Atatürk`ün yakın arkadaşı Mehmet Nuri (Conker), 1881

advertisement
A t a t ü r k ' ü n yakın arkadaşı M e h m e t
N u r i (Conker), 1881 yılında Selanik'te
doğmuştur. Mustafa Kemal gibi o da
Manastır Askeri İdadisi'ni bitirmiş
(1902), H a r p Akademisi'nden mezun
olmuş (1904-1905), yüzbaşı olarak
orduya katılmıştır. 31 M a r t Isyanı'nı
bastırmak üzere istanbul'a yürüyen
' H a r e k e t O r d u s u ' n a gönüllü olarak
katılan M e h m e t N u r i , b u harekette
Mustafa Kemal'le birlikte çalışmış,
daha sonra M a h m u t Şevket Paşa'nın
yaverliğini yapmıştır.
1910 yılında kurmay subay olan
M e h m e t N u r i , Trablusgarp Savaşı'nda
Bingazi'deki kuvvetlerin kurmay
başkanlığına getirilmiş, Balkan Savaşı
sırasında Bolayır'da yaralanmış, Birinci
D ü n y a Savaşı'nda Ç a n a k k a l e ' d e 24.
Alay'a k u m a n d a etmiş, Conkbayırı
m u h a r e b e l e r i n d e ikinci kere
yaralanmıştır. M e h m e t Nuri'ye bu
gaziliğinin bir nişanı olarak, daha
sonra Atatürk tarafından 'Conker'
soyadı verilmiştir.
Kurtuluş Savaşı başlarında Anadolu'ya
geçen N u r i Conker, 4 1 . T ü m e n
Kumandanlığı ve A d a n a vali vekilliği
görevlerinde b u l u n m u ş , 1921'de
T B M M ' n i n siyasi temsilcisi olarak
Almanya'ya gönderilmiştir. 1923-1931
yılları arasında Kütahya, 1931'den
ö l ü m ü n e k a d a r da (1937) Gaziantep
milletvekili olarak görev yapan N u r i
Conker, her zaman A t a t ü r k ' ü n
yakınında bulunmuştur.
Mustafa Kemal 'Zabit ve K u m a n d a n
ile H a s b i h a l ' adlı ünlü eserini, N u r i
C o n k e r ' i n 'Zabit ve K u m a n d a n ' (1914)
adlı kitabına cevap olarak yazmıştır.
N u r i C o n k e r ' i n bu ilgi çekici
çalışmasını, HasanAli Yücel'in önsözü
ve g ü n ü m ü z Türkçesi ile tek kitap
olarak gelecek cuma günü yine
gazeteniz C u m h u r i y e t l e birlikte
alacaksınız.
İRTİCANIN
AYAK SESLERİ
İSMET ZEKİ
EYUBOĞLU
Cumhuriyet
GAZETESININ
OKURLARıNA ARMAĞANıDıR.
ÖNSÖZ
Cumhuriyet yönetimi, sekiz yüz yıllık yarı-dinci,
yan-dindışı bir içerik taşıyan Selçuklu - Osmanlı ge­
leneklerini, uygulamalarını, dünya görüşünü aşan bir
nitelikteydi. Selçuklu devlet adamı N i z a m ü l m ü l k ' ü n ,
1080-1090 arasında kurduğu Harran, Bağdat m e d r e ­
selerinin eğitimsel egemenliği sekiz yüz elli yıl sür­
dükten sonra 1926'da tarihe gömüldü. Bu, uzun sayı­
lan d ö n e m içinde, Selçuklu - Osmanlı t o p l u m u eğitim
k u r u m l a n Avrupa ölçüsünde bir aydın, bilgin, bilge yetiştirememiştir, bu olay açık, yadsınamayan, tartışıl­
m a z bir gerçektir. Avrupa, ilerde görüleceği gibi, Hum a n i z m a - Rönesans - Reformasyon - Aydınlanma gi­
bi uygarlığın değişik doruklarını oluşturan dört geli­
şim evresini geride bıraktı. Oysa Osmanlı toplumu yö­
netimi bunların birini bile göremedi. Toplumsal kat­
manların köklerini besleyen dinci gelenek, sık sık kı­
lık değiştirerek, boya değiştirerek yerini korudu, du­
r u m u n elverişliliğine göre yüzeye yansıdı, yerin altı­
na girdi, uygun örtüyü bulmakta gecikmedi. Bu du­
r u m d a bile çağın gerisinde kalmayı sağlayacak, çağ­
daş olanaklar bulmakta da güçlük çekmedi.
Cumhuriyet yönetimi, daha önceden bilimsel - dü­
şünsel bir t a b a n b u l a m a d ı , y u k a r d a n geldi, a n c a k
u m u l m a d ı k bir çevre uygunluğu da buldu. Direnen
odakların ereği değişmedi, Osmanlılığın özlem duyu-
5
lan "şeriat"ı, gündemden düşmedi, son yargıyı (din ba­
kımından) sünni şeyhülislamın verdiği çağlarda bile
alanlara dökülerek "şeriat isterük" diye haykıran sü­
rüler, bugün daha örgütlü, daha düzenli, çağdaş buluş­
lardan yararlanarak seslerini duyuruyorlar. Bu durum
sayrılığa varan, tinsel sağlığın bozulmasından kaynak­
lanan bir düşünce, bir inanç bunalımıdır, toplumsal
boşalmaları gerektiren bir sayrılıktır. 1950 dönemi
Türk uygarlığı için sağıltımı bitirilmeyen bir bunalı­
m ı n yeniden yüzeye çıkmasıdır. Osmanlı eğitimi gör­
m ü ş , ancak Avrupa buluşlarından yararlanmayı da çı­
karına uygun gören, çağdaş kılıklı " b e y n i sarıklılar"
çok partili dönemin bir "geriye d ö n ü ş " olanağı sağla­
yacağını önceden kolaylıkla gördüler, bunu devrimci,
ilerici kesim aydınları göremediler. Çok partili döne­
mi isteyenlerin, C u m h u r i y e t ' i n ilk yıllarında bile pu­
suya yattıklarını, seslerini istemeyerek kestiklerini dü­
şünmediler. A t a t ü r k ' e , devrimlerine dolaylı olarak
C u m h u r i y e t yönetimine karşı çıkanların T B M M ' y e
girişleri, pek de iyi olmadı, özlenen barış, istenen se­
vecenlik, giderilmeye çalışılan eski kırgınlıklar umu­
lanı vermedi. Bu d u r u m önden görülmeliydi, görüle­
medi, nedeni de, ülkemizin Avrupa'da yaşanan dört ge­
lişim, yükseliş evrelerinden birini bile geçirmeyişidir.
Avrupa bu dört büyük gelişim olayıyla geçmişini unut­
madı, yapılan yanlış uygulamaların utancını yaşadı,
ancak bir daha geriye d ö n m e k istemedi. Oysa C u m 6
huriyct dönemini yaşayanlar arasında, önceden en yük­
sek görev aşamalarında bulunanlar arasında eskinin
özlemini çekenler, devrim ışığından gözleri kamaşanlar az değildi, işte çok partili d ö n e m denilen girişim­
le başlayan yozlaşmanın kaynağında bu etkinlikler var­
dır.
Bugün " ş e r i a t " isteyenler eskiden de yine "şeri­
a t " isterdiler, bu özlem, bu istem g ü n d e m d e n d ü ş m e ­
di, yarın da, öbür gün de düşmeyecek, ancak içerden
başlayan çürüme sesleri anlamsız uğultulara dönüştür­
m e d e de etkisini gösterecek. Bu toplumsal bunalımın
eğitimle giderilmesi güçleşmektedir. Türkiye'de eği­
tim kurumlarının dışında, gizlilikler içinde sürdürülen,
oy toplama yüzünden üzerine gidilmek istenmeyen,
gizli kuruluşlar da vardır, ne yazık ki bunların güçlü
savunucuları, besleyicileri, koruyucuları T B M M için­
dedir. Bunlar " t ü r b a n " ı , " s a r ı k " ı başından çıkarıp bey­
nine giydirmiş kimselerdir. A n c a k Cumhuriyet yöne­
timi, laiklik, uzun bir süreyi gerektirse bile, çağın akı­
şına karşı olan bu ters girişimlerin yönetime, t ü m d e n
egemen olmasına olanak sağlamayacaktır, bu çağın,
uluslararası ilişkilerin etkinliğinden kaynaklanıyor.
Çağımızda uluslar, yönetimler, evrensel insan özgür­
lüğünün denetimi altına girmiştir, çağdaş görüş ulus­
ları yargılıyor, çağdaş uygarlık ulusları, yönetimleri
başıboş bırakmıyor.
7
TARİKAT GİZLİ Ö R G Ü T T Ü R
İslamın doğuşundan, aşağı yukarı, altmış yıl sonra
" m e z h e p " denen kuruluşlar ortaya çıkmaya başladı. Gü­
nümüzde bunların sayısı, irili ufaklı 120 (yüz yirmi) do­
layındadır. Bu kuruluşlar (mezhepler) genelde us ilkele­
rine, tinsel inanç birikimlerine göre ikiye ayrılır, başka
bir deyişle "akla dayanan mezhepler, imana dayanan
mezhepler". Bunları, burada uzun uzadıya anlatmanın
gereği yoktur. Mezheplerden sonra "hadis toplayıcılı­
ğı "başlamıştır. Ebubekir-Ömer döneminde " h a d i s " de­
nen peygamber sözlerini toplamak yasaklanmış, ilk top­
lanan beş yüz dolayında " h a d i s " yakılmıştır. Bundan
çok sonra, Kuran bugünkü biçimini alınca, bu ilk yasak
kaldırılmış. İlkin Buhari adlı Buharalı bir genç (doğumu
Peygamber'in ölümünden 182 yıl sonra) bu işe başlamış,
bugün en çok güvenilen kitabını düzenlemiştir. Bu ilk ha­
dis toplayıcıları altı kişi olduğundan, yapıtlarına "kütüb-i sitte (altı kitap)" denir, bunlar da Müslim, Sicistani, Nesai, Kazvini, Tirmizi adlarıyla anılır. İşte bunlar­
dan sonra, birden bire, yine İran kökenli tarikatlar, yer­
den ot bitercesine çoğalmaya başlamış, günümüzde dört
yüz (400) dolaylarına varmıştır. Bu kuruluşların, günü­
müzde, ülkemiz için en sakıncalısı Nakşibendilik dene­
nidir, on bir kolu vardır (şimdi çoğalmaktadır), bunun ku­
rucusu İranlı Bahaeddin Nakşibend'dir, ailesi İslamdan
önce Zerdüşt inançlarına bağlıydı.
9
Nakşibendilik görünüşte koyu İslamcı (şeriatçı), içe­
rik bakımından ise lslamla yetinmeyen, Islama kendi an­
layışına göre bir yorum getiren, dahası yeni bir İslam di­
ni kurmayı amaçlayan bir yapıdadır. Bu kuruluş tapım
(ibadet), gelenek, uygulama bakımından ancak görünüş­
te Müslüman sayılabilir. Osmanlı imparatorluğu döne­
minde bütün ayaklanmalara öncülük eden bu kuruluştur.
Bunun iki kanadı vardır. Birincisi devleti dışardan yönet­
mek, devlet kurumlarında kendi inançlarına uygun dav­
rananları görevlendirmektir. Nakşiler, değişik vergiler­
den oluşan hazineyi (Osmanlılar'da mali işleri kapsayan,
" b ü t ç e " denen birikimi kuran odak) " h a r a m " saydıkla­
rından aylık (maaş) almak istemezler. Onlara göre ver­
gilerin içinde azınlıklardan (Müslüman olmayan yurttaş­
lardan) alınan vergiler yasaklıdır, İslama göre davran­
mazlar. Bu nedenle Nakşiler, kendi şeyhlerinin denetim­
leri altında alış-verişle uğraşmayı, çok kazanmayı yeğ­
lerler.
Nakşiler, eski Zerdüşt inançlarına göre üçgen bi­
çimli başörtüsü kullanırlar (erkekleri de, dişileri de), bun­
lar İran'da çarşaf giyerler (kadınlar), Arabistan yörele­
rinde, Arapça konuşulan ülkelerde tepeden ayaklara de­
ğin inen bir üstlük giyerler, buna kimi yerde " c i l b a b " de­
nir. Arapçada " p " , " ç " sesleri olmadığından "çarşaf",
" p e ç e " sözcüklerini söyleyemezler. Bu iki örtü biçimi,
yanma " c ü b b e " y i de alarak Süryani inançlarına karış­
mış, bir söylentiye göre de onlardan yayılmıştır (Sürya10
ni inançları İslamlıktan öncelere dayanır). Islamda " d i n
adam l a n " diye özel bir topluluk olmadığından, bu tür gi­
yimler de yoktur.
Nakşibendilikle Yesevi Tarikatı'ndan gelen, deği­
şik Şaman uygulamaları olduğundan, bir Şaman başlığı
olan "sarık"ı da benimserler, ancak bu başlığın dilimle­
ri iç içedir, yan yana değil. Nakşilerde kadın eli sıkmak,
kadınla konuşmak (kendi evinin dışında), ekmeği bıçak­
la kesmek, sandalyede oturarak yemek yemek, nasıl ke­
sildiğini bilmediği hayvanın etini yemek yoktur. Onlara
göre ancak "lslami usule uygun kesim" geçerlidir, bu
yüzden Nakşiler bilmedikleri, tanımadıkları kasaplardan
et almazlar. Nakşiler beş " v a k i t n a m a z " dışında, gece ya­
rılarına değin süren başka namazlar da kılarlar, bu onlar
için bir " i ç arınması" sayılır. Nakşiler, hangi koşullar al­
tında olursa olsun, cuma günleri evlenirler, önce Kuran
okunur, " i m a m nikâhı" kıyılır. Nikâh kıyacak imamın
da bu tarikattan olması gerekir. Öte yandan Nakşilerde
sakal gereklidir, yuvarlak biçimli olmasına ilgi gösteri­
lir. Nakşiler, şeyhlerinin mezarını, türbesini görmeye git­
tiklerinde sakallarından birer kıl koparır mezar toprağı­
nın içine koyarlar, bu, şeyhe toprak oluncaya değin bağ­
lılık anlamına gelir. Nakşilerde, yakınlarından birisinin
öldüğü gece, evde ya da tekkede toplanılır, kırk bin, ya
da yetmiş bin "tevhid" çekilir (şeyh yerinde oturur, binbir taneli teşbihini alır, her tevhidde birini çeker, ya da
özel kapta bulunan ince taşları birer birer öteki kaba ak-
11
tanr). Burada toplananlar kırk ya da yetmiş kişi olmalı­
dır. Böylece her biri bin tevhid (lâilâheillallah) çeker, sa­
yı eksiksiz uygulanır. Nakşibendilik'te evlenmeler de
kendi aralarında sürdürülür, bir nakşi genci yine nakşi
olan bir gençle evlenmek ister, kutlu sayılır. Nakşibendilerde ramazan ayından sonra da oruç tutulur, kimileri
üç zeytinle orucunu açar (iftar eder) sonra yer, tekkeye
çekilir.
Bu kuruluşun en yaygın olduğu yöre Doğu Anado­
lu'dur. Ağrı, Van, Erzurum, Erzincan, Malatya, Diyarba­
kır, Gümüşhane, sonraları Konya yörelerinde yoğunlaştılar. Bu kuruluşa göre Islamda bulunmayan (başlangıç­
ta) tüm araçlar, gereçler yasaktır (haramdır), bu neden­
le koyu Nakşibendiler evlerinde radyo, televizyon bulun­
durmak istemezler. Bu kuruluşun başka bir özelliği de
tüm eylemlerinin büyük bir gizlilik içinde sürdürülme­
sine özen göstermektir. Bu kuruluşa bağlı kimseler, özel­
likle, yoksul çevreleri seçer, onlara yardımcı olur, giye­
cek, yiyecek, yakacak verir, parasal bağışlarda bulunur­
lar. Bütün sorun sözünden dönmemek, kuruluşun öngör­
düğü yaşam biçimini benimsemek, kendini çevreden so­
yutlamaktır. Bir Nakşibendi dervişi (gizlidir) çevresin­
de kendi gibi düşünen, inanan yoksa oradan uzaklaşma­
ya çalışır, kimseye sezdirmek istemez.
Nakşibendilerin geceleri, gizli ev toplantıları da var­
dır, bunları özellikle kadınlar kendi aralarında düzenler,
erkekler tekkeye giderler. Bu nedenle kadınların bu ku12
ruluştaki etkinlikleri sanıldığından çoktur. Nakşibendiler, azınlıkta oldukları camilere de gitmeyi sevmezler.
İnanmış bir Nakşibendi için bilim, şeyhin sözlerini bel­
leğe yerleştirmek, önerilerini, isteklerini eksiksiz yerine
getirmektir, bunları yapamayan kimseye eksik anlamın­
da " n o k s a n " denir. Nakşibendiler yürürken, yere bakar­
lar, selamlaşmaları da sağ ellerini göğüslerinin üstüne ge­
tirmekle olur. Bir Nakşibendi için başını eğerek selam
vermek saygısızlıktır, baş yalnızca şeyhin önünde eğilir.
Bu yüzden Nakşibendi gençleri askerliği sevmezler. Bir
Nakşibendiye göre ölüm cezası kılıçla boynun vurulma­
sı sonucu uygulanır, kılıç yoksa gelişigüzel bir araçla
baş kesilir. Başı kesilen kimse " d i n s i z " sayılmışsa başı
yerde top gibi biraz yuvarlanır.
Bir ulus Nakşibendi inançlarına göre yönetilmiyorsa, Şeyh Bahaeddin Nakşbend'in düşünceleri uygulan­
mıyorsa orası "darülharb" sayılır, orada Nakşibendi der­
vişi gizli bir savaş içindedir. Nakşibendilik'te " z i k r " de­
nilen özel tören geçerlidir, bunu yalnızca " ş e y h " yöne­
tebilir. Bir yörede " ş e y h " yoksa, orası "gurbef'tir. Ki­
mi Nakşibendiler namaz kılarken avuçlarını açarak sec­
deye varmazlar, ellerini yumarak yere koyarlar. Bu da in­
sanın iki avucunda, eski sayılarla " 1 8 " , " 8 1 " sayıları­
nın bulunması, ikisinin toplamı olan " 9 9 " u n da Tanrı­
nın adlarını (esma-i hüsna) yansıtması nedeniyledir. Sü­
leyman Hilmi Tunahan böyle namaz kıldırırdı.
Bu tür yorumların başlıca kaynağı, tarikatın kurul-
13
duğu yörede yaşayan geleneksel inançlardır. Eski inanç­
lar yeni dine biçim değiştirerek girer, büsbütün ortadan
kalkmaz. Nitekim, İran uygarlığı pek ileri bir ortamda
doğamayan Islamm karşısında köklüdür, eskidir, büyük
başarıların ortaya konduğu bir alandır. Islamın getirdik­
leriyle İran'da ortaya çıkan eski uygarlık ürünleri karşı­
laştırılamaz, İran'ın insanı şaşırtan bir üstünlüğü vardır.
Çölde çadırlarda yaşayan Arap topluluklarıyla, İran'da
Persopolis saraylarını kuran uygarlık düşünülsün. Tüm
sanat alanlarında büyük gelişmeler gösteren İlkçağın
İran'ı gözler önüne getirilsin. Bu karşılaştırma islam
inançları bakımından iç açıcı değildir. Islamm kılıca da­
yanarak benimsetmek istediğini İran sanat yoluyla, çok
kolay başarmıştır, ilkçağda, IÖ onuncu yüzyılda bile Iran
sanatı Anadolu'yu, özellikle Urartuları etkilemiş, BabilAsur-Sümer uygarlıkları karşısında verimli bir Iran uy­
garlığı yer almıştır.
Iran bu eskiliği köklülüğü dolayısıyla islam inanç­
ları karşısında eski uygarlığıyla kendini savunmuş, ko­
rumuştur. Nitekim, daha yedinci yüzyılın bitiminde, es­
ki Iran-Hind düşüncesi Islamı etkilemekten geri kalma­
mıştır. İran'ı ele geçiren Arap orduları ummadıkları bir
uygarlıkla yüz yüze gelmiştir. Bu şaşırtıcı olayı Islamdan dokuz yüz yıl önce Büyük iskender yaşamış, öcünü
Iran saraylarını yıkmakla, yakmakla almaya çalışmıştır.
Iran, gelişen islam karşısında gerilememiş, eski inanç­
larının boyasını değiştirerek yeni bir birikim ortaya koy-
14
muştur. Bu, yeni bir buluş değildi, köklü eskiyi yüzey­
sel yeninin önüne çıkarmaktı. Iran bunu beslediği sayı­
sız tarikatla başarmıştır, tslamı özünden vuran, içeriğini
yorumlarla değiştiren üç büyük kuruluş İran kökenlidir.
Bunlar da kısa sürede Anadolu'yu etkilemiş, bambaşka
bir İslam ortaya koymuştur. Mevlevilik, Kadirilik, Nak­
şibendilik gibi birbirinden ayrı içerikler taşıyan üç bü­
yük tarikatın kurucuları İran kökenlidir. Mevlana Celâleddin, Bahaeddin Nakşbend Abdulkadir Geylani köken
olarak İranlıdır. Nitekim bu üç tarikat incelendiğinde, öz
olarak îslamla bağdaşmayan bir durumla yüz yüze geli­
nir. Müzikli, sema'lı, içkili, resimli, insan-Tanrı özdeş­
liğine inanan Mevlevilik'le koyu şeriattan yana olan İs­
lamlık hangi inanç ortamında bağdaşabilir, diye sorsak
yanıtsız kalırız. Kadirilik'te inançlarla, Tanrıdan sonra
Abdulkadir Geylani'ye inanmanın, onun yolunda gitme­
nin gereğini savunan, islam inançlarını Abdulkadir Geylani'nin düşünceleriyle yoğurarak yeniden biçimlendiren
bir anlayışla kesin, değişmez koşulları olan İslam inanç­
larını bağdaştırma, uzlaştırma olanağı yoktur.
Bu karşıt durumlar, İran uygarlığından, eski İran
inançlarından, Zerdüşt uygulamalarından kaynaklanı­
yordu, değişen yalnız yüzeysel olandı. Bunlara bir de Şiilik'in yeniden yoğurduğu, yeni bir İran dini durumuna
soktuğu Islamı katabiliriz. Şiilik girdiği yerde, kendine
uygun "yeni islam' yaratmakta gecikmemiştir. Osman­
lı Devleti, aralıklı olarak Şiilikle yüz elli yıl savaşmıştır.
15
Şaşılası bir olaydır, Osmanlı'nın dinsiz (rafizi) saydığı,
yüzelli yıl savaştığı, binlerce baş kestiği Şiilik, 1950'den
sonra, kısa bir sürede, tarikatlar yoluyla Anadolu'ya ya­
yılmış, toplumun en yüksek kesimlerinde yandaş, savu­
nucu bulmuştur. Bugün gericilik (irtica) diye nitelenen,
gizliden gizliye toplumsal kurumlara bile yerleşebilen
uygarlık dışı kuruluşların tran yanlısı olduğu kanıtlarıy­
la sergilenmiştir. Peçe, çarşaf, aşırı şeriat yandaşlığı İran
kökenlidir. Peki, Osmanlı'nın Müslüman saymadığı, şey­
hülislam fetvalarıyla " d i n s i z " , "katli vacib" saydığı bir
din günümüzde Ìslam kavramının içine hangi yolla, han­
gi yorumla sokulmuştur? Bu araştırmaya değer.
Tarikatlar, yasaklanmadığı dönemlerde bile "birer
gizli örgüt" niteliğindeydi. Şimdi şaşılacak bir örnek ve­
relim: Osmanlı sultanlarının ilk üçü Ahilik yandaşıydı
(Osman Gazi, Orhan Gazi, Birinci Murad) ondan sonra
yalnızca Birinci Abdulhamid'le Dördüncü Mustafa Nak­
şibendi kuruluşuna bağlıydı. Osmanlı Devleti'nin geri­
leme, dağılma, çözülme dönemi bu padişahlar çağında
hızlanmıştı. Osmanlı padişahlan içinde Kadirilik'le ilgi­
si olanı yoktur. Osmanlı Devleti döneminde, yalnız İs­
tanbul'da 65 Kadiri tekkesi, 95 Nakşibendi tekkesi var­
dı. Bugün de, Nakşibendilik'in, ülkemizde en yaygın ol­
duğu illerin başinda İstanbul gelmektedir. Yine geçen
yüzyılda İstanbul'da çalışan tekkelerin sayısı 450 idi (bk.
Enver Behnan Şapolyo: Mezhepler ve Tarikatlar Tarihi,
1964). Günümüzde de, İstanbul'un durumu başka değil-
16
dir. Bu tekke sayısı, Türkiye genelinde alınırsa binin üs­
tüne çıkar, gizli tekkelerin en yaygın olduğu iller arasın­
da Konya, Erzurum, Erzincan, Ankara birbirinden geri
kalmaz. Durum böyleyken, gericiliğin kaynaklarını baş­
ka yerlerde aramanın, hangi komşu devletle bağlantılı ol­
duklarını soruşturmanın gereği yoktur. Bu tarikatların
içerikleri, uygulamaları iyice araştırılırsa, islam inanç­
larından çok Iran kökenli geleneklerle bağlaşımlı oldu­
ğu kolayca aydınlatılabilir. Ülkemizde toplumsal sarsın­
tılara yol açan olayların kökenlerine inildiğinde, hepsi­
nin arkasında Nakşibendilik'in öncü olduğu çok kolay­
lıkla görülür. Bu kuruluş, gizli çalıştığından, çok deği­
şik uzantılar gösterir, nitekim Süleymancılık, Nurculuk,
son dönemlerde Aczmendilik hep bu kuruluşun dalları­
dır. Nakşibendilik'in özelliklerinden biri de çevreye uy­
maktır, yöresel görüntüler içinde varlığını sürdürmektir.
