SAİD NURSÎ’NİN HAÇLILARLA İTTİFAKI VE AHİR ZAMAN FİTNELERİ Hz. Peygamberin haber verdiği ahir zaman fitnelerini ve deccallerin gayretlerini idrak etmek her müslümanın vazifesidir.. Bu bağlamda Said Nursi’nin Haçlı İttifakı’na dair beyan ve yaklaşımları elbette manidardır. İşte onun görüşlerinden biri: “Misyonerler ve Hıristiyan ruhanileri, hem nurcular çok dikkat etmeleri elzemdir. Çünkü, her halde şimal cereyanı; İslam ve İsevi dininin hücumuna karşı kendini müdafaa etmek fikriyle, İslam ve misyonerlerin ittifaklarını bozmaya çalışacak.” (Emirdağ Lahikası, c. 1, s. 150)... Önce Yüce Allah’ın, İslam dininin yegâne hak din olduğu konusundaki tartışmasız ilahî hükümlerini hatırlayalım: ALLAH KATINDA TEK DİN İSLAM’DIR 1- "Hiç şüphe yok ki, Allah katında yegâne din İslam’dır" (Âl-i İmran, 19) 2- “Bugün sizin dininizi kemâle erdirdim, size olan nimetimi tamamladım ve size din olarak İslam’ı seçtim.” (Mâide, 3) 3- “Kim, İslam’dan başka bir din ararsa, bilsin ki; kendisinden asla kabul edilmeyecek ve o ahirette ziyan edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmran, 85) İslam dini; 1- Tevhid akidesi, 2- Nübüvvet temeli üzerine bina edilir. YAHUDİ VE HRİSTİYANLARLA İLGİLİ AYETLER: 1- “Yahudiler ‘Üzeyr Allah’ın oğludur’ demişler; Hıristıyanlar da, ‘Mesih Allah’ın oğludur’ demişlerdi. Bu, onların kendi ağızları ile geveledikleri sözleridir ki, kendilerinden önceki kafirlerin sözlerine benzetiyorlar. Allah onları kahretsin; nasıl da uyduruyorlar.” (Tevbe, 30) 2- “Rahman çocuk edindi, dediler, and olsun ki, siz pek kötü cürette bulundunuz! Neredeyse o (sözün dehşeti)nden gökler çatlayacak, yer yarılacak ve dağlar yıkılıp dağılacaktı. Rahman için çocuk iddia ettiklerinden ötürü. Çocuk edinmek Rahman’a yakışmaz.” (Meryem, 88-92) 3- “Şurası muhakkaktır ki, ‘Meryem’in oğlu Mesih, Allah’ın ta kendisidir’ diyenler küfre girmişlerdir.” (Mâide, 17) 4- “Onlar Allah’ı bırakıp hahamlarını, rahiplerini ve Meryem’in oğlu Mesih’i kendilerine Rab edinmişlerdir. Halbuki onlar da tek ilaha ibadet etmekten başka bir şeyle emr olunmamışlardı.” (Tevbe,31) 5- “Allah’ın Meryem oğlu Mesih olduğunu söyleyenler, muhakkak küfre girmişlerdir. Halbuki Mesih, ‘Ey İsrailoğulları, Rabbim ve Rabbiniz olan Allah’a ibadet edin! Zira her kim Allah’a şirk koşarsa, Allah ona cenneti haram kılar ve varacağı yer de ateş olur. Zalimler için hiçbir yardımcı yoktur’ demişti. ‘Allah üçün üçüncüsüdür’ diyenler elbet kafir olmuşlardır. Oysa yalnız bir Tanrı vardır, başka Tanrı yoktur. Bu dediklerinden vazgeçmezlerse, elbette onlardan inkar edenlere acı bir azap dokunacaktır.” (Mâide, 72-73) SAİD NURSİ’NİN HIRİSTİYANLAR HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ: 1- “Elbette şimdi fetret gibi karanlıkta kalan ve Hz. İsa’ya mensup Hıristiyanların mensuplarının çektikleri felaketler, onlar hakkında bir nevi şehadet denilebilir.” (Kastamonu Lahikası, 114-115) 2- “İşte bu günde meydana çıkan bu dehşetli cereyanı (komünizm) ancak ve ancak Hıristiyanlık aleminin Müslümanlıkla ittihadı (birleşmesi) yani İncil Kur’an ile ittihad ederek…” (Emirdağ Lahikası, c. 1, s. 62) 3- “Misyonerler ve Hıristiyan ruhanileri, hem nurcular çok dikkat etmeleri elzemdir. Çünkü, her halde şimal cereyanı; İslam ve İsevi dininin hücumuna karşı kendini müdafaa etmek fikriyle, İslam ve misyonerlerin ittifaklarını bozmaya çalışacak.” (Emirdağ Lahikası, c. 1, s. 150) 4- “Şimdi ehl-i iman, değil Müslüman kardeşleriyle, belki Hıristiyanın dindar ruhanileriyle ittifak etmek ve medar-ı ihtilaf meseleleri nazara almamak, niza etmemek gerekir. Çünkü, küfr-ü mutlak hücum ediyor.” (Emirdağ Lahikası ,c. 1, s. 194) FETULLAH GÜLEN, SAİD NURSÎ’NİN İTİKADI ÜZERE YÜRÜYOR: KÜRESEL BARIŞA DOĞRU adlı eserin sayfa 131’inde Fetullah Gülen, Kelime-i Tevhid’in ikinci bölümünü söylemeyenler için rahmet nazarıyla bakılmasını istiyor: "... Herkes kelime-i tevhidi esas alarak çevresine bakışını yeniden gözden geçirmeli ve ıslah etmelidir. Hatta kelime-i tevhidin ikinci bölümünü, yani ’Muhammed Allah’ın rasûlüdür’ kısmını söylemeksizin sadece ilk kısmını ikrar eden kimselere rahmet ve merhamet bakışıyla bakmalıdır." (Bkz. http://tr.fgulen.com/content/view/3759/5/) Fetullah Gülen, Kur’an-ı Kerim’deki Hristiyan ve Yahudilerle ilgili ayetlerin bugünküleri içine almadığını anlatıyor: “Kur’ân-ı Kerim’de Hristiyanlık ve Yahudilik hakkında kullanılan ifadelerin çok sert olduğu söylenir… Geçmiş dönemlerde, belli Hristiyan ve Yahudilerin apaçık gerçek karşısında gösterdikleri inat, ayak direme ve düşmanlığı ifade için Kur’ân’ın kullandığı aynı üslûp, bugünün Yahudi ve Hristiyanları için de kullanılacak diye bir şart, bir mecburiyet olamaz… O âyetlerin ilk günden bu yana her Yahudi ve Hıristiyanı içine aldığı kesin değildir.” (Fetulah Gülen, Fasıldan Fasıla 4, sayfa 95). RİSALE-İ NUR’UN İÇİNDE YER ALAN "TARİHÇE-İ HAYAT" KİTABINDAN: Said-i Nursi’nin hayatının anlatıldığı bu kitabın “ilk hayat” bölümünden 32. sayfa: “Hazret-i Resul-i Ekrem (s.a.v.) ümmetinden sual sormamak şartıyla ilm-i Kur’an’ın talim edileceğini tebşir etmişler. Aynen bu hakikat hayatında tezahür etmiş. Daha sabavetinde iken bir allame-i asır olarak tanınmış ve katiyen kimseye sual sormamış, fakat sorulan suallere mutlaka cevap vermiştir.” Bu kitaba göre, Peygamberimiz (s.a.v.), rüyasında Said-i Nursi’ye, kimseye soru sormaması şartı ile Kur’an ilmini öğreteceğini buyurmuştur. “Risale-i Nur gerçi zahiren sizin eserinizdir, fakat nasıl ki, Kur’an-ı Mübin Allah’ın kelamı iken Seyyid-i Kainat, Eşref-i Mahlukat Efendimiz nasa tebliğe vasıta olmuştur, siz de bu asırda yine o Furkan-ı Azim’in nurlarından bugünün karmakarışık sarhoş insanlarına emr-i hakla hitab ediyorsunuz.” HZ. PEYGAMBERİN (S.A.V.) RÜYADA GÖRÜLMESİ VE SAİD’İN ÖVÜLMESİ KONUSU: Risale-i Nur’da yer alan "Sikke-i Tasdik-i Gaybi" kitabında, Hz. Peygamberi (s.a.v.) rüyasında görenlerin ağzından onun sahip olduğu iddia edilen makamla ilgili şunlar anlatılmaktadır: 1- Risale-i Nur şakirdlerinden Rıza görüyor: “Hz. Peygamber (s.a.v.), camide Ebubekir Sıddık’a emrediyor: “Çık hutbe oku!” Ebubekir Sıddık koşarak minberin en yukarı basamağına kadar çıkar, hutbe okur. Hutbe içinde cemaate der ki: “Bu söylediğim hakikatlerin izahatı 29. sözdedir.” 2- Risale-i Nur’un Osman isimli şakirdi: “Rüyamda Şemal-i Şerif’e muvafık, nurani bir surette Hazret-i Peygamberi (s.a.v.) oturduğu yere dayanmış bir şekilde gördüm. Bu anda bir sada geldi ki, Hazret-i Peygamberin (s.a.v.) bir yaveri geldi, kapılar birdenbire kendi kendine açıldı. Risale-i Nur naşilerinin üstadı olan zat içeri girdi. Hazret-i Peygamber, üstadımıza şefkatkarane bir iltifat göstererek dayandığı vaziyetten doğruldu. Ben de ağlayarak uyandım.” 