Yıl: 73 Sayı: 2015/4 ISSN 1300-9885 BİR GELİNCİĞİ DE SEN DESTEKLE ! “GELİNCİK” YAZ 4306 ‘YA GÖNDER TÜM OPERATÖRLER Gelincik Projesine göndereceğiniz her SMS ile 5TL’lik bağışta bulunabilirsiniz. ANKARA BAROSU BAŞKANLIĞI Adliye Sarayı Kat: 5 Sıhhiye /ANKARA T: 0.312 416 72 00 F: 0.312 309 22 37 www.ankarabarosu.org.tr ankarabarosu@ankarabarosu.org.tr ABEM–ANKARA BAROSU EĞİTİM VE KÜLTÜR MERKEZİ Ihlamur Sk. No: 1 Kızılay/ANKARA T: 0.312 416 72 00 GÖLBAŞI AVUKAT ÖZDEMİR ÖZOK SOSYAL TESİSLERİ Gazi Osman Paşa Mah. Sahil Cd. No: 46 Gölbaşı / ANKARA T: 0.312 485 03 93 - 484 46 06 ANKARA BAROSU GELİNCİK MERKEZİ Ihlamur Sk. No: 1 Kızılay/ANKARA T: 0.312 444 43 06 (5 Hat) www.gelincikprojesi.org.tr Ankara Barosu Dergisi’nde yayımlanmakta olan makaleler Journal of Ankara Bar Association is being permanently indexed in hukuk veritabanlarında taranmaktadır. law databases. İletişim Adresi | Communication Address Ankara Barosu Başkanlığı, Adliye Sarayı Kat: 5 Sıhhiye/ANKARA T: (0.312) 416 72 00 (Pbx) • F: (0.312) 416 72 80 www.ankarabarosu.org.tr ankarabarosuyayin@gmail.com Grafik – Tasarım | Graphic– Design Ankara Barosu Basım Tarihi | Printing Date 2015 Baskı ve Cilt | Printing and Binding Afşaroğlu Matbaası Kazım Karabekir Cad. Altuntop İş Hanı 87/7 İskitler/ANKARA T: (0.312) 384 54 88 Dergide yayımlanan yazıların herhangi bir No part of this publication may be bölümü veya tamamı kaynak gösterilmeden reproduced or published in any form or başka bir yerde yayımlanamaz. by any means without reference to the review. ANKARA BAROSU DERGİSİ JOURNAL OF ANKARA BAR ASSOCIATION Üç Aylık (Ocak, Nisan,Temmuz, Ekim) is a refereed review, issued quarterly Hakemli, Bilimsel ve Mesleki Yerel Süreli Yayın (January, April, July, October) Ankara Barosu Başkanlığı, 2015 Tüm Hakları Saklıdır. ISSN 1300-9885 Dergide ileri sürülen görüşler yazarlarına aittir. Presidency of Ankara Bar Association, 2015 All Rights Reserved. ISSN 1300-9885 Articles published in this review reflect the views of the authors. Sahibi Ankara Barosu adına | Owner on behalf of Ankara Bar Association Av. Hakan CANDURAN Sorumlu Yazı İşleri Müdürü | Managing Editor Av. Cemalettin GÜRLER Yayın Kurulu Başkanı | Chairman of the Editorial Board Av. Dr. Mustafa Bayram MISIR Kadın Sayısı Editörü Av. Seher KIRBAŞ CANİKOĞLU Editörler Kurulu | Editorial Board Yrd. Doç. Dr. Kasım AKBAŞ Yrd. Doç. Dr. Elvan KEÇELİOĞLU Yrd. Doç. Dr. Başak ŞİT Yrd. Doç. Dr. Özge OKAY TEKİNSOY Ankara Barosu Yayın Kurulu Av. Cemalettin GÜRLER Av. Mustafa Bayram MISIR Av. Murat BÖBREK Av. Seda DUNBAY Av. Zeynep TEPEGÖZ Av. Burcu Mine GARGIN Av. Denizer ŞANLI Av. Oya GÜNENDİ YAĞAN Av. Hakan AKARKEN Av. Emre Baturay ALTINOK Av. Mahmut Fevzi ÖZLÜER Av. Gülşen UZUNER Av. Bilal KOLBÜKEN Av. Murat TEZCAN Av. Ezgi YAVUZ Av. Irmak Gökçe TOMUR Av. Rıza Yalçın KOÇAK Av. Seher KIRBAŞ CANİKOĞLU Av. Emrah ALTUNOĞLU Stj. Av. Gülseren Dilan KUZYAKA YAYIN DANIŞMANLARI | BOARD OF ADVISORS (Soyadı sırasına göre) A BAŞPINAR, Veysel Prof. Dr. Doç. Dr. ABDULHAKİMOĞULLARI, Erdal Doç. Dr. BAŞTERZİ, Süleyman ABDULLAHZADE, Cavid Doç. Dr. BAYAR, İbrahim Nihat Yrd. Doç. Dr. AĞAR, Serkan Dr. BAYKAL, Ferit Hakan Prof. Dr. AKBAŞ, Kasım Yrd. Doç. Dr. BAYKAL, Sanem Doç. Dr. AKBULUT, Olgun Yrd. Doç. Dr. BELEN, Herdem Doç. Dr. AKINCI, Müslüm Doç. Dr. BIÇAK, Vahit Prof. Dr. AKINCI, Ziya Prof. Dr. BÜYÜKTANIR, Burcu Dr. AKKAYA, Mustafa Prof. Dr. C-Ç AKKAYA, Tolga Yrd. Doç. Dr. CAN, Mertol Prof. Dr. AKSAR, Yusuf Prof. Dr. CAŞIN, Mesut Hakkı Prof. Dr. ALTAŞ, Hüseyin Prof. Dr. CENTEL, Nur Prof. Dr. ARAT, Tuğrul Prof. Dr. CENTEL, Tankut Prof. Dr. ARDIÇOĞLU, M. Artuk Yrd. Doç. Dr. CİN, Halil Prof. Dr. ARSLAN, Aziz Serkan Yrd. Doç. Dr. ÇAĞAN, Nami Prof. Dr. ARSLAN, Çetin Prof. Dr. ÇAĞLAR, Hayrettin Doç. Dr. ARSLAN, Ramazan Prof. Dr. ÇALIŞKAN, Yusuf Doç. Dr. ARTUK, Mehmet Emin Prof. Dr. ÇEÇEN, Anıl Prof. Dr. ASLAN, Zehrettin Prof. Dr. ÇETİNER, Selma Prof. Dr. ASLAN, Zühtü Prof. Dr. ÇOLAK, N. İlker Doç. Dr. AŞIK, İbrahim Yrd. Doç. Dr. D ATALI, Murat Doç. Dr. DEĞİRMENCİ, Olgun Doç. Dr. ATAY, Ender Ethem Prof. Dr. DEMİR, İsmail Yrd. Doç. Dr. ATILGAN, Eylem Ümit Yrd. Doç. Dr. DEMİR, Mehmet Prof. Dr. AVCI, Mustafa Doç. Dr. DEMİRAY, Nezahat Yrd. Doç. Dr. AYDIN, Ramazan Yrd. Doç. Dr. DEMİRBAŞ, Timur Prof. Dr. AYDIN, Ufuk Prof. Dr. DEMİRCİOĞLU, H. Reyhan Yrd. Doç. Dr. AYDOS, Oğuz Sadık Doç. Dr. DOĞAN, Murat Prof. Dr. DÖNER, İsa Yrd. Doç. Dr. DÜLGER, İbrahim Doç. Dr. B BAŞÖZEN, VI Ahmet Doç. Dr. YAYIN DANIŞMANLARI | BOARD OF ADVISORS DÜLGER, Volkan Yrd. Doç. Dr. E GÜVEN, Kudret Prof. Dr. H-İ ERDAĞ, Ali İhsan Yrd. Doç. Dr. HACIMAHMUTOĞLU, Sibel Doç. Dr. ERDEM, Mete Yrd. Doç. Dr. HAFIZOĞULLARI, Zeki Prof. Dr. ERDEM, Mustafa Ruhan Prof. Dr. HAKERİ, Hakan Prof. Dr. EREN, Fikret Prof. Dr. HASPOLAT, Mehmet Emin Doç. Dr. ERGİL, Doğu Prof. Dr. İNAN, Ali Naim Prof. Dr. ERİŞ, A. Uğur Yrd. Doç. Dr. İŞGÜZAR, Hasan Prof. Dr. ERKAL, Atila Yrd. Doç. Dr. K EROĞLU, Muzaffer Yrd. Doç. Dr. KABOĞLU, İbrahim Özden Prof. Dr. ERTEN, Rıfat Doç. Dr. KANADOĞLU, Korkud Prof. Dr. ERZURUMLUOĞLU, Erzan Prof. Dr. KAPLAN, İbrahim Prof. Dr. ESKİYÖRÜK, Serhat Yrd. Doç. Dr. KARAGÖZ, Kasım Doç. Dr. KARAKAŞ, Fatma Yrd. Doç. Dr. F FENDOĞLU, Hasan Tahsin Prof. Dr. KARAKEHYA, Hakan Doç. Dr. FEYZİOĞLU, Metin Prof. Dr. KARAN, Hakan Prof. Dr. KATOĞLU, Tuğrul Doç. Dr. G GEMALMAZ, Burak Yrd. Doç. Dr. KAYA, Emir Yrd. Doç. Dr. GÖKER, Cenker Yrd. Doç. Dr. KENT, Bülent Yrd. Doç. Dr. GÖKTÜRK, Neslihan Yrd. Doç. Dr. KESER, Hayri Yrd. Doç. Dr. GÖLE, Celal Prof. Dr. KILIÇOĞLU, Ahmet Prof. Dr. GÖNENÇ, Levent Doç. Dr. KOCA, Mahmut Prof. Dr. GÜLŞEN, Recep Doç. Dr. KOCAMAN, Arif B. Prof. Dr. GÜNAL, Nadi Prof. Dr. KOCAOĞLU, A. Mehmet Prof. Dr. GÜNDAY, Metin Prof. Dr. KOCAOĞLU, N. Kağan Dr. iur. GÜNEYSU, Gökhan Yrd. Doç Dr. KOCAOĞLU, S. Sinan Yrd. Doç. Dr. GÜNEYSU BORAN, Nilüfer Yrd. Doç Dr. KORKMAZ, Fahrettin Prof. Dr. GÜNEŞ, Ahmet Doç. Dr. KORKUT, Levent Yrd. Doç. Dr. GÜNGÖR, Devrim Doç. Dr. KUÇURADİ, İonna Prof. Dr. GÜNGÖR, Gülin Prof. Dr. KÜÇÜKGÜNGÖR, Erkan Prof. Dr. VII YAYIN DANIŞMANLARI | BOARD OF ADVISORS M SARAN, Birol Yrd. Doç. Dr. MOLLAMAHMUTOĞLU, Hamdi Prof. Dr. SAYGIN, Engin Yrd. Doç. Dr. MUMCUOĞLU, Maksut Prof. Dr. SAYHAN, İsmet Doç. Dr. SEVGİLİ, Didem Yrd. Doç. Dr. O-Ö ODYAKMAZ, Zehra Prof. Dr. SEZGİNER, Murat Prof. Dr. OKUR, Ali Rıza Prof. Dr. SIRMA, Özge Yrd. Doç. Dr. ONAR, Erdal Prof. Dr. SOYASLAN, Doğan Prof. Dr. OZANEMRE YAYLA, Hatice Tolunay Yrd. Doç. Dr. SÜRAL, Nurhan Prof. Dr. OZANSOY, Cüneyt Doç. Dr. ŞAHİN, Cumhur Prof. Dr. ÖKÇESİZ, Hayrettin Prof. Dr. ŞEN, Ersan Prof. Dr. ÖZBEK, Mustafa S. Doç. Dr. ŞEN, Murat Prof. Dr. ÖZBEK, Veli Özer Prof. Dr. ŞEN DOĞRAMACI, Hayriye Yrd. Doç. Dr. ÖZBUDUN, Ergun Prof. Dr. ŞENOCAK, Kemal Doç. Dr. ÖZCAN, Fatma Yrd. Doç. Dr. T ÖZDAMAR, Mehmet Doç. Dr. TAN, Ayhan Prof. Dr. ÖZEKES, Muhammet Prof. Dr. TANRIVER, Süha Prof. Dr. ÖZEL, Çağlar Prof. Dr. TAŞKIN, Ozan Ercan Yrd. Doç. Dr. ÖZEN, Muharrem Prof. Dr. TEKİNSOY, M. Ayhan Doç. Dr. ÖZGENÇ, İzzet Prof. Dr. TERCAN, Erdal Prof. Dr. ÖZKAN, Işıl Prof. Dr. TEZCAN, Durmuş Prof. Dr. ÖZKAZANÇ, Alev Prof. Dr. TİRYAKİ, Betül Yrd. Doç. Dr. ÖZTÜRK, Bahri Prof. Dr. TİRYAKİOĞLU, Bilgin Prof. Dr. ÖZTÜRK, Kaya Burak Yrd. Doç. Dr. TOROSLU, Nevzat Prof. Dr. TUNÇ, Hasan Prof. Dr. TURANBOY, Asuman Prof. Dr. TÜZÜNER, Özlem Yrd. Doç. Dr. Nur Yrd. Doç. Dr. P PAZARCI, Hüseyin Prof. Dr. R RUHİ, Ahmet Cemal Yrd. Doç. Dr. S-Ş U-Ü ULUŞAHİN, VIII YAYIN DANIŞMANLARI | BOARD OF ADVISORS UYGUR, Gülriz Prof. Dr. ÜÇIŞIK, Fehim Prof. Dr. ÜNVER, Yener Prof. Dr. ÜYE, Saim Yrd. Doç. Dr. ÜZÜLMEZ, İlhan Prof. Dr. YAVUZ, Bülent Doç. Dr. YENGİN, Halisan Dr. iur. YILDIRIM, Turan Prof. Dr. YILMAZ, Ejder Prof. Dr. YILMAZ, Süleyman Doç. Dr. YİĞİTER, Cenk Dr. YONGALIK, Aynur Prof. Dr. YUSUFOĞLU, Fülürya Dr. iur. YÜCEL, Mustafa Tören Prof. Dr. YÜCEL, Recep Doç. Dr. YÜRÜK, Ayşe Tülin Doç. Dr. Yahya Prof. Dr. Y Z ZABUNOĞLU, ANKARA BAROSU DERGİSİ YAYIN İLKELERİ 1. Dergiye gönderilen hakemli yazılar başka bir yerde yayımlanmamış veya yayımlanmak üzere gönderilmemiş olmalıdır. 2. Makale yazarına ait iletişim bilgileri (ünvan, ad-soyad, iletişim adresi, güncel e-posta adresi, güncel cep telefonu) makalenin son sayfasına nizami bir şekilde eklenmelidir. Makaleyi gönderen yazarın ismini yazmaması/unutması durumunda makalesi yayımlanmayacaktır. 3. Yazılar “Microsoft Word” programında (.doc veya .docx formatında) sayfa numaraları verilmiş olarak (yazı tipi Times New Roman, 12 punto, normal stil) ankarabarosuyayin@gmail.com adresine gönderilmelidir. 4. Makale Başlığı büyük harflerle, makale yazarının ünvanı kısaltma biçiminde, soyadı ise büyük harflerle yazılmalıdır. (Örn: Av. Ali YILMAZ vb.) 5. Makale yazarı; makalesindeki yazım hatalarını düzeltip, kontrol ettikten sonra eksiksiz bir şekilde göndermekle yükümlüdür. Hakem tarafınca belirtilen değişiklerin; makale yazarınca Word belgesinde “Metin Vurgu Rengi (Metnin vurgulayıcı kalemle işaretlenmiş gibi görünmesini sağlar)” SARI renk verilerek ve düzenlenen makalenin isim bölümüne tarih eklenerek yeniden mail aracılığı ile iletilmesi gerekmektedir. Dergiye gönderilen yazıların son denetimlerinin yapılmış olduğu, yazarın gönderdiği şekliyle yazısını “basıma” verdiği kabul edilir. Yazım yanlışlarının olağanın dışında bulunması, bilimsellik ölçütlerine uyulmaması, yazının Yayın Kurulu tarafından geri çevrilmesi için yeterli görülecektir. 6. Hakem denetiminden geçmesi istenen makalelerde en az 100, en çok 120 sözcükten oluşan tek paragraf Türkçe ve İngilizce özetlerin; her iki dilde yazı başlığının ve beşer anahtar sözcüğün de yazının başına eklenerek gönderilmesi gerekmektedir. Yazara ait makale; Makalenin Türkçe Başlığı > Yazarın Ünvanı, Adı-Soyadı (Örn: Av. Ali YILMAZ vb.) > Öz > Anahtar Kelimeler > Makalenin İngilizce Başlığı > Abstract > Keywords şeklinde sıralanmalıdır. X 7. Dipnotlar Microsoft Word programında otomatik olarak verilerek sayfa altında gösterilmeli, kaynakçaya yer verilmelidir. 8. Yayın Kurulunca ilk değerlendirmesi yapılan yazılardan yazarı tarafından hakem denetiminden geçmesi istenenler hakeme gönderilecek, hakemden gelen rapor doğrultusunda yazının yayımlanmasına, yazardan rapor çerçevesinde düzeltme istenmesine ya da yazının geri çevrilmesine karar verilecek ve yazar durumdan en kısa sürede haberdar edilecektir. Hakem raporunun olumsuz olması halinde, ikinci bir hakem incelemesi yapılmayacaktır. Hakem raporunda düzeltme istendiği takdirde, yazar tarafından sadece belirtilen düzeltmeler çerçevesinde değişiklikler yapılabilecek ve düzeltilmiş metinler için yine hakem onayı alınacaktır. 9. Yazarı tarafından hakem denetiminden geçirilmesi istenmeyen yazılar Yayın Kurulu tarafından değerlendirilecek ve yazının yayımlanmasına, hazırlanan rapor çerçevesinde yazardan düzeltme istenmesine ya da yazının geri çevrilmesine karar verilecek ve yazar durumdan en kısa sürede haberdar edilecektir. 10. Yayımlanması yayın kurulu ya da hakem tarafından uygun bulunmayan yazılar, yazarına geri gönderilmez. 11. Dergide çeviri, karar, kitap incelemeleri, mevzuat değerlendirmeleri ve bilgilendirici notlara da yer verilecektir. Bu nitelikteki yazıların kabulü veya geri çevrilmesi, Yayın Kurulu'nca yapılacaktır. 12. Ankara Barosu Dergisi, elektronik ortamda tam metin olarak yayımlamak da dâhil olmak üzere, kabul edilen yazıların, tüm yayın haklarına sahiptir. Yazılar için telif ücreti ödenmez. Ankara Barosu Dergisi Yayın İlkeleri’ne şartları uymayan yazıların, TÜBİTAK – ULAKBİM veritabanının gerekliliklerinden dolayı, Editör tarafından yapılacak ön kabul edilebilirlik incelemesi sonrasında hemen reddedilecektir. Bundan dolayı gönderilecek hakemli veya hakemsiz makalelerin yukarıdaki ilkelerdeki bütün şartları şekil ve esas olarak sağlaması gereklidir. XI İÇİNDEKİLER | TABLE OF CONTENTS BAŞKANIN MESAJI | PRESIDENT’S MESSAGES�������������������������������������� XIV Av. Hakan CANDURAN Didem Yaylalı Neden Öldü?��������������������������������������������������������� 19 Leyla KÖKSAL Hakemli Makaleler (Peer Revıewed Artıcles) Mitostan Logos’a Yargının Cinsiyetlendirilmesi ve Hukukun Eril İnşası��������������������������������������������������������������� 27 Dr. Özlem DUVA Aile Hukuku ve (İlişkisel) Özerklik�������������������������������������������� 45 Arş. Gör. Nadire ÖZDEMİR Ev-İçi Şiddet Davalarında Yargıcın Tarafsızlığı������������������������� 55 Yrd. Doç. Dr. Fatma İrem ÇAĞLAR GÜRGEY Kadınların Adalete Erişimi � �������������������������������������������������������� 77 Arş. Gör. Duygu HATIPOĞLU AYDIN Olguda Seçicilik: Tecavüzün Tanımlanması������������������������������ 109 Arş. Gör. Olcay KARACAN Makaleler (Artıcles) Toplumsal Cinsiyet ve Adalet: Hukuk Adaletsizdir� ������������������ 121 Prof. Dr. Gülriz UYGUR İstanbul Sözleşmesi������������������������������������������������������������������ 133 Prof. Dr. Kadriye BAKIRCI Feminizm ve Hukuk Üzerine Eleştirel Düşünceler � ������������������� 205 Prof. Dr. Alev ÖZKAZANÇ Avukat Hülya Gülbahar ile Röportaj���������������������������������������� 211 “KADININ BEYANI ESASTIR”: ÇOK BİLİNMEYENLİ BİR DENKLEM���������� 229 Av. Seher KIRBAŞ CANİKOĞLU XII Kadın ve Kız Çocuklarına Karşı İşlenen Cinsel Şiddet Suçlarında Cezasızlık Sorunu Raporu�������������������������������������� 255 Av. Candan DUMRUL Av. Huriye KARABACAK DANACI Muhafazakarlığın Hedefinde Bir Kadın Yargıç: AİHM’nin Özpınar Kararı � ���������������������������������������������������������� 293 Arş. Gör. Nisan KUYUCU Bir Kadın Yargıcın Not Defterinden� ���������������������������������������� 301 Defne BÜLBÜL Bir Gönül Projesi : Gelincik� ����������������������������������������������������� 305 Av. Lale İNCESU Türk Medeni Kanunu’nun 40. Maddesi Somut Norm Denetimine Tabiyken: Trans Geçiş Sürecinde ‘Bekletmeler’in Trans Öznelliklere Etkisi������������������������������� 311 Av. Sinem HUN KADINA ŞİDDET PAZARLIK KONUSU������������������������������������������������ 317 Av. Döndü Ceren ŞİMŞEK Çukur��������������������������������������������������������������������������������������� 321 Nihan Deniz KÖKSAL Kitap Tanıtımı (Book Reviews) Cinsellik, Şiddet ve Hukuk - Feminist Siyasetin İkilemleri ve Alternatif Feminist Tahayyüller Üzerine � ���������������������������� 327 Yasemin ERDOĞAN Cinsellik ve Hukuk Üzerine - Catherine A. MacKinnon’ın “Feminist Bir Devlet Devlet Kuramına Doğru” Kitabı Üzerinden Bir İnceleme������������������������������������������������� 333 Özge IŞIKÇI Jane Gallop - Cinsel Tacizle Suçlanan Feminist � ���������������������� 343 Çev.: Alev ÖZKAZANÇ - Gülben SALMAN Mahkeme kararları� ������������������������������������������������������������������ 347 XIII BAŞKANIN MESAJI | PRESIDENT’S MESSAGES Değerli Meslektaşlarım, Özgecan Aslan cinayeti sonrasında, Ankara Barosu Dergisi’nde de kadına yönelik şiddetin ve ayrımcılığın tüm hukuki boyutlarının ele alınacağı bir özel sayı yapılmasını tasarladığımızı duyurmuştuk. Yayın Kurulumuz bu özel sayı için kadın bir sayı editörü belirledi. Meslektaşımız Seher Kırbaş Canikoğlu, özel sayı editörlüğünü yerine getirdi ve taahhüt ettiğimiz özel sayı ile karşınızdayız. Bu özel sayımız, kadına yönelik ayrımcı politikaların dolaylı bir sonucu ile aramızdan ayrılan hukukçu meslektaşımız Didem Yaylalı’nın anısına adıyoruz. Bu sayımıza katkı sunan tüm hukukçu dostlarımıza teşekkür ediyoruz. Değerli Meslektaşlarım, Toplumsal cinsiyet farkındalığı, sadece kadınlar için değil erkekler bakımından da önemlidir. Birleşmiş Milletler Kadınların İnsan Haklarının Geliştirilmesi Programı’nda vurgulandığı üzere; “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği, bütün toplumun sorunudur. Eşitliğin sağlanıp geliştirilmesini, istatistiklerin dengelenmesi hedefiyle karıştırmamak ve sadece “kadınların sorunu” olarak görmemek gerekir. Bu, elbette kadınların kişisel gelişimini ve özerkliklerinin arttırılmasını içerir, ama aynı zamanda ana-babalık rollerinde kalıcı değişimleri, aile yaşamının demokratik dönüşümünü, kurumsal pratiklerin ve alışkanlıkların değişmesini, çalışmanın ve zamanın organizasyonunda değişiklikler yapılmasını kapsar. Dolayısıyla, kadınları olduğu kadar erkekleri ve toplumun bütününü ilgilendirir. İsveç Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Eylem Planı’nda vurgulandığı gibi, “cinsiyet eşitliğini geliştirme konusundaki çabalar çok uzun bir süredir sadece kadınlara yöneltildi. Böylece sanki sorun onlardaymış ve erkeklerin yaşam tarzına ve düşünce yapısına uyarlanma sorumluluğu onlara aitmiş gibi algılandı. Oysa toplumsal cinsiyet eşitliği, erkek değerlerine uyum göstermekle ilgili bir şey değildir. Cinsiyet eşitliği, kadınlar ve erkekler için eşit haklara, yükümlülüklere ve fırsatlara dayanan yeni ve eşit ilişkiler kurulması anlamına gelir.” Belki de kadın meslektaşlarımız, meslek örgütümüz olan Baro’nun toplumsal cinsiyet farkındalığında bir miktar geride kaldığını düşünüyordur ve haklılardır da. Gerçekten de, yönetim organizasyonumuzdan tutun da, kurul örgütlenmelerimize kadar, bir toplumsal cinsiyet farkındalığı yaratacak hamleye ihtiyacımız var. Bu sayımız ile birlikte, Gelincik programını yürüten özverili meslektaşlarımızın da katkısı ve katılımı ile Baromuz içinde de toplumsal cinsiyet farkındalığını geliştirmenin önemli olduğunu duyurabilmeyi umuyoruz. XIV Demokratik ulusun kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, “Bir toplum, bir millet erkek ve kadın denilen iki cins insandan meydana gelir. Mümkün müdür ki, bir toplumun yarısı topraklara zincirlerle bağlı kaldıkça, diğer kısmı göklere yükselebilsin !” dediğinde toplumsal cinsiyet farkındalığı için de bir kapı aralamış oluyordu. Baro olarak bizim görevimiz, bu kapıyı ardına kadar açmak, kadın özgürlüğü mücadelesine, örgütümüzdeki toplumsal cinsiyet farkındalığını arttırarak katkı sunmak olmalıdır. Ancak kadın meslektaşlarımız takdir edeceklerdir ki, bu konuda sorumluluk bizlere ancak görevin çoğu onlara düşmektedir. Yönetime daha fazla katılmalılar. BM belgesinde belirtildiği üzere: Eşit ilişkiler kurulması yolundaki çabaların ve kadınların hayatın her alanına etkin katılımının, bir ülkedeki demokrasi kültürünün derinleşmesini sağlayacağı açıktır. Avrupa Konseyi belgelerinin, kadın-erkek eşitliğinin demokrasinin yüreğinde yer aldığını vurgulamasının nedeni de budur. Toplumdaki kurumlaşmış cinsiyetçiliğin ortadan kaldırılması ve kadınların insan haklarının tanınması açısından, hem yasalarda yapılacak olumlu değişikliklerin hem de bu yasaların hayata geçirilebilmesinin gerçek güvencesi ise, kadın-bireylerin oluşturduğu bağımsız ve etkin bir kadın hareketinin varlığıdır. Biz bu nedenle, bir başlangıç olarak, bu sayının hazırlanmasında kadın katılımına azami özen gösterdik; zamanla, ikirciksiz şekilde kadınların özgürleşme mücadelesini destekleyen Baromuzun toplumsal cinsiyet farkındalığı da yüksek bir örgüt olarak tanınması hedeflerimizden biridir. Değerli Meslektaşlarım, Ulusa ait temel değerlerle demokratik değerlerin birbiriyle çelişirmiş gibi gösterildiği, izninizle kullanmak isterim halkımızın deyişiyle “at izinin it izine karıştığı” bulanık bir dönemden geçiyoruz. Ankara Barosu Yönetim Kurulu olarak siyasetin şiddet temelinde kurulmasına karşı olduğumuzu, siyasal bir örgüt olarak devletin de hukuk dışında şiddet tekelini yurttaşlarına karşı kullanmaması gerektiğini defalarca belirttik. XV Ankara Barosu, amasız ve fakatsız teröre karşıdır. Ankara Barosu, devletin hukuk dışında şiddet yoluyla siyasal meşruluk temellerini kurmaya çalışması halinde, devletin devlet olmaktan çıkacağının da bilincindedir. Bunları ısrarla vurgulamamın nedeni, değerli bir Baro Başkanımızı kör bir şiddete kurban vermemizdir. Basın açıklamamızda belirttik: “O KURŞUN HEPİMİZE SIKILDI !” O kurşunla birimizi öldürdüler, kalanlarımızı ise yaraladılar. Açıklamamızda vurguladık: “Diyarbakır Barosu Başkanı Av. Tahir Elçi’nin, Sur ilçesinde basın açıklaması yaptığı sırada çıkan çatışmada kimin silahından ateşlendiği belli olmayan bir kurşunla yaşamını yitirmesinden dolayı derin bir acı içerisindeyiz. Başta ailesi olmak üzere Diyarbakır Barosu ve tüm sevenlerine başsağlığı dileriz. Tahir Elçi, her şeyden önce bir baba, bir eş, bir hukuk adamıydı. Meslektaşımız Tahir Elçi’yi yaşamdan koparan kurşun, sadece O’na değil aynı zamanda hukuka, barışa, kardeşliğe ve hepimize sıkılmıştır. Ülkenin içinde bulunduğu puslu karanlıkta Av. Tahir Elçi’nin öldürülüşü, bir çok soru işaretini de beraberinde getirmektedir. Ankara Barosu Başkanlığı olarak, Av. Tahir Elçi’nin öldürülmesi olayının hiç bir gecikmeye mahal vermeyecek şekilde süratle aydınlatılması ve meslektaşımız Tahir Elçi’yi öldüren kurşunu sıkan elin ve bu elin arkasındakilerin bir an önce bulunması ve adalete teslim edilmesi için tüm yetkilileri göreve çağırıyoruz. Meslektaşımızı katledenlerin hak ettiği cezaya çarptırılması için sürecin sonuna kadar takipçisi olacağımızı kamuoyunun dikkatine sunuyoruz. Son olarak, yaşananların, bu topraklarda sıkça tekrarlandığı gibi “işleneceğini herkesin bildiği ancak engel olmak için kimsenin bir şey yapmadığı bir cinayet öyküsü” çıkmamasını umuyoruz.” Değerli Meslektaşlarım, Aradan geçen süre içinde, kaygılarımızı giderecek bir gelişme yaşanmış değil. Olay, tümüyle aydınlatılmış değil, Diyarbakır Barosu’nun vurguladığı üzere, ne yazık ki hala ortada bir fail ve arkasındaki karanlık ellerden bir iz yok. Savcılık ve kolluğun bu olayı derhal aydınlatması gerektiğini bir kez daha vurgulamak isteriz. Tahir Elçi, insan hakları mücadelesi içinde temayüz etmiş, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi yargısı içinde onlarca dava takibi yapan, hak ve özgürlükler mücadelesi içinde bir meslektaşımızdı. Ne yazık ki, Tahir Elçi’nin ölümü ile birlikte, özellikle XVI bölgede devam edegelen sokağa çıkma yasakları eşliğindeki güvenlik uygulamalarında insan hakları ihlallerinin olduğuna dair iddiaları duymaya devam ettiğimiz gibi, bu konuda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine yapılmış sivil başvurular bulunduğunu da biliyoruz. Ulusun, hele hele Türk Devrimi gibi tarihsel bir demokratik devrim temelinde gelişen ulusun değerleri ile demokrasinin değerleri asla çelişmez. Çelişmeye başladığında, demokratik ulus çözülüyor, siyasal sistem anayasal diktatörlüğe doğru koşuyor, ulusun siyasal birliği çözülme tehdidini savuşturmak için anayasal diktatörlük eşiğini zorlayan güçlere teslim oluyor demektir. Bu tür süreçlerin sonunda ulusun başına “Hitler gibi belaların musallat olabileceğini” bizzat Sayın Cumhurbaşkanımız telaffuz etmiş; ne yazık ki, ardından da insan haklarından taviz verilmemesi çağrısı yapan aydınları ulusa düşman olarak hedef göstermiştir. Değerli Meslektaşlarım, AİHM’in sokağa çıkma yasağı uygulamalarına ilişkin vereceği kararlar, elbette önemli bir ölçüt oluşturacaktır. Ancak, AİHM öncesinde bizim ulusun siyasal birliğini hakkıyla savunabilmek için, demokratik hukuk devleti ilkesinden bir santim bile sapmayacak bir savunma hattı örmemiz gerekiyor. Terörle mücadele edilecektir. Bunu anlıyoruz, ancak bu demokratik değerleri çiğneyerek mi, temel hak ve özgürlüklere sahip çıkarak mı olacaktır? Bizim tutumuz nettir: Terörle mücadelede kaybettiğimiz güvenlik görevlilerimizi rahmetle ve özlemle anıyoruz, teröre ve siyasetin şiddet sarmalında yürütülmesine karşıyız. Ancak, hiçbir güvenlik bahanesi, temel hakların ortadan kaldırılmasına gerekçe kılınamaz! Hükümeti bir kez daha hukukun üstünlüğüne saygı göstermeye, temel hak ve özgürlükleri kısıtlamaksızın, yaşam hakkı ihlallerine son vererek, insancıl hukuka ve insan haklarına dayanan bir terörle mücadele çizgisinden sapmamaya davet ediyoruz. Bölgeden gelen raporları titizlikle inceliyor, terörle mücadeleye gösterdiğimiz anlayışı hükümetin temel haklara saldırıya dönüştürmesine izin vermeyeceğimizi, temel hakların bu ülkenin her yurttaşı için vazgeçilmez olduğunu, hatırlatmaktan geri durmuyoruz. Değerli Meslektaşlarım, Ocak 2016 içinde, 13-17 Ocak günleri Uluslararası Hukuk Kurultayı’nı gerçekleştireceğiz. Bu Kurultay’da avukatlık mesleğine ve sorunlarına odaklandık. Oldukça geniş bir perspektiften avukatlık mesleğini ve avukatlık hukukunu ele alıyoruz. XVII Temel başlıklarımız şöyle: Anayasa Değişiklikleri, Yargı ve Yargıç Bağımsızlığı ve Hukuk Devleti; Hukuk Öğretimi; Meslek Öncesi Eğitim (Avukatlık Stajı); Avukatlığa Kabulde Ölçüm (Mesleğe Kabul Sınavı); Avukatlıkta Teknolojik Gelişmeler; Avukatlıkta Küreselleşme; Mesleki Örgütlenme (Barolar-Ortak Meslek Örgütleri); Avukatlıkta Mesleki ve Hukuki Sorumluluk Sigortası; Etik ve Avukatlık Meslek Etiği; Avukatlık Meslek Kuralları; Meslek İçi Eğitim (Avukatlar İçin Sürekli Eğitim); Avukatlığa Kabul Koşulları (Avukat Olabilme Koşulları); Avukatın Bağımsızlığı ve Savunma Dokunulmazlığı; Yargı Dışında Uyuşmazlıkların Çözümü; Avukatın Cezai Sorumluluğu; Avukatlık Sözleşmesi ve Yargıtay’ın Bakış Açısı; Avukatın Toplumdaki Algısı… Mesleğimizi oldukça geniş bir çerçeve içinde ele aldığımız Kurultay’ın çok değerli katılımcıları olacak. Elbette, siz değerli meslektaşlarımızı da aramızda görmek istiyoruz. Kurultay’a katılım ve katkılarınızı esirgemeyeceğinizi umuyoruz. Bu Kurultay’a maddi ve manevi destek veren meslektaşlarımıza ve sponsor kurumlara da şahsım ve Baromuz adına teşekkürü bir borç biliyorum. Değerli Meslektaşlarım, Bitirirken, 2016 yılının ülkemiz ve yurttaşlarımız için adaletin gerçekleştiği, refahın ve özgürlüğün arttığı bir yıl olması dileklerimi, yurtta ve dünyada barış ilkesi içinde yaşama umudumuzla birlikte paylaşmak isterim. Ve elbette, kadına yönelik ayrımcılığın son bulduğu, sadece kadına yönelik şiddetin azaltılması bakımından değil, toplumsal cinsiyet farkındalığının gelişmesi bakımından da mesafe alabildiğimiz bir yıl olması en büyük dileğimiz. Saygılarımla. Av. Hakan CANDURAN Ankara Barosu Başkanı XVIII Yaşayanlar unutmuştu bizi Biz öldüğümüzle kalmıştık – Cemal Süreya Didem Yaylalı Neden Öldü? Leyla KÖKSAL* Yazının başlığı bu olmalı. Okuyucunun dikkatini çekmesi ve nedenlerini yazıyı okuyup bitirdikten sonra sorgulaması olasılığı için, bu başlık uygundur. Belki de Didem Yaylalı’yı tanımayanlar için, hiç yakışmasa da, adının ölümle anılması dikkat çeker. Bu yazı dikkat çekmelidir. Çünkü yirmi altı yıl sürmüş bir yaşamın son iki yılı bir dönem tanıklığıdır, çünkü kadın yargıç olmanın olamamanın hikayesidir. Ölen, daha doğrusu ölüme mahkum edilen birinin ardından yazmanın güçlüğü… Yaşanmışlıkların anlatılması; umutlu, mutlu bir yaşanmışlık ise, tekrarı dileğini barındırır içinde; anımsanmak istenmeyen acılar ise, anlatılanın bir daha yaşanmaması dileğini getirir. Didem Yaylalı’nın öyküsü de, bir daha yaşanmaması için anlatılacaktır. 23 Ağustos 2013 tarihli gazeteler, “Genç Hakim Adayı İntihar Etti” haberi ile duyurdu bize Didem Yaylalı’nın ölümünü. Pek çok insan için sıradan bir ölüm haberi olarak kaldı. Kimimiz üzüldük bir süre, hikayesini bilen ya da kısmen bilenlerimiz ise bizi rahatsız eden birçok olay gibi bu olayı da unutmayı tercih ettik. Tercih ettirildik belki de, işin ucunun yargı * Yargıç, Yarsav Genel Sekreteri. Didem Yaylalı Neden Öldü? iktidarına dokunuyor olması, hatırlamanın ve sorgulamanın huzurumuzu, düzenimizi bozacağı olasılığı nedeniyle… Anlatmaya başlamak çok zor. Nereden ve nasıl başlamalı? Sözcüklerden kaçamıyorum. Ama sözcükler kafamda, dilimde, elimde hizaya girmiyorlar. Kadın, Didem, yargıç, öteki, kullanmak, cemaat, muhafazakar, içki, sahtekar, tayt, direnç, umut… Nasıl sıralayacağım? Hangisinin peşine takılıp Didem’i anlatacağım? Hepsi o kadar sert ve o kadar acı bir şekilde yer almıştır ki, Didem’in yaşamında. Herhangi bir yaşam öyküsünü anlatır gibi başlamak, belki de en doğrusu… Birçoğumuz gibi Didem de, bir memur ailesinin çocuğu. Çocuklarına iyi bir gelecek hazırlamak için hiçbir fedakarlıktan kaçınmayan bildik ailelerden. Didem de hakkını verir bu çabanın. Hukuk fakültesini bitirir. İdeali olan yargıçlık sınavlarını kazanır. Bu arada kendini geliştirmekten geri durmaz, çok iyi derecede İngilizce ve Rusça öğrenir. Başarılı bir yargıç olmak, adalet dağıtmaktır hayali. Didem’in, sınavı torpil olmadan kazandığını hemen not etmeliyim. Çünkü daha sonra yaşadıklarını, bu nedenle de bir türlü anlamlandıramamıştır. Sınavı torpil olmadan kazanması şaşırtmıştır. Öyle ya bu devirde torpil olmadan hiçbir kapı açılmazken… Bu olay, onun geleceğe dair umutlarını artırmıştır: Demek ki bu ülkede bir şeyler yoluna girmeye başlamış! Ama Didem unutmuştur; sırtını birilerine/bir yerlere dayamadığında, sisteme entegre olmadığında, kullanışlı bir birey vasıfları taşımadığında, gideceğin bir yer yoktur… Çoğunluk seni azınlığa dönüştürür ve tüm azınlıkların, ötekilerin kaderini yaşarsın. Şimdilerde paralel yapı olarak adlandırılan “Cemaat Yapılanması”, yargı iktidarının paydaşıdır. 2010 yılı Anayasa değişikliği sonrası yargıdaki gizli(?) yapılanma görünür olmaktan kaçınmamış ve bir karabasan gibi yargının ve ülkenin üzerine çökmüştür. Tam bir temizlik operasyonu yapılıyor, makamlar liyakat gözetilmeden yandaşlara dağıtılıyordu. Kendi iktidar kadrolarını kurmak için, her türlü yöntemi kullanmaktan kaçınmıyorlardı. Bu süreçte ayak bağı olacağını düşündükleri yargıç adaylarının da, yolu kesiliyordu. Adayların elemeden geçirileceği en uygun yer ise, yine kendi kadroları ile oluşturdukları Adalet Akademisi Eğitim Merkezi idi. Farklı olan, burada kolayca seçilebiliyordu. Didem de farklıydı, bedelini ödemeli, hizaya gelmeyenlere gözdağı verilmeliydi... İşte Didem, böyle bir gözdağı vermenin kurbanıdır. 20 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Leyla KÖKSAL Didem astımdı, sert geçen 2012 kışında sık sık hastalandığı için, Eğitim Merkezi’ndeki stajına devam edememişti. Devamsızlığını belgelemek için sunduğu hastane kayıtları ise, sonun başlangıcı olmuştu. Belgedeki eksik doktor imzası, aranılan fırsatı vermişti, onun için verilmiş kararı uygulayacakların eline. Disiplin soruşturmalarının devam ettiği süreçte, hakkında inanılmaz bir karalama kampanyası da başlatılmıştı. Bir yargıç adayı gibi yaşamıyordu bazılarına göre… Tayt giydiği, içki içtiği, gece hayatına takıldığı gibi dedikodular dolaşıyordu çevresinde. Didem vebalı ilan edilmişti. Çevresi hızla boşalıyor, yalnızlığa mahkum ediliyordu. Stajı bitirmesine ve sınavlarda başarılı olmasına rağmen, mesleğe kabulü yapılmamıştı. Bunu öğrenme şekli de, başlı başına bir travmaydı. Mesleğe kabulünün yapılmadığını, ailesi kura törenine gelmek için yola çıktığında öğrenmişti. Çocuklarını büyük bir umutla geleceğe hazırlayan anne ve babanın, çocuklarının geleceğinin elinden alınması… Bunu öğrenme şekilleri… Her şey çok acımasızca yapılıyordu. Didem bir yandan ailesine kendini anlatmaya, diğer yandan içine itildiği korkunç yalnızlıkla baş etmeye çalışıyordu. Didem mesleğe kabul edilmeme kararının yeniden incelenmesi için başvuruda bulunmuş, reddedilince de HSYK Genel Kurulu’nda kararın kaldırılması için itiraz etmişti. Ailesinin “gel avukatlık yap” önerisini kabul etmemiş, haksızlığa karşı mücadele etmeyi, kendini temize çıkarmayı hedeflemişti. Sahtekar değildi, özel yaşamına dikkat ediyor, öğretilen yargıç kıyafetlerini giymeye özen gösteriyor, yaşadığı apartmanın kedilerine sahip çıkacak kadar insanca ve doğal yaşıyordu. Üstelik içki ile arası hiç de hoş değildi. Ama, anlatılana kendisi de inanacaktı neredeyse… Tanıştığımızda karşımda bir suçlu gibi oturmuş, son zamanlarda çok alışkın olduğu suçlayan bakışları aramıştı. Gözyaşları ile ıslanan hüzünlü hikayesini dinlerken, umutsuzluğumu hissettirmemeye çalışmıştım. Yanında duracak, ona bu yolculuğunda yol arkadaşlığı yapacaktım. İyi bir yol arkadaşı olamadım... HSYK Genel Kurulu’na itiraz süreci, tam bir kabustu onun için. Haklıydı, masumdu, kararın önceden verildiğine inanmak istemiyordu. Nerde neyi yanlış yaptığını, bir türlü çözemiyordu. Didem’in itirazı reddedildi. Bangolar Yargı Etiği İlkeleri’ne uygun değildi yaşam tarzı. Yargıç olamazdı. Kararda sadece bunlar yazıyordu. Uçsuz bucaksız 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 21 Didem Yaylalı Neden Öldü? bir gerekçe. İçine her şeyi koyabilirsin. Etik = Ahlak demekti Didem için ve bunu kabullenemiyordu. Kararın eline ulaşması üç ay sürdü. Bu süreçte, az da olsa umudu vardı. Kapısına bırakılan bildirim üzerine, muhtarlığa gitmek üzere evden çıktı. İdam fermanıydı gelen. Aldı, okudu, çantasına koydu ve gitti. Giderken bile temkinliydi Didem. Tek bildiği ve daha önce ailesiyle gittiği otel olan Fethiye’deki otel, yanında HSYK Genel Kurulu kararı... Gitti… Bitti… Hikaye de, burada başlıyor aslında. Didem belki bütün bunlarla başa çıkabilirdi. Baştan kabuller vardır, bir insanı suçlu ilan etmek için. Kadınsan, bu daha da kolaydır. Kadın; özgür düşünüyor, boyun eğmiyor, sokmak istediğin kalıba girmek istemiyor, içki içiyor, mini etekli, tayt giyiyor, kırmızı ruj sürüyor… Bunlardan biri ya da bir kaçı, seni katli vacip hale getirebilir. Didem bu kabullerin kurbanıydı, bu kabullere isyan etti. Didem masumdu, deneyimsizdi. Kadın yargıç ve savcıların yaşanmışlıklarına tanıklık etmemişti henüz. Oysa kadın yargıç olmak; saçının rengi, eteğinin boyu nedeniyle soruşturma geçirmek, bekarsa, özel hayatının röntgenlenmesi, anne ise, çocuğu nedeniyle işi ile yeterince ilgilenmez söylemine maruz kalmak (oysa kadın yargıçlar çoğunlukla çocuklarının büyüdüğüne tanıklık edemez), eril yargı iktidarının erkek yargıç ve savcılara bolca dağıttığı başsavcılık, mahkeme başkanlığı, komisyon başkanlığı görevlerine talip olmamak, Yargıtay tetkik hakimliğine adaysan, “Çocuğun var mı?”, “Doğurmayı düşünüyor musun?” gibi sorulara muhatap olmak, sanki suç işlemişsin ya da işleyecekmişsin edasıyla sorulan bu sorularla, analığının aşağılanması, eşin yargıç olsa bile, senin işinin hep hafife alındığı bir yaşam, başkalarının yaşamına dair en can alıcı kararları verirken, kendi yaşamına dair kararları verememe, ataerkil toplumların kadına yüklediği ikincil rolü kabullenme, kısaca ağır iş yükünün yanında, ağır kadınlık yükünün olması demekti. Didem yaşasaydı, tüm bunlarla baş edebilirdi. Ancak; 22 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Leyla KÖKSAL iktidarın paydaş değiştirerek, yeni paydaşları ile yine ve yeniden, hiç vazgeçmeden yargı eliyle rejim değiştirme çabalarını, makam için ya da başıma bir şey gelir mi kaygısıyla inanmadıkları saflarda yer alan meslektaşlarının varlığını, birbirini gözetleyen ve ihbar eden meslektaşları arasında kendi gibi olma savaşı vermenin ağırlığını, muhalif olanların sindirilmesini, yok edilmesini, yargıya güvenin %20’lerin altına düşmesini, yalnız yargıç ve savcıların değil, halkın da yargıç ve savcıları sınıflandırmasını, kimsenin kendisi olmaya cesaret edemediği bu düzeni kabullenemezdi. Ve Didem; Senin gibiler hala ölüyor, öldürülüyor. Çok ölüyoruz, onlarca, yüzlerce ölüyoruz. Terörün her türlüsü, kol geziyor. Kadınlar hala öldürülüyor, kadın cinayeti yaşanmayan tek gün yok neredeyse. İtiraz eden, varım diyen kadınlar öldürülüyor… Gençler öldürülüyor, onların en çok da düşleri, seninkiler gibi, bize emanet. Çocuklar; bilmedikleri, anlamadıkları bir nefrete kurban ediliyorlar. Karalama, ötekileştirme; hız kesmeden devam ediyor. Evet, sen gittikten sonra bir şeyler değişti. İktidarın paydaşı. Şimdi yeni paydaşlarla, aynı süreç, yeni ötekilere karşı sürdürülüyor. Bu arada senin gibi masumlar da, payına düşeni yaşıyor. Evet değişti, hedef kitle… Korkum yeni mezarlar kazılıyor olmasından. Didem Yaylalı, bir zamanların iyi çocukları tarafından ölüme gönderildi. Yeni yargı iktidarı, bunun hesabını sormalı. Failler bulunmalı. Uzun uzun araştırma yapmaya gerek yok. Faili meçhul bir cinayet değil bu. Zanlılar ortada ve bildik. Didem Yaylalı’nın hesabı sorulmalı ki, kadınlar yargıç olmaktan korkmasın, kendi gibi olanlar, dik duranlar kazansın. Korku ve umut, 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 23 Didem Yaylalı Neden Öldü? insanları kullanışlı bir aparat haline getirmesin. Adalet arayanlar, doğru adreslere gitsin. Gözdağı, sindirme, kendinden kılma, hepsi benim, hepsi benden olsun ve körlük hali, bitsin. Bütün bunlar, tarafsız ve bağımsız bir yargının yeniden tesisi adına yapılsın. Adalet adına… Ve son söz: Yaşarken azınlık olanlar ölünce çoğunluk olduğu sürece, hiçbir şey değişmeyecektir. 24 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Hakemli Makaleler Peer Reviewed Articles HAKEMLİ Mitostan Logos’a Yargının Cinsiyetlendirilmesi ve Hukukun Eril İnşası* Dr. Özlem DUVA** Didem Yaylalı ve eril yargının tüm mağdurlarına… Makalenin Geldiği Tarih: 05.11.2015 Kabul Tarihi: 10.11.2015 * Bu makale hakem incelemesinden geçmiştir ve TÜBİTAK – ULAKBİM Veri Tabanında indekslenmektedir. ** Dokuz Eylül Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü. ÖZ Türk yargı sisteminin, ayrımcı pratikler ve güçle bütünleşmiş olmak gibi pek çok problemi bulunmaktadır. Pek çok durumda tanık olduğumuz gibi, yasama, yargı organı ve sosyal yapıya dair bir eleştiri getirmeden, kendi başına bu tür problemleri çözemez. Dahası, yargı sisteminin aktörleri bu ayrımcı pratikleri kendileri üretmektedirler. Problemin kökenine inmek ve yargının baskıcı boyutunu açığa çıkarmak için yargı sisteminin erkeksi karakterini analiz etmek gerekir. Bu çalışmada, Aiskhylos’un Orestes üçlemesi yargı erkinin erkeksi karakterini göstermek üzere seçilmiştir. Orestes, toplumu ve geleneği dönüştürücü karakteri nedeniyle, Yunan tragedyalarının en önemlilerinden ve iz bırakmış olanlarındandır. Orestes’te hem Antik Yunan’daki politik ve sosyal yaşamın sorgulanışı hem de ideolojik politik ve sosyal durumu yöneten ve meşrulaştıran ideolojik araçlara ve hukuk sisteminin inşasına tanık oluruz. Yargı sistemi ve erkeksi iktidar eşzamanlı bir biçimde, mitos yoluyla tesis edilmiştir. Anahtar Sözcükler: Erkek(si)lik, yargı, mitos, ayrımcılık, ötekileştirme. 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 29 HAKEMLİ Dr. Özlem DUVA HAKEMLİ Mitostan Logos’a Yargının Cinsiyetlendirilmesi ve Hukukun Eril İnşası GENDERING JUDGEMENT FROM MYTHOS TO LOGOS AND THE MASCULINE CONSTRUCTION OF LAW To Didem Yaylalı and all the victims of masculine judgement. ABSTR ACT Turkish judicial system has many problem in the sense of discriminatory practices and integrating power. As we witness many case, legislation can not solve this kind of problems without critics about social structure and judicial organ. Furthermore, the actors of judicial system produce this discriminatory practices by themselves. It should be an analysis on the masculine character of judicial system to explore the roots of the problem and reveal the oppressive dimension of judical function. In this study, Aeschylus’ trilogy of Oresteia has selected to indicate the masculine character of judiciary power. The Oresteia is one of the most important and influential of all Greek dramas due to it has a transformative character in society and tradition. In Oresteia, we witness the trial both as reflection on the political and social life in Ancient Greece and ideological instrument used in conducting and justifying the political and social situation; and constituting a juridical system at the same time. Judicial system and masculine power has simultaneously established by mythos. Keywords: Masculinity, judgement, mythos, discrimination, otherization. 30 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Çağdaş politika teorileri içerisindeki hukuk tartışmalarına bakıldığında genellikle onun norm koyucu yapısına dair tartışmalar merkeze yerleşir; yargının işlevi ise bu normların uygulanışına dair çözümleri üretme kapasitesi ile sınırlanır. Bunun bir nedeni modern hukukun kendisini, zaman zaman onu bir şiddet pratiği olarak adlandırmamıza neden olacak denli otoriter bir yapı olarak takdim etmesi, bir diğeri de hukuksal pozitivizmin zihnimizde yer etmiş kalıntıları sayesinde hukuk-politika ilişkisinde yaşanan kopuştur. Diğer yandan yargının, yargı vermenin kamusal karakterinin anlamını unuttuğumuzdan, her bir öznenin veya tikel varoluş biçiminin içine dahil olacağı bir yargı kültürü oluşturmaktan aciz halde bulunmaktayız. Özellikle ülkemizde can yakıcı bir biçimde karşımıza çıkan ayrımcılık ve bunun kökenindeki eril inşanın sebep olduğu şiddeti, teorik kökenini sorgulamadan da olsa, yaşamakta ve deneyimlemekteyiz. Her geçen gün yargı kararlarının bizatihi sorumlusu olduğu cinayetler, LGBTQI ve kadın bireylere yönelik yargı kararlarının şiddet içeren dili ve dahası, yargı alanının dışına atılan kadın yargıçlar ve erkeksi iktidar kavramıyla uyuşmayan yargıç adayları, onların maruz kaldığı ayrımcılık biçimleri gibi meseleler, sadece yurttaşlık bilincimizi gözden geçirmemiz gerektiğine dair bir uyarı olarak kalmamakta, aynı zamanda yaşam hakkımızı savunmanın, varolmanın dayattığı bir zorunluluk olarak üzerinde düşünmeyi hak etmektedir. Her bir deneyimde yeniden karşımıza çıkan şey, sade bir basiretsizlik değil, sistemli bir kötülük halidir. Bu kötülük halini sadece bir ceza hukukçusu gözüyle değerlendiremeyiz; her ne kadar ayrımcılık ve kadına yönelik şiddet, cezalandırma konusundaki yetersizliklerden besleniyor olsa da, sorunun kökeni neredeyse modern hukuk düzeninin öncesine dek uzanmaktadır. Bunu kavramak için seçmiş olduğumuz örnek, Aiskhylos’un Orestes (Oresteia) Üçlemesi’dir. Üçleme ve üçlemedeki yargı kavramsallaştırması okunduğunda, sanki o günden bu yana hukuk ve yargı kavrayışımız pek çok noktada değişime uğrasa da, cinsiyetlendirme açısından bakıldığında büyük bir değişim olmamış gibidir. Sözgelimi Klasik Çağ Yunan mitolojisinde yargıları belirleyici, kabul gören bir karakter olan ve ana rahminden değil, Zeus’un başından dünyaya geldiği anlatılan bakire tanrıça Athena, aslında tam anlamıyla ne bir kadın ne de erkektir. Fakat buna rağmen Athena’nın erkeksi özellikleri anlatılarda ağır basmakta[1], yargılarının gücü bu eril niteliklerden beslenmekte ve O, silahlar kuşanmış bir biçimde tasvir edilerek erkeksi-savaşçı-şiddet kullanan bir karakter olarak takdim edilmektedir.[2] Böylece logos’a dayalı yargılar, daha başlangıç[1] Pierre Grimal, Mitoloji Sözlüğü, Çev: Sevgi Tamgüç, Sosyal Yayınları, İstanbul, 1997, s: 107-109 [2] Buket Deniz-Tuba Elmacı, “Athena’yım Öyleyse Varım”, Cogito 54, YKY, İstanbul, 2008, s: 184 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 31 HAKEMLİ Dr. Özlem DUVA HAKEMLİ Mitostan Logos’a Yargının Cinsiyetlendirilmesi ve Hukukun Eril İnşası larından beri, mitsel açıklama içerisinde logos’un algılanışına paralel olarak, eril bir kimliğe bürünerek karşımıza çıkmaktadır. Orestes yargılamasında da Athena’nın tercihleri, erkeksi olana dönük bir tavır olarak düşünülmekte ve aslında ne erkek ne de kadın olmayan Athena’nın bu mit içerisinde egemen kılınan tercihleri, mitlerde yer alan yargılamaların ahlaki olarak erkeksi olanla özdeş bir biçimde sunulmaya çalışıldığını göstermiş olmaktadır. Bu yüzden tarihsel süreçte anaerkillikten ataerkilliğe geçişi inceleyen J. J. Bachofen gibi düşünürler, Aiskhylos’un Orestes Üçlemesi’nin üçüncüsü olan Eumenides adlı eserini, anaerkil hukuktan ataerkil hukuka geçişin ilk belgesi olarak görürler.[3] Her ne kadar anaerkil hukuk düzeni tamamen kişisel ve rastlantısal, bireysel/ kişisel serüvenlerin bir ürünü ise de, ataerkillik bu serüven sonucunda, rasyonel temellendirme yoluyla felsefi ve politik anlayışımıza hükmeden ve varlığını yüzyıllardır sürdüren bir olgu olarak karşımızda durmaktadır. Orestes yargılaması, bazen son derece olumsal nedenlere dayalı olarak ortaya çıkmış bir temellendirmenin, nasıl olup da günümüz hukuk anlayışına dahi sirayet edebileceğini, pek çok düşünce sistemi içerisinde varlığını sürdürebileceğini ve yıkıcı sonuçlarına rağmen kabul görebileceğini gösteren çarpıcı bir örnektir. Orestes’ten yola çıkarak yargı pratiğine içkin cinsiyetçi kodları ifşa etmek, bir yandan modern hukukun yapısındaki iktidar üretici yönelimi eleştirmek, diğer yandan ise yargılama eyleminin özünde politik bir işleyişe sahip olduğunu açığa çıkarmak anlamına gelir. Orestes üçlemesinin genel olarak ele aldığı problem, kabile toplumu ile modern devlet arasındaki gerilimin yarattığı çatışmadır. Oyunda; intikam tanrıçaları yahut öç perileri diye adlandırılagelmiş Erinniler (Erinyes) tarafından temsil edilen kadınlık, kabile toplumunun söze dayalı, tutku ve duygularla verilen kararlarını ortaya çıkaran yasaların taşıyıcısı iken, Apollon eril bir kimliğe sahip ve logos ile temsil edilen, bugün modern devletin yazılı yasalarının kaynağı diyebileceğimiz nomos anlayışını geliştiren bir karakter olarak sunulmaktadır. M.Ö. 458’de ortaya çıktığı düşünülen bu üçlemenin, Kraliçe Klytemnestra’nın kadınsı/doğa düzenini, tanrı Apollon ve Athena’nın ise erkeksi/logos düzenini temsil ettikleri bir mitos yaratmak suretiyle, kabile toplumundan bir polis demokrasisine dönüşümün temel saiklerini ortaya koyduğu söylenir. Üçlemenin ilk oyunu olan Agamemnon’da, Truva Savaşından dönen Agamemnon’un karısı Klytemnestra ve onun aşığı tarafından öldürülmesi konu edinilir. Savaşa gidebilmek için kızını, İphigeneia’yı kurban eden Agamemnon, öç almak isteyen karısının gazabına uğrar ve onun aşığıyla birlikte planladığı bir ölüm senaryosunu [3] Kate Millett, Sexual Politics, University of Illinois Press, Urbana and Chicago, 2000, s: 115 32 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 yaşar. Agamemnon’un bu anlatıdaki pozisyonu, diğer iki oyunun dramatik yapısını da etkilemiştir. Üçlemenin ikinci oyunu olan Adak Taşıyanlar’da bu ölümün öcünün nasıl alındığı sergilenmektedir. Agamemnon’un ardından iktidar olan Klytemnestra ve aşığı Aigisthos, meşru olmayan bir tiranlığın aktörleri olarak görülürler. Bu nedenle üçlemenin bu ikinci oyununun konusu, kentin tiranlıktan nasıl kurtarılacağı, üçlemenin başında itibaren beklenen adaletin nasıl gerçekleşeceği, sophrosune (özdenetim, ölçü, ılımlılık) temelindeki bir hayatın nasıl inşa edileceğidir. Böylece Klytemnestra’nın sürgündeki oğlu Orestes’ten bir çözüm bulması istenir ve üçüncü oyun, onun bulduğu çözüme, yani annesini ve onun aşığını öldürdükten sonra aklanmak için kurulacak mahkemeye ve burada verilecek yargıya ayrılır. Özetleyecek olursak, üçlemenin birincisi cinayet; ikincisi intikam; üçüncüsü yargılama ve bağış­lama tragedyasıdır.[4] Elbette ki tanrılar katında dahi bir bölünmeye yol açmış olan bu mesele, kan davasının ve sonu gelmez ölümlerin yargı yoluyla taşındığı bir aklanma aşamasını ve buradan doğacak düzenliliği esas almıştır. Artık burada yazgı, yargı yoluyla kurulacak adalet olmuştur. Ancak bu yargının karakterine bakıldığında düzeni, birliği ve sistemin devamını, adalete tercih ettiği görülecektir. Sonuçta belki kurulan düzen içerisinde bir yasa tesis edilmiş ve yasalar önünde eşitlik (isonomia) sağlanmıştır ama hüküm kurucu eril aklın gölgesinde kalan kadınsı/ zayıf/aşağı olarak görülenler (kadınlar, çocuklar, köleler gibi) daha baştan bu eşitlik ilkesinin dışında bırakılmıştır. Zira Orestes’in kimliğinde aklanan, erkeksi yargıların kendisidir. Üçleme, kadınsı doğaya sahip bir düzen ve yargının yenilgisini, polis’in kendi düzeni içerisinde, Atina mahkemesinde cinsiyetlendirilmiş bir akılla yargılamak suretiyle ilan eder. Yargıç olarak kararı verecek, belirleyici oyu kullanan Athena, Klytemnestra’nin kocası Agamemnon’u öldürmesinin, Orestes’in annesi Klytemnestra’yı öldürmesinden daha ağır bir suç olduğuna, dolayısıyla anne ile olan bağın, karı-koca bağından daha önemsiz olduğuna; zira babanın, çocuğun gerçek ebeveyni olduğuna Apollon’un ifadelerine katılmak suretiyle hükmeder. Şöyle demektedir Apollon: “İşte hakikat, bak ve ne kadar haklı olduğumu gör! Çocuğun annesi dediğiniz kadın, onun ailesi değildir, sadece içine ekilmiş bir tohumu besleyip büyüten, onu emzirendir. Erkek, yaşamın kaynağıdır, tohumu ekendir. (…) Ana olmadan da baba olunur. Canlı tanığımız orada duruyor, bakın, Athena!”[5] [4] André Bonnard, Antik Yunan Uygarlığı I: İlyada’dan Parthenon’a, Çev: Kerem Kurtgözü, Evrensel Basım Yayın, 2004, s: 206 [5] Aeschylus, “The Eumenides”, The Oresteia, Çev: Robert Fagles, Yale University Press, New Haven and London, 1962, s: 125 (665-675) 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 33 HAKEMLİ Dr. Özlem DUVA HAKEMLİ Mitostan Logos’a Yargının Cinsiyetlendirilmesi ve Hukukun Eril İnşası Athena ise bu düşünceleri onaylayarak Apollon’a destek verir, yargısını bu düşünce üzerine inşa eder. Bu sebeple Athena’nın, anne rahminin yalnızca babanın tohumunu taşıyan bir araç olduğu hükmüne katılmış olmakla, eril kodları kendi yargılarının belirleyici unsuru olarak tayin ettiğini söylemek, aşırı bir yorumlama olmayacaktır. Kaldı ki yakın dönem feminist eleştirmenler de buradan yola çıkarak, bu yapıtın polis’in ortaya çıkışıyla birlikte, anaerkil düzene bir müdahale biçimde konumlandığının bir göstergesi olduğunu iddia etmektedirler.[6] Politik gücün kadından erkeğe doğru kayışının dramatik bir anlatımı olarak görülen bu tragedyada ilginç olan, gücün temsili olan bir düzenin bizatihi yargılama mercii tarafından kurulması ve yargıların politik işleyişinin sahip olduğu hakikat inşa edici boyuttur. Nitekim üçlemenin sonunda, oylama sonucunda çıkan sayısal eşitliğe rağmen Apollon’un temsil ettiği modern devlet ve onun yasa anlayışından doğan yargılar galip gelmiştir. Apollon’dan ve Orestes’ten yana tutum alan bir finalle birlikte yargılamanın seyri, çözümü bugünkü modern devletin yazılı kurallarını inşa eden eril karakterdeki bir logos’u yargının temeline yerleştirmek suretiyle üretmiştir. J.S. Smirgel, “Freud ve Kadınlık: Kara Kıtanın Üstüne Düşen Birkaç Kör Leke” adlı yazısında J. J. Bachofen’in yorumundan hareketle Orestes Üçlemesi’nde ulaşılan nihai sonucu şöyle anlatır: “Oyunun sonunda Eumenides olup çıkan Erinniler ise Gece’nin kızlarıdır, Zeus’tan önce hüküm süren yer altı tanrıçalarıdır(babadan önce hüküm süren anne gibi). ‘Kapkara ve son derece iğrenç’ olarak tanımlanan Erinniler, iddia makamıdırlar. Savunma makamında ise Apollon yer almaktadır. Orestes Athena’yı çağırır; bilindiği gibi, Zeus’un beyninin kızı olan Athena, annesi ile karışmadan dünyaya gelmiştir, daha doğrusu Zeus’un beyninden ve kafasında miğfer, baştan aşağı silahlanmış olarak çıkmıştı, başka deyişle çocuklara özgü birincil güçsüzlükten kendisini kurtarmıştı. Bunun üzerine Athena, These tarafından yenilgiye uğratılmadan, dolayısıyla yargıç olma ayrıcalıkları Erinniler’in elinden alınmadan önce, Amazonların yerleştikleri yere, Aeropage adında bir mahkeme kurar. Erinniler yaşanan bu anne cinayetinin etkisiyle ve suç zafere ulaşırsa, bu durumda, ‘yeni yasaların eski yasaları yere yıkması gerekeceğini’ söylerler. Klytemnestra’nın suçunun Orestes’in suçundan daha az olduğu kanısındandırlar, çünkü “Klytemnestra öldürdüğü erkekle aynı kandan değildi” derler. Bunun üzerine Orestes şu şaşırtıcı karşılığı verir: Ya ben? Ben de annemle aynı kandan mıyım? Apollon [6] Feminist kuramcı Nancy Hartsock, ayrım kategorilerini biraz daha ileriye götürerek, polis’in değerleri ile kadınların değerlerini, radikal ölçüde farklı, ortak yanı olmayan karşıtlar olarak görmekte ve şiddet ve ölüm gibi erkeğe özgü değerlerin karşısında, cinsel aşk ve bakım gibi kadına özgü değerler bulunduğunu vurgulamaktadır. Bu yüzden Hartsock; “Eski Atina’nın erkek yurttaşlarının, kendilerini tehdit eden “mitsel kadınsı güçler”e karşı sürekli korunma zorunluluğu hissettiklerini” iddia etmektedir. Bkz. Nancy Hartsock, Money, Sex and Power: Toward a Feminist Historical Materialism, Northeastern University Press, Boston, 1983, s: 186-187 34 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 da Orestes’in yanında yer alır: “Çocuğu diye anılanı anne değildir dünyaya getiren. Anne tohuma durur, tohumu besleyendir bir tek. Dünyaya getiren erkektir.”[7] Apollon’un burada bir adım daha ileri giderek bu söylediklerine kanıt olarak Athena’yı göstermesi, aramızda bulunan tanrıça, Zeus’un kızı da bunun en güzel örneğidir demesi ve Athena’nın da Apollon’u onaylaması, Smirgel’e göre basit bir haklı çıkma savaşından fazlasını ifade etmektedir. Böylece savunma makamı olan Apollon’un yanında yer aldığı Orestes’in hükmü, Athena’nın bu onayıyla tasdik edilmiş, Orestes suçsuz bulunmuş, ama onun suçsuzluğunda bütün kadınlar ve kadınsı olan her şey suçlanmıştır. Erinniler bu noktada yalvarışlara başlarlar, eskiden beri sahip oldukları bütün güçlerinin ellerinden alındığına dikkati çekerler, bunun sonucu olabilecek felaketleri haber verirler. Ancak bir şekilde bu aşamadan sonra onların yine tapınılası, yakarılası varlıklar olarak kalmaya devam edecekleri söylenerek dava esnasında yatıştırılırlar ve onlar da Eumenidler’e dönüşürler, bundan sonra yaşamlarını “hayırlı tanrıçalar” olarak sürdürürüler. Bu yargılamalardaki Erinniler’e yakından bakmakla, yargının ve yasaya dayalı düzenin ortaya çıkışında eril bir temellendirmenin mitler dolayımıyla felsefi-hukuksal plandaki bakış açılarını ne ölçüde etkilediklerini görme şansını elde ederiz Ancak buraya odaklandığımızda, Erinniler’in işlevinin anlaşılması için adalet denilen şeyin tanımlanışını, doğasını ve işleyişini ihmal etmememiz gerekir. Antiklerdeki genel inanış, bir insanın başına gelebileceklerin, daha o kişi varlığa gelmeden evvel moira’lar tarafından belirlendiği inancına dayanır. Moira’lar başlangıçta insanın payına düşeni önceden belirleyen güçler olsalar da zamanla anlamları eşitliği ve doğuştan gelen hakları temsil etmeye dönük olarak algılanmış ve farklılaşmıştır. Ancak bu temsiliyet, esasen verili olanla yetinmeyi, fazlasını istememeyi de içermekte ve metron, yani ölçü kavramını, herkesin payına, kısacası yazgısına düşeni kabullenmesiyle sonuçlanmakta idi. Sonuç olarak moira’lar yoluyla adalet, insanların kendi paylarına düşeni ve düştüğü kadarını almayı ifade eder hale gelmekteydi.[8] G. Thomson’un deyişiyle: [7] J.S. Smirgel, “Freud ve Kadınlık: Kara Kıtanın Üstüne Düşen Birkaç Kör Leke” Kadınlık Yeniden: Çağdaş Psikanalizin Bakışı, Yayına Hazırlayan: Bella Habip, İthaki Yayınları, İstanbul, 2003, s:52 [8] Platon da Devlet’in ilk kitabında “adalet herkesin payına düşeni almasıdır” sözünü diyaloglarında kullanır; adaleti/doğruluğu “herkese hakkını vermek” olarak tanımlar. (Devlet, 332 c) Demek ki mitoslarla kurulan bu adalet anlayışı, logosa dayalı temellendirmelerde de kendisini göstermektedir. Platon, Devlet, Çev: Selahattin Eyüboğlu, M. Ali Cimcoz, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1975. (332 c) 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 35 HAKEMLİ Dr. Özlem DUVA HAKEMLİ Mitostan Logos’a Yargının Cinsiyetlendirilmesi ve Hukukun Eril İnşası “Yeni üretim ilişkileri ahlaki bir kural olarak yansıtılmaktaydı, bu da üzerlerine bir olumlama kılıfı giydiriyordu. (…) Öyleyse Moira, herkesin doğuştan hakkını oluşturan eşit ‘pay’ı belirtirken, metron, insanın aşmaması gereken sınırlı bir ‘ölçü’ye hakkı olduğunu gösterir.”[9] Eğer ki bu sınırları aşacak bir durum sergilenirse, o zaman Erinniler devreye girer ve öç alıcı bir biçimde metron’u ihlal eden, düzeni bozan yahut zarar veren kişiyi cezalandırırlardı. Erinniler, öç alıcı bir yasallık düzeninin ilk kuruculardırlar, onlar artık moira’ların işlevini yerine getirmekte, moira’ların tesis ettiği ölçüyü aşanları ise cezalandırmaktadırlar. Ancak bu onların cezalandırıcı tek mercii olduğunu göstermez, bu konuda yetkili olan bir başka tanrıça vardır : Dike. Dike Erinniler’e göre daha rasyonel bir adalet tanrıçasıdır. Pek çok yorumcunun da kabul ettiği üzere Themis gibi Dike teriminin de anlamı, Homeros’tan beridir hukuksal bir adalet anlayışını vaz edecek biçimde kullanılmıştır.[10] Yaygın olarak karşılaştığımız Apollon-Dionysos ayrışmasında[11] Apolloncu kült içerisine yerleştirilen Dike, adaletin tesisini, birliğin ve bütünlüğün sağlanması adına kullanır. Zira C. Paglia’nın da belirttiği gibi Apollon yasallık, tarih, gelenek, alışkanlıkların vakarı ve sağladığı güvenlik duygusuyla birliğin biçimidir. [12] Adalet Tanrıçalarına, daha doğuşlarından itibaren bu tür anlamlar yükleyen bu kavramlar, adaletin, belli bir yargılama türüne, yargılamanın ise kamusal ve rasyonel karakterine atıfla kurulur; bununla birlikte bu adaleti temsil eden bu kavramlara kazandırılan yeni anlamlar temelinde yerleşmiş bir yargı pratiği, daha baştan, eril işleyişe sahip bir logos’un egemenliği altına girer. Sözgelimi Erinniler’in doğuşunun bir öç alma tutkusundan kaynaklanması ve onların taleplerinin son derece öznel, nesnelleşemez bir şey olarak görülmesine karşın, eski yargıların yerini alacak ve yeni yargıları biçimlendirecek yasa kavrayışının da aynı derecede öznel olabileceği hesaba katılmaz. Eski ve terk edilmesi gereken bu ethos’un yerini alacak olan nomos’un, özgür yargıların işlediği ve herkes için kapsayıcı olduğu varsayılan yargılarmış gibi ele alındığı açıktır. Bu nedenle Erinniler’in eylemlerinden de öte, varlık nedenlerinin lanetlenmesi gerekmektedir. Onlar, Moiralar’ın ölçülerini denetlemekten başka bir işleve sahip olamazlar, bütün herkes tarafından kabul görecek haklı yargıları veremezler, [9] George Thomson, İlk Filozoflar : Eski Yunan Toplumu Üzerine İncelemeler, Çev: Mehmet H. Doğan, İstanbul, 1997, Payel Yayınevi, İstanbul, s. 258 [10] Martin Ostwald, “Ancient Greek Ideas of Law,” Dictionary of the History of Ideas, Cilt II, Ed: Philip P. Wiener, s. 673-85. Scribners, New York,1973,s. 676 [11] Ayrıca Bkz. Friedrich Nietzsche, Tragedyanın Doğuşu, Çev: İ. Zeki Eyüboğlu, Say Yayınları İstanbul, 1997 [12] Camilla Paglia, Cinsel Kimlikler, Çev: Didem Atay, Anahid Hazaryan, Epos Yayınları, Ankara, 2004 s: 105 36 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 bu tür yargıları verebilecek kapasitede olan, Dike’dir. Hesiodos Moiralar’ın, Erinniler’in ve Dike’nin nin doğuşunu şöyle betimler: “Bu tanrıçadan doğdu Hora’lar: / Eunomia, en iyi yasaların tanrıçası, / Dikê, en haklı yargılar veren tanrıça, / (…) Ve Moira’lar, yaşama paylarımızı düzenleyenler: / Klotho, Lakhesis, Atropos tanrıçalar / Ki bilge büyük üstünlük vermiştir onlara, / Ki onlar verir yalnız insanlara / Mutlu ya da mutsuz yaşama paylarını.”[13] Böylece Antik Yunan toplumunda polis’in ve düzenli yapıların ortaya çıkışı, Erinniler’in, insanlara Moiralar’ın bahşettiği kader paylarını dağıtan tanrıçalara dönüşmesi ve Dike’nin de en meşru yargıları-en azından Erinniler’le kıyaslandığında daha meşru yargıları- üretebileceği anlatısında somutlaşır. Erinniler esas olarak bir akraba cinayetinde dökülen kan ile ilişkilendirildiğinden, herkesin payına düşeni veren bu öç tanrıçaları, toplumda şiddet dilinin hukuk/yasa yoluyla üretiminin ilk temsilcileri haline gelirler. Böylece Moiralar’ın işlevini bir intikam pratiği üzerinden sürdüren Erinniler, bütün lanet ve kötülükleri insanlara yöneltmeye muktedir varlıklar haline gelmektedirler. Daha da önemlisi bu mit içerisinde yargı vermek denetçilikle ve cezalandırmakla eş tutulmaktadır. Orestes anlatısındaki yargılama süreci ile birlikte Erinniler’in bu sarsılan pozisyonu, yerini Dike’nin sağlayacağı bir adalet kavrayışı üzerindeki denetime bırakır; yargı bu aşamadan sonra neredeyse bir nesnellik düzeninin parçası, ama aynı zamanda onun denetçisi olmuştur. Nitekim Erinniler gibi Dike de insanların sınırı, ölçüyü aştığı bir noktada adaletin sağlanmasına hizmet etmektedir ancak asıl cezalandırıcı ve öç alıcı olan Erinniler’dir. Bu yönüyle Erinniler belki de yargılama esnasındaki öznellik boyutunun ve onun yıkıcılığının açıkça görünüşe çıktığı aktörler olarak iş görmekteyken Dike, bütün öznel yargılarına ve öfkesine rağmen düzeltici bir adalete hizmet edecek bir yargı pratiğini biçimlendirmek için gereken sükunete sahipmiş gibi tasvir edilmektedir. Zira Erinniler, Dike’nin bir kızgınlık ve öfke olarak gördüğü haksız durumları, nomos’u tesis edici biçimde değil, herkese hakkı olanı geri verme, ancak başkasından ne pahasına olursa olsun almak suretiyle geri verme, yani bir nevi kısasa kısas ilkesine göre gidermeye çalışırlar. Burada egemen olan bir başka faktör, öç perileri olarak tanımlanagelmiş Erinniler’in, hayırlı tanrıçalara, yani tutku ve arzuları yatıştırılarak bir düzen inşa edici konuma, Eumenidler’e dönüşme sürecidir; başka deyişle nomos’un ve düzen fikrinin belirleyiciliğinde kalmış bir yargı anlayışının cinsiyetlendirme ile birlikte gelişimidir. Esas sorun bu tanrıçaların, kadınsı kabul edilen öğelerden uzaklaşıp erkeksi olana yaklaşmadıkları sürece evrensel olarak haklılaştırılabilir [13] Hesiodos, Tanrıların Doğuşu, Hesiodos Eseri ve Kaynakları, Çev: S. Eyuboğlu,-A. Erhat, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1991, (175-185) 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 37 HAKEMLİ Dr. Özlem DUVA HAKEMLİ Mitostan Logos’a Yargının Cinsiyetlendirilmesi ve Hukukun Eril İnşası bir yargı üretemiyor oluşlarıdır. Aynı zamanda Erinniler, tutku ve arzu varlığı olmaktan kurtulup, düzen inşa edici bir boyuta eriştiklerinde, bu anlatıdaki haliyle Dike ile olan ilişkilendirme de göz özünde tutulursa, aslında kutsal yasa düzeninin bir parçası haline gelirler; yani adalet tanrıçaları kadın olarak görünüşe çıkmalarına rağmen bir tür olumsuzlama üzerinden erkeksi bir yapıya bürünürler, bir yandan zorunluluğu dikte ederler, diğer yandan ise Tanrısal yazgıyı temsil etmeye[14] ve düzeni koruyup kollamaya, bir tür düzen savaşçısı olmaya devam ederler.[15] Ancak buradaki temsiliyet, cinsiyet kodlarından arınmış değil, aksine bu kodlar üzerine kurulmuş bir yasallık anlayışını ve buna ilişkin öç alıcı bir hüküm pratiğini biçimlendirmiştir, denilebilir. Nitekim Apollon’un, kurulan mahkemede Hera ve Zeus tarafından temel alınan ve korunan bir bağa, yani kan davasının eşlik ettiği özel alana dair bir bağa karşı kamusal bir bağa işaret etmiş olmasının, ve aynı zamanda evlilik bağına kutsallık atfetmek suretiyle kamusal ve rasyonel olanı ortaya koymasının Dike’nin işlevini açıklayıcı bir rolü de vardır: Eril düzenin koruyuculuğunu üstlenmek. Bu nedenle Antikler söz konusu olduğunda esasen kamusal ve diyaloğa dayalı bir aktivite, yurttaşlar arasındaki bir tartışma ve konuşmadan çıkan asli bir eylem hali olarak görülen yargı vermenin, nasıl olup da erkekler arası bir konuşmayı imler hale geldiğini görmek için belki de bu mitlerde saklı anlam ufkuna açılmak gerekmektedir. Her ne kadar dönemin siyasal yapısı üzerine yapılan araştırmalar aslında anerkinden ataerkine geçişin mümkün olmadığını, dahası polis öncesinde bir klan/kabile sisteminin bile olmadığını, meselenin monarşiden aristokrasiye geçiş esnasında hane hayatının yani oikos’un düzenlenmesinden ibaret olduğunu belirtmiş olsa da, burada önemli olan hipotetik bir durumu tasvir etmiş olduğunda dahi bir anlatının gerçekliğe ne kadar nüfuz etmiş olduğudur. Nihayetinde yargının karakteri üzerine ipuçları çıkartabileceğimiz Orestes Üçlemesi, bir hukuk düzeninin öyle ya da böyle nasıl bir yargı mekanizması üzerinden inşa edildiğini bize göstermektedir. Dikkati çeken başka bir unsur ise, bir hukuk düzeninin yargıyı gerektirmesinden çok, bir yargılamanın hukuksal yapıyı inşa ediyor olmasıdır. Aslında belki de her bir yargılama örneğinde hukuksal düzeni yeniden ve başka bir formda tesis ettiğimiz söylenebilir ve bu açıdan yargı kararları ne kadar çeşitli ve farklı ise, hukuksal yapı da kendisini o kadar yenileyebilir, diyebiliriz. Genelleşebilir yargılara [14] A. N. Athanassakis-B.M. Wolkow, The Orphic Hymns, The John Hopkins University Press, Baltimore, 2001,s: 192 [15] Laszlo Versényi’nin de belirttiği gibi özellikle Orestes Üçlemesi’nin ikincisi olan Adak Taşıyanlar’da Moira, Zeus ve Dike eleledirler, birlikte hareket ederler ve Dike, Aisa ve Erinniler birleşirler. Bkz. Laszlo Versényi, Man’s Measure: A Study of The Greek Image of Man from Homer to Sophocles, State University of New York Press, Albany, 1974, s: 166 38 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 ulaşmanın yolu ise, farklı aktörlerin yargı sahnesine çıkabildiği, bastırılmadan ve yok edilmeden kendisini gösterebildiği bir durumda mümkün olabilir. Bu anlatıdaki intikam tanrıçaları aslında genelleşebilir bir yargı geliştirebilmekten çok, kamusal değil, özel alana ait duygu ve hissiyatlarını, kendi hükümlerinin temeli olarak kamusal alana dayatmakta ve bu nedenle de şiddet üretecek biçimde yetkilerini kullanmaktadırlar. Hukukun/yasanın dili öç alma ve intikam olduğunda, oradan genelleşebilir, ilkesel düzeyde bir yargı anlayışının çıkmasını bekleyemeyiz. Toplumsal cinsiyet kategorileri anlamında bakıldığında ise Erinniler’in hükümleri, tanrıçaların yargılarının özel alana ait yargılarmış gibi görülmesi yönündeki ilk dönemeç olarak değerlendirilebilir. Zira bilindiği gibi mitler, insanın dünyayı, kendisini ve kozmosu anlamasında sadece simgesel bir araç olmakla kalmayıp, ortak anlam dünyasını kuran hakikat inşa edici bir boyuta da sahiptirler. Jacques Ellul’un da belirttiği gibi mit kutsal bir öykü olarak kabul edilir, öyleyse, ‘gerçek-bir öykü’dür, çünkü her zaman gerçeklikler’e başvurur.[16] İşte gerçeklik yahut hakikat düzeninin inşa edilişinin yargı eliyle gerçekleşmesi nedeniyle değişip dönüşen adalet tanımı ve onun içerisine yerleştiği anlam dünyası, modern hukukun temellerini daha baştan ayrımcı kategoriler üzerinde atmaya çalışan, üstüne bir de “bağımsız ve eşitlikçi” sıfatlarını ekleyerek ve hukuksal pozitivizmin tanıdığı ayrıcalıklarla kendisini, kendi temel norm ve değerlerinden hareketle meşrulaştırmaya dönük bir aşamaya sıçrayarak (yahut belki de gerileyerek) günümüz yargı pratiğini biçimlendirmiş olmaktadır. Bugün feminist hukuk biliminin sorularıyla yüzleşmiş bir azınlık dışında, yargı pratiğinin baştan kurulu düzeninin iç işleyişine dair iktidar üretici bu boyuta (özel olarak cinsiyetlendirme meselesine) dikkat çekmek isteyen pek bulunmamaktadır. Ülkemizdeki yargı tartışmaları ise neredeyse öç perilerini yarı yolda bırakacak kadar intikamcı olmasının yanı sıra, Apolloncu anlamda bir meşrulaştırma yahut onaya bile gereksinim duymaksızın iktidarı talep etmeye odaklanmıştır. Bir diyaloğun değil, yüksek ve boğucu bir sesle sürdürülen monoloğun konusu haline gelmiş olan yargı, aslında trajik bir biçimde kabile düzeninin kısasa kısas ilkesini devam ettirmekte, üstelik bunu “logos” adına ve “logos” yoluyla yaptığını iddia etmektedir. Toplumsalın ve toplumsal normların baskısındaki bir yargı kavrayışından gerçek anlamda “yargılama” çıkması mümkün müdür? Politik planda eşitliği savunamayan bir yargıçlar sınıfının hukuksal planda eşitlik söylemine sığınmasının ikiyüzlülüğü bir yana, kendisini bu ayrımcılık düzeninden kurtaramamış, hukukun yazılı normlarının [16] Jacques Ellul, Sözün Düşüşü,Çev: Hüsamettin Arslan, İstanbul, Paradigma Yay., 1998, s.135 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 39 HAKEMLİ Dr. Özlem DUVA HAKEMLİ Mitostan Logos’a Yargının Cinsiyetlendirilmesi ve Hukukun Eril İnşası ve onun prosedürlerinin kaynağını sorgulamamış, bu tür bir düzen anlayışına mesafe almamış bir yargıcın mahkemedeki işlevi nedir? Didem Yaylalı ve daha nicelerini yargı alanından sürgün etmiş, farklı politik kimliklere dönük ayrımcılıktan da öte, henüz daha cinsiyetçi kodlardan kendi hükmünü arındıramamış faillerin yargının öznesi olması, baştan bir baskı mekanizması olarak kurulan hukuk düzenini ne kadar dönüştürebilir? Kadın cinayetleri, LGBTQI bireylere dönük nefret suçları, taciz, tecavüz gibi konularda beklenen kararların ağırlıklı bir biçimde mağdurun aleyhine sonuçlanmasındaki sorumluluk salt geleneğe yüklenerek çözümlenebilir mi? Daha baştan bir ayırma ve kategorize etme yoluyla kurulan mahkemelerin, ayırmak ve cezalandırmak, yahut ödüllendirmek dışında başka bir işlevi var mıdır? Yargının inşa edici bir rolü olacaksa eğer, kadim geleneği sürdürmenin ve iktidar arzusunu perçinlemenin dışına çıkacak bir inşaya yönelmesi mümkün müdür? Bu gibi sorularla yargı pratiğini ele aldığımızda, empirik olarak bunun bilgisini edinebileceğimiz somut deneyimlerden yoksun olduğumuz kadar, yargı mekanizmasının içerisinde otomatlaşmış karar vericilerin, yeni bir bakış açısını ortaya koyacak düşünsel kapasiteden yoksun olduklarını da görmekteyiz. Apolloncu mit, bugün modern dünyada kendisini mitten de öteye taşımış, yaşamın bütün alanlarına sızacak kadar genişletmiştir ve belki de bu yüzden Erinniler’in laneti halen baştan kurulmuş hükümlerin, ayrımcı ve cinsiyetçi dilin üzerindedir. Athena’nın hükmünde cisimleşen yargı, Erinniler’in intikamcı ve öç alıcı oklarını failden uzaklaştırarak onu, her biri varlık nedeni bakımından birer kurban haline gelmiş ve geleneğin baskısı altında kalmış; kadınsı/zayıf/aşağı olarak işaretlenen bireylere yöneltmiştir. İlginç bir biçimde bunu adalet olarak adlandıran bu zihniyetin, Apollon’un kullandığı ikna metoduna dahi ihtiyaç duymayacak bir kesinlik fikri üzerinde kendisini meşrulaştırması ile yargı, kendi argümanlarına ve iddialarına ikna edici kanıtlar ve dayanaklar bulmaktan ziyade, yasa dediği ama asla yasa olarak görmediği, uzlaşımsal bir alana değil, zorunluluk alanına dahil olduğunu düşündüğü birtakım buyrukları esas alan; kendisine olsa olsa bu buyrukları kendi buyruğu imiş gibi gösterecek kısmi değişiklikler içerisinde hareket alanı açabilen bir etkinliğe dönüşmüştür. Kamusal olarak tartışılabilir, politik bir mecrada üretilmesi gereken yargılar alanından uzaklaşıldığında, geriye keyfiyetin zorunluluk olarak dayatılmasından başka bir şey kalmamaktadır. Bu da bugün yargı mekanizmasının neden baskıcı, otoriter, iktidar odaklı ve ayrımcı olduğunu ortaya koymaktadır. İçine dahil olmadığımız ve politik bir etkinlik olarak görmediğimiz yargı, kararları ve bu kararların toplumsal sonuçları bakımından bizi ilgilendirse de, temelde asla öznesi olamayacağımız, işleyişi bize dışsal ama aynı zamanda nüfuz etme gücü üst düzeyde olan bir hegemonya aracı haline dönüşmektedir. Bu hegemonik güç, neyin yasal neyin meşru, neyin kimi zaman meşru kimi zaman gayrimeşru, yahut kimileri için meşru 40 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 kimileri için gayrimeşru olduğuna, yaslandığı iktidardan aldığı güçle kendisi karar verir hale gelmekte; yani gücün uygulayıcısı olan bir zor aracı haline dönüşmektedir. Giderek sistemli bir kötülük haline evrilmiş böylesi bir yargı anlayışını değiştirmek için yükselen itirazların bir sayısal çoğunluğa ulaşması da, onu dönüştürmek için yeterli olmayacaktır. Tıpkı Athena’nın oylama esnasında sayısal olarak tam bir eşitliğin sağlandığı durumda gerçekleşen müdahelesi gibi, beklenmedik anda dengeleri sarsabilecek güce erişmiş böyle bir yargı kültürü, kendisini var edecek özneleri dönüştürmediği sürece, her türlü müdaheleyi hak sayacak bir rasyonalite söylemini, kendisini haklılaştırma amaçlı kullanmaktan çekinmeyecektir. Düzeni sağlamaya yeminli yargıçlar, farklı politik yaklaşımları, farklı kimlikleri, farklı bakış açılarını yansıtacak kararlarını kamuya açmadıkları takdirde, dahası yurttaşlar olarak yargı tartışmasına dahil olmadığımız sürece, yargı eliyle hayatlarımızı biçimlendiren eril iktidarın karşısında Eumenidler’e dönüşerek varlığımızı sürdürmek dışında bir seçeneğimiz kalmamaktadır. Zira günümüzde artık Apollon’un arzusu, modern hukukun formel yapısı içinde dahi varlığını sürdürebilmiş geleneksel kodlar sayesinde en mükemmel, en katı formuna ulaşmıştır: “Yeminli hakimler seçeceğim / Bu cinayet için ve onların / Düzenini yerleştireceğim dünyaya. (…) Adil karar verecek seçilenler / Ettikleri yemine bağlı kalacaklar.”[17] Apollon’un kehaneti gerçekleşmiş ve Türkiye yargısı, yeminli ve yeminine bağlı yargıçlarını yaratmıştır. Onların eril, ayrımcı ve iktidar talep eden pratikleri üzerinde inşa ettikleri düzenleri, “adaleti” sağlamıştır(!). Bize düşen, Eumenidler’in uysallaştırılmış, düzene uyarlanmış kimliklerinin altında ezilen Erinniler’i hatırlamak ve onların öç alma tutkusunun altında yatan adaletsizliği görmektir. Her bir kadın cinayetinde, taciz, tecavüz ve nefret suçlarında, mobbing, şiddet ve ayrımcılık meselelerinde can yakıcı biçimde karşımıza çıkan yargının/yargıçların/yargı kararlarının erkeksi kimliğinin ifşası, içinde yaşadığımız düzeneğin dışına çıkabilme imkanını yaratacak politik bir yargı kavramsallaştırmasının yolunu açabileceği gibi aynı zamanda bizi, içine dahil olduğumuz normatif düzenin mağduru değil, bizatihi aktörü olmaya zorlayacaktır. Pozitivizmin evrensel bir tabu haline getirdiği içkinlikten[18], öteki olarak kodlanan dışarısını tercih ederek ve rastlantısal, istikrarsız, aşağı, tehlikeli olarak görülen her ne varsa onu, içeriye girmeye zorlayarak kurtulabilir, böylelikle daha demokratik bir yargı kültürünün oluşumuna katkıda bulunabiliriz. Mitler dolayımıyla dünya tarihine ve yargı kavrayışımıza egemen olmuş yerleşik [17] Aeschylus, “The Eumenides”, s: 125 (690-695) [18] Theodor Adorno-Max Horkheimer, Aydınlanmanın Diyalektiği: Felsefi Fragmanlar. Çev: Nihat Ünler; Elif Öztarhan Karadoğan, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2010, s: 34 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 41 HAKEMLİ Dr. Özlem DUVA HAKEMLİ Mitostan Logos’a Yargının Cinsiyetlendirilmesi ve Hukukun Eril İnşası kalıpların izini sürmek, bu yolla aslında ne kadar kadim bir sorun içerisinde dönüp durduğumuzu görmek, çözümler üretmeye engel olmadığı gibi, bize aslında bütün bu kategorilerin aslında ne kadar yapma, ne kadar tesadüfi ve ne kadar arızi olduğunu göstermektedir. Bize sunulan ve dayatılan dünya tasarımının sarsılması, belki de o dünyanın aslında ne kadar mitsel olduğunu görmekten geçmektedir. KAYNAKÇA ADORNO, Theodor W. & HORKHEİMER, Max, Aydınlanmanın Diyalektiği, Felsefi Fragmanlar. Çev: Nihat Ünler; Elif Öztarhan Karadoğan, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2010. GRİMAL, Pierre, Mitoloji Sözlüğü, Çev: Sevgi Tamgüç, Sosyal Yayınları, İstanbul, 1997. DENİZ, Buket – ELMACI, Tuba “Athena’yım Öyleyse Varım”, Cogito 54, YKY, İstanbul, 2008. MİLLET, Kate, Sexual Politics, University of Illinois Press, Urbana and Chicago, 2000 BONNARD, André, Antik Yunan Uygarlığı I: İlyada’dan Parthenon’a, Çev: Kerem Kurtgözü, Evrensel Basım Yayın, 2004. AESCHYLUS, “The Eumenides”, The Oresteia, Çev: Robert Fagles, Yale University Press, New Haven and London, 1962. HARTSOCK, Nancy, Money, Sex and Power: Toward a Feminist Historical Materialism, Northeastern University Press, Boston, 1983. SMİRGEL, J.S, “Freud ve Kadınlık: Kara Kıtanın Üstüne Düşen Birkaç Kör Leke”, Kadınlık Yeniden: Çağdaş Psikanalizin Bakışı, Yayına Hazırlayan: Bella Habip, İthaki Yayınları, İstanbul, 2003. PLATON, Devlet, Çev: Selahattin Eyüboğlu, M. Ali Cimcoz, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1975. THOMSON, George, İlk Filozoflar : Eski Yunan Toplumu Üzerine İncelemeler, Çev: Mehmet H. Doğan, İstanbul, 1997, Payel Yayınevi, İstanbul. OSTWALD, Martin “Ancient Greek Ideas of Law,” Dictionary of the History of Ideas, Cilt II, Ed: Philip P. Wiener, s. 673-85. Scribners, New York,1973. NIETZSCHE, Friedrich, Tragedyanın Doğuşu, Çev: İ. Zeki Eyüboğlu, Say Yayınları İstanbul, 1997 42 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 PAGLIA, Camilla, Cinsel Kimlikler, Çev: Didem Atay, Anahid Hazaryan, Epos Yayınları, Ankara, 2004. HESİODOS, Tanrıların Doğuşu, Hesiodos Eseri ve Kaynakları, Çev: S. Eyuboğlu,-A. Erhat, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1991. ATHANASSAKIS, A. N –WOLKOW, B.M. The Orphic Hymns, The John Hopkins University Press, Baltimore, 2001. VERSENY, Laszlo, Man’s Measure: A Study of The Greek Image of Man from Homer to Sophocles, State University of New York Press, Albany, 1974. ELLUL, Jacques, Sözün Düşüşü, Çev: Hüsamettin Arslan, İstanbul, Paradigma Yay., 1998. 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 43 HAKEMLİ Dr. Özlem DUVA HAKEMLİ Aile Hukuku ve (İlişkisel) Özerklik* Arş. Gör. Nadire ÖZDEMİR** Makalenin Geldiği Tarih: 07.09.2015 Kabul Tarihi: 27.10.2015 * Bu makale hakem incelemesinden geçmiştir ve TÜBİTAK – ULAKBİM Veri Tabanında indekslenmektedir. ** Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi. ÖZ Değişebilen bir olgu olan aile gibi aile hukuku da çağın ve toplumun özelliklerine göre değişip evrilebilmektedir. 21. yüzyılın aile hukuku birçok tartışmanın yanı sıra, bireysel özerkliğin aile ilişkileri kapsamında nasıl yorumlanacağı sorusunu da gündeminde tutmaktadır. Bu kapsamda farklı yazarlar, farklı görüşler ortaya koymuş ve özerk bireyin aile hukuku öznesi olması meselesine çeşitli açılardan yaklaşmışlardır. Bu tartışmaların birçoğu sadece akıl yetilerini kullanan, içinde bulunduğu ilişkilerden kopuk, etkileşimlere kapalı olduğu ölçüde özgür ve bağımsız olabilen liberal anlamdaki özerk bireyi esas almıştır. Ancak özerkliğe bu liberal yaklaşımın aile hukuku alanında kullanılabilir tanım sunup sunmadığı tartışmalıdır. Bu tartışma ilk kez feminist yazarlarca yapılmış ve ihtimam etiği kapsamında “ilişkisel özerklik” teorisi geliştirilmiştir. Bu çalışmada, aile hukuku ve ilişkisel özerklik ilişkisinden kısaca bahsedilecektir. Anahtar Kelimeler: Aile Hukuku, Özerklik, Bireysel Özerklik, İhtimam Etiği, İlişkisel Özerklik, Toplumsal Cinsiyet FAMILY LAW AND (RELATIONAL) AUTONOMY ABSTR ACT As a changeable concept of family; family law can also differ according to the time and social changes. Beside many discussions, the 21th century family law has debated over the issue of autonomy. Different authors has approached to the question of personal autonomy within family law differently. Most of those discussions have been made in liberal discourse, which encouraged the liberal individual who can be autonomous as long as s/he is rational and free from relational responsibilities. However feminist authors challenged this approach by ethics of care and relational autonomy. In this article, I will briefly explain the application of relational autonomy in family law. Keywords: Family Law, Autonomy, Personal Autonomy, Ethics of Care, Relational Autonomy, Gender 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 47 HAKEMLİ Arş. Gör. Nadire ÖZDEMİR HAKEMLİ Aile Hukuku ve (İlişkisel) Özerklik AİLE HUKUKU ve (İLİŞKİSEL) ÖZERKLİK Yirminci yüzyıl ile beraber, modern devletlerin aile hukukunda belli başlı eğilimler görülmeye başlamıştır. Kadın-erkek eşitliğinin yasal düzlemlerde tanınması; aile ilişkilerinin hukuki çözüme kavuşturulması hususunda geçmiş kusurlardan ziyade gelecek ihtiyaçların daha çok göz önünde bulundurulması; yetişkinlerden ziyade çocuğun ve menfaatinin merkeze alınması; evlilik dışı birlikteliklerle eşcinsel birlikteliklerin hukuki tanınırlığa kavuşması; aile sorunlarına yönelik çok-disiplinli ve uzmanlaşmış bir yaklaşımın kullanılıyor olması ve en önemlisi bireysel özerkliğin daha fazla vurgulanıyor olması yeni çağın aile hukuku özelliklerinden bazılarını teşkil etmektedir[1]. Aile hukukundaki bu değişimleri farklı yazarlar farklı bakış açılarıyla yorumlamıştır. Örneğin Ingeborg Schwenzer, aile hukukunun gelişiminin statüden sözleşmeye ve sözleşmeden ilişkiye doğru evirildiğini iddia etmektedir. Buna sebep olan sosyo-demografik birçok değişim yaşanmıştır. Bu sosyo-demografik değişimler Schwenzer’e göre sekülarizasyon ve özellikle kadın bireylerin özgürleşmesi temeline dayanmaktadır. Boşanma oranlarındaki artış, üvey ailelerin (stepfamily) ve tek ebeveynli (single parent) ailelerin çoğalması, evlilik dışı birlikteliklerin ve çocukların oranının artması Schwenzer’in deyimiyle “özel yaşam düzenlerinin çoğulluğu” (plurality of private living arrangements) olgusunu beraberinde getirmiştir[2]. Tüm bunların aile hukukundaki yansıması ise statüye dayanan yaklaşımın giderek önemini yitirmesi ve yerini özel alanın özerk ve kişisel tercihlerle düzenlenmesi temelinde sözleşme ve ilişkiye dayanan bir yasal düzenlemenin yeşermiş olmasıdır[3]. Komünal geleneğin dayattığı statü temelli rollerin yerini sözleşmeden kaynaklanan rızai sorumlulukların alması liberal birey anlayışından beslenmektedir. Bu birey, özgürlüğüne ancak kendisi izin verdiği ölçüde ya da başkalarına zarar verdiği koşullarda dokunulan özerk bir kişidir[4]. Aile hukukunda gittikçe artan özerklik vurgusu, kimi yazarların gelecekte en azından akademik alanda, aile hukuku sınırlarının gittikçe daralıp yok olma [1] Nigel Lowe, Gillian Douglas, Bromley’s Family Law, Oxford University Press, Oxford, 2015, ss. 4-14. [2] Ingeborg Schwenzer, “Editorial: The Evolution of Family Law – From Status to Contract and Relation”, European Journal of Law Reform, Vol.3, 2001, ss. 199-200. [3] Schwenzer, ss. 200-201. [4] William N.Eskridge, “Beyond Lesbian and Gay ‘Families We Choose’”, Sex, Preference, and Family, Ed. David M. Estlund ve Martha C. Nussbaum, Oxford University Press, New York, 1997, s. 277. 