17
TURBAN ÇIKMAZI
Bilen, bilmiyor konuşuyor şu " t ü r b a n " denen başör­
tüsü konusunda, oysa türban gerçekte başörtüsü değil­
dir, erkeğin kullandığı sarıktır, çağdaş uluslar arasında,
bu giysiye kadın başörtüsü diyen yoktur. Alman dilinde
" t ü r b a n " sözcüğü " D o ğ u erkeklerinin başlığı, s a n k " an­
lamındadır, ünlü sözlük bilgini Kluge'nin "Etimologisches Wörterbuch der Deutschen Sprache" de böyle ya­
zar, bunun Farsça "dulbend"ten türediğini söyler. Şemseddin Sami, ünlü "Kamus-i Fransevi"sinde bu sözcü­
ğün Fransızcaya Farsçadan,"dulbend"ten geçtiğini "sa­
rık, imame, lale" anlamına geldiğini bildirir (lale, sarık
biçimli bir göğüs askısıdır). Yine Şemseddin Sami'nin
ünlü "Kamus-i Türki"sinde böyle bir sözcük yoktur, an­
cak yakın yıllarda, bu ünlü yapıtı bugünkü Türkçeye ak­
taran, Prof. Dr. Mertol Tulum başkanlığında bir kurul,
bu yapıtta bulunmayan " t ü r b a n " ı ona eklemiş, "ince tül­
den yapılmış kadın başörtüsü" yorumunu getirmiştir, bu
hangi bilimsel ahlak kuralına uyar bilemeyiz, italyanca,
Ispanyolcada " t u r b a n t e " diye geçer, erkek başlığı diye
açıklanır. Prof. Fahir Iz'in düzenlediği tngilizce-Türkçe
sözlükte " t ü r b a n " kadın başörtüsü anlamında açıklanır,
bu yenidir, " t ü r b a n " m kadın başlığı anlamında alınma­
ya başladığı evrelerden sonradır. Arapçada " t ü r b a n " top­
rak anlamına gelen " t u r a b " ı n çoğuludur (topraklar), bu­
nun " t i r b a n " biçiminde söylenişi de vardır. Osmanlı dö­
neminde " t ü r b a n " yoktu, bilinmiyor.
19
Bu kısa açıklamadan sonra olayın özüne girmeye,
hangi amaçla yaygınlaştırıldığını anlamaya çalışalım.
Türbanın dinle, Islamla, kadınla bir ilgisi yoktur. Bu baş­
lık, ülkemize 1960'h yılların ardından, örtülü bir düşün­
ceyle girmiştir, İran kökenlidir, ancak Iran dilinde böy­
le bir anlamda kullanılmaz, söylenişi Batı kaynaklıdır.
Türban, kadın başörtüsü değil, bir "tarikat" simgesidir,
özellikle Nakşibendiler arasında tutunmuştur, üstelik an­
lamı bilinmeden. Kırsal kesimlerde, yurttaşlarımız bu­
nun ne adını, ne de kendini bilirler.
Islamda örtünme vardır, ancak kadının başörtüsünün
biçimi, boyası, örtünüş biçimi belirtilmemiştir. Kuran'm
"Ahzab Suresi"nde kadınlar için "örtünün, iffetlerinizi
koruyun" denmektedir. Bundan da, başörtüsünün bir ko­
runma aracı olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Yine Ku­
r a n ' m " N u r Suresi"nde, "örtünün, başörtülerinizi iki
yakanızdan aşağı sarkıtın" anlamında yorumlanan bir
bölüm vardır, orda da renk, biçim belirtilmemiş, yalnız­
ca " ö r t ü n m e " söz konusu edilmiştir. Örtünme, islam di­
ninde önemli uygulamalardan biridir, ancak belli bir bi­
çimi, başörtüsünün toplumsal bir belirleme anlamının
gündeme getirilmesi söz konusu değildir. Islamda ör­
tünme açık bir korunma aracı olmaktan öteye geçemez.
Örtünmeyle ilgili hadisler (Peygamber sözleri) çoktur,
ancak onlarda da kesin, tüm kadınların benimsemeleri
gereken belli kesin bir biçim, dahası bir " ü n i f o r m a " ni­
teliği yoktur. Öte yandan " t ü r b a n " bir "islam örtüsü" an-
20
lamında da yorumlanamaz, nitekim günümüz Arabis­
tan'ında bu biçimde yaygın bir örtü uygulanmıyor.
Şu soru çok önemlidir: " T ü r b a n " bir "İslam örtü­
s ü " diye anlaşılırsa, öyle anlaşılması gerekirse, bu örtü
uygulama alanına konmadan önce Türk kadınları " M ü s ­
l ü m a n " değil miydi? Öyle sayılmayacaklar mı? Peygam­
ber döneminde böyle bir örtü var mıydı? Varsa adı ney­
di? Araplar o çağlarda buna ne derlerdi? Bu sorunun bi­
ricik yanıtı, ağzını öteye beriye çekerek saçmalamaktır.
" T ü r b a n " m îslamla, Islamın böyle bir örtüyle ilgisini
saptamak için bu dini birazcık bilmek, öğrenmek gere­
kir.
İslam dininde " s a r ı k " yoktur, nitekim Arap dilinde
" s a r ı k " anlamına gelebilecek bir sözcük yoktur, Pey­
gamber çağında "sarık" bilinmezdi. Bu başlık EmeviAbbasi döneminde, halife saraylarında, konaklarında
bekçi, gözcü (muhafız) olarak görevlendirilen Şaman
inançlarına bağlı Asya Türkleri aracılığıyla Müslüman­
lar arasında yayılmıştır, "sarık" bir Şaman başlığıdır,
Şaman "yoğ/yuğ" törenlerinden kalmadır.
îslamda, başlangıçta örtünme gerekimi yoktu. Pey­
gamber, kadınları, arkadaşları, eşleri Mekke'den Medi­
ne'ye göçerken, yolda karşıt inançlılar kadınlara sözle sa­
taşmışlar, bunun üzerine Îslamda örtünme gereği öngö­
rülmüş, bir söylentiye göre olay böyle başlamıştır. An­
cak Arap dilinde " p " , " ç " sesleri olmadığından " p e ç e " ,
"çarşaf" da yoktur, bu sözcükler sonradan Farsçadan
21
alınmıştır. Bu nedenle Araplar bu örtüleri bilmezler, ad­
larını bile söyleyemezler. Bugün, ülkemizde tartışma ko­
nusu yapılan, öyle sürdürülen, sürdürülmesinde yarar
görülen bu örtünün de, onu kullananların da islam dini­
nin özüyle en ufak bir ilgisi yoktur. "Türban inanç ara­
c ı " olamaz, bunun karşıtı Islamın özüne aykırıdır. Bu ör­
tü dine sonradan sokulmuş bir sapmadır (bid'at), başka
bir anlamı, yorumu yoktur.
islam dini kadınlara, kızlara toplumsal kurumlarda,
kesinlikle yer vermemiştir, erkeklerle eşitlik tanımamış­
tır. Nitekim İslam uygulamalarına göre kadın müftü ola­
maz, imamlık edemez, minareye çıkıp ezan okuyamaz,
kaymakam, vali, bakan, dahası kamu kurumlarında gö­
revli olamaz, kadının başlıca görevi evinin içindedir, eşi­
ne bağlılıktır. Peki, "türban"ı bir inanç simgesi sayan kız­
ların yükseköğretim kurumları, İmam-hatip okullarında
ne işleri vardır? İslam dininin, Kuran'ın kendilerine ver­
mediği bu yetkileri nereden, kimden alıyorlar? İslamın
kaynağı olan Kuran'da böyle bir yetki tanınmazken, Tan­
rı böyle bir bildiri, buyruk vermemişken, Tanrı'nın yap­
madığını, yine Tanrı adına yapmaya kalkışmak dinle bağ­
daşır mı? İslam dinine göre Tanrı'nın buyurmadığını,
Tanrı buyurmuş gibi göstererek, Tanrı'ya başka bir nite­
lik yüklemek suç değil mi? (Üstelik çok ağır suç.) Sıkı­
şınca " B e n inancım gereği türban takmıyorum" diyen
bu yüksekokul öğrencisine soralım: Kızım sana Tanrı
toplumsal kurumlarda, erkekler arasında görev alma yet-
22
kisi verdi mi? Bu sorunun yanıtım üniversiteli kızımız
değil, Ìslam bile veremez. Bunun yanıtını Kuran'la, İslamla yetinmeyen, İslamın özüne aykırı düşen uygula­
malarla toplumsal inan bunalımı yaratarak çıkar sağla­
yan Nakşibendi yandaşı verebilir, o da Müslüman sayı­
lırsa.
îslamda "fırka" (şimdi parti deniyor) yoktur, ger­
çek bir Müslüman "parti/fırka" kuramaz, bölücülüktür,
araya ikilik sokmaktır. Oysa İslam bütüncüldür, evren­
seldir. Peki, Kuran'm uygun görmediği, suçladığı bir gi­
rişimle, bir kurum oluşturmak (parti kurmak) hangi din­
sel ilkeye, kaynağa dayanıyor? Bu da yanıtsızdır.
Bir din, doğuşundan 1400 yıl sonra sürekli tartışma­
lara konu oluyorsa ona bağlanmak us ilkelerine aykırı­
dır. Us, kendi ölçüleri içinde, kesinlik, tutarlılık ister.
Cenneti sevmem için cehennemi önüme süren bir dinde
sevecenlik, insan değerlerine saygı yoktur. Bu tutum, ço­
cuklara acı ilacı içirmek için bardağın kıyılarına bal sür­
meye benzer. Dinde yeterlilik duygusal eğilimler üzeri­
ne kurulursa, zaman akışı içinde, duygulardan daha hız­
lı bir değişme ortaya çıkar. İslamı anlamak, İslamın dü­
şünce tarihindeki yerini, başarılarını saptamaya dayanır,
başına İslamla ilgisi olmayan bir örtü çekmeye değil. Ül­
kemizde, İslamı anlamak için başka dinlerin okutulma­
sı, onlarla İslam arasındaki görüş ayrılıklarını, ortak so­
runları öğrenmek, tartışmak gerekir. Nitekim bilgelik,
iyilik, güzellik, doğruluk, erdem, yardımseverlik, ağır-
23
başlılık, eşitlik, sevgi, saygı gibi evrensel insan değerle­
ri bütün dinlerde vardır, bunları Islamın özel bir buluşu
d i y e göstermek yanıltıcıdır, saptırıcıdır. Ülkemizde
1950'den bu yana yapılan, uygulamaya konan da budur.
Burada, özellikle Cumhuriyet yönetiminin getirdiği ye­
niliklere, onun kurucusunun kişiliğinde saklı devrimci­
liğe karşı bir eziklik söz konusudur.
1950 yönetiminin kurucularının hepsi yerdikleri ku­
ruluşta, daha önceden, yüksek görevlerde bulunmuş yet­
kililerdi. Halkımız, onların eskiyi suçlamaları karşısın­
da, kendilerine soru sormayı bilmiyordu, onlara "Yerdi­
ğiniz: kötülükler yapılırken siz yüksek görevlerde değil
miydiniz?" demeyi bilmiyordu. Onlar da bu durumdan
çok iyi yararlanmayı bildiler, halkı sömürdüler, yozlaş­
m a n ı n ilk adımlarını atmanın yakışıksız örneklerini ver­
diler. Bilgisizlik karşısında sorumsuzluğu gizlemeyi çok
iyi becerdiler.
Bugün, İslam inançları adına, " t ü r b a n " ı savunanla­
rın hangisinin anası,bacısı, ninesi köyünde bu örtüyü
kullanmıştı? Dahası bu yüksek yetkililerin hangisi bu
sözcüğün açık anlamını, kökenini, geliş yolunu biliyor?
İşte burada çok açık seçik bir yozlaştırma vardır. İlkin
şunu bilmek gerekir: Bu örtünün İslamla, dinle, inançla
en ufak bir ilgisi yoktur, vardır diyenin İslam inançları­
nı öğrendiği, bildiği söylenemez.
Günümüzde İslam inançlarının yaygın bir tartışma
k o n u s u olduğu açıktır. ' kullara konulan "din dersleri"
24
bunun açık kanıtıdır. Soralım, hangi dinin dersleri? Han­
gi ahlak öğretisi? Üstelik konunun daha gülünç yanları
gözlerimin önünde sırıtmaktadır. İslam dininde Hanefi,
Hanbeli, Maliki, Şafii olmak üzere dört "Sünni mez­
h e p " , bir de "Şii mezhebi" vardır. Bunların uygulama­
ları birbirine benzemez. Sözgelişi Maliki inançlarına gö­
re köpek "temizdir" içtiği suyla aptes alınır, oysa Hane­
fi inançlarına göre bunun tersi geçerlidir. Şimdi bu dört
"Sünni mezhep"te namaz, oruç, zekât, hac, tüze (hu­
kuk) birbirine uymaz, hepsinde başka başkadır. Oysa
hepsi de Kuran'a dayandığı kanısındadır. Sözgelişi bir
Şafii inancına göre aptes almış bir erkeğin eteği kadının
giysilerine değerse aptes bozulur. Peygamber'in bir "hadis"ine göre namaz kılarken, bir erkeğin önünden do­
muz, eşek, kadın geçerse namaz bozulur. Burada, kadı­
nı çok yücelttiği söylenen, savunulan bir dinin kadına
hangi gözle baktığı açıktır.
" T ü r b a n " gerçekte bir din sorunu, örtünme sorunu
değildir, kimi çıkar odaklarının, özellikle " t a r i k a t " de­
nen sömürücü kuruluşların yarar aracıdır. Başka bir an­
lamda, bu örtü, çağdaş toplumda bir aşağılık duygusu­
nu gizleme aracıdır. Bize kalırsa, bu konuda bir "ruhsal
bozukluk" gündemdedir. Nitekim tarihte, özellikle top­
lumsal bunalım dönemlerinde, böylesine "ruhsal denge­
sizlikler" in yaygınlığı çok görülmüştür. Gençler toplum­
sal doyumsuzluğa uğramıştır, hepsinde bir gelecek kor­
kusu, yaşam kaygısı vardır. Bu kaygı, bu korku gençle-
25
ri güvensizliğe, doyumsuzluğa sürüklemiştir, burada din
erek değil, gereçtir.
Duvarlarda, alanlarda "Kurtuluş İslamda" söylem­
leri içeren yazılar görülür. Şimdi hangi kurtuluş, İslam
kimi kurtardı? sorusunu sorarsak şaşkınlık verici durum­
larla karşılaşırız. Bugün, yeryüzünde, bir milyar dolayın­
da Müslüman halkın yaşadığı söyleniyor. Bunlar arasın­
da, Tanrı'nın kendisine verdiği yeraltı kaynaklarını, zen­
ginliklerini kendi ürettiği araçlarla işleten, işletebilen bir
İslam ülkesi bilinmiyor. Ortadoğu bunalımlarının başlı­
ca nedeni de bu yeraltı kaynaklarıdır, " p e t r o l " denen bü­
yülü nesnedir. Bakalım Suudi Arabistan, Körfez Emir­
likleri, Kuveyt, Cezayir, Pakistan, İran, Afganistan, Mı­
sır gibi.çoğu "petrol zengini", sayılan ülkelerde çağdaş
bilimin, tekniğin değil yanında, arkasında bile yürüye­
cek topluluk (İslam) bilinmiyor. İngiltere, Amerika, Al­
manya, Fransa, İtalya ile öteki Avrupa ülkeleri bu İslam
topluluklarını öylesine kolay, öylesine ucuzundan sömürüyor ki Tanrı'ya inanmış bir kimsenin buna güleryüzle
bakması olanaksızdır.
Bugün, dünyanın Müslüman ülkeleri arasında, ken­
dini kurtarmış, özellikle kadın sorunları konusunda hep­
sinin önüne geçmiş ülke Türkiye'dir, Atatürk devrimle­
ridir. Oysa, çağdaş yetkileri kazanmış kadınlarımızın
başlarına bu niydüğü belirsiz örtüyü çekerek devrimle­
re, Atatürk'e karşı çıkmaları tinsel bir bunalım dışında
açıklanamaz. " T ü r b a n " dışa vurmuş, içerikten yoksun,
26
görünüşü kurtarma, başkalarını kandırma aracı olmak­
tan öteye geçemez, bu nedenle bir inancın değil, kayna­
ğı yeterince açıklanamayan bir bozukluğun, dengesizli­
ğin simgesidir. Bu dengesizlik kişisel bilinç yetersizli­
ğinden kaynaklanıyor.
İslam bilime büyük önem verir diyenlerin de, nerdeyse hepsi yalan söylüyorlar, kavramsal kandırmacalarla çevreyi oyalıyorlar. Şöyle: İslam bilime, sanata büyük
önem veriyorsa hangi İslam ülkesinde çok gelişmiş bir
fizik, tıp, kimya, gökbilim, teknik; felsefe, resim, yontu,
müzik, seramik, tiyatro, bale gibi yaratı türlerinde göz
doldurur bir ilerleme, bir başarı vardır?
" T ü r b a n " ı n gerçekte bir inanç sorunu olmadığını
vurguladıktan sonra, bu aracın kadınları savunma, koru­
ma amacını gütmediğini, eskiye, yıpranmışa, günü geç­
mişe, değerden düşmüşe yönelmenin simgesi olduğunu
da söyleyebiliriz. Bu örtü bir saygı, sevgi aracı değil, bir
üstünlük sağlama, toplumda gösterişe, görünüşe yöne­
liktir demekte bir çelişme, sakınca yoktur. Bu örtü yeni­
liğe, çağdaş uygarlığa karşı sinsi bir direnmenin görüntüsel örneğidir. Bir yandan Islamın bütün kurallarına uy­
mayı, İslama uygun bir yaşam biçimini savunacaksın, öte
yandan İslam ülkelerini bir sömürü odağı diye gören, aşa­
ğılayan, ezen, küçümseyen Batı uluslarının en ileri bu­
luşlarından yararlanacaksın, buna "İslama hizmet" adı­
nı koyacaksın. Peki, "Hıristiyan Batı Kulübü" bu çağ­
daş araçları yapıp satmasa, bizimkiler îslamı neyle sa-
27
vunacak, ona neyle " h i z m e t " edeceklerdi? Yoksa "İslam
hizmetsiz" mi kalacaktı? Bunları savunanların ne denli
tutarsızlık içinde yuvarlandıklarını görmek kolaydır, siz
onların söyledikleriyle yaptıklarını, önerdikleriyle uygu­
ladıklarını karşılaştırın düşünsel yozlaşmanın eşsiz ör­
neklerini görmekte güçlük çekmezsiniz?
" T ü r b a n " konusunda başka bir yutturmaca daha var:
Bu örtü kadının değerini yükseltiyor, ona toplumsal ki­
şilik kazandırıyor. Yalanın böylesi, tinsel denge bozuk­
luğunu vurgular. İnsanlar, kadınlar "türban"dan çok ön­
ce vardı. İslam inançları bu örtüden bin dört yüz yıl ön­
ce doğmuştur, yirmi otuz yıldır bu başlık kullanılıyor.
Öyleyse daha önceden kadınların değeri, kişililiği yok
muydu? Görülüyor, konuya ne yandan bakılsa, ne yan­
dan yaklaşılsa, insan değerleri adına, utanç verici görün­
tü sergileniyor.
insan denen varlık, ister erkek, ister dişi, başkasına
giydiğiyle, omuzlarına astığıyla değer kazanmaz, değer
günlük giysilere benzemez, onlarla ölçülmez, değer in­
san varlığının özüyle ilgilidir, kılığıyla değil. Bu nedenl e , " t ü r b a n " giyen daha çok değerli, giymeyen daha az
değerlidir demek çılgınlığın, bilinç bulanıklığının başka
bir göstergesidir.
Burada, yine örtünmeden kaynaklanan, bir kadın de­
ğeri, kadına saygı sorunu gündeme geliyor. Aşırı dinci­
lere göre İslam dini kadına, ana olarak tarihte görülme­
dik, benzersiz bir saygı kazandırmıştır. Bu da bir kandır28
maçadır. Ana olan kadına gösterilen saygının kökenin­
de " a n a " niteliği yatmaktadır. " A n a saygısı" Ìslam
inançlarından binlerce yıl öncedir, islamlıkla ilgisi yok­
tur. Sözgelişi, bugün elimizde, anaya gösterilen saygının
somut kanıtları olan yontular vardır. " K u b a b a " , "Kübel e " bir "ana-Tanrıça"nın adıdır, 10 7000 (yedi bin) yı­
lından kalma, topraktan yapılmış yontular vardır. Ona
adak sunulur, adına törenler düzenlenir, saygı gösterilir­
di. Bu Tanrıça evin, kadının, çocukların koruyucusudur.
Saygınlığı da bu koruyucu niteliğinden gelir, islam di­
ninde "cennetin anahtarları ananın ayakları altındadır"
denir, anaya saygının en gözde anlatımı sayılır. Peki ana
olmayan, çocuksuz kadının durumu nedir? Anaya veri­
len Tanrısal değeri kadın soyuna yüklemek de yüzeysel
bir kandırmacadır. Uygarlık tarihinde, insanlık tarihin­
de anaya saygı göstermeyi buyurmayan, bir erdem kura­
lı vurgulamayan bir din yoktur, en ilkel sayılan, en geliş­
memiş inanç kurumlarında bile " a n a " saygındır, kutsal­
dır.
Toplumumuzda, özellikle 1950'den sonra yüzeye
vurmuş, değişik çarpılmalar gösteren, genellikle de es­
kiye sarılmayı önemli bir gelişim sayan eğilimler vardır.
Bunların içinde çağdaş akımlarla, yenilikçi girişimlerle
ilgili olanı yoktur. Toplumumuz bir değerler bunalımına
sürüklenmiş, eskinin değersiz diye dışladığı birtakım gi­
rişimler yeniden değer odağı durumuna getirilmek isten­
mişti. Şimdi, bunun güldürücü örneklerini, Osmanlı Dev-
29
leti'nin gücünün doruğuna ulaştığı onaltıncı yüzyılda,
Kanuni Süleyman döneminde tartışılan örneklerini gö­
relim. Bunlar bütün Osmanlı tarihlerinde vardır. Bu tar­
tışılan konular şunlardır (birkaçı): Firavun Allah'a inan­
mış mı, inanmamış mı? Hızır Aleyhisselam yaşıyor mu,
yaşamıyor mu? Peygamberin miraca çıkışı maddi midir,
manevi midir? (Miraca çıkış tinsel mi, yalnız Peygam­
berin ruhu mu yoksa gövdesi de mi miraca çıkmıştır?)
İnsanın tini gövdeden önce mi yaratılmış, sonra mı? Ruh
gövdenin neresindedir? Cehennemde ceza görecek olan
ruh mu, gövde mi?
Bu örnekleri gelişigüzel bir düşünceyle seçmedik,
Kanuni dönemi yazarlarının yapıtlarını okuyun, görür­
sünüz. Şimdi, bu yazıda anlatılanlarla, Kanuni dönemin­
de tartışılanlar arasında açık bir eğilim benzerliği gör­
memek elde değil. Uygarlık insan soyuna uzayda mutlu
bir yaşam ülkesi yaratmaya çalışırken bizim gençlerimiz,
başlarını türbanla örtmezse saçlarının yılan olup cehen­
nemde boyunlarına sarılacaklarına inanabiliyorlar. Biraz
düşünelim, bir kadının başında kaç tel saç vardır, bunla­
rın hepsi yılan olsa nereye sığar? Üstelik cehennemde yı­
lanın ne işi var, cehennem suçlu insanlar için, hayvanlar
için değil.
30
KARANLIĞIN YÜKSELİŞİ
12 Eylül döneminin düşünsel alanlarda yarattığı tü­
kenmişliği güçlülüğe dönüştürmek için karşıt görüşlü
odakların gelişmesine olanak sağlandı. Boş başların do­
lu görünme özlemiyle gündeme getirdikleri çağın dışı­
na taşan uygulamalar, insan değerlerinin ötesinde, ken­
di düşük niteliklerine yaraşır biçimde etki odakları bul­
makta gecikmedi. Sözgelişi "dinsiz devlet o l m a z " gibi
utanç verici bir savla "anayasa"lar düzenlendi, özel bö­
lümler eklenerek, yöneticilerin boşluğu doğrultusunda
uygulama kuralları yürürlüğe kondu. "Dinsiz devlet ol­
m a z " ne demektir? Hangi devlet dinli, hangi devlet din­
sizdir? Devletin dinliliğinin ölçüleri nelerdir? Dinli dev­
let hangi uygarlık ilkelerine göre kurulabilir? Bu soru­
ların hepsi boşluktadır. Devlete din gerekirse, devletin
içinde yaşayan bütün yurtaşların hangi dini benimseme­
leri gerekir? Devlete vergi, orduya er gönderen yurttaş­
lar, bu görevleri, hangi din ölçülerine göre yerine getir­
me gereğindedir? Bu sorular da yanıtsızdır.
Uygarlık tarihinde, devlet dinin koruyucusu olmuş­
tur, ancak din kurucusu olmamıştır. Din, belli bir çevre­
nin yarattığı koşullarla, yine belli bir çevrenin toplum­
sal olanaklarına göre düzenlenir, bu düzenlemede dev­
let yönetiminin etkisi, katkısı olursa, din kendi özgürlü­
ğünü yitirir, bir yasa niteliği kazanır, o durumda da din
olmaktan çıkar. 12 Eylül yöneticileri bu gerçekleri anla-
31
yabilecek durumda kimseler değildi, yarattıkları çelişki­
lerin arkasında gelecek korkusu saklıydı. Bu korku, bi­
çim değiştirerek " d i n koruyuculuğu"na dönüştü. Nite­
kim, durup dururken, anayasaya . . . " d i n " kavramı sokuluverdi, din öğretimi devletin toplumsal görüşü gibi ser­
gilendi. Bu anlayışın, bu sergilemelerin en somut olarak
din ilkelerine dayanan " p a r t i " birlikleri oluşu verdi, söz­
gelişi RP böyle bir görüşün, tabana yansımayan, dini
"devlet d i n i " diye görmenin yanılgısı içinde oluştu. Ca­
miler birer "politika odağı" durumuna getirilerek, din bi­
reyin gönlünden alanlara dökülüverdi, bir çıkar, bir ka­
zanç aracı olmakla da kalmadı, toplumsal birlik biçimi­
ni alıverdi.