3- Risale-i Nur şakirdlerine evini tahsis eden Şükrü efendidir. Rüyada ona diyorlar ki: “Senin o köşküne Hazret-i Peygamber (s.a.v.) gelmiş, o da koşarak gidip, Hazreti Peygamberi çok nurani ve sürurlu bir halde bulup ziyaret etmiş. 4- Risale-i Nur şakirdlerinden Nazmi’dir. Rüyasında ona diyorlar ki: “Rüyasında ona diyorlar ki, Risale-i Nur’un şakirdleri imansız ölmezler. Kabre imanla girerler.” (s. 21-22) RİSALE-İ NUR’UN İLHAM YOLUYLA, BİR MANADA VAHİY İLE YAZILMASI KONUSU: ŞUALAR KİTABINDAN s. 559, Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 97: "Risaletü’n-Nur sair te’lifat gibi ulum ve fünundan ve başka kitaplarda alınmamış. Kur’an’dan başka me’hazı yok. Kur’an’dan başka üstadı yok. Kur’an’dan başka mercii yok. Telif olunduğu vakit hiçbir kitap müellifinin yanında bulunmuyordu. Doğrudan doğruya Kur’an’ın feyzinden mülhemdir ve sema-i Kur’aniden ve ayatın nücumundan, yıldızlarından iniyor, nüzul ediyor.” REHBERLER, s. 141: "Risale-i Nur, 20. asrın Müslümanlarını ve bütün insanlarını koyu bir fikir karanlıklarından ve müthiş delalet yollarından kurtarmak için müellifin kendi ihtiyari ile yazılmış değil, Cenab-ı Hakkın lisanı ile yazılmış bir eserdir.” MÜDAFAALAR, s. 300: “Bu hakikatlerden anladım ki, Risale-i Nur, bu asırın insanları olan bizler için yazdırılmıştır.” MÜDAFAALAR, s. 347: “Ey Risale-i Nur! Senin Hakkın dili, Hakkın ilhamı olup O’nun izni ile yazıldığına şüphe yoktur. Ben kimsenin malı değilim. Ben hiçbir kitaptan alınmadım, hiçbir eserden alınmadım. Ben Rabbani ve Kur’aniyim. Bir layemut’un eserinden fışkıran kerametli bir Nur’um.” KASTAMONU LAHİKASI, s. 233: “Risale-i Nur’un mesaili, ilim ile, fikir ile, niyet ile ve kasdi bir ihtiyarla değil; ekseriyet-i mutlaka ile, sunuhat, zuhurat, ihtirat ile oluyor.” MEKTUBAT, s. 362, 363: “Kur’an’ın bir nevi tefsiri olan Sözler’deki hüner ve zarafet ve meziyet kimsenin değil; kimsenin ihtiyar ve şuuru ile kesilmez, biçilmez; belki onların vücududur ki, öyle ister ve bir dest-i gaybidir ki o kamete göre keser, biçer, giydirir. Biz ise, içinde bir tercüman, bir hizmetkarız.” BARLA LAHİKASI s. 78-79: “Risale-i Nur gerçi zahiren sizin eserinizdir; fakat nasıl ki Kur’an-ı Mübin Allah’ın kelamı iken Seyyid-i Kainat, Eşref-i Mahlukat Efendimiz nasa, tebliğe vasıta olmuştur, siz de bu asırda yine o Furkan-ı Azim’in nurlarında bugünün karmakarışık sarhoş insanlarına emr-i Hakla hitab ediyorsunuz. Hulusi.” SAİD-İ NURSİ’NİN BÜTÜN İLMİNİN ALLAH’TAN OLMASI: TILSIMLAR MECMUASI, s. 188: “… Bu hadis-i şerif nurun tercümanına mutabık geliyor ki: İlminin ve kemalinin tahsil ve terbiye neticesi değil, lutuf ve ihsan-i Rabbani olarak, bir harika-ı fıtrat halinde kısacık bir zamanda ihsan edileceğini bildiriyor ki, şimdiye kadar kimse de vaki olmamış olan bu hal ancak bir büyük müceddidin alamat-ı mahsusasındadır.” Risalelerin yazılmasındaki ilmin "ledünni" olduğunun ispatı için şunu kullanmışlardır: TILSIMLAR MECMUASI, s. 189: “Kehf suresinin Hz. Musa (as) ile Hızır’dan (as) bahseden 65. ayetinin "tarafımızdan kendisine bir ilim öğrettiğimiz" anlamına gelen bölümü ebced hesabına tâbi tutularak yukarıdaki iddia delillendirilmek istenmiş, Said-i Nursi’ye verilen bu ilmin Resaili’n-Nur olduğu belirtilmiştir.” RİSALELERİ YAZARKEN GAYBİ İHTAR ALMASI: TARİHÇE-İ HAYAT, s. 45: “Çoktan beri ruhuma ihtar edilmiş ki, Ziya namında birisi, Risale-i Nur namına büyük bir hizmet edecek. Bu mesele gösterdi ki, o Ziya bu Ziya’dır.” KASTAMONU LAHİKASI, s. 29: “Birden bir ihtar-ı gaybi ile kat’i kanaat verecek bir surette kalbime geldi. Denildi ki: Ciddi bir alaka ile senin eskiden beri tekrar ettiğin "bir ışık var, bir nur göreceğiz" diye müjdelerin tevili ve tefsiri ve tabiri; sizin hakkınızda belki iman cihetiyle, Alem-i İslam hakkında dahi en ehemmiyetlisi Risale-i Nur’dur.” RİSALELERDE YER ALAN İFADELER: “Yazdırıldı” (Şualar, 219) “Yazdırılmış” (Lemeat, 68) “Yazdırılmadı” (Tarihçe-i Hayat, 398) “İzin olmadığından yazılamadı” (Kastamonu Lahikası, 28) “İrade ve ihtiyarım ile yazmadım” (Şualar, 83) “Yazmaya izin verilmedi” (Sözler, 157) RİSALELERİN FARKLI DİLLERDE YAZILMASI KONUSU DA İRADESİZ OLARAK YAZILMASINDANMIŞ! “Şu fıkra Arabi geldiği için Arabi yazıldı…" (Sözler, 443) “Şu 20. Pencerenin hakikati, bir zaman Arabi bir surette kalbe şöyle gelmişti…” (Sözler, 625) “Yani bu münacat kalbe Farisi olarak tahattur ettiğinden Farisi yazılmıştır.” (Sözler, 193) SAİD-İ KÜRDÎ’NİN EKÜMENİK PATRİK SEVDASI VE TEVARÜS EDEN AMERİKANCI MİSYON Son dönemin "diyalogcu nurcuları"nın "ekümenik sevdalı patriğe destek misyonu” ve "Amerika’nın bölgesel ve küresel planlarına taşeronluk hizmeti" son çeyrek asırla sınırlı değildir. TEVARÜS EDEN AMERİKANCI MİSYON Bu bağlamda günümüzün diyalogcu nurcuları, sarmaş dolaş pozlar vermek ve Ramazan sofralarında iftar duaları yaptırmak suretiyle "ekümenik sevdalı Patrik Bartho"yu milletimizin nezdinde meşrulaştırma ve ABD’nin planına taşeronluk yapma vazifesini Garibüzzaman Said Kürdî’den devralmışlardır. İslam medeniyetinde hiç rastlanmamış biçimde "Hıristiyan şehit" gibi Haçlı itikadı hükümleri üreten ve bunu İslam itikadı imiş gibi risaleler yoluyla pazarlayan Garibüzzaman Said Efendi’nin (Bkz. Bkz. Kastamonu Lahikası, s. 75), risalelerini kaleme aldığında birer nüshasını Papa XII. Pie’ye gönderdiği, Papa’nın da buna mukabele ettiği gözden kaçmamalıdır (Bkz. Küresel Barışa Doğru, Gazeteciler ve Yazarlar vakfı yay. s 131; Köprü, s. 2, Kasım 1997, s. 110–116). GARİBÜZZAMAN, EKÜMENİK PAPAZLA SARMAŞ DOLAŞ Bu arada 1950’li yıllarda Garibüzzaman Said–i Nursî’nin sürpriz biçimde Fener semtinde ikamet etmesi sebebiyle, Rum Patrik Athenagoras ile görüşmelerini sürdürmesi de önemli köşe taşlarıdır (Bkz. Küresel Barışa Doğru, Gazeteciler ve Yazarlar vakfı yay. s 131; Köprü, s. 2, Kasım 1997, s. 110–116). Cumhuriyet döneminin "ABD’den ithal ilk ekümenik sevdalısı" papaz Athenagoras’ın sicili ile Garibüzzaman Said Kürdî’nin dostlukları, "nurculuğun ne idüğü"nü kavramak hususunda çok önemli bir foyametredir. PATRİK VE GARİBÜZZAMAN KUVAY-İ MİLLİYE’YE KARŞI Ne ilginçtir ki; günümüzün diyalogcu nurcuları, Kuvay–ı Milliye’yi çetecilik olarak nitelendirerek rahatsızlıklarını ifade ederlerken, Milli Mücadele yıllarında Fener Rum Patrikhanesi de Kuvay–ı Milliye hareketini barbarlık olarak niteliyordu. (Bkz. Erol Cihangir, Papa Eftim’in Muhtıraları ve Bağımsız Türk– Ortodoks Patrikhanesi, Turan Yay. İstanbul, 1996, s.5; Mesut Çapa, Pontus Meselesi / Trabzon ve Giresun’da Milli Mücadele, TKAE Yay. Ankara, 1993, s.38). Yine ne tesadüf ki, İngilizler tarafından kurdurulan ve yönetim kurulunda Garibüzzaman Said–i Kürdî’nin de bulunduğu zamanın Cemiyet–i Müderrisîn namlı Teâl–i İslam Cemiyeti, 26 Eylül 1919’da İkdam gazetesinde "fetva ilanatı" yayınlayarak, Türk milletini Kuvay–ı Milliye’ye destek vermemeye, hatta "hain, eşkıya, katil canavarlar ve lanetlik" ilan