaman tutuklayabilir!
Geriye, başkanlık seçimlerine dönersek, ilk turu 23
ve 24 Mayıs’ta gerçekleşti.Selefilerin başkanlık adayı
Hazım Ebu İsmail’in annesi hem Mısır hem de ABD
35
sında Başkanın göreve başlaması ve bir hükümet
oluşturması biçiminde olacaktır. Anayasa hazırlama
ve referanduma sunma, ardından da parlamento seçimlerinin yapılmasına kadar herhalükarda ordu ülkeyi yöneten esas güç olma durumundadır. Ordunun
yetkilerinin ne kadar kısıtlanıp kısıtlanmayacağı da
yeni anayasada ortaya çıkacaktır. Ordunun veto hakkı olduğu koşullarda hazırlanacak bir anayasaya, ordunun işine gelmeyecek herhangi bir maddenin gireceğini düşünmek bile abesle iştigaldir.
Başkan eskisi Mübarek hakkında yürüyen davada
Haziran ayı başında Mübarek’e ömür boyu hapis cezası verildi. Mübarek ve iki oğlu hakındaki yiyicilik,
rüşvetçilik vb. konulardaki davada ise zaman aşımına uğradığı gerekçesiyle beraat kararı verildi. Ömür
boyu hapis cezasının verilmesinin gerekçesi ise 2011
Ocak – Şubat aylarındaki protestolarda yaklaşık 900
kişinin ölümünden sorumlu olmasıdır. Yani Mübarek 2011 Ocak ayından önce ceza verilmesi gereken
bir suç işlememiştir... Mahkemenin bu kararı cılız
da olsa protestolarla karşılaştı. Mübarek’e verilmesi
gereken cezanın idam cezası olduğu haykırıldı. Bu
arada Mübarek’in kalbinin durduğu, beyin kanaması geçirdiği yönlü haberler ve bu haberleri yalanlayan
açıklamalar da Mübarek’in çoktan tarih olduğu gerçeğini değiştiremez.
Mübarek rejimine karşı isyanda önemli rol oynayan “sol” kesimin, muhalefetin bir bölümü seçimleri
boykot etmiştir. Bir bölümü de adaylar içinde iki-üç
adaya oy vermiştir. Gelişmeler Mısır’da “sol”un kısa
sürede fazla güçlenmediğini, hatta Mübarek’i devirme amacının gerçekleşmesinden sonra belli bir
ayrışmanın yaşandığı, bunun da “renklerin” ortaya
çıkmasına hizmet ettiği bir durumu göstermektedir.
Bu gelişmeler bir kez daha, eğer işçilere, emekçilere devrim için mücadelede bilmsel sosyalizm temelinde yol gösterecek bir komünist örgütlenme yoksa,
devrimci durum da yaşansa, işçilerin emekçilerin çıkarlarını savunan bir iktidarın kurulması mümkün
değildir. İşçi ve emekçilerin militanca, can siperane
mücadelesi, onların sınıf düşmanları tarafından yine
onlara karşı kullanılmaktadır. “Arap baharı” denen
isyan ve mücadelelerin kitlelerde yarattığı coşku,
devrimin yarıda kalmasıyla moral bozukluğuna dönmüştür. Anda morali yükselenler “Müslüman Kardeşler” ve genelde islamcılardır.
Mısır’da “kontrollü geçiş”te durum şimdilik böyledir. Gelişmelerin hangi yönde olacağını göreceğiz.
25 Haziran 2012 ✓
“O’nu anıyor, sahipleniyoruz!”
“…gider … gider, nice Koçyiğitler gider
Senin de içinde bir oğlun varsa çok değildir
Ey mavi gök! Ey yağız yer bilesin ki
Yüreğimiz kabına sığmamakta
Örsle çekiç arasında yoğrulduk
Hıncımız derya gibi kabarmakta.” (İbrahim Kaypakkaya)
Komünist önder İbrahim Kaypakkaya faşist katillerce katledilişinin 39. yıl dönümünde, 19 Mayıs Cumartesi günü Taksim’de düzenlenen anma yürüyüşü
ve basın açıklaması ile anıldı.
Tünel Meydanı’nda toplanan kitle, İstiklal Caddesi üzerinden Taksim Meydanı’na yürüdü. Taksim
Meydanı’nda anmayı düzenleyen kurumlar adına basın açılaması yapıldı.
En önde İbrahim Kaypakkaya yoldaşın, üzerinde
“O’nu anıyor, sahipleniyoruz” yazan büyük bir resmi,
anmayı düzenleyen ve destekleyen kurumların flamaları yer aldı. Üzerinde “O’nu anıyor, sahipleniyoruz” yazan, yüzlerce döviz taşındı.
Yürüyüş ve basın açıklaması boyunca; “Önderimiz
İbrahim, İbrahim Kaypakkaya!, İbrahim Kaypakkaya ölümsüzdür!, İbrahim Kaypakkaya yaşıyor, yaşayacak!, Katil devlet hesap verecek!, Yaşasın devrimci
dayanışma!, Yaşasın halkların kardeşliği!, Bıji bıratiya gelan!, Kürdistan goristan ji bo faşistan!, İbrahim
Kaypakkaya onurumuzdur!, Kürdistan faşizme mezar olacak!, Faşizme karşı omuz omuza!, Kurtuluş
yok tek başına, ya hep beraber ya hiç birimiz!” sloganları atıldı.
Yürüyüş boyunca Türkçe, Kürtçe ajitasyon konuşmaları yapıldı. Kurumlar adına ortak basın metni
Türkçe ve Kürtçe okundu.
Ortak basın açıklamasında İbrahim Kaypakkaya
yoldaşın anılmasının yanı sıra Mayıs ayında tohum
olup toprağa düşen devrimciler, yurtseverler de anıl-
dı.
“Kızıldere’de katledilişlerinin 40. yılında Mahir
Çayan’la birlikte katledilen ON’ları; idam edilerek
katledilişlerinin 40. yılında Denizleri; katledilişinin
39. Yılında İbrahim Kaypakkaya’yı; Sinan Cemgil ve
arkadaşlarını; Dörtleri, Haki Karer ve Hasan Ocak’ı
saygıya anıyoruz.
Hem de onları anmanın, onların mücadele ruhlarını kuşanmak olduğunu bilerek anıyoruz. Onları
anmanın işçi ve emekçilere yönelik emek düşmanı
politikalara, onların militan ruhuyla karşı çıkmak
anlamına geldiğini bilerek anıyoruz. Onları anmanın, Kürt ulusuna yönelik imha, inkar ve katliamcı
politikalara karşı mücadele etmek olduğunu bilerek
anıyoruz.”
Eylemi örgütleyen kurumlar adına basın açıklaması yapıldıktan sonra, HDK adına Mukaddes Erdoğdu Çelik bir konuşma yaptı. Partizan adına okunan
açıklamadan sonra basın açıklaması sona erdi.
Devrimci ve komünist önderleri anmak suç değildir!
İbrahim Kaypakkaya’yı sahiplenmek ve anmak
onurdur!
İbrahim Kaypakkaya’yı anıyor ve sahipleniyoruz!
Anma şu kurumlar tarafından örgütlendi: HDK İstanbul Meclisi, Alınteri, Yeni Dünya İçin Çağrı, Devrimci Hareket, Munzur Çevre Derneği, Munzur Kültür Derneği, Alibeyköy Dersimliler Derneği, Dersim
Gazetesi, DDSB, Partizan, Partizan Şehit ve Tutsak
Aileleri, Yeni Demokrat Kadın, Yeni Demokrat Gençlik, Kızılbaş Dergisi, Nor Zartonk, 2 Eylül Kültür ve
Dayanışma Derneği, Gülsuyu-Gülensu Dayanışma
Derneği, Yeni Dünya Gençliği, ATİK
Destekleyen kurumlar; EHP, DHF, BDSP, Mücadele
Birliği Platformu.
20.05.2012 ✓
güncel
panorama
36
referanduma sunulmuştu. Bu seferki değişiklikler
hemen yürürlüğe girdi! Yeni bir parlamento seçimi
yapılana ve meclis oluşana kadar tüm yetkiler Yüksek Askeri Konsey’in elinde toplanmıştır. Bu seçimler
de anayasanın hazırlanması ve referanduma sunulup
onaylanmasından sonra gündeme gelecektir. Aslında
yürütme de yasama da yargı da ordunun elindedir...
Rejimin özünde herhangi bir değişiklik olmamıştır.
Fakat “yumuşak darbe” esasında Başkan’ın yetkilerinin kısıtlanması ve ordunun yetkilerinin genişletilmesiyle ilgilidir. Örneğin Başkanın ordunun
başkomutanı olması bu değişiklikle engellenmiştir.
Orduyu ilgilendiren tüm konularda ordu özerk ilan
edilmiştir. Bu temelde ordunun ekonomideki gücü,
gelirleri, giderleri de sadece ordunun kendisi tarafından kontrol edilebilecektir. Ekonomik çıkarlar da
korunmaya alınmıştır. Başkan herhangi bir durumda
bir başka ülkeyle savaş ilan edebilecek ama ordunun
onayı olmadan bu adım atılamayacak. Ordu anayasanın her maddesinin yazılımında veto hakkına sahiptir. Anayasa oluşturma sürecinde son kararı yine
ordu verecektir. Kurucu Meclis herhangi bir nedenle
görevini yerine getirmezse ordu bu meclisi dağıtabilir
ve yeni bir meclis oluşturabilir. Kısaca ifade edildiğinde Ordu “ülkenin yüksek çıkarlarına zarar” verdiği kanaatine sahip olduğu her duruma müdahale
etme yetkisine sahiptir. Seçimlerin ikinci turundan
sonra, ama sonuçların resmen açıklanmasından önce
oluşturulan güvenlik konseyi, başkanla birlikte 16 kişiden oluşuyor. Bunun 11’i asker 5’i sivil ve kararlar da
oy çokluğuyla alınacaktır. Bu kadar açık yani: Mısır’ı
ordu yönetmeye devam ediyor!
Bu gelişmelerin gölgesinde yapılan ikinci tur seçimlerine seçmenlerin yaklaşık %50’sinin katıldığı
bilgisi basına yansıdı. Seçimin sonuçları resmen açıklanmadan iki adayın tarafları da kendilerinin adayının kazandığını ilan etti. Seçim Komisyonu seçimler
hakkında 400 kadar şikayetin bulunduğunu, bunların incelenmekte olduğunu söyleyerek sonucun resmi
ilanını erteledi. 24 Haziran 2012 tarihinde sonuçlar
resmen açıklandı. Buna göre Müslüman Kardeşler’in
adayı Mursi oyların %51,7’sini alarak başkanlığa seçilmişti. Seçim Komisyonu’nun sonuçları açıklamayı
ertelemesinin perde arkasında ordu ile Müslüman
Kardeşler ve Mursi arasında pazarlıklar olduğu yönlü
yorum ve tahminler de piyasayı kapladı ve bu yorum
ve tahminlerin maddi temeli de vardır.
Yapılan açıklamalara göre Haziran ayı sonunda
yönetim sivil başkana devredilecek!?? Bu adım esa-
37
Türkiye Komünist İşçi Partisi
38
Kendilerinin verdiği bilgiye göre TKİP’in şekillenişi
Nisan 1987’dir. Nisan 1987’de bir grup yayınladıkla-
rı bir bildiri ile TDKP(Türkiye Devrimci Komünist
Partisi)’den kopmayı ilan eder. Mayıs 1987’de “iki
temel metinle ideolojik platformlarını devrimci kamuoyuna” ilan ederler. Ekim 1987’de TKİP’in merkez
yayın organı olan “Ekim” dergisi yayın hayatına başlar. Mart 1991’de Ekim 1. Genel Konferansı toplanır.
Kasım 1998’de TKİP Kuruluş Kongresi toplanır ve
TKİP’in kuruluşu ilan edilir.
Mart 1992’de “Ekimler” adlı derginin 1. sayısı legal
olarak yayınlanmaya başlar. “Ekimler”in yeni döneme ilişkin değerlendirmeleri, Sovyetler Birliği kazanımları ve Stalin üzerineydi. Bu değerlendirmeleri
de “teorisyen” H. Fırat yapıyordu. Troçkist örgütlerin
en temel özelliği, Sovyetler Birliği kazanımlarını reddetme ve Stalin düşmanlığıdır. TKİP’in teorisyenlerinden H. Fırat, Mart 1992’de ilk sayısı yayınlanan
“Ekimler”in 1. ve Şubat 1994’te yayınlanan 2. sayıda
Sovyetler Birliği ve Stalin hakkındaki değerlendirmelerini ortaya koymuştu. Dergimizin öncülü olan
Yeni Dünya İçin sayı 4’te, H. Fırat’ın Sovyetler Birliği
hakkında yaptığı değerlendirmelere tavır takındık. O
yazımızda diğer şeylerin yanı sıra şu tespitleri yaptık:
ile 1930’ların sonundaki Sovyet ülkesi, iki ayrı dünyadır artık. Tarıma dayalı geri bir kırsal toplumdan,
asgari sınai temele sahip bir kent toplumuna büyük
bir sıçrayıştır bu. Buna bağlı olarak köylülüğün nüfus
içindeki ezici ağırlığında büyük bir zayıflama, işçi sınıfının toplum içindeki varlığında ise görülmemiş bir
büyüme ve güçlenmedir. Eski toplumdan kalan ya da
NEP döneminde oluşan sömürücü sınıflar süpürülüp atılmıştır artık. Sürekli kapitalist öğeler yaratan
yaygın küçük meta üretiminden ve onunla kopmaz
biçimde bağlı sınırlandırılmış bir piyasa ekonomisinden, tarımda devlet mülkiyetinin yanısıra kollektif
köylü mülkiyetine dayalı makinalaşmış geniş çaplı bir
tarıma, sanayide kamu mülkiyetine, ekonominin tümünde ise planlı yönetime geçiştir. İktisadi gerilikle
kopmaz biçimde bağlı kültürel geriliğe ve cehalete son
verilerek, eğitimi ve öteki kültür öğelerini çalışan yığınların yaşamına maletmedir. Teknik ve üretim bilgisi, genel olarak bilimsel bilgi üzerindeki küçük bir burjuva uzmanlar azınlığının tekelini parçalayarak, onu
milyonlarca işçi ve emekçiye maletmedir. Ve elbetteki,
tüm bunlarla içiçe olarak, yığınların iktisadi, sosyal ve
kültürel yaşamında göreli bir iyileşmedir.
Kısacası sosyalist bir iktidar altında (abç), çapı ve
hızı bakımından tarihte o güne dek eşi görülmemiş ve
daha sonra da görülemeyecek olan büyük bir modernleşme hareketiydi bu.’ (agd., sf. 39)
H. Fırat, Stalin önderliği döneminde sosyalizmin
inşası bakımından birçok başarıları, özellikle de iktisadi başarıları reddedemiyor. Bunların birçoğunu
sermayenin paralı tarihçileri de reddedemiyorlar.
Burjuva tarihçileri ile H. Fırat gibi onların öğrencisi
teorisyen tarihçilerin birleştiği nokta bu iktisadi ilerlemenin demokratik şartlarda ve araçlarla yapılmadığı, tersine iktisadi ilerleme içerisinde, daha önceden
Sovyetleri işlevsizleştiren, parti ile devleti özdeşleştiren bürokratik aygıtın totaliter tedbirlerle (H. Fırat
‘oloğanüstü tedbirler’ diyor) kendi bürokratik yapısını daha da derinleştiğini savunuyorlar. Bunu H. Fırat, ‘1930’ların en trajik çelişkisi’ (agd., sf.49) olarak
tanımlıyor ve siyasal alanda, aynı dönemde iktidar
aygıtının ‘bürokratik bir deformasyona’ uğradığını, ‘sosyalizmin inşası sürecinin, politik planda aynı
ilerlemeyi yaşayamadığı, daha da kötüsü, sürecin bu
alanda bir bakıma tersine işlediği’ni (sf.49) iddia ediyor. İddia ediyor diyoruz, çünkü iddiasını ispat yönünde hiçbir ciddi kanıt getiremiyor.
H. Fırat’a göre sosyalist iktidar altında, kendisinin
yukarda saydığı başarılar elde edilse de, halen sos-
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
D
ergimizin 156 ve 157. sayılarında ülkelerimizde
kendilerini açıkça Troçkist olarak nitelendiren
kimi gruplar hakkında bilgi vermiştik. Bu sayımızda kendilerini açıkça Troçkist olarak adlandırmayan, fakat savundukları görüşler itibarıyla Troçkist
görüşlerden önemli ölçüde etkilenen ve yarı-Troçkist
olarak değerlendirdiğimiz TKİP ve KÖZ grupları
üzerinde durmak istiyoruz. Ülkelerimizde, Troçkist
görüşlerden önemli ölçüde etkilenen ve bu görüşleri
Marksizm-Leninizm adına savunan çok sayıda grup
var. Kuşkusuz ülkelerimizde yarı Troçkist konumda
olan sadece TKİP ve KÖZ değil. TKİP ve KÖZ dışında, yarı Troçkist olarak değerlendirdiğimiz akımlar
var. Bu akımları tek tek ele alıp değerlendirmeyi gerekli görmüyoruz. Troçkizm yazı dizimizi, TKİP ve
KÖZ hakkındaki değerlendirmelerimizle birlikte
sonlandırıyoruz.
Bu soruya H. Fırat, sosyalist Rusya’nın iç savaştan
muzaffer olarak çıktığı 1921 döneminden itibaren
şöyle cevaplandırıyor:
‘İçsavaşın bitiminde, bu ilk ortaya çıkış biçimiyle
Sovyet iktidarından ve onun dayanağı olan Sovyetlerden geriye pek az şey kalmıştı. İçsavaş ve ona eşlik eden
savaş komünizminin olağanüstü koşulları, iktidarın
aşırı bir yoğunlaşmasını ve merkezileşmesini gerektirmişti. Bunun kendisi Sovyetlerin olağan demokratik
işleyişini peşinen zaafa uğrattı. Öte yandan, bu yoğunlaşmada partinin oynamak zorunda olduğu kritik
rol ise, daha devrimin ilk anlarından itibaren, iktidar
aygıtı ile partinin özdeşleşmesi tehlikesini yarattı... Bu
sorun bütün içsavaş boyunca partiyi uğraştırdı. Fakat
fiilen, koşulların dayattığı zorunluluklar ile yaşanan
zorlukların üstesinden gelmede düşülen kolaycı eğilimler, işaret edilen tehlikeyi içsavaş bitiminde artık
bir olgu haline getirmişti. Sovyetler biçim olarak yine
vardılar, fakat eski içerik ve işleyişlerini yitirmiş bulunmaktaydılar. Yığınların devrimci siyasal inisiyatiflerinin siyasal biçimleri ve proleter demokrasisinin
uygulanma araçları olarak doğan bu örgütler, artık
aktif ve militan katılım anlamında kitle dayanaklarını
yitirmiş, yeni biçimiyle kitlelerin üstüne bir bürokratik
ağırlık olarak çökmüşlerdi. Ruhunu, iradesini, yaşam
gücünü kitlelerden alan Sovyetler ile şimdiki Sovyet aygıtları birbirinden bütünüyle ayrı kurumlardı.’
(Ekimler, S. 1, sf. 31-32)
‘Sovyet iktidarında bürokratik deformasyonun temelleri daha içsavaştan itibaren olmak üzere, bu nesnel temeller ve öznel hataların bileşkesi üzerinde şekillendi ve geleceğe doğru olarak sürekli bir biçimde
gelişti, güçlendi ve yerleşik hale geldi. 1930’larda durum artık ‘olağan’laşmıştı.’ (age. Sf. 33)
İşte H. Fırat’ın 1921 sonrası Sovyet iktidarının niteliğine ilişkin öne çıkardıkları karekteristik özellikler bunlar. H. Fırat bu tür karşı-devrimci özelliklere
sahip bir iktidarın sosyalist bir iktidar olduğunu savunmanın yanısıra, bir başka saçmalığın savunuculuğunu da yapıyor. Artık eski niteliklerini tamamen
yitirdiğini, yeni biçimiyle kitlelerin üstüne bir bürokratik ağırlık olarak çöktüğünü, parti ile sovyetlerin
özdeleştiğini iddia ettiği bürokratik devlet aygıtının
ve bürokratik bir partinin, sosyalist ekonomiyi ve
sosyalist toplumu kurmasına bile sosyalizmin önkoşullarını yarattığını savunabiliyor. Olmaz demeyin!
H. Fırat oldu diyor.
Şunları yazıyor H. Fırat: ‘1929 öncesi Sovyet ülkesi
✒
✒
TROÇKİZM ÜZERİNE VI
“Sovyet İktidarının Niteliği Ne İdi?
39
bölüşümün temel ilkesi olarak kalmak zorundadır.
Ancak, siyasi ekonominin ve hukukun abc’sinden
haberi olmayan H. Fırat gibileri sosyalizmde, bölüşümün tek doğru ve mümkün olan hukuksal ilkesinin
anayasaya alınmasına karşı çıkabilirler.
‘Teorisyen’imiz anayasayı programla karıştırma yanlışını da yapmaktadır. Stalin şöyle diyor: ‘Bir
programla bir anayasa arasında temelden bir ayrılık
vardır. Bir program henüz olmayan (abç) ama ancak
gelecekte elde edilecek ve kazanılacak olanı gösterdiği
halde bir anayasa tersine daha şimdiden olanı, şimdi
ve bugün elde edilmiş ve kazanılmış bulunanı belirler.
Program başlıca gelecekle ilgili olduğu halde, anayasa
içinde bulunan zamanla ilgilidir.’ (SSCB Anayasa Taslağı Üzerine; Leninizmin Sorunları, Sol Yay. Sf. 627)
H. Fırat’a göre, işçi sınıfının yönetici güç olması
sorunu 1936 Anayasası ile ‘yurttaşların demokratik
haklarını’ geliştirmek ve güvenceye almak gibi bir hukuksal soruna indirge’nmiştir. (Ekimler, sf. 57) Nasıl
olmuş da, işçi sınıfının yönetici güç olması bu türden
dar bir çerçevede olmuş? İspatı yine kendinden men-
Bundan yirmi yıl önce yaptığımız tespitler, bugün
de geçerliliğini korumaktadır. H. Fırat, Sovyetler
Birliği kazanımlarına ve Stalin’e saldırması ile hangi kulvarda yol aldığını ortaya koymuştur. H. Fırat, Sovyetler Birliği kazanımları ve Stalin şahsında
Marksizm-Leninizme saldırmaktadır. Stalin ve Sovyetler Birliği kazanımları savunulmadan MarksizmLeninizm savunulamaz. Stalin, Lenin’in ölümünden
sonra, ortaya çıkan “muhalefet” gruplarına karşı Leninizmi savunmuş ve “muhalifler” ideolojik olarak
yenilgiye uğratılmışlardır. “Yeni dönem”in ürünü
olduğunu iddia edenlerin, Sovyetler Birliği kazanımlarına ve Stalin’e saldırmaları yeni değildir. Bu saldırılar TKİP veya TKİP’in “teorisyen”i H. Fırat ile başlamadı. H. Fırat, Lenin’in ölümü ertesinde Sovyetler
Birliği’ndeki sosyalizm inşasına ve Stalin’e saldıran
cepheye katılmıştır. Olan budur.