48 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 ihtimali olduğu fikrini ortaya atmasına sebep olmuştur[5]. Bu doğrultuda John Eekelaar, ‘aile hukuku’ terimi yerine bireylerin özel yaşam düzenlemelerine işaret eden ‘kişisel hukuk’ (personal law) terimini kullanmanın daha uygun olacağını düşünmektedir[6]. Kimi yazarlar ise aile hukukunun gittikçe bireylerin özerk tercihlerine yer veren bir niteliğe bürünüyor olduğu düşüncesine katılmazlar. Onlara göre ev içi şiddet ya da çocuğun yüksek yararı gibi durumlarda devletin sesi gittikçe yükselmektedir[7]. Tüm bu tartışmaların yanı sıra, yeni yüzyılın aile ilişkilerini, bireysellik ve aile hukukundaki bireyin özerkliği problemlerini farklı bir bakış açısıyla yorumlama ihtiyacı duyan teoriler de geliştirilmeye başlanmıştır. Bu teorilerden en önemlisi feminist akademisyenlere ait olan ihtimam etiği ve bunun bir uzantısı olan ilişkisel özerklik teorisidir. İlişkisel özerklik yaklaşımı, liberal teorilerin temel aldığı, sadece akıl yetilerini kullanan, içinde bulunduğu ilişki ağlarından kopuk, etkileşimlere kapalı olduğu ölçüde özgür ve bağımsız olabilen ‘özerk birey’ kavramı eleştirisi üzerine geliştirilmiştir. Bireysel özerkliğin bu şekilde anlaşılmasının özellikle aile hukuku alanında kullanılabilir bir tanım sunmadığı ve hatta kadın ve çocuklar gibi sosyal gerçeklikte dezavantajlı konumda bulunan grupların durumunu daha da kötüleştirdiği ileri sürülmüş ve bunun için farklı bir özerklik yaklaşımının esas alınması gerektiği önerilmiştir. İhtimam etiği yaklaşımının bir uzantısı olan ilişkisel özerklik, bireysel özerkliğin diğer insanlardan ve ilişkilerden izole bir biçimde değil; onlarla birlikte gelişebilen ahlaki bir kapasite olduğunun altını çizer[8]. Bu yaklaşım, kimliğimizin ve kişiliğimizin oluşumunda etkili olan ilişkilere değer atfeder[9]. Ancak her türlü ilişki değil; ihtimam içeren ilişkiler değerlidir. İhtimam göstermek ise karşımızdaki insanın durumunu ve koşullarını bilmek, bu koşullardaki adaletsizliği görmek; kısacası dertlenerek ilgilenmektir[10]. İhtimam göstermek, [5] John M. Eekelaar, “Family Law and Social Problems”, University of Toronto Law Journal, Vol.34, 1984, ss. 236-237. [6] John Eekelaar, Family Law and Personal Life, Oxford University Press, New York, 2006, ss. 22-31. [7] Daha ayrıntılı bir tartışma için bkz: Jonathan Herring, Family Law, Pearson Longman, Essex, 2004, ss. 19-20. [8] Marian A. Verkrek, “The Care Perspective and Autonomy”, Medicine, Health Care and Philosophy, Vol. 4, 2001, ss. 291-292. [9] Virginia Held, The Ethics of Care, Oxford University Press, New York, 2006, s. 14. [10] Gülriz Uygur, Hukukta Adaletsizliği Görmek, Türkiye Felsefe Kurumu, Ankara, 2013, ss.40-45. 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 49 HAKEMLİ Arş. Gör. Nadire ÖZDEMİR HAKEMLİ Aile Hukuku ve (İlişkisel) Özerklik tek olan somut durumu bağlamından kopuk olmadan ele almayı ve sabırla yaklaşmayı gerektirir[11]. Bu anlamda ihtimam göstermek hem bir değer hem de bir pratiktir[12]. İnsanın diğer insanlara bağımlı olduğu ön kabulünden yola çıkan ihtimam etiği başka soru ve sorunları da ortaya çıkarır. Örneğin hukuki problemleri çözüme kavuştururken, ilişkiler kapsamında ahlaki sorunları haklardan ziyade sorumluluklar bağlamında değerlendirir[13]. Kimi yazarlar, soyut hak tartışmaları kapsamında yapılan tartışmaların çoğu zaman dezavantajlı grupların sesini duyurmasındaki elverişsizliğe dikkat çekmektedir. Örneğin Gülriz Uygur, tecavüz sonucu hamile kalan kadın örneğinde ceninin yaşam hakkı veya kadının kendi bedeni üzerindeki hakkı ekseninde yapılan tartışmanın somut olaydaki kadının gerçek durumunun görülmesi ve sorunun daha anlamlı biçimde çözülmesi için yetersiz kaldığına dikkat çekmektedir[14]. En öncül ilişkilerin kurulduğu ve hayat boyu devam ettiği ailede ihtimam etiği yaklaşımı önemlidir. Bu kapsamda kimi yazarlara göre aile meseleleri ve aile hukuku ihtimam etiği ve ilişkisel özerklik yaklaşımından bağımsız ele alınamaz. Örneğin bu fikri savunan Jonathan Herring, geleneksel özerklik kavramının aile hukuku alanıyla zıtlık içerisinde bulunduğunu ileri sürmektedir. Öncelikle, aile hukukunda ve aile ilişkilerinde bireylerin menfaatlerini birbirinden ayırmak oldukça güçtür. Liberal anlamdaki özerklik yaklaşımında ebeveyn-çocuk ya da yakın ilişki partnerleri arasındaki menfaatler birbiriyle çatışabilir konumdadır. Bu çatışan menfaatler karşısında hukukun rolü de kime önceliği vereceğine karar vermek ya da bir dengeye gitmektir. Oysaki gerçekte, çoğu zaman aile bireylerinin menfaatleri birbiriyle iç içe geçmiştir ve biriyle ilgili alınan iyi ya da kötü bir karar, diğerlerini de etkileyecektir[15]. Ayrıca Herring’e göre geleneksel anlamdaki özerklik, hiç kimseye bağlı olmayan bir bireyi temel aldığı için bakım ve ihtimam gösterme rolünü büyük oranda üstlenen kadınlar açısından dezavantajlı sonuçlar doğuracaktır[16]. Kısacası, “kendi kararımı ben veririm” yaklaşımı aile bağlamında uygun bir dil değildir. Sadece çocukların [11] Uygur, s. 47, s. 156. [12] Held, s. 9. [13] Verkrek, s. 291. [14] Uygur, s. 48. [15] Jonathan Herring, “Relational Autonomy and Family Law”, Rights, Gender and Family Law içinde, ed. Julie Wallbank/Shazia Choudhry/Jonathan Herring, Routledge, 2010, Oxon, s. 262. [16] Herring, 2010, s. 264. 50 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 değil, yetişkin aile bireylerinin de karşılıklı bağımlılığı ve kırılganlıkları göz ardı edilemez bir gerçektir[17]. Tüm bunlar göz önünde bulundurularak, aile hukuku alanında liberal özerklik yaklaşımından ziyade ilişkisel özerklik yaklaşımının temel alınması gerektiği belirtilmiştir. İlişkiler ve ihtimam, aile yaşamının özünde yatmaktadır. Bu kapsamda aile hukukundaki birtakım ön kabuller tekrar gözden geçirilmelidir. Örneğin cinsel ilişkilerden ziyade ihtimam içerikli ilişkiler aile hukukunun temelinde yer almalıdır[18]. Bu kapsamda devletin koruması gereken ilişki türü cinselliği veya üremeyi temel alan evlilik veya benzeri birlikteliklerin ötesinde; bağımlılık ve sorumluluk içeren, bireylerin birbirine ihtimam gösterdiği ilişkilerdir[19]. Ayrıca ayrılma veya boşanmalarda, mali konular ihtimam veya bakım pratikleri göz önünde bulundurularak hesaplanmalı, buna göre bu pratikleri gerçekleştirmiş olan taraf lehine kararlar verilmelidir[20]. Bu husus, sosyal gerçeklikte kadınların üstlendiği pratiklerin görünürlüğünün artması ve kadın emeğinin değerli kılınması sonucunu da beraberinde getirecektir. Zira gerçek problemler toplumsaldır. Toplumsal cinsiyet eşitsizliği doğrultusunda işleyen bir evlilikte çocuk bakımı, ev işleri, aile bireylerinin duygusal yükü gibi aslında ağır görevlerin kadınlar tarafından gerçekleştiriliyor oluşu bilinen bir husustur. Hukukun şu ana kadar göz ardı ettiği bu pratiklerin önemini görerek ihtimam ve bakıma değer yüklemesi, kadının durumunu iyileştirici bir etki doğuracaktır[21]. Ayrıca bu yaklaşım, ebeveynlik ve velayet hususlarının kan bağından ziyade günlük bakım ve ihtimam gösterme pratikleri ölçüsünde belirlenmesi gerektiğinin de altını çizmektedir[22]. Bu kapsamda çocukla ilgili kararlar, çocuğun çevresindeki diğer insanlarla olan ilişkileri göz önünde bulundurularak verilmelidir. Örneğin bir çocuğun babasının kim olduğunun biyolojik ve genetik testlerle belirlenmesi pratikte o çocuğun yararına olacak bir hususu her zaman için teşkil etmeyebilir. Bu yaklaşım, ebeveynliğin özünde yatan temel değerin biyolojik bağlardan ziyade ihtimam gösterme ve bakım olduğunu iddia eder ve bir çocuğa en iyi kim ihtimam ve bakım göstermişse ebeveynlik statüsü ve velayet ilişkisi kurulurken bunun dikkate alınması gerektiğinin altını çizer. Ebeveyni [17] Herring, 2010, s. 275. [18] Jonathan Herring, Caring and the Law, Hart Publishing, 2013, Oxford, s. 187. [19] Herring, 2013, s. 193. [20] Herring, 2013, s. 187. [21] Herring, 2013, s. 227. [22] Herring, 2013, s. 187. 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 51 HAKEMLİ Arş. Gör. Nadire ÖZDEMİR HAKEMLİ Aile Hukuku ve (İlişkisel) Özerklik ebeveyn kılan sperm ve yumurtaların ötesinde, çocuğun günlük ihtiyaçlarının üstlenilmesi, onun duygusal ve fiziksel yükünün sırtlanmasıdır[23]. Kimi yazarlara göre aile hukukunda ilişkisel özerklik yaklaşımının kullanılması birçok olumlu sonucu beraberinde getirecektir. Öncelikle, aile yaşamının somut gerçekliğini fark etmemiz, onun ilişkisel bağlamda akışkan, kimi zaman öngörülemeyen karmaşık gidişatına göre karar vermemizi kolaylaştıracaktır[24]. Bunun bir uzantısı olarak aile ilişkilerinin duygusal boyutları da hesaba katılacaktır. Verilecek olan karardan etkilenecek başka bireylerin de (örneğin çocuklarını evlat veren ebeveynler ya da genetik materyal alıcıları gibi) olabileceği göz önünde bulundurulacaktır[25]. İlişkisel özerklik yaklaşımı sayesinde geleneksel özerklik kavramının gözden kaçırmış olduğu nokta olan bireyin ilişkide bulunduğu insanlarla, gruplarla, kurumlarla ve geçmişle olan deneyimlerinin bireyin yaşamı üzerindeki etkisi fark edilecektir[26]. Birey, içinde bulunduğu hikâyenin bir parçası olarak ele alındığı ve söz konusu hikâyenin geçmişi bilindiği takdirde somut olaya yönelik değerlendirmeler de farklı bir anlam kazanacaktır. Özellikle toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin görünmez kılındığı soyut hukuk kuralları ve hak tartışmalarında, somut durumun koşulları ve ilişkilerin özelliği dikkate alındığı takdirde gelenek ve mevcut uygulamalar altında fark edilmez hale getirilen kadınların sesi daha çok duyulacaktır[27]. Bireyin en yakın ilişkileri üzerinde söz sahibi olan ve geleneklerin büyük oranda etkili olduğu aile hukuku açısından bu husus daha büyük bir öneme sahiptir. [23] Herring 2013, ss. 199-200 [24] Helen Rhoades, “Concluding thoughts: the enduring chaos of family law”, Rights, Gender and Family Law içinde, ed. Julie Wallbank/Shazia Choudhry/Jonathan Herring, Routledge, 2010, Oxon, s. 283. [25] Rhoades, s. 283. [26] John Christman, “Relational Autonomy, Liberal Individualism and the Social Constitution of Selves”, Philosophical Studies, Vol. 117, 2004, s. 144. [27] Uygur, s. 21. 52 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 KAYNAKÇA Gülriz Uygur, Hukukta Adaletsizliği Görmek, Türkiye Felsefe Kurumu, Ankara, 2013 Helen Rhoades, “Concluding thoughts: the enduring chaos of family law”, Rights, Gender and Family Law içinde, ed. Julie Wallbank, Shazia Choudhry, Jonathan Herring, Routledge, Oxon, 2010 Ingeborg Schwenzer, “Editorial: The Evolution of Family Law – From Status to Contract and Relation”, European Journal of Law Reform, Vol. 3, 2001 John Christman, “Relational Autonomy, Liberal Individualism and the Social Constitution of Selves”, Philosophical Studies, Vol. 117, 2004 John M. Eekelaar, “Family Law and Social Problems”, University of Toronto Law Journal, Vol.34, 1984 John Eekelaar, Family Law and Personal Life, Oxford University Press, New York, 2006 Jonathan Herring, Family Law, Pearson Longman, Essex, 2004 Jonathan Herring, “Relational autonomy and family law”, Rights, Gender and Family Law içinde, ed. Julie Wallbank, Shazia Choudhry, Jonathan Herring, Routledge, Oxon, 2010 Jonathan Herring, Caring and the Law, Hart Publishing, Oxford, 2013 Marian A. Verkrek, “The Care Perspective and Autonomy”, Medicine, Health Care and Philosophy, Vol. 4, 2001 Nigel Lowe, G. Douglas, Bromley’s Family Law, Oxford University Press, Oxford, 2015 Virginia Held, The Ethics of Care, Oxford University Press, New York, 2006 William N. Eskridge, “Beyond Lesbian and Gay ‘Families We Choose’”, Sex, Preference, and Family içinde, Ed. David M. Estlund, Martha C. Nussbaum, Oxford University Press, New York, 1997 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 53 HAKEMLİ Arş. Gör. Nadire ÖZDEMİR HAKEMLİ Ev-İçi Şiddet Davalarında Yargıcın Tar afsızlığı* Yrd. Doç. Dr. Fatma İrem ÇAĞLAR GÜRGEY** Makalenin Geldiği Tarih: 09.11.2015 Kabul Tarihi: 17.11.2015 * Bu makale hakem incelemesinden geçmiştir ve TÜBİTAK – ULAKBİM Veri Tabanında indekslenmektedir. ** Özyeğin Üniversitesi Hukuk Fakültesi. ÖZ Bir insan hakkı ihlali olarak toplumsal cinsiyete dayalı şiddetle mücadelede hukuk normları ve bu normların nasıl uygulandığı önem arz etmektedir. Yargının ev-içi şiddete ilişkin davalarda normları yorumlarken ataerkil ön anlayıştan hareket etmesi yargının tarafsızlığı ilkesini ihlal etmektedir. Bu çalışmada Türkiye Cumhuriyeti devleti mahkemelerinde verilmiş bazı karar örnekleri üzerinden nötr görünümdeki ataerkil tarafgirliğin eleştirisi yapılacaktır. Anahtar Kelimeler: Tarafsızlık, Ev-içi şiddet, Hukuki Yorum, Kadına Yönelik Şiddet, Aile. The Impartiality of the Judge in the Cases of Domestic Violence ABSTR ACT Legal norms and their implementation is vital in the combat against gender based violence as a form violation of human rights. While interpreting the legal norms in legal disputes, the judiciary violates the impartiality principal of the judicial system as it acts based on patriarchal prejudices. In this work the critical analysis of the patriarchal approach under the disguise of neutrality will be made based upon a number of court decisions rendered in the courts of Republic of Turkey. Keywords: Impartiality, Domestic Violence, Legal Interpretation, Violence Against Woman, Family. 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 57 HAKEMLİ Yrd. Doç. Dr. Fatma İrem ÇAĞLAR GÜRGEY HAKEMLİ Ev-İçi Şiddet Davalarında Yargıcın Tarafsızlığı GİRİŞ Ev-içi şiddet meselesinde yargının ve dolayısıyla yargıçların sorumluluğunun ne olduğu günümüzde sıklıkla tartışılmaktadır. Geçmişte dünyada olduğu gibi Türkiye’de de ev-içi şiddet sorunu hukuki açıdan ciddiye alınmamış, ev-içi şiddetin engellenmesi konusunda özel olarak hukuka ve dolayısıyla yargıya hiçbir sorumluluk yüklenmemiştir. Ancak dünyada ve Türkiye’de kadın hareketinin güçlenmesinin bir sonucu olarak devletler hukuki düzenlemeler aracılığıyla toplumsal cinsiyet eşitsizliğinden kaynaklanan ev-içi şiddetin engellenmesi konusunda yargıya sorumluluk yüklemişlerdir. Türkiye Cumhuriyeti devleti imzaladığı uluslararası insan hakları sözleşmeleri ve bu paralelde iç hukukunda yaptığı düzenlemelerle ev-içi şiddeti engellemek konusunda yükümlülük altına girmiştir. Ev-içi şiddetin engellenmesine ilişkin olarak ortaya konulan hukuki düzenlemelerin etkin olmadığı bir gerçektir.[1] Bu sorunla ilişkili olarak yargıçların ev-içi şiddet karşısındaki tutumları ve algı kalıpları önemli bir unsur ve problem olarak karşımıza çıkmaktadır. Ev-içi şiddeti önlemek amacıyla çıkarılan yasaların içerisindeki soyut kavramların yorumlanmasında cinsiyetçi bakış açısının ortaya çıkması olgusu problemi görünür kılmaktadır. Bu çalışmada çeşitli mahkeme kararları örnek alınarak yargıçların konuya ilişkin yaklaşımları tarafsızlık ilkesi bağlamında değerlendirilecektir. Bu nedenle öncelikle tarafsızlık ilkesinin ne olduğuna kısaca değinilecek ve daha sonra mahkeme kararları ve ilgili hukuk normları bağlamında problem ortaya konulacaktır. [1] https://www.morcati.org.tr/tr/yayinlarimiz/izleme-raporlari/255-6284-sayilikanun-uygulamalari-izleme-raporu, erişim tarihi 4.10.2015. 58 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Yargıcın Tarafsızlığı Hukukun en önemli görünümlerinden birisi olan yargı genellikle adalet kavramıyla birlikte ele alınmaktadır. Türkiye’de günlük dilde yargı ve adalet sanki eş anlamlı kelimelermiş gibi kullanılır. “Adalete başvurmak”, “adalet sarayı” kavramları bunun görünümleridir. Soyut bir kavram olan adalet, yargı işlevi söz konusu olduğunda öncelikle tarafsızlık ve eşitlik ilkeleriyle birlikte ele alınmaktadır.[2] Hukuk teorisinde bu tür bir ilişkilendirme Aristoteles’in “Nicomachos’a Etik” adlı eserinin 5. kitabına atıfla ilerler. Aristoteles söz konusu kitabında denkleştirici ya da düzeltici adalet yaklaşımında adaleti eşitlik ölçütüyle birlikte ele almıştır.[3] Hukuki ilişkiye taraf olanların eşit muamele görmesinin gerekliliğini adalet kavramıyla ilişkilendirmiştir. Herhangi bir hukuki ilişkiden doğan sorunun yargılanması ve sonuca bağlanmasında da yine eşitlik kavramına başvurularak adil olup olmadığı değerlendirilmektedir. Yargılama faaliyetinde hukuki ilişkiye taraflara eşit muamele etmesi beklenen taraf yargıçtır. Yargıcın söz konusu eşit muamele etme yükümlülüğü tarafsızlık kavramıyla ilişkilendirilmektedir. Bu bağlamda yargıç yargılama faaliyetinde tarafsız olması beklenen taraftır. Ioanna Kuçuradi’ye göre yargıç, diğer tarafların ilişkisine karışan ve onların bu ilişkilerindeki eylemlerini değerlendirilen, yaptığı değerlendirmede de her iki “tarafla” özel türden bir etik ilişkiye giren kişidir. Dolayısıyla yargılama faaliyetinde üçüncü ek taraf olan yargıç diğer iki taraf arasındaki ilişkiye karışmaktadır. Yargıladığı eylemle ilişkili taraflarla ilişkiye girmeyen ve eylemde bulunmayan seyirci kişiden farklı olarak yargıç belirli bir eylemde bulunmaktadır.[4] Tarafsızlık ilişkisinde en az üç taraf varsayılmaktadır. Bunlardan ikisi ya da daha fazlası çatışmakta ve bunlara ilişkin ek bir taraf bulunmaktadır. Tarafsızlık kavramı ise bu ek tarafa odaklanmaktadır. Üçüncü ya da ek tarafın eylemleri tarafsızlık ya da tarafgirlik açısından ele alınmaktadır. Davacı davalı ve yargıcın oluşturduğu ilişkiyi temel alan yargılama faaliyeti tarafsızlık ilişkisinin önemli görünümlerinden birisi olarak karşımıza çıkmaktadır. Üçüncü tarafın tarafsızlığı, diğer iki [2] Mithat Sancar, “Yargının Bağımsızlığı ve Tarafsızlığı”, Devlet Aklı Kıskacında Hukuk Devleti, İletişim Yayınları, Ankara, 2000, s. 187. [3]Aristoteles, Nikomakhos’a Etik- 5. Kitap, çev: Saffet Babür, Ankara: BilgeSu Yayıncılık, 2007, s. 89-90. Adnan Güriz, “Adalet Kavramının Belirsizliği”, Adalet Kavramı, Ankara: Türkiye Felsefe Kurumu, 1994, s. 6. [4] İoanna Kuçuradi, Etik, Türkiye Felsefe Kurumu Yayını, Ankara, 1998, s. 127. 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 59 HAKEMLİ Yrd. Doç. Dr. Fatma İrem ÇAĞLAR GÜRGEY HAKEMLİ Ev-İçi Şiddet Davalarında Yargıcın Tarafsızlığı taraf arasındaki çatışan ilişkiyle ilgili bir durumdur.[5] Eğer üçüncü taraf diğer iki taraftan herhangi birinin yanında yer alırsa, tarafsız olarak değerlendirilemeyecektir. Üçüncü taraf, bu uyuşmazlığın devamında ya da sonucunda herhangi bir etkinlik göstermezse de yine tarafsız olarak değerlendirilemeyecektir. Kısacası tarafsızlık, bu iki eylem arasında olabilmektir. Bu karışmama yani seyirci olma ile taraflardan birinin yanında olma arasında bir yerdedir. Tarafsızlık üçüncü tarafın diğer iki taraftan her birine eşit uzaklıkta olması anlamına gelmektedir.[6] Ancak burada eşitlik aynılık anlamında ele alınmamalıdır. Toplumdaki dezavantajlı kişiler ya da gruplar söz konusu olduğunda tarafsız olması beklenen tarafın çatışan taraflara aynı mesafede yaklaşması eşitliği ve maddi anlamda adaleti sağlamayacaktır. Farklılıkların farkında olmak ve buna uygun hareket etmek gerekmektedir. Bu yaklaşım Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu’nun 23 Nisan 2003 tarihli oturumunda kabul edilerek bir BM belgesi haline gelen Bangalore Yargı Etiği İlkeleri’nde de yer almaktadır. Eşitlik ilkesinin düzenlediği 5. madde, “hâkim toplumdaki çeşitliliğin ve sınırlı sayıda olmamakla birlikte ırk, renk, cinsiyet, din, tabiiyet, sosyal sınıf, sakatlık, yaş, evlilik durumu, cinsel yönelim, sosyal ve ekonomik durum ve benzeri diğer sebeplerden neşet eden farklılıkların (davaya mesnet olmayan sebepler) şuurunda olmak ve bunları anlamak zorundadır. Hâkim, yargıçlık görevini yerine getirirken, davaya mesnet olmayan sebeplere dayanarak herhangi bir kişi ya da gruba karşı sözle ve davranışlarıyla meyil ya da önyargılı olarak hareket edemez”[7] şeklinde düzenlenmiş ve tarafsızlık için eşit yaklaşımın aynılık anlamında yorumlanamayacağını belirlemiştir. Türkiye’nin de taraf olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmenin (AİHS) 6. maddesinde düzenlenen “adil yargılama hakkı”nın içeriği belirlenirken, tarafsızlık önemli ölçütlerden birisi olarak kabul edilmektedir. AİHS’nin 6. maddesi anlamında tarafsızlık, davanın çözümünü etkileyecek bir önyargı, tarafgirlik ve menfaatin bulunmaması, özellikle mahkemenin veya üyelerinin bazılarının taraflara karşı, onları lehine ya da aleyhine bir duygu veya çıkara sahip olmaması olarak tanımlanmaktadır.[8] [5] Alan Montefiore, Neutrality and Impartiality, Cambridge University Press, 1975, s. 4; Peter Jones, “The Ideal of the Neutral State”, Liberal Neutrality, London, New York: Routledge, 1989, s. 9-11. [6]Montefiore, age., s. 5 [7] http://www.legalisplatform.net/hukuk_metinleri/Yarg%C4%B1da%20 Uluslararas%C4%B1%20Belgeler.pdf, erişim 20.04.2011. [8] Feyyaz Gölcüklü ve Şeref Gözübüyük, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Uygulaması, Turhan Yayıncılık, Ankara, 2002, s. 282. 60 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına bakılarak iç hukukta tarafsızlık ilkesinin hangi şartlarda ihlal edilmiş olduğunu ortaya koymak mümkündür.[9] Ancak burada ele alınmak istenen tarafgirlik durumu bu kararlarda ele alınan yaklaşımdan farklıdır. Burada ele alınmak istenen tarafsızlık ya da tarafgirlik durumu, yargıçların kararlarını etkileyen algı kalıpları ve zihniyet unsurlarıyla ilişkilidir. Tarafsızlığın bu görünümü nötrlük kavramıyla da ilişkilendirilebilir. Nötr ya da tarafsız kabul edilebilmek için uyuşmazlık içindeki taraflara ilişkin karar vermesi gereken tarafın kendi dünya görüşünü kararında yer vermemesi gerekmektedir. Diğer bir değişle nötr ya da tarafsız olması beklenen tarafın, verdiği kararı gerekçelendirirken kendi dünya görüşüyle temellendirmemesi beklenmektedir. Yargıçların bir dünya görüşüne sahip olmaları doğaldır. Ancak eğer bu dünya görüşü, somut olayın özellikleri, normun belli yöntem ve ilkelere göre belirlenen anlamı ve adalet ölçütleri bir kenara bırakılarak karar haline getirilecek olursa, bu meşru bir tutum olarak değerlendirilmeyecektir.[10] Dolayısıyla yargıcın hukuki uyuşmazlığa ilişkin kararını ilkelere dayandırması gerekmektedir. Yargıç ilkelerin tanımlaması ve türetilmesinde nötr olmalı ve kendi değer yargılarına yer vermemelidir.[11] Devletin normlarının toplumsal cinsiyet açısından nötr olması ve bu nötr normların toplumsal cinsiyete dayalı şiddet olaylarında yorumlanması feminist hukuk teorisinin temel tartışma ve eleştiri konularından birisidir. Feminist hukukçu Catharine MacKinnon’a göre sözde nötr devletin gerçeklikte “eril” oluğunu belirtir. Bununla sadece yasa koyucunun değil, uygulamaların da cinsiyetçi ve ayrımcı olduğunu vurgular. Bunun en iyi örneği ailedir. Modern liberal hukuk sistemler kamusal ve özel alanlar arasındaki yaptığı ayrımla aileye müdahale etmekten kaçınmış ve bu alanda gerçekleşen adaletsizlikleri kural olarak yargılamamıştır. Söz konusu karışmama durumu bireyin özel alandaki özgürlüğünü koruma ilkesiyle gerekçelendirilmektedir. MacKinnon Marxist teoriden de destek alarak liberal seçim özgürlüğünün birey üzerindeki tahakkümü sürdürdüğünü vurgulamaktadır. Benzer bir tespiti pornografi örneği üzerinden de yürütmektedir. MacKinnon ifade özgürlüğü temelinde pornografik [9] Bkz. Dilan Mızrak, “Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 6. Maddesi Kapsamında Mahkemelerin Objektif Açıdan Tarafsızlığı İlkesi”, http://ihm.politics.ankara.edu.tr/userfiles/file/Calisma_ Metinleri/dilan.pdf, erişim 28.04.2011. [10]Sancar, agm., s. 191. [11] Gülriz Uygur, “Nötr İlkeler ve Hukuk”, Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi Arkivi, İstanbul Barosu Yayını, Sayı 16, İstanbul, 2007, s. 341. 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 61 HAKEMLİ Yrd. Doç. Dr. Fatma İrem ÇAĞLAR GÜRGEY HAKEMLİ Ev-İçi Şiddet Davalarında Yargıcın Tarafsızlığı materyallere izin veren hukuk yaklaşımlarının gerçeklikte eril iktidarını sürdürdüğünü ve kadınların ikincilliğini görmezden geldiğini belirtmektedir. Her vatandaşın ifade özgürlüğü hukuk tarafından korunduğunda pornografi toplumsal cinsiyet açısından nötr bir uygulama olarak kabul edilmektedir. Ancak MacKinnon pornografinin kadınlara yönelik toplumsal cinsiyet temeli bir şiddet olduğunu ve kadınlara zarar verdiğini altını çizmektedir.[12] Nötrlük ilkesi hukukta yer alan ilkelerden biridir. Bu ilke çerçevesinde, kurallar nötr olduğunda ve herkese nötr olarak uygulandığında hakkaniyete veya adalete ulaşılmış olacağı iddia edilmektedir.[13] Ancak ev-içi şiddet bağlamında ele alındığında nötrlük ilkesi hukukta ataerkil kültürel değer yargılarını meşru kılmak için araç olarak kullanılmaktadır. Söz konusu tarafgirliğin farkında olan ve bununla mücadele ederek, deşifre etmek isteyen toplumsal gruplar ve özellikle feminist hareket içerisindeki aktivistler dünyada olduğu gibi Türkiye’de hukuksal alanda önemli kazanımlar elde etmişlerdir. II- Türkiye’de Ev-içi Mücadelede eski 4320 sayılı yasanın ve yeni 6284 sayılı Yasanın Uygulanması A- Yoruma İlişkin Sorunlar: Dünyada ve Türkiye’de kadın hareketinin güçlenmesi ve kadına yönelik şiddetin bir insan hakkı ihlali olduğunun vurgulanmasıyla birlikte hukuk sistemleri de dönüşüme geçmiş ve ev içinde gerçekleşen toplumsal cinsiyete bağlı şiddet hukukun konusu haline gelmiştir. Bu bağlamda Türkiye’de ev-içi şiddetle mücadele devletin pozitif yükümlülüğü haline gelmiştir. Türkiye Cumhuriyeti devleti ev-içi şiddet konusundaki karışmama ve uzak durma şeklinde tezahür eden negatif tutumundan pozitif tutuma geçmiştir.[14] Türkiye Cumhuriyeti devleti 11 Haziran 1985 tarihinde “Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın [12] Catharine A. MacKinnon, Feminist Bir Devlet Kuramına Doğru, çev: Türkan Yöney, Sabir Yücesoy, İstanbul: Metis Yayınları, 2003, s. 183-197; Elizabeth Blake, “Rawls and Feminism: What Should Feminists Make of Liberal Neutrality?”, Journal of Moral Philosophy, cilt 1, sayı 3, 2004, s. 294-295. [13] Gülriz Uygur, İrem Çağlar, “Hukuk”, Toplumsal Cinsiyet Sosyolojisi, der: Nadine Karkıner, Yıldız Ecevit, Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Yayını, 2011, s. 157. [14] Gülriz Uygur, “2006/17 Sayılı Başbakanlık Genelgesi Işığında Kadına Yönelik Şiddeti Önlemeye Yönelik Devletin Ödevi: Değişen Devlet Anlayışı Mı?”, Birkaç Arpa Boyu… 21. Yüzyıla Girerken Türkiye’de Feminist Çalışmalar- Prof. Dr. Nermin Abadan Unat’a Armağan, der: Serpil Sancar, Koç Üniversitesi Yayınları, 2011, s. 883. 62 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Önlenmesine Dair Sözleşme (CEDAW)”yi kabul etmiştir.[15] Sözleşmede kadına yönelik şiddete ilişkin özel bir madde olmamasına rağmen, şiddet sözleşmede tanımlanan ayrımcılık kapsamında değerlendirilmiştir.[16] CEDAW Komitesi’nin 12 numaralı Tavsiye Kararı (1989), kadınların şiddetten korunmasının üye devletlerin yükümlülüğünde olduğunu belirtilmiş ve ülke raporlarında bu yönde geliştirilen tedbirlerin rapor edilmesi istenmiştir. Komitenin 19 numaralı tavsiye kararında (1992) ise, kadına yönelik şiddetin cinsiyete dayalı ayrımcılığın bir sonucu olduğu açıkça beyan edilmiş ve şiddetin en önemli sebeplerinden birinin kadına yönelik ayrımcılık olduğu vurgulanmıştır.[17] Son olarak 11 Mayıs 2011 tarihinde kadınlara yönelik ev-içi şiddetle mücadelede yeni ve çok önemli destek sağlayan “Kadınlara Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi” Türkiye Cumhuriyeti devleti tarafından imzalanmış ve 22 Kasım 2011’de TBMM tarafından onaylanmıştır. Sözleşme 8 Mart 2012 tarihi Resmi Gazete’de yayınlanmış ve 10 Mart 2012 itibariyle Türkiye Cumhuriyeti devleti, Avrupa Konseyi’ne sözleşmeye ilişkin onay belgeleri teslim edilmiştir. 1 Ağustos 2014 tarihi itibariyle sözleşme yürürlüğe girmiştir. Sözleşme kendisini onaylayan devletlere toplumsal cinsiyete dayalı ev-içi şiddetin engellenmesi konusunda önemli ve somut sorumluluklar yüklemektedir. Sözleşme ayrıca sözleşmenin uygulanmasını izleyecek bir uzmanlar grubunun oluşturulmasını öngörmektedir.[18] 2000’li yıllarda başta Anayasa olmak üzere tüm yasalarda kadın-erkek eşitliği güvence altına alınmıştır. Ev-içi şiddetle mücadele konusunda en önemli Anayasal değişiklik 90. maddenin son fıkrasıdır. Buna göre “usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır.”Bu düzenlemeyle kadına yönelik ayrımcılığın engellenmesine ilişkin uluslararası insan hakları sözleşmeleri normlar hiyerarşisi bağlamında anayasanın bile üstüne çıkmıştır. Türkiye Cumhuriyeti devleti ev-içi şiddetin engellenmesi konusunda uluslararası alanda verdiği taahhütleri yerine getirmek amacıyla kendi iç hukukunda [15] Convention for the Elimination of All Form of Discrimination Against Women (Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi) için bkz. Demet Özdamar, Türk Kadın Hukuku Mevzuatı, Seçkin Kitapevi, Ankara, 2009, s. 552-562. [16] http://www.ksgm.gov.tr/uluslararasi_Belgeler.php, erişim 28.04.2011 [17] h t t p : / / w w w . k s g m . g o v . t r / P d f / kadinayonelikaileicisiddetlemucadeleulusaleylemplani.pdf, erişim 28.04.2011. [18] http://ihop.org.tr/index.php?option=com_content&view=article&id=422, erişim 20.09.2011. 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 63 HAKEMLİ Yrd. Doç. Dr. Fatma İrem ÇAĞLAR GÜRGEY HAKEMLİ Ev-İçi Şiddet Davalarında Yargıcın Tarafsızlığı bir takım düzenlemeler yapma yoluna gitmiştir. Bu bağlamda ev-içinde şiddete maruz kalanların korunması amacıyla 1998 yılında yürürlüğe giren ve 2007 yılında yeniden düzenlenen 4320 sayılı Ailenin Korunmasına Dair Kanun, önemli bir dönüm noktasıdır. Söz konusu kanunla ev-içinde şiddete maruz kalan bireylerin korunmasına yönelik olarak Aile Mahkemesi hâkimleri tarafından alınabilecek tedbirler düzenlenmiştir. 4320 sayılı yasada “Türk Medeni Kanunu’nda öngörülen tedbirlerden ayrı olarak, eşlerden birinin veya çocukların veya aynı çatı altında yaşayan diğer aile bireylerinden birinin veya mahkemece ayrılık kararı verilen veya yasal olarak ayrı yaşama hakkı olan veya evli olmalarına rağmen fiilen ayrı yaşayan aile bireylerinden birinin aile içi şiddete maruz kaldığını kendilerinin veya Cumhuriyet başsavcılığının bildirmesi üzerine Aile Mahkemesi Hâkimi meselenin mahiyetini göz önünde bulundurarak re’sen koruma kararı verebilir.” hükmü yer almaktadır. Bu kanunla birlikte ev-içi şiddet ilk defa Türkiye’de bir hukuk metninde tanımlanmıştır. 4320 sayılı Kanun’un temel amacı aile içinde şiddeti uygulayan bireyi, ortak yaşam alanında uzaklaştırarak ve diğer birtakım tedbirleri uygulamaya koyarak aile içi şiddeti önlemektir.[19] 4320 sayılı kanunun uygulanması aşamasında ortaya çıkan problemler iki ana başlık etrafında tartışılabilir. Bunlardan ilki yasa metninin yorumu sorunu, diğer ise usul hukukundaki genel yaklaşıma ilişkindir. 4320 sayılı yasa metninin adında ve içeriğinde “ailenin korunması” ibaresi yer almaktadır. Bu nedenle yasanın uygulanması sırasında “aile” kavramının nasıl yorumlandığı önem arz etmektedir. Bu bağlamda Ankara 10. Aile Mahkemesinin 2008/39 sayılı kararına baktığımıza ev-içi şiddetin engellenmesi konusunda yargıcın sorumluluğunu yerine getirmediğini görebilmekteyiz. Karara konu olayda resmi nikâh olmaksızın birlikte yaşayan çiftin 5 yaşında bir çocukları vardır. Aleyhine tedbir istenilen eşin tedbir isteyen eş ve çocuklarına şiddet veya korkuya yönelik davranışlarda bulunmaması için gerekli tedbirlerin alınması istenmektedir. Mahkeme kararında talebi reddetmiştir. Kararın gerekçesinde “…tedbir isteyen ile aleyhine tedbir istenilenin evli olmamaları nedeniyle 4320 sayılı Ailenin Korunmasına Dair Yasanın somut olayda uygulanması mümkün değildir.” ifadesi yer almaktadır. [20] Resmi evlilik sözleşmesi olmadığı için koruma talebini reddeden yargıç yerleşik hukuk kuralları ve kavramlarıyla ilişki kurarak kendi belirlediği yorum metodlarını kullanarak, kendi dünya görüşünü kararla somutlaştırmaktadır. [19] Eray Karınca, Kadına Yönelik Aile İçi Şiddete İlişkin Hukuksal Durum ve Uygulama Örnekleri, T.C. Başbakanlık Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü Yayını, Ankara, 2008, s. 21. [20]Karınca, age., s. 99. 64 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Aile Hukukuna ilişkin pozitif hukuk düzenlemelerinde aile kavramını açıkça ortaya koyan tanımlayıcı nitelikte bir norm bulunmamasına[21] rağmen dar sözel yorum yaparak hukuki sonuca ulaşmak son derece hatalıdır. Normdaki herhangi bir sözcüğün anlamı normun bulunduğu bağlam etrafında ele alınmalıdır. Bu noktada “yorumsal döngü” yaklaşımı açıklayıcı olabilir. Döngüsel yaklaşım doğru sonuca ulaşmak için sözel yorumdan sistematik ve teleolojik yoruma uzanan bir yorum sarmalının zorunluluğuna işaret etmektedir.[22] Bu zorunluluk Türk Medeni Kanunu’nun 1. maddesi 2002 yılında değiştirilerek bir pozitif hukuk kuralı haline gelmiştir. Yargıcın sadece öze(telos) bakarak ya da sadece söze bakarak uygulama yapamayacağı normun gerekçesinde vurgulanmıştır. Hukuk uygulamasında normun sözü ve özüyle birlikte ele alınması gerekliliği açıktır. Söz konusu değişikle yasa koyucu sözel ve teleolojik yorumun birlikteliğinin gerekliliğinin pozitif dayanağını oluşturmuştur. Zira maddenin ilk şeklinde “ve” ibaresi değil “veya” ibaresi bulunmaktaydı. Bu bağlamda yargıcın aile kavramını dar yorumlayarak mağdurun talebini reddetmesi hukuka aykırıdır. Bireyin yaşam hakkının korunması yani normun telosunun norm metninin yorumun değerlendirilmesi normatif bir gereklilik olarak karşımıza çıkmaktadır. Burada yargıcın tutumunu yukarıda belirlenen tarafsızlık yaklaşımları çerçevesinde değerlendirildiğinde, yargıcın taraflardan birine daha yakın oldu görülmektedir ki, bu da şiddeti uygulayan taraftır. Yargıç kararını verirken belirli bir ön anlayıştan hareket etmektedir. Bu ön anlayış kadınların ev-içinde şiddet görmesini normal kabul eden ataerkil bakış açısını içermektedir. Bu nedenle aile kavramı resmi evlilikle sınırlandırarak dar bir şekilde yorumlanmış ve kadının şiddetten korunması amaç edinilmemiştir. Ataerkil bakış açısının diğer bir görümünü kamusal ve özel alan ayrımının desteklenmesine ilişkindir. Buna göre ev-içi şiddet özel alana ilişkin bir meseledir. Bu bağlamda devlet ve onun hukuk sisteminin özel ve mahrem alana müdahale etmemesi beklenmektedir. Ev-içi şiddet uyuşmazlıklarında hem yargıda hem de kolluk kuvvetlerinde bu yaklaşımın uygulamayla somutlaştığı görülmektedir.[23] Yargı kararları aracılığıyla özel alana girmeyi ve dolayısıyla toplumsal cinsiyete [21] Turgut Akıntürk, Derya Ateş Karaman, Türk Medeni Hukuku Aile Hukuku, İstanbul: Beta Yayıncılık, 2011, s.3-6. [22] Bertil Emrah Oder, Anayasa Yargısında Yorum Yöntemleri, İstanbul: Beta Yayıncılık, 2010, s. 292. [23] Elizabeth Schneider, Battered Women and Feminist Lawmaking, London: yale University Press, 2000, s. 87-88; Hilary Charlesworth, “What are “Women’s International Human Rights”?, Human Rights of Women içinde, der: Rebecca J. Cook, University of Pennsylvania Press, Philadelphia, 1994, s. 68-71. 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 65 HAKEMLİ Yrd. Doç. Dr. Fatma İrem ÇAĞLAR GÜRGEY HAKEMLİ Ev-İçi Şiddet Davalarında Yargıcın Tarafsızlığı dayalı şiddetin en fazla gerçekleştiği özel alana müdahale etmeyerek, sorunları görmezden gelmiş ve bir bakıma da bu şiddeti onaylamıştır.[24] Uygulamada koruma kararı taleplerinin reddedilmesinin arkasında sıklıkla bu gerekçeye rastlanmaktadır. Ancak istisnai olarak tam tersi yönde karar veren hâkimler de bulunmaktadır. Ankara 8. Aile Mahkemesinin 2008/108-107 sayılı kararı bu yaklaşıma örnek olacak niteliktedir. Karara konu olan olayda F.K resmi nikâhlı olmadan birlikte yaşadığı, O.G.’nin uzun süredir kendisine şiddet eylemlerinde bulunduğunu, bu nedenle hayati yönden derin endişe duyduğunu ileri sürerek, 4320 sayılı Ailenin Korunmasına Dair Yasanın 1. maddesinde yazılı tedbirlerin uygulanmasını istemektedir. Mahkeme talebi kabul etmiştir. Kararın gerekçesi: “…Kanun’da koruma kapsamının resmi evlilikle sınırlandırıldığına ilişkin bir anlatım bulunmamaktadır. Buna karşın tarafların yakın yaşam arkadaşı olarak uzun süredir bir arada yaşadığı, sosyolojik anlamda bir aile kurulduğu ve kadının bu nedenle şiddete uğradığı anlaşılmaktadır. 4320 sayılı Kanun, nihai amaç olarak kadın ve erkek arasında eşit olmayan güç ilişkisinden kaynaklanan kadına yönelik şiddeti önlemek için çıkarılmıştır. Öyleyse davacı kadının 4320 sayılı Kanun’un korunmasından yararlandırılması, Kanun’un amacına uygun düşecektir. Esasen çağdaş gelişmeler de bu yöndedir. Başta Kadına Karşı Ayrımcılığın Önlenmesine İlişkin Sözleşme (CEDAW) olmak üzere, ülkemizin imzaladığı kadına yönelik şiddetin önlenmesine ilişkin tüm sözleşmeler yanında, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin yakın yaşam arkadaşlığını aile sayan kararlarının ulusal hukukumuz açısından da bağlayıcılığını gözetilerek, mahkemeye göre evliliğin biçimsel koşulları değil, eylemsel olarak aile olup olmamak önemlidir. 4320 sayılı Kanun’un uygulanması, resmi evlilikle sınırlandırılmamalıdır.[25] Karar ataerkil bir ön anlayışa değil, insan haklarına dayalı sözleşmelere dayanmaktadır. Bu yaklaşımla dezavantajlı konumda bulunan tarafın korunması sağlanmış ve kişinin yaşamı üzerindeki tehdit bir süreliğine de olsa ortadan kalkmıştır. Yargıç insan olma adına ve insanın değerinden kaynaklanan istemler adına tarafları yargılamış ve kararını insan değerini korumaya yönelik ilkelerden hareket ederek vermiş ve tarafsızlığını korumuştur. Söz konusu ilkelerin uluslararası insan hakları hukukuna ilişkin normlardan pozitifleşmiş olması yargıcın etik sorumluluğunu yerine getirmesini kolaylaştırmaktadır. Yukarıda da belirtildiği [24] Nadine Taub, Elizabeth Schneider , “Women’s Subordination and the Role of Law”, Feminist Legal Theory içinde, der: D. Kelly Weisberg, Philadelphia: Temple University Press, 1993, s. 9-21; Katharine T. Bartlett, “Gender Law”, Duke Journal of Gender Law and Policy, cilt 1, sayı 1, s. 10. [25] Eray Karınca, Sorularla Kadına Yönelik Aile İçi Şiddet, Türkiye Barolar Birliği Yayını, Ankara, 2010, s. 164-166. 66 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 gibi aile kavramının belirsizliğini gidermek için kullandığı sistematik ve amaçla yorum yöntemleri de maddi adaletin gerçekleşmesini sağlamıştır. Aile kavramının yorumunda sorun yaratan diğer bir durum boşanmış kişiler açısından ortaya çıkmaktadır. Türkiye’de eş ve aile olma olgusu boşanmayla sona ermekte ise de eski kocalar, boşanmış olsalar dahi eski eşlerinin namus bekçiliğini sürdürme eğiliminde olmaktadırlar.[26] Bu nedenle hukuki anlamda aile birliği olmamasına rağmen erkekler eski eşlerine şiddet uygulamaya devam etmektedirler. Bu durumda şiddete uğrayan kadınlar zor da olsa yargıdan koruma tedbiri istemelerine rağmen yargıçlar bu talebe genellikle olumsuz yanıt vermektedirler. Yargıçların bu tutumu çoğu zaman mağdur kişiyi daha mağdur duruma sokmakta ya da en vahimi yaşamlarının sonlanmasına neden olmaktadır. Türkiye’de Ayşe Paşalı olayı bunun en belirgin örneğidir. Medyadan yer aldığı kadarıyla Ayşe Paşalı boşandığı eski eşi İstikbal Yetkin’den boşanmış olmalarına rağmen sürekli şiddet görmüştür. Bu nedenle yetkili mahkemeden korunma talebinde bulunmuştur. Mahkeme tarafların boşanmış olmalarını gerekçe göstererek ilgili yasanın uygulanamayacağını belirtmiş ve Ayşe Paşalı’nın korunma talebini reddetmiştir. Bu kararın verilmesinden tam 32 gün sonra 7 Aralık 2010 tarihinde Ayşe Paşalı fail İstikbal Yetkin tarafından bıçaklanarak öldürülmüştür.[27] Yargıçların aile kavramını resmi evlilikler çerçevesinde yorumlamasının bir sonucu olarak Ayşe Paşalı ve birçok şiddet mağdurunun yaşamları sona ermiş ya da tehdit edilmiştir. Ancak bu toplumsal gerçekliğin farkında olarak ve kadına yönelik şiddeti engelleme odaklı düşünen yargıçlar da bulunmaktadır. İstanbul 1. Aile Mahkemesinin, 05.07.2010 tarihli kararına konu olayda E.D. isimli kadın boşanmış olduğu eski eşi tarafından şiddete maruz kalmıştır. Kendi yararına olmak üzere 4320 sayılı yasadaki tedbirlerin uygulanmasını talep etmiştir. Koruma tedbiri talebi kabul edilmiştir. Kararın gerekçesinde: “…somut olayımızda önlem isteyen E. D.in boşanmış olması onun devletin sorumluluğunda olan yaşam hakkının güvenceye alınması ve ona karşı gösterilecek şiddetten korunmasına engel değildir. E. D. devlet tarafından korunma hakkı olan; “SAVUNMASIZ BİREYLER” kapsamı içinde değerlendirilmelidir. Dolayısıyla şiddete karşı kalma olasılığının bulunması yeterli sayılarak yaşam hakkı ve bedensel, zihinsel bütünlüklerinin korunması gerekir. Konu tamamen AİHS 2. maddesi ve 3. maddesi kapsamında ele alınmıştır. Başvurucunun korunma isteği karşısında devletin ve [26] Karınca, 2008, s. 110. [27] Eray Karınca, “O Fotoğraf ”, Radikal, 9.01.2011, http://www.radikal.com.tr/Radikal. aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1035939&CategoryID=42, Erişim tarihi 5.3.2013 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 67 HAKEMLİ Yrd. Doç. Dr. Fatma İrem ÇAĞLAR GÜRGEY HAKEMLİ Ev-İçi Şiddet Davalarında Yargıcın Tarafsızlığı yargının eylemsiz kalması söz konusu olamaz. Burada, Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi’nin “CEDAW” 1. maddesi uyarınca CEDAW Komitesinin aile içi şiddetin kadınlara karşı bir ayrımcılık türü olduğunu tekrarladığını unutmamak gerekir. Öte yandan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin birçok kararında evlilik dışı birliktelik ve yakın yaşam arkadaşlığı aile kavramı kapsamı içerisinde sayılmaktadır. Tüm bu nedenlerle başvurucunun “korunması” ve şiddet uygulama olasılığı bulunan diğer taraf için “geri dur” emrinin verilmesi yasaya uygun olmasa bile mahkememizce hukuka uygun olarak kabul edilmiştir.”[28] 4320 sayılı yasanın metnin yorumu konusunda ortaya çıkan problemler sadece aile kavramıyla sınırlanamaz ancak yargıçların ataerkil bakış açılarını karara yansıtmaları ve tarafgirlik durumlarını ortaya koymak açısında aile kavramının yorumunun ortaya konulması yeterlidir. 4320 sayılı yasaya yönelik eleştirilerin önemli bir kısmı bu nedenle aile kavramına yönelik olmuştur. Yasanın aileyi değil, özel alanda toplumsal cinsiyetten kaynaklanan şiddete odaklanılması gerektiği vurgusu yapılmıştır. Söz konusu eleştiri ve bunun dışındaki değişiklik önerileri Türkiye’de kadın hareketi içinde olan gruplar tarafından devletin ilgili yasadan sorumlu birimlerine iletilmiştir.[29] Yasanın hazırlanmasında ev-içi şiddetle mücadele eden grupların talepleri dikkate alınır gibi yapılmış ama yasa taslaklarına bu yazılı taleplerin göz ardı edildiği feminist gruplar tarafından [28] http://www.kahdem.org.tr/?p=278, erişim 28.04.2011. [29] TBMM’DEKİ TÜM PARTİLERDEN MİLLETVEKİLLERİNE, TÜM KAMUOYUNA, Şiddete Son Kadın Platformu’nu oluşturan 237 kadın örgütü ve Platform’un taleplerini destekleyen tüm diğer kadın platformları ve kadınlar olarak bir kez daha belirtmeliyiz ki, aylardır tartışılan şiddet yasa taslağının, Bakanlıkta, Başbakanlıkta ya da TBMM’de bir odadan diğerine giderken bile uğradığı aleyhte değişikliklerden son derece rahatsızız. Bakan Fatma Şahin’in TBMM Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu’nda (KEFEK) verdiği sözlere ve gösterdiği gayrete rağmen, aynı gün ve devamında TBMM Adalet Komisyonu’nda yapılan toplantılarda taslakta yine yasanın özüne zarar verecek değişiklikler yapılmış bulunuyor. Şu andaki haliyle yasanın adının kadın değil aileyi koruma üzere düzenlenmiş olmasına; şiddete uğrayan kadınların tek adımda yardım ve korunma alabileceği 7 gün 24 saat ve tek adım ilkesiyle çalışacak merkezlerinin teşkilat, görev ve kadrolarının kadın örgütlerinin talepleri doğrultusunda düzenlenmemiş olmasına; yasada sığınaklar ve cinsel şiddet kriz merkezlerinin yer almamasına; kadın örgütlerinin şiddet ve cinayet davalarına müdahilliğinin kabul edilmemiş olmasına itiraz ediyoruz. Bunlarla birlikte diğer tüm taleplerimiz saklı kalmak üzere; bu yasa üzerinde kadın örgütleri ile mutabık kalınmış konularda artık değişiklik yapılmamasını ve TBMM Genel Kurulu’nda, başta aşağıdaki konular ve diğer taleplerimiz olmak üzere, sadece yasayı amacına uygun hale getirecek değişikliklerin yapılmasını talep ediyoruz. Günde en az 5 kadının yaşama, çalışma, evlenme, boşanma, giyinme ve benzeri hakları için öldürüldüğü dünyanın tek ülkesi olan Türkiye’de, buna dair rahatsızlığı olan tüm kadınları ve erkekleri bu konudaki taleplerimize destek vermeye çağırıyoruz. 68 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 ortaya konulmuştur.[30] Bütün bu tartışmalar sonrasında 8.3.2012 tarihinde 6284 sayılı “Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun” kabul edildi. 6284 sayılı yasanın 1. maddesinin 2. bendinde yasanın uygulanmasında “… Türkiye Cumhuriyeti Anayasası ile Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmeler, özellikle Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi”nin esas alınması gerektiği belirtilmektedir. İstanbul Sözleşmesine doğrudan atıf yapılması ev-içi şiddetin yargı kararlarıyla sürdürülmesini engeller niteliktedir. Yasanın uygulanmasında nötr tavır takınarak ataerkilliği pekiştiren yargıçlar kararlarını gerekçelendirirken ilgili yasanın lafzına atıf yapmaktaydılar. Ancak yeni yasada sözleşmeye doğrudan atıf yapılması söz konusu bahaneleri ortadan kaldırmaktadır. 4320 sayılı yasanın uygulanmasında yaşanan sorunların benzeri 6284 sayılı yasanın uygulanmasında da yaşanmaktadır. 4320 sayılı yasanın uygulanmasında ortaya çıkan sorunlar maddi anlamda adil olmamakla birlikte şekli anlamda hukuka uygun olduğu kabul edilebilirken, 6284 sayılı yasanın cinsiyetçi uygulamalarını hukuki kılacak malzemeyi içerisinde barındırmadığı açıktır. Bundan sonraki tarafsızlık görünümündeki tarafgir hukuki uygulamalar açıkça yasaya aykırı kabul edilecektir. Bu açıdan bakıldığından 6284 sayılı yasa Türkiye’de toplumsal cinsiyete dayalı ev-içi şiddetle mücadelede önemli bir adım olduğu kabul edilebilir.[31] B. Usul Hukukuna İlişkin Sorunlar: Özellikle usul hukukuna ilişkin gizli taraflı yaklaşım kendini göstermektedir. Klasik medeni usul hukukuna göre yargılama hukuku maddi hukukta sahip olunan hakların korunması için yapılan başvuru üzerine gerçekleşen bir faaliyettir. Bu anlayış doğrultusunda yargılama malzemelerinin uyuşmazlığa taraf olanlarca getirilmesi gerekmektedir.[32] 4320 sayılı kanunun amacı ve kapsamı düşünüldüğünde belgeleme aranmaması gerekmektedir. Kanun’un 1. maddesinin gerekçesinde de belirtildiği gibi, başvurunun hemen ardından tanık ya da karşı tarafı dinlemeye gerek olmadan tedbirlere karar verilebileceğinden, duruşma yapılmaksızın ve delil toplamaksızın koruma kararına hükmedilmesi [30] Sevil Arınan, “Kadın Erkeğin Sözüne Kaldı”, Cumhuriyet, 17 Ocak 2012. (http://arsiv. gercekgundem.com/?p=431291, erişim 3.10.2015) [31] Gülriz Uygur, “İstanbul Sözleşmesi Işığında Ailenin Korunması ve Kadına Yönelik Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun’un Temel Yaklaşımı”, Şiddetin Cinsiyetli Yüzleri, der: Betül Yarar, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayını, s. 210. [32] Sema Taşpınar, “Medeni Yargılama Hukukunda Amaç Sorunu”, Av. Dr. Faruk Erem’e Armağan, Ankara, Türkiye Barolar Birliği Yayını, 1999, s. 789. 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 69 HAKEMLİ Yrd. Doç. Dr. Fatma İrem ÇAĞLAR GÜRGEY HAKEMLİ Ev-İçi Şiddet Davalarında Yargıcın Tarafsızlığı gerekmektedir.[33] Ancak uygulamaya bakıldığında yargıçların aile içi şiddeti belgelendirmesi istedikleri görülmekteydi.[34] 6284 sayılı yasanının uygulamasında da benzer tarafgirlik devam etmektedir. İlgili yasanın 8. maddesi[35] ve uygulama yönetmeliğinin 12 maddesine göre yargıç karar alırken şiddete ilişkin delil ve belge aramayabilecektir. Ancak uygulamaya bakıldığında yargıçların şiddetin kanıtlanması için belge ve delil aradıkları görülmektedir. Bu nedenle şiddet mağdurlarının talepleri Aile Mahkemelerinde reddedilmiştir. 6284 sayılı yasanının çıkarılmasında katkıları olan Şiddete Son Platformu üyeleri hâkimlerin dosya üzerinden ve şiddetin yazılı olarak belgelenmesini aramaksızın, dosyanın kaydedildiği gün tedbir kararı vereceği yönündeki düzenlemenin sonunda taslaktan çıkarılması, bir önceki kanun olan 4320 Sayılı Kanun’un kazanımlarının geri alınması olarak görmüşlerdir.[36] Usul hukukuna ilişkin diğer bir problem mağdur kişinin yetkili mahkemeye başvuru yapmaması halinde talebinin reddedilmesi durumudur. 4320 sayılı yasada yetki konusunda herhangi bir sınırlama bulunmamaktaydı. Özetle şiddete uğrayan kişinin bulunduğu, ulaşabildiği herhangi bir yer mahkemesinden istekte bulunması olanaklıydı.[37] Ancak uygulamaya baktığımızda yargıçların bu kuralı görmezden geldikleri ve ev-içinde şiddete uğrayan kişilerin koruma tedbiri taleplerinin usul kurallarına aykırı olduğu gerekçesiyle reddedildiği görülmektedir. Benzer bir durum 6284 sayılı yasanın uygulanmasında da görülmektedir. Yasanın 8. maddesine göre tedbir kararları en çabuk ve en kolay ulaşılabilecek yer hâkiminden, mülki amirden ya da kolluk biriminden talep edilebilir. Bu norma rağmen tedbir kararı almak isteyen kadınlara ikametlerinin bulunduğu yere başvurmaları gerektiği söylenmektedir. Bu durum hem mahkemelerde, hem kollukta hem de mülki amirliklerde yaşanmaktadır.[38] [33] Karınca, 2008, s. 39. [34] Karınca, 2008, s. 88. [35] Tedbir kararının verilmesi, tebliği ve gizlilik MADDE 8 – (3) Koruyucu tedbir kararı verilebilmesi için, şiddetin uygulandığı hususunda delil veya belge aranmaz. Önleyici tedbir kararı, geciktirilmeksizin verilir. Bu kararın verilmesi, bu Kanunun amacını gerçekleştirmeyi tehlikeye sokabilecek şekilde geciktirilemez. [36] https://www.morcati.org.tr/tr/yayinlarimiz/izleme-raporlari/255-6284-sayili-kanunuygulamalari-izleme-raporu, erişim 4.10.2015. [37] Karınca, 2008, s. 39. [38] https://www.morcati.org.tr/tr/yayinlarimiz/izleme-raporlari/255-6284-sayili-kanunuygulamalari-izleme-raporu, erişim 4.10.2015. 70 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Yargıçlar genel usul hukuku kuralları çerçevesinde hareket etmektedirler. Mülga 4320 sayılı kanun ve mevcut 6284 sayılı yasa toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin somut bir sonucu olan ev-içi şiddeti en kısa zamanda ve etkin bir şekilde engellemek amacıyla düzenlenmiştir. Bu nedenle amacına uygun olarak mağdur lehine bir takım olumlu ayrımcılık içeren usul kurallarına sahip olması zorunluluktur. Bu bağlamda yargıçların salt başvuru üzerine ve hızla koruma kararı vermekte tereddüt etmemeleri gerekmektedir. Usul hukukunda yargılamanın tarafsızlığı için yargıcın taraflara eşit mesafede olması gerekmektedir. Ancak bu eşitlik daha öncede belirtildiği gibi aynılık demek değildir. Yargıcın toplumsal farklılıkların şuurunda hareket etmesi tarafsızlık açısından bir gerekliliktir. Dolayısıyla yukarıda belirtilen kararlarda yargıçlar hem insan değeri bilgisine dayalı hukuk kurallarını ihlal etmişler hem de tarafsızlık ilkesini ihlal etmişlerdir. Bunun arkasında yatan neden yargıçların hukuki bilgi eksikliği değil, bu bilgiyi edinmek konusundaki isteksizliğin nedeni olan ataerkil bakış açılarıdır. Zira bu bakış açısı konunun bir problem olarak bile görülmemesini sağlamaktadır. Ev-içi şiddet Türkiye’nin en önemli insan hakları problemlerinden birisi olarak karşımıza çıkmaktadır. Türkiye bu ihlallerin engellemek konusunda iç hukukunda ortaya koyduğu pozitif hukuk düzenlemeleri hassas bir konuyu ele almaktadır. Bu hassas yapı nedeniyle usul hukukundaki klasik yaklaşımların ötesine geçilmesi gerekmektedir. Tarafsızlık konusundaki usul hukukun karışmama ve pasif tutum alma yaklaşımı ev-içi şiddet hukukuna özel durumu nedeniyle uygun değildir. SONUÇ Sonuç olarak yargı kararlarının ortaya çıkmasında hukuk normları etkili olmakla birlikte yargıçlarda da birinci derecede sorumludur. Hukuki kararların, normların otomatik sonuçları olduğu gerçekliğin çarpıtılmasından başka bir şey değildir.[39] Amerikan Realist hukuk okulu mensubu Jerome New Frank’ın belirttiği gibi bu bir efsanedir.[40] Zira realistlere göre yargıçlar gerçekte davaları [39]Sancar, agm., s. 191-192. [40] Jeremy New Frank, “Law and the Modern Mind”, Lloyd’s Introduction to Jurisprudence içinde, der: M.D.A Freeman, London: Sweet&Maxwell, 2008, s. 1008-1011; Ülker Gürkan, Hukuki Realizm Akımı, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayınları No: 225, Ankara, 1967, s. 49. 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 71 HAKEMLİ Yrd. Doç. Dr. Fatma İrem ÇAĞLAR GÜRGEY HAKEMLİ Ev-İçi Şiddet Davalarında Yargıcın Tarafsızlığı siyasi ve ahlaki zevklerine göre karara bağlayıp, daha sonra kararı akla uygun kılmak için bir hukuk kuralı seçmektedirler.[41] Yargıçlar, önlerine gelen somut uyuşmazlık ve uygulanacak norm hakkında belirli bir ön anlayışa sahiptirler. Bu ön anlayış çoğu zaman kararda somutlaşmaktadır. Ancak klasik yaklaşım yargıcı her türlü etkinin dışında kalabilme yetisine sahip birey olarak kurgulamaktadır. Ön anlayışın var olmadığını ve bu gerçekliği gizleyerek bir tarafsızlık yaklaşımı inşa edilmektedir. Aslında tarafsızlığı sağlamak için bu ön anlayışı gizlemek değil, bu faktörün varlığını ortaya koymak ve kararlara olan etkisini deşifre etmek gerekmektedir. Ancak bundan sonra ön anlayışın uygulama sürecini bozmasını önleyecek tedbirler üzerinde düşünmek mümkün hale gelebilecektir. Ön anlayış sorununun gerçekçi ve samimi bir şekilde tespit edilmesi uygulama sürecinde ön anlayışın oynadığı rolün açığa çıkarılması, her bir olayda uygulayıcıların ön anlayışın tartışılabilir ve denetlenebilir hale gelmesi, tarafsızlığın sağlanabilmesi açısından önemlidir.[42] Toplumsal cinsiyete dayalı şiddetle mücadelede hukuk ve hukuki yargılama “her şey” olmamakla birlikte “önemli” olduğu kesindir. Bu bağlamda söz konusu davalarla ilgilenen yargıçların toplumsal cinsiyete dayalı şiddet konusunda bilinçsiz olması ya da bilinçli olup söz konusu şiddet tipini onaylaması durumunda formalist uygulamanın nötr kılıfı tarafsızlığı ve maddi adaleti imkansız kılmaktadır. [41] Ronald Dworkin, Hakları Ciddiye Almak, çev: Ahmet Ulvi Türkbağ, Dost Kitapevi Yayınları, Ankara, 2007, s. 24. [42] Mithat Sancar ve Eylem Ümit, Adalet Biraz Es Geçiliyor-Demokratikleşme Sürecinde Hâkimler ve Savcılar, TESEV Yayınları, İstanbul, 2009, s. 34. 72 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 KAYNAKÇA AKINTÜRK, T., KARAMAN, D. A. (2011): Türk Medeni Hukuku Aile Hukuku, İstanbul: Beta Yayıncılık. ARINAN, S. (2012): “Kadın Erkeğin Sözüne Kaldı”, Cumhuriyet, 17 Ocak 2012, (http://arsiv.gercekgundem.com/?p=431291, erişim 3.10.2015) ARİSTOTELES, (2007): Nikomakhos’a Etik- 5. Kitap, çev: Saffet Babür, Ankara: BilgeSu Yayıncılık. BARTLETT, K. (1994): “Gender Law”, Duke Journal of Gender Law and Policy, cilt 1, sayı 1, s. 1-18. BLAKE, E. (2004): “Rawls and Feminism: What Should Feminists Make of Liberal Neutrality?”, Journal of Moral Philosophy, cilt 1, sayı 3, s. 293-309 CHARLESWORTH, H. (1994): “What are “Women’s International Human Rights”?, Human Rights of Women içinde, der: Rebecca J. Cook, Philadelphia: University of Pennsylvania Press, s. 58-84. DWORKIN, R.(2007): Hakları Ciddiye Almak, çev: Ahmet Ulvi Türkbağ, Ankara:Dost Kitapevi Yayınları. FRANK, J.N. (2008): “Law and the Modern Mind”, Lloyd’s Introduction to Jurisprudence içinde, der: M.D.A Freeman, London: Sweet&Maxwell, s. 1008-1011 GÖLCÜKLÜ, F. ve GÖZÜBÜYÜK, Ş. (2002): Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Uygulaması, Ankara: Turhan Yayıncılık. GÜRİZ, A. (1994): “Adalet Kavramının Belirsizliği”, Adalet Kavramı, Ankara: Türkiye Felsefe Kurumu, s. 5-25. GÜRKAN, Ü. (1967): Hukuki Realizm Akımı, Ankara:Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayınları No: 225. JONES, P. (1989): “The Ideal of the Neutral State”, Liberal Neutrality, London, New York:Routledge, 1989, s. 9-38. KARINCA, E., (2008): Kadına Yönelik Aile İçi Şiddete İlişkin Hukuksal Durum ve Uygulama Örnekleri, Ankara: T.C. Başbakanlık Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü Yayını. KARINCA, E. (2010): Sorularla Kadına Yönelik Aile İçi Şiddet, Ankara: Türkiye Barolar Birliği Yayını. KARINCA, E. (2011) “O Fotoğraf ”, Radikal, 9.01.2011, 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 73 HAKEMLİ Yrd. Doç. Dr. Fatma İrem ÇAĞLAR GÜRGEY HAKEMLİ Ev-İçi Şiddet Davalarında Yargıcın Tarafsızlığı http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=103 5939&CategoryID=42, Erişim tarihi 5.3.2013 KUÇURADİ, I. (1998): Etik, Ankara: Türkiye Felsefe Kurumu Yayını. MACKINNON, C.(2003): Feminist Bir Devlet Kuramına Doğru, çev: Türkan Yöney, Sabir Yücesoy, İstanbul: Metis Yayınları. MIZRAK, D. “Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 6. Maddesi Kapsamında Mahkemelerin Objektif Açıdan Tarafsızlığı İlkesi”, http://ihm.politics.ankara.edu.tr/userfiles/file/Calisma_Metinleri/dilan.pdf, erişim 28.04.2011. MONTEFIORE, A. (1975): Neutrality and Impartiality, UK: Cambridge University Press. ODER, E.B.(2010): Anayasa Yargısında Yorum Yöntemleri, İstanbul: Beta Yayıncılık. ÖZDAMAR, D. (2009): Türk Kadın Hukuku Mevzuatı, Ankara: Seçkin Kitapevi. RAZ, J. (1986): The Morality of Freedom, Oxford: Clarendon Press. SANCAR, M. (2000): “Yargının Bağımsızlığı ve Tarafsızlığı”, Devlet Aklı Kıskacında Hukuk Devleti, Ankara: İletişim Yayınları, s. 181-194. SANCAR, M. ve ÜMİT, E. (2009): Adalet Biraz Es Geçiliyor-Demokratikleşme Sürecinde Hâkimler ve Savcılar, İstanbul: TESEV Yayınları. TAŞPINAR, T. (1999): “Medeni Yargılama Hukukunda Amaç Sorunu”, Av. Dr. Faruk Erem Armağanı, Ankara: Türkiye Barolar Birliği Yayını, s. 759-787. TAUB, N. ve SCHNEIDER, E. (1993): “Women’s Subordination and the Role of Law”, Feminist Legal Theory içinde, der: D. Kelly Weisberg, Philadelphia: Temple University Press, s. 9-21. UYGUR, G. (2007): “Nötr İlkeler ve Hukuk”, Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi Arkivi, İstanbul: İstanbul Barosu Yayını, Sayı 16, s. 330-342. UYGUR, G. (2011): “2006/17 Sayılı Başbakanlık Genelgesi Işığında Kadına Yönelik Şiddeti Önlemeye Yönelik Devletin Ödevi: Değişen Devlet Anlayışı Mı?”, Birkaç Arpa Boyu… 21. Yüzyıla Girerken Türkiye’de Feminist Çalışmalar- Prof. Dr. Nermin Abadan Unat’a Armağan, der: Serpil Sancar, Koç Üniversitesi Yayınları, s. 883-914. UYGUR, G. ÇAĞLAR, İ. (2011): “Hukuk”, Toplumsal Cinsiyet Sosyolojisi içinde, der: Nadine Karkıner, Yıldız Ecevit, Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Yayını, s. 154-177. UYGUR, G. (2015): “İstanbul Sözleşmesi Işığında Ailenin Korunması ve Kadına Yönelik Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun’un Temel Yaklaşımı”, Şiddetin Cinsiyetli Yüzleri, der: Betül Yarar, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayını, s. 193-210. 74 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 http://www.legalisplatform.net/hukuk_metinleri/Yarg%C4%B1da%20 Uluslararas%C4%B1%20Belgeler.pdf, erişim 20.04.2011. http://www.ksgm.gov.tr/uluslararasi_Belgeler.php, erişim 28.04.2011 http://www.ksgm.gov.tr/Pdf/kadinayonelikaileicisiddetlemucadeleulusaleylemplani. pdf, erişim 28.04.2011. http://ihop.org.tr/index.php?option=com_content&view=article&id=422, erişim 20.09.2011. http://www.kahdem.org.tr/?p=278, erişim 28.04.2011. https://www.morcati.org.tr/tr/yayinlarimiz/izleme-raporlari/255-6284-sayili-kanunuygulamalari-izleme-raporu, erişim 4.10.2015. 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 75 HAKEMLİ Yrd. Doç. Dr. Fatma İrem ÇAĞLAR GÜRGEY HAKEMLİ K adınların Adalete Erişimi* Arş. Gör. Duygu HATIPOĞLU AYDIN** Makalenin Geldiği Tarih: 01.10.2015 Kabul Tarihi: 02.12.2015 * Bu makale hakem incelemesinden geçmiştir ve TÜBİTAK – ULAKBİM Veri Tabanında indekslenmektedir. ** A.Ü.H.F., Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi. Öz Mevcut yasalarla yasaların uygulaması arasındaki farkın ölçülebileceği alanlardan biri olarak adalete erişim, toplumsal yaşamda ve sosyo-legal çalışmalarda önemli bir yer tutmaktadır. Haklardaki eşitlik ile gerçek eşitsizlikler arasındaki çelişkinin ortaya çıkarılmasında adalete erişim süreçlerinde, toplumsal sınıf ve grupların yanında, toplumsal cinsiyet meselesine ayrı bakılması önemlidir. Gündelik hayatta, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinden kaynaklanan sorunların ve uyuşmazlıkların çözümünün, eşitlik prensibine dayalı hukuki mekanizmalarla öngörülmüş olması, her zaman çözümü garantilemediği gibi, çözümsüzlüğü derinleştiren bir unsur da olabilmektedir. Bu çalışmanın amacı vatandaşların tümü açısından eşit koşullarda erişilebilir olması öngörülen ve toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin, hukuki eşitlik ile kesiştiği noktalardan biri olan adalete erişim süreçlerinde kadınların durumlarını değerlendirmektir. Anahtar Kelimeler: Adalete erişim, toplumsal cinsiyet, eşitlik, mahkeme süreci, sosyo-legal çalışmalar. WOMEN’S ACCESS TO JUSTICE ABSTR ACT Access to justice, one of the fields where the difference between existing codes and the implementation of the same covers a significant space in social life and socio-legal studies. It is important to deal with gender issue separately regarding access to justice processes besides social classes and groups while revealing the ambiguity between equality in rights and actual inequalities. In everyday life, as the settlement of problems and disputes arisen from gender inequality being foreseen with the mechanisms based on equality principle fails to guarantee settlement for all times, it may also be an element which deepens the deadlock. The aim of this study is to assess the status of women in access to justice processes which is foreseen that it should be accessible under equal conditions and which is one of the junction points with legal equality. Keywords: Access to justice, gender, equality, judicial process, socio-legal studies. 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 79 HAKEMLİ Arş. Gör. Duygu HATIPOĞLU AYDIN HAKEMLİ Kadınların Adalete Erişimi Adalete Erişim Her gün onlarca insan adliyelerde tek başına ya da bir avukat marifetiyle, bir uyuşmazlığı çözmek için hazır bulunuyor. Her gün adliyelerde zaman tüketen yüzlerce insan içinde pek çok kadın, tek başına ya da avukatıyla bir velayet, boşanma, mal paylaşımı, tazminat, iş kazası, işçilik alacakları davası için adliyeye geliyor. Bu kadınların pek çoğu tek başına mahkemede derdini anlatmaya çalışıyor, kesin süreli işleri kendisine hatırlatan mübaşirleri can kulağıyla dinliyor, avukatın istediği tanıkları bir araya getirmeye çalışıyor, duruşmanın öğleden sonraya kalmasını işverene nasıl anlatacağını düşünüyor, dosya yoğunluğu nedeniyle aylar sonraya bırakılan duruşmada çocuğunu nereye bırakacağının hesabını yapıyor, adli yardım bürosu nerede, istenen evrak, adliye içinde koşuşturmaca, harç parasını denkleştirme, keşke bir avukatım olsaydı, keşke hiç bu işe bulaşmasaydım, keşke hiç dava açmasaydım... Bu kadar koşuşturma, çaba ve olanakların zorlanması sonucunda mahkemenin vereceği karar adaleti sağlamaya yeter mi? Oysa yasalar açıktır, herkesin kendini savunma, mahkeme önüne davasını götürebilme hakkı vardır. Üstelik bu hakkı destekleyen pek çok yasa hükmü de mevcuttur. Devlet, maddi imkanı iyi olmayan vatandaşlarına davalarını takip etmek üzere ücretsiz avukat desteği sağlar, mahkeme masraflarını karşılar. Oysa adalete erişim, adli yardım, adli müzaheret gibi kurumların yalnızca bir parçası olduğu, çok boyutlu, çok zamanlı bir adalet meselesidir. Bu çalışmada, adalete erişimi, sosyolojik bir perspektiften yola çıkarak tanımlamaya çalışacağım. Çok boyutlu ve geniş bir süreç olan adalete erişimin her yönüyle ele alınmasının yarattığı zorluk nedeniyle, çalışmayı kadınların mahkeme deneyimleriyle sınırlandırdım. Çalışmanın çıkış noktasını, son yıllarda kadın sorununun gündemine alan yasalarla bu yasaların uygulanması arasındaki farklılıkları anlama çabam oluşturuyor. Bu farklılıklar da, bu farklılığı anlama çabası da elbette yeni bir şey değil. Hukuk sosyolojisi literatüründe, bu mesele en genel anlamıyla “kitaplardaki hukuk” ve “gerçek hayattaki hukuk” olarak ayrılmış ve bu ayrım üzerine yaklaşımlar geliştirilmiştir. ‘Boşluk problemi’ (gap problem) kısaca uygulamadaki hukukla kitaplardaki hukuk arasındaki farkı vurgulayan bir yaklaşımdır ve “yasaların vaat ya da iddia ettikleriyle, somut etkileri arasındaki ‘uyuşmazlık’ ya da ‘ayrılma’” olarak tariflenmektedir.[1] Bu tartışmanın kökenlerini de hukuki realizm akımında bulabiliriz. Hukuki realizm akımı, 1920’lerde belirli durumlarda yargısal kararların objektif bir temele dayandığını iddia eden dönemin [1] 80 David Nelken, “Gap Problem in the Sociology of Law: A Theoretical Review, The,” Windsor Yearbook of Access to Justice 1 (1981): 41. Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 hukuk doktrini fikrine bir müdahaledir.[2] Hukuki formalizme ya da hukuktaki şekli akılcılığa karşı bir cephe olarak Sosyolojik Hukuk Bilimi ve daha eleştirel bir şekilde hukuki realizm akımına dahil olan düşünürler, yargısal karar verme sürecine odaklanarak, hakimlerin kararlarının şekli, gayri şahsi, değer yargılarından bağımsız olduğu ve kıyassal akıl yürütme metoduyla verildiği iddialarını farklı şekillerde sorgulamışlardır.[3] Hukuku bir sosyal bilim olarak görme eğiliminde olmuşlardır. Bilimsel bilginin üretildiği laboratuvarlar da, artık hukuk kitapları, hukuk kütüphaneleri değil, gerçek hayattır.[4] 1960’ların sonu ve 1970’lerin başında, hukuk ve toplum hareketinin de ortaya çıkışı, boşluk çalışmalarını güçlendirmiştir. Hukukun nasıl işlediğini anlamaya dair çalışmaların bir araya geldiği Hukuk ve Toplum Hareketi, hukuku geniş toplum perspektifinde tartışan bir akımdır. Hukuk sadece mahkeme salonlarında, cezaevlerinde ya da hukuk bürolarında değil, hastanelerde, yatak odasında, okulda, tiyatroda, romanlarda ve edebiyattadır.[5] Adalete erişim ise Hukuk ve Toplum Hareketinin ana gündemlerinden biri olarak tartışılmaya başlanmıştır.[6] Hukuk ve Toplum hareketiyle bağlantılı olarak, ‘boşluk çalışmaları’, hukuk sosyolojisi çalışmalarında oldukça yer tutmuş ve kitaplardaki hukukla gündelik hayattaki hukukun tutarsızlığı pek çok çalışmaya konu edilmiştir.[7] Başlangıçta kişilerin adalete erişimindeki eşitsizlikler konu edilirken, ilerleyen zamanlarda erişim problemi bir süreç olarak algılanmaya başlanmıştır.[8] Roderick A. Macdonald adalete erişime dair tartışmalardaki değişiklikleri beş dalga halinde tarifler. Birinci dalga, 1960’larda Avrupa prosedürelcilerinin özel hukuk süreçlerinde ve kurumlarında reformları gözlemlemeleri ile başlar. ABD’de ise genel olarak yoksullar için hukuk tartışması yürütülür. Bu dalgada adalete erişim mahkemelere ve avukatlara erişim olarak düşünülür. Yoksulları [2] Mark Tushnet, “Legal Scholarship: Its Causes and Cure,” Yale Law Journal 90 (1981 1980): 1207. [3] Dragan Milovanovic, An Introduction to the Sociology of Law, 3 edition (Criminal Justice Pr, 2003), 119. [4]Ibid.,110. [5] Susan S. Silbey, “Law and Society Movement,” Ed. Herbert M. Kritzer, Legal Systems of the World: A Political, Social and Cultural Encyclopedia (Santa Barbara, California: ABC CLIO, 2002), 861. [6] Frank Munger, “Mapping Law and Society,” in Crossing Boundaries: Traditions and Transformations in Law and Society Research, Ed. Austin Sarat (Northwestern University Press, 1998), 30–32. [7] Jon B. Gould and Scott Barclay, “Mind the Gap: The Place of Gap Studies in Sociolegal Scholarship,” Annual Review of Law and Social Science 8, no. 1 (2012): 330. [8] Ibid., 30. 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 81 HAKEMLİ Arş. Gör. Duygu HATIPOĞLU AYDIN HAKEMLİ Kadınların Adalete Erişimi avukatlık hizmetlerinden yararlandıracak adli yardım programları, özellikle ceza davalarında, zorunlu ve etkili araçlar olarak görülmüştür. İkinci dalgada ‘adli yardım’ yaklaşımının yetersizlikleri görülmeye başlanmış, mahkemelerin performansı, usulleri ve örgütlenmeleri eleştiri konusu olmuştur.[9] Bu dönemde reformlar ceza hukukunda gözaltı, tutuklama süreç ve usullerine, insani cezalara olduğu kadar medeni yargılama süreçlerine de odaklanmıştır. Genellikle hedef, yargılamanın yapısını ve tekniğini yeniden ele almak olmuştur. Ayrıca adalete erişim yoksulların olduğu kadar orta sınıfların da meselesi haline gelmeye başlamış, bürokrasinin de sadece yoksullar bakımından değil daha geniş çapta adaletsizlik yarattığı ortaya konmuştur. Üçüncü dalga adalete erişimde eşitlik ön plandadır. Eşitlik yalnızca dava açma yetisi ve fırsatı olarak değil, aynı zamanda silahların eşitliği olarak da görülmektedir.[10] Alternatif uyuşmazlık çözüm yollarının belirginleşmeye başladığı bu dönemin sloganı “hukukun demistifizasyonu yoluyla yurttaşların güçlendirilmesi”dir. Dördüncü dalga adalete erişim 1990’lara tekabül eder ve bu dönemin merkez konusu önleyici hukuktur. Mağaza klinikler, semt adalet merkezleri, anlaşmazlıkları önleyici gayrı resmi kuruluşlar ve nihayet uzlaştırma ön plandadır. Öte yandan artık adalete erişim, yasaların uygulandığı kadar, oluşturulduğu ve yürütüldüğü kurumlara kamunun katılımını içerecek şekilde geniş anlaşılmaya başlanmıştır. Beşinci dalga adalete erişim, hukuk sistemi içindeki tüm birimlere ve otoritelere tam kapasite ulaşılabilmesi, dışlanmışlar için eşit fırsatlar sağlamak olarak anlaşılmaktadır. Hukuk eğitimine, yargılama sistemine, polis dahil kamu hizmetlerine, Parlamento seçimlerine ulaşabilmeyi kapsamaktadır. Aynı zamanda bu süreçte vatandaşların dışlanma, güçsüzlük, saygı duyulmama hislerinin üstesinden gelmeye yönelik sistem değişiklikleri tartışma konuları arasındadır. Sağlık, sosyal hizmetler, çalışma, şiddet mağduriyeti ve medeni yargılamaya ulaşma eksikliği arasındaki korelasyon, ileriye etkili adalete erişim sistemi konuları arasında görülmektedir.[11] Adalete erişime dair ortak bir tanım olduğunu söylemek zordur. Ancak gelinen noktada adalete erişim bir hedef değil, bir süreçtir ve en önemli amacı bu sürece erişimden ziyade, maddi adaletin sağlanmasıdır. Bu adalet, yalnızca kanunlara, mevcut normatif yapının öngördüğü sonuca uygun bir adalet değil, geniş anlamda toplumsal adalettir. [9] Roderick A. Macdonald, “Access To Justice in 2003- Scope, Scale, Ambitions” (Access to Justice for a New Century ~ The Way Forward sunum metni, Canada: The Law Society of Upper Canada, 2003), 2. [10] Ibid., 3. [11] Ibid., 4. 82 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Bedner ve Vel’in adalete erişim tanımı, uzun soluklu bir sürecin tüm yönlerini ele alır tarzdadır. Onlara göre, adalete erişim, ciddi şekilde yoksul ve dezavantajlı bireylerin, adaletsizlikten mağdur olmaları halinde, bu adaletsizlikleri düzeltmeyi amaçlayan, devlet hukuku, dini hukuk veya örfi hukuk temelinde ve hukukun üstünlüğü doğrultusunda, devlet veya devlet dışı kurumlar nezdinde şikayetlerinin dinlenilmesi, şikayetlerine uygun muamele görmeleri imkanlarının varlığıdır.[12] Bir süreç olarak adalete erişime dair araştırmalar için de bir analitik çerçeve ortaya koyarlar.[13] Burada (1) gerçek hayat problemi ortaya konması, (2) farkındalık oluşturulması, (3) sorunun sınıflandırılması, (4) şikayetin tanımlanması, (5) -devlet, dini ve örfi hukuk bakımından- şikayeti çözebilecek mevcut mevzuatın keşfi, (6) çözüm mekanına ulaşılması, (7) şikayetin ele alınması ve (8) adaletsizliğin çözülmesi aşamaları, adalete erişim sürecinin tamamını göstermektedir. Yukarıdaki tartışmalarla birlikte adalete erişim, kişilerin ortak adalet sorunlarına çözüm getirecek adalet kurumlarını kullanabilmek yetenekleri olarak tanımlandığında[14], bu tanımın farklı ögeleri açısından durum değerlendirmesi yapılacaktır.[15] Adalete erişimin ilk adımı, öncelikle, kişilerin hukuksal problemlerini çözebilecekleri mekanizmaların olması, bu mekanizmaların adalet sağlamaya elverişli olması ve kişilerin haklarının olmasıdır. İkinci aşama olarak kişilerin haklarına ve hukuksal problemlerini çözme yollarına ilişkin hukuki bilgilerinin düzeyi, adalete erişimin sağlanmasında etkilidir. Hukuki bilgiyi nereden aldıkları, hukuki bilgi kaynakları ve bu kaynakların etkinliği bu başlık altında değerlendirilmiştir. Üçüncü aşama hukuksal danışma ve temsildir. Burada hukuksal problem yaşayan kişilere hukuksal konularda danışmanlık yapabilen mekanizmaların varlığı ile bunların etkinliği tartışılmaktadır. Dördüncü aşama olarak adalet kurumlarına erişim yalnızca mahkemeleri değil, polisten başlayarak savcılık ve mahkeme süreçlerini kapsamaktadır. Erişimin zamanı ve maliyeti, hukuksal problemlerin çözülme hızı, kişileri adalet kurumlarına gitmekten alıkoyan engeller ve aksaklıkları çözmek üzere yapılan faaliyetler bu başlık altında değerlendirilmiştir. Adalet kurumuna gittikten sonra, hukuksal [12] Bedner, A. W., J. A. C. Vel, “An Analytical Framework for Empirical Research on Access to Justice.” Faculteit der Rechtsgeleerdheid. Article / Letter to editor. 15, 2010, 5-7 [13] Ibid., 10. [14] American Bar Association, Access to Justice Assessment Tool: A Guide to Analyzing Access to Justice for Civil Society Organizations (American Bar Association, 2012), 1. [15] American Bar Association tarafından hazırlanan belgede, adalete erişimin altı öğesi, hukuksal çerçeve, hukuk bilgisi, hukuki danışma ve temsil, adalet kurumuna erişim, adli prosedür, icrası mümkün sonuçtur. Bu öğelere ilişkin soruların cevapları neticesinde, adalete erişime ilişkin ayrıntılı sayılabilecek bir resim ortaya koymak mümkündür. 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 83 HAKEMLİ Arş. Gör. Duygu HATIPOĞLU AYDIN HAKEMLİ Kadınların Adalete Erişimi problemin çözümü için öngörülen usul kuralları da beşinci aşama olan adil prosedür başlığı altında incelenmiştir. Nihayet adalete erişim sürecinin sonunda icrası mümkün sonuç aşaması, hukuksal problemin sonucunda kişilerin sorununun çözülmesi aşamasıdır. Adalete erişim, bu çerçevede adaletsizliğin çözümüne giden tüm aşamaları kapsayan geniş bir tartışmadır. Gerçekten adalete erişimin engelleri de, bu geniş sürecin farklı boyutlarını ortaya koymaktadır. Birleşmiş Milletler Kalkınma Programının (UNDP) sıraladığı adalete erişim önündeki engeller[16], Türkiye’de adli sistemle bir şekilde temas etmiş kişilere hiç de yabancı gelmeyecektir: - Uzun gecikmeler; hukuk sistemini kullanmayı engelleyici maliyetler; bütçeye uygun hukuki temsilciliklerin eksikliği; yetkilerin ve gücün kötüye kullanılması (yasa dışı aramalar, bekleyişler, gözaltı ve hapisle sonuçlanan süreçler); yasaların zayıf şekilde uygulanması. - Uygulamada ya da yasalardaki hukuksal çözüm yollarının yetersizliği. Pek çok hukuk sistemi, önleyici, zamanında, ayrımcı olmayan, yeterli, adil ve caydırıcı çözüm yolları saptamakta başarısız. - Yasalarda ve hukuk sistemlerinde cinsiyet ayrımcılığı ve diğer engeller: Kadınları, çocukları, yoksulları ve diğer dezavantajlı grupları (engelliler ve okuma yazma düzeyi düşük olanlar dahil) korumakta başarısız olan mevcut yasalar. - Özellikle kadınlar, çocuklar, cezaevinde ya da nezarethanedeki erkekler için fiili koruma eksiklikleri. - Yasalarda mevcut olan, uygulamada öncelikli olan hakkında bilgi eksikliği ve haklarla ilgili sınırlı bilgi. - Adli yardım sistemlerindeki yetersizlikler - Reform programlarına kamu katılımının sınırlılığı - Çok sayıda yasanın varlığı - Şekilci ve pahalı hukuki prosedürler - Ekonomik sebepler, korku, işe yaramayacağı duygusu gibi sebeplerle hukuk sisteminden uzak durma. [16] UNDP, “Access to Justice: Practice Note” (United Nations Development Programme, 2004), 4. 84 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Kadınların Adalete Erişimi Kadınların adalete erişimleri, kadınların toplumsal konumları sebebiyle özel bir incelemeyi hak etmektedir. Adli makamlara başvuru, hukuki bilgiye ulaşma, dava açma süreçlerinde ekonomik kaygılar, kent içi ulaşım olanakları vb; genel olarak yoksulluk, eğitim, gündelik hayata ve kent yaşamına katılma gibi süreçlerde eşitsizlik, kadınların, adalete erişim süreçlerindeki pozisyonlarını farklılaştıran etkenler olarak görülebilir. Gündelik hayatta uyuşmazlıkların çözümünün eşitlik prensibine dayalı hukuki mekanizmalarla öngörülmüş olması her zaman çözümü garantilemediği gibi, çözümsüzlüğü ve toplumsal cinsiyet gibi eşitsizlik biçimlerini de derinleştirebilmektedir. Hukuksal bir sorunla karşı karşıya kalan kadınların mahkeme aşamasındaki konumları, yasaların tarafsız düzenlemelerini pratikte eşitsizlikle sonuçlandırabilmektedir. Modern hukukun temellerinden biri olan eşitlik ilkesi uyarınca, kanun önünde herkes eşittir. Öte yandan eşitlik ilkesinin gündelik hayattaki karşılığı eşitsizlik olabilir. Bir eşitsizlik biçimi olarak toplumsal cinsiyet eşitsizliği, adalete erişim süreçlerinde önemli tartışma başlıklarındandır. Mary Jane Mossman toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin gündelik hayattaki görünümünü, ceza hukuku dersinde tecavüz suçunu anlatan bir profesörün deneyimini alıntılayarak tarifler. Buna göre, profesör, cinsel saldırıya ilişkin dersinde, öncelikle sınıftaki tüm erkek öğrencilere, cinsel saldırıdan korunmak için gündelik hayatlarında ne yaptıklarını sorar. Şaşkın bir sessizlik olur ve erkek öğrencilerden bir cevap çıkmaz. Daha sonra aynı soruyu kadın öğrencilere sorar. Birbirinden oldukça farklı yanıtlar gelir. Örneğin karanlıkta sarhoşlar olduğundan belirli bir alışveriş merkezinin otoparkına gitmemek, hava nasıl olursa olsun odanın penceresini kilitlemek, arabaya binmeden önce arka koltukta biri olup olmadığını kontrol etmek, kalabalık olmadığı zamanlarda kampüse gelmemek ve hatta yanında silah taşımak.[17] Kadınların ve erkeklerin gündelik yaşamda güvenliklerini sağlamak noktasındaki deneyim farklılıkları yalnızca bir örnektir. Ancak bu farklılığın, adalete erişim meselesinin de toplumsal cinsiyet eşitsizliği gözetilerek ele alınmasını gerektirdiği düşüncesindeyim. Bu noktada Mossman, bazı temel ilkelerin yeniden gözden geçirilmesinin gerektiğini belirtir. Buna göre “tarafsızlık”, “kamu/özel ikilemi”, “eşitlik”, adalete erişim süreçlerinde yeniden düşünülmesi gereken ilkelerdir. Çünkü kanun önünde eşitlik ilkesinin de gösterdiği gibi, “kategorik hak sahipliği”, yani yasalarda ve adalete erişimdeki tarafsız ve ayrımcı olmayan düzenlemelerin yarattığı kategoriler, kadınlar açısından çoğu durumda yapay kalabilir. Kadınların [17] Mary Jane Mossman, “Shoulder to Shoulder: Gender and Access to Justice,” Windsor Yearbook of Access to Justice 10 (1990): 354. 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 85 HAKEMLİ Arş. Gör. Duygu HATIPOĞLU AYDIN HAKEMLİ Kadınların Adalete Erişimi ve erkeklerin gündelik yaşam deneyimleri arasındaki farklılık, bu tip “tarafsız” düzenlemelerin, kadınların aleyhine sonuçlanmasına sebep olabilir. Örneğin adli yardım hizmetlerine erişimde tarafsızlık, pratikte kadınlara, erkeklere göre daha az hizmet edebilir. Mossman’a göre, yasaların cinsiyet bakımından tarafsız dili, gerçekte örtülü ve cinsiyetçi tercihleri “gizlemektedir”. Yine kadınların erkeklere göre göreli yoksulluğu da, tarafsız adli yardım hizmetinden kadınların daha az yararlanmasına yol açan bir durumdur.[18] Kamu/özel ikilemi, kadınları adalete erişim süreçlerinde geride bırakan bir başka durumdur. Burada Mossman, ceza yargılamalarında ve medeni yargılamalarda bütçelemeyi karşılaştırır ve ceza yargılamalarındaki (kamu) adli yardım hizmetinin, özel alanı düzenleyen medeni yargılamalara göre daha yüksek olduğunu belirtir.[19] Benzer bir örnek, uygulama açısından Türkiye’de söz konusudur. Ceza yargılamalarında, sanık veya şüphelinin talebi haricinde, alt sınırı beş yıldan fazla hapis cezasını gerektiren suçlardan dolayı yapılan soruşturma ve kovuşturmada ve müdafi bulunmayan şüpheli veya sanık; çocuk, kendisini savunamayacak derecede malul veya sağır ve dilsiz ise, sanık ya da şüpheliye zorunlu müdafi atanır. Ceza yargılamasında zorunlu müdafilik sistemi varken, medeni yargılamalarda adli yardım uygulaması hem ihtiyaridir hem de zor ulaşılır. Mossman burada, mağdurları kadınlar olan erkeklerin yargılamalarında “özel” alandaki şiddetin “kamu alanında” cevaplanması gereken adli yardım temsiliyeti ile sonuçlandığını, bu arada kadınların temsil ya da koruma taleplerinin “özel” kaldığını vurgular.[20] Örneğin ev içi şiddet mağduru kadın, ceza yargılamasında zorunlu müdafilikten yararlanamazken (burada müdafilik talebe bağlıdır), sanık kocaya doğrudan avukat atanabilmektedir. Nihayet “eşitlik” ilkesi bağlamında kadınların ve erkeklerin “eşitliği” de, “farklılığı” da, kadınların erkeklerle karşılaştırıldığı bir standart olarak erkekleri güçlendirir. Kadınlar erkeklerle aynı görülseler bile, karşılaştırmanın kriterleri cinsiyetçidir.[21] Bu halde, adalete erişim süreçlerindeki kâğıt üzerindeki eşitliğin, toplumdaki farklı eşitsizlik biçimleri ile bozulduğu söylenebilir. Kadınların toplumdaki ikincil konumlarının karşılığı, pek çok ulusal hukuk sisteminde, özellikle aile hukuku, mülkiyet ve miras hakları ve istihdam alanlarında görülmektedir. Kadınlar adalet kurumlarına da erişmekte sıkıntılar yaşamaktadır. Yoksulluk hatırı sayılır bir engeldir. Ayrıca kadınların adalete [18] Mary Jane Mossman, “Gender Equality, Family Law and Access to Justice,” International Journal of Law and the Family 8 (1994): 363. [19] Ibid., 364. [20] Ibid., 366–7. [21] Ibid., 367. 