ettikleri M. Kemal Atatürk önderliğindeki Kuvay–ı Milliye kadrosuna karşı mücadele etmeye çağırıyor, kesinlikle İngiliz ve Yunanlılara karşı gelinmemesini tavsiye ediyordu (Bkz. İkdam gazetesi, 26 Eylül 1919; Yücel Özkaya ’Ulusal Bağımsızlık Savaşı Boyunca Yararlı ve Zararlı Dernekler’, Atatürk Araştırma Merkezi, Cilt IV, Sayı 10, (Kasım 1987); Genelkurmay Başkanlığı Askeri Tarih ve Stratejik Etüd (ATESE) Arşivi, Klasör 86, Dosya 144 (1318), Fihrist 240; M. Latif, Yeni Asya gazetesi, 11 Mayıs 2005). Garibüzzaman’ın İngiliz patentli fetvasını örtmek isteyen Yeni Asya grubu, "Bediüzzaman bu cemiyetin ’sade’ bir üyesidir" (M. Latif, 11 Mayıs 2005, Y. Asya) deseler de; muteber tarihçilerden Tarık Zafer Tunaya, adeta tarihe not düşercesine "26 Eylül 1919’da bu cemiyet, (Teali İslam’ın ilk adı olan Cemiyet–i Müderrisin) İkdam gazetesinde, Anadolu hareketi aleyhinde ilk beyannamesini, daha sonra ikinci ve üçüncüsünü yayınlamıştır. İlk yönetim kurulunda Mustafa Sabri (Başkan), İskilipli Mehmet Atıf (İkinci başkan), Said–i Kürdî (İttihad–ı Muhammediye önderi olarak) bulunuyorlardı" (T. Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasi Partiler, c. II, s. 384–396) tespitini yapıyor. Diyalogcu nurcuların "milli duruş"a ve Kuvay–ı Milliye’ya karşı oluşları, sadece günümüzün AB sürecinin gereği veya konjonktürel bir tavır değil, bilakis üstatları Garibüzzaman’dan devraldıkları bir mandacılık mirasıdır. SAİD NURSÎ’NİN YUNAN VE İNGİLİZLER YERİNE, KUVAY-I MİLLİYEYE TAARRUZU Nitekim Teal–i İslam Cemiyeti 16 Eylül 1919’da İkdam gazetesinde bir bildiri yayınlayarak, Türk milletini Kuva–yı Milliye’ye destek vermemeye, hatta onlara karşı mücadele etmeye çağırıyordu. Bu bildirinin altında imzası bulunanlardan biri de Said–i Nursi idi. Bu bildiride şu satırlara yer verilir: “Biçare millet! Bu yankesicilerin hilelerini, desiselerini hala tamamen anlayamamıştır. Yazık bin kere yazık ki, gerek harb içinde, gerek mütarekeden sonra memleket bunların fitne ve fesadı uğruna milyonlarca evladını telef ediyor da Enver, Cemal, Mustafa Kemal vesaire beş on eşkıyanın vücudunu ortadan kaldırmak için icab eden küçük fedakarlığı göze almıyor. Millet (...) hala kendisini aldatan bu heriflere niçin diyemiyor ki “Ey hainler, ey Allah’tan korkmayan ve Peygamberden haya etmeyen mahluklar, muharebe ettiniz başımızı bin türlü belalara soktunuz, mağlup oldunuz, şimdi niye tekrar, gücünüz yetmediğini ikrar ve imza ettiğiniz devletleri yeniden kızdırarak üzerimize husumet ve gazaplarını davet ediyorsunuz? İngilizleri kızdırdınız, üzerimize Yunanlıları musallat ettiler. Harpte mağlup olduktan sonra uslu oturmak ve mağlubiyetin neticesine katlanarak telafisini sabr–u sükun ve akl–u tedbir dairesinde izale etmekten başka çare var mıdır? Düşünmüyor musunuz ki Yunanlılara fazla zayiat verdirmek bile bundan sonra bizim için hayırlı ve menfaatli bir şey olmaz. Hem sizler ey yalancı ve deni şâkiler! (...) Kendinize ne hakla, ne yüzle Kuva–yı Milliye namını veriyorsunuz? Utanmaz hainler, artık yetişir, yakamızı bırakın. Cenab–ı Hakk’ın gazap ve laneti sizin üzerinize olsun.” SAİD NURSİ’YE GÖRE PATRİK ATHENAGORAS GİZLİ MÜSLÜMANMIŞ Garibüzzaman Said Kürdî’nin bağrına bastığı ve hatta "gizli Müslüman" diye (M. İsmail Tezer, Mehmet Emin Birinci ile ropartaj Yeni Asya, 23 Mart 2005,; Abdülkadir Badıllı, Bediüzzaman Said Nursi: Mufassal Tarihçe–i Hayatı, İstanbul 1990, C.2, s. 1479.) etrafa yayıp temize çıkartmaya çalıştığı 1950’lerin Ekümenik sevdalı Fener Patriği Athenagoras’ın sicili, Ekümenik sevdalı Patrik Bartholomeus’la sarmaş dolaş olan günümüzün diyalogcu nurcularının da kimliğini ortaya çıkartması bağlamında önemli bir işarettir. PATRİK ATHENAGORAS RUM ÇETESİNİN BAŞI Patrik Athenagoras, Milli Mücadele yıllarında Anadolu’daki Rum azınlıkları kışkırtmak üzere kurulan Mavri Mira teşkilatının kurucusudur (Bkz. M. Kemal Atatürk, NUTUK, Vesika 1, Erzurum / 22 Ağustos 1919). Athenagoras, yetkisi olmadığı hâlde kendisini "Konstantinopolis Ekümenik Patriği " ilân etme cüretinde bulunmuştur (Bkz. Doç. Dr. M. Süreyya Şahin, Fener Patrikhanesi ve Türkiye, Ötüken Neşriyat, İstanbul 1996, s.309). Time ve Fortune dergileri, Kıbrıs meselesinde EOKA katilleriyle işbirliği yapmış baş tahrikçinin Patrik Athenagoras olduğunu, Makarios ve beraber çalıştığı papazların Patrik Athenagoras’a bağlı bulunduğunu, dolayısıyla ondan emir aldıklarını ilân etmişlerdir. (Doç. Dr. M. Süreyya Şahin, Fener Patrikhanesi ve Türkiye, Sonuç böl. Ötüken Neşriyat, İstanbul 1996). ABD BAŞKANI TRUMAN’IN TALİMATIYLA PATRİK OLAN ÇETEBAŞI Athenagoras’ın vaziyetini eski diplomat Oğuz Gökmen’den ve Necip Fazıl’dan dinleyelim: Savaş sonrasında ABD, New York Metropoliti Athenagoras’ı Patrik yapmak istiyordu. Amerikalılar, 1948’de "Rus yanlısı" olarak gördükleri Patrik Maksimos’un görevinden alınıp yerine Athenegoras’in getirilmesi için yoğun bir faaliyet içine girdi. Maksimos’un sunduğu bazı şartlar kabul edildi ve 18 Ekim 1948’de istifa etmesi sağlandı. Amerika’dayken Fener Rum Patrikliği’ne seçilen Athenegoras, Amerika’dan Başkan Truman’ın özel uçağıyla 26 Ocak 1949 günü İstanbul’a geldi ve ertesi gün merasimle taç giydi. İsmet Paşa olumlu, Büyükelçimiz eski Dışişleri Bakanı Numan Menemencioğlu da bence haklı nedenlerle bu işe karşı çıkıyordu. Sonunda İsmet Paşanın dediği oldu. Türk vatandaşı olmadığı için Patrik olması Lozan anlaşmasına göre mümkün olmayan ABD vatandaşı Athenegoras, Başkan Truman’ın İnönü’den özel talebi üzerine bir gecede ’fevkalade telsik’ yoluyla Türk vatandaşlığına kabul edildi. Daha sonraları Dışişleri Bakanı olan İhsan Sabri Çağlayangil, Emniyette pasaport işleri yapıyordu. Ona demişler ki: "Bu işi hallet. Athenagoras’ı Türk uyruklu göster". Çağlayangil de kitabına uydurmak için "Bu adam vaktiyle Selanik’te doğmuş olsun. Selanik de önceden Türk toprağıydı" şeklinde bir kimlik ve köken ihdas etti. Neticede Athenagoras, Fener’e Patrik oluverdi. Yetinmedi tabii; Fener, Patriğe dar geliyor, Eyüp nahiyesinin tamamını istiyordu. Heybeliada Ruhban Okulunun açılmasında da ısrarlı idi (Oğuz Gökmen, Türkiye, 24 Temmuz 2005; Akşam, Patrikhaneye ithal ruhban, 4 Mart 2004; Necip Fazı, Büyük Doğu, Ördeklerden bir filo / Bir de Kazdan amiral). ATHENAGORAS’I HAZMETTİRME İŞİNİ GARİBÜZZAMAN ÜSTLENDİ Türk vatandaşı olmayan, Milli Mücadele yıllarında Rum azınlığı kışkırtmak üzere Mavri Mira derneğini kuran, Kıbrıs’ta EOKA’cı katillerin baş tahrikçisi olan bir Amerikan vatandaşının truman’ın bir gece yarısı "özel talep"iyle Fener’e Patrik yapılması elbette hazmedilecek türden bir iş değildi. Topluma ve üst düzey muhafakâr çevrelere "Athenagoras’ın bir gece ansızın Patrik yapılmasını hazzettirme işi"ni ise Garibüzzaman üstlenmişti. Derhal Fener’e kapağı atan Garibüzzaman’a göre Athenagoras, tam