Türkiye Komünist İşçi Partisi, Marks, Engels ve
Lenin’i klasik olarak görmektedir. Bütün ‘Troçkist’
örgütlerin savunduğu “Bütün Ülkelerin İşçileri Birleşiniz” şiarını TKİP de savunmaktadır. Bilindiği gibi
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
bir kusurdur ki, hiç bir kapitalist toplum bu ‘kusuru’
gerçekte uygulamayacak durumdadır. Zira herkesten
yeteneğine, herkese emeğine göre ilkesini uygulasa
idi kapitalizm, kapitalizm olamazdı. Bu ilke yalnızca
bir yönüyle eski toplumun izini taşımaktadır. O da,
gerçekte eşit olmayan emekçiler arasında eşit BİR ilkenin uygulanmasıdır. Gerçek eşitliliğin olması için
hakkın eşit olmaması, insanların ihtiyacını temel
alan bir hakkın uygulanması gerekirdi. Ama bu kusura rağmen, ‘herkesten yeteneğine, herkese emeğine
göre’ ilkesi sosyalist bir toplumun kurulup kurulmadığını ölçmenin en temel ilkesidir. Stalin’in bu ilkenin gerçekleştirilmiş olmasını sosyalizmin eksiksiz
zaferinin kanıtı olarak saymasında şasılacak hiç bir
şey yoktur. Buna ancak yolunu şaşırmış ‘teorisyen’
tarihçiler şaşabilirler.
Yazarımız şaşkınlığı ile, Stalin Anayasası diye bilinen sosyalist anayasa ‘herkesten yeteneğine, herkese
emeğine göre’ ilkesinin konulmasına karşı polemik
içerisinde şu saçmalığı da savunuyor; ‘madem bu
evre ‘daha şimdiden’ gerçekleşmiştir, bu dinamik bir
karekteri olan ‘geçiş süreci’nin yeni ve bir üst evresine geçilmekte olduğunu da anlatır. Böyle bir durumda
ise, bölüşüm ilişkilerinde burjuva hukukunun ifadesi
bir ilkenin, anayasal güvence altına alınmak bir yana,
tersine adım adım tasfiyesi gündeme getirilir. Toplumsal gelişme süreçlerinde hukukun genellikle ‘arkadan
topallayarak’ gelmesi bir kural olmakla birlikte, bu hiç
de ömrünü doldurmuş bir evreye ait bir hukukun yeni
bir evrede gündeme getirilmesi anlamına gelmez. Sosyalist bir toplumda hiç gelmez.’ (Ekimler sf. 53) Marksizm-Leninizmin, genel olarak hukuk, özel olarak da
sosyalizmde uygulanacak ‘burjuva hukuku’ konusundaki en basit görüşlerini bile birbirine bu kadar karıştırıp laf salatasına çevirmesi için oldukça ‘açıklığa’
sahip olması gerekmektedir. Bir kere ‘hukuk, hiçbir
zaman (teorisyenimiz H. Fırat genellikle diyordu!),
toplumun iktisadi durumundan ve ona tekabül eden
uygarlık derecesinden yüksek olamaz’ (Marks, Gotha
ve Erfurt Programının Eleştirisi, Sol Yay. Sf. 33). Bu
yüzden sosyalist bir toplumun hukuku da, toplumun
iktisadi durumundan ve ona tekabül eden uygarlık
derecesinden daha yüksek olamaz. Toplumun iktisadi durumu, hangi bölüşüm ilkesine izin veriyorsa,
o toplumun hukuku ve anayasası da o ilkeyi içermek
zorundadır. Bu ilke sonal hedef olmasa da, bilinçli ve
çok yönlü bir çaba ile yerini daha üstün bir hukuka
terketmek zorunda olsa da, daha üstün bir hukuku
gerçekleştirebilmenin iktisadi temeli olmadığı sürece
✒
✒
40
yalist toplum, sosyalist iktisadi yapı kurulmuş değil.
‘1930’ların ortasında, Sovyetler Birliği’nde, sosyalizmin zaferi değil, uzun bir tarihsel dönemi gerektiren
bu zaferin nihayet elde edilebilen önkoşulları sözkonusudur.’ (sf.60) Hangi gerekçelere dayanarak böyle
bir tez getirdiği yazarımızın teorik bir sırrıdır. O,
bu soruya cevap vermez, bunun yerine 30’lu yılların
ikinci yarısında SSCB’de kurulan düzene Stalin’in
‘eksiksiz bir sosyalist toplum’, ‘sosyalizmin kesin zaferi’ olarak adlandırmasına karşı gerekçeler getirir.
Saydığı gerekçeler, değer yasasının SSCB’de halen
‘hükmünü sürdürebilmesi’, devlet mülkiyetine geçirilen üretim araçlarının ‘fiilen de toplumsallaşması’nın
uzun zaman alacağı, işgücünün eski zamandan kalma
izleri taşıyacağı, ‘bölüşümde, ücret ödemelerinde hala
burjuva hakkının geçerli olacağı’ (sf.52) gerekçeleri
ile genelde sosyalizmin, içinden çıktığı kapitalizmin
halen izlerini taşıyacağı teorik gerekçesidir. H. Fırat’a
göre ‘işte tam da böyle bir dönemden, ‘sosyalizmin
eksiksiz zaferi’, ya da ‘kesin zaferi’ diye söz edebilmek, kendi içinde bir çelişkidir ve teorik bakımdan
bir değer taşımaz.’ (agy) H. Fırat’ın burada yürüttüğü
tartışma aptalca bir tartışmadır. Marksizm-Leninizmin klasikleri, komünist toplumun birinci aşamasının burjuva toplumdan arta kalan kusurlara sahip
olacağının tamamen bilincindedirler. Bu kusurlara
rağmen, eğer sömürücü sınıflar ve dolayısı ile sömürü
ortadan kaldırılmışsa, sömürünün ortadan kaldırılması ile herkesten yeteneğine, herkese emeğine göre
ilkesi gerçekleştirilmişse, üretimde sosyalist mülkiyet
rakipsiz bir egemenliğe sahipse, bunun komünizmin
alt evresinin kurulması anlamına geldiğini teorik
olarak açıklamışlardır. Sosyalist düzenin tüm bu temel şartlarının eksiksiz yerine getirildiği bir dönemi,
Stalin’in ‘sosyalizmin eksiksiz’ ya da ‘kesin zaferi’
olarak adlandırmasında yanlış ya da kendi içinde bir
çelişki oluşturan hiçbir şey yoktur. Yazar, kendi kafa
karışıklığını Stalin’e maletmeye çalışmayı marifet
saymaktadır.
Teorisyen tarihçi yazarımız Stalin’e aptalca eleştiriler getirmeye devam ediyor. Yazar, Marks’ın ‘herkesten yeteneğine, herkese emeğine göre’ ilkesini,
eski toplumun bir kalıntısı, bir kusuru saydığını
okumuştur. Ama ‘Stalin’in bu aynı şeyde sosyalizmin eksiksiz zaferinin bir kanıtını bulmasına yalnızca şaşılabilir’miş. (sf.52) ‘Teorisyen’ tarihçimiz,
Marks’ın hangi anlamda bu ilkeyi, eski toplumdan
kalma bir kusur olarak adlandırdığı üzerinde hiç düşünmüşmüdür? Bu kapitalist toplumdan kalma öyle
Teorisyen tarihçi yazarımız Stalin’e aptalca eleştiriler getirmeye
devam ediyor. Yazar, Marks’ın ‘herkesten yeteneğine, herkese
emeğine göre’ ilkesini, eski toplumun bir kalıntısı, bir kusuru
saydığını okumuştur. Ama ‘Stalin’in bu aynı şeyde sosyalizmin
eksiksiz zaferinin bir kanıtını bulmasına yalnızca şaşılabilir’miş.
kul iddialar ortaya atılıyor ve ‘ben dedim, öyle oldu’
mantığından hareket ediliyor. Bu da basit bir yalandır. Ne anayasada ne de Stalin’in herhangi bir yazısında işçi sınıfının yönetici güç olması hukuksal bir
soruna indirgenemez. Tersine herşeyden önce ve esas
olarak ‘işçi sınıfının yönetici gü.’ Olmasının maddi ve
kültürel ön koşullarının olup olmadığı soruşturularak cevaplandırılır.
H. Fırat’ın başka bir iddiası da, yeni anayasanın
‘gerçekte iktidarın mevcut bürokratik yapısını kurumlaştırmaya’ (agd., sf.60) yaradığı şeklindedir. Bu
iddia düzeyinde, ispatsız olarak ortaya atılmış bir değerlendirmedir, kanıtlanmadığı sürece de öyle kalacaktır.”
(Bkz. Yeni Dünya İçin, Sayı 4, sf. 49-55, Eylül 1992)
Marks ve Engels Komünist Parti Manifestosu’nu “Bütün Ülkelerin İşçileri Birleşiniz” şiarı ile bitirmişlerdi. Marks ve Engels’in yaşadığı dönem kapitalizmin
serbest rekabetçi dönemi idi. Bu dönemde emperyalizm olgusundan sözedilemezdi. Kapitalizm, 19. yüzyılın sonlarında, tekelci aşamaya yani emperyalizm
aşamasına ulaştı. Lenin, emperyalizm ve proleter
devrimleri çağında, Marksizme önemli katkılar yaptı
ve emperyalizmin analizini yaptı.
Birinci paylaşım savaşı ertesinde, doğunun ezilen
ve sömürülen halkları ayağa kalktı. Bu halklar emperyalizme darbe vurmakla yetinmiyor aynı zamanda objektif olarak proleter dünya devriminin dolaysız
bir desteğini, proletaryanın sosyalist devrim mücadelesinin bir müttefikini oluşturuyordu. Ulusal sorun
41
TKİP, sadece emek-sermaye çelişmesine vurgu yapmaktadır. Emeksermaye çelişmesi, yalnızca emperyalist ve gelişmiş kapitalist
ülkelerde değil, bugün dünyadaki bütün ülkelerde vardır.
42
nist Enternasyonal için, emperyalizm çağında somut
ekonomik gerçekleri saptamak ve tüm sömürgesel ve
ulusal sorunlarda soyut önermelerden değil, somut
durumun olgularından hareket etmek özellikle önemlidir.” (Lenin, “Ulusal ve Sömürgesel Sorun Komisyonunun Raporu”, Seçme Eserler, Cilt 10, sf. 263, İnter
Yayınları.)
Ezen ülkelerle ezilen ülkeler arasındaki ayrımın
yapılması aynı zamanda her ikisindeki devrim tiplerinin de farklılığı sorununu gündeme getirmektedir.
Lenin, tezlerin dördüncü maddesinde Komintern’in
ulusal sorun ve sömürge sorununa ilişkin siyasetindeki çıkış noktasını ortaya koymaktadır: Çıkış noktası, bütün ulusların ve bütün ülkelerin proleterlerinin
ve emekçi yığınlarının, burjuvazi ve toprak ağalarının
iktidarını yıkmayı amaçlayan ortak devrimci savaşımları için karşılıklı yakınlaşmalarını sağlamaktır!
“Çünkü” der Lenin, “yalnızca böyle bir yakınlaşma,
kapitalizm üzerinde zaferi sağlar, bu olmadan, ulusal
baskının ve hak eşitsizliğinin ortadan kaldırılması
olanaksızdır.” Lenin’de sorunun konuluşu böyledir.
Bu anlamda emperyalizm ve proleter devrimleri çağının temel şiarı, “Bütün ülkelerin işçileri ve ezilen
halklar birleşiniz!” şiarıdır. Komintern’de belirlenen
sistemidir. Emperyalizme karşı dünya çapında başarılı bir devrim savaşımı için, ezen ülkelerin proleterleri ile ezilen ve bağımlı ülkelerin halklarının sağlam
bir ittifakı temel şarttır. “Bütün ülkelerin işçilerinin
birliği” siyaseti, emperyalizm koşullarındaki değişime göre (sömürge ve bağımlı ülkelerdeki hareketlerin gelişme eğilimi göstermesi, emperyalizme darbe
vurması vb.) “Bütün ülkelerin işçilerinin ve ezilen
halkların birliği” siyasetine dönüşmüştür. Bu siyaset
çok açık olarak gelişmiş ülkelerdeki proletarya hareketi ile sömürgelerdeki ulusal kurtuluş hareketlerinin
emperyalizme karşı ortak bir cephede birliğini sağlama siyasetidir. Bu siyaset uygulanmadığı sürece ne
gelişmiş ülkelerdeki proletaryanın, ne de sömürge ve
bağımlı ülkelerin ezilen halklarının emperyalizmden kopuşu gerçekleşecektir. Bu nedenle doğru şiar
“Bütün ülkelerin işçileri ve ezilen halklar birleşiniz!”
şiarıdır.
TKİP,“Bütün ülkelerin işçilerinin birliği” siyasetinin, emperyalizm koşullarında değişime uğrayarak,
“Bütün ülkelerin işçilerinin ve ezilen halkların birliği” siyasetine dönüştüğü gerçeğini görmemektedir.
Bu bağlamda TKİP Leninist konumda değil, Troçkist
konumda yer almaktadır.
TKİP, ezen ülkelerle ezilen ülkeler arasındaki ayrım
noktalarını görmemektedir. Ayrım noktaları görülmediği için de devrim tiplerinin de farklı olabileceği
gerçeği atlanmaktadır. TKİP programında emperyalizm çağında dünyanın ezen emperyalist ülkeler, ezilen sömürge, yarı-sömürge, bağımlı ülkeler biçiminde ikiye ayrıldığı tespitleri yoktur. (Bkz. www.tkip.
org, TKİP, Program Tüzük, Eksen Yayıncılık) TKİP
programında şunlar söylenmektedir:
„Türkiye, emperyalist-kapitalist dünya sisteminin
bağımlı ülkeler kategorisinde yeralan, orta düzeyde
gelişmiş kapitalist bir ülkedir. Emek-sermaye çelişkisi,
tüm toplumsal çelişki ve çatışmaları belirleyen ana eksendir.
Sermaye iktidarı, sırtını emperyalizme dayamış işbirlikçi tekelci burjuvazi şahsında, burjuvazinin tüm
kesimlerinin ortak sınıf çıkarlarını temsilcisidir. Büyük burjuvaziye binlerce çıkar bağı ile bağlı kent ve kır
orta burjuvazisi, karşı-devrimci bir tabakadır. Orta
burjuvazinin kent ve kır emekçileri üzerindeki ideolojik, politik ve kültürel etkisini kırmak, devrimin başarısının temel bir koşuludur.
Türkiye’yi karakterize eden temel iktisadi, toplumsal
ve siyasal gerçeklerden hareket eden TKİP, toplumumuzun proletarya devrimi tarihi adımı ile karşı karşıya bulunduğunu saptar. Proletarya devrimi, sermaye
egemenliğine son vererek sosyalizme geçişi sağlayacaktır.“
(Bkz. www.tkip.org, Program Tüzük, Eksen Yayıncılık)
Emperyalist ülkelerle, emperyalizme bağımlı ülkelerdeki sınıf mücadelesinin koşulları birbirinden
farklıdır. Bu ikisini birbirinden ayırmak gerekir. Emperyalist ülkelerdeki sorunlar ve talepler ile, emperyalizme bağımlı ülkelerdeki sorun ve talepler arasında
benzerlikler kadar farklılıklarda vardır. Bu farklılıklar, devrimin niteliği ve sınıfların rolünün belirlenmesinde dikkate alınmayı gerektirir. Ezen ülkelerle
ezilen ülkeler arasındaki ayrımın yapılması aynı zamanda her ikisindeki devrim tiplerinin de farklılığı
sorununu gündeme getirmektedir. Bunun nedeni;
başka halkları ezen ülkelerde burjuvazi, devrimin
bütün aşamalarında karşıdevrimci bir rol oynar. Bu
yüzden burjuvaziyle bu noktada bir ittifakın da temeli yoktur. Emperyalizme bağımlı yarı-sömürge ve
bağımlı „ezilen ülke“lerde ulusal sorun devrimin bir
momenti olarak gündeme gelmekte; emperyalizm,
ulusal burjuvaziyi de baskı altında tutmaktadır. Bu
durum ulusal burjuvazinin bir bölümünün belirli bir
dönem, belirli koşullar altında emperyalizme karşı
mücadelenin içine girebilmesinin koşullarını yaratmaktadır. Kapitalist emperyalist ülkelerde burjuvazi devrimci barutunu tümden tüketmiştir. Emperyalizme bağımlı ezilen ülkelerde ise burjuvazi milli
devrim bağlamında belirli bir süre olumlu, devrimci
bir rol oynayabilir. Emperyalist, ezen ülke burjuvazileriyle; ezilen ülke burjuvazileri arasında fark vardır.
TKİP, bu farkı görmemekte ve bütün ülkelerin burjuvazisini bir ve aynı kefeye koymaktadır. Bu yaklaşımın Marksizmle-Leninizmle herhangi bir ilişkisi
yoktur. Bu anlamda gelişmiş kapitalist emperyalist
ülkelerde gündemdeki devrim sosyalist devrimdir.
Emperyalizme bağımlı ezilen ülkelerde gündemdeki devrim işçi-sınıfı önderliğinde anti-emperyalist
demokratik devrimdir. TKİP programında çok açık
olarak belirtilmese bile ayrımsız olarak bütün ülkeler için sosyalist devrim savunulmaktadır. Bu savunu
ML değil, Troçkist bir savunudur.
TKİP, sadece emek-sermaye çelişmesine vurgu yapmaktadır. Emek-sermaye çelişmesi, yalnızca emperyalist ve gelişmiş kapitalist ülkelerde değil, bugün
dünyadaki bütün ülkelerde vardır. Tabii ki bu çelişme
toplumlardaki en önemli çelişmedir. Bu çelişme burjuvazinin iktidarının devrilmesi, işçi sınıfı iktidarının kurulması, sosyalizmin inşa edilmesi ve ücretli
emek sömürüsüne son verilmesi ile çözülecektir. Öte
yandan, emperyalizm ile ezilen halklar arasındaki
temel çelişme, bugün de dünyadaki gelişmelere damgasını vuran temel çelişmelerden biridir. Bu çelişme,
emperyalizme bağımlı geri ülkelerde antiemperyalist
demokratik devrimlerle, kimilerinde ulusal bağımsızlık devrimleri ile çözülecektir. Dünya çapında en
önemli çelişmenin sadece proletarya ile burjuvazi
arasında olduğunu söyleyenler, Marksizm-Leninizm
ile çelişkiye düşmektedir. Marksist-Leninistlerin görevi; proleter dünya devriminin emperyalist dünyanın içindeki iki temel akımını, “kapitalist ülkelerdeki
sosyalist devrim akımı ve sömürge, yarı-sömürge ve
bağımlı ülkelerdeki anti-emperyalist anti-feodal devrim akımını bir bütünün parçaları olarak” görmektir.
Bu devrimci akımların ittifakı için mücadele etmektir. Lenin ve Stalin’in bize öğrettiği budur. Komünist
olduğunu iddia eden bir örgütün programında bu çelişmeye atıfta bulunulmaması ilginçtir.
Demokratik devrim aşamasında köylülük, proletaryanın müttefikidir. Demokratik devrimin gündemde
olduğu bir ülkede temel hedef işçilerin-köylülerin
devrimci demokratik diktatörlüğünün kurulmasıdır.
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
bu şiarın içeriği gelişmiş kapitalist ülkelerde sosyalist
devrim akımıyla, ezilen ülkelerdeki antiemperyalist,
demokratik devrim akımının proleter dünya devrimi
sürecini oluşturduğudur. Bu iki devrim akımı, aynı
sürecin değişik bileşenleridir. Bu her iki akım birbirini destekler, birbirine muhtaçtır. Bu akımlardan birinin tek yanlı olarak abartılması ve birinin zaferinin
tek yanlı olarak diğerinin zaferine bağlı olduğunun
savunulması yanlıştır.
Emperyalizm ve proleter devrimleri çağında ulusal
sorun, sömürgeler genel sorunu haline geldi. Sömürge ve emperyalizme bağımlı ülkelerde, emperyalizm
karşıtı hareketler artmaya başladı. Emperyalizm, bir
dizi şey yanında, aynı zamanda bir avuç “uygar” ülkenin dünya nüfusunun ezici çoğunluğunu oluşturan
ezilen halkların sömürülmesi ve baskı altına alınması
✒
✒
ve sömürge sorunun proleter devrimle birleştirilmesi
ve kaynaştırılması sorunu Lenin, Stalin ve Komintern
tarafından teorik planda çözümlendi ve buna uygun
bir siyaset geliştirildi.
Komintern II. Kongresi’nde, ulusal sorun üzerine
tartışma yürütüldü ve bu kongrede Lenin’in sunduğu tezler temelinde sorun tartışılarak önemli kararlar
alındı. Lenin, bu tezlerin kabul edilmesi ertesinde II.
Kongre’ye sunduğu 26 Temmuz 1920 tarihli raporunda, ileri sürdüğü tezlerin temelinde yatan görüşleri
açıklarken, ezen ulus, ezilen ulus ayrımının yapılması konusunda şunları söyler:
“Birincisi, tezlerimizin en önemli temel düşüncesi nedir? Ezilen ve ezen halklar ayrımıdır. İkinci
Enternasyonal’in ve burjuva demokrasisinin tersine,
biz bu ayrımı öne çıkartıyoruz. Proletarya ve Komü-
43
yaygın örgütlenme biçimleridir. Feodalizmin artığı
kimi düşünce ve davranış biçimleri devrimci örgütlerde bile varlığını, etkinliğini sürdürmektedir.
Görüldüğü gibi ülkelerimizde çok önemli çözülmemiş demokratik devrimin görevleri vardır. Yukarda
saydığımız görevler demokratik devrimin çözmesi
gereken görevlerdir. Sosyalist devrim için olmazsa
olmaz kıstaslardan bir tanesi de işçi sınıfının bilinç
ve örgütlenme seviyesidir. İşçi sınıfının bilinç ve örgütlenme seviyesi; komünist partinin işçi sınıfı ile
sosyalizmi birleştirme derecesi, yoksul köylülüğün
sosyalist devrim programı temelinde proletarya ile
ittifaka hazır olması anlamına gelmektedir. Andaki
durumda Türkiye’nin gerçekliği bu değildir.
Tüm bu nedenlerden dolayı emperyalizme karşı, gerçek bağımsızlık için antiemperyalist devrim
en acil görevlerden biridir. Sosyalist devrim öncesi,
demokratik devrim aşamasının yaşanması, proletaryanın sosyalist devrime geçmek için demokrasiyi
yaşaması ve içselleştirmesi gerekir. Antiemperyalist
demokratik halk devrimi ilk planda, emperyalizme
bağımlı burjuvazinin faşist iktidarını yıkacak ve yerine işçilerin-köylülerin devrimci demokratik diktatörlüğünü kuracaktır. Türkiye bir halklar hapishanesidir. Demokratik halk devrimi ilk planda zoraki
birliğe son verecek ve ülkelerimizi sözde değil gerçek
anlamda demokratikleştirecektir. Demokratik halk
devrimi ertesinde, proletaryanın bilinç ve örgütlenme seviyesine göre, mümkün olan en kısa süre içerisinde sosyalist devrime geçecektir. Sosyalist devrim,
demokratik devrimin arta kalan görevlerini de geçerken çözecektir.