86 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 erişimde kurumsal engellerle karşı karşıya olduğunu söylemek mümkündür. Erkek egemen yargılama ve güvenlik kurumları, hakim, savcı, polisler dahil erkek görevliler, özellikle ev içi şiddet ve tecavüz gibi hassas konularda, kadınların şikayetini ya da sürecin takibini, utanç veya damgalanma gibi korkularla da birlikte zorlaştırmaktadır.[22] Kadınların adalete erişimi bakımından en önemli uluslararası metin CEDAW[23] (The Convention on the Elimination of All Forms of Discrimination Against Women)’dır. Kadınlara Karşı Ayrımcılığın Önlenmesi Komitesi (Komite), 18 Şubat 2013 tarihinde adalete erişime dair “genel tartışma” düzenlemiş, bunun öncesinde farklı ülkelerden ve farklı örgütlerden fikir almış ve tartışma için genel bir kavram belgesi hazırlamıştır.[24] Bu belgeye göre, Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi’nin 2. ve 15. maddeleri adalete erişim açısından hukuksal temel oluşturmaktadır. Komite, adalete erişim hakkındaki çeşitli ülke gözlemlerini birkaç başlık altında toplamıştır. Buna göre kadınların hakları konusunda farkındalıklarının artırılması, hukuksal ve kurumsal reform ihtiyacı, adalet mekanizmalarındaki görevlilerin (hakim, savcı, polis vb) eğitilmesi, hukuki destek (legal assistance), kadınlara yönelik suçlarda etkin ve özenli soruşturmalar, faillerin kovuşturulması ve cezalandırılması, etkili çözümlerin, yeterli tazminatların sağlanması kadınların adalete erişimindeki sorunlar ve çözümler olarak genel başlıklardır.[25] Diğer yandan Komite, kadınların adalete erişimlerindeki zorluk ve engelleri sınıflandırmakta ve alt başlıklara ayırmaktadır. Buna göre hukuksal, kurumsal ve yapısal zorluklar, neredeyse tüm kadınlar için geçerli engeller oluşturmaktadır. Bunlardan birincisi “ayrımcı hukuksal çerçeve”dir. Genel olarak ulusal yasalar, kadınları ayrımcılıktan koruyan ve kadınların haklarını tanıyan düzenlemeler içermemektedir. Bu bağlamda Komite, kadınların adalete erişimlerinin, anayasal, yasal düzeyde ve resmi ve gayrı resmi adalet mekanizmaları yönünden [22] “Legal Framework and Access to Justice”, http://www.gsdrc.org/go/topic-guides/gender/ legal-framework-and-access-to-justice#intl, E.T. 05.09.2015. [23] Türkiye’de Birleşmiş Milletler Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi, 11.6.1985 tarih ve 3232 Sayılı Kanunla uygun bulunmuş, Bakanlar Kurulunca 24.7.1985 tarihinde 85/9722 sayılı kararla onaylanmış ve 14 Ekim 1985 tarih ve 18898 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanmıştır. İhtiyari Protokol ise 30 Temmuz 2002 tarihinde TBMM tarafından onaylanmış ve 02 Ağustos 2002 tarihli resmi gazetede yayınlanmıştır. Böylece Türkiye 1986 yılında Sözleşme’ye taraf olmuş, 2002 yılında da İhtiyari Protokolü imzalamıştır. [24] UN Committee on the Elimination of Discrimination Against Women, “Access to JusticeConcept Note for Half Day General Discussion,” Ocak 2013. [25] Ibid., 6–7. 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 87 HAKEMLİ Arş. Gör. Duygu HATIPOĞLU AYDIN HAKEMLİ Kadınların Adalete Erişimi tanınmasını ve güvence altına alınmasını gerektiğini belirtmektedir.[26] İkinci engel grubu “kurumsal ve usuli engeller”dir. Hukuksal mekanizmaların ve sistemlerin çoğulluğu kadınların adalete erişiminde engel olabilmektedir. Kurumsal zayıflık da, yargı düzeninin özerkliğinin ve bağımsızlığının olmaması, eğitim öğretimdeki kötü standartlar, işe alma ve atama süreçlerinde düzenleme yokluğu, Devletin sorumluluğunda olan işlevlerin özelleştirilmesi, bu alanlardaki yozlaşma somut örneklerinde görülebilir. Yine, adli süreçlerde görevli olan hakim, savcı, polis, avukat gibi görevliler, kadınların haklarının ihlali konusunda yeterli duyarlılığı göstermemektedir. Özellikle yargısal sürecin başlangıcında, polis, savcılar ve kurumların zayıflığı, adalete erişimi engellemekte, üstünkörü soruşturmalar, kanıt toplamalar vb aşamaları bunun somut örnekleri olmaktadır. Kadınların mahkemelerde yetersiz temsilleri, yargısal ve diğer yapılarda toplumsal cinsiyet dengesindeki bozukluklar, hem resmi hem de gayrı resmi adalet mekanizmalarında kadınların adalete erişimleri önündeki engellerdendir. Kadınların özellikle şiddet gördüğü durumlarda, kadınları korumada ve hukuksal destek sağlamadaki yetersizlikler, kadınların yargısal süreçlerde ana dillerinde kendilerini ifade edememeleri de kurumsal engeller arasındadır. Komite’ye göre, bu başlık altında bahsedilmesi gereken en önemli adalete erişim engellerinden bir diğeri, özellikle şiddet davalarında zararı tazmin edecek uygun tazminat biçimlerinin yasalarca öngörülmemesidir. Pek çok adalet sistemi, önleyici, vaktinde, ayrımcı olmayan, tatminkar, orantılı ya da dönüştürücü çözümlere erişimi sağlamakta başarısız olmaktadır.[27] Toplumsal engeller de kadınların adalete erişimini zorlaştırmaktadır. Adalet sistemleri, sorunlarına çözüm sağlamayı vaat ettikleri toplumların değerlerini ve örf-adetlerini muhafaza eder. Özellikle ayrımcı toplumsal kurallar ve toplumsal cinsiyete ilişkin yorumlamalar, adalet sistemlerinin gelişimini etkiler. Patriarkal karakterli adalet sistemleri, polis ve yargılama makamları dahil, adalet hizmeti sunan unsurların toplumsal cinsiyet bakımından olumsuz ön yargılarına ve ayrımcı tutumlarına yol açabilir. Yoksulluk ve finansal kaynakların eksikliği gibi sebepler de, kadınların adalete erişimi önündeki “fiili ve ekonomik engeller”dendir. Kadınlar, seyahat, mali durum ve çocuk bakımı konusunda bağımsız olmalıdırlar. Özellikle ev içi şiddet durumlarında, ihlallerden ve şiddetten korunmak için hukuk yollarına başvuramamaktadır çünkü çoğu durumda, mali olarak, yiyecek, barınma, toplumsal konum vb gibi durumlar açısından faile tamamen bağımlıdır. Kadınları arasında okuma yazma oranının düşüklüğü de bu engeller arasında sayılmaktadır. [26] Ibid., 10. [27] Ibid., 10–11. 88 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Kadınlar haklarını, hangi hukuksal mekanizmalara başvurabileceklerini ve bunlara nasıl erişebileceklerini bilmiyor olabilirler.[28] Bunun yanında kadınlar arasındaki bazı dezavantajlı gruplardaki kadınların adalete erişim konusunda ek zorluklar yaşadığını söylemek mümkündür. Buna göre dezavantajlı kadınlar olarak yaşlılar, göçmen veya mülteciler, HIV/ AIDS’liler, engelliler, etnik ya da dini azınlıklara mensup kadınların, adalete erişim süreçlerinde daha çok engelle bir arada karşılaştığını söylemek mümkündür. Yine çatışma ve çatışma sonrası durumlardaki kadınlar açısından, var olan kamu kurumları, kadınların haklarını korumaktan çok ihlal eder durumda olabilir. Cinsel şiddet, yer değiştirme, yoksulluğun kadınlaşması ve toplumsal cinsiyet rollerine içkin aile sorumlulukları, bu bağlamdaki kadınlar için daha hassas durumlar yaratabilmektedir.[29] Mahkemede Kadınlar Kadınların adalete erişiminin özelliklerinin gözlemlenebileceği ve belki de en yakıcı alan mahkemelerdir. Bunun bir sebebinin, Türkiye’de uyuşmazlıkların çözümünün esas olarak mahkemelere tevdi edilmesi olduğunu düşünüyorum. Arabuluculuğa dair yasal düzenlemeler de var ve her geçen gün arabulucu sayısı artıyor ancak arabuluculuk alanları görece kısıtlanmış durumda.[30] Bu da kadınların, örneğin çoğunlukla bir tarafı olduğu aile hukukuna ilişkin davaların mahkemelerde görülmesi anlamına geliyor. Haliyle kadınların toplum hayatındaki görece ikincil konumlarının adalet mekanizmalarındaki izlerini sürmek, mahkemeler bağlamında daha kolay olabiliyor. Diğer yandan aşağıda tartışacağım başlıklar, sadece kadınların değil, genel olarak herkesin adalete erişiminde sorun alanları olarak görülebilir. Amacım kadınlara özgü adalete [28] Ibid., 12. [29] Ibid., 13. [30] Alternatif uyuşmazlık çözüm yolları bakımından Türkiye’de atılan adımların yeni olduğu söylenebilir. 07.06.2012 tarihinde kabul edilen 6325 sayılı Hukuk Uyuşmazlıklarında Arabuluculuk Kanunu ile “yabancılık unsuru taşıyanlar da dâhil olmak üzere, ancak tarafların üzerinde serbestçe tasarruf edebilecekleri iş veya işlemlerden doğan özel hukuk uyuşmazlıklarının çözümlenmesinde” arabuluculuk uygulanabileceği, ancak aile içi şiddet iddiasını içeren uyuşmazlıkların arabuluculuğa elverişli olmadığını düzenlemektedir (madde 1/2). Arabuluculuğun genel olarak tarafların üzerinde serbestçe tasarruf edebilecekleri konulara uygun olduğu söylenebilir. Bir konu hakkında sulh, kabul, feragat gibi işlemler geçerli ise, taraflar bu işlemlerle arzuları doğrultusunda bir karar aldırabiliyorlarsa arabuluculuğa uygundur. Bu bakımdan arabuluculuk mal paylaşımına uygulanabilir ancak kamu düzenine ilişkin konularda örneğin velayette uygulanamaz. Arabuluculuk sistemi Türkiye’de oldukça yenidir ve etkilerinin görülmesi için uygulamanın genişlemesini beklemek gerekmektedir. 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 89 HAKEMLİ Arş. Gör. Duygu HATIPOĞLU AYDIN HAKEMLİ Kadınların Adalete Erişimi erişim konusuna eğilmek olduğundan, aslında mahkemelerde adalete erişimin kadınlar açısından bir fotoğrafını çekmeye çalışacağım. Öte yandan kadınların adalete erişim problemini hukuk yargılaması bağlamında ele alacağım. Bunun nedeni adalete erişimde önemli bir unsur olan adli yardım kurumunun, ceza ve hukuk yargılamasında farklı işleyişidir. Kamu-özel ayrımının kadınların adalet mekanizmasındaki konumlarını zorlaştırması ve bir çeşit eşitsizlik üretmesi yanında, normatif olmayan ancak fiili eşitsizlik en çok medeni yargılamalarda ortaya çıkmaktadır. 1. Kadınların hukuksal problemlerinde danışma ve temsil eksikliği; Bilindiği gibi, hukuki danışmanlık ve temsil işlerinde avukatların yasadan kaynaklı tekel hakkı vardır. Avukatlık Kanunu’nun avukatlık ücretini düzenleyen 164. maddesi uyarınca da, avukatlar, asgari ücret tarifesinin altında davaya bakamaz ve ücretsiz avukatlık hizmeti sunulması halinde durumun Baro’ya bildirilir.[31] Avukatlık ücretleri, işin niteliğine göre her yıl Türkiye Barolar Birliği tarafından yayımlanan “Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi” ile belirlenir.[32] Bunun dışında Barolar, tavsiye niteliğinde ücretleri belirttikleri avukatlık ücret tarifesi yayınlarlar. TBB’nin yayınladığı asgari ücret tarifesi altında iş almak yasaktır ve yapılan işler için bu tarifeden makbuz kesmek ve vergi ödemek zorunludur. Danışmanlık dahil, avukatların sundukları her hizmet ücretlendirilmiştir. Adalete erişimde önemli bir unsur olarak avukat hizmetine erişimin maliyeti kadınlar açısından yüksek olabilir. Çalışma yaşamına katılımın ölçülmesinde göstergelerden biri olan istihdam oranı kişinin bizzat kendisinin veya çalıştığı işletmenin gelir getirici bir faaliyet içinde bulunmasıdır.[33] Kadın istihdamının toplam istihdam içindeki payı 2013 yılında %29.9’dur.[34] Kentte kadın istihdam [31] Pro-bono hizmetler, ülkemizde yaygın olmamakla birlikte, ABD ve Avrupa’da, “genellikle ekonomik olarak güçsüz ve dezavantajlı kişi ve gruplara, avukatlar tarafından verilen ücretsiz hukuki hizmetler”dir. Pro-bono hizmetlerin adli yardımdan farkı, avukatlık hizmetinin ücretsiz olarak verilmesi, gönüllü olmasıdır. Özlem Altıparmak, “Pro Bono ve Adalete Erişim,” 4 Kasım 2013, Bianet. Türkiye’de hizmet sunma biçiminde ücretsiz/ gönüllü avukatlık sistemi bulunmamaktadır. [32] 2015 yılında geçerli Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi uyarınca vekalet ücretleri şu şekildedir: Büroda 1 saate kadar sözlü danışma 210,00 TL, dilekçe vb yazılması 300,00 TL, konusu para olmayan veya para ile değerlendirilemeyen hukuki hizmetlerde asliye hukuk mahkemesi için 1.500,00 TL, ceza soruşturma aşamasında takip edilen işler için 450,00 TL, konusu para olan veya para ile değerlendirilebilen hukuki işlerde ilk 30.000 TL için %12. [33] Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü, Türkiye’de Kadın İşgücü Profili ve İstatistiklerinin Analizi, 2014, Ankara, 26. [34] Ibid., 130. 90 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 oranı, erkeğe kıyasla çok düşük seyretmektedir. Kentte kadın istihdam oranı 2013’te %23,4’tür.[35] Ayrıca çalışan kadınların ücretleri, erkeklere göre daha düşüktür. Özellikle eğitim durumuna göre, kadınlar ve erkekler arasındaki ücret farkı değişmektedir. Örneğin 2010 yılı itibariyle ilkokul ve altı eğitim durumunda aylık ortalama brüt ücret kadınlar için 874 TL, erkekler için 1066 TL’dir ve arada %18’lik bir fark vardır.[36] Düşük gelir ve işsizlik de kadınların hukuksal danışmaya erişimlerini yetersiz kılan unsurlardandır. Bir diğer etken de, kadınların yoğun şekilde işgücünün dışında kalmaları sonucu gelir yoksunluğudur. Türkiye’de 2013 verilerine göre işgücünün dışında olan kadınların 15 yaş ve üstü nüfusa oranı %69,2’dir. İşgücü dışında olan kadınların %61,4’ü ev işleriyle meşgul olduğu için, %11,8’i eğitim öğretime devam ettiği için, % 5,6’sı bakım işleriyle uğraştığı için işgücünün dışında kalmıştır.[37] Bu yoksulluğun ve yoksunluğun etkilerini adalet sisteminde çözmenin araçlarından biri adli yardımdır. Adli yardım medeni yargılamada iki şekilde sağlanmaktadır. İlki Baroların sunduğu ücretsiz avukat desteğini kapsayan adli yardım hizmetidir. Davasını bir avukatla sürdürmek isteyen[38] ancak maddi durumu avukatlık ücretini ödemeye müsait olmayan kişiler, Barolar bünyesinde kurulmuş adli yardım bürolarına başvururlar. Bu bürolarda, ihtiyaç sahiplerini belirlemek için belirli bazı bilgiler talep edilir. Talepçinin gerçekten adli yardıma ihtiyacı olup olmadığını anlayabilmek üzere istenen evrak genellikle ekonomik durumu ortaya koymaya yönelik kurumlardan alınan belgelerdir. Adli yardımdan faydalanan kişiye avukat desteği sunulur. Kişi burada davasını, kendi seçtiği değil, Baro’nun belirlediği avukatla sürdürür. Adli yardım sistemi, ceza davası dışındaki alanlara ilişkindir ve Baro tarafından yürütülen adli yardım hizmeti, talepçiye avukatlık hizmetini ücretsiz vermekle sınırlıdır. Görevlendirilen avukata, göreve başlamasıyla birlikte, Avukatlık asgari ücret tarifesi uyarınca ücret ödenir. Baroların verdiği adli yardım hizmeti HMK düzenlemesindeki şekliyle yargılama giderlerini ve diğer yargısal masrafları kapsamamaktadır. Bir diğer adli yardım biçimi, HMK kapsamında yargılama giderlerinin ödenmesidir. Eski adıyla “adli müzaheret”te, mahkeme masraflarının Devlet tarafından karşılanmasına, hakim karar verir. Adli yardımdan faydalanan kişiler, yargılama süresince, yargılama gideri ve takip gideri ödemezler, teminat [35] Ibid., 26. [36] Ibid., 81. [37] Ibid., 60. [38] Davasını avukatla yürütmek her zaman istek değil, çoğunlukla zorunluluktur. Bunun nedeninin hukuki bilgiye erişimdeki yetersizlikler ve hukuk dilinin anlaşılmazlığı olduğunu düşünüyorum. Bunlar da mahkemede adalete erişim sürecinin başlıklarındandır. 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 91 HAKEMLİ Arş. Gör. Duygu HATIPOĞLU AYDIN HAKEMLİ Kadınların Adalete Erişimi gösterme zorunlulukları yoktur, tüm giderler Devlet tarafından avans olarak ödenir ve adli yardım, davanın takibinde avukat gerekliyse, ücreti sonradan ödenmek üzere avukat teminini de kapsar. CEPEJ (The European Commission for the Efficiency of Justice- Avrupa Adaletin Etkililiği Komisyonu) 2012 verileriyle hazırladığı raporuna göre, Avrupa’da kamu mercileri tarafından adli yardım sistemi aracılığıyla adalete erişimi kolaylaştırmak için ülke sakini başına ortalama 8,63 Euro harcanmıştır. Türkiye, adli yardıma ayrılan kamu bütçesi karşılaştırmasında kişi başı 1,19 Euro harcama ile 44 ülke arasında 27. sırada yer almaktadır. En az bütçe 0,02 Euro ile Arnavutluk ve en çok bütçe 53,55 Euro ile Norveç tarafından ayrılmıştır.[39] Türkiye’ye ilişkin veride hem CMK, hem HMK sistemi hem de Baroların sağladığı adli yardım hizmeti yer almaktadır. 2010-2012 yılları arasında adli yardıma tahsis edilen bütçenin ortalama yıllık değişimi bakımından Türkiye’de %13,2’lik bir artış gerçekleşmiştir.[40] 2012 yılında Avrupa’da kişi başına bütün mahkemelere, savcılıklara ve adli yardıma tahsis edilen bütçe ortalaması 60,6 Euro’dur. Türkiye, kişi başı 18,3 Euro ile 47 ülke arasında 40. sırada yer almaktadır. Bu kalemde en az bütçe 4,7 Euro ile Moldova, 197,7 Euro ile İsviçre tarafından ayrılmıştır.[41] Tüm mahkemelere, savcılıklara ve adli yardıma ayrılan kamu bütçesindeki 2010-2012 yılları arasındaki değişimde Türkiye %12,2’lik bir artış göstermiştir.[42] Yine CEPEJ verilerine göre, 2012 yılında yargı sistemine ayrılan bütçenin %6,49’u adli yardıma harcanmıştır. Diğer harcama kalemleri mahkemeler ve savcılık hizmetleridir.[43] Türkiye’de adli yardıma ayrılan kamu bütçesi kişi başına 1,19 Euro’dur ve bunun %82,3’ü ceza davalarına ayrılırken %17,7’si cezai olmayan davalara tahsis edilen adli yardım bütçesidir.[44] Yine, 2012 yılında Türkiye’de 100.000 kişi başına adli yardım sağlanan kişi sayısı 135’tir.[45] Bu verilerden medeni yargılamalarda adli yardım hizmetinin çok düşük düzeylerde seyrettiği, zorunlu müdafilik sisteminin ceza yargılamasına tahsis edilen adli yardım hizmetini artırdığı görülmektedir. [39] Avrupa Adaletin Etkinliği Komisyonu (CEPEJ), Avrupa Yargı Sistemleri 2014 Basımı (2012 Verileriyle): Adaletin Etkinliği ve Kalitesi, CEPEJ Çalışmaları, (Fransa: Avrupa Konseyi Yayınları, 2014), 54. [40] Ibid., 56. [41] Ibid., 64. [42] Ibid., 66. [43] Ibid., 70. [44] Ibid., 78 [45] Ibid., 83. 92 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Zorunlu müdafiliğe ulaşma bakımından kadınlar açısından kısıtlama görülmezken, kadınların özel hukuksal problemlerini oluşturan aile hukuku alanında adli yardım hizmetinin oldukça düşük seyrettiği ortadadır. Konunun somutlanması bakımından İstanbul Barosu’nun açıkladığı adli yardım hizmetine ilişkin verilere bakılabilir. 20 Ağustos 2013 tarihli bir habere göre, İstanbul Barosu’nun adli yardım bürolarına 2011’de yapılan 7.531 başvurudan 6.529’una, 2012’deki 10.901 başvurudan 10.332’sine, 2013’de de 8.088 başvurudan 7.883’üne avukat görevlendirilmiştir. 2012 yılında görevlendirilen 7.883 avukatın 3.059’u ise velayet, nafaka, koruma kararı, mal paylaşımı gibi kadınların aile hukukunu ilgilendiren sorunları için olmuştur.[46] Kadınlara verilen hukuki hizmetin altyapısında toplumsal cinsiyet eğitiminin ve farkındalığının da olması gerekir çünkü kadınlara hukuki danışmanlık ve temsil sağlayan avukatların ve kişilerin aldıkları hukuk eğitimi de, verilen hizmeti etkileyen unsurlardandır. Örneğin Ankara Barosu bünyesinde yer alan Gelincik Merkezi’nde görev alan avukatlara toplumsal cinsiyet eğitimi verilmektedir ancak Ankara Barosu adli yardım eğitiminde toplumsal cinsiyet eğitimi yoktur. 2. Kadınların mahkemelere fiziki erişimi ve maddi erişimindeki sıkıntılar; Mahkemede dava açmak ya da Savcılığa şikayette bulunmak için adliyeye gelme zorunluluğu vardır. E-adalet projesi kapsamında işletilen UYAP (Ulusal Yargı Ağı Projesi), vatandaş portalı mevcuttur ancak bu portaldan yapılabilecek işlemler sınırlıdır.[47] Kaldı ki, 18 Ağustos 2015 tarihli TÜİK verilerine göre[48], 16-74 yaş grubundaki bireylerde bilgisayar ve İnternet kullanım oranları sırasıyla %54,8 ve %55,9’dur. Bilgisayar ve İnternet kullanım oranları 16-74 yaş grubundaki erkeklerde %64 ve %65,8 iken, kadınlarda %45,6 ve %46,1’dir. [46] “Adli Yardım İsteyen Kadınlara Verilen Avukat Desteği” başlıklı, 20.08.2013 tarihli haber, http://www.sondakika.com/haber/haber-adli-yardim-isteyen-kadinlara-verilenavukat-4961102/, E.T. 09.12 2013. [47] UYAP Vatandaş Portalında, kişiler dava dosya numaralarını, duruşma günlerini, dosyanın fiziki ortamdan sanal ortama aktarılan tüm içeriğini, varsa mahkeme kararını görebilmekte ve açacakları dava ve değişik iş davaları için harç bedellerini hesaplayabilmektedirler, Yargıtay ve Danıştay’da bulunan davaların durumunu sorgulayabilmektedirler. Ancak bu işlemler sadece e-imza ve mobil imza ile sisteme girişlerde mümkündür. E-Devlet şifresi ile dosyadaki belgeler görüntülenememekte, yalnızca dosyalardaki işlemlerin safahat bilgilerini (dava konusunu, dosyanın durumu, taraflarını, davanın aşamasını, duruşma gününü, dosyanın Yargıtay’dan dönüp dönmediğini görebilmektedirler. UYAP sisteminin daha çok avukatlar için etkin olduğu söylenebilir. Avukatlar UYAP üzerinden, duruşmaya girme dışında dosyayla ilgili neredeyse tüm işlemleri yapabilmektedirler. [48] TÜİK Hanehalkı Bilişim Teknolojileri Kullanım Araştırması 2015 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 93 HAKEMLİ Arş. Gör. Duygu HATIPOĞLU AYDIN HAKEMLİ Kadınların Adalete Erişimi Ayrıca hanelerin %46,5’inde internet bağlantısı vardır. Dolayısıyla UYAP sisteminin vatandaşlar açısından daha etkin hale getirilmesi bile, nüfusun yarısından fazlasına etki etmeyecektir. Kadınlar için avukatsız dava açmak ya da şikayette bulunmak için fiziksel olarak adliye mekanına gitmek zorunludur. Dava açmak ve Savcılığa şikayette bulunmak için örneğin Ankara Adliyesinde (Sıhhiye) tek bir numara sistemi mevcuttur. Avukatlar Barokart ile sıra numarası alarak işlemlerini halletmektedir, bu numaralar önceliklidir. Vatandaşlar için dava açma veya şikayette bulunma sırasının gelmesi, birkaç saati bulabilmektedir. Hukuk tevzi ve Savcılık müracaat yerleri etrafında oturma alanları da sınırlıdır. Adliye için bir adet kafeterya, herkese hizmet vermektedir. Dava için ödenmesi gereken harçlar, adliye içinde bulunan harç veznelerine yatırılmaktadır. Adliyedeki, nöbetçi işler dışında, tüm hizmetler 08:30-17:30 saatleri arasında verilmektedir. 12:30-13:30 arası öğle tatilidir ve bu saatlerde vezneler, tevzi büroları, fotokopi yerleri, mahkeme kalemleri kapalıdır. Öğleden sonraya sarkan duruşmalar dışında, öğle aralarında duruşma yapılmamaktadır. Duruşma saatleri ve sarkmalar sadece taraflar bakımından değil, duruşmaya gelecek tanıklar açısından da problem oluşturmaktadır. Davada taraf ya da tanık olan kadın çalışmasa bile, duruşmalar için evden adliyeye gelmesi, hem zaman gerektirir hem de maliyetlidir. Duruşmalar genellikle sabah 09:30 civarı başlamaktadır. Duruşmalardaki gecikmeler de, özellikle çalışan kadınlar açısından problem oluşturmaktadır. Davada taraf veya tanık olarak duruşmaya katılmak için neredeyse tüm gün işyerinden izin almak gerekmektedir. Yine mahkeme ara kararlarının yapılması ve takibi, davasını tek başına takip eden kadınlar açısından, başka bir gün yine işyerinden izin almak ya da evden çıkmak ve adliyeye gelme maliyetine katlanmak anlamına gelmektedir. Adliyede çocukların bırakılacağı yerlerin olmaması ve bekleme alanlarının kısıtlılığı da, kadınların adliye içi deneyimlerini ve adliyeye erişimlerini zorlaştırmaktadır. Üstelik adliyeye erişim maliyeti yalnızca dolmuş-otobüs parasıyla ölçülemez. Türkiye’de kadınların sokağa çıkma pratiklerinin kısıtlı olduğu söylenebilir. Kadınların kentsel-kamusal mekanları kullanma pratiklerine dair yapılan araştırmada, kadınların yaşam alanlarının ev ve mahalle olduğu, yakınların izin vermemesi, ev işleri, yaşlı ve çocuk bakımı sebeplerin kadınların hareket özgürlüğüne engel olduğu, kadınların hane dışı alanla ilişkilenmelerinin genel olarak, ev üzerinden ve birincil ilişkiler üzerinden kurulduğu, kadınların kent içi hareketliliklerinin kısıtlanma sebeplerinin hane içi ilişkiler, güvenlik 94 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 problemi ve kaygı olduğu tespit edilmiştir.[49] Seyahat etmekteki zorlukların, mali durumun ve çocuk bakımının kadınların adalete erişimi açısından sorun teşkil ettiğini vurgulayan CEDAW BM Komitesi, özellikle şiddet durumunda kadınların faile tamamen bağımlı olmasının, pek çok imkanı ortadan kaldırdığını belirtmektedir.[50] Bu halde, kadınların adliyeye erişimleri ya da dava takibi sürecinde sık sık adliyeye gelip gitmelerinin, parasal maliyet dışında da yüksek bir maliyeti olduğu söylenebilir. 3. Yargısal maliyetlerin yüksekliği; Adliyeye erişimin parasal maliyetinin, mahkemeye erişim maliyetinin yanında adeta devede kulak kaldığı söyleyebiliriz. Yargısal harçlar konusunda devletin görüşü şu şekilde genellenebilir:[51] Harç, kamu kurum ve kuruluşlarının sunduğu hizmetlerden yararlananlardan, bu yararlanmaları karşılığı alınan bedeldir. Yargı hizmetleri de, kuşkusuz kamu kurumlarının sunduğu en önemli hizmetlerden biridir. Anayasa’da herhangi bir yargı hizmetinin, ücretsiz olarak verileceğine ve kategorik olarak devletin harç alma yetkisi dışında tutulduğuna dair hüküm bulunmamaktadır. Öte yandan mahkeme harçları, devlet açısından önemli bir gelir kaynağıdır. CEPEJ 2012 verilerine göre, devlet tarafından elde edilen yıllık mahkeme harcı veya vergisi Türkiye açısından 637.583.272 Euro’dur. Yine 2012 yılında mahkeme haçlarının mahkemelere, adli yardıma ve savcılıklara tahsis edilen bütçe içindeki payı %46’dır.[52] Avrupa ortalaması %26,4’tür.[53] Türkiye’de yargı bütçesinin neredeyse yarısı mahkeme harçları tarafından karşılanmaktadır. 2011 yılında yürürlüğe giren yeni HMK öncesi uygulamada dava açılırken, parasal değeri varsa belirli oranlarda nispi, parasal değeri olmayan işlerde maktu harçla birlikte, düşük miktar başvuru harcı ve tebligat giderleri tahsil edilmekteydi. Dava için gerekiyorsa tanık, bilirkişi ücretleri, zamanı geldikçe ve peyderpey ödeniyordu. Bu da, mahkeme masraflarının zamana yayılması, böylece daha kolay temin edilebilmesi anlamına geliyordu. Yeni HMK uygulaması ile, dava açma sırasında gider avansı adı altında, dava sürecinde yapılması muhtemel [49]Alkan, Yerel Yönetimler ve Cinsiyet: Kadınların Kentte Görünmez Varlığı (Ankara: Dipnot Yayınları, 2005). [50] UN Committee on the Elimination of Discrimination Against Women, “Concept Note.” [51] Anayasa Mahkemesi’nin 20.10.2011 tarih ve 2011/54 E., 2011/142 K. sayılı kararı. [52] Avrupa Adaletin Etkinliği Komisyonu (CEPEJ), Avrupa Yargı Sistemleri 2014 Basımı (2012 Verileriyle): Adaletin Etkinliği ve Kalitesi, 91. [53] Ibid., 93. 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 95 HAKEMLİ Arş. Gör. Duygu HATIPOĞLU AYDIN HAKEMLİ Kadınların Adalete Erişimi masraflar peşin olarak tahsil edilmektedir.[54] Bu uygulamanın amaçlarından birinin, yüksek dava sayısının önüne geçmek ve “yargının hızlandırılması” olduğu söylenebilir. Çünkü, düşük miktarlara, çoğunlukla “gereksiz” dava açıldığı, diğer masrafların tahsilatında yaşanan gecikmelerin, yargılama süresini uzattığı düşünülmektedir.[55] Yeni uygulamanın sonuçları, adli istatistiklere şu şekilde yansımıştır:[56] (...) 2012 yılı itibariyle hukuk mahkemeleri genelinde, bir önceki yıla göre toplam gelen davalarda %5,6 oranında azalma olmasına rağmen, çıkan davalarda bir önceki yıla göre %8,2 oranında azalma olduğu görülmüştür. 2012 yılında açılan dava sayılarındaki azalmanın nedeninin, 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun, 04.02.2011 tarihli 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu ile ilga edilmesi, HMK 120. maddesi ile gider avansı getirilmesi ve davacının yargılama harçları ile her yıl Adalet Bakanlığınca çıkarılacak gider avansı (*) tarifesinde belirlenecek olan tutarı dava açarken mahkeme veznesine yatırma zorunluluğu getirilmesinden (...) kaynaklandığı söylenebilir. Yargılama masraflarının peşin alınması ile, hedeflenen amaçlardan birine, düşük oranlarla da olsa ulaşıldığı söylenebilir. Öte yandan hali hazırda yüksek yargısal maliyetler kişilerin hak arama özgürlüğünü kısıtlarken, bunların peşin tahsil edilmesi hak arama imkanlarını oldukça sınırlandırmaktadır. Mahkeme harçları ile hak arama özgürlüğü arasındaki ilişki, Anayasa Mahkemesi’nin [54] 28 Eylül 2014 tarihinde 29133 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan “Hukuk Muhakemeleri Kanunu Gider Avansı” tebliğinin 4. maddesine göre “Davacı; a) Taraf sayısının beş katı tutarında tebligat gideri, b) Dava dilekçesinde tanık deliline dayanılmış ve tanık sayısı belirlenmiş ise tanık sayısınca tanık asgari ücreti ve tebligat gideri; tanık sayısı belirtilmemiş ise en az üç tanık asgari ücreti ve tebligat gideri, c) Dava dilekçesinde keşif deliline dayanılmış ise keşif harcı avansı ile birlikte 85 TL ulaşım gideri, ç) Dava dilekçesinde bilirkişi deliline dayanılmış ise Bilirkişi Ücret Tarifesinde davanın açıldığı mahkeme için öngörülen bilirkişi ücreti, d) Diğer iş ve işlemler için 55 TL, toplamını avans olarak öder”. Bu miktarlar, yaklaşık olarak, 3 tanıklı bir boşanma davası için 270 TL, 1.000 TL talepli bir iş davası için 470 TL, yardım nafakası için (1 tanıklı) 220 TL’dir. Aynı davaların önceki uygulamadaki yaklaşık açılış maliyetleri boşanma davası için 70 TL, 1.000 TL talepli bir iş davası için 45 TL, nafaka davası için 50 TL’dir. Eski uygulama ile yeni uygulama arasındaki fark görmezden gelinemeyecek kadar büyüktür. Artık, dava açmak için yapılan başvuruda, eskisine göre neredeyse 4 katı fazla ödeme yapmak gerekmektedir. [55] Bu tespit(ler), yasanın yürürlüğe girdiği ve uygulamanın başladığı dönemlerde yapılan kişisel gözlemlerimdir. [56] Adli İstatistikler 2012 (Adalet Bakanlığı Adli Sicil ve İstatistik Genel Müdürlüğü), 160, http://www.adlisicil.adalet.gov.tr. 96 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 22.03.2012 tarih ve 2011/13 E., 2012/45 K. sayılı kararında şu şekilde açıklanmaktadır:[57] Kanun koyucunun yargı hizmetlerinin verilmesi karşılığında harç alınması biçiminde düzenleme yapma yetkisi bulunmakla birlikte, bunun Anayasa’nın 36. maddesinde düzenlenen adil yargılanma hakkını ihlal etmemesi için “harcın miktarının makul olması”, “harcın alınmasında haklı bir amacın olması”, “ulaşılmak istenen amaç ile harç miktarı arasında orantı olması” ve “ödeme gücü olmayanlar bakımından etkili adlî yardım sisteminin olması” kriterlerine uyulması gerekmektedir. Nitekim Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihatları da bu yöndedir (Tolstoy-Miloslavsky/İngiltere, 13.6.1995, No: 18139/91; Kreuz/Polonya, 18.6.2001, No: 28249/95; Bakan/Türkiye, 12.6.2007, No: 50939/99; Ülger/Türkiye, 26.6.2007, No: 25321/02). 4. Davaların görülme hızındaki yavaşlık; Adalet kurumlarına erişim başlığı altında ele alınabilecek bir diğer konu, hukuki sorunların çözülme hızıdır. Öncelikle, bazı Avrupa ülkelerinin aksine (Arnavutluk, Bulgaristan, Finlandiya, Fransa, Macaristan, İtalya,Letonya, Karadağ, Norveç, BK-İngiltere ve Galler, BK-Kuzey İrlanda ve Makedonya)[58], Türkiye’de taraflara adli işlemlerin öngörülebilir süreleri hakkında bilgi sağlama zorunluluğu yoktur. Mahkemelerin hukuki uyuşmazlıkları çözüme ulaştırma süresindeki gecikmeler, sürecin taraflarını mağdur edebilmektedir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde AİHS 6. maddesine ilişkin davaların uzunluğu şikayetiyle açılan ve karara bağlanan dava sayıları, yargılama süresinin uzunluğunun oldukça ciddi bir mesele olduğunu göstermektedir. 2010 yılı için [57] Anayasa Mahkemesi’nin adı geçen kararı keşif harcının peşin alınmasına ilişkin hükmün iptali istemine dairdir. Kararda Mahkeme keşif harcını ödeme gücü olmayanlar bakımından adli yardım olanağı bulunması ve harcın harcın, haklı bir amaç taşıması, makul ve orantılı olması ilkelerine de aykırı bir yönü olmadığı gerekçesiyle hükmü Anayasa’ya aykırı bulmamıştır. Öte yandan Anayasa Mahkemesi 20.10.2011 tarih ve 2011/54 E., 2011/142 K. sayılı kararıyla, ceza davalarında temyiz harcı ödenmesini öngören hükmü, “Ödeme gücü olmayanlara etkili adlî yardım sağlayacak bir sistem itiraz konusu kuralla birlikte düzenlenmediği gibi, genel olarak ceza yargılaması alanında da, harçlar dâhil ‘yargılama giderlerinden muafiyet’ sağlayan adlî yardım düzenlemesi bulunmamaktadır. Yine hukukumuzda adlî yardıma ilişkin tek düzenleme olan 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun ilgili hükümlerinin, kuralla getirilen temyiz harcı bakımından da uygulanmasını sağlayacak herhangi bir atıf yapılmamıştır. Dolayısıyla kural, ödeme gücü olmayanlar bakımından mahkemeye erişim hakkını engelleyecek niteliktedir” gerekçesiyle Anayasa’ya aykırı bularak iptal etmiştir. [58] Avrupa Adaletin Etkinliği Komisyonu (CEPEJ), Avrupa Yargı Sistemleri 2014 Basımı (2012 Verileriyle): Adaletin Etkinliği ve Kalitesi, 97. 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 97 HAKEMLİ Arş. Gör. Duygu HATIPOĞLU AYDIN HAKEMLİ Kadınların Adalete Erişimi Türkiye aleyhine açılan davalarda dostane çözüme ulaşan dava sayısı, hukuk mahkemelerindeki gecikmeler için 31, ceza mahkemelerindeki gecikmeler için 15’tir. Hukuk mahkemelerindeki gecikmeye ilişkin 50, ceza mahkemelerindeki gecikmeye ilişkin 33 davada, Türkiye’nin 6. maddeyi ihlal ettiğine dair karar verilmiştir.[59] AİHM, ceza davalarında 5 yıldan fazla, öncelikli hukuk davalarında[60] 2 yıldan fazla (asgari 1 yıl 10 ay), karmaşık hukuk davalarında 8 yıldan fazla süreyi, makul süre ihlali olarak değerlendirmektedir.[61] 31 Temmuz 2012 tarihli ve “Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi İçtihadı Temelinde Avrupa Konseyi Üye Devletlerinde Mahkeme Süreçlerinin Uzunluğu” başlıklı CEPEJ raporunda ise, hukuk, ceza, idari davaların tümünde gecikme sebepleri, mahkemenin yargı yetkisinin coğrafi dağılımı; hakimlerin başka yere tayin olması; hakim sayısının yetersiz olması; çok üyeli mahkemelerin (kürsülerin) sistematik şekilde kullanılması; geciken dava yükü; adli makamların hiç bir tedbire başvurmaması; usule ilişkin kurallarda sistematik eksiklikler; tarafların veya tanıkların çağrılamaması; usulsüz tebligat; mevzuatın geç yürürlüğe girmesi; idari makamlar ile yargı makamları arasında yargılama yetkisine ilişkin anlaşmazlıklar; dava dosyasının temyiz mahkemesine geç gönderilmesi; dava vekili, avukatlar yerel veya diğer makamlardan kaynaklanan gecikmeler; davanın görülmesinde yargının durağanlığı; bilirkişilere başvurulması; duruşmaların çok sık ertelenmesi; duruşmalar arasındaki süresinin çok uzun olması; duruşmanın başlamasında yaşanan büyük gecikme; Hükmün verilmesi ile mahkeme kalemine veya taraflara tebliğ edilmesi arasında çok uzun zaman geçmesi olarak tespit edilmiştir.[62] Bu sebeplerin Türkiye açısından da geçerli olduğu söylenebilir. Mahkemelerin yavaşlığı vatandaşlar açısından sorun teşkil etmektedir. TÜİK tarafından yapılan memnuniyet araştırmasının 2014 sonuçlarına göre; davaların karara bağlanma süresini sorun olarak görenlerin oranı %36,5’tir. Vatandaşların yaklaşık yarısı için, mahkemelerin davaları görme hızı problemdir. Aynı araştırma kapsamında “davaların karara bağlanma süresinde sorun var mı?” sorusu hakkında kadınların %56,92’si fikirleri olmadıklarını belirtirken, [59] Avrupa Adaletin Etkinliği Komisyonu (CEPEJ), Avrupa Yargı Sistemleri 2012 Basımı (2010 Verileriyle): Adaletin Etkinliği ve Kalitesi, 191. [60] Öncelikli davalar şunlardır: İşten çıkarma, maaşların geri kazanımı ve ticaretin kısıtlanması gibi iş anlaşmazlıkları; kaza mağdurlarının tazmini; başvuru sahibinin hapiste olduğu davalar; polisin uyguladığı şiddete ilişkin davalar; başvuru sahibinin sağlık durumunun kritik olduğu davalar; başvuru sahibinin çok yaşlı olması; aile hayatı ve çocukların ebeveynleriyle olan ilişkilerini konu alan davalar; başvuru sahibinin fiziki durumunun ve kapasitesinin sınırlı olduğu davalar. [61] Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi İçtihadı Temelinde Avrupa Konseyi Üye Devletlerinde Mahkeme Süreçlerinin Uzunluğu (CEPEJ, Temmuz 2012). [62] Ibid., 2. 98 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 %20,15’i “çok sorun var” ve %9,52’si “az sorun var” demiştir. Sorun görmeyen kadınların oranı %13,94’tür. Davaların karara bağlanması konusunda kadınların yaklaşık yarısının fikri olmaması, kadınların dava/mahkeme süreçleriyle ilişkisinin azlığı ile açıklanabilir. Diğer yandan bu konuda fikri olan kadınların yaklaşık %80’i, davaların karara bağlanma süresinde az ya da çok sorun olduğunu düşünmektedir. Hakim ve savcıların iş yükündeki fazlalık da işleyişi yavaşlatmaktadır. Hem savcılık hem mahkemeler için personelin yetersiz olması, iş yükünün fazla olması mahkeme sisteminin en önemli sorunlarındandır. Diğer yandan iş yükünün fazlalığı, dosyaların ayrıntılı şekilde ele alınamamasını doğuracaktır, bu da adli bir yargılanma hissinden tüm tarafları uzaklaştıracaktır. Hakim sayıları genel olarak vatandaşların adalete erişimi açısından önemliyken, kadınların adalete erişiminde önemli bir nokta da, hakimlerin cinsiyet olabilmektedir. “Adalet kurumlarında kadınların şikayetlerini alıp, işleme koyabilecek nitelikli ve gereğine uygun kadın personelin eksikliği”, UNDP’nin kadınların adalete erişiminde tespit ettiği engellerden biridir.[63] CEDAW, bu durumu “kadınların mahkemede yetersiz temsilleri, toplumsal cinsiyet dengesindeki bozukluklar” olarak belirtmekte ve adalete erişimdeki kurumsal ve usuli engeller arasında saymaktadır.[64] Türkiye’de ilk derece mahkemelerinde görev yapan kadın hakim sayısının, erkek hakim sayısının yaklaşık yarısı olduğu söylenebilir. 2012 verilerine göre, Türkiye’de hakimlerin %65,6’sı erkek, %34,4’ü kadındır.[65] Savcılarda durum çok daha kötüdür; %93,1’i erkek, %6,9’u kadın savcılardır.[66] Hakimlerin ve savcıların cinsiyeti de, kadınların adalete erişimini etkileyen unsurlardan biridir. Kaldı ki, hakim ve savcıların cinsiyetinden öte, cinsiyetçi bakış açıları, karar verme süreçlerinde etkili olabilmektedir. İnsan Hakları Derneği’nin “Kadına Yönelik şiddette Yargının Rolü” başlıklı çalışmasında 10.000’den fazla dosya taraması yapılmış, Trabzon’da da, Muğla’da da, 18 yaş altı taciz ve şiddet olaylarında mahkeme kararlarına “kendi rızalarıyla” fikrinin yansıdığı tespit edilmiştir.[67] [63] Sarah Douglas, Gender Equality and Justice Programming: Equitable Access to Justice For Women, UNDP, 2007, 18. [64] UN Committee on the Elimination of Discrimination Against Women, “Concept Note,” 10. [65] Avrupa Adaletin Etkinliği Komisyonu (CEPEJ), Avrupa Yargı Sistemleri 2014 Basımı (2012 Verileriyle): Adaletin Etkinliği ve Kalitesi, 334. [66] Ibid., 342. [67] Projenin tam adı “Kadınlara Karşı Şiddetin Ortadan Kaldırılmasında STKların Yargı Üzerindeki Gözetim Kapasitesinin Güçlendirilmesi”dir. Proje sonuçları kamuoyu ile 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 99 HAKEMLİ Arş. Gör. Duygu HATIPOĞLU AYDIN HAKEMLİ Kadınların Adalete Erişimi 5. Karmaşık usul işlemleri, hukuk dilinin anlaşılmazlığı Adalete erişimde önemli bir başlık olan adil prosedür kapsamında, vatandaşların davalarını/kendilerini etkili şekilde savunmak için imkanları olup olmadığı, uyuşmazlıkların adil bir şekilde çözülüp çözülmediği, yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı gibi durumlar tartışılmaktadır. Mahkemedeki işlemler, genel olarak vatandaşlar tarafından sorun olarak görülmektedir. TÜİK memnuniyet araştırması 2014 verilerine göre, mahkemelerdeki işlemleri sorun olarak görenlerin oranı %28,7’dir. Kadınların %58,42’sinin bu konuda fikri yoktur, sorun görmeyenlerin oranı ise %%17,95’tir. %23,63’ü ise az ya da çok sorun görmektedir.[68] Kadınlar arasında fikri olmayanların yaklaşık %60’lık oranı, kadınların mahkeme deneyimlerinin azlığı ile açıklanabilir. Öte yandan mahkeme işlemleri hakkında fikri olan kadınların yaklaşık %60’ı mahkeme işlemlerinde az ya da çok sorun olduğunu belirtmesi, deneyimin de olumlu yaşanmadığının bir göstergesi olabilir. Her ne kadar yasaların lafzında ayrımcılığa rastlanmasa da, uygulamadaki tarafsızlık konusunda vatandaşların, yasaların tarafsız uygulandığını düşünmedikleri bir gerçektir. TÜİK memnuniyet araştırmasına göre yasaların herkese tarafsız uygulanmasını, mahkeme ve adli sistemin sorunlarından biri olarak görenlerin oranı %36,9’dur. Kadınların %54,52’sinin fikri yoktur, %20,28’i çok, %10,09’u az sorun olduğunu belirtirken, %15,12’si sorun görmediğini belirtmiştir.[69] Yine kadınların yarısının yasaların tarafsız uygulanıp uygulanmadığı konusunda fikri olmamakla birlikte, fikri olan kadınların yaklaşık %60’ı, yasaların uygulanmasında tarafsız olunmadığını düşünmektedir. Bu oranın, adalet sistemine ilişkin güvenin oldukça düşük olduğuna dair bir karine teşkil ettiği düşünülebilir. Diğer yandan adil prosedürler bakımından, mahkemelerin işleyişi ve uygulamanın tarafsızlığı yanında, sistemdeki yozlaşma da büyük önem taşımaktadır. Yozlaşmanın bir yanı “adalet sisteminde kayırmacılık ve güç ilişkileri”dir.[70] Bu konu tarafsızlıkla da ilişkilidir. Transparency International’ın dünya çapında yürüttüğü araştırmanın 2013 yılı Türkiye sonuçlarına göre, araştırmaya paylaşılmamıştır. http://www.ihd.org.tr/kadina-karsi-siddetin-ortadan-kaldirilmasiprojesi/, E.T. 05.09.2015. [68] TÜİK Yaşam Memnuniyeti Araştırması 2014, “Mahkemelerdeki İşlemlerde Sorun Var Mı?” [69] TÜİK Yaşam Memnuniyeti Araştırması 2014, “Yasaların Herkese Tarafsız Uygulanmasında Sorun Var Mı?” [70] Mithat Sancar ve Suavi Aydın, “Biraz Adil, Biraz Değil...” Demokratikleşme Sürecinde Toplumun Yargı Algısı (TESEV Yayınları, 2009), 35 vd. 100 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 katılanların %43’ü yargıda yozlaşma/çok yozlaşma olduğunu düşünmektedir. Katılımcıların %13’ü, son 1 yıl içinde yargı sisteminde rüşvet verdiğini belirtmiştir.[71] CEDAW, devletin sorumlu olduğu işlerin özelleştirilmesini ve bu alanlardaki yozlaşmayı, yargı sisteminde bağımsızlık ve özerkli olmaması ile birlikte, kadınların adalete erişimindeki engellerden biri olarak kabul etmektedir.[72] Davanın karara bağlanmasıyla temyiz süreci başlamaktadır. İstisnalar olmakla birlikte, kararların temyizi kabildir. Ancak temyiz için yeniden masraf yapmak gerekmektedir.[73] Temyiz süreleri de özellikle davasını kendi takip eden kadınlar açısından kısa kalmaktadır.[74] Ayrıca yeni HMK uyarınca temyiz talebinin “kötüniyetli” yapıldığı anlaşılırsa, kötüniyetli taraf 500 TL’den 5.000 TL’ye kadar disiplin para cezası ile cezalandırılabilmektedir (HMK 368/1 yollamasıyla HMK 329). Bazı kararların icrası için kesinleşmesi gerekmektedir. Kesinleşme için ya tarafların temyiz yoluna başvurmamış olması ya da temyiz incelemesinden geçen kararın onanması gerekir. Örneğin boşanma davasının kabulü kararının hukuk aleminde sonuç doğurması için kesinleşmesi gerekmektedir. HMK 367/2 uyarınca kişiler hukuku, aile hukuku ve taşınmaz mal ile ilgili ayni haklara ilişkin kararlar kesinleşmedikçe yerine getirilemez. Bu bakımdan temyizde geçen uzun süreler, sonuç alınmasını zorlaştırmaktadır. 7. Mahkeme kararlarının uygulan(a)maması Kişilerin adalet duygularını tatmin eden kararların verilmesi ve bu kararların hayata geçmesi, adalete erişim sürecinin son aşaması olarak düşünülebilir. Kadınların zararını karşılayacak uygun tazminat biçimlerinin yokluğu, ayrımcı olmayan, önleyici, vaktinde, tatminkar, orantılı ya da dönüştürücü çözümlere [71] Global Corruption Barometer 2013, National Results: Turkey. Araştırmaya göre en yüksek yozlaşmanın %66 ile siyasi partilerde olduğu düşünülmektedir. %42 ile eğitim sistemi ve %43 ile sağlık sistemi yargı ile aynı oranlara sahiptir. Katılımcıların %38’i polisin, %42’si de kamu görevlilerinin yozlaştığını düşünmektedir. Diğer yandan katılımcıların %23’ü polise, %20’si kayıt ve izin sistemlerine rüşvet verdiğini belirtmiştir. [72] UN Committee on the Elimination of Discrimination Against Women, “Concept Note.” [73] Yargıtay’a ceza davalarında başvurma harcı alınmasına yönelik hüküm Anayasa Mahkemesi kararı ile iptal edilmiştir. Yargıtay hukuk dairelerine başvurmak için 2015 yılı Harçlar Tarifesine göre 45.60 TL maktu harç ve 136 TL temyiz yoluna başvurma harcı ödemek ve ayrıca posta masrafları adı altında, dosyanın hacmine göre değişen bir miktar ücret yatırmak gerekmektedir. [74] Temyiz süreleri asliye hukuk mahkemelerinde tebliğden itibaren 15, sulh hukuk mahkemelerinde tebliğden itibaren 8, iş mahkemelerinde tefhimden itibaren (yüze okunmadan itibaren) 8 ve ceza mahkemelerinde tefhimden itibaren 7 gündür. 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 101 HAKEMLİ Arş. Gör. Duygu HATIPOĞLU AYDIN HAKEMLİ Kadınların Adalete Erişimi erişimi sağlamakta başarısız bir adalet sistemi, BM CEDAW Komitesi tarafından kadınların adalete erişimindeki engeller olarak belirtilmiştir.[75] Şiddet gören kadınların aldığı koruma ya da tedbir kararlarının etkisizliği de önemli bir sorundur. Çoğu kadın, defalarca uzaklaştırma kararı almasına rağmen, partnerlerinin şiddetinden korunamamaktan şikayetçidir. Ne kadar çok koruma kararı verilirse verilsin, bu kararların etkin şekilde uygulanmaması, özellikle şiddet durumlarında mağduriyeti iki katına çıkarmaktadır. Daha önce belirttiğim gibi, mahkemeden lehe bir karar çıkması her zaman adaleti sağlamaya yetmeyebilir. Kadınların adalete erişiminde “adalet arayışıyla yola çıkan kadınları koruyucu mekanizmaların eksikliği”[76] de, mahkeme kararlarının etkililiğini azaltmaktadır. Örneğin şiddete maruz kalan kadınların adalete erişim sürecindeki önemli çözüm mekanizmalarından biri olması olarak sığınma evleri, erişim bakımından da kapasite açısından da oldukça yetersizdir. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü (KSGM) verilerine göre, Haziran 2013 itibarıyla Türkiye’de toplam 120 kadın sığınma evi bulunmaktadır. Bu sığınma evlerinin 87’si KSGM, 32’si yerel yönetimler, 1’i ise sivil toplum kuruluşunca işletilmektedir.[77] Sonuç Adalete erişim ne sadece kadınların sorunudur, ne de yalnızca mahkeme süreçleriyle kısıtlıdır. Hukuki uyuşmazlığın doğumundan etkili şekilde çözülmesine kadar geçen süreci kapsar. Bu süreçteki aksaklıklar, aslında adalet anlayışındaki eksikliklerin bir göstergesidir. Kadınlar adalete erişim sürecinde, toplumda egemen cinsiyet rolleri gereği, erkeklere göre daha mağdur olabilmektedir. Eğitimsizlik, sosyal yaşamdan dışlanma, eve kapanma, yoksulluk gibi olgular da mağduriyeti katmanlaştırmaktadır. Kadınların hukuksal problemlerinde danışma ve temsil eksikliği adalete erişim önündeki engellerden biridir. Adli yardım sistemindeki yargılama giderlerinden muafiyet ve ücretsiz avukatlık hizmeti oldukça kısıtlıdır ve bu hizmetlere kolay ulaşılamamaktadır. Adli yardım başvurularında istenen belgeleri toplamak [75] CEDAW/C/GC/33, KadınlarınAdalete Erişimi Hakkında Genel Tavsiye, 23 Temmuz 2015. [76]Douglas, Gender Equality and Justice Programming: Equitable Access to Justice For Women, 18. [77] “Sığınmaevleri Mağdurlara Yetişemiyor” başlıklı haber, http://www.milliyet.com.tr/ siginmaevleri-magdurlara-yetisemiyo/gundem/detay/1754620/default.htm, E.T. 05.09.2015 102 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 bile sorun olmaktadır. Üstelik örneğin asgari ücretle çalışan ya da babasından vb aylık alan ya da üzerinde mal olan ancak bu mal üzerinde tasarruf hakkı olmayan kadınların adli yardım hizmetinden yararlanması çok zordur. Adli yardım hizmeti yaygınlaştırılmalı, herkes açısından kolay ulaşılabilir olmalıdır. Adli yardım fonu Adalet Bakanlığı tarafından artırılmalı, ceza yargılamasındaki zorunlu müdafilik sistemine benzer şekilde, hukuk davalarında da zorunlu avukatlık hizmeti getirilmeli, hukuk davalarında adli yardım ihtiyari olmaktan çıkarılmalıdır. Kadınlara hukuki danışma hizmeti verecek hukuk klinikleri gibi oluşumların yaygınlaştırılması da, adalete erişim önündeki engelleri kaldırmaya yönelik önlemler olarak tartışılmaktadır. Kadınların adalet kurumlarına erişimindeki engeller de adalete erişimde diğer bir sorun alanıdır. Burada hem fiziksel engeller hem de adalet hizmeti sunanlardan kaynaklanan engeller etkilidir. Özellikle ev içi şiddete maruz kalan kadınların polis ve savcılık deneyimlerinin, mağduriyetlerini artırdığı söylenebilir. Bunun için örneğin her karakolda, toplumsal cinsiyet eğitimi almış, kadına yönelik şiddet, istismar gibi vakalarla özel olarak ilgilenecek, kadın personelin istihdamı sağlanmalıdır. Şiddet, istismar, taciz gibi durumlarla ilgilenen, şikayetleri alan savcıların da, aynı şekilde davalara bakan hakimlerin de, kadın haklarına ilişkin toplumdaki genel duyarsızlık halinden bağışık, ayrımcı değer yargılarından ve cinsiyetçi bakış açısından uzak bir şekilde hizmet vermeleri, kamu görevlilerinin kadınların haklarının ihlali konusunda yeterli duyarlılığı göstermeleri gerekmektedir. Hizmetin bu şekilde verilmesinin temini için, kamu görevlilerinin kişisel sorumluluğunu öngören mekanizmalar kurulabilir. Adalet kurumlarına fiziksel erişim de kadınlar açısından sorun teşkil etmektedir. Öncelikle toplumda kadınların kamusal mekanları kullanma düzeyleri düşüktür. Yoksulluk, evde çalışma, yaşlı ve çocuk bakımı gibi unsurlar, kadınların hukuksal süreçlere katılmalarında zaman ve kaynak eksikliği yaratmaktadır. Adliyede duruşmaların gecikmesi, ara işlemler sebebiyle davaların uzaması, özellikle çalışan kadınların işyerinden izin almasında zorluklar yaşamalarına ve bir süre sonra ya işlerini ya da davalarını kaybetmelerine yol açabilmektedir. Adliye mekanında bekleme yerlerinin kısıtlılığı, çocuk bakım yerlerinin olmaması gibi sebeplerle de, kadınlar adliye mekanından uzak durmayı tercih edebilmektedir. Yargısal maliyetlerin yüksekliği kadınların adalete erişimindeki engellerden biridir. Özellikle hukuk davalarında, örneğin, eşine karşı taraf olan kadınların yüksek yargı harçlarını ödemekte sıkıntı yaşaması olasıdır. Dava harcını bulamadığı için davasını açamayan kadınların, bir çeşit “kaderlerine razı olma” durumu yaşamaları mümkündür. Davaların görülme hızındaki yavaşlıkla birlikte, mahkemelerin adalet dağıtan kurumlar olduğuna dair inanç baştan 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 103 HAKEMLİ Arş. Gör. Duygu HATIPOĞLU AYDIN HAKEMLİ Kadınların Adalete Erişimi sarsılabilmektedir. Boşanma, koruma, mülkiyet anlaşmazlıklarının karara bağlandığı mahkemelerin sayısının ve hakim, savcıların artırılması, iş yükü sebebiyle uzun süren yargılamaları kadınlar açısından problem olmaktan çıkarabilecektir. Ayrıca yargısal harç ve vergilerin de düşürülmesi ile ödeme güçlüğü çekenlerin kolaylıkla adli yardım hizmetinden faydalandırılması yönünde düzenlemeler yapılması gerekmektedir. Karmaşık usul işlemleri ve sistemdeki yozlaşma da, kadınların adalete erişimindeki engellerdendir. Burada yaşanan kayırmacılık ya da güç ilişkileri, kadınların mağduriyetini artırmaktadır. Herkese eşit, tarafsız muamele gösterilmeli, yasalar, hakim, savcıların kişisel kanaatlerince yorumlanmadan uygulanmalıdır. Diğer yandan kadınlar bir şekilde sisteme dahil olmuş olsalar da, hukuk dilinin anlaşılmazlığı kadınları sistemin dışına itebilmektedir. Bu nedenle adalet süreçlerinde, kadınların kendilerini kolaylıkla ifade edebilmelerini sağlamanın yanında, kadınların sürecin dışında kalmalarını önlemek için, usul işlemlerinin basitleştirilmesi, dilin sadeleştirilmesi gerekmektedir. Adalete erişimi bir süreç olarak ele aldığımızda, sürecin sonunda verilen kararın, tek başına bir anlamı yoktur. Kadınlar açısından en büyük problem, elinde mahkeme kararı olmasına rağmen hala sorunlarının çözülmemesidir. Mahkeme kararlarının uygulan(a)maması, en büyük sorunlardan biridir. Türkiye’de koruma/ tedbir kararlarının etkisizliği, nafaka alacaklarının icrasında yaşanan sorunlar, şiddet, istismar gibi durumlarda koruyucu mekanizmaların eksikliği ve azlığı, görüşmeciler tarafından da ortaya konmuştur. Adalet arayışıyla yola çıkan kadınların, süreç sonucunda bir neticeye ulaşamamaları, adalete erişim önündeki engellerdendir. Bu sebeple, sadece yasaların çıkarılması değil, yasaların uygulanması ve kadınların hayatlarında bir fark yaratabilmesi için gerekli önlemlerin alınması, uygulanmayan mahkeme kararları için uygulayıcılarının sorumluluğuna gidilmesi gerekmektedir. Kadınların adalete erişimi önündeki engellerin kaldırılmasına yönelik her faaliyette, liberal normatif eşitlik prensibinin başarısızlığı göz ardı edilmemelidir. Bu nedenle yalnızca yasaların herkese eşit, tarafsız hükümler öngörmesi yetmemektedir, yasaların uygulanmasında da ortaya çıkan eşitsizlikleri gören ve bunların üstesinden gelmeye çabalayan bir “eşitlik” anlayışına ihtiyaç vardır. Kadınlar için adalet ancak bu şekilde sağlanabilir. 104 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 KAYNAKÇA Adli İstatistikler 2012. Adalet Bakanlığı Adli Sicil ve İstatistik Genel Müdürlüğü, http://www.adlisicil.adalet.gov.tr., E.T. 09.12.2013 Alkan, Ayten. Yerel Yönetimler ve Cinsiyet: Kadınların Kentte Görünmez Varlığı. Ankara: Dipnot Yayınları, 2005. Altıparmak, Özlem. “Pro Bono ve Adalete Erişim.” Bianet – Bağımsız İletişim Ağı. http://www.bianet.org/bianet/hukuk/151037-pro-bono-ve-adalete-erisim., E.T. 09.12.2013 American Bar Association. Access to Justice Assessment Tool: A Guide To Analyzing Access to Justice for Civil Society Organizations. American Bar Association, 2012. Anayasa Mahkemesi, 30.12.2010 tarih ve 2008/105 E., 2010/123 K. sayılı kararı ———. 20.10.2011 tarih ve 2011/54 E., 2011/142 K. sayılı kararı. Ankara Üniversitesi Ev-İçi Adalet Birimi, http://evici-adalet.org/, E.T. 09.12.2013 Avrupa Adaletin Etkinliği Komisyonu (CEPEJ). Avrupa Yargı Sistemleri 2014 Basımı (2012 Verileriyle): Adaletin Etkinliği ve Kalitesi. CEPEJ Çalışmaları. Fransa: Avrupa Konseyi Yayınları, 2014. http://www.sgb.adalet.gov.tr/ekler/ yayin/cepej-raporu-2015-turkce.pdf ———. Avrupa Yargı Sistemleri 2012 Basımı (2010 Verileriyle): Adaletin Etkinliği ve Kalitesi. CEPEJ Çalışmaları. Çev. Lingua Tercüme ve Çeviri Hizmetleri. Fransa: Avrupa Konseyi Yayınları, 2012. http://www.cepej.adalet.gov. tr/dosya/dokumanlar/2010-yili-CEPEJ.pdf. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi İçtihadı Temelinde Avrupa Konseyi Üye Devletlerinde Mahkeme Süreçlerinin Uzunluğu. CEPEJ, Temmuz 2012. http:// www.cepej.adalet.gov.tr/dosya/dokumanlar/MAHKEME-SURECLERININUZUNLUGUNA-ILISKIN-RAPOR.pdf., E.T. 05.09.2015 Bedner, A. W., J. A. C. Vel, Faculteit der Rechtsgeleerdheid, and Faculteit der Rechtsgeleerdheid. “An Analytical Framework for Empirical Research on Access to Justice.” Article / Letter to editor. 15, 2010. https://openaccess. leidenuniv.nl/handle/1887/18074. 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 105 HAKEMLİ Arş. Gör. Duygu HATIPOĞLU AYDIN HAKEMLİ Kadınların Adalete Erişimi CEDAW/C/GC/33, Kadınların Adalete Erişimi Hakkında Genel Tavsiye, 23 Temmuz 2015. Douglas, Sarah. Gender Equality and Justice Programming: Equitable Access to Justice For Women. United Nations Development Programme, 2007. Global Corruption Barometer 2013, National Results: Turkey, http://www. transparency.org/gcb2013/country/?country=turkey, E.T. 05.09.2015 Gould, Jon B., and Scott Barclay. “Mind the Gap: The Place of Gap Studies in Sociolegal Scholarship.” Annual Review of Law and Social Science 8, no. 1 (2012): 323–335. doi:10.1146/annurev-lawsocsci-102811-173833. Macdonald, Roderick A. “Access To Justice in 2003- Scope, Scale, Ambitions.” Canada: The Law Society of Upper Canada, 2003. Milovanovic, Dragan. An Introduction to the Sociology of Law. 3 edition. Criminal Justice Pr, 2003. Mossman, Mary Jane. “Gender Equality, Family Law and Access to Justice.” International Journal of Law and the Family 8 (1994): 357. ———. “Shoulder to Shoulder: Gender and Access to Justice.” Windsor Yearbook of Access to Justice 10 (1990): 351. Munger, Frank. “Mapping Law and Society.” In Crossing Boundaries: Traditions and Transformations in Law and Society Research, edited by Austin Sarat, 21–88. Northwestern University Press, 1998. Nelken, David. “Gap Problem in the Sociology of Law: A Theoretical Review, The.” Windsor Yearbook of Access to Justice 1 (1981): 35. Sancar, Mithat, ve Suavi Aydın. “Biraz Adil, Biraz Değil...” Demokratikleşme Sürecinde Toplumun Yargı Algısı. TESEV Yayınları, 2009. Silbey, Susan S. “Law and Society Movement.” Edited by Herbert M. Kritzer. Legal Systems of the World: A Political, Social and Cultural Encyclopedia. Santa Barbara, California: ABC CLIO, 2002. Tushnet, Mark. “Legal Scholarship: Its Causes and Cure.” Yale Law Journal 90 (1981 1980): 1205. TÜİK Hanehalkı Bilişim Teknolojileri Kullanım Araştırması 2015, 18 Ağustos 2015, http://www.tuik.gov.tr/PreHaberBultenleri.do?id=18660, E.T. 05.09.2015. 106 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 ———. Yaşam Memnuniyeti Araştırması 2014, Mahkeme ve Adli Sistem ile İlgili Konuları Sorun Olarak Görenlerin Oranları, http://tuikapp.tuik.gov. tr/yasamapp/yasam.zul, E.T. 05.09.2015. ———. Yaşam Memnuniyeti Araştırması 2014, “Mahkemelerdeki İşlemlerde Sorun Var Mı?”, http://tuikapp.tuik.gov.tr/yasamapp/yasam.zul, E.T. 05.09.2015. ———. Yaşam Memnuniyeti Araştırması 2014, “Yasaların Herkese Tarafsız Uygulanmasında Sorun Var Mı?”, http://tuikapp.tuik.gov.tr/yasamapp/yasam. zul, E.T. 05.09.2015. Türkiye’de Kadın İşgücü Profili ve İstatistiklerinin Analizi. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü, 2014, Ankara. UN Committee on the Elimination of Discrimination Against Women. “Access to Justice- Concept Note for Half Day General Discussion,” Ocak 2013. http://www2.ohchr.org/english/bodies/cedaw/docs/Discussion2013/ ConceptNoteAccessToJustice.pdf. E.T. 05.09.2015 UNDP. “Access to Justice: Practice Note.” United Nations Development Programme, 2004. “Adli Yardım İsteyen Kadınlara Verilen Avukat Desteği” başlıklı, 20.08.2013 tarihli haber, http://www.sondakika.com/haber/haber-adli-yardim-isteyenkadinlara-verilen-avukat-4961102/, E.T. 05.09.2015. “Kadınlara Karşı Şiddetin Ortadan Kaldırılmasında STKların Yargı Üzerindeki Gözetim Kapasitesinin Güçlendirilmesi”. http://www.ihd.org.tr/kadinakarsi-siddetin-ortadan-kaldirilmasi-projesi/, E.T. 05.09.2015. “Legal Framework and Access to Justice”, http://www.gsdrc.org/go/topicguides/gender/legal-framework-and-access-to-justice#intl, E.T. 05.09.2015. “Sığınmaevleri Mağdurlara Yetişemiyor” başlıklı haber, http://www.milliyet. com.tr/siginmaevleri-magdurlara-yetisemiyo/gundem/detay/1754620/default. htm, E.T. 05.09.2015 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 107 HAKEMLİ Arş. Gör. Duygu HATIPOĞLU AYDIN HAKEMLİ Olguda Seçicilik: Tecavüzün Tanımlanması* Arş. Gör. Olcay KARACAN** Makalenin Geldiği Tarih: 20.10.2015 Kabul Tarihi: 07.12.2015 * Bu makale hakem incelemesinden geçmiştir ve TÜBİTAK – ULAKBİM Veri Tabanında indekslenmektedir. ** Çukurova Üniversitesi Hukuk Fakültesi. ÖZ Tecavüz tecavüzdür. Tecavüzün tanımlanmasına ne gerek var ki diye düşünülebilir. Fakat tecavüz mağdurların katlanmak zorunda kaldıkları, direnme imkânlarının bulunmadığı her cinsel ilişki cinsel ilişki günümüzde bile tecavüz olarak değerlendirilmemektedir. Her türlü zora dayalı cinsellik hala tecavüz kabul olarak kabul edilmemektedir. Ne yazık ki tecavüz hala cinsel saldırıya odaklanılarak tanımlanmaktadır. Diğer bir ifadeyle tecavüzün tanımına zora dayalı tüm cinsel ilişkiler dahil edilmeyerek, tecavüzün tanımında olguda seçicilik yapılmaktadır. Buradan hareketle tecavüzün tanımında olguda seçicilik yapılmasının yalnızca hukuk teorisiyle ilgili bir tartışma olmadığı söylenilebilir. Çok sayıda insanın rızasının olmadan yaşamak zorunda kaldıkları, başka bir değişle katlanmak zorunda kaldıkları cinsel ilişkilerde; bu insanların tecavüz mağduru olarak kabul edilmemesinin hukuk pratiği açısından da vahim sonuçları olduğu rahatlıkla ileri sürülebilir. Anahtar Kelimeler: Cinsel saldırı, tecavüz, rıza, mağdur, tanım. SELECTIVITY IN THE PHENOMENON: THE DEFINITION OF THE R APE ABSTR ACT Rape is rape. One may ask why the definition of rape is needed. However, the definition of rape not only affects victims and perpetrators of rape this definition also affects the lives of many people. Even today, all kinds of coercive sex is not considered as rape. Because of this reason the definetion of rape is a very important issue. Unfortunately, rape is still defined by focusing on sexual assault. If there is no sexual assault in the rape, rape is ignored. Especialy in cases in which victims has no consents or are obligated to sexual intercourse or they have no possibility to resist, these kinds of sexual intercourses are not considered as rape. More precisely, there is a sexual intercourse not including forcible sexual assult, is not placed in the definition of rape. In other words, definition of other words, does not include sexual violence witout sexual assult. Thus in defining rape, selectivity in phenomenon is made. Therefore, the definition of rape is not only a matter of legal theory. Keywords: Sexsual assult, rape, consent, victim, definition. 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 111 HAKEMLİ Arş. Gör. Olcay KARACAN HAKEMLİ Olguda Seçicilik: Tecavüzün Tanımlanması OLGUDA SEÇİCİLİK: TECAVÜZÜN TANIMLANMASI Tecavüz tecavüzdür. Tecavüzün tanımlanmasına ne gerek var ki diye düşünülebilir. Fakat tecavüz mağdurların rıza göstermedikleri her cinsel ilişki günümüzde bile tecavüz olarak kabul edilmemektedir.[1] Ne yazık ki tecavüz hala cinsel saldırıya odaklanılarak tanımlanmaktadır. Her türlü zora dayalı cinsellik hala tecavüz olarak değerlendirmektedir. [2] Bu durumda cinsel saldırı içermeyen tecavüzler yok sayılmaktadır. Özellikle mağdurların, katlanmak zorunda kaldıkları, direnme imkânlarının bulunmadığı cinsel ilişkiler tecavüz olarak görülmemektedir. [3] Diğer bir ifadeyle tecavüzün tanımına zora dayalı tüm cinsel ilişkiler dahil edilmeyerek, tecavüzün tanımında olguda seçicilik yapılmaktadır. Buradan hareketle tecavüzün tanımında olguda seçicilik yapılmasının yalnızca hukuk teorisiyle ilgili bir tartışma olmadığı söylenilebilir. Çok sayıda insanın rıza göstermediği katlanmak zorunda bırakıldıkları cinsel ilişkilerde bu insanların, tecavüz mağduru olarak kabul edilmemesinin hukuk pratiği açısından da vahim sonuçları olduğu rahatlıkla ileri sürülebilir. Bu çalışmada ilk önce zora dayalı cinsel ilişki türlerinden bazılarının hukuk düzenlerinde tecavüz olarak kabul edilme sürecinden bahsedilecektir. Ardından Türk Ceza Kanun’unda tecavüzün tanımlanmasıyla ilgili sürece değinilecektir. Ardından da TCK’daki tecavüzün tanımıyla ilgili problemin bazı boyutlarına değinilmeye çalışılacaktır. Nihayetinde tecavüzün tanımına zora dayalı tüm cinsel ilişkiler dahil edilmeyerek, tecavüzün tanımı yapılırken olguda seçicilik yapıldığından söz edilecektir. Hukuki kavramların objektif olduğuna dair algıdan yola çıkıldığında çeşitli hukuk düzenlerinde tecavüzün geçmişten günümüze çok farklı biçimlerde tanımlanmış hala da tanımlanıyor olması ilk bakışta çok şaşırtıcı gelebilir. Fakat bu kavramlar oluşturulurken toplumdaki iktidar ilişkilerinden önemli ölçüde etkilenildiği göz önüne alındığı takdirde tecavüzün çok farklı biçimlerde tanımlanması pek de şaşırtıcı gelmeyecektir.[4] Buradan hareketle tecavüzün tanımı her ne kadar feministlerin verdikleri mücadeleler sonucu değişmişse de tecavüzün tanımının geç ve güç değişmesinde (halen de istenilen biçimde [1] Edward Schiappa, Definations and Poitics of Meaning, Southern Illinois University Press, 2003, s.49-65. [2] Türkan Yalçın Sancar, “Şiddet Kültüründe ve Ceza Hukuku Açısından kadına Yönelik Şiddet”, Kadınların ve Kız Çocuklarının İnsan hakları: Kadına Yönelik Şiddet ve Ev-İçi Şiddet, Savaş Yayınevi, Anakara, 2014. S.131. [3] Türkan Yalçın Sançar, Türk Ceza Hukukunda Kadın, Seçkin Yayınevi, Ankara, 2013, s. 201-205. [4] Schiappa, Definations and Poitics …s .68. 112 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 değişmemesinde) toplumdaki erkek egemenliğine dayalı iktidar ilişkilerinin önemli yeri olduğu da rahatlıkla söylenilebilir.[5] Tecavüz yakın geçmişe kadar çeşitli hukuk düzenlerinde ahlaka aykırı suç olarak düzenleniyordu. Daha açık bir anlatımla tecavüzün kadınların iffetlerine [6] ve ailelerindeki erkek üyelerin şereflerine yönelik cinsel saldırı olduğu kabul ediliyordu.[7] Diğer bir ifade tecavüz, tecavüz mağdurlarının bizzat kendilerine yönelik bir suç olarak görülmüyordu. Hatta yalnızca yabancı erkelerin yabancı kadınlara tecavüz edebileceği farz ediliyordu. Evlilik içi tecavüz başta olmak üzere yakın ilişkilerdeki cinsel zorlamalar, tecavüzün tanımına dâhil edilmiyordu. Erkeklerin tecavüze uğrayabileceği ise hiç kabul edilmiyordu. Tecavüz cinsel saldırıya odaklanılarak tanımlanıyordu. [8] Feministlerin yoğun ve uzun soluklu mücadeleleri tecavüz, özellikle liberal hukuk düzenlerinde ahlaka aykırı veya aile düzenine karşı bir suç olarak değil beden bütünlüğüne yönelik ve bireye ve bireyin cinsel özgürlüğe karşı suç olarak düzenlenmeye başlanmıştır. Erkeklerin de tecavüz mağduru olabilecekleri kabul edilmiştir. Başta evlilik içi tecavüz olmak üzere yakın ilişkilerdeki taraflardan birinin rıza göstermediği cinsel ilişkilerde tecavüz kapsamına sokulmuştur.[9] Catherina MacKinnon, tecavüzün cinsel saldırıya odaklanılarak tanımlanmasının yeterli olmayabileceğini söyleyerek, tecavüz mağdurlarına yönelik fiziksel saldırı dışındaki her türlü zor kullanılarak mağdurların katlanmak zorunda bırakıldıkları cinsel ilişkilerin de tecavüz olarak değerlendirilmesi gerektiğini dile getirmiştir.[10] MacKinnon, tecavüzün yalnızca fiziksel güç eşitsizliğinden kaynaklamadığını, her türlü eşitsiz ilişkiden beslendiği, fiziksel güç haricindeki başka zorlama araçları kullanılarak, pek çok kişinin başta kadınlar olmak üzere tercih etmedikleri cinsel ilişkileri katlanmak zorunda kalabileceklerini [5] Bkz. Schiappa, Definations and Poitics .49-65. Bkz. Yalçın Sancar, Türk Ceza…s. 102-104. [6] Fahri Gökçen Taner, Türk Ceza Hukukunda Cinsel Özgürlüğe Karşı Suçlar, Seçkin Yayınevi, Ankara,2013,s.46.50. [7] Yalçın Sancar, Türk Ceza ….s. 103. [8] Schiappa, Definations and Poitics …s .45-69. [9] Yalçın Sancar, “ Kadına…s 128-132. [10] Carol Smart, Law, Feminism and Sexuality: From Essence to Ethics? Law, Feminism and Sexuality: From Essence to Ethics? “ CJLS/RCDS Vol. 9. , 1994, s. 25-28. *Smart makalesinde bazı feministlerin bu görüşte olduğunu belirtmiştir. Kendisi bu görüşü her bakımdan desteklememektedir. 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 113 HAKEMLİ Arş. Gör. Olcay KARACAN HAKEMLİ Olguda Seçicilik: Tecavüzün Tanımlanması belirtmiştir. [11] Zaten Türkan Yalçın-Sancar’a göre tecavüz mağdurun rızasının yokluğuna dayalı bir eylemdir.[12] Feministler tecavüz eylemini değerlendirilirken başvurulan rıza kavramının kadınların içinde bulunduğu koşulları göz önüne alınarak değerlendirilmesi gerektiğinin üzerinde durmuşlardır. Zira rıza kavramı liberal hukuk düzenlerinde eşit ve özgür insanların gönüllü tercihe dayalı onay verdikleri veya kabul ettikleri durumları belirtmek için kullanılmaktadır. Fakat feministler cinsel ilişkiye rıza gösterme denilince eşitlik ve özürlüğe dayalı öncüllerden hareket ederek tercih yapmanın kadınların cinsellikteki rızasını açıklamak için yeterli olmadığını dile getirmişlerdir. Zira erkek egemenliğine dayalı koşullarda kadınların bazı durumlarda gönüllü olarak tercih etmedikleri cinsel ilişkileri yaşamak zorunda bırakıldığını söylemişlerdir.[13] Başka bir deyişle, kadınlar tarafından katlanmak zorunda kalınan cinsel ilişkinin rızaya dayalı cinsel ilişki olarak değerlendirilmemesi gerektiğini dile getirmişlerdir.[14] Bazı hallerde erkeklerin zorlamaları sonucu kadınların direnme imkanları bulunmadığından istemedikleri cinsel ilişkileri kabul etmek zorunda kaldıkları veya onay vermek zorunda kaldıklarının altını çizmişlerdir. Bu durumda rıza kavramının önemli bileşenlerinden birsi olan gönüllü tercihten bahsedilemeyeceğini belirtmişlerdir.[15] Mağdurların direncinin düzeyine bakılarak rızanın varlığın belirlenmesi pek çok zora dayalı cinsel ilişkinin tecavüz olarak değerlendirilmemesini de beraberinde getirmektedir. Bu nedenle tecavüzün tanımında yer verilen cinsel ilişkide rıza göstermemenin ‘direnme’ üzerinden içinin doldurulması oldukça eleştirilmiştir.[16] Zira Seher Kırbaş Canikoğlu’na göre de “Mahkemelerde mağdur kadınlara cinsel saldırı sırasında bağırıp bağırmadıkları, direnç gösterip göstermedikleri, failin zor kullanıp kullanmadığı sorulmakta; fail zor kullandı ise mağdurun vücudunda darp ve cebrin izlerini görmek istemektedirler. Cinsel ilişkiyi cinsel saldırıdan ayırmak için, failin fiziki cebir kullanmasını bir koşul olarak aramaktadırlar. Mağdurların olayın şoku, korku ve çaresizlik ile tepki ve direnç gösteremedikleri, silahla tehdit edildikleri için direnç gösteremedikleri [11] Catherina Mackinnon, Feminist Bir Devlet Kuramına Doğru Metis Yayınları, Çeviren Türkan Yöney, Sabir Yücesoy, İstanbul, 2003, s. 151-156. [12] Yalçın-Sancar, “Türk Ceza...201. [13] Carole Pateman, “Women and Consent”, Political Teory, Vol.8 No2. Universty of Sydney, May,1980 ,s. 156-164 [14] Yalçın-Sancar, Türk Ceza...s. 201-205 [15] Pateman, “Women and… 156-164. [16] Yalçın Sancar, Türk Ceza …s. 201-205. 114 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 birçok tecavüz olayı yaşanmaktadır.”[17] Bu nedenle rıza kavramının içinin direnme üzerinden doldurulması başta kadınlar ve çocuklar olmak üzere pek çok tecavüz mağdurunun direnme imkânının olmadığı, (mağdurların katlanmak zorunda kaldıkları) zora dayalı cinsel ilişkilerin tecavüz olarak değerlendirilmemesine yol açtığı söylenmiştir. Mackinnon rıza göstermemenin içinin direnme kavramıyla doldurulmasını eleştirmekle kalmamış rıza göstermenin zor kullanmanın meşru hali olduğu belirtmiştir. Eşitsiz koşullardaki cinselliği maskelemeye yaradığını belirtmiştir. [18] Ayrıca liberal eşitlik ve özgürlük öncüllerinden hareket ederek, kadınların cinsel tercihlerin sorumluluğunu üstlenmeden bahsedilmesinin de pek çok kadının yaşadığı tecavüz eyleminin kadınların kendi cinsel tercihiymiş gibi algılanmasına neden olduğu ifade edilmiştir.[19] Hatta MacKinnon cinsel ilişkinin normlarının yalnızca erkekler tarafından belirlenmesinin, kadınların istek ve arzularının içine dâhil olmadığı cinsel birleşmelerin diğer bir ifadeyle yalnızca erkeklerin beklentileri doğrultusunda cinsellik yaşanmasının da cinsel şiddet olduğu ileri sürülmüştür.[20] Tecavüzün rıza gösterilmeyen cinsel ilişkiden yola çıkılarak tanımlanması yerine arzu duyulmayan cinsel ilişki üzerinden tanımlanmasını da önerenler olmuştur. Fakat arzu etmenin de yalnızca haz almakla ilgili olmadığı güç ilişkilerinden özellikle de toplumsal cinsiyet eşitsizliğine dayalı güç ilişkilerinden bağımsız olmadığı ve tercih etmeyi yeterince yansıtmadığı göz önüne alındığı zaman rıza göstermeme yerine arzu etmemenin de tartışmalı olduğu söylenilebilir.[21] Fakat tecavüzün tanımında rıza gösterme yerine arzu duymamaya yer verilmese bile hiç değilse rıza göstermeme kavramının içinin direnme üzerinden doldurulmamasının gündeme getirilmesi son derece önemli olduğu belirtilebilir. Tecavüzün tanımından söz ederken tecavüzün sözlük anlamından hareket edildiğinde tecavüzün yalnızca cinsel saldırıya uğramak anlamına gelmediği belirtilebilir. Şöyle ki tecavüz arapça cvz kökünden gelmekte olup cevaz vermeme anlamına gelmektedir. Cevaz vermeme yani geçme, haddini aşma ve ölçüsünü aşma olarak nitelendirilmektedir.[22] Tecavüzün kelime anlamından [17] Seher Kırbaş Canikoğlu, Feminist bir perspektifte Türk Ceza Kanununda Cinsel Saldırı Suçu cins.ankara.edu.tr/9_7.htm. 16.11. 2015. [18] Mackinnon, Feminist…s. 199-204. [19] Pateman, “Women and...s. 160-164. [20] Mackinnon, Feminist…s. 176. [21] Mackinnon, Feminist…s. 205-206. [22] http://www.etimolojiturkce.com/kelime/tecav%C3%BCz 28. 09. 2015. 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 115 HAKEMLİ Arş. Gör. Olcay KARACAN HAKEMLİ Olguda Seçicilik: Tecavüzün Tanımlanması hareket edildiğinde mağdurun iradesi oldukça önemlidir. Zira tecavüz ettiğinde fail yalnızca cinsel saldırıda bulunmamakta aynı zamanda mağdurunu sınırını aşmaktadır. Buradan hareket edildiğinde tecavüz yalnızca beden bütünlüğüne yönelik cinsel saldırıdan daha geniş bir anlama gelmektedir. Sınır aşımı kişinin yalnızca beden bütünlüğü ile sınırlı olmayıp kişinin bütünlüğü ile ilgilidir. Ayrıca tecavüz kelimesi mağdurun tecavüze uğradığında mahremiyetinin ve özgürlüğünün ihlal edildiği ve failin haddini aşarak mağdura saygı göstermediğinin örtük anlamını da içinde barındırmaktadır. Ataerkil düzende kadınlar saygı görmesi gereken kişiler olarak kabul edilmemektedirler.[23] Bu nedenle tecavüz kelimesinin üzeri örtük biçimde saygı göstermemeyi ve özgürlüğe müdahaleyi imlemektedir. Zira tecavüz kelimesi tecavüz edenin tecavüz edilen kişiyi insan olarak görmeme, onu saygı göstermeye değer bulmamasını imlemesi bakımından önemlidir. Buna ek olarak da tecavüzün yalnızca kadınlar ile erkekler arasındaki fiziksel güç eşitsizliğinden kaynaklamadığı, toplumsal cinsiyet eşitsizliğiyle ilgili olduğu dikkate alındığında tecavüzün cinsel saldırıdan daha fazlası olduğu söylenilebilir. Türk Ceza Kanununda cinsel suçlar ile ilgili ciddi değişiklikler yapıldı. Cinsel suçlar artık genel ahlak ve aile nizamına karşı suç olarak değil kişilere karşı suçlar arasında cinsel dokunulmazlığa karşı suçlar olarak yer almaya başladı.[24] Irza tasaddi, namusa tasaddi, ırza tecavüz gibi kelimelere yer verilmedi.[25] Şüphesiz bunlar önemli gelişmelerdir. Fakat cinsel suçların, cinsel dokunulmazlığa karşı suçlar başlığı altında düzenlemesi de korunan hukuki değerin yalnızca, insanın fiziki varlığını ve beden bütünlüğü olduğu gerekçesiyle eleştirilmektedir. Cinsel suçların “özgürlüğe karşı suçlar” biçiminde düzenlenmesi önerilmektedir. Bu öneride bulunurken cinsel özgürlük “hukukun izin verdiği sınırlar içerisinde bireyin cinselliğe ilişkin seçimlerini serbestçe yapabilmesi” olarak tanımlanmaktadır.[26] Oysa yukarıda da belirtildiği gibi toplumsal cinsiyet eşitsizliğine dayalı koşullar altında cinselliğe rıza gösterme kadınlar için cinselliğe ilişkin serbestçe seçim yapma anlamına gelmemektedir. MacKinnon erkek egemenliğe dayalı toplumsallaşmanın olduğu yerde kadınların serbest seçim yapamayacağını özellikle de cinselliğe ilişkin serbestçe seçim yapamayacağını ifade etmektedir. [23] Hatice Nur Erkızan, “Nusbaumm’da Cinsiyet ve sosyal Adalet Üzerine”, Hukuk Felsefesi Ve Sosyolojisi Arkivi, İstanbul Barosu Yayınları, 23 Kitap, İstanbul, 2012, s.165-166. [24] İlhan Üzülmez, Cinsel Dokunulmazlığa Karşı Suçlar, www.ceza-bb.adalet.gov.tr/ makale/122.doc. 28.09.2015. [25] Zeki hafızoğuuları, Beşeri Cinsellik ve Yeni Türk Ceza Kanunu, www.baskent.edu. tr/~zekih/ogrenci/cinselsuclar.doc.28.09.2015. [26] Sancar, Türk Ceza….s. 97-101. 116 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Buradan cinsel dokunulmazlık veya cinsel özgürlük başlığının her ikisinin de tecavüzün tanımı için elverişli olmadığı söylenebilir. Ayrıca TCK’da tecavüz kelimesi geçmemektedir. Sadece ceza yasasının 102. maddesindeki cinsel saldırı ile bir kimsenin vücut dokunulmazlığının ihlaline yönelik hükmün tecavüzle ilgi olduğu söylenilebilir. Fakat bu hükümden hareket edildiğinde tecavüz eyleminde cinsel saldırıya odaklanılarak, cinsel saldırı içermeyen tecavüzler yok sayıldığı belirtilebilir. Diğer bir ifadeyle tecavüzün tanımına zora dayalı tüm cinsel ilişkiler dahil edilmeyerek, tecavüzün tanımında olguda seçicilik yapıldığı iddia edilebilir. 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 117 HAKEMLİ Arş. Gör. Olcay KARACAN HAKEMLİ Olguda Seçicilik: Tecavüzün Tanımlanması KAYNAKÇA Carol Smart, “Law, Feminism and Sexuality: From Essence to Ethics? Law, Feminism and Sexuality: From Essence to Ethics?” CJLS/RCDS Vol. 9. , 1994, s. 25-28. Carole Pateman, “Women and Consent”, Political Teory, Vol.8 No2. Universty of Sydney, May,1980 ,s. 153-168 Catherina Mackinnon, Feminist Bir Devlet Kuramına Doğru Metis Yayınları, Çeviren Türkan Yöney, Sabir Yücesoy, İstanbul, 2003 Edward Schiappa, Definations and Poitics of Meaning, Southern Illinois University Press, 2003. Fahri Gökçen Taner, Türk Ceza Hukukunda Cinsel Özgürlüğe Karşı Suçlar, Seçkin Yayınevi, 2013. Hatice Nur Erkızan, “Nusbaumm’da Cinsiyet ve sosyal Adalet Üzerine”, Hukuk Felsefesi Ve Sosyolojisi Arkivi, İstanbul Barosu Yayınları, 23 Kitap, İstanbul, 2012. İlhan Üzülmez, Cinsel Dokunulmazlığa Karşı Suçlar, www.cezabb.adalet.gov.tr/ makale/122.doc. 28.09.2015. Seher Kırbaş Canikoğlu, “Feminist Bir Perspektifte Türk Ceza Kanununda Cinsel Saldırı Suçu”. ins.ankara.edu.tr/9_7.htm.16.11. 2015 Türkan Yalçın Sancar, “Şiddet Kültüründe ve Ceza Hukuku Açısından kadına Yönelik Şiddet”, Kadınların ve Kız Çocuklarının İnsan hakları: Kadına Yönelik Şiddet ve Ev-İçi Şiddet, Savaş Yayınevi, Ankara, 2014. Türkan Yalçın Sancar, Türk Ceza Hukukunda Kadın, Seçkin Yayınevi, Ankara, 2013. Zeki Hafızoğulları, “Beşeri Cinsellik ve Yeni Türk Ceza Kanunu”,www.baskent.edu. tr/~zekih/ogrenci/cinselsuclar.doc.28.09.2015. http://www.etimolojiturkce.com/kelime/tecav%C3%BCz 28. 09. 2015. 118 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Makaleler Articles Toplumsal Cinsiyet ve Adalet: Hukuk Adaletsizdir Prof. Dr. Gülriz UYGUR* GİRİŞ Adaletsizliğin birçok yüzü vardır. Bu yüzleri tanımak kolay değildir. Çünkü örülü önyargılar kümesi, bu yüzleri tanımayı zorlaştırır. Bu kümeyle baş etmekse çok zordur. Çünkü bir tanesini ortaya koymaya çalışırken, diğeri hemen başını uzatır veya bir yerde yakaladığınız önyargıyı, diğerinde yakalamayabilirsiniz. O kadar doğal olarak kabullenilmiştir ki bunlar, ilk başlarda üzerinde düşünmek dahi red edilir veya gereksiz bulunur ve bunlar “gerçeklik” olarak korunmak istenir. Bu önyargıların başında da, toplumsal cinsiyetle ilgili önyargılar gelir. Erkeklikle ilgili önyargılar, kadınlıkla ilgili önyargılar ve LGTBİİ bireylerle ilgili önyargılar gibi. Bu önyargılar, insanların canını acıtmaya, haklarını ortadan kaldırmaya ve hatta yaşam haklarını ortadan kaldırmaya yol açsa da, meşrulaştırma nedenleri olarak ayakta kalırlar ve yol açtıkları adaletsizlik görülmez. Bu anlamda adaletsizlik, toplumsal cinsiyet ayrımcılığıyla ortaya çıkan bir durum olarak karşımıza çıkar. Adaletsizliği görmek için de toplumsal cinsiyete dayalı önyargıların farkında olmak ve adaletsizliği gidermek için de bu önyargıların altından seslerini çıkaramayan insanların seslerini dinlemek gerekir. * Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi. Toplumsal Cinsiyet ve Adalet: Hukuk Adaletsizdir Adaletsizlik ve onu besleyen önyargılar her yerdedir. Bunların başında da hukuk gelir. Yazının başlığında yer alan “hukuk adaletsizdir” terimi, feminist hareketin hukuka yönelik olarak ortaya koyduğu bir slogan olarak karşımıza çıkar. Bu slogan, toplumsal cinsiyet temelinde hukuka yaklaştığımızda hukuk adaletsizdir önermesinden hareket etmemiz gerektiğini bize gösterir. Neden bu önermeden hareket etmemiz gerektiğini tarihsel çerçevede mevcut olan hukuk normlarından hareketle ortaya koymak mümkün olduğu gibi, hukuk uygulamalarından hareketle de ortaya koymak mümkündür. Tarihsel çerçevede hukuk normlarının önyargıları besleyen ve sürekliliğini sağlayan ataerkil ideolojiden türetildiğini görmekteyiz. Bu tür normlar önceki Medeni Kanun ve Ceza Kanunumuzda açıkça görülmektedir. Hukuk uygulamasına gelindiğinde de, ataerkil ideoloji kaynaklı perspektifin hukuk uygulamasına hakim olduğu görülmektedir. Bu da, hukukun adaletsiz bir kurum olarak varlığını sürdürmesine neden olmaktadır. Hukuk normları ve hukuk uygulaması bakımından adaletsizlik ortaya konabileceği gibi, hukuk uygulayıcılarının cinsiyeti bakımından da adaletsizlik ortaya konabilir. Bu bakımdan hakim ve savcılık mesleğinde yer alanların sayılarına bakıldığında, erkeklerin çok daha fazla önde olduğu görülür[1]. Bu bağlamda, toplumsal cinsiyet bakımından hukukun adaletsizliği çıkmaktadır. Ancak toplumsal cinsiyetin de anlamını belirlemek gerekmektedir. Öncelikle, toplumsal cinsiyet denilince, kadınlar anlaşılmamalıdır. Bunun dışında toplumsal cinsiyetin farklı anlamları bulunmaktadır. Bu bağlamda, toplumsal cinsiyet kelimesinin anlamıyla ilgili tarihinden söz etmek gerekir. 20. yüzyıl feminizminde, cinsiyet ile toplumsal cinsiyet arasındaki fark belirtilmektedir. Kadın ve erkeklerin biyolojik bakımdan farklılığından söz edildiğinde, cinsiyet farklılığının ve toplumsal cinsiyetin de bu cinsiyetlere verilen sosyal anlamla ilgili olduğu belirtilmiştir[2]. Ancak bu tanım, cinsel yönelimleri farklı olanları içermediği ve cinsiyeti sadece kadın ve erkek olarak belirlediği için yetersizdir. Ayrıca 1990’ların başlarında Judith Butler, cinsiyet ve toplumsal [1] Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu web sayfasında 2015 yılıyla ilgili verilen istatistiklere göre, Türkiye genelinde toplam hakim sayısının %64.44’ünü erkekler ve %38.26’sını kadınlar oluşturmaktadır. Türkiye genelinde toplam savcı sayısının ise %93.05’ini erkekler ve %6.95’ini kadınlar oluşturmaktadır. http://www.hsyk.gov.tr/dosyalar/istatistikler/HS-istatistikler-22-07-2015.pdf (Erişim 18.10.2015) [2] Mona Lena Krook, Sarah Childs, Women, Gender, and Politics: A Reader, Oxford University Press 2010, s.3. 