Özellikle Nakşibendilik denen koyu "şeriat" yanlı­
sı, İran kökenli "tarikat" kimi devlet görevlilerince bes­
lendi, güçlendirildi. Gelir kaynakları yasal kurumların
önüne geçti. Oysa bütün tarikatlar birer örgüttür, belli
amaçları vardı, islam dininde "tarikat", " m e z h e p " gibi
kuruluşların birine bile yasal dayanak verilmemiştir. Ku­
ran'da, hadislerde (Muhammed'in ağzından çıktığı ileri
sürülen özdeyişlerde) tarikata yasallık tanıyan bir bö­
lüm, bir anlatım yoktur. Tarikatların, mezheplerin doğ­
masında başlıca neden iran'dır. Eski bir uygarlığın yara­
tıcısı olan Iran, inanç bakımından, islam dininin içeriği­
ne aykırıdır. Iran uygarlığı büyüktür, eskidir, kendi do­
ğuş ortamında özgündür, islam dini ise dar, gelişmemiş,
verimsiz, çöllerle kaplı bir yörede doğmuş, özellikle Tev-
32
rat'ın değişik bir yorumu olarak ortaya çıkmıştır. Bu di­
nin gelişmiş bir uygarlığın egemen olduğu ortamda do­
yurucu, inandırıcı, güven verici bir içeriği yoktur. Gerek
Kuran, gerekse hadisler incelendiğinde, kadın-erkek iliş­
kilerine ağırlık verildiği, kadının bir " i n s a n " değil, se­
vişme, doğal ilişkilerde bulunma aracı olduğu kolayca
anlaşılır. Nitekim, "Sahih-i Buhari"nin birinci cildinin
sonunda yer alan üç bölüm okunduğunda, kadınların ay­
başı durumlarında bile ne yolla temizlenmeleri gerekti­
ğini Muhammed'den açıkça sordukları görülür. Kadın,
bir topluluk içinde, aybaşı olduğunu, dölyatağının çev­
resine bulaşan kanın ne yolla temizleneceğini, çok açık
bir dille Muhammed'den sorar, yanıtını alır. Yine bu ya­
pıtta, M u h a m m e d ' i n bir gecede dokuz kadınla yattığı,
onda otuz erkek gücünün bulunduğu söylenir. Başka bir
hadiste, Muhammed'in dışkılığını çıkardıktan sonra, si­
linmek için, yanındaki arkadaşlarından üç taş istediği
yazılıdır. Öte yandan, Muhammed'in dışkılığını döker­
ken arkasını Kabe'ye döndüğü, bu nedenle ayak yolun­
da arkasını Kabe'ye dönerek gereksinme gidermenin suç
olmadığı bildirilir.
Muhammed'in yaşadığı dönemde, içinde bulundu­
ğu toplumda kadınlar çarşaf, peçe bilmezdi, o gibi giy­
siler o toplumda yoktu. Ayrıca, sarık, cübbe gibi giysi­
ler de yoktu, bilinmezdi. Nitekim Arap dilinde bu giysi­
lerin karşılığı olabilecek sözcükler yoktur. Hadis topla­
yıcılarına gelince, bunlar da Arap değildir, yalnız Nesai
33
(830-915) Mekkelidir, öteki beş kişi İranlıdır (Buhari, Sicistani, Tirmizi, Kazvini, Müslim) hepsi İranlıdır, hepsi
Muhammed'in ölümünden 180-200 yıl sonra doğmuş­
tur. Bu nedenle hadislerin çoğu tartışmalıdır, yalnızca
belleğe dayanır. Öte yandan Kuran'ın özgünlüğü de tar­
tışmalıdır. Muhammed'in ölümünden sonra, Halife Os­
man döneminde toplatılıp düzenlendiği, birçok hafızın
belleğine başvurulduğu,
karşılaştırmalar yapıldığı, de­
ri, kemik, tuğla taş gibi gereçlerin üzerine yazılı "ayet­
l e r i n karşılaştırılarak incelendiği söylenir. Bugün eli­
mizde bulunan Kuran dağınık bölümlerden oluşturul­
muş bir bütündür, ancak kesin değildir. Nitekim, örnek
alınan, dayanılan en güvenilir yazmanın, Ömer'in kızı,
M u h a m m e d ' i n karısı Hafza'da (605-665) bulunduğu
sonradan elinden alınıp yakıldığını en güvenilir İslam
kaynakları bildirir. Bu yazma neden yakılmış, hangi dü­
şüncelerle ortadan kaldırılmış kesin değil. İleri sürülen
biricik neden, gelecekte birinin eline geçerse kuşku uyan­
dırır, o yüzden ortadan kaldırılmalıdır biçiminde tutar­
sız bir içerik taşır. Ancak, şurası açıkça biliniyor: Kuran,
elimizde bulunan biçimden bambaşkaydı, düzenlenir­
ken birtakım değişikliklere uğratılmıştır.
İran düşüncesinin İslam karşısındaki üstünlüğü, kökenliliği önemli bir etkendir. Arabın yalnızca yöresel inanç gereksinimlerine yanıt veren İslam İran uygarlığı­
nın yarattığı görkemli ortamda öncül duruma geçeme­
miştir. İşte "Şiilik" denen inanç düzeninin doğmasında
34
başlıca neden İslamın bu içeriksel yetersizliğidir. Bu­
gün, özellikle RP'nin dayandığı Humeyni anlayışı, ger­
çekte İslamm özüne aykırıdır. Osmanlı İmparatorluğu
"Şii İran "la, aralıklı olarak, yüz elli yıl savaşmıştır. Sün­
ni Osmanlı Şeyhülislamı, Şii İran şahlarını " s a p k ı n " ,
"rafizi", "kızılbaş", " d i n s i z " diye suçlarken, yine Sün­
ni olduğunu ileri süren RP topluluğunun geçmişi unuta­
rak, başlangıçta Şiiliğin içeriğinden beslenen Humeyni
yönetimine yönelmesi çok anlamlıdır. Bunun nedeni de,
bu gibi ortamların doğmasına olanak sağlayan, dini salt
ortamından çıkararak alanlara sürükleyen 12 Eylül ka­
ranlığı, yozlaşmışlığı olmuştur. 12 Eylül sorumlularını,
gerçekte sorumsuzluğun başıboşluğunda, bütün çağdaş
gelişmelere ters düşen bir doğrultuyu benimsemeleri,
tinbilim bakımından doğaldır. Düşünsel alanda, en ufak
bir başarı gösterme yeteneğinden yoksun bir topluluğun,
ordu gücüne dayanarak yeterli görünmeye çabalaması
aşağılık duygusunun ağırlığı altında ezilmekten başka bir
anlam taşımaz. Bunu, Kenan Evren'in yayımladığı anı­
larından anlamak kolaydır. Bu anılarda sergilenen tutar­
sızlık, kişisel bilinç bulanıklığının, ezikliğinin eşsiz ör­
neğidir. Bir yandan ileri, çağdaş görünme çabaları, öte
yandan da sözcüklerden korkmak, ürkmek, kurtuluşu or­
du gücünün arkasına sığınmakta bulmak, sonra Marma­
ris'te bir koruyucu birliğin denetimi altına girmek, yurt­
taşlar arasına katılmamak.
12 Eylül yönetiminin RP gibi başka gerici, devrim35
lere karşı eskiyi savunucu kuruluşlara yaşama alanı ya­
ratan girişimleri, uygarlığın en gelişmiş çağında bile ba­
şın içinde bilimsel birikimlere değil de omuzlarda taşı­
nan ordu aşamalarının imlerine dayanması, Kurtuluş Savaşı'nı kazanmış, çağımızda bir eşi daha görülmeyen
devrimleri gerçekleştirmiş bir toplum için çok mu çok
utanç vericidir.
ANAP'ın yapısı, işlerlik biçimi, kuruluş ilkeleri yan
tutmayan bir anlayışla incelendiğinde, 12 Eylül yöneti­
minin, Ortaçağın bile gerilerine giden, bir düşünceye
saplandığını gösterir. Yönetimi eline geçiren bu 12 Ey­
lül ürünü ANAP, 12 Eylül Anayasası'na dayanarak, Tür­
kiye Cumuhriyeti'nin temel ilkelerini değiştirmiş, dev­
letin varlığını pekiştiren düşünsel odakları yürürlükten
kaldırmış, devlet-din birliğinin en gülünç örneğini ver­
miştir. 12 Eylül Anayasası, halk-devlet ilişkisini din-devlet özdeşliğinin denetimi altına vererek yozlaştırmıştır.
İslamcıların savlarına bakılırsa, İslam dini bilime, sa­
nata, uygarlığa, tüzeye, yasaya en çok değer veren bir ku­
rumdur. Oysa bütün İslam ülkelerinde sürdürülen uygu­
lamalar ışığında sorunlara yaklaşılırsa, büsbütün tersinin
benimsendiği görülür. Bugün hangi İslam ülkesinde, ça­
ğın uygarlık anlayışına, bilim dizgelerine uygun, verim­
li bir gelişme vardır? Hangi İslam ülkesinde fizik, kim­
ya, tıp ilaç üretimi, teknik, felsefe, dirimbilim, tinbilim,
toplumbilim, tarih gibi daha ince başarı alanında övünü­
lecek bir gelişme gözlenebilir? İslam dininin kadına bü-
36
yük değer verdiği, onu yücelttiği ileri sürülür. Peki top­
lumun hangi aşamasında, hangi uygulama alanında kadın-erkek eşitliği, kadının yüceltildiği öne sürülebilir?
RP'li kadınların (bir bilim kurulunun araştırmalarına gö­
re, gazeteler aralık 14-17) yüzde seksenden yukarısı "ka­
dının görevi çocuk yetiştirmektir" demiş, erkeğin kadı­
nı dövebileceğini savunmuş. Bu sav Kuran'dan kaynak­
lanıyor. Peki, doğurmak, yavru büyütmek, geliştirmek
doğada yalnız kadının işi mi? Görevi mi? Doğada yav­
rusunu doğurur doğurmaz kaldırıp atan, bakmayan, kollamayan, onunla ilgilenmeyen kaç yaratık türü vardır?
Ana olmanın, doğal bir anlamı da yavrusunu, belli bir sü­
re bakmak, yetiştirmek, kollamak değil midir? Bir kedi,
bir köpek, bir çakal, bir tilki, bir kurt, bir domuz, bir ge­
yik, bir arslan doğurduğu yavruya bir süre bakmaz mı?
Doğuruculuk toplumun değil doğanın verdiği bir yeti, bir
görevdir, d o ğ u m gücünün kaynağı toplum, yönetim de­
ğildir. Kadını, yalnız doğurup çocuk bakmakla görevli
sayarsak, öteki dişi yaratıklar ötesinde, bir insan olarak,
değeri, ayrıcalığı kalır mı? İşte 12 Eylül yönetiminin ge­
liştirdiği toplumsal anlayışta, aile düzeni, kadının top­
lumdaki yeri böyle nitelenir.
Çağımızda bütün tek Tanrılı dinlerde bir değişme,
bir başkalaşma görülmektedir. Bu durum bir gelişmenin,
ilerlemenin dışa vurmuş görüntüsü değildir; dinin ayak­
ta durabilmesi için çağın buluşlarından yardım istemesi
gizlice onların koruyuculuğu altına sığınmasıdır. Nite-
37
www.cizgiliforum.com
enginel
kim, özellikle giyim kuşam bakımından, çağdaş kılığa
karşı çıkarak sarık, cübbe, peçe, şalvar, çarşaf, başörtü­
sü giyenlerin nerdeyse hepsinin çağdaş donanımlı konut­
larda oturdukları, oturmak istedikleri, çağdaş buluşlar­
dan (tıp, teknik, araç-gerç bg.) yararlanmada şaşırtıcı bir
yarışmaya girdikleri gözden kaçmamaktadır. Batıya öy­
künme (Batı taklitçiliği) diyerek alanlara, yollara dökü­
len bilinçsiz gericilerin hangisi çağdaş buluşlardan ya­
rarlanmıyor, "gâvur işi" dedikleri araç-gereçlere sarıl­
mıyor? Dahası, bu Müslüman geçinen bilinçsiz sürüle­
rin hangisi " d o l a r " , " m a r k " , " s t e r l i n " gibi yabancı ak­
çelerin tutsağı değildir? Son yöresel seçimlerde, kimi
bölgelerde RP büyük bir başarı sağlamış gibi gösterili­
yor. Bu bir kandırmacadır. Seçim bölgelerinin toplum­
sal aşamaları, inanç yapıları, yaşama biçimleri yansız
bir tutumla incelensin, bütün başarının çarşaf-peçe-sarık-cübbe-başörtüsü gibi giyimlerden kaynaklandığı ko­
layca görülür. RP ile benzeri kuruluşların kazancı, başa­
rısı bilinç ışığından yoksun kalmayı İslamın bir beceri­
si, öze değgin tutumu sayan anlayıştadır. Aşırı dinci ki­
şi, varlıklıdır, alışverişçidir. Eczane, sağlık evi, sağıltım
kurumu açmıştır, kurumun girişinde, kapının üstünde
"ihlas","tekbir", " t e v h i d " gibi Arapça, dinle ilgili söz­
cükler görülür. Bu kişi, kişiler dinden yararlanır, ancak
içeri girip alışverişe başlayınca " K D V fişi" vermedik­
leri, atlatmaya çalıştıkları görülür, bunu hepimiz yaşıyo­
ruz, görüyoruz günlük işlerimizde. İslam dini "malının
38
kırkta birini zekât olarak vereceksin, kırk devesi olan bir
deve yavrusu zekât diye vermelidir" kuralını getirmiş­
tir. Bugün, bu din kuralına uyan, islam dininin beş ko­
şulundan (namaz, hac, zekât, oruç, tevhid) biri olan " z e ­
k â t " görevini yerine getiren kaç dini bütün Müslüman
vardır?
İslam dininde cami, mescit gibi tapım odakları (iba­
det yerleri) gösteriş için değil, gereksinme sonucu yapı­
lır, kullanılmak içindir, kazanç sağlamak, gelir edinmek
için değildir. İslam dininde şundan bundan yardım top­
layarak, akçe dilenerek "ibadet yeri" yapılmaz, böyle bir
kural yoktur. Oysa günümüzde gösteriş için yapılıyor
bunlar, 12 Eylül yönetimiyle bu tür yapıların yapımı hız­
landırılmıştır. İstanbul'dan Van'a, Trabzon'a giderken
büyük yolların kıyılarında, sağlı sollu dizilmiş camiler
ot biter gibi ortaya çıkmaktadır. Oysa, cami insanların yo­
ğun oldukları, namaz kılmak gereksinimi duydukları yer­
lerde yapılır, Müslüman görünmek için değil. Yol kıyı­
larına dizilen camilerde, çoğunlukla öğle-ikindi namaz­
ları kılınıyor, sonrası boş. Bu görev yerlerinde çalışan­
ların hepsi devletten aylık alırlar. Bir günlük namazların
süresi iki saati bulmaz. Görevli, aralıklı olarak, günde iki saat camide kalır, öteki çalışma süresini alışveriş ye­
rinde geçirir. Peki bu davranış tslamın özüne uyar mı?
İslamda akçeyle namaz kılmak, akçeyle Kuran okumak
var mıdır? Yoktur (Şeyhülislam Ebussuud Efendi'nin bu
konuda yasaklayıcı fetvaları vardır). .
39
12 Eylül yönetimiyle gelen tutarsızlık arasında bir
de "vakıf" kurma yansı başlamıştır. Yalnız İstanbul'da
kurulan bu " v a k ı f l a r ı n sayısı yüzün üstündedir. Bu kuruluşlann en büyük, en varlıklı bölümü dine dayalıdır.
Bunlar arasında "İlim Yayma Cemiyeti" gibi çok geniş
bir alana yayılan, saylav, bakan, genel müdür gibi toplu­
mun en yüksek görev aşamasında üyeleri bulunan kuru­
luş oldukça ilginçtir. Bu kuruluş "ilim"den ne anlıyor?
Anladığı açık: Yalnızca İslam diniyle ilgili konular. Pe­
ki, bir çağda, bir toplumda " i l i m " denince yalnız dine
değgin sorunlar anlaşılırsa, bu kuruluşları ayakta tutan
kaynakların, o kaynakları ellerinde bulunduranların ya­
şama biçimleri ne olmalıdır? Benimsedikleri söyledik­
leri İslam dininin koşullarına uygun bir yapı değil mi?
Şimdi soralım, bunlardan hangisi Islama uygundur? Ev­
lerin donanımı, taşıtları, alışveriş olanakları, iletişim
araçları arasında Islamın ürettiği var mı? Konuyu biraz
daha genişletelim, devletin genel bütçesini oluşturan ver­
gi düzenine geçelim.
Devlet ufaklı büyüklü bütün işletmelerden, işyerle­
rinden vergi alır. Bunlar arasında yasaya dayalı genelev­
ler, kumarhaneler, meyhaneler, bütün içki türleri, siga­
ra, tütün, gece kulüpleri, dinli-dinsiz, imanlı-imansız,
ayık-sarhoş gibi saymakla bitmez vergi odakları vardır.
Öyleyse bütün RP saylavlarının, cami görevlilerinin ay­
lıklarında, burada İslama aykırı sayılan, dahası dince ke­
sinlikle yasaklanan nesnelerden toplanan vergilerin bir
40
bölümü vardır. İslamın " h a r a m " diyerek yasakladığı ver­
gi odaklarından toplanan akçelerin de içlerinde bulun­
duğu "bütçe"lerden müftüye, imama, hocaya, "İlim Yay­
ma Cemiyeti"nin aylık görevlilerine, "Aydınlar Oca­
ğının
devletten aylık alan sayın üyelerine, yandaşları­
na gerekli bölüm düşmektedir. Demek ki akçenin ucu
keskin, sivri kargısı "İslama hizmet" için çalıştığını ile­
ri sürerek oy toplamaya, seçim kazanmaya çıkan yüksek
görevlilerin, "adil d ü z e n " çığırtkanlarnın "İslamın ima­
nı "yla -pekiştirilmiş, berkitilmiş gönüllerini kolaylıkla
delebiliyor, bir yanından girip öte yanından çıkabiliyor.
Akçenin gücü " i m a n " ı n üstesinden geliyor. Bu olumsuz
bir gelişmedir, içeriği anlamsızlıkla sulandırılmış kav­
ramların arkasına sığınma eğiliminden doğan, olumsu­
zu olumlu gösterme çabalarından kaynaklanan yüzeysel
yansımadır. 12 Eylül sorumluluları, böyle bir yansıma­
nın gelecekte, ulusun başına ne denli işler açacağını bi­
lemediler, bilmeye bilimsel güçleri yetmedi, yetemezdi.
Onların yaşadıkları dünyaya, ancak omuzlarına yerleş­
tirilmiş sanların, Atatürk'ün yarattığı Cumhuriyet Türkiyesi'nde geçerlik kazanan yetkilerin gözlüğüyle bakı­
lıyordu. Oysa Atatürk böyle düşünmemişti, devrimin ta­
bandan, Cumhuriyet'le gelen kurumları oluşturan bilinç­
li odaktan gelmesi gerektiğini vurgulamıştı. Tarihte bir­
çok büyük önder, büyük devrimci, büyük devlet kurucu
kimseler gelmiş geçmiştir. Ancak, ülkenin geleceğini,
güvenini "gençlik"e bırakan onu devletin koruyucu güç­
lü odağı diye anlayan bir önder daha görülmemiştir.
41
Ulusların tarihlerinde, büyük devrimcilerin bize ka­
lan düşünsel yapıtlarında, yurdun geleceğini yetişecek
gençlere bırakan bir devlet kurucusu bilinmiyor, bilini­
yor diyen beri gelsin. 12 Eylül yetkilileri bu gerçeği an­
layabilecek olgunluk aşamasında değildi. Çok bildikle­
rini, çağın en ileri yönetimlerini çok iyi anladıklarını sa­
nan bu yetkililerin yüreklerini ezen, bilinçlerini kavra­
yış gücünün ötesine iten biricik etken 27 Mayıs olayıy­
dı. Onlar, 27 Mayıs döneminde de, 27 Mayıs'ı gerçek­
leştirenlerin yetiştikleri ocaktaydı, seslerini bile çıkarma­
dan, kimi yerde yalvarmajarla, yakarmalarla durumu
kurtarmaya çalıştılar. Sonra, 27 Mayıs'ın yerlerde sü­
rüklediklerini nerdeyse Atatürk'ün bile ilerisine götür­
meye çalıştılar, sözün kısası uzun süre "musalla taşında
bekleyen" birer " c e n a z e " n i n kaldırıcısı olmanın tadına
varmakla övündüler, kendilerine tarihte bu yolla yer edin­
meye çabaladılar, uğraştılar, didindiler, hepsi bu.
Atatürk'ün, Cumhuriyet'in koruyucu, yaşatıcı gücü
olarak nitelediği "gençlik" toplumun tabanından gelen
bir birikimdir. Bu birikimin yönlendirilmesi, eğitimin
çağdaş uygarlık anlayışının ilkelerine göre olabilir. Bu­
nu çok iyi bilen Atatürk'ün yurdumuzu "çağdaş uygar­
lık düzeyine ç ı k a r m a " n m koşulunu da gençlikte gör­
müştür. 12 Eylül yönetimi, nedense, bu ince görüşü do­
ğal eğilimiyle seziverdi. Açıktan açığa Atatürk'e karşı
çıkmayı göze alamadı. Ne yaptı, işe tabandan, gençlik­
ten başladı, bunun için de " d i n eğitimi"ni gerekli gör-
42
dü. Bu eğitim, eğitim çağında olan kimselere verilebilir,
tabanı oluşturan, ulusun geleceğini güvenceye alan da bu
kesimdir işte. Dine dayalı eğitimin çağdaş olamayacağı,
çağın gerilerinde bol otlu. sulak bir otlama alanı bulaca­
ğı belliydi. Bu sulak, otlak alanı, Adnan Menderes sağ­
lamıştı. Bu yüzden, Atatürk'ün üstün görüşünü kavraya­
cak güçte olmayan eski Osmanlı artıkları Menderes'in
çevresinde toplandılar. Böylece, 12 Eylül yıkımının güç­
lenmesine yarayışlı otlaklar sağlanmıştı. İş, bu bol otlu,
sulak otlaklarda yayılacak sürüleri bulmaya kalmıştı. İş­
te 12 Eylül yetkilileri bu görkemli otlağı bulup sürüleri­
ni yayladılar.
Din, hangi ortamda olursa olsun, kendi değişmez il­
kelerine bağlı kalınmasını, onların eksiksiz uygulanma­
sını ister. İslam dininde, yönetimi ele geçirme, devlet
kurma eğilimi ağır basar. Nitekim Muhammed bir dev­
let kurucusu sayılır. Onun yaşadığı dönemde toplumu
(daha sonra devleti) yönetebilecek kişi "halife", ya da
"imam"dı. Muhammed, kurucu olarak " i m a m " , ondan
sonra gelenler yönetici olarak "halife" sanını taşıdılar.
"Halife" öncekinin yerine geçen, sonradan yönetimi eli­
ne alan, ardıl gibi anlamlara gelir. Bu nedenle Muhamm e d ' e "halife" denmez. Yavuz Selim, Mısır'ı ele geçir­
dikten sonra yönetimi ardılların (halifelerin) ellerinden
aldı, Osmanlıya bağladı, böylece Osmanlı padişahı "ha­
life" sanını da kazandı. Nitekim, 12 Eylül yönetiminin
başı Evren'in Trabzon'da tanıdığı söylenen Necmettin
43
Karaduman, "Meclis Başkanı olur olmaz, Meclis'in ya­
nında bir de cami yapılmasını kolaylaştırdı. Arkasından,
kimi saylavlar, burada " c u m a n a m a z ı " kılmaya başladı­
lar. Bu uygulama Islamda " Halifenin cuma namazı kılması-kıldırması" geleneğinin yüzeysel, bilinçsiz bir saptırmasıydı. Nitekim ANAP başkanının ilk işi, bu cami­
de cuma namazı kılmak olmuştu, sonra Nakşibendi tari­
katı yandaşları saylav seçilince, imamın arkasında top­
lananların sayısı arttı.
Bu olay çok ilginçtir, basınımızın ünlü yazarları,
sözde yetkilileri bu olayın tabanını bilmediklerinden,
Turgut Özal'ın cumhurbaşkanı olduktan sonra, Amerika'dakine benzer bir "başkanlık yönetimi " n d e n yana ol­
masını, bu konuda direnmesini gereğince anlayamıyor­
lar. İslam dinine göre, Muhammed döneminde " i m a m " ,
ondan sonra "halife" sınırsız yetkileri olan "başkan"dır,
toplumu tek elden yönetir, son sözü o söyler. Bu yöne­
tim biçimi yüzeysel görünümde Amerika yönetimine
benzer, içerik bambaşkadır. Bu nedenle "başkanlık" ku­
ramı, îslamın "halifelik" uygulamasına yakındır (sığ bir
yorumla), ayrılıküretim-tüketim ilişkilerinde, toplumsal
kurumların iç yapısında görülür.
Yine çok ince, duyarlı bir konuya değinelim. Osman­
lı yönetimi dine dayalıydı, ancak ilk dört padişahın dı­
şında, hepsi (padişahların) " S ü n n i " görüşe dayanıyordu.
(Üçüncü Selim, Abdülaziz, Beşinci Murad dışında. Bu
padişahlardan ikisi Mevlevi, Abdülaziz Bektaşi diye bi44
linir). Oysa bütün padişahlar (adı geçenler dışında, ilk
dördü, son üçü) tarikatçıydı, bu tarikatlar da " Sünni "ydi.