bir "gizli Müslüman"dı. Öyle tepki verilecek bir adam değil, bilakis baştâcı yapılması gereken bir papazdı (Bkz. M. İsmail Tezer, Mehmet Emin Birinci ile ropartaj Yeni Asya, 23 Mart 2005,; Abdülkadir Badıllı, Bediüzzaman Said Nursi: Mufassal Tarihçe–i Hayatı, İstanbul 1990, C.2, s. 1479). BAKIN ŞU GARİBÜZZAMAN MASALINA: PAPAZ MÜSLÜMANMIŞ Garibüzzaman’ın talebesi Muhsin’in anlattıklarına kulak verin Allah aşkına, din namına dönen dolaplara bakın… "Birgün yine Muhsin’le Üstadın yanına geldiğimizde görüşürken farklı bir hâlet–i Ruhiye hissettim, merak ettim ve sordum. Üstad Hazretleri o gün Fener Patrikhanesine giderek Patrik Athenagoras’ı ziyaret etmiş ve ziyaret esnasında kendisine hitaben, ’Siz Kur’ân’ı Allah’ın kitabı, Hz. Peygamberi de peygamber kabul etseniz ve Hıristiyanlığın da dini hakikîsiyle amel etseniz ehl–i necat olacaksınız’ demiş. O da ’Ben kabul ediyorum’ diye cevap vermiş. Üstad tekrar ’Dünyadaki diğer ruhanî reisler de kabul ediyorlar mı?’ diye sormuş. O, ’Onlar kabul etmiyorlar’ demiş. Üstad kendisini gayet hürmetle karşılamış olduklarını söyledi" (Bkz. M. İsmail Tezer, Mehmet Emin Birinci ile ropartaj Yeni Asya, 23 Mart 2005,; Abdülkadir Badıllı, Bediüzzaman Said Nursi: Mufassal Tarihçe–i Hayatı, İstanbul 1990, C.2, s. 1479.) Şimdi siz, imanî ve tarihî değerlendirmenizi yapıp kalbî hükmünüzü verin... 1950’lerde ABD’nin bir gece yarısı özel uçakla gönderip Fener’e ekümenik Patrik tayin ettirdiğinde onunla sarmaş dolaş olan ve onu tezkiye etme misyonu üstlenen Garibüzzaman ile bugün aynı Amerikan zırhlı ekümenik sevdalı Bartholomeus’la sarmaş dolaş haldeki diyalogcu nurcuların ve Amerika’da mukim Rabbin aciz kulunun "aynı eksendeki" hizmetleri neye delalet eder? Said Nursî’nin Amerika ile ilgili şu ifadeleri, aklı ve imanı olanlar için oldukça manidar olsa gerektir: “…Küre–i Arz’ın şimdiki en büyük devleti Amerika’nın bütün kuvvetiyle din hakikatlerine taraftar çıkması ve İslamiyetle Asya ve Afrika’nın saadet ve sükünet ve müsalaha bulacağına (barış bulacağına) karar vermesi ve yeni doğan İslam devletlerini okşaması ve teşvik etmesi ve onlarla ittifaka çalışması, kırkbeş sene evvel olan müddeayı isbat ediyor, kuvvetli şahit olur.” (Tarihçe– Hayat , 88, Arabi Hutba–i Şamiye Eserini tercümesi / Birinci Kelime / Haşiye, İçtima–i Reçeteler II/101, Arabi Hutbe–i Şamiye Eserinin Tercümesi / Birinci Kelime/Haşiye) Bu tarihi gerçekler, şifre kırmak ve kimin ne olduğunu tanımak için yeter de artar bile… “HIRİSTİYAN NUR TALEBELERİ” Diyalogcu nurcular, halvet halinde oldukları papaz ve hahamlarının yanlarında veya Batı lobilerinde kendilerinin Müslüman rahip veya Hıristiyan nurcular olarak tanınmalarını iftihar vesilesi kabul ederler. Ancak bu kimlik ve misyonlarının Müslüman Türk Milleti tarafından bilinmesine ise korkunç biçimde tepki gösterirler. Adeta Pavlos’un öğretileri istikametinde "papaz ile papaz gibi, Müslüman ile Müslüman gibi görünme"yi "hizmet şiarı" edinmişlerdir. Başlıkta kullandığım "Hıristiyan nur talebeleri" nitelemesi, bana ait değil… Yeni Asya’cıların önde gelen zevatından M. Emin Birinci’ye ait. F. Gülen için ilk defa "Müslüman Rahip" nitelemesini, gazetesindeki makalesinde Ertuğrul Özkök yaptı (Bkz. Hürriyet, 4 Eylül, 2000). Diyalogcu nurculardan hiç kimse tepki göstermedi, kınamadı, dava etmedi. Hatta bir gün sonra Zaman gazetesi, sözkonusu nitelemeli ve "Mürteci mi, yoksa ’Müslüman Rahip’ mi?" başlıklı makaleyi kendi sayfalarına aktardı, baş tâcı yaptı (Bkz. Zaman, 5 Eylül 2000). PAPAZ VAVEYLASININ KOPTUĞU AN… Ne zaman ki, Müslüman Türk Milleti, T. Üçal, Y. Kapusuz, S. Yüksek gibilerin "nurcu papaz" (Bkz. Milliyet, 15 Aralık 2001; Tempo, 28 Mart 2005; Zaman, 1 Nisan 2005) şeklindeki haberlerini okudu, pişmiş aşa su katıldı, vaveyla koptu. Ne zaman ki, Müslüman Milletimiz, "nurcu papaz" diye manşete çıkarılan bu gençlerin "diyalogcu nurcuların öğrenci evleri"nde yetiştiklerini ve kendi kolejlerinde görev yaptıklarını (Bkz. Zaman, 1 Nisan 2005; Milliyet, 15 Aralık 2001) öğrendi ve böylece "diyalogcu nurcuların foyası"nı keşfetmeye başladı; işte orada hesap bozuldu, vaveyla koptu, bu işe papazlar bile kızmaya başladılar (Bkz. Zaman, 1 Nisan 2005). BİR PAPAZ MASALI… Bütün bu "papazsal" gelişmeleri, ayne’l yakın, ilme’l yakın ve hakka’l yakın biliyorduk. Ancak, 1992 yılından bu yana diyalogcu nurculardan olan ve şimdi artık onlardan yakasını kurtardığı için şükreden Ünye’den "adı bende mahfuz" bir kardeşimin beş–altı arkadaşla birlikte bir yemekte iken bizzat naklettiği "sohbetlerde menkıbe olarak anlatılan bir papaz masalı", himmet toplantılarının ve kimi nur sohbetlerinin "hangi tür papaz masalları" etrafında döndüğünün göstergesi oldu… Ünye’deki eski bir şakirdin anlattığına göre, İstanbul’dan gelen üst düzey bir ağabey himmet toplantısında konuştu bunu. Masal şöyle; İstanbul’da papazın birisi Pazar ayinini yönetiyormuş. Tam ayinin ortasında öğle ezanı okunmuş. Papaz, ayinini derhal yarıda keserek içeri girmiş. Kilisedeki ayine iştirak eden üç–beş kişi dona kalmışlar. Papaz, 10–15 dakika sonra kolları, saçı–sakalı ıslak ve başı mesh edilmiş vaziyette tekrar ayinini yönetmek üzere öne geçmiş. Niye ıslakmış biliyor musunuz? Papaz, gizlice öğle namazını kılmak için içeri geçmiş, namazını kılmışmış, tekrar ayinin yönetmek için geri dönmüş. Bu da güya "gizli Müslüman nurcu bir papaz"mış… Böyle çok papaz varmış; her papazı öyle küfürle itham etmek yanlışmış, çok ağır bir vebalmış… HIRİSTİYAN NUR TALEBELERİNİ YETİŞTİREN AŞK Diyalogcu nurcuların Müslüman kılığına bürünerek güya hizmet adına sergiledikleri şu "vahim Haçlı tiyatrosu" bile, Müslüman milletimizin tüylerini diken diken etmeye yetiyor, yetmelidir. Diyalogcu nurcuların "derin papaz aşkı", sadece Vatikan’ın Türkiye temsilcisi Monsenyör Marotvich’in "ekranlardaki Cevşen şov"ları ve diyalog toplantılarının demirbaşı Cizvit papazı Thomas Michel’in "Said–i Nursi’nin İslam tarihinde ilk defa Hıristiyanlara şehadet mertebesi lütfettiğini keşif ve ilan ederek kendisine methiyeler" düzmesiyle izah edilemez elbette… Bu aşk, "Papalık misyonunun bir parçası olmak"tan (Bkz. Zaman, 10 Şubat 1998, F. Gülen tarafından Papa’ya sunulan mektup) gelmektedir. Ve bu aşk, karşılıklı semeresini vermektedir; diyalogcu nurculardan "Müslüman rahip"ler ve "nurcu papaz"lar türediği gibi (Bkz. Hürriyet, 4 Eylül, 2000; Milliyet, 15 Aralık 2001; Tempo, 28 Mart 2005; Zaman, 1 Nisan 2005), Hıristiyanlar arasından da "Hıristiyan nur talebeleri" türemiştir (Yeni Asya, K. Güleçyüz, Risale–i Nur ve Papalık, 10 Nisan 2005; Yeni Asya, M. İsmail Tezer, Mehmet Emin Birinci ile ropartaj, 23 Mart 2005). SAİD–İ NURSİ’DEN PAPAZ THOMAS MÜJDESİ… Nitekim nurcuların önde gelenlerinden M. Emin Birinci’nin anlattığına göre, kadının biri rüya görmüş, rüyasında Üstad "Thomas