122 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Prof. Dr. Gülriz UYGUR cinsiyet ayrımını eleştirerek, cinsiyetin neden feminist literatür bakımından önem taşıdığını sorgulamıştır[3]. Uluslararası hukuk alanında, CEDAW’da 1979’da cinsiyet ve cinsiyet ayrımcılığı terimlerine yer verildiği ve bunların biyolojik temelde anlaşıldığı görülmektedir. CEDAW 28 nolu tavsiye kararında ise, toplumsal olarak oluşturulan kavram olarak toplumsal cinsiyete yer verildiği görülmektedir. Bu tanımda Komite, toplumsal cinsiyeti kadınlarla değil, kadınlar ve erkekler arasındaki güç dağılımı ve ilişkilerle ilişkilendirmektedir. Ayrıca, toplumsal cinsiyete dayalı kadına karşı ayrımcılığın sonuçlarına yer verilmektedir[4]. 28 Nolu tavsiye kararında, sözleşmede yer alan cinsiyete dayalı ayrımcılığın, biyolojik farklılıkla ilgili olduğu, ancak sözleşmenin toplumsal cinsiyete dayalı ayrımcılığı da içerdiği belirtilmektedir. Toplumun kadınlık ve erkekliğe verdiği anlamların kadın ve erkekler arasındaki hiyerarşik ilişkilere neden olduğu ve iktidar ve hak dağılımını etkilediği belirtilmektedir[5]. 2011 yılında Türkiye tarafından imzalanmış olan İstanbul Sözleşmesi (Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi) de, toplumsal cinsiyete yer vermektedir. Bu Sözleşmenin 3. maddesi toplumsal cinsiyeti, kadınlar ve erkekler için toplum tarafından uygun görülen ve sosyal olarak inşa edilen rollerle ilişkili olarak tanımlamaktadır. Bu bağlamda hukukta da, toplumsal cinsiyet kavramının sorgulanıp, bunun adaletsizliğe yol açıcı sonuçlarını önleyici bir şekilde yer vermek gerekmektedir. Adaletle ilgili olarak da karşımıza, en yaygın şekilde liberal adalet teorileri çıkmaktadır. Ancak bu teorilerin, toplumsal cinsiyet bağlamında adaleti sağlamak bakımından yetersiz olduğu belirtilebilir. A. LİBERAL ADALET ANLAYIŞLARI NEDEN YETERSİZDİR? Liberal adalet anlayışları, genel olarak eşit hak ve özgürlükler ilkelerine yer veren, özellikle özgürlüğü ön plana çıkaran ve özerk birey temelinde hareket eden anlayışlar olarak belirtilebilir. Bu bağlamda liberal feminizmle ilgisinde [3] Krista Ratcliffe, Rhetorical Listening:Identification, Gender, Whiteness, Southern Illinois University Press Carbondale 2006, s.9. [4] Marsha A. Freeman-Beate Rudolf, Christine, The UN Convention on the Elimination of All Forms of Discrimination Against , Oxford University Press 2012, s.15. [5] http://kadininstatusu.aile.gov.tr/data/542a93c6369dc31550b3ac41/no_28.pdf (18.10.2015) 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 123 Toplumsal Cinsiyet ve Adalet: Hukuk Adaletsizdir liberal adalet anlayışları, kadınlara erkekler gibi eşit hak ve özgürlükleri talep eden anlayışlar olarak belirtilebilir. Bu anlayışın yetersizliği en başta, kadınların erkeklerle aynı haklara sahip olmalarının, onları gerçek anlamda hak sahibi kılmayacağıyla ilgili olarak ileri sürülür. Bu ve diğer eleştirileri, Martha Nussbaum’un görüşlerinden hareket ederek ortaya koymak mümkündür. Nussbaum, Batı geleneğine ait liberal adalet teorilerinin kadınlarla ilgili büyük yapısal eşitsizlikleri içerdiğini ve bu tür eşitsizlikleri ortadan kaldırmanın, erkeklerin bulunduğu düzeye veya aynı konuma kadınları getirmek demek olmadığını, sorunun daha derin olup, teorinin baştan ele alınması gerektirdiğini belirtmektedir[6]. Liberal adalet anlayışının eleştirilen temel noktalarını Nussbaum dört başlık altında belirtmektedir: 1. Kamusal-Özel Alan Ayrımını Eleştirmek Nussbaum, öncelikle Batı liberal teorisinde olan kamusal-özel alan ayrımını eleştirmektedir. Bu ayrımda odaklanan ailede eşitlik önemli olmayıp, ebeveynler ve çocuklar arasındaki hiyerarşi ile kadın ve erkek arasındaki hiyerarşi, kaçınılmaz olarak değerlendirilir[7]. Nussbaum, liberal adalet teorisyenlerinin günümüzde karşılaşılan ağır adaletsizlikleri desteklemediklerini, kadınların eşit siyasi ve mülkiyet haklarına sahip olması gerektiğini savunduklarını ve kadınların ev içinde karşılaştıkları yaralanmalar ve öldürülmelerinin suç sayılması gerektiğine de inandıklarını da belirtmektedir. Ancak hukukun eve ne kadar karışacağı bir ikilik olarak kalmakta ve bunun da kamusal-özel alan ayrımıyla ilgili olduğunu belirtmektedir[8]. Bu bağlamda da feminizmin “özel alan politiktir” sloganı önem taşımakta ve ailedeki iktidar ve güç ilişkisini görmezden gelen liberalizmin kamusal-özel alan ayrımı problemli olmaktadır. 2. Eşit Muamele Görme Taleplerinin Yetersizliği İkinci olarak Nussbaum, liberal anlayışların eşit muamele görme taleplerinin yetersiz olduğunu belirtir. Liberaller, eşit değer ve onura sahip olarak, her bir varlığın var olduğunu belirtirler. Bu bağlamda eşit muamele etmek, eşit onur sahibi olarak muamele etmek demektir. Ancak bunun anlamı, herkese aynı olarak muamele etmek demek değildir. Özellikle adaletsiz toplumlarda, insanların başlama noktaları da adaletsizdir. Bu bakımdan eşit muamele etmek, gelenek ve [6] Martha Nussbaum, “The Challenge of Gender Justice”, Against Injustice: The New Economics of Amartya Sen Cambridge University Press 2009, s.95. [7] Nussbaum, s.97. [8] Nussbaum, s.100. 124 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Prof. Dr. Gülriz UYGUR güce ilişkin engelleri kaldırmayı gerektirir. Bu şekilde, Nussbaum’a göre gerçek liberalizm, avantajsız grupların lehine olacak şekilde sosyal ve ekonomik engelleri kaldırır. Ancak eşit olarak muamele etmek, benzer muamele etmek anlamında anlaşılmaktadır. Bu durumda da, pozitif ayrımcılık problemli görünebilir[9]. Nussbaum, cinsiyet ve toplumsal cinsiyet hiyerarşileriyle ilgili feminist teorilerin, kadın ve erkeğe eşit muamelenin yeterli olmadığını, güç ve fırsat hiyerarşilerini değerlendirip onları kaldırmanın gerekli olduğunu belirttiklerini, ileri sürmektedir. Örneğin sigorta şirketleri hamile kadınları sigortalamamakta, çünkü bunu erkeğe karşı da yapmaları gerektiğini belirtmektedirler. Cinsel taciz alanında da benzer muamele yerine, hiyerarşi ve bağımlılık üzerinde durulması gerekmektedir[10]. Bu bağlamda da eşit muamele etmek, güç ve iktidar ilişkilerinin rol oynadığı toplumsal cinsiyete dayalı eşitsizliği kaldırmak için, yeterli olmamaktadır. 3. Tercih Anlayışının Yetersizliği Nussbaum, üçüncü olarak liberalizmin tercih anlayışını eleştirir. Liberalizm, toplumsal koşulların etkisini dikkate almadan, bireylerin tercihi üzerinde durmaktadır[11]. Tercih anlayışı, liberalizmin hareket ettiği bireysel özerklikle ilgilidir. Bu tür bireysel özerkliğin gerçekleşmesi için de, tercihe etki eden toplumsal koşullar üzerinde durmak gerekmektedir. Oysa liberalizm, bu koşullar üzerinde durmamaktadır. 4. İhtimamın Eksikliği Nussbaum, dördüncü olarak ihtimam üzerinde durmakta ve ihtimam göstermenin kadınların doğasıyla özdeşleştirildiğini belirtmektedir. Kadınlar ihtimam gösteren varlık olarak düşünüldüğünde de, çocuk, yaşlı, engelli ve hasta bakımının ve ev işlerinin kadının doğasıyla ilgili olduğu belirtilerek, emek kapsamına alınmamaktadır[12]. Bunun da temel nedeni, liberal anlayışların ihtimama yer vermemeleridir. Nussbaum, liberalizmin güçlü olduğunu, toplumsal cinsiyet bakımından durumunun pek parlak olmadığını ve ancak, bunun giderilebileceğini düşünür. Liberalizmin temel kavramları olan özgürlük, eşitlik ve saygının çok önemli [9] Nussbaum, s.101. [10] Nussbaum, s.103. [11] Nussbaum, s.104. [12] Nussbaum, s.107. 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 125 Toplumsal Cinsiyet ve Adalet: Hukuk Adaletsizdir olduğunu ve bunların geliştirilmesi gerektiğini savunmaktadır. Nussbaum’a göre, liberalizm yukarıda belirtilen dört noktayla ilgili eksikliklerini giderip, kültürel rölativizme karşı argümanlar getirir ve insan özgürlüğü ve olanaklılığını daha fazla savunursa, toplumsal cinsiyetle ilgili eleştirileri karşılayabilir[13]. Nussbaum’un açıklamalarından hareketle, liberal adalet anlayışlarının eksikliklerini gidermek kaydıyla, toplumsal cinsiyet adaletsizliklerinin önlenebileceği belirtilebilir. Ancak bu iddia şüpheyle karşılanır. Nussbaum’un kendisinin de belirttiği gibi, problem sadece eşit hakları sağlamakla ilgili değildir. Liberalizmin temelinde hareket ettiği insan anlayışı problemlidir. Bireycilikten hareket etmek, teorik bakımdan yetersizdir. Teorik bakımdan yetersizlik, bireyciliğin insanın başkalarıyla ilişkide bulunan ve kendini bu ilişkide var eden varlık olduğu düşüncesini dışlamasıyla ilgilidir. Başkalarını dışlamak da, sonuçta teorik düzeyde toplumsal cinsiyet körlüğü olmak üzere, birçok körlüklerin ve adaletsizliklerin ortaya çıkmasına neden olur. Her şeyden önce başkalarını dışlamak, toplumsal cinsiyet kavramıyla bağdaşmaz. Liberalizmin insan anlayışı, ne siyasi gerçekliğe ne de hukuki gerçekliğe uymaktadır. Liberalizmin haklara ve sorumluluklara sahip birey anlayışına göre de politikalar ve hukuk normları türetilmemekte, türetilse de uygulamaya yansımamaktadır. Bu bireye, kadınlar, erkekler, homoseksüeller, çocuklar, engelliler, göçmenler ve mültecilerin hiçbiri uymamaktadır[14]. Öte yandan liberalizmin aynılık yaklaşımı, kadın ve erkeklerin haklara sahip olmak bakımından aynı olduğu anlamına gelir. Bu aynılık yaklaşımı, feminist literatürde farklılık yaklaşımını savunanlar tarafından eleştirilmiştir. Bilindiği gibi farklılık yaklaşımını savunanlar, cinsiyet farklılığına işaret ederek biyolojik farklılık yanında, sosyal bakımdan da farklılık üzerinde durmuşlardır. Bu çerçevede Carol Gilligan’ın ortaya koyduğu “farklı bir ses”le, kadınların ahlaki bakımdan da farklılığı iddiası söz konusu olmuştur. Farklılık yaklaşımı, toplumsal cinsiyet eşitsizliğini ortaya koymak bakımından önemlidir. Ancak, biyolojik farklılıktan hareketle annelik üzerinde durup, yeniden annelik rollerini ataerkil perspektiften üretmek ve bunları da gelenekle desteklemek tehlikesini taşımıştır ve yeni adaletsizlik durumlarına da yol açmıştır. Bunun için de, “farklı bir ses”in nasıl anlaşılması gerektiği üzerinde durmak gerekmektedir. [13] Nussbaum, s.109. [14] Sherly J. Grana, Women and Justice, Rowman&Littlefield Publishers 2010, s.2. 126 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Prof. Dr. Gülriz UYGUR B. “FARKLI BİR SES”İ NASIL ANLAMAK GEREKİR? Bununla ilgili temel iddiam, “farklı ses”in mevcut adaletsizlikler içerisinde duyulmasıyla ilgili olarak anlaşılması gerektiğidir. Zira bu adaletsizlikleri bilmeden, farklı sesi ortaya koymak mümkün değildir. Bu adaletsizlikler de, çoğunlukla klişeler ve önyargılarla kaplanarak görünmez hale gelir. Dolayısıyla bunların adaletsiz olduğunu da ortaya koymak, oldukça zordur. Bu zorluk, farklılıklarla ilgili yaklaşımlarda da açıkça görünür. Mevcut olan eril sistem temelinde, farklılık ortaya konmaya çalışılır. Oysa bu ortaya konuş, mevcut sistemi meşrulaştırmaktan ve klişeleri yeniden türetmekten başka bir sonuca yol açmaz. Deborah L. Rhode’un belirttiği gibi, kadınların ve erkeklerin özellikleri, genellikle toplumsal cinsiyet klişeleri ve sosyal sınırlamalarla belirlenmekte ve bunlara göre anlaşılmaktadır. Bu da, farklı kültürlere ve sosyal şartlara göre farklılık gösterebilmektedir. Rhode, bu anlamda farklılığın, doğamızda olmayan, ancak bize yüklenen rollerle ortaya çıktığına dikkati çekmektedir. Bu bağlamda Rhode’un belirttiği gibi, farklılığı kadınlara özgü ihtimam gösterme etiğiyle veya anne-çocuk örneğinden hareketle ilişkisellik bağlamında tartışmak, farklılığın eril yapıdaki anlamını doğrulamak anlamına gelebilecektir[15]. Yine kadınlara özgü olarak ilişkisellikten hareket etmek, liberal teorilerin dayandığı birey anlayışını da kabul etmek ve onun temelinde kadın farklılığını ortaya koymak demektir. Bunlar da teorilerin, yeniden klişeleri sürdürmeleri anlamına gelebilecektir. Farklılıkla ilgili bu taleplerin ortaya çıkardığı duruma, Nancy Fraser da işaret etmektedir. Fraser, feminist yaklaşımdaki eşitlikçiler ve farklılıklar tartışmasına dikkati çekmektedir. Eşitliği savunanlar kadınlara erkekler gibi davranılmasını savunurken, farklılıkları savunanlar ise kadınların farklılıklarını ortaya koyacak şekilde davranılmasını isterler. Farklılığı savunanlar, eşitliği savunanların erkekliği norm olarak aldıklarını belirtirken, eşitlikçiler ise farklılıkları savunanların özcü yaklaşımdan hareket ederek kadınlara ilişkin klişeleri yeniden üretip, toplumsal cinsiyete dayalı rol bölünmesini meşrulaştırdıklarını belirtir. Fraser, her iki yaklaşımın da toplumsal cinsiyet adaleti için uygun olmadığını belirtir[16]. Bu durumda farklı sesin ortaya konulması için, öncelikle toplumsal cinsiyetle ilgili klişelerin ve önyargıların farkında olmak zorunludur. Bununla ilgili de, aslında kültür dediğimiz şeyin eril yapısının ve bununla ilgili kültürel emperyalizmin ve bir anlamda da yapısal adaletsizliğin içerisinde bulunduğumuzu fark [15] Deborah L. Rhode, Justice and Gender, Harvard University Press 1991, s.311. [16] Nancy Fraser, Fortunes of Feminism: From State-Managed Capitalism to Neoliberal Crisis Verso 2013, s.115. 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 127 Toplumsal Cinsiyet ve Adalet: Hukuk Adaletsizdir etmek gerekmektedir. Diğer bir ifadeyle, bu tür adaletsizlikler içerisinde farklı sesi bulmak ve onun adaletsizlik çığlığını duymanın nasıl mümkün olduğu üzerinde durmak gerekmektedir. Iris M. Young, yapısal adaletsizlikten söz etmektedir. Yapılar derken de kurumsal kurallar, kaynakların dolaşımı, binalar ve yollar gibi fiziksel varlıkları kast etmektedir. Sosyal yapılar, bireylerin davranışlarını belirlemekte ve onlar arasındaki karşılıklı etkileşimi içermektedir. Bu anlamda sosyal yapılar sosyal aktörlerden bağımsız olarak tanımlanamamakta ve bu yapılar kişilerin davranışı ve karşılıklı etkileşimi yoluyla varlık göstermektedirler[17]. Young, bu hususu açıklamak için Anthony Giddens’ten hareket etmektedir. Young’a göre, mevcut olan yapı, insanların davranışlarını belirlemekte ve bu davranışlar da yeniden sistemin üretilmesine yol açmaktadır. İnsanlar mevcut kurallara ve beklentilere göre hareket etmekte ve oluşturulan ilişkisel konumlar, belirli kaynakları onlar için elde edebilir kılmakta veya kılmamaktadır[18]. Young, yapısal adaletsizlikle ilgili eşitsizlikten söz etmektedir. Yapısal eşitsizlik, bireysel davranışları sınırlamak veya mümkün kılmak için devamlı şekilde yeniden üretilen sosyal süreçle ilgilidir. Bu bağlamda sosyal yapıdaki toplumsal cinsiyet, yaş, ırk ve sınıf gibi grup farklılıklarına göre oluşturulan sosyal ilişkiler, bazılarını ayrıcalıklı kılarken, diğerlerini avantajsız kılmaktadır[19]. Young’a göre, eşitlikle ilgili, sosyal adalet, refah veya avantajlar konusunda, gruplar arasında karşılaştırma yapmak gerekmektedir. Bu karşılaştırma gruplar arasında yapılmakta ve eşitsizliklerin hangi grupları avantajlı kıldığı ve hangilerini avantajsız kıldığına bakılmaktadır. Bu durumda adaletsizlik, eşitsizlikler bazı grupların avantajına olduğu durumda ve yapılar insanlara farklı fırsat olanakları verdiği durumda, ortaya çıkmaktadır[20]. Ancak bu tür avantajsızlık, sadece refah bağlamında değil, daha temel nitelikte ve sürekli olarak yapılan adaletsizlik formlarıyla ilgilidir. Young, Marilyn Frye’ın kafesteki kuş örneğinden hareket ederek, yapısal adaletsizlik sonucu ortaya çıkan baskıyı açıklamaktadır. Kafesin kapısı açılsa dahi kuşun uçamaması, onun uçma yeteneğinin baskıyla nasıl ortadan kaldırıldığını gösterilmektedir. Young, kadının aile içinde baskı altında tutulmasını, Susan [17] Iris Young, “Responsibility and Global Justice: Social Connection Model”, Justice and Global Politics, Eds.Ellen Frankel Paul-Fred D. Miller,-Jr, Jeffrey Paul, Cambridge University Press 2006, s.112. [18] Young, 2006, s.113. [19] Iris Marion Young, “Equality of Whom? Social Groups and Judgements of Injustice”, The Journal of Political Philosophy, 2001, s.2. [20] Young, 2001, s.7. 128 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Prof. Dr. Gülriz UYGUR Okin’in görüşlerine başvurarak açıklar. Toplumsal cinsiyete dayalı aile içindeki işbölümüyle toplumsal cinsiyetlendirilmiş roller, birçok kadın ve çocukların mağduriyetine ve avantajsızlıklarına neden olacak şekilde sonuçlanmaktadır. Kurumsal olarak, kadınların çocuklara ve diğer bağımlı aile üyelerine ihtimam göstermeleri beklenmektedir. Kadınlar, çocukların ve diğer bağımlıların başlıca ihtimam gösterenidir. Bu nedenle kadınların dışarıdaki çalışmaları, erkekler kadar önemli görülmez. Bu nedenle de, kadının erkeğe ekonomik bağımlılığı devam eder[21]. Dolayısıyla, kültürel ve ekonomik anlamda kadınların içinde bulunduğu eşitsiz durum, sosyal yapıyı yeniden üretmektedir. Burada bir ilişkiler bütünü söz konusudur. Bu ilişkilerde de klişeler, kurallar, kurumlar ve kendi çıkarına davranmak gibi güdüler başlıca rolü oynamaktadır[22]. Sonuçta Young’ın görüşleri çerçevesinde yapısal adaletsizlik, çok fazla sayıda insanın (toplumsal cinsiyetle ilgisinde kadınların, LGTBİİ bireylerin), kendi olanakları ve gelişimlerini tamamlayabilmeleri için gerekli araçlardan yoksun bırakıldıkları veya bağımlılık tehdidi altında bulundukları durumda ortaya çıkmaktadır. Bu tür saptama, toplumdaki diğer gruplara bakılarak belirli bir karşılaştırmayla yapılmaktadır[23]. Ancak yapısal adaletsizlik, devletlerin baskıcı politikaları veya bir bireyin diğer bireye zarar vermesi gibi değildir. Daha çok günlük yaşamdaki ilişkiler ağında sistematik olarak üretilen ve yeniden üretilen bir adaletsizlik türüdür. Aile, işyerleri, medya, birçok örgüt ve diğer ilgili ilişkiler ağı, bu tür adaletsizliği her gün yeniden üretmektedir[24]. Bu şekilde farklı sesin, ancak yapısal adaletsizlikle birlikte düşünüldüğünde bir anlam ifade edebileceği belirtilebilir. Diğer bir ifadeyle farklı ses, mevcut adaletsizlikler içinde duyulan ses, olarak belirlenmelidir. Yapısal adaletsizliği görmeden yapılacak olan tanımlama ise, mevcut olan adaletsizlikleri sürdürmek anlamına gelir. Bu bağlamda örneğin kadının ihtimam gösteren bir varlık olarak tanımlanması ve farklılığın ona göre ortaya konması, onun duygusal bir varlık olarak tanımlanmasıyla aynı anlama gelecektir. Zira yapısal adaletsizlikten hareket edildiğinde, kadının ihtimam gösteren varlık olarak düşünülmesinin, sonuçta ev içi rolüne sıkı sıkıya bağlı olmasıyla ilgili olduğu açıkça görülür. Bunun dışında ihtimam göstermek, zaten kadın ve erkeklikle değil, insan olmakla ilgili erdemlerden biri olup, başkalarıyla ilişkide gözetmemiz gereken bir erdemdir. Dolayısıyla kadını ihtimam gösteren bir varlık olarak [21] Young, 2001, s.10. [22] Young, 2001, s.11. [23] Young, s.114. [24] Young, s.115. 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 129 Toplumsal Cinsiyet ve Adalet: Hukuk Adaletsizdir düşündüğümüzde, yine liberal anlayıştan hareket edip, bireysellik temelinde bir erkeklik veya onunla özdeşleştirilen birey anlayışından hareket edildiğini fark etmek gerekmektedir. C. HUKUKTA FARKLI SESİ DUYMAK TOPLUMSAL CİNSİYET ADALETSİZLİĞİNİ GÖRMEK DEMEKTİR Hukuk açısından yaklaştığımızda, yapısal adaletsizliği sürdüren kurumlardan birinin de, hukuk olduğu görülür. Hukuk, başta aileyle ilgili olmak üzere içerdiği hukuk normlarıyla ve hukuk uygulamalarıyla, toplumsal cinsiyet bakımından yapısal adaletsizliği sürdürmüştür ve sürdürmektedir. Bu bağlamda, özellikle hukuk uygulamasında yapısal eşitsizlik açıkça görülmekte ve verilen yargı kararları bu eşitsizliği sürdürmektedir. Bu eşitsizlik sorunu, toplumsal cinsiyete dair eşit hakları içeren hukuk normlarının getirilmesiyle çözülecek bir sorun değildir. Geldiğimiz noktada, eşit hakları içeren birçok hukuk normunun getirilmesine rağmen yapısal adaletsizliğin sürmesi, bunun bir kanıtı olarak belirtilebilir. Bu nedenle hukukta, bir yapısal sorun olarak toplumsal cinsiyet adaletsizliğinin görülüp, buna ilişkin davranışların ve tutumların belirlenmesi gerekir. Örneğin ev içi şiddeti önlemeye ilişkin hukuki düzenlemelerin getirilmesine rağmen, yapının sürekli ürettiği adaletsizlik formları, ev içi şiddete maruz kalanlara uygulanmaktadır. Yapı içinde öğrenilmiş olan davranış formları ve ilişkiler, ev içi şiddet mağdurlarının görmezden gelinmesine, seslerini duyuramamalarına neden olmaktadır. Hukuk uygulayıcıları, ev içi şiddete maruz kalanların içinde bulundukları yapısal eşitsizliği görememekte ve bununla ilgili de, örneğin şiddete maruz kalanların verdikleri ifadeleri güvenilir bulmamakta veya şikayetlerini yapıp daha sonra geri çekmelerini, şikayetlerinde samimi olmadıkları veya tutarsız davrandıkları şeklinde değerlendirebilmektedirler. Bu bağlamda, ev içi şiddet mağdurlarının, yargıya boş yere zaman kaybettirdikleri ithamıyla karşılaşması da, mümkün olmaktadır. Günümüzde getirilen hukuki düzenlemelerin, toplumsal cinsiyet bağlamında yapısal adaletsizliğin farkında olduklarını görmek mümkündür. Bu farkındalığı, CEDAW ve en son olarak da İstanbul Sözleşmesi taşımaktadır. İç hukuk bakımından ise, bu farkındalık kendisini Başbakanlık 2006/17 Sayılı Genelge’de göstermektedir. Elbette bu belgelerin bütün yapısal adaletsizlik formlarını kapsadığı söylenemez. Ancak toplumsal cinsiyet anlayışının yol açtığı adaletsizlikleri önlemek bakımından, önemli hukuki belgelerdir. Bu tür belgelerle, toplumsal cinsiyet anlayışı değiştirilmeye çalışılmaktadır. Örneğin CEDAW’ın 5. maddesinde yer alan hüküm, taraf devletlere her iki cinsten birinin aşağılığı veya üstünlüğü fikrine veya kadın ile erkeğin kalıplaşmış rollerine dayalı ön 130 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Prof. Dr. Gülriz UYGUR yargıların, geleneksel ve diğer bütün uygulamaların ortadan kaldırılmasını sağlamak amacıyla, kadın ve erkeklerin sosyal ve kültürel davranış kalıplarını değiştirmek ödevini vermektedir. Bunun için de, devletlerin başta medya olmak üzere bütün kurumlarında toplumsal cinsiyet farkındalığını yansıtmaları ve uygulayıcılara bu yönde eğitim vermeleri gerekmektedir. Yine İstanbul Sözleşmesi bu yönde hüküm içerdiği gibi, bazı adaletsizlik noktalarını belirterek bunların hukuka taşınmasını açıkça yasaklamaktadır. Sözleşmenin 42. maddesi, eril kültürün hukuka yansımaması bakımından önemli olup, cezai işlemlerde gelenek, kültür, din veya sözde namusun, davranışın nedeni olarak kabul edilmemesine ilişkin hukuki düzenlemelerin yapılması gerektiğini içermektedir. Bu bağlamda, özellikle haksız tahrikte, bu tür nedenlere dayanılmaması önem taşımaktadır. Cinsel suçlar bakımından en problemli kavramlardan biri rıza olup, bu terimin eril perspektiften ve önyargılara dayalı olarak anlaşılması, hukuk uygulamasında açıkça kendini göstermektedir. Bu da, cinsel şiddete maruz kalan kişiler bakımından adaletsiz sonuçlara yol açmaktadır. Bu noktada, İstanbul Sözleşmesi 35. maddesi, rızanın mevcut koşullar bağlamında değerlendirilerek ve kişinin isteğine bağlı olarak anlaşılması gerektiğini vurgulamaktadır. Getirilen bu tür normlar, yapısal adaletsizliği ve bununla ilişkili olarak toplumsal cinsiyet adaletsizliğini önlemek bakımından önemlidir. Ancak tam anlamıyla yeterli değildir. Farklı sesi duymak için toplumsal cinsiyet eşitsizliğine dair kültür, gelenek ve diğer nedenlere dayalı önyargıların farkında olup, bunları hukuk normunda yasaklamak elbette önemlidir. Ancak bu normlar, henüz yaygın bir şekilde hukuk normlarına yansımış değildir. Ayrıca tam anlamıyla farklı sesi duymak için, ekonomik anlamda eşitsizliği giderici normların da açıkça ortaya konması gerekmektedir. Esasen CEDAW, ekonomik eşitsizliğe yer vermektedir. İstanbul Sözleşmesinde, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin sosyal, siyasal ve ekonomik bakımdan eşitsizlik olduğu da kabul edilmektedir. Ancak ekonomik eşitsizlik bakımından bir bakış açısının henüz oluşmadığını ve bunun da hukuka yansımadığını belirtmek mümkündür. Sonuç olarak hukukta farklı sesi duymak için, hem normlarda, hem de hukuk uygulayıcıların bakış açısında toplumsal cinsiyet eşitliğine dayalı bakış açısının yansıtılması zorunludur. Bu bakış açısı da, toplumsal cinsiyet adaletsizliğini görecek şekilde olmalı ve şunları içermelidir : • Toplumsal cinsiyet adaletsizliği toplumsal cinsiyet eşitsizliğinden kaynaklanmaktadır. • Toplumsal cinsiyet eşitsizliği, yapısal adaletsizlikte kendisini açıkça göstermektedir. 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 131 Toplumsal Cinsiyet ve Adalet: Hukuk Adaletsizdir • Bu adaletsizliği görmek için toplumsal cinsiyet eşitsizliğini destekleyen ve sürdüren önyargılar ve klişelerin farkında olmak ve bunlara göre hukuk normlarını oluşturmamak ve uygulamamak gerekmektedir. • Bu çerçevede, hukuk uygulayıcılarının, özellikle bağlama bağlı yaklaşım çerçevesinde hareket etmeleri önem taşımaktadır[25]. [25] Bu yaklaşım için bkz. Gülriz Uygur, Hukukta Adaletsizliği Görmek, Türkiye Felsefe Kurumu Yayını, Ankara 2013. 132 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 İstanbul Sözleşmesi Prof. Dr. Kadriye BAKIRCI* I. GİRİŞ 11 Mayıs 2011 tarihinde İstanbul’da imzaya açılan Kadınlara Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadele Hakkındaki Avrupa Konseyi Sözleşmesi (kısa adıyla İstanbul Sözleşmesi), 1 Ağustos 2014 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Özel olarak kadınlara ve kız çocuklarına yönelik şiddet ve ev içi şiddeti hedef alan ilk Avrupa sözleşmesi olma niteliğini taşıyan Sözleşme, bugüne kadar Türkiye dahil Avrupa Konseyi üyesi 20 ülke tarafından onaylanmıştır. Türkiye, Sözleşme’yi imzaya açıldığı 11 Mayıs 2011 tarihinde imzalamış, 14 Mart 2012 tarihinde ise onaylamıştır. II. SÖZLEŞME’NİN AMACI Sözleşme’nin Önsöz’ünde, Sözleşme’nin hedefinin kadına yönelik şiddet ve ev içi şiddetten arınmış bir Avrupa yaratmak olduğu belirtilmektedir. Bu, kadınlarla erkekler arasında hukuki ve fiili eşitliğin[1] gerçekleştirilmesi ve kadına yönelik şiddetin ortadan kaldırılmasıyla mümkün olacaktır. * Hacettepe Üniversitesi Hukuk Fakültesi. [1] Hukuki ve fiili eşitlik konusunda geniş bilgi için bkz. Bakırcı, K. (2012), Uluslararası Hukuk, AB ve ABD Hukuku İle Karşılaştırmalı Çalışma Yaşamında Kadın Erkek Eşitliği Arayışı, Cinsiyet Ayrımcılığı Yasağı ve Türkiye, 2. Bası, Seçkin Yayıncılık, Ankara. İstanbul Sözleşmesi Madde 1/1 uyarınca, Sözleşme’nin amacı, kadınları her türlü şiddete karşı korumak ve kadına yönelik şiddet ve ev içi şiddeti önlemek, kovuşturmak ve ortadan kaldırmak; kadına yönelik her türlü ayrımcılığın[2] ortadan kaldırılmasına katkıda bulunmak ve kadınları güçlendirme yolu da dahil olmak üzere kadınlarla erkekler arasında maddi (fiili) eşitliği sağlamak; ev içi şiddetin tüm mağdurlarının[3] ve kadına yönelik şiddet mağdurlarının korunması ve bunlara yardım edilmesi için kapsamlı çerçeve, politika ve önlemler geliştirmek; kadına yönelik şiddeti ve ev içi şiddeti ortadan kaldırma amacıyla uluslararası işbirliğini yaygınlaştırmak; kadına yönelik şiddet ve ev içi şiddetin ortadan kaldırılması için bütüncül bir yaklaşımın benimsenmesi maksadıyla kuruluşların ve kolluk kuvvetleri birimlerinin birbiriyle etkili bir biçimde işbirliği yapmalarına destek ve yardım sağlamaktır. III. SÖZLEŞME’NİN ÖZELLİKLERİ VE ÖNEMİ İstanbul Sözleşmesi’nin en önemli özelliği, biyolojik veya hukuki, ailevi bağ olup olmadığına bakılmaksızın ev içi şiddetin (örneğin eski veya mevcut eşler, evlilik dışı partnerler, birlikte ikamet edilen aile fertleri, akrabalar veya birlikte ikamet edilen başkaları tarafından yöneltilen şiddetin) ve kadınlara yönelik her türlü şiddetin önlenmesi ve bunlarla mücadeleye ilişkin standartlar öngören ve Avrupa ülkelerini hukuki olarak bağlayan ilk belge olmasıdır. Kadınlar ve erkekler arasında hukuki ve fiili eşitliğin gerçekleştirilmesinin kadına yönelik şiddeti önlemede anahtar bir unsur olduğunu benimseyen Sözleşme, kadınlara yönelik ayrımcılığı da yasaklamaktadır (m. 4). İstanbul Sözleşmesi, daha önce kabul edilmiş kadınlara yönelik ayrımcılık ve şiddetle ilgili uluslararası standartları[4], Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve BM [2] Ayrımcılık yasağı konusunda geniş bilgi için bkz. Bakırcı (2012). [3] “Mağdur” kavramı eleştiriye açık bir kavram olmasına rağmen, Sözleşme’de “mağdur (victim)” kavramı kullanılmış olduğundan, pratik nedenlerle bu çalışmada da “mağdur” kavramı kullanılmıştır. [4] Temel olarak Avrupa Konseyi İnsan Hakları ve Temel Özgürlüklerin Korunması Sözleşmesi ve ek Protokolleri, Avrupa Konseyi Gözden Geçirilmiş Avrupa Sosyal Şartı, Avrupa Konseyi İnsan Ticaretine Karşı Avrupa Konseyi Sözleşmesi, Cinsel Taciz ve Cinsel İstismara Karşı Çocukların Korunmasına ilişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi, Avrupa Konseyi Kadınların Şiddetten Korunmasına İlişkin R(2002)5 sayılı Tavsiye Kararı, Avrupa Konseyi Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Standartları ve Mekanizmalarına İlişkin R(2007)17 sayılı Tavsiye Kararı, Avrupa Konseyi Kadın ve Erkeklerin Çatışmaların Önlenmesinde, Çözümünde ve Barışın İnşasındaki Rolüne İlişkin R(2010)10 sayılı Tavsiye Kararı ve ilgili diğer tavsiye kararları; BM Sivil ve Sosyal Haklar Sözleşmesi, BM Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi, BM Kadınlara Yönelik Her Türlü Ayrımcılığın Ortadan Kaldırılması Sözleşmesi ve İhtiyari Protokolü, BM Kadınlara Yönelik Her Türlü Ayrımcılığın Ortadan Kaldırılması 134 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Prof. Dr. Kadriye BAKIRCI Kadınlara Yönelik Her Türlü Ayrımcılığın Ortadan Kaldırılması Komitesi’nin içtihatlarını[5] ve öğretideki görüşler yanında en iyi ülke uygulamalarını da kodifiye etmiştir. Sözleşme, hem özel alandaki hem kamusal alandaki şiddeti yasaklamaktadır. Madde 3/a uyarınca, “kadına yönelik şiddetten”, ister kamusal ister özel yaşamda meydana gelsin, toplumsal cinsiyete dayalı tüm şiddet eylemleri anlaşılacaktır. Madde 4/1 uyarınca, Taraf devletler, gerek kamusal gerekse özel alanda tüm bireylerin özellikle de kadınların şiddete maruz kalmaksızın yaşama hakkını sağlamak ve korumak için gerekli olan hukuki ve diğer önlemleri alacaklardır. Dolayısıyla Sözleşme, yalnızca ev içindeki (genellikle eş veya partnerler veya ebeveyn ve çocuklar gibi farklı kuşaklar arasında meydana gelen) kadınlara yönelik şiddeti değil, aynı zamanda kamusal alandaki (örneğin aynı evi paylaşmasa bile eski eşin veya partnerin kamusal alanda yönelttiği) şiddeti, işyerleri, okullar, karakollar, hapishaneler vb. kurumlardaki kadınlara yönelik şiddeti de yasaklamaktadır. Sözleşme, yalnızca barış dönemlerindeki değil, silahlı çatışma dönemlerindeki ve silahlı çatışma sonrasında devam eden şiddeti de yasaklamaktadır (m. 2/2). Sözleşme,“toplumsal cinsiyete dayalı” ayrımcılık ve şiddeti temel almıştır ve toplumsal cinsiyeti[6] tanımlayan ilk uluslararası belgedir[7]. Sözleşme’de, ekonomik zarar veya ekonomik ızdırap da kadına yönelik şiddet biçimlerinden biri (ekonomik şiddet) olarak tanımlanmıştır (m. 3/a; 3/b). Sözleşme, Taraf devletlerden, belli koşullar nedeniyle şiddete açık hale gelmiş olan güç durumdaki kadınların özel ihtiyaçlarının göz önünde bulundurulmasını talep etmektedir (m. 12/3; 18/3). Komitesi’nin (CEDAW) 19 No’lu Genel Tavsiye Kararı, BM Çocuk Hakları Sözleşmesi ve İhtiyari Protokolleri, BM Engelli Hakları Sözleşmesi, Uluslararası Ceza Mahkemesi Roma Anlaşması; Özellikle Sivil Kişilerin Savaş Zamanında Korunmasına İlişkin Cenevre Sözleşmesi (IV) ve Sözleşme’nin ilgili I ve II No’lu Ek Protokolleri ve diğer uluslararası insan hakları belgeleri ve temel insan hakları ilkeleri göz önünde bulundurulmuştur. [5] Örneğin bkz. European Court of Human Rights (ECHR), Case of Opuz v. Turkey, 9 June 2009; ayrıca bkz. ECHR, Case of Bevacqua v. Bulgaria, 17 June 2008; ECHR, Case of Kontrova v. Slovakia, 31 May 2007; ECHR, Case of Tomasic v. Croatia, 19 October 2006; ECHR, Case of M.C. v. Bulgaria, 4 December 2003. [6] Toplumsal cinsiyet kavramı konusunda geniş bilgi için bkz. Bakırcı (2012). [7] Bkz. aşağıda VI.1.Toplumsal Cinsiyete Duyarlılık. 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 135 İstanbul Sözleşmesi Sözleşme, yalnızca Sözleşme’ye taraf devletlerin vatandaşı olan kadınlar için değil, sığınmacı ve hukuki durumu ne olursa olsun göçmen kadınlar için de koruma sağlamaktadır (m. 59, 60, 61). Sözleşme, şiddet mağdurlarına eşit koruma sağlanmasını öngörmekte ve mağdurlar arasında her türlü ayrımcılığı yasaklamaktadır (m. 4/3). Sözleşme, erkeklere ve çocuklara yönelik ev içi şiddetten de söz etmekte (Önsöz par. 15, 16) ve şiddet mağduru kız ve oğlan çocuklara ilişkin özel düzenlemelere yer vermektedir. Sözleşme, Sözleşme kapsamındaki her türlü şiddetle mücadelede uluslararası işbirliğini öngörmektedir. Uluslararası işbirliği yalnızca kriminal ve medeni konulardaki işbirliğiyle sınırlı olmayıp, Sözleşme kapsamındaki suçların işlenmesinin önlenmesi için bilgi paylaşımı ve yakın tehlikeden korunmayı da içermektedir (m. 1/1, 44, 62, 63, 64, 65). Taraf devletlerin Sözleşme’nin hükümlerini etkili bir biçimde uygulamalarını sağlamak amacıyla Sözleşme’de spesifik bir izleme mekanizması oluşturulmuştur, ancak bireysel şikayet hakkı tanınmamıştır (m. 1/2, 66, 67, 68). Öte yandan Sözleşme, mağdurların başvurulabilir bölgesel ve uluslararası bireysel/toplu şikayet mekanizmalarına ilişkin bilgiye ve bu mekanizmalara erişim imkanına sahip olmalarını sağlama ve şikayette bulunan mağdurlara duyarlı ve bilgiye dayalı desteğin sağlanması yükümlülüğünü getirmektedir (m. 21). Anayasa m. 90/5 uyarınca, İstanbul Sözleşmesi kanun hükmündedir. Bunun hakkında, Anayasa’ya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesi’ne başvurulamaz. İstanbul Sözleşmesi ile kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda, İstanbul Sözleşmesi hükümleri esas alınır. Anayasa’nın 11. maddesi uyarınca, İstanbul Sözleşmesi hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır[8]. [8] Ayrıca bkz. Bakırcı (2012); Bakırcı, K. (2000), İş Hukuku Açısından İşyerinde Cinsel Taciz, Yasa Yayınları, İstanbul. 136 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Prof. Dr. Kadriye BAKIRCI IV. ÇEVİRİDEKİ YANLIŞLIK VE EKSİKLİKLER Sözleşme’nin Türkçe metni ile İngilizce metni karşılaştırıldığında, Türkçe çeviride yanlışlıklar olduğu görülmektedir. Bu durum, büyük ölçüde politik tercihlerden kaynaklanmaktadır[9]. Sözleşme’nin orijinal başlığı “Kadınlara Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi”[10] olmasına rağmen, Türkçe’ye “Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi” olarak çevrilmiştir. Sözleşme’nin metnindeki “ev içi şiddet (domestic violence) ibaresi, Türkçe’ye “aile içi şiddet’’ olarak çevrilmiş, ev içinde (domestic unit) ibaresi ise “aile birliğinde” olarak çevrilmiştir. Öte yandan, “eşler veya partnerler” arasındaki “şiddet” ibaresi, “eşler veya ebeveynler arasındaki” şiddet olarak çevrilmiştir (m.3/b). Madde 3/b uyarınca “aile içi şiddet’’, aile içerisinde, aile birliğinde veya daha önceki veya şu anki eşler veya ebeveynler arasında meydana gelen, failin aynı evi şu an veya daha önce şiddet mağduruyla paylaşıp paylaşmadığına bakılmaksızın fiziksel, cinsel, psikolojik ve ekonomik şiddetin bütün türleri anlamına gelir (m. 3/b)[11]. Böylece Sözleşme, evli veya evlilik dışı tüm çiftler arasındaki şiddeti yasaklamasına rağmen, Türkçe çeviride evli çiftler arasındaki şiddet yasaklanmak istenmiştir. Öte yandan 36, 46 ve 59. maddelerin çevirisinde orijinal metne sadık kalınmıştır. “Tecavüz dahil cinsel şiddet” başlıklı 36. maddenin 3. bendi, “Taraf devletler, 1. bentte yer alan hükümlerin iç hukuk tarafından tanındığı şekliyle eski veya şu anki eşe veya partnerlere karşı işlenen eylemler için geçerli olmasını sağlamak üzere gerekli hukuki veya diğer önlemleri alacaklardır” şeklinde çevrilmiştir. 46. maddenin a bendi, “iç hukukun kabul ettiği eski veya mevcut bir eşe veya partnere karşı, aile fertlerinden biri tarafından, mağdurla birlikte ikamet eden biri tarafından” yöneltilen şiddet biçiminde çevrilmiştir. 59. maddede ise, orijinal metne sadık kalınarak “eş veya partner”, “evlilik veya ilişki” ibareleri kullanılmaktadır (m. 59/1, 59/2). Bu maddede Taraf devletlere, [9] Ayrıca bkz. Bakırcı (2012). [10] Maddenin İngilizce başlığı şöyledir: “Council of Europe Convention on preventing and combating violence against women and domestic violence”. [11] Maddenin İngilizce metni şöyledir: “‘domestic violence’ shall mean all acts of physical, sexual, psychological or economic violence that occur within the family or domestic unit or between former or current spouses or partners, whether or not the perpetrator shares or has shared the same residence with the victim”. 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 137 İstanbul Sözleşmesi şiddet mağduru göçmen kadınlara, eş veya evlilik dışı partnerlerinden bağımsız ikametgah izni sağlama yükümlülüğü getirilmiştir. Sözleşme’de çevirenlerin konuya hakim olmamalarından kaynaklı pek çok çeviri hatası ve eksiklik de mevcuttur. Örneğin 36. maddede, Türk Ceza Kanunu’nda “cinsel saldırı” (m. 102) olarak düzenlenmiş olan suç, “tecavüz” olarak çevrilmiştir. 12. maddenin 1. bendinde yer alan “Taraf devletler kadınların daha aşağı düzeyde olduğu düşüncesine veya kadınların ve erkeklerin toplumsal olarak klişeleşmiş rollerine dayalı önyargıların, törelerin, geleneklerin ve diğer uygulamaların kökünün kazınması amacıyla kadınların ve erkeklerin sosyal ve kültürel davranış kalıplarının değiştirilmesine yardımcı olacak önlemleri alacaklardır” biçimindeki düzenleme, “Taraf devletler kadının aşağılığı iddiasına veya kadın erkek için kalıp rollere dayanan önyargıları, örf ve adetleri, gelenekleri ve diğer uygulamaları ortadan kaldırmak amacıyla kadın ve erkeklere ilişkin toplumsal ve kültürel davranış modellerinde değişim sağlamak için gerekli önlemleri alır” biçiminde çevrilmiştir[12]. Uluslararası belgelerin politik tercihler nedeniyle ve bazen de konuya hakim olmayanlarca yanlış veya eksik olarak çevrilmesi, Türkiye’de kronik bir hal almıştır[13]. Bu duruma artık son verilmesi gerekmektedir. Çünkü birincisi, Türkiye’nin de tarafı olduğu 1969 tarihli Antlaşmalar Hukuku Hakkında Viyana Sözleşmesi m. 33 uyarınca, uluslararası sözleşmelerin orijinal metinleri bağlayıcıdır. Türkiye, İstanbul Sözleşmesi’ne herhangi bir çekince[14] de koymadığından, Türkiye açısından bağlayıcı olan, hatalı ve eksik Türkçe çeviriler değil, orijinal metinlerdir[15]. İkincisi, Türkiye’nin hukuki korumayı evlilik yapmış olan çiftlerle sınırlama yönündeki söz konusu politik tercihi, Anayasa’yı (m. 10/1), İstanbul Sözleşmesi’ni (m. 4/3) ve Türkiye’nin tarafı olduğu BM Kadınlara Yönelik Her Türlü Ayrımcılığın Ortadan Kaldırılması Sözleşmesi’ni (m. 1) ihlal etmektedir. Her ne kadar aile hu­kukumuzda evliliğe dayalı birlikteliklere ilişkin bir koruma öngörülmek­teyse de, evlilik dışı birlikte yaşayanların ya da tek ebeveynlerin de aile hukukuyla ilgili düzenlemelerin kapsamında olduğunun kabul edilmesi gerekir. Çünkü Anayasa m. 10, “benzeri sebepler” ifadesiyle medeni hale dayalı [12] Benzer çeviri hatası ve eleştirisi için bkz. Bakırcı (2012); Bakırcı (2000). [13] Diğer örnekler için bkz. Bakırcı (2012); Bakırcı (2000). [14] Sözleşme’nin hangi maddelerine çekince konulabileceği, Sözleşme’nin 78. maddesinde düzenlenmiştir. Sözleşme’nin 79. maddesinde ise, çekincelerin geçerlilik süresi ve gözden geçirilmesi hususları düzenlenmiştir. [15] Bkz. Bakırcı (2012). 138 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Prof. Dr. Kadriye BAKIRCI ayrımcılığı yasaklamış olduğu gibi[16], İstanbul Sözleşmesi de farklı kadın grupları arasında ayrım yapılmasını yasaklamaktadır. Madde 4/3 uyarınca, Taraf devletler bu Sözleşme’de öngörülen korumayı hiçbir ayrıma (cinsiyet, toplumsal cinsiyet, ırk, renk, dil, din, siyasi görüş veya farklı görüşe sahip olma, ulusal veya sosyal köken, herhangi bir etnik azınlık, mülkiyet, doğum, cinsel yönelim, toplumsal cinsiyet kimliği, yaş, sağlık durumu, medeni durum, göçmen ya da mültecilik durumu, yaş veya engel veya diğer bir duruma dayalı ayrıma) yer vermeksizin bütün gruplara sağlamakla yükümlüdür. Öte yandan, ayrımcılık yasağı ile ilgili temel ilkeleri İstanbul Sözleşmesi’ne dahil edilmiş olan BM Kadınlara Yönelik Her Türlü Ayrımcılığın Ortadan Kaldırılması Sözleşme­si de, medeni duruma dayalı ayrımcılığı yasaklamaktadır (m. 1)[17]. Dolayısıyla, bu Sözleşme’nin de, hatalı çeviriler içeren diğer uluslararası belgeler gibi gözden geçirilerek yeniden yayımlanmaya ihtiyacı vardır. Bu ihtiyaç, kamuoyu ve hukukçuların doğru bilgilenmesi açısından gereklidir[18]. Bu çalışmada, Sözleşme’nin İngilizce metni esas alınacaktır. V. SÖZLEŞME’NİN KAPSAMI 1. Kapsamdaki Kişiler İstanbul Sözleşmesi,“kadına yönelik şiddet” ve “ev içi şiddet” mağdurlarını kapsamaktadır (m. 3/e). “Mağdur”, 3. maddenin a ve b bentlerinde tanımı yapılan, “kadına yönelik şiddet” ve “ev içi şiddete” maruz kalan herhangi bir kimse anlamına gelir (m. 3/e). Kız çocukları dahil, yalnızca kadınlar, kadınlara yönelik şiddet mağduru olabilmesine rağmen, erkekler ve oğlan çocukları da ev içi şiddet mağduru olabilirler. Dolayısıyla Sözleşme, ev içi şiddet mağduru olan yaşı ne olursa olsun (çocuk, genç, yetişkin, yaşlı) kadın ve erkek herkesi, ev dışında ise şiddet mağduru olan kadınları kapsamaktadır. [16] Anayasa m. 10 uyarınca “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir”. [17] Bkz. Bakırcı, K. (2014), “Hangi Çalışma Hukuku: Aile Dostu mu Kadın Dostu mu?”, Başka Bir Aile Anlayışı Mümkün Mü?,HeinrichBöllStiftung Derneği Türkiye Temsilciliği, İstanbul, s.61; Bakırcı (2012). [18] Bkz. Bakırcı (2012). 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 139 İstanbul Sözleşmesi 1.1. Kadınlar 1.1.1. Genel Olarak Sözleşme, ev içi şiddet de dahil olmak üzere, kadınları orantısız bir biçimde etkileyen, kadınlara yönelik her türlü şiddete uygulanır (m. 2/1). Taraf devletler, Sözleşme’nin hükümlerinin uygulanmasında toplumsal cinsiyete dayalı şiddetin kadın mağdurlarına özel dikkat göstereceklerdir (m. 2/2 c.2). Kadın kelimesi, 18 yaşından küçük kızları da kapsamaktadır (m. 3/f ). 1.1.2. Şiddete Açık Güç Durumdaki Kadın Grupları Sözleşme, belli koşullar nedeniyle şiddete açık hale gelmiş (“savunmasız” ve “kırılgan” olarak çevirisi yapılmış olan) güç durumdaki, örneğin gebe kadınlar, küçük çocuğu olan kadınlar, engelli kadınlar, kırsal kesimde ve ücra yerlerde yaşayan kadınlar, azınlık gruplara mensup kadınlar, evsiz kadınlar, kız çocukları, yaşlı kadınlar, eşcinsel kadınlar, sığınmacı, hukuki durumu ne olursa olsun göçmen kadınlar, seks sektöründe çalışan kadınlar, madde bağımlısı kadınlar, HIV/AIDS taşıyan kadınlar gibi kadın gruplarının özel gereksinimlerinin, Taraf devletlerce göz önünde bulundurulmasını öngörmektedir (m. 12/3, 18/3(5)). Madde 12/3 uyarınca, şiddeti önlemeye ilişkin (Sözleşme’nin üçüncü bölümünde öngörülen)[19] herhangi bir önlem; özel durumları nedeniyle şiddete açık hale gelmiş[20] güç durumdaki bireylerin ihtiyaçlarını göz önüne almalı, bu ihtiyaçlara cevap vermeli ve tüm mağdurların insan haklarını merkezine yerleştirmelidir. Madde 18/3 (5) uyarınca, Taraf devletler, mağduru koruma ve desteğe ilişkin alınan (Sözleşme’nin dördüncü bölümünde öngörülen)[21] önlemlerin, şiddete açık hale gelmiş olan güç durumdaki bireylerin ihtiyaçlarını hedeflemesini temin edecektir. Madde 46/a uyarınca, Sözleşme’de belirlenen suçların, belirli şartlar nedeniyle şiddete açık hale gelmiş[22] güç durumdaki bir bireye karşı işlenmesi, faile verilecek cezalarda ağırlaştırıcı sebep olarak göz önünde bulundurulmalıdır. [19] Bkz. aşağıda VII.1. Önlemeye İlişkin Yükümlülükler. [20] Sözleşme’nin İngilizce metninde “vulnerable”, Türkçe çevisirinde “savunmasız” sözcüğü kullanılmıştır. [21] Bkz. aşağıda VII.2. Koruma ve Desteğe İlişkin Yükümlülükler. [22] Sözleşme’nin İngilizce metninde “vulnerable”, Türkçe çevisirinde “savunmasız” sözcüğü kullanılmıştır. 140 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Prof. Dr. Kadriye BAKIRCI 1.1.3. Sığınmacı ve Göçmen Kadınlar Sözleşme, Taraf devlet vatandaşı olmayan kadınlara da koruma sağlamakta ve sığınmacı ve hukuki durumu ne olursa olsun göçmen kadınlara ilişkin özel düzenlemelere yer vermektedir (m. 59, 60, 61). Bu maddeler, toplumsal cinsiyete duyarlı bir yaklaşım sağlanmasına ilişkin yükümlülükler içermektedir. Bu gruptaki kadınlar, hukuki durumlarındaki, kendi ülkelerinden ayrılma gerekçelerindeki ve yaşam koşullarındaki farklılıklara karşın toplumsal cinsiyete dayalı şiddet fiillerine maruz kalmaya daha açıktırlar, ayrıca şiddetin aşılmasında da güçlükler ve engellerle karşılaşmaktadırlar. 1.1.3.1. İkamet Statüsü İstanbul Sözleşmesi’nin önemli bir düzenlemesi, ikametgah durumu iç hukuk tarafından eş veya partnerin ikametgah durumuna bağlı olan şiddet mağduru kadınlara, eş veya evlilik dışı partnerlerinden bağımsız ikametgah izni sağlama yükümlülüğü getirmiş olmasıdır. Taraf devletler, evlilik birliğinin sonlanması durumunda, ikametgah durumu iç hukuk tarafından eş veya partnerin ikametgah durumuna bağlı olan mağdurlara, özellikle zor durumlarda ve başvuru üzerine, evliliğin veya ilişkinin süresine bakılmaksızın, bağımsız ikamet izni verilmesini sağlamak üzere, gerekli hukuki veya diğer önlemleri alacaklardır. Bağımsız ikamet izni verilmesi ve süresine ilişkin koşullar, iç hukuk tarafından düzenlenecektir (m. 59/1). Taraf devletler, şiddet mağdurlarının eşe veya partnere bağlı olan ikamet durumuna ilişkin başlatılan sınır dışı işlemlerinin askıya alınmasını sağlayabilmelerini temin etmek üzere, gerekli hukuki veya diğer önlemleri alacaklardır. Taraf devletler, yetkili makamın, kişisel durumlarından dolayı mağdurun kalması gerektiği görüşünde olması; soruşturma veya cezai takibatlarda muadil yetkililerle işbirliğinin kurulması amacıyla yetkili makamın mağdurun kalmasını gerekli görmesi durumlarında, mağdurlara yenilenebilir ikamet izni vereceklerdir (m. 59/2). Taraf devletler, evlilik amacıyla taraf ülkeye getirilen ve ikamet ettikleri yerdeki ikamet durumunu kaybeden, zorla evlilik mağdurlarının haklarını tekrar geri almasını sağlamak üzere, gerekli hukuki veya diğer önlemleri alacaklardır (m. 59/3). 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 141 İstanbul Sözleşmesi 1.1.3.2. Cinsiyet Temelli İltica Talepleri Sözleşme’nin 60. maddesi, toplumsal cinsiyete dayalı şiddetin sığınma nedeni olarak kabul edilmesini öngörmekte, toplumsal cinsiyet temelli ilticabaşvurularını düzenlemektedir. İltica mevzuatı, uzun süredir, neden ve nasıl baskılara maruz kaldıkları açısından kadınlarla erkekler arasındaki farklılıkları gözetmede yetersiz kalmaktadır. Sığınmacılık statüsünün ve uluslararası korumanın belirlenmesindeki toplumsal cinsiyet nötrlüğü, toplumsal cinsiyet temelli şiddetten kaçan kadınların taleplerinin görmezden gelinmesiyle sonuçlanmıştır. Bununla birlikte geçtiğimiz on yıl içinde uluslararası insan hakları hukukunda ve standartlarında, ayrıca konuyla ilgili içtihatta sağlanan ilerlemeler sonucunda, giderek daha fazla sayıda Avrupa Konseyi üyesi ülke, kadınlara yönelik şiddetin kimi biçimlerini 1951 tarihli BM Mültecilerin Hukuki Durumuna İlişkin Sözleşme’nin 1/ A (2) maddesi[23] anlamında toplumsal cinsiyet bağlantılı “baskı” olarak tanımlamaya yönelmiştir[24]. Toplumsal cinsiyet temelli şiddetin, Madde 1/A(2) anlamında baskı olarak tanınması, bir kadının, kadın olarak kimliği ve statüsü yüzünden baskıya maruz kalabileceğinin kabulü anlamına gelir[25]. İstanbul Sözleşmesi uyarınca, Taraf devletler, Mültecilerin Hukuki Durumuna İlişkin Sözleşme’nin 1/A(2) maddesinin anlamı çerçevesinde, kadınlara yönelik toplumsal cinsiyete dayalı şiddetin (örneğin savaş aracı olarak kullanılan cinsel saldırının, kadın sünnetinin, ev içi şiddetin, dinsel kurallara, kabul edilebilir davranışlarla ilgili adetlere uymamama nedeniyle maruz kalınan baskının) zulüm çeşidi ve tamamlayıcı/yardımcı korumayı gerektiren ciddi bir zarar olarak tanınması için gerekli hukuki veya diğer önlemleri alacaklardır [23] Cenevre’de 28 Temmuz 1951 tarihinde imzalanmış olan bu Sözleşme, Türkiye tarafından 1961 yılında onaylanmıştır (RG., T.5.9.1961, S.10898). [24] Bu madde uyarınca, “İşbu Sözleşme’nin amaçları bakımından “mülteci” kavramı: … 1 Ocak 1951’den önce meydana gelen olaylar sonucunda ve ırkı, dini, tabiiyeti, belli bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri yüzünden, zulme uğrayacağından haklı sebeplerle korktuğu için vatandaşı olduğu ülkenin dışında bulunan ve bu ülkenin korumasından yararlanamayan, ya da söz konusu korku nedeniyle, yararlanmak istemeyen; yahut tabiiyeti yoksa ve bu tür olaylar sonucu önceden yaşadığı ikamet ülkesinin dışında bulunan, oraya dönemeyen veya söz konusu korku nedeniyle dönmek istemeyen her şahsa uygulanacaktır” [25] Bkz. Council of Europe (7 April 2011), Explanatory Report: Convention on preventing and combating violence against women and domestic violence, CM(2011)49 final, http:// conventions.coe.int/Treaty/EN/Reports/Html/210.htm; ayrıca bkz ve karş. İnsan Hakları Ortak Platformu (çev. Metin Çulhaoğlu), Kadınlara Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi, ihop@ihop.org.tr. 142 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Prof. Dr. Kadriye BAKIRCI (m. 60/1). Taraf devletler, Sözleşme’deki gerekçelerden her birinin toplumsal cinsiyete duyarlı biçimde yorumlanmasını sağlayacak ve bu gerekçelerden bir veya birden fazlası nedeniyle korkulduğunda, başvuranlara yürürlükteki ilgili mevzuata göre mülteci statüsü vereceklerdir (m. 60/2). Taraf devletler, sığınmacılar için, toplumsal cinsiyete duyarlı kabul usullerinin ve destek hizmetlerinin yanı sıra, toplumsal cinsiyet yönergelerini ve mülteci statüsünün belirlenmesi ve uluslararası koruma başvurusunu da kapsayan toplumsal cinsiyete duyarlı sığınma usullerini geliştirmeye yönelik gerekli hukuki veya diğer önlemleri alacaklardır (m. 60/3). 1.1.3.3. Geri Göndermeme Geri göndermeme (non-refoulement) ilkesi, sığınmacılar ve mülteciler açısından özel önem taşır. BM Mültecilerin Hukuki Durumuna İlişkin Sözleşme’nin 33. maddesi uyarınca geri göndermeme, mültecilik ve uluslararası mülteci koruma sisteminin temel direğini oluşturur ve bu ilke uluslararası adet hukukunun bir parçası haline gelmiştir. Başka bir deyişle bu ilke, Mültecilerin Hukuki Durumuna İlişkin Sözleşme ile bağlı olsunlar olmasınlar tüm devletler için geçerlidir. 33. maddede, “1. Hiçbir Taraf Devlet, bir mülteciyi, ırkı, dini, tabiiyeti, belli bir sosyal gruba mensubiyeti veya siyasi fikirleri dolayısıyla hayatı ya da özgürlüğü tehdit altında olacak ülkelerin sınırlarına, her ne şekilde olursa olsun geri göndermeyecek veya iade (“refouler”) etmeyecektir. 2. Bununla beraber, bulunduğu ülkenin güvenliği için tehlikeli sayılması yolunda ciddi sebepler bulunan veya özellikle ciddi bir adi suçtan dolayı kesinleşmiş bir hükümle mahkum olduğu için söz konusu ülkenin halkı açısından bir tehlike oluşturmaya devam eden bir mülteci, işbu hükümden yararlanmayı talep edemez”. denilmektedir. Dolayısıyla bu ilkeye göre, Mültecilerin Hukuki Durumuna İlişkin Sözleşme’de belirtilen belirli istisnalara ve sınırlamalara tabi olmak üzere, devletler mülteci konumundaki herhangi bir kişiyi yaşamının veya özgürlüklerinin tehlikede olduğu herhangi bir ülkeye geri göndermeyecek veya iade etmeyecektir. İnsanların bu tür davranışlara maruz kalabilecekleri yerlere gönderilmeleri veya iade edilmeleri, uluslararası topluluğun tüm insanların insan haklarından yararlanabilmelerini sağlama taahhüdüne aykırıdır. Geri göndermeme ilkesi aynı zamanda, iltica talebinde bulunmak üzere ülke sınırlarına kadar gelen veya sınırdan girmesi engellenen kişilerin ülkeye sokulmamasını da yasaklar[26]. [26] Bkz. dn. 25. 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 143 İstanbul Sözleşmesi İstanbul Sözleşmesi’nin 61. maddesi, statüleri ve ikamet durumları ne olursa olsun, şiddet mağduru kadınların “geri gönderilmemesi ilkesini” düzenlemektedir. Geri gönderme işlemine karşı korunma, Mültecilerin Hukuki Durumuna İlişkin Sözleşme hükümleri çerçevesinde, herhangi bir mülteci için geçerlilik taşır. İstanbul Sözleşmesi ile aynı koruma, statüleri henüz resmi olarak belirlenmemiş, geldikleri veya ikamet ettikleri ülkeye gönderilmeleri durumunda kovuşturmaya maruz kalabilecek, sığınma talebinde bulunan kişiler için de sağlanmaktadır. Madde 61/1 uyarınca, Taraf devletler uluslararası hukuk çerçevesinde mevcut yükümlülüklere uygun olarak geri göndermeme ilkesini gözetmek amacıyla, gerekli hukuki veya diğer önlemleri alacaklardır. Bu bent, uluslararası hukuk çerçevesinde, devletlere, geri göndermeme ilkesini, geri döndükleri takdirde kovuşturmaya maruz kalabilecek toplumsal cinsiyet temelli şiddet mağdurlarına uygulama yükümlülüğü getirmektedir. Madde 61/2 uyarınca, Taraf devletler, statüleri veya ikametleri gözetilmeksizin, korunmaya muhtaç şiddet mağduru kadınların yaşam riski bulunan veya işkence, insanlık dışı veya aşağılayıcı muamele veya cezaya maruz kalabileceği hiçbir ülkeye hiçbir koşulda geri gönderilmemesini sağlamak üzere, gerekli hukuki veya diğer önlemleri alacaklardır. Böylece geri gönderilmeye karşı sağlanan bu koruma, şiddet mağduru, iltica talepleri henüz Mültecilerin Hukuki Durumuna İlişkin Sözleşme uyarınca sonuçlandırılmayıp sığınmacı durumunda olan, ülkeden ihraç/çıkarılma durumunda toplumsal cinsiyet temelli şiddete maruz kalabilecek herkes için, menşe ülke veya ikamet statüsüne bakılmaksızın geçerli olacaktır. Bu konumdaki kişilerin iltica talepleri reddedilmiş olsa bile, Taraf devletler, bu kişilerin gerçekten risk altında oldukları, işkenceye, insanlık dışı veya aşağılayıcı muameleye ve cezaya maruz kalabilecekleri ülkelere gönderilmemelerini sağlamalıdır[27]. 1.2. Çocuklar Sözleşme, cinsiyeti ne olursa olsun tüm çocukların, ev içi şiddetin mağduru olabildiklerine vurgu yapmaktadır (Önsöz par. 13). Çocukların mağdur olarak nitelendirilmeleri için, şiddetten doğrudan etkilenmeleri gerekmemektedir, ev içerisinde gerçekleşen şiddete tanık olmak da, çocukların mağdur kabul edilmeleri için yeterlidir. Anne babalar veya diğer aile üyelerinin karıştıkları fiziksel, cinsel veya psikolojik şiddete ve istismara tanık olmak, çocuklar üzerinde ciddi [27]Bkz.dn.25. 144 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Prof. Dr. Kadriye BAKIRCI etkiler yaratmaktadır. Bu tanıklık, korku yaratmakta, travmaya neden olmakta ve çocuk gelişimini olumsuz etkilemektedir[28]. Sözleşme, kız çocuklarının (ve yetişkin kadınların) ise, ev içi şiddet dışında, cinsel taciz, cinsel saldırı, zorla evlendirme, sözde “namus” adına işlenen suçlara ve kadın sünneti gibi ciddi şiddet türlerine sıklıkla maruz kalabildiğine, erkeklerden daha fazla oranda toplumsal cinsiyete dayalı şiddete maruz kalabildiklerine vurgu yapmaktadır (Önsöz par. 13, 15). Madde 18/3 (5) uyarınca, Taraf devletler, mağduru koruma ve desteğe ilişkin alınan (Sözleşme’nin dördüncü bölümünde öngörülen)[29] önlemlerin, çocuk mağdurlar dahil olmak üzere şiddete açık güç durumdaki[30] bireylerin, ihtiyaçlarını hedeflemesini temin edecektir. Madde 26 uyarınca, Taraf devletler, çocuk mağdurlara koruma ve destek hizmetleri sağlanırken, Sözleşme kapsamındaki her türlü şiddete tanık olmuş çocukların hakları ile ihtiyaçlarının dikkate alınmasını sağlamak üzere, hukuki veya diğer önlemleri alacaklardır. Bu madde uyarınca alınan önlemler, Sözleşme kapsamındaki her türlü şiddete tanıklık etmiş çocukların yaşlarına uygun psikososyal danışmayı içermeli ve çocuğun yüksek yararına, gereken saygıyı/ özeni göstermelidir[31]. Taraf devletler, kadınlara yönelik profesyonel destek hizmetlerini tüm şiddet mağduru kadınlara ve bunların çocuklarına sağlayacaklar veya buna yönelik düzenlemeleri yapacaklardır (m. 22/2). Taraf devletler, kadınlar ve çocuklar başta olmak üzere, mağdurlara güvenli barınma sunmak ve mağdurlara proaktif biçimde ulaşmak için yeterli sayıda, kolay erişilebilir ve uygun sığınma evleri kurmak üzere gerekli hukuki veya diğer önlemleri alacaklardır (m. 23). Taraf devletler, çocukların velayetinin ve ziyaret haklarının belirlenmesinde, bu Sözleşme kapsamındaki şiddet olaylarının göz önünde bulundurulmasını temin edecek gerekli hukuki veya diğerönlemleri alacaklardır (m. 31/1). Taraf devletler, herhangi bir ziyaret hakkı veya velayet hakkının kullanılmasının mağdurun veya çocukların haklarını veya emniyetini tehlikeye düşürmemesini sağlayacak gerekli hukuki veya diğer önlemleri alacaklardır (m. 31/2)[32]. [28]Bkz.dn.25. [29] Bkz. aşağıda VII.2.Koruma ve Desteğe İlişkin Yükümlülükler. [30] Sözleşme’nin İngilizce metninde “vulnerable”, Türkçe çevisirinde “kırılgan” sözcüğü kullanılmıştır; bkz. aşağıda VII.2.1.Genel ve Özel Destek Hizmetleri. [31] Bkz. dn.25 [32] Bkz. aşağıda VII.3.1. Hukuk Davaları ve Giderimler 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 145 İstanbul Sözleşmesi Madde 45/2 uyarınca, çocuğun menfaatleri, ki buna çocuğun güvenliği de dahildir, başka bir şekilde teminat altına alınamıyorsa, velayet hakkı geri alınabilir. Madde 56/2 uyarınca, Taraf devletler, soruşturma ve adli takibatın her aşamasında ev içi şiddet ve kadına yönelik şiddet mağduru çocuklara, çocuğun yüksek yararı gözetilerek, özel koruma önlemleri temin edecektir. Zorla evlilik başlıklı 37. madde uyarınca, Taraf devletler, bir çocuğu evlenmeye zorlayan kasıtlı davranışların cezalandırılmasını sağlamak üzere, hukuki veya diğer önlemleri alacaklardır. Taraf devletler, bir yetişkin veya çocuğu evlenmeye zorlamak amacıyla ikamet yeri dışında diğer bir ülke veya Taraf devletin topraklarına çekmeye ilişkin kasti davranışların cezalandırılmasını sağlamak üzere, gerekli hukuki veya diğer önlemleri alacaklardır[33]. Kadın sünneti başlıklı 38. madde uyarınca, Taraf devletler, bir kız çocuğunun dış labiası, iç labiası veya klitorisinin tamamını veya bir kısmını kesip çıkarmaya, infibülasyon veya işlevini yapamaz hale getirmeye teşvik etme, buna maruz kalmaya zorlama veya ona bu eylemleri yaptırmaya yönelik kasıtlı davranışların cezalandırılmasını sağlamak üzere, gerekli hukuki veya diğer önlemleri alacaklardır[34]. Madde 46/a uyarınca, Sözleşme’de öngörülen suçların bir çocuğa karşı veya çocuğun huzurunda işlenmesi, ağırlaştırıcı sebep olarak göz önünde bulundurulmalıdır. Sözleşme, çocuk yaştayken cinsel saldırı dahil cinsel şiddet (m. 36), zorla evlilik (m. 37), kadın sünneti (m. 38), zorla kürtaj ve zorla kısırlaştırma (m. 39) mağduru olanlar için, önemli bir zaman aşımı kuralı öngörmektedir. Taraf devletler, bu suçlara ilişkin herhangi bir kanuni takibatın başlatılması için zaman aşımının, mağdurun ergin (reşit) olmasından sonra takibatın etkin şekilde başlamasını mümkün kılacak, suçun ağırlığıyla orantılı ve yeterli bir süre devam etmesini teminen, gerekli hukuki veya diğer önlemleri almakla yükümlüdür (m. 58). Taraf devletler, çocuk yaştayken sözkonusu şiddet biçimlerine maruz kalan çocuklara, ergin olduktan sonra travmalarını yenmeleri, şikayette bulunmaları ve dava açılabilmesi için yeterli bir süreyi tanımakla yükümlüdür. Bu hüküm, mağdur ergin oluncaya kadar, kovuşturma işlemlerinin etkili biçimde başlatılmasına olanak sağlamak üzere, hukuki süreçler için gerekli sürenin yeterince uzun tutulmasını öngörmektedir. Dolayısıyla bu yükümlülük, [33] Bkz. aşağıda 2.1.Şiddet [34] Bkz. aşağıda 2.1. Şiddet 146 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Prof. Dr. Kadriye BAKIRCI yalnızca, kendilerine karşı işlenen fiilleri ergin olma yaşına erişmeden önce çeşitli nedenlerle bildiremeyecek olan çocuk mağdurlar için geçerlidir. “Hukuki süreçler için gerekli sürenin yeterince uzun tutulması” ifadesi şu anlama gelir: Birincisi, bu çocuklar yetişkin olduklarında yaşadıkları travmayı atlatabilmek için yeterli zaman geçmiş olmalıdır ve böylece söz konusu kişiler şikayette bulunabilmelidir. İkincisi, kovuşturma mercileri, ilgili ihlaller için kovuşturma başlatabilecek durumda olmalıdırlar. Bununla birlikte metni hazırlayanlar, ceza hukukunda geçerli olan orantılılık ilkesini karşılamak amacıyla bu ilkenin uygulanmasını, 36, 37, 38 ve 39. maddelerle sınırlamışlardır[35]. 1.3. Erkekler Sözleşme, erkeklerin de ev içi şiddet mağduru olabileceğinden sözetmesine rağmen (Önsöz par. 15), Sözleşme’nin yaşlı veya yetişkin erkekler dahil ev içi şiddet mağduru diğer gruplara uygulanıp uygulanmayacağına karar verme yetkisi, Taraf devletlere bırakılmıştır. Madde 2/2 uyarınca, Taraf devletler bu Sözleşme’yi tüm ev içi şiddet mağdurlarına uygulamak üzere teşvik edilirler. Ancak Sözleşme, farklı mağdur grupları arasında ayrım yapılmasını yasaklamaktadır (m. 4/3)[36]. Taraf devletler, Sözleşme’de öngörülen korumayı (cinsiyet ve yaş dahil) hiçbir ayrıma yer vermeksizin bütün gruplara sağlamakla yükümlü olduğundan, Taraf devletlerin ev içi şiddet mağduru erkeklere de eşit koruma sağlamakla yükümlü olduğu sonucuna varmak gerekir. 1.4. LGBTİ Bireyler İstanbul Sözleşmesi, LGBTİ bireylerden açıkça söz etmemesine rağmen, Taraf devletlerce Sözleşme’de öngörülen korumanın (toplumsal cinsiyet, cinsel yönelim, toplumsal cinsiyet kimliği dahil), hiçbir ayrıma yer vermeksizin bütün gruplara sağlanması gerektiğini öngördüğünden (m. 4/3)[37], ev içi şiddet mağduru LGBTİ bireylerin de, Sözleşme’nin sağladığı korumanın kapsamında olduğunun kabul edilmesi gerekir. [35] Bkz. dn.25 [36] Bkz. aşağıda 2.2. Ayrımcılık [37] Bkz. aşağıda 2.2. Ayrımcılık 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 147 İstanbul Sözleşmesi 2. Kapsamdaki Davranışlar Sözleşme, ev içi şiddet, ikincil mağduriyete yol açan davranışlar, toplumsal cinsiyet klişeleri ve önyargılar dahil kadına yönelik her türlü şiddeti ve ayrımcılığı yasaklamaktadır. 2.1. Şiddet 2.1.1. Tanımı ve Biçimleri Madde m. 1/1 uyarınca, Sözleşme’nin amaçlarından biri, kadınları her türlü şiddete karşı korumak, kadına yönelik şiddeti ve ev içi şiddeti önlemek, kovuşturmak ve ortadan kaldırmaktır. Sözleşme, kadına yönelik şiddetin, kadınlarla erkekler arasında tarihten gelen eşit olmayan güç ilişkilerinin bir tezahürü olduğunu ve eşit olmayan güç ilişkilerinin, erkeklerin kadınlara üstünlüğüne, kadınlara yönelik ayrımcılık yapmalarına ve kadınların tam anlamıyla ilerlemelerinin engellenmesine yol açtığını; kadına yönelik şiddetin yapısal özelliğinin toplumsal cinsiyete dayandığını ve kadınların erkeklere nazaran daha ast bir konuma zorlandıkları en önemli sosyal mekanizmalardan biri olduğunu; kadınların ve kız çocuklarının erkeklerden daha fazla oranda toplumsal cinsiyete dayalı şiddete maruz kaldıklarını kabul etmektedir. Madde 4/1 uyarınca, Taraf devletler herkesin, özellikle de kadınların, gerek kamusal gerekse özel alanda şiddete maruz kalmaksızın yaşama hakkını yaygınlaştırmak ve korumak için, gerekli olan hukuki ve diğer önlemleri alacaklardır. Sözleşme,“kadına yönelik şiddet”, “ev içi şiddet” ve “toplumsal cinsiyete dayalı şiddet”i tanımlamaktadır. Sözleşme uyarınca, “kadına yönelik şiddet”, kadına yönelik ayrımcılığın bir türü ve bir insan hakkı ihlali olarak anlaşılmaktadır. İster kamusal ister özel yaşamda meydana gelsin, baskı veya rastgele özgürlüğü engelleme de dahil, kadınların fiziksel, cinsel, psikolojik veya ekonomik zararı veya ızdırabı ile sonuçlanan veya sonuçlanması muhtemel olan tüm eylemler toplumsal cinsiyete dayalı şiddet (m. 3/a)[38]; [38] Karş.Rec(2002)5 sayılı Avrupa Konseyi Tavsiye Kararı; BM Kadınlara Yönelik Her Türlü Ayrımcılığın Ortadan Kaldırılması Komitesi’nin 19 No’lu Tavsiye Kararı (1992); BM Kadınlara Yönelik Her Türlü Şiddetin Ortadan Kaldırılması Bildirgesi (m. 1). Bu belgeler hakkında geniş bilgi için bkz. Bakırcı (2012); Bakırcı (2000). 148 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Prof. Dr. Kadriye BAKIRCI “ev içi şiddet”, aile içerisinde, ev içinde veya daha önceki veya şu anki eşler veya partnerlerarasında meydana gelen, failin aynı evi şuan veya daha önce şiddet mağduruyla paylaşıp paylaşmadığına bakılmaksızın, fiziksel, cinsel, psikolojik ve ekonomik şiddetin bütün türleri (m. 3/b); “toplumsal cinsiyete dayalı şiddet”, kadına kadın olmasından dolayı uygulanan ve kadınları orantısız biçimde etkileyen şiddet (m. 3/d); anlamına gelir. “Toplumsal cinsiyete dayalı şiddet”in diğer şiddet biçimlerinden farkı, mağdurun toplumsal cinsiyetinin, m. 3/d’de tarif edilen şiddet fiillerinin başlıca saiki olmasıdır. Başka bir deyişle, toplumsal cinsiyet temelli şiddet, kadına yönelik olup, kadın ile erkek arasında olduğu varsayılan farklılıklar temelindeki eşitsiz güç ilişkilerinin hem nedeni hem de sonucu olarak ortaya çıkan ve kadının gerek özel, gerekse kamusal alanda ast konumuna yol açan herhangi bir zarardır. Bu tür şiddetin toplumsal ve kültürel yapılarda, normlarda ve değerlerde derin kökleri vardır ve sürüp gitmesinin temelinde de inkar ve suskunluk kültürü yatmaktadır[39]. Sözleşme, fiziksel, psikolojik, cinsel ve ekonomik şiddetin her türünü yasaklamaktadır. Sözleşme, psikolojik şiddeti (m. 33), taciz amaçlı takibi (m. 34), fiziksel şiddeti (m. 35), cinsel saldırı dahil cinsel şiddeti (m. 36), zorla evlendirmeyi (m. 37), kadın sünnetini (m. 38), zorla kürtaj ve zorla kısırlaştırmayı (m. 39) ve cinsel tacizi (m. 40) tanımlamaktadır. Psikolojik şiddet başlıklı 33. madde uyarınca, Taraf devletler, tehdit veya zorlama yoluyla kişinin psikolojik bütünlüğüne ciddi biçimde zarar veren kasıtlı eylemlerin, cezai suçlar olarak değerlendirilmesini sağlamak üzere hukuki veya diğer önlemleri alacaklardır. Israrlı takip başlıklı 34. madde uyarınca, Taraf devletler, başka bir kişiyi hedef alan ve kişinin kendi güvenliği için korku duymasına neden olacak şekilde tekrar eden, kasıtlı ve tehditkar davranışların cezalandırılmasını sağlamak üzere gerekli hukuki veya diğer önlemleri alacaklardır. Fiziksel şiddet başlıklı 35. madde uyarınca, Taraf devletler, bir başka bireye yönelik olarak kasıtlı olarak uygulanan fiziksel şiddet eylemlerinin cezalandırılmasını sağlamak üzere, gerekli hukuki veya diğer önlemleri alacaklardır. [39] Bkz. dn.25 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 149 İstanbul Sözleşmesi Cinsel saldırı dahil cinsel şiddet başlıklı 36. madde, cinsel saldırı dahil cinsel şiddeti suç olarak düzenlemektedir. Bu maddenin 1. bendi, karşı tarafın özgürce verilmiş rızası olmaksızın ve kasıtlı olarak gerçekleştirilen her tür cinsel fiili kapsamaktadır. “Kasıtlı” sözcüğünün yorumu iç hukuka bırakılmıştır; ancak davranışın kasıtlı olması zorunluluğu suçun tüm yönleriyle ilişkilidir[40]. 36. maddenin 1.bendi uyarınca, Taraf devletler, herhangi bir nesneyle veya bedensel organla bir başka kişiyle vajinal, anal veya oral olarak, kişinin rızası olmadan cinsel nitelikte ilişkiye girme (penetrasyon); kişiye karşı rızası olmaksızın cinsel nitelikli eylemlerde bulunma; bir kişinin rızası olmaksızın üçüncü bir kişiyle cinsel nitelikli eylemlerde bulunmasına neden olma biçimindeki kasıtlı davranışların cezalandırılmasını sağlamak üzere, gerekli hukuki veya diğer önlemleri alacaklardır. 1. bendin ilk cümlesi, bir başka kişinin bedenine, bu kişinin rızası olmaksızın vajinal, anal veya oral nüfuzla (penetrasyon) ilgilidir. Bu nüfuz, bedensel bir organ veya bir nesneyle gerçekleştirilebilir. Metni hazırlayanlar, söz konusu penetrasyonun cinsel nitelikte olmasını gerekli görerek, hükme sınır getirmek ve penetrasyonla ilgili sorunlardan kaçınmak istemişlerdir. “Cinsel nitelikte” terimi, cinsellik çağrışımı olan fiilleri anlatmaktadır. Dolayısıyla, böyle bağlantıları ve çağrışımları olmayan fiiller kapsam dışı tutulmaktadır[41]. İkinci cümle, söz konusu taraflardan birinin rızası olmaksızın gerçekleştirilen, ancak penetrasyonun gerçekleşmediği her tür cinsel içerikli fiili kapsamaktadır[42]. Son cümle, mağdurun kendi rızası olmaksızın faille veya başka bir kişiyle cinsel içerikli fiillere veya bu fillere uygun davranmaya yöneltildiği durumları kapsamaktadır. İstismarcı ilişkilerde mağdurlar, çoğu kez fail tarafından seçilen bir kişiyle cinsel etkinlik içine girmeye zorlanmaktadır. Bu cümledeki amaç, failin cinsel etkinliği kendisinin gerçekleştirmediği, ancak mağdurun üçüncü bir kişiyle cinsel etkinlik içine girmesine yol açan fiilleri kapsamaktır; ancak bunun için, söz konusu fiilin, Sözleşme’nin 36. maddesine göre suç sayılması gereken kasıtlı davranışla bir ilişki içinde olması gerekir[43]. Rıza, mevcut koşulları değerlendiren kişinin özgür/serbest iradesinin bir sonucu olarak, gönüllü/isteğe bağlı olarak verilmelidir (m. 36/2). Bu hükmün uygulanmasında Sözleşme’nin Taraflarından istenilen, birinci bentte sıralanan [40] Bkz. dn.25. [41] Bkz. dn.25. [42] Bkz. dn.25. [43] Bkz. dn.25. 150 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Prof. Dr. Kadriye BAKIRCI cinsel fiillerden herhangi biri için özgürce verilmiş rızaya, kendi ceza hukuklarında yer vermeleridir. Bununla birlikte, kanun metninin nasıl olacağına ve nelerin özgürce rıza verilmesine engel olmuş sayılacağına karar vermek, Taraflara bırakılmıştır. Bu bent, yalnızca, verili koşullar bağlamında değerlendirilmek üzere, rızanın kişinin özgür iradesiyle gönüllü olarak verilmiş olması gerektiğini belirtmektedir[44]. Taraf devletler, yukarıda yer alan düzenlemenin iç hukuk tarafından tanındığı şekliyle eski veya şu anki eşe veya partnerlere karşı işlenen eylemler için geçerli olmasını sağlamak üzere, gerekli hukuki veya diğer önlemleri alacaklardır (m. 36/3). Bu bent, Sözleşme Taraflarının, Sözleşme uyarınca cinsel şiddet ve saldırıya ilişkin olarak belirlenen ve ceza gerektiren fiillerin, fail ile mağdur arasındaki ilişki ne olursa olsun rıza dışı her tür cinsel fiili kapsamasını sağlama yükümlülüğünü ortaya koyar. Cinsel şiddet ve saldırı, istismara dayalı ilişkilerde güç ve kontrol dayatmanın yaygın bir biçimidir ve bu durumun ayrılmalardan sonra da sürmesi olasılığı vardır. Bu tür fiillerin, iç hukukta tanımlandığı gibi, halihazırdaki veya geçmişteki eşe karşı işlenmesi durumunda suç oluşumuna ve kovuşturmaya herhangi bir istisna tanınmamasının sağlanması, büyük önem taşır[45]. Sözleşme’nin 37. Maddesi, “zorla evlendirme”yi tanımlamaktadır. Zorla evlilik mağdurlarından kimileri yaşadıkları ülkede evlenmeye zorlanırken, kimileri de önce bir başka ülkeye, genellikle atalarının yaşamış oldukları ülkeye götürülmekte ve bu ülkenin yurttaşı kişilerle evlenmeye zorlanmaktadır. Metni hazırlayanlar bu nedenle, bu hükümde iki davranışa yer vermeyi [44] Taraflar, suçu oluşturan öğeleri değerlendirirken, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihatlarını dikkate almalıdırlar. Mahkeme, 4 Aralık 2003 tarihli M.C. v Bulgaristan kararında şu görüşü belirtmiştir: “Cinsel suçların kovuşturulmasına yönelik herhangi bir katı yaklaşımın, örneğin durum ne olursa olsun fiziksel direnç gösterildiğinin kanıtının istenmesinin, belirli cinsel saldırı olaylarının cezasız kalmasına yol açtığı ve dolayısıyla kişinin cinsel dokunulmazlığının etkili biçimde korunmasını tehlikeye düşürdüğü kanaatine varılmıştır. Bu alandaki çağdaş standartlar ve eğilimler doğrultusunda, üye devletlerin Sözleşme’nin 3 ve 8. maddeleri gereği olan pozitif yükümlülükleri, mağdur tarafından fiziksel direnç gösterilmediği durumlar dahil olmak üzere, karşı tarafın rızasının olmadığı her tür cinsel fiilin etkili biçimde kovuşturulması zorunluluğu şeklinde yorumlanmalıdır” (§ 166). Mahkeme ayrıca şu hususu da kaydetmektedir: “Yasa koyucu tarafından seçilen özel ifade ne olursa olsun, kimi ülkelerde rıza hilafına gerçekleştirilen cinsel fiillerin kovuşturulması, pratikte, ilgili terimlerin yorumlanmasıyla (“zorlama”, “şiddet”, “sıkıştırma”, “tehdit”, “hile” vb) ve kanıtların koşullara duyarlı biçimde değerlendirilmesiyle gerçekleştirilmektedir” (§ 161) (Bkz. dn.25). [45] Bkz. dn.25. 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 151 İstanbul Sözleşmesi önemli saymışlardır: Bir kişiyi evlenmeye zorlamak ve kişiyi başka biriyle zorla evlendirmek üzere ülke dışına çıkması için kandırmak[46]. Bu madde uyarınca, Taraf devletler, yetişkin bir bireyi veya çocuğu evlenmeye zorlayan kasıtlı davranışların cezalandırılmasını sağlamak üzere, hukuki veya diğer önlemleri alır. Taraf devletler, yetişkin bir bireyi veya çocuğu evlenmeye zorlamak amacıyla ikamet yeri dışında diğer ülke veya Taraf devletin topraklarına kasten kandırarak götürmenin cezalandırılmasını sağlamak üzere, gerekli hukuki veya diğer önlemleri alacaklardır. Bent 1’de suç sayılan davranış biçimi, bir yetişkinin veya çocuğun evlenmeye zorlanmasıdır. “Zorlanma” terimi baskı veya zorlamaya başvurulan fiziksel veya psikolojik gücü kasteder. Taraflardan en az birinin -yukarıda belirtilen koşullardan hareketle- gönüllü onayının olmadığı evlilik işleminin tamamlanmasıyla, suç oluşmuş olur[47]. Bent 2, bir kişinin rızası olmadan bir başkasıyla evlenmeye zorlanmak üzere kandırılarak ülke dışına çıkarılmasını, suç saymaktadır. Evlilik işleminin fiilen gerçekleşmiş olması zorunlu değildir. “Kandırma” terimi, failin, mağduru başka bir ülkeye gitmeye teşvik etmesi için başvurduğu herhangi bir yolu anlatır; örneğin hasta bir yakını ziyaret bahanesi gibi. Burada, hem bir kişiyi ülke dışına çıkmak üzere kandırma, hem de ülke dışında bu kişiyi evliliğe zorlama fiillerinin olması gerekir. Metni hazırlayanlara göre, hukuki bağlayıcılığı olan diğer uluslararası belgelerde belirtilmiş standartların da dikkate alınması açısından, bu fiil Tarafların ceza hukukunda yer almalıdır[48]. Kadın sünneti başlıklı 38. madde uyarınca, Taraf devletler, bir kadının dış labiası, iç labiası veya klitorisinin tamamını veya bir kısmını kesip çıkarma, infibülasyon veya işlevini yapamaz hale getirme (f. 1/a); bir kadını yukarıda belirtilen eylemlerden herhangi birine maruz kalmaya zorlama veya kadına bu eylemleri yaptırma (f. 1/b); bir kız çocuğunu yukarıda belirtilen eylemlerden herhangi birine teşvik etme, buna maruz kalmaya zorlama veya ona bu eylemleri yaptırma (f.1 /c) biçimindeki kasıtlı davranışların cezalandırılmasını sağlamak üzere, gerekli hukuki veya diğer önlemleri alacaklardır[49]. [46] Bkz. dn.25. [47] Bkz. dn.25. [48] Bkz. dn.25. [49] Kadın sünnetinin ortadan kaldırılmasına yönelik çalışmaların hızlandırılmasıyla ilgili Dünya Sağlık Örgütü’nün 2008 tarihli 61.16 sayılı Kadın Sünnetine Son Verilmesi Hakkındaki Kararı’nda belirtildiği gibi tıp mesleği mensupları tarafından yapılan bu tür işlemler de ceza gerektirmektedir. 152 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Prof. Dr. Kadriye BAKIRCI Zorla kürtaj ve zorla kısırlaştırma başlıklı 39. madde uyarınca, Taraf devletler, daha önceden bilgisi ve rızası olmaksızın kadın üzerinde kürtaj gerçekleştirilmesi; daha önceden rızası ve sürece ilişkin bilgisi olmaksızın kadının doğal üreme kapasitesini sonlandırma amacı veya etkisi taşıyan cerrahi operasyon gerçekleştirilmesi biçimindeki kasti davranışların cezalandırılmasını teminat altına almak üzere, gerekli hukuki veya diğer önlemleri alacaklardır[50]. Cinsel taciz başlıklı 40. madde uyarınca, Taraf devletler, bir kişinin onurunu zedelemek amacıyla veya böyle bir etkiyle istenmeyen sözlü, sözlü olmayan (non-verbal) veya fiziksel olarak cinsel nitelikte davranışta bulunmayı, bunların özellikle de tahrik edici, düşmanca, küçük düşürücü, yüz kızartıcı ve kırıcı bir çevre yaratarak yapılmasını, cezai ve diğer yaptırımlara tabi kılmak üzere gerekli hukuki veya diğer önlemleri alacaklardır[51]. Bu hükmün kapsamındaki davranışlar çok çeşitlidir[52]. Madde 36’da olduğu gibi, bu hükmün kapsamındaki davranışların cinsel içerikte olması gerekir. Ayrıca, bu davranışların mağdurun rızası hilafına olması gerekir; yani bu fiiler fail tarafından dayatılıyor olmalıdır. Tipik olarak, cinsel taciz kapsamına giren fiiller gücün kötüye kullanımı, ödül vaadi veya misilleme tehdidi gibi yollarla gerçekleştirilmektedir. Bu maddenin uygulanma kapsamı, yalnızca istihdamla sınırlı değildir. Sorumluluğun gerektirdiklerinin, davranışın gerçekleştiği özel durumlara göre değişebileceğini de unutmamak gerekir. 2.1.2. İkincil Mağduriyete Yol Açan Davranışlar[53] Madde 18/3 (3) uyarınca Taraf devletler, mağduru koruma ve desteğe ilişkin alınan (Sözleşme’nin dördüncü bölümünde öngörülen)[54] önlemlerin, ikincil mağduriyetleri engellemeye yönelik olacağını temin edecektir. Madde 56/1, Sözleşme kapsamındaki her tür şiddet olayı mağdurunun soruşturma ve adli takibatın her aşamasında korunmasını amaçlayan usullerle ilgili [50] 1997 tarihli Avrupa Konseyi Biyoloji ve Tıbbın Uygulanması Bakımından İnsan Hakları ve İnsan Saygınlığının /Haysiyetinin Korunması Sözleşmesi standartları doğrultusunda, mağdurun eksiksiz bilgilenme temelinde kendisinin verdiği karar dışındaki her tür kısırlaştırma işlemi, bu kapsama girer. [51] İşyerinde cinsel taciz konusunda bkz. Bakırcı (2000); Bakırcı, K. “İşyerinde Cinsel Taciz ve Türk İş Hukukuna İlişkin Çözüm Önerileri”, Turhan Esener’e Armağan, Ankara 2000a; Bakırcı, K. “SexualHarassment of Working Women in the United Kingdom”, Nuri Çelik’e Armağan, Beta Yayınları, İstanbul 2001. [52] Bkz. Bakırcı (2000); Bakırcı, (2000a); Bakırcı, (2001). [53] Bkz. aşağıda VII. 3.2.6. Koruma Önlemleri. [54] Bkz. aşağıda VII.2. Koruma ve Desteğe İlişkin Yükümlülükler. 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 153 İstanbul Sözleşmesi örnek niteliğinde bir liste içermektedir. Söz konusu bent uyarınca, Taraf devletler, soruşturma ve adli takibatın her aşamasında mağdurların hak ve çıkarlarının yanı sıra, tanık olarak onların özel ihtiyaçlarını koruma altına almak amacıyla, gerekli hukuki veya diğer önlemleri alacaklardır. Bunlar arasında mağdurların, ailelerinin ve görgü tanıklarının tehdit, intikam veya tekrar mağdur edilmeye karşı korunmasının sağlanması; mağdurun, en azından kendisinin ve ailesinin tehlikede olabileceği durumlarda, failin kaçtığından, geçici veya sürekli olarak serbest bırakıldığından haberdar edilmesinin sağlanması; iç hukukun öngördüğü koşullar altında mağdurları, hakları ve tasarruflarındaki hizmetler, şikayetleri üzerine başlatılan takipler, cezalar, soruşturma ve takibatların genel ilerleyişi, onların bu husustaki rolleri ve davaların sonuçları hakkında bilgilendirilmesinin sağlanması; mağdurun doğrudan veya bir aracı yoluyla iç hukukun usul ilkelerine uygun olarak dinlenilmesinin, kanıt sunmasının, görüş, ihtiyaç ve endişelerini sunmasının ve bunların göz önünde bulundurulmasının sağlanması; mağdurlara hak ve çıkarlarının uygun bir şekilde sunulmasını ve söz konusu hak ve çıkarların göz önünde bulundurulmasını sağlayacak uygun destek hizmetleri sunulması; mağdurların mahremiyet ve görüntüsünü korumak amacıyla uygun önlemlerin benimsenmesi; mümkün olan durumlarda, mahkeme ve kolluk kuvvetleri birimlerinde mağdur ve fail arasında temas kurulmasından kaçınılmasının sağlanması; iç hukuk tarafından öngörülen ilkelere uygun olarak, uygun iletişim teknolojilerinin kullanılması yoluyla mağdurun mahkeme salonunda olmaksızın ya da fail olduğu iddia edilen kişinin yokluğunda mahkemede ifade verebilmesinin mümkün kılınması gibi önlemler mevcuttur (m. 56/1). Ev içi şiddet ve kadına yönelik şiddet mağduru tanıklara, özel koruma önlemleri temin edilmelidir (m. 56/2). 2.1.3. Toplumsal Cinsiyet Klişeleri ve Önyargılar[55] Sözleşme, kadınlara yönelik şiddeti ve ayrımcılığı besleyen toplumsal cinsiyet klişeleri ve önyargıların da ortadan kaldırılmasını öngörmektedir[56]. 2.1.3.1. Genel Olarak Madde 12/1 uyarınca, Taraf devletler, kadınların daha aşağı düzeyde olduğu düşüncesine veya kadınların ve erkeklerin toplumsal olarak klişeleşmiş rollerine dayalı önyargıların, törelerin, geleneklerin ve diğer uygulamaların kökünün [55] Bu konuda geniş bilgi için bkz. Bakırcı (2012). [56] Bkz. aşağıda VI.1.Toplumsal Cinsiyete Duyarlılık. 154 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Prof. Dr. Kadriye BAKIRCI kazınması amacıyla, kadınların ve erkeklerin sosyal ve kültürel davranış kalıplarının değiştirilmesine yardımcı olacak önlemleri alacaklardır[57]. 2.1.3.2. Sözde “Namus” Adına İşlenen Suçlar da Dahil Olmak Üzere İşlenen Suçları Mazur Gösterici Gerekçeler Madde 12/5 uyarınca, Taraf devletler, kültür, töre, din, gelenek veya sözde “namus” gibi kavramların, bu Sözleşme kapsamındaki herhangi bir şiddet eylemine gerekçe olarak kullanılmamasını temin edeceklerdir. Madde 42/1 uyarınca, Taraf devletler, Sözleşme kapsamında kalan şiddet eylemlerinin gerçekleştirilmesinden sonra başlatılan ceza davalarında kültür, töre, din, gelenek veya sözde “namus”un gerekçe olarak öne sürülmesinin önlenmesini temin etmek üzere, gerekli hukuki veya diğer önlemleri alacaklardır. Bu, özellikle mağdurun kültürel, dini, sosyal veya geleneksel olarak kabul gören davranış normlarını veya törelerini ihlal ettiği iddialarını da içerir[58]. Böylece, kadınlara yönelik şiddet fiillerinde kültür, töre, din, gelenek veya sözde “namus” gibi gerekçelerin, şiddeti haklı kılan gerekçeler olarak kullanılmasının önüne geçilmek istenmiştir. 