TKİP programı aslında sosyalist devrimin değil
demokratik devrimin programıdır. Şöyle diyorlar:
“Zafere ulaşmış devrim aynı anda bunları emperyalizme karşı dolaysız siyasal ve askeri önlemlerle birleştirir. Programımız, devrimin “Siyasal Alanda”ki
ilk önlemleri kapsamında, bunları şöyle ortaya koyar:
“4) Emperyalizme köleliğe her alanda son verilecektir. Emperyalistlere tanınmış her türlü ayrıcalık kaldırılacak, açık-gizli tüm kölelik antlaşmaları geçersiz
ilan edilecek, emperyalist askeri üs ve tesislere el konulacaktır. Emperyalistlerin devrimi boğmaya yönelik
tüm girişimleri, işçilerin ve emekçilerin topyekûn seferberliğiyle püskürtülecektir.” (s.34)
Programımız, zafere ulaşmış devrimin ilk adımda
“Ekonomik Alanda” alacağı önlemler kapsamında ise,
bunun başlıca ekonomik ve mali unsurlarını ortaya
koyar. Emperyalizmin Türkiye topraklarındaki tüm ik-
tisadi ve mali varlığına tazminatsız olarak el koymak,
bu alandaki her türlü ayrıcalığı ortadan kaldırmak,
emperyalist iktisadi ve mali kuruluşlarla olan kölece
ilişkilere son vermek ve dış borçları geçersiz ilan etmek,
bu önlemlerin başlıcalarıdır.” ( Bkz: http://www.tkip.
org/ana-sayfa/temel- belgeler/yazi/article/2/savas_
anti_emperyalist_muecadele_ve_pa-2.html)
TKİP’in programında, ortaya konulan görüşler
sosyalist devrimin değil, demokratik devrimin çözmesi gereken görevlerdir. Ülkelerimizin gerçekliği
proletaryanın işe doğrudan sosyalist devrimle başlamasını engelliyor. TKİP’de, Türkiye’nin emperyalizme kölece bağımlı olduğunu savunuyor. Bu savunuya
rağmen proleter devrimin gündemde olduğu söyleniyor. Ama ortaya konulan program ise demokratik
devrimin programıdır. Anti-emperyalist demokratik halk devrimi ile sosyalist devrim tek bir zincirin
iki halkasıdır. Birincisi ikincisine dönüşür. Sosyalist
devrim, demokratik devrimin arta kalan görevlerini
geçerken çözer ve kazanımlarını pekiştirir. Demokratik mücadele ile sosyalist mücadele, demokratik
görevlerle sosyalist görevler karşı karşıya getirilemez.
Demokratik mücadeleyle sosyalist mücadele proletaryanın yürüttüğü sınıf mücadelesinin iki yönünü,
iki görüntüsünü oluşturur.
Devrimin anti-emperyalist bir karakter taşıması,
proletaryanın kendini sadece demokratik taleplerle
sınırlayacağı anlamına gelmez. Demokratik ve sosyalist görevler arasında kopmaz bağlar vardır. Kopmaz
bağlar olmasına rağmen, demokratik görevlerle sosyalist görevler arasındaki nitelik farklar da var. TKİP,
demokratik görevleri sosyalist görevler olarak gösteriyor. Bu açıkça ML’nin çarpıtılmasından başka bir
şey değildir. Demokratik devrim ile sosyalist devrim
arasındaki niteliksel farkın karartılması, proletaryanın bilinç ve örgütlenmesini zedeler. Kendilerine
„komünist“ etiketi yapıştıranlar proletaryayı demokratik ve sosyalist görevleri temelinde eğitir. Gerçek
komünistler, amaçlarının sosyalist devrim olduğunu,
demokratik devrim aşamasının, içinden geçilmesi
gereken zorunlu bir tarihsel aşama olduğunu, dolayısıyla demokratik görevlerin kalıcı olmayan geçici
görevleri olduğunu, demokratik istemlerin sosyalizmin büyük çıkarları karşısında ikincil derecede önem
taşıdığını anlatır.
Sosyalist devrim, üretim araçları üzerindeki özel
mülkiyeti adım adım kaldırır, üretim araçları üzerinde kamu mülkiyetini adım adım gerçekleştirme
yoluna girer. Sanayide devletleştirme; tarımda kollek-
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
nedir? Devrimin ilk yönelimi emperyalizme bağımlılık olgusuna son vermektir. Bu devrim işçi köylü
temel ittifakı temelinde, komünist partinin önderliği
ve proletaryanın hegemonyası altında, emperyalizme
bağımlı burjuvazinin faşist iktidarını yıkmak, yerine
işçilerin-köylülerin demokratik halk iktidarını kurma hedefine sahiptir. Bu devrim, sosyalist devrimin,
proletaryanın kır yoksulları ile ittifakı temelinde
gerçekleştireceği proletarya diktatörlüğünün yolunu
açacak, onun yolu önündeki engelleri temizleyecektir.
Kapitalizmin gelişmişlik derecesi tek başına devrim aşamasının belirlenmesi için yeterli bir kriter
değildir. Demokratik devrim aşamasının gündemde
olmasının belirli nedenleri vardır. Bunlar sırasıyla,
emperyalizme bağımlılık, faşizm, ulusal sorun, kadın sorunu, feodal artıkların varlığı, din olgusu vb.
vb. T.C.’nin kuruluşundan bu yana devletin yönetim
biçimi faşizmdir. Belirli dönemlerde burjuva demokrasisinin kırıntılarının yaşandığı dönemler de vardır.
Bu ama yönetim biçiminin faşizm olduğu gerçeğini
ortadan kaldırmamaktadır. Türkiye’de devlet yapılanması en başından itibaren faşisttir. 2000’li yıllarda
özellikle burjuvazinin kendi arasındaki çatışmalar
sonucu, burjuvazinin bir kesiminin gelinen yerde
faşist diktatörlük biçimini, iktidarları için gerekli
görmedikleri, tersine bu biçimde bir diktatörlüğün
andaki gelişmelerinin önünü kestiğini düşündükleri
için demokratikleşmeden yana tavır takınması sonucu faşizm çözülme süreci içine girmiştir. Faşizm
çözülme süreci içerisine girmesine rağmen andaki
yönetim biçimi hâlâ faşizmdir.
Ülkelerimizde “burjuva demokratik devrim” tamamlanmamıştır. Demokratik devrimin çözmesi
gereken önemli görevler ve sorunlar var. Türkiye,
burjuva demokratik siyasi bir sisteme sahip değildir.
Ekonomik açıdan küçük işletmeler oldukça fazladır.
Burjuvazinin %81,26’sı küçük burjuvazidir. Orta burjuvazinin oranı %16,38’dir. Büyük burjuvazinin tüm
burjuvazi içindeki payı % 2,36’dır. Yani ülkelerimizde her üç kişiden biri küçük burjuvadır. Bu gerçekliğe rağmen küçük burjuvazi ile ittifak yapılmadan
devrim yapmak mümkün değildir. Türkiye’de nufusun %30’u kırlık bölgelerde yaşamaktadır. Devrim
açısından köylülüğün devrimci bir potansiyeli vardır.
Kürt ulusal hareketinin sınıfsal olarak tabanı köylü
kitlesine dayanmaktadır. Ülkelerimizde feodal artıkların ve feodal bilincin önemli bir etkisi vardır. Erkek
egemenliği feodal sistemin izlerini taşımaktadır. Dini
cemaat örgütlenmeleri ve mezhepsel örgütlenmeler
✒
✒
44
TKİP günümüzde moda olan „işçici“ geçinme adına
köylülüğün devrimde oynayabileceği rolü görmezden
geliyor. İşçi sınıfı içerisinde çalışmanın temel alınması, işçi-köylü ittifakının yaratılması için temel bir
adımdır. İşçi-köylü ittifakı yaratılmadan devrimin
olamayacağının kavranması gerekir. Troçkistlerin
temel hatası köylülüğün devrimci potansiyelinin
küçümsenmesi ve köylülüğü bir bütün olarak gerici olarak görmeleridir. Köylülük, herşeyden önce de
yoksul köylülük, ezilen sömürülen yığınların önemli
bir bölümünü oluşturmaktadır. Devrimin zaferinin
olmazsa olmaz önşartı işçi-köylü ittifakının sağlanmasına bağlıdır. Ülkelerimiz açısından işçi-köylü ittifakının sağlanması devrimin kaderinin belirlenmesi
açısından belirleyici önemdedir. TKİP programında
işçi-köylü ittifakı ile ilgili tek bir kelime yoktur. TKİP,
köylülüğün devrimci potansiyelini küçümsediği noktada Troçkist bir konumda yer almaktadır.
TKİP “Türkiye, emperyalist-kapitalist dünya sisteminin bağımlı ülkeler kategorisinde yeralan, orta
düzeyde gelişmiş kapitalist bir ülkedir“ tespitini yapmaktadır. TKİP programını açımlayan H. Fırat şöyle
yazmaktadır:
„Programımız Türkiye’yi “Emperyalist-kapitalist
dünya sisteminin bağımlı ülkeler kategorisinde” tanımlar. Emperyalizme bağımlılık, Türkiye’nin iktisadi,
sosyal ve siyasal yapısının temel bir karakteri, bu yapıyı oluşturan ilişkilerin temel bir boyutudur. Türkiye iktisadi, mali, siyasi, askeri, diplomatik ve kültürel
alanlarda emperyalizmin köleci boyunduruğu altındadır. (…)
„Parti programımız, bu temel gerçeklerden hareketle, devrimimizin stratejik tablosunu şöyle özetlemektedir: “Kentin ve kırın yarı-proleter ve yoksul yığınlarını kendi önderliği altında birleştirecek olan işçi sınıfı,
küçük-burjuva katmanları da mümkün mertebe kendine bağlayarak, üst kesimlerini ise en azından tarafsızlaştırarak, burjuvazinin sınıf egemenliğini yıkacak,
emperyalist kölelik zincirini kıracak, proletarya devrimini zafere ulaştıracaktır.”(Bkz. http://www.tkip.org/
ana-sayfa/temel- belgeler/yazi/article/2/savas_anti_
emperyalist_muecadele_ve_pa-2.html)
Türkiye’nin emperyalizme bağımlı ve orta düzeyde gelişmiş bir kapitalist ülke olduğu tespiti
doğrudur. Doğrudur ama emperyalizme bağımlı
ve demokratik bir dizi görevlerin olduğu bir ülkede
“sosyalist devrim”in gündemde olduğunu savunmak
yanlıştır. Sorulacak soru şudur? Ülkelerimizde işçisınıfı önderliğinde yapılacak devrimin ilk yönelimi
45
“Kapitalizmin yarattığı iktisadi ve kültürel temeller
üzerinde, ondan daha ileri bir uygarlık olarak sosyalizm, gerçek sonuçlarına ancak evrensel bir çerçevede
ulaşabilir. Sosyalizme geçişin öncelikle en zayıf halkalarda gündeme gelmesi, bu gerçeği değiştirmez.” tespiti, dünya devrimi sürecinin eşitsiz gelişme seyrinden
doğan geçici tarihi durumların “ulusal sosyalizm”in
meşrulaştırılmasına dayanak yapılmasını hedef alır.
20. yüzyılın bütün bir tarihi deneyiminin de gösterdiği
gibi, “ulusal sosyalizm” bir çıkmaz yoldur. Sosyalizmin
tek tek ülkelerin kendi sınırları içinde bütün sonuçlarına götürülebileceği iddiası bilimsel dayanaktan
yoksundur ve tarihsel deneyimin de gösterdiği gibi
sonuçta yalnızca yozlaşmaya ve yıkıma götürür.(abç)
Enternasyonalizm ilkesi ve dünya devrimi perspektifi burada tek çıkış yoludur. Sömürüsüz ve sınıfsız bir
toplumun inşası “uluslar arasına örülmüş her türden
çitlerin yıkılması”ndan, sınırsız ve devletsiz bir dünyanın kurulmasından ayrı düşünülemez, bundan ayrı
gerçekleşemez. Programımızın da net ifadelerle vurguladığı gibi, “... Sosyalizme geçiş sorunuyla öncelikle
yüzyüze kalan ülke proletaryası, kazanımlarını kalıcılaştırmak istiyorsa, kendi devriminin kaderini hiçbir
biçimde uluslararası devrimin kaderinden koparmamalıdır.” (s. 27, madde: 32). “... Devrimin sürekliliği ve
dünya devrimi perspektifi, kesin zafer için belirleyici
önemdedir.”(s. 30, madde: 39). (Bkz. Ekim, Sayı: 245,
Mart 2006)
TKİP’in tek ülkede sosyalizmin inşası bağlamında
savunduğu görüşler, Troçki ve takipçilerinin savunduğu görüşlerdir. TKİP Leninist değil Troçkisttir.
Dergimizin 156. sayısında, tek ülkede sosyalizmin
inşası konusunda tavır takındık. Lenin’den okuyucuyu sıkma pahasına uzun alıntılar yaptık. Bu bağlamda çok kısaca tavır takınıp geçeceğiz.
Lenin, emperyalizmi kapitalizmin yeni bir aşaması
ve en son aşaması olarak tahlil etti. Tek tek kapitalist
ülkelerde sosyalizmin zaferinin mümkün olduğunu
söyledi. Sosyalizmin tek bir ülkede inşa edilmesi tezi
Lenin’e aittir. Stalin, bu tezi geliştirmiş ve SSCB’de
pratikte uygulamıştır. Sorulacak soru şudur: Proletarya, dünya devrimi olmaksızın tek bir ülkede iktidarı ele geçirebilir mi? Evet, Proletarya tek bir ülkede
iktidarı ele geçirebilir ve bu teorik olarak mümkündür. Emperyalizm koşullarında devrim, emperyalist
zincirin en zayıf halkasında patlak verir. Çünkü kapitalizm çarpık ve dengesiz gelişmektedir. Proletaryanın tek bir ülkede iktidarı ele geçirmesi tarihsel olarak da kanıtlanmıştır. Proletarya Rusya’da bir dünya
devrimi gerçekleşmeksizin iktidarı ele geçirmiştir.
İktidarı ele geçiren proletarya yerinde saymayacak
ve sosyalist toplumu inşa etmeye başlayacaktır. Eğer
proletarya sosyalizmi inşa etmeyecekse, neden iktidara gelsin ki? Troçki ve takipçilerine göre; proletarya geri bir ülkede iktidarı ele geçirebilir ancak dünya
devrimin gerçekleşmediği koşullarda tek ülkede sosyalizmi inşa edemez! Bu düşünce ML bilimi ile örtüşmeyen bir düşüncedir.
Bir ülkede proletaryanın iktidarı ele geçirdiğini
varsayalım. „Kapitalizmin ana merkezlerinde“ beklenen devrim olmadı ve kapitalizm yıkılmadı! Peki,
tek bir ülkede iktidarı ele geçirmiş olan proletarya ne
yapacak? Troçkistlere göre, proletarya geri bir ülkede
iktidarı ele geçirebilir ancak dünya devrimin gerçekleşmediği koşullarda tek ülkede sosyalizmi inşa edemez! Sosyalizmin tek ülkede zaferi ile sosyalizmin
nihai zaferi arasında fark vardır. Troçkistler bu farkı
kavramadıkları için yanlış sonuçlara varıyorlar. Sosyalizmin nihai zaferi ancak tüm dünyada sosyalizmin egemen olması veya kapitalist kuşatmanın yerini
sosyalist kuşatmanın almasıyla söz konusu olabilir.
Sosyalizmi, sadece tek ülke sınırları içerisindeki proletarya değil, birçok ülke proletaryasının ortak mücadelesi ile nihai zafere götürebilir. Sosyalizm dünya
genelinde egemen olduğunda, kapitalist kuşatma ortadan kaldırıldığında, ancak bu koşullarda sosyalizmin nihai zaferinden söz edilebilir. Lenin, sosyalizmin tek ülkede nihai zafer kazanamayacağını, ancak
ileri ülkeler proletaryasının çabalarıyla yani dünya
genelinde sosyalizmin kurulmasıyla ancak sosyalizmin nihai zafer kazanabileceğini belirtiyor.
TKİP vb. gruplar Ekim devrimini savunur görünüyor. Her renkten gruplar ve grupçuklar Ekim devrimine sahip çıkıyor! Yani anlayan anlamayan herkes
“ekim devrimi” türküsünü söylüyor. Öyleki isimlerini bile “Ekim” koymuşlar ve amaçlarının “yeni
Ekimler”i gerçekleştirmek olduğunu söylüyorlar.
Şöyle yazıyorlar:
“Ekim Devrimi’nin kazanımları sadece devrimin yaşandığı coğrafya ve onun yolundan gidenlerle de sınırlı
kalmadı. Emperyalist-kapitalist düzenin efendileri,
Ekim Devrimi’nin basıncı ve korkusu altında, kendi
işçi ve emekçilerini yatıştırmak için bir dizi sosyal ve
siyasal hakkı tanımak zorunda kaldılar. Dünyanın
dört bir köşesinden işçiler, emekçiler ve ezilen halklar,
Ekim Devrimi’nden aldıkları güç ve ilhamla mücadelelerini büyüttüler. Dünya halklarını faşizm belasından kurtaranlar da yine, milyonlarca can pahasına,
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
kilde savunduğu çağ tespiti; emperyalizmi proleter
devrimi ile mezara gömmek için, dünya proleteryasına ve tüm emekçilere, ezilen dünya halklarına;
emperyalizme karşı ayaklanma çağrısıdır. Tüm bu
tespitler, ilkesel öneme sahip olup, her türden oportünistlere karşı ağır darbeler indirmiştir. Bu ilkesel
tespitlerin oportünistlerin çeşitli saldırılarının hedefi
olması kaçınılmazdı.
Bu ilkesel tespitlere önce Troçkistler saldırdı. Bunlar, “saf proleter dünya devrimi” maskesi altında, çeşitli değişik devrimci süreçlerin birliğini engellemeye
çalışarak, proletaryayı hem uluslararası alanda hem
de tek tek ülkelerde müttefiklerinden kopararak, proleter dünya devrimini imkânsız hale getirmeye kalktılar. Kruşçev revizyonistleri de Marksizme-Leninizme ihanetlerini Stalin’in çağ tespitine saldırmakla
başlattı.
TKİP, “Büyük Sosyalist Ekim Devrimi’nin zaferi,
proletarya devrimleri çağını, dünya ölçüsünde kapitalizmden sosyalizme geçiş çağını başlattı” tespitini
yapıyor. Bu tespitin, soruna tarihsel olarak yaklaşıldığında, ilk başta, onca problemli olmadığı düşünülebilir. Ancak durum öyle değil. Özellikle TKİP’in bu çağ
tespitinden ne anladığı kavrandığında, Leninist çağ
tespitinin bilinçli olarak kullanılmadığı görülecektir.
TKİP’de emperyalist dünyanın en önemli çelişkilerinden birini, herşeyi belirleyici olarak gören; diğer
çelişmelerin önemini reddeden bir parti konumdadır. TKİP böylelikle, sosyalist devrimlerle, anti-emperyalist, anti-feodal devrimlerin ittifakı konusundaki Marksizmin-Leninizmin önermelerini tersyüz
etmektedir. Bu anlamda TKİP’in içinde bulunduğumuz çağ konusunda savunduğu tespitler Leninist çağ
tespiti değildir. Kimi doğruların yanlış görüşlerin
içerisine serpiştirilmesi, savunulan görüşlerin doğru
olduğu anlamına gelmemektedir.
TKİP tek bir ülkede sosyalizmin inşasının mümkün olmadığını savunuyor. TKİP programının 30.,
31. ve 32. maddelerinde, bu sorun üstü örtülü bir şekilde ele alınmaktadır. Fakat programı açıklamaya
çalıştıkları yazıda çok açık bir şekilde tek ülkede sosyalizmin inşa edilemeyeceği Troçkist tezi savunulmaktadır. Aynen şöyle yazıyorlar:
“Programımızda 20. yüzyılın kusurlu sosyalizm
deneyimlerine de bu temel yaklaşımların ışığında
bakılmaktadır. “Tek ülkede sosyalizm” teorisinden
beslenen “ulusal sosyalizm” anlayışının mahkûm
edilmesi, burada ortaya konulan temel noktalardan
biridir. 30. 31. ve 32. maddeler bu sorunu ele alır.
✒
✒
46
tifleştirme; giderek komünleşme proletarya iktidarının tutması gereken yoldur. Tüm bu yolun sonunda
sömürücü sınıflar ortadan kaldırılır. Yani önce işçi
sınıfının siyasi iktidarı kurulacak ve sömürücü sınıflar yok edilecektir. Geriye aralarında farklılıklar
olmasına rağmen dost sınıflar kalacaktır. Dost sınıflar arasındaki çelişme antagonist bir çelişme değildir.
Buradan itibaren komünist toplumun üst evresi kendine özgü temeller üzerinden gelişmeye başlayacaktır. Gelişme içinde üretim araçları üzerindeki mülkiyet kamu mülkiyetine dönüştürülecek; kafa emeği
ile kol emeği; kır ile kent arasındaki farklar kalkacak,
bu dost sınıflar da yok olacaktır. Sınıfların bütünü ile
ortadan kalkmasıyla birlikte, bütün bireyler özgür bir
toplumun özgür bireyleri haline gelecektir.
TKİP, içinde bulunduğumuz çağın tanımını şöyle
yapmaktadır:
“Üretici güçlerin uluslararasılaşması, üretimin ileri
düzeyde toplumsallaşması ve muazzam servet birikimi, proletarya devrimi ve sosyalizm için koşulları dünya ölçüsünde olgunlaştırdı. Çağı belirleyen kapitalizm
ile sosyalizm arasındaki çelişmenin çözümü tarihin
gündemine girdi. Büyük Sosyalist Ekim Devrimi’nin
zaferi, proletarya devrimleri çağını, dünya ölçüsünde
kapitalizmden sosyalizme geçiş çağını başlattı. Bu yeni
çağ, 20. yüzyılın büyük bölümünü kaplayan devrimler
zinciri ve sosyalizmin inşası süreçlerinde açık ifadesini
buldu.” (Bkz. www.tkip.org, Program Tüzük, Eksen
Yayıncılık)
Stalin, “Leninizmin Temelleri” adlı eserinde Leninizmin tanımını şöyle yapmaktadır: “Leninizm,
emperyalizm ve proleter devrimleri çağının Marksizmidir. Daha tam söylemek gerekirse, Leninizm,
genel olarak proleter devrimin teori ve taktiği, özel
olarak proletarya diktatörlüğünün teori ve taktiğidir.” Stalin’in tanımı; içinde yaşadığımız çağın, “emperyalizm ve proleter devrimi” çağı olduğu tespitini
de içermektedir. Bu tespit gündeme geldiğinden beri,
tüm oportünistlerin saldırı hedefi oldu ve hâlâ da
olmaktadır. Çünkü bu tespit; emperyalizmin aynı
zamanda proleter devrimin arifesi olduğunu belirlemektedir. Çünkü içinde yaşadığımız çağ, emperyalist
dünyada, devrimin olgunlaştığını; devrimlerin yalnız mümkün değil, aynı zamanda zorunlu ve kaçınılmaz olduğunu da anlatmaktadır.
Çünkü bu tespit, emperyalizmi gerçekten parçalamak için, tüm devrimci akımlarda proletaryanın önderliğinin zorunluluğunu dile getirmektedir.