Osmanlı yönetimi (padişah) bu inceliği sezdi, onun için
şeyhülislamlık kurumunu oluşturdu. Padişah "tarikat­
ç ı " olabilirdi, ancak şeyhülislam olamazdı. Durum, gö­
rünüşte, kurtarıldı. 12 Eylül yöneticileri, çok iyi bildik­
lerini sandıkları bu gerçekleri duymadıkları için, öğre­
tim kurumlarında " d i n " e yer verilmesinden yana ağır­
lık koydular. Bunun sonucu, "Nakşibendi tarikatı" yan­
daşları ağırlık kazandı. (İlim Yayma Cemiyeti bu tarika­
tın elindedir, çoğunlukla). Durum ne oldu, 12 Eylül yö­
netiminin üstün, Atatürkçü örtüsüne bürünerek "Nakşi­
bendilik" Çankaya'ya değin tırmandı, önce gizlice, son­
ra açıkça. Bu tarikatlara göre toplumun en yüksek görev
aşamasında bulunan kimsenin " S ü n n i " , dolayısıyla,
"ehl-i ibadet" olması gerekir. İşte, bugün, ülkemizde
" c u m a namazları"nın sığmağına böyle girilir. 12 Eylül
yönetiminin güçlendirdiği "Nakşibendilik" tarihin bü­
tün evrelerinde, bugün ülkemizde görülen, etkinlik aşa­
masına ulaşamamıştı. Doğu Anadolu'da yaşanmış ayak­
lanma olaylarının büyük öncülerinin hepsi "Nakşiben­
d i ' y d i . Kürt yurttaşlarımızın bugün PKK yanında bulu­
nanların, nerdeyse hepsinin, büyükleri "Nakşibendi'ydi.
12 Eylül yetkililerinden birinin büyük babası Trabzon'un
Akçaabat-Vakfıkebir ilçelerinden Merzifon'a göçen bir
kişinin torunudur (bu ilginç olayı burada değil, başka bir
yazımızda açıklama gereği duyduk). Durum pek iç açı-
45
cı değil, yetkililer görünüşte kurtarıcı, ancak birbirleri­
nin düşünsel inançla bağlantılı kökenlerini bilmedikle­
rinden, uçurumun sisleriyle kapalı yolunu da göremedi­
ler.
Osmanlı yönetiminden beri, istanbul'un Fatih yöre­
si, tarikatçıların ağırlık gösterdikleri bir alandır. Bu alan­
da Nakşibendilik, Halvetilik, Rifailik gibi kuruluşlar et­
kilidir. Karagümrük yöresinde, Kadirilik varsa da yay­
gın, etkin değildi, ikinci Abdülhamid döneminde, " d e ­
lidir" nedeniyle Toptaşı tımarhanesine atılan, Said-i Nursi (Bediüzzaman) da koyu bir Nakşiydi, sonradan adının
" n u r " (gerçekte Nors, bir köydür Doğu'da) sözcüğünden
dolayı " N u r c u l u k " adlı kuruluşun öncüsü sayılmıştır,
yanlıştır. Bu kişi, gerçekte, Doğuda "bağımsız bir Kürt
devleti" kurmaya yönelik girişimlerin "silahlı öncüleri"ndendir. Nitekim, Necib Fazıl Kısakürek'in çıkardığı
"Büyük D o ğ u " dergisinin besleyici kaynağı da Said-i
Norsi'nin (gerçek adı budur, Nors köyünden gelen Said
demektir) çevresinde toplananlardır. Bu kişi, oy toplamak
düşüncesiyle, Menderes döneminde büyük ilgi görmüş­
tür. 12 Eylül yetkililerinin, Said-i Nursi'nin özlemleri
doğrultusunda, eğitim kurumlarına "din kültürü" ya da
" d i n dersi" koyma gereğini duymalarının tabanında, bu
yeterince bilinmeyen, örtülü eğilimlerin derin izleri var­
dır.
Din birey için gerekli olabilir, toplumların düşünsel
yapısına göre, yararlı olduğu çağlar da vardı. Ancak, uy46
www.cizgiliforum.com
enginel
garhğın hızlı gelişimi, yaratıcı devrimleri, doğurucu gi­
rişimleri karşısında olduğu gibi kalmayı ilke edinen bir
inancın kendi kendine kuyu kazdığından da kuşku du­
y u l m a m a k Bir inanç kaynağında ne denli güçlü olursa
olsun, gelecekteki yaşamını benimsemediği bir uygarlı­
ğın verileriyle bağlamışsa, onlarla sürdürmekten başka
yol bulamıyorsa, çökmeye, yıkılmaya yönelmiş demek­
tir. İslam böyle bir döneme, Ortaçağın bitiminden sonra
girmiş, belli alanlarda gerici olsa bile, kilisenin başarı­
larını sağlayamamış, onlar karşısında yenik düşmüş ezik
kalmıştır. Kutsal saydığı " z e m i n " i bile " g â y u r " u n yap­
tığı kapta saklayan, başka ülkelere götüren, yakınlarına
sunan bir dinin tabanında beliren büyük çatlakları gör­
mezden gelmek sarsaklıktan öte bir anlam taşımaz. Bu­
gün İslam dini, alanlarda, kalabalıklarda dinlediğimiz,
gördüğümüz gibi, hep "gâvur kasetleri"yle yayılmaya
çalışıyor, var olduğunu kanıtlamaya çabalıyor. 12 Eylül'ün, İslama en büyük yardımı da, "gâvur buluşuyla
beslenme" eğilimini yasallaştırmasındadır. Türk din gö­
revlilerinin aylıklarını Suudi Arabistan'ın ödemesini ola­
ğan karşılayan 12 Eylül yetkilisinin tutumu, çağın uygar­
lık gelişimlerini göremeyen gözleri bunun kanıtıdır. 12
Eylül yönetimi, bütün atıp tutmalarına, güçlü görünmek
istemelerine karşın Trabzonlu genç bir ozanın, bir şiirin­
den korkarak, eli ayağı titreyerek Türk Dil Kurumu'nu
kapatmıştır, bir yönetim için bundan daha acınası işlem,
bundan daha güldürücü eylem olabilir mi?
47
TÜRK-tSLAM SENTEZİ
Son yıllarda, özellikle 1950 yönetiminin egemenli­
ği altına girişin ardından, islamcı çevrelerde, "Türk-Islam sentezi" başlıklı bir akım oluşturulmak istendi. Bu
akımın öncülerinin çoğu, Türkiye'ye sonradan gelen,
geçmişleri komşu ülkelerde kökleşen kimselerdir. Bun­
ların önemli bir bölümü tarihçidir, adlarını burada anmak
istemiyoruz. Bunlara göre Türk denen insan ancak islam
inançlarını benimsedikten sonra yerleşik yaşama düze­
nine geçmiş, uygarlığa ilk adımım bu geçişle atmıştır.
Türkün anayurdu, atalarımın ocağı Orta Asya'dır. Türk­
ler, sonraları büyük-geniş yaylalardan büyük obalara bö­
lünerek B a t i ya göçmeye koyulmuş, Çin'den Avrupa or­
talarına değin değişik bölgelerde birçok devlet kurmuş­
tur. Bu Türk devletlerinin bilinen en güçlü kolu Hunlar'dır, başlarında Avrupa'yı sarsan Attila vardır. Bugü­
nün Avrupasinda yaşayan Macarlar, Bulgarlar, Peçenekler, Kumanlar eski Türk boylarının torunlarıdır, bu ad­
larla anılan ülkeler de eski Türk yurtlarıdır, dolayısıyla
bu ulusların kökenleri Türk'tür, kiminin adı sonradan
değişmiştir, bu da Hıristiyanlık'ı benimsemelerinin so­
nucudur. Özellikle Doğu Avrupa devletlerinin çoğu Türk
kökenlidir. Şimdi bu görüşü birçok tarihçinin benimse­
diğini biliyoruz. Başta Bulgarlar, Macarlar, Çekler olmak
üzere birkaç Avrupa topluluğunun Türk kökenli ya da Or­
ta Asya çıkışlı olduğu onaylanmaktadır. Bu sorun tartı-
49
şılmış, değişik görüşler öne sürülmüş, ancak Doğu'dan,
Asya'dan gelip Balkanlar'a yerleşen büyük konar-göçer
toplulukların varlığı, etkinliği yadsmmamıştır. Biz, bu­
rada bu konunun ayrıntılarına girmeyeceğiz, üstelik bi­
zim için, burada, gerekli-değildir. Ancak, kendilerini
" T ü r k ç ü " , " İ s l a m c ı " diye niteleyen Türk aydınlarının
hepsi bu konuda birleşir; kimi Türk'e kimi İslama üstün­
lük tanır, o da ayrı bir sorundur.
Türkler, ancak Arap komutanı Kuteybe'nin Asya'ya
özellikle Uygurlara saldırmasından sonra İslam dinini
benimsemeye başlamışlardı, ondan önce doğa dinlerin­
den birine bağlıydılar, bunu Orkun Yazıtlarından, KülTigin'in sözlerinden öğreniyoruz. Bir başka görüşe gö­
re de Türkler " Şaman inançlarına" bağlıydılar. Bu da çok
Tanrılı bir inanç öbeğidir. Demek, Türk topluluğu İslam
inançlarıyla ancak 8. yüzyıl başlarında karşılaşmıştır. Bu
karşılaşma daha çok Batı Türk boylarıyla olmuş, GökTürk topluluğu bundan pek etkilenmemiştir. Burada il­
ginç olan yan Türk topluluklarının İslam inançlarıyla
alışveriş işine girmeleridir. İşte Türk-İslam sentezi yan­
daşlarının konuyu başlattıkları evre bu " İ s l a m l a ş m a "
dönemidir. Türkler, İslam inançlarıyla karşılaşmadan,
yakınlık kurmadan önce, başka topluluklarla pek karışıp
kaynaşmış değillerdi, kendilerinde bir "soy arınmışlığı"
vardı, bu da onların yüksek yaylalarda konar-göçer ol­
maları yüzündendi. Bu Türk topluluklarında yerleşik ya­
şama düzenine geçişle başka topluluklarla karışma ey-
50
lemi de başlamıştır. Eski Türk topluluklarının soy bakı­
mından, kan yönünden saltlığı, annmışlığı gittikçe yok
olmuştur, işte İslamcıların savundukları savlardan biri de
budur: Islamı benimseyen Türkler hızla uygarlaşmaya
başlamışlar, yerleşik yaşama düzenine girmişler, büyük
devletler kurmuşlardır.
Türk-İslam sentezi yandaşlarının en güçlü, en sağ­
lıklı dayanağı bu anlatılan olaydır, bunda tarih bakımın­
dan gerçeğin etkinliği yadsınamaz. Ancak bütün Türk­
lerin islam inançlarıyla uygarlaştıklarını savunmak da
pek tutarlı değildir. Nedeni de bu " i s l a m l a ş m a " girişim­
lerinin başka topluluklarla karışıp kaynaşma sorununu
gündeme getirmesidir. Türkler İslam inançlarıyla yakın­
lık kurmaya başlayınca, bu adı geçen karışıp kaynaşma­
lar da hızlanmıştır, bu tartışma götürmeyen bir olaydır.
Türk topluluklarının büyük obalar durumunda B a t i y a
göçmeleri İslam inançlarıyla tanışmalarından çok önce­
dir, bu göçüşler genellikle Rusya yaylalarından, ovala­
rından geçerek gerçekleşmiştir. Bugün Doğu Avrupa
uluslarının Türk ya da Orta Asya kökenli sayılanları çoktanncıydı, sonraları Hıristiyan inançlarını benimsemiş­
lerdir. Önceden onların Müslümanlıkları söz konusu de­
ğildir. Anadolu'ya göçen Türk topluluklarının ise (11.
yüzyılla başlayan akınlara katılanlar) hepsi Müslümandı. Bunların en güçlüleri, Anadolu'nun "Türkleşmesi"ni
gerçekleştireni Selçuklular olmuştur. İmdi ortada iki du­
rum vardır: Asya'dan Anadolu'ya gelmeden önce Islamı
51
seçen Türkler, yine Asya'dan Batı Avrupa'ya göçtükten
sonra Hıristiyanlaşan Türkler, Türk-İslam sentezi yan­
daşlarının üzerinde önemle durdukları sorun, birincisi­
dir.
Burada konuya açıklık, anlaşılmada kolaylık sağla­
mak amacıyla yeniden " İ s l a m ' kavramına, bu kavramın
içerdiği inanç odağına dönelim, bir açıklamayla soruna
yaklaşalım. İslam sözcüğü İbrani dilinde geçen " s a l e m "
kökünden gelir. O dilde " k u r t u l u ş " , " g ü v e n " , "sağlam­
lık", "sağlığa kavuşma" gibi değişik anlamları içeren bu
"salem-salam-salm" sözcüğü Arapçaya geçerken epey­
ce anlam değişikliğine uğramıştır. Nitekim, daha önce­
leri Arapçada, şimdiki anlamda böyle bir sözcük yoktu.
Arapçada bu sözcük salt bir din kavramıdır, köken anla­
mını yitirmiştir, insanla Tanrı arasındaki tinsel bağlantı­
yı vurgular, sayısız yoruma uğratılır. Sözgelişi bir nes­
neyi başkasına vermek, bırakmak, adamak, ödünç ola­
rak yanında saklamak, kendini birine vermek, özgürlü­
ğünden, bağımsızlığından geçmek, kadının kendini er­
keğe vermesi, onunla yatması, dölleşmesi, tutsak olma,
güvence sağlama, T a n r i y a bağlanma, birinin ardından
gitme gibi genelde dinle ilgili anlamsal yorumlara çeki­
lir. Bu yorumların hepsine din açısından bakılır, burada
o da önemli değil.
İslam sözcüğünün kökeniyle ilgili bağlantılı olma­
dığını, Arapçada ayrı bir içerik kazandığını vurguladık­
tan sonra etki alanını görmeye çalışalım. Bu sözcük, bir
52
din kavramı olarak, Peygamber'in ortaya çıkışıyla, Tan­
rısal buyrukları çevresine bildirmesiyle, sözün kısası
" Müslümanlık" ı yaymakla görevlendirilmesiyle günde­
me getirilmiştir. İslam dininde, bu sözcüğün içerdiği an­
lamlar birer koşul, birer kural niteliği taşır; bu nedenle
bu sözcük yönlendirme, biçimlendirme karşılığındadır.
İslam denince, Muhammed'le gelen, insanları bir bütün­
lük içinde anlayan din söz konusudur, daha açığı bir
inançlar birikimidir, yalın anlamlı değildir. Bu biriki­
min, birer Tanrısal buyruk niteliğinde düşünülen öğele­
ri şunlardır: Tanrının birliğine inanmak, namaz, oruç,
hac, zekât. Bunlara "İslamın beş koşulu" denir. Bu ko­
şullara uymayan, bağlanmayan, bu koşulların genel içe­
riğini benimsemeyen bir kimse İslam kavramının dışın­
da kalır, " M ü s l ü m a n " olamaz. İş bununla bitmez. Tüze,
aktöre, yasa, uygulama, yaptırım, yönetim, birlik, bütün­
lük, doğruluk, bilim gibi daha nice vurgulama bu sözcü­
ğün kabuğu içine alınır, böylece " İ s l a m ' sözcüğü geniş
kapsamlı bir kurum niteliğine bürünür.
Bu kurumun başlıca özelliği "değişmezlik"tir. Yu­
karda sayılan, İslam sözcüğünün kapsamı içine giren
öğelerin birini bile değiştirme olanağı yoktur, hepsini
gündemde tutmak, onlara uymak dinin getirdiği kesin,
tartışılmaz bir yasa durumundadır. Sözün kısası İslama
ne bir nesne eklenebilir, ne de ondan bir nesne çıkarıla­
bilir. Sözgelişi sağlık bakımından, geçim yönünden
önemli bir sakınca yoksa namazı azaltmak, oruç tutma-
53
mak, hacca gitmemek, bir sevgiliyi Tanrı yerine koymak
gibi işlemler yapılamaz mı? Yapılamaz, Kuran bu tür iş­
lemlerin hangi koşullar altında sürdürüleceğini kesinlik­
le vurgulamıştır, bu vurgulama değiştirme şöyle dursun
tartışma konusu bile edilemez. Bu niteleyici, belirleyici
bir özelliktir. Bu özelliğin görülmediği, bilinmediği yer­
de İslam sözcüğünün anlamı yoktur.
Kuran İslam sözcüğüyle yansıtılan inanç kurumunun
anlamını, kapsamını, içeriğini oluşturan kurucu öğeleri
kesinlikle saptamıştır, belirlemiştir. Bir düşünür, ne den­
li güçlü olursa olsun, Kuran'ın öngördüğü koşulların öte­
sinde bir din öneremez. İslam konusunda yapılması, dü­
şünülmesi, anlaşılması gereken ne varsa hepsini Kuran
ortaya koymuştur. Bu nedenle, bir Müslüman için düşün­
mek Kuran'ın gösterdiği yolda yürümek demektir. Ku­
ran'ın özüne aykın gelen bir kurum, bir görüş İslam kav­
ramının içine sokulamaz. Aşın İslamcı düşünürlere gö­
re, İslam dini istenç özgürlüğünü, us egemenliğini değer­
lendirmiş, geçerli kılmıştır. Bu tutarlı bir sav değildir, is­
tenç özgürlüğü, us egemenliği Kuran'la çizilmiş çizgiler
içindedir, belirlenmiş yargılara, önyargılara göredir. Bun­
ların dışına çıkan karşısında ölümü bulur. Nitekim İslam
tarihi boyunca öldürülen yazarların, düşünürlerin, ay­
dınların hepsi Kuran yargılarını, İslam koşullarını aş­
makla, çiğnemekle, İslamdan sapmakla suçlanmıştır, yi­
ne Kuran yargılarına göre öldürülmüştür. Peki, burada,
düşünme istenç özgürlüğü nerdedir? Yanıtı açık: Ku-
:S4
ran'ın gösterdiği çizgiler içinde, bir İslamcıya göre Tan­
rı insanı yaratmıştır, ona us, istenç vermiştir, bunları da
düşünmek için vermiştir. Peki hangi koşullar altında bu
yetkileri kullanarak düşünebilir insan? Kuran'ın, Tanrı­
nın gösterdiği yolda, uygun bulduğu anlayış ortamında.
İslam anlayışı felsefeye karşıdır, nitekim bugün övünü­
len İslam bilgelerinin hepsi çağlarında suçlanmış, dine
aykırı davrandıkları ileri sürülerek kınanmıştır.
İmdi "İslam' sözcüğünün bu genel niteliklerini açık­
ladıktan sonra, gelelim " s e n t e z " kavramına. Bu kavram
Batı dillerine eski Yunancadan, Türkçeye de Batı dille­
rinden geçmiştir. Sözcüğün açık anlamı şöyledir: Birleş­
tirme, uzlaştırma, yan yana getirme, kaynaştırma, bütün­
leştirme, dizileme, bağdaştırma, birlikte koyma, birlik­
te öne sürme, bitiştirme, birbiriyle katıp karıştırma
(uyum sağlama). Bu süzgünün ilk bölümü " s y n " birlik,
bütünlük, topluluk gibi anlamları içerir. İkinci bölümü
" t h e s e " ise koyma, yerleştirme, taban oluşturma, yere
oturtma gibi anlamlarda söylenir. Bu iki sözcüğün bir­
leştirilmesinden oluşan " s y n t h e s e " , dilimizde "sentez",
kullanıldığı bilimsel alana göre yorumlanır. Ancak ke­
sin anlamı birleştirme, uyum sağlama, iki ayrı düşünce­
den bir düşünce, bir görüş oluşturma, düşünsel bakım­
dan yeni bir öğe üretme, iki ayrı düşünsel öğeyi bir odak­
ta toplama. Sözcüğün yorumlamasıyla anlam alanının
genişlemesi doğaldır, ancak oluşturucu öğelerin birleşe­
rek yeni bir bütün yaratma gereği vardır. Başka bir an-
55
lamda, sentez düşünsel üretimle sağlanan yeni bir buluş­
tur. Bir felsefe kavramı olarak " s e n t e z " daha değişik bir
anlam içerir, değişik çığırların, değişik görüşlerin ürün­
lerinden kurulu yeni bir düşünsel bütün diye açıklanır.
İmdi, bu kısa açıklamadan sonra, Türk-İslam sente­
zi konusuna gelelim. Böyle bir sentezin gerçekleşmesi
için, önce Türk'ün yukarda anlatılan "İslam' kavramı­
nın içeriğini değiştirerek, ona yeni bir katkıda bulunma­
sı gerekir. Peki kökeninde değişmezlik, kesinlik bulunan,
bütün değişmelere karşı çıkan bir din kurumuna Türk'ün
yapacağı katkı ne olabilir ki bir " s e n t e z " ortaya çıksın?
Türk, bu değişmeden İslama ne katabilir, onun neresini
değiştirerek yeni bir bütün, yeni bir birikim oluşturabi­
lir? Türk, İslama yardımcı olmuştur, onun yayılmasın­
da, tutunmasında, güçlenmesinde büyük emek tüketmiş­
tir, büyük özveriler göstermiştir, ancak ona " s e n t e z "
kavramıyla açıklanabilecek bir katkıda bulunmamıştır.
Cami, mescit, çeşme, sebil, han, imaret, kervansaray,
hastane (darüşşifa), türbe gibi genelde dinle ilgili yapı­
ları kurmak " s e n t e z " anlamına gelmez.
Selçuklu, Osmanlı devletleri Müslümandı, bu dinin
etkisi altında birçok ürün ortaya koydular, özellikle sa­
nat alanında çağlarına göre büyük, üstün başarılar gös­
terdiler, uygarlığa belli alanlarda katkıda bulundular. An­
cak bu saygıdeğer başarıları " s e n t e z " değildir. Sözgeli­
şi Osmanlı ozanlarından birinin şiirlerini, sanatta, üstün
bir yere koyabiliriz, başarılı sayabiliriz, ancak bunu han-
56
www.cizgiliforum.com
enginel
gi "sentez"le açıklayabiliriz? İslam denince anlaşılan
Kuran'la gelendir, buna Türk'ün düşünsel alanda katkı­
sı ne olabilir ki " s e n t e z " niteliğinde yorumlansın? Türk
kökenli düşünürler, yazarlar, ozanlar, sanatçılar (mimar,
ressam, hattat bg.) İslam kavramının kapsamına giren ko­
nuları işlediler, ürünler verdiler, ancak bunlar birer "sen­
t e z " değildir, ortada bir Kuran'la düşünürün görüşünü
uzlaştıran yeni bir ürün görülmüyor. İmdi Mimar Sinan
Süleymaniye Camii'ni yaptı diye, bunu " İ s l a m ' kavra­
mının düşünsel kapsamında bir " s e n t e z " olarak görmek
doğru değildir. Nedeni de bu ünlü yapının nesnel bir var­
lık oluşudur. Bu tür örnekleri istediğimiz nicelikte çoğal­
tabiliriz. Sözgelişi bir Hind-îslam sentezi düşünülebilir,
onun ardından Ispanya-İslam, Iran-İslam, Mısır-İslam,
Pakistan-lslam, Kuzey Afrika-İslam sentezleri günde­
me getirilebilir. Ancak, bilimsel gözlükle bakılınca, bi­
zim Türk-lslam sentezi yandaşlarının ekmeğine yağ sü­
recek bir sonuca varma olanağı bulunamaz.
Bu konudaki yanılmanın kaynağı, sorunlara bilinç­
li bir anlayışla yaklaşılmamasıdır, ortada kavram karga­
şalığından yararlanma vardır. Süleymaniye Camii'ni ya­
pan mimar Müslümandır (sonradan), dolayısıyla Osman­
lı uyruğundadır, ancak yaptığı yapı İslam değildir, İslam
ortamında yaşayan bir topluluğun ürünüdür, daha açığı
Müslüman bir aydının yapıtıdır. Taç Mahal, İslam inanç­
larının çevresinde ortaya konmuş bir üründür, dolayısıy­
la Müslüman bir aydının yapıtıdır. Bunu "İslam' kavra-
57
minin kapsamına alarak açıklama yanıltıcıdır. Nedeni de
bu yapısal biçimlenmelerin kaynağı islam kavramı kap­
samında değildir, îslamın ortaya çıkışında böyle bir ya­
pı geleneği bilinmiyordu. Islamm doğduğu yörede bir mi­
marlık anlayışının varlığını kanıtlayacak bir belgemiz
yoktur. Böyle bir mimarlık gelişiminde Hindistan'da gö­
rülen "stupa"ları, Iran yapılarını (Islamdan önce), Hıris­
tiyan yapılarını, sözgelişi, Ayasofya'yı nereye koyacak­
sınız? Daha doğrusu bugünkü "islam s a n a t i ' n ı hangi Is­
lama özgü kaynaklara dayanarak açıklayacaksınız? Bu
başarılar İslamın mı, yoksa Islamı benimsemiş topluluk­
ların mı? Bütün sorun burada odaklaşıyor, yanıtı da is­
lamcı anlayışla bakılırsa, çok güçtür. Gerçek şudur, is­
lam inançlarını benimseyen ulular, islamın yayılması,
tutunması için büyük başarılar sağladılar, büyük ürünler
ortaya koydular, ancak bunlar islam kavramının, içeri­
ğiyle kapsamıyla bağlantılı değildir, nedeni de böyle bir
sanat anlayışının İslamda bulunmayışıdır.