2.1.3.3. Mağdurun Cinsel Geçmiş ve Davranışları Taraf devletler, herhangi bir hukuki veya cezai davada mağdurun cinsel geçmiş ve davranışlarına ilişkin kanıtların yalnızca ilgili ve gerekli olması durumunda kullanılmasını sağlamak üzere, gerekli hukuki veya diğer önlemleri alacaklardır (m. 54). Bu maddede, özellikle cinsel saldırı dahil cinsel şiddet davalarında kadınların saygınlığını, kredibilitesini sarsmak, sözkonusu eylemde rızasının var olduğunu kanıtlamak için ileri sürülen cinsel geçmiş ve davranışlara ilişkin kanıtların, ancak “ilgili ve gerekli olması” durumunda kullanılabileceği öngörülmüştür. Çünkü bu tür kanıtların sunulması, mağdura yönelik “çok eşli”, “hafif ”, “ahlakdışı” olduğu ve korunmaya layık olmadığı biçimindeki önyargıları pekiştirir. Çoğunluğu kadın olan cinsel şiddet mağdurlarına, ancak saygın olmaları halinde mahkemelerce koruma sağlandığından, bu tür önyargılar, fiili eşitsizliğe ve ayrıca ikincil mağduriyete yol açar. Oysa mağdurun cinsel geçmiş [57] Karş. BM Kadınlara Yönelik Her Türlü Ayrımcılığın Ortadan Kaldırılması Sözleşmesi, m.5. [58] Bkz. aşağıda VII.3.2.8.3.Cezayı Ağırlaştırıcı ve Hafifletici Sebepler. 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 155 İstanbul Sözleşmesi ve davranışları hiçbir saldırıyı haklı kılmaz ve mağdurlar ikinci bir travma daha yaşama korkusu taşımadan, hukuki yollara başvurabilmelidirler[59]. 2.1.3.4. Aşağılayıcı Cinsel İçeriği Olan veya Şiddet Unsuru Taşıyan Bilgi ve İletişim Madde 17 uyarınca, Taraf devletler ifade özgürlüğüne ve bağımsızlıklarına gerekli saygıyı göstererek özel sektör, bilgi ve iletişim teknolojileri sektörü ve medyayı, kadına yönelik şiddetin önlenmesi ve kadın onuruna duyulan saygının arttırılması için politika geliştirme, uygulamaya katılma ve yönergeler ile öz düzenleyici standartlar geliştirme hususlarında teşvik eder (b. 1). Bu maddenin amacı, bu Sözleşme kapsamındaki her tür şiddeti önleme ve bu tür fiillerle mücadele şeklindeki uzun vadeli amacı gerçekleştirmeye yönelik çabalara yeni bir ivme kazandırmaktır. Bu düzenlemeyle, zararlı toplumsal cinsiyet temelli klişelerin, kadınları aşağılayıcı görüntü ve yorumların medyada yer almasının önüne geçilmek istenmektedir[60]. Bent 1, iki farklı yükümlülük seti içermektedir: Birincisi, Sözleşme’nin Taraflarından, özel sektörü, bilgi ve iletişim teknolojileri sektörünü ve medyayı, kadınlara yönelik şiddeti önlemeye yönelik yerel, bölgesel veya ulusal politikaların ve çabaların yalnızca oluşturulmasına değil, bunların uygulanmasına da katılmaya özendirmeleri istenmektedir. Bu alanda harekete geçilip geçilmeyeceği, geçilecekse ne tür girişimlerde bulunulacağı, ilgili Taraflara bırakılmıştır. Bu hususun medya açısından taşıdığı önem, Tarafların bu özendirmesinde ifade özgürlüğüne ve medyanın bağımsızlığına özel özen gösterilmesi gerekliliğidir. Bağımsızlık, özel olarak yayın politikasının bağımsızlığı açısından değerlendirilmelidir. İkincisi, Taraflardan, özel sektörü, bilgi ve iletişim teknolojileri sektörünü ve medyayı belirli konularda özendirmeleri talep edilmektedir. Buna göre söz konusu kesimler, kadınların saygınlığını sağlayacak kılavuzlar ve kendi [59] Bkz. dn.25. [60] Medya ve Yeni İletişim Hizmetleri Yönlendirme Komitesi’nin, Avrupa Konseyi Parlamentosu’nun Medyada Cinsiyetçi Klişelere/Kalıplara Karşı Mücadeleyle İlgili 1931 (2010) sayılı Tavsiye Kararı ile ilgili yorumunda da belirttiği gibi, “Toplumsal cinsiyet kalıplarına karşı mücadele, en kabul edilmez tezahür biçimlerinden biri olan toplumsal cinsiyet temelli şiddet dahil olmak üzere eşitsizliklerin azaltılmasına katkıda bulunacaktır. Bu konunun gerektiği gibi ele alınmasının medyanın bağımsızlığı gibi temel bir ilkeyi de gözetmesi kaçınılmaz olduğuna göre, salt düzenleyici ve denetleyici önlemlerin, tatmin edici sonuç yaratmaması olasıdır. Dolayısıyla, görev büyük ölçüde medyanın kendisine düşmektedir; medya, kendi özel kimliklerine sahip çeşitli kişileri eşitlik temelinde yansıtma ve hepsine adil davranma ilkesini kendi mesleki kurallarına ve işleyiş mekanizmalarına yedirmeli ve kalıplarla gündelik olarak mücadele etmelidir. Yönetişim model ve yaklaşımlarıyla bulunabilecek çözümleri gözetmek daha da etkili olabilir.” 156 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Prof. Dr. Kadriye BAKIRCI kendini yönetme standartları oluşturmalı, böylece kadınlara yönelik şiddetin önlenmesine katkıda bulunmalıdırlar. Bununla birlikte, madde 17 bent 1’de kadınlara yönelik şiddeti önlemek üzere politikalara, yönlendirici ilkelere ve kendi kendini yönetme standartlarına yapılan atıflar, örneğin işyerlerinde cinsel taciz olaylarının nasıl ele alınacağına ilişkin protokoller ve yönlendirici ilkeler oluşturan özel şirketlerin sayısını artırmaya yönelik bir mesaj olarak yorumlanmalıdır. Bir başka amaç da, bilgi ve iletişim teknolojileri ve medya sektörlerini, zararlı toplumsal cinsiyet kalıplarından, kadınları aşağılayıcı, şiddet ve seks bağlantılı imajlardan kaçınmalarını sağlayacak standartları geliştirmeye özendirmektir. Burada kastedilen, söz konusu aktörleri, kadınlara yönelik şiddet olaylarının ele alınmasında hakları temel alan, toplumsal cinsiyete duyarlı ve sansasyondan kaçınan etik kurallar geliştirmeye yöneltmektir. Tüm bu önlemler, ifade, basın ve sanat özgürlükleri ile ilgili temel ilkelere saygı gözetilerek alınmalıdır[61]. Madde 14/2 uyarınca, Taraf devletler medyada, kadın erkek eşitliği, kalıplaşmamış toplumsal cinsiyet rolleri, karşılıklı saygı, kişisel ilişkilerdeki çatışmalarda çözüm yolları, kadına yönelik toplumsal cinsiyete dayalı şiddet ve kişisel bütünlük hakkı gibi konulardaki ilkeleri geliştirmek amacıyla gerekli adımları atacaktır[62]. 2.2. Ayrımcılık Kadınlarla erkekler arasında hukuki ve fiili eşitliğin gerçekleştirilmesinin, kadına yönelik şiddeti önlemede anahtar bir unsur olduğunu kabul eden Sözleşme, kadınlara yönelik her türlü (doğrudan ve dolaylı) ayrımcılığı yasaklamakta, hukuki ve fiili eşitliğin sağlanmasını öngörmektedir[63]. Sözleşme’nin amaçları arasında, kadına yönelik her türlü ayrımcılığın ortadan kaldırılmasına katkıda bulunmak ve kadınları güçlendirerek maddi (fiili) kadın erkek eşitliğini sağlamak yer almaktadır (m. 1/b). [61] Bkz. dn.25; Avrupa Konseyi, Bakanlar Komitesi ve Parlamentosu aracılığıyla uzun süredir toplumsal cinsiyet kalıplarına ve kadın erkek eşitsizliğine son verme çağrısında bulunmaktadır ve bu amaçla aşağıdaki tavsiyeleri kabul etmiştir: Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin R(84)17 sayılı Medyada Kadın Erkek Eşitliği ile İlgili Tavsiye Kararı; Avrupa Konseyi Parlamentosu’nun 1555(2002) sayılı Medyada Kadın İmajıyla İlgili Tavsiye Kararı; Avrupa Konseyi Parlamentosu’nun 1799(2007) sayılı Reklamlarda Kadın İmajıyla İlgili Tavsiye Kararı; Avrupa Konseyi Parlamentosu’nun 1751(2010) sayılı Medyada Cinsiyetçi Klişelere/Kalıplara Karşı Mücadeleyle İlgili Kararı ve 1931(2010) sayılı Tavsiye Kararı. [62] Bkz. aşağıda VII.1.2.2.Toplumsal Cinsiyet Eğitimi. [63] Bu kavramlar hakkında geniş bilgi için bkz. Bakırcı (2012). 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 157 İstanbul Sözleşmesi Madde 4/1 uyarınca, Taraf devletler, kadına yönelik her türlü ayrımcılığı kınar ve bu ayrımcılığı önlemek için özellikle, ulusal anayasalarına veya diğer uygun mevzuatına kadın erkek eşitliği ilkesini dahil edip, bu ilkenin uygulamada da gerçekleştirilmesini sağlayarak, kadınlara yönelik ayrımcılığı, gerektiğinde yaptırımlar uygulanması yoluyla yasaklayarak, kadına yönelik ayrımcılık içeren kanunları ve uygulamaları yürürlükten kaldırarak, gerekli hukuki ve diğer önlemleri gecikmeksizin alacaklardır. Sözleşme, kadına yönelik toplumsal cinsiyete dayalı şiddetin önlenmesi ve kadınların korunması için gerekli olan özel önlemlerin alınmasına izin vermektedir[64]. Sözkonusu özel önlemler, Sözleşme kapsamında ayrımcılık olarak kabul edilmeyecektir (m. 4/son f.)[65]. İstanbul Sözleşmesi, yukarıda da belirtildiği gibi[66], farklı gruplar arasında ayrım yapılmasını da yasaklamaktadır. Taraf devletler bu Sözleşme’de öngörülen korumayı hiçbir ayrıma (cinsiyet, toplumsal cinsiyet, ırk, renk, dil, din, siyasi görüş veya farklı görüşe sahip olma, ulusal veya sosyal köken, herhangi bir etnik azınlık, mülkiyet, doğum, cinsel yönelim, toplumsal cinsiyet kimliği, yaş, sağlık durumu, medeni durum, göçmen ya da mülteci olma, engelli olma veya diğer bir duruma dayalı ayrıma) yer vermeksizin, bütün gruplara sağlamakla yükümlüdür (m. 4/3). Sözleşme’de ayrımcılık nedenleri, sayılı ve sınırlı değildir. 3. Taraf Devletlerin Sorumluluklarının Kapsamı Sözleşme, Taraf devletleri hem kamu, hem de özel hukuk gerçek ve tüzel kişilerinin kadınlara yönelik şiddet eylemlerinden sorumlu tutmaktadır. Madde 5 uyarınca, Taraf devletler, kadına yönelik şiddet eylemlerinde bulunmaktan kaçınacaklar; devlet adına faaliyet gösteren devlet yetkilileri, görevliler, kurumlar, kuruluşlar ve diğer aktörlerin bu yükümlülüğe uygun hareket ettiklerini temin edeceklerdir. Taraf devletler, devlet dışı aktörlerce işlenen ve Sözleşme kapsamında yer alan şiddet eylemlerinin önlenmesini, kovuşturulmasını, cezalandırılmasını ve tazmin edilmesini sağlamak üzere, gerekli hukuki ve diğer önlemleri alacaklardır[67]. [64] Özel önlemler konusunda geniş bilgi için bkz. Bakırcı (2012). [65] Karş. BM Kadınlara Yönelik Her Türlü Ayrımcılığın Ortadan Kaldırılması Sözleşmesi, m.4. [66] Bkz. yukarıda 1.3.Erkekler; 1.4.LGBTİ Bireyler. [67] Bkz. aşağıda VI.9.Azami Dikkat ve Özen Gösterme Yükümlülüğü (“DueDiligence” İlkesi); VII.3.1.Hukuk Davaları ve Giderimler. 158 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Prof. Dr. Kadriye BAKIRCI Uluslararası hukuka göre bir devlet, emniyet görevlileri, göçmenlik bürolarında görev yapanlar ve cezaevi görevlileri gibi kendi çalışanlarının tutum ve davranışları nedeniyle kendisine atfedilebilecek haksız fiillerinden sorumludur. Bu ilke, BM Uluslararası Hukuk Komisyonu’nun 2001 tarihli Haksız Fiilleri Nedeniyle Devletlerin Uluslararası Sorumluluğu ile ilgili düzenlemelerinde belirlenmiştir ve uluslararası hukukta adet olarak geniş ölçüde benimsenmiştir. Uluslararası insan hakları hukukuna göre devletin hem negatif, hem de pozitif görevleri vardır. Devlet görevlileri, hem hukuka saygılı olup uluslararası sorumluluğa yol açan haksız fiillerden kaçınmalı, hem de kişileri devlet dışı diğer aktörlerin bu tür fiillerinden korumalıdır[68]. Madde 12/2 uyarınca, Taraf devletler herhangi bir gerçek veya tüzel kişinin bu Sözleşme’nin kapsamında kalan her türlü şiddet eylemini önleyecek gerekli hukuki ve diğer önlemleri alacaklardır. Dolayısıyla Sözleşme, hem özel alanda (ev içinde) hem de kamusal alanda eş, partner gibi birlikte yaşanan kişiler tarafından yöneltilen şiddeti yasakladığı gibi, işyerlerindeki, okullardaki, karakollardaki, hapishanelerdeki ve benzeri yerlerdeki kadına yönelik şiddeti de yasaklamakta ve Taraf devletleri kadına yönelik her türlü şiddetten sorumlu tutmaktadır. Sözleşme, silahlı çatışmalarda sivil halkı ve özellikle de kadınları yaygın veya sistematik cinsel saldırı ve cinsel şiddet şeklinde etkileyen, devam edegelen insan hakları ihlallerinin mevcudiyetinin ve gerek çatışmalar esnasında, gerekse çatışmalardan sonra toplumsal cinsiyete dayalı şiddetin artma potansiyelinin bilincinde olarak, Taraf devletleri hem barış, hem silahlı çatışma dönemlerindeki ve sonrasında devam eden, kadınlara yönelik şiddetten sorumlu tutmaktadır (m. 2/3)[69]. Sözleşme, Taraf devletleri, yalnızca kendi vatandaşlarına yönelik şiddetten değil, sığınmacı, mülteci ve hukuki durumu ne olursa olsun, göçmen kadınlara yönelik şiddetten de sorumlu tutmaktadır (m. 59, 60, 61). VI. DEVLETİN YÜKÜMLÜLÜKLERİNİ YERİNE GETİRMESİNDE UYMASI GEREKEN İLKELER Sözleşme, Taraf devletlerin, Sözleşme’de öngörülen yükümlülüklerini yerine getirirken aşağıdaki ilkelere uymasını öngörmektedir: [68] Bkz. dn.25. [69] Karş. Uluslararası Ceza Mahkemesi Roma Anlaşması, m.7. 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 159 İstanbul Sözleşmesi 1. Toplumsal Cinsiyete Duyarlılık Madde 3/c uyarınca, “toplumsal cinsiyet” belli bir toplumun kadınlar ve erkekler için uygun gördüğü sosyal olarak inşa edilen roller, davranışlar, etkinlikler ve yaklaşımlar anlamına gelir. Madde 6 uyarınca, Taraf devletler bu Sözleşme hükümlerinin uygulanmasında ve etkilerinin değerlendirilmesinde, toplumsal cinsiyet bakış açısına yer vermeyi taahhüt ederler. Madde 18/3 (1) uyarınca, Taraf devletler mağduru koruma ve desteğe ilişkin alınan (Sözleşme’nin dördüncü bölümünde öngörülen)[70] önlemlerin kadına yönelik şiddet ve ev içi şiddetin toplumsal cinsiyet anlayışına dayanacağını ve mağdurun insan haklarına ve güvenliğine odaklanacağını temin edeceklerdir. Madde 49/2 uyarınca, Taraf devletler, şiddetin toplumsal cinsiyete dayalı anlayışına ve insan hakları temel ilkelerine uygun olarak, Sözleşme uyarınca belirlenen suçların soruşturulması ve kovuşturulmasının etkili biçimde yürütülmesini sağlamak amacıyla, gerekli hukuki veya diğer önlemleri alacaklardır. Madde 60/1 uyarınca, Taraf devletler, 1951 Mültecilerin Hukuki Durumuna İlişkin Sözleşme’nin 1/A(2) maddesinin anlamı çerçevesinde, kadınlara yönelik toplumsal cinsiyete dayalı şiddetin zulüm çeşidi ve tamamlayıcı/yardımcı korumayı gerektiren ciddi bir zarar olarak tanınması için, gerekli hukuki veya diğer önlemleri alacaklardır (m. 60/1). Taraf devletler, Sözleşme’deki gerekçelerden her birinin toplumsal cinsiyete duyarlı biçimde yorumlanmasını sağlayacaklar ve bu gerekçelerden bir veya birden fazlası nedeniyle korkulduğunda, başvuranlara yürürlükteki ilgili mevzuata göre mülteci statüsü vereceklerdir. Madde 60/3 uyarınca, Taraf devletler, sığınmacılar için, toplumsal cinsiyete duyarlı kabul usullerinin ve destek hizmetlerinin yanı sıra, toplumsal cinsiyet yönergelerini ve mülteci statüsünün belirlenmesi ve uluslararası koruma başvurusunu da kapsayan, toplumsal cinsiyete duyarlı sığınma usullerini geliştirmeye yönelik, gerekli hukuki veya diğer önlemleri alacaklardır. 2. Kadınların Güçlendirilmesi Madde 1/1 uyarınca, Sözleşme’nin amacı, kadına yönelik her türlü ayrımcılığın ortadan kaldırılmasına katkıda bulunmak ve kadınları güçlendirmek de dahil olmak üzere, kadınlarla erkekler arasında fiili eşitliği sağlamaktır. [70] Bkz. aşağıda VII.2.Koruma ve Desteğe İlişkin Yükümlülükler. 160 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Prof. Dr. Kadriye BAKIRCI Madde 6 uyarınca, Taraf devletler, Sözleşme hükümlerinin uygulanmasında ve etkilerinin değerlendirilmesinde kadınların güçlendirilmesine yönelik etkili politikalar geliştirmeyi ve uygulamayı taahhüt ederler. Madde 12/3(3) uyarınca, Taraf devletler, kadınların güçlenmesine yönelik program ve faaliyetleri arttırmak amacıyla gerekli önlemleri alacaklardır. Madde 18/3 (3) uyarınca, Taraf devletler, mağduru koruma ve desteğe ilişkin alınan (Sözleşme’nin dördüncü bölümünde öngörülen)[71] önlemlerin, şiddet mağduru kadınların güçlendirilmesi ve ekonomik bağımsızlığını hedeflemesini temin edeceklerdir. Bu düzenleme uyarınca, mağdurlar veya hizmetlerden yararlananlar; haklarını bilip tanımalı, kendilerine saygılı, değer verici ve duyarlı yaklaşan destekleyici bir ortamda kendi kararlarını verebilmelidir. Bu arada, verilen hizmetlerin mağdurlara kendi yaşamlarını kontrol etme özelliği taşıması gerekir ki, bu pek çok durumda özellikle failden ekonomik olarak bağımsız olmayı sağlamak üzere üzere finansal güvenliği de öngörür[72]. Madde 20/1 uyarınca, Taraf devletler, mağdurların şiddet sonrası iyileşmelerini kolaylaştıracak hizmetlere erişimlerini sağlamak üzere, gerekli hukuki veya diğer önlemleri alacaklardır. Bu önlemler, gerektiğinde, yasal ve psikolojik danışmanlık, mali yardım, konut, eğitim, öğretim ve iş bulma desteği gibi hizmetleri içerir. Taraf devletler, 18. maddenin 5. bendine[73] uygun olarak, (şiddete açık hale gelmiş olan) güç durumdaki mağdurların korunmasını kolaylaştırmak amacıyla üçüncü devletlerle ikili ve çoklu anlaşmaların yürürlüğe konması da dahil, gerektiğinde, üçüncü ülkelerin kalkınma yardım programları ile kadına yönelik şiddet ve ev içi şiddetle mücadele ve şiddeti önlemeyi bütünleştirmek için çaba göstereceklerdir (m. 62/4). 3. Kapsamlı, Eşgüdümlü ve Bütüncül Politikalar İzleme Şiddete uğrayan kadınların güvenliklerinin, fiziksel ve psikolojik sağlıklarının yeniden kazandırılması, yaşamlarını yeniden kurmalarının sağlanması için, kapsamlı politikalara ihtiyaç vardır. [71] Bkz. aşağıda VII.2.Koruma ve Desteğe İlişkin Yükümlülükler. [72] Bkz. dn.25. [73] Bkz. yukarıda V.1.1.2.Şiddete Açık Kadın Grupları. 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 161 İstanbul Sözleşmesi Madde 1/1 uyarınca, Sözleşme’nin amacı, ev içi şiddetin tüm mağdurlarının ve kadına yönelik şiddet mağdurlarının korunması ve bunlara yardım edilmesi için kapsamlı bir çerçeve, politika ve önlemler tasarlamak; kadına yönelik şiddet ve ev içi şiddetin ortadan kaldırılması için bütüncül bir yaklaşımın benimsenmesi maksadıyla kuruluşların ve kolluk kuvvetleri birimlerinin birbiriyle etkili bir biçimde işbirliği yapmalarına destek ve yardım sağlamaktır. Madde 7 uyarınca, Taraf devletler, Sözleşme kapsamında yer alan her türlü şiddeti önlemek ve bununla mücadele etmek için ilgili tüm önlemleri, kadına yönelik şiddet ve ev içi şiddete bütüncül bir yaklaşım sunmaya ilişkin tüm ilgili önlemleri içeren etkili, kapsamlı ve koordineli politikaları ülke çapında benimsemek ve uygulamak için gerekli hukuki ve diğer önlemleri alacaklardır. Taraf devletler, sözkonusu politikaların mağdurun haklarının tüm önlemlerin merkezine yerleştirilmesini ve bu politikaların ilgili tüm kurum, kuruluş ve örgütler arasında etkili işbirliğine dayalı olarak uygulanmasını sağlayacaklardır. Bu madde uyarınca alınan önlemler, gerektiğinde, devlet kurumları, ulusal, bölgesel ve yerel yönetimler ile makamları, ulusal insan hakları kuruluşları ve sivil toplum kuruluşları gibi ilgili tüm aktörleri kapsayacaktır[74]. Avrupa Konseyi düzeyinde hazırlanan son dönemdeki diğer sözleşmelere benzer biçimde bu Sözleşme de, “ÖKK” formülünü izlemektedir: Önleme, Koruma ve Kovuşturma. Bununla birlikte, bu Sözleşme’nin kapsadığı tüm şiddet biçimlerine karşı etkili bir tepki bu üç alanda alınacak önlemlerin ötesinde önlemler gerektirdiğinden, metni hazırlayanlar bu formüle bir de “BP” katma gereğini duymuşlardır: “Bütüncül Politikalar”[75]. Ulusal insan hakları kuruluşlarından kastedilen, BM Genel Kurulu’nun 1993 tarihli ve 48/134 sayılı İnsan Haklarının Korunması ve Geliştirilmesi için Çalışan Ulusal Kuruluşlarla İlgili Kararı’nda öngörülen standartlar uyarınca oluşturulan kuruluşlardır[76]. 4. Yeterli Mali ve Beşeri Kaynaklar Tahsis Etme Madde 8 uyarınca, Taraf devletler, sivil toplum ve hükümet dışı kuruluşlar tarafından yürütülenler de dahil, Sözleşme kapsamında yer alan her türlü şiddetle mücadele ve şiddeti önlemeye ilişkin bütüncül politikaların, önlemlerin [74] Ayrıca bkz. m. 13/1; 18/2. [75] Bkz. dn.25. [76] Bkz. dn.25. 162 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Prof. Dr. Kadriye BAKIRCI ve programların uygun biçimde uygulanması için yeterli mali ve beşeri kaynak tahsis edeceklerdir. Bu madde, kamu mercileri ile ilgili hükümet dışı ve sivil toplum kuruluşlarınca yürütülen her iki koldaki etkinliklere yeterli finansal ve insani kaynak tahsis edilmesini sağlama amacını gütmektedir. Metni hazırlayanlar, üye devletlerin birbirinden farklı ekonomik koşullarını dikkate alarak, bu yükümlülüğün kapsamını “yeterli kaynak” tahsisi ile sınırlandırma yolunu seçmişlerdir. Başka bir deyişle tahsis edilen kaynaklar, hedefler kümesi veya uygulanacak önlem için yeterli olmalıdır[77]. 5. Hükümet Dışı Kuruluşlarla, Sivil Toplumla ve Erkeklerle İşbirliği Madde 9 uyarınca, Taraf devletler, kadına yönelik şiddetle mücadelede aktif olan ilgili hükümet dışı kuruluşlar ve sivil toplumun çalışmalarını her düzeyde göz önünde bulunduracak, teşvik edecek, destekleyecek ve bu kuruluşlarla etkin işbirliği tesis edecektir. Birçok üye Devlette, ev içi şiddet mağduru kişilere yönelik hizmetlerin çok büyük bölümü ile kadınlara yönelik şiddetin diğer biçimlerinin mağduru olan kişilere yönelik hizmetler, hükümet dışı veya sivil toplum kuruluşları tarafından verilmektedir. Bu kuruluşlar, sığınma imkanları, hukuk yardımları, tıbbi ve psikolojik danışmanlık, acil telefon hatları ve diğer temel hizmetlerin sağlanmasında uzun bir geleneğe sahiptirler. Bu maddede amaçlanan, bu çeşitli kuruluşların Sözleşme kapsamında yer alan şiddet fiillerinin önlenmesine ve bunlara karşı mücadele edilmesine yapabilecekleri önemli katkıların vurgulanmasıdır. Dolayısıyla madde, Sözleşme’nin Taraflarından, bu kuruluşların çalışmalarını tanımalarını, örneğin deneyimlerinden yararlanmalarını, çok kuruluşlu işbirliklerine veya m. 7’nin öngördüğü kapsamlı hükümet politikalarının uygulanmasına onları da dahil etmelerini istemektedir. Bu madde, böyle bir tanımanın ötesinde, Sözleşme’nin Taraflarından, kendilerini görevlerine adamış hükümet dışı kuruluşların ve sivil toplum kuruluşlarının çalışmalarını aktif olarak özendirip desteklemelerini talep etmektedir. Madde 9, yalnızca hükümet dışı kuruluşlara ve kadınlara yönelik şiddete karşı mücadele eden sivil topluma atıfta bulunsa bile, bu durum Tarafları daha ileri gitmekten ve daha geniş kapsamıyla ev içi şiddete odaklanan hükümet dışı kuruluşların ve sivil toplumun çalışmalarını da desteklemekten alıkoymamalıdır[78]. [77] Bkz. dn.25. [78] Bkz. dn.25. 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 163 İstanbul Sözleşmesi Madde 12/3(1) uyarınca, Taraf devletler, erkekler ve erkek çocukları başta olmak üzere, tüm toplum üyelerinin Sözleşme kapsamındaki tüm şiddet türlerini önlemek üzere aktif katkılar sağlamasını teşvik etmek için, gerekli önlemleri alacaklardır. Bu düzenleme, toplumun tüm üyelerinin şiddetin önlenmesine önemli katkılar yapabileceğini ve bunun özendirilmesi gerektiğini belirtmektedir. Bu Sözleşme kapsamındaki şiddet fiillerinin çoğunun failleri erkekler ve erkek çocukları olduğundan, bu tür şiddetin önlenmesinde erkeklerin özel rolünün vurgulanması gereği duyulmuştur. Ancak, erkeklerin ve erkek çocuklarının çoğunluğunun bu tür olaylara karışmadığını da dikkate alarak, bu katkının çeşitli biçimler alabileceği de vurgulanmıştır: Rol modeli, değişimin özneleri olmak, kadın ve erkek arasında eşitliği savunmak ve karşılıklı saygıyı geliştirmek gibi. Erkekler, şiddete karşı tutum alarak, toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlama uğraşına başka erkekleri de katarak, aile sorumluluklarını üstlenip rol modelleri oluşturarak, önemli katkılarda bulunabilirler[79]. 6. Özel Sektör ve Medya ile İşbirliği Madde 17, Taraf devletlerin, özel sektör, bilgi ve iletişim teknolojileri sektörü ve medya ile kadına yönelik şiddetin önlenmesi ve kadın onuruna duyulan saygının arttırılması için işbirliği yapmasını öngörmektedir[80]. 7. Araştırma, Veri Toplama ve Bulguları Paylaşma Sözleşme’nin uygulanmasını teminen, Taraf devletler, Sözleşme kapsamında yer alan her türlü şiddet eylemine ilişkin tasnif edilmiş ilgili istatistiki veriyi düzenli aralıklarla toplamayı; şiddetin temel nedenlerini ve etkilerini, şiddet eylemleri ve mahkumiyet oranları ile Sözleşme’nin uygulanması için alınan önlemlerin etkinliğini incelemek amacıyla, Sözleşme kapsamındaki her türlü şiddet alanında yapılan araştırmaları desteklemeyi taahhüt ederler (m. 11/1). Taraf devletler, Sözleşme kapsamında yer alan her türlü şiddetin yaygınlığını ve eğilimlerini değerlendirmek üzere, düzenli aralıklarla nüfusa dayalı araştırmalar yapmaya çaba göstereceklerdir (m. 11/2)[81]. [79] Bkz. dn.25 [80] Bkz. yukarıda VI.2.1.3.4.Aşağılayıcı Cinsel İçeriği Olan veya Şiddet Unsuru Taşıyan Bilgi ve İletişim; bkz. aşağıda VII.1.2.2.Toplumsal Cinsiyet Eğitimi. [81] Taraflar, nüfus temelli araştırmaları tasarlarken, Dünya Sağlık Örgütü’nün Kadın Sağlığı ve Kadına Yönelik Ev içi Şiddet Araştırması’na ve Kadınlara Yönelik Şiddet Uluslararası Araştırması’na başvurabilirler. 164 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Prof. Dr. Kadriye BAKIRCI Taraf devletler, uluslararası işbirliğini harekete geçirmek ve uluslararası düzeyde kıyas yapmayı mümkün kılmak amacıyla, bu madde uyarınca toplanan bilgileri Sözleşme’nin 66. maddesinde atıfta bulunulan Uzmanlar Grubu’na[82] sağlar (m. 11/3). Taraf devletler, bu madde uyarınca toplanan bilgilerin kamuya açık olmasını sağlayacaklardır (m. 11/4). Verilerin sistematik ve yeterli biçimde toplanması, bu Sözleşme kapsamında yer alan kadınlara yönelik şiddet fiillerinin önlenmesine ve bu olguya karşı mücadele edilmesine yönelik etkili politikalar geliştirilmesinin temel bileşenlerinden biri olarak, öteden beri kabul edilmektedir. Bu bölüm, Sözleşme kapsamında yer alan her tür şiddet biçiminin önlenmesi ve bunlara karşı mücadele edilmesi açısından, temsil kabiliyeti olan ve karşılaştırılabilir verilerin düzenli olarak toplanmasının önemine ve bununla ilgili yükümlülüğe işaret eder[83]. Bu Bölüm’de, madde 10 kapsamında oluşturulan eşgüdüm organı veya organları tarafından toplanması, analiz edilmesi ve yayılması, ayrıca Sözleşme’nin uygulanmasını izlemekten sorumlu bağımsız uzmanlar grubuna (GREVIO) iletilmesi gereken verilerin ne tür veriler olacağı belirlenmektedir[84]. Ayrıca, kadınlara yönelik şiddet ve ev içi şiddet alanındaki araştırmaları destekleme gerekliliğinin altı çizilmektedir[85]. Madde 65’te de belirtildiği gibi verilerin toplanması, muhafazası ve dönüştürülmesi, gizliliği sağlamak ve mağdurların, faillerin ve ilgili diğer kişilerin özel yaşamlarına saygı adına Avrupa Konseyi Kişilerin Kişisel Verilerinin Otomatik İşlenmesinde Korunmaları Sözleşmesi uyarınca yapılmalıdır. 65. maddede belirtilen standartlar, yalnızca ülkelerarası veri aktarımı durumlarında değil, veri toplandığı, muhafaza edildiği ve toplanan verilerin dönüştürüldüğü her durumda gözetilmelidir[86]. Madde 11/4, toplanan bilgilerin halka açık tutulması yükümlülüğünü getirmektedir. Bununla birlikte, halka açıklanacak bilgilerin biçimini ve açıklanma [82] Bkz. aşağıda VIII.1.Kadına Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddete Karşı Eylem Uzmanlar Grubu (GREVIO). [83] Avrupa Konseyi’nin, Avrupa Konseyi Üyesi Devletlerde Ev İçi Şiddetle İlgili Veri Toplanması hakkındaki araştırması (EG-VEW-DC(2008)), bu kategorileri tanımlamakta ve mevcut uygulamalar ötesinde idari verilerin toplanmasıyla ilgili tavsiyelere de yer veren model oluşturacak bir yaklaşım geliştirmektedir. [84] Bkz. aşağıda VIII.İzleme Mekanizması. [85] Bkz. dn.25. [86] Bkz. dn.25. 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 165 İstanbul Sözleşmesi yollarını, hangi bilgilerin paylaşılacağını belirlemek, Taraflara bırakılmıştır. Taraflar, 11. madde çerçevesinde toplanan bilgileri halkla paylaşırken, durumdan etkilenen kişilerin özel yaşamlarının gizliliğine özel özen göstereceklerdir[87]. 8. Koordinasyon Birimi Kurma Madde 10 uyarınca, Taraf devletler, Sözleşme kapsamında yer alan her türlü şiddetle mücadele etmek ve şiddeti önlemek üzere politikaların ve önlemlerin koordinasyonu, uygulanması, izlenmesi ve değerlendirilmesinden sorumlu bir veya birden fazla resmi kurum görevlendirecek veya kuracaktır. Bu organlar araştırma ve veri toplamaya ilişkin 11. maddede bahsedildiği şekilde veri toplanmasını koordine edecek, bu verileri analiz edecek ve sonuçlarını yayımlayacaktır. Taraf devletler, bu madde uyarınca görevlendirilen veya kurulan birimlerin, uluslararası işbirliğine ilişkin Bölüm VIII uyarınca (m.62-65)[88] alınan önlemlere ilişkin bilgi almalarını sağlayacaklardır. Taraf devletler, bu madde uyarınca görevlendirilen veya kurulan birimlere, diğer Taraf devletlerdaki muadilleriyle doğrudan iletişim kurma ve ilişki geliştirme imkanı sağlayacaklardır. Bu maddede geçen “resmi kurum” terimi, hükümete bağlı herhangi bir birim veya kurum olarak anlaşılmalıdır. Bu da, ulusal veya bölgesel düzeyde var olan veya oluşturulacak bir organ veya kurum olabilir. Var olan veya oluşturulacak kurumun büyüklüğü, personeli ve finansmanı, nereye bağlı olup nereye rapor vereceği gibi hususlar, Taraflarca belirlenecektir[89]. 9. Azami Dikkat ve Özen Gösterme Yükümlülüğü (“DueDiligence” İlkesi) Madde 5/1, devletin, kendi yetkililerinin, görevlilerinin, temsilcilerinin, kurumlarının veya devlet adına hareket eden diğerlerinin kadınlara yönelik şiddet anlamına gelen fiillerden kaçınmalarını sağlama yükümlülüğünden söz ederken[90], madde 5/2 Tarafların, devlet dışı aktörler tarafından gerçekleştirilen fiilleri gerekli titizlikle ele alma yükümlülüğünü ortaya koymaktadır. [87] Bkz. dn.25. [88] Bkz. aşağıda VII.4.Uluslararası İşbirliğine İlişkin Yükümlülükler. [89] Bkz. dn.25. [90] Bkz. yukarıda V.3.Taraf Devletlerin Sorumluluklarının Kapsamı; bkz. aşağıda VII. 3.1. Hukuk Davaları ve Giderimler. 166 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Prof. Dr. Kadriye BAKIRCI Madde 5 uyarınca, Taraf devletler, devlet dışı aktörlerce gerçekleştirilen ve Sözleşme’nin kapsamı dahilindeki şiddet eylemlerinin önlenmesi, soruşturulması, cezalandırılması ve tazmin edilmesi konusunda azami dikkat ve özenin sarfedilmesi için, gerekli hukuki ve diğer önlemleri alacaklardır[91]. Rec(2002)5 sayılı Kadınların Şiddete Karşı Korunmasıyla İlgili Olarak Üye Devletlere Yönelik Avrupa Konseyi Tavsiye Kararı’nın 2. maddesinde ifade edilen bir kavram olarak “devlet dışı aktör”, özel kişileri kasteder[92]. “Tazmin” terimi, uluslararası insan hakları hukukunda farklı karşılıklara sahip olabilir; örneğin yeniden eski durumuna getirme, telafi etme, iyileştirme, tatmin etme ve tekrarlanmama garantisi verme gibi. Tazminat söz konusu olduğunda, bunun bir Tarafça ancak bu Sözleşme’nin 30(2) maddesinde belirtilen koşullarda sağlanabileceğinin bilinmesi önemlidir[93]. VII. DEVLETİN YÜKÜMLÜLÜKLERİ Sözleşme’deki yükümlülükler, önlemeye; koruma ve destek sağlamaya; hukuki ve cezai yaptırımlar öngörme ve uygulamaya ve uluslararası işbirliğine ilişkin yükümlülükler olarak sınıflandırılabilir. 1. Önlemeye İlişkin Yükümlülükler 1.1. Genel Yükümlülükler Sözleşme’nin 12. maddesi, önlemeye ilişkin aşağıdaki genel yükümlülükleri öngörmektedir: Taraf devletler, kadınların daha aşağı düzeyde olduğu düşüncesine veya kadınların ve erkeklerin toplumsal olarak klişeleşmiş rollerine dayalı önyargıların, törelerin, geleneklerin ve diğer uygulamaların kökünün kazınması amacıyla kadınların ve erkeklerin sosyal ve kültürel davranış kalıplarının değiştirilmesine yardımcı olacak önlemleri[94]; herhangi bir gerçek veya tüzel kişinin bu Sözleşme’nin kapsamında olan her türlü şiddet eylemini önleyecek gerekli [91] Ayrıca bkz. Rec (2002)5 sayılı Avrupa Konseyi Tavsiye Kararı; BM Kadınlara Yönelik Her Türlü Ayrımcılığın Ortadan Kaldırılması Komitesi’nin 19 No’lu Tavsiye Kararı (1992); BM Kadınlara Yönelik Her Türlü Şiddetin Ortadan Kaldırılması Bildirgesi; ECHR, Case of Opuz v. Turkey, 9 June 2009. [92] Bkz. dn.25. [93] Bkz. dn.25. [94] Bkz. yukarıda V.2.1.3.Toplumsal Cinsiyet Klişeleri ve Önyargılar. 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 167 İstanbul Sözleşmesi hukuki ve diğer önlemleri[95] alacaklardır. Bu bölüm uyarınca alınan tüm önlemlerle, belirli şartlar nedeniyle şiddete açık hale gelmiş güç durumdaki insanların ihtiyaçları göz önüne alınacak, karşılanmaya çalışılacak ve tüm önlemlerin merkezinde mağdurların insan hakları yer alacaktır[96]. Taraf devletler, özellikle gençler ve erkekler olmak üzere, toplumun tüm bireylerinin bu Sözleşme kapsamındaki her türlü şiddet olayının önlenmesine aktif bir biçimde katkıda bulunmasını teşvik etmeye yönelik gerekli önlemleri alacaktır[97]. Taraf devletler, kültür, töre, din, gelenek veya sözde “namus” gibi kavramların bu Sözleşme kapsamındaki herhangi bir şiddet eylemine gerekçe olarak kullanılmamasını temin edeceklerdir[98]. Taraf devletler, kadınların güçlendirilmesine yönelik program ve faaliyetlerin yaygınlaştırılması için, gerekli önlemleri alacaklardır[99]. Burada, siyasal ve ekonomik güçlenme dahil yaşamın her alanında güçlenmeden söz edilmektedir. Bu yükümlülük, kadını özne olarak güçlendirerek ve şiddete açıklığını azaltarak, toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlama anlamında daha geniş ölçekli bir amacın yansımasıdır[100]. 1.2. Zihniyet Değişikliğinin Sağlanması Şiddet ve ayrımcılığın ortadan kaldırılması için, zihniyet değişikliğinin sağlanması son derece önemlidir. Sözleşme’deki bu konudaki iki önemli düzenleme, farkındalık artırmaya ve toplumsal cinsiyet eğitimi verilmesine ilişkindir. 1.2.1. Farkındalık Artırma Taraf devletler, gerektiğinde, Sözleşme kapsamındaki her türlü şiddetin farklı tezahürlerinin, bunların çocuklar üzerindeki sonuçlarının ve bu tür şiddetin önlenmesi gerektiğinin, toplum içinde anlaşılması ve buna ilişkin farkındalığın arttırılması amacıyla başta kadın örgütleri olmak üzere, ulusal insan hakları kurumları ve eşitlik organları, sivil toplum ve sivil toplum kuruluşları ile işbirliği [95] Bkz. yukarıda V. 3.Taraf Devletlerin Sorumluluklarının Kapsamı. [96] Bkz. yukarıda V.1.1.2.Şiddete Açık Kadın Grupları. [97] Bkz. yukarıda VI.5.Sivil Toplum Kuruluşlarıyla Sivil Toplumla ve Erkeklerle İşbirliği. [98] Bkz. yukarıda V.2.1.3.Toplumsal Cinsiyet Klişeleri ve Önyargılar. [99] Bkz. yukarıda VI.2. Kadınların Güçlendirilmesi. [100] Bkz. dn.25. 168 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Prof. Dr. Kadriye BAKIRCI içinde, düzenli aralıklarla ve her seviyede farkındalık yaratma kampanyaları ve programları geliştirmek veya yürütmekle yükümlüdür (m. 13/1). Taraf devletler, Sözleşme kapsamındaki her türlü şiddet eylemini önlemek amacıyla mevcut önlemlere ilişkin bilginin kamu genelinde yaygınlaştırılmasını sağlayacaklardır (m. 13/2). Bu maddenin amacı, genel kamuoyunun, kadınların düzenli olarak maruz kaldıkları çeşitli şiddet biçimleri ve ev içi şiddetin farklı tezahürleri konusunda tam olarak bilgilenmesini sağlamaktır. Bu, toplumun tüm üyelerinin bu tür şiddet fiillerini teşhis etmesine, buna karşı çıkmasına, mümkün ve uygun olduğunda ise şiddet mağdurlarının komşuları, arkadaşları, akrabaları veya meslektaşları olarak desteklenmelerine katkıda bulunacaktır. Yükümlülük, aynı zamanda, bu konuları toplumsal cinsiyete duyarlı biçimde ele alıp açıklayacak genel farkındalık yaratma kampanyalarının veya programlarının düzenli olarak yürütülmesini de içerir. Farkındalık yaratma çalışmaları kapsamında, kadın erkek eşitliği, kalıplaşmış olmayan toplumsal cinsiyet rolleri ve kişisel uyuşmazlıklarda çözüm yöntemleri gibi konulara ilişkin bilgiler yaygınlaştırılmalıdır. Dahası, metni hazırlayanlar, kadınlara yönelik şiddetin ve ev içi şiddetin çocuklar üzerindeki doğrudan veya dolaylı etkilerinin ve olumsuz sonuçlarının da herhangi bir kampanyada işlenmesinin önemini vurgulamışlardır[101]. 1.2.2. Toplumsal Cinsiyet Eğitimi Sözleşme, Taraf devletlere, öğrenciler dahil genel olarak toplumun ve profesyonellerin toplumsal cinsiyet konusunda eğitilmesi yükümlülüğü getirmektedir. Madde 14 uyarınca, Taraf devletler, gerektiğinde, öğrencilerin gelişen kapasitesine uygun olarak, kadın erkek eşitliği, kalıplaşmamış toplumsal cinsiyet rolleri, karşılıklı saygı, kişisel ilişkilerdeki çatışmalarda çözüm yolları, kadına yönelik toplumsal cinsiyete dayalı şiddet ve kişisel bütünlük hakkı gibi konulara ilişkin öğretim materyallerinin resmi müfredata ve eğitimin her seviyesine eklenmesi için gerekli adımları atacaktır. [101] Bkz. dn.25. 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 169 İstanbul Sözleşmesi Taraf devletler, gayrı resmi eğitim faaliyetlerinde[102], spor, kültürel ve boş zaman hizmetlerinde ve medyada, yukarıdaki bentte bahsedilen ilkeleri geliştirmek amacıyla, gerekli adımları atacaktır. Öğretim materyalinden kastedilen, müfredatın bir parçasını oluşturan, gerektiğinde bir okuldaki tüm öğretmenlerin erişebilecekleri, sınıfta kullanmaları istenebilecek, resmen geliştirilmiş ve onaylanmış materyallerdir. Burada kullanılan sözcükler, metni hazırlayanların bu konuda Taraflara belirli bir model dayatmak istemediklerini göstermektedir. Bu tür materyallerin ne gibi eğitim alanlarına ve hangi öğrenci gruplarına yönelik olarak hazırlanacağına, Taraflar karar vereceklerdir. Metni hazırlayanlar, Tarafların öğretim materyalleri hazırlama açısından farklı imkanlara sahip olabileceklerini de dikkate alarak, bu hükmün uygulanmasına azami esneklik tanıyacak bir metin kaleme almışlardır. Örneğin kimi devletler öğretimin amaçlarını resmi müfredatlarında belirlerken, bu amaçlara ulaşmada kullanılacak uygun çalışma yöntemlerinin ve öğretim materyallerinin belirlenmesini, okullara bırakmaktadır. “Resmi müfredat” terimi, yerine göre bir okulun planlanmış program hedeflerini, içeriği, öğrenim deneyimlerini, kaynakları ve değerlendirmeleri anlatmaktadır[103]. Bu madde, Sözleşme’nin Taraflarından, yukarıdaki ilkeleri yaygınlaştırma adına alınan önlemlere medyayı da dahil etme çağrısında bulunmaktadır. Önemli bir nokta, metni hazırlayanların, bu bağlamda alınan önlemlerin medyanın bağımsızlığı ve basın özgürlüğü temel ilkesine saygılı olması gerektiğini, açıkça belirtmiş olmalarıdır[104]. Madde 15 uyarınca, Taraf devletler, Sözleşme kapsamında yer alan her türlü şiddet eyleminin mağdurları veya failleriyle ilgilenen profesyoneller için, bu tür şiddetin önlenmesi ve belirlenmesi, kadın erkek eşitliği, mağdurun ihtiyaç ve hakları ile ikincil mağduriyetlerin engellenmesine ilişkin, uygun eğitimin verilmesini sağlayacaktır. Taraf devletler, bu eğitimlerin, kadına yönelik şiddet ve ev içi şiddet vakalarının uygun sevk ve idaresini sağlamak üzere, koordineli ve çok birimli bir işbirliğine yönelik eğitimleri içermesini teşvik edecektir. [102] Avrupa Konseyi üyesi devletlerde yaygın eğitimin birçok biçimi vardır ve bunlara ayrıca farklı atıflarda bulunulmaktadır. Genel olarak alındığında “yaygın eğitim tesisi”, örgün sistem dışında gerçekleştirilen organize eğitimi anlatır: Örneğin, topluluk temelli veya dinsel eğitim tesisleri, etkinlikleri, projeleri, sosyal pedagoji temelli kurumlar, topluluk grupları veya diğer kuruluşlar tarafından düzenlenen eğitimler gibi (örneğin izcilik, yaz okulları, okul sonrası etkinlikler, vb.) (Bkz. dn.25). [103] Bkz. dn.25. [104] Bkz. yukarıda V.2.1.3.4.Aşağılayıcı Cinsel İçeriği Olan veya Şiddet Unsuru Taşıyan Bilgi ve İletişim. 170 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Prof. Dr. Kadriye BAKIRCI İlgili profesyoneller, yargıda, hukuk mesleğinde, infaz kurumlarında, sağlık hizmetlerinde, sosyal çalışma ve eğitim alanlarında görev yapan kişileri kapsar. Taraflar, yargı süreçlerinde yer alan profesyonellere (özellikle yargıçlara, savcılara ve avukatlara) eğitim sağlarken, yargı mesleğinin bağımsızlığından ve bu mesleğe mensup olanlara verilecek eğitimin özerkliğinden kaynaklanan hususlara dikkat etmelidirler[105]. Profesyonellerin, bu Sözleşme kapsamına giren şiddet biçimlerinin çok sayıda nedenine, tezahürüne ve sonuçlarına ilişkin olarak eğitilmeleri ve duyarlılaştırılmaları, bu tür şiddet olaylarının önlenmesi açısından etkili bir araç olacaktır. Eğitim, kadınlara yönelik şiddet ve ev içi şiddet konusunda profesyonellerin duyarlılaşmalarını sağlamakla kalmayacak, ayrıca onların mağdurlara bakışını ve mağdurlara yaklaşım biçimlerini de değiştirecektir. Ayrıca eğitim, mağdurlara sağlanan desteğin mahiyetini ve kalitesini de önemli ölçüde iyileştirecektir[106]. Profesyonellere aynı zamanda çok sayıda kuruluşla birlikte çalışma eğitimi de verilmeli, böylece profesyoneller çeşitli alanlardaki diğer profesyonellerle birlikte çalışma açısından donanımlı kılınmalıdır[107]. 1.3. Önleyici Müdahale ve Tedavi Programları Taraf devletler, şiddetin tekrarlanmaması ve şiddet içeren davranış biçimlerinin değiştirilmesi amacıyla ev içi şiddet faillerinin kişilerarası ilişkilerinde şiddet içermeyen davranış biçimi edinmelerini sağlamayı hedefleyen programlar geliştirmek ve desteklemek üzere, gerekli hukuki veya diğer önlemleri almak ve başta cinsel suç failleri olmak üzere faillerin tekrar suç işlemesini engelleyen tedavi programları geliştirmek ve desteklemek üzere, gerekli hukuki veya diğer önlemleri almakla yükümlüdür (m. 16/1; 16/2). Taraf devletler, sözkonusuönlemlerin alınmasında, mağdurların güvenliği, desteklenmesi ve insan haklarının birincil öncelik taşımasını ve bu programların gerektiğinde mağdurlara yönelik uzman destek hizmetleri ile yakın işbirliği ile oluşturulmasını ve uygulanmasını sağlamalıdır (m.16/3). [105] Bkz. dn.25. [106] Bkz. dn.25. [107] Bkz. dn.25. 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 171 İstanbul Sözleşmesi 1.4. Özel Sektör ve Medyanın Katılımı Madde 17, önleyici önlemler arasında özel sektör ve medyanın katılımını öngörmektedir[108]. 2. Korumave Destek Sağlamaya İlişkin Yükümlülükler Sözleşme’nin nihai amacı, kapsamına aldığı her tür şiddet fiilinin önlenmesi iken, mağdurların başka şiddet olaylarından yeterince korunmaları, gerçekleşmiş şiddet fiillerinin çoklu sonuçlarından kurtulmaya yarayacak yardım ve desteğin sağlanması ve böylece yaşamların yeniden kurulması da gereklidir. Sözleşme’nin bu bölümü, şiddet fiiline maruz kalmış kişilerin ihtiyaçlarının karşılanmasına yönelik uzmanlaşmış ve aynı zamanda daha genel hizmetlerin sağlanması bağlamında bir dizi yükümlülüğü içermektedir[109]. Mağdurlara yönelik hizmetlerde, genel ve uzmanlaşmış destek hizmetleri arasında bir ayrım yapılır. Genel destek hizmetleri, örneğin sosyal hizmetler, sağlık hizmetleri, istihdam hizmetleri gibi kamu tarafından verilen, uzun dönemde yardım sunan, yalnızca mağdurlara yönelik olmayıp genel olarak halka yarar sağlayan hizmetlerdir. Buna karşılık uzmanlaşmış destek hizmetleri, kadınlara yönelik ve ev içi şiddet mağduru kişilerin –çoğu durumda acil- ihtiyaçlarına yönelik olup, genel olarak halka açık değildir. Bu tür hizmetler kamu tarafından finanse edilip sağlanabileceği gibi, büyük ölçüde olmak üzere hükümet dışı kuruluşlar tarafından verilmektedir[110]. 2.1. Genel ve Özel Destek Hizmetleri Madde 18/1 uyarınca, Taraf devletler, tüm mağdurları şiddet eylemlerinin tekrarından korumak amacıyla gerekli hukuki veya diğer önlemleri alacaklardır. Madde 18/1 (1) uyarınca, Taraf devletler, Sözleşme’nin 20[111]. ve 22[112]. maddelerinde ayrıntıları verilen genel ve özel destek hizmetlerine başvurmak da dahil olmak üzere, iç hukuka uygun şekilde, Sözleşme kapsamındaki tüm şiddet mağdur ve tanıklarının korunması ve desteklenmesinde hakimler, savcılar, kolluk kuvvetleri, yerel ve bölgesel yetkililer, sivil toplum kuruluşları, diğer ilgili [108] Bkz. yukarıda VI.6.Özel Sektör ve Medya İle İşbirliği. [109] Bkz. dn.25. [110] Bkz. dn.25. [111] Bkz. aşağıda 2.3.Genel Destek Hizmetleri. [112] Bkz. aşağıda 2.5.Profesyonel Destek Hizmetleri. 172 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Prof. Dr. Kadriye BAKIRCI kuruluş ve birimleri içeren ilgili devlet kuruluşları arasında etkili bir işbirliği sağlamak için, uygun mekanizmaların mevcudiyetini sağlamak üzere, gerekli hukuki veya diğer önlemleri alacaklardır. Madde 18/3 (5) uyarınca, Taraf devletler, mağduru koruma ve desteğe ilişkin alınan (Sözleşme’nin dördüncü bölümünde öngörülen)[113] önlemlerin, uygun görülen durumlarda, aynı mekanlarda bir dizi koruma ve destek hizmetleri biriminin yer almasına imkan sağlayacaktır. Hizmetlerin ve konuyla ilgili çeşitli birimlerin aynı binada veya birbirine yakın mekanlarda bulunup işbirliği yaptıkları kimi örnekler, bu durumun hizmetlerden duyulan memnuniyeti önemli ölçüde artırdığını, kimi durumlarda mağdurların maruz kaldıkları fiilleri daha istekli biçimde ortaya koyup açılan davalarda sonuna kadar gittiklerini göstermektedir. Bu tür örnekler “tek duraklı yerler” olarak bilinmektedir ve ev içi şiddet olayları söz konusu olduğunda denenmiş ve sınanmıştır. Bu nedenle, bent 3, Taraflara çeşitli hizmet birimlerini aynı binada toplama çağrısında bulunmaktadır[114]. Madde 18/5 uyarınca, Taraf devletler, uluslararası hukuk kapsamındaki yükümlülüklerine uygun olarak, yurttaşlarına ve koruma hakkı kazanmış diğer mağdurlara konsolosluk ve diğer koruma desteği sağlamak üzere gerekli önlemleri alacaklardır. Bu Sözleşme kapsamında yer alan kimi şiddet biçimleri, uluslararası boyuta sahip olabilir. Kendi ülkelerinin dışında, örneğin zorla evlendirme veya ev içi şiddet gibi fiillere maruz kalanların, kadın sünneti tehdidi altında olan kadın ve kız çocuklarının, konsolosluk korumasına, bir ihtimal tıbbi ve maddi yardıma ihtiyacı vardır. Bent 5, Taraflardan, bu koruma ve yardımları ve gerekiyorsa diğer yardımları sağlamalarını talep etmektedir. Şiddet içeren suç mağdurlarına yardım, tutuklama veya gözaltı durumlarında yardım, güç durumdakilerin kurtarılması ve ülkelerine gönderilmesi, yeni kimlik belgeleri çıkartılması ve diğer işlemler, bu kapsamda yer almaktadır[115]. Hizmetlerin sunumu, mağdurun fail hakkında şikayette bulunması veya aleyhinde tanıklık etmesine bağlı olmayacaktır (m. 18/4). Bent 4, mağdurların yardım ve destek arayışlarında çoğu kez karşılaştıkları husumete işaret etmektedir. Özel olsun, kamusal olsun pek çok hizmette, verilecek destek, mağdurun faile karşı suçlamada bulunmaya veya tanıklık etmeye istekli olması koşuluna [113] Bkz. yukarıda VII.2.Koruma ve Desteğe İlişkin Yükümlülükler. [114] Bkz. dn.25. [115] Bkz. dn.25. 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 173 İstanbul Sözleşmesi bağlanmaktadır. Korku, duygusal karmaşa ve bağlılık gibi nedenlerden dolayı mağdur suçlamada bulunmuyorsa veya mahkemede ifade vermeyi reddediyorsa, danışmanlık ve yardım da sağlanmamaktadır. Bu tutum, güçlendirme ilkesine, insan hakları temelli yaklaşıma aykırıdır ve kaçınılması gerekir. Bu hükmün, Sözleşme’nin 20 ve 22. maddelerinde yer alan genel ve uzmanlaşmış destek hizmetleriyle ilgili olduğunun görülmesi önemlidir[116]. Taraf devletler, mağdurların şiddet sonrası iyileşmelerini kolaylaştıracak hizmetlere erişimlerini sağlamak üzere, gerekli hukuki veya diğer önlemleri alacaklardır. Bu önlemler, gerektiğinde, hukuki ve psikolojik danışmanlık, mali yardım, konut, eğitim, öğretim ve iş bulma desteği gibi hizmetleri içerir (m. 20/1). Taraf devletler, mağdurların sağlık hizmetlerine ve sosyal hizmetlere erişimlerini ve bu hizmetlerin yeterli kaynağa sahip olduğunu ve mağdurlara yardımcı olmak ve onları uygun hizmetlere yönlendirmek üzere profesyonellerin eğitilmelerini temin etmek üzere, gerekli hukuki veya diğer önlemleri alacaklardır (m. 20/2). Taraf devletler, Sözleşme kapsamında yer alan herhangi bir şiddet eylemine maruz kalmış mağdurlara, uygun bir coğrafi dağılım kapsamında acil/anında, kısa ve uzun dönemli profesyonel destek hizmeti sağlamak veya düzenlemek amacıyla, gerekli hukuki veya diğer önlemleri alacaklardır (m. 22/1). Taraf devletler, kadınlara yönelik profesyonel destek hizmetlerini tüm şiddet mağduru kadınlara ve bunların çocuklarına sağlayacak veya buna yönelik düzenlemeleri yapacaklardır (m. 22/2)[117]. Madde 20’deki yükümlülüğü tamamlayan bu ve daha sonraki hükümler, Sözleşme’nin Taraflarından yeterli kaynaklarla desteklenen uzman desteği sektörünü kurmalarını veya böyle bir düzenleme getirmelerini talep etmektedir. Bu tür uzmanlaşmış bir desteğin amacı, mağdurların, kendi özel ihtiyaçlarına karşılık düşecek en uygun destek ve yardımla güçlendirilmeleri gibi karmaşık bir görevin yerine getirilmesidir. Bunun büyük bölümü, en iyi biçimde, kadın kuruluşları ve örneğin toplumsal cinsiyet temelli şiddet konusunda derin bilgiye [116] Bkz. dn.25. [117] Taraf devletler, mağdurlara koruma ve destek hizmetleri sağlanırken, Sözleşme kapsamındaki her türlü şiddete tanık olmuş çocukların hakları ile ihtiyaçlarının dikkate alınmasını sağlamak üzere hukuki veya diğer önlemleri alır (m. 26/1). Bu madde uyarınca alınan önlemler, Sözleşme kapsamındaki her türlü şiddete tanıklık etmiş çocukların yaşlarına uygun psikososyal danışmayı içerir ve çocuğun yüksek yararına gereken saygıyı/özeni gösterir (m. 26/2). Bkz. yukarıda V.1.2.Çocuklar. 174 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Prof. Dr. Kadriye BAKIRCI sahip uzman ve deneyimli personele sahip yerel kuruluşlar tarafından verilen hizmetlerle karşılanabilir. Bu hizmetlerin ülkede yeterince yaygın biçimde dağılmış ve tüm mağdurlar için erişilebilir olmasının sağlanması önemlidir. Ayrıca, gerek bu hizmetlerin gerekse çalışan personelin, bu Sözleşme kapsamına giren farklı şiddet türleriyle ilgilenebilecek ve ulaşılması güç olanlar dahil her gruptan mağdura hizmet verebilecek kapasitede olması gerekir. Bu kapsamda verilmesi gereken hizmet türleri arasında, sığınma ve güvenli yardımlar, acil tıbbi destek, cinsel şiddet ve saldırı durumlarında adli tıp kanıtlarının toplanması, uzun ve kısa dönemli psikolojik danışmanlık, travma bakımı, hukuk danışmanlığı, tanıtım-savunu ve dış hizmetler, mağdurları doğru hizmetlere yönlendirecek telefon hatları ve mağdur veya tanık konumundaki çocuklara yönelik özel hizmetler yer almaktadır[118]. 2.2. Cinsel Şiddet Mağdurları İçin Destek Taraf devletler, cinsel şiddet mağdurlarına tıbbi ve adli muayene, travma desteği ve danışma hizmetleri sunacak uygun ve kolay erişilebilir cinsel saldırı kriz merkezleri veya cinsel şiddet başvuru/sevk merkezleri kurmak üzere, gerekli hukuki veya diğer önlemleri alacaklardır (m. 25). Cinsel saldırı dahil cinsel şiddetin travmatik özelliği, eğitilmiş ve uzman personelin özellikle duyarlı yaklaşımını gerektirir. Bu tür şiddete maruz kalanların acil tıbbi bakıma ve travma desteğine ihtiyacı vardır; ayrıca, kovuşturma için gerekli kanıtların toplanmasında yine ivedi adli tıp incelemeleri gerekir. Bu arada, çoğu durumda olaydan sonra haftalar, hatta aylar sürebilecek psikolojik danışmanlık ve terapi, önemli bir ihtiyaçtır. Dolayısıyla madde 25, Taraflara yeterli sayıda erişilebilir cinsel saldırı kriz merkezleri veya cinsel şiddet başvuru/ sevk merkezleri kurma yükümlülüğü getirerek, bu tür bir uzman desteği sağlanmasına özel vurgu yapmaktadır. Taraf devletlerin, her iki merkezi birden kurmakla yükümlü olmayıp, sözü edilen türlerden birini tercih etme alternatifine sahip olduklarını burada vurgulamak gerekir[119]. Cinsel saldırı kriz merkezleri, çeşitli biçimler alabilir. Tipik olarak bu merkezler yüz yüze danışmanlık, destek grupları ve diğer hizmetlerle temas yoluyla danışmanlığa ve terapiye odaklanan uzun dönemli yardım hizmetleri sunmaktadır. Merkezler ayrıca, kadın kadına savunu ve başka pratik yardımlar aracılığıyla, mağdurları mahkeme süreçlerinde de desteklemektedir[120]. [118] Bkz. dn.25. [119] Bkz. dn.25. [120] Bkz. dn.25. 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 175 İstanbul Sözleşmesi Buna karşılık cinsel şiddet başvuru/sevk merkezleri, acil tıbbi bakım, kaliteli adli tıp hizmetleri ve kriz müdahalesi gibi başlıklarda uzmanlaşabilir. Bu merkezler, tıbbi muayeneleri yapmak ve daha sonraki hizmetler için mağduru diğer kuruluşlara sevk etmek üzere yeni vuku bulmuş cinsel şiddet olaylarıyla ilgilenecek şekilde, hastane ortamlarında oluşturulabilir. Merkezler, madde 25’de belirtilen gerekli bakımın sağlanması için, mağdurun acilen uygun ve uzmanlaşmış birimlere sevki işlemlerinde yoğunlaşabilir. Yapılan araştırmalara göre, olayın polise bildirilmesi gerekli olsun olmasın, adli tıp incelemelerinin yapılması iyi bir uygulamadır; cinsel saldırı olayının bildirilip bildirilmemesine ilişkin karar daha sonra verilmek üzere, örneklerin alınması ve saklanması için gerekli imkanların elde bulundurulması önemlidir[121]. Bu tür merkezler oluşturma gerekliliği, Sözleşme’nin Taraflarına, bunların sayısının yeterli olmasını, kolay erişimi ve hizmetlerin uygun biçimde verilmesini sağlama yükümlülüğü getirir. 2008 tarihli Avrupa Konseyi Ev içi Şiddet Dahil Olmak Üzere Kadınlara Yönelik Şiddete Karşı Mücadele Görev Birimi’nin Nihai Faaliyet Raporu[122], her iki yüz bin yurttaş için böyle bir merkez kurulmasını ve merkezlerin coğrafi yerleşimlerinin kentsel olduğu kadar kırsal kesimdeki mağdurlara da kolay erişim sağlayacak şekilde düzenlenmesini, tavsiye etmektedir. Yukarıdaki “uygun biçimde” ifadesinden kastedilen, sunulan hizmetlerin mağdurların ihtiyaçlarını karşılayacak nitelik ve düzeyde olmasıdır[123]. 2.3. Telefon Yardım Hatları ve Sığınma Evleri Taraf devletler, Sözleşme kapsamındaki her türlü şiddete ilişkin, gizliliğe veya kimlik bilgilerinin açıklanmamasına özen gösterilerek, arayanlara tavsiyede bulunmak üzere ülke çapında 24 saat (7/24) hizmet verecek ücretsiz telefon yardım hattı kurmak üzere, gerekli hukuki veya diğer önlemleri alacaklardır (m. 24). Telefon hatları, mağdurların yardıma ve desteğe ulaşabilmelerini sağlamada en önemli yollardan biridir. Numarası geniş bir çevre tarafından bilinen, destek ve kriz danışmanlığı, yüz yüze görüşme hizmetleri sunan danışma merkezleri, sığınma evleri veya polis gibi yardım hatları, bu Sözleşme kapsamındaki şiddet fiilleri söz konusu olduğunda sağlanabilecek destek ve danışmanlık hizmetlerinin omurgasını oluşturur. Dolayısıyla bu madde, 24 saat ücretsiz hizmet verecek, tüm ülke çapında telefon yardım hatları oluşturulması yükümlülüğünü getirir. [121] Bkz. dn.25. [122]EG-TFV(2008)6. [123] Bkz. dn.25. 176 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Prof. Dr. Kadriye BAKIRCI Pek çok mağdur için telefon kartı alacak belgeler eksik olabilir veya jetonlu telefon için para olmayabilir. Çok küçük bir ücret bile pek çok mağdura ağır gelebilir; dolayısıyla bu hatların aranması ücretsiz olmalıdır. Ayrıca, birçok ücretli telefon sisteminde yapılan telefon görüşmeleri tespit edilebilir, böylece fail de mağdurun telefonla yardım aradığını öğrenebilir ve bu da, mağduru yeniden tehlikeye sokabilir. Avrupa Konseyi Ev içi Şiddet Dahil Olmak Üzere Kadınlara Yönelik Şiddete Karşı Mücadele Görev Birimi Nihai Faaliyet Raporu, haftada 7 gün ve günde 24 saat açık, tüm ülkeyi kapsayan ücretsiz yardım hattının kadınlara yönelik şiddet fiilleri için açık olmasını ve konuşulan her dilden kriz destek hizmetleri vermesini tavsiye etmektedir[124]. Birçok mağdur aktif olarak yardım istemeyi güç bulmaktadır ve gene birçok mağdur için birilerini arayıp özel bilgileri paylaşmayı zorunlu kılacak eşik hayli yüksektir. Dolayısıyla arayanların kimliklerinin dışa vurulmaması, kendileriyle bu tür konularda eğitilmiş kişilerin muhatap olması ve arayanların istemeleri halinde, yardım hatlarının verdikleri bilgi ve desteği gizli tutmaları önemlidir. Kimi ülkelerde, başvuruda bulunanların dil sorunlarını hafifletmek açısından, yardımın çeşitli dillerde verilebilmesini sağlamak da önemlidir[125]. Taraf devletler, kadınlar ve çocuklar başta olmak üzere, mağdurlara güvenli barınma sunmak ve mağdurlara proaktif biçimde ulaşmak için yeterli sayıda, kolay erişilebilir ve uygun sığınmaevleri kurmak üzere, gerekli hukuki veya diğer önlemleri alacaklardır (m. 23). Bu madde Taraflardan, koruma ve destek sağlama yükümlülüğünün yerine getirilmesinin önemli bir yolu olarak yeterli sayıda, uygun ve ulaşılması kolay sığınma evleri açmalarını talep etmektedir. Sığınma evleriyle amaçlanan, artık evlerinde güvende değillerse, kadınlar ve çocuklar için acil, tercihen 24 saat boyunca yararlanılabilecek güvenli sığınma ve bakım imkanları sağlanmasıdır. Tek başına geçici yerleştirme ve örneğin evsizler için genel sığınma yerleri gibi imkanlar, yeterli değildir ve bunlar gerekli desteği veya güçlendirmeyi sağlayamaz. Mağdurlar, sağlıkları, güvenlikleri, maddi durumları ve çocuklarının esenliği açısından, çok sayıda ve birbiriyle bağlantılı sorunlarla karşılaşırlar. Özel kadın sığınma evleri ise bu ihtiyaçların en iyi karşılanabileceği yerlerdir, çünkü işlevleri kalacak güvenli bir yer sağlamanın ötesindedir. Sığınma evleri kadınlara ve çocuklarına destek sağlar; travmatik deneyimlerini atlatmalarına, [124] Bkz. dn.25. [125] Bkz. dn.25. 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 177 İstanbul Sözleşmesi şiddet içeren ilişkilerden ayrılmalarına, özsaygılarını kazanmalarına ve kendi tercihlerine göre bağımsız bir yaşantının temellerini atmada yardımcı olur[126]. Birincil görevleri olarak kadınların ve çocukların güvenliğini sağlama durumunda olan sığınma evlerinin tümünün, bir dizi standardı gözetmesi büyük önem taşımaktadır. Bu bağlamda, her mağdurun güvenlik durumu ayrıca değerlendirilmeli, bu değerlendirme temel alınarak kişisel bir güvenlik planı hazırlanmalıdır. Binanın teknik anlamdaki güvenliği bir başka önemli konudur; çünkü faillerin şiddet içeren olası saldırıları yalnızca kadınlar ve çocuklar için değil, orada çalışanlar ve çevredekiler için de tehdit oluşturmaktadır. Ayrıca, güvenlikle ilgili konularda polisle etkili bir işbirliğine gidilmesi de, vazgeçilmez önemdedir[127]. Bu hüküm, tüm mağdurlara kalacak geçici yerler sağlanması açısından sığınma evlerinin yeterli sayıda olmasını öngörür. Her şiddet biçimi farklı türde destek ve koruma gerektirir ve çalışan personelin de bunları sağlayabilecek durumda olması gerekir. “Yeterli sayıda” teriminden amaçlanan, tüm mağdurların ihtiyaçlarının gerek sığınılacak yer, gerekse özel destek bakımından karşılanabilmesidir. Avrupa Konseyi Ev içi Şiddet Dahil Olmak Üzere Kadınlara Yönelik Şiddete Karşı Mücadele Görev Birimi Nihai Faaliyet Raporu, her bölgede özel kadın sığınma evlerinin bulunmasını ve her on bin nüfusa bir aile yeri bulundurulmasını tavsiye etmektedir. Bununla birlikte, sığınılacak yerlerin sayısı fiili ihtiyaca bağlı olmalıdır. Diğer şiddet türleriyle ilgili sığınma yerlerinin sayısı da, yine ihtiyaca göre belirlenmelidir[128]. 2.4. Bölgesel ve Uluslararası Bireysel/Toplu Şikayetlerde Destek Taraf devletler, mağdurların başvurulabilir bölgesel ve uluslararası bireysel/ toplu şikayet mekanizmalarına ilişkin bilgiye ve bu mekanizmalara erişim imkanına sahip olmalarını sağlayacaklardır. Taraf devletler, şikayette bulunduklarında, mağdurlara duyarlı ve bilgiye dayalı desteğin sağlanmasını teşvik eder (m. 21). Bu hüküm, Tarafların, mağdurların, işlerlikte olan bölgesel ve uluslararası şikayet mekanizmalarına ilişkin bilgilenmelerini ve bu mekanizmalara erişimlerini sağlamak yükümlülüğünü düzenlemektedir. Bu Sözleşme kapsamındaki her tür şiddet fiilinin mağduru kişi, iç hukuk yolları tükendikten sonra, devletin taraf olduğu bir dizi bölgesel ve uluslararası şikayet mekanizmasına başvurabilir. [126] Bkz. dn.25. [127] Bkz. dn.25. [128] Bkz. dn.25. 178 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Prof. Dr. Kadriye BAKIRCI Örneğin bu kişiler, daha ileri düzeyde tazminat için Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne veya BM Kadınlara Yönelik Her Türlü Ayrımcılığın Ortadan Kaldırılması Komitesi’ne başvurabilir. Ayrıca, başvurular toplu da olabilir; başka bir deyişle, bir grup mağdur da başvuruda bulunabilir[129]. Metni hazırlayanlar, mağdurların bu mekanizmalar hakkında “bilgi sahibi olmaları ve bunlara erişebilmelerinin sağlanması” derken, mağdurlara şu konularda bilgi verilmesinin önemine işaret etmek istemişlerdir: Geçerli bölgesel ve ulusal şikayet mekanizmaları açısından başvuru kabul kuralları ve başvuru işlemleri; iç hukuk çerçevesinde yapılabileceklerin sonuna gelindiğinde Tarafların mağdurların bu mekanizmalara erişimlerini engelleyici herhangi bir yola başvurmamaları, bunlar arasındadır[130]. Hüküm, aynı zamanda bu tür şikayetleri iletmelerinde mağdurlara hassas ve ulaşılabilir yardımlar sağlanması amacını taşımaktadır. Bu yardımları örneğin devletin kendisi, barolar, ilgili hükümet dışı kuruluşlar ve başka aktörler sağlayabilir. Sağlanan yardım ise bilgilendirme ve hukuki yardım şeklinde olabilir. Mağdurun geçerli şikayet mekanizmalarını kullanabilmesi için sağlanan yardım, esaslı bilgilere dayanmalı ve mağdurun ihtiyaçlarına göre uyarlanmalıdır[131]. 2.5. Bilgilendirme Madde 19 uyarınca, Taraf devletler, mağdurların, mevcut destek hizmetleri ve hukuki önlemlere ilişkin yeterli bilgiyi zamanında ve anladıkları dilde almalarını temin etmek üzere, hukuki veya diğer önlemleri alacaklardır. Şiddet olayının hemen sonrasında mağdurlar, tam bilinçli ve güçlü kararlar alabilecek durumda olmayabilirler, destekleyici ortamdan yoksun bulunabilirler. Bu hüküm, böyle durumlarda mağdurlara yararlanabilecekleri farklı destek hizmetleri ve başvurabilecekleri hukuk yolları konusunda gerekli ve yeterli bilgilerin verilmesini sağlama zorunluluğu üzerinde durmaktadır. Başka bir deyişle ne tür yardım için nereye başvurulabileceği, gerekiyorsa mağdurun kendi dilinden, zamanında, yani mağdurun tam da buna ihtiyaç duyduğu zamanda kendisine anlatılmalıdır. Ancak bu, Sözleşme Taraflarına her dilde hizmet sunma yükümlülüğü getirmez; önemli olan, ülkelerinde en yaygın biçimde konuşulan diller neyse, bilgilendirmenin bu dillerde yapılmasıdır. “Yeterli bilgi” teriminden kastedilen, mağdurun bilgilenme ihtiyacını eksiksiz karşılayacak bilgilerdir. Bu [129] Gözden Geçirilmiş Avrupa Sosyal Şartı uyarınca da toplu şikayette bulunulabilir. [130] Bkz. dn.25. [131] Bkz. dn.25. 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 179 İstanbul Sözleşmesi bağlamda, örneğin destek hizmeti veren kuruluşun salt adının zikredilmesi yeterli olmayabilir; bunun yanında söz konusu kuruluşun iletişim adresinin, açılış ve kapanış saatlerinin ve verdiği hizmet türlerinin anlatılması da gerekir[132]. 2.6. İhbar Sözleşme, genel olarak bireylerin, özel olarak profesyonellerin, şiddet eylemlerini ihbar etmelerini kolaylaştırmak için, Taraf devletlere aşağıdaki yükümlülükleri getirmektedir: Taraf devletler, Sözleşme kapsamında yer alan her türlü şiddet eyleminin ifasına tanık olan veya makul nedenlere/gerekçelere dayalı olarak bir şiddet eyleminin gerçekleştiğine veya gerçekleşeceğine yönelik kuşkuları olan herhangi bir kimsenin, bunu ilgili kuruluşlara veya yetkililere bildirmesini teşvik etmek amacıyla, gerekli hukuki veya diğer önlemleri alacaklardır (m. 27). Metni hazırlayanlar, bu Sözleşme kapsamındaki herhangi bir şiddet olayına tanık olan veya makul nedenlere/gerekçelere dayalı olarak böyle bir olayın gerçekleştiğine veya gerçekleşeceğine yönelik kuşkuları olan kişilerin bildirimde bulunmaya özendirilmeleri gerekliliğinden hareketle, kişilerin -arkadaşlar, komşular, aile üyeleri, meslektaşlar, öğretmenler veya topluluktaki diğer kişilerşiddeti sarmalayan suskunluk perdesinin yırtılmasındaki önemli rollerini vurgulama gereği duymuşlardır. Bu tür kuşkuların bildirilebileceği yetkili mercilerin belirlenmesi, Tarafların tasarrufuna bırakılmıştır. “Makul nedenlere/gerekçelere dayalı” teriminden kastedilen, iyi niyetle ve dürüstçe yapılan bildirimlerdir[133]. Taraf devletler, iç hukuk tarafından bazı uzmanlara uygulanan gizlilik ilkesinin, uygun olduğu durumlarda, bu kişilerin Sözleşme kapsamındaki her türlü şiddet eyleminin gerçekleşmiş olduğuna ve daha ileri şiddet eylemlerinin gerçekleşeceğine dair makul sebepleri olması halinde, bu tanıkların durumu ilgili kurum ve yetkililere bildirme olasılığı önünde bir engel teşkil etmeyeceğini teminat altına almak üzere, gerekli hukuki veya diğer önlemleri alacaklardır (m. 28). Bu maddeye göre, Sözleşme’nin Taraflarınca sağlanması gereken şudur: Normal olarak mesleki gizlilik kurallarına uyması gereken profesyoneller (örneğin doktorlar ve psikiyatrlar), bu Sözleşme kapsamında yer alan ciddi şiddet fiillerinin gerçekleştiği ve yeni şiddet olaylarının gerçekleşebileceği yolunda makul nedenlere/gerekçelere dayalı düşüncelere sahiplerse, bu durumu yetkili kuruluşlara [132] Bkz. dn.25 [133] Bkz. dn.25. 180 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Prof. Dr. Kadriye BAKIRCI veya mercilere bildirebilmelidirler. Bu hükmün, söz konusu profesyonellere bildirimde bulunma yükümlülüğü getirmediğinin bilinmesi önemlidir. Bu kişilere, yalnızca gizliliği ihlal etmeden bu şekilde davranma imkanı tanınmaktadır. Gizlilik kuralları yasalarla belirlenebileceği gibi, gizlilikle ilgili kurallar ve bu kuralların ihlali gibi konular, farklı meslek grupları için etik kurallara ve mesleki standartlara da tabi olabilir. Bu hükmün amacı, ciddi şiddet fiilleri söz konusu olduğunda, hangisi olursa olsun, gizlilikle ilgili bir kuralın, bildirimi engellememesini sağlamaktır. Amaçlanan, kendi başına cezai soruşturma başlatmak değil, mağdurların yaşamlarını ve bedensel dokunulmazlıklarını korumaktır. Dolayısıyla ciddi bir değerlendirmenin ardından şiddet mağdurlarını korumak isteyen profesyonellere, bu olanağın sağlanması önemlidir[134]. “Uygun olduğu durumlarda” terimi, Tarafların, bu hükmün uygulanabileceği durumları veya vakaları belirleyebilecekleri anlamına gelir. Örneğin Taraflar, madde 28’de yer alan yükümlülüğü, mağdurun önceden alınmış rızasına tabi kılabilirler. Ancak, mağdurun yaşının küçük olduğu veya fiziksel ya da zihinsel engel nedeniyle kendini koruyamayacak durumda olduğu kimi özel vakalar, buna istisna oluşturur. Ayrıca, Taraflardan her biri, bu hükmün uygulanacağı profesyonel kategorileri belirlemekten sorumludur. “Belirli profesyoneller” teriminin kullanılmasından amaçlanan, bu Sözleşme kapsamındaki herhangi bir şiddet fiilinin mağduru olabilecek kadınlar, erkekler ve çocuklarla temasa geçme görevi olan profesyonellerin kapsanmasıdır[135]. 3. Hukuki ve Cezai Yollara İlişkin Yükümlülükler 3.1. Hukuk Davaları ve Giderimler 29. madde, bu Sözleşme kapsamındaki herhangi bir şiddet fiilinin mağdurlarının, faile ve gerekli önleyici ve koruyucu önlemleri alma görevini yerine getiremeyen yetkililere karşı, medeni hukuk yollarına başvurabilmelerini sağlamayı amaçlamaktadır. 29. maddenin 1. bendi mağdurlara, fail karşısında hukuki giderim (medeni hukuk telafi ve tazminatları)[136] sağlanmasını amaçlarken; 2. bent, gerekli [134] Bkz. dn.25. [135] Bkz. dn.25. [136] Örneğin, 53. maddede atıfta bulunulan engelleme, yasaklama, kısıtlılık getirme ve yaklaştırmama emirleri bu kapsama girer. Bu tür emirler özellikle ev içi şiddet durumlarında geçerlilik taşır ve 52. maddede atıfta bulunulan acil ve çoğu kez kısa süreli koruma önlemlerini tamamlayıcı bir işlev görür. 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 181 İstanbul Sözleşmesi önleyici ve koruyucu önlemleri alma görevini yerine getiremeyen yetkililer karşısında hukuk yollarına başvurma imkanları sağlamaktadır[137]. Taraf devletler, mağdura yeterli hukuki giderim sağlayacak hukuki veya diğer önlemleri alacaklardır (m. 29/1). Taraf devletler, mağdurlara, güç ve yetkileri dahilinde gerekli önleyici veya koruyucu önlemleri almayan devlet makamlarına karşı, uluslararası hukukun genel ilkelerine uygun yeterli giderim sağlanması için, gerekli hukuki veya diğer önlemleri alacaklardır (m. 29/2)[138]. Bu Sözleşme’nin 5. maddesine göre, Sözleşme kapsamında yer alan şiddet fiillerini titizlikle önleme, araştırma ve cezalandırma yükümlülüğü altında olan resmi yetkililerin sorumluluğu burada bir kez daha yinelenmektedir[139]. Bu yükümlülüğün yerine getirilmemesi, hukuki sorumluluk doğurabilir ve medeni hukukun da bu eksikliğe karşı tazmin yolları sağlaması gerekir. Bunların arasında, diğerlerinin yanı sıra, ihmal ve ağır ihmal durumlarında uğranılan zarara karşı hukuk yoluyla tazminat talep edilmesi de, yer almaktadır. Resmi mercilerin bu alandaki sorumluluğunun sınırları Tarafların kendi iç hukuklarıyla belirlenir ve Taraflar hangi ihmalkar davranışların hukuki işlem gerektireceğine kendileri karar verirler[140]. Sözleşme, hukuki giderim açısından tazminat, velayet altına[141] alma ve zorla evlendirmenin sonuçlarını, özel olarak düzenlemiştir. [137] Mağdurun ölümü halinde, hukuk ve tazminat yolları bu kişinin varisleri için açık tutulmalıdır (Bkz. dn.25). [138] Bent 2’de yer alan yükümlülük, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin, yetkili mercilerin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 2. maddesi (yaşama hakkı) kapsamında getirilen pozitif yükümlülüğü yerine getiremedikleri durumlarla ilgili içtihadıyla aynı doğrultudadır. Osman v. Birleşik Krallık ve Opuz v. Türkiye kararlarında Mahkeme şu hükmü vermiştir: “Yetkili mercilerin, kişiye karşı suçları önleme ve cezalandırma bağlamında yaşam hakkını koruma pozitif yükümlülüklerini yerine getirmediklerinin iddia edildiği durumlarda, yetkili mercilerin, üçüncü bir tarafın fiilileri nedeniyle belirli bir kişinin veya kişilerin yaşamına gerçek ve yakın bir tehdit olduğunu bu sırada bildiklerinin veya biliyor olmaları gerektiğinin, buna karşılık söz konusu riski bertaraf edebilecek ve yetkileri dahilinde olan önlemleri almadıklarının ortaya konulması gerekir.”. Mahkeme, bu tür yerine getirememe durumlarının ağır ihmal veya yaşamı koruma görevinin bilinçli olarak görmezden gelinmesiyle sınırlı tutulamayacağını açıkça belirtmiştir. [139] Bkz. yukarıda VI.9.Azami Dikkat ve Özen Gösterme Yükümlülüğü (“DueDiligence” İlkesi); yukarıda V.3.Taraf Devletlerin Sorumluluklarının Kapsamı. [140] Bkz. dn.25. [141] Velayet Altına Alma, Ziyaret Hakları ve Güvenlik başlıklı 31. madde için bkz. yukarıda V.1.2.Çocuklar 182 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Prof. Dr. Kadriye BAKIRCI Taraf devletler, mağdurların bu Sözleşme’de belirlenen herhangi bir suç nedeniyle faillerden tazminat talep etme hakkına sahip olmasını temin etmek üzere, gerekli hukuki veya diğer önlemleri alacaklardır (m. 30/1). Hasarın fail, sigorta şirketi veya finansmanı devletçe sağlanan sağlık ve sosyal sigorta hükümlerince karşılanmaması halinde, ciddi bedensel zarara uğrayanlara veya sağlığı ciddi biçimde bozulanlara, yeterli devlet tazminatı sağlanacaktır. Bu durum, mağdurun emniyetine gereken dikkat sarfedilmesi koşuluyla Taraf devletin, söz konusu tazminattan, fail tarafından verilen tazminatın düşülmesini talep etmesini ihtimal dışı bırakmaz (m. 30/2). Bu çerçevede alınacak önlemler, tazminatın makul bir süre içinde verilmesini teminat altına alacaktır (m. 30/3). Bu madde, Sözleşme’de tanımlanan suçlardan kaynaklanan zararın tazmin edilmesi hakkını getirmektedir. Bent 1, zarar karşılama ve telafi yükümlülüğünün asıl olarak failin üzerinde olduğu ilkesini ortaya koymaktadır. Tazminat, sigorta şirketlerinden veya devletin sağlık ve sosyal güvenlik kurumlarından da istenebilir. Bent 2, tazminat açısından devlete yan bir yükümlülük getirmektedir. Tazminat için başvuruda bulunma koşulları iç hukukta belirlenebilir ve örneğin mağdurun ilk olarak ve en başta failden tazminat talep etmesi öngörülebilir. Metni hazırlayanlar, devletçe verilecek tazminatın, mağdurun bedensel olarak ciddi bir hasar gördüğü veya sağlığının ciddi şekilde bozulduğu durumlarda söz konusu olması gerektiğini vurgulamışlardır. “Bedensel zarar” teriminin mağdurun ölümüne yol açan yaralanmaları, “sağlığın bozulmasının” da madde 33’te atıfta bulunulan psikolojik şiddet fiillerinin neden olduğu ciddi psikolojik hasar durumlarını içerdiği kaydedilmelidir. Devlet tazminatının kapsamı “ciddi” yaralanmalarla ve sağlığın bozulmasıyla sınırlı tutulmuş olsa bile bu durum, daha elverişli tazminat düzenlemeleri yapılmasını ve devletçe ödenecek tazminatın unsurları için daha yüksek ve/veya düşük sınırlar getirilmesini engellemez. Özellikle belirtmek gerekirse, bu hüküm, Tarafların, Şiddet İçeren Suçların Mağdurları ile İlgili Avrupa Konseyi Sözleşmesi kapsamındaki yükümlülüklerini saklı tutar[142]. Devletin tazminatla ilgili tamamlayıcı yükümlülüğü, mağdurun güvenliğine gerekli özen gösterildiği sürece, failin tazmine zorlanmasını engellemez. “Mağdurun güvenliğine” yapılan atfın anlamı şudur: Taraflar, failin tazmin zorunda bırakılmasına yönelik önlemler alırlarken, bu önlemlerin mağdurun güvenliği açısından yol açabileceği sonuçları dikkate alacaklardır. Bu, özellikle, bir failin devlete tazminat ödemek zorunda kalması nedeniyle mağdurdan intikam almak isteyebileceği durumlar için geçerlidir[143]. [142] Bkz. dn.25. [143] Bkz. dn.25. 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 183 İstanbul Sözleşmesi Bu hüküm, mağdura tazminat ödenmesinde geçiş dönemine özgü ara bir devlet katkısını engellemez. Acilen yardıma ihtiyacı olan bir mağdur, çoğu kez karmaşık bir nitelik taşıyan hukuki süreçlerin sonucunu bekleyecek durumda olmayabilir. Böyle durumlarda Taraflar, tazminat işleminin devlet veya yetkili merci tarafından üstlenilmesini sağlayacak düzenlemeler yapabilirler. Daha sonra mağdura bir başka kaynaktan tazmin sağlanması durumunda, daha önce ödenen tazminatın tamamı veya bir bölümü geri istenebilir[144]. Mahkeme kararına karşın failin bunu yapmak istememesi veya yapamayacak olması gibi durumlarda mağdura devlet tarafından tazminat ödenmişse, devletin failden bunu talep etme hakkı doğar[145]. Devletin tazminat sağlaması için, Taraflar, 1983 tarihli Şiddet Suçu Mağdurlarının Zararlarının Tazmin Edilmesine İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi’nin 5 ve 6. maddelerinde belirtildiği gibi devlet tazminat sistemleri oluşturabilirler[146]. Bu Sözleşme’de tanımlanan şiddet biçimlerinin mağduru, suçun işlendiği Tarafın yurttaşı olmayabileceğinden, devlet tazminatı o ülkenin yurttaşlarıyla o ülkenin yurttaşı olmayanları birlikte kapsamalıdır[147]. Bent 3, tazminatın makul süre içinde, başka bir deyişle fazla gecikilmeksizin ödenmesini sağlamayı amaçlamaktadır[148]. 31. madde uyarınca, Taraflar, çocukların velayetinin ve ziyaret haklarının belirlenmesinde, bu Sözleşme kapsamındaki şiddet olaylarının göz önüne alınmasını temin edecek gerekli hukuki veya diğer tedbirleri alacaklardır (b. 1). Taraflar herhangi bir ziyaret hakkı veya velayet hakkının kullanılmasının mağdurun veya çocukların haklarını veya emniyetini tehlikeye düşürmemesini sağlayacak gerekli hukuki veya diğer tedbirleri alacaklardır (b. 2). Bu hükmün amacı, yargının, bu Sözleşme kapsamında ele alınan şiddet olaylarını dikkate almadan temas emirleri çıkarmamasını sağlamaktır. Hüküm, çocuklar ve aileleri ile çocuklarla ailesel bağları olan diğer kişiler arasındaki teması düzenleyen yargı kararları ile ilgilidir. Vesayet, ziyaret veya temas haklarının derecesiyle ilgili kararlar alınırken, diğer faktörlere ek olarak, istismarcı olmayan bir bakıcıya yönelik şiddet kadar, çocuğun kendisine yönelik şiddet [144] Bkz. dn.25 [145] Bkz. dn.25 [146] Bkz. dn.25. [147] Bkz. dn.25. [148] Bkz. dn.25. 184 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Prof. Dr. Kadriye BAKIRCI olayları da dikkate alınmalıdır. Hüküm bir yandan failin ebeveynlik haklarını dikkate alırken diğer yandan da mağdurların haklarını ve güvenliğini güvence altına alma gibi karmaşık bir konuyla ilgilidir. Özellikle ev içi şiddet olaylarında, ortak çocuklar çoğu durumda mağdur ile fail arasında geriye kalan tek bağdır. Birçok mağdur ve çocukları açısından görüşme emirlerine uyulması, genellikle fail ile yüz yüze temas anlamına geldiğinden ciddi bir güvenlik riski oluşturabilir. Dolayısıyla bu düzenleme, mağdurların ve çocukların daha fazla zarara karşı korunmalarını sağlama yükümlülüğü getirir[149]. Taraf devletler, mağdura gereksiz bir parasal veya idari yük getirmeksizin, zorla gerçekleştirilen evliliklerin geçersiz ve hükümsüz kılınabilmesini veya sona erdirilmesini temin edecek hukuki veya diğer önlemleri alacaklardır (m. 32). Bu hüküm uyarınca gerçekleştirilecek hukuki girişimlerin kolay erişilebilir olması ve mağdurun üzerine gereksiz finansal ve idari yük getirmemesi önemlidir. Başka bir deyişle zorla yapılan bir evliliğin iptali veya sona erdirilmesine yönelik usuller, mağdur için aşılmaz güçlükler yaratmamalı, dolaylı olarak finansal güçlükler getirmemelidir. Ayrıca, evliliğin sona erdiriliş biçimi de zorla evlendirme mağduru kişinin haklarını etkilememelidir[150]. 3.2. Adli Önlemler, Cezai Yaptırımlar 3.2.1. Genel Yükümlülükler Taraf devletler, Sözleşme kapsamında yer alan her türlü şiddete ilişkin soruşturma ve adli işlemlerin gecikmeksizin yürütülmesini ve mağdurun haklarını göz önünde bulundurarak yapılması amacıyla gerekli hukuki veya diğer önlemleri alacaklardır (m. 49/1). Taraf devletler, şiddetin toplumsal cinsiyete dayalı anlayışına ve insan hakları temel ilkelerine uygun olarak, Sözleşme uyarınca belirlenen suçların soruşturulması ve kovuşturulmasının etkili biçimde yürütülmesini sağlamak amacıyla gerekli hukuki veya diğer önlemleri alacaklardır (m. 49/2). 3.2.2. Acil Müdahale, Önleme ve Koruma Taraf devletler, sorumlu kolluk kuvvetlerinin mağdurlara yeterli ve hızlı koruma imkanları sunarak, Sözleşme kapsamında yer alan her türlü şiddete acil ve yerinde müdahale etmesini sağlamak üzere, gerekli hukuki veya diğer önlemleri alacaklardır (m. 50/1). [149] Bkz. dn.25. [150] Bkz. dn.25. 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 185 İstanbul Sözleşmesi Taraf devletler, işlevsel önlemlerin alınması ve kanıt toplama da dahil olmak üzere, kolluk kuvvetlerinin Sözleşme kapsamında yer alan her türlü şiddetin önlenmesinde ve mağdurların korunmasında acil ve yerinde müdahale etmelerini sağlamak üzere, gerekli hukuki veya diğer önlemleri alacaklardır (m. 50/2). 3.2.3. Risk Değerlendirmesi ve Risk Yönetimi Taraf devletler, risk yönetimini sağlamak ve gerekli olması durumunda koordineli destek ve güvenlik sağlamak üzere, ilgili yetkililerce ölüm riskine, durumun ciddiyetine ve şiddetin tekrarlanma riskine ilişkin bir değerlendirme yapılmasını ve gerek olması halinde eşgüdümlü güvenlik ve destek verilmesini sağlamak üzere, gerekli hukuki veya diğer önlemleri alacaklardır (m. 51/1). Taraf devletler, yukarıdaki bentte sözü edilen değerlendirmenin, soruşturma ve koruyucu önlemlerin uygulanmasının her aşamasında, Sözleşme kapsamında yer alan şiddet eyleminin faillerinin ateşli silahlara sahip olduklarını veya bunlara erişimlerinin olduğunu göz önünde bulundurulmasını sağlamak üzere gerekli hukuki veya diğer önlemleri alacaklardır (m. 51/2). 3.2.4. Acil Engelleme Emirleri Taraf devletler, ani tehlike durumlarında, ilgili yetkililerin, re’sen, ev içi şiddet failine, belli bir süre için mağdurun veya risk altındaki kişinin ikamet ettiği bölgeden ayrılma ve mağdurun veya risk altındaki kişinin ikamet bölgesine girmesini veya onlarla irtibat kurmasını yasaklama emri verme yetkisine sahip olmalarını sağlamak üzere, gerekli hukuki veya diğer önlemleri alacaklardır. Bu madde uyarınca alınan önlemler, mağdurun veya risk altındaki kişinin güvenliğini ön planda tutacaktır (m. 52). 3.2.5. Kısıtlama ve Koruma Emirleri Taraf devletler, Sözleşme kapsamında yer alan her türlü şiddet mağdurlarına uygun kısıtlama ve koruma emirlerinin mevcut olmasını sağlamak üzere, gerekli hukuki veya diğer önlemleri alacaklardır (m. 53/1). Taraf devletler, yukarıdaki bentte sözü edilen kısıtlama ve koruma emirlerinin, mağdur tarafından herhangi bir mali ve idari sorumluluk yüklenilmeksizin, acil korumaya uygun olmasını; belirli bir zaman dilimi içerisinde veya değiştirilinceye veya kaldırılıncaya kadar yürürlükte kalmasını; gerekli olduğu durumda, duruşma yapılmaksızın tek taraflıtemelde kullanıma konulmasını; diğer yasal kovuşturmalara bakılmaksızın ve bu kovuşturmalara ek olarak mevcut bulunmasını; bir sonraki yasal kovuşturmalarda maddi fiil olarak takdimine 186 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Prof. Dr. Kadriye BAKIRCI izin verilmesini sağlamak üzere, gerekli hukuki veya diğer önlemleri alacaktır (m. 53/2)[151]. 3.2.6. Koruma Önlemleri[152] Taraf devletler, soruşturma ve adli takibatın her aşamasında mağdurların hak ve çıkarlarının yanı sıra, tanık olarak onların özel ihtiyaçlarını koruma altına almak amacıyla, gerekli hukuki veya diğer önlemleri alacaklardır (m. 56). 3.2.7. Çevirmen Sağlama Yükümlülüğü Madde 56/1(h) uyarınca, Taraf devletler, soruşturma ve adli takibatın her aşamasında mağdurlara, davaya taraf olarak katıldıklarında veya kanıt sunarlarken bağımsız ve yetkin çevirmenler sağlamakla yükümlüdür. 3.2.8. Yaptırımlar Sözleşme, belli şiddet biçimlerinin ve ihlallerin suç olarak düzenlenmesi, belli şiddet biçimlerinin şikayete bağlı olmaması, cezayı ağırlaştırıcı ve hafifletici sebepler, uygulanabilecek yaptırımlar ve yaptırımlar uygulanırken göz önünde bulundurulması gereken hususlar ve çocukken şiddete maruz kalanlara ilişkin zaman aşımına[153] ilişkin özel düzenlemelere yer vermektedir. 3.2.8.1. Belli Şiddet Biçimlerinin ve İhlallerin Suç Olarak Düzenlenmesi Sözleşme, kasıtlı psikolojik şiddetin (m. 33), taciz amaçlı takibin (m. 34), fiziksel şiddetin (m. 35), cinsel saldırı dahil cinsel şiddetin (m. 36), zorla evlendirmenin (m. 37), kadın sünnetinin (m. 38), zorla kürtaj ve zorla kısırlaştırmanın (m. 39), kısıtlama ve koruma emirlerinin ihlalinin, suç olarak düzenlenmesi gerektiğini öngörmektedir. 41. madde, Sözleşme’de tanımlanan suçların işlenmesine yardım, teşvik ve kimi suçlara teşebbüs edilmesiyle ilgili ek suçları belirlemiştir. Sözleşme’de tanımlanan tüm suçlarda olduğu gibi, yardım, teşvik ve teşebbüs de kasıtlı olmalıdır. Metni hazırlayanlar, “yardımcı olma veya teşvik edip destekleme” terimlerinin yalnızca Tarafların ceza hukuklarında tanımlanan suçlar için değil, aynı zamanda idare hukukuyla medeni hukuk kapsamına giren fiiller için de geçerli olmasını vurgulamak istemişlerdir. Bu, özel bir önem taşımaktadır; çünkü [151] Bkz. aşağıda 3.2.8.1.Belli Şiddet Biçimlerinin Suç Olarak Düzenlenmesi. [152] Bkz. yukarıda V. 2.1.2.