Michel Hıristiyan Nur Talebelerinin birincilerindendir" demiş… (Yeni Asya, M. İsmail Tezer, Mehmet Emin Birinci ile ropartaj, 23 Mart 2005). Bu, basit bir rüya hadisesi değildir şüphesiz. Bakınız, bu "nurcu papaz"a dair rüyanın hikmeti neymiş? Mevta Papa’ya rahmet okuyan (Yeni Asya, K. Güleçyüz, Papa, 03 Nisan 2005) Yeni Asya’nın başyazarı Kazım Efendi, bu hikmeti şöyle açıklıyor: Muhterem Mehmet Emin Birinci’nin Yeni Asya’nın 23 Mart sayısında çıkan mülâkatında "Hıristiyan Nur talebelerinin birincilerinden" olarak nitelenen Thomas Michel örneğinde görüldüğü gibi bizatihî Vatikan’ın içine kadar nüfuz ettiğini gösteriyor (Bkz. Yeni Asya, K. Güleçyüz, Risale–i Nur ve Papalık, 10 Nisan 2005). Yukarıda naklettikleri bir rüya ile bizzat Garibüzzaman Said–i Kürdî tarafından "Hıristiyan Nur Talebelerinin birincilerinden" diye müjdelenen Cizvit papazı Thomas Michel ise "şifreyi çözüyor"; Kazım Efendi de bu "özel papaz şifre"sini ballandıra ballandıra şöyle aktarıyor: "Dünyadaki Katolik Hıristiyanların manevî lideri Papa II. John Paul’ün bütün sözleri, Risale–i Nur’da tarif edilen medeniyeti işaret ediyor" (Bkz. Yeni Asya, K. Güleçyüz, Papa, 03 Nisan 2005; T. Michel, Hz. İsa’nın Geri Dönüşü, İstanbul: Yeni Asya Neşriyat, 2004, s. 58). Aynı Yeni Asya’da serdedilen "Samîmî bir dindar olan Monsenyör Marovitch’i, Bediüzzaman Hazretlerinin ’Müslüman İsevîleri’ dediği grupta zikretsek abartmış olmayız kanaatindeyim…" (Yeni Asya, M. İsmail Tezer, Monsenyör George Marovitch ile röportaj, 30 Mart 2005) ifadesi ve yaklaşımı, oldukça dikkate değer değil mi? Bütün bu nurlu Hıristiyan meyvelerinin maalesef kimi "nurculuk ve diyalog" bahçesinde eşkin attığını görmemek için, sadece kafa gözünün kör olması yetmez, kişinin aynı zamanda kalp gözlerinin de kör olması, basiret ve iz’andan yoksun olması lazımdır… Ne diyelim; Yüce Allah, "vazifesi Muhammed ümmetini peygamberinden kopartarak Hıristiyan ve Yahudilerin itikadına sürüklemek” olan Deccallerin (Ebu Davud, Sünen, Fiten, 1, Melahim 3; İbn Mace, Sünen, Fiten, 9) şerrinden ve ahir zaman fitnelerinden imanımızı muhafaza eylesin, encamımızı da hayreylesin. AHİR ZAMAN HADİSLERİNDE DECCALİZM VE HAÇLI İTTİFAKI Fetullah Gülen de 9 Şubat 1998 günü Papa’yı ziyaretinde sunduğu mektubunda “Papalık misyonunun bir parçası olmak üzere huzurda bulunduğunu” ilan etmiştir. Bu mektubu, 10 Şubat 1998’de Zaman gazetesi, aynı haftaki Aksiyon dergisi yayınlamıştır. Dinlerarası diyalog, Papalığın II. Vatikan Konsili’nin 4. oturumunda kabul edilen, “Nostra Aetate” diye maruf Konsil metninde aktarılan ve 28 Ekim 1965’te Papa VI. Paul’un onayıyla ilan edilen, “Papalığın 3. bin yıl hedefi olarak açıkladığı Asya’nın Hıristiyanlaştırılması projesi”nin bir yöntemidir. Papalığın “çağdaş Hıristiyanlaştırma ve misyonerlik usûlü”dür. (Bakınız; John W. O’Malley, “Reform, Historical Conciousness And Vatikan Ii’s Aggiornamento, Theological studies, 1971 XXXII/4; M. Raukanen, The Catholic Doctrin of Non–Christian Religions According to the Second Vatikan Council, New york 1992, 35; The Second Vatikan Council, Nostra Aetate, 1–4). Müslümanların kalbinden ve kelime-i Tevhid’de İslam’ın temel rüknü olan Hz. Muhammed’e imanı sökme gayreti, kişiyi İslam dairesinden çıkartır, küfre sürükler. (Muhammed b. İsmail er–Reşîd, Tehzib’ü Risalet’il Bedri’r–Reşîd fi Elfâz’il Mükeffirat, vr 12, Yahya bin Ebi Bekr, Esir’ul–Melahide, vr 11b. A.Z. Gümüşhanevî, Camî’ül Mütûn, c.1, Elfaz–ı Küfür, b. 2) Alemlere rahmet Hz. Muhammed’in kıyametin büyük alameti olarak uyardığı, hatta tüm peygamberlerin kendi ümmetlerini ikaz ettikleri Deccal, Müslümanlar arasından çıkacaktır (Ebu Davud, Sünen, Fiten, 1; İbn Mace, Sünen, Fiten, 9). Bu deccalların veya onun avanesinin gayretiyle Ümmet–i Muhammed’den gruplar halinde müşriklere, Yahudi ve Hristiyanlara iltihaklar yaşanacaktır (Ebu Davud, Sünen, Fiten, 1; İbn Mace, Sünen, Fiten, 9;) Bu süreç, aynı zamanda İstanbul’un Haçlı fitnelerine maruz bırakılacağı günler olacaktır (Ebu Davud, Sünen, Melahim 3, (4294). Bu hususta Rasulullah’ın şu ikazları elbette hayatidir: “Şu bir gerçek ki, ümmetim adına korktuğum en önemli şeylerden biri de, dalalete saplanmış yöneticiler ve önderlerdir. Ümmetimden… bazı gruplar (Hak din olan İslam’dan saparak) müşriklere katılacaklardır. Kıyamete yakın zamanda deccallar türeyecektir. Bunların sayısı 30 (ilâ 70) civarında olacaktır. Bunların kimi kendisini peygamber, (kimi de Mesih) zannedecektir… Ve lakin ümmetimden bir grup sürekli olarak Hak üzere olacaktır. Onlar Allah’ın yardımını göreceklerdir. Allah’ın emri (olan kıyamet) gelinceye kadar, bu kendilerine ters düşerek Hak’tan ayrılanlar onlara asla zarar veremeyecektir” (Ebu Davud, Sünen, Fiten, 1; İbn Mace, Sünen, Fiten, 9). Resulullah (sav) “Beytu`l Makdis`in imarı Yesrib`in harabıdır (yani Beyt’ul Makdis’in imarını müteakip Medine bölgesinin harap edilmesi sözkonusudur). Yesrib`in harabı, melhamenin (katliamların yoğun olduğu savaşların) çıkmasıdır. Melhame, İstanbul`un fethidir, İstanbul`un fethi Deccal`in çıkmasıdır!” buyurdular. Sonra elini (Resulullah), konuşmakta olduğu kimsenin (yani Hz. Muaz`ın) dizine vurdular ve: “Bu söylediğim kesinlikle hakikattir. Tıpkı senin burada oturman hak olduğu gibi” buyurdular.” Hz. Muaz burada kendisini kasdetmektedir. [Yani Aleyhissalatu vesselam`ın konuştuğu ve dizine elini vurduğu kimse Muaz İbnu Cebel (ra)`dir.]” (Ebu Davud, Sünen, Melahim 3, (4294) Irak’taki vahşi işgallerin ahirzamanın hangi türden fitnelerin tezgahlayacağına ve onlara arka çıkanların gerçekte kimlerle beraber olduğuna dair Rasulullah’ın tenbihleri de çok manidardır: Hz. Ömer’in oğlu Abdullah anlatıyor: Allah Rasulü, sahabeleriyle otururken, birden bire “Ey Allahım, Şam’ımızı bize mübarek kıl, Yemen’imizi de…” diye dua etmeye başlar. Etrafındaki sahabe “Irak’ımıza da…” diye ekle istirham ederler. Efendimiz, onların taleplerini duymazlıktan gelerek aynı şekilde “Ey Allahım, Şam’ımızı bize mübarek kıl, Yemen’imizi de…” duasını tekrarlar. Sahabe, “Irak’ımızı da ilave et…” der. Üç–dört kez bu iş böyle tekrar eder. Rasulüllah (SAV) Irak’ı ilave etmez. Bir müddet durakladıktan sonra Allah Rasulü, “Hayır, oraya fitneler ve dünyayı sarsacak gelişmeler hakim olacak. Şeytan’ın orduları –Deccal’in askerleri– oradan ortaya çıkıp (ümmet-i Muhammed’e) musallat olmaya kalkışacaktır” buyurdular. (Buhari, Sahih, c. 2, İstiska, 28; c. 8, Fiten 16; Tirmizi, Sünen, Menakıb, 50–3949). Hz. Ömer’in oğlu Abdullah (ra) bu hadis–i şerifi sahabeye naklettiği esnada, birisi yanaşarak “Bu fitne nedir?” diye sorduğunda sahabelerin bilginlerinden İbn Ömer (ra) adama, “Anası doğurmayasıca, bu fitnenin ne olduğunu bilmiyor musun? (İslam’ı terk ederek müşriklerin, Hristiyanların ve Yahudilerin) dinlerine iltihak etmektir