Stalin’in Lenin’den devraldığı ve mükemmel bir şe-
47
nusunda bir alternatif oluşturuyor. Bu niteliğin özellikle genç devrimci kesimler içinde güçlenmesinin,
etkilenmesinin imkânları artıyor. Bunun bilincinde
olarak Troçkizme karşı ideolojik bir mücadele yürütüyoruz, yürütmeye devam edeceğiz.
“Komünist KÖZ”
Köz gazetesi, Komünist Enternasyonal’in ilk dört
kongresini ve Mustafa Suphi’lerin TKP’sinin program
ve dökümanlarını temel aldığını belirtiyor. KÖZ “işçi
sınıfının egemen sınıf haline gelmek üzere girişeceği
siyasal mücadeleye önderlik etme yeteneğine sahip komünist partiyi inşa etmeyi amaçlayan komünistlerin
yayın organı” olduğunu belirtiyor. Biz bu yazımızda
KÖZ’ün savunduğu temel görüşlerinin bir analizinden ziyade, kimi noktalarda savunduğu görüşlerine
eleştirel notlar yöneltmek istiyoruz. KÖZ, kendisini
Troçkist değil, “komünist” olarak adlandırıyor. KÖZ,
Troçkiyi ve kimi Troçkist grupları da eleştiriyor. KÖZ
57. sayıdan itibaren “Troçkizm Dosyası” adı altında
görüşlerini yayınlamaya başladı. KÖZ’ün, Troçkist
olmamasına rağmen, savunduğu görüşler itibarı ile
Troçkizmden önemli ölçüde etkilendiklerini düşünüyoruz. Bu yüzden KÖZ’ü Troçkist değil yarı-Troçkist
bir grup olarak değerlendiriyoruz.
KÖZ kendisini “komünist” olarak değerlendirmesine rağmen, Marksizm-Leninizm isimlendirmesini
kullanmamaktadır. KÖZ’ün tespitleri şöyledir: „Bu
bakış açısıyla Leninizmle «Leninciliği», Marksizm ile
Marx müridliğini birbirinden ayırıyoruz. Marx ve
Lenin’i hiç hata yap¬ma¬yan kişiler olarak göstermek kaygısıyla Lenin’in düşüncesin¬deki kopuşları ve
sıçramaları yadsıyanlardan ayrılıyoruz. Bu kaygının
aslında kendi kusurlarına kılıf hazırlama gayretinin
ifadesi olduğunu pek çok somut deneyimle öğrendik.
Marksizmi kendini Komünist Manifesto’yla takdim
eden siyasal akım çerçevesinde kavrıyoruz.
Leninizmi asıl olarak Komünist Enternasyonal’in
belgelerinde teorik ifadeye kavuşturulmuş olan bolşevizm deneyiminin dersleri olarak kabul ediyoruz.“
(Bkz. “Komünistlerin Birliği Yolunda, Amaç ve İlkelerimiz“, sf. 29)
Marks, Engels, Lenin ve Stalin’i diğer Marksist-Leninistlerden ayıran, onların hiç bir temel konuda hata
yapmamış olmaları; yaptıkları hataları ise özeleştiri
ile düzeltmeleridir. Onlar, Marksizm-Leninizmin ustalarıdır. Usta olmanın üç temel koşulu vardır. Bilimi
geliştirmek, katkıda bulunmak, dünya komünist ha-
reketine önderlik etmek ve bilimin temel ilkelerinde
hata yapmamak, yaptığı hataları özeleştirel olarak aşmaktır.
Marksizm, sadece Komünist Manifesto’yla tanımlanamaz. Leninizm de sadece Komünist
Enternasyonal’in ilk dört kongresi temel alınarak
açıklanamaz. 1848’de, Marx ve Engels Manifesto’yu
yazdıklarında, Komünizm, “eski Avrupa’nın bütün
güçlerinin ona karşı bir sürek avında birleştiği” bir
öcüydü. Henüz komünistler, bütün dünyanın gözü
önünde amaçlarını, görüşlerini açıkça ortaya koymamışlardı. Avrupa’nın egemen feodal güçleri ve onlarla
iktidar için dalaşan burjuvazi, kendi kafalarında yarattıkları bir öcüyü komünizm olarak tanıtıyor, muhalif partilerin ve kişilerin tümüne “komünist” yaftasını asıyorlardı. Komünizm konusunda, tam bir cadı
kazanı kaynatılıyordu…
Marx ve Engels, Manifesto’da bu komünist hayaleti masalına son verdiler. Komünizmin görüşlerini,
amaçlarını, eğilimlerini programatik olarak ortaya
koyarak, onun bir öcü olmadığını, onun üretim araçları üzerinde özel mülkiyete dayalı sömürü sisteminin biricik alternatifi, insanlığın geleceği için biricik
ışık olduğunu gösterdiler. Onlar, Manifesto’da sömürü sistemi savunucusu ideologların komünizmi
öcü olarak göstermek için öne sürdükleri tüm korku hikâyelerini tek tek ele alarak cevaplandırdılar.
Manifesto’da proleter devrimin programını ortaya
koydular.
Manifesto’yu yazdıklarında Marksizm henüz esas
akım değildi. Marks ve Engels, “sosyalist” geçinen
kimi akımlara karşı ideolojik mücadele yürüttüler.
Marks ve Engels, Marksist bilimi, o bilime karşı olanlara karşı polemik içinde ortaya çıkarmış; o bilimin
karşısında ortaya çıkan esas akımların en öne çıkan
temsilcileriyle ideolojik alanda hesaplaşmışlardır. Bu
hesaplaşma sonucudur ki, Marksizm tek bilimsel sosyalist akım olarak, işçi sınıfı hareketi içinde kendini
kabul ettirebilmiştir.
Dergimizin 155. Sayısında, Troçkist bir arkadaşın
eleştirilerine yanıt verirken şöyle yazmıştık:
“Bilimimizin adı Marksizm Leninizmdir!
“Trockizm’i savunduğunu soyleyen kimi gruplar;
daha çok “marksizm”, “devrimci marksizm” vb. kavramlar kullanıyorlar. Nedense Marksizm-Leninizm
kavramını kullanmıyorlar. ML proletaryanın bilimidir. Marks ve Engels kapitalizmin serbest rekabetçi döneminde yaşadılar. Marks ve Engels, henüz gelişmiş bir
emperyalizmin olmadığı
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
geçer.
İkinci makalede „faşizme karşı görkemli zafer“
anlatılıyor. Ama nedense ikinci dünya savaşında,
Nazilere karşı yürütülen anavatan mücadelesinde
Stalin’den sözedilmiyor. Yukarda alıntı verdiğimiz
sadece bir yerde Stalin ismi geçiyor. Hepsi o kadar.
Stalin’in isminin geçtiği yerde ise, Stalin’in Nazilere
karşı savaşta oynadığı rolden bahsedilmiyor. Emperyalist burjuvazi bile Stalin’in Nazilere karşı oynadığı rolü kabul ederken, kendilerine „komünist“
diyenler, Stalin’in önderliği altında kazanılan zaferi
anlatmaktan kaçınıyor! Kızılordunun komutanlığını
yapan, Sovyet halklarına önderlik eden, Nazi sürülerinin Berlin’e kadar kovalanmasında doğrudan rol
oynayan Stalin’dir. Ama „komünist“ etiketi takanlar,
Stalin’siz bir Kızılordu, Stalin’siz bir komünist partisi
ve Stalin’siz bir Sovyet halkları direnişini yaratıyorlar!
Stalin önderliğindeki Kızılordu ve Sovyet halkları ölümüne tarihsel bir zafer kazandı. Anavatan
savaşında 20 milyondan fazla Sovyet vatandaşı yaşamını yitirdi. Anavatanın savunulması savaşında,
ön saflarda çarpışan 600 bin parti üyesi öldü. Moskova önlerine kadar dayanan, Nazi sürülerine karşı
verilen savaşta, gösterilen kahramanlıklar, ölümüne
yürütülen bir savaş, romanlara, filmlere konu oldu.
Bu kahramanlık, sosyalist bilincin, sosyalist anayurdu koruma, tarihte bir ilk olan proleter devlete karşı
canpahasına bir bağlılık idi. Bu savaşta Stalin’in önderliği ete kemiğe bürünmüş tarihsel bir olgudur. Bu
tarihsel olguya rağmen, Stalin’den bağımsız, kendi
başına, dağınık, raslantısal bir direniş öyküsü yaratılıyor. Rehberi Troçki olanlar, direnişin komutanının
ismini yazmaktan imtina ediyor. Stalin’e düşmanlıklarını açık açık belli etmekten çekinen, Troçki hayranlığını ise „gizlice“ sürdüren TKİP’e çağrımız açık
olmalarıdır.
Emperyalist burjuvazinin Marksizm-Leninizme karşı ideolojik saldırı kampanyasını Stalin‘e ve
“Stalinizm”e saldırı noktasında yoğunlaşması, Marksizm-Leninizm adına konuştuğunu söyleyenler içinde de etkisini gösteriyor. Marksizm-Leninizm adına
konuşanlar içinde de “Troçkizm” hayranlığı artıyor. Stalin’in teori ve pratiğinin doğru savunulması veya savunulmaması, barikatın hangi tarafında
durulduğunun temel ayracıdır. TKİP de ML etiketi
altında Troçkizmi savunmaktadır. Troçkizm, hem
“Stalinizm”e karşı olma, böylece burjuvazi açısından
kabul edilebilme, hem de “Marksist” kalabilme ko-
✒
✒
48
devrimin ülkesinin yiğit işçileri ve emekçileri oldular.”
( B k z . h t t p : // w w w. k i z i l b a y r a k . n e t /r s s /a r siv/2011/11/07/artikel/169/ekim-devrimini-4.html)
Bu makale Ekim devriminin 94. yıldönümünde yayınlanmış. Bu makale ilk okunduğunda denilebilinir
ki, burda yanlış olan ne? Ama bu makale baştan sona
okunduğunda görülecek eksikliği anlatmadan önce
2010’da yazılan bir makaleden iki alıntı daha yapalım. Şöyle yazıyorlar:
„Orak-çekiçli kızıl bayrağı Brandenburg’un tepesine
dikerek zaferini dünyaya ilan eden Kızıl Ordu, böylece
İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’na noktayı da koymuştu. Kızıl Ordu’nun zaferinden yaklaşık bir ay sonra Japonya’nın Hiroşima ve Nagazaki kentlerine atom
bombası atarak yüz binlerce insanı katleden ABD emperyalizmi, insanlığa karşı bu ağır suçu, savaş devam
ettiği için değil, kapitalist/emperyalizmin yeni jandarması olduğunu dünyaya ilan etmek için işledi“(abç)
(…)
„Nazileri Sovyet yönetimine, Hitler’i Stalin’e(abç)
tercih edeceklerini gizlemeyen ABD-İngiltere ikilisi,
ancak Kızıl Ordu’nun tüm Sovyet topraklarını kurtarıp, Berlin’e doğru ilerleyişe geçince, Normandiya çıkarmasını başlattılar.“
(Bkz. Sosyalizm İçin Kızıl Bayrak, Sayı: 2010/18, 05
Mayıs 2010 ).
Bu alıntılar çoğaltılabilinir. Yukarda verdiğimiz
alıntılar birer yıl ara ile kaleme alınmış yazılar. Okuyucularımızın kaynağını verdiğimiz makaleleri bütünlük içerisinde okumalarını öneriyoruz. Birinci
makalede güya Ekim devrimi ve kazanımları anlatılıyor. İkinci makale ise „faşizme karşı görkemli zaferin 65.yılı“ dolayısı ile yazılmış.
Birinci makalede, ne Lenin’den, nede Stalin’den
sözedilmiyor. Ama yazı güya Ekim devrimi yazısı.
Ekim devrimi önderlerinin isimlerini neden yazma gereği duymuyorlar? Çünkü Troçki sorunu var!
Ekim devriminin önderlerini, rollerini yazdıklarında Troçki hakkında da bir şeyler söylemeleri gerekir.
Bolşevik Parti ve onun önderlerinden bağımsız olarak, güya Ekim devrimi anlatılıyor. Troçkizmi gizlice
savunmanın sonucu olarak, ortaya fevkalade bir teori
çıkıyor! Bu savunuya da, parti politikası, sınıf politikası, devrimci teori diyorlar.
Ekim devriminin zaferinde başrolü oynayan, ona
yol gösteren ideoloji Leninizmdir. Ekim Devrimi, Leninist teori ile donanmış Leninist yeni tipte Bolşevik
Parti önderliğinde zafer kazanmıştır. Ekim Devrimini savunmak, Lenin’i en başa koyarak anmaktan
49
değildir. Önemli olan 1920 programını temel alarak, geliştirmek ve daha ileri bir seviyeye taşımaktır.
KÖZ’ün, TKP’nin 1920 programına hiç kimse sahip
çıkmıyor, bu programı temel alarak kendi programını ortaya koymuyor vb. iddiaları gerçek durumu yansıtmıyor.
KÖZ, Komünist Enternasyonal’in ilk dört kongresine sahip çıkıyor ve savunur görünüyor. KÖZ
hemen hemen tüm yazılarında bu savunusunu öne
çıkarıyor. Bildirgelerinde şöyle diyorlar: „Esin kaynağımız Ekim Devrimi, kılavuzumuz Ekim derslerinin ge¬nelleştirildiği ve somutlaştırıldığı Komünist
Enternasyonal’in ilk dört kongresinin belgeleridir“(
age, sf.12).
KÖZ ilk dört kongreden sonra önderlik boşluğunun
oluştuğunu iddia ediyor! KÖZ’ün bu savunusu diyalektiğe ve bilime aykırıdır. Lenin’in ölümü ertesinde,
„gerisi tufandır“ anlayışını savunuyor KÖZ. Lenin
sonrası dönem araştırılmadan, Sovyetler Birliği’nin
nerden nereye geldiği kavranmadan, yüzeysel bir takım tespitler yapmak, kendilerine „komünist“ diyenlere yakışmıyor. 1924’te Lenin öldüğünde, partinin
önünde çok büyük görevler vardı. İç savaşın yıktığı
ülkeyi adım adım güçlü bir sosyalist ülkeye dönüştürmek, emperyalistlerin yeni saldırılarını önlemek,
ülkede proletarya diktatörlüğünü güçlendirmek gerekiyordu. Başta işçi sınıfı olmak üzere Sovyet halkı,
Stalin önderliğinde dev zaferler kazandı. İç savaşın
yıktığı ülke ekonomisi ve NEP Rusya’sı artık geride
kalmıştı. Sanayinin inşasında büyük başarılar elde
edildi. 1928-1934 yılları arasında kulaklara karşı ve
gönüllülük temelinde kollektifleştirme için saldırıya
geçildi. 1930’dan sonra ülke çapında emekçilerin sosyalist yarışması yaygınlaştı. 1933’de 1. Beş Yıllık Plan
ile tespit edilen zaman dolmadan, Sovyetler Birliği bir
tarım ülkesinden sanayi-tarım ülkesine dönüştü.
1936’da kabul edilen yeni anayasa, sosyalist dünya ile emperyalizmin, faşizmin ve emperyalistlerin
dünya çapında savaş hazırlığı yaptığı dünya arasındaki nitel farklılığı ortaya koydu. Almanya’da faşizmin iktidara gelmesi, dünya emperyalizminin dünya
çapında katliamlara girişeceklerinin bir işareti idi.
Ama diğer yandan Sovyetler Birliği’nde sosyalizm
inşa ediliyordu. İnsanın insan tarafından sömürüsü
ortadan kaldırılmış ve böylece sosyalizm, dünya proletaryasının bir düşüncesi olmaktan çıkıp, bir ülkede
elle tutulur bir gerçek olmuştu.
SB’de proletarya diktatörlüğünün güçlenmesi,
emperyalist burjuvazinin SB’ne duyduğu kini artır-
mıştı. Alman faşizmi, emperyalist burjuvazinin can
düşmanı Sovyetler Birliği’ni dize getirme görevini
üstlenmişti. Stalin önderliğindeki Kızıl Ordu, Nazi
sürülerini Berlin’e kadar kovaladı. Hitler faşizmi karşısında tarihi zafer kazanıldı. Bu zafer ertesinde, halk
demokrasisi ülkeler ortaya çıktı ve sayısız komünist
partilerin kitle etkileri arttı.
Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin inşa deneyi, modern revizyonistlerin iktidarı ele geçirdikleri döneme kadar olan takriben 35-40 yıllık bir dönemdir.
Bu dönemin de ilk beş yılı içsavaş, 1939-1945 yılları
arasındaki dönemi de genel savaş şartları altında yaşanmıştır. Yani şimdiye dek yaşanmış en uzun kesintisiz sosyalist inşa dönemi 25-30 yıllık bir dönemdir.
Bu dönemde emperyalist kuşatma altında elde edilen
sosyalist inşa başarılarının doğru değerlendirilebilmesi için, insanlık tarihi açısından 25-30 yıllık bir
dönemin bir insan ömrü açısından göz açıp kapayana
kadar geçen bir zamana eşit olduğu bilinmelidir!
KÖZ, Sovyetler Birliği kazanımlarını ve Stalin öğretisini reddetmektedir. Lenin sonrası dönemi inkâr
eden, tarihi olarak bir dizi olumlu gelişmeyi görmeyen KÖZ‘ün yaklaşımı idealisttir. Çok büyük laf
edenlerin görevi, 1924 sonrasını yüzeysel değil, gerçek anlamda araştırmaktır. KÖZ’de Ekim devrimini,
Lenin’i savunduğunu iddia ediyor. KÖZ ne Ekim devrimini, ne de Lenin’i savunuyor. Bu bağlamda yukarda TKİP için yazdıklarımız, KÖZ içinde geçerlidir.
Devam edelim. KÖZ, Komünist Enternasyonal’in
dağıtılması bağlamında şöyle diyor:
„Komünist Enternasyonal’i tasfiye edenler de bu kararın Komünist Enternasyonal’i kuranların tutumuyla aynı doğrultuda olduğunu savunurken, bu örgütün,
«değişen koşullar» nedeniyle artık gerekli olmadığını
söylemişlerdi“ (Bkz. “Komünistlerin Birliği Yolunda,
Amaç ve İlkelerimiz“, sf.10). Komünist Enternasyonal
, «değişen koşullar» nedeniyle dağıtılmadı. Komünist
Enternasyonal’in dağıtılma gerekçesinin tam metni
için, “III. Enternasyonal 1919-1943, Belgeler, Belge
Yayınları, sayfa 282-285, Birinci Baskı, Ekim 1979 adlı
kitaba bakılabilinir. 15 Mayıs 1943’de KEYK Başkanlığı, tek merkezden yönetilmenin partilerin operatif
hareketliliğini engellediği ve partilerin yeterince yetkinleşmiş olduğu gerekçeleri ile Komintern’in dağıtılması önerisini partilerin tartışmasına sundu. Savaş
içinde kongre toplama imkânı olmadığından, KEYK
Başkanlığı’nın dağıtma önerisi, tek tek seksiyonların
onayına sunuldu.
8 Haziran 1943’de, Komintern’in dağıtıldığı resmen
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
nizm de o kadar devrimcidir. Geldiğimiz yerde-noktada Komünistler açısından ML’ye ek herhangi bir “izm”
den söz edilemeyeceği gibi, Marksizm Leninizmden de
koparılamaz. Yeni bir dünyanın yaratılması ve komünizme varmanın bilimidir ML. Komünist ve Marksist
olduğunu iddia edenler ML bilimini temel almak zorundadırlar.“ (Bkz. YDİ Çağrı, Sayı 155, sf. 35-36)
Komünist olduğunu iddia edenler ML bilimini temel almak zorundadır. Ülkelerimizde „komünist“
olduğunu iddia eden onlarca grup var. Bu grupların
ortak paydası ML bilimini temel almamalarıdır. KÖZ
de bu gruplardan bir tanesidir.
KÖZ, „Komünistlerin Birliği Yolunda, Amaç ve İlkelerimiz“ başlıklı bildirgelerinde şöyle diyor: „Gelgelelim bunlardan hiçbiri TKP’nin ilk programına
sahiden sa¬hip çıkmıyor. Bu programı kendi programının kalkış noktası olarak ka¬bul edip, bunu geliştirme iddiasını taşıyan legal yahut illegal tek bir parti
bile yok. Gelmiş geçmiş örgütlerden hiç bi¬rinin programı, TKP’nin neredeyse yüzyıl önce ortaya koyduğu
programı aşama¬dı. Aşmak şöyle dursun, TKP’nin ilk
programı rafa kaldırıldı; da¬yandığı ilke ve esaslar şu
ya da bu biçimde değiştirildi.“ (age sf. 8)
Bu yaklaşım dünyayı kendileri ile başlatıp, kendileri ile bitirme anlayışıdır. „Komünist“ olduğunu iddia
edenler biraz alçakgönüllü davranmak zorundadır.
Mustafa Suphi’nin TKP’sine sahip çıkan onlarca grup
var. Kuşkusuz bu grupların önemli bir bölümünün
sahip çıkması şekilsel bir görüntüden ibarettir. Kuzey
Kürdistan/Türkiye proletaryasının komünist önderi
İbrahim Kaypakkaya, 1972’de TKP-ML’yi kurduğunda „Mustafa Suphi yoldaşın ve onun önderliğindeki
TKP’nin mirasçısı“ (İK, Seçme Eserler, Sf. 320, Umut
Yayımcılık) olduğunu yazdı. Sadece yazmakla yetinmedi, yaşadığı kısa dönem içerisinde yazdığı görüşlere uygun bir siyaset izledi. Şafak revizyonistlerine
karşı yürüttüğü ideolojik mücadelede, Mustafa Suphi
TKP’sinin Leninist olduğunu, Mustafa Suphi sonrası
TKP’nin de revizyonistleştiğini ortaya koydu. (Bkz.
İbrahim Kaypakkaya, Seçme Eserler, sf. 92, Umut
Yayıncılık) İbrahim’in TKP hakkında yaptığı doğru
değerlendirmeler, devrimci hareket içerisinde yapılan önemli değerlendirmelerdi. Daha sonraki süreç
içerisinde Kuzey Kürdistan/Türkiye’li Bolşevikler,
TKP’nin 1920 ve 1926 programlarını ele alıp değerlendirdiler. Dergimiz yayın hayatına başladığından
beri, Mustafa Suphi önderliğinde ku¬rulan TKP’nin
ülkelerimizde bir kıvıl¬cım olarak parladığını ortaya
koydu. Sorun sadece 1920 programını doğru bulmak
✒
✒
50
dönemde kapitalizmin analizini yaptılar. Leninizm
ise emperyalizm ve proleter devrimi çağının marksizmidir. Mark ve Engels’in öğrencisi olan Lenin, emperyalizm ve proleter devrimleri çağında marksizme
önemli katkılar yaptı, marksizmi öncelikle sınıf mücadelesi teorisi alanında geliştirdi, onu yeni bir aşamaya, Leninizm aşamasına yükseltti. Bu yüzden bütün
emperyalizm çağı boyunca Komünistlerin teorik dayanağı ve çıkış noktası bütünlük içinde ML bilimidir.