İkinci Mağduriyete Yol Açan Davranışlar. [153] Bkz. yukarıda V.1.2.Çocuklar. 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 187 İstanbul Sözleşmesi m. 78/3 uyarınca Taraflar psikolojik şiddet (m. 33) ve ısrarlı takip (m. 34) gibi fiiller için cezai olmayan yaptırımlar getirebilirler[154]. Taraf devletler, Sözleşme’nin 33 (psikolojik şiddet), 34 (taciz amaçlı takip), 35 (fiziksel şiddet), 36 (cinsel saldırı dahil cinsel şiddet), 37 (zorla evlendirme), 38/a (bir kadının dış labiası, iç labiası veya klitorisinin tamamını veya bir kısmını kesip çıkarma, infibülasyon veya işlevini yapamaz hale getirmenin) ve 39. (zorla kürtaj ve zorla kısırlaştırmanın) maddelerince belirlenmiş suçların işlenmesine, bu suçlar kasten işlendiğinde, yardımcı olmak ve yataklık yapmanın suç olarak kabul edilmesi için, gerekli hukuki veya diğer önlemleri alacaklardır (m. 41/1). Taraf devletler, kasten işlendiğinde, bu Sözleşme’nin 35 (fiziksel şiddet), 36 (cinsel saldırı dahil cinsel şiddet), 37 (zorla evlendirme), 38/a (bir kadının dış labiası, iç labiası veya klitorisinin tamamını veya bir kısmını kesip çıkarma, infibülasyon veya işlevini yapamaz hale getirmenin) ve 39. (zorla kürtaj ve zorla kısırlaştırmanın) maddelerince belirlenmiş suçları işleme girişimlerinin suç kabul edilmesi için, gerekli hukuki veya diğer önlemleri alacaklardır (m. 41/2). Madde 42/2 uyarınca, Taraf devletler, herhangi bir kişinin bir çocuğu sözde namus adına işlenen suçları gerçekleştirmeye kışkırtmasının, yapılan eylemlerle ilgili olarak söz konusu kişinin cezai sorumluluğunu ortadan kaldırmasının önlenmesini temin etmek üzere, gerekli hukuki veya diğer önlemleri alacaklardır. Böylece, yetişkinlerin cezai sorumluluktan kurtulmak için, cezai sorumluluk yaşı altındaki çocukları kullanması engellenmek istenmiştir. Madde 53/3 uyarınca, Taraf devletler, uygulamaya konan,yukarıda sözü edilen[155] kısıtlama ve koruma emirlerinin ihlalinin etkili, orantılı ve caydırıcı cezai yaptırımlara tabi olmasını sağlamak üzere, gerekli hukuki veya diğer önlemleri alacaklardır. Cinsel taciz (m. 40), cezai veya diğer yaptırım biçimlerine bağlanabilir. Bu madde cinsel tacizin, cezai veya “diğer” yaptırıma tabi olması ilkesini getirmektedir. Başka bir deyişle metni hazırlayanlar, bu özel ihlalin faili olan kişinin karşılaşabileceği sonuçları belirleme işini Taraflara bırakmak istemişlerdir. Genel olarak tercih edilen, bu maddeye giren fiillerin ceza kanunu kapsamında düzenlenmesi iken, metni hazırlayanlar birçok hukuk sisteminin cinsel tacizin medeni kanun veya iş kanunu kapsamında düzenlendiğini gözönünde bulundurmuştur. Sonuç olarak, Taraflar, kanunların cinsel taciz fiilini düzenlemesi [154] Bkz. dn.25. [155] Bkz. yukarıda 3.2.5.Kısıtlama ve Koruma Emirleri. 188 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Prof. Dr. Kadriye BAKIRCI koşuluyla böyle durumların ceza kanunu mu yoksa idari ve diğer yaptırımlar kapsamında mı ele alınacağını kendileri belirleyeceklerdir[156]. 3.2.8.2. Belli Suçların Şikayete Bağlı Olmaması Sözleşme, belli suçların şikayete bağlanmaması gerektiğini öngörmektedir. Taraf devletler, Sözleşme’nin 35 (fiziksel şiddet), 36 (cinsel saldırı dahil cinsel şiddet), 37 (zorla evlilik) , 38 (kadın sünneti) ve 39. (zorla kürtaj ve zorla kısırlaştırma) maddeleri uyarınca belirlenen suçların soruşturulması veya kovuşturmalarının; suçun kısmen veya tamamen taraf devlette işlenmesi durumunda suçun mağdur tarafından bildirilmesi veya şikayette bulunulmasına bağlı olmamasını ve mağdur şikayetini veya ifadesini geri alsa bile kovuşturmanın devam etmesini sağlamak üzere gerekli hukuki veya diğer önlemlerin alınmasını öngörmektedir (m. 55/1). Taraf devletler, iç hukuklarında öngörülen koşullara uygun olarak, kamu kurumlarının, hükümet dışı kuruluşların ve ev içi şiddet danışmanlarının, Sözleşme uyarınca belirlenen suçlara ilişkin soruşturma ve adli takibatın yapılması sırasında mağdurun isteği üzerine, mağdura yardım ve destek verme olanağını sağlamak üzere gerekli hukuki veya diğer önlemleri alacaklardır (m. 55/2). 3.2.8.3. Cezayı Ağırlaştırıcı ve Hafifletici Sebepler Madde 42/1, sözde “namus” adına işlenen suçlar da dahil olmak üzere, işlenen suçları mazur gösteren gerekçelerin kabul edilmemesini öngörmektedir[157]. Taraflar, ceza kanununun ve ceza muhakemeleri kanununun belirli bir hususta gedik bırakmamasını sağlamalıdırlar. Diğerlerine ek olarak bu hüküm, Taraflardan, yargıda yer alan aktörlerin kişisel kanaatlerinin ve inançlarının, kanunun, yukarıda sözü edilen gerekçelerle fiillerin haklılaştırılmasına yol açan yorumları önlemelerini istemektedir. Dolayısıyla bent 1, Sözleşme’nin 12. maddesinin 5. bendinde yer alan yükümlülüğü özel olarak ceza hukuku bağlamında pekiştirmektedir[158]. Madde 46, Taraflardan, a’dan i’ye kadar olan bentlerde değinilen koşulları, Sözleşme’de tanımlanan suçlara yönelik cezaların belirlenmesinde ağırlaştırıcı durum olarak dikkate almalarını istemektedir. Taraf devletler, aşağıdaki [156] Bkz. dn.25. [157] Bkz. yukarıda V.2.1.3.Toplumsal Cinsiyet Klişeleri ve Önyargılar. [158] Bkz. yukarıda V.2.1.3.Toplumsal Cinsiyet Klişeleri ve Önyargılar. 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 189 İstanbul Sözleşmesi sebeplerin, bu sebeplerin söz konusu suçun halihazırda temel unsurlarını oluşturmadığı hallerde, iç hukukun ilgili hükümlerine uygun olarak, Sözleşme’de belirlenen suçlarla ilgili olarak verilecek cezanın belirlenmesinde ağırlaştırıcı sebepler olarak göz önünde bulundurulabileceğini temin etmek üzere, gerekli hukuki veya diğer önlemleri alacaklardır: suçun, iç hukukun kabul ettiği eski veya mevcut bir eşe veya birlikte yaşanan bireye karşı, aile fertlerinden biri tarafından[159], mağdurla birlikte ikamet eden biri tarafından[160] veya yetkisini kötüye kullanan biri[161] tarafından işlendiği hallerde; suçun veya suçların mükerrer olarak işlenmesi halinde[162]; suçun belirli şartlar nedeniyle şiddete açık hale gelmiş[163] bir bireye karşı işlenmesi halinde; suçun bir çocuğa karşı veya çocuğun huzurunda işlenmesi halinde; suçun iki veya daha fazla insan tarafından birlikte hareket ederek işlenmesi halinde; suçtan önce veya suçun işlenmesi esnasında çok aşırı düzeylerde şiddet uygulanmış olması halinde; suçun silah kullanarak veya silah tehdidiyle işlenmiş olması halinde; suçun mağdura ağır fiziksel veya psikolojik zarar vermesi halinde; failin daha önce de benzer suçlardan hüküm giymiş olması halinde (m. 46). 3.2.8.4. Yaptırım Biçimleri Taraf devletler, Sözleşme uyarınca belirlenen suçların, ciddiyetleri dikkate alınarak, etkili, orantılı ve caydırıcı cezalarla cezalandırılması için, gerekli hukuki veya diğer önlemleri alacaklardır (m. 45/1). [159] Bu, suçun iç hukukça tanımlandığı şekliyle eski veya halihazırdaki evlilik veya evlilik dışı partnere karşı işlendiği çeşitli durumları kapsamaktadır. Ayrıca, ana baba, büyükanne, büyükbaba, çocuklar ve mağdurla ailesel bağımlılık ilişkisi olan mağdur yakını kişiler de bu kapsama girmektedir (Bkz. dn.25). [160] Mağdurla birlikte yaşamakta olan kişi tanımı, aile üyeleri dışında aynı hanede yaşamakta olan kişilerle ilgilidir. [161] Yetki /otorite sahibi kişiden anlaşılması gereken, örneğin öğretmen veya işveren gibi, mağdura üst konumda olan kişilerdir. Bu durumlarda ortak olan öğe, böyle bir ilişkide normal olarak var olan güven ve ilişki çerçevesinde bu güvenin kötüye kullanılmasından ileri gelebilecek özel duygusal hasardır (Bkz. dn.25). [162] İkinci ağırlaştırıcı durum sürekli tekrarlanan suçlarla ilgilidir. Burada kastedilen, bu Sözleşme’de suç olarak belirlenen herhangi bir fiilin belirli bir fail tarafından belirli bir zaman dilimi içinde birden fazla tekrarlanmasıdır. Bundan hareketle metni hazırlayanlar, suç teşkil eden belirli bir fiile tekrar tekrar maruz kalmanın mağdur üzerindeki özellikle yıkıcı etkilerini vurgulama gereği duymuşlardır. Ev içi şiddet söz konusu olduğunda sıkça görülen durum budur ve bu gerçekten hareket edilerek mahkeme kararlarının ağırlaştırılması seçeneği üzerinde durulmuştur (Bkz. dn.25). [163] Sözleşme’nin İngilizce metninde “vulnerable”, Türkçe çevisirinde “savunmasız” sözcüğü kullanılmıştır. 190 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Prof. Dr. Kadriye BAKIRCI • Taraf devletler, faillerle ilgili olarak aşağıda belirtilen diğer önlemleri de alabilirler: • hüküm giyen şahısların izlenmesi veya bu şahısların kontrol altında tutulması; çocuğun yüksek yararı[164], ki buna çocuğun güvenliği de dahildir, başka bir şekilde teminat altına alınamıyorsa velayet haklarının geri alınması (m. 45/2). Bu madde, ceza hukuku çerçevesinde cezalandırılması gereken çeşitli fiilleri tanımlayan 33’ten 41’e kadar olan maddelerle yakından bağlantılıdır. Taraf devletler, para cezası talep edilmesi durumunda, failin mağdura karşı mali yükümlülüğünü yerine getirme kapasitesinin dikkate alınmasını sağlamak üzere, gerekli hukuki veya diğer önlemleri alacaklardır (m. 48/2). Bu düzenleme, alınan hukuki önlemlerin mağdur üzerindeki olası ve maksat dışı olumsuz sonuçlarının önlenmesini hedefler. Sözleşme’de tanımlanan suçların faillerinden çoğu, mağdurun kendi ailesinden kişilerdir. Dahası, bu kişiler çoğu kez tek başlarına ailelerinin geçimini sağlayanlar ve muhtemelen sınırlı aile gelirinin tek kaynağıdırlar. Dolayısıyla bir faile para cezası verilmesi, aile gelirine de yansıyacak veya nafaka ödeme gücünü etkileyecektir ki sonuçta bunlar da mağdur için maddi sıkıntılara yol açabilir. Böyle bir önlem bu durumda mağdurun dolaylı olarak cezalandırılması anlamını da taşıyabilir. Dolayısıyla bu hüküm, Taraflardan şunu sağlamalarını talep etmektedir: Faile getirilen herhangi bir para cezası, dolaylı olarak, mağdur için maddi sıkıntı [164] Buradaki ikinci durumda “çocuğun yüksek yararına” yapılan atıf, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin 3 Aralık 2009 tarihinde Zaunegger v. Almanya davasında verdiği karar doğrultusundadır. Bu kararda üye devletlerin çoğunluğunda “velayetle ilgili kararların çocuğun yüksek yararını esas alması gerektiği” belirtilmektedir (§60). Özellikle dikkat edilmesi gereken husus, velayet haklarıyla ilgili olarak alınan önlemlerin hiçbir durumda çocuğu tehlikeye düşürücü, ona zarar verici mahiyet taşımamasıdır. Velayet hakkı ve çocukla temas çoğu durumda birbiriyle bağlantılı olmakla birlikte, metni hazırlayanlar, kimi Tarafların kendi hukuklarında bu iki hususu birbirinden ayırmış olabileceklerini hesaba katmış, dolayısıyla herhangi bir ebeveyne velayet hakkı olmaksızın da çocukla temas edebilme olanağı tanımışlardır. Özellikle bir ebeveynden diğerine yönelik ve çocuğun tanıklık ettiği ev içi şiddet olaylarında, fail durumundaki ebeveynle temas çocuğun yararına olmayabilir. Bu temasın sürmesi çocuğun üzerinde yaratabileceği olumsuz etkinin yanı sıra, failin mağdur duruma düşürdüğü kişinin güvenliği açısından da ciddi bir risk oluşturabilir; çünkü böyle bir temas sayesinde fail söz konusu mağdur ile de temasa geçip onu görebilir, verilen kısıtlayıcı veya engelleyici emri bu bahaneyle boşa çıkartabilir. Mağdurları korumaya yönelik tüm hukuk önlemlerinin başka bağlamlarda alınan hukuk önlemleriyle tutarlı olması önemlidir (Bkz. dn.25). 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 191 İstanbul Sözleşmesi yaratacak bir mahiyet taşımamalıdır. Ancak bunun yargının bağımsızlığına gölge düşürmemesi ve yaptırımlara kişisel bir yaklaşıma yol açmaması önemlidir[165]. Bu Sözleşme uyarınca belirlenen suçlar, mağdurla fail arasındaki ilişkinin mahiyetindenbağımsız olarak geçerli olacaktır (m. 43). Bu Sözleşme çerçevesinde belirlenen suçların büyük bölümü, aile üyeleri, partnerler veya mağdurun hemen yakınındaki sosyal çevredeki kişiler tarafından işlenen suçlardır. Avrupa Konseyi üyesi ülkelerin geçmiş pratiklerinden birçok örnek, bu tür durumların kovuşturulmasına istisnalar tanındığını göstermektedir. Yasada veya uygulamada tanınan bu istisnalar, örneğin, mağdurun ve failin evli veya yakın ilişki içinde oldukları durumlarda söz konusu idi. Bunun en önde gelen örneği, evlilik içi cinsel saldırıdır ki, bu fiil uzun bir süre salt mağdur ile fail arasındaki ilişkinin niteliğinden hareketle suç olarak tanımlanmamıştır. Bu nedenle metni hazırlayanlar, mağdur ile fail arasındaki ilişki biçiminin Sözleşme’de belirtilen suçların isnadını engelleyecek bir etmen olmadığı ilkesini getirmeyi gerekli görmüşlerdir[166]. 3.2.9. Zorunlu Alternatif Uyuşmazlık Çözüm Yolları Yasağı Taraf devletler, Sözleşme kapsamındaki şiddet eylemlerinde arabuluculuk ve uzlaştırma da dahil, zorunlu alternatif uyuşmazlık çözüm süreçlerini yasaklamak üzere, gerekli hukuki veya diğer önlemleri alacaklardır (m. 48/1). Avrupa Konseyi üyesi birçok devletin iç hukuku, gerek ceza hukukunda gerekse medeni hukukta alternatif uyuşmazlık çözümü süreçleri öngörür. Özellikle aile hukuku söz konusu olduğunda, alternatif uyuşmazlık çözüm yöntemleri, aile ilişkileri ve daha kalıcı çözümler açısından daha yerinde sayılır. Kimi hukuk sistemlerinde arabuluculuk veya uzlaştırma gibi alternatif çözüm yollarına ceza hukukunda da başvurulur. Metni hazırlayanlar, bu alternatif yöntemlerin ceza hukuku ve medeni hukuk kapsamındaki birçok dava için sağladıkları avantajları sorgulamamakla birlikte, bir noktayı vurgulama gereği duymuşlardır: Özellikle bu tür alternatif çözüm yöntemleri zorunlu tutulduğunda ve mahkeme süreçlerinin yerini aldığında, olumsuz birtakım sonuçlar da ortaya çıkabilir. Şiddet mağdurları, alternatif çözüm süreçlerine, hiçbir zaman faillerle eşit düzeyde giremezler. Mağdurların utanç, çaresizlik ve güçsüzlük duygularıyla baş başa bırakılmaları, buna karşılık faillerin güç ve egemenlik duygusuna kapılmaları bu tür suçların doğasında vardır. Ev içi şiddetin ve kadınlara yönelik şiddetin yeniden özelleşmesinden [165] Bkz. dn.25. [166] Bkz. dn.25. 192 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Prof. Dr. Kadriye BAKIRCI kaçınmak ve mağdurun adalet arayışını güçlendirmek açısından, başında doğal yargıcın yer aldığı ve yürürlükteki ulusal yasalar uyarınca yürütülecek karşıtlık temelindeki yargı süreçlerine erişimin sağlanması devletin sorumluluğundaki bir iştir. Bent 1, Tarafların kendi iç ceza ve medeni hukuklarında alternatif herhangi bir çözüm sürecine katılmayı zorunlu tutmamalarını talep eder[167]. 3.2.10. Hukuki Yardım Taraf devletler, iç hukukta öngörülen koşullar altında, mağdurların ücretsiz hukuki yardım ve destek alma haklarını sağlayacaklardır (m. 57). Şiddet olayının hemen ardından, kadınlara yönelik şiddet ve ev içi şiddet mağduru pek çok kişi, ellerindeki her şeyi veya işlerini bırakıp bulundukları yerlerden ayrılmak zorunda kalmaktadır. Yargısal ve idari işlemler ise genellikle çok karmaşıktır; mağdurlar haklarını gerektiği gibi arayabilmek için hukuki yardıma muhtaçtırlar. Böyle durumlarda mağdurların hukuk yollarına gerektiği gibi erişmeleri, masrafların fazlalığı nedeniyle güç olabilmektedir. Metni hazırlayanlar bu nedenle Taraflara, kendi iç hukukları çerçevesinde mağdurlara hukuki yardım ve ücretsiz hukuk danışmanlığı sağlama yükümlülüğü getirmeyi uygun bulmuşlardır. Bu hükmün esin kaynağı, Avrupa Konseyi İnsan Kaçakçılığının Önlenmesi için Eylem Sözleşmesi’nin 15. maddesinin 2. bendidir. Madde 57, mağdura ücretsiz hukuki yardımı otomatik olarak tanımamaktadır. Böyle bir yardıma hak kazanmak için hangi koşulların gerektiğine karar verilmesi Taraflara bırakılmıştır. Bu hükme ek olarak ayrıca Tarafların Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) 6. maddesini dikkate almaları gerekmektedir. AİHS’nin 6. maddesinin 3 (c) bendi resmen görevlendirilen bir avukatın ücretsiz hukuki yardımlarını yalnızca ceza davaları için öngörmesine karşın, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), Airey v. İrlanda davasında[168], belirli durumlarda, AİHS’nin 6. maddesinin 1. bendine göre ceza davaları dışında da ücretsiz hukuki yardım sağlanması gerektiğini kabul etmektedir, Bu hak, sivil hakların ve yükümlülüklerin belirlenmesi için mahkemeye başvurmada AİHS’nin 6. maddesi kapsamında hukuki yardım/danışmanlık hakkı olarak tanımlanmaktadır[169]. Mahkeme’nin görüşü, bir mahkemeye etkili erişimin, ücretsiz hukuki yardımı gerekli kılabileceği yönündedir. Burada mesele, bir kişinin bir avukatın yardımı olmadan mahkemeye çıkmasının o kişinin kendi davasını gerektiği gibi ve tatmin edici şekilde ortaya koyup koyamayacağıyla ilgilidir. Mahkeme, bir kişinin kendi durumunu yeterli ve etkili biçimde ortaya [167] Bkz. dn.25. [168] Bkz. ECHR, Airey v. Ireland, 9 October 1979. [169] Bkz. ECHR, Golder v. United Kingfom, 21 February 1975. 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 193 İstanbul Sözleşmesi koyup koyamayacağının belirlenmesinde, işlemlerin karmaşıklığını ve durumun duygusal yanını dikkate almıştır. Eğer kişi kendi durumunu etkili biçimde ortaya koyabilecek durumda değilse, kendisine ücretsiz hukuki yardım sağlanmalıdır. Dolayısıyla, sivil davalarda ücretsiz hukuki yardımı öngören yasal düzenlemelerin olmadığı durumlarda bile, adalet adına, avukat tutacak maddi gücü bulunmayan kişilere hukuki yardımda bulunulması hususu değerlendirmeye tabi tutulmalıdır[170]. 3.2.11. Başka Bir Tarafça Verilen Hükümler Taraf devletler, ceza hükmünü belirlerken, bu Sözleşme uyarınca belirlenen suçlarla ilgili olarak, başka bir Tarafça verilen nihai hüküm olasılığını da göz önüne alarak, gerekli hukuki veyadiğer önlemleri alacaklardır (m. 47). 4. Uluslararası İşbirliğine İlişkin Yükümlülükler Bu Bölüm, Sözleşme’nin Tarafları arasındaki uluslararası işbirliğine ilişkin hükümleri ortaya koymaktadır. Bu hükümler, cezai ve sivil konularda yargısal işbirliği ile sınırlı kalmayıp, bu Sözleşme kapsamındaki her tür şiddetin önlenmesi ve şiddet mağdurlarına yardım edilmesi ile de ilgilidir[171]. İstanbul Sözleşmesi, kadınlara yönelik şiddetin sınırlar arası işlenebileceği olasılığı nedeniyle (örneğin kız çocuğu, genç veya yetişkin kadınların bir başka ülkedeki birisiyle zorla evlendirilmesi gibi), uluslararası işbirliği yapılmasına ilişkin önemli düzenlemelere yer vermektedir. Madde 1/1 uyarınca, Sözleşme’nin amaçlarından birisi, kadına yönelik şiddeti ve ev içi şiddeti ortadan kaldırma amacıyla uluslararası işbirliğini yaygınlaştırmaktır. Sözleşme, Taraf devletlerin topraklarında şiddete maruz kalanlara adalete erişim hakkı tanımakta ve Taraf devletlere başka devletlerde suç işleyen [170] Bkz. dn.25. [171] Genelde ve özel olarak da ceza hukuku çerçevesinde yargı işbirliği bakımından Avrupa Konseyi önemli belgelere sahiptir. Metni hazırlayanlar, aşağıda sözü edilenler gibi belgelerdeki hükümlere benzer hükümlere bu Sözleşme’de yer vermeme yolunu seçmişlerdir. Burada sözü edilmesi gereken belgeler şunlardır: Suçluların İadesiyle İlgili Avrupa Konseyi Sözleşmesi, Suç Teşkil Eden Konularda Karşılıklı Yardımlaşmayla İlgili Avrupa Konseyi Sözleşmesi, bu belgelerin Ek Protokolleri (No. 86, 98, 99 ve 182), Ceza Davası Kararlarının Uluslararası Geçerliğiyle İlgili Avrupa Konseyi Sözleşmesi, Suç Yoluyla Elde Edilen Varlıkların Aklanması, Araştırılması, Ele Geçirilmesi ve Müsaderesi ile İlgili Avrupa Konseyi Sözleşmesi, Suç Yoluyla Elde Edilen Varlıkların Aklanması, Araştırılması, Ele Geçirilmesi ve Müsaderesi ve Terörizmin Finansmanı ile İlgili Avrupa Konseyi Sözleşmesi. 194 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Prof. Dr. Kadriye BAKIRCI vatandaşlarına yaptırım uygulama yükümlülüğü ve kendi topraklarında ikamet edenler hakkında ise kovuşturma açma olanağı sağlamaktadır. 4.1. Genel İlkeler Madde 62, uluslararası işbirliğini düzene bağlayan genel ilkeleri ortaya koyar. Taraf devletler, Sözleşme’nin hükümlerine uygun olarak hukuki ve cezai konularda işbirliğine ilişkin ilgili uluslararası ve bölgesel araçların uygulanması, benzer veya karşılıklı mevzuat ve iç hukuk temelinde uzlaşılmış düzenlemeler yoluyla aşağıdaki amaçları gerçekleştirmek üzere birbirleriyle mümkün olduğunca geniş işbirliği yapacaklardır: Sözleşme kapsamındaki her türlü şiddeti önleme, şiddetle mücadele etme ve şiddeti kovuşturma; mağdurları koruma ve onlara destek sağlama; Sözleşme uyarınca belirlenen suçlara ilişkin soruşturma ve cezai takibatlar; koruma emirleri de dahil, Taraf devletlerin yargı yetkilileri tarafından verilen ilgili hukuki ve cezai kararların uygulanması (m. 62/1). Taraf devletler, Sözleşme uyarınca belirlenen ve ikamet edilen yerden farklı bir Tarafın topraklarında işlenen bir suçun mağdurunun, ikamet ettiği bölgenin devletin ilgili yetkilileri nezdinde şikayette bulunmalarını sağlamak üzere gerekli hukuki veya diğer tedbrileri alacaklardır (m. 62/2). Sözleşme’ye Taraf diğer bir devletin ceza davalarında verdiği kararların uygulanması, suçluların iadesi ve suçla mücadele konularında devletlerarasında bir anlaşmanın bulunması koşulunu getiren Taraf bir devletin, bu türde bir anlaşma akdetmediği bir Taraf devletten böyle bir hukuki işbirliği talep etmesi halinde, Sözleşme, Sözleşme uyarınca ihdas edilen suçlar bağlamında ceza davalarında verilen kararların uygulanması, suçluların iadesi ve suçla mücadele konularında karşılıklı destek için,hukuki dayanak kabul edilir (m. 62/3). Taraf devletler, 18. maddenin 5. bendine[172] uygun olarak (şiddete açık hale gelmiş olan) mağdurların korunmasını kolaylaştırmak amacıyla, üçüncü devletlerle ikili ve çoklu anlaşmaların yürürlüğe konması da dahil, gerektiğinde, üçüncü ülkelerin kalkınma yardım programları ile kadına yönelik şiddet ve ev içi şiddetle mücadele ve şiddeti önlemeyi bütünleştirmek için çaba göstereceklerdir (m. 62/4). [172] Bkz. yukarıda V.1.1.2.Şiddete Açık Güç Durumdaki Kadın Grupları. 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 195 İstanbul Sözleşmesi 4.2. Risk Altındaki Kişilere Yönelik Önlemler 63. maddenin başlıca amacı, bir kez daha, Sözleşme Taraflarını bilgi alışverişinde bulunmaya özendirme ve Tarafları ayrıca bu özel durumla ilgili olarak bu Sözleşme kapsamında belirlenen kadınlara yönelik şiddet ve ev içi şiddet olayları kapsamındaki belirli fiillerin meydana gelmesini önlemeye yöneltmektir. Bu Sözleşme kapsamındaki şiddet fiillerinin bir bölümü uluslararası boyutlar taşıyabilir. Bu nedenle, metni hazırlayanlar, bu Sözleşme’de tanımlanan, örneğin zorla evlendirme veya kadın sünneti gibi ihlalleri belirlemişler ve belirli bir ilke getirmişlerdir. Bir Taraf devletin topraklarında bulunan bir kişinin, Sözleşme’nin 36 (cinsel saldırı dahil cinsel şiddet), 37 (zorla evlilik), 38 (kadın sünneti) ve 39. (zorla kürtaj ve zorla kısırlaştırma) maddelerinde atıfta bulunulan herhangi bir şiddet eylemine maruz kalma riskiyle karşı karşıya olduğu yönünde elinde mevcut bilgilere dayalı haklı gerekçeleri bulunan diğer Taraf devlet, söz konusu kişi için uygun koruma önlemlerinin alınmasını sağlamak amacıyla bu bilgiyi gecikmeksizin ilgili Tarafa iletecektir. Bu bilgi, uygulanabildiği durumlarda, risk altında bulunan kişinin yararı için var olan koruma önlemlerine ilişkin detayları da içerecektir (m. 63). İletilecek bu bilginin, yakın bir tehlikenin bulunduğuna ilişkin “makul nedenleri/gerekçeleri” olmalıdır. Metni hazırlayanlar, neyin “makul nedenler/ gerekçeler” sayılacağına ilişkin ölçütlerin ayrıntısına bu Sözleşme metninde yer vermeyi gerekli görmemişlerdir. Dolayısıyla, tek tek durumlardan hareketle toplanan bilgiler ışığında, bu tür şiddet fiillerinin önlenmesi amacıyla bu bilgileri ne zaman ve hangi durumlarda paylaşacakları Taraflara bırakılmıştır. Bu bilgi, risk altındaki kişilerin yararına verilen koruma emirlerini de içerir[173]. 4.3. Bilgilendirme Madde 64, uluslararası işbirliği, özellikle de ceza hukuku alanında zaten var olan bir ilkeyi güçlendirmektedir. Buna göre, bu Sözleşme kapsamında yer alan bir fiilin işlenmesi olasılığını engellemek için veya fiil gerçekleştiğinde ise araştırma ve kovuşturma sürecini başlatmak için devletler arasında etkili ve zamanında bir bilgi alışverişi olacaktır[174]. Talep edilen Taraf, bu bölüm kapsamında yapılan eylemin nihai sonucu hakkında talep eden Tarafı derhal bilgilendirir. Talep edilen Taraf, aynı zamanda, [173] Bkz. dn.25. [174] Bkz. dn.25. 196 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Prof. Dr. Kadriye BAKIRCI talep edilen eylemin gerçekleştirilmesinin mümkün olamaması veya uygulanmasının kayda değer ölçüde gecikmeye maruz kalması durumlarında, bunu, talepte bulunan Tarafa süratle bildirir (m. 64/1). Bir Taraf, kendi yaptığı soruşturma çerçevesinde edindiği bilgiyi, bu bilginin ifşasının diğer Tarafa Sözleşme uyarınca ihdas edilmiş ceza gerektiren suçları önlemede, soruşturma veya işlemleri başlatma veya yürütmede yardımcı olabileceğini düşündüğünde ya da bu bilginin bu bölüm kapsamında diğer Tarafın işbirliği talebinde bulunmasına yol açacağını düşündüğünde, iç hukukun sınırları dahilinde, önceden talep olmaksızın diğer Tarafa iletebilir (m. 64/2)[175]. İkinci bende uygun olarak herhangi bir bilgi alan Taraf, uygun görülmesi halinde dava açılmasını veya ilgili hukuki ve cezai davalarda bu bilginin göz önüne alınabilmesini sağlayacak bu çeşit bir bilgiyi, ilgili yetkililere ibra eder (m. 64/3). 4.4. Yargı Yetkisi 44. madde, Tarafların, Sözleşme’nin alanına giren suçlarla ilgili yargı yetkisi oluşturmaları açısından yerine getirilmesi gerekenleri ortaya koymaktadır. Taraf devletler, suçun kendi topraklarında veya kendi bandıralarını taşıyan bir gemide veya kendi yasalarına göre tescil edilmiş bir uçakta veya kendi vatandaşlarından biri tarafından veya normal ikametgahı kendi topraklarında ikamet eden bir şahıs tarafından işlenmesi halinde, Sözleşme uyarınca belirlenen herhangi bir suçla ilgili olarak yargı yetkisi oluşturmak üzere, gerekli hukuki veya diğer önlemleri alacaklardır (m. 44/1). Taraf devletler, söz konusu suçun vatandaşlarından birine veya normal olarak kendi topraklarında ikamet eden birine karşı işlenmesi halinde, bu Sözleşme’de belirlenen herhangi bir suçla ilgili olarak yargı yetkisi oluşturmaya yönelik gerekli hukuki veya diğer önlemleri almaya çalışacaklardır (m. 44/2). Sözleşme’nin 36 (cinsel saldırı dahil cinsel şiddet), 37 (zorla evlilik), 38 (kadın sünneti) ve 39.(zorla kürtaj ve zorla kısırlaştırma) maddeleri uyarınca belirlenen suçların kovuşturulması için, Taraf devletler yargı yetkilerinin söz konusu eylemlerin işlendikleri topraklarda cezalandırılması koşuluna tabi olmasının önlenmesini temin etmek üzere, gerekli hukuki veya diğer önlemleri alacaklardır (m. 44/3). [175] Bent 2, bir Tarafın, kendi araştırmalarıyla ilgili olarak bir başka Tarafa bilgi iletip iletmeyeceğini kendi tercihine bırakmaktadır (iletebilir sözcüğünün kullanılması bunun bir zorunluluk olmadığını açıkça ortaya koymaktadır). 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 197 İstanbul Sözleşmesi Sözleşme’nin 36, 37, 38 ve 39. maddeleri uyarınca belirlenen suçların kovuşturulması için, Taraf devletler kendi vatandaşlarından biri tarafından veya kendi topraklarında ikamet eden bir şahıs tarafından işlenmesine ilişkin yargı yetkisinin, kovuşturmanın ancak mağdurun eylemi haber vermesinden sonra veya devletin suçun işlendiği yerle ilgili bilgiyi sağlaması halinde başlatılması koşuluna bağlı olmasının önlenmesini temin etmek üzere, gerekli hukuki veya diğer önlemleri alacaklardır (m. 44/4). Taraf devletler, eylemi icra ettiği iddia edilen failin kendi topraklarında bulunduğu hallerde ve söz konusu kişiyi sırf milliyetine istinaden üçüncü bir tarafa teslim etmedikleri durumlarda, bu Sözleşme’de belirlenen suçlarla ilgili yargı yetkisini oluşturmak üzere, gerekli hukuki veya diğer önlemleri alacaklardır (m. 44/5). Birden fazla Taraf, bu Sözleşme uyarınca belirlenen ve işlendiği iddia edilen bir suçla ilgili yargı yetkisi talebinde bulunduğunda, ilgili Taraf devletler, yerine göre, kovuşturma için en iyi yargı yetkisini belirleme amacıyla birbirleriyle istişarede bulunacaklardır (m. 44/6). Uluslararası hukukun genel kuralları saklı kalmak kaydıyla, bu Sözleşme, Taraf devletlerden birinin kendi iç hukukuna dayalı olarak icra edeceği cezai yargı yetkisini uygulamadan hariç tutmaz (m. 44/7). 4.5. Kişisel Verilerin Korunması Kişisel veriler, 1981 tarihli Kişisel Verilerin Otomatik İşlemden Geçirilmesi Sürecinde Bireylerin Korunması Hakkında Avrupa Konseyi Sözleşmesi uyarınca, Taraf devletlerce üstlenilen yükümlülükleri müteakiben saklanır ve kullanılır (m. 65). Bu hüküm, bu Sözleşme kapsamındaki her tür şiddet fiiline ilişkin kişisel verilerle ilgilidir. Özellikle mağdurlar başta olmak üzere kişilere yönelebilecek olası tehlikeler nedeniyle eğer bu kişilerle ilgili veriler herhangi bir güvence veya kontrol olmadan dolaşıma girecekse, madde 65 verilerin muhafaza edilmesi ve kullanılmasında özel olarak Kişisel Verilerin Otomatik İşlemden Geçirilmesi Sürecinde Bireylerin Korunması Sözleşmesi’ne atıfta bulunmaktadır. Madde, bu hükmün, Tarafların yukarıda sözü edilen Sözleşme uyarınca üstlendikleri yükümlülükler uyarınca uygulanacağını belirtmektedir. Ancak bu, Kişisel Verilerin Otomatik İşlemden Geçirilmesi Sürecinde Bireylerin Korunması Sözleşmesi’ne Taraf olmayanların bu Sözleşme’yi onaylamaları önünde bir engel değildir. Kişisel Verilerin Otomatik İşlemden Geçirilmesi Sürecinde Bireylerin Korunması Sözleşmesi, özellikle, kişisel verilerin yalnızca belirtilen 198 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Prof. Dr. Kadriye BAKIRCI yasal amaçlar için muhafaza edilebileceğini, bu amaçlar dışında hiçbir şekilde kullanılamayacağını belirtmektedir. Ayrıca, bu tür verilerin, veri konusu kişinin teşhisine izin verecek şekilde muhafaza edilemeyeceği ve verileri muhafaza süresinin de kayıt ve muhafazayı gerektiren amaçlar açısından gerekli süreden uzun olamayacağı öngörülmektedir. Kişisel Verilerin Otomatik İşlemden Geçirilmesi Sürecinde Bireylerin Korunması Sözleşmesi ayrıca verilere izinsiz girilmesini, değiştirilmesini ve açıklanmasını önleyici güvenlik önlemlerinin alınmasını zorunlu tutmaktadır[176]. VIII. İZLEME MEKANİZMASI Bu Bölüm, Sözleşme’nin Taraflarca etkili biçimde uygulanmasını sağlamaya yönelik hükümler içermektedir. İstanbul Sözleşmesi, Taraf devletlerin, Sözleşme’nin hükümlerini etkili bir biçimde uygulamalarını sağlamak amacıyla özelbir izleme mekanizması oluşturmuştur (m. 1/2). İzleme mekanizmasında, • Bağımsız Uzmanlar Grubu (GREVIO) (m. 66) ve • Taraflar Komitesi (m. 67) yer almaktadır. 1. Kadına Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddete Karşı Eylem Uzman Grubu (GREVIO) 1.1. GREVIO’nun Oluşumu Kadına Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddet Uzmanlar Grubu (GREVIO), Sözleşme’nin Taraf devletlerce uygulanmasını izler (m. 66/1). GREVIO, toplumsal cinsiyet ve coğrafi dağılım dengesinin yanı sıra çok disiplinli uzmanlık bilgileri de göz önünde bulundurularak, en az on, en fazla onbeş üyeden oluşur. GREVIO üyeleri, Taraf devletlerce gösterilen adaylar arasından Taraflar Komitesi’nce bir kez yenilenebilir. Dört yıllık görev süresi için, Sözleşme’ye Taraf devletlerin vatandaşları arasından seçilir (m. 66/2). [176] Bkz. dn.25. 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 199 İstanbul Sözleşmesi İlk on üyenin seçimi, Sözleşme’nin yürürlüğe girmesini takip eden bir yıl içinde yapılır. Diğer beş üyenin seçimi yirmi beşinci onay veya katılımı müteakiben gerçekleştirilir (m. 66/3). GREVIO üyelerinin seçimi, aşağıdaki ilkelere bağlıdır: Üyeler, yüksek ahlaki karakterli, insan hakları, toplumsal cinsiyet eşitliği, kadına yönelik şiddet ve ev içi şiddet veya bu mağdurlara yardım ve mağdurların korunması alanlarında muteber yetkinliğe sahip olarak bilinen veya Sözleşme kapsamında belirlenen alanlarda deneyimli kişiler arasından şeffaf bir yöntemle seçilir. GREVIO’nun iki üyesi aynı ülke vatandaşı olamaz. Üyeler temel hukuk sistemlerini temsil etmelidir. Üyeler kadına yönelik şiddet ve ev içi şiddet alanındaki ilgili aktör ve kuruluşları temsil ederler. Üyeler kendi bireysel kapasitelerini temsil ederler, görevlerini yerine getirirken bağımsız ve tarafsızdırlar, görevlerini etkili biçimde yerine getirmeye hazır bulunurlar (m. 66/4). GREVIO üyelerinin seçim yöntemi, Sözleşme’nin yürürlüğe girmesini takip eden altı ay zarfında, Sözleşme’ye Taraf devletlerle istişare edildikten ve oy birliği sağlandıktan sonra, Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi tarafından belirlenir (m. 66/5). GREVIO, kendi usul kurallarını belirler (m. 66/6). GREVIO üyeleri ve usule ilişkin aşağıdaki 68. maddenin 9. ve 14. bentlerinde ayrıntılarına yer verilen ülke ziyaretlerini gerçekleştiren delege üyeleri, Sözleşme’nin ekinde belirtilen imtiyaz ve muafiyetlerden yararlanır (m. 66/7). 1.2. İzlediği Usul Taraf devletler, GREVIO tarafından hazırlanan bir sualnameye dayanarak Sözleşme’nin hükümlerini yürürlüğe sokan hukuki ve diğer önlemler hakkında, GREVIO tarafından değerlendirilmek üzere, Avrupa Konseyi Genel Sekreteri’ne rapor sunar (m. 68/1). GREVIO, 1. bende uygun olarak sunulan raporu, ilgili Tarafın temsilcileriyle birlikte değerlendirmeye alır (m. 68/2). Sonraki değerlendirme usulleri, süresi GREVIO tarafından saptanacak dönemler halinde belirlenir. Her dönemin başında GREVIO, değerlendirme usulünün dayandığı belirli hükümleri seçer ve sualname gönderir (m. 68/3). GREVIO, bu izleme usulünü gerçekleştirmek için uygun araçları belirler. Bu usul, her değerlendirme dönemi için, Taraf ülkelerin uygulamalarının değerlendirilmesine temel teşkil edecek bir sualname hazırlanmasını benimser. 200 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Prof. Dr. Kadriye BAKIRCI Sualname, tüm Taraf devletlerce cevaplanır. Taraf devletler, sualnameye ve aynı zamanda GREVIO’nun her türlü bilgi talebine yanıt verir (m. 68/4). GREVIO, Sözleşme’nin uygulanmasına ilişkin sivil toplum örgütlerinden, sivil toplumdan, insan haklarını korumaya yönelik ulusal kuruluşlardan da bilgi talebinde bulunabilir (m. 68/5). GREVIO, Sözleşme’nin kapsamındaki alanlarla ilgili diğer bölgesel ve uluslararası belgelerde ve organlarda mevcut olan bilgilere gereken özeni gösterir (m. 68/6). Her değerlendirme dönemi için sualname kabul edildiğinde GREVIO, Sözleşme’nin veri toplama ve araştırmaya ilişkin 11. maddesinde[177] bahsedildiği gibi, Taraf devletlerdeki mevcut verilere ve araştırmalara gereken özeni gösterir (m. 68/7). GREVIO, Sözleşme’nin uygulanmasıyla ilgili olarak Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri, Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi, Avrupa Konseyi’nin diğer ilgili uzman kuruluşlarından ve uluslararası belgeler uyarınca kurulan diğer kuruluşlardan bilgi alabilir. Bu birimlere sunulan şikayetler ve bunların sonuçları GREVIO’ya sunulur (m. 68/8). GREVIO, ulusal yetkililerle işbirliği içinde ve bağımsız ulusal uzmanların yardımıyla, elde edilen bilginin yetersiz olması veya 14. bentte belirtilen durumların söz konusu olması durumunda, ek olarak ülke ziyaretleri gerçekleştirebilir. Bu ziyaretler süresince GREVIO, belirli alanlarda uzmanlaşmış kişilerden yardım alabilir (m. 68/9). GREVIO, değerlendirmenin dayandığı hükümlerin uygulanmasına yönelik analizlerin yanı sıra, ilgili Tarafın belirlenen sorunların üstesinden gelebilmesine ilişkin teklif ve önerileri de içeren bir taslak rapor hazırlar. Taslak rapor, yorumlarını sunmak üzere, değerlendirme sürecinden geçen Tarafa iletilir. Bu yorumlar, GREVIO tarafından raporun hazırlanması sırasında göz önünde bulundurulur (m. 68/10). Alınan bilgi ve Taraf devletlerce yapılan yorumlar temel alınarak GREVIO, Sözleşme hükümlerinin uygulanmasından sorumlu Tarafça alınan önlemlere yönelik rapor ve sonuçları kabul eder. Bu rapor ve sonuçlar, ilgili Tarafa ve Taraflar Komitesi’ne gönderilir. Kabul edilmesinin ardından, GREVIO’nun raporu ve sonuçları, ilgili Tarafça sunulan nihai yorumlar ile birlikte kamuya açıklanır (m. 68/11). [177] Bkz. yukarıda VI.7.Araştırma, Veri Toplama ve Bulguları Paylaşma. 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 201 İstanbul Sözleşmesi GREVIO, Sözleşme’yle ilgili ciddi ihlalleri önlemek ya da bunların ölçeğini veya sayısını azaltmak üzere acil dikkat gerektiren sorunların olduğu hakkında güvenilir bilgi aldığında, kadınlara yönelik ciddi, kitlesel ve sistematik şiddetin önlenmesine yönelik alınan önlemlere ilişkin derhal özel rapor sunulmasını talep edebilir (m. 68/13). İlgili tarafça sunulan bilgileri ve kendinde mevcut olan diğer güvenilir bilgileri göz önünde bulundurarak GREVIO, soruşturma yürütülmesi ve acilen GREVIO’ya bilgi sunulması için bir veya birkaç üyesini görevlendirebilir. Gerekli bulunması ve ilgili Tarafın rızasıyla soruşturma, söz konusu Tarafın topraklarını ziyareti içerebilir (m. 68/14). 14. bentte atıfta bulunulan araştırmanın bulgularını inceledikten sonra, GREVIO bu bulguları ilgili Tarafa ve uygun görüldüğü hallerde Taraflar Komitesi’ne ve Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’ne, yapılan tavsiye ve yorumlarla birlikte iletir (m. 68/15). 1.3. Parlamentoların ve Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nin İzlemeye ve Değerlendirmeye Katılımı Ulusal parlamentolar, Sözleşme’nin uygulanması için alınan önlemlerin izlenmesine katılmaya davet edilir. Taraf devletler, GREVIO’nun raporlarını kendi ulusal parlamentolarına sunar (m. 70/1; 70/2). Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi, Sözleşme’nin uygulanmasını düzenli olarak değerlendirmeye davet edilir (m. 70/3). Bu hüküm, ulusal parlamentoların bu Sözleşme’nin uygulanmasını izlemedeki rollerini ortaya koymaktadır. 1 ve 2. bentler, Sözleşme Taraflarının, kendi ulusal parlamentolarını izleme sürecine katılmaya davet ve GREVIO raporlarını değerlendirmeleri için bu parlamentolara sunma yükümlülüklerini içermektedir. Metni hazırlayanlar, Sözleşme’nin uygulanmasında ulusal parlamentoların üstlendikleri önemli rolü vurgulamaktadır ki, bu da birçok durumda yasal değişiklikleri gerektirmektedir. Sonuç olarak, Sözleşme’nin uygulanmasını izlemede ulusal parlamentoların da yer alması önemli sayılmıştır. Bent 3, Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nin, bu Sözleşme’nin uygulanması için Taraflarca alınan önlemleri izleme rolüyle ilgilidir. Bir Avrupa Konseyi sözleşmesinde ilk kez yer alan bu hüküm, Parlamenterler Meclisi’nin Sözleşme’nin uygulanmasıyla ilgili düzenli aralıklarla değerlendirme yapmasını öngörmektedir. Metni hazırlayanlar, bu hükümle, Parlamenterler Meclisi’nin kadınlara yönelik şiddet konusunu gerek Avrupa Konseyi’nin gerekse üyesi 202 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Prof. Dr. Kadriye BAKIRCI ülkelerin siyasal gündemlerine yerleştirmedeki önemli rolünü vurgulamak istemişlerdir. Meclis’in bu konudaki uzun süreli titizliği ve aynı alanda benimsenen çok sayıda tavsiye kararı dikkate alındığında, Meclis’in Sözleşme’nin uygulamasının izlenmesinde yer alması, sonuçları da önemli ölçüde güçlendirecektir. 1.4. Genel Tavsiye Kabul Etme Yetkisi GREVIO uygun olan durumlarda, Sözleşme’nin uygulanmasına ilişkin genel tavsiyeler benimseyebilir (m. 69). BM Kadınlara Yönelik Her Türlü Ayrımcılığın Ortadan Kaldırılması Sözleşmesi madde 21/1’den esinlenen bu madde, GREVIO’nun, gerekli gördüğü durumlarda bu Sözleşme’nin uygulanmasına ilişkin olarak genel tavsiye kararları almasına olanak tanımaktadır. Genel tavsiyeler tüm Taraflar için ortak bir anlam taşımaktadır ve bu Sözleşme’de yer alan maddeler veya konularla ilgilidir. Genel tavsiyelerin hukuki bağlayıcılığı olmamakla birlikte, Sözleşme’de yer alan konulara ilişkin anlayışı güçlendirerek ve Sözleşme’de yer alan hükümlerin etkili biçimde yaşama geçirilmesini sağlayacak net klavuzlar sunarak, Taraflar açısından önemli bir başvuru kaynağı oluşturmaktadır. Bu tavsiyeler ayrıca gelecekteki izleme turlarının parçası olacaktır[178]. 2. Taraflar Komitesi Madde 67, bu izleme sisteminin diğer ayağını, bileşimi aşağıda verilen siyasal organı (“Taraflar Komitesi”ni) oluşturmaktadır. Taraflar Komitesi, Sözleşme’ye Taraf ülkelerin temsilcilerinden oluşur. Taraflar Komitesi, Avrupa Konseyi Genel Sekreteri tarafından toplantıya çağrılır. Komite’nin ilk toplantısı, GREVIO üyelerini seçmek üzere, Sözleşme’nin yürürlüğe girmesini takip eden bir yıl içinde yapılır. Komite, Taraf devletlerden üçte birinin, GREVIO Başkanının veya Genel Sekreterin isteği üzerine derhal toplanır. Taraflar Komitesi, kendi usul kurallarını kabul eder (m. 67). GREVIO’nun, madde 68/11 uyarınca aldığı bilgi ve Taraf devletlerce yapılan yorumlar temel alınarak, Sözleşme hükümlerinin uygulanmasından sorumlu Taraf devletçe alınan önlemlere yönelik olarak kabul ettiği rapor ve sonuçlar, Taraflar Komitesi’ne gönderilir (m. 68/11). Madde 68/12 uyarınca, [178] Bkz. dn.25. 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 203 İstanbul Sözleşmesi 68. Maddenin 1’den 8’e kadar olan bentlerinin usulüne halel getirmeyecek şekilde Taraflar Komitesi, GREVIO rapor ve sonuçlarını temel alarak ilgili tarafa hitaben • GREVIO’nun sonuçlarını uygulamak üzere alınan önlemlere, gerekli olması durumunda ise bunların uygulanmasına yönelik bilgi sunulması için bir tarih belirlenmesine ilişkin, • mevcut sözleşmenin daha doğru uygulanması için ilgili Tarafla işbirliğini teşvik etmek amacıyla tavsiye kararları kabul edebilir. 204 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Feminizm ve Hukuk Üzerine Eleştirel Düşünceler [1] Prof. Dr. Alev ÖZKAZANÇ* Bugün Türkiye’de kadına karşı şiddet konusunda feminist hareketin hukuk alanında açtığı yolda önemli ve kritik bir evredeyiz. Bir yanda geçmiş yıllarda Medeni Kanun, Ceza Kanunu ve anayasa değişiklileri için verilen başarılı mücadeleler ve kadın cinayetlerini feminist bir perspektifle kamusal gündeme sokma başarısı dururken, öte yanda şu sıralar cinsel suçların büyük bir kısmını uzlaşma, arabuluculuk ve pazarlık kapsamına sokmayı öngören güncel bir yasa tasarı[2] ile karşıkarşıyayız. Ülkede çoğu durumda olduğu üzere, kadınların insan hakları konusunda da eşitsiz bir gelişme hüküm sürüyor. Böyle bir momentte EŞİTİZ grubunun çağrısıyla, bazı güncel sorunlar üzerinde tartışmak amacıyla bir araya gelmemizi çok önemli görüyorum. Beni de davet ettikleri için kendilerine çok teşekkür ediyorum. EŞİTİZ grubundan bize gönderilen çağrı metninde “bazı tartışmalı ve güncel sorular, sorunlar ve çözüm önerileri üzerinde tartışmayı umuyoruz” denilerek “tartışmalı” konular şöyle sıralanmış: şiddet tanımı, eşitlik-farklılık * Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi. [1] EŞİTİZ (Eşitlik İzleme Kadın Grubu) Tartışma Toplantıları: Kadına Karşı Şiddet, İstanbul 24 Ekim 2015 tarihli konuşma metnidir. [2] Temmuz 2015’de Adalet Bakanlığı tarafından hazırlanan ve 5 yıla kadar hapis cezası gerektiren suçlarda şüpheliler ile savcılık arasındaki pazarlık ile cezanın 1 yıla indirilmesi, ertelenmesi, para cezasına çevrilmesi ya da kamu hizmeti gibi yaptırımlar uygulanmasını öngören yasa taslağı. HAKEMLİ Feminizm ve Hukuk Üzerine Eleştirel Düşünceler tartışması, ensest, kadının beyanı, rıza yaşı, erken ve zorla evlilikler, dini nikâh, meşru müdafaa-öz savunma, kadın cinayetlerine ağırlaştırılmış ceza talebi, iyi hal ve tahrik indirimi, hadım ve linç kültürü, arabuluculuk ve uzlaştırma. Anılan tüm bu farklı konu başlıklarının her birine dair tartışılacak, konuşulacak çok şey var elbette. Ve ne yazık ki burada ayrıntılı bir değerlendirme yapmak için yeterli vaktimiz yok. Bu nedenle ben bu konuşmada önemli bulduğum iki temel soru üzerinden görüşlerimi paylaşmak istiyorum. Bu sorulardan ilki, “bu konular neden tartışmalı?” sorusunun yanıtını araştırmayı gerektiriyor. Tek tek olarak değil, ilişkili ve bütünsel olarak ele alındıklarında bu sayılan konuların “tartışmalı” olması gerçeğinden ne sonuç çıkarabiliriz? Ya da acaba bu tekil konuların hepsini birden “tartışmalı” yapan ortak bir sorunsal var mıdır? Evet, ilk düzlemde bu sorulara yanıt vermemiz gerekiyor. İkinci olarak temel sorum şu: bu konudaki tartışmayı neden önemsiyoruz? Bu “tartışma” ve bunun gerisindeki ihtilaflar, örneğin “biz feministler” ile “ötekiler” arasındaki bir tartışmaya mı işaret ediyor, yoksa feministler arası bir tartışmaya mı? Başka bir ifadeyle bu tartışmanın mahiyeti, bize dışarıdan yöneltilen eleştiri ve itirazlara yanıt vermeyi mi gerektiriyor yoksa kendi üzerimize düşünmeyi, kendi yapıp ettiklerimize daha eleştirel olarak bakmayı mı? İşte, bu konuşmada bu iki önemli konuda görüşlerimi tartışmaya açmaya çalışacağım. İlk soru düzlemine dair, söz konusu başlıkların hepsini ortak olarak tartışmalı kılan üç temel sorunsal olduğunu ileri sürebilirim. Birincisi şu: bu konuların bazılarında feminist olarak savunduğumuz görüş ve tutumlar “tartışmalı”dır çünkü bildiğimiz haliyle hukukun bazı temel ilkelerini ve yapısal sınırlarını zorlamakta ya da genel ilkelere istisna getirmeye çalışmaktadırlar. Kadının beyanı, meşru müdafaa ve iyi hal indirimi gibi başlıklardaki tartışmalar buna örnek verilebilir. İkinci olarak, bu konuların bazılarındaki önerilerimiz hukukun mevcut bazı çağdaş yönelimleriyle ya da eleştirel perspektiflerle uyuşmadığı, ters düştüğü için “tartışmaya” açılmaktadır. Arabuluculuk ve uzlaştırma karşıtı tutumlar ya da ağırlaştırılmış ceza talebi gibi konular bu türden konulardır. Üçüncü olarak, bazı konulardaki görüşlerimiz bizleri, hukukun ve özel olarak ceza hukukunun, toplumu dönüştürme aracı olarak kullanılmasının sınırlarına dair “tartışmaya” dâhil etmektedir. Erken evliliklere karşı görüşümüz, ya da dini nikâha karşı tutum burada sayılabilir. Belki de tartışma kolaylığı adına bu üç sorunsalı ayrı değerlendirmek yerine tek ve basit bir sorunsala indirgeyebiliriz. O halde durumu şöyle ifade edebiliriz: 206 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 kadına şiddete karşı feminist hukuk içinden getirdiğimiz öneri ve tutumlarımızın birçoğunun “tartışmalı” olmasının temel nedeni, bunların hukukun ya evrensel sayılan niteliklerinden ya da güncel ve alternatif yönelimlerinden uzaklaşması ya da onlara uyuşmazlık sergilemekte olmasıdır. Şimdi bu konuda daha fazla derinleşmeden önce ikinci düzlemdeki soruya geçeyim. Buradaki soru, tartışmanın mahiyetine ilişkin bir sorudur ve bizi şu soruyu sormaya sevkeder: Bu uzaklaşma ya da uyuşmazlık durumu neden bizim için bir tartışma yaratsın ki? Zaten feministler olarak mevcut hukuk içinde uyuşmazlık yaratmaya çalışmıyor muyuz? O halde biz feministler olarak neden bu tartışmayı önemseyelim ki? Burada bize yöneltilen itirazlar zaten hukukun bildik eril yapısını temsil eden ve onları korumaya çalışan itirazlar değil midir? Bu sorulara basitçe “evet öyle tabii” diye yanıt verseydik bugün bu konuları tartışmaya ihtiyaç duymaz, aynı kararlılıkla yürümeye devam ederdik. Ancak öyle anlaşılıyor ki burada basitçe çevresinden dolanmanın uygun olmadığı, kendi üzerimize düşünme ihtiyacı yaratan bir durum sözkonusu. Peki ama neden? Neden itirazları ciddiye almak zorundayız? Sadece kendimizi “feminist hukukçular” olarak gördüğümüz için mi, yani hem feminist olmak hem de hukukçu kalmaya devam edebilmek için mi? Hukukçular olarak dışlanmaktan çekindiğimiz, içinde bulunduğumuz hukuk çevreleri nezdinde saygınlığımızı korumak istediğimiz için mi? Bunun insani ve toplumsal bedellerinden korktuğumuz için mi? Yoksa burada o kadar dışsal değil de daha içsel bir korku mu sözkonusudur? Hayatta sadece “kadın” ve “feminist” olarak varolmadığımız ama aynı zamanda mevcut haliyle bile olsa “hukuka” inandığımız için, ona olan inancımızı korumaya çalışıyor olabilir miyiz? Mevcut haliyle hukuku dönüştürerek de olsa hukuk içinde kalmaya devam etmek istemek olabilir mi bizi bu itirazları ciddiye almaya yönelten? İşte burada, “hukuk içinde kalmak” arzusunda sözkonusu olan bahis bence, dar anlamda feminist hukukçuları ilgilendiren bir kimlik sorunu değil, feministler olarak hepimizi saran daha temel bir kaygıdır: birlikte yaşamaya, ortak bir alan yaratmaya, siyasal bir özne olarak başkaları tarafından sözü dinlenen özneler olarak kendimizi varetmeye duyduğumuz ihtiyaç ve arzudur. Başka bir ifadeyle bu, kendimizi sadece kadın değil, feminist hukukçu olarak da değil, yeni bir evrenselin arayışı içinde siyasal özneler olarak kurma arzusudur. Tam da burada ilk düzlemdeki soruya verdiğimiz yanıta geri dönerek iki yanıtı birleştirebiliriz. Mevcut hukukun biz feministler tarafından zorlanmasıyla bazı temel ilke ya da güncel yönelimlerden uzaklaşma halinden duyulan rahatsızlığı, daha felsefi terimlerle şöyle ifade edebiliriz: bu, tikel bir öğenin, dışlanmış olduğu evrensel içine girerek onu zorlaması halidir. 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 207 HAKEMLİ Prof. Dr. Alev ÖZKAZANÇ HAKEMLİ Feminizm ve Hukuk Üzerine Eleştirel Düşünceler Burada “tikel” ile “evrensel” arasındaki gerilimi tüm boyutlarıyla ve tezahürleriyle görebiliriz. Burada “tikel” olan kadınlardır, özel bir ada sahip bir grup olarak kadınlar, kadınların deneyimi ve onların bakış açısını savunan feminist anlayışlardır; “evrensel” ise kendini soyut ve tarafsız olarak temsil eden “hukuk” diye adlandırdığımız yapıdır. Ancak bildiğimiz gibi, başka yerde olduğu gibi hukuk alanında da kendini soyut ve tarafsız olarak kuran şey, aslında eril bakış açısıdır. Dolayısıyla burada savunulan şey, tikel olarak kadın bakış açısının, hukukun eril yapısının içine girerek kendini iptal etmesi ya da onun evrensel anlayışını verili kabul etmesi değildir. Yine de burada tikel ile evrensel arasında daha karmaşık bir ilişki olduğunu kabul etmek gerekir. Buradaki asıl sorun, şu tür zorlu sorulara teorik ve politik bir yanıt verebilmektedir: kendi tikel konumumuzu, bizim de eşit olarak dâhil olacağımız yeni bir evrenselin kuruluşu adına nasıl politikleştirebiliriz? Hem tikel bir noktadan kalkarak hem de nasıl olur da kendimizi aşmanın, başkalarıyla köprüler kurmanın bir yolunu icat edebiliriz? Adalet talebimizi hukuk biçimi içine nasıl ne biçimlerde sokabiliriz? Hukuk ile adalet arasındaki ilişkinin tartışmalı mahiyeti veri kabul edildiğinde, tikel özneler olarak adalet arayışımız ile hukukun evrensel biçimini nasıl birleştirebiliriz? Adaleti “saf şiddet” ya da “devrime” indirgemeden hukuk içinde adaleti nasıl ilerletebiliriz? Bu tür sorularla birlikte siyaset kuramı içinde önemli bir tartışmaya dâhil oluyoruz. Bu tartışmanın önde gelen kuramcılarından olan Ernesto Laclau tikel ile evrensel arasındaki bu ilişkinin hegemonik niteliğine dikkatimizi çeker. Ona göre tikel ile evrensel arasındaki ilişki daima hegemonik bir ilişkidir.[3] “Evrensel” ulaşılmaz ve imkânsız bir nesnedir. Ya da başka bir ifadeyle, “namevcut bir tamlığın sembolüdür”. Ama ona olan ihtiyaç daimidir. Evrenselin kuruluşu paradoksaldır çünkü somut bir içeriği yoktur, o, uzayıp giden eşdeğer talepler zincirine bağlı olarak uzaklaşan bir ufuktur. Benzer olarak tikel konumlar da paradoksaldır çünkü hegemonik oluşumlarda herhangi bir somut mücadele, aynı anda hem kendi tikelliğini savunur hem de lağveder. Bu sorulara dair günümüzün hukuk ve siyaset felsefesi içinden gerçekleşen derin tartışmalara burada daha fazla girmem mümkün değil ne yazık ki. Bunun yerine bu sorulara yanıt ararken önemli olduğunu düşündüğüm bazı temel ilkelere dikkat çekmekle yetineceğim. Güncel olarak bizi kendi üzerimizde düşünmeye sevkeden tartışmalı konularda açılım sağlamak adına yapmamız gereken temel şey bence, hem hukuk içinde hem de siyasal olarak kadın ile erkek arasındaki ikili karşıtlık mantığını [3] 208 Ernesto Laclau, Evrensellik, Kimlik ve Özgürleşme, Birikim Yayınları, 2000. Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 pekiştiren ya da sabitleştiren önerilerden uzak durmaktır. Konu kadına karşı erkek şiddeti olduğunda bundan nasıl uzak durabileceğimiz sorusu yanıtlanması zor bir sorudur ancak bir kez perspektifimiz değiştiğinde farklı ufukların ve yolların da açılabileceğini öngörmek gerekir. Bu yeni perspektifle bakınca kadın ile erkek ikili mantığını güçlendirmek yerine, tikeller arası eşdeğerlik zincirleri kurmak yoluyla evrenseli kurmak ve genişletmek mümkün olacaktır. Kadına karşı şiddet sorununda şöyle bir farklı bakış bizi yol gösterebilir. Mevcut feminist yaklaşımlar, dar anlamda fiziksel şiddet ile daha geniş anlamda şiddet, yani cinsiyet eşitsizliği ve eril tahakküm pratikleri arasındaki bağlantılara dikkat çekmektedir. Şiddetle mücadelede bu ilişkisel ve bütünsel yaklaşım çok önemlidir. Ancak ne yazık ki aynı ilişkisel ya da bütünsel yaklaşım kadına şiddet ile diğer şiddet biçimleri arasındaki bağlantıların kurulmasında öne sürülmez. Burada kadına şiddet ile tüm diğer cinsiyetlendirilmiş şiddet biçimleri (lgbt bireylere yönelik şiddet, erkekler arası şiddet, örgütlü şiddet biçimleri, savaş ve militarizm, akranlar arası şiddet, çocuk istismarı, erkeklerin şiddet mağduru olduğu durumlar vb) arasındaki ilişkileri gören ve gösteren çerçeveler ufkumuzu açabilir. Kadına şiddete karşı mücadelede önümüze çıkan temel sorunlardan birisi de ceza hukukunun ne kadar elverişli olduğu sorusudur. Ceza ile adalet arasındaki sorunlu ilişkiyi düşündüğümüzde, ceza hukuku dışında hukuksal alternatiflerin ve politik ve kültürel biçimlerin daha yaratıcı biçimlerde kullanılması zorunlu görünüyor. Bu açıdan kadına şiddeti önlemede doğrudan ceza politikasının genel toplumsal cinsiyet eşitliği politikalarına sıkı sıkıya bağlı kılınması yönündeki tutum çok önemli olsa da yetersiz kalıyor. Burada toplumsal cinsiyet eşitliği politikasının da ancak daha kapsayıcı bir eşitlik ve özgürlük hareketine bağlandığında gerçek etkisini yaratabileceğini unutmamak gerekir. Son olarak, yukarıdaki perspektiften bakarak, tartışmalı konuların bazıları hakkında birkaç noktaya işaret etmek isterim. Örneğin “kadının beyanı esastır” ilkesi etrafında dönen tartışmaya bakalım. Son dönemde bir kez daha Kabataş olayı ile gündeme gelen bu ilke etrafında dönen tartışmada bahis konusu olan şey, tam da benim burada ifade ettiğim evrensel ile tikel arasındaki sorundur. Burada olağan ceza usul kurallarının işletilmesi durumunda sistematik olarak kadınların aleyhine bir adalet sorunu ortaya çıktığı için, çözüm olarak mağdurun beyanının esas alınması önerilmektedir. Ancak bu ilke ya da öneri ceza hukukunun temel bir ilkesi olan “masumiyet karinesi” ile bağdaşmadığı için eleştirilere uğramaktadır. Bu problem karşısında Kerem Altıparmak’ın önerdiği üzere beyanın esas olması ilkesi usule ilişkin bir ilke olarak yorumlanarak masumiyet karinesi ile bağdaştırılabilir. Bu yoruma göre bu ilke, 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 209 HAKEMLİ Prof. Dr. Alev ÖZKAZANÇ HAKEMLİ Feminizm ve Hukuk Üzerine Eleştirel Düşünceler “etkili soruşturma” yönteminin güçlendirilmiş bir tipi olarak değerlendirilir. Bu da “kadının beyanını esas alarak o beyanın doğruluğunu kanıtlayacak her türlü delilin hemen toplanmasını, kadın tarafından sunulan hikâyenin, kadının içinde bulunduğu koşullar da dikkate alınarak doğruluğunun nasıl kanıtlanabileceğini dikkate alan bir soruşturmanın yürütülmesini gerektirir”.[4] Altıparmak’ın bu yorumu, kadınların uğradıkları belirli suç tiplerindeki kıstırılmış durumlarını, benzer suç tipleriyle de ilişkili olarak ele aldığı için önemlidir. Böylece sadece kadınlara karşı işlenen suçlarda değil, mağdurların sistematik olarak iddialarını kanıtlamak araçlarından yoksun bırakıldıkları başkaca durumlarda da aynı etkili soruşturma ilkesi geçerli olacaktır. Böylece hem kadınlara karşı işlenen belirli suçlar daha etkili biçimde ele alınmış hem de “etkili soruşturmaya” dair ilke genel olarak güçlendirilmiş olur. Dahası, böylece politik olarak başka mağdur gruplarla etkileşim artacak, bu alandaki talep daha güçlü biçimde savunulabilecektir. Bir başka örnek olarak dini nikâha dair tartışmayı ele alabiliriz. Burada da feministler, çocuk gelin ve çok eşliliği teşvik edeceği ve kadınları güvencesiz bırakacağı için sadece dini nikâhla yapılan evliliklere karşı çıkmaktadır. Nitekim Mayıs 2015’de Anayasa Mahkemesi’nin “nikâhsız birlikte yaşayanlara TCK’da herhangi bir ceza öngörülmezken, resmi nikâh yaptırmadan dini nikâh kıyanlara hapis cezası öngörülmesinin Anayasa’nın eşitlik ilkesine, din ve vicdan özgürlüğü ve özel yaşamın mahremiyetine aykırı olduğunu” ileri sürerek cezayı iptal ettiği kararı şiddetle eleştirilmiştir. Burada temel ilke, yasayı tüm birlikte yaşam biçimlerine eşit koruma sağlayacak biçimde geliştirmek olmalıdır. Nitekim feministler, 6284 sayılı kanunun uygulamasında da resmi nikâh şartı aranmamasını ve yasanın tüm birlikte yaşayanları (dini nikah dahil) kapsamasını talep etmişlerdir. Bu konudaki talep, devlet nezdinde tüm birlikte yaşam biçimlerinin eşit kabul edilerek eşit haklardan yararlanmalarıdır. Ya da daha ileri giderek ve Judith Butler’ın eşcinsel evliliklere dair eleştirel hattını izleyerek, toplumdaki fırsat ve hakların sadece evli çiftlere tanınması şeklindeki daha genel normu da eleştirmeye başlayabiliriz.[5] Böylece hem evliliğin hem de belirli bir evlilik biçiminin bir norm olarak dayatılmasına ve bu normların dışında kalanların ceza yaptırımına ve toplumsal mağduriyetlere uğramalarına karşı daha güçlü bir müdahale yapmak mümkün olabilir. Bu konuların burada ele aldığımdan çok daha karmaşık ve tartışmalı olduğunu biliyorum. Bütün gün boyunca yapacağımız tartışmalarda bazı meseleleri daha fazla derinleştirebilmeyi umuyorum. [4] Kerem Altıparmak, “Kabataş Olayı Neden Bir ‘Kadının Beyanı Esastır’ Uygulaması Değildir”, bianet, erişim tarihi. 20.10.2015 [5] Judith Butler, Undoing Gender, Routledge, 2004, s.102-112. 210 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Avuk at Hülya Gülbahar ile Röportaj* Kişisel olarak sizi tanımak istiyoruz. Nerede, nasıl bir aile ve sosyal çevrede doğdunuz, büyüdünüz, eğitim hayatınız nasıldı, büyüdüğünüz yer, çevre ve eğitim hayatınızın şimdiki Hülya Gülbahar olmanızdaki etkisi nedir? İzmir’de emekçi bir ailenin yaşadığı, emekçi bir çevrede doğdum ve büyüdüm. Babam bata çıka ilerleyen bir esnaf; annem bir ara Almanya’da işçilik yapmış, sonrasında Tekel’de yazları mevsimlik işçi olarak çalışan bir kadındı. Beş çocuklu bir ailenin en büyük kız çocuğu olarak 11 yaşımda, annenin de çalıştığı tüm emekçi ailelerdeki kız çocuklarının kaderini paylaşmış oldum. Ev temizliği, yemek yapımı, çocuk bakımı yanı sıra, bahçemizdeki çiçek, sebze ve meyvelerin sulanması, hayvanların beslenmesi gibi tüm işlerin sorumluluğunu aldım. Bu arada ilkokul öğrencisi idim ve ben tüm bu işlerin altından kalkmaya çalışırken, okuldaki “ev işleri/el işleri” dersi ayrımı bende soru işareti uyandırmıştı. Kız ve erkek öğrenciler olarak ortak ders görürken, haftada bir saat geliyordu ki, kızlar “ev işi”, erkekler “el işi” dersine gidiyordu. Ben bir kız çocuğu olarak zaten ev işleri ile “doğal olarak” yükümlü kılınmıştım ve gereken her şeyi öğrenmeye çalışıyordum. Fakat bana yasak olan, erkeklere özgülenmiş olan “el işi” dersinde neler oluyordu, neler öğretiliyordu? Birkaç kere “tuvalete gidiyorum” bahanesiyle sınıftan çıkıp, erkek işliğinin kapısını aralayıp, orada onlara neler öğretiliyor diye baktım. Birisinde marangozluktan bahsediliyordu mesela ve çok ilgimi çekmişti. Oraya girip, anlatılanları dinleyememek beni çok yaralamıştı. Böyle onlarca anım var çocukluğumla ilgili. 11 yaş, babamın mahallede beni erkek çocuklarla futbol oynamaktan yasakladığı yaş mesela. Ben 11 * Röportajı yapan: Av. Seher KIRBAŞ CANİKOĞLU. Avukat Hülya Gülbahar ile Röportaj yaşımda, kadınlar ile erkekler için ayrı dünyalar olduğunu, hala tam olarak fark etmemiştim. Herkes, her şeyi yapabilir sanıyordum. Bu yaştan itibaren, kadınlara çizilen sınırlar olduğu gerçeği ile karşılaştım. Sonrası, çok ikircikli bir süreç oldu. Bir yandan kız çocuklarından istenen rollere uydum, bir yandan onlara itiraz ettim. Tek örnek vereyim: Gayet çapkın olan babamın, tanık da olduğum vukuatlarına kayıtsız iken; anneme kur yapan herkese nefret kusuyordum. Anneme bu özeleştiriyi verdiğim için şimdi rahatlıkla anlatabiliyorum ki, sistem benim gibi küçücük ve aslında sorgulayıcı bir kız çocuğunu bile “kadına namus bekçisi” yapabiliyor. Sistemin tüm cinsiyetçi bombardımanı karşısında kız ya da erkek, tüm çocuklar hala yapayalnız aslında… Ben bu cinsiyetçi sistemden kendimi ancak lisede iken, bilinçli olarak çıkarmaya başlayabildim. Çerkez melezliğinin de etkisiyle, birbirinden “güzel” kız çocukları olan bir halamın, o sivri dili ile “güzel ama karasın, şu kremi kullan” ve “iyi dantel kanaviçe yapıyorsun, onları okul harçlığı için satacağına çeyizine sakla” sözleri, isyanımı en net hissettiğim darbeler olmuştu. Çocukluğum boyunca önüme çıkan benzeri birçok cinsiyetçi tuzağa zaman zaman düşsem de, genelde direnmiştim. Muhtemeldir ki, anne ve babamın kendi içlerindeki özgürlük aşkı da, işimi kolaylaştırdı. Yoksa 18 yaşına basar basmaz, aynı kentte (ve de evlenmeden) ben kendime ayrı bir ev kuracağım diyen bir genç kadına, babası kaygılı bir susuş sonrası, “o zaman şu masayı da al, üzerinde ders çalışırsın” diyebilir mi? Neden hukuk eğitimini tercih ettiniz, hukuk fakültesine girerkenki beklentilerinizle hali hazırdaki hukuktan beklentileriniz arasında bir değişim oldu mu? Bize anlatır mısınız? Üniversite için ailem beni (bana bile çaktırmadan), hukuk ya da tıbba yönlendirmeye çalışıyordu. Çünkü onların dünyasında, avukat/savcı/yargıçlık ve hekimlik, çok önemli bir pozisyondu. Ben ise, gazeteci olmak istiyordum ve üniversite tercihi olarak birinci sıraya gazetecilik yazdım. Bir yıl, Ege Üniversitesi Gazetecilik ve Halkla İlişkiler Fakültesi’nde okudum. Daha sonra, iyi bir gazeteci olmak için hukuk okumanın daha yararlı olacağına karar verdim. Ama hukuk fakültesine girdiğim anda; hukukun, bir toplum için öğretmenlik, hekimlik, gazetecilik kadar önemli bir toplumsal işlevi olduğunu gördüm. Yine de, hukuk fakültesini bitirdikten sonra, basın-yayın alanında çalışmaya devam ettim. 212 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Röportajı yapan: Av. Seher KIRBAŞ CANİKOĞLU Basın alanında çalışmanın, “tekelleşmiş” basın kuruluşlarında yetersiz ücretlerle yıllarca sürünmek ya da “alternatif medya”da ücretsiz işçilik arasında gidip gelmek olduğunu görünce, yayıncılık ve sendikacılığa geçtim. Neden hakimlik, savcılık ya da hukukla ilgili daha başka bir iş değil de, avukatlığı tercih ettiniz? Avukat olarak kimleri kendinize örnek aldınız? Halen takip ettiğiniz ve görüşlerini önemsediğiniz, yerli/yabancı, hukukçu olan/olmayan kimler var? Hukuk okumaya başladığımda, hukukun kendi başına ne kadar önemli olduğunu görmüştüm. Öğrenci iken, bir ara savcı olmayı düşünmeye başlamıştım. İnsana, topluma karşı işlenen tüm suçların üzerine gidebilecek bir meslekti. Tam o sırada, savcı Doğan Öz öldürüldü. Büyük bir şok yaşadım. Aylarca cinayetin tatmin edici bir açıklamasını aradım. Derin devlet bağlantılı bu cinayetin üstünün örtülmesi, bende ciddi bir siyasal aydınlanma da yarattı. Türkiye’nin politik koşularının bana asla, ideal anlamıyla savcılık yaptırmayacak bir sistem örmüş olduğunu görünce, bağımsız gazetecilik ideallerime geri döndüm. Ancak hukuk öğrenimi sırasında, toplumsal adalet yolunda, avukatlığın da, özgür ve bağımsız bir mücadele şansı verebileceğini görmüştüm. Üniversite sonrası basın-yayın ve sendikacılık alanlarında çalışırken, bana tanıyacağı daha fazla özgürlük ve bağımsızlık alanı nedeniyle, avukatlık giderek daha fazla ilgimi çekmeye başlamıştı. Serbest avukatlığa böylece kendi iç süreçlerimle geçtim, bir rol modelim, örnek aldığım bir avukat olmadı. Politik bağımsızlığım ve avukatlık benzeri kamu hizmetlerinin piyasa koşullarında, vatandaşla ücret pazarlığı ile icrası gerçeğine bir türlü intibak edememiş olmam, benim için hala önemli handikaplar. Türkiye’de çeşitli alanlarda hukuki kavrayışına, mücadelesine saygı duyduğum çok sayıda avukat var. İsim isim saymak güç. Dünyadan Fransız avukat Jacques Verges’in “Savunma Saldırıyor” adlı kitabı, beni çok etkilemişti. “sistemden kopuş ve sisteme uyum davaları” ayrımından, oldukça yararlandım. Sanırım bu kitapta okuduğum “her suç topluma sorulmuş bir sorudur aslında” cümlesi, sadece suç ve adalet ilişkisini değil; eski bir Nazi subayının avukatlığını üstlendiğinde -davada aktif rol alma çabasını tartışılır bulmakla birlikte- kendisini de anlayabilmemi sağlamıştı. Bugünlerde Alman avukat Heinrich Hannover’in “Egemenlerin Adaletine Savunmanın İsyanı” adlı kitabını okuyorum. Güvenlik-özgürlük denklemindeki devlet korumacı, güvenlikçi yaklaşımların, yargı süreçleri eliyle adaleti nasıl ayaklar altına aldığını çok iyi teşhir eden bir kitap. 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 213 Avukat Hülya Gülbahar ile Röportaj Feminist hukukçulardan Amerikalı Prof. Dr. Catharina A. MacKinnon’un “Feminist Devlet Kuramına Doğru” kitabı, başucu kitaplarımdan biri. Pornografi gibi kimi alanlardaki görüşleri benim için hala tartışmalı olmakla birlikte, “yaşam ile hukuk arasındaki ilişkiyi egemenlik altındakinin, mağdurun, yoksulun ya da susturulmuş olanın deneyimleri temelinde yeniden ifade etmek” üzerine kurduğu yaklaşımı, gönülden benimsiyorum. “Devlet kadınların ezilmişliği üzerine kurulmuştur” tezine karşı önerdiği “bir değişim hukuku yaratmak” fikrine katılıyorum. Bugünlerde Türkiye’den Yakın Ertürk’ün, kadınların tüm dünyada verdiği şiddete karşı mücadelesinde imzalanan sözleşmeler ve yaratılan kurumlarla ulaştığı nokta ile, gerçeklik arasındaki acı verici açıyı başarıyla ve çarpıcı ülke örnekleriyle anlattığı, “Sınır Tanımayan Şiddet” kitabını elimden bırakamıyorum. Aynı şekilde Alev Özkazanç’ın çeşitli yazılarını topladığı “Cinsellik, Şiddet ve Hukuk” kitabı ile, Nisan Kuyucu’nun “AİHM İçtihadında Ayrımcılık Yasağı Çerçevesinde Işığında Kadına Karşı Şiddet”, sık sık başvurduğum ve çok yararlandığım kitaplar. Kendinizi feminist olarak tanımlıyorsunuz bildiğim kadarıyla, ilk ne zaman böyle dediniz kendinize, bunda nasıl olaylar, kimler etkili oldu? Feminist hukukun Türkiye’de ilk adımlarının nasıl ve kimler tarafından atıldığı konusunda ne söylemek istersiniz? Açıkçası ben kendime ne zaman feminist dediğimi hatırlamıyorum. Ama çocukluğumdan itibaren, neredeyse her itirazımda çevremdeki herkes bana “feminist” diyordu. Oysa ben feminizmin ne olduğunu bilmiyordum ve dışlamak, aşağılamak amacıyla söylendiği apaçık olan bu sıfata da, pek itiraz etmiyordum. Toplumun bu müdahaleleri sayesinde, feminizmin ne olduğunu kitaplardan ya da arkadaşlardan değil; yaşayarak öğrendim. Hangi söz ya da davranışıma itiraz ediliyor ve feministçe bulunuyorsa, gerçekten de feminizm oydu. Ancak birçok feminist kadın gibi, benim de bunu toplum önünde ifade edebilmem 1980 sonrası gelişen süreçte, mücadele içinde başladı. İstanbul’da YAZKO’nun Somut Dergisi’ndeki sayfa çerçevesinde toplanan ilk feministlerle karşılaştığımda çok gençtim ve aramızda politik ve sınıfsal bir açı hissettim. Daha sonra Feminist, Kaktüs dergileri ve Kadın Kültürevi doğdu ve beraberinde radikal/sosyalist/ marksist feminizm tartışmalarını getirdi. (Daha sonra bunlara ekolojik feminizm ve jineloji tartışmaları eklendi). Kendimi bu çerçevelerin hiçbirinin içinde hissedemedim. Bir süre kendi içimde, “benim karma, kendime özgü, bireysel bir feminizmim var, ama bu doğru mu?” sorusuyla boğuştum. Sonunda bunun dışında bir yolum olmadığını gördüm ve buradan yürüyüp gittim. 214 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Röportajı yapan: Av. Seher KIRBAŞ CANİKOĞLU Türkiye’de hukukçu kadınların henüz yeterince gün yüzüne çıkmasa ve kendileri, kendilerine feminist demese bile, oldukça uzun bir mücadele tarihi var. Örneğin, 1980 öncesinde de erkeğin reisliğine dayalı aile anlayışı üzerine kurulu Medeni Yasa’ya itirazlar yükseltilmişti. Türkiye kadın hareketinin yasal kazanımları konusunda, kadın avukatların çok önemli bir rolü var. Kadın hukuk akademisyenlerinin katkısı ise, daha sınırlı oldu. Zaten çok az sayıda olan kadın yargıç ve savcının, herhangi bir ön açıcı rolünden sözetmek de, mümkün değil. Mücadeleye çok sayıda kadın avukat emek verdi. Bunlar içinde feminist kimliğini her daim koruyan ve aktif mücadeleyi hala sürdüren Av. Canan Arın’ı, mutlaka anmak istiyorum. Feminist hukukçular arasında farklı akımlar olduğunu düşünüyor musunuz? Bunların temel ayrışma noktaları nelerdir? Tüm siyasal alanlarda olduğu gibi, feminizm içinde de farklı akımlar var. Hukuk alanına yansımaları ve yaygınlıkları açısından bir sınıflama yapmak gerekirse, bu akımlardan biri liberal feminizm. Eşitlikçi feminizm olarak da adlandırılan ve biçimsel eşitliğe vurgu yapan bu akım, kadınlarla erkekler arasında ayrımcılık yapılmasına karşı, fırsat eşitliğini savunan bir çizgide. Kültürel feminizm, kadınların erkeklerden farklılığı üzerine temellenen ve bu farklılıkların yarattığı eşitsizliklerin ancak pozitif ayrımcılık/geçici özel önlemler yoluyla aşılabileceğine vurgu yapan bir akım. Radikal feminizm ise, cinsiyet temelli ezme-ezilme ilişkilerini, ataerkil sistemin sorumluluğunu öne çıkaran ve kadınların ezilmişliklerine son vermenin, kadınlarla erkekler arasındaki eşitsiz güç ilişkilerinin sonlandırılması ile mümkün olacağını savunuyor. Radikal feminizm, liberal ve kültürel feminizmden farklı olarak, sistem içinde kalmayı kabul etmiyor ve sistemi değiştirici/dönüştürücü politikalara yöneliyor. Aralarındaki tüm farklılıklara ve zaman zaman çatışmalarına rağmen, ben üç görüşün de kadınların mücadelesine önemli katkılar sunduğunu düşünüyorum. Her biri bu cinsiyetçi, hiyerarşik sistemde belli aşındırmalar yaptı ve birçok konuda da derin çatlaklar açtı. Şekli bir eşitlik kavramından, sonuçlarda eşitlik, fiili eşitlik kavramına böylece gelebildik. Liberal feminizmin, kadınlarla erkekler arasında sanki fiili bir eşitlik varmış, aynı koşullarda yaşıyor ve yarışıyormuş gibi, sadece “fırsat eşitliği” öneren yaklaşımı; kültürel feminizmin “farklılıklara” işaret eden katkılarıyla, varolan eşitsizliği kapatmak için önce “pozitif ayrımcılık” ve buna bir ek olarak fırsat eşitliğine dönüştü. Örneğin, siyasal temsilde kota vb. pozitif ayrımcı uygulamalar, buradan doğdu. Radikal feminizmin müdahaleleri ile, konu parite/eşit temsil noktasına ulaştı. 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 215 Avukat Hülya Gülbahar ile Röportaj Ancak bu alandaki tartışmalar hem dünyada, hem Türkiye’de, hayatın her alanında sürüyor. Kültürel feminizmin “farklılık” kavramını çalan her çeşit muhafazakar ideoloji, kadının ana işlevini annelik ile sınırlayan, cinsiyetler arası biyolojik farklılıklara atfedilen toplumsal rolleri “fıtrat” gibi kavramlarla sabitlemeye, “eşitlik değil, adalet” söylemi ile cinsiyet hiyerarşisi üzerine kurulu sistemi sürdürmeye, pekiştirmeye yönelik çabalarını sürdürüyor. Kadının insan haklarını evrensel insan haklarına dahil etmekle sonuçlanan onlarca yıllık mücadeleyi, “kültürel, dinsel farklılıklar” vb. gerekçelerle, “yerli ve milli” kılma adına geriletmeye çalışıyor. Kişisel ve mesleki tarihinizde önemli davalar nelerdi? Anlatır mısınız? Meslek hayatımda kadınlarla ilgili bir konuyu ilk defa ele aldığım tüm davalar, benim için en öğretici davalar oldu. Ama aynı konunun tekrarı da olsa, her dava yeni şeyler kattı bana. 25 yıl kadar önce, çalışmasına izin vermeyen kocasını boşamak isteyen bir kadının davasında, yargıcın talebi ile başka şiddetli geçimsizlik nedenleri de arayıp bulmak, çok sinir bozucu idi örneğin. Üç kız çocuğuna da cinsel istismarda bulunan bir babanın, 11 yaşına gelen en küçük çocuğa da tecavüz olmasın diye savcılığa başvuran 13 ve 15 yaşlarındaki çocuklarının davalarına müdahil olduktan sonra yaşadıklarım, unutulamaz. Her şeyi bilen ağabeyin korkak bir biçimde verdiği yetersiz destek, ilk aşamada kızlarının yanında yer alan annenin birden görüş değiştirerek kocasının yanında saf tutması… Eski TCK döneminde görülen bu davada, mahkeme heyetinin tüm engellemelerine rağmen, cinsel istismarı tanık beyanları dahil birçok delille kanıtlamıştık. Buna rağmen mahkeme başkanı “bu adamı çocuklarına tecavüzden mahkum etmek, idam kararı vermek, cezaevine ölüme göndermek demek” diyerek, hiçbir ceza vermeden beraat kararı vermişti. Kararın ardından baba bir kalp krizi ile öldüğü için, Yargıtay’a gidemedik. Bu üç kız kardeşle ilişkim, evlenmeler, boşanmalar vesilesiyle yıllarca sürdü. Onların dava süreci boyunca geçirdikleri değişimden de, çok şey öğrendim. İlk duruşmalardaki ağlamalarla karışık baba ve anneye öfke ve isyan duyguları, zamanla yatıştı ve hayatlarının merkezi, bu dava olmaktan çıktı. Mağduriyet sızlanmalarına kapılmadan hızla kendilerini toparlayıp, asıl dikkatlerini yeni bir hayat kurmaya verdiler. Babanın ölümünden sonra yalnız kalan anneyi bağışlamaya karar verdiklerini telefonla haber verirken, hep birlikte ağlıyorlardı. İster hukuk davaları olsun, ister ceza davaları, kadınların dava boyunca yaşadıkları değişimi gözlemlemek çok öğretici. Bir mağdurdan politik bir aktiviste dönüşmelerini izlemek, heyecan verici bir duygu. 1998 yılında kadına karşı şiddetle ilgili ilk koruma kararı başvurularından birini yapan orta yaşı 216 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Röportajı yapan: Av. Seher KIRBAŞ CANİKOĞLU biraz geçmiş bir kadına, sadece danışmanlık vermiştim. Her şeyi tek başına yapmıştı ve hemen ardından da, birazcık hukuki destekle boşanma davası açıp sonuçlandırdı. Yıllarca, çevresindeki tüm kadınlara adeta gönüllü hukuki danışmanlık verdi. Birkaç yıl önce son görüştüğümüzde, 30-40 yıl önce ölen babasının mirasta erkek çocukları lehine yaptığı ayrımcılığı düzeltip, miras paylarını eşitlemeye çalışıyordu. Sistemin çeşit çeşit cinsiyetçi engellemeleri ile karşılaştığım yüzlerce dava oldu. Tek bir örnek vermek gerekirse, ailesini kandırarak 13 yaşında kuran kursu öğrencisi yaptığı kıza, tecavüzle sonuçlanan cinsel istismarda bulunan imamın davasını anmak gerekir. Sanığı mahkumiyetten kurtarmak ve sanık yerine mağduru yargılamak için, “başka bir erkek arkadaşı olduğu” iftirası da dahil, sanık ve ailesinin yanı sıra, mahkeme de çırpındı durdu. Yeni Türk Ceza Kanunu’nun kabulü sırasındaki kadınların mücadelesini izlemiş ve etkilenmiş olduğu için bize destek veren savcı, daha ilk aşamalarda başka bir yere gönderildi. Yargılama sırasında, heyet bileşimi defalarca değiştirildi. Ancak deliller gereği, mahkumiyet kaçınılmazdı. Davadan alınmış olsa da dosyayı takibi bırakmayan savcının ve dönemin Yargıtay Başsavcısının da destekleriyle, çocuklara cinsel istismar suçunda aynı zamanda “hürriyeti tahdit”den de yargılama yapılması konusundaki içtihatta önemli payı olan bir dava oldu. Kadına yönelik ayrımcılık davalarında diğer davalardan farklı olarak nasıl davranmak, neye dikkat etmek gerekir? Avukat, hakim, savcı, müvekkil, kalem ile ilişkiler ve taktikler bakımından? Simone de Beauvoir’ın “Kadın doğulmaz, olunur” sözüne büyük önem veriyorum. Bu sözü “Kadın olunmaz, oldurulur ve aynı şekilde erkek olunmaz, oldurulur” diye çeşitli biçimlere dönüştürerek tartışmayı, çok ufuk açıcı buluyorum. Kadın-erkek herkesin ve öncelikle de hukukçuların, kendi cinsiyet kimliklerinin nasıl kurulmuş bulunduğunu, tekrar tekrar gözden geçirmesi gerekiyor. Devlet, din, okul, ordu, toplum ve aile, el birliği ile inşa ediyor bu kimlikleri. Bu olgu, her iki cins için de aynı şekilde geçerli. Ancak, çocuğun kadın ve erkek olarak yetiştirilmesi sürecinde, iki cins arasında çok önemli bir farklılık var: Bu süreç, erkekler için ödüller, teşvikler, özendirmeler, keyifli ayrıcalıklar sunularak gerçekleşirken; kadınlar için baskı, tehdit, aşağılama, değersizleştirme gibi çok çeşitli psikolojik ve gerektikçe uygulanan fiziksel şiddet altında gerçekleşiyor. Sistem ve toplum, erkeğin kadına hiyerarşik üstünlüğü üzerine kurulduğu için, Konfüçyus’un sözüyle kadınların “çocukluklarında babalarına, yetişkinlikte 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 217 Avukat Hülya Gülbahar ile Röportaj kocalarına, yaşlandıklarında oğullarına hizmet ve itaat etmesi” isteniyor. Hizmet ve itaatte kusuru görülen kadının şiddetin her biçimiyle “hizaya getirilmesi”, bu mümkün görülmediği durumda da öldürülmesi meşru sayılıyor. Bu nedenle sistem, erkeklere karşı herhangi bir suç işleyen kadını acımasız bir biçimde cezalandırmak; kadına tecavüz, öldürme gibi en ağır suçları işleyen erkekleri ise, hukukun sağladığı tüm olanakları sonuna kadar kullanarak cezasız bırakmak ya da önemsiz cezalar vermek üzerine kurulu. Kadınlarla ilgili davaları üstlenen avukatların, öncelikle bu konuda bir farkındalığının gelişmiş olması gerekiyor. Aynı şekilde, hukukun ve hukukla ilgili kurumların bu cinsiyet ayrımcılığı üzerine yapılandırılmış olduğunu, hatırdan çıkarmamaları gerekiyor. Kadın hareketinin tüm çabalarına rağmen, kadınlar hala mağduriyet sonrası başvurdukları birçok kamu kurumunda olduğu gibi, hukuk bürolarında da maalesef ikincil mağduriyetlere uğruyorlar. Bu nedenle hukukçuların, kadınlara yönelik şiddete dair cinsiyetlendirilmiş bir anlayışa sahip olması; kendi bürosundan başlayarak yargının tüm aşamasında, kadının ikincil mağduriyetlere uğramasını önlemesi ve mağdurun insan haklarına ve güvenliğine odaklanması gerekiyor. Aynı şekilde olayın, karşı tarafın kişisel özellikleri, çocuklar, tarafların toplumsal çevresi ile ilişkilerini dikkate alan bütünleştirilmiş yaklaşımla ele alınması; kadınların yaş, cinsel yönelim, sağlık durumu, medeni hal, etnik kimlik, anadil, göçmenlik gibi özel ihtiyaçları, cinsiyetle kesişen başka ayrımcılık biçimlerine maruz kalıp kalmadığını ya da bu risk altında olup olmadığını hesaba katmak gerekiyor. Gerek BM Kadınlara Karşı Ayrımcılığın Tasfiyesi Sözleşmesi (CEDAW), gerekse de Kadınlara Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi (İstanbul Sözleşmesi), kadınlara karşı ayrımcılık ve şiddet söz konusu olduğunda, “kültür, örf ve adet, gelenek veya sözde “namus”un bu eylemlerin gerekçesi olarak kabul edilemeyeceğini” ve buna “mağdurun, kültürel, dini, toplumsal ya da geleneksel olarak kabul gören uygun davranış normlarını ve adetlerini ihlal ettiği iddialarının da dahil olduğunu” belirtmektedir. Avukatlar, kadınlarla ilgili davalarda müvekkilleri kadın da olsa, erkek de olsa buna özen göstermek ve sürecin tüm aşamalarında yargının da buna uygun davranmasını sağlamakla yükümlüdür. Aynı şekilde, İstanbul Sözleşmesi’nin 42. maddesi gereğince, “herhangi bir hukuk veya cezai davada mağdurun cinsel geçmişi ve davranışıyla ilgili var olan kanıtlara yalnızca davayla ilgili ve gerekliyse izin verilmesini sağlamak” da, avukatın görevleri arasındadır. 218 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Röportajı yapan: Av. Seher KIRBAŞ CANİKOĞLU Uygulamada çok sık rastladığımız arabuluculuk ve uzlaştırma girişimlerinden uzak durmak, emniyet ya da yargıdan gelebilecek bu tür girişimlere de karşı çıkmak gerekmektedir. Ne kadar iyiniyetli olursak olalım, ne kadar titiz bir risk değerlendirmesi yapmış olursak olalım, bu tür girişimlerin kadınların hayatlarına malolabilecek hatalar yapma sonucunu doğurabileceğini unutmamalıyız. Şefika Etik ve birçok kadının bu barıştırma girişimleri sırasında hayatını kaybettiğini, hiç aklımızdan çıkarmamalıyız. Hayat ve hayatı hakkında karar verme yetkisi, sadece kadınındır. Kimsenin onun yerine, onun adına karar verme hakkı da, yetkisi de yoktur. Tam da bu nedenle, Ceza Yargılaması Yasası’ndaki, şikayete bağlı olsalar dahi, cinsel dokunulmazlığa karşı suçlar (102, 103, 104 ve 105. maddeler) uzlaşmaya tabi değildir. Aynı şekilde, Hukuk Uyuşmazlıklarında Arabuluculuk ile ilgili 7.6.2012 tarihli yasanın amaç ve kapsamını düzenleyen 1/2 maddesinde “Bu Kanun … aile içi şiddet iddiasını içeren uyuşmazlıklar arabuluculuğa elverişli değildir” hükmüyle aile içi şiddet konusu, arabuluculuk/ uzlaştırma usulü dışında bırakılmıştır. İstanbul Sözleşmesi’nin 48. maddesi de, “Sözleşme’nin kapsamına giren bütün şiddet biçimleriyle ilgili olarak, arabuluculuk ve uzlaştırma da dahil olmak üzere zorunlu alternatif çatışma çözüm süreçlerinin yasaklanması” kuralını getirmektedir. Avukat, hakim, savcı, müvekkil, kalem ile ilişkilerde strateji ve taktikler konusu, uzun bir konu. Bu konuda şimdilik sadece, meslek yaşamımda çok yararını gördüğüm doğal bir refleksimi örnek verebilirim : Ben, haklı bir davanın peşinde olduğumu biliyorum ve başvurduğum herkes de bu haklılığı biliyormuş gibi davranıyorum. 