fitne…” buyurur (Buhari, Sahih, c. 8, Fiten, 16). Alemlere rahmet Hz. Muhammed’in bir başka ikazı ise şöyledir: “Şu bir gerçek ki, ümmetim adına korktuğum en önemli şeylerden biri de, dalalete saplanmış yöneticiler ve önderlerdir. Ümmetimden… bazı gruplar (Hak din olan İslam’dan saparak) müşriklere katılacaklardır. Kıyamete yakın zamanda deccallar türeyecektir. Bunların sayısı 30 (ilâ 70) civarında olacaktır. Bunların kimi kendisini peygamber, (kimi de Mesih) zannedecektir… Ve lakin ümmetimden bir grup sürekli olarak Hak üzere olacaktır. Onlar Allah’ın yardımını göreceklerdir. Allah’ın emri (olan kıyamet) gelinceye kadar, bu, kendilerine ters düşerek Hak’tan ayrılanlar onlara asla zarar veremeyecektir” (Ebu Davud, Sünen, Fiten, 1; İbn Mace, Sünen, Fiten, 9). Yüce Allah, Mü’minlerin, bu ahirzaman fitnelerinden korunması, insanlığın da rahmet ve barışa erişmesi için durmaları gereken safı Maide Suresi’nin 51-55. ayetlerinde apaçık belirlemiştir; o saf, asla Haçlı safı değildir. Allah, Rasulü ve mü’minlerin safıdır: “51. Ey iman edenler! Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin. Zira onlar birbirlerinin dostlarıdır. İçinizden kim onları dost edinirse, o da onlardandır (o da Yahudilerdendir, o da Hıristiyanlardandır). Şüphesiz Allah, zalimler topluluğunu hak yoluna eriştirmez. 52. Kalblerinde hastalık bulunanların “başımıza küresel bir belanın gelmesinden korkuyoruz” diyerek o (Yahudi ve Hıristiyanlar)ın arasında koşuşturduklarını görürsün... Umulur ki Allah, bir fütuhat yahut katından bir emir getirecek de (Müslüman gibi görünen) onlar, içlerinde gizledikleri şeyden dolayı pişman olacaklardır. 53. (O zaman) iman edenler: “Bunlar mıdır, sizinle beraber olduklarına bütün güçleriyle yemin edenler!?” diyeceklerdir. Onların bütün yaptıkları boşa gitmiştir; ahirette de hüsrana uğrayacaklardır. 54. Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, kendisinin sevdiği ve kendisini seven, Müminlere karşı alçak gönüllü (şefkatli), kâfirlere karşı onurlu ve zorlu bir topluluk getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda mücadele ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar. Bu, Allah’ın, dilediğine verdiği lütfudur. Allah’ın lütfu ve ilmi geniştir. 55. Sizin dostunuz, ancak Allah’tır, Resulü (Muhammed)dir ve iman eden mü’minlerdir; o (mü’minler)ki Allah’ın emirlerine boyun eğerek namazlarına devam ederler, zekâtlarını verirler. 56. Kim Allah’ı, Resûlü (Muhammed)ini ve iman edenleri dost edinirse (bilsin ki), üstün–galip gelecek olanlar şüphesiz Allah’ın tarafını tutanlardır.” Unutmayın Deccal ve avanesinin fitnesi, kıyamete dek hep hak din olan İslam ve hz Muhammed’in yolu olan sırat–ı mustakim üzere bulunan bir topluluğa etki edemeyecektir. Deccal’in fitnesini, sayıları az da olsa işte bu Hak ve haklı topluluk sona erdirecektir (Ebu Davud, Sünen, Fiten, 1; İbn Mace, Sünen, Fiten, 9) SAİDİ NURSİ AMERİKANCIYDI Günümüz Müslümanlarının bir kısmı, şu veya bu sebepten dolayı, Türkiye’nin AB’ye entegrasyonunu hararetle savunuyor. Türkiye, Avrupa’ya tam olarak entegre olursa dini yönden daha özgür bir ortama kavuşacaklarına inanıyorlar. Müslümanların bu düşünceye itilmesinde, 28 Şubat’ı yapan “ABD güdümündeki post modern darbe ekibinin”, Müslümanlara karşı sistematik bir baskı politikası uygulayarak, onlarda; “ bu ülkede bize fayda yok, ancak AB’ye girersek dini özgürlüklerimize kavuşuruz” düşüncesi oluşturması yol açtı. Bu zaten başlı başına bir oyundu. Bu süreç sonunda, AB’ye “Haçlı Kulübü” diyen Erdoğan ve ekibi, önce mazlum ve mahkum rolüne itildi, sonra iktidar payesine kavuşturuldu ve 28 Şubat’ın dehşetli generali Çevik Bir ile çok yüksek bir samimiyet ve işbirliği içine sokularak, Türkiye’nin AB’ye sokulmasında baş rollerde oynatılmaya başlatıldı. Diğer bir “AB’ci” kesimi ise Saidi Nursi’nin peşinden giden, gazeteleriyle, televizyonlarıyla onun misyonuna sahip çıkan, Dinlerarası Diyalog denilen başbelası misyonerlik projesini bu ülkenin başına musallat eden, “İsevi Müslümanlar” tabirine aşık bir grup oluşturuyor. Bu kesimin gazetelerinde hemen her gün tam bir Avrupa ve Amerika imanı görürsünüz. Bunların Türkiye’ye dair zerre bir “umutları” yoktur, bütün hayalleri, arzuları, özgürlük beklentileri, “AB’ye entegrasyonu ve Amerika ile menfaat birliğine girme” üzerine kurguludur. Zoru görünce hemen Amerika’ya koşar, CIA’nın kendilerine tahsis ettiği itihbarat elemanlarının kontrolünde, çiftliklerde baron gibi yaşarlar. Amerika ve Batı hayranlığının en üst düzeye ulaştığı bu kesimdeki bu “en üst düzet ecnebi hayranlığını”, Saidi Nursi’nin kendilerine gösterdiği hedefte ve biçtiği misyonda aramak lazımdır. Saidi Nursi, hayatı boyunca, Şimal’den yani Kuzey’den, yani Rus cenahından geleceğini iddia ettiği dinsizlik cereyanına kaşı çıkmakla dikkat çekti. Bunu yaparken de müthiş bir Batı hayranlığına kapıldı, Batı’nın Müslümanlara ve İslama büyük özgürlükler vereceği hayali ile hareket etti. Başlıbaşına ele alınması gereken bu konuyu biz, yerimizin darlığı sebebiyle özü itibariyle aktaracağız. Bakınız Saidi Nursi ne diyor: “İsevilik dini ve o dinden gelen adat–ı müstemirresini muhafaza hesabına çalışan bir hükümet ile (Hristiyanlığın sağlam kurallarını sürekli savunan hükümet, y.n) resmi ilanıyla, zulmetli pis menfaati için dinsizliğe ve bolşevizme yardım edip terviç eden (destekleyen) bir diğer hükümet ki, yine hasis menfaati için İslamlarda ve Asya’da dinsizliğin intişarına tarafdar olan (yayılmasını isteyen) fitnekar ve cebbar (zorba) hükümetlerle muharebe eden evvelki hükümetin şahs–ı manevisi temessül etse ve dinsizlik cereyanının bütün taraftarlarının şahs–ı manevisi tecessüm eylese ... (Kastamonu Lahikası 76–78, Yirmiyedinci mektuptan) Saidi Nursi burada sözümona Deccal ile ilgili ağdalı ve mesnetsiz iddialarla dolu bir bahiste bu ifadeleri kullandığından konuyu sadece bizi ilgilendiren boyutuyla ele alacağız. Burada, İkinci Dünya Savaşı yıllarından bahseden Saidi Nursi, savaşta “Hristiyanlığın sağlam kurallarını sürekli savunan hükümet” diye vasıflandırdığı Batı hükümetlerine alkış yağdırıyor. Zorba ve dinsiz Şimal hükümetlerine ise verip veriştiriyor. Rusya pis, Batı temiz oluyor! Bu satırları okuyanlar İkinci Dünya Savaşı’nın sanki bir din savaşı olduğunu zannedecekler. Almanya’nın sanki Rus dinsizliğini yok etmek için Rusya’ya saldırdığını zannedecekler. Elbette ortada bir din savaşı yok. Emperyalizmin paylaşım, sömürü ve yayılma savaşı var. Emperyalizmin toprak ele geçirme savaşı var. Leningrad’ı kuşatan Alman orduları için “Hristiyanlığın sağlam kurallarını sürekli savunan bir hükümet” ifadesinin kullanıldığını Hitler duysaydı, herhalde kahkahalar atardı. Saidi Nursi’nin Amerika hakkındaki ifadeleri çok daha dudak uçuklatıcı bir hüviyet arzeder. Yeniden risalelere dönelim. Saidi