İslamcı aydınların yanıldıkları önemli bir konu da­
ha var, o da ortaya konan ürünün özgünlüğünü, İslam söz­
cüğünün içerdiği dinci anlama bağlamalarıdır. Burada
din içerikli anlamla sanatta özgün yaratıcılık birbirine ka­
rıştırılıyor. Sözgelişi Anadolu'da büyük su kemerleri, bü­
yük tiyatrolar vardır. Bu tiyatroları yapanlar Anadolu
yerlileri iseler de, yaptıran yöneticiler ya Roma'lıdır ya
da ona komşu bir toplum. Selçuklu, Osmanlı dönemle­
rinde yapılan su kemerleri Müslüman aydınların ellerin-
58
den çıkmıştır, ancak Ìslam ülkelerinde, İslamla başla­
yan, salt Islamm buluşu denebilecek böyle bir yapı ge­
leneği yoktur. Bugün, kimi İslam ülkelerinde bulunan ti­
yatro, sinema, resim, yontu, mozaik kabartma, müzik,
felsefe, fizik, kimya, gökbilim, tıp, matematik ile ben­
zeri bilimler, sanatlar, doğa bilimleri köken olarak İslam
sözcüğünün kapsamı dışındadır. Kuran'da birkaçının adı
geçer, hepsi bu. Bu bilimlerin hangisi İslam kavramının
kapsamından çıkmıştır? Türk-İslam sentezi yandaşı bu
soruya güvenilir bir yanıt veremez, işi kavram oyuncu­
luğuna çevirerek geviş getirir. Öte yandan, yine bu ay­
dınlar, İslamın yasakladığı buluşlarla övünmeyi de bir be­
ceri sayarlar. Daha önce, Şeyhülislam Ebussuud Efendi'nin yargılarından söz etmiş, yasaklarından örnekler
vermiştik. İslam dini "suref'i, bir yaratığın benzerini, be­
timini (resmini, yontusunu) kesinlikle yasaklamış, hep­
sini birer " p u t " saymıştır. Buna karşın, Selçuklularda,
Osmanlılarda bu yasakların dinlenmediği, İslam kavra­
mının dışına çıkıldığı biliniyor. Selçuklularda, Osman­
lılarda resim (minyatür), kabartma (hayvan, bitki), yazıresim (başlıca konu insandır), mezar taşlarında kabart­
malı, bitki-hayvan süslemeleri yaygındır. İmdi bu insan
başarılarını, Islama karşın ortaya konan sanat ürünlerini
Türk-İslam sentezi içinde açıklama olanağı varını? Sağ­
lıklı bir baş, bir sağduyu İslamın yasakladığı bir başarı­
yı yine İslamda açıklayabilir mi?
Türk-İslam sentezi savunucularının başlıca düşün-
59
cesi, Anadolu'da ortaya konan, genelde, 11. yüzyddan
sonra başlayan, bütün basanların İslam kökenli, İslam et­
kili olmasıdır. Oysa, biraz derinliğine düşünülürse, bu ba­
şarıların çoğu İslamın özüne aykırıdır. Sözgelişi çalgı,
oyun, ezgi İslamla bağdaşmaz. Oysa, Anadolu insanla­
rının, özellikle kırsal kesimlerde yaşayanların, en önem­
li başarıları bu yasaklanan alanlarda görülüyor. Halk ya­
zının ilginç ürünleri bu yasak kesim ortamında sergilen­
miş, yeşermiştir. Mimarlık alanında görülen üstün nite­
likte yapıtların kökeni de ilkçağ Anadolu uygarlığından
beslenen bir geleneğin gelişim çizgisi üzerindedir.
Türk tarihi konusunda düşünmek, onun gelişim doğ­
rultusunu izleyerek, Türk insanının uygarlık alanındaki
başarılarını sergilemek gerekirse, varılacak sonuç Türkİslam sentezine çok ters düşer. Bugün, elimizde bulunan
nesnel belgelere göre, Türk en büyük başarısını Anado­
lu'da göstermişti, en güçlü en uzun yaşamlı devletini
Anadolu'da kurmuştur. Anadolu Türkü'nün hepsi İslamdır, ancak önemli bir bölümü yine bu " İ s l a m ' kavramı­
nın içeriğiyle bağdaşmadığı söylenen başka bir inanca
bağlıdır. Bu bölüm, İslamdır, "Alevi "dir diye nitelenir,
suçlanır. Bu suçlama da bugün Türk-lslam sentezini sa­
vunan öbeğin bağlı bulunduğu "Sünnilik"ten kaynakla­
nır. Sünni Osmanlı yönetimi Alevilik'i sapkın, dinden
çıkmış,azmış saymış, onbinlerce Alevi yurttaşın kanına
ekmek doğramıştır. Oysa bugün adı geçen İslamcı top­
luluk bu sapkın sayılan kimselerin özgün ürünlerini de
60
kendi ortamında gösterir. Sözgelişi, Hacı Bektaş Veli bi­
le onların ermişidir (Sünnidir). Bu yılışık çelişkiyle bir
yere varılmaz. Demek ortada olumsuz etkisi sezilmemiş
bir bilinç bulanıklığı vardır bu nedenle bütün başarılar
Tanrf ya bağlanmıştır, işte yine bu bilinç bulanıklığı bu
saptırıcı-dinci girişim ülkemizde bir tarih bilincinin do­
ğup gelişmesini engellemiştir. Bu engelleme nedeniyle
bütün toplumsal olaylara İslamcı gözlüğüyle bakılmak­
tadır.
Türk-lslam sentezi düşüncesinin Türk tarihi bakl­
anından çok sakıncalı, tutarsız bir gelişim çizgisi üzerin­
de olduğunu görüp göstermek kolaydır. Türkler Anado­
lu'da 11. yüzyılda egemenlik kurmaya başlamış. Anado­
lu'nun bütününü neredeyse dört yüz yıla yakın bir süre­
de ele geçirmişlerdir. Daha önce Anadolu Hıristiyandı.
Türk değildi, karışık insan topluluklarının yaşadıkları
bir yerdi. Anadolu'nun ilk yerlileri de tarih öncesinden
günümüze değin gelen kimselerdi, biz onların torunları­
yız, çok değişik kökenlerden gelenlerin karışımından
oluşmuş bir bütünüz, böylece Türküz. Bu Türk Anado­
lu demektir.
İmdi, tarihe böyle dinci biracıdan bakılırsa, Anado­
lu ancak 11. yüzyıldan sonra " b i z i m " olmuştur diyebi­
liriz. Bu " b i z i m " sözcüğü de Türk-lslam sentezi sonu­
cu "Müslüman Türkiye" anlamındadır. Peki üzerinde
yaşadığımız bu topraklar kimindir? Biz bu topraklar üze­
rinde belli bir yılla oturmaya başlayan göçebeler miyiz?
61
Türklerden önce Anadolu'da yaşayan insanlar ne oldu­
lar, onların torunları kalmadı mı, soyları sürmedi mi?
Anadolu'yu Müslüman Türkler kimlerden aldılar, bu al­
dıkları insanlar ne oldular? Anadolu 11. yüzyıldan son­
ra " b i z i m " olmuşsa, bu toprakların gerçek egemenleri,
gerçek iyeleri (sahipleri) kimlerdi, şimdi bu toprakları
bizden isterlerse vereceğimiz karşılık ne olabilir? Bu tür
soruların benzerlerinin karşılıklarını bugün Almanya'da
"Hitlerci dazlaklar" vermeye çalışmaktadırlar, işte Bi­
rinci Dünya Savaşı yıllarında, bütün Avrupa uluslarının
Türkleri Avrupa topraklarından çıkardıktan sonra, Ana­
dolu'yu bölüşmek, Türkleri geldikleri yerlere sürmek is­
temelerinin başlıca nedeni buydu. Yunan ordularının,
bütün Avrupa topraklarından çıkardıktan sonra, Anado­
lu'yu bölüşmek, Türkleri geldikleri yerlere sürmek iste­
melerinin başlıca nedeni buydu. Yunan ordularını, bütün
Avrupa uluslarının yardımlarıyla, Polatlı yakınlarına ulaştıran böyle sarsakça, savruk bir anlayıştı. Bir ulusun
varlığını inandığı dinle bağlantılı kılmak, tarihini diniy­
le başlatmak, yalnız sağıltım görmesi gereken bilinçsiz
sayrıların işi olabilir, bu da ülkemizde olmuştur. Yugos­
lavya'da kesilen Müslümanlar oranın yerlileridir, oraya
Anadolu'dan, Arabistan'dan gitmediler. Buyursun islam­
cı sürüler kurtarsınlar onları, dindirsinler, iniltilerini. Ne­
den hep Türkiye yardımcı olsun, Sırbistan Müslümanlarını kurtarsın deniyor. Nerde îslamın Tanrı yardımıyla
yeryüzünü sarsacak orduları, nerde Arabistan petrolleri-
62
ni sömüren Avrupa karşısında kuyruğunu kıvırıp oturan
görkemli Arap şeyhleri? İşte Türk-İslam sentezinin ta­
banı da böyledir. Sen üzerinde yaşadığın, İslam olmak­
la övündüğün toprağın tarihine karşı çıkıyorsun, onu
kendinden saymıyorsun, sonra dönüyorsun "toprakları­
mızda gözleri var" demek saçmalığını gösteriyorsun. Bu
saçmalıklarla Avrupa aydınının, uygarlığın karşısında
yerin yoktur.
Burada bir tarih kuramı, sözde yeni bir görüş sergi­
lenmek isteniyor, bu bilimsel bir anlayış tabanına otur­
sa sevindiricidir, ancak bu görüşü ileri sürenlerin hızla
bilimden kaçtıklarını görüyoruz, kendilerini yakından
tanıyoruz. İmdi, bütün duygularımızı, usla bağdaşmayan
eğilimlerimizi, gücümüz yettiğince bir yana iterek düşü­
nelim. Hepimiz, inansak da, inanmasak da Müslüman bir
bireyler topluluğu içinde yaşıyoruz. Geçmişten gelen
birtakım geleneklerimiz, alışkanlıklarımız, uygulamala­
rımız vardır. Bunları eleştirebiliriz, yetersiz görebiliriz,
gereksiz sayabiliriz, ancak hepsini birden kaldırıp atama­
yız, kendimizi birden bire bir boşluğa bırakamayız. Çev­
remizde toplanan, bizimle komşuluk kuran, yakınlık sağ­
layan, az çok düşüncelerimize katılan insanlar vardır,
gönüldeşlerimiz, arkadaşlarımız vardır, bunların hepsin­
den kopmamıza da gerek yoktur. Ancak düşünen, bili­
min, uygarlığın tadına varan bir kimse için geçmişten ge­
len değişmezliklere bağlanmak da saçmalıktır. Geçmi­
şimize, geleneklerimize, alışkanlıklarımıza saygı göste-
63
receğiz, hepsini tepmeyeceğiz, onlara bilinçsizce de bağ­
lanmayacağız. Ben bunları yazarken kendimi, geçmişi­
mi, çevremi düşündüm, belleğimin çekmecelerini açtım,
ne varsa ortaya döktüm. Şu sonuca vardım: ben, geçmi­
şine saygı duyan, ancak sarsakça, savrukça bağlanan bir
kimse değilim. Anamın, babamın, dedemin, ninemin,
bütün büyüklerimin inançlarına, davranışlarına, uygula­
malarına saygılıyım, onların anısına istediklerini de yap­
mayı kendime bir insanlık borcu diyebilirim. Öte yan­
dan onların inandıklarına inanmıyorum, onları gerçek
saymıyorum. Onlarla ortak bir geçmişim, ortak bir çev­
rem vardır, kendim onlara borçluyum, onlar olmasalar­
dı ben de olmazdım.
Yukarda söylediklerimle şimdiki durumum arasın­
da bir karşılaştırma yaparsam çelişkilere sürüklendiği­
mi anlarım, bu çok kolay. Ancak, bu çelişkiler bende,
kendi kişiliğimi yansıtan, biçimlendiren düşüncelerin
doğmasına, gelişmesine engel değildir. Geçmişime duy­
duğum saygı geçmişimi olduğu gibi uygulamamı gerek­
tirmez. Ben, geçmişini belleğinin çekmecelerine yerleş­
tirerek çağının bilimsel, düşünsel odaklarına inanan, bağ­
lanan bir insanım. Bu durum, ilk bakışta kötü bir çeliş­
me sayılabilir, ben öyle düşünmüyorum. Üretici düşün­
menin boyutları vardır, bu boyutların birincisi yönlendi­
rici olan, geçmişten geleceğe doğru gelişim çizgisi üze­
rinde uzanandır. Bu gelişim çizgisi kopuksa, geçmişin
yaratıcı düşünme odaklarıyla bağını sürdüremiyorsa atıl64
ması kaçınılmazdır, engelleyicidir, anlamsızdır. Bu an­
lamsızlık geçmişe duyulan, az önce açıklanan, saygıyı
saygısızlığa dönüştürür, çıkar tutkusu geçmişe duyulan
saygının örtüsüne bürünerek kişiyi yozlaştırır.
Geçmişe saygı, bağlılık konusunda çarpıcı bir örnek
verelim: kimi büyüklerimizin gömüldükleri yerlere gi­
diyoruz, onları anıyoruz, anılarıyla kendimizi onlara bağ­
lıyoruz. Yasal uygulamalarda, kamuya özgü büyük tören­
lerde, Atatürk'ün gömülü olduğu yeri, anıtı da görmeye
gidiyor, ona saygı duyuyoruz. Atatürk, bugünkü varlığı­
mızın, bağımsızlığımızm, daha açığı ulus olarak kişili­
ğimizin tarihin gücüyle özdeş odağıdır. Hangi güç, han­
gi etkinlik olursa olsun, Atatürk'ü tarihteki yerinden in­
dirme olanağı yoktur. Buna en güçlü sayılabilecek bir di­
nin de gücü yetmeyecektir. Bu açık, kesin, evrensel bir
gerçektir. Atatürk, birçok İslam aydınının, düşünürün,
yöneticisinin de söylediği gibi, "Islamın namusunu kur­
taran adamdır"; bu yargı, bu açıklama benim değildir.
1950 yönetimiyle, Türk tarihi bakımından çok utanç ve­
rici bir uygulama başladı; kimi İslam devletlerinin bü­
yüklükleri, uluslararası ilişkiler nedeniyle, ülkemize ge­
lince Anıtkabir'e gitmiyorlar, bir çiçek bırakmıyorlar.
Bu saygısız, soysuz konuklara uyan, onların davranışla­
rını doğru sayan, onlardan daha soysuz yetkililerimiz
vardır. Üstelik bu yetkililerin çoğu, "Türk-İslam sentezi"nden yanadır. Peki İslam dininde, özellikle Kuran'da
ölülerinizi iyilikle anın, onlara Tanrıdan iyilik dileyin, gö-
65
www.cizgiliforum.com
enginel
müldükleri yerleri gidin görün, onları anın gibi anlam­
lara gelen öğütler yok mu? Vardır, hadislerde de böyle
öğütler birer din görevi sayılmıştır.
Yukarda anlatılanların etkisiyle, Türk-lslam sente­
zini savunanlara soralım: Asya Türklerinde özellikle Uygurlarda, Göktürklerde ölüler adına, yönetici büyükler
adına dikilmiş anıtlar yok mu? Göktürk yazıtları çevre­
sinde anıt yok mu? Türklerde " B a l b a l " ne anlamda söy­
lenirdi? Bu gerçeği günümüzün İslamcı Türk aydını öğ­
renmek, bilmek istemez, bağlandığı Arap inancı onu,
"milliyetçi" geçinmesine karşın bütün ulusal bağların­
dan, erdemlerinden uzaklaştırmıştır. Onun bilebildiği
Türk tarihi, ancak İslama kullukla başlamıştır. Böyle bir
kimsede, böyle bir toplumda tarih bilinci yok demektir.
Bize kalırsa diri varlıklar arasında yalnızca düşünen, dü­
şünsel alanda üreten insanın tarihi vardır. İslama bağla­
nan, bu inanç kurumunun değişmez ilkelerine saplanan
bir kimsede bilinç uyanıklığı olmadığından, onun, tari­
hi de yoktur. Bu nedenle İslamın da tarihi yoktur, ancak
tarihe konu olabilecek olayları vardır. Biz bu görüşü "Ta­
rihin İlkeleri, 1991, Say, yay." adlı çalışmamızda ayrın­
tılarıyla inceledik, kimin tarihi olabileceğini, hangi ge­
lişmelerin tarihin kapsamı içine girdiğini örneklerle gös­
terdik. İslam toplumlarında, felsefe ilkelerine dayanan,
bilgi öğeleriyle beslenip gelişen bir tarih anlayışı doğ­
mamıştır, buna başlıca engel dindir.
Özellikle İslam dini birtakım değişmezliklere daya-
66
nır, onlarla kalıcı olabileceğine inanır. Değişmezliğin
egemen olduğu yerde tarih de yoktur derken, tarihi ya­
pan olayların bulunmadığını vurgulamak istedik. Bu ne­
denle bir "İslam tarihi" söz konusu değildir, o ancak bir
"İslam öyküsü" olabilir, tarih kavramının içerdiği anla­
mın dışında kalır. Bu nedenle de bir Türk-îslam sentezi
düşünülemez, çelişmelere düşülür.
Anadolu'ya yerleşen Türklerin hepsi Müslüman de­
ğildi, bunlar arasında büyük bir Hıristiyan Türk toplulu­
ğu da vardı. Bu topluluk, birdenbire ortadan kalkmadı,
Hırisityan olurken benimsediği yöresel gelenekleri de or­
tadan kaldırmadı, peki ne oldu? Kuşkusuz İslam kavra­
mının içine aktarıldı.
"Anadolu'da ne kadar Hıristiyan Türk mevcut oldu­
ğu hakkında hiçbir şey tahmin etmek mümkün değildir.
Yalnız onların öteden beri İslamlar ile harb etmek üzere
hudut bölgelerine yerleştirildiğini ve Kapadok'ta ve Toros geçitlerinde mühim bir kesafete malik olduklarını
tahmin edebiliriz. Bu Hıristiyan Türklerin bir kısmı lslamiyeti kabul ederek fetihlere karışmışlar ve Müslüman
elan her fert gibi vatandaş hukukuna malik olmuşlardır.
Müslüman olmayanlar ise Türkçeden başka bir dil bil­
medikleri halde mensup oldukları kiliselere isnad edile­
rek Rum ve Ermeni adlarını haksız yere taşıyıp zamanı­
mıza kadar gelmişlerdir. (Prof. Mükrimin Halil Yınanç,
Türkiye Tarihi Selçuklular Devri. 1944, s. 176). Bu alın­
tı çok ilginçtir, üstelik bu yapıtın yazarının öğrencileri,
67
Türk-îslam sentezinin öncüleridir, imdi bu alıntıya gö­
re, günümüzde bile Rum-Ermeni diye nitelenen yurttaş­
larımızın bir bölümünün Türk olduğu gündeme geliyor.
Biz buna, Doğu Anadolu'da yaşayan, Kürt denen yurt­
taşlarımızın önemli bir bölümünü de katabiliriz. Nedeni
şudur: bugün " K ü r t t o p r a k l a n " denen yörelerde, daha
önce Kürt olmayan halklann devletleri vardı, sözgelişi
Diyarbakır yörelerinde bir Ermeni Krallığı'nın bulundu­
ğunu, bu ili Tigranes adlı kralın kurduğunu, ona "Tigranokerta/ Tigranes ili" dendiğini biliyoruz. Bu yöreler
sonralan Türk egemenliği altına girmiş, Islamlaşmış, es­
ki toplumsal özelliklerini yitirmiştir. Bugün, o yöreler­
de yukarıdaki alıntıya dayanarak konuşursak, Hıristiyan
Türklerin, başka insanlann inanç değiştirmiş torunları
yaşamaktadır, ilkçağda, Doğu Anadolu'da, yoğun bir
Türk topluluğunun bulunduğunu gösteren kaynaklar, yok
elimizde.
13. yüzyılda yaşadığı bilinen Abu'l-Farac'ın
bildirdiğine göre, Kürt topluluğunun önemli bir bölümü
Medya dağlannda yaşarlardı, daha büyük illere inmemiş,
yerleşik yaşama düzenine geçmemişlerdi. Öte yandan
Urfalı Mateo da
"Vakayi-name "sinde Türk toplulukla­
rının daha 10. yüzyıl bitimiyle 11. yüzyıl ortalarına de­
ğin, Iran üzerinden gelen Türk ordularının bu yörelere
akınlar düzenlediklerini, Ardze (Erzurum) ilini aldıktan
sonra "...Müslümanlar, kılıçlarını kaldırmış oldukları
halde şehre hücum ettiler ve 150.000 kişi kadar olan hal­
kı kamilen kılıçtan geçirdiler, (s. 86)." Bu olayın 1050
68
dolaylarında.Sultan Tuğrul döneminde olduğu biliniyor.
Bu alıntının bulunduğu yapıt (Vakayı-name) Türk-lslam
sentezi öncülerinin egemen olduğu "Atatürk Kültür, Dil
ve Tarih Yüksek K u r u m u " aracılığıyla, ikinci kez
1987'de yayımlanmıştır, başkalarını suçlama gereği kal­
mamıştır artık. Bu tarih gerçekleri karşısında Türk-lslam
sentezinin söyleyeceği ne olabilir? Hıristiyan Türkleri,
onlardan önce Anadolu'da yaşayan Hitit öncesi insanla­
rını, Hititleri, Hunileri, Luvileri, Urartulan, Frigleri, Lig­
leri, Persleri, Arapları, Ermenileri, Kürtleri, Rumları, Ya­
hudileri, Gürcüleri bunlar gibi daha nicelerini bu Türkİslam sentezini savunan ünlü "beşik uleması" nereye
koyacak, hangi tarih, hangi bilim anlayışına göre değer­
lendirecek? Bu soruya sağduyunun verebileceği bir ya­
nıt yoktur.
Türk-lslam sentezi yandaşlarının, düşüncelerini sa­
vunurken, hep tarihe dayandıklarını, kendilerine göre
kaynaklar bulduklarını da biliyoruz. Ancak, yine kendi
aralarında büyük çekişmelere yuvarlandıklarını da biz
söyleyelim. Onların, gerçekten geniş bilgisiyle ün kazan­
mış öncüleri, bizim de yakından tanıdığımız, Beyazıt
kahvelerinde uzun uzun söyleştiğimiz Mükrimin Halil
Yınanç'tı. Bu saygıdeğer kişi tarih olayları karşısında
belgesiz konuşmayı pek sevmez, varsayımlarını bile bir­
takım kaynaklara dayamaya önem verirdi. Onun yukar­
da adı geçen yapıtında şöyle bir vurgulama var: " B u tak­
dirde bu açılış zamanında Anadolu'ya gelen Türk ve
69
Müslümanların miktarının l.OOO.OOO'u geçtiğini kabul
etmek mümkün olur. (s. 176)."
Bu alıntı üzerinde uzun boylu durmanın gereği yoktur.Türk egemenliği 1071 olayıyla başlamış, evre evre
1461 'de, Trabzon'un alınmasıyla doruğa ulaşmıştır. İm­
di 1071 ile 1461 arasında 390 yıllık bir süre vardır. De­
mek ki Anadolu'da Islam-Türk egemenliğinin sağlan­
ması en az 390 yıl boyunca savaşmayla olmuştur. Peki,
Türkler üç yüz doksan yıl boyunca, Anadolu'da kimler­
le savaşmışlar, bu savaştıkları insanlar ne oldular? Ana­
dolu'nun ıssız kaldığını, böyle bir dönemin yaşandığını
bilmiyoruz, elimizde bir kaynak yok. Öyleyse bu insan­
ların, bu Müslüman Türk olmayan toplulukların, İslamTürk sentezine katkıları ne olabilir? Ortada bir tutarsız­
lık, öne sürülen görüşle varılan sonuç arasında uyumsuz­
luk açıktır, bu da seçilen kavramların içeriğini yeterince
bilmemekten geliyor.
Yurdumuzda, özellikle yüksek öğretim kurumları­
nın etkinliğinin çoğalmasıyla başlayan, Osmanlı medre­
selerinden kaynaklanan bir "ucuz konuşma geleneği"
vardır. Bu geleneğin bilimsel öncüsü Fuad Köprülü'dür,
nitekim Türk-tslam sentezi yandaşlarının, tarih, edebi­
yat öğrenimi görenleri, onun öğrencileridir. Bu ucuz ko­
nuşma geleneğinin başlıca özelliği, seçilen kavramlar
konusunda dil sorumluluğu taşımamaktadır. Dilimizde
"dilin kemiği yoktur" atasözü kapsamınca bu geleneğin
bir tabanı var demektir. Önce Anadolu'nun uzak geçmi-
70
şini, tarih öncesini, tarih dönemlerini iyi bilmek gerekir.
Bu topraklar üzerinde yaşamış insanları belli bir kökene
bağlama, hepsini bir kökten türetme olanağı yoktur. Ana­
dolu, insan toplulukları bakımından, sayısız karışıp kay­
naşmaların yarattığı bir birikimdir, biz bu birikime bu­
gün " T ü r k " adı altında "Türkiye Cumhuriyeti ulusu",
ya da Türk ulusu diyoruz. Bu ad, belli bir soyun, belli bir
kan özdeşliğinin değil, çağların oluşturduğu bir bileşim
(synthese) niteliğindedir, bu nedenle Anadolu ulusu- bir
"bileşim"dir. Bunda, bu bileşim olayında, Islamın oldu­
ğu gibi, başka dinlerin, başka inançların, başka gelenek­
lerin de etkileri, katkıları vardır, bütün başarıyı Islamda
görmeye çalışmak, bilim adına bir sapkınlıktır. Bugün
yaşadığımız üzücü, acıklı, tatsız, tedirgin edici, uygar­
lıkla bağdaşmayan olayların kaynağı bizde bir tarih bi­
lincinin uyanmaması, bilim kurumlarımızda felsefe ilke­
lerine dayalı bir tarih anlayışının bir tarih felsefesinin
doğmayışıdır.
Yeryüzünde aydınları, dışadönük düşünen bir ulus
varsa o da biziz, bilimsel kavramların kabuklarına bak­
maya alışmışız, kavramı söylerken bilimle uğraştığımı­
zı, kapsamlı bir düşünce, derin bir görüş sergilediğimi­
zi sanmanın karanlığı içindeyiz. Dilimize doladığımız
kavramların gerçek içeriklerinin ne olduğunu, konuşuruken ne dediğimizi kendimiz bile bilmeyiz. Nedeni de
bilmeden konuşmaya, anlamadan dinlemeye alışmamızdır. Nitekim dinimiz öyle buyuruyor, öyle gerektiriyor.
71
Kutsal kitabımızda binbir anlamlı sözcüklerin bulunma­
sı, bizi anlamadan dinlemenin yüce erdemine ulaştırmış­
tır. Bu yüzden Müslüman olmakla "gurur duyuyoruz"
diyor bütün anlamadan konuşmaya alışmış büyüklerimiz.