30 yıl önce sistem ve bu sistemin temsilci olarak karşımıza çıkardığı mübaşirinden yargıcına, ezici çoğunluk bu konulara karşı son derece duyarsız iken bile, bu sayede epey sorun çözebilmiştim. Sorun, karşı taraf buna itiraz ettiğinde başlıyor. O zaman da, konunun önemine, hukuki dayanakların gücüne bağlı bir mücadele başlıyor. Bu nedenle, defalarca duruşma salonundan çıkarıldım, Baro’ya şikayet edilmekle tehdit edildim. Davaların basında yansıma şekilleri konusunda ne düşünüyorsunuz? Fazla yönlendirmeci bir dil kullanıldığını düşündüğünüz zamanlar oluyor mu? Gerekli mi? Bir taraftan cinsiyetçi bir medya var, diğer taraftan tam bunun karşısında durmak adına kendi hassasiyetlerini genelleyen bir tutum olduğunu düşündüğünüz zamanlar oluyor mu? Bu konularda feminist hukukçular olarak rahatça konuşabiliyor muyuz? Feminist hukukçular olarak birçok konuyu olduğu gibi, medyanın kadın davalarını ele alış biçimini de aramızda yeterince tartışamıyoruz. Feminist hukukçuların bu davalardaki duruşunun nasıl olması gerektiğini ise, çok az 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 219 Avukat Hülya Gülbahar ile Röportaj tartışabiliyoruz. Çünkü yükümüz çok ağır ve her konuya yetişemiyoruz. Ama herkesin takdir etmesi gerekir ki, bugün kamuoyunda ve medyada, kadınlarla ilgili davaların dili konusunda bir tartışma açıldıysa, bu da feminist hukukçular sayesinde oldu. Ben, medyada kadın hareketinin politik sözcülerinden biri olmak zorunda kaldığım için, bir de takip ettiğim davalar ile kamuoyu önünde olmayı tercih etmedim. Kendi çok kritik davalarımı, ölüm tehdidi aldığım davalarımı bile, ya tek başıma ya da birkaç feminist hukukçu arkadaşımın desteği ile sürdürdüm. Bu nedenle de, ünlü/ünsüz birçok kadının davasına destek olabiliyorum, olabiliyoruz; çünkü her kadın davasının medyada yer almasını tercih etmeyebiliyor ve onların güvenebileceği hukuki bir kanal yaratabilmek de, feminist bir sorumluluk. Kadın avukatlar olarak bizim medya ile ilişkiler konusundaki ilk mücadele konumuz, kadınların mücadelesinin görünür olması, medyada kendine bir yer bulabilmesi içindi. Magazin ya da 3. sayfalardaki cinsiyetçi formatta haberler dışında, kadınların medyada yer bulabilmesi mümkün değildi. Anayasa Mahkemesi Başkanı bile olsanız, verdiğiniz ilk röportaj, üstünüzde mutfak önlüğü ile eşinize kahve servisi yaparkenki fotoğrafınızla süslenmeliydi. Medya, kariyer basamaklarını binbir çileyle tırmanabilen kadınları bile, “iyi eş, iyi anne” kalıplarında gösteriyordu. Böylece, hem o kadının eşi dışındaki bağımsız ve özgür kimliği imha ediliyor; hem de o makamları hayal eden kadınlara “önce iyi bir eş, iyi bir anne ol bakalım” faturası dayatılıyordu. Büyük bir mücadele sonucunda kadınların ve davalarının medyada daha görünür olmasını sağladığımızda, karşımıza yeni bir sorun çıktı. Medya, büyüteceği davalar, bu davalarda kamuoyu önüne süreceği avukatlar ve o dava ile tüm topluma vermek istediği mesajın, kendi popülist tavrı ve reyting hesabıyla uyumlu olmasını istiyordu. Bu tuzağa sadece birkaç avukat düştü. Ama feminist avukatlar, hiç düşmedi. Benim halihazırda medyaya yönelik en güncel eleştirim, çocuk ve kadına karşı cinsel saldırı ve cinayetlerde, toplumda linç psikolojisini körükleyen bir yayıncılık yapması. 2014 yılındaki TCK değişikliği sırasında, sesimizi yeterince duyuramadık. Bunda, muhalif fikirlere uygulanan sansürün yanı sıra, çoğunluk medyanın bizim itirazlarımıza katılmıyor olmasının da etkisi vardı. İktidar bazı cezaları ağırlaştırırken, çocuk cinsel istismarı dahil bazı suçlarda cezaları düşürüyor ve gizli bir af getiriyordu. Medya, cezaların ağırlaştırılmasını istediği için, iktidarın bu argümanını işlemeyi tercih etti. Aynı şekilde maalesef tüm itirazlarımıza rağmen, cinsel saldırı suçlarında “hadım etme” dediğimiz tıbbi müdahale de, ceza mevzuatımıza girmiş oldu. Bu yayın politikalarında, kadın 220 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Röportajı yapan: Av. Seher KIRBAŞ CANİKOĞLU hareketi ve feminist avukatlar arasındaki görüş ayrılıklarının da, büyük payı olduğunu görmek gerekiyor. Ben, “cezalar ağırlaştırılsın” söyleminin yanlış olduğuna inanıyorum. Çünkü cezalar zaten yeterince ağır. Ağır cezalar ise, olayın tek tanığı olan mağdurun öldürülmesini doğurabiliyor. Aynı şekilde tahrik ve iyi hal indirimlerinin kaldırılması talebi de, bence yanlış bir talep. Sorun, bunların cinsiyetçi bir biçimde kadınlar aleyhine ve yanlış uygulanmasında. Her iki maddede de kimi rötuşlar yapmak ve uygulamayı yasaya uygun hale getirmek yeterli. Ama bu bakış, kadın hareketinde bir türlü ortak görüş haline gelmediği için, medya kendi arzu ettiği görüşü, yani bu indirimlerin kaldırılması görüşünü propaganda etmeyi tercih ediyor. Medya, üzerinde çok uzun konuşulması gereken bir konu. Çok alt başlığı ve buna bağlı da çok şikayetimiz var. Özetle, yaygın medya, kadınların asıl olarak bir özgürlük ve bağımsızlık derdi olduğunun hala farkında değil. Kadınların boşanma hakkı için bile ölümüne direnmek zorunda olduğunu görüyor, ama bunun iktidarın aile söylemleriyle ilişkisini hiçbir biçimde tartışmıyor, tartıştırmıyor. Tam tersine, iktidar gündem yapmak istediği anda -ki yılda en az birkaç kez- “boşanmalar artıyor, kadınlar sudan gerekçelerle boşanıyor” içerikli propaganda yayınları yapıyor. Geçtiğimiz günlerde Mersin’de bir kadın, tam 11 yıl önce boşandığı eşi tarafından, kendisini aldattığı gerekçesiyle öldürüldü. Medya, bu cinayetler neden oluyor, nasıl olabiliyor diye sormadı, konuyu tüm boyutlarıyla irdelemedi. Özellikle son yirmi-otuz yılda Türkiye’de mevzuatta cinsiyet ayrımcılığının ortadan kaldırılması adına önemli değişimler ve düzenlemeler yapıldı. 4320 Sayılı Kanun, Anayasa, TCK, Medeni Kanun, 6284 Sayılı Kanun vs. gibi ve bütün bu değişikliklerin oluşum aşamasında aktif olarak çalışan feminist hukukçulardan birisiniz. Bu süreçlerle ilgili neler söylemek istersiniz? Ben saydığınız tüm konularla ilgili kadın platformlarının kurucularından, örgütleyici ve sözcülerinden biriyim. Kadınların cinsiyetçiliğin tasfiyesi mücadelesi, dünyada çok zor, ama bu ülkede daha da zor. Saydığınız yasal değişikliklerin bir bölümü AKP öncesi, bir bölümü AKP sonrası idi. Hepsinin tam kalbinde yer almış bir kadın olarak rahatlıkla söyleyebilirim ki, biz kadınların işi hep zor oldu. AKP öncesinde, “biz de eşitliğe inanıyoruz” diyen devlet politikalarının ve siyasetçilerinin, o sahte eşitçiliğine karşı mücadele ettik. Şimdi de “biz zaten eşitliğe inanmıyoruz” diyen siyasetçiler ve devlet politikalarına karşı mücadele ediyoruz. Şimdi işimiz daha da zor. 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 221 Avukat Hülya Gülbahar ile Röportaj AKP öncesi dönemde bizi frenleyen siyasi odakların, şimdiki “kadın dostu” söylemlerinin de altı hala boş, göstermelik düzeyde. Kadına karşı ilk şiddet yasası olan 4320’ye, tüm itirazlarımıza rağmen “aile” genişliği getiren de onlardı. AKP de, sonraki yasa 6284’e “aile içi şiddet” genişliğini, sayelerinde getirdi. Böylece can güvenliği riski olan kadınla, kahvede okey oynarken tartışan amcaoğulları arasındaki tartışma da, aynı korumadan yararlanır oldu ve 6284, bu açıdan da çökertildi. Daha fazla örnek vermeye gerek yok. Bence bir ülkenin demokratikliği ve siyasal kadrolarının bu demokrasiye uygun tutumu açısından en önemli turnusol konularından biri, kadın erkek eşitliğine gerçekten inanıp inanmadıkları konusu. Toplumun yarısını oluşturan, diğer yarısını ise (erkek ve çocuk olarak) doğurup, besleyip, yaşatan kadınlara ne söylüyorsunuz? Tüm o tatlı vaadleriniz, zaten yaşamın merkezi olan kadının, orada kalmasını sağlamak üzere mi? Ve sizler de, eşe/çocuğa/hastaya/engelliye/yaşlıya hiçbir emek harcamadan; aile, toplum, dünya egemenliğinizi sürdürmek üzere erkekler arası savaşınıza devam etmek mi istiyorsunuz? Türkiye siyaseti bu konularda sınıfta kaldı, kalıyor. Değiştirebilmek konusundaki iş yükü, yine kadınlara düşüyor. Türkiye açısından tek pozitif gelişme, Kürt kadın hareketinin mücadelesi sayesinde Kürt siyasal hareketinde yaratılmaya başlanan büyük eşitlikçi dönüşüm. Yasal olarak katedilen gelişmeye rağmen, cinsiyet eşitliği bakımından beklenen yerde olduğumuzu düşünüyor musunuz? Kadın hareketinde “AKP ile ikinci kadın devrimi gerçekleşti” diyen bazı kadın arkadaşlarıma rağmen, hayır! Üstelik (istatistiklerde yapılan tüm çarpıtmalara rağmen) dünya cinsiyet eşitliği sıralamalarında sürekli bir geriye düşüş söz konusu. 1 Kasım 2015 seçimlerinde tarihe geçecek bir olumsuzluk daha yaşandı ve dünyanın demokrasi yolundaki tüm ülkelerinde her seçimde kadın temsili biraz daha artarken, Türkiye’de 98’den 81’e indi. Bir başka örnek, miras konusu. 1926 tarihli Medeni Yasa ile kadınlara “miras eşitliği” getirildi, ama hala fiilen mirastan eşit pay alamıyorlar. Hatta birçok durumda hiç pay alamıyorlar. Bunda AKP öncesi tüm iktidarların sorumluluğu var. Çünkü bu sorunu görmek istemediler, önlem almadılar. 2002 tarihli Medeni Yasa’da, kadınların en yoğun çalıştırıldığı tarım alanındaki miras hakkında, bir düzenleme yapılmıştı. Geçen yıl, tarım arazilerinin “ehil çocuğa” bırakılması düzenlemesi yapıldı! Türkiye sosyal koşullarında, bunun en büyük erkek çocuk olduğu konusunda, kimin bir tereddüdü olabilir ki? Hiçbir muhalefet partisi kadın hareketini uyarmadı bu yasa çıkarken, muhtemelen kadınların miras hakkı pek de siyasi ufuklarında değildi! 222 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Röportajı yapan: Av. Seher KIRBAŞ CANİKOĞLU Son 13 yıllık iktidarın kadın politikası konusunda ne dersiniz, gelecekte ne görüyorsunuz? Türkiye kadın hareketinin (ve Türkiye’nin) geleceği, bence iyice karanlık durumda. Ben IŞİD ilk belirdiğinde, “Türkiye’de Soft IŞİD iktidarda” demiştim. O dönem çok iddialı bulunmuştu. Ben hala aynı görüşteyim. 6 yaşında çocukların evlendirilebilecekleri propagandalarının yapıldığı; en yetkili ağızlardan kadınların gülmemesi, konuşurken erkeklerin yüzüne bakmaması, araba/ cep telefonu kullanmaması, gebe iken sokakta dolaşmaması, kürtaj-sezaryen yaptırmaması, “sudan sebeplerle” boşanmaması gibi birbirinden korkunç telkinlerin yapıldığı bir dönemde yaşıyoruz. Tüm bu söylemler topluma dalga dalga yayılıyor ve kadına karşı şiddeti körüklüyor. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın son bakanı Ayşe Gürcan, seçim tartışmaları nedeniyle üzerinde pek durulmayan bir söz söyledi: “Hani derler ya ‘Zorla güzellik olmaz’, sakın inanmayın. Güzellik zorla olur.” 6284 sayılı şiddet yasasının uygulanmasından sorumlu bakanlık “Güzellik zorla olur” diyebiliyorsa, sizin çıkardığınız yasalar, imzaladığınız sözleşmeler ne işe yarar? Şiddetle mücadele etmesi gereken bakanlık, şiddet tavsiye ediyor! AKP iktidarının kadın politikası özetle şöyle: • Reklam amaçlı kullanabilecekleri her türlü yasayı çıkartıyor, sözleşmeyi imzalıyorlar. Çünkü zaten ulusal yasalara, uluslararası sözleşmelere inanmıyorlar. Asıl olanın toplumun ideolojik olarak yeniden formatlanması ve devlet kurumlarının buna göre yapılandırılması olduğunu biliyorlar. • Bunu bildikleri için, işe önce devlet mekanizması içinde kadınlarla ilgili oluşturulmuş ne kadar birim varsa, onları kapatmak ya da “aile”ye dönüştürmekle başladılar. Tarım Bakanlığı dahil, tüm bakanlık ve kurumlardaki kadınla ilgili birimler kaldırıldı. İstatistiklerden sorumlu TÜİK’te, işlevsiz küçücük bir birime dönüştürüldü. Kadın Bakanlığı, Aile Bakanlığı yapıldı. Eğer 17/25 Kasım yolsuzluk soruşturmaları araya girmeseydi, TBMM’deki Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu, “Aile Komisyonu” yapılacaktı. İlk iş, Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü’nün (KSSGM) adındaki “statü” kelimesini çıkardılar, KSGM oldu. Çünkü “statü” kelimesi önemli ve eşit yurttaşlık hedefi çağrıştırıyor. Sonra KSGM’yi etkisizleştirdiler. Kapandı, kapanacak… • Kürtaj konusunda, ülkeden/dünyadan tepkiler nedeniyle yasayı değiştiremeyeceklerini gördüler. Ama yasayı değiştirmeye de gerek yok ki, bugün Türkiye’de kürtaj yaptırılabilecek hastane kalmadı! Aynen kürtaj örneğinde olduğu gibi, varolan tüm yasal hakları kağıt üzerinde 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 223 Avukat Hülya Gülbahar ile Röportaj bıraktırmayı hedefleyen bir devlet politikası yürütüyorlar. 6284 sayılı şiddet yasası, kağıt üzerinde. Kadınların yaşadığı hiçbir şiddet biçimine, bir çare olmuyor. Çünkü kadınların şiddete katlanmasını istemek, artık bir devlet politikası. Tek bir örnek vereyim: 6284 şiddet yasası kapsamında hakkında koruma kararı verilen tüm kadınlar, haftada bir karakola gidip “Mağdur Takip Formu” için imza vermek zorunda. Peki erkekler ne yapıyor? Hiçbir şey! Çünkü onları takip etmek gerektiğini düşünmüyor iktidarımız, onlara zahmet vermek istemiyor! • Çalışan kadınlara aşırı uzun doğum izinleri, part-time çalışma “hakkı” gibi yasal düzenlemeler ile, kamuda ya da özel sektörde çalışan kadınları da eve kapatacak yasa değişiklikleri hazırlıyor. Başbakan Davutoğlu’nun 7 Haziran seçimi öncesinde AKP kadın milletvekili adaylarıyla yaptığı toplantıda söylediği gibi, “siyaset geçici, önceliğiniz her daim aile olmalı”… Yani, uluslararası sözleşmeler, Anayasa, yasalar ne derse desin; hepsini çiğneyen ve kendi yaşam görüşünü herkese zaten dayatmakta olan bir iktidar altında yaşıyoruz. Türkiye’de feminist hukukçuların dünyadaki feminist hukuku ve tartışmalarını yeterince takip ettiğini düşünüyor musunuz? Türkiye’li feminist hukukçular olarak, dünyadaki feminist hukuku ve tartışmalarını yeterince takip edemiyoruz bence. Bunu, Alev Özkazanç’ın “Cinsellik, Şiddet ve Hukuk” kitabını okurken bir kez daha görmüş oldum. Kitapta Wikileaks’ın kurucusu Julian Assange’ın yargılandığı tecavüz davasının, dünya kadın hareketinde yarattığı büyük tartışma üzerine bir yazı var. Bu yazıdan anlıyoruz ki, İsveç yasaları uyarınca rızaya dayalı olsa bile, cinsel ilişki sırasında, kadının talebine rağmen prezervatif kullanmamak ya da yırtık prezervatif kullanmak, “tecavüz” sayılıyor. 12-13 yaşındaki kız çocuklarının tecavüze “rıza” gösterdiklerini savunan yargı kararlarının olduğu bir ülkede, prezervatif/tecavüz ilişkisini tartışmak, tabi ki lüks kalıyor. Biz feminist hukukçular olarak ancak, seks işçilerine tecavüzde verilen ceza indirimi kaldırıldığı halde, kadının çantasında prezervatif olduğu için tecavüzcüsüne verilen “prezervatif indirimi”ni tartışabiliyoruz. Hatta bunu bile yeterince tartışamıyoruz. Ama tüm bunlar, Türkiyeli feminist hukukçuların zaafı olarak değerlendirilemez. Çünkü bizler önce, “6 yaşında kız çocukları evlendirilebilir” gibi, tecavüz 224 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Röportajı yapan: Av. Seher KIRBAŞ CANİKOĞLU nedenli çocuk ölümlerine neden olabilecek, devlet destekli bir kampanyaya karşı mücadele etmek zorundayız. Feminist harekette, hukukçuların, baskın bir biçimde kendi dillerini ve mücadele pratiklerini hissettirdikleri ve bunun kadın mücadelesinin bürokratik bir dille sınırlanmasına sebep olduğu eleştirileri var. Siz bu konuda ne düşünürsünüz, sürekli yargı üzerinden tartışılması cinsiyet eşitsizliğinin kriminal ve tekil olaylar gibi algılanmasına sebep oluyor olabilir mi? Bunlar harika sorular! Dile getirdiğiniz kaygılara da, aynen katılıyorum. Her daim hatırlatmaya çalıştığım gibi, “hukuk, sadece hukukçulara bırakılamayacak kadar önemli ve ortak bir konudur; çok politiktir ve bazen politikanın kendisidir”. Öte yandan, Türkiye’de kadınlarla ilgili hukuki düzenlemeler, bence de gereğinden çok tartışılıyor. Bu nedenle, kağıt üzerindeki haklar ile uygulama arasındaki açı, bir türlü yeterince gündemleşemiyor. Bu yüzden bence şunlar oluyor: • Cinsiyetçi sistemin hukuk dışı alanları bazen gözden kaçabiliyor. • Genel ahlak, namus vb. cinsiyetçi toplumsal kalıplarla mücadele, geri plana düşebiliyor. • Kadınların eşitlik ve özgürlük mücadelesi, hiçbiri üzerinde kadınların bir denetiminin olmadığı yasa/yargı/polis çemberine sıkışıyor. • Bütçe, emek ve zaman; sorunu çözücü programlar yerine yargı sistemine aktarılıyor. • Bütün çözüm yasalardan bekleniyor, yargı sistemine bel bağlanıyor; sorun uzmanların teknik bilgisine havale ediliyor. • Hakların yasalaştırıcısı olarak meclis ve uygulayıcısı olarak yargı, merkezi önem kazanıyor. Bunların mücadelenin önünü ne zaman açacağı, ne zaman kapatacağı görülemez oluyor. • İçi boş ya da kağıt üzerinde kalacağı belli olan yasalar, genelgeler ve programlara bağlanan umutlar, en çok kadın hareketine zarar veriyor. 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 225 Avukat Hülya Gülbahar ile Röportaj • Kadınlarda kendi gücüne, kendi mücadelesine güven duygusu gelişemiyor. En küçük bir destek ya da yetersiz bir iyileşme karşısında, borçluluk ve bağımlılık duygusu gelişiyor. • Kadınlara destek olmak isteyenlerde bile, linç duygusu yaygınlaşıyor ve derinleşiyor. • Hukuku ne abartmalı, ne de küçümsemeliyiz. Abartırsak, kültür, ekonomi gibi alanlarla bağlantısını kopartıyoruz. Sadece hukuk odaklı bir aktivizm üretiyoruz ve bu psikiyatri, ekonomi vb. alanlardan gelebilecek bütünsel bakışı da engelliyor. Bu da, bürokratik mantık, muhafazakarlık, sekterlik, otoriterlik gibi başka düzlemlere evrilebiliyor. Daha da kötüsü, bir mağdur dili yaratıyor, bu dil kadını daha da güçsüzleştiriyor ve eşitlik/ hak bilinci yerine “korumacılık” politikalarını çağırıyor. Ama bu konuda bir gerçeği de unutmamak gerek ki, kadın sorunlarının “hukuk” alanına sıkıştırılmaması için, akademik disiplin alanlarının katkılarını almak için en büyük gayreti, kadın hukukçular harcadı. Burada da tek bir örnek vereyim: Bazı kadınlar, varolan hükümleri yetersiz görüyor ve TCK’da ensestin bağımsız bir suç olması için çalışıyorlar. TCK’da çocuk cinsel istismarı zaten ağır bir suç olarak düzenlenmiş olduğu için, yetişkinler arası rızaya dayalı ilişkilere müdahale açısından, bana bu talep gereksiz ve de ucu zinaya kadar uzayabileceği için riskli geliyor. Feminist psikolog, psikiyatristlerle de konuşuyorum, yine de ikna olamıyorum. Derli toplu bir kaynak da bulamıyorum. Cinsiyet eşitliğini dert edinen yeni nesil hukukçular konusunda ne düşünüyorsunuz? Onlara neler önerirsiniz? Hukuk, adalet üzerine kurulu bir ortak yaşam arayışı… Hukukun avukat, savcı, yargıç, tüm bileşenleri, eşitlik olmadan adalet olamayacağını bilmek ve mesleklerini buna göre icra etmek zorunda. Genç hukukçular bence “hukukçu” olmanın, aynen öğretmen ya da hekim olmak gibi, toplumsal yaşamda vazgeçilmez bir önemi olduğunu görmeli. Hukuku bir meslek değil, bir yaşam biçimi, bir varoluş biçimi olarak görebilmeli. “İşletme mühendisliği” gibi, uydurulmuş mesleklerden farkını hissedebilmeli, hissettirebilmeli. Geçmişe göre ciddi bir farkındalık yaratılmış olsa da, yeni kuşak hukukçular arasında cinsiyet eşitliğini dert edinen kadın ve erkek hukukçuların sayısının, yine de azınlıkta kaldığını görüyorum. Bilebildiğim kadarıyla hiçbir hukuk fakültesinde, zorunlu ya da seçmeli toplumsal cinsiyet eşitliği dersi hala yok. 226 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Röportajı yapan: Av. Seher KIRBAŞ CANİKOĞLU Geçtiğimiz aylarda, İstanbul Hukuk Fakültesi’nde en azından seçmeli ders olması için girişimlerde bulunan genç akademisyenlere, izin verilmemişti. Hemen ardından YÖK bir toplantı düzenledi ve seçmeli ya da zorunlu ders olarak konulması kararı aldı. Ama hala, herhangi bir hukuk fakültesine bu dersin konulduğunu duymadık. Bence hukukçular olarak, bunun için daha çok çaba harcamalıyız. Hülya Hanım bize zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederiz. 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 227 “K ADININ BEYANI ESASTIR”: ÇOK BİLİNMEYENLİ BİR DENKLEM Av. Seher KIRBAŞ CANİKOĞLU* * Ankara Üniversitesi Kadın Çalışmaları Ana Bilim Dalı Yüksek Lisans. “Kadının Beyanı Esastır”: Çok Bilinmeyenli Bir Denklem Giriş Toplumda kadın ve erkek arasında kadın aleyhine bir eşitsizlik olduğu, artık inkar edilemez bir gerçek. Cinsiyet eşitsizliğinin doğurduğu kadına yönelik şiddetin en ağır ve yaygın görünümlerinden biri de, cinsel şiddettir. Cinsellik, toplumsal ilişkilere dayalı, iktidarı oluşturan ve onun tarafından oluşturulan bir kavramdır1. Bu yüzden neyin cinsellik, neyin cinsel şiddet olduğu konusu, son yüzyıla kadar erkekler tarafından tanımlanmıştır. Kadınların eşitlik mücadelesi ile birlikte cinsiyetler arası bütün ilişki biçimleri masaya yatırılmış ve doğal olarak kabul edilegelen şeylerin, aslında içerisinde zorlama ve şiddet barındırabildiği gerçeğiyle yüzleşilmeye başlanmıştır. Bu yüzleşme sadece politik bir tartışma olarak kalmayarak, aynı zamanda hukuk alanında da sonuçlar doğurmuş, ceza kanunlarına cinsel saldırı ve cinsel taciz fiilleri suç olarak girmiş ve bu fiillerin cezalandırılabilmelerinin yolu açılmıştır. Türkiye’de 2006 yılında yürürlüğe giren Ceza Kanunu’nda cinsel suçların tanımının geniş tutulmasında kadın hareketinin önemli etkileri olmuş ve en azından mevzuat bakımından ilerleme kaydedildiği, herkes tarafından kabul görmüştür. Mevzuatta yaşanan gelişmeye rağmen, cinsel suç faillerinin çoğunlukla cezasız kaldığı konusunda, kadınların haklı şikayetlerini daha sık gündeme getirdiklerini görüyoruz. Tecavüz davası açan kadınlar kendilerine ikinci kez tecavüz edildiğini, ikincinin duruşma sırasında gerçekleştiğini söylerler2. MacKinnon’ın Amerikalı feminist bir avukat olarak tespit ettiği durum, ülkemiz için de hiç farklı değil. Yani cinsel suçların tartışıldığı davalarda sadece faillerin cezasız kalması sorunuyla değil, aynı zamanda mağdurların ikinci kez mağdurlaştırılması gibi bir sorunla da karşı karşıya kalmaktayız. Hem cezasızlık, hem de mağdurların yargılama sürecinde maruz kaldıkları olumsuz kalıpyargılar, gözlerin bu tip davalara çevrilmesine ve çözüm için farklı önerilerin getirilmesine yol açmıştır. Yukarıda da bahsedildiği gibi, cinsel şiddet sorunu da, bu şiddetin tartışıldığı davaların birçok başka sorun barındırması durumu da, sadece bizim ülkemize özgü değildir. Sorunun evrenselliğine rağmen, çözümü konusunda farklı ülkelerde farklı çözüm pratikleri ortaya çıktığını ve bu pratiklerin zamanla diğer ülkelerdeki kadın hareketlerini de etkilediğini gözlemleyebiliyoruz. Bu çalışmada, son on yıldır ülkemizde yoğun bir biçimde tartışılan, cinsel suçlarda kadının beyanının esas alınması önerisinin hangi motivasyonlarla ortaya çıktığı, ilk nasıl ortaya atıldığı, zaman içinde nasıl bir değişim geçirdiği, son zamanlarda nasıl bir hale büründüğü konusu irdelenmeye çalışılacak ve son olarak, tartışmanın daha verimli hale getirilebilmesi için, ortaya çıkan ve kadın hareketi olarak cevap vermemiz gereken bazı sorulara işaret edilecektir. 230 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Av. Seher KIRBAŞ CANİKOĞLU Cinsel Suçlarda Cezasızlığın Sebepleri Cinsel şiddetin cezasız kalmasında önemli etkenlerden biri, cinsiyetçi kalıpyargıların etkisiyle kendilerinin bu suçun oluşmasına sebep olduklarına dair önyargılardan dolayı, suça maruz kalan mağdurların olayı ifade etmelerindeki zorluklar ve şikayetçi olmamalarıdır. Ayrıca mağdurların, kendilerinin sorumlu olduğunu düşünmeseler bile, mahkemelerde ve çevrelerinde kendilerinin suçlanacağı ve olayı tekrar tekrar anlatmak/yaşamak zorunda kalacakları konusundaki haklı kaygıları sebebiyle de, şikayetçi olmadıkları çok sayıda vaka bulunmaktadır. Böylelikle, cinsiyetçi önyargılar, birçok olayın daha yargıya taşınmadan karşılıksız/cezasız kalmasına sebep olmaktadır. Diğer taraftan, yargıya başvuran ancak yine de suçun cezasız kaldığından şikayet eden kadın sayısının da ciddi boyutlarda olduğu, yadsınamaz bir gerçektir. Yargıya götürülen ancak cezasız kalan suçların, neden cezasız kaldığı konusunda iki temel nedenden bahsedebiliriz. Bunlardan ilki, cinsel suçların ispatında yaşanan güçlüktür. Cinsel suçlar, özellikle de cinsel taciz suçu, doğası gereği, tanığı, delili ve fiziksel bulgusu olmayan ya da yok denecek kadar az olan suçlardır. Tanık ve delil yokluğu sebebiyle, iddianın ispat edilmediğinden bahisle, sıkça takipsizlik veya beraat kararı verildiği görülmektedir. İkinci sebep ise, cinsiyetçi önyargılarla hareket eden savcı ve hakimlerin, delil olmasına karşın şüpheli/sanık lehine, mağdur aleyhine “yorumlar” yapması ve karar vermesidir. Mesela beyaz pantolon, mini etek, dekolte giyen, “rahat” davranışlar sergileyen bir kadına karşı işlenmiş cinsel fiillerin suç olarak değerlendirilmemesi gerektiği, erkeğin doğası gereği cinsel olarak tahrik olmaya şartlanmış olduğu ve kadının da erkeği tahrik edecek giyim ve davranışlardan uzak durması gerektiği, aksi takdirde kendisinin zemin oluşturduğu bu durumun varlığı ispatlansa bile, bir haksız fiil/suç olarak değerlendirilemeyeceği şeklindeki mahkeme ve savcılık kararlarını, kendi çevremizden bilmiyorsak bile medyadan takip etmişizdir. Erkekler kadınları “sertleşmeye sebep olan şey”, yani cinsel bir nesne olmaya zorlarlar; “sonra onun tarafından tahrik edilince, kendilerini çaresiz ve güçsüz görürler”. Kadınlara cinsel tacizde bulunan erkekler, kadınlar tarafından taciz edildiklerini öne sürerler. Yani kendilerini reddeden kadınların onları tahrik ettiğini söylemek isterler3. Cinsiyetçi kabuller sebebiyle cezasız kalan cinsel suçlar kapsamında, evlilik içi tecavüzün de unutulmaması gereklidir. Bir kısım doktrin ve uygulamada, eşlerin evlenmeyle birbirlerine karşı cinsel yükümlülükleri olduğunu kabul ettiklerini ve bu sebeple evlilik içi tecavüz kavramının evlilik sözleşmesinin doğasına aykırı olduğunu savunan hukukçular, cinsel fiilin/saldırının varlığı 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 231 “Kadının Beyanı Esastır”: Çok Bilinmeyenli Bir Denklem ispatlansa bile, teorik olarak böyle bir suçun oluşamayacağını kabul ettiklerinden, ceza vermeyi doğru bulmamaktadırlar. Hem bireylerde ve yargı mensuplarında varolan cinsiyetçi kalıpyargılar, hem de cinsel suçların ispatının çoğu zaman çok zor olması, cezasızlık sorununu ortaya çıkarmaktadır. Kadının Beyanı Esastır İlkesi Nasıl Ortaya Çıktı? Cinsel suçlar, özellikle de cinsel taciz suçu, doğası gereği çok fazla tanığı ve delili olan suçlar değildir. Bu suçların failleri, mağdurların yalnız oldukları zamanlarda bu tip filleri gerçekleştirmektedir. Bu sebeple bu tip suçlara maruz kalanlar, çoğunlukla da kadınlar, faillerin cezalandırılmaları için yargıya başvurduklarında, suçun tanık ve delillerle ispat edilmediği gerekçesiyle failin cezalandırılması talebi reddedilmekte ve sanıklara beraat kararı verilmektedir. Ancak Türkiye’de bazı cinsel suç dosyalarında, yerel mahkemelerin ve Yargıtay’ın suçlamanın ispatı konusunda çok katı davranmadığını görmekteyiz. Bu tip kararlarda yargı; suç kanıtı aramanın birçok olayın karşılıksız ve cezasız kalması gibi istenmeyen bir sonuca yol açacağı, şikayetçinin başkasına zarar vermek için kendisine zarar vermesinin hayatın olağan akışına uygun olmadığı, biçiminde gerekçelere dayanmaktadır. Birçok dosyada delil yok diyerek beraat veren yargının, neden bazı dosyalarda iddiayı ispat konusunda daha esnek davrandığı, hatta hiç delil olmasa bile kadının kendine zarar verme ihtimali olan bir iddia ile başkasına iftira atmayacağı varsayımına dayanarak, sanığa ceza verdiği konusu üzerinde, birçok şey söylenebilir. Bir yargı kararı üzerinden konuşalım: Yanında çalışan kadın avukata cinsel saldırıda bulunan avukat hakkında, yerel mahkeme görgü tanığı ve herhangi bir delil olmamasına karşın ceza vermeye karar vermiş ve bu karar Yargıtay tarafından onanmıştır (Ankara 9. Sulh Ceza Mahkemesi’nin 2001/01496E. ve 2002/00310K. sayılı kararı ve Yargıtay 5. Ceza Dairesi’nin 2003/4048E. ve 2004/2528K. sayılı onama kararı). Yargıtay ve yerel mahkeme; suç kanıtı aramanın birçok olayın karşılıksız ve cezasız kalması gibi istenmeyen bir sonuca yol açacağı ve şikayetçinin başkasına zarar vermek için kendisine zarar vermesinin hayatın olağan akışına uygun olmadığı gerekçesiyle, kanıt olmasa da suçun sabit olduğunu kabul etmiş ve sanığa ceza vermiştir. Söz konusu gerekçede yargı, cinsel suçlar doğası gereği geriye kanıt bırakmayan suçlardır, bu yüzden kanıt aradığımız durumlarda sanığın beraat etmesi kaçınılmazdır, öyleyse kanıtsız da ceza vermeliyiz, diyor. Bu gerekçe bizim, peki yargı neden bütün cinsel suçlarda bu gerekçeyle ceza kararı vermiyor sorusuna takılmamıza sebep oluyor. Bu sefer de, gerekçenin devamına bakmamız gerekiyor. Devamında yargı, şikayetçinin 232 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Av. Seher KIRBAŞ CANİKOĞLU başkasına zarar vermek için kendisine zarar vermesinin, hayatın olağan akışına uygun olmayacağını söylüyor. Yukarıdaki olay özelinde yargı, şikayetçinin genç bir kadın avukat olduğunu, cinsel saldırıya uğradığının duyulmasının kendi itibarına zarar vereceğini, buna rağmen, bunu bilerek ve göze alarak yine de şikayetçi olmuş olmasının, iddianın doğruluğuna karine olduğunu söylemektedir. Burada, yargının şikayetçinin avukat olmasına yaptığı vurgu gözden kaçırılmamalıdır. Bakın ne diyor mahkeme: “Söz konusu olan olayda henüz avukatlık mesleğinin başlangıcında bekar genç bir bayan olup kendisiyle ilgili böyle bir iddiayı ortaya koymasında toplumumuzda hakim olan sosyal ve ahlaki değerler de gözetildiğinde, kişiliğinin ve mesleki saygınlığının zarara uğrayacağı muhakkaktır. Başkasını zarara uğratmak isterken kendisini zarara uğratması insanın doğasına aykırı bir olgudur.”. Yani tek başına mağdurun kadın olması ve kadınların bu tip iddiaları zaten çok zor dile getirdikleri gibi bir varsayımdan çok, şikayetçinin sosyal statüsü gereği, bu tip bir iddiayı dile getirmesinin kendisine vereceği zarara vurgu yapıyor. Mahkemenin gerekçesi, yargının bazı kadınların sadece beyanlarını yeterli görürken, neden çoğunluğun iddialarını kanıtlamalarını beklediğini anlamaya çalışanlar için faydalı olmuştur kanaatindeyim. Yargı, bu kararından önce de, sonra da, bir çok kez buna benzer şekilde, yani delil olmasa da şikayetçinin beyanına dayanarak, sanığın cezalandırılmasına karar vermiştir. Birçok örnek arasından yukarıdaki örneği seçmemin tek sebebi, konuyu somutlaştırmak değildir. Aynı zamanda bu mahkeme kararını, Türkiye’de kadın hareketi açısından önemli bir kırılmaya yol açmış olması sebebiyle de seçtim. 2004 yılında verilen söz konusu kararın birçok basın organı tarafından, bundan sonra cinsel suçların ispat edilememesi sebebiyle cezasız kalmayacağı şeklinde sunulmasıyla birlikte, artık karar kendi maksadını da aşan bir biçimde sıkça dile getirilmeye başlandı. Yargıtay’ın “her ne kadar delil olmasa da şikayetçi kadının beyanı esas alınarak sanığın cezalandırılmasına karar verildi” biçimindeki gerekçesi, cezasızlık sorununun önüne geçmeyi dert edinen kadınlar tarafından sahiplenildi ve bundan sonra adım adım bugün etrafında sert tartışmaların döndüğü “kadının beyanı esastır”ın oluşması sürecine gelindi. Yargı, bazı olaylarda, şikayetçi ve sanığın sosyal konumlarına, aralarındaki ilişkinin mahiyetine, aralarında husumet olup olmadığına, tarafların geçmişlerine bakarak; yani her olayın kendi özel somut koşullarına göre, delil olmadığı durumlarda da ceza vermeye karar verme amacındadır. Yani yargının, bütün kadınların bu tip iddialarının, delil olmasa bile doğru kabul edileceği şeklinde bir vaadi, düşüncesi yoktur. Yargının bazı dosyalarda kullanmış olduğu bu karine, failin cezasız kalmasının önüne geçtiği için olumlu olmakla birlikte, Türkiye gibi cinsiyetçi kabullerin 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 233 “Kadının Beyanı Esastır”: Çok Bilinmeyenli Bir Denklem yaygın olduğu bir ülkede, makbul kadın makbul olmayan kadın ayrımının yargı tarafından yeniden üretilmesine izin verme ihtimali barındırması sebebiyle, tehlikeler de içerebilir. Mahkemeler, kadınların nasıl bir yaşam sürdükleriyle ilgilenmeye başlamakta ve toplumsal cinsiyet rollerine uygun davranmayan kadınların beyanlarının doğru olmayabileceği varsayımı ile kararlar vermektedir. Örnek olarak birçok erkekle birlikte olan bir kadının beyanı ile, evli ve çevresinde tek eşli olarak bilinen bir kadının beyanına yargı tarafından farklı değerler verildiğini gözlemlemekteyiz. Ya da eğitimli, iş sahibi bir kadının beyanı ile, işsiz ve eğitimsiz bir kadının beyanına da farklı değerler verilmektedir. Hatta beyaz pantolon giyen, kırmızı ruj süren, kahkaha atan, içki içen, evlilik dışı ilişkiler yaşayan kadınların iddialarına baştan inanmama eğilimini, açık bir biçimde teşhis edebiliyoruz. Kısaca, delilin olmadığı durumlarda cinsiyetçi ve sınıfsal ayrımlar kullanılarak, şikayetçinin iddiasının inanılırlığı ölçülmeye çalışılmakta, kadınların özel hayatları mahkemeler ve savunma tarafından didik didik edilmektedir. Kadınlar, delil olmadığı için suçların cezasız kalması ile, son derece ayrımcı ölçütlerle iddialarının doğruluğunun ölçülmesi için hayatlarının didik didik edilmesi arasında seçim yapmak zorunda bırakılmış ve halen de bırakılmaktadırlar. Bu yüzden, kadın hareketi, cinsel suçlarda kadının beyanının esas alınmasının genel bir ilke olarak benimsenmesinin bir çözüm olacağını savunmaya başlamıştır. Cezasız bırakılan suçlular ve didik didik edilen kadın hayatlarından sonra bu ilkenin konuşulmaya başlanması, kadınlar açısından bir çözümmüş gibi görünmüştür. Ancak bu da, kendi içinde barındırdığı tehlikeler sebebiyle itirazlara konu olmuştur. Sadece beyanın esas alınarak bir kişinin ceza almasının ceza hukukunun en temel karinelerinden olan masumiyet karinesine zarar vereceği itirazı, ihmal edilebilecek bir itiraz değildir gerçekten. Şu tespiti daha açık bir biçimde yapmak gerektiği düşüncesindeyim. Kadının beyanının esas alınması hakkında tartışma, yargının bazı dosyalarda failin cezasız kalmasını önlemek için verdiği “delil olmasa da mağdurun beyanının esas alınarak, ceza verilmesi gerektiği” şeklindeki kararları sonrasında ortaya çıkmıştır. Bunu takiben de, özellikle son on yıldır, cinsel suçlar ve cezasızlık konusunun konuşulduğu her platformda, bahsi geçen bir konu haline gelmiştir. Kadının beyanının esas alınması talebi çok sıkça dile getirilse de, bu talebe birçok farklı anlam yüklendiği, içerisinin pek çok farklı biçimde doldurulduğu ve kapsamının çok farklı algılandığını, tartışmaları bütünlüklü olarak takip eden bütün gözler görebilecektir. Madem “kadının beyanı esastır”ı konuşuyoruz, bunun etrafında yürütülen tartışmaların bazı çelişkilerini görmemiz ve taleplerimiz ve mücadelemizi ortaklaştırmamız gerekiyor. Yazının amacı net 234 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Av. Seher KIRBAŞ CANİKOĞLU bir sonuç çıkarmak değil, varolan tartışmaların çok farklı eksenlerde ve parçalı olarak yürütüldüğüne ve böyle oluşunun ilerleme kaydetmeyi ve anlaşılmayı zorlaştırdığına dikkat çekmek ve bu konuda ileri sürülen iddia ve taleplerin imkan ve tehlikelerine işaret etmeye çalışmak olacaktır. Çalışmada bütün farklı görüşlere yer vermem mümkün olmadığı için, yaptığı iş gereği ya da politik ilgi alanı olduğu için konuya daha yakından bakma imkanı olan bazı isimlerin konu hakkındaki görüşleri üzerinden bir analiz yapmaya çalışacağım. Şunu söylemeden de geçemeyeceğim, kendi çalışma/ilgi alanı olanların dahi bu derece farklı algıladığı konuyu, sadece medyadan/kulaktan dolma bilgilerle takip ederek haberdar olanların nasıl algıladığı sorusu, sorunun boyutu hakkında yeterince fikir verecektir. Konuyla ilgili basına yansıyan bazı örneklere bakalım ve algı ve beklentilerle ilgili biraz beyin fırtınası yapalım: Kadının Beyanının Esas Alınması Konusunda Kim Ne Söylüyor Ankara Kadın Platformu tarafından Fethiye’de görülen tecavüz davasında sanıklara beraat kararı verilmesi sonrasında yapılan basın açıklamasında, “Tecavüz davalarında ‘delil aramayın, kadının beyanını esas alın’ demeyi sürdüreceğiz. Bu yüzden Yargıtay’dan bu dava için gelecek sonuç, tecavüzün mağduru olan binlerce kadın açısından önemli olacaktır.” denmiştir4. Bu açıklamadan, Ankara Kadın Platformu’nun kadının beyanının esas alınmasından kastının, bütün tecavüz davalarında, mağdur kadının beyanına dayanarak, delil aramaksızın sanığın cezalandırılması olduğunu anlamaktayız. Oysa ki cinsel suçlarla ilgili davalarda kadının beyanının esas alınması, delillerin araştırılmasına rağmen bulunamadığı durumlarda, olayın özel koşulları dikkate alınarak, suçun varolduğu şeklinde mahkemede kanaat oluşmuş ise sanığa ceza verilebilmesi için ortaya çıkmıştır ve bence de, olayın özel koşulları değerlendirilirken ayrımcı ölçütler kullanılmadığı sürece, olması gereken budur. Delil aranmadan, sadece kadın tarafından söylenmiş olduğu için doğru kabul edilerek, bütün tecavüz davalarında ceza verilmesi masumiyet karinesini ihlal edecektir. Halihazırda yargı tarafından uygulandığı ve benim de bazı şerhlerim olmakla birlikte daha doğru olduğunu düşündüğüm haliyle bile, masumiyet karinesinin ihlal edilmesi söz konusu olabilmektedir. Ancak katı bir ispat rejimini uygulanması, birçok failin cezasız kalmasına sebep olduğundan, toplumda hukuka olan inanç ciddi bir biçimde zedelenmektedir. Masumiyet karinesi ile çoğunlukla cinsel suç sanıklarının beraat ettirilmesi durumlarında karşılaşanlar, bu karineye karşı hak etmediği bir biçimde tepkisel yaklaşabiliyorlar. Bu sebeple, masumiyet karinesi konusunda bir şeyler söylemenin doğru olacağı kanaatindeyim. 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 235 “Kadının Beyanı Esastır”: Çok Bilinmeyenli Bir Denklem Masumiyet Karinesi Nedir? Ceza yargılaması, maddi gerçeğe (maddi gerçek; uyuşmazlık konusu olayın ne şekilde gerçekleştiğine ilişkin olarak deliller vasıtasıyla inşa edilmiş gerçektir) ulaşarak, hukuk düzenini yeniden kurmaya çalışır. Ancak ceza yargılamasında maddi gerçek ne pahasına olursa olsun araştırılmamakta, bu faaliyetin yargılama kurallarına uygun olarak, insan hakları ihlal edilmeksizin gerçekleştirilmesi gerekmektedir5. İnsan haklarına uygun bir yargılama düzeninde, sanığa bazı hak ve yetkiler verilmektedir. Bunların en önemlilerinden birisi, “masumiyet/ suçsuzluk” karinesidir. Masumiyet karinesi, isnat edilen bir suçlama ile yargılanan kişinin, suçluluğu mahkeme kararıyla sabit olmadığı sürece suçlu sayılmamasıdır6. Masumiyet karinesine, Türkiye’nin de taraf olduğu, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nde ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde de yer verilmiştir. Karine, Ceza Muhakemesi Kanunu’nda açıkça yazılmamış olsa da, Anayasa’nın 38/4. fıkrasında “suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu sayılmaz” şeklinde yer almıştır. Karine, hukuk dilinde, bilinenden bilinmeyeni çıkarmaya yarayan hukuki çıkarımlara verilen addır7. Suçsuz sayılma kesin bir yargı değil, sadece bir varsayımdır8. Masumiyet karinesinin vaat ettiği varsayım delillerle çürütülebilir, ancak delillerle çürütülemediği durumlarda, toplumda oluşması ihtimali kuvvetli olan olumsuz önyargıların önüne geçmek ve yargısız bir infazın önüne geçmek amacı taşır. Sanığı önceden masum saymadığımız gibi, suçlu da sayamayız. Sanık ne masumdur, ne de suçludur. Sadece, suçlu olduğu sanılan kimsedir. Hukuki durumu, suçlu ile masum arasındaki çizgidedir9. Masumiyet karinesi, sadece ceza davasının açılmasından itibaren değil, soruşturma aşamasından itibaren uygulanmak zorundadır. Karine, öncelikle kamu görevlilerinin ve sonrasında da diğer herkesin şüpheli/sanığın suçsuz olabileceğini düşünerek, onu suçlu gibi göstermekten kaçınmalarını sağlama amacındadır. Suçsuzluk karinesi, adil yargılanma hakkının unsuru olarak sadece resmi makamlar önünde değil, bunların yanı sıra üçüncü kişiler huzurunda da ileri sürülebilen ve toplumsal yaşamın devamlılığı açısından gerekli bir hukuk prensibidir10. Özellikle basının masumiyet karinesine uygun davranması, hem yargılama makamlarının etkilenmemesi, hem de kamuoyunda geriye dönüşsüz bir biçimde suçlu damgasının yapıştırılmaması açısından önemlidir. 236 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Av. Seher KIRBAŞ CANİKOĞLU İspat külfetinin iddia edene düşmesi, sanığın susma hakkı olması, şüpheden sanığın yararlanması, tutuklulukta makul sürenin aşılmaması ve yasa dışı yolla elde edilen delillerin yargılamada kullanılmaması hususları, masumiyet karinesinin sonuçlarındandır. Masumiyet Karinesinin İstisnası Olabilir mi? AİHM 1988 tarihli Salabiaku kararında; her hukuk sisteminin hukuki ve maddi karineler kabul edebileceğini, bunların belli sınırlar dahilinde kalmak şartıyla Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni ihlal etmeyeceğini belirtmiştir. Bu çerçevede, suçluluk karinelerinin hangi şartlarda Sözleşme’yi ihlal etmeyeceğini gösteren bir takım kıstaslar getirilmiştir. Buna göre, öngörülen suçluluk karinesi, sanığın savunma hakkını ihlal etmemelidir11. Hakimin, sanığı şüpheden yararlandırmak hususunda mutlak takdir hakkı bulunduğu, mücbir sebep sorumluluğunun kaldırılacağının kabul edildiği ve savunma hakkının ihlal edilmediği hallerde, makul sınırlar aşılmış olmayacaktır. Ayrıca, karinenin Sözleşme açısından kabul edilebilirliği, ceza davasında risk altına sokulan menfaatle de doğrudan ilgilidir12. AİHM’nin, sanığın savunma hakkının ihlal edilmediği, hakimin şüpheden sanığın yararlandırılacağı konusunda mutlak bir takdir hakkı olduğu konusundaki kurallar ihlal edilmediği sürece, her hukuk sisteminin hukuki ve maddi karineler getirebileceği şeklindeki kararı önemli. Cinsel suçlarda olayın özel koşulları gözetilerek bazı durumlarda delil olmasa da suçun oluştuğuna dair kanaat oluştuğu durumlarda ceza verilebileceğinin kabulü, AİHM tarafından kabul edilen tarzda bir karine olabilir. Ancak bu uygulamanın, sanığın temel haklarını ihlal etmeksizin yapılması gereklidir. Sanığın temel hakları ile mağdurun hakları arasında denge gözetilerek yargılama yapılması, adil bir sonuç için zaruridir. Sadece sonuca bakarak yargılamanın adil olup olmadığını söyleyemeyiz. Sanığın ceza aldığı bir davada, mağdur cinsiyetçi ölçütlerle sınanmışsa, mağdur açısından adil bir sonuç aldığımız söylenemez; ya da sanığın temel savunma hakları ihlal edilerek verilmiş bir ceza kararı da, uzun vadede toplum açısından adalete hizmet etmeyecektir. Mağdurun kişilik haklarına saldırılmadan ve mağdurda travma yaratmadan yürütülen bir yargılama, en az sanığın ceza alıp almaması kadar adalet sorunu ile ilgilidir. 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 237 “Kadının Beyanı Esastır”: Çok Bilinmeyenli Bir Denklem Ceza Yargılamasında İspat Yükümlülüğü Kadının beyanının esas alınması tartışmaları kapsamında, ispat külfetinin sanığa/şüpheliye yüklenmesi gerektiği şeklinde bir beklenti olduğundan, ispat külfeti konusunu da biraz açmak gerektiğini düşünüyorum. Masumiyet karinesi gereğince, ceza yargılamasında bir suçla itham edilen kişinin, suçu işlediği şüpheden uzak bir biçimde ispatlanmadığı sürece, o kişi suçlu olarak kabul edilemez. Bu sebeple, ispatın nasıl olacağı ve ispatla kimin sorumlu olduğu sorunu, ceza yargılamasının en kritik meselelerinden olmuştur. Masumiyet karinesinin doğal bir sonucu olarak, ceza muhakemesinde ispat yükünün iddia makamında olduğu söylenebilir13. Suçun mağduru da davaya katılarak, iddia makamının yanında yer almakta ve iddialarını ispatla sorumlu tutulmaktadır. Kıta Avrupası hukuk sisteminde, ceza muhakemesinde re’sen araştırma ilkesi olduğu için, Anglo-Sakson hukuk sisteminin aksine, tarafların ikame ettikleri delillerle yetinmesi gereken bir hakimin varlığı söz konusu değildir. Bu nedenle, iddia makamı hiç bir çaba göstermese bile, hakim gerekli araştırmayı yapıp mahkumiyet kararı verebilmektedir14. Ancak hem Türkiye, hem de diğer ülkelerdeki sistemler, sanığa ispat bakımından herhangi bir yükümlülük getirmemektedir. Sanık/savunma, ancak kendisi olay konusunda delil sunabilecek durumdaysa ve sunmak isterse, delil sunmaktadır. Yasal olarak yükümlü kılınmadığı halde, uygulamada çoğu zaman sanık/savunma, ceza tehdidi ile karşı karşıya olması sebebiyle, mümkün mertebe iddianın aksini ispat etmeye çalışmaktadır. Ancak yukarıda da söylediğim gibi, bu durum, sanık açısından yasal bir zorunluluk değildir. Örnek olarak, dava konusu olayın gerçekleştiği zaman olay yerinde değil başka bir yerde olduğunu söyleyen sanığın, yasal olarak bunu ispat etmek zorunda olmasa da, bir an önce ceza tehdidinden kurtulmak amacıyla, ispat etmesinin yolları varsa bunları kullanmaya çalıştığını görebiliyoruz. Cezai uyuşmazlıkların ortaya çıkacağı zaman ve koşulların önceden bilinmesi mümkün olmadığı için, olay sonrasında nasıl olduğunun ispat edilmesinde zorluklar yaşanmaktadır. Ceza muhakemesi sistemimizde, şu an modern ceza yargılamasında kabul edilen “delil serbestliği” ilkesi benimsenmiştir15. Ceza muhakemesinde, bir iddianın varlığı her türlü delillerle ispat edilebilecektir. Ancak hukuk devleti olmanın ve insan haklarına saygılı bir yargılama yapmanın sonucu olarak, delil serbestisine bazı yasal sınırlamalar getirilmiştir. Yasa dışı biçimde elde edilen deliller, işkenceyle ya da hipnotize edilerek ya da kişiye ilaç verilerek elde edilmiş deliller, suçun ispatında kullanılamamaktadır. Ceza muhakemesinde fiilin işlenip işlenmediği ve işlenmişse fail tarafından işlenip 238 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Av. Seher KIRBAŞ CANİKOĞLU işlenmediği hususunda, hukuka uygun araçlarla, yargılama makamının tam bir vicdani kanaate ulaşma faaliyeti ve sürecine ispat denir16. Hakimin bir davada karar verebilmesi için, maddi olay konusunda vicdani kanaat oluşturması gerekir. Türkiye’de ceza yargılamasında, vicdani delil sistemi benimsenmiştir. Vicdani delil sistemi ise, hem delil serbestliği hem de delillerin değerlendirilmesindeki serbestliği kapsamaktadır. Delillerin serbestçe takdir edilmesi, hakimin, ispat kuralları ile yani delillerin etkisi hakkındaki yasal normlarla, hangi şartlara göre bir vakıanın sübuta ermiş sayılacağı hususundaki hükümlerle bağlı olmaması demektir. Bu nedenle, ceza yargılamasında her şey delil olabilmektedir17. Vicdani delil sisteminin hakime geniş bir takdir hakkı vermesi sayesinde, kesin kanıtlar olmadığı durumlarda da, hakim suçun oluştuğu konusunda vicdani bir kanaat oluşturmuşsa, sanığa ceza verebilecektir. Hakime tanınan bu geniş takdir hakkının, ispat güçlüğüyle çok sık karşılaşılan cinsel suçlar bakımından önemli bir yeri vardır. Konuyla ilgili basına yansıyan örneklere bakmaya devam edelim: Gaziantep’te cinsel taciz iddiasını ispatlayamayan kadın hakkında maaştan kesme cezası uygulanması hakkında açıklama yapan Gülçin İsbert, “Cinsel taciz olaylarında kadının beyanı esas alınmalı, ispat yükümlülüğü tacizle suçlanan kişide olmalı.”18 diyerek, kadının beyanının cinsel taciz davalarında esas alınması gerektiğini, bunun ise ispat külfetini mağdurun sırtından alarak, şüpheliye/ sanığa yüklediğini söylemektedir. Aynı konuda konuşan feminist avukatlardan Yasemin Öz ise, “Cinsel tacizin ispatı olmaz, cinsel istismar olaylarında tanık bulunmaz, fail eylemini yapmak için uygun ortamı bekler. Bu nedenle taciz davalarında kadının beyanı esas alınmalıdır. Hayatın olağan akışına aykırı olmayan ve birbiriyle tutarlı mağdurun beyanı, cinsel istismar suçlarında mahkumiyet için yeterlidir. Uygulama da bu yöndedir.” demiştir19. Yasemin Öz’ün ise, ilkeden, kadının taciz iddiasının delil aranmaksızın mahkumiyete yeterli olması gerektiği şeklinde bir beklentisi vardır. Ayrıca özel olarak düşünülerek mi söylendi tam emin olamamakla birlikte, cinsel saldırı suçlarında değil de, cinsel taciz suçlarında bu ilkenin uygulanması gerektiği şeklinde bir sonuç çıkartıyoruz. Aynı olay hakkında açıklama yapan iki feminist kadının dahi ilkeden aynı şeyi anlamamaları ve beklentilerinin farklı olması, sorunu anlamamız açısından oldukça çarpıcı. Bütün cinsel taciz davalarında ispat külfetinin sanığa yüklenmesi ya da kadının beyanının her olayda mahkumiyet için yeterli olması, masumiyet karinesinin ihlali sonucunu doğurur. Ancak mahkeme, bir çok faktörü gözeterek suçun oluştuğu konusunda kanaat getirmişse, delil ve tanık olmadığı durumlarda da mahkumiyete karar verebilmelidir. Halihazırda sanık 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 239 “Kadının Beyanı Esastır”: Çok Bilinmeyenli Bir Denklem herhangi bir şeyi ispat etmek zorunda değildir; ancak bu tip suçların ispatının zorluğu gözetilerek, mahkeme sanığın reddetme gerekçesini ispat edebileceğini düşünüyorsa, ispat etmesini bekleyebilmelidir. Örnek olarak taciz olduğu iddia edilen zaman diliminde olay yerinde değil, başka bir yerde olduğunu söyleyen sanığın, nerede olduğunu ispat etmesi mahkeme tarafından beklenebilmelidir. Ancak ispat külfetinin bütünüyle sanığa yüklenmesi, masumiyet karinesini ihlal edecektir. Zira bir şeyin olduğunu ispat, olmadığını ispattan her zaman daha mümkündür. Diğer taraftan yukarıda bahsedilen olayla ilgili değinilmesi gereken diğer husus da şudur; kadın cinsel tacize maruz kaldığı iddiası ile yargıya başvurmuş, ancak ispat edemediği için sanık beraat etmiştir. Bu beraat kararına dayanarak sanık, taciz iddiasında bulunan kadının çalıştığı işyerine, kadın kendisine iftira attığı için cezalandırılması için başvuru yapmış ve bu başvuru üzerine, işyeri tarafından kadına maaştan kesme cezası verilmiştir. Diğer suçlarda da, beraat eden sanıkların, kendisi hakkında suç duyurusunda bulunan kişiye karşı iftira davası açma ya da disiplin işlemi başlatma başvurusunda bulunma hakkı vardır. Mahkemeler bu davalarda iftira olup olmadığına karar verirken, beraat kararının hangi gerekçeyle verildiğine bakmaktadır. Sanığın suçu işlemediği sabit olduğu için beraat ettiği durumlarda suç duyurusunda bulunana iftira suçundan ceza verirken; sanığın delil yetersizliğinden beraat ettiği durumlarda ise olayın özelliğine bakarak, iftira suçunun oluşup oluşmadığına karar vermektedir. Halihazırda uygulanan sistem mantıklı olmakla birlikte, özellikle cinsel taciz suçlarında delil yetersizliğinden beraat kararı çıkma durumlarında, mahkemelerin çok bariz bir iftira suçu kastı tespit etmedikleri sürece, ceza kararı vermekten kaçınmaları uygun olacaktır. Aksi durumda, tacize uğrayan ancak ispatlama ihtimali olmayan kadınlar, bir de ceza tehdidiyle karşı karşıya kalacaklar ve bu sebeple de yargıya başvurmaktan kaçınacaklardır. Bahsi geçen Gaziantep’teki olayda da, idarenin, kadın hakkında maaştan kesme cezası uygulamadan önce bu kriterleri gözetmesi gerekir. Başka bir feminist avukat Candan Dumrul “Kadının Beyanı Neye Esastır, Neden Esastır” başlıklı yazısında; “Beyanın esasa dair olması, hayatın olağan akışı kavramının, kadınlar ve erkekler arasındaki patriyarkal eşitsizlik çerçevesinde yorumlanmasıdır, failin delilsiz cezalandırılması talebi değildir.” demekte, buradan devamla “Genellikle kapalı kapılar ardında işlenen taciz tecavüz suçlarında, tek tanığın, çoğunlukla mağdurun kendisi olduğunu görmek gerekir. Yani, bu suçta mağdur aynı zamanda tanıksa ve tanık beyanı da delilse, fail bu delilin aksini ispatlayarak masumiyetini/suçsuzluğunu ortaya koyabilir. Çünkü biz biliyoruz ki, iftirayı ispat, tacizi ispattan genelde çok daha kolaydır.” demektedir20. Burada hem cinsel taciz, hem de cinsel saldırı davalarında ispat külfetinin sanığa/şüpheliye 240 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Av. Seher KIRBAŞ CANİKOĞLU yönlendirilmesi anlamında, kadının beyanının esas alınması gerektiği beklentisini görüyoruz. İftirayı ispatın çoğu zaman tacizi ispattan daha kolay olduğu doğru olsa da, yazarın kendisinin de söylediği gibi taciz ve tecavüzün tartışıldığı olaylar genellikle iki kişinin yalnız olduğu ortamlarda gerçekleşir. Dolayısıyla, bu ortamda bir tacizin olduğunu ispat ne kadar zorsa, olmadığını ispat da bir o kadar zordur. Cinsel saldırıda ise çoğu zaman fiziki bulgular olduğu için, varlığını ispat, yokluğunu ispattan daha kolay olacaktır, tabi kadının yaşadığı travmanın etkisiyle delillerin hemen toplanması için gerekli yerlere başvurmasının önünde engeller olmasaydı. Ceza usulünde, sanığın davaya konu eylemin gerçekleşmediğini ispatı daha zor olduğu için, ispat külfeti iddia edene düşen bir yükümlülük olarak düzenlenmiştir. Ayrıca belki de hiç ilgisinin olmadığı bir eylemi yapmadığını ispata çalışmasının, sonuç ne olursa olsun, sanığa yüklenmesi hakkaniyete de uygun değildir. Ancak yukarıda da söylediğim gibi, sanık olayı reddederken ispatı mümkün bir iddia ortaya atmış ise, bunun ispatı beklenebilmelidir. Öte yandan, bütün cinsel suçlarda ispat külfetinin sanığa geçmesi, masumiyet karinesini ihlal eder ve birçok sakıncayı içinde barındırır. Yazıda bahsi geçen bir diğer husus olan, Ceza Muhakemesi Kanunu’nda, mağdurun tanık olarak dinlenmesine ilişkin 236. madde ve bu maddenin gerekçesi, aşağıdaki şekildedir: (1) Mağdurun tanık olarak dinlenmesi halinde, yemin hariç, tanıklığa ilişkin hükümler uygulanır. (2) İşlenen suçun etkisiyle psikolojisi bozulmuş çocuk veya mağdur, bu suça ilişkin soruşturma veya kovuşturmada tanık olarak bir defa dinlenebilir. Maddi gerçeğin ortaya çıkarılması açısından zorunluluk arz eden haller saklıdır. (3) Mağdur çocukların veya işlenen suçun etkisiyle psikolojisi bozulmuş olan diğer mağdurun tanık olarak dinlenmesi sırasında psikoloji, psikiyatri, tıp veya eğitim alanında uzman bir kişi bulundurulur. Bunlar hakkında bilirkişilere ilişkin hükümler uygulanır. Madde Gerekçesi: Suçun mağdur ve şikayetçisi olayın tarafı durumunda bulundukları için yeminsiz dinlenmeleri kuraldır. Ancak, Cumhuriyet savcısı veya hakim gerekli görürse yani delil olma değeri itibarıyla yemin verebilir. Yeminli beyan tanık beyanına ilişkin hükümlere tabidir. Maddenin ikinci fıkrasına göre, yemin altında dinlenen mağdur ile şikayetçiye ödenecek tazminat ve giderler bakımından da 63 üncü maddede belirtilen tanıklara ilişkin hükümler uygulanacaktır. 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 241 “Kadının Beyanı Esastır”: Çok Bilinmeyenli Bir Denklem Kanun, mağdurun/şikayetçinin tanık olarak dinlenmesinde yemin hariç, tanıklığa ilişkin hükümlerin uygulanacağını söylemektedir. Suçtan zarar görenin veya mağdurun, olayı yaşayan, gören kişi olduğundan soruşturma ve kovuşturmanın sağlıklı bir biçimde yürümesi için, dinlenmeleri zaruridir. Çoğu zaman savcılık ve mahkeme, neyi araştırması gerektiğine mağdur/şikayetçinin beyanlarına bakarak karar vermektedir. Madde gerekçesinde, suçun mağdur ve şikayetçisinin olayın tarafı olması sebebiyle, yeminsiz dinlenmelerinin kural olduğu söylenmektedir. Ancak yine gerekçeye göre, Cumhuriyet Savcısı veya hakim gerekli görürse, yani delil olma değeri varsa, yemin verdirebilmektedir. Yeminli beyan tanık beyanına ilişkin hükümlere tabidir diyerek de, bu halde tanık deliline ilişkin kıstaslara tabi olduğunu düzenlemektedir. Tanık beyanı, ceza muhakemesi hukukunda kesin delil değildir. Diğer delillerle birlikte değerlendirilerek, doğruluğu ya da yanlışlığına kanaat getirilmektedir. Bu bakımından mağdurun/şikayetçinin tanık olarak dinlendiği durumlarda, mahkeme, olayın özelliği ve diğer delillerle desteklenip desteklenmediğine bakarak, hükme esas alıp almamaya karar verecektir. Katılanın açıklamaları ile dosya içerisinde bulunan diğer delillerin uyumlu olması halinde, sanığın cezalandırılmasına karar verilebilecektir 21. “Kadına Yönelik Taciz ve Şiddetin İspatı ve ‘Kadının Beyanı Esastır’ Önermesi Üzerine Bir Değerlendirme” başlıklı yazısında avukat Feyzi Çelik; “Cinsel saldırıya uğrayan kadının derhal yetkili organlara başvurması halinde suç delillerinin toplanıp şüpheliye gidilmesinin yolları açıktır. Bu durumda kadının beyanı maddi delillerle desteklendiğinden dolayı ispatta bir sorun olmaz. Ancak maddi delille ispatı mümkün olmayan tehdit, cinsel taciz ve hakaret gibi suçlarda beyana itibar etmekten başka bir yol yoktur… Kadının beyanının esas olması her olayın özelliklerine göre değerlendirilmelidir.”22 demektedir. Burada ise, cinsel saldırı durumunda beyanın esas alınmasına ihtiyaç duyulmadığı, ancak cinsel tacizde ihtiyaç duyulabileceği, bu durumda da beyana itibar etmekten başka yol olmadığı, öte yandan da her olayın kendi özelliği dikkate alınarak esas alınması gerektiği söyleniyor. Yazar, cinsel saldırı fiillerinden hemen sonra yetkili organlara başvurulması halinde ispatının mümkün olduğunu söylemişse de, burada cinsel saldırıyı sadece nitelikli cinsel saldırı biçiminde düşünmek gibi bir hataya düşüyor. Nitelikli cinsel saldırıda, vücut sıvısı, kıl, doku örneği gibi delillerin olması çok mümkün. Ancak dokunma, sürtünme, öpme vs. gibi basit cinsel saldırıda, bu tip deliller olmamaktadır. Bu yüzden, bütün cinsel saldırılar için, ispat konusunda sorun yaşanmaz şeklinde kesin bir şey söylenemez. Ayrıca nitelikli cinsel saldırılarda kadınlar, olayın travmasının etkisiyle hemen yetkili kurumlara başvuramamakta ve kendilerini kirlenmiş hissettiklerinden, yıkanarak delillerin kaybolmasına neden olmaktadır. Tecavüzün psikolojik etkisi 242 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Av. Seher KIRBAŞ CANİKOĞLU gözetilmediği için, kadınların sonrasındaki davranışları, özellikle erkekler tarafından anlaşılamamaktadır. Bu yüzden, birçok mahkeme sanıklara beraat kararı vermektedir. Bu sebeple, yargı mensuplarının tecavüzün psikolojik olarak nasıl sonuçlar doğurduğu konusunda eğitilmeleri gerekmektedir. Yazar tarafından ayrıca, tehdit ve hakaret gibi suçlarda da ispat bakımından zorluklar yaşandığı ve bunlar için de beyanın esas alınması öneriliyor. Ancak yazının genel bağlamı dikkate alındığında sadece kadınlar için değil, dezavantajlı (polise karşı vatandaş, öğretmene karşı öğrenci, işverene karşı işçi, vs.) herkes için bu tip suçlarda, olayın özelliği de gözetilerek, delil olmasa da sadece mağdurun beyanına dayanarak ceza kararı verilmesi öneriliyor. İspat zorluğu yaşanan, cinsel suçlar dışındaki suçlar için de, beyanın esas alınması önerisi de, bu tartışmalarda karşımıza çıkan ve ileride daha da fazla çıkacak olan bir durum. İlkeyi konuşurken, gözetmemiz gereken başka bir husus da bu… Yazar, kadının beyanının esas alınması önerisinden hareket ederek daha geniş bir yorum yapmış ve hem cinsel suçlar dışındaki ispatı zor olan suçlar için beyanın esas alınmasını önermiş, hem de sadece kadın değil başka dezavantajlı gruplardan kişiler için de beyana itibar edilmesini önermiştir. Her ne kadar kadının beyanının esas alınması konusu ispat zorluğu ile birlikte konuşulsa da, bu konunun diğer önemli bir motivasyonu da, cinsel suçların çok yaygın bir kadına yönelik ayrımcılık biçimi olmasıdır. Yani Ceza Muhakemesi Kanunu’ndaki bir açığı kapatma ihtiyacının yanında ve daha çok bir ayrımcılık biçimiyle mücadele etme saiki de, beyanın esas alınması önerisinde etkilidir. Bu yüzden, bazı durumlarda masumiyet karinesi ile yarışan başka bir karine olarak, beyanın esas olması karinesi ortaya atılmıştır. Sadece ispatı güç denilerek masumiyet karinesine yönelik istisnaların arttırılması ise, hepimizi tehdit edecektir. Kerem Altıparmak, “Kabataş Olayı Neden Bir ‘Kadının Beyanı Esastır’ Uygulaması Değildir?” başlıklı yazısında; “devlet kadına yönelik şiddet söz konusu olunca tam tersi bir karineden hareket ediyor ‘kadının beyanı yalandır’. Savcılar da bu yalanı ortaya çıkarmak için canla başla uğraşıyor. Oysa savcıdan beklenen çok basit; saldırıya uğrayan kadının geçirdiği travmayı da dikkate alarak söylediğinin doğru olacağını kabul ederek delil toplaması, soruşturma yapması. Burada beklenen, ‘etkili soruşturma’ ödevinin güçlendirilmiş bir tipi aslında… İşte kadının beyanının esas alınması ilkesi de failin tüm savunma imkanlarından yoksun bırakılarak tutuklanmasını değil, bu ilke çerçevesinde bir soruşturma yürütülmesini gerektiriyor… Böyle anlaşıldığı zaman, suçsuzluğunu ispat etmesi gerekmeyen şüpheli açısından da masumiyet karinesini ihlal etmiş olmuyor.”23 diyerek, ilkeden ne anladığını anlatıyor. Ancak Kerem Altıparmak, ne beyanın esas alınmasından tek başına mahkumiyete yeterli olmasını, ne de ispat külfetinin sanığa/ şüpheliye geçmesini anlıyor. Yazar için kadının beyanının esas alınması demek, 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 243 “Kadının Beyanı Esastır”: Çok Bilinmeyenli Bir Denklem cinsel suçlarda kadının yaşadığı travma, toplumdaki kadın aleyhine eşitsizlik ve bu tip suçların sıklığı gözetilerek, bu bilinçle etkin soruşturma yürütülmesi ve hatta etkin soruşturma tamlamasının karşılamadığı kadar hassas bir biçimde bu tip soruşturmaların yürütülmesi. Bu bağlamda, mevcut sistem içinde savcıların zaten yapması gerekeni, yapması gerektiği gibi yapmasını öneriyor. Ancak, savcılar yazarın söylediği biçimde hassas ve etkin bir soruşturma yürütseler de, çözülemeyecek çok sayıda dava var. Sevda Karaca “Kabataş Olayı ve ‘Kadının Beyanı’ Meselesi” başlıklı yazısında, “kadının beyanı esastır ama bu, kadının beyanının ‘hüküm’ olduğu anlamına gelmez. Taciz ve tecavüzde kadın, kanıtlama yükümlülüğü bulunmadan, öncelikle gerekirse korumaya alınır, ‘ya iftira atıyorsa, yalan söylüyorsa’ denmeden önleme, soruşturma, yargılama süreçleri hızla harekete geçirilir. Bu süreçte kolluk, yargı ve adli tıp üzerine düşeni yapar. Yani kadının beyanı esastır ilkesi, o beyanın gereğinin yapılması, soruşturmanın başlatılması ve gereğince yürütülmesi ile ilgilidir. Hükümle ilgili değil…”24, diyor. Sevda Karaca’nın yazısından da, beyanın tek başına hüküm için yeterli olmaması gerektiği ve ilkenin, suçun mağdur üzerindeki etkilerinin ve toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin yarattığı kadın aleyhine koşulların da gözetilerek, cinsiyetçi uygulamalardan arındırılmış bir soruşturma yapılması ile ilgi olduğu sonucu çıkıyor. Eda Aslı Şeran ve Zeynep Koçak Yılmaz, “Kabataş Olayında Çin Krizi: Kadının Beyanı Esastır İlkesi” başlıklı yazılarında; “‘Kadının beyanı esastır’ ceza muhakemesinde yerleşik bir ilke olarak kabul görmesi beklenen bir ilke. Temel amacı kadına yönelik şiddet suçlarının soruşturulma ve/veya kovuşturulabilmesi açısından kadın beyanının yeterli olduğunu hatırlatmak. Bunun yanında soruşturma ve kovuşturmanın her aşamasında kadının kendini en iyi şekilde ifade edeceği imkanları yaratabilmek, kadın olmasından ötürü karşılaşabileceği dezavantajları ortadan kaldırmaktır… Bu ilkenin masumiyet karinesi ile çeliştiğini iddia edenler kadının beyanının tek başına hüküm oluşturduğu yanılsamasına kapılmaktadır. Burada kafa karıştırıcı olan ‘esas’ın ne anlama geldiği midir? Esas, burada başlangıç anlamına gelir.”25 demektedir. Bu metnin yazarları da, kadının beyanının esas alınmasının, sadece beyanlara dayanarak hüküm kurmak demek olmadığını, kadınların beyanını ciddiye alarak kadının kendini en iyi ifade edebileceği soruşturma ve kovuşturma koşullarının oluşturulması anlamına geldiğini söylemekteler. Ancak yazarlar tarafından, beyanın esas alınmasının sadece cinsel suçlar için değil, kadına yönelik tüm şiddet suçlarında uygulanmasının beklendiğini görüyoruz. Yani bir erkek tarafından hakarete maruz kalan veya fiziksel şiddete uğrayan kadınların da beyanlarının esas alınması gerektiğini söyleyerek, ilkenin kapsamını biraz daha geniş algıladıklarını görüyoruz. Yazarlar, masumiyet karinesi ile kadının beyanının esas alınmasının birbiriyle çelişeceğini düşünenlerin 244 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Av. Seher KIRBAŞ CANİKOĞLU yanılsama içinde olduğunu söylerken, muhtemelen hepimizin yaptığı hatayı yaparak, beyanın esas alınması ilkesinden herkesin aynı şeyi anladığı varsayımı ile hareket ediyorlar. Halbuki kadının beyanının esas alınmasının masumiyet karinesi ile çelişebileceğini söylemi, yukarıda birkaç örneği de görüleceği üzere, kadının beyanının her durumda hükme esas alınmasını talep edenlere karşı ileri sürülmektedir. Kadının kendini uygun bir biçimde ifade etmesini sağlayacak koşullarda soruşturma ve kovuşturma yapılması durumunda, elbette masumiyet karinesi ihlal edilmiş olmayacaktır. Aynı yazıda ayrıca, “Bu ilkenin masumiyet karinesi ile çeliştiğini iddia edenler kadının beyanının tek başına hüküm oluşturduğu yanılsamasına kapılmaktadır. Burada kafa karıştırıcı olan ‘esas’ın ne anlama geldiği midir? Esas, burada başlangıç anlamına gelir”, denmekte. “Esas”ın sözlük anlamına baktığımızda; “bir şeyin özünü oluşturan ana öğe, temel, bir iş ya da sözde doğru biçim, ana temel olarak alınan, başlıca asal, esasi”, şeklinde tanımlandığını görüyoruz. Günlük hayattaki kullanımlarımız da, sözlük anlamına paraleldir. Yazarların “esas” kelimesinden başlangıcı anlayabilmeleri, onların ilkeye yükledikleri anlam sayesinde olabilmektedir. Kadının beyanı esastır etrafında yürütülen tartışmaları bütünlüklü olarak takip edemeyen milyonlarca kişi, ilkeyi duyduğunda koşulsuz ve şartsız kadının beyanının hüküm için yeterli olacağı sonucunu çıkartır ki, tartışmalardan haberdar olanların bazıları dahi halihazırda bu sonucu çıkarmaktadır. Bir kelime yaygın kullanımının dışında bir anlamda kullanıldığında, ne demek istendiğinin her seferinde ısrarla tekrar edilmesi, birbirimizi anlamak ve kelimeye yüklenen/yüklenmeye çalışılan yeni anlamın yaygınlaşması için zaruri. Aksi takdirde, birbirini anlamamaktan veya yanlış anlamaktan kaynaklı bir tartışma ortamı oluşmakta. Bu ilke etrafında yazan ve konuşan herkesin, kendi algısının diğerleri tarafından da aynen paylaşılmayabileceğini, başka ihtimaller olabileceğini, başkalarının bu ilkeden başka şeyler anladığını ya da başka amaçlar için kullanılmasını isteyebileceğini/istediğini, her zaman aklında tutması gerekiyor. Diğer taraftan ilkenin içeriği konusunda geniş bir uzlaşı sağlanabildiği takdirde, kadının beyanı esastır şeklinde değil de, başka bir biçimde ifade edilmesi konusu da düşünülmelidir. Fadime Özkan, “Kabataş ve İnsanlıktan Düşüş” başlıklı yazısında, Kabataş’ta saldırı olduğu iddia edilen gün ve saatteki mobese kayıtlarında herhangi bir saldırı görülmemesi üzerine Kabataş’ta olduğu iddia edilen her şeyin yalan olduğunu söyleyenlere karşı, “Üstelik bunu ‘tacize uğrayan kadının beyanı esastır’ gibi evrensel kabule rağmen yapmaktalar… Ben darp ve tacizi görünür şekilde kaydeden görüntüler de olduğuna ve vaktin birinde mutlaka ortaya çıkacağına inanıyorum. Lakin o vakte kadar ve her durumda mağdurun beyanı esastır. Kaldı ki, bize gösterilen görüntülerde, kalabalığın duraksadığı 20-30 saniyede bile mağdurun 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 245 “Kadının Beyanı Esastır”: Çok Bilinmeyenli Bir Denklem anlattığı her şeyin yaşanmış olabileceğini düşünürüm. Başörtüsünü çekiştirme, tekmeleme, hakaretler ve diğer aşağılık şeyler… İnsanlıktan düşmek için yeterli süre.”26, diyor. Yazı ilke hakkında değil, Kabataş Olayı bağlamında kaleme alındığı için, metin okumasından hareketle ilkeden ne anlaşıldığına bakacak olursak, yazar görüntülerde herhangi bir saldırı özellikle de yerde üzerine işeme, cinsel organ sürtme, üstü çıplak, deri giysili adamlar olduğuna dair şeyler olmadığı çok açıkça belli olmasına rağmen, kadının beyanını esas almaktan bahsediyor. Kadının beyanının esas alınması, ortada suçun işlendiğine/işlenmediğine dair herhangi bir kanıt olmadığı zamanlarda, işlenmiş olabileceğini varsayan bir karine. Oysa görüntülerde böyle bir olayın olmadığı, en azından ifade tutanağındaki gibi abartılı şeylerin olmadığı açık bir biçimde ortadayken, halen kadının beyanının esas alınması gerektiğini söylemesi, ciddiye alınabilir değil. Yazar en azından sözel tacizin olduğunu düşünüyorum deseydi, yine kabul edilebilirdi; ama ifade tutanağındaki abartılı olayların birçoğunun gerçekleşmediği açık olduğu halde, halen beyanı esas alıyorum zorlaması doğru değil. Ayrıca, görüntülerden sonra inanmayanlara, nasıl kadının beyanını esas almazsınız demek de, mantıki olarak kabul edilebilir değil. Karineyi savunanlar, cinsel suç mağdurlarının iddialarını ispat zorluğu yaşadıkları için yargı ve kolluk tarafından mağdur edilmesinin önüne geçmek için savunuyorlar, yoksa kadına yönelik şiddeti bahane ederek meşru bir toplumsal hareketi karalamaya çalışanlara malzeme vermek için değil! Kabataş Olayı ve ertesinde yaşanan gelişmeler, kadının beyanının esas alınmasının aslında ne kadar bıçak sırtı bir konu olduğunu bize gösterdi. Bu yüzden, Kabataş Olayı olarak bilinen olayın, kadının beyanının esas alınması tartışmalarında önemli bir kırılma olduğunu düşünüyorum. Bu olay öncesinde kadının beyanının, her durumda, cezalandırma için yeterli sayılmasını talep edenlerin sayısı daha fazla iken, bu olaydan sonra talebin içeriğinin bir değişim geçirdiğini gözlemleyebiliyoruz. Zira Kabataş Olayı, karinenin kişisel ya da politik çıkarlar için kolayca bir istismar malzemesi olarak kullanılabileceğini gösterdi. Ayrıca yazar, tacize uğrayan kadının beyanının esas olduğu hakkında evrensel bir kabul olduğunu iddia etse de, Türkiye dışında kadının beyanının esas alındığı hakkında herhangi bir bilgi yok elimizde. Diğer ülkelerde de cinsel suçların ispatı konusunda zorluklar yaşandığı ve hatta kamu görevlilerinin cinsiyetçi kabullerle hareket ettiklerini ve kadınların bunun çözümü için çeşitli alternatifler geliştirdiklerini gözlemlesek de, bizdeki gibi beyanı esas alan bir karinenin olduğunu gösteren herhangi bir örnek yok. Mesut Hasan Benli’nin, “Cinsel Saldırıya Takipsizlik ‘Gerekçe’si: Kadının Beyanı Esas Ama ‘Gezici’yse İş Başka” başlıklı haberinde; Gezi Parkı eylemleri 246 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Av. Seher KIRBAŞ CANİKOĞLU sırasında gözaltına alınan ve gözaltında polisin tacizine uğradığı için şikayetçi olan mağdurun şikayeti hakkında takipsizlik kararı gerekçesinde; “Cinsel saldırı suçlarında mağdurenin saptanabilen başka bir amacı bulunmadığı, ifadeleri çelişkili olmadığı durumlarda, kendi iffetine zarar verecek şekilde yalan söylemeyeceği değerlendirilerek, şüpheli yerine onun ifadesine itibar edileceği önemle vurgulanmaktadır. Ancak müştekinin Gezi olayları olarak bilinen ve şiddet eylemlerine dönüşen gösterilerden biri olan Dikmen Caddesi’ndeki izinsiz gösteriler sırasında yakalandığı, polislere karşı cinsel içerikli suçlayıcı beyanlarda bulunarak savunmaya dönük olarak olayı başka yöne çekmeye çalıştığı, ifadesinin bu nedenle samimi, tutarlı ve inandırıcı kabul edilmeyeceği değerlendirilmiştir.”27 denilmektedir. Kadının beyanının esas alınması konusu, Gezi Direnişi sırasında sık sık gündeme geldi. Özellikle Kabataş’ta başörtülü bir kadının Gezi Direnişi’ne katılanlar tarafından tacize ve hatta cinsel saldırıya uğradığı iddiası sonrasında, dönemin başbakanı Recep Tayyip ERDOĞAN gibi birçok ismin, kadının beyanının esas alınması gerektiği şeklinde ifadeler kullandığına şahit olduk. Daha önce ne kadınların cinsel şiddete uğraması konusunda, ne de bu şiddetin cezasız kalmasından şikayetçi olduklarını gördüğümüz bu kişilerin birden bire en feminist ilkelerden birine bu kadar canhıraş sarılmış olmaları, politik bir ikiyüzlülüktü elbette. Ancak yukarıda da ifade ettiğim gibi, beyanın esas alınması konusu çok derin bir soruna çözüm üretme amacı taşısa da, kendi içinde başka sorunlar yaratmaya da müsait. Kabataş’ta başörtülü kadının herhangi bir saldırıya uğramadığı hakkında delil olmasına rağmen halen beyanının esas alınması gerektiği konusunda ısrar edenler, polis aracı içerisinde cinsel tacize uğradığını söyleyen bir kadının iddiası hakkında verilen takipsizlik kararı karşısında, ölüm sessizliğine bürünmekteler. Türkan Yalçın Sancar, “Şüphesiz, her suçta olduğu gibi, cinsel suçlarda da ‘iftira’ her zaman mümkündür. Yargıç olayı değerlendirirken klişelerden tamamen uzaklaşmalı; mağdurun beyanından başka delil olmamasını ‘şüpheden sanık yararlanır’ genel ilkesiyle her zaman mağdurun aleyhine çevirmemelidir. Öyle olaylar gerçekleşebilir ki, mağdurun beyanı bütün şartlar dikkate alındığında tek başına delil olabilirken; bazen de birçok delile rağmen yargıç şüphesini yenemeyip, sanık lehine karar verebilir.”28 diyerek, her olayın kendi koşulları içerisinde değerlendirilmesini, ancak bu değerlendirmeler yapılırken cinsiyetçi ölçütlerden kaçınılmasını ve bütün olasılıklar gözetildikten sonra mağdurun söylediklerinin inandırıcı olduğu kanaatindeyse, hakimin sadece beyana dayalı olarak da ceza verebilmesini savunmaktadır. Yazar, kadının beyanının her durumda değil, birçok koşul objektif ölçütlerle değerlendirildikten sonra esas alınmasını savunmaktadır. Yazarın önerisi, yargı tarafından halihazırda uygulanan kritere benziyor. Ancak yazarın görüşleri, kadınların inandırıcılığı ölçülürken cinsiyetçi ve ayrımcı kıstaslardan arındırılmış bir değerlendirme yapılmasını savunması 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 247 “Kadının Beyanı Esastır”: Çok Bilinmeyenli Bir Denklem bakımından, mevcut yargı uygulamalarından ayrılmaktadır, ki bu ayrım kadınlar için çok önemlidir. Mahir Zeren Okay, “Cinsel Taciz Var mı, Yok mu” başlıklı yazısında; “‘Mağdurun beyanı esastır’ lafının yöntemsel kısmı tartışılan bir mevzu. Bu lafın soruşturma başlangıcı sözü olduğu yönünde bir fikir var. Ben bunun da bizi ‘var mı, yok mu’ ikiliğine götüreceğini düşünüyorum. Soruşturma gerekliliğini ortaya koymak zaten ‘mağdur’un beyanını esas almamaktır. Tabi ki teşhir söz konusu olduğunda ‘fail’ de dinlenmelidir ama dediğim gibi, tersi ispat yükümlülüğü onda olduğu için bu durum bir hakemlik durumu veya kimin masum, kimin suçlu olduğunun belirlendiği bir durum olmamalıdır. Yüzleşme büyük olasılıkla zaten mağdur ile fail arasında yapılmıştır, 3. şahısların yapmasına gerek yoktur. Teşhire karar verildiği zaman teşhir metinlerinde cinsel taciz olgusu net bir biçimde ortaya konmalıdır. Faillerin önemli bir kısmının, yaptığı şeyin cinsel taciz olduğu algısında olmadığı için yapılacak hamleler faili de bilinçlendirmeye yönelik olmalıdır. Böyle olmadığı zaman tartışma ekseni gene ‘var mı yok mu’ya kayabiliyor... ‘Kadının beyanı esastır’ sözü ‘mağdurun beyanı esastır’ olarak genişletilebilir çünkü ataerkil toplum her türlü yüz kızartıcı cinsel suçun hayatta kalanını mağdur eder. Örneğin bir erkek de cinsel tacize uğradığını rahat söyleyemez.”29, demektedir. Yazar, cinsel suçlarda sadece kadının değil, bütün mağdurların beyanının esas alınması gerektiğini söyleyerek, ilkenin isminin buna uygun olarak değiştirilmesi gerektiğini savunuyor. Beyanın esas alınmasını, “lafı/sözü” olarak nitelendirmesinden, halen ilke olarak görmediği sonucunu çıkartabiliriz. Yazar, başka delil olmasa da beyanın doğru kabul edilmesi gerektiği düşüncesinde olduğunu ve soruşturma gerekliliğini vurgulamanın, zaten mağdurun beyanını esas almamak olduğunu söylüyor. Ayrıca, teşhiri bir çözüm/kabul olarak dile getiriyor ve ortaya çıkartacağı sorunları tartışmıyor. Soruşturma ve kovuşturma aşamasında ya da bunlar olmadan, şüpheli/sanık hakkında kesin karar varmış gibi yaygın bir söylentinin çıkarılması ve toplumsal hayattan, iş yaşamından dışlanmasına sebep olunması da, masumiyet karinesini ve bireylerin lekelenmeme haklarını ihlal edecektir. Masumiyet karinesi ve lekelenmeme hakkı sadece yargı önünde değil, toplumsal yaşamın bütün alanları için önem taşır. Bu yüzden de, kadının beyanının esas alınması tartışmasını sadece hukuki boyutuyla değil, toplumsal boyutuyla da yapmak gerekiyor. Bir kadın/mağdur cinsel bir suça maruz kaldığını söylediği zaman bu suçların yaygınlığını düşünerek, aksini gösteren önemli veriler olmadığı koşullarda, kişisel olarak ona inanmayı ve mümkün olduğunca onunla dayanışmayı tercih etmeliyiz ve en azından ona şüpheli/sorgulayan gözlerle bakmamanın sağlanması, gerekli ve zorunlu bir mücadele hepimiz için; ancak 248 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Av. Seher KIRBAŞ CANİKOĞLU kişisel olarak ona inanma ile bu bilgiyi kesin ve tartışılmaz bir bilgi gibi dolaşıma sokmak arasında, derin bir uçurum var. Esas alan kim olacak, esas aldığımız takdirde ne yapacağız soruları üzerine uzun uzun tartışıp, ortak bir politika belirlememiz gerekiyor. Cinsel taciz faillerinin, çoğu zaman yaptıklarının cinsel taciz olduğunu bilmediğini ve fiilin tartışmaya açılması ile birlikte, faillerin yaptıkları davranışın nasıl algılandığını fark etme fırsatı yakalayacaklarını söylemesini ise, önemli buluyorum. Özellikle cinsel taciz fiillerinde, fail ile mağdur arasındaki algı farklılıklarının çok önemli olduğunu gözlemleyebiliyoruz. Makul bir ortamda konuşulduğunda hem failin yaptığı davranışın yanlışlığını, hem de mağdurun aslında yaşadığının bir taciz değil de, iletişimsel bir sorun olduğunu anlayabileceği durumlar olacaktır. Cinsel taciz olaylarını, bir alışkanlık ve devamlılık göstermediği sürece, yargıya taşımadan çözmek; hem olayın iki tarafı, hem de toplum açısından daha faydalı ve politik bir tutum olacaktır. Cinsel şiddet alanında, çoğu zaman hukuki mücadelede yan yana durmak dışında, mücadele yöntemleri geliştirmekten yoksun kalıyoruz 30. Sonuç Olarak Yukarıdaki örneklerde fark edileceği üzere, herkes kendi söylediğinin diğerleri tarafından da, en azından belli bir çevrede, aynı biçimde anlaşıldığı, yorumlandığı ve talep edildiği şeklinde bir kabulle, söyleyeceklerini söylemiş. Neden böyle bir ilkeye ihtiyaç duyduğumuz konusunda hemfikiriz, fakat nasıl bir ilke istediğimiz konusunda farklı farklı şeyler söylüyoruz. Daha yeni yeni tartışılmaya başlanan bir ilke/karine söz konusu olduğu için, bu bir taraftan da doğal bir durum. Ancak kadının beyanının esas alınmasının, hukuk sistemi için yeni bir karine olduğunu gözeterek tartışmaların yürütülmesinin zaruri olduğu düşüncesindeyim. Zira, hukukun yüzlerce yıllık deneyimi sonrasında oluşturduğu masumiyet karinesi ile derin çelişkiler yaratmaya gebe bir karineden söz ediyoruz. Bu tehlikelere dikkat çekenleri kadın düşmanı olarak yaftalayarak tartışmak, bir süre sonra dönüp bizi de vurabilecek açıkların oluşmasına sebebiyet verebilir. Kabataş Olayı’nda olduğu gibi… “Kabataş”la birlikte, ilkenin barındırdığı risklerin somut olarak bir gün herkesin hayatında sarsılmalar yaratacağı gerçeği, ilkenin tartışılmaz olduğunu düşünenlerin büyük bir kısmı tarafından da kabul gördü. Başta da söylediğim gibi bu yazı kesin bir sonuca varma amacı taşımaktan ziyade, karine konusundaki farklı düşünceleri ortaya çıkartarak, hangi sorulara cevap verilmesi gerektiği konusunda bütünlüklü bir tartışma açma amacı taşımaktadır. Bütünlüklü bakma iddiama rağmen, birçok olasılığı yine de gözden kaçırmış olma ihtimalim olduğunun farkındayım. 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 249 “Kadının Beyanı Esastır”: Çok Bilinmeyenli Bir Denklem Bu bağlamda yukarıdaki örnekler üzerinden detaylandırıp çeşitli yönlerini inceleyerek ortaya koymaya çalıştığım sorular ve farklı bakış açılarını, aşağıdaki şekilde özetleyebilirim: Kadının beyanının hangi suçlarda/davalarda esas alınması gerektiği konusunda bir uzlaşma yok. Bazıları kadına yönelik bütün cinsel suçlarda esas alınması gerektiğini söylerken, bazıları sadece cinsel tacizde, bazıları ise sadece cinsel saldırı suçlarında kadının beyanının esas alınması gerektiğini savunmakta. Bu konuda hiç dillendirilmeyen ama konuşulması gereken diğer bir sorun da, cinsel saldırı davalarında, olayın olup olmadığı konusunda mı, rıza konusunda mı, ya da her ikisinde birden mi kadının beyanını esas alacağız hususudur. Kadının beyanının esas alınması konusu ilk olarak cinsel suçlarla başlamışsa da, bazıları kadına yönelik bütün şiddet olaylarında beyanın esas alınması gerektiğini yani hakaret, fiziksel şiddet olaylarında da beyanın esas alınması gerektiğini savunmaktadırlar. Bütün kadına yönelik şiddet olaylarında kadının beyanın esas alınması durumunda, boşanma ve tazminat davası gibi, ceza yargılaması dışındaki davalara doğru bir genişlemeden bahsetmek durumunda kalacağız. Beyanı esas almanın sonucunun ne olacağı konusunda da, bir uzlaşmadan/ fikir birliğinden bahsetmek mümkün değil. Başka herhangi bir delil olmasa da, her olayda, sadece kadının/mağdurun beyanına dayanarak ceza verilmesi gerektiği şeklinde yorum yapanlar olduğu gibi, beyan ispat edilemiyorsa ispat külfetinin şüpheli/sanık tarafına geçmesi gerektiği şeklinde yorumlayanlar da mevcut. Bazıları ise, ilkeyi, kadına yönelik şiddetin yaygınlığı ve ispat zorluğu gözetilerek, cinsiyetçi önyargılardan arındırılmış biçimde yürütülecek bir soruşturma ve kovuşturma yapılması, fakat somut delillerle suçun oluştuğu ispatlanamadığı takdirde de ceza verilmemesi şeklinde yorumlamaktadır. Kadının beyanının esas alınmasının nedeninin, suçların doğasından kaynaklanan ispat güçlüğü şeklinde sunulduğu ve cinsiyet ayrımcılığına yeterince vurgu yapılmadığı için, mağdurun kadın veya erkek olduğuna bakmadan hakaret, tehdit gibi suçlarda da bu ilkenin uygulanması şeklinde teklifler gündeme gelmektedir. Kadın hareketinin konuyla ilgili kendi içinde konuşması gereken diğer önemli bir konu da, bu olmalı. Cinsel suçlar sadece kadınlara yönelik değil, çocuklara, erkeklere ve LGBTİ bireylere karşı da işlenmektedir. Özellikle çocuklara karşı istismar vakalarının sayısı, ciddi boyutlardadır. Bu bireyler de, maruz kaldıkları suçu ispat ve dile getirme konusunda zorluklar yaşamaktadır. Dolayısıyla beyanın esas alınması ilkesinin, kadın dışındaki bireyler için de uygulanması konusunun da tartışılması gerekecek ve bu bireylere yönelik de genişletilmesi gerektiği kabul edildiği 250 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Av. Seher KIRBAŞ CANİKOĞLU takdirde, ilkenin halen “kadının beyanı esastır” şeklinde ifade edilmesinin, doğru ve anlaşılır olup olmayacağı üzerine de konuşmamız gerekecek. Bütün bu tartışmaları yaparken, ilkenin sınırlarının gün geçtikçe genişlemesinin, beyanın her durumda ve tek başına suçun oluştuğunun kabulü için yeterli görülmesi gerektiği talebinin, sadece beyana dayanarak suçlanan kişinin/sanığın/şüphelinin teşhir yoluyla afişe edilmesinin adil yargılanma hakkı, lekelenmeme hakkı ve masumiyet karinesiyle çelişmesi ve hak ihlallerine yol açacağı şeklindeki haklı itirazların da kafamızın bir tarafında her zaman durması gerekmekte. Hem hukukçuların, hem de hukukçu olmayanların keskin sınırlar çizmeden ve birbirlerini suçlayıcı bir dil kullanmadan, rahat bir biçimde kaygılarını paylaşabildiği koşullarda herkesi kapsayan bir çözüm üretebileceğiz. 