Nursi şöyle diyor; “…Küre–i Arz’ın şimdiki en büyük devleti Amerika’nın bütün kuvvetiyle din hakikatlerine taraftar çıkması ve İslamiyetle Asya ve Afrika’nın saadet ve sükünet ve müsalaha bulacağına (barış bulacağına) karar vermesi ve yeni doğan İslam devletlerini okşaması ve teşvik etmesi ve onlarla ittifaka çalışması, kırkbeş sene evvel olan müddeayı isbat ediyor, kuvvetli şahit olur.” (Tarihçe– Hayat , 88, Arabi Hutba–i Şamiye Eserini tercümesi / Birinci Kelime / Haşiye, İçtima–i Reçeteler II/101, Arabi Hutbe–i Şamiye Eserinin Tercümesi / Birinci Kelime/Haşiye) Ne diyor Saidi Nursi : “Dünyanın şu anki en büyük devleti Amerika bütün kuvvetiyle dini hakikatlere sahip çıkıyor” Başka? “Amerika, Asya ve Afrika’da İslamiyetle beraber huzur ve saadet geleceğine karar verdi!!!” Başka? “Amerika yeni doğan İslam devletlerini okşadı ve onlarla ittifak etti” Amerika bütün Asya’da, Afrika’da ve Ortadoğu’da, hülasa adım attığı her İslam beldesinde, kan ve gözyaşı bırakırken, ırzına geçilmiş Müslümanlar bırakırken, Ebu Garipler, Samarralar bırakırken Said Nursi , o “engin!” tesbitiyle, Amerika’nın İslam ülkelerine huzur ve saadet getirdiğini anlatıyor. Bugün, O’nun yolunu takip edenler de, Amerika’nın ve Batı’nın getireceği huzur ve saadeti bekliyorlar. Allah aşkına; Siz hiç işgale ve emperyalizme böylesine alkış tutan bir ifadeye rasladınız mı? “Amerika yeni doğan İslam devletlerini okşamışmış!!!” Hani ırzlarına geçti dese tamam da söze bak: “okşadı!” Müslümanlara uyuz köpek muamelesi yapan, Irak’ta, Afganistan’da, Somali’de ve adım attığı her İslam coğrafyasında yamyamca bir sapıklıkla katliam, ırza tasallut, işkence ve İslam düşmanlığı sergileyen, “Küre– Arzın bu en büyük katiline” böylesine alkışlar yağdıran bir adama, böyle konuşma hakkını nereden aldığını sormak gerekmiyor mu? Ve Dinlerarası Diyaloğu savunan Said Nursi taraftarlarının Batıcı, Amerikancı bazı Nurcuların bu ilhamı nereden aldıkları apaçık ortada değil mi? İnşallah bir kısmını ayıktırabiliriz. O zaman ne mutlu bize. Biz bunları yazdıkça organize bir küfür edebiyatına başvuranlar yazılarımızı okumaya devam etsinler, çok daha şok edici dosyaları açmaya karar verdim. SAİDİ NURSÎ’DEN ASKERE GİTMEYİN ÇAĞRISI Saidi Nursi’nin Hıristiyan ve misyonerlere olan yoğun ilgisini ele alarak, bu ilginin Nurculara misyonerlerle ittifak halinde olunması çağrısında yapma noktasına gelmesinin temellerini irdelemeye çalışmıştık. Bu irdelemelerimizde vardığımız ilginç bir sonuç ise, Saidi Nursi’nin, Birinci Dünya Savaşı’nda Müslümanlara karşı savaşıp ölen Hırstiyanlar için söylediği, “Kafir de olsalar, onlar hakkında Rahmet–i İlahiye’nin mükafatları vardır” şeklindeki dudak uçuklatan sözleri idi. Bu yazılarımıza aldığımız tepkiler genellikle “Saidi Nursi’nin Kafkas Cephesi’nde Ruslara karşı savaşa katıldığını niye unutuyorsunuz?” noktasında odaklanıyordu. Hayır, unutmadık! Uyduruk kerametler Saidi Nursi taraftarlarının en çok övündükleri husus, onun Kafkas Cephesi’nde Ruslara karşı savaşa katılmasıdır. Saidi Nursi’nin cepheye neden gitiği ya da gönderildiği daha sonra ayrıca ele alınıp değerlendirilecektir. Acaba Saidi Nursi cephede Ruslara kurşun sıkmış mıdır, aktif olarak savaşa katılmış mıdır? Bu konuda nurcu yayınlarda tam bir masalsılık ve efsane havası, uyduruk kerametlerle Saidi Nursi’yi havalara uçurma mantığı hakimdir. Kafkas Cephesine giden Said; burada yazdığı İşaratül İcaz’da yine Hıristiyanlara seslenir ve şöyle der: “Kur’an size bütün bütün dininizi terk etmeyi emretmiyor. Ancak itikatınızı ikmal ve yanınızda bulunan esasat–ı diniyye üzerine üzerine bina ediniz diye teklifte bulunuyor.” (İşaratül İcaz s.55) Yüzde kaç müslüman olacaklar? Halbuki Sadi Nursi’nin söylediğinin tam aksine “Kur’an, Hristiyanlar’a dinlerini tamamen terk etmelerini, teslis yerine Tevhid’e koşmalarını, İncil’e değil Kur’an’a inanmalarını, Hz. Muhammed’i son peygamber olarak kabul etmelerini emreder. Saidi Nursi Hristiyanlar’a “bütün bütüne dininizi terk edin” diye çağrıda bulunan Kur’anı adeta tahrif ederek, bunun tam tersini yansıtır risalelerine. Eğer Hristiyanlar dinlerini tam olarak terk etmeyeceklerse yüzde kaç Müslüman olacaklardır? Yüzde on, yirmi, otuz?!!!! Tam olarak dinlerini terk etmeyen, biraz Hristiyan, biraz Müslüman, biraz şundan, biraz bundan gibi bir itikat anlayışı ne Kur’an’da, ne sünnette, ne fukahanın görüşlerinde var. Böyle bir inanca sahip bir kişi hangi dine mensup olursa olsun o dinin adı İslam değildir. ’Askere gitmeyin’ çağrısı Hıristiyanlara böylesine yoğun aşkı olan Saidi Nursi askerlik kurumuna ise hiç de öyle bakmaz. Risale–i Nur talebelerine çağrıda bulunarak “askere gitmek yerine Kur’an çalışmak suretiyle zamanlarını daha iyi değerlendireceklerini” ifade eder. (Lem’alar,100) Oysa bir Müslüman pekala hem Kur’an çalışır hem de askere gidebilir. Kur’an öğrenmek askere gitmeye mani değildir. Gerçi Kur’an– Kerim’de “ilimle uğraşanların savaşa katılmayabilecekleri” (Tevbe–9) söylenmişse de yine Kur’anı Kerim’de “sizinle savaşanlarla savaşın”(Bakara–2) diye Müslümanlara emredilmiştir. Ülkenin her tarafında haçlı askerlerinin çizmesi dolaşırken Saidi Nursi ‘nin nur talebelerine “askere gitmeyin!” diye fetvalar vermesi çok yadırganması gereken bir durumdur. Cephedeki gerçek misyonu neydi? Kur’an öğrenmenin yolu da öncelikle özgür bir vatana sahip olmaktan geçer. Ülkeniz düşman tarafından istila edilmesine rağmen siz hala “Kur’an öğreneceğiz” diye gençleri askerden uzak tutacak fetvalar veriyorsanız, yazık size. O yıllarda Saidi Nursi’nin hafife aldığı tasavvuf erbabı ise başlarındaki hocaların arkasında, “suffe alayları” olarak kurulan birliklerin başında, “Saidi Nursi’nin ‘onlar da cennete girecek’ dediği kafirlere karşı” savaşmakla meşguldu. Bütün bu gelişmelere bakınca Kafkas Cephesindeki savaşa sözümona katılıp, cephede yazdığı risalelerde “Hristiyanlara dinlerini tamamen terk etmemelerini” söyleyen, bu zırvasına da “haşa” Kur’an–ı delil gösteren Saidi Nursi’nin cephedeki gerçek misyonunu ayrıca incelemek gerekecektir. YUNAN VE İNGİLİZİN SAFINDA SAİD-İ NURSİ Bu ülkenin özgür ve egemen hale gelmesi kolay olmamıştır. Birinci Dünya Savaşı sonrası parsel parsel bölünmek istenen, tarih sahnesinden silinmek istenen Türkiye’nin yeniden dirilişini gerçekleştiren hareket Kuva–yı Milliye hareketi olmuştur. Her tarafı işgal edilmiş, insan ve silah gücü tükenme noktasına gelmiş, moral olarak perişanlık içinde olan bir ülkenin içinden Kuva–yı Milliye adıyla bir hareket filizleniyor, insanüstü bir kararlılık ve inançla bu toprakların insanlarını yeniden örgütlüyor, savaşıyor, savaşıyor, savaşıyor... Sonuçta da bugünkü Türkiye Cumhuriyeti Devleti ortaya çıkıyor. Kuva–yı Milliyecilerin yiğit mücadelelerine destek verenler olduğu gibi, karşı çıkanlar da olmuştur. Karşı