Nerede utanç duyulacağını bilemeyen bir yüksek görev­
linin İslamla övünmesi (gurur duyması) doğaldır, eşek
öldükten sonra onu ister kurt yesin ister çakal, önemli değilAnadolu'da bir bireşim (synthese) düşünülebilir, an­
cak bu dinle olmaz, bu topraklar üzerinde yaşamış, ya­
şayan değişik toplulukların emekleriyle ortaya konan uy­
garlık ürünlerinden oluşan geliştirici bütün Anadolu in­
sanlarının ortak yaratışıdır. Son yıllarda, yine Anado­
lu'da, bilim örtüsü altında, Türk-İslam sentezine benzer
kuramlar sergilenmektedir. Bu kuramlara göre Anado­
lu'nun belli yörelerinde bağımsız uygarlık, bağımsız bir
ekin ortaya konmuş, böylece ulusal bir dayanak yaratıl­
mıştır. Bu, bilim adına, utanç verici bir girişimdir. Ana­
dolu'da bağımsız bir Türk ekini (öteki insanları dışlaya­
rak, Asya'ya bağlanarak), bağımsız bir Çerkez ekini, yi­
ne bağımsız bir Kürt ekini, daha başkalarını aramak bi­
limsel anlayışla bağdaşmaz. Ekinde bağımsızlık söz kounsu olsa bile, konar göçer toplulukların karşılaştığı köprübaşlarında olmaz bu iş. Özellikle Doğu Anadolu'da
bağımsız bir ekin, ulusal bir ekin birimi aramak, böyle
bir gerçeğin bulunduğunu savunmak, bilinç bulanıklığın­
dan öte bir anlam taşımaz. Doğu Anadolu, tarihi boyıı72
nuca bir konar göçer obasıdır, bir konaklama yeridir. O
konaklama yerinden gelip geçmiş obaları, bilimsel ka­
nıtlara dayanarak, belge göstererek saymamıza olanak
yoktur, ancak belli belirli olanları bilebiliriz. Bunlar da:
Persler, Urartular, Luviler, Hurriler, Araplar, Süryaniler,
Gürcüler, Ermeniler, Türkler, Grekler, Romalılar, daha
adı bilinmeyen nice topluluk. Bu toplulukların Kürtçe dı­
şında, hepsinin özgün bir dili vardır. Kürtçe yapısı, içe­
riği, dizini bakımından Farsçanın epeyce değişmiş bir
uzantısıdır, özgünlük savıyla ortaya atılarak yanıltıcı,
kandırıcı odaklar aramayalım. Bilimsel savlarla ortaya
atılan, bilime gerçekten saygısı olan bir araştırıcının, ulu­
sal birlik düşüncesi güdüyorsa, yapacağı ilk iş, Doğu
Anadolu'daki il, ilçe, bucak, köy, yaylak, oba, dağ adla­
rının kökenlerini araştırmaktır. Bir yerleşme yerinin adı
hangi dille açıklanabilirse, onun kurucusu, yerleştiricisi
(insanlara bir yerde oturma olanağı sağlama), düzenle­
yicisi o dili konuşan topluluktur. Konuya bu açıdan ba­
kılırsa, bugünkü ulusal savların hepsi boşlukta kalır.
Yeryüzünde değişik kökenli toplulukların en çok ka­
rışıp kaynaştığı yeni birikimler oluşturduğu bir iki böl­
ge Doğu Anadolu'dur. Bu bölgede Kafkasya, Mezopo­
tamya, Hind, İran, Batı Anadolu gibi değişik yönlerden
gelen topluluklar birbiriyle yoğurulmuş, bireyler kökensel özelliklerini yitirmiştir, bu nedenle bu bölgede özgün
bir toplululuk yoktur. Bugün, çözülmesi çok güç bir so­
run varsa o da Kuzeydoğu Anadolu ile Güneydoğu Ana73
dolu insanları arasında bir köken birliğinin, soy özdeşli­
ğinin varlığını savunmaktır, buralarda konuşulan dil
önemli bir etken, inandırıcı bir kanıt değildir. Dilin bi­
limsel kanıt olmayışını söylememizin nedeni şudur: bu
yörelerde bugün Türkçe, Çerkezce, Gürcüce, Arapça,
Kürtçe, Süryanca konuşan topluluklar vardır, bunların
hangisi bilimsel taban olarak alınabilir? Bu toplulukla­
rın hangisi İlkçağda bu bölgede yaşamış, devlet kurmuş
topluluklara bağlanabilir? Bilim bu sorular karşısında
susmaktan başka ne yapabilir?
Konuyu epeyce genişlettik, ilk bakışta başka sorun­
lara değinerek, taban sorundan ayrıldığımız sanısı uya­
nabilir, ancak Türk-lslam sentezini yargılayabilmek için,
bütün karşıt görüşleri sergilemekte yarar var kanısında­
yız. Bugün Anadolu'da özgürlük, bağımsızlık savları ar­
dında koşan aydınlarımızın sayısı az değildir. Bu saygı­
değer uygarca bir davranıştır, özgürlük, bağımsızlık uy­
garlığın kurucu ilkeleridir. Bu konularda bilimsel içerik­
li bir tabana dayanılmazsa, sorunlar duygusal etkinlik­
ler altında gündeme getirilirse düşünme ortamında kar­
gaşa başlar. Sorunlara yönelen kişinin bir takım önbilgi­
ler edinerek, uğraşacağı konunun çevre çizgilerini belir­
lemesi, araştırmada, varılan sonuç gerektirirse, bu çizgi­
leri daha genişletmesi doğaldır. Türk-İslam kavramları­
nı yan yana getirmek kolay, birini ötekinin içeriğiyle dol­
durmak güç, dahası olanaksızdır. Bu tutum son yıllarda
ortaya çıkan kimi aydınların, bütün Doğu Anadolu'yu
74
www.cizgiliforum.com
enginel
belli bir oymağın uygarlık alanı saymasına, bütün geç­
mişi o oymağa bağlamasına benzer.
Toplumları yönlendiren, düzenleyen, onlara yaşa­
ma olanakları sağlayan dinler değildir, çağımızda dinle
kalkınan, mutluluğa ulaşan bir toplum görülmemiştir.
Uygarlık, dinlerin dışında, daha etkili, daha çekici sorun­
lar getiriyor, yaşamı tinsel değil nesnel üretim odakları­
nın egemenliği altında görüyor, dinler genelde bireysel
eğilimler olarak anlaşılıyor. Bugün İslam ülkelerinde bir­
lik, bütünlük, yardımlaşma, birbirini koruma, belli bir inanç odağında toplanma gibi olumlu girişimler yoktur.
Bu durumda Türk-Islam sentezi yoldaşlarının olumlu bir
sonuç alacaklarını sanmıyorum, nedeni de bütün sorun­
ları nesnel ortamdan tinsel ortama kaydırmaları, özellik­
le üretim-tüketim ilişkilerinin etkinliğini gözardı etme­
leridir. Nedense, bu dine bağlı çevrelerde bütün sorun­
ların, toplumsal bunalımların yukardan aşağı doğru ön­
lemlerle çözüme ulaşacağı kanısı yaygındır. O çevreler­
de taban sorunlarına ilişkin kavramların geçerliliği yok­
tur, bir altyapı düşüncesi doğmamıştır. Bütün yaşamasl
gereksinimlerin Tanrı buyruğuyla karşılanacağını sanan
bu İslamcı görüş Arap petrollerinin önemini, etkinliğini
anlayacak bilinç aşamasına bile ulaşamamıştır. Avrupa
uluslarının, Amerika'nın petrol çıkaran İslam ülkelerine
yakınlaşmalarını bile İslam inançlarına duyulan etkilen­
me gibi gösteren İslamcı aydınlarımız, bilginlerimiz az
değildir, hepsi de Türk-İslam sentezi ardınca yayılırlar.
75
Gündeme getirilen bir sorunun önce kendi içeriğiy­
le bağlantılı olması, çevre sorunlarla çelişik duruma düş­
memesi gerekir. Bir sorun ele alınınca onunla ilgili yan
sorunlar dışlanamaz, nedeni de sorunların yalnız olma­
yışı, yeterince görülemezse bile bir çevreyi taşımasıdır.
Çevresiz sorun olmaz, bir sorun da çevresinden soyutla­
namaz. Türk-Islam sentezi, bir sorun olarak düşünülür­
se, önce yan sorunlarını da saptamak gerekir. Bu yan so­
runlarla kurulan bağlantı önemlidir, kimi sorunlarda odak soruna girebilmek için yan sorunları aralamak, bir
yol açmak gerekir. Burada İslam sözcüğü gündeme ge­
tirilirse ilk soru şudur: Hangi islam? Sözgelişi Hanefi
mezhebinin anladığı islam mı? Türk-Islam sentezini öne
sürenler, islam mezheplerinden birine bağlıysa iş deği­
şir, İslam kavramının kapsamı içinde bir mezhep düşü­
nülür, bü da islam sözcüğüne o mezhebe göre bir yorum
getirmeyi sağlar. Bu durumda sorunlar birbirine dolaşır,
içinden çıkılmaz. Türk-Islam sentezi, yandaşlarının dü­
şüncelerinden, davranışlarından anlaşıldığına göre, Ame­
rika güdümünde bir görüştür. Amerika, petrol nedeniy­
le İslam ülkelerine özel bir yakınlık duymaktadır. Petrol
çıkarmayan ülkeler bu yakınlıktan yoksundur. Bu petrol
ülkeleriyle kurulan özel ilişkiler sonucu, Amerika bu ül­
kelerin hep dine bağlı kalmalarını, hep dinle yönetilme­
lerini ister bu isteğini yerine getirmek için de çok yönlü
uygulamalara girişir. Sözgelişi, Amerika yüksek düzey­
de bir görevliyi, bir komutanı istemiyor diyelim, gecik-
76
meden o komutan düşüncelerine karşıt bir uygulama
gündeme getirilir. Bizde imam-hatip çıkışlıların Kara
Harp Okulu'na alınmamaları, nedense îslartu çok seven
petrol kokuşlu Amerika'yı tedirgen eder. Ona göre Türk
ordusuna imam-hatip çıkışlılar girmeli, Müslüman bir or­
du kurulmalı, Atatürk'le gelen bütün yenilikler ortadan
kaldırılmalı, Osmanlıya dönülmeli, daha açık, daha se­
çik bir Amerika egemenliğinin altına girilmeli, manda­
cılık yasallaşmalı. Bu durum çok açıktır, oysa bizde din­
ci geçinen bir topluluk da böyle düşünüyor, ordu îslamlaştınlmah. Peki orduyu oluşturan bireyler Müslüman de­
ğil mi? Kuşkusuz Müslüman, genelde geleneklerine bağ­
lı, ancak katı yobaz değil, şeriatçı değil. Amaç belli, bü­
tün yurt düzeyinde etkinliğini sürdüren bir "islam dev­
leti" kurmak. Bu devletin kurulması ordunun Islamlaştırılmasına bağlı değildir. Türkiye'de İslamcı anlayışa, şe­
riatçı gericiliğe karşı çıkan büyük bir oy birikimi vardır.
Aleviler vardır, yine şeriat yönetimine karış güçler var­
dır. Bu çağda, bunların hepsini bir yana iterek bir "şeri­
at devleti" kurmak pek kolay değildir, öte yandan İran,
Suudi Arabistan, Amerika istiyor diye bütün Türk Müslümanlarını sürüye dönüştürerek başkalarının güdümü­
ne bırakmak pek kolay değildir. Şunu çok iyi bilmeliyiz
ki imam-hatip okulları da, günün birinde, Osmanlı med­
reseleri gibi kendi kuyusunu kazacak, kendi başını yiye­
cektir. Nedeni de, bu kuruluşların amaçları dışına taşma­
sı, kuruluş ilkelerine aykırı bir taban üzerinde durmala-
77
ndır. Bu okulların altyapısıyla üstyapısı arasında yaşam­
sal bir bağlantı, bir uyum yoktur. Bugün, ayakta duran
Müslüman devletlere bakıldığında, düşünce bakımın­
dan, yönetim bakımından bağımsız, Amerika ya da Av­
rupa güdümünde olmayanı görülmez, peki hangisi ken­
dini kurtarabiliyor? Yanıt yok.
Dünya tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir olayın
içindeyiz. Dinciler, şeriatçılar birleşerek ülkemizi Birin­
ci Büyük Savaş öncesine getirmeye çalışmaktalar, Os­
manlı devletini yıkan, ondan irili ufaklı birçok bağımsız
devlet oluşturan dış güçlerin denetimi altına girmeyi Tan­
rının buyruğu gibi görmekteler. Amerika, ülkemizin bu­
günkü durumundan çok kıvanç duymaktadır. Ülkemiz bir
yığın çözümü güç sorunlarla karşı karşıyadır: Kıbrıs so­
runu, Kürt sorunu, üretim-tüketim ilişkilerinin dengesiz­
liğinden doğan, şu " e k o n o m i " kavramının kapsamına gi­
ren olaylar sorunu. Bu içinden çıkılması yalnızca Türk
yönetiminin elinde olmayan sorunlar: devletimiz daha
çok sarılsın, daha çok güçten kesilsin diye çalışanların,
İran, Suudi Arabistan, Al-Baraka yardımlarıyla beslenen
dincilerin yarattıkları İslam sorunu. Geçmişe bakılırsa bi­
rinci Büyük Savaş öncesinde, Kurtuluş Savaşı dönemle­
rinde yine bu tür sorunlar ortaya atılmıştı, bunların kay­
nağı yine kimi dış devletlerdi. O dönemlerde şunlar gün­
demdeydi: dış borçlar (duyûn-i umûmiye-kapitülasyonlar), Osmanlı yönetimine bağlı kimi ulusların bağımsız­
lık sorunu, Osmanlı yönetimi altında yaşayan azınlıkla-
78
nn sorunları, ülkemizde başta Amerika-lngiltere olmak
üzere kurulan yabancı okullar sorunu. Bu sorunlar karşılaştınlırsa, değişmedikleri, hep Türkiye'nin gündemin­
de bulunduruldukları anlaşılır. Kurtuluş Savaşı evrelerin­
de de yine bu tür sorunlar gündeme getirilmişti. Doğu
ayaklanmaları, hepsi Nakşibendi tarikatının etkisiyle,
Kürt sorunu, Musul petrolleri sorunu, din sorunu, dış
borçlar sorunu. Sorunlar tükenmiyor, özden değişmiyor,
yalnızca kabukları boyatılıyor, başka bir görünümle su­
nuluyor, öneriliyor. îmam-hatip çıkışlı dinci şeriatçı yurt­
taşımız bu öldürücü gerçeği göremiyor, düşünemiyor.
Geçen yüzyıl sonlarına doğru, ülkemizde Osmanlı­
cılık, İslamcılık, Turancılık adlarını alan akımlar doğ­
muştu. Bugün, bu akımların doğuş nedenleri araştırılın­
ca, hepsinin dış kökenli olduğu, başka devletlerce bes­
lendiği anlaşılmıştır. Osmanlıcılık akımının besleyicile­
ri, kurucuları hep dönme yurttaşlardı, sonradan Müslü­
man olan, yurtdışından gelen kimselerdi. Turancılık'ın
öncüsü Alınanlardı, islamcılığın kılavuzu da İngilizler,
Amerikalılardı. Hepsinin ereği Osmanlı devletini içinden
çökertmek. Nitekim "Osmanlı Bankası"nı kuranlar da
yabancılardı. Osmanlı devletinde ileriye dönük kıpırda­
malar sezilince, Avrupa başını kaldırır, azınlık sorunla­
rını gündeme getirir, ülkede bir yönetim tedirginliği ya­
ratırdı. Bugün durum değişmemiş, yalnız kullanılan bi­
linçsiz uşaklar değişmiştir.
Türkiye bugün bir sorunlar karmaşası içindedir, bu
79
burgacın en güçlü döndüğü evrede, çevrintinin en çok baş
döndürdüğü aşamada, beklenmeyen bir dönemde, Türkİslam sentezi gündeme getirildi. Daha önce, ilk kuruluş
öğeleri 1950 yönetimi evrelerine uzanan, İlim Yayma
Cemiyeti kurulmuştu, onun ardından Aydınlar Ocağı
oluştu. Bu üç kuruluşta bulunan, görev alan kimselerin
çoğunu yakından tanırız, biliriz. İlim Yayma Cemiyeti,
Nakşibendi tarikatına eğilimli bir kuruluştur. Biz bu ku­
ruluşları kötülemeyi, yermeyi düşünmüyoruz, ancak hep­
sinin çağdaş bir anlayış içinde olmadığını, Atatürk'le ge­
len yeniliklere sıcak bakmadığını Osmanlı yanlısı oldu­
ğunu söylemeliyiz. Burada ilginç bir olayı öyküleyip ge­
çelim:
Prof. Dr. Hakkı Dursun Yıldız, 1970-1973 evresin­
de, Meydan-Larousse Ansiklopedisi'nde, tarih bölümün­
de çalışan, sevecen, tatlı dilli, güler yüzlü, çekingen bir
asistandı, öğretmeni Prof. Dr. Şahabeddin Tekindağ'ın
sevdiği, doçent olması için ağırlığını koyduğu bir kim­
seydi. Aradan yıllar geçti ilerledi, tarih profesörü olarak
görevini sürdürdüğü dönemde akciğer kanserine (bir söy­
lentiye göre beyin kanserine) yakalandı. Sağıltım girişim­
leri olumlu sonuç vermedi, yüzü çarpıldı, tanıyanları
üzen bir duruma geldi. Artık ölüm, kendisine son uyarı­
sını yapmıştı, görevine şöyle böyle gidip geliyordu. Ay­
dınlar Ocağı ne yaptı bilir misiniz? Bu ölümle buluşmak
üzere olan arkadaşımızı, Turgut Özal'ı yanıltarak, rek­
tör seçtirdi bir süre sonra da musalla taşında selamladı.
80
Bu üzücü bir olaydır. "Bizden olsun da ne olursa olsun"
düşüncesinin anlamsız bir uygulamasıdır. O da Türk-İslam sentezinden yanaydı, toprağı bol olsun.
Ülkemizde, böyle değişik başlıklar altında oluşan
derneklerin, özellikle dinci, "milliyetçi" kuruluşların
çağdaş uygarlıktan yana bir tutumu benimsemeleri dü­
şünülmemeli, eğilimleri buna elverişli değildir. Yeri gel­
mişken bir anımı daha aktarayım. İstanbul'da, Laleli Ca­
mii karşısında özel sayrı bakım yeri (muayenehane) olan
ünlü bir doktorumuzu tanırım, tinsel sayrılıklar (ruh has­
talıkları) uzmanıdır, bu alanda epey ün sağlamıştır. Bu
eski arkadaşımız, sayrılarını "Kuran'dan ayetler" okuya­
rak sağıltmaya çalışır, sonra bilimsel gereçleri uygula­
maya koyulurdu, gereğini yapardı (reçete yazardı). Bu
uzmanımız, bir gün*, Çemberiitaş'ta, "Muallimler Birli­
ği " n d e , " B i r Komünistin Beyin Anatomisi" adlı bir ko­
nuşma sergilemişti. İlgilendim gittim, en arkada sessiz­
ce oturup dinledim. Konuşmanın odağı şuydu: "Bir ko­
münistin beyin dokuları incelendiğinde, sağlıklı düşünen,
böyle aykırı yollara sapmayan bir kimsenin beyin doku­
larından kolaylıkla ayrılır. Tanrı komünistin beynini oluş­
turan dokuları dinine, ulusuna bağlı bir Müslümanınkinden çok başka, değişik düzende yaratmıştır..." Bugün
Aydınlar Ocağı, İlim Yayma Cemiyeti gibi kuruluşlarla
yakın ilişkisi olan bu yurttaşımızın Tevfik Fikret için "O
bir ruh hastasıdır" dediğini de anımsatalım. İşte Türkîslam sentezi yandaşlarının bilim, uygarlık, insanlık aıı-
81
layışları. Bu adı geçen kuruluşlara bağlı yurttaşlarımızın
hepsinin Amerika anlayışından yana olduklarını, onun
izini sürdüklerini söylemenin gereği kalmamıştır.
Bu alıntılardan çıkarılmak istenen sonuç şudur: Av­
rupa, Amerika kalkınmış, gelişmiş, güçlü, bayındır, uy­
gar bir Türkiye istemiyor, onların bu tutumu Osmanlı­
dan bu yana değişmeden sürdürülmektedir. Türkiye han­
gi yıkımlara, hangi olumsuz olaylara karşı çıkarsa han­
gi sıkıntılardan sıyrılmak isterse Amerika da, Avrupa da
olumsuz karşıt yolu benimser, Türkiye'yi kurtulmak is­
tediği durumun içinde kalmaya iterler. Türkiye aşırı din­
cilikten kurtulmak isterse onlar aşırı dincileri beslerler,
Türkiye bütün alanlarda bağımsız, özgür davranmak is­
terse onlar özgürlüğü, bağımsızlığı önleyecek güçlü, et­
kili odaklar bulmakta gecikmezler, üstelik bu engelleyi­
ci odakları Türkiye yararmaymış gibi göstermekte bece­
rili, başarılı olurlar, ülkeyi içinden sarsmak için özveri­
li uşaklar, beslemeler, yanaşmalar, odalıklar bulurlar, en
yüksek görevlere getirme çabası gösterirler. Türk-İslam
sentezi diye sergilenen görüşün besleyici toprağı bu ya­
bancı kökenli gübrelerle verimli kılınır, başka neden ara­
manın önemi kalmamıştır.
82
N U R C U L U K DEDİKLERİ
Ülkemizde, özellikle 1946'dan beri, toplumu tedir­
gin eden bir uyanışın ağırlığı sezilmektedir. 1950 yöne­
timinin güçlendirdiği, Adnan Menderes'in "Siz isterse­
niz hilafeti bile getirirsiniz" sözleriyle yüzeye yansıyan
gericiliği okşayan tutumuyla yönlendirdiği çağdışı akım­
lar arasında bir eskiye dönme yarışı başlamıştır. Bu ya­
rışta halkımızın olayların derinliğine inme alışkanlığı ol­
madığından, kimin neyi istediği açıkça bilinememiştir.
1980 yönetimiyle, ülkemizde yasalar bir yana itilmiş,
Cumhuriyet ilkeleri geçersiz kılınmak istenmiş, ortalık
tslamın özüne bile aykırı akımlara bırakılmıştır. Burada,
üzerinde duracağımız Nurculuk denen girişimdir, sinsi
gericiliktir.
Bu yazının yazarı, 1939 yılında, daha on dört yaşın­
dayken Nakşibendi tarikatına girmiş, orada altı yıl (yir­
mi yaşına değin) kalmıştır. İmdi " N u r c u l u k " denen akım
bu tarikatın yüzyılımızın ilk dörtte birinde ortaya çıkma­
ya başlamış, 1946'da açık adını saptamış bir akımdır.
Bunun kurucusu Bitlis'in Ncrs köyünde doğan, doğdu­
ğu yere göre "Nersi-Nursi" adını alan, Said'tir. Sonra
"Said-i Nersi/Nursi" diye tanınmıştır.
Bizim tekkede bulunduğumuz sürede (1939-1945)
bu kişinin adı Şıh Said-i Kürdi idi. 1870 yıllarında do­
ğan Said düzenli bir öğrenim görmemiş, çevresindeki
yaşlılardan Kuran okumayı, biraz da Arapça öğrenmiş,
83
www.cizgiliforum.com
enginel
daha sonra "Teali-i Kürdistan Cemiyeti" üyeleri arası­
na katılmış, özellikle Derviş Vahdetimin çıkardığı "Vol­
k a n " dergisinde dini savunan yazılar yayımlamıştı. Bu
evrede Sultan İkinci Abdülhamid'in ilgisini çekince gö­
zaltına alınmış. Bir süre Toptaşı Tımarhanesi'nde yatı­
rılmıştır. Burada geçen günlerini "İki Mekteb-i Musibe­
tin Şahadetnamesi"" adlı yazısında bozuk, karışık bir dil­
le anlatmaya çalışmıştır.
Said-i Kürdi, başlangıçta, ingilizlerin yanını tutmuş,
doğuda bir Kürt devletinin kurulması için çalışmaya ko­
yulmuş, başarısızlığa uğrayınca bir süre susmuştur. Da­
ha sonra 31 Mart diye bilinen gericilik olayına katılmış,
tutuklanmış, sonra sürgüne gönderilmiş, yakalanan ar­
kadaşı Derviş Vahdeti asılarak öldürülmüştür. Şıh Saidi Kürdi 1925'te, yine İngiliz kışkırtmalarıyla başlatıldı­
ğı söylenen, Şeyh Said Ayaklanmasına katılmış yargıla­
nıp yine sürgüne gönderilmiştir.
Şıh Said-i Kürdi, başlangıçta Kurtuluş Savaşımdan
yana görünmüş, Ankara'ya gelmiş, ancak Cumhuriyet
kurulunca, umduğunu bulamamış, özellikle Halifeliğin
kaldırılışında büyük sarsıntıya uğramış, Ankara'dan ay­
rılıp Van'a gitmiştir. Onun, Kurtuluş Savaşı'ndan yana
olduğunu söyleyen yandaşlarının ellerinde bulunan, Ata­
türk'le İnönü'nün adlarının da geçtiği belgeler bu dönem­
le ilgilidir. Şıh Said-i Kürdi'nin geçmişi araştırılırsa
olumlu bir yanının bulunmadığı, sağlıklı bir eğitim gör­
mediği, İstanbul'a geldiğinde "Sebilürreşad"çı Eşref
84
Edib'le görüştüğü, Fatih Camii yanında, çokluk Doğulu
yurttaşların bulundukları kahvelerde oturduğu anlaşılır.
Gençliğinde beli bıçaklı, kamalı, göğsü armalı, kolunda
uzun namlulu Osmanlı beşlisi bulunan fotoğraflar çek­
tirmiş, değişik dergilerde yayımlatmıştır. İşte bugün, onun gençliğinde yurtsever bir " k a h r a m a n " olduğunu ile­
ri sürenlerin ellerinde bulunan bu fotoğraflardır. Bura­
da, onun bu yanıyla daha ilgilenmeyip düşüncelerini ser­
gilemeye çalışacağız.