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 251 “Kadının Beyanı Esastır”: Çok Bilinmeyenli Bir Denklem KAYNAKÇA 1 MacKinnon, Catharine. Feminist Bir Devlet Kuramına Doğru, s.176 (İstanbul, Metis Yayınları, 2003) 2 MacKinnon, Catharine. s.208 3 MacKinnon, Catharine. s.165 4 http://www.evrensel.net/haber/28271/delil-aramayin-kadinin-beyani-esastir 5 Üzülmez, İlhan. Türk Ceza Hukukunda Suçsuzluk Karinesi ve Sonuçları, s.41 (TBB Dergisi, 58. Sayı, 2005) 6 Dönmezer, Sulhi. Suçsuzluk Karinesi Üzerine Düşünceler, Prof. Dr. Nurullah Kunter’e Armağan, s.67 (İstanbul, 1998) 7 Üzülmez, İlhan. s.43 8 Yüce, Turfan Turan. Sanığın Savunması ve Korunması Açısından Ceza Soruşturmasının Hümanist İlkeleri, s.160 (TBB Dergisi) 9 Feyzioğlu, Metin. Suçsuzluk Karinesi: Kavram Hakkında Genel Bilgiler ve AİHS, s.135 (AÜHFD, C. 48, 1999/1-4) 10 Üzülmez, İlhan. s.52 11 Dönmezer, Sulhi. s.70 12 Dönmezer, Sulhi. S.72 13 Şahinkaya, Yalçın. İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi ve Türk Hukukunda Suçsuzluk Karinesi, s.206 (Ankara, Seçkin Yayınevi, 2008) 14 Tozman, Önder. Suçsuzluk Karinesi: Türk Hukukundaki Sonuçları, s.321 (EÜHFD, C. XI, S.3-4, 2007) 15 Bahri Öztürk, Mustafa Ruhan Erdem, Veli Özer Özbek. Uygulamalı Ceza Muhakemesi Hukuku, s.404-405 (İstanbul, 11. Baskı, 2007) 16 Bahri Öztürk, Mustafa Ruhan Erdem, Veli Özer Özbek. s.404 17 Erem, Faruk. Ceza Yargılaması Hukuku, s.351 (Ankara, 1986) 18 http://bianet.org/bianet/toplumsal-cinsiyet/124502-cinsel-tacizin-ispatiolmaz-kadinin-beyani-esas-alinmali 19 http://bianet.org/bianet/toplumsal-cinsiyet/124502-cinsel-tacizin-ispatiolmaz-kadinin-beyani-esas-alinmali 252 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Av. Seher KIRBAŞ CANİKOĞLU 20 http://birgunkitap.blogspot.com.tr/2014/08/kadnn-beyan-neye-esastr-nedenesastr.html 21 Koç, Ziya. Ceza Muhakemesinde Katılan, s.210, (İstanbul, On İki Levha Yayıncılık, 1. Baskı) 22 http://blog.radikal.com.tr/insan-haklari/kadina-yonelik-taciz-ve-siddetinispati-ve-kadinin-beyani-esastir-onermesi-uzerine-bir-degerlendirme-50448 23 http://bianet.org/bianet/kadin/153544-kabatas-olayi-neden-bir-kadininbeyani-esastir-uygulamasi-degildir 24 h t t p : / / w w w . e v r e n s e l . n e t / h a b e r / 7 8 4 5 6 / kabatas-olayi-ve-kadinin-beyani-meselesi 25 h t t p : / / w w w . b i r i k i m d e r g i s i . c o m / g u n c e l / kabatas-olayinda-cin-krizi-kadinin-beyani-esastir-ilkesi 26 http://haber.star.com.tr/yazar/kabatas-ve-insanliktan-dusus/yazi-844756 27 http://www.diken.com.tr/cisel-saldiriya-takipsizlik-gerekcesi-kadinin-beyaniesas-ama-geziciyse-is-baska/ 28 Yalçın Sancar, Türkan. Türk Ceza Hukukunda Kadın, s.208 (Ankara, Seçkin Yayıncılık, 2013) 29 http://kaosgl.org/sayfa.php?id=19183 30 Cinsel Şiddete Karşı Feminist Yöntem, s.9 (Feminist Politika, Kış 2011) 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 253 K adın ve Kız Çocuklarına K arşı İşlenen Cinsel Şiddet Suçlarında Cezasızlık Sorunu R aporu* Av. Candan DUMRUL** Av. Huriye KARABACAK DANACI** GİRİŞ Tüm dünyada kadına yönelik şiddet, sınıf, etnik köken, din, coğrafya ve kültür farklılıklarından bağımsız olarak toplumun her kesiminde görülmektedir. Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) verilerine göre, dünya genelinde her 3 kadından birinin hayatında en az bir kere şiddete maruz kaldığı tahmin edilmektedir.[1] Bu denli yaygın ve sistematik bir sorunun bir seferlik, tesadüfî, istisnai ya da geçici olmadığı da bilinmektedir. Yapılan araştırmalar Türkiye’de her beş kadından ikisinin fiziksel şiddet mağduru olduğunu göstermektedir. 2008 yılında Başbakanlık Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü (KSGM)’nün Türkiye’de Kadına Yönelik Aile İçi * Bu rapor İnsan Hakları Ortak Platformu’nun (İHOP) “Cezasızlıkla Mücadele Programı” kapsamında hazırlanmıştır. ** Ankara Barosu. [1] Dünya Sağlık Örgütü (2010 verileri) http://apps.who.int/iris/ bitstream/10665/85239/1/9789241564625_eng.pdf?ua=1 Kadın ve Kız Çocuklarına Karşı İşlenen Cinsel Şiddet Suçlarında Cezasızlık Sorunu Raporu Şiddet başlıklı araştırma[2] sonuçlarına göre, kadınların fiziksel veya cinsel şiddete birlikte maruz kalma yüzdesi % 41.9 u bulmaktadır. Şiddet uygulayanlar çoğu zaman tanıdık kişiler olabilmekte; kocalar, babalar, erkek kardeşler ya da akrabalık ilişkileri bulunan diğer aile bireyleri kadınlara şiddet uygulayabilmektedir. Türkiye’nin de üyesi olduğu Birleşmiş Milletlerin, Kadınlara Yönelik Şiddetin Önlenmesi Bildirgesi’ne göre kadına yönelik şiddet, “ister kamusal, ister özel yaşamda meydana gelsin, kadınlara fiziksel, cinsel ya da psikolojik zarar veya acı veren ya da verebilecek olan herhangi bir cinsiyet temelli şiddet eylemi veya bu tür eylemlerle tehdit etme, zorlama ya da keyfi olarak özgürlükten yoksun bırakmadır.” [3] Kadına yönelik şiddetin en sık görülen ve en ağır türlerinden birisi cinsel şiddettir. Tecavüz, cinsel suiistimal, iş yerinde, eğitim kurumlarında veya diğer yerlerde meydana gelen cinsel taciz ve sindirme, zorla evlendirme, kadın ticareti ve fahişeliğe zorlama cinsel şiddetin biçimlerinden ilk akla gelenlerdir. Cinsel özgürlüğe karşı işlenen suçlar, kadınların maruz kaldığı en yaygın şiddet biçimlerinden birisi olduğu halde bu sorunun, yaygınlığı ile orantılı bir biçimde hukuk sisteminin ve ceza yargılamasının konusu olmadığı bilinmektedir. Kadına yönelik şiddetle mücadelenin önündeki en önemli engellerden biri de sistematik bir cezasızlık sorunu/politikasıdır. Kadın ve kız çocuklarına yönelik şiddetin cezasız bırakılması sorunu, Türkiye’de henüz yeni gelişen cezasızlık kavramı altında bile ihmal edilmiştir. Bunun yanında, cezasızlığı besleyen yaklaşım ve ön yargıların da aşılması gerekmektedir. Uygun politika önlemlerinin alınması için yargı kararlarının, idari uygulamaların, mevzuatın ve kültürel örüntülerin etraflıca incelenmesi gerekmektedir. Cinsel saldırı/istismar, çoğu zaman kadına yönelik diğer şiddet biçimleriyle birlikte, kadını baskı altında tutmaya yönelik, evrensel bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır ve bu saldırıların mağdurlarının tüm dünyada ve Türkiye’de çoğunlukla kadınlar, trans bireyler ve çocuklar olduğu bilinmektedir. 2012/29/AB sayılı Direktifteki tanımı ile “Mağdur”; “(i) bir suçun doğrudan neden olduğu fiziksel, zihinsel veya manevi zarar veya ekonomik zarar dahil olmak [2] Başbakanlık, Kadını Statüsü Genel Müdürlüğü 2008 Türkiye’de Kadına Yönelik Aile İçi Şiddet, (Ankara 2009) [3] Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, (1993) BM Kadınlara Yönelik Şiddetin Önlenmesi Bildirgesi 256 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Av. Candan DUMRUL Av. Huriye KARABACAK DANACI üzere zarar gören gerçek kişi; (ii) ölümüne bir suçun doğrudan neden olduğu kişinin aile üyeleri ve o kişinin ölümü sonucunda zarar görmüş kişiler anlamına gelir.”[4] Bu çalışmada, kadınların ve kız çocuklarının maruz kaldıkları cinsel saldırı/ istismar suçlarının cezasızlık örüntüsünü kısmen ortaya çıkarmak amaçlandığından ve doğrudan cinsiyet ayrımcılığı temelli olması bakımından kadınlar ile kız çocuklarının maruz kaldığı cinsel şiddet vakaları ele alınmıştır. Zira yaşına, bekar veya evli olup olmamasına, fiziksel görünüşlerine, engelli olup olmamalarına, eğitim durumlarına, cinsel yönelimlerine/cinsiyet kimliklerine veya yaptıkları işlere bakmaksızın tüm kadınlar ve kız çocukları bu saldırılara yaygın biçimde maruz kalmaktadırlar. Bu çalışmada, cinsel özgürlüğe karşı işlenen suçlardan olan cinsel saldırı ve çocuğun cinsel istismarı konulu ceza davası örnekleri üzerinden, soruşturma, kovuşturma, cezalandırma ve giderim süreçleri ve mekanizmaların işleyişi temelinde sistemin yarattığı cezasızlık ve adaletsizlik sorunu analiz edilmeye çalışılmıştır. Çalışma için, 2005 yılında çıkartılan 5237 sayılı yeni Türk Ceza Kanunu’nda (TCK), cinsel dokunulmazlığa karşı işlenen suçların uluslararası standartlar gözetilerek yeniden düzenlenmesi sonrası, 2006-2013 yılları arası gerçekleşen vakalar arasından Ankara ve İstanbul illerinde yerel mahkemeler tarafından karara bağlanmış olan ve kadın hareketi içinde yer alan avukatlarca veya bu avukatların desteği/katkısı ile takip edilen 10 dava dosyası seçilmiştir. Türk Hukukuna kadına yönelik şiddet ve cinsel şiddetle ilgili kavramların girmesinde uluslararası gelişmelerin önemli bir rolü olmuştur. Ulusal düzeyde yasal düzenlemelerde yer alan kavramlar, temelini uluslararası sözleşmelerden almaktadırlar. Anayasa’nın 90. maddesine göre; usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası sözleşmeler iç hukukun birer parçasıdır. Bu düzenlemelerin yasalar ile aynı konuda farklı hükümler içermesi halinde çıkabilecek uyuşmazlıklarda uluslararası sözleşme hükümleri esas alınır. Bu nedenle çalışmada esas alınan uluslararası standartlar belirlenirken öncelikle Türkiye’nin taraf olduğu, özellikle cinsel şiddetin önlenmesine ilişkin doğrudan düzenlemeler içeren ve bu alana ilişkin en son standartları sıralayan uluslararası sözleşmelerden yararlanılmıştır. Bu sözleşmelerin Türkiye tarafından imzalanması [4] Prof. Dr. Ivo Aertsen (KU Leuven Kriminoloji Enstitüsü, Mağdur Hakları Uluslararası Danışmanı), Türkiye’de Mağdur Haklarının ve Mağdurlara Verilen Hizmetlerin Güçlendirilmesi Raporu (Mart 2014), s. 5 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 257 Kadın ve Kız Çocuklarına Karşı İşlenen Cinsel Şiddet Suçlarında Cezasızlık Sorunu Raporu ve onaylanması süreçleri de açıklanmıştır. Ayrıca, cinsel şiddete ilişkin olan ve sözleşmeler gibi doğrudan bağlayıcı olmasa da insan hakları standartlarının ve örf ve adet hukukunun bir parçası sayılan Bildirge ve Mahkeme kararları gibi ikincil hukuki kaynaklara da yer verilmiştir. Son olarak, Türkiye tarafından imzalanmamış olsa da özellikle BM ve Avrupa kurum ve kuruluşları tarafından oluşturulan ve uluslararası düzeyde kadına yönelik cinsel şiddetin önlenmesinde önemli ve daha yüksek standartlar barındıran Sözleşme ve benzeri yasal düzenlemelere de yer verilmiştir. Yukarıda açıklanan esaslar doğrultusunda cinsel şiddetin cezalandırılmasında esas alınması gereken uluslararası hukuk standartları tanımlanarak bir kontrol listesi oluşturulmuş, seçilen davaların soruşturma, kovuşturma, cezalandırma ve giderim süreçleri bu uluslararası hukuk standartlara göre analiz edilmiş ve aksayan yönleri ortaya çıkarılarak bu alandaki cezasızlık sorunun boyutları ortaya konulmaya çalışılmıştır. KADIN VE KIZ ÇOCUKLARINA KARŞI İŞLENEN CİNSEL ŞİDDET SUÇLARINDA CEZASIZLIK SORUNU 1. Cinsel Şiddet Nedir? Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ)’nün tanımlamasına göre[5] cinsel şiddet; kadınların fiziksel, zihinsel, cinsel ve üreme sağlıkları üzerinde kısa ve uzun vadeli sonuçları olan ciddi bir halk sağlığı ve insan hakları sorunudur. Cinsel şiddet çatışmalı ya da çatışmasız dönemlerde, ister partnerler arasında, ister büyük bir ailede ya da toplumda yaşansın, mağdur[6] için ağır bir ihlal ve acı bir deneyimdir. 11 Mayıs 2011’de İstanbul’da imzaya açılan Kadınlara Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi (İstanbul Sözleşmesi) kadına yönelik şiddetle mücadeleye ilişkin olarak Avrupa çapında hazırlanan ilk uluslararası sözleşmedir ve cinsel şiddetle mücadelede uygulanacak en son standartları barındırmaktadır. Sözleşme, 25 Kasım 2011 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde onaylanmış ve 01 Ağustos 2014’te yürürlüğe girmiştir. [5] http://www.who.int/reproductivehealth/topics/violence/sexual_violence/en/ (Erişim 17.06.2014) [6] Çalışmada “mağdur” ile kastedilen, “cinsel saldırı veya cinsel istismar eylemlerine maruz kalmış kişi”dir. 258 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Av. Candan DUMRUL Av. Huriye KARABACAK DANACI İstanbul Sözleşmesi 36. Maddesinde, ırza geçme de dahil olmak üzere cinsel şiddet eylemlerini; • Başka bir insanla, rızası olmaksızın, herhangi bir vücut parçasını veya cismi kullanarak, cinsel nitelikli bir vajinal, anal veya oral penetrasyon gerçekleştirmek; • Bir insanla, rızası olmaksızın, cinsel nitelikli diğer eylemlere girişmek; • Başka bir insanın, rızası olmaksızın, üçüncü bir insanla cinsel nitelikli eylemlere girmesine neden olmak şeklinde tanımlanmış ve Bu hareketlerin eski veya mevcut eşlere veya birlikte yaşayan bireylere karşı gerçekleştirilmiş eylemler için de geçerli olduğunu vurgulamıştır. 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 6. Bölümünde “Cinsel Dokunulmazlığa Karşı Suçlar” düzenlenmiştir.[7] Buna göre; 102. Maddede “Cinsel saldırı”, 103. Maddede “Çocukların Cinsel İstismarı”, 104. Maddede “Reşit Olmayanla Cinsel İlişki”, 104. Maddede ise “Cinsel Taciz” suçları yer almaktadır. 102. maddede yer alan “Cinsel Saldırı”, “Cinsel davranışlarla bir kimsenin vücut dokunulmazlığını ihlal etmek”tir. Bu suçun cezası, 2 yıldan başlamakta ve çeşitli durumlarda ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına kadar çıkmaktadır.[8] Cinsel Saldırı suçunun, beden ve ruh bakımından kendini savunamayacak durumda bulunan kişiye karşı veya kamu görevinin/hizmet ilişkisinin sağladığı nüfuz kötüye kullanılmak suretiyle veya üçüncü derece dahil kan ve kayın hısımlığı ilişkisi içinde bulunan bir kişiye karşı veya silahla veya birden fazla kişi tarafından birlikte işlenmesi halinde, verilen cezaların yarı oranında artırılacağı kanunda ayrıca belirtilmiştir. Yine 103. Maddede yer alan “Çocukların Cinsel İstismarı”; “Onbeş yaşını tamamlamamış veya tamamlamış olmakla birlikte fiilin hukuki anlam ve sonuçlarını algılama yeteneği gelişmemiş olan çocuklara karşı gerçekleştirilen her türlü cinsel davranış” ile “diğer çocuklara karşı sadece cebir, tehdit, hile veya iradeyi etkileyen başka bir nedene dayalı olarak gerçekleştirilen [7] Raporda, 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun “Cinsel Dokunulmazlığa Karşı Suçlar”ı düzenleyen 102, 103, 104 ve 105. Maddelerinin, 18.06.2014 tarih ve 6545 sayılı yasa ile değişiklik yapılmadan önceki halleri esas alınmıştır. Zira incelenen dosyalarda yasanın eski haline göre yargılama yapılmıştır. [8] 5237 sayılı TCK m. 102 (18.06.2014 tarih ve 6545 sayılı yasa ile değişiklik yapılmadan önceki hali) 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 259 Kadın ve Kız Çocuklarına Karşı İşlenen Cinsel Şiddet Suçlarında Cezasızlık Sorunu Raporu cinsel davranışlar”dır. Bu suçun cezası ise üç yıldan başlamakta ve müebbet hapis cezasına kadar çıkmaktadır.[9] Çocukların Cinsel İstismarı suçunun, üstsoy, ikinci veya üçüncü derecede kan hısımı, üvey baba, evlat edinen, vasi, eğitici, öğretici, bakıcı, sağlık hizmeti veren veya koruma ve gözetim yükümlülüğü bulunan diğer kişiler tarafından ya da hizmet ilişkisinin sağladığı nüfuz kötüye kullanılmak suretiyle veya birden fazla kişi tarafından birlikte işlenmesi halinde, verilen cezaların yarı oranında artırılacağı kanunda ayrıca belirtilmiştir. Gerek “cinsel saldırı” gerekse “çocuğun cinsel istismarı” eylemleri iki biçimde ortaya çıkabilir: İlk şeklinde, cinsel saldırı/istismar vücuda organ ya da sair cisim girişi olmadan kişinin vücut dokunulmazlığının ihlali şeklinde gerçekleşir. Bu tür cinsel saldırı/istismar örnekleri arasında; sarılmak, ellemek, okşamak, dokunmak, öpmek, elle dokunmak, çimdiklemek, şaplak atmak, omuza veya sırta dokunmak, sırtını sıvazlamak, etini sıkmak, yavaşça sürtünmek, gereksiz fiziksel temaslar ve dokunuşlar vs. sayılabilir. Bu suçun soruşturma ve kovuşturulması yetişkinlerde, mağdurun şikâyetine bağlıdır. Şikayet süresi ise olaydan itibaren 6 aydır. Çocuklarda ise şikayet şartı yoktur. İkinci tür cinsel saldırı/istismarda ise; kişinin vücut dokunulmazlığının, vücuda cinsel organ veya sair bir cisim sokulmasıyla ihlal edilmesi söz konusudur. Vajinal, anal ve oral yolla bir cisim ya da organ kullanılarak gerçekleştirilen saldırılar bu kapsamdadır. 2. Cinsel Özgürlüğe Karşı İşlenen Suçların[10] Cezalandırılmasında Uluslararası Standartlar İnsan haklarının ve kadın haklarının korunması ve geliştirilmesi uluslararası alanda çeşitli düzeylerde ortaya çıkmaktadır. Türkiye açısından bunların en önemlileri, Birleşmiş Milletler ve Avrupa Konseyi’nin oluşturduğu insan hakları koruma sistemidir. BM düzeyinde kadına yönelik şiddetin önlenmesine yönelik özel olarak hazırlanmış bir sözleşme bulunmamaktadır. Avrupa çapında ise Avrupa Konseyi [9] 5237 sayılı TCK m. 103 (18.06.2014 tarih ve 6545 sayılı yasa ile değişiklik yapılmadan önceki hali) [10] Her ne kadar Türk Ceza Yasası’nda “Cinsel Dokunulmazlığa Karşı Suçlar” ifadesi yer almışsa da; çalışmada, daha üst ve kapsayıcı bir kavram olması dolayısıyla “Cinsel Özgürlüğe Karşı İşlenen Suçlar” ifadesi tercih edilmiştir. 260 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Av. Candan DUMRUL Av. Huriye KARABACAK DANACI tarafından hazırlanıp 11 Mayıs 2011’de İstanbul’da imzaya açılan ve kadına yönelik şiddetle mücadele için en yeni ve en kapsamlı uluslararası araçlardan biri olan “Kadınlara Yönelik Şiddetin ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesine ve Bunlarla Mücadele Edilmesine Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi (İstanbul Sözleşmesi)” bulunmaktadır. İstanbul Sözleşmesi, İngilizcede 4P ilkesi olarak anılan Önleme (Prevention), Koruma (Protection), Kovuşturma (Prosecution) ve Politika (Policy) ilkelerine dayanmaktadır. Sözleşme, kendisinden önce hazırlanan ve kadına karşı şiddeti önlemeye veya ortadan kaldırmaya yönelik mücadele ile sıkı bağı nedeniyle; özellikle eşitlik hakkı, cinsiyete dayalı ayrımcılık yasağı, yaşama hakkı, kanun önünde eşitlik, çalışma hakkı, sağlık hakkı, eğitim hakkı gibi düzenlemelerin yer aldığı temel insan hakları belgeleri ile cinsel şiddetin önlenmesi ve cezalandırılmasına dair yol gösterici hükümler içeren uluslararası düzenlemeleri esas almış ve bunları daha da geliştiren ayrıntılı standartlar getirmiştir. Türkiye’nin ilk imzacılarından olduğu ve 1 Ağustos 2014 tarihinde yürürlüğe giren bu sözleşme, kadının cinsel özgürlüğüne karşı işlenen suçların hem idari yönden hem de ceza hukuku bakımından soruşturulması ve cezalandırılmasına yönelik uluslararası standartları belirten yasal düzenlemelerin sonuncusudur. Sözleşmenin hazırlanmasında hatırda tutulan ve dikkate alınan uluslarası kaynaklar giriş bölümünde; 1. BM Medeni ve Siyasi Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme (1966 –Türkiye Sözleşmeye 2003 yılından beri taraftır.) 2. BM Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme (1966 –Türkiye Sözleşmeye 2003 yılından beri taraftır.) 3. Kadına Karşı Her Türlü Şiddetin Ortadan Kaldırılmasına İlişkin Birleşmiş Milletler Sözleşmesi (“CEDAW”, 1979, Türkiye Sözleşmeye 1986 yılından beri taraftır.) ve İhtiyari Protokolünün (1999,Türkiye İhtiyari Protokole 2002 yılından beri taraftır.) yanı sıra CEDAW Komitesinin kadınlara karşı şiddete ilişkin 19 No.lu Genel Tavsiye Kararı 4. Çocuk Haklarına İlişkin Birleşmiş Milletler Sözleşmesi (1989, Türkiye Sözleşmeye 1995 yılından beri taraftır.) ve İhtiyari Protokolleri (2000, Türkiye Sözleşmeye 2002 yılından beri taraftır.) 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 261 Kadın ve Kız Çocuklarına Karşı İşlenen Cinsel Şiddet Suçlarında Cezasızlık Sorunu Raporu 5. Engellilerin Haklarına İlişkin Birleşmiş Milletler Sözleşmesi (2006, Türkiye Sözleşmeye 2009 yılından beri taraftır.) 6. Kadına karşı şiddet konusunda önemli standartlar oluşturan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin giderek genişleyen içtihat hukuku, 7. “İnsan Hakları ve Temel Özgürlüklerin Korunmasına İlişkin Sözleşme (AİHS, 1950, Türkiye Sözleşmeye 1954 yılından beri taraftır.) ve ek Protokolleri(Türkiye Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine bireysel başvuru hakkı tanıyan 11 no’lu ek Protokole 1990 yılından beri taraftır.), Avrupa Sosyal Bildirgesi (Şartı) (ETS No. 35, 1961, 1996’da gözden geçirildi, ETS No. 163, Türkiye Şart’a 1989 yılından beri taraftır.), İnsan Ticaretine Karşı Avrupa Konseyi Sözleşmesi (CETS No. 197, 2005) ve Çocukların Cinsel Suistimale ve Cinsel İstismara Karşı Korunmasına İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi (CETS No. 201, 2007, 8. Avrupa Konseyi Bakanları Komitesinin Avrupa Konseyi üye devletlerine gönderdiği; Kadınların şiddete karşı korunmasına ilişkin Rec(2002)5 sayılı Tavsiye Kararı, toplumsal cinsiyet standartları ve mekanizmalarına ilişkin CM/Rec(2007)17 sayılı Tavsiye Kararı, kadın ve erkeklerin çatışmayı önleme ve sona erdirme ve barışı oluşturmadaki rolüne ilişkin CM/ Rec(2010)10 sayılı Tavsiye Kararı ve Ilgili diğer tavsiye kararları; 9. Özellikle Uluslararası Ceza Mahkemesi Roma Anlaşmasını (2002, Türkiye bu Anlaşmaya taraf değildir.) ile Sivil Şahısların Harp Zamanında Korunmasıyla ilgili Cenevre Sözleşmesini (IV) ve sözleşmenin ilgili I ve II no.lu Ek Protokollerini ve uluslararası insani haklarının temel ilkeleri olarak sıralanmıştır. Bu nedenlerle bu çalışmada uluslararası standartların ana kaynağı olarak İstanbul Sözleşmesi esas alınmıştır. Ayrıca Sözleşmenin de esas aldığı ve bu sözleşmeden daha yüksek ve ayrıntılı standartlar içeren ve BM ile Avrupa düzeyinde hazırlanan diğer düzenlemelere de yer verilmiştir. Ancak standartları belirleyen tek kaynak sözleşmeler değildir. Uluslararası kuruluşların tavsiye kararları, bildirgeleri, usul ve delil kurallarının yanında Mahkeme kararları da bu alandaki standartların gelişmesinde önemli rol oynamaktadır. Özellikle BM CEDAW Komitesi’nin tavsiye kararları ile Avrupa İnsan 262 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Av. Candan DUMRUL Av. Huriye KARABACAK DANACI Hakları Mahkemesi’nin içtihatları taraf devletler ile uygulayıcılar açısından başvurulan önemli kaynaklardandır. İstanbul Sözleşmesi’nin giriş bölümünde sayılan bu insan hakları belgelerinin bir kısmı açık şekilde kadına yönelik şiddete dair düzenlemeler içerirken bir kısmı cinsiyete dayalı ayrımcılık yasağı ve kadın erkek eşitliğine ilişkin düzenlemeler içermekte, bir kısmı ise temel insan hak ve özgürlüklerine ilişkin düzenlemeler içeren metinler olmaları itibariyle kadına yönelik cinsel şiddet konusunda yol gösterebilme niteliği taşımaktadırlar. İstanbul Sözleşmesi ile dayandığı tüm bu temel insan hak ve özgürlüklerine ilişkin uluslararası belgelerde belirtilen ilke ve esaslar doğrultusunda, cinsel özgürlüğe karşı işlenen suçlarla mücadelede dikkate alınması ve uyulması gereken uluslararası standartlar; yasal güvencelerin varlığı, soruşturma ve kovuşturma aşaması ilkeleri, cezalandırma ve infaz aşaması ilkeleri ve giderim süreçleri başlıkları altında ayrıntılı olarak sayılmıştır. 2.1. Yasal Düzenlemelerin ve Güvencelerin Varlığı Cinsel şiddet ile mücadelede yasal düzenlemelerin ve güvencelerin varlığı çok önemlidir. Hukuki alanda alınacak tedbirler cezasızlıkla mücadelenin en önemli araçlarından biridir. İstanbul Sözleşmesi’nin 36. maddesinde; “Irza geçme de dahil olmak üzere cinsel şiddet eylemleri 1.Taraflar aşağıdaki kasten gerçekleştirilen eylemlerin cezalandırılmasını sağlamak üzere gerekli yasal veya diğer tedbirleri alacaklardır: a. başka bir insanla, rızası olmaksızın, herhangi bir vücut parçasını veya cismi kullanarak, cinsel nitelikli bir vajinal, anal veya oral penetrasyon gerçekleştirmek; b. bir insanla, rızası olmaksızın, cinsel nitelikli diğer eylemlere girişmek; c. Başka bir insanın, rızası olmaksızın, üçüncü bir insanla cinsel nitelikli eylemlere girmesine neden olmak. … 3.Taraflar 1. fıkrada yer alan hükümlerin aynı zamanda iç hukukta kabul edilmiş olan, eski veya mevcut eşlere veya birlikte yaşayan bireylere karşı gerçekleştirilmiş eylemler için de geçerli olmasının temin edilmesi için gerekli yasal veya diğer tedbirleri alacaklardır.” denilerek cinsel şiddetin cezalandırılması için 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 263 Kadın ve Kız Çocuklarına Karşı İşlenen Cinsel Şiddet Suçlarında Cezasızlık Sorunu Raporu gerekli yasal ve idari tedbirler alınması yükümlülüğü ayrıntılı bir şekilde düzenlenmiştir. Sözleşmenin 29. Maddesinde; “1. Taraf Devletler mağdurların faile karşı yeterli hukuksal başvuru yollarına sahip olmasını sağlamak üzere gereken yasal veya diğer tedbirleri alır. 2. Taraf Devletler, uluslararası hukukun genel ilkelerine uygun biçimde, mağdurlara, kendi yetkileri kapsamında gerekli önleyici ve koruyucu tedbirleri alma görevini yerine getirmeyen devlet makamlarına karşı yeterli hukuksal başvuru yollarını sağlamak üzere gereken yasal veya diğer tedbirler” den bahsedilmekte ve 30. Maddesinde; “1. Taraf Devletler, mağdurların bu Sözleşme uyarınca kabul edilen suçlar için faillerden tazminat talep etme hakkına sahip olmalarını sağlamak üzere gereken yasal veya diğer tedbirleri alır” düzenlemesi bulunmaktadır. İstanbul Sözleşmesi’nin kaynaklarından biri olan ve Türkiye’nin 1986 yılından bu yana taraf olduğu Birleşmiş Milletler Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Ortadan Kaldırılması Sözleşmesi (CEDAW, 1979) kadın-erkek eşitliğinin yasalar önünde olduğu kadar fiilen de sağlanmasını öngören ve kadının insan haklarının anayasası olarak anılan bir düzenlemedir. CEDAW Sözleşmesi’nin Hukuki Alanda Tedbirler Alma Yükümlülüğü başlıklı 2/b maddesinde; taraf devletlerin “Kadınlara karşı her türlü ayrımcılığı yasaklayan ve gerektiği takdirde yaptırımlar getiren gerekli mevzuatı çıkarmak ve diğer tedbirleri almak” yükümlülüğü bulunmaktadır. Bu maddede sözü edilen gerekli yasal ve idari düzenlemeleri yapma ve bu düzenlemeleri hayata geçirme, kadına yönelik şiddetin ortaya çıkmasını engelleme yükümlülüğü (pozitif yükümlülük) olarak da adlandırılmaktadır. Görüldüğü üzere uluslararası sözleşmelerde ve temel insan hakları belgelerinde öngörülen ilk standart; cinsel saldırı suçlarını idari ve cezai yönden önleme, cezalandırma ve uğranılan zararların giderim yollarına ilişkin yasal düzenlemelerin ve yeterli başvuru yollarının bulunmasıdır. 2.2. Soruşturma ve Kovuşturma Aşamasında Uyulması Gereken Uluslararası Standartlar I. Uluslararası standartlar açısından soruşturma ve kovuşturma aşamasının ne kadar sürede sonuçlandırıldığı son derece önemlidir. Çünkü soruşturma ve kovuşturma süreçlerinin makul bir sürede bitirilmesi, adaletin gecikmemesi cezasızlıkla mücadele açısından elzemdir. Bu aşamaların uzun sürmesi öncelikle mağdurların mükerrer ve ikincil mağduriyetine yol açtığı gibi suçların 264 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Av. Candan DUMRUL Av. Huriye KARABACAK DANACI cezasız kalmasına da yol açmaktadır. Uzun yargılamalar mağdurları başvuruda bulunmaktan alıkoyduğu gibi, yargılama sürecine etkin katılımlarını da engellemektedir. R(2006)8 sayılı Avrupa Konseyi Tavsiye Kararı uyarınca; “Mükerrer mağduriyet”, “aynı kişinin belirli bir süre içinde bir suç olayından birden fazla kez zarar görmesi”dir. “İkincil mağduriyet” ise “suç fiilinden doğrudan değil, kurumların ve bireylerin mağdura karşı davranışlarından dolayı oluşan mağduriyet” demektir. İstanbul Sözleşmesi’nin soruşturma, kovuşturma, usul hukuku ve önleyici tedbirler başlıklı 6. Bölümünün ilk maddesinde (49. Madde) süre konusu vurgulanmaktadır. 49. Maddede; “I- Taraf Devletler, bu Sözleşme’nin kapsamına giren bütün şiddet biçimleriyle ilgili soruşturma ve yargılamaların usule aykırı bir gecikme olmaksızın görülmesini ve ceza davasının tüm aşamalarında mağdurun haklarının dikkate alınmasını sağlamak üzere gereken yasal veya diğer tedbirleri alır.” denilmektedir. II. Cinsel şiddet suçlarının yargılamasının gecikme olmaksızın bitirilmesi kadar, cinsiyet duyarlı özel önlemler[11] ve usuller bulunması da mağdurlar ve yakınları açısından hayati önemdedir. Bu önlemlerin alınmadığı bir soruşturma sürecinin etkililiğinden söz edilemez. Mağdurun ikincil mağduriyetine yol açmadan, ifadesinin uygun ortamda uzman kadın personel tarafından alınmasından, avukat ve psikolog yardımından yararlandırılmasına; tekrar tekrar ifadesinin alınmamasından, psikolojik muayeneyi içerecek şekilde sağlık muayenesine erişmesine; yargılama sürecine etkin katılmasından, lehine olan delillerin toplanmasına kadar bir dizi önlemin alınması şarttır. a) Etkili bir soruşturma yapılmalı ve gerek soruşturma gerekse kovuşturma sürecinde “cinsiyetlendirilmiş şiddet anlayışı”[12] esas alınmalıdır: İstanbul Sözleşmesi’nin 49. Maddesi; “…II- Taraf Devletler, bu Sözleşme’de tanımlanan suçların etkili biçimde soruşturulmasını ve kovuşturulmasını sağlamak üzere, temel insan hakları ilkelerine uygun biçimde ve cinsiyetlendirilmiş şiddet [11] İstanbul Sözleşmesinin 4/4. Maddesi uyarınca; “Sözleşme kapsamında kadınlara yönelik toplumsal cinsiyete dayalı şiddeti önleyen ve kadınları toplumsal cinsiyete dayalı şiddetten koruyan özel önlemler ayrımcılık olarak kabul edilemez.” [12] “Cinsiyetlendirilmiş şiddet” tanımı İstanbul Sözleşmesi’nin 49. Maddesinden alınmıştır. (İHOP tarafından yapılan çeviri) Resmi çeviride “toplumsal cinsiyet temelli şiddet anlayışı” tanımı yer almaktadır. 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 265 Kadın ve Kız Çocuklarına Karşı İşlenen Cinsel Şiddet Suçlarında Cezasızlık Sorunu Raporu anlayışını göz önünde bulundurarak, gereken yasal veya diğer tedbirleri alır.” hükmünü içermektedir. İstanbul Sözleşmesi, “cinsiyetlendirilmiş şiddet” kavramı ile ne kastedildiğine ilişkin bir tanım içermemektedir. Bu sebeple de doktrindeki görüşlere bakmak gerekir. Uppsala Üniversitesi’nden Sosyolog Eva Lundgren “Şiddetin Normalleştirilme Süreci” adlı kitabında şiddetin “cinsiyetlendirilmiş” bir süreç” olduğundan bahseder. Yazara göre “şiddet sarmalındaki kişiler için şiddet, toplumsal cinsiyet, cinsellik ve iktidar sıkı sıkıya birbirinin içine geçmiştir. Ve bu kişiler bir fanus içinde yaşamamaktadırlar; anlatım, açıklama ve kavrama çabalarında toplumda kök salmış toplumsal cinsiyet ve şiddet gibi kavramlardan faydalanırlar.”[13] Bu bağlamda cinsiyetlendirilmiş şiddet anlayışının; ilgili toplumda egemen olan toplumsal cinsiyet rollerini ve o rollere bağlı olarak normalleşen şiddet biçimlerini göz önünde bulunduran ve aynı zamanda söz konusu rollerin gerçekleştirilmesi için gerekli olduğu varsayılan şiddet biçimlerini de açığa çıkartan bir yaklaşım olduğu söylenebilir. Cinsiyetlendirilmiş şiddet anlayışı çerçevesinde kadın ve erkeklerin cinsiyetlerine bağlı biçimde şiddet uygulama ve şiddete uğrama pratiklerinin farklı değerlendirilmesi yoluyla şiddetin soyut ve bağlamsız biçimde ele alınması engellenmek istenmektedir. Zira cinsiyetler arasındaki eşitsizliğin, şiddeti ne şekilde cinsiyetlendirdiğini akılda tutmak, şiddetin sistematikliğinin anlaşılması, nedenlerinin saptanması ve önlenme imkânlarının tespit edilebilmesi bakımından belirleyicidir. BM Kadına Yönelik Şiddetin Önlenmesine Dair Bildirgenin 4. maddesinde (c) “Devletler; gerek devlet, gerekse özel kişi tarafından işlenen, kadınlara yönelik şiddet eylemlerini önleme, soruşturma ve ulusal mevzuatı uyarınca cezalandırma konusunda gerekli özeni göstermelidir.” denmektedir. Türkiye’nin taraf olmadığı ve insanlığa karşı suç, savaş suçu ve soykırım suçlarını düzenleyen Roma Statüsü, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin Usul ve Delil Kuralları da yukarıdaki düzenlemelerle paralel bir biçimde, cinsel nitelik taşıyan suçların nasıl soruşturulacağı konusunda rehber niteliğindedir: Usul ve Delil Kuralları’nın 16/d maddesinde; “Cinsel şiddet mağdurlarının yargılama işlemlerinin tüm safhalarına katılmalarını kolaylaştırmak için cinsiyetduyarlı önlemler almak” tan bahsedilir. [13] Eva Lundgren, Şiddetin Normalleştirilme Süreci, çev. Berna Ekal, Ankara: Gökkuşağı Yayınları, 2009, s. 23 266 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Av. Candan DUMRUL Av. Huriye KARABACAK DANACI Tüm bu uluslararası standartların işaret ettiği üzere; kadına yönelik cinsel şiddet suçlarında, sistematik cezasızlık sorununun aşılabilmesinin, bu suçların soruşturma ve kovuşturma süreçlerinde fail ve mağdur eylemlerinin cinsiyet duyarlı bir şekilde değerlendirilmesine ve yargılama makamlarının şiddete cinsiyetlendirilmiş bir perspektiften bakabilmesine bağlı olduğunu söyleyebiliriz. b) Cinsel şiddetin “doğrudan” kanıtlarının mevcut olmadığı hallerde yetkili makamlar tüm olguları incelemelidir: AİHM’in “M.C/Bulgaristan” davasında[14] belirttiği üzere taraf devletlerin “tecavüzü cezalandırmak ve tecavüz vakalarını soruşturmak yönünde pozitif yükümlülüğü” bulunmaktadır. Cinsel şiddetin sadece ceza kanunlarında suç olarak tanımlanması yeterli değildir, şiddet izleri veya görgü şahitleri gibi tecavüzün “doğrudan” kanıtlarının mevcut olmadığı hallerde yetkili makamlar tüm olguları incelemeli ve olayları çevreleyen koşulları değerlendirerek bir karara varmalıdırlar. Bu bağlamda tecavüzün sadece fiziksel bulguları değil, psikolojik bulguları da dikkate alınmalı, mağdurun olay anlatımı “cinsiyetlendirilmiş şiddet” anlayışı ile değerlendirilmelidir. Bu değerlendirme esnasında; mağdur eylemlerine değil, fail eylemlerine odaklanmak, mağdurun yaşadığı travmaya bağlı psikolojik durumunu göz önünde bulundurmak, mağdurun travmaya bağlı tutarsız, karmaşık yahut eksik anlatımı olabileceğini gözeterek ayrıntılarda değil genel olay örgüsünde tutarlılık aramak ve mağdurun çoğunlukla olayın tek tanığı olduğunu unutmamak önemlidir. c) Cinsel şiddet iddialarıyla ilgili eksiksiz bir soruşturmanın, bağımsız tıp uzmanlarınca yapılacak psikolojik muayeneyi de içermesi gerekmektedir: İstanbul Sözleşmesi’nin “Cinsel şiddet mağdurlarına” destek başlıklı 25. maddesine göre; “Taraflar mağdurlar için tıbbi ve adli tıp muayenesi yapmak,… üzere gerekli yasal veya diğer tedbirleri alacaklardır.” Avrupa Topluluğu Adalet Divanı (ATAD) “Şükran Aydın / Türkiye” davasında[15] Türkiye’nin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin (AİHS) 3. ve 13. maddelerini ihlal ettiğine ve “tecavüz iddialarıyla ilgili eksiksiz bir soruşturmanın, bağımsız tıp uzmanlarınca yapılacak psikolojik muayeneyi de [14]http://insanhaklarimerkezi.bilgi.edu.tr/Books/khuku/ictihat_hukuku/ictihat_ hukuku__m_c__-_bulgaristan.pdf [15]http://www.yargitay.gov.tr/aihm/upload/57_1996_676_866.pdf 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 267 Kadın ve Kız Çocuklarına Karşı İşlenen Cinsel Şiddet Suçlarında Cezasızlık Sorunu Raporu içermesi gerektiği”ni özellikle belirtmiş ve “soruşturma konusu suçun doğası göz önüne alındığında, tıbbi kanıtın elde edilmesi biçimi ve tıbbi raporların içeriği”ni yetersiz bulmuştur. d) Mağdurun soruşturma sürecine etkin katılımı sağlanmalı, bunun için gerekli önlemler alınmalıdır: Mağdurun soruşturma sürecine etkin katılımı öncelikle bilgi vermeye hazır olması halinde mümkündür. Bu nedenle bilgi vermeye hazır olmayan mağdura öncelikle psikolojik ve sosyal destek verilmeli, gerekirse “iyileşmesi” beklenmelidir. Doktrinde zamanaşımı sürelerinin mağdurun bilgi vermeye hazır hale gelmesinden sonra işletilmesine dair görüşler dahi ileri sürülmektedir. İstanbul Sözleşmesi’nin 56. Maddesinde cinsel şiddet mağdurlarının soruşturma ve kovuşturma süreçlerinde etkin olabilmeleri için Taraf Devletlerin; “c. İç hukuk kurallarının öngördüğü koşullar altında mağdurlara hakları ve faydalanabilecekleri hizmetler ve şikayetlerinin takibi, masraflar, sorgulama veya davaların genel prosedürü ve onların prosedür içindeki rolleri, ek olarak davalarının sonuçları hakkında bilgi vermek”, “d. mağdurun iç hukuk kurallarının usulüne uygun olarak sesinin duyulmasını, kanıt temin etmesini ve kendi görüşlerini, ihtiyaçlarını ve kaygılarını doğrudan veya bir aracıyla sunmasını ve bunların dikkate alınmasını sağlamak” ve “e. mağdurlara haklarının ve menfaatlerinin usule uygun olarak sunulması ve dikkate alınması için uygun destek hizmeti sunmak” yükümlülüğü açıkça belirtilmiştir. Bu bağlamda, mağdurlara yargılama sürecine ilişkin eksiksiz, doğru ve anlaşılır bilgi alabilecekleri bir danışmanlık hizmeti sunulmalı, soruşturma ve kovuşturma evresinde kendilerini ifade edebilecekleri kanallar yaratılmalı, mağdura delil sunma, failin delillerinden haberdar olma, bunlara karşı beyanda bulunma imkanı tanınmalıdır. e) Soruşturma ve kovuşturma sürecinde mağdur ve tanıklara yeterli koruma ve destek hizmetleri sağlanmalıdır: • Mağdur ve Tanıkların Korunması: Mağdur ve tanıkların soruşturma ve kovuşturma sürecinde yeterli koruma görmemesi de cezasızlığa yol açan etkenlerden biridir. Uğranılan saldırıyı yargı makamları önüne taşıyabilmeyi beceren mağdurlar yeterli koruma 268 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Av. Candan DUMRUL Av. Huriye KARABACAK DANACI görmediklerinde süreci devam ettirememekte, şikayetlerinden vazgeçmektedirler. Aynı şekilde tanıklar da, kendilerinin de mağdur olacağı korkusu ile yargılama sürecinde tanıklık etmekten vazgeçmekte veya “tarafsız” kalarak bildiklerini söylememektedirler. Bu nedenle soruşturma ve kovuşturma sürecinde mağdur ve tanıklarının korunması son derece önemlidir. İstanbul Sözleşmesi madde 4/3’te; “Taraflar bu Sözleşme hükümlerinin, özellikle de mağdurların haklarını korumaya yönelik tedbirlerin, cinsiyet, toplumsal cinsiyet, ırk, renk, dil, din, siyasi veya başka tür görüş, ulusal veya sosyal köken, bir ulusal azınlıkla bağlantılı olma, mülk, doğum, cinsel yönelim, toplumsal cinsiyet kimliği, sağlık durumu, engellilik, medeni hal, göçmen veya mülteci statüsü veya başka bir statü gibi, herhangi bir temele dayalı olarak ayrımcılık yapılmaksızın uygulanmasını temin edeceklerdir.” Denilmektedir. Madde 7/2’e göre; “Taraflar ilgili tüm birim, kurum ve kuruluşlar arasında etkili bir işbirliği sağlanmak suretiyle, ve 1. fıkrada yer alan politikalarla, mağdurun haklarının, alınan tüm tedbirlerin merkezinde yer almasını temin edeceklerdir.” Risk değerlendirmesi ve risk yönetimi başlıklı madde 51’e göre; “1. Taraflar riski yönetmek ve gerektiğinde koordineli bir biçimde emniyet ve destek temin etmek üzere tüm yetkili makamların ölüm riski, durumun ciddiyeti ve şiddet eyleminin tekrarlanması riskini değerlendirmelerini temin etmek üzere gerekli yasal veya diğer tedbirleri alacaklardır.” Denilerek mağdur ve tanıklarının korunmasında risk değerlendirmesi ve risk yönetiminin önemine vurgu yapılmıştır. Koruma tedbirleri başlıklı madde 56’ya göre ise; “1. Taraf Devletler, sorgulama ve hukuki işlemlerin tüm aşamasında mağdurların haklarını ve menfaatlerini, tanık durumunda olduklarında özel ihtiyaçlarını da dâhil ederek korumak için: a. mağdurun, en azından kendisinin veya ailesinin tehlikede olabileceği durumlarda, failin kaçtığı ya da geçici veya kati olarak serbest bırakıldığı hakkında bilgilendirilmesini sağlamak; ... f. mağdurun mahremiyetini ve görüntüsünü korumak için tedbirlerin alınabilmesini temin etmek; g. mağdur ile failler arasında temastan mahkemede ve kolluk kuvvetlerinin binalarında, mümkün olduğu ölçüde kaçınmak; h. davaya taraf olarak katılan veya kanıt sunan mağdurlara bağımsız ve yetkin çevirmenler sağlamak 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 269 Kadın ve Kız Çocuklarına Karşı İşlenen Cinsel Şiddet Suçlarında Cezasızlık Sorunu Raporu i. iç hukuk kurallarına uygun biçimde, mağdurun, varsa uygun iletişim teknolojilerinden yararlanarak, mahkeme salonuna gitmeden veya en azından fail olduğu iddia edilen kişinin mahkeme salonunda bulunmadığı bir ortamda ifade vermesini sağlamak” la mükelleftirler. Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) Usul ve Delil Kuralları, Kural 87’de, mahkemenin alacağı tedbirlere örnekler verilmiştir. Bu tedbirler arasında, tanıkların, mağdurların veya mahkemede dinlenen herhangi bir kimsenin isminin mahkemenin halka açık kayıtlarından çıkartılması; bu bilgilerin üçüncü kişilere açıklanmasının yasaklanması; ifadelerin elektronik araçlarla alınması; ifadesine başvurulan kişiler için takma ad kullanılması sayılmıştır. UCM Kuralları uyarınca, hakim ya da mahkeme, kendiliğinden, dava taraflarından birinin talebiyle, tanığın ya da mağdurun talebiyle, sanığın haklarıyla uyum içerisinde olmak koşuluyla, tanıkların ve mağdurların korunması; kimliklerinin gizli tutulması; duruşmanın gizli yapılması, tanıkların ya da mağdurların duruşmaya tek yönlü kapalı devre televizyon aracılığıyla katılmalarını kararlaştırabilir. Mağdur ve tanıkların korunması cinsel saldırı suçlarının cezasızlığının ortadan kaldırılması bakımından büyük önem taşır. Şöyle ki; işbu rapor kapsamında incelenen dava dosyaları mağdurların şikâyette bulunma cesareti gösterebildikleri ve savcılık soruşturması sonucunda davaya konu olmuş dosyalardır. Oysaki faillerin kendilerine tekrar erişmelerden, kimliğinin/adresinin deşifre olmasından ve failin ve/veya yakınlarının kendisine ve/veya yakınlarına zarar vermesinden korktuğu için başvuruda bulunmayan binlerce mağduru tespit etmek olanaksızdır. Kendilerine yerli koruma ve güvence sağlanmadığı için basit cinsel saldırı suçlarında şikayetten vazgeçen pek çok mağdur olduğu da bilinmektedir. Bu bağlamda, mağdurun korku ve kaygılarının aynısını taşıyan pek çok tanık da kimliğinin/adresinin deşifre olmasından çekindiği için ya tanıklık yapmamakta ya da fail lehine tanıklık yapma yolunu seçebilmektedirler. Dolayısıyla, cinsel saldırı suçlarında cezasızlıkla mücadele edebilmenin temel koşullarından birisi mağdur ve tanıklara yeterli koruma ve güvencenin sağlanmasıdır. • Mağdur, Mağdur Yakınları ve Tanıklara Verilecek Destek Hizmetleri: Cinsel saldırı mağdurlarına hem adli sürece ilişkin hukuki destek hem de saldırının sonuçları ile başa çıkabilmek için tıbbi ve sosyal destek verilmesi esastır. 270 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Av. Candan DUMRUL Av. Huriye KARABACAK DANACI İstanbul Sözleşmesi madde 21’e göre; “Taraf Devletler, mağdurların bölgesel ve uluslararası bireysel/ toplu şikâyet mekanizmaları hakkında bilgi sahibi ve bu mekanizmalara erişebilir olmalarını güvence altına alır. Taraf Devletler, bu tür şikâyetlerin sunumunda mağdurlara duyarlı ve bilgiye dayalı destek sağlanmasını teşvik eder.” Cinsel şiddet mağdurlarına destek başlıklı Madde 25’e göre; “Taraflar mağdurlar için tıbbi ve adli tıp muayenesi yapmak, travma desteği ve danışmanlık hizmetleri sağlamak üzere uygun, yeterli sayıda ve kolayca erişilebilen, ırza geçmeyle İlgili kriz merkezleri veya cinsel şiddet sevk merkezleri oluşturmak üzere gerekli yasal veya diğer tedbirleri alacaklardır.” Madde 24’e göre; “Taraf Devletler, bu Sözleşme’nin kapsamına giren bütün şiddet biçimleriyle ilgili olarak arayanlara, gizlilik içerisinde ya da arayanın kimliğinin gizli kalmasına gereken özeni göstererek danışmanlık vermek için ülke çapında, kesintisiz (7/24) çalışan, ücretsiz telefon destek hattı hizmeti sağlamak amacıyla gereken yasal veya diğer tedbirleri alır.” Madde 56’ya göre; Taraf Devletler, sorgulama ve hukuki işlemlerin tüm aşamasında mağdurların haklarını ve menfaatlerini korumak için;“c. İç hukuk kurallarının öngördüğü koşullar altında mağdurlara hakları ve faydalanabilecekleri hizmetler ve şikayetlerinin takibi, masraflar, sorgulama veya davaların genel prosedürü ve onların prosedür içindeki rolleri, ek olarak davalarının sonuçları hakkında bilgi vermek” zorundadırlar. Madde 57’ye göre ise; “Taraf Devletler, mağdurların iç hukuk kurallarının öngördüğü koşullar altında hukuki yardım ve ücretsiz adli yardım alma hakkını temin eder.” Tüm bu düzenlemeler, mağdurların soruşturma ve kovuşturma süreçlerine etkin katılabilmelerinin, maruz kaldıkları saldırının sonuçları ile başa çıkabilmelerine bağlı olduğuna işaret etmektedir. Yeterli psikososyal desteği alan/alabilen mağdurlar adalet arama sürecine daha hazır hale gelmektedirler. Yargılama süreçlerinde “geç başvuru” olarak tanımlanan şikayetin ivedilikle yapılamaması sorunu, çoğunlukla mağdurların, travmanın sonuçları ile başa çıkabilme konusunda yalnız kalmalarından ve adli süreci başlatacak şekilde güçlendirici mekanizmalardan yoksun olmalarından kaynaklanmaktadır. Mağdurların kendi kendilerini rehabilite etme imkan ve süreçlerine göre şikayette bulunma süreleri de uzayabilmektedir. Yine mağdurların kolay, hızlı ve ücretsiz şekilde adli yardıma erişebilmeleri son derece önemlidir. Mağdurlar çoğunlukla bilgi sahibi olmaksızın ve bir uzman 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 271 Kadın ve Kız Çocuklarına Karşı İşlenen Cinsel Şiddet Suçlarında Cezasızlık Sorunu Raporu yardımından yararlanmaksızın şikâyette bulunmakta, bu eksik başvuru süreci failin cezasızlığına imkan sağlamaktadır. Öyle ki, ne zaman, ne şekilde, nereye başvuracağını bilmeyen mağdur; çoğunlukla kendini yalnız ve çaresiz hissedip bu süreçte yılgınlığa kapılmakta ve/veya soruşturmaya katılma konusunda pasif ve isteksiz olabilmektedir. f ) Soruşturma ve Kovuşturma Sürecinde Mağdurun Kişilik Hakları İhlal Edilmemelidir: İstanbul Sözleşmesi’nin “Soruşturmalar ve Kanıtlar” başlıklı 54.maddesinde; “Taraflar herhangi bir hukuk veya ceza davasında mağdurun cinsel geçmişi ve davranışıyla ilgili var olan kanıtlara yalnızca davayla ilgili ve gerekliyse izin verilmesini temin etmek üzere gerekli yasal veya diğer önlemleri alacaktır.” denilmektedir. Avrupa İnsan Haklar Sözleşmesi’nin 8. maddesi gereğince devlet, herkesin özel hayatına ve aile hayatına saygı gösterilmesini isteme hakkına özen göstermelidir. “Madde: 8- Özel ve Aile Yaşamına Saygı Hakkı Herkes özel ve aile hayatına, konutuna ve haberleşmesine saygı gösterilmesi hakkına sahiptir. Bu hakkın kullanılmasına bir kamu otoritesi tarafından müdahale, demokratik bir toplumda ancak ulusal güvenlik, kamu güvenliği, ülkenin ekonomik refahı, dirlik ve düzenin korunması, suç işlenmesinin önlenmesi sağlığın veya ahlakın veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması için gerekli olan ölçüde ve kanunla öngörülmüş olmak şartıyla söz konusu olabilir.” Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Türkiye aleyhine yapılan bir başvuruda verdiği kararında (20999/04 başvuru numaralı Özpınar/Türkiye davasında 19.10.2010 tarihli kararı[16]) başvurucuya yönelik suçlamaların özel hayat kapsamında kaldığını, müfettiş tarafından yürütülen disiplin soruşturması çerçevesinde tanıkların başvuranın özel hayatının şu ya da bu yönü hakkında sorgulanmasının ve bunun doğurduğu idari sonuçların, buna ilave olarak başvuranın davranış ve tutumlarını gerekçe göstererek verilen görevden alma kararının, özel hayatın gizliliğine yapılmış bir müdahale oluşturduğu kanaatine vardığını belirtmiştir. [16]http://www.yargitay.gov.tr/aihm/upload/20999-04.pdf 272 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Av. Candan DUMRUL Av. Huriye KARABACAK DANACI Dolayısıyla hem özel hayatın gizliliği kuralı gereği hem de mağdurun ikincil mağduriyetine yol açmamak için; soruşturma ve kovuşturma evresinde mağdura suça konu olayla doğrudan ilişkili olmayan sorular sorulmamalı, kendi hayatı ve geçmişi ile ilgili hususlar anlattırılmamalı, bunun yapılmaması konusunda yargılama makamlarını sınırlayacak ve mağdurun kişilik haklarının bizzat yargılama mercileri tarafından ihlalini yaptırıma bağlayacak yasal düzenlemeler yapılmalıdır. Aksi takdirde yargılama makamlarında bulunan kişilerin, kadınların ve erkeklerin toplumsal cinsiyet rollerine dair fikir ve önyargıları bu süreçlerde belirleyici ve mağdur açısından zarar doğrucu nitelik taşıyabilmektedir. g) Soruşturma ve Kovuşturma Sürecinde Mağdur Davranışları Suça Gerekçe Yapılmamalı ve Mağdurun Dolaylı Rızasından Bahsedilmemelidir: Cinsel şiddet vakalarında mağdurun “rızası”nın bulunup bulunmadığı mevcut koşullar bağlamında değerlendirilmeli ve salt mağdurun davranışlarından “rıza” olduğu sonucu çıkartılmamalıdır. İstanbul Sözleşmesi madde 36’ya göre; “… 2. Rıza, mevcut koşullar bağlamında değerlendirilmek üzere, şahsın özgür iradesi sonucunda gönüllü olarak verilmelidir.” Uluslararası Ceza Mahkemesi Usul ve Delil Kuralları, Kural 70’e göre; “Mahkeme, cinsel şiddet davalarında aşağıdaki prensipler tarafından yönlendirilecektir ve uygun olduğunda, aşağıdaki prensipleri uygulayacaktır: (a) Zor, tehdit, şiddet ya da zorlayıcı bir çevrenin avantajı kullanılarak mağdurun gönüllü ve sahih rıza gösterebilmesi zayıflatıldığında, rıza mağdurun sözlerinden ya da davranışından çıkartılamaz; (b) Mağdur, sahih rıza gösteremediğinde, bir mağdurun sözlerinden ya da davranışlarından rıza çıkartılamaz; (c) Cinsel şiddet iddiası mağdurunun susmasından ya da direnç göstermemesinden rıza çıkartılamaz; (d) Bir mağdurun ya da tanığın inanılırlığı, karakteri ya da cinselliğe yatkınlığı, bir mağdurun ya da tanığın önceki ya da sonraki cinsel mizacından çıkartılamaz.” Kural 71’e göre; “Bir Daire, … bir mağdurun ya da tanığın önceki ya da sonraki cinsel davranışına ilişkin delil kabul etmeyecektir.” İstanbul Sözleşmesi madde 42’ye göre; “1. Taraf Devletler, bu Sözleşme kapsamında yer alan şiddet eylemlerinden herhangi birinin gerçekleşmesini takiben 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 273 Kadın ve Kız Çocuklarına Karşı İşlenen Cinsel Şiddet Suçlarında Cezasızlık Sorunu Raporu başlatılan cezai işlemlerde kültür, örf ve adet, gelenek veya sözde “namus”un bu eylemlerin gerekçesi olarak kabul edilmemesini sağlamak üzere gereken yasal veya diğer tedbirleri alır. Bunlar arasında, özellikle, mağdurun, kültürel, dinî, toplumsal ya da geleneksel olarak kabul gören uygun davranış normlarını ve âdetlerini ihlal ettiği iddiaları da dâhildir.” Eş, partner, sevgili veya tanıdık kişiler (akraba, komşu, öğretmen, iş arkadaşı, amir vb.) tarafından gerçekleştirilen cinsel saldırı vakalarında, mağdurların bu kişilerle olan geçmiş ilişkileri, yakınlık düzeyleri, olay öncesindeki ilişkilenme biçimleri ve daha önceki cinsel davranışlara açık veya zımni rıza göstermiş olmaları ile olay sonrasında aynı ortamda kalmaya devam etmeleri, ilişkilerinin/ iletişimlerinin sürmesi ve ivedi biçimde başvuruda bulunmamaları genellikle mağdurun aleyhine yorumlanarak rızanın varlığına delil sayılmaktadır. Oysaki tanıdıkları tarafından cinsel saldırıya uğrayan mağdurların, bu kişiler hakkında yasal başvuruda bulunma konusunda tereddüt yaşadıkları ve yabancı failler konusunda gösterdikleri kararlılığı kimi zaman gösteremedikleri bilinen bir gerçektir. Bunda, kadınlara yönelik cinsiyete dayalı ayrımcı inanış ve kalıpların yanı sıra, yargılama makamlarının kamuoyuna (basına) yansıyan kimi önyargılı yaklaşımları ve kararları da belirleyicidir. h) Alternatif Uzlaşma Yöntemleri Yasaklanmalıdır: Genel olarak kadına yönelik şiddet özel olaraksa kadına yönelik cinsel şiddet uzun yıllar uzlaşma yöntemleri ile çözülebilecek bir sorun olarak görülmüş, mağdurlar ile failler barıştırılmaya, kimi durumda evlendirilmeye[17] ve eğer saldırı eşler arasında gerçekleşmişse yok sayılmaya çalışılmıştır. İstanbul Sözleşmesi madde 48’e göre; “Taraf Devletler, bu Sözleşme’nin kapsamına giren bütün şiddet biçimleriyle ilgili olarak, arabuluculuk ve uzlaştırma da dâhil olmak üzere zorunlu alternatif çatışma çözüm süreçlerini yasaklamak üzere gereken yasal veya diğer tedbirleri alır.” 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu bakımından cinsel saldırı/çocukların cinsel istismarı suçları, uzlaşma kapsamında yer almamasına rağmen, uygulamada mağdurlara uzlaşma önerildiği; fail ve mağdurun tanıdık olması durumunda özellikle kolluk kuvvetleri tarafından barıştırılmaya çalışıldığı, basit cinsel saldırı gibi takibi şikayete bağlı suçlarda uzlaşma önerisinin mağdurun şikayetten [17] 765 sayılı mülga Türk Ceza Kanunu, Madde 434- “Kaçırılan veya alıkonulan kız veya kadın ile maznun veya mahkumlardan biri arasında evlenme vukuunda koca hakkında hukuku amme davası ve hüküm verilmiş ise cezanın çektirilmesi tecil olunur...” hükmünü içermekteydi. 274 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Av. Candan DUMRUL Av. Huriye KARABACAK DANACI vazgeçmesine yol açabildiği bilinmektedir. Mağdurun daha en başında faille uzlaşmaya, barışmaya teşvik edildiği koşullarda; yargılamaya etkin katılması, bu süreci yürütme konusunda istekli ve kararlı olması mümkün olmamakta ve bu durum fiili cezasızlığı arttırmaktadır. 2.3. Cezalandırma ve İnfaz Aşamasında Uyulması Gereken Uluslararası Standartlar Failin suçuna uygun bir cezai yaptırımla karşılaşması, mağdurun adalete erişme konusunda bir tatmin sağlaması açısından önemlidir. İstanbul Sözleşmesi’nin Yaptırım ve Tedbirler başlıklı 45. Maddesi’nin 1. fıkrasına göre: “Taraflar, iş bu Sözleşme uyarınca ihdas edilen suçların etkili, orantılı ve caydırıcı bir biçimde, suçların ciddiyetini de göz önünde bulundurarak, cezalandırılmasını sağlamak üzere gerekli hukuki veya diğer tedbirleri alacaklardır. Bu yaptırımlar, gerektiğinde, suçluların iadesiyle sonuçlanacak biçimde özgürlükten mahrum bırakmayı da içeren cezaları.” kapsayabileceği söylenmekte ve aynı maddenin 2. fıkrasında ise faillere yönelik “hükümlü kişilerin izlenmesi veya denetlenmesi; mağdurun güvenliğini de içerebilmek üzere, çocuğun kendi yararının başka hiçbir şekilde garanti altına alınamaması durumunda, ebeveyn haklarının elinden alınması.” gibi diğer başka tedbirleri de benimseyebileceği belirtilmiştir. Bu bağlamda eylemle orantılı bir cezanın belirlenmesi, hapis cezalarının ertelenmemesi yahut adalet duygusunu sarsacak biçimde seçenek yaptırımlara çevrilmemesi, failin salt duruşmalardaki “iyi hal”i[18] esas alınarak cezaların indirilmemesi, özellikle nitelikli cinsel saldırı durumunda hapis cezası yerine para cezasına hükmedilmemesi cezasızlık durumunun ortadan kaldırılması için gereklidir. Özellikle son yıllarda uygulanan “Hükmün Açıklanmasının Geri Bırakılması” kararları[19] özellikle basit cinsel saldırı suçlarında faillerin hiçbir cezai yaptırıma maruz kalmamalarının önünü açmıştır. [18] 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun “Takdiri İndirim Nedenleri” başlıklı 62. Maddesi, uygulamada “iyi hal” indirimi olarak bilinmektedir. Madde 62- “(1) Fail yararına cezayı hafifletecek takdiri nedenlerin varlığı halinde, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası yerine, müebbet hapis; müebbet hapis cezası yerine, yirmibeş yıl hapis cezası verilir. Diğer cezaların (Değişik ibare: 5328–31.3.2005 / m.2) “altıda” birine kadarı indirilir. (2) Takdiri indirim nedeni olarak, failin geçmişi, sosyal ilişkileri, fiilden sonraki ve yargılama sürecindeki davranışları, cezanın failin geleceği üzerindeki olası etkileri gibi hususlar göz önünde bulundurulabilir. Takdiri indirim nedenleri kararda gösterilir.” Şeklindedir. [19] 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu, Madde 231 –“ Sanığa yüklenen suçtan dolayı yapılan yargılama sonunda hükmolunan ceza, (Değişik ibare: 5728–23.1.2008 / m.562) “iki yıl” veya daha az süreli hapis veya adli para cezası ise; mahkemece, hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına karar verilebilir. Uzlaşmaya ilişkin hükümler saklıdır. Hükmün açıklanmasının 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 275 Kadın ve Kız Çocuklarına Karşı İşlenen Cinsel Şiddet Suçlarında Cezasızlık Sorunu Raporu Öte yandan verilen hapis cezasının cüzi bir kısmının infaz edilmesi, faillerin cinsel şiddet geçmişlerine dair bir sicil bulunmaması, mağdurların bilgisi ve rızası olmaksızın şartlı tahliye edilmesi veya affedilmesi (mağdurlara faillerin infaz süreci ve sonrası hakkında bilgi verilmemesi mağdurlar açısından bir güvenlik tehlikesi yaratmaktadır) gibi cezayı filen uygulanmaz kılan durumlar (şekli ceza) da bir tür cezasızlık pratiğidir. Cinsel özgürlüğe karşı işlenen suçlara özgü özel bir sicil ve infaz rejiminin bulunmaması, cezaların caydırıcılığını ortadan kaldırdığı gibi, mağdurda ve toplumda şeklen ceza alan failin dahi fiilen cezasız kalacağı yönünde yaygın bir kanı oluşmasına yol açmaktadır. 2.4. Giderim Süreçleri ve Uluslararası Standartlar Failin suçuna uygun bir cezai yaptırımla karşılaşması, mağdurun “adalet sağlandığı” konusunda bir tatmin sağlaması açısından önemlidir. Ancak en az onun kadar önemli olan mağdurun suçun sonuçlarından kurtulması, onarılması ve ruhsal/bedensel açıdan suç öncesindeki durumuna dönebilmesidir. Bu nedenle cezasızlık durumunun tam olarak ortadan kalktığından söz edebilmek için cinsel şiddet mağdurlarının zararları giderilmeli ve rehabilitasyonları sağlanmalıdır. İstanbul Sözleşmesi Madde 5/2’ye göre; “Taraflar, devlet dışı aktörlerce gerçekleştirilen ve bu Sözleşmenin kapsamı dahilindeki şiddet eylemlerinin önlenmesi, soruşturulması, cezalandırılması, ve bu eylemler nedeniyle tazminat verilmesi konusunda azami dikkat ve özenin sarf edilmesi için gerekli yasal ve diğer tedbirleri alacaklardır.” Madde 20’ye göre; “1.Taraf Devletler, mağdurların şiddet sonrası toparlanmalarını kolaylaştıracak hizmetlere erişebilir olmasını sağlamak üzere gereken yasal veya diğer tedbirleri alır. Bu tedbirler, gerek duyulduğunda, hukuki ve psikolojik danışmanlık, maddi yardım, konut, eğitim, öğretim ve iş bulmalarına yardım gibi hizmetleri içermelidir. 2. Taraf Devletler, mağdurların sağlık ve sosyal hizmetlere erişebilir olmasını ve hizmetler için yeterli kaynak ayrılmasını ve uzmanların mağdurlara yardımcı olmak ve uygun hizmetle yönlendirmek üzere eğitim almalarını sağlamak üzere gereken yasal veya diğer tedbirleri alır.” Madde 22’ye göre; “1.Taraf Devletler, bu Sözleşme kapsamında yer alan şiddet eylemlerine maruz kalmış her mağdura yeterli bir coğrafi dağılımla acil, kısa ve geri bırakılması, kurulan hükmün sanık hakkında bir hukuki sonuç doğurmamasını ifade eder.” 276 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Av. Candan DUMRUL Av. Huriye KARABACAK DANACI uzun dönem uzman destek hizmetlerini sağlamak veya bu hizmetleri düzenlemek için gereken yasal veya diğer tedbirleri alır. 2. Taraf Devletler, şiddet mağduru bütün kadınların ve onların çocuklarının kadın uzmanların destek hizmetlerinden yararlanmalarını sağlar veya buna yönelik düzenlemeleri yapar.” Madde 30’a göre; “1. Taraf Devletler, mağdurların bu Sözleşme uyarınca kabul edilen suçlar için faillerden tazminat talep etme hakkına sahip olmalarını sağlamak üzere gereken yasal veya diğer tedbirleri alır. 2. Ciddi bedensel hasar gören ya da sağlıkları ciddi bir şekilde zarar gören ve uğradıkları zarar fail, sigorta ya da Devlete ait sağlık ve sosyal yardım hizmetleri gibi diğer kaynaklardan karşılanmayan kişilere Devlet tarafından yeterli tazminat sağlanır. Bu hüküm, mağdurun güvenliği için gereken özen gösterildiği müddetçe, Taraf Devletlerin verdikleri tazminatı failden geri talep etmelerine engel teşkil etmez. 2. fıkra uyarınca alınan tedbirler, tazminatın makul bir süre içerisinde verilmesini sağlamalıdır.” Madde 48’e göre; “...Taraf Devletler, bir para cezası emredildiği takdirde failin mağdura karşı mali yükümlülüklerini yerine getirip getiremeyeceğini göz önünde bulundurmak üzere gereken yasal ve diğer tedbirleri alır.” BM CEDAW Komitesi ise 19. sayılı tavsiye kararında, taraf devletlere tazminat dahil etkili giderimler sağlanması yönünde tavsiyede bulunmaktadır. Avrupa Konseyi 1983’te, şiddet mağdurlarının kayıplarının giderilmesi amacıyla “Şiddet Suçları Mağdurlarının Zararlarının Tazmini Hakkında Sözleşme”yi hazırlayarak üye devletlerin onayına sunmuştur. Türkiye “Sözleşmeyi” 24.04.1985 tarihinde imzalamakla beraber, Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından henüz onaylamadığı için iç hukuk mevzuatı hâline gelmemiştir. Bu Sözleşme hükümlerine göre; faili bilinmeyen olaylarda veya ekonomik gücü yetersiz faillerin zararları gidermemesi halinde, devletler sorumluluk taşır. Bu zararlar bedensel zararlar olabileceği gibi mağdurun maruz kaldığı manevi zararlar da olabilir. Cinsel saldırı suçlarının mağdurları bakımından salt maddi tazmine dayalı bir zarar karşılama yaklaşımının, gerçek bir giderim sağlamayacağı açıktır. Bu anlamda, yukarıda açıklanan destek hizmetlerinin, mağdurun rehabilitasyon sürecinin sonuna kadar ücretsiz ve kolay erişilebilir biçemde mağdura sunulması gerekmektedir. Sosyal güvencesi olup olmadığına bakılmaksızın, cinsel saldırı mağdurlarının tümünün kendi sosyal koşullarına ve somut ihtiyaçlarına uygun şekilde 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 277 Kadın ve Kız Çocuklarına Karşı İşlenen Cinsel Şiddet Suçlarında Cezasızlık Sorunu Raporu desteklenmesi; bu destek hizmetlerinin, hem suçun fiziki ve ruhsal sonuçlarını ortadan kaldırıcı ve hem birey ve toplum yönünden onarım sağlayıcı mahiyette olması gerekmektedir. 3. İncelenen “Cinsel Şiddet” Dosyaları ve Cezasızlık Durumu Orentlicher cezasızlığı; “ihlalin faillerinin, suçlanmalarına, alıkonulmalarına, yargılanmalarına ve suçlu bulunurlarsa uygun şekilde cezalandırılmalarına ve mağdurlara onarım sağlanmasına yol açacak bir soruşturmaya tabi olmadıkları için ister ceza, ister hukuk, isterse idari ve disiplin usulünde olsun de jure veya de facto olarak hesap vermelerinin imkânsızlığı” olarak tanımlamıştır. Bu çalışmada ele alınan 10 cinsel şiddet vakasına ilişkin dava dosyaları, Orentlicher’in cezasızlık tanımındaki kriterler ile yukarıda sayılan uluslararası standartlar ışığında hazırlanan kontrol listesine göre değerlendirilmiştir. Mağdur ve faillerin kimlik bilgilerini gizli tutmak amacıyla, dosyalarda isim kullanılmamış, dosyalara 1 ila 10 arasında numara verilerek değerlendirme yapılmıştır. Ulaşılan sonuçlar şu şekildedir; 3.1. Fail Ve Mağdur Özellikleri: Dosyalarda toplam on dört fail, on mağdur vardır. 5 numaralı dosyada iki, 7 numaralı dosyada dört fail bulunmakta olup, diğer dosyaların hepsi tek faillidir. Dosyalarda; -- Dört fail üniversite mezunu, -- Bir fail üniversite öğrencisi, -- Yedi fail lise mezunu, -- Bir fail lise öğrencisi, -- Bir fail ortaokul mezunudur. Yani faillerin çoğunluğu en az lise mezunu eğitimli kişilerdir. Onbir fail gelir sahibidir. Altı fail evli, dört fail çocuk sahibidir. On dosyadan sekizinde failler mağdur kadın ve çocukların tanıdığı kişilerdir. 278 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Av. Candan DUMRUL Av. Huriye KARABACAK DANACI Onbir fail mağdurdan yaşça büyük, iki fail küçük (2 ve 3 yaş küçüklerdir), bir fail de mağdurla aynı yaştadır. Dosyaların hiçbirinde failler cinsel saldırılarını gerçekleştirirken silah kullanmamışlardır. 2 (17 yaş), 3 (17 yaş) ve 8 (15 yaş) numaralı üç dosyada mağdurlar çocuktur. Söz konusu dosyaların 2 sinde failler, mağdur çocukların öğretmenidirler. 9 ve 10 numaralı dosyalarda ise failler mağdurların amiri/işverenidirler. 3, 4, 5, 8 ve 10 numaralı dosyalarda mağdurlar hemen olayın ardından şikayette bulunmuşlardır (aynı gün veya ertesi gün). Diğer dosyalarda olayın üzerinden zaman geçtikten sonra şikayet söz konusudur. 1, 2, 4 ve 9 numaralı dosyalarda mağdurların “geç” şikayette bulunulmaları beraat kararının gerekçesini oluşturmuştur. Özellikle 4 numaralı dosyada mağdurun, cinsel saldırıdan sonra 3-4 saat daha faille aynı evde kalmaya devam etmesi hem rıza davranışı hem geç başvuru olarak değerlendirilmiştir. 3.2. Yasal Düzenlemelerin ve Güvencelerin Varlığı Yukarıda da belirtildiği gibi, 5237 sayılı Türk Ceza Yasasının Altıncı Bölümünde “Cinsel Dokunulmazlığa Karşı Suçlar” başlığı altında 102. Maddede “Cinsel Saldırı”, 103. Maddede “Çocukların Cinsel İstismarı”, 104. Maddede “Reşit Olmayanla Cinsel İlişki”, 105. Maddede “Cinsel Taciz” suçları düzenlenmiştir. Suçların idari yönden önlenmesi bakımından ise Anayasa’daki genel hükümlerin yanında özel olarak çıkarılan 6284 sayılı Ailenin Korunması Ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun yürürlüktedir. Bu yasa 20.03.2012 tarihinde yürürlüğe girmiş ve kendisinden önce yürürlükte olan 4320 sayılı Ailenin Korunmasına Dair Kanunu yürürlükten kaldırmıştır. 6284 sayılı yasanın amacı 1. Maddesine göre; “şiddete uğrayan veya şiddete uğrama tehlikesi bulunan kadınların, çocukların, aile bireylerinin ve tek taraflı ısrarlı takip mağduru olan kişilerin korunması ve bu kişilere yönelik şiddetin önlenmesi amacıyla alınacak tedbirlere ilişkin usul ve esasları…” düzenlemektir. 2012 yılında çıkarılan bu yasanın uygulanmasına dair Yönetmelik ise 2013 yılında çıkartılmıştır. Ancak Yasa’da yer alan önleyici ve koruyucu pek çok tedbirin nasıl uygulanacağı ise henüz açıklığa kavuşturulmamıştır. Örneğin 6284 sayılı Yasanın 2/f Maddesindeki ifadeyle” Şiddetin önlenmesi ile koruyucu ve önleyici tedbirlerin etkin olarak uygulanmasına yönelik destek ve izleme 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 279 Kadın ve Kız Çocuklarına Karşı İşlenen Cinsel Şiddet Suçlarında Cezasızlık Sorunu Raporu hizmetlerinin verildiği, çalışmalarını yedi gün yirmi dört saat esası ile yürüten…” merkezler olarak planlanan Şiddet Önleme ve İzleme Merkezleri (ŞÖNİM) halen pek az ilde kurulabilmiş ve çalışma esas ve usullerine ilişkin Yönetmelik halen çıkarılmamıştır.[20] Resmi evli olmayanlar açısından 6284 sayılı Yasa çıkana kadar idari olarak alınabilecek özel önlemleri içeren hiçbir yasal düzenleme bulunmamaktaydı. Ancak incelenen dosyalardan da anlaşılacağı üzere; yasa çıktıktan sonra dahi, bu tür suçlarda sadece ceza kanuna göre işlem yapıldığı, adli soruşturmanın yanında idari herhangi bir tedbir, destek ve hizmetinin kendiliğinden verilmediği görülmektedir. 5271 sayılı Ceza Muhakemeleri Kanunu’nun Mağdur İle Şikâyetçinin Hakları başlıklı 234. Maddesi; “(1) Mağdur ile şikâyetçinin hakları şunlardır: a) Soruşturma evresinde; 1. Delillerin toplanmasını isteme, 2. Soruşturmanın gizlilik ve amacını bozmamak koşuluyla Cumhuriyet savcısından belge örneği isteme, 3. (Değişik alt bent: 24/07/2008-5793 S.K./40.mad) Vekili bulunmaması halinde, cinsel saldırı suçu ile alt sınırı beş yıldan fazla hapis cezasını gerektiren suçlarda, baro tarafından kendisine avukat görevlendirilmesini isteme, 4. 153 üncü Maddeye uygun olmak koşuluyla vekili aracılığı ile soruşturma belgelerini ve el konulan ve muhafazaya alınan eşyayı inceletme, 5. Cumhuriyet savcısının, kovuşturmaya yer olmadığı yönündeki kararına kanunda yazılı usule göre itiraz hakkını kullanma. b) Kovuşturma evresinde; 1. Duruşmadan haberdar edilme, 2. Kamu davasına katılma, 3. Tutanak ve belgelerden vekili aracılığı ile örnek isteme, 4. Tanıkların davetini isteme, [20] Raporun son kez gözden geçirildiği 18.12.2014 tarihinde Yönetmelik halen taslak halindedir, yayınlanıp yürürlüğe girmemiştir. 280 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Av. Candan DUMRUL Av. Huriye KARABACAK DANACI 5. (Değişik altbent: 24/07/2008-5793 S.K./40.mad) Vekili bulunmaması halinde, cinsel saldırı suçu ile alt sınırı beş yıldan fazla hapis cezasını gerektiren suçlarda, baro tarafından kendisine avukat görevlendirilmesini isteme, 6. Davaya katılmış olma koşuluyla davayı sonuçlandıran kararlara karşı kanun yollarına başvurma. (2) Mağdur, onsekiz yaşını doldurmamış, sağır veya dilsiz ya da meramını ifade edemeyecek derecede malûl olur ve bir vekili de bulunmazsa, istemi aranmaksızın bir vekil görevlendirilir. (3) Bu haklar, suçun mağdurları ile şikâyetçiye anlatılıp açıklanır ve bu husus tutanağa yazılır.” Şeklindedir. Ancak incelenen dosyalarda bu hakların mağdurlara eylemli ve etkili biçimde kullandırılmadığı görülmektedir. Bu husus aşağıda 3.3 no’lu başlık altında ayrıntılı olarak açıklanmıştır. Öte yandan cinsel özgürlüğe karşı işlenen suçların ispatında yaşanan zorlukları giderecek gerekli usul ve delil kuralları bulunmamaktadır. Çoğu zaman tanığı olmayacak şekilde iki kişi arasında gerçekleşen bu olaylar “kesin ve yeterli delil bulunmaması”ndan dolayı cezasız kalmaktadır. İncelenen dosyalarda verilen beraat kararlarının tümünde failler “kesin ve yeterli delil bulunmadığı” gerekçesiyle beraat etmiştir. 3.3. Yargılamanın (Soruşturma ve Kovuşturmanın) Özellikleri • Soruşturma Sürecinde; -- Dosyaların tümünde soruşturma evresindeki ifadeler “erkek” polis memurları ve /veya savcılar tarafından alınmıştır. (3 numaralı dosyada özel durum vardır.)[21] -- 6, 8, 9 ve 10 numaralı dosyalarda erkek savcı tarafından alınan ifade kadın memur tarafından yazılmış, kadın memurun soruşturmaya başkaca bir katılımı olmamıştır. Diğer dosyalarda ise ifade alımı esnasında kadın memur bulundurulmamıştır. [21] 3 numaralı dosyada mağdur çocuğun ilk ifadesi karakolda erkek polis memurları tarafından, ikinci ifade Çocuk İzleme Merkezinde kadın görevliler tarafından alınmıştır. 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 281 Kadın ve Kız Çocuklarına Karşı İşlenen Cinsel Şiddet Suçlarında Cezasızlık Sorunu Raporu -- Yedi dosyada soruşturma evresinde tek ifade alınmıştır, iki dosyada ifade sadece polis tarafından alınmış, mağdur soruşturma sürecinde savcı ile hiç yüz yüze gelmemiştir. -- 3 numaralı dosya hariç dosyaların hiçbirinde ifadeler alınırken sesli ve görüntülü kayıt yapılmamıştır. -- Dosyaların tamamında ifade tutanaklarına mağdurlara “hakların hatırlatıldığı” yazılmış ancak bu haklar eylemli olarak kullandırılmamıştır. Öyle ki 2 numaralı dosyada mağdur çocuk olduğu ve suç, zorunlu müdafilik gerektirdiği halde mağdura avukat atanmamıştır. -- 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 234. maddesi gereği cinsel saldırı suçlarında mağdurların avukat isteme hakları olduğu halde, sadece 3, 7 ve 8 numaralı dosyalarda mağdurlara Barodan avukat atanmıştır. 1, 4 ve 9 numaralı dosyalarda mağdurlar avukatları ile birlikte şikayette bulunmuşlardır. Diğer dosyalarda ise yargılamanın ilerleyen safhalarında mağdurlar kendi imkanları ile avukat tutmuşlardır. -- Mağdurların tümüne doğrudan doğruya olay anlattırılmış, 1 ve 5 numaralı dosyalar dışında hiçbir dosyada mağdura soru sorulmamıştır. (Soru sorularak mağdurun delil bildirmesi sağlanmamıştır.) -- 3, 4, 5, 7 ve 10 numaralı dosyalarda mağdurlara uzlaşma teklif edilmiştir. -- 3 numaralı dosyada mağdurun Çocuk İzleme Merkezinde alınan ifadesi dışında hiçbir dosyada, ifade alınan yerin özelliklerine dair veri bulunmamaktadır. -- Hiçbir dosyada mağdur bilgileri gizli tutulmamış, mağdurlara kendileri veya tanıkları yönünden böyle bir talepleri olup olmadığı sorulmamıştır. -- Hiçbir dosyada risk değerlendirmesi yapılmamış, idari yönden tedbir alınmamıştır. -- 1 ve 6 numaralı dosyalarda mağdur lehine delil toplanmamıştır. 5 numaralı dosya hariç diğer dosyalarda toplanan ve mağdur lehine sayılabilecek deliller ise tanık ifadelerinin alınması ve beden ve/ veya ruh sağlığı muayenesi yaptırılmasından ibarettir. 282 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Av. Candan DUMRUL Av. Huriye KARABACAK DANACI -- 1, 2, 6 ve 9 numaralı dosyalarda mağdurların Beden ve Ruh Sağlığı Muayeneleri yaptırılmamış ve bu hususta rapor aldırılmamıştır. 7 ve 8 numaralı dosyalarda sadece beden muayeneleri yaptırılmış ve buna ilişkin rapor alınmıştır. Alınan raporların hiç biri uluslararası standartlara uygun değildir. -- Sadece 5 numaralı dosyadaki failler soruşturma sürecinde tutuklu kalmışlardır.. 4 numaralı dosyadaki fail tutuklanmış, 2 gün sonra adli kontrol tedbiri ile serbest bırakılmıştır. 10 numaralı dosya failinin de tutuklanması istenmiş, ancak adli kontrol uygulanmıştır. Yani dokuz dosyada da failler tutuksuz yargılanmışlardır. -- Dosyaların hiçbirinde faillerin tutuklu olmaları ya da serbest bırakılmaları konusunda mağdurlara bilgi verilmemiştir. -- Dosyaların hiçbirinde soruşturma evresinde olay yeri keşfi yapılmamış, sadece 5 numaralı dosyada olayın geçtiği aracın içinde delil toplanmıştır. -- Tüm dosyalarda soruşturma süreci 6 aydan kısa sürmüştür. -- İncelenen dosyalarda faillerin haklarının kullandırılması bakımından mağdurlara göre daha özenli davranılmıştır. Soruşturma sürecinde işlemlerin tamamı “fail” odaklıdır. Gerek polis merkezlerinde gerek Savcılıklarda faillerin ifade tutanakları daha titiz ve özenli şekilde düzenlenmiş, bütün faillere hakları hatırlatılmış ve dosya kapsamlarından anlaşıldığı üzere bu haklar eylemli biçimde kullandırılmıştır. Öyle ki; 6, 7 ve 10 numaralı (ilk ifadede yok ama sorgu hâkimliğinde avukatı var) dosyalardaki failler dışındaki faillerin tamamı avukat yardımından yararlandırılmışlardır. -- 1, 2, 3, 5 ve 10 numaralı dosyalarda hazırlanan iddianamelerde suç teşkil eden eylemler, deliller, koşullar tartışılarak olayın özgünlüğüne göre değerlendirme yapılmıştır. Diğer dosyalarda ise iddianameler olayın oluş şekli ile mağdur ve fail eylemlerini ortaya koymaktan uzaktır. Özellikle de 9 numaralı dosyadaki iddianamede soruşturma savcısı mağduru suçlayan, “geç” başvuruyu mağdur aleyhine yorumlayan değerlendirmelerde bulunduktan sonra davanın Ağır Ceza Mahkemesinin kararı üzerine (kovuşturmaya yer olmadığı kararının kaldırılması kararı) zorunlu olarak açıldığını açıkça belirterek “iddiada” dahi bulunmamıştır. 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 283 Kadın ve Kız Çocuklarına Karşı İşlenen Cinsel Şiddet Suçlarında Cezasızlık Sorunu Raporu -- 1, 2, 6, 7 ve 8 numaralı dosyalarda mağdurların ruh sağlığı değerlendirmesi yaptırılmadığından; bu dosyalardaki iddianamelerde ruh sağlığının bozulup bozulmamasına göre ceza istenmemiştir. Bu açıdan eksiklik vardır. -- 2 ve 6 numaralı dosyalarda cinsel saldırı ile birlikte “hürriyetinden yoksun kılma” suçunun da işlendiği mağdurun olay anlatımından anlaşılmaktadır. Ancak her iki dosyanın iddianamelerinde de bu suça yer verilmemiştir. -- Dosyaların neredeyse tamamında ya suçun nitelikli ya da daha ağır cezayı gerektiren halleri mevcuttur. Buna göre; 2, 3 ve 8 numaralı dosyalarda “çocukların cinsel istismarı”, 4, 5, 6, 7 ve 9 numaralı dosyalarda nitelikli cinsel saldırı (tecavüz) suçları yargılama konusudur. -- Ayrıca; nn 1 ve 7 numaralı dosyalarda mağdurların “beden veya ruh bakımından kendini savunamayacak durumda olmaları, nn 2 ve 3. Dosyalarda faillerin eğitici durumunda olmaları nn 2, 3 ve 8 numaralı dosyalarda mağdurların çocuk olmaları; nn 3, 4, 5, 9 ve 10 numaralı dosyalarda cinsel saldırı sonucunda mağdurların ruh sağlıklarının bozulmuş olması; nn 5 numaralı dosyada suçun birden fazla kişi tarafından işlenmiş olması (7 numaralı dosyada bu husus eksiktir) nn 9 numaralı dosyada failin suçu kamu görevinin veya hizmet ilişkisinin sağladığı nüfuzu kullanmak suretiyle işlemesi Cezayı ağırlaştırıcı neden sayılmıştır. • Kovuşturma Sürecinde; -- Mağdurların tamamı kovuşturmadan haberdar edilmişlerdir. -- 9 numaralı dosya dışında tüm dosyalarda mağdurların yeniden ifadeleri alınmıştır. -- Yeniden ifade alınırken sadece 3, 4 ve 7 numaralı dosyalarda mağdur psikolog/pedagog yardımından yararlandırılmıştır. 284 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Av. Candan DUMRUL Av. Huriye KARABACAK DANACI -- 1, 2, 3, 4, 5 numaralı dosyalarda duruşmalar mağdurun bu yönde bir talebi olmamasına karşın gizli yapılmıştır. 6 numaralı dosyada ise mağdurun talebi üzerine karar celsesi gizli yapılmıştır. -- Dosyaların hiçbirinde kovuşturma evresinde duruşmalar sesli ve görüntülü olarak kaydedilmemiştir. -- 8 numaralı dosya hariç (fail ilk duruşmaya gelmemiştir) tüm dosyalarda mağdur ile sanık duruşmalarda karşı karşıya gelmişler, 2 ve 8 numaralı dosya dışındaki tüm dosyalarda mağdurlar sanıkların önünde ifade vermek zorunda bırakılmışlardır. -- Kovuşturma evresinde mağdurlara genel olarak olaylar anlattırılmış ve kendi davranışları ile faillerle olan ilişkilerine dair sorular sorulmuştur. -- Örneğin; 4 numaralı dosyada mağdurda neden hemen polis çağırmadığı ve olay esnasında kanlı olan çarşafları yıkadığı; 6 numaralı dosyada mağdura faille nişanlı olup olmadığı; 10 numaralı dosyada neden sanığın önündeki masaya oturduğu sorulmuştur. -- 3, 4, 6 ve 7 numaralı dosyalarda talebe rağmen mağdurunun lehine olabilecek deliller toplanmamıştır. -- Kovuşturma evresinde 2 ve 5 numaralı dosyalarda Adli Tıp Kurumundan; 7, 9 ve 10 numaralı dosyalarda ise Ünivesite Hastanelerinden rapor aldırılmıştır. Üniversite hasanelerinden aldırılan raporlar uluslararası standartlara uygundur. -- Kovuşturma süreci 2 ay (tek duruşma) ile 6 yıl arasında değişen sürelerde tamamlanmıştır. -- 10 dosyadan sadece ikisinde faillere ceza verilmiştir. 3.4. Cezalandırma ve İnfaz Aşamasının Özellikleri Yargılama sonucunda dosyaların 7’sinde beraat kararı verilmiş, 2 sinde “cinsel saldırı” suçundan ceza verilmiş; 1’inde ise dava, “çocukların cinsel istismarı” suçundan açılmasına rağmen “reşit olmayanla cinsel ilişki” suçundan ceza verilerek sonuçlandırılmıştır. 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 285 Kadın ve Kız Çocuklarına Karşı İşlenen Cinsel Şiddet Suçlarında Cezasızlık Sorunu Raporu Dosyaların 6 sında cinsel saldırı/istismar ile beraber “kişiyi hürriyetinden yoksun kılma”[22] suçu mevcuttur. Savcılıklar ve Mahkemeler çoğunlukla cinsel saldırının ispatında fiziksel bulguları içeren doktor raporlarını delil olarak kabul etmişler, ruhsal bulgulara işaret eden doktor raporlarına ise itibar etmemişlerdir. 3.5. Giderim Süreçlerinin Özellikleri Dosyalarda mağdurların uğradıkları maddi ve manevi zararları giderilmemiştir. Mağdurların da bu yönde herhangi bir idari ve adli girişimi olmamıştır. Mağdurların, Borçlar Yasasındaki genel hükümlere göre “haksız fiil” sorumluluğundan[23] hareketle faillerden tazminat isteme hakları olmakla birlikte; cinsel şiddet suçlarından doğan zararların tazminine ilişkin özel bir yasal düzenleme [22] 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu, Madde 109 – “(1) Bir kimseyi hukuka aykırı olarak bir yere gitmek veya bir yerde kalmak hürriyetinden yoksun bırakan kişiye, bir yıldan beş yıla kadar hapis cezası verilir. (2) Kişi, fiili işlemek için veya işlediği sırada cebir, tehdit veya hile kullanırsa, iki yıldan yedi yıla kadar hapis cezasına hükmolunur. (3) Bu suçun; a) Silahla, b) Birden fazla kişi tarafından birlikte, c) Kişinin yerine getirdiği kamu görevi nedeniyle, d) Kamu görevinin sağladığı nüfuz kötüye kullanılmak suretiyle, e) Üstsoy, altsoy veya eşe karşı, f ) Çocuğa ya da beden veya ruh bakımından kendini savunamayacak durumda bulunan kişiye karşı, İşlenmesi halinde, yukarıdaki fıkralara göre verilecek ceza bir kat artırılır. (4) Bu suçun mağdurun ekonomik bakımdan önemli bir kaybına neden olması halinde, ayrıca bin güne kadar adli para cezasına hükmolunur. (5) Suçun cinsel amaçla işlenmesi halinde, yukarıdaki fıkralara göre verilecek cezalar yarı oranında artırılır. (6) Bu suçun işlenmesi amacıyla veya sırasında kasten yaralama suçunun neticesi sebebiyle ağırlaşmış hallerinin gerçekleşmesi durumunda, ayrıca kasten yaralama suçuna ilişkin hükümler uygulanır.” [23] 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu, Madde 49- “Kusurlu ve hukuka aykırı bir fiille başkasına zarar veren, bu zararı gidermekle yükümlüdür. 286 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Av. Candan DUMRUL Av. Huriye KARABACAK DANACI bulunmamaktadır. Bu bağlamda şiddet mağdurunun failden tazminat talep etme hakkına ilişkin olarak, İstanbul Sözleşmesine uygun bir yasal mekanizma bulunmamaktadır. Dosyaların büyük bir kısmında faillerin beraat ettikleri göz önüne alınırsa, mağdurların zararlarının tazminini isteme imkan ve hakları zaten ortadan kalkmaktadır. SONUÇ VE DEĞERLENDİRME Cinsel saldırıya/istismara uğrayan kadınların/çocukların cinsiyetlerine, yargılama makamlarınca tek bir yerde dikkat edildiği görülmektedir; kadın mağdurlar tüm tutanaklarda özenle “mağdure” olarak belirtilirler. Oysaki ne ulusal mevzuatta ne de Türkçe’de böyle bir tanımlama yoktur. Bu adlandırma cinsiyet duyarlı bir yargılama yapılması bir yana, mağdur olmayı kadın olmakla özdeş gören ve kadın mağduru zavallı acınacak bir kişi olarak kabul eden geleneksel anlayışın bir yansımasıdır. Öte yandan yargılama makamlarınca yukarıda sayılan uluslararası standartların açıkça işaret ettiği cinsiyet duyarlı özel önlemlerden iç hukuka göre alınabilecek olanların dahi dikkate alındığı tek bir dosya bulunmamaktadır. Yukarıda yer alan bulgulardan anlaşılacağı üzere; yargılama süreleri temyiz mercilerine yapılan itirazların incelenmesi dahil oldukça uzun sürmektedir. Kısa sürmüş gibi görünen yargılamalarda ise hiç delil toplanmadan karar verilmiş ve failler beraat etmiştir. Soruşturma ve/veya kovuşturma evrelerinde alınan raporların tamamında mağdurların ruh sağlıklarının cinsel saldırı/istismar sonucu bozulduğu belirtilmesine rağmen; 3 dosya dışında ifadeler hiçbir uzmanın (psikolog/pedagog/sosyal çalışmacı) desteği olmadan alınmıştır. Gerek soruşturma gerekse kovuşturma evresinde mağdur beyanları özel olarak hazırlanmış mekânlarda alınmamıştır. Ayrıca dosyaların hiçbirinde (3 numaralı dosyanın soruşturma evresi hariç) sesli ve görüntülü kayıt yapılmadığından, mağdurların ifadelerinin