çıkanların en başta gelenlerinden biri ise, Said–i Nursi ya da diğer ismiyle Said–i Kürdi! Bugün Said–i Nursi’yi ihtişamlı törenlerle kutlayanlara, onun hatırasını yaşatmak için toplantı üstüne toplantı düzenleyenlere bugün bir belge sunacağım. İtilaf devletleri 30 Ekim 1918’de Osmanlı Devleti’ne Mondros Mütarekesi’ni imzalatmışlar, böylece Osmanlı’nın tasfiyesi fiilen yürürlüğe girmişti. Bu tasfiye anlaşmasına karşı ülkenin bir çok yerinde örgütlenen ve yeni bir özgürlük savaşına girişen “Kuvvacılara” karşı çıkan teşkilatlar arasında Teal–i İslam Cemiyeti vardı. Başındaki İslam kelimesi sizi aldatmasın, bu cemiyeti kurduran İngilizlerdi. Teal–i İslam’ın yönetim kurulunda bulunan etkin isimlerden biri de Said–i Kürdi idi. Teal–i İslam Cemiyeti 16 Eylül 1919’da İkdam gazetesinde bir bildiri yayınlayarak, Türk milletini Kuva–yı Milliye’ye destek vermemeye, hatta onlara karşı mücadele etmeye çağırıyordu. Bu bildirinin altında imzası bulunanlardan biri de Said–i Nursi idi. Oldukça uzun olan bu bildirinin bir bölümünü size aktararak, Türk milletini Milli Mücadeleden uzak tutmaya çalışan bu şaşırtıcı ifadelerin yorumunu sizlere bırakmak istiyorum: “Ey Anadolu’nun masum ve mazlum ahalisi! Bir zamanlar ne kadar şen ve bahtiyar idiniz. Hemen hepiniz çoluğunuz ve çocuğunuzun yanında tarlalarınızın, bağlarınızın başucunda çiftinizle, çubuğunuzla uğraşıp vaktinizi hoşça geçirir idiniz. Bir müddetten beri size ne oldu? Niçin böyle boynunuz bükük, tıpkı bir yetim gibi mahzun duruyorsunuz.(...) Acaba şu halin neden ileri geldiğini biliyor musunuz? Bunun için cümlemizin yani aziz milletimizin ve mukaddes vatanımızın bir vakitten beri başına gelen belaların (...) esbabını size biraz anlatayım.(...) Selanik dönmeleriyle aslü nesli ve mezhep ve meşrebi belirsiz ecnası muhtelife türedilerden mürekkep olan bu cemiyet, ‘istibdadı kaldıracağız, meşrutiyet ve hürriyet getireceğiz, hükümet ahaliye zulmetmeyecek’ diye bizi aldattılar.(...) Bu hainler, bu hinoğlu hinler memleketin başına kendi elleriyle getirdikleri her belada, her muharebede âlemi ölüme teşvik etmek, halkı kırdırarak kendi canlarını beslemeyi çok iyi biliyorlardı. (...) Nitekim bu defa da Anadolu’da Mustafa Kemal ve Kuva–yı Milliye maskaraları Yunan askerlerinin önünden nâmerdane bir surette kaçarken, zavallı saf ve gafil ahali ve askerden cem ettikleri kuvvetleri düşmanla harbe tutuşturarak (...) yalanlar ve hilelerle savuşup kaçtılar. Biçare millet! Bu yankesicilerin hilelerini, desiselerini hala tamamen anlayamamıştır. Yazık bin kere yazık ki, gerek harb içinde, gerek mütarekeden sonra memleket bunların fitne ve fesadı uğruna milyonlarca evladını telef ediyor da Enver, Cemal, Mustafa Kemal vesaire beş on eşkıyanın vücudunu ortadan kaldırmak için icab eden küçük fedakarlığı göze almıyor. Millet (...) hala kendisini aldatan bu heriflere niçin diyemiyor ki “Ey hainler, ey Allah’tan korkmayan ve Peygamberden haya etmeyen mahluklar, muharebe ettiniz başımızı bin türlü belalara soktunuz, mağlup oldunuz, şimdi niye tekrar, gücünüz yetmediğini ikrar ve imza ettiğiniz devletleri yeniden kızdırarak üzerimize husumet ve gazaplarını davet ediyorsunuz? İngilizleri kızdırdınız, üzerimize Yunanlıları musallat ettiler. Harpte mağlup olduktan sonra uslu oturmak ve mağlubiyetin neticesine katlanarak telafisini sabr–u sükun ve akl–u tedbir dairesinde izale etmekten başka çare var mıdır? Düşünmüyor musunuz ki Yunanlılara fazla zayiat verdirmek bile bundan sonra bizim için hayırlı ve menfaatli bir şey olmaz. Hem sizler ey yalancı ve deni şâkiler! (...) Kendinize ne hakla, ne yüzle Kuva–yı Milliye namını veriyorsunuz? Utanmaz hainler, artık yetişir, yakamızı bırakın. Cenab–ı Hakk’ın gazap ve laneti sizin üzerinize olsun. Şimdi sulh imzalandı Kuva–yı Milliye belasının tevlid ettiği mecburiyetle galip devletlere karşı yeniden taahhüt altına girdik. Devletler şimdi bize “Eğer Anadolu’da Kuva–yı Milliye isyanını bastırmazsanız İstanbul’u da elinizden alacağız” diyorlar. Ey Anadolu’nun mazlum ve muhterem ahalisi! Elinize aldığınız bu fetva–yı şerife göre, bu katil canavarları (Kuvvacıları kastediyor, M.B), daha ziyade yaşatmamakla memur ve mükellefsiniz. (...) Allah’ını, Peygamberini ve padişahını seven bu tarafa gelsin...” Altında Said–i Nursi’nin de imzası bulunan “Kuva–yı Milliye’yi yok edin” bildirisinden bir kesit aktardım size. Adeta İngiliz istihbaratının kaleme aldığı bir bildiriyi andırıyor bu satırlar. Kuva–yı Milliye ruhu ile ülkenin dört yanından toplanan, Yunan’a karşı savaşan Müslümanları “artık Yunanlıları öldürmeyin, bu bizim aleyhimize” diyebilecek kadar ürkütücü ifadeleri şaşkınlıkla okuduk. Allah’ını ve Peygamberini seven, “bağımsız bir vatanda, düşmanın çiğnemediği özgür bir ülkede” daha rahat yaşamak, ibadetini daha güzel yapmak için mücadele eder. İngiliz’e boyun eğmeye, Allah’ı, Peygamberi – haşa– alet etmez. İzmir Yunan işgali altında iken, Cuma namazı için camiye toplanan cemaate karşı “İzmir Yunan’ın elinde iken size Cuma namazı kıldırmam” diye kükreyen Denizli Müftüsü Ahmed Hulusi Efendi mi yanlış yaptı, yoksa “Aman Yunan’ı daha fazla öldürmeyin” diye bildiri yayınlayanlar mı? Bu bildirinin ve Kuva–yı Milliye karşıtlığının perde arkasını aralamak ayrıca bir tarihî zorunluluk değil mi? Said–i Nursi’nin bu boyutunu ortaya koymadan, sadece risalelere takılarak yön bulmaya çalışmak yanlış olur diye düşünüyorum. SAİDİ NURSİ İŞGALCİ KOMUTANDAN YARDIM İSTEDİ Mondros Mütareke’siyle savaş sona erince İstanbul’da bulunan Kürt liderler, Kürdistan’ın ulusal bağımsızlığını elde etmek amacı ile Kürdistan Teali Cemiyeti adıyla siyasi bir cemiyet kurdular. Bu cemiyetin kurucuları olan Saidi Nursi, Müküslü Hamza, Botkili Halil Hayali Beyler, faaliyete geçerek cemiyete üye kaydetmeye başladılar. Kürdistan Teali Cemiyeti yönetim kurulunda ilginç isimler vardı: “Birinci başkan: Şemdinanlı Seyyit ubeydullah’ın oğlu Seyyit Abdulkadir Birinci başkan Vekili: Bedirhan Emin Ali, İkinci Başkan Vekili: Süleymaniyeli Eski Dışişleri Bakanı Said Paşa’nın oğlu Fuat Paşa, Üyeler, Dersimli Miralay Halil Paşa, Babanzade Şükrü, Tüccar Fethullah, Mehmet Şükrü v.d” Kabarık listeden bir bölüm aktardım sizlere. Asıl gayem Kürdistan Teali Cemiyeti’nin kuruluşu değil, bu cemiyette yönetim kurulu seçilen kişilerin İstanbul’da bulunan ABD, İngiliz, Fransız işgal komiserlerini ziyaret ederek bazı taleplerde bulunmalarına dikkat çekmek. ABD işgal komiseri ile yapılan bir toplantıya Seyyit Abdulkadir, Emin Ali Bedrihan, Prof. Mehmet Şükrü, Emin Ali Bedirhan ve “kavmiyetçiliğe güya karşı olan!” Saidi Nursi de yer alıyor. ABD işgal komiserinin karşısına çıkıp yalvar yakar “Kürt milli haklarının sağlanmasına yardımcı olmaları “ricasında bulunan bu cemiyet üyeleri tarihe “kara bir leke olarak geçmiştir.”