Bu yüzden Komünistler kendilerini ML olarak adlandırırlar. Bu adlandırmadan her uzak durma, her çekinceli tavır aslında Lenin’in marksizme katkılarının
önemini ve anlamını kavramamaya işarettir. ML
bilimine emperyalizm çağında Lenin’den başka hiçbir
Komünist katkıda bulunmamış mıdır? Öyle şey olur
mu? Marksizmi –Leninizm bir bilim olarak hareket
içindeki maddeyi, sınıflara bölünmüş maddi dünyayı çıkış noktası alır. Onun konusu hareket halindeki
madde, hareket halindeki, her an değişme içinde bulunan sınıflara bölünmüş toplumdur. Marksizm Leninizm, bir din, mutlak gerçeğe sahip olma
iddiasında donmuş bir doğmalar yığını değil, bir bilimdir. Her bilim gibi gelişir. Bu gelişmeye her bilimde
olduğu gibi yüzlerce, binlerce bilim insanı, onun temel
konularından biri sınıf mücadelesi olduğu için, sınıf
mucadelesinin yeni deneyimleri, milyonlarca komünist savaşçı, her devrim hareketi ve bunlardan yeni
dersler çıkaranlar katkıda bulunur, bulunmuştur.
Stalin, Mao Zedung, Dimitrof, Rosa Luksemburg vb.
bu bağlamda kuşkusuz akla ilk gelen komünistlerdir.
Fakat onlar dışında binlerce, onbinlerce de isim sayılabilir. (Hatta yanlış görüşler savunanlar da, onlara
karşı mücadele içinde teorinin geliştirilmesi anlamında, ML’in gelişmesinde rol oynamışlardır. Örneğin Kautsky! Örneğin Troçki! Örneğin Buharin vb.).
Fakat bu katkıların hiç biri, ML‘i yeni bir aşamaya
yükselten katkılar değildir. Emperyalizmin temel özellikleri değişmedikçe, emperyalist sistemde nitel değişikler olmadıkça, ondan nitel olarak değişik yepyeni
bir sömürü sistemi ortaya çıkmadıkça, emperyalizm
proleter devrimleri çağı değişmedikçe, aslında ML in
yeni bir aşamaya yükseltilmesi de söz konusu olmaz.
Bu yüzden Leninizm dışındaki her yeni moda “izm”
gerçekte emperyalizmin temel özelliklerinin değiştiği
iddiasının veya Troçkistler’de olduğu gibi, aslında bu
yeni çağın teorik çözümlemesinin Lenin değil, Troçki
tarafından yapıldığı iddiasının ifadesidir. Bu yüzden
Leninizm Marksizmin daha da geliştirilmiş şeklidir.
Marksizm ne kadar devrimci ise, ona eklenen Leni-
51
da insanı etkilemiştir. Bugünkü Troçkist akımların
kaynaklandığı teorik temeller, Troçki tarafından Rus
devrimi içinde ortaya konmuştur. KÖZ şöyle yazıyor:
“Efsaneler yahut efsane kahramanları, komünistlerin gündemine gelenek sorunuyla ilişkili olarak ve
geçmişin değerlendirilmesi çerçevesinde giriyor. Zira
komünist geleneğin örgütsel- politik sürekliliğinin sağlanamayışı bu boşluğun bir nevi efsanevi anlatımlarla
doldurulmasına zemin sunuyor. Bu sürekliliği sağlamak için oldukça uzun bir dönemi kapsayan siyasal
gelişmeler hakkındaki efsanevi anlatımlardan kurtulmak gerekiyor. Bu yolda atılacak adımların kalkış noktalarını net bir biçimde saptayıp ayırt etmek belirleyici
bir önem taşıyor.” (KÖZ, sayı 57, Aralık 2011, sf. 15)
„Dönemin en büyük efsanelerinden birinin Troçki
adı etrafında üretilmiş olduğu söylenirse abartma olmaz. ‘Troçkizm’ yaşayan, yaşatılan çağdaş efsanelerden biridir.“ (sf. 16)
„Efsane“ veya „kahramanlar“ komünistlerin gündemine „gelenek sorunuyla“ gelmiyor. Marksizm
ortaya çıktığından buyana, Marksizme düşman
akımlar Marksizm adı altında ortaya çıktılar. Bu
akımlar, Marksizmi, Marksizm adına revizyona tabi
tuttular. Marks-Engels sonrası dönemde, revizyonizmin öne çıkan uluslararası temsilcisi Bernstein’dir.
Bernstein’in ortaya koyduğu temel tezler, diğer ülkelerdeki revizyonizmin ideolojik kaynağı oldu. Alman
Sosyal Demokrat Partisi içinde öncelikle Kautsky,
Bernstein’in tezleri ile hesaplaştı. Troçki’nin de Rus
devrimi içinde ortaya koyduğu temel tezler, diğer ülkelerdeki Troçkistlerin dayandığı temel tezler oldu.
Nasıl ki Bernstein’in revizyonizmine karşı mücadele edildi ise, Troçkizme karşı da mücadele edilmesi
doğruydu, doğrudur. Troçkizm, Marksizm’i savunma
adına konuşan oportünist akımlardan biridir. Troçkizm, eklektik ve “sol” lafızlarla süslenen çizgisiyle,
Marksizm-Leninizm’in düşmanı olan bir akımdır.
Onun savunduğu “fraksiyon özgürlüğü” tavrıyla,
özellikle proleter disiplinden öcü gibi korkan aydınlar arasında bir çekiciliği vardır. IV. Enternasyonal
adına konuşan her biri birbirini ihanetle suçlayan ve
kendisinin Marksizm’in saflığını koruduğunu iddia
eden onlarca grup var. Bu anlamda “komünist” olduğunu iddia edenler, komünizm adı altında bilinçleri
esir alanlara ve karartanlara karşı ideolojik mücadele vermekle yükümlüdürler. Marksizm ortaya çıktığından beri, Marksizm düşmanı akımlarla ideolojik
mücadele yürüterek hâkim hale gelmiştir. Lenin’in
soruna yaklaşımı şöyledir:
“Fakat bizzat işçi sınıfının mücadelesiyle bağlı ve
öncelikle proletarya arasında yaygın olan öğretiler
arasında bile Marksizm bir hamlede kendini kabul
ettirmiş olmaktan uzaktır. Varlığının ilk elli yılında
(XIX. yüzyılın kırklı yıllarından başlayarak) kendisine
temelden düşman olan teorilere karşı mücadele etmiştir. Kırklı yılların ilk yarısında Marx ve Engels, felsefi
idealizmin bakış açısında duran radikal Genç Hegelcilerle hesaplaştılar. Kırklı yılların sonunda ekonomik
öğretiler alanındaki mücadele – Proudhonculuğa karşı
mücadele ön plana çıkar. Ellili yıllar bu mücadelenin
sonunu oluşturur: fırtınalı 1848 yılında ortaya çıkmış
olan partilerin ve öğretilerin eleştirisi. Altmışlı yıllarda mücadele genel teori alanından, dolaysız işçi hareketine daha yakın bir alana kayar: Bakuninciliğin
Enternasyonal’den kovulması. Yetmişli yılların başında Almanya’da kısa bir süre için Proudhoncu Mühlberger, yetmişli yılların sonunda pozitivist Dühring
öne çıkar. Fakat hem birinin hem de diğerinin proletarya üzerindeki etkisi artık oldukça azdır. Marksizm
işçi hareketinin diğer ideolojileri üzerinde artık tartışmasız zafer elde etmiştir.
Geçen yüzyılın doksanlı yıllarının eşiğinde bu zafer
ana hatlarıyla tamamlanmıştı. Proudhoncu geleneklerin en uzun süre dayandığı Latin ülkelerinde bile, işçi
partileri program ve taktiklerini fiilen Marksist temel
üzerine inşa etmiştir. İşçi hareketinin yeniden dirilmiş
olan periyodik uluslararası kongreler biçimindeki uluslararası örgütü, tüm önemli noktalarda ta başından
itibaren ve neredeyse hiç mücadelesiz Marksizm zemininde yükselmiştir. Fakat Marksizm, az çok bütünlüğe
sahip kendine düşman bütün öğretileri gerilettiğinde,
bu öğretilerde ifadesini bulan eğilimler kendilerine
başka yollar aramaya başladılar. Mücadele biçimleri
ve nedenleri değişti, ancak mücadelenin kendisi sürdü
ve Marksizmin varlığının ikinci yarım yüzyılı (geçen
yüzyılın doksanlı yılları), Marksizm içinde Marksizme
düşman bir akımın mücadelesiyle başladı.
Bu akıma adını veren, en yüksek sesle ortaya çıkan
ve Marx’ta düzeltmeler yapılmasına, Marx’ın gözden
geçirilmesine, revizyonizme en bütünlüklü ifadeyi veren, eski ortodoks Marksist Bernstein oldu. Rusya’da
bile, gayri-Marksist sosyalizmin doğal olarak –ülkenin
ekonomik geriliği sonucunda, serflik artıkları tarafından ezilen köylü nüfusun ağırlıkta olması sonucunda– en uzun süre varlığını sürdürdüğü Rusya’da bile
o, gözlerimizin önünde revizyonizme doğru gelişiyor.
Gerek tarım sorununda (tüm toprak ve arazinin belediyeleştirilmesi), gerekse de genel programatik ve taktik
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
Sosyalist ekonomi, planlı ekonomi olmak zorundadır ve eğer planlama olanaksız ise sosyalizm de
olanaksız demektir. 1928 yılında Sovyet Sosyalist
Cumhuriyetler Birliği ilk Beş Yıllık Planı yaptı. Bu tamamlanınca İkinci Beş Yıllık Plan, onun ardından da
Üçüncü Beş Yıllık Plan yapıldı ve uygulandı. Kapitalizmin tersine sosyalizm planlı ekonomiyi temel alır.
KÖZ’ün ilginç görüşleri var. Hedeflerini şöyle açıklıyorlar:
„Görevimiz kapitalizmi yok etmek; amacımız sınıfsız toplum; yöntemimiz proleter devrimi; biricik
ahlakımız da bu devrimin ahlakıdır. Kapitalizmin yıkılmasına ve sınıfsız topluma giden yolun açılmasına
öncülük etmekle yükümlü; dünya devrimi için yaşadığımız toprak¬lardaki devrimin zaferi ve sürekliliğinden sorumluyuz. Bu devrime önderlik edecek sınıfın
öncü partisini yaratmak istiyoruz.“(age. Sf.46) KÖZ
bu hedeflerine nasıl varacak? Komünist bir partinin
yaratılmasının esas görevleri olduğunu açıklıyorlar
ve devam ediyorlar: “Hem «demokratik devrim»cilik
hem de «sosyalist devrim»cilik menşevizmden beslenir.
Bu iki akım aynı madalyonun farklı yüzle¬ridir. Her
iki akımdan da ayrı duruyoruz” (age. Sf.18). Neymiş?
Demokratik devrimi savunanlar da, sosyalist devrimi
savunanlar da menşevizmden besleniyor!!! Peki “proleter devrimi” nasıl yapacaksınız? Hangi yolları kullanarak hedefinize varacaksınız? “Proleter devrim”
gökten zembille inmeyeceğine göre, nasıl olacak?
Bir ülkede devrim yapabilmek için, o ülkenin somutunun Marksist-Leninist ilkelere dayanarak çözümlenmesi gerekir. Ülkenin sosyo ekonomik yapısının
araştırılması, sınıfların durumu, ülke devriminin
programının çıkarılması gerekir. Tabii ki öncünün
yaratılması, inşa edilmesi esas görevdir. Her devrimin sorunu iktidar sorunudur. İktidara yürümede
kullanılacak yol ve yöntemler, devrimin kaderini belirlemede önemli rol oynayacaktır. KÖZ, demokratik
veya sosyalist devrim yolunu benimsemeyeceğine
göre, hangi yolu kullanacağını açıklarsa biz de merakımızı gidermiş olacağız.
Troçki bir efsane mi? Ya da Troçki’nin efsanesi mi
yaratıldı? KÖZ efsaneler hakkında tutumunu uzun
uzun anlatıyor. Masal ya da efsanelerin, gerçek dünyada karşılıkları bulunması gerektiğini, onların aynı
zamanda gerçek ve tanıdık olmalarının şart olduğunu yazıyor KÖZ. “Troçkizmin” ne olduğu kavranmadığı için bu değerlendirmeler yapılıyor. “Troçkizm,
Rus devrimi içinde şekillenmiştir. “Troçkizm” ortaya
çıktığından bu yana bilinçleri karartmış ve çok sayı-
✒
✒
52
açıklandı. Komintern dağıtıldığında, bütün dünyada
antifaşist mücadelede en ön saflarda mücadele eden
kitlesel komünist partileri vardı. Bu partilerin elinde
Komintern’in Yedinci Kongresi’nde formüle edilmiş
doğru bir antifaşist mücadele çizgisi vardı. Yedinci Kongre’nin hemen ertesinden başlayarak partiler
yetkinleşmiş görüldüğünden merkezi enternasyonal
yönetim zaten önemli ölçüde koordinasyonla sınırlı
bir yönetim haline gelmişti. Savaş içinde de bu da iyice sınırlanmıştı. 1943’e gelindiğinde zaten her parti
çizgiyi kendi inisiyatifi ile ve kendi sorumluluğunda
uygulamak durumundaydı. Fakat resmen bir merkezin varlığı, hem tek tek partilerin attığı her adımın
sorumluluğunu bu merkezin de taşıması durumunu
doğurmakta; hem de Stalin’in belirttiği gibi burjuvazi tarafından da tek tek ülkelerde anti-Hitler koalisyonunun sabote edilmesinde kullanılmaktadır.
Komintern’in resmen dağıtılması kararı işte bu ortamda alınmış bir karardır. KÖZ’ün iddiasının tersine Komintern’in dağıtılma gerekçesinde “değişen
koşullar” şeklinde bir kelime yoktur. Ayrıca “bu örgütün”, “artık gerekli olmadığı” şeklinde bir tespitte
yoktur. Bu tespitlerin KÖZ’ün hayalinde yarattığı ve
saldırdığı tespitlerdir.
KÖZ’ün sosyalizmin inşası bağlamında savunduğu görüşlerin Leninizm’le hiç bir ilgisi yoktur. Şöyle
yazıyorlar: „Bu bakış açısıyla, sosyalizmi devletçi ve
planlı bir ulusal kal¬kınma modeline indirgeyen tüm
anlayışlarla aramızı açıyoruz. Bu farklılığı sermayeye
karşı mücadele içinde, somut siyasal pratik tutumlarla belirginleştirip göstermeyi hedefliyoruz. „ (Bkz. age,
sf.34)
Sosyalizmin temeli üretim araçları üzerindeki toplumsal mülkiyettir. Toplumsal mülkiyetin iki temel
biçimi vardır: Devlet mülkiyeti, Kooperatifsel-kolektif mülkiyet (grup mülkiyeti). Bununla uyum içinde
iki tür sosyalist işletme vardır: Devlet işletmeleri ve
kooperatif/kolektif işletmeler. Sosyalist toplumda
devlet mülkiyeti tüm emekçilerin mülkiyetidir. Tüm
emekçiler yararına kullanılır. Kooperatifsel-kolektif
mülkiyet ise, sözkonusu kooperatif veya kolektifin
içinde yer alanların grup mülkiyetidir. Burada da
artık gerçek anlamda bir özel mülkiyet sözkonusu
değildir. Yine de bu tip grup mülkiyeti, sözkonusu
gruba özel bir konum sağlar. Bu tip bir mülkiyet, toplumsal mülkiyetin bir alt biçimidir. Sosyalist devlet
mülkiyeti, sosyalist mülkiyetin en yüksek, en gelişmiş biçimidir. Bu alanın sürekli genişletilmesi sosyalizm açısından hayati önemdedir.
53
Ekim devrimini izleyen iç savaş ve müdahale
döneminde proleter devletin uyguladığı politikaya
savaş komünizmi adı verilmişti. Bu politika 1918’den
1921 yılına kadar, yerini “Yeni Ekonomik Politika”ya
bırakana dek sürdü. Bu dönem, ülkenin iç savaş
içerisinde kavrulduğu, sosyalist ekonominin inşasına
başlanmasının mümkün olmadığı bir dönemdir.
54
olan kişileri yahut akımları yargılayıp aklamak ya da
mahkûm etmek de bizim kaygımız olamaz. Birbirleriyle karşı karşıya gelmiş kişilerden yahut akımlardan biri yahut diğerinden yana tutum almak da söz
konusu değildir“ görüşünü savunuyor. Bu savununun
doğru olmadığını ve yukarda Lenin’den yaptığımız
uzun bir alıntıda ortaya konulan yaklaşıma da ters
olduğunun bilinmesi gerekir.
KÖZ, Troçkist olmadığını, kendilerine yöneltilen
Troçkizm suçlamasını doğru görmediğini söylüyor. KÖZ, Aralık 2011, sayı 57 ile birlikte “Troçkizm
Dosyası” başlığı altında bir yazı dizisi yayınlamaya
başladı. Bu yazı dizisini okurlarımızın okumasını
öneriyoruz. (Bkz. http://www.kozonline.org/arsiv/
KK58/KK58.htm) KÖZ, evet açıkça Troçkist olduğunu söylemiyor ama utangaç bir şekilde Troçki’yi
savunuyor. Sovyetler Birliği kazanımlarını ve Stalin’i
rüttüğünü kanıtlayabildi, ne de bunu kanıtlayan başka herhangi bir kanıt o günden sonra bulunabildi.
Aksine arşivler açıldıkça bu tür iddiaların aksini doğrulayan belge ve kanıtlar çoğaldı” (KÖZ sayı 57, sf.17).
Neymiş? Moskova duruşmaları Troçki’nin “sovyet
rejimine karşı bir silahlı komplo yürüttüğünü” kanıtlayamamış! Köz böyle yazıyor ama diğer yandan
tarihsel gerçekler var. Duruşmalar anında radyo üzerinden bütün ülkede yayınlanıyordu. Enternasyonal
medya (basın) bu açık duruşmaları bizzat mahkemeye katılarak izleyebiliyordu. Yani bütün sanıkların
savunmalarını bütün dünyaya duyurma imkânları
vardı. Onların yaptıkları itiraf dolu savunmaları ne
yapacağız? Yok mu sayacağız? Diğer yandan hadi
savcılık – polis ifadelerini bir yana bırakalım, sanıkların mahkemede verdikleri ifadelerin tutanakları
var. Orada sanıklar sabotajlardan söz ediyor. Sanık-
lar yalan mı söyledi? Neden burjuvazinin komünizme kara çalmak için anlattığı hikâyelere inanılıyor
da, sanıkların ifadelerine ina¬nılmıyor. İlginç! Onun
dışında bir başka sorun daha var. Partinin Kulaklara karşı topyekûn saldırıyı başlattığı dönemde, ülke
içinde sabotajlar var. Bu işçi sınıfı ile burjuvazinin
ölüm kalım mücadelesi ver-diği bir ortamda şaşırtıcı
bir şey de değil!
Burjuvazinin açık siyasi örgütlenmeleri¬nin yasak
olduğu bir ortamda, onun il¬legal örgütlenmesi ve
terörist eylemlere de başvurması, yine şaşırtıcı değil,
sınıf mücadelesinin olağan görüntüsüdür.
Hangi arşivler açılmış? Neden KÖZ Moskova Duruşmalarında yargılananların söylediklerine inanmıyor. Partinin “sevgilisi” Buharin’in mahkeme
önünde yaptığı itirafları nereye koyacağız? Buharin,
istemediği suçlamayı geri çevirebiliyordu. Neydi
suçlamalardan bir tanesi? Lenin’e suikast olayında
Buharin’in de parmağı olduğu iddia ediliyordu. Ama
Buharin mahkeme önünde kimi itiraflarda bulunurken, Lenin’e sui¬kast olayında rolü olduğu iddiasını
geri çeviriyordu. Moskova Duruşmaları ve Lenin’in
vasiyeti hakkında görüşlerimizi yazdık. İsteyen sayı
154’te yazdıklarımıza yeniden bakabilir. Çokça belge
olduğunu biliyoruz. Ama nedense birincil kaynaklara dayanmak yerine ikincil olarak üretilen ve yazılan
belgeleri Troçkistler temel alıyor. Gerçeği olgular ve
belgeler üzerinden tanımak isteyenler için 1936 Mahkeme Tutanakları vardır ve bunlara ulaşmak onca zor
sorun da degildir. Elbette bu yargılamalarda “kurunun yanında yaş “ ta zarara uğramış, haksız idari tedbirlerle karşı¬laşmış olabilir.
KÖZ, Troçkistlerin Sovyetler Birliği’nde komplo faaliyeti yürüttüğüne ve sosyalizmin anavatanına karşı
işlenen cürümleri görmüyor, görmek istemiyor. Bu
konu ile ilgili dergimizin 154. Sayısında diğer şeylerin
yanısıra şunları söyledik:
“İşbirliği” nin objektif temelleri:
Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin inşa¬sının başarıları, gerek tüm emperyalist dünyayı, gerekse “tek ülkede sosyalizmin inşasının mümkün olmadığı” tezini
savunan Troçki ve Troçkistleri ve diğer yandan sosyalist inşanın hızı karşısında paniğe kapılan Sağcıları
zor durumda bırakmış; Sovyetler Birliği’ne düşmanlık, çeşitli emperyalist güçlerin Sovyetler Birliği’ndeki
“muhalefet” ile “ittifakı”nın - daha doğrusu Sovyetler
Birliği’ndeki muhalefeti kendi amaç ve çıkarları doğrultusunda kullanmasının - ortak temelini oluşturmuştur. Aynı ortak temeldir ki, Sovyetler Birliği’ndeki
“muhalefeti” hem kendi içinde ittifaka, hem de kendi
amaçlarına ulaşmak - yani Sovyetler Birliği’ndeki iktidarı devirmek, yerine kendi iktidarlarını kurabilmek –
için emperyalist güçlerden “yararlanma” adına onlarla
anlaşma aramaya; objektif olarak emperyalist güçlerin
“beşinci kol” faaliyetini yürütmeye itmiştir. Emperyalistler açısından da, Troçkist ve Sağcı muhalefet açısından da 1934 yapılan XVII. Parti Kongresi, Sovyetler
Birliği’nde kendini ispatlayan sosyaliz¬mi yıkmanın
[Troçkist ve sağ muhalefet açısından, lafta sorun tabii
ki sosyalizmi yıkmak değildi; kurulan zaten sosyalizm
değildi] tek yolu, Parti yönetimini yoket¬me yolu idi.
Ve evet Troçkist ve Sağ mu¬halefet açısından, Sovyetler Birliği’nde amaçlanan değişikliğe ulaşabilmek
için, dıştan bir saldırı da, hesaplar içinde yera¬lan bir
olasılıktı.Yönetimi devirmek için her araç kullanılabilir, her yol mübahtı.Troçkistlerin ve Sağcıların XVII.
Kongre ertesi, açıkça Parti çizgisine karşı çıkan bir
programla, Parti platformu dışında bir platformla işçi
sınıfı önüne, Sovyet emekçileri önüne çıkıp, onları kazanma umudu kalmamıştı. Parti çizgisinin doğruluğu
pratikte ispatlanmıştı. Kitleler büyük bir çoşku ile sosyalizmin inşası çalışmasına katılıyorlardı. Muhalefet
ideolojik mücadele sonucu, yığınlar içinde tüm inanırlığını yitirmişti. Bu durumda Parti yöneticilerine karşı
bireysel terör, komplo yolu seçildi.” Kuşkusuz bu konu
ile ilgili daha çok şeyler yazılabilinir. Ama bu kadarının yeterli olduğunu düşünüyoruz. Devam edelim.