Onun, adına eklenen " n u r " sözcüğü, sonradan, Kuran'ın " N u r " adlı bölümünden alınmıştır. "Ners/Nurs"
sözcüklerinin bozulmuşu değildir. Yazılarına "Risale-i
N u r " demesinin nedeni de Kuran'ın adı geçen bölümü­
dür. Nitekim kendisi de bir "Yeni Kuran" yazma amacı­
nı güdüyordu. Said-i Nursi (Kürdi)nin, bizim bildiğimiz
evrede, yüz on dört yazısı (risale) vardı. Bu sayı gelişi­
güzel değildir. Kuran 114 bölümdür (sure). Bu nedenle
Said-i Kürdi'nin "Risale-i Nur"u 114 bölüm olarak dü­
şünülmüştür. Onun, bu gizli düşüncesi açıklığa kavuşun­
ca, koyu dincilerin tepkisini çekmemek için anılarının da
katılımıyla bu yazıların sayısı 130 dolaylarına yükseltil­
miştir. Ancak, yalnızca, "Risale-i N u r " adı verilen, Ku­
ran'ın sözde çağdaş bir yorumu diye gösterilen bölüm
114 kesimden oluşur.
Şimdi Nurcular, bu art düşünceyi örtbas etmek için,
114 sayısını Kuran'a, onda geçen "sure"lere bağlarlar.
Oysa, iyi bir okuyucu bunun ne denli yalan olduğunu ilk
85
okuyuşta sezebilir. Nitekim, Said-i Nursi bütün "sure"leri yorumlayamamıştır. Nedeni'de, Kuran'ın bütün ince­
liklerini, ayrıntılarım kavrayacak oranda Arapça bilemeyişidir. Onun çevresinde toplananların nerdeyse hepsi
okuma yazma bilmeyen kimselerdi. Sonraları, genellik­
le Doğu illerinden İstanbul'a yükseköğrenim görmeye
gelen gençler, ailelerinin etkisiyle " N u r yazılarıyla" il­
gilenmeye başlamışlar. İşte, bu akımın yayılma serüve­
ni böyle başlamıştır.
İlkin, çok yakından tanıdığımız, değişik adlarla der­
gisinde yazı yayımladığımız Necip Fazıl Kısakürek, Asmalımescid kahvelerinde, oyun oynanan yerlerde elinde
avucunda bulunanı kaptırınca para sıkıntısı çekmeye baş­
lamıştı. O dönemde, Said-i Nursi'nin yazılarını yayımla­
maktan kaçınan Eşref Edib'in önerisi üzerine, Necip Fa­
zıl Kısakürek, yalnızca gelir sağlamak, sürüm sağlamak
umuduyla işe girişti. Onun yazılarını "Bediüzzaman Sa­
id-i Nursi hazretleri" başlığı altında sergilemeye koyul­
du. Artık geçim yolu açılmış, özellikle padişahçı çevre­
lerde büyük bir ilgi uyanmıştı. Büyük Doğu dergisini,
okuyanların çoğu Necip Fazıl'ın dinci içeriklerle dolu şi­
irlerinin yayımlanmasıyla toplanan kimselerdi. Bunlar
Beyazıt kahvelerine, Marmara Kıraathanesi'ne, Küllük'e
gelen gençlerdi, önemli bir çoğunluğu Doğu illefimizdendi.îşte " N u r c u l u k " bu yazıların yayımlanmasıyla etkisi­
ni göstermiş, bir inanç akımı niteliği kazanmıştır. Şimdi
onun gerçekten bir akım olup olmadığını araştıralım.
86
Nurculuk derli toplu, düzenli, sağlam ilkeleri, kural­
ları bulunan bir akım değildir, gelişigüzel bir topluluk­
tur. Bu topluluk için bilinçli denemez, duygusaldır, bü­
tün güç, bütün etkinlik " Ş e y h " i n (önceleri şıh denirdi)
ardından gelmektedir. Bütün nurcular, kendilerine belli
görevler seçmişlerdir, onlar da özetle şöyledir:
A- Said-i Nursi adı çevresinde tartışmadan, eleştiri­
ye sapmadan toplanmak, kesinlikle ona bağlanmak, onu
savunmak.
B- "Risale-i N u r " u okumak, okuma bilinmiyorsa
okutup dinlemek. Bir kimse bu yazıları okumayı bilme­
yebilir, ancak, okuyanı bulup, ona okutarak dinlemesi ka­
çınılmazdır.
C- Hangi koşullar altında olursa olsun, Said-i Nur­
si'yi savunmak, onun bütün eksikliklerden arınmış, yü­
ce, ulu bir kişi olduğunu yaymak, başkalarını buna inan­
dırmak, bu yolda elinde avucunda ne varsa hepsini dü­
şünmeden tüketmek.
Ç- Tartışmalara girmemek, aşırı olaylara karışma­
mak, özellikle kadından, kızdan uzak kalmak, onların
arasına katılmamak, onları aralarına almamak.
D- Said-i Nıırsi'nin Tanrısal kişiliği konusunda tüm
kuşkulardan, kaygılardan uzak kalmak. Nitekim, Said-i
Nursi yazılarında, Tanrısal bildirileri açıklarken "... mü­
ellife buyurdu ki..." sözlerini söyleyerek kendinin doğru­
dan doğruya Tanrıdan buyruk aldığını vurgulamıştır, an­
cak Tanrısal bilgiye varmayanlar bu sözleri anlayamazlar.
87
E- Said-i Nursi'nin "Risale-i N u r " u îslamın özüdür,
yeni bir Kuran'dır, yeni bir yorumdur. O, bunu Tanrının
buyruğuyla yazmış, açıklamıştır, bu konu tartışılmaz,
geciktirilmez.
F- İnanmış, arınmış, kendine güvenmiş bir nurcunun
(onlar Nur talebesi derler) başlıca görevi nereye giderse ora­
da bir yeni " n u r c u " yetiştirmek, birliğe kazandırmaktir.
G- Ülkenin neresinde olursa olsun, nurcuların top­
lanarak "Risale-i N u r " okumaları gerekir. Toplantılarda
sesi güzel, uyumlu, uygun kimse okur, ötekiler dinleye­
bilirler. Bu toplantılarda, Tanrı adlarından sonra Said-i
Nursi'nin adını söylemek gerekir. Bu ad, gizli bir sesle
de yansıtılabilir, bilgisizler anlamasın diye.
G- Bir nurcunun evinde Kuran olmayabilir, ancak
"Risale-i N u r " u n bulundurulması kesindir.
H- Risale-i Nur okumak isteyip de almaya gücü yet­
meyen olursa durumu iyi bir nurcunun ona bir takım alıp
bağışlaması büyük iyiliktir. Nedeni de bir nurcunun gö­
revi topluluğa üye kazandırmak, Nurculuğun gelişmesi­
ne de katkıda bulunmaktır.
K- Bir ülkede Nurculuğa karşı çıkanların hepsi din­
sizdir, şeriattan ayrılmıştır. Nurculuk gerçek Müslüman­
lıktır, Nurculuğa karşı çıkmak İslamı yıkmaktır.
L- Nurcuların Doğu'da çoğalmaları, Batı'da azalma­
ları uygundur.
M- Risale-i Nur, çağın anlayışına, gereksinimine gö­
re bir "Yeni Kuran'dır", ona göre davranıla.
88
N- Devlet şeriata dayanırsa doğru, dayanmazsa eğ­
ridir. Bütün devlet kurumlan şeriat buyruklarına, daha
açığı Risale-i Nur bildirilerine dayanmalıdır. T ü m yük­
seköğrenim kurumlarının adları "Medrese-i N u r " ola­
rak değiştirilmelidir, namaz kılınmayan yerde öğrenim
olmaz.
Örnekleri daha çoğaltabiliriz. Nitekim Risale-i
N u r ' u okuyanlar burada dizilenlerin karmaşık, bozuk bir
dille yazıldığını görseler bile amacı anlamakta güçlük
çekmezler.
Nurculuk, yukarda özetlendiği gibi, dizgeli bir akım
değil, ancak ulus yönetimini elinde bulunduranların oy
toplama tutkusu nedeniyle çok ilgi toplamıştır. Nurcu­
luk Islama uygun, İslama bağlı, Kuran'a dayalı bir ku­
ruluş değildir. Nakşibendi tarikatının bir kolu olması,
kendisinden de "Aczmendilik" diye bir kolun doğması
Islamı dışladığının nesnel örnekleridir. Islamın kaynağı,
odağı Kuran'dır. Şimdi bu kuruluşun neden Islanfa, Ku­
ran'a aykırı olduğunu görelim:
A- İslam dininin kaynağı olan Kuran'da mezhep, ta­
rikat yoktur. Kuran bütünleştiricidir, bölücü (tefrikacı)
değil. Oysa tüm mezhepler, tarikatlar bölücüdür, ayrı ay­
rı topluluklar oluşturmayı yeğler.
B- Islamda bütün tapımlar (ibadetler) Tanrı adına
sürdürülür. Kuran'da adı sanı geçmeyen kimseler adına
değil. Oysa Nurculuk'ta kurucusunun adı, Tanrı adları
yanında anılır.
89
C- Islamda biricik kutsal kitap Kuran'dır, onun "ye­
nisi", "eskisi" olamaz, benzeri, örneği yazılamaz, baş­
ka bir kitap Kuran anlamında alınamaz, yorumlanamaz.
Oysa Nurculuk'ta "Risale-i N u r " , "... müellifin..." gibi
Kuran yerine de okunmaktadır. Bu tutum, şeriata göre
"Küfr-i kebir/büyük suç "tur, ölümü gerektirir.
Ç- Kuran'da bütün inananların kardeş oldukları, Tan­
rının bütün evrenin yaratıcısı olduğu bildirilir, insanlar
arasında üstünlük-aşağılık ayrımı gözetilmez. Oysa Nur­
culuk'ta Said-i Kürdi üstün yaratılışlı, Tanrıyla dolaysız
ilişki kuran bir kimse diye nitelenir.
D- Kuran'a göre tapım belli bir düzene göre, alçak­
gönüllüce sürdürülür. Nurculuk'ta değişik kılıklara bü­
rünmek, olduğundan başka türlü görünmek, ilgi çekici
giysilerle donanmak, elde değnek (asa) bulundurmak, ca­
milerde oyun andırır nitelikte tören düzenlemek vardır.
Bu tür davranışlar Islamda yasaktır, inanca aykırıdır.
E- Islamda belli bir dinciler kesiti (sınıf) yoktur, bü­
tün insanlar eşittir. Oysa Nurculuk'ta " N u r talebesi" de­
nen özel bir topluluk, ayrı bir dernek vardır.
F- Islamda tapım açıktır, gizli kapaklı değildir. Nur­
culuk'ta tapım gizlidir, toplumun gözünden uzaktır, içe
kapalıdır. Nitekim, ülkemizde, Nurcuların oluşturdukla­
rı toplulukların hepsi gizlidir.
Bu örnekleri daha da çoğaltabiliriz, ancak gerek­
mez. Nedeni de "Risale-i N u r " denen yazıların düzen­
siz, dağınık olmasıdır. Buna karşın, Said-i Nursi, özel-
90
likle "Sikke-i Tasdik-i Gaybi" adlı "risale"sinde kendiyazılarını Kuran'la özdeş sayar, kendini Tanrıyla konu­
şan, Peygamber'le, Abdulkadir Geylani ile, Muhyiddini Arabi ile eş tutar. Nitekim şöyle bir yorum getirir: " R i sale-i Nur'u, cenabı Allah Kuranıkerim'de imzalamıştır.
Başta Hazreti Muhammed olarak, Hazreti Ali, Abdulka­
dir Geylani, Muhyiddin Arabi ve öteki büyükler de Risale-i N u r ' a imza koymuşlardır." Bu sözler böyle düz­
gün değil, karmaşık, dağınık niteliktedir. Nurcular bu dil
bozukluklarını anlam derinliğine, Tanrısal bildirilerle
gelen ürperişlere yorarlar.
Said-i Kürdi, sürgün olarak bulunduğu İsparta'da
yazdığı "Lemalar"da şunları söylüyor: "Risale-i Nur gir­
diği her yeri kutsal laştırmış (mübareklendirmiş), bu ara­
da... İsparta'ya mübareklik mekânı kazandırmıştır... Ri­
sale-i Nur, İsparta'ya bütün illerin üstünde bir dindarlık
meziyeti sağlamıştır." Özetlenerek alınan bu alıntıda ya­
zar kendinin bulunduğu yerin kutsallaştığını söylerken,
üstü kapalı olarak Tanrısal bir niteliğe büründüğünü vur­
gulamaktadır. İslam dinine göre yalnız Tanrı "müba­
rek", " m u k a d d e s " bir varlıktkır, il, ilçe " m ü b a r e k " ol­
maz.
Kendi kendini " m ü b a r e k " diye niteleyen Saıd-i Nur­
si " S ö n m e z Risalesi"nde, şu sözlerle "Risale-i N u r " u
övmektedir: "Risale-i Nur Kuran'ın aynasıdır, bir muci­
ze niteliğindedir." İslam dininde, Peygamber "benden
mucize beklemeyin" derken bizim " m ü b a r e k " yazari-
91
mız yazılarını bir yandan Kuran'la karşılaştırıyor, bir
yandan da " m u c i z e " diye niteliyor. Yine bu "risale"nin
başka bir yerinde şöyle diyor: "... Risale-i N u r ' a kimse
karşı koyamaz, onunla boy ölçüşemez, ona denk tutula­
maz." Bu sözler önceleri Kuran için söylenmişti, onun
"bir benzerinin yazılamayacağı" vurgulanmıştı.
Said-i Nursi'ye göre "Risale-i N u r " kendisine Tan­
rının isteği üzerine, dolaysız olarak indirilmiştir. Nitekim,
"Bediüzzaman Cevap Veriyor, 1960" adlı yazıda: "Risa­
le-i Nur, Said-i Nursi'ye Allah tarafından verilmiştir"
denmektedir. İslam dinine göre Tanrı dört yalvaca (Pey­
gambere) kitap indirmiştir: Tevrat, Zebur, İncil, Kuran.
Bunlardan birincisi Musa'ya ikincisi Davud'a üçüncüsü
İsa'ya, dördüncüsü M u h a m m e d ' e indirilmiştir. Bunların
indirilmesi "vahy" yoluyladır. Bunların dışında kalan, yi­
ne Tanrısal sevgiden kaynaklanan kitapların yazılmasındaki gizemsel etkinliğe "İlham/esin" denir. Oysa Nur­
cu önderi burada, Kuran'da geçen " i n s a l " sözcüğünü
tersine çevirerek kullanıyor. Nitekim "Emirdağ Lahika­
s ı " adını verdiği yazısında da "Kuranıkerimin ruhu, Ri­
sale-i N u r ' u n cesedine girmiştir" demekten kendini ala­
mıyor. Bu sözler yorum gerektirmez, anlamları açık. Ya­
zar, benim yazdıklarım "Kuran,'dır" açıklamasını geti­
riyor, sağlıklı bir sağduyunun bunlara verebileceği baş­
ka bir anlam yoktur.
Bu tür sözleri öne sürerek, Tanrısal bir nitelikle do­
natıldığını söyleyenlerin öncüsü Muhyiddin-i Arabi'dir.
92
www.cizgiliforum.com
enginel
O da kimi yazılarında, kendisinin Tanrıyla dolaysız gö­
rüştüğünü, Tanrının bir insan kılığına (özellikle yatağa
girmiş güzel bir kadın) bürünerek kendisine yaklaştığı­
nı ortaya atmıştı. Şeriat, onun, Gazzali'nin yazılarını suç­
lamış, yasaklamıştı. Said-i Kürdimin söyledikleri de baş­
ka türlü değil. İmdi, yine Nursi'nin "Mesnevi-yi Nuri­
y e " adlı yazısından, özetleyerek şunları aktaralım: " R i sale-i Nur, Kuran'ın bir mucizesi olduğundan her şeyde
bir marifet penceresi açmıştır. Bu kitap Kuran'a ait bir
sırrı çözerek bir yıllık işi bir saatte bitirecek duruma gel­
miştir... Risale-i Nur, Musa peygamberin asası gibi ne­
reye vurmuşsa oradan su çıkarmıştır."
İslam dinine göre, başta insan olmak üzere, bütün
yaratıklar kendi dillerince Tanrının adını anarlar, ona
karşı saygı-sevgi duyarlar, işte bu yorumu "Risale-i N u r "
yazarı tersine çevirerek, kendi yazısını da Kuran'a eş tu­
tarak şöyle söylüyor: "Risale-i Nur'u yalnızca kuşlar de­
ğil, gökte ve havada bulunan tüm varlıklar alkışlar." Bu­
rada da anlatılmak istenen çok açık, yorumsuzdur. Ya­
zarın dilinin altında, yapıtının Kuran olduğu savı okuyu­
cuya göz kırpmaktadır.
Said-i Nursi büyük bir birikime ulaşan yazılarının
hepsinde, kendini kimi yerde üstü kapalı, kimi yerde çok
açık olarak paygamberlerle karşılaştırır. Tanrıyla dolay­
sız konuştuğunu vurgular. Onun "Hizmet Rehberi" de­
diği yazısından, gelişigüzel birkaç bölümcüğü özetleye­
rek aktaralım: "Ama onda (Risale-i Nur'da) yazılanlar
93
Kuran'ın malıdır. Hepsi Allah'tandır... Peygamberimiz
Kuranıkerim'in sadece bir tercümanı idi. Üstat da (Said-i Kürdi) Risale-i N u r ' u n sadece bir tercümanı gibi­
dir." Bu alıntıların amacı Kuran'la "Risale-i N u r " arasın­
da bir özdeşliğin, Peygamber'le Said-i Nursi arasında
bir yakınlığın bulunduğunu vurgulamaktı. Risale-i Nur
dizisinin tümünü okuyanlar, bu alıntıların bu nicelikte
kalmadığını, oldukça bozuk, dengesiz bir dille bütün bö­
lümlere serpiştirildiğini görmekte güçlük çekmezler. Onun " İ m a n Hakikatleri" başlıklı yazısında söyledikleri
ürperticidir: "Risale-i Nur, peygamberimizin risaletinin
yani peygamberliğinin bir mirasını üstada verir." Açık­
lamaya, uzun yorumlara gerek kalmıyor, Nursi ile Muhammed özdeş ortamda bulunuyor. İslam dininde Kuran'a "sağlam i p " , "sağlam tutacak/kulp" anlamında
"urvetü'l vüska" denir. Nitekim Nursi de, gerek "Hiz­
met Risalesi", gerekse "Meyve Risalesi" adlarını taşı­
yan yazılarında, özetle şunları dile getirir: "Risale-i Nur...
urvetü'l vüska kopmayan kulptur., bir Allah ipidir, bu Al­
lah ipine tutunan kurtulur." Bu sözlerden çıkan anlam da
açıktır. Okuyucuyu duraksatan yalnızca Arapça "urvetü'l
vüska, hable'l m e t i n " gibi sözcükler olabilir. Nitekim " h abl 'el m e t i n " de sağlam ip, Tanrının ipi, Kuran anlamın­
dadır. Bu alıntıya göre "Risale-i N u r " bir Kuran'dır, sö­
zün başka bir yorumu yoktur.
Said-i Nursi çevresinde toplanan, Anadolu'nun göz­
lerden uzak bucaklarına dağılan " n u r talebesi", özellik-
94
Ie şeriata bağlı kimseler arasında tepki uyandırdı. Nite­
kim, 1970'li yıllarda, bu konuda yayınlar da görüldü. Bi­
zim bu konuyla ilgili yayınlar arasında en çok ilgimizi
çeken " M u ğ l a î m a m Hatip Okulu Müdürü, Ali Gözüt o k " u n yayımladığı "Müslümanlık ve Nurculuk, 1 9 7 1 "
oldu. Yazar, "Risale-i N u r " u baştan aşağı okumuş, ince­
lemiş, Kuran'la karşılaştırmış, ilginç alıntılarla sergile­
miş, " N u r c u l u k " denen akımın tüm ayrıntılarını sergi­
lemiştir. Bu yazıyı yazarken başvuru belgelerimizden
biri de o çalışma olmuştur.
"Risale-i Nur'un, Hizmet Risalesi" bölümünde ge­
çen şu sözler de ilginçtir: "Risale-i N u r ' a karşı çıkıla­
maz (itiraz). Yapılacak her itiraz. En ulu kişilerden, Kut­
bu'1 Azam'dan da gelse aldırış edilmemeli." Bu alıntıda
da Kuran'a değgin bir özellik vardır. Nitekim İslam
inançlarına göre Kuran buyruklarına, açıklamalarına,
bildirilerine karşı çıkılamaz, Kuran eleştirilemez, tartı­
şılamaz. Kuran konusunda gündeme gelebilecek bir kar­
şı çıkış (itiraz) kesinlikle sutur, bunu yapan çağının en
büyük bilgini, en büyük ermişi (evliyası) tinsel bakım­
dan en üstün sayılan kişisi olsa bile sözleri geçersizdir.
İslam dünyasında Peygamber'e de "Kutbu'l a ' z a m " den­
diği unutulmamalı. "Kutbu'l a ' z a m " en yüce, en üstün
yetke, çağına yön veren, ışık tutan gibi anlamlarda da
söylenir. Burada "Risale-i Nur "la Kuran yanyana geti­
riliyor. Bu tutum İslam dinine göre çok ağır bir suçtur.
Oysa, "Risale-i N u r " yazarı buna aldırmıyor bile.
95
Ali Gözütok'un, yukarıda adı geçen çalışmasında,
Said-i Nursi'nin yazılarından yapılan alıntılar, onlarla il­
gili açıklamalar çok ilginç niteliktedir. Yazar, "Risale-i
Nur"da geçen yorumlarla Kuran ayetlerini karşılaştırıyor,
Said-i Nursi'nin "Yeni Kuran" yazma tutkusunu bütün
açıklığıyla sergiliyor. Birkaç alıntı verelim:
"Kuranıkerim ve Risale-i Nur Rahman ve Rahim
olan Allanın bir indirişidir, s. 3 8 ) " , alıntılarını sürdüre­
lim: "Kuranıkerim ve Risale-i N u r ' u n indirilişi aziz ve
hakim olan Allah'tandır... işte o nur hem Kuranıkerim'dir,
hem de Risale-i Nur'dur... Risale-i N u r ' u n 129 parçası
Kuran'dan uzanan elektrik telinin ucuna takılan 129
elektrik lambası gibidir... Bu öyle bir kitaptır ki, insan­
ları karanlıktan ışığa çıkarasın diye sana indirdik. (Ku­
ran Secde Suresi)... Said-i Nursi'ye göre: Bu ayetlerdeki nur, yani ışık sözüyle anlatılmak istenen yine Risalei Nur'dur... Bu öyle bir kitaptır ki sen onunla insanları
Risale-i N u r ' u n ışığına çıkarasın diye onu sana indirdik.
Allaha çağıran, güzel işler yapan ve ben Müslümanlardanım diyen kimsenin sözünden daha güzel ne olabilir
(Kuran Fuss. Suresi ayet 33)... Said-i Nursi'ye göre: Hiç­
bir sözün kendisininkinden daha güzel olamayacağı
" s ö z " , Risale-i Nur Külliyatından olan "Sözler" adlı Ri­
sale yani kitaptır. Ayetle, işte bu kitap anlatılmak isten­
miş ve övülmüştür. Allah'a çağıran, güzel işler yapan ve
ben Müslümanım diyen Said-i Nursi'nin: Sözler adlı ki­
tabından daha güzel ne olabilir? s. 38-40."
96
Yukarıda sergilenen alıntılar iyice okunur, üzerinde
düşünülürse, İslam dininin, özellikle Kuran'ın ne gibi
çarpık yorumlara uğratıldığı Said-i Nursi'nin Kuran'ı
bile kendi sözlerine, eylemlerine tanık gösterdiği, " R i sale-i N u r " u n Kuran'da bile anıldığı, bir Tanrı buyruğu
diye tanıtılmak istendiği kolayca anlaşılır. Biz, burada
uzun yorumlara dalmak istemiyoruz. Ancak, Sadi-i Nur­
si'nin ne olduğunu, hangi isteklerin ardınca sürüklendi­
ğini anlamak için, öğrencilerinin (Nur talebesi), yandaş­
larının sözlerini dinlemekle değil yazılarını ilgiyle oku­
makla sağlanabileceğini vurgulayalım.
Yazılarının Kuran'la, bin üç yüz elli yıl önceden bil­
dirildiğini söyleyen, yüzlerce sayfa tutan "Risale-i
N u r " u n pek çok yerinde, oldukça karışık, bulanık bir dil­
le sergileyen bir kimsenin " M ü s l ü m a n " kavramı içine so­
kulmak istenmesi, bir de adının başına "bediüzzaman/çağın tansığı" gibi bir niteliğin eklenmesi sağlıklı bir sağ­
duyunun işi değil kanısındayız. Bir kimse durup durur­
ken, "beni Tanrı söyletiyor, bana yeni bir Kuran yaz di­
yor, bana esinler, vahiyler gönderiyor, bugün yapacağı­
mı önceden Kuran'la bildirmiştir" savını ileri süren ki­
şiye ne denir bilemiyoruz.
islam ülkelerinde, Tanrıyla yakınlık kurduklarını,
ondan dolaysız olarak esin-aldıklarını, Tanrısal esinle
yazı yazdıklarını, konuştuklarını söyleyen nice düşünü­
rün, ozanın, ermişin öldürüldüğünü biliyoruz, yazılı kay­
naklardan öğreniyoruz. Sözgelişi Hallac-ı Mansur, Sey-
97
yid Nesimi, Şeyh Bedreddin, Oğlan Şeyh İbrahim daha
nicesi inançlarından dolayı ölüme gönderilmiştir. Onla­
rın söyledikleriyle Said-i Nursi'nin "Risale-i Nur"da
yazdıkları arasında bir karşılaştırma yaparsak, öncekile­
rin salt aydın, suçsuz kimseler olduklarını, Said-i Nur­
si'nin ise " Ş e r i a t " anlayışına göre İmam Gazali, Muhyiddin-i Arabi gibilerden çok daha derin bir " G ü n a h uçu­
r u m u n a " yuvarlandığını anlamakta güçlük çekmeyiz.