Şöyle yazıyor KÖZ: “Aynı yıl Troçki ‘emeğin askerileştirilmesi’ ve ‘emek orduları’nın kurulmasına
öncülük etti ve bu kavramların isim babası oldu; 9.
Kongre’de ‘demokratik merkeziyetçi’ muhalefete karşı ‘sendikaların askerileştirilmesi’ fikrini savundu; bu
kongrede ona destek veren Lenin daha sonra bu fikrin
karşısına çıktı ve Merkez Komitesi’nde bu anlayışın
terkedilmesini sağladı.”
Ekim devrimini izleyen iç savaş ve müdahale döneminde proleter devletin uyguladığı politikaya savaş
komünizmi adı verilmişti. Bu politika 1918’den 1921
yılına kadar, yerini “Yeni Ekonomik Politika”ya bırakana dek sürdü. Bu dönem, ülkenin iç savaş içerisinde kavrulduğu, sosyalist ekonominin inşasına başlanmasının mümkün olmadığı bir dönemdir. Savaş
komünizmi dönemini belirleyen, para ekonomisinin
yerine ürün değişiminin konması, köylülerin ürün
fazlasını devlete teslim etme mecburiyeti, çalışabilir
yaştaki kadın-erkek her bireye çalışma zorunluluğunun getirilmesi gibi tedbirler idi. Savaş komünizmi
döneminde sendikalar atamalar ve askeri yöntemler-
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
ret ediyor. Bolşevizmi ve Komünist Enternasyonal’in
ilk dört kongresinde şekillenen siyaseti savunduğunu iddia ediyor. İddia ediyor diyoruz; çünkü KÖZ ne
Bolşevizmi ne de Komünist Enternasyonal’in ilk dört
kongresinde şekillenen çizgiyi savunmuyor. Mesela
Komintern 2. Kongresinde “Ulusal Sorun ve Sömürgeler Sorunu” bağlamında ortaya konan çizgiyi KÖZ
savunduğunu iddia edebilir mi? Bu bağlamda TKİP
için yazdıklarımız KÖZ içinde geçerlidir.
Ne yazık ki KÖZ kimi tarihsel gerçeklikleri de çarpıtıyor. İşte kimi örnekler:
Şöyle diyor KÖZ: “Ne Moskova duruşmaları
Troçki’nin sovyet rejimine karşı bir silahlı komplo yü-
✒
✒
sorunlarda Sosyal-Narodniklerimiz, eski, kendi tarzı
içinde bütünlüklü ve Marksizme temelden düşman
sistemlerin sönüp gitmekte olan, zayıflayan kalıntılarının yerine gittikçe artan oranda Marx’ta “düzeltmeler” yapmayı koyuyorlar. “ (Lenin, Seçme Eserler,
Cilt 11, sayfa 480-481, İnter Yayınları) Görüldüğü gibi
Lenin, tarihsel süreç içerisinde Marksizm adına ortaya çıkan ve Marksizmi revizyona tabi tutanlara karşı verilen mücadeleyi anlatıyor. Lenin döneminde ve
Lenin sonrasında da Marksizm adına ortaya çok sayıda akım çıktı. Bu akımlara karşı ideolojik olarak mücadele etmek ve Marksizm-Leninizmi hâkim kılmak
komünistlerin görevidir. KÖZ, „bu efsanelere konu
55
aşamasında daha da belirgin hale gelmiştir. Kapitalizmin gelişmesi ile birlikte, eşitsiz gelişim de hız kazandı ve eşitsizlik daha da büyüdü. Eşitsiz gelişme yasası
sonucu, kapitalist üretim ilişkilerinin bütün dünyada
hâkim hale gelmesi mümkün değildir. Ayrımsız olarak “emperyalizm çağında, kapitalist üretim ilişkileri dünyanın her köşesinde egemendir”düşüncesini
savunmak yanlıştır. Kapitalist üretim ilişkilerinin
henüz hâkim olmadığı ülkeler var. Mesela Afganistan, Etopya ve Afrika’nın kimi ülkeleerinde kapitalist
üretim ilişkileri egemen değildir. Kapitalizmin emperyalizm aşamasına geçmesiyle birlikte, dünyanın
bütün ülkelerinde kapitalist üretim ilişkilerinin egemen hale geldiği şeklindeki bir savunu Leninizm ile
çelişmektedir.
KÖZ’ün savunduğu parti anlayışı, Leninist parti modeli değildir. “Amaç ve İlkelerimiz” broşürüne
kimi doğruların serpiştirmesi, Leninist parti modelinin savunulduğu anlamına gelmez. Şöyle yazıyor
KÖZ: “Bu nedenle devrimci parti aynı siyasal anlayışta buluşmuş, bilinçli, deneyimli ve başkaları tarafından sevk ve idare edilmeyip, başkalarının sorumluluğunu taşıyan militanlarla sınırlı tutulmalıdır”
Kapitalist toplumda, işçi sınıfının çok küçük bir bölümü, Marksizm-Leninizmi inceleyerek, kavrayarak,
işçi sınıfının kurtuluşunun gerekliliğini ve kurtuluş
yolunu kavrayabilir. İşte bu bölüm, Komünist Partisinin program ve taktiklerini kabul etmesi, bir parti örgütünde doğrudan çalışması şartlarında, Komünist
Parti içinde örgütlenen, örgütlenmesi gereken bölümdür. Lenin’in partiden anladığı, yalnızca mesleği
devrimcilik olanlardan oluşan bir örgüt değildir. Tabi
ki Komünist Partisinin merkezinde, mesleği devrimcilik olanlardan oluşan bir örgüt vardır. Lenin, parti
örgütünün tümü ve yapısı hakkındaki düşüncelerini
“Bir Adım İleri, İki Adım Geri” kitabında ortaya koymuştur. Şöyle yazıyor Lenin:
“İyice anlaşılır olması için mesele şu şekilde ortaya
konulabilir. Genelde örgütlülük derecesine ve özelde
de bir örgütün konspirasyon derecesine göre, aşağı
yukarı şu kategoriler ayırt edilebilir: 1. Devrimcilerin
örgütleri; 2. İşçilerin örgütleri, hem de mümkün olduğunca geniş ve çok çeşitli (kendimi sadece işçi sınıfıyla
sınırlıyor ve başka sınıflardan bazı unsurların da belli
koşullar altında bu kategoriye gireceğini kendiliğinden
anlaşılır bir şey olarak varsayıyorum). Bu iki kategori,
Parti’yi oluşturur. Devamla 3. Parti’ye dayanan işçi örgütleri; 4. Parti’ye dayanmayıp da, fiilen onun kontrolü ve yönetimine tabi olan işçi örgütleri; 5. hakeza kıs-
men, en azından sınıf mücadelesi kendini çok sert bir
şekilde açığa vurduğunda sosyal demokrasinin yönetimine tabi olan, işçi sınıfının örgütsüz unsurları. Benim
bakış açımdan mesele aşağı yukarı böyledir.” (Lenin,
Bir Adım İleri İki Adım Geri, İnter Yayınları, sf. 77)
Görüldüğü gibi Lenin Komünist Partisini “, başkalarının sorumluluğunu taşıyan militanlarla sınırlı”
tutmuyor. Lenin, Parti’yi iki kategoriden oluşan bir
bütün olarak görüyor.
1) Devrimcilerin örgütleri: Bundan Lenin’in anladığı, mesleği devrimcilik olanların oluşturduğu
örgütlerdir. Lenin için hareketin sürekliliğinin sağlanmasının garantisi budur. Parti örgütünün merkezinde, Lenin’in düşüncesine göre, “devrimcilerin
örgütleri” vardır.
2) Olabildiği ölçüde yaygın ve çeşitli işçi örgütleri:
Lenin bunlardan, mesleği devrimcilik olmayan; yaşamak için mesleklerini sürdürürken; partili olarak da
çalışanlardan oluşan parti örgütlerini kastediyor.
Bu iki kategori dışındaki örgütlenmeler artık doğrudan Parti değil; Parti önderliğindeki ya da Partinin
içinde çalıştığı kitle örgütleridir. Lenin’de sorunun
konuluşu böyledir.
Leninist parti öğretisini savunduğunu iddia eden
KÖZ şöyle yazıyor: “Devrimci parti kitleleri bünyesine katarak genişleyen bir yığın örgütü değildir. Aksine bu parti kitleleri örgütlendiren, onların eylemine siyasal bir içerik, süreklilik, kararlılık ve etkinlik
katacak uzmanlaşmış bir alet olmalıdır.” Neymiş!
Devrimci parti bünyesine kitleleri katarak genişleyen
bir yığın örgütü olmamalıymış! KÖZ bu düşünceyi
savunabilir. Ama bu düşüncesini Lenin’e maletmeye
çalışması Lenin’in çarpıtılmasından başka bir şey değildir.
Proletarya önderliğinde devrim, işçi sınıfının en
geniş emekçi yığınların önemli kesimlerinin doğrudan devrime katılması ile gerçekleşebilir. Bu anlamda işçi sınıfının ve geniş emekçi yığınların devrime
seferber edilmesi Komünist Partisinin görevidir. Komünistlerin esas görevi gerçek ml partinin yaratılması ve inşasıdır. Bu parti daha en başından itibaren
işçi sınıfının sınıf mücadelesi ile sıkı bağ içinde inşa
edilmek zorundadır. Çünkü gerçek komünist partisi
sınıfsal taban açısından her şeyden önce işçi partisidir. Saflarında en başta işçi sınıfının en ileri kesimlerini barındırmayan bir parti, adı ML de olsa gerçek
bir ML parti, Bolşevik bir parti değildir. İşçi sınıfının
önderliği sorununu “ideolojik önderliğe” indirgeyen
teori ML bir teori değildir.
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
Milli sorunda da Stalin gerek Büyük Rus şovenizmine, gerekse “yerel milliyetçiliğe” karşı (birinciye karşı
mücadeleyi öne alarak) mücadele etmiştir. Stalin önderliğindeki SBKP(B)’in izlediği milliyetler siyaseti gerçekten örnek Leninist bir siyaset olmuştur.
Yapılan, Lenin’in de dikkat çektiği belli hatalar,
daha sonraları da ortaya çıkmış; eleştiri, özeleştiri ile
aşılmıştır.
Lenin’in Stalin’e getirdiği eleştiriler, bir Bolşeviğin diğer bir Bolşeviğe getirdiği eleştirilerdir. Lenin’in
Troçki gibilerine getirdiği eleştiriler ise, bir Bolşeviğin
Bolşevik olmayan birine getirdiği eleştirilerdir. Bunlar
arasında fark vardır.“ Ulusal sorunda, Lenin ile Stalin arasında hiç bir görüş ayrılığı olmamıştır. Troçki
ve takipçileri, Lenin’in vasiyetinde Troçki ile Stalin
hakkında yaptığı değerlendirme farklılıklarını gözlerden gizlemeye çalışıyor. KÖZ’ün de yaptığı tam da
budur. Ama gerçekler inatçıdır.
KÖZ “Amaç ve İlkelerimiz” broşüründe “Leninistiz” başlığı altındaki bölümde şöyle diyor: “En yüksek
aşamaya ulaştıkları emperyalizm çağında, kapitalist
üretim ilişkileri dünyanın her köşesinde egemendir.”
emperyalizm, kapitalist gelişmenin doğal bir sonucu,
onun en üst gelişme aşamasıdır. Marx ve Engels, kapitalizmi inceledikleri temel eserleri olan Kapital’de,
sermayenin yoğunlaşması merkezileşmesinin kapitalizmin en önemli gelişme yasalarından biri olduğunu ortaya koymuşlardı. Bu gelişmenin tabii sonucu
tekelleşmeydi! Lenin, Birinci Dünya Savaşı içinde
kaleme aldığı “Kapitalizmin En Yüksek Aşaması Emperyalizm” adlı eserinde emperyalizmin bütünlüklü
bir marksist çözümlemesini gerçekleştirdi. O bunu,
sosyalizm adına piyasaya sürülen emperyalizm teorileriyle hesaplaşma içinde yaptı.
Avrupa’da ve ABD’de takriben 1880’lerden itibaren
kapitalizmin yeni bir evresine girildi. Bu “rekabetçi
kapitalizm” yerini tekelci kapitalizme, ya da bir başka
deyimle emperyalizme bıraktı. Emperyalizm, kapitalizmin çelişmelerini en üst seviyeye kadar geliştirmiş
olan, en yüksek ve son evresidir. Kapitalist toplumda
üretim ilişkilerinin temeli, üretim araçları üzerindeki kapitalist mülkiyettir. Üretim araçları üzerindeki
kapitalist mülkiyet, kapitalistlerin emekle elde edilmemiş ve ücretli işçileri sömürmek için yararlanılan
özel mülkiyetidir.
Yaptığımız bu açıklamalardan sonra KÖZ’ün savunduğu temel yanlışın açıklamasına geçebiliriz.
Kapitalizm çarpık ve dengesiz gelişmektedir. “Kapitalizmin çarpık ve dengesiz gelişmesi emperyalizm
✒
✒
56
le yönetiliyordu.
İç savaş döneminde savaş komünizmi uygulanmıştı. İç savaş sona erdikten sonra, ülke barışçıl iktisadi inşaya geçmiş, savaşın ve emperyalist ablukanın
ürünü olan katı savaş komünizmini sürdürmek için
bir neden kalmamıştı. Troçki ve hempaları ise, savaş
komünizmini gevşetmeye gerek olmadığını, tam tersine vidaların daha da sıkıştırılması gerektiğini savunuyorlardı. Troçki, Lenin ve Bolşevik Parti Merkez
Komitesi üyelerinin çoğunluğuna karşı mücadeleyi
başlattı. Troçki, 1920 Kasımının başlarında toplanan V. Tüm-Rusya Sendikalar Konferansı Komünist
fraksiyonunun oturumunda, “vidaları sıkıştırma” ve
“sendikaları sarsma” gibi şiarlarla ortaya çıktı. Parti
içerisinde yürüyen tartışmada Troçki ve yandaşlarının tezleri mahkûm edildi. 8 Mart 1921’de toplanan
X. Parti Kongresinde, sendikalar üzerine tartışmanın
sonuçları toparlandı ve Troçki’nin görüşleri ezici bir
çoğunlukla mahkûm edildi. Sendikalar, yönetimler
seçimle işbaşına gelecek ve barış koşullarına uygun
olarak demokratik yöntemlerle yönetilecekti. Olgular
ve gerçekler böyle. KÖZ’e göre Lenin önce Troçki’nin
yanında durmuş, sonra fikrinden vazgeçmiştir! Bu
açıkça Lenin’i kavranmaması ve Lenin’in çarpıtılmasıdır. Lenin, kongrede görüşlerini savunması için
Troçki’ye görev verdiği şeklindeki görüşler Troçkistlerin uydurmasıdır.
KÖZ Lenin’i çarpıtmaya devam ediyor. Şöyle yazıyorlar: “1923’te Gürcistan sorununda Stalin’in tutumunu sert bir biçimde eleştirip onu ‘Rus milliyetçiliği’
ile eleştiren Lenin, Troçki’ye kongrede bu konuda kendi görüşlerinin savunusunu üstlenmesini önerdi (kendisi hastalığı nedeniyle katılamayacaktı). Kamenev ile
uzlaşan Troçki bu önerinin gereğini yerine getirmedi.”
Lenin’in Stalin hakkında “Rus milliyetçisi” olduğu
şeklinde bir değerlendirmesi yoktur. Bu tamamen
KÖZ’ün uydurmasıdır. Dergimizin 154. Sayısında
Lenin’in vasiyeti hakkında tavır takındık ve şöyle
yazdık:
„Lenin Stalin’i “kaba” olduğu noktasında eleştirmiştir. Stalin bu eleştirinin haklı olduğunu ve fakat bunun siyasi bir hata olmadığını ortaya koymuştur. XIII.
Parti Kongresi delegeleri, Lenin’in Stalin hakkında
düşüncelerini bildikleri halde Stalin’i Merkez Komitesi
Sekreterliğine seçmişlerdir. Olayların gelişmesi içinde,
Lenin’in çekindiği “Partinin bölünmesi” olgusu, Stalin
Merkez Komitesi Sekreteri olmasına rağmen ortaya
çıkmamış; muhalifler her zaman küçük bir azınlık
olarak kalmıştır.
57
✒
Partinin dikkatinin merkezinde artık partinin kendisi
değil, milyonlarca kitle vardır.” (Stalin, İktidarın Ele
Geçirilmesinden Önce ve Sonra Parti, Lenin-StalinKomintern, Parti Öğretisi Üzerine, İnter Yayınları,
İstanbul, Mayıs 1988, s. 348-351)
Parti aşamaları ile ilgili görüşlerimiz “Bolşevik
Parti İnşa Öğretisi Üzerine, Dönüşüm Yayınları adlı
kitapta ortaya konuldu. İsteyen okurlarımız bu kitaba
yeniden bakabilir. KÖZ’ün Leninizm adına savunduğunu iddia ettiği parti modelinin Leninizmle hiç bir
ilgisi yoktur.
Dünyada ilk kez Çarlık Rusya‘sında proletarya iktidara gelmişti. Emperyalist burjuvazi bu proleter devrimi boğmak için her yola başvurdu. Bunda şaşılacak
hiç birşey yoktu. Çünkü burjuvazi kendi sınıfsal tercihlerine ve konumlanışına göre hareket ediyordu.
Fakat “Marksist” ve hatta kimi zaman “Leninist”
maskesiyle ortalıkta dolaşanların Stalin düşmanlığı
ve Sovyetler Birliği kazanımlarına saldırının üzerinde durulması gerekiyor.
Komünizm ortaya çıktığından beri en zayıf dönemini yaşıyor. Gerçek komünistler ancak parmakla
sayılabiliniyor. Devir kötü. Zaman pek bir kahırlı.
Yenilgi dönemlerinin ürünü olan pek acayip oluşumlar çıkıyor sahneye. Kimileri de dünyayı kendileri ile
başlatıp, kendileri ile bitiriyor. Daha önce söylenmiş,
pratikte yanlışlığı kanıtlanmış “yeni” diye kimi görüşler piyasaya sürülüyor. Çok konuşup, çok “teori”
ürettiğini sananlar aslında yeni hiç bir şey söylemiyor. Ne yazık ki, bilinç ve örgütlenme seviyesinin geri
olması sonucu, “yeni” olduğunu söyleyen oluşumlar
geçici de olsa taban bulabiliyor. Elbette bu böyle devam etmez, etmeyecek. Bu kahrolası günümüzün
çarkı elbet bir gün kırılacaktır.
Sosyalizmi, Sovyetler Birliği’ndeki sosyalizm kazanımlarını ve bu kazanımların öncüsü olan Stalin’i
savunmak tarih alanındaki mücadelenin bir parçasıdır. Stalin’i savunmak, Marksizm-Leninizm’in savunulması ve tarihin çarpıtılmasına karşı mücadeledir.
Stalin’i savunmak bilimsel sosyalizmi savunmaktır.
Stalin’i savunmak; ML ilkelerin hayata geçirilmesi
noktasındaki sabır, inanç, disiplin ve çelik irade demektir. Stalin, sosyalizm inşasının tartışmasız önderidir. Stalin’in savunduğu Marksist-Leninist ideoloji
ve sosyalist pratiği yolumuzu aydınlatmaya devam
ediyor, edecek.
Marksizm-Leninizm zafere, Troçkizm ihanete götürür.
11. 06. 2012 ✓
Van Depreminin Ardından
23
Ekim ve 9 Kasım 2011’de Van’da deprem
olmuştu. Deprem, Van kent merkezi ve Erciş ilçesinde yüzlerce binayı yerle bir etmiş, bazı köyler haritadan silinmişti. Van ve çevresinde meydana
gelen depremler, resmi rakamlara göre 644 insanın
ölümüne, binlercesinin yaralanmasına ve evsiz kalmasına yol açtı. Birinci deprem Erciş’i, ikinci deprem
ise Van kent merkezini vurdu. Ağır hasar yaratan bu
depremler sonrasında on binlerce insan, AKP hükümetinin ihmali ve sorumsuzluğu yüzünden de kışı,
-15 dereceyi bulan dondurucu soğukta, çadırlarda
ya da naylon barakalarda geçirmeye mahkûm bırakıldı. On binlerce insan Van’ı terk etmek zorunda
kalırken, on binlercesi barınma, yemek, ısınma, hijyen gibi temel yaşamsal ihtiyaçlardan tümüyle yoksun bir durumda kendi kaderine terk edildi. Soğuk,
hastalık, yetersiz beslenme ve sobalardan çıkan çadır
yangınları nedeniyle birbiri ardına çocuk ölümleri
meydana geldi. Dergimizin 154. sayısında Van depremine, Kürtlere karşı sanal medyada yapılan mide
bulandırıcı kampanyalara ve Müge Anlı’nın bir TV
programında yaptığı yoruma tavır takınmıştık. Bu
yazımızda Van depremi sonrasını ve AKP hükümetinin ayrımcı çizgisini anlatmak istiyoruz.
Van’ın halkoyu ile seçilmiş belediye başkanı Av.
Bekir Kaya’dır. Devletin tüm baskı ve ayrımcı politikalarına rağmen, 29 Mart 2009’da yapılan yerel seçimlerde BDP 99 Belediye başkanlığını kazanmıştı.
Kimi il ve ilçelerde Kürt halkının kendi temsilcilerini
seçmesine, egemen sınıflar tahammül edemiyordu.
Belediye çalışmalarını illerde AKP’nin valileri, ilçelerde ise AKP’nin kaymakamları engelliyordu. Belediye Meclislerinin aldığı kararların uygulanması için
vali ve kaymakam tarafından onaylanması gerekiyor.
Onaylanmayan kararlar ve projelerin uygulanmasının imkânı yoktu. Van depremi sonrasında AKP hü-
yaşam temellerini koruma mücadelesi
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
58
Bunun ötesinde biz her komünist partinin inşasında (devrim öncesinde) kabaca iki aşama
Yaşanacağını, bunun zorunlu olduğunu düşünüyoruz. Bu iki aşama kaba şematik olarak ifade edildiğinde şöyledir:
“1. Partinin biçimlendirilmesi, yaratılması aşaması
Bu aşamada itici güç olarak parti zayıftır.(…) Partinin stratejisi, strateji yedeklerin varlığın, bunlarla
manevra yapma olanağını şart koştuğundan, zorunlu
olarak sınırlıdır, oldukça fakirdir. Parti kendisini hareketin stratejik planını çizmekle, yani hareketin tutmak
zorunda olduğu yolu saptamakla sınırlar, partinin yedekleri ise –gerek Rusya içindeki, gerekse Rusya dışındaki düşman kampı içindeki çelişkiler-, partinin güçsüzlüğü sonucu yararlanılmadan ya da hemen hemen
yararlanılmadan kalır.
Partinin taktiği, taktik kitlelerin kazanılması ve
stratejik başarının güvencelenmesinin
çıkarları doğrultusunda hareketin her türlü ve her
bir biçiminden, proletaryanın örgüt
biçimlerinden yararlanılmasını, bunların kombinezonunu, karşılıklı olarak birbirini tümlemesini vb. şart
koştuğunda, aynı şekilde zorunlu olarak sınırlıdır, atılımdan yoksundur.
Bu dönemde partinin dikkatinin ve kaygısının merkezinde partinin kendisi, varlığı ve
korunması durur. (…) Bu dönemde ... komünizmin
temel görevi, en iyi, en aktif ve proletarya davasına en
sadık işçi sınıfı güçlerini partiye kazanmak, proletarya
partisini biçimlendirmek ve ayakları üzerine dikmektir. Lenin yoldaş bu görevi “Proletaryanın öncüsünü
Komünizm için kazanmak” şeklinde formüle eder.”
2.En geniş işçi ve köylü kitlelerini partiye kazanma
aşaması
Bu dönemde parti, artık bir önceki dönemdeki gibi
güçsüz olmaktan çok uzaktır; itici güç
olarak son derece ciddiye alınması gereken bir faktöre dönüşür. Şimdi artık sadece kendi
kendine yeten bir güç olamaz, çünkü artık varlığı ve
gelişmesi için halihazırda emin garantiler vardır, şimdi
o kendi kendine yeterli bir güçten, işçi ve köylü kitlelerini kazanmak için bir araca, sermayenin iktidarının
devrilmesi için kitlelerin mücadelesine önderlik etmenin bir aracına dönüşür.
Partinin stratejisi bu dönemde atılım kazanır (…)
Partinin taktiği de atılım kazanır (…)
Bu dönemde partinin temel görevi, burjuvazinin diktatörlüğünü devirmek, iktidarı ele geçirmek için milyonlarca kitleyi proleter öncüye, partiye kazanmaktır.
59
seyyar mutfakları arka plana itti. Van Belediyesi Van
merkezini beş ayrı bölgeye ayırdı. Her bölgeye koordinasyon çadırları kuruldu. Bir bölgede sağlık merkezi kuruldu. Türk Tabipler Birliği’nin çağrısı ile yaklaşık 1500 sağlık çalışanı Van’a geldi. Van’da yaklaşık
20 bin hasta muayene edildi. 20 bin ilaç dağıtıldı. 3,5
ay boyunca sağlık hizmeti verildi. Bir konteyner muayene odası olarak kullanıldı. Kimi belediyelerden
ambulans desteği sağlandı. Bu ambulanslarla köylerde sağlık taraması yapıldı.
Van depreminin ardından yollar çöktü, binalar yıkıldı, şehir alt yapısı zarar gördü. Deprem sonrası vergiler vb yatırılmadı. Van Belediyesi, depremden dolayı İller Bankası’ndan belediyeye gönderilen paradan
kesinti yapılmamasını talep etti. İller Bankası, belediyeye gönderdiği paradan % 40 kesinti yapıyordu.
Belediyenin talebine rağmen, deprem sonrasında da
% 40 kesintileri kesmeye devam ettiler. Belediye İller
Bankasından gelen para ile ancak personelin maaşını
ödüyordu. Para olmadığı için belediye hizmet te yapamıyordu. Belediye yalnızca İller Bankası’ndan kredi alabiliyordu. Başka bir bankadan belediyenin kredi
alma imkânı yoktu. Van’da belediye binası yıkılmıştı.
Yeni bir belediye binası yapılması gerekiyordu. Ama
para olmadığı için belediye binası yapılamıyor ve Van
Belediyesi çalışmalarını prefabrik bir binada yürütüyordu.
Van’da konteyner kentler yapıldı. İlk gelen konteynerler polis ve askerlere verildi. Öncelikle asker
ve polisin güvenliği sağlanmalıydı! Asker ve polisin
güvenliği sağlandıktan sonra sıra halka gelecekti!
Konteyner kentlerin alt yapısını belediyenin hazırlaması gerekiyordu. Van Belediyesi, İl Afet Kuruluna,
“Konteyner kentlere su saati takalım, suların parasını
İl Afet Kurulu belediyeye ödesin” teklifini götürdü.
Van Belediyesinin teklifi reddedildi. Mart 2012 verilerine göre konteyner kentlerin yerleşim ve nüfus bilgileri şöyleydi:
Konteyner Kentler Yerleşim ve Nüfus Bilgileri
(Bkz. yandaki tablo)
Görüldüğü gibi küçümsenmeyecek sayıda insan
konteyner kentlerde yaşıyor. Konteyner kentlerin güvenliğini asker ve polis sağlıyor. Konteyner kentlerin
girişlerinde kontrol noktaları var. Giriş ve çıkışlar
kontrol altında. Sivil Toplum Örgütleri, basın, kadın
örgütleri bu kentlere giremiyor. Konteyner kentler bir
hapishane konumunda. Konteyner kentlerin ziyaret
edilebilmesi için valiliğe yazılı olarak başvurmak ge-
Sıra No
Konteyner Kent Adı
Adresi
Konteyner Adedi
Toplam Nüfus
1
Tahirpaşa
İstasyon mah. Erçiş Yolu Üzeri
614
3378
2
Kale
Yalı mah. Dilara Sokak
632
3956
3
Serhat
Yalı mah. Eski Erzurum Yolu Üzeri
140
449
4
Hacı Mehmet
Eminpaşa mah. Fidanlık Sokak
352
2114
5
Anadolu
Eminpaşa mah. İpekyolu Caddesi
892
5292
6
Faki Teyran
Süphan mah. İpekyolu cad. Edremit Yolu Olimpiyat Halı Saha Yanı
196
1398
7
Selçuklu
Süphan mah. İpekyolu cad. Edremit Yolu Olimpiyat Halı Saha Yanı
426
2209
8
Kevenli
Karşıyaka mah. Kevenli Köy Yolu
640
4475
9
Ferah
Bostaniçi mah. Bostaniçi Belediye Yolu Üzeri
148
1017
10
Urartu
Esenler Mah. Şamran Konteyner Kent Yanı
339
2386
11
Huzur
Şabaniye Mah. Şehitlik Sokak
354
1854
12
Ahmed-İ Hani
Buzhane Mah. Zümrüt Sokak
270
1483
13
Hüsrev Paşa
Buzhane Mah. Zümrüt 2. Sokak
1121
2324
14
Erek
Şabaniye Mah. Sofu Baba Cad. Selçuklu 9. Sokak
332
1337
15
Edremit
Edremit İlçesi İpekyolu Cad. Üzeri
258
1023
16
Şemame
Eminpaşa mah. Eminpaşa cad.
60
242
17
Barzani
Eminpaşa Mah. İpekyolu Cad. Mehmetbey Sokak
161
410
18
Abalı
Buzhane Mah. 326 Gülhane 1. Sok. Barzani Konteyner Kent Bitişiği
238
578
19
Van Gölü
Eminpaşa Mah. Havaalanı Yolu Askeri Lojman arkası
417
0
20
Kayaçelebi
Hatuniye Mah. Terzioğlu 1. Sok.
679
0
21
Şamran
130
0
22
Tuşba
Esenler Mah. Şamran Konteyner Kent Üzeri
336
0
Toplam
8735
Esenler Mah. Karpuzalan Köy Yolu Üzeri, Eczacılar Birliği İlköğretim
Okulu Yanı
rekiyor.
Van depremi ertesinde RTE hükümeti, yaraların
sarılacağını ve yeni Van’ın kurulacağını müjdeliyordu! AKP hükümeti, neoliberal politikalar doğrultusunda kentler dahil yaşam alanlarının tamamını rant
sağlamak amacıyla tasarlıyor. Yeni kurulan Çevre ve
Şehircilik Bakanlığı, rant elde etmeyi sağlamak üzere
yapılandırılmış ve görevlendirilmiştir. “Yapı Denetim” firmalarıyla, denetim piyasalaştırılmış, özelleştirilmiş ve paranın gücüne teslim edilmiştir. “‘Yapı
Denetim’ uygulaması 19 pilot ilden sonra Türkiye’nin
tüm illerine yayılmıştır” söylemiyle övünen AKP,
Van ilinde bile yaşanan depremle bir kez daha açığa
çıktığı gibi ölümleri, yaralıları ve acıları engelleyememiştir. AKP hükümeti, Van’ı yeniden inşa etme bahanesiyle sermayeye yeni rant alanları açmaktadır. Yıllardır “deprem vergisi” adı altında toplanan paraların
akıbeti gibi basit bir maddi konu bile AKP hükümeti
tarafından açıklanamamaktadır. Van depremi TOKİ
yaşam temellerini koruma mücadelesi
yaşam temellerini koruma mücadelesi
60
kümeti ve Van valisinin BDP Van belediyesine karşı
uyguladığı ayrımcılık politikası tavan yaptı. RTE hükümetinin diline pelesenk olmuş demokrasi kelimesi
var. Güya demokrasi halkın kendi kendisini yönetmesi anlamına gelen siyasi yönetim biçimi olarak
adlandırılıyor. Demokrasinin en belirleyici özelliklerinden biri yöneticilerin yönetilenler tarafından seçilmesinin adıdır. Ama biz biliyoruz ki, her sömürücü sınıfın kendine ait bir demokrasi anlayışı var. RTE
hükümetinin demokrasi anlayışı ise, kendileri gibi
düşünen, farklı düşüncelere tahammülü olmayan, tek
tip AKP insanı yaratmak isteyen bir demokrasi anlayışıdır. Bu yüzden farklı örgütlenme ve düşüncelere
izin vermek istemiyorlar.
Deprem öncesi Van’ın nüfusu 480 bindi. Deprem
sonrası Van’ın nüfusu 180-200 bine düştü. Deprem
sonrası Van’dan batıya göç başladı. Maddi durumu
biraz iyi olanlar diğer şehirlere göç ediyordu. Deprem
sonrası yurtiçi ve yurtdışından Van’a yardımlar gönderildi. Deprem sonrasında ilk günler çok önemli idi.
İran’dan gelen bir heyet “biz buraya bir seyyar hastane kurmak istiyoruz” dediler. Seyyar hastane kurma isteği valilik tarafından reddedildi. Oysa Van’da
Bölge Hastanesi dışındaki tüm hastaneler yıkılmıştı.
Van valisi birçok yardım tekliflerini reddediyordu.
Reddin gerekçesi ise “biz gücümüzü sınamak istiyoruz” tavrı idi. Kışın ortasında çadır sıkıntısı yaşanıyor ve bir çadırda dört aile kalıyordu.
Vali, AKP’li olarak çalışıyordu. Valilik, deprem çalışmalarında belediyeyi devre dışı bıraktı. Oysa koordinasyonu sağlaması gereken yer valilik idi. Ama
valilik bunu yapmadı. Van Belediyesinin devre dışı
bırakılması ile yetinilmedi. Van Belediyesinin çalışmaları engellendi. Van Belediyesinin deprem için açtığı banka hesap numaralarına el konuldu. Muhtarlar
bile devre dışı bırakıldı. 38 mahalle muhtarı görevlerinden istifa etti. Van valiliği, kendisine yakın olan
kurumlar ve yandaşlar ile bu işi götürmeye çalıştı. Bu
kurumlara ciddi yardımlar yapıldı. Örneğin İHH’ya
(İnsani Yardım Vakfı) büyük bir yer tahsis edildi. Alt
yapı hazırlandı. İHH prefabrik ve konteyner getirdi.
Prefabrik ve konteynerler öncelikle yandaşlara dağıtıldı.
RTE hükümeti ve valisinin tüm engellemelerine
rağmen Van Belediyesi çalışmalarına devam etti.
BDP’li belediyeler ve Demokratik Sivil Toplum Örgütleri, Van belediyesine aktif destek verdiler. BDP’li
belediyeler tarafından Van’a seyyar mutfaklar gönderildi. Valilik, BDP’li belediyelerin yardımlarını ve
35925
için yeni bir inşaat furyası alanına dönüştürmeye ve
kentsel rant projeleri için bir gerekçe olarak sunulmaktadır. Kentsel dönüşüm adı altında sürdürülen
rantsal dönüşüm projeleriyle halk kent merkezleri dışına, barınma hakkı güvencesi olmadan itilmektedir.
Yukarda RTE hükümeti ve Van valisinin, Van Belediyesini bir afet olayında bile nasıl dışlandığını anlattık. 7 Haziran’da Van ve çevresinde BDP’lilere yönelik bir operasyon dalgası yapıldı. 10-11 Haziran’da
Van Belediye Başkanı Bekir Kaya, BDP Van eski İl
eş başkanı ve Asrın Hukuk Bürosu Avukatı Cüneyt
Caniş, İçişleri Bakanlığı tarafından görevden alınan
Başkale Belediye Başkanı İhsan Güler, BDP Muradiye İlçe Başkanı Mehmet Şirin Yıldız, Özalp Belediye
Başkanı Murat Durmaz, BDP Başkale eski İlçe Başkanı ve DTK üyesi Derviş Polat, Edremit Belediye Başkanı Abdulkerim Sayan, BDP Çaldıran İlçe Başkanı
Metin Adugit, BDP Erciş eski İlçe Başkanı Veli Avcı
ve BDP Özalp İlçe Başkanı Yakup Almaç, Van Ağır
61
üretmek olduğu bilinmelidir. Depremde kayıpların
ağırlığının en belirleyici unsurunun sömürücü, kâr
üzerine kurulu, insana değer vermeyen bu sistemdir.
Van’da kamu binalarının büyük bölümü iskambil
kulesi gibi çöktü. Van depremi ile birlikte hırsızlığın,
rüşvetin yalnızca özel yapılarda değil, “devlet yapılarında” da olduğu bir kez daha görüldü. Yanlış imar
planlamalarının gerçek sorumluları, yasaları yapanlar ve uygulayanlardır. Depremi gerçek anlamda felaket haline getiren bu devletin kendisidir.
Evet, bu devletin gücü Kürtlere karşı savaş yürütmeye; işçi ve emekçilerin mücadelelerini ezmeye,
egemen sınıfların ve emperyalistlerin çıkarlarını
emekçilerin mücadelelerine karşı “kollama”ya yetmektedir. Fakat iş gerçekten halka hizmete gelince bu
devlet ortalarda yoktur! Birinci derecede deprem bölgesi olan bir coğrafya üzerinde yaşandığı bilinmesine
rağmen, olası bir deprem felaketine karşı bu devletin
hazırlığı ve örgütlenmesi yoktur.
Depremlerden en az zararla kurtulmak istiyorsak
yapılacak iş, depremi bile kâr aracı gören bu sömürü
düzenini Demokratik Halk Devrimi depremiyle yerle
bir etmektir. Bunun için de bilinçlenmek, örgütlenmek ve mücadele etmek gerekir.
15 Haziran 2012 ✓
“1 işçi ortalama 4.000 – 5.000 Yuan aylık alıyor.
Pekin’de 1-2 odalı bir dairenin kirası 2.000 Yuan’dan
aşağı değil. Korkunç bir kooperatif / sosyal ev sıkıntısı var. Devlet bunu sağlamaya yetişemiyor. 50 m2
lik Pekin’de bir dairenin satış fiyatı 1 milyon Yuan.
Bundan dolayı ev/daire özel mülkiyetine sahip olmak
/ satın almak isteyen, bankadan bunun için kredi almış sittinsene bu borcu ödemeye çalışanlara Çin’de
“ev köleleri” deniyor. Eskiden sosyalizmde firma / işletme lojmanları vardı. Bunlar bu sorunun belli bir
kısmını çözüyorlardı…
Şimdi yoksul ile zengin arasında çok büyük bir
uçurum var. Bir tarafta onlarca ev özel mülkü olanlar
diğer yanda ev köleleri…
Zaten şimdiki sistemin adı da sosyalizm ama sosyalist olmuş, kapitalist olmuş fark etmiyor. En önemlisi
iyi yaşamak.
Aslında bu hayat pahalılığı 1997’deki ekonomik
kriz ile birlikte geldi.” (Rehberimizin görüşleri)
- Rehberimiz, Çin’deki kentlerin ne zamandan beri
var olduklarını anlatırken, Deng Sia Ping’in örnek bir
kent kurdurduğuna değinerek onu övdü.
- Mao Zedung’dan büyük başkan, başkan olarak
söz etti. Çin’de tedavüldeki kağıt paraların hemen
hemen hepsinin üstünde MZD-portresi var.
- Yol tabelaları Çince ve İngilizce olmak üzere iki
dilde.
- Cep telefonları çok yaygın. Şanghay’da kaldığımız otel odamızın tuvaletinde cep telefonu koymak
üzere özel yer yapılmıştı. Bunu başka hiçbir yerde
görmedim…
- Pekin’deki ikinci akşamımız için rehber resmi
program dışında olan 90 dakikalık bir Çin Kun Fu
gösterisine ortalama bilet fiyatı 300. – Yuandan 12 bilet satarak onları bu gösteriye götürdü…
Pekin’deki 3. günümüzde gördüklerimizden kayda değer olanları şunlardı: Dünyanın emperyalist /
kapitalist sistemi içinde bulunan herhangi bir ülkedeki gibi, turistlerin çok yoğun olarak ziyaret ettiği yerlerde mutat olduğu üzere, Pekin’deki böylesi
mekânlarda da işportacı, sokak satıcılarının rahatsız
edici davranışlarına tanık olduk. Buradaki fark, bunların çoğunlukla çocuk değil, istisnasız kadınlı-erkekli yetişkinler olmasıydı.
-MZD’un büyük portresinin bulunduğu Gökyü-
okur mektubu
Ceza Mahkemesi Nöbetçi Hâkimliği tarafından “siyasi parti etkinliklerinin çoğulluk ve devamlılık arz
eden, örgütsel faaliyetlerde bulunduğu” gerekçesiyle
“Örgüt üyesi olmak” iddiasıyla tutuklanıp hapishaneye konuldular.
Kürt halkına ve onun öncü güçlerine saldırılar artarak sürüyor. RTE hükümetinin bakanı Beşir Atalay, 18 Aralık 2011’de Kanal 7 televizyonunda şöyle
diyordu: “Tek yönlü uyguladığımız entegre bir stratejimiz var devlet olarak. Sınır ötesi operasyonlardan,
KCK operasyonlarına hepsi koordinasyon içinde,
tartışılmış, kararlaştırılmış, planlanmış ve yürütülmektedir.” 14 Nisan 2009 tarihinde BDP’li belediye
başkanlarına ve siyasetçilerine yönelik başlatılan operasyonlar bugün hala devam ediyor. Van’a sıranın ne
zaman geleceği zaten bekleniyordu. Haziran 2012’de
Van’da operasyon dalgası için start verildi. Halkın
oyları ile seçilen 99 belediye başkanın 35’i hapsedilmiş durumda. Beşir Atalay’ın itiraf ettiği gibi, BDP’ye
yönelik operasyonlar RTE ve AKP hükümeti tarafından planlanıp uygulanmaktadır.
Deprem bir doğa olayıdır. Bu doğa olayını engelleme imkânı yok. Bir doğa olayının böylesi acı sonuçlar
doğurması kader değildir. Deprem hasar, zarar ve can
kayıplarının azaltılmasının tek yolunun, depreme
dayanıklı yerleşim alanları ve yapılar tasarlamak ve
Mart 2012 Cumartesi günü Pekin’e inip
rehberimizle buluştuğumuzda onun bize
hava alanından kalacağımız otele giderken otobüste verdiği bilgiler arasında dikkatimiz çeken iki şey
vardı: 1) Rehberimiz, Pekin’de kalacağımız 3 – 4 gün
içinde bize, kaldığımız otelde çok ünlü bir hastanede
çalışan bir göz doktoru bayanla randevu ayarlayabilirdi. Rehberin tespit ettiği üzere 24 kişilik grubumuzda
epeyi gözlük kullanıcısı vardı. Sonra yine ısrarla göz
hekimi ile randevu yapmak isteyenin olup olmadığını sordu… 2) Yine aynı yolculuk güzergâhı sırasında
Çin’deki para birimlerini anlatırken ve bunları tanıtırken yanında getirdiği kağıt banknotları göstererek
gerçek asıl geçerli para ile sahte paralar arasındaki
farkları, bunları örnekleyerek bizim aramızda dolaştırarak anlattı. Bu sahte paralardan biri de Milliyetçi
Çin – Tayvan parasıydı. Ve bizleri bu konuda dikkatli
/uyanık olmamız konusunda uyardı.
Hava alanından otele gitmeden önce otobüsle akşam yemeği yiyeceğimiz restorana geldik. Otobüsten
iner inmez bizim görünüşümüzden turist olduğumuzu, turist rehberlerinin yabancı turistleri yemek yemeğe
–tipik Çin yemeği– götürdükleri bir restoran – anlayan / bilen kadınlı-erkekli 3 – 4 kişi dilenerek elini
açarak bizden para istedi…
Rehber yine bu otobüs yolculuğunda son 2-3 yıl
içinde Çin, Pekin’de hayatın çok pahalılaştığını söyleyerek yarım Yuan (RNB) (Çin para birimi) [* ] kağıt parayı örneğin otobüs şoförüne bahşiş vermenin
bir hakaret olarak algılandığını; çünkü bu miktarın
çok az olduğunu ve çok düşük satın alma değeri olduğundan kabullenilmediğini ve böylesi bir davranışın
yapılmaması gerektiğini söyledi. 10 Yuan ile neyin
nelerin alınabileceğini anlatırken normal bir süper
markette yarım litrelik gazsız –Co2 siz– 3 pet şişe suyunun
– pahalı bir marka değil – alınabileceğini belirtti.
Çin’deki ilk günümüzün son notu: 4 yıldızlı otele
giriş yaptırıp odamıza çıktığımızda kapımızda bir
kartvizit vardı: Genç-güzel bir bayanın üzerinde resminin ve cep telefonu numarasının bulunduğu Tai ve
diğer tam beden masajlarının yapılacağı reklamı…
Benzin-akaryakıtı dışarıdan almamasına karşın şu
anda benzinin litresi Çin’de 8,70 Yuan.
✒
yaşam temellerini koruma mücadelesi
62
24
Çin – Gezi İzlenimleri
63
Binanın dış cephe duvarında +avlunun cephesinde
kırmızı yazılı yatay ve dikey pankartlar var: Üstünde
ailenin bir kutlamasına tebrik dilekleri yazıyor. Evdeki fotoğraflardan birinde karı-kocanın kaliografi
sergisi nedeniyle yurtdışına çıkabildikleri görülüyor.
Aile reisi hobi olarak avluda güvercin besliyor. Bunlar anlatıldıktan sonra aile reisine soru sorulabileceği
söylendi. Ben adama evi oğluna miras bırakabilip bırakamayacağını sordum. Soruya epeyi hayret edildi.
“Gayet tabii miras bırakırım. Bizim özel mülkiyetimiz bu bina. Arsasının mülkiyeti devletin. “ Gruptan
birisi evin değerini sordu. 20 milyon Yuan. Bir diğerinin sorusu üzerine ev için vergi ödenmediği söylendi.
Rehber, otobüste öğrenim sistemi hakkında bilgi
verdi. Çin’li öğrenciler, kentte 3. sınıftan itibaren,
kırda 4. sınıftan itibaren İngilizce öğreniyorlar.
Yukarda belirtildiği üzere üniversite + yüksel okula
kabul/giriş sınav ile. İlk kez sınav başarılmazsa, gelecek yıl bir daha sınava giriliyor. Üniversite + Yüksel
okul paralı. Yılda 15-20 bin Yuan. Bu sadece öğrenim
harcı. Buna konut + ikame dahil değil. Sokak mutfaklarında en ucuz yemek (sebzeli, etsiz şerit makarna) 10 Yuan. Bir öğrenci bunu maddi açıdan günde
ancak bir kez yiyebilir. Özellikle kır kökenli öğrencilerin yüksek okullarda öğrenim görmeyi finanse edebilmeleri onların ana-babaları için bir felaket. Yüksel
okul öğrencisinin banka kredisi alma, bunu sonradan
ödeme imkânı var. Bu ayda 2.000.- Yuan gelir demek.