Şeyh Bedrettin suçlanırken gerici Şeyhülislamlar: " B u
adam ben peygamberim diyor, bana bunları söyleten Allahtır diyor, yeni bir din getirmek istiyor..." çığlıklarını,
yaygaralarını koparmışlardı. Şimdi "Risale-i N u r ' u oku­
yunca insanın parmağı ağzında kalıyor. Eksiksiz " M ü s ­
l ü m a n " geçinen bir kimsenin Kuran karşısındaki tutumu
böyle mi olmalıydı?
Bugün, Batı uygarlığının İslamdan doğduğunu, bü­
tün buluşların Kuran'dan alındığını söyleyen sözde bil­
ginlerimiz az değildir. Ancak sağduyunun sorduğu şu so­
ru da yanıtsız kalmaktadır: Bütün buluşlar Kuran'dan
alınmışsa, neden hepsi Kuran'a inanmayanların, onun
varlığını bile duymayanların, onu okumayanların ellerin­
den çıkmıştır. Neden Kuran'ın indiği toplumda, ona bağ­
lanan uluslarda böyle bir kimse çıkmamıştır?
İlkçağ Yunan-Roma uygarlığının, Avrupa'da tanın­
masında, özellikle Ortaçağ'da İslam aydınlarının etkisi
yadsınamaz, çalışmaları önemlidir. Ancak bu etki, bu
çalışmalar Yunan kaynaklarının bilinmesinde, öğrenil98
meşinde yardımcı olmuştur. Batı uygarlığı kısa bir süre­
de tüm Ortaçağı, Islamı aşmıştır. Tüm İslam buluşları,
yenilikleri on üçüncü yüzyıl ortalarına bile ulaşamamış­
tır. On beşinci yüzyıl ortalarında Avrupa'da şaşırtıcı bir
gelişme, deneyci bir atılım yaşanmıştır. Gökbilim, fizik,
matematik, kimya, tıp alanlarında önemli buluşlar sergi­
lenmiştir. Elimde " M o d e r n Çağ Öncesi Fizik, J.D. Bemal, Çev. Deniz Yurtören, 1995" adını taşıyan ilginç bir
yapıt var. Bunda, uygarlık tarihi boyunca sürdürülen bi­
limsel gelişmeler, buluşlar anlatılıyor, İslam aydınlarının
emeklerinden saygıyla söz ediliyor. Ancak, bu İslam uya­
nışı, bilimsel aracılığı pek uzun sürmüyor, Ortaçağ'la
kapanıyor, unutulup gidiyor.
Peki islam dünyası, Ortaçağ'daki olumlu gelişimi
neden sürdüremedi, neden günümüz İslamcılarına yal­
nızca o döneme özgü bir övünme kaldı? Bu duraklama­
nın, gerilemenin nedenleri neler olabilir? Bunları bizim
Nurculara, gericilere, "Kurtuluş İ s l a m d a " , "Anayasa
Kuran olmalı" diyenlere sorarsanız alacağınız yanıtlar
bellidir: "A- Masonlar, B- Tanzimat Döneminde Batılı­
laşma girişimi, Mustafa Reşid Paşa, Mithat Paşa, daha
sonra ittihat ve Terakki topluluğu, en sonra da Atatürk.
Bu engeller olmasa İslam inançları çağdaş dünyaya ege­
men olacaktı. Şimdi, biraz daha genişleyelim, şunları so­
ralım: Atatürk, ondan önceki engeller yalnızca Türki­
ye'de görüldü. Öteki İslam ülkelerinde böyle bir durum
yoktu. Sözgelişi Suudi Arabistan, Pakistan, İran, Endo99
nezya, Fas, Cezayir, Tunus, Irak, Suriye gibi İslam ülke­
lerinde Atatürk yoktu, ondan önce gelen Reşid Paşa, Mit­
hat Paşa yoktu. Neden bu ülkelerde, çağdaş Avrupa öl­
çüsünde bir uyanma, bir silkinme, kendine dönüş olayı
yaşanmadı, yaşanmıyor da? Bu ülkelerin hangisi Atatürk
Türkiyesi'nden daha ilerde, daha saygın, daha güçlü, da­
ha özgürdür?
Nurculuk'ta nedense "tarikat" sözcüğü kullanılmaz,
Nurcular kendi topluluklarına "cemaat" derler. Bu bir kan­
dırmacadır. Nedeni belli: İslam inançlarına göre bu dini se­
çenlerden oluşan topluluğa "cemaat" denir. Peygamberin
çevresinde toplanan, Kuran'a bağlanan kimselerin birliği
"cemaaf'tır. Said-i Nursi de yeni bir din kurduğunu ileri
sürdüğünden ona bağlı topluluğa "cemaat" demiştir.
"Risale-i N u r " , bir yorum olmakla birlikte, Kuran'ın
bütününü kapsamaz, gelişigüzel seçilmiş ayetlerin, gö­
reli açıklamasını getirir. Ancak bu açıklamalar da, yu­
karda aktarılan alıntılardan anlaşıldığına göre gelenek­
sel Kuran yorumlarına uygun değildir, birtakım aykırı dü­
şünceleri içerir. "Risale-i N u r " u n "Miftahü'l-iman" bö­
lümünde geçen şu sözleri de özetleyerek aktaralım:
"...Risale-i N u r " ab-ı hayattır... Musa Peygamber'in asa­
sı nasıl dokunduğu taştan oniki pınar akıttıysa, gerek
Hazreti Musa'yı, gerekse yanındakileri nasıl susuzluk­
tan kurtarmışsa, "Risale-i N u r " da onun gibidir. Bir Ku­
ran asasıdır". Bu sözlerin anlamı belli, yazar "Risale-i
Nur"la Kuran'ı özdeşleştiriyor.
100
Saidi-i Nursi, " N u r Meyveleri" adını verdiği yazı­
sında şöyle diyor: "Risale-i Nur okumak veya yazmak,
alim olmak için yeterlidir, başka bilgiye gerek yoktur."
İmdi, bu sözleri okuyan bir kimsenin bilimden ne anla­
şıldığını sorması, üzerinde düşünmesi doğaldır. "Risa­
le-i Nur"da hangi bilimsel bilgiler vardır? Yukarda ser­
gilenen örneklere bakılırsa, bunların bir teki bile düzen­
li, sağlıklı bilgi değil, birtakım sanılar, sanrılar, sayıkla­
malar. Bilim us ölçülerine, düşünme kurallarına, bilim­
sel koşullara göre sağlanır. Bilim kavramının kapsamın­
da tarih, fizik, kimya, gökbilim, yerbilim, kazıbilim, sağlıkbilim, dirimbilim, toplumbilim, coğrafya, matematik,
geometri, mekanik daha nice deney bilimi vardır. Peki
"Risale-i Nur"da bunların hangisi bulunur, bulunabilir?
İnsan bilimlerinde, özellikle insanın tinsel varlığını
ilgilendiren sağlık korumayı amaçlayan bilimlerde şaşır­
tıcı saptamalar vardır. Kimi sayrılıkların, denge bozuk­
luklarının saptanmasında konuşmaların, yazıların, yazı­
larla anlatılan konuların önemi büyüktür. Sayrılığın be­
lirtileri konuşmaya, yazıya, çizime yansır. Nitekim Freud ile öğrencilerinin önemle vurguladıkları bilinçaltı ev­
reni insanın anlaşılmasında tükenmez bir birikim kayna­
ğıdır. Bugün tinsel sayrılıkların, bilinç bozukluklarının
çoğu bu bilinçaltı alanına inmekle, oradan çözümleme­
ler getirmekle açıklanmaktadır. Bilinçaltı kişiliğin, ıra­
nın sığınağıdır. Oraya inmeyi başaran bir uzman, kaça­
ğı yakalamakta güçlük çekmez. Yukarıda söylenenlerden
yola çıkarak, Said-i Nursi'ye yaklaşmaya çalışalım:
101
1- Said-i Nursi "Risale-i Nur"da geçen sözlerinin
Tanrıdan geldiğini, esin kaynağının Tanrı olduğunu sa­
vunmaktadır. Bu sav, onun dolaysız olarak, Tanrıyla iliş­
ki kurduğu anlamına gelmektedir. Peki Tanrıyla dolay­
sız ilişki kuran kimselere "peygamber" denmez mi? Bü­
tün peygamberlerin öne serdikleri savlar böyle değil mi?
Böyledir. Öyleyse, durup dururken peygamber olduğu­
nu savunana ne derler?
2- Said-i Nursi, yine örneklerden anlaşıldığına gö­
re, yeni bir Kuran yazma yolundadır. "Risale-i N u r "
Tanrısal esinlerle bütünleşen "kutsal kitap "tır, ona kar­
şı çıkılmaz, değiştirilemez, eleştirilemez. Bu niteliklerin
hepsi Kuran için geçerlidir. Oysa, yazdığı kitaba üstü
kapalı olarak "Kuran"dır diyen kişiye ne derler? Bu so­
runun yanıtını Şeyhülislam Ebussuud Efendi'nin "Fet­
vaları " n d a n buluyoruz "Katli vacibtir." Yargı bununla
bitmiyor, "anın mezhebinden olanlar dahi katledilir." İş­
te şeriatın Said-i Nursi ile yandaşları, " n u r talebesi" ko­
nusunda söyledikleri bunlardır.
3- Said-i Nursi İslamı savunurken, onun getirdiği ko­
şulların birine bile uymuyor. Bu kişi, lslamın öngördü­
ğü " a i l e " birliğinden yoksundur, Tanrının bu konudaki
buyruğunu yerine getirmemiş, Peygamber'in yoluna
(sünnetine) bağlanmamıştır. Bu nedenle nurcuların nerdeyse büyük bir bölümü evlilikten kaçınmaktadır.
4- tslamda özel bir giyim, toplumda ayrıcalık doğu­
racak nitelikte giyinip kuşanma yoktur. Oysa Nur tale-
102
besi toplumun ilgisini çekecek biçimde dışadönük giy­
silere bürünmektedirler.
5- İslamda çalışmak bile "ibadetten sayılır"ken Nur­
cular çalışmazlar, tarla işlemezler, hayvan yetiştirmez­
ler. Peki neyle geçinirler, bu geçim kaynağını nerden sağ­
larlar? İslamda sömürü, dilenme, çalışmadan geçinme,
daha açığı " t a k v a " denen toplumdan el etek çekerek emek tüketmeden, kazanmadan yaşama yoktur, yasaktır.
"Müminler takvayı sevmezler". Oysa Nur talebesi hep
gizlilikler içinde, görünmeyen, bilinmeyen yerlerde ça­
lışmadan yaşar.
6- "Risale-i N u r " yayınlarıyla bu yurtların, okulla­
rın, derneklerin ayakta durmasına, yeni görkemli yapı­
ların, konutların yapılmasına olanak yoktur, bunlar kişi­
sel yardımlarla da olacak işler değil. Burada "değirme­
nin suyu nereden geliyor" sorusu bütün ağırlığıyla kar­
şımıza çıkıyor. İlk bakışta önemsiz gibi görülen bu son
sorun, hepsinden önemlidir. Nedeni şu: Düşünsel çalış­
malarda, güdülen amaç sorunların gerçeklere uygun, bi­
limsel yöntemlere dayalı olarak gündeme getirilmesi,
onlara yanıt aranmasıdır. Bu işte kapalılık, gizlilik yok­
tur.
Topluma açık, belli ereği, anlamsal içeriği olan bir
kuramın çevresinde toplananlar için kazanç, sömürü söz
konusu olamaz. Ancak, Nurculuk öyle değil. Toplumun
belli bir kesimini ele geçirerek yönlendirmek, çağdaş
anlayışla gelen görüşleri, oluşan kurumlan ortadan kai-
103
dırmak, sözde bir "şeriat devleti" kurmak. Durum böy­
le olunca, bilimsel çalışmanın, görüşün ötesine geçilir,
örtülü amaç gündeme gelir. Durum böyle olunca geçim
olanakları, tüketim kaynakları ister istemez sorular dizi­
sine dönüşür, değirmenin suyunun kaynağı aranır.
Biz, yakından tanıdığımız Nurcuhrdan sezinlediğimi­
ze göre, Nurculuk Ortaçağ'da, İran'da ortaya çıkan, Hasan
Sabbah'ın kurduğu derneği "Haşhaşiye" diye nitelemek
yaygın bir gelenektir. Hasan Sabbah, İran'da "Alamut Ka­
lesi" denen dağlık yere çekilmiş, orada çevresinde topla­
nanlara "haşhaş" vererek uyuşturuculuğu aşılamıştır. Bu­
na alışan kimseleri, istediği gibi kullanmada, ölüme gön­
dermede güçlük çekmemiştir. Onun sonradan "Batınilik"
diye anılan çığırı İslam ülkelerinde uyuşturucu kullanma­
yı bir gelenek durumuna getirilmiştir.
Batinilikte, Kuran'ın görünen değil, görünmeyen
yanına, anlamsal içeriğine önem verilir, böylece alışıl­
madık bir yorum türü ortaya çıkar. Birliğin "başında bu­
lunan kimse Tanrılaştırılır, sözleri Tanrısal kaynaktan
gelmiş gösterilir, karşı konulmaz, tartışılmaz, eleştiril­
mez, yalnızca toplu olarak okunur, dinlenir.
Nurculuk, ister tarikat, ister topluluk (cemaat) olsun,
hangi görüşü benimsemiş, hangi ereğe yönelmiş, kısaca­
sı ne istiyor? Bu sorunun yanıtı yoktur. Nitekim "Risalei N u r " u sıkılmadan, bunalmadan okuyan bir kimse yaza­
rının ne istediğini bunları neden yazdığını anlamakta çok
güçlük çeker. Nurculara sorarsanız amaç, Türkiye Cu-
104
muhriyeti yerine bir "şeriat devleti" kurmaktır. Ancak, al­
tı yüz yıl İslam geleneğine bağlanan Osmanlı Devleti'nin
sonu nereye vardı? diye sorulunca yanıt yoktur. Bugün, şe­
riata bağlılığını savunan İslam devletleri içinde Ameri­
ka'ya Avrupa'ya el açmayanı, dilenmeyeni yoktur. Türki­
ye'nin şeriat devleti olması, dilenci İslam devletlerinin sa­
yısını arttırmaktan başka bir işe yaramaz.
Diyelim ki gerçek amaç, Kuran içeriğine uygun bir
toplum düzeni kurmak, insanları ona göre eğitip yetiştir­
mektir. Oysa "Risale-i Nur"un Kuran'a uymadığı, onu yenidenyazmayı düşündüğü ortada sergilenen yorumlardan
belli. Kuran'ın Nurculuğun isteklerini doyuramadığı, gi­
deremediği Said-i Nursi'nin açıklamalarından belli. Son­
ra, Müslümanlığa gönül vermiş bir kimsenin Kuran du­
rurken "Risalei-i N u r " okumasına gerek var mı? Bir in­
sana Müslüman olması için Tanrının kitabı yetmiyor mu?
Nurculuğun açık bir ereği, anlamı görülmüyor. Yük­
seköğretim kurumlarının "medrese-i nûriye" adıyla anıl­
masını isteyen Nurculuk o kurumlarda bilim adına ne
okutacak? Yalnızca "Risale-i N u r " okumak için yükse­
köğretim kurumuna gerek kalmamıştır.
Çağdaş bir toplumu, üstelik onlarca milyon insan­
dan oluşan büyük bir birikimi yönetmek için yalnızca
"Risale-i N u r " okumak yeter mi? Tüm toplumsal kurum­
ların yönetimi, düzenlenmesi, yaşatılması, gelir-gider iş­
lemleri, denetimi hangi ilkelere göre uygalanacak? Çağ­
daş dünyada içine kapanıp kendi başına yaşayabilen bir
105
devlet yoktur. Uluslararası ilişkiler, sözleşmeler, anlaş­
malar, hep çağın anlayışına, uygarlığın gidişine göredir.
Türkiye bunların dışına çıkarsa, bunları yadsırsa kom­
şularıyla hangi koşullar altında barış sağlayacak, birlikdüzen kurabilecek?
İslam çağımıza yetmiyor. Bütün buluşlar, gelişme­
ler, yenilikler toplumlararası ilişkiler Ortaçağdan beri
dinlerin dışına taşmıştır, hepsi Islamın dışında,.uzağın­
da varlığını sürdürme olanağı sağlamıştır. Bugün, topra­
ğının altındaki petrolü kendi olanaklarıyla, kendi buluş­
larıyla çıkaran, işleten arındıran, satabilen bir İslam dev­
leti yoktur. Yine bugün sağlığını kendi olanaklarıyla sağıltan bir İslam devleti yoktur. Varlıklı yöneticiler, "pet­
rol zenginleri" başları ağrıyınca hep Avrupa'ya, Ameri­
ka'ya koşuyorlar, sağıltım gereçlerini Kuran'da, "Risale-i Nur"da aramıyorlar. Çağımız bütün dinleri aşmış bir
uygarlık anlayışının aydınlığında yürüyor.
Said-i Nursi bir yazısında: "Risale-i Nur, Kuranıke­
rim'in en hakiki tefsiridir. Risale-i Nur, kendisine hiz­
met edenler, başta talebelerini mutlak cennete götürecek"
demektedir. Oysa İslam dinine göre kimin cennete gide­
ceğini yanlınzca Tanrı bilir. Ortaçağ Avrupası'nda geçim
sıkıntısı çeken kiliseler varlıklı kimselere büyük gelirler
karşılığında "cennet satarlardı", bunu tarih kaynakla­
rından öğreniyoruz. Burada da, ona benzer bir açıklama
görülüyor, "Risale-i N u r " okuyanlar, onu yaymaya ça­
lışanlar kesinlikle "cennete gidecekler." Böyle bir sav
106
sağlıklı bir düşünme odağından çıkamaz. Bu " c e n n e t "
sözcüğünün arkasında yüklü bir çıkar, kazanç tutkusu­
nun pusuya yattığı besbelli. Kuran'da bile, "Kuran oku­
yan cennete gidecek" denmemiştir. Nitekim Kuran'ı, il­
gi duyunca bir papaz da okuyabilir.
Burada, Said-i Nursi'nin derin bir bunalım içine düş­
tüğü, sarsıldığı, dengesinin bozulduğu anlaşılıyor. Nite­
kim yazılarında, tümceler arasında sağlıklı bir anlam
bağlantısı görülmüyor, kavramlar yan yana dizilmiş, an­
cak içerikleri birbirinden kopuk. Bu kopukluk düşünme
eyleminin sık sık kesintiye uğraması sonucudur. Düşün­
me eylemi sağlıklı işlemiyor, sıçramalara, sapmalara,
anlam kaymalarına yöneliyor.
Durum düşünce yetersizliğinden doğuyor, bilinç bu­
lanıklığı düşünme eylemini saptırıyor, buna bilgisizlik,
kendini beğenmişlik, çevrede toplananların savrukluğu,
sarsaklığı eklenince iş içinden çıkılmaz bir bulaşıklığa
dönüşüyor. Said-i Nursi'nin çok üstün düşünceler üret­
tiğini savunanlar, bü üstün düşüncelerin neler olduğu so­
rulunca, bir örnek istenince konuyu saptırıyor, anlamsız
sözcükler sergileyerek gerçek bir çözüm getirdiklerini sa­
nıyorlar. 1950 yılında, Edebiyat Fakültesi'nin Felsefe
Bölümü'nde öğrenciyken Muhsin Alev adlı nurcu bir ar­
kadaşımız vardı. Sonradan Berlin'e giderek, orada yeni
bir " n u r derneği" kurdu, adını da "Muhsin Elkovani"ye
dönüştürdü. Bu arkadaşımız, Almanca yayımladığı bir
yazısında, Nursi ile Kant'ı karşılaştırmış (biz yazıyı gör-
107
medik, yalnızca işlenen konunun aktarılmışını dinledik),
Nursi'yi Kant'tan daha üstün bulmuş. Biz, Kant'ın tüm
yazılarını okuduk, Nursi'nin "risale'Merini de biliyoruz.
İkisini karşılaştırmak şöyle dursun adlarını yan yana yaz­
mak bile çılgınlıktır. Kant'ın görüşlerinden birçok felse­
fe çığırı doğmuş, Avrupa düşüncesi yeni bir içerik ka­
zanmış. Üstelik Kant bir yorumcu değil çığır açıcı düşü­
nürdür. Oysa Nursi yeterince öğrenim görmemiş, bilgi
edinmemiş, yalnızca Kuran'ın kimi yerlerini açıklama­
ya, yorumlamaya yeltenmiş, dağınık düşünceli, sağlık­
sız dilli bir kimse. Ayrıca Nursi dinci, kendinden bin üç
yüz elli yıl önce gelmiş bir dinin özünü kavrayamadan
savunucusu olmaya kalkışmış bir kimse. Kant, bizim Said-i Nursi'nin bir "yeni Kuran" yazmaya kalkışması gi­
bi "yeni İncil" yazmayı düşünmemiş. Neyse sözü uzat­
mayalım, bu söylenenlerle yetinelim.
Said-i Nursi'nin başlıca özelliği yetiştiği çevrenin
gereğince aydınlanmamış olmasıyla bağlantılıdır. Nite­
kim bütün İslam ülkelerinde durum böyledir. Kendini
Tanrının özel elçisi sayan, peygamber niteliğinde görüp
göstermeye yeltenen t ü m dinciler bilgisiz, dengesiz, sav­
ruk anlayışlı kimselerdir. Uygarlık tarihi, din kurucula­
rının çoğunun birtakım dengesizlikler içinde çırpındığı­
nı gösteriyor. Düşünce üreten, geleceği aydınlatıcı, ge­
liştirici yapıt bırakan, düşünce çığırı açan bir din kuru­
cu görülmemiştir. Hepsi Tanrı adına konuştuklarını ile­
ri sürmüş, tutarsız kişiliklerini Tanrı kavramı arkasında
108
gizlemişlerdir. Bu yüzden, yeryüzünde, din kurucu bir
bilgin, bir bilge görülmemiştir. Dinlerin hepsi yoksul
çevrelerde, üretim-tüketim dengesizliğinin egemen oldu­
ğu bölgelerde, karanlıkta yaşayanlar arasında doğmuş­
tur. Varlıklı bir din kurucu bilmiyoruz. Demek yoksulun
başarısı Tanrı adına konuşmasındadır.
İmdi, buraya değin anlatılanların hepsi Said-i Nursi'nin bir din kurucusu, inanç, yayıcısı olarak ortaya çı­
kışıyla, eylemleriyle ilgili bilgi kırıntılarıydı. Peki, din dı­
şında, dinden kaynaklanmayan hangi çağdaş girişimler­
le bu alanda başarı sağlanacak, toplum gelişmesinin önü
açılacak? Bu sorunun olumlu yanıtı yoktur. Said-i Nursi'nin dedikleri en ince ayrıntılarına değin toplumsal ku­
rumlara uygulanırsa, Türkiye yeryüzünün en bayındır ül­
kesi olurmuş. Peki tarihte yalnızca dinsel uygulamalarla
varlığını sürdüren, bayındırlaşan, gelişen, yükselen bir
devlet var mı? Bir Nurcu neyi örnek alarak, hangi çağdaş
verilere dayanarak Türk toplumunu yükseltecek? Bunu
düşünen bir kimse çıkmamıştır. Atatürk'ü yermekle, cum­
huriyet yönetiminin dine baskı yaptığı yalanını diline do­
lamakla ülke kalkınmaz. Ülkeyi kalkındıran belli kay­
naklar, odaklar vardır. Bunların başında üretim gelir.
Okullara din dersi koymakla, din görevlilerinin aylıkla­
rını arttırmakla, bütün toplum kurumlarını dine bağla­
makla kalkınma olur mu? Bir Nurcu hangi üretim alanın­
da verimli, varsıl olabilmiştir? Hepsi olumsuz.
Üretim kalkınmanın birinci koşuludur. Ürettiği ken­
dine yeten, artığını başkalarına satarak gelir sağlayan, baş-
109
kalanndan yardım beklemeyen, ürünlerine dünya sataklannda alıcı bulan, toprağın altındaki gelir kaynaklarını iş­
letmeyi bilen bir ulus kalkınır. Kalkınmanın başka bir ola­
nağı yoktur. Yeryüzünde dinle sağlanan geniş kapsamlı bir
üretim yoktur. Şeriat yanlısı devletlerin yeraltı kaynakla­
rını bile, İslama inanmayan uluslar işletip sömürmektedir.
Kadınları eve kapamakla, kara örtülerin altına sok­
makla, kızları yalnızca din-tarikat bilgileriyle aydınlat­
maya çalışmakla ne üretim sağlanır, ne de dilencilikten
kurtulma olanağı bulunur. Türk kadını kırsal kesimde kaç
göç bilmez, kara örtülere bürünmez. Türk kadını tarla­
sında, çayırında, harmanında, ağılında erkeğiyle yan ya­
nadır, komşularıyla uzlaşım içindedir. Kapanma, örtün­
me büyük yerleşme yerlerinde, işsiz güçsüz oturmakla
başlar, bu nedenle gericiliği besleyen kaynaklar da bu­
ralardır. Kırsal kesimin üretici kadını, büyük yerleşme
yerlerine göçünce gecekonduların tüketici dişisi durumu­
na getiriliyor, benliğinden, kişiliğinden uzaklaştırılıyor.
İkinci Abdülhamid'in delidir, sapkındır diyerek,
Toptaşı Tımarhanesi'ne attırdığı Said-i Kürdi, Cumhu­
riyet döneminde Tanrıyla konuşan, ondan buyruklar, bil­
diriler, öneriler alan bir olağanüstü kişi durumuna geti­
riliyor. Peki bütün delilerin yazgısı böyle değil mi? Tan­
rıyla konuşmak, Tanrılaşmak deliliğin en yüksek aşama­
sıdır? Tanrı, bilinmeyen bir nedenle, cumhuriyetten son­
ra ülkemize gönderdiği böyle ermiş delilerle ulusumu­
zu çok sevdiğini kanıtlamıştır.
110
Download