Bu para günde bir öğün yemek yemeye bile yetmiyor
(2.400.- Yuan). Tek başına bir dairede oturmaları zaten madden mümkün değil.
- Temel ücret ve verim/randıman ücreti var. Bir de
prim var. Ayrıca esas işinden daha fazla kazandığı
yan iş yapanlar var.
- Gelir vergisi kesintisi 3.000.- Yuan aylıktan itibaren % 5 ile başlıyor. Gelir yükseldikçe vergi matrahı
da yükseliyor.
- Tienmen – Gökyüzüsel Barış –Meydanı: Meydanın ar(k)a sokaklarında Çevik Kuvvetler her an müdahaleye hazır bir vaziyette bekliyorlar. Meydandaki
üniformalı görevliler zaten hazır ve nazır. Ne kadar
sivil aynasızın turladığını kestirmek mümkün değil.
Burada da haki renkte kızıl yıldızlı MZD-büstlü kep
satanların haddi hesabı yoktu. Adım başı direkler
Mobese+video+kameraları ve megafonlar ile donanmış halde. Ben de dahil herkes MZD’un kocaman resmini arkasına alarak resim çektirmek istiyor. Meydana havalimanı gibi X-Ray’lerden geçerek giriliyor.
22 milyon nüfuslu Pekin’deki 4. günümüzün ak-
şamı Xian’a hareket etmek üzere Pekin Batı Garına
vardık. Bir de Doğu Garı varmış. Rehberin verdiği
bilgiye göre bu batı garı Asya’nın en büyük tren istasyonu. Bu gara giriş de gündüzün uğradığımız 2008
olimpiyatlarının yapıldığı olimpiyat köyüne, açılışkapanış töreninin yapıldığı “kuş-yuvası” şeklindeki
büyük kapalı spor salonuna – 7 yıldızlı otel de burada
– giriş de turnikeli, x-ray’lı güvenlik kontrollü. Gara
girişteki turnikede tren biletini görevliye gösteriyorsun. Tek tek biletleri deliyor. Garın içinde her yer tertemiz. Büyüklük-kapsam bakımından gerçekten örneğin Berlin Tren Garına tur atar.
Gideceğimiz kent Xian ünlü Terra-kotta hayali ordu
ve atları müzesinin yakınında bulunduğu 9 milyonluk eski bir Çin imparatorluk kenti. Burda eskiden
tekstil sanayi varmış. Şimdi serbest ticaret bölgeleri
var. Örneğin Alman Siemens holdingi burada üretim
yapıyor.
Tren yolculuğumuzu akşam başlayıp yataklı vagonla sabah bitirdik. Tren zamanında kalktı, zamanında
vardı. Xian garı eski bir istasyon. Dışarı bir çıktık.
Curcuna. İşportacılar, dilenciler, ilan dağıtanlar etrafımızı sardı. Yüzümüzü, gözümüzü, tüm bedenimizi
saran bir şey daha vardı: Pis bir koku + Smog.
- Bu kentte dikkatimi çeken, oto-yollarda adım başı
reklam-panolarının bulunmasıydı.
Terra-kotta ordusu müzesi Xian’ın 30 km. dışında.
Oraya otobüsle giderken yolda bir minibüsün üzerinde beyaz bezin üzerine siyah renkte yazıların bulunduğu afiş gördük. Rehber, bunların topraklarına
devletin el koyduğu, devletin verdiği tazminatı yeterli
görmediklerinden bunu protesto eden köylüler olduğunu söyledi.
BM- UNESCO dünya kültür mirası olan Terra-kotta ordusu askerleri ve atlarına tarlasında kuyu kazmaya çalışırken tesadüfen ilk rastlayan köylü adam, müzenin içinde konu ile ilgili çeşitli dillerdeki kitapları
imzalıyordu. Bu ordunun askerleri, atları ve arabaları
bulunur bulunmaz devlet, kazı arazinin sahibi köylünün toprağını kamulaştırmış.
- Kamuya açık üç ören yerinde de devlet kodamanları ve onların misafirleri için özel kırmızı halılı, kürsülü güzergâh var…
3 saatten fazla süren bu müze ziyaretinin bir arasında rehberimize göçebe işçiler konusunu anlatıp anlatmayacağını sordum. Sorduğumda yanımızda ikimizden başka kimse yoktu. “Yine ne diyor bu acayip
adam?” der gibi suratıma baktı. Sonra anlamamazlığa vurdu. Ben üsteleyip sorumu açarak yineledim.
okur mektubu
okur mektubu
adresi de bulunuyor. Fakat ilaçların fiyatları yazmıyor. Hekim nabzı eliyle ölçüyor. Bu arada çevirmen
vasıtasıyla şu anda hangi hastalıklar nedeniyle tedavi
altında bulunduğunuz soruluyor. Doktor, bunu öğrendikten sonra size verilen listedeki ilgili maddede
– örneğin şeker hastalığı ile ilgili – bulunan ilaçları,
halen almakta bulunduğunuz ilaçlar ile birlikte 1 ila
3 ay arasında kullanmanız gerektiğini ve hazır bulunan görevlileri çağırarak bunların Yuan – Avro ile ile
ne kadar tuttuğunu size bir pusulaya yazıp veriyorlar. Kredi kartı ile ödemek te mümkün. Ama en iyisi
para peşin kırmızı meşin! Yağlı müşteri olarak gözlerine kestirdikleri ile çok daha uzun zaman ilgileniyorlar. Ben, yanımda o kadar nakit para ve kredi kartı
olmadığını söylediğimde benim yanımdan hızla ayrıldılar. Grubumuzdan epeyisi kişi başına ortalama
en az 100.- Avro’luk ilaç aldı. Biz akademiye girerken
saat 16.00 civarıydı. İki otobüs dışarı çıktı. Bizim otobüs içeri girdi. Bizim ayak masajlarımızı yapan genç
insanlar yorgun görünüyor, esneyip duruyorlardı.
Öğrendik ki, biz o günkü otobüs ile gelen sonuncu,
10.grup imişiz…
Akşam, rehber, eğer istersek, Pekin ördeği yemeğe,
sonra alış-veriş caddesindeki sokak mutfaklarının
bulunduğu yeri gezmeye + 2008 Olimpiyatlarının
yapıldığı yerdeki “kuş yuvası”nı – gece ışıklandırılmış halini- görmeye götürebileceğini – ücretinin 260
= yaklaşık 40.- Avro – söyledi. İstisnasız herkes katılmayı kabul etti. Yemek pek ahım-şahım değildi.
“Kuş yuvası”na saat 22.00 den sonra gidebildiğimizden ışıklarını söndürülmüştü. Buraya yarın gündüz
tekrar geleceğiz.
- Bugün gördüğümüz dilenciler arasında müzik yapan, şarkı söyleyen engelliler de vardı…
- Alış-veriş caddesine yaklaştığımızda rehber, burada dolaşırken bizi yankesici-kapkaççılara karşı
uyarıp, el çantalarımızı sürekli gözümüzün önünde
bulunmamız konusunda ikaz etti.
Ertesi gün Pekin’in bir semtinde riçka ile dolaştıktan sonra seyahat acentasının önceden belirlediği bir
Çinli ailesinin evini ziyaret ettik. Gittiğimiz yer avlulu müstakil bir ev. Bu evin sahibi tarafından bize bu
evin 500 yıllık bir mazisi olduğu söylendi. Evde bir
oğulları ile birlikte bir karı-koca ve evin sahibi olan
emekli öğretmen kadın eşin annesi oturuyor. Koca
Çin yazısı kaliografı olarak çalışıyor. Karısı da çalışıyor. 18 yaşındaki oğulları yüksek okula giriş sınavlarına hazırlanıyor. Çünkü üniversite+yüksel okula
alınma/kabul edilme sınav ile…
✒
✒
64
züsel Barış Meydanını bizim ile birlikte ziyaret eden
Çinlilerin – işportacılar MZD’un kızıl kitabının İngilizce / Almancasını turistlere satıyorlar - ve gezdiğimiz diğer yerlerde de onu batılı ülkelerde Che
Guevara’yı pop-star olarak gördükleri gibi görmeleriydi.
Rehbere, onun bu meydanda ÇHC-bayrağındaki
bir büyük, onun etrafındaki dört küçük yıldızın
ne anlama geldiğini, başkan Mao’nun bu meydanda ÇHC’nin kurulduğunu ilan ettiğini anlattığında
MZD’un eserlerini okuyup okumadığını sordum.
Böylesi siyasi şeyleri okumaya ilgisi ve isteğinin olmadığını söyledi…
- Halka açık geniş, tertemiz parklarda halkın spor,
gölge boksu, jimnastik, dans ederek açık havada boş
zaman değerlendirmesi, eğlenmesi ve biz turistleri de
kendilerine katılmaya çağırmalara çok hoş idi…
- Çin’de ziyaret ettiğimiz her yerde yoğun havaçevre kirliliğinden dolayı belli insanlar ağız-burun
maskesi ile dolaşıyorlar. Yoğun trafik te cabası. Bazen
pis koku çevreyi sarıyor…
- Rehber, bizi seyahat acentasının bize önceden
sunduğu resmi program içinde bulunmayan bir tatlı sudan elde edilen inci mağazasına götürdü. Aynı
KK-T’deki turistlerin halı, deri mağazalarına götürüldüğü gibi, önce incinin tatlı suda nasıl üretildiğini
gösteren bir sinevizyon gösterisi + midyeden incinin
çıkarılmasının gösterilmesi sonra da reklam ve satış
işlemleri. Tabii biz turistlere % 30 indirim. Ha! Yasemin çayı servisini unutmayalım! Rehberimiz, bir
ara mağaza menajeriyle kapalı bir mekâna kayboldu.
Nedenini siz tahmin edebiliyorsunuz, değil mi?!
Sonra rehber bizi yine resmi programa dahil olmayan geleneksel Çin Tıbbının incelenip araştırılarak
geliştirildiği bir akademiye götürdü. Bize otobüste,
isteye bağlı olarak burada yarım saatlik ayak masajı
yaptırabileceğimizi, bunun ücretsiz olduğunu, ama
genç masörleri teşvik için 20 Yuan bahşiş verebileceğimizi, kısa bir sunum yapılacağını, sunumdan sonra yine isteğe bağlı olarak hekimlere nabızlarımızı
ölçtürebileceğimizi ve Almanca-Çince tercümanlar
vasıtasıyla bu ölçüm sonrası teşhis konulacağını anlattı. Sonra yine istenirse, tavsiye edilen şifalı otlardan üretilmiş ilaçlardan satın alınabileceğini söyledi.
Akademiye vardığımızda Almanca sunumdan sonra
ayak masajına geçilmeden önce bu akademinin araştırıp ürettiği hangi hastalıklara hangi ilaçların iyi
geldiğini anlatan bilgiler Almanca olarak bize dağıtıldı. Bu bilgilendirmede akademinin künyesi, e-mail
65
görmeye ancak 2-3 yılda bir gidebiliyorlar.
Çin devlet TV’sinin yaptığı bir röportaja göre bu
çocukların bir dizi psikolojik-psikosomatik sorunları
var.
Bu endüstri reformu esas olarak iyidir. Devlet işletmeleri batarken, özel işletmelerin – joint venture
– durumu iyidir.
Bu işletmelerde 2-3 yıl sürekli çalışıldığında, uygun
koşullarda firma lojmanlarında oturulabiliyor, böylece emekli olana kadar aynı işletmede çalışılabiliyor.
Mülkiyeti sana ait olan daire satın almak istiyorsan,
ev fiyatının % 30 unu peşin olarak ödemek zorundasın.
Tek Çocuklu Aile Planlama Politikası
Köylüler ve ulusal azınlık mensuplarının ve engelli
bir çocuğu olan ailelerin 2. çocuğa sahip olma hakları var. Bunların dışındakiler 2. çocuk yaparlarsa, ceza
ödemek zorundalar. Ama bunun da kolayı var: Yetkili memura birkaç yüz Yuan rüşvet ödendiğinde bu
2. çocuk legal hale geliveriyor.
Böylesi rüşvet alma-yeme olayları Çin’de gittikçe
artıyor. Özellikle 60 yaşındaki emekliliklerine bir-iki
sene kalmış memurlar, emeklilik zamanlarına hazırlık yaparak rüşvet yemede azıtarak yollarını buluyorlar. Sonra da aldıkları rüşvetlerle ABD, Kanada’da
emekliliklerinin keyfini çıkarıyorlar. Çin’de buna
vitamin B takviyesi yapmak deniyor. Yemeğe davet
etmek, pahalı hediyeler vermek gibi rüşvet yöntemleriyle rüşvet aldıkları kanıtlanan bu devlet memurları
1-2 sene hapis yatıp çıkıyor; vurdukları vurgunların
sefasını sürüyorlar.”
2 saatlik uçuştan – uçak Airbus 320 – sonra
Şanghay’a vardık. 22 milyon nüfusa sahip Şanghay’ın
da iki havalimanı var. Şanghay 19. yüzyıldan beri enternasyonal bir metropol ve banka –finans merkezi.
Rehberin verdiği bilgiye göre Çin’de belirli sanayi dalları belirli kentlerde yoğunlaşmış. Örneğin bir
kent esas / ağırlıklı olarak ayakkabı üretiyor. Diğeri
başka bir ürün. Kentlerin böyle bir uzmanlaşması var.
Şanghay da yurtdışı ile iş / ticaret yapan 14 kentten biri. Özerk bölgeler Hongkong, Makao dışta tutulursa en öne çıkan kentlerden birisi Şanghay. Bu
metropolde dünyaca ünlü her markanın mağazasını
bulmak mümkün.
Şanghay’ın tüm taksileri VW-marka. VW (Volkswagen) nin Çin’de otomobil üreten iki fabrikası var.
Şanghay aynı zamanda bir fuar, sergi ve de kongre
metropolu. Expo 2010 Şanghay’da düzenlendi.
400-600 m. yükseklikteki binalar metropolün merkezinde gökyüzünü tırmalıyor…
Hava yağmurlu olduğundan programımızı değiştirerek Şanghay müzesini ziyaret ettik. On binlerce
yıllık kültür mirasının sergilendiği 4 katlı bu binayı
bir saat içinde dolanmak zorunda kaldık. Bu müzeye
günde sadece 8000 ziyaretçinin girmesine izin veriliyor. Gar istasyonu, hava alanı gibi bu binaya girişte
de yine acayip güvenlik kontrolü var. X-ray, çantalar,
beden hepsi aranıp, taranıyor.
Gezimizin 8. gününde – cumartesi – önce bir yeşim
Budist tapınağı ziyaret ettik. Tatil günü olduğu için
bir ayin seromonisi/gösterisi vardı.
Rehberin verdiği bilgiye göre 1, 34 milyar Çinlinin
sadece yaklaşık 100 milyonu bir dine iman edenlerini
oluşturuyordu. Bunlardan yaklaşık 60 milyonu Budist, diğer 40 milyonu Hıristiyan, Müslüman ve diğer
dinlere mensupturlar. Ve bunların ezici çoğunluğunu
yaşlı insanlar teşkil etmektedirler.
Bizim ziyaret ettiğimiz tapınakta Buda’ya tapanların en az yarısından fazlası gencecik insanlardı. Bunlar Budist belirli ibadet rituallerini yerine getiriyorlardı. Bu tapınağa yeşim tapınağı denmesinin nedeni
ibadethanede iki adet yeşimden Buda heykelinin bulunmasıydı.
Resmi programın dışında sırada – bizdeki Antalya
gezisinin tıpkısının aynısı – bir ipek manüfaktürü +
mağazasına gitmek vardı. Rehber, bunu günlük resmi
programın arasına sıkıştırıverdi. Sonra feodal dönemden kalma bir park-bahçeyi gezdik. Daha sonra
restore edilip cilalanmış eski Şanghay’ı gezdik. Çok
yapmacık, iğreti ve tamamen Amerikan-vari tüketime yönelik bir mekân. Bu semt meydanının ortasında Starbuck Koffee duruyor…
Şanghay ziyaretinin zirvesi Şanghay kent merkezinden hava alanına bizi götüren Almanların yaptığı
manyetik raylar üzerinde saatte 300 km. den fazla hız
yapan trene binmek idi. Bu 25 km.lik bu yolculuğun
fiyatı 50.- Yuan, yaklaşık 7 Avro. Emekçi Çinliler için
epeyi pahalı bir bilet fiyatı.
Şanghay’dan THY uçağı ile Istanbul aktarmalı
uçağa binerken uçağımız yolcularının önemli bir kesiminin Şanghay’da bir fuara katılıp orda stand açan
KKT-li iş insanları ve çalışanları olduğunu gördük.
[* ] 1 USD = 6, 24 Yuan
Euro = 8 Yuan
Nisan 2012
Bir YDİ Çağrı Okuru ✓
okur mektubu
okur mektubu
ber, hükümetin ev-konut fiyatlarını denetlediğinden,
zenginlerin paralarını artık emlak alanına yatırmadıklarını anlattı. Yeşime yatırıp bundan spekülatif kârlar sağlıyorlarmış. Bu mağazada da yine belli
bir Almanca sunumdan sonra % 30 indirimli satış
tezgâhlar başladı. Tabii rehberin hanutu buna dahil.
Xian’ın tarihi müzesini ve 20 km.den uzun kent
surlarını gezdikten sonra programa dahil olan Müslüman Mahallesini ve Büyük Camiyi ziyaret etmeye
sıra geldi. Sorum üzerine, rehber, Çin nüfusunun,
Uygurlar da dahil olmak üzere % 1-2 sini Müslümanların oluşturduğunu yine ikili sohbetimizde söyledi.
Oraya vardığımızda, otobüsten inmeden önce yine
bizleri yankesiciler üzerine uyarmak zorunluluğu
hissetti. Bu mahalle kendi başına bir semt, rehberin
söylediğine göre kendi içlerinde belli bir özerklikleri
var. Feodal-imparatorluk döneminden beri sadakatli
olup, burada yaşamaya devam ediyorlar.
Erkeklerin birçoğu dışarıda beyaz takke ile dolaşıyorlar. Epeyi genç kız ve kadınlar türbanlı. Cami
büyük bir arazi içinde eski/geleneksel Çin yapı usulüne göre edilmiş. Minaresi bile bu yapıda. Rehber,
Müslümanların kendi gelenekleri doğrultusunda yaşadıklarını, onların ulusal azınlık olarak bu bağlamda kendilerinden farklı olduklarını, bizim de buna
saygılı olup buna göre davranmamızı, sormadan izin
almadan kişi fotoğrafı çekmememizi söyledi.
Çin gezimizin 7. gününde Xian’daki otelden çıkıp
Şanghay’a uçmak üzere hava alanına otobüsle gittik.
Bu otobüs yolculuğu sırasında rehber bize şunları anlattı:
“1980’de boyca küçük ama siyaseten büyük adam
Deng Sia Ping reform politikasını başlattı. Önce Tayland, Malezya, Endonezya, Singapur’daki yurtdışı
Çin’lilerin yoğun olarak bulunduğu bu Çin kökenlilerin kökenlerinin olduğu 4 kent yurtdışına açılma
konusunda örnek seçildi. Ve bu ülkelerde yaşayan/
yerleşik Çinlilere ana-baba vatanlarının bulunduğu
bu dört kente yatırım yapmaları ve Çin’e dönebilme
izinleri verildi. Onlar da bunu seve seve kabul ettiler.
1990 da yabancı sermayeye açılan kentlerin sayısı
14’e çıkarıldı.
1997’deki ekonomik krizde küçük firmalar iflas ettiler. Sonra yabancı sermaye ile birlikte ortaklaşa Joint-venture işletmeleri kuruldu. Bu firmalarda kırda
yeterince iş-aş bulamayan köylüler çalıştırıldı, çalıştırılıyorlar. Bunların kente çocuklarını getirmelerine
izin verilmedi/verilmiyor. Bu çocuklar kırda ninededelerinin yanında yaşıyorlar. Anne-babaları onları
✒
✒
66
“Onlar, öğrenciler, hizmetliler değil zaten. Kırda yeterli kazanca sahip olmayanlar. Biraz daha fazla kazanmaları çok iyi bir şey” dedi. Sonra yanımıza gelen
gruptan diğerlerinin yanına gitti.
Rehber, gece trende gruptakilerin kaldığı kompartımanlara gelerek tek tek gruptaki herkesten adım
başına 40 Yuan para topladı. Nedeni şu: Çin’de seyahat acentaları bavulları yolcu ile birlikte otobüsle taşımıyor. Ayrı özel taşıtları ile havalimanından otele,
otelden havalimanına naklediyorlar. Bu nakliyat için
bahşiş istiyorlar. Nakliyat başına 10.- Yuan. Bizim
yaptığımız rezervasyon anlaşmasında hava alanı –
otel, otel-havalanı/gar kişi/bagaj taşımaları servise
dahil olduğu yazıyor. Rehber, bu gönüllü isteğe bağlı
demesine rağmen tek tek herkesten takır takır paraları topladı. Aldığı paranın makbuzunu da vermedi.
Aynı şey otobüs şoförü ve rehber için de geçerli. Tarife şöyle:
Otobüs şoförü için günde kişi başına: 10.- Yuan
Rehber için bunun iki kat, 20.- Yuan.
- Ayrıca yukarda belirttiğim gibi her gün önceden
belli resmi programa – fakultativ, yani isteğe bağlı gönüllü katılımlı, ücretli - yeni program maddeleri öneriyor. Burada da bu program ancak en az 10 katılımcı
varsa gerçekleşiyor. Komisyon – hanut hikâyesi…
- Zorla bahşiş toplama meselesinde gruptaki herkes homurdanıyor. İşi örgütlü eyleme geçiren ise yok.
Grup çok kosmopolit ve karmaşık bileşimli. Eski sendikacı olduğumu bildiklerinden bu konuda benim
ön ayak olmamı bekliyorlar. Herhalde bu konuda da
herkes kendi bildiği doğrultuda hareket edecek…
Örneğin Terra-kotta müzesi gezisi sona erdi. Yağmur yağıyor. Otobüse gidip otele yönelmek istiyoruz.
Ne biz henüz otele gidip yerleştik ne de bavullarımız
henüz otele gelmiş değil. Saat 15.00. Programda öğle
yemeği var. Biz henüz öğle yemeği yememişiz. Rehber hanımefendi, benimle çay-kahve içmeye gelmek
isteyen var mı? dedi. Benim gibi birkaç kişi homurdandı. Gitmedi. Gelmek istemeyenlerle yarım saat
sonra şurda buluşalım, deyip plandaki öğle yemeğini
akşama, akşam yemeğini de otele kayıt+yerleşmeyi
yapmadan önceye aldı. Aslında derdi ordaki çayevine
milleti götürüp onlara Çin çayı kakalatmak, kendisi
de avantasını almak idi.
Xian’daki 2. günümüzün gayri-resmi programında mücevherat-takı yapımında kullanılan Jade / yeşim madeninin işlenip satıldığı bir mağazaya ziyaret
var. Yeşim madeni Çin’de yoğun bir şekilde çıkartılıp işleniyor. Buraya doğru yol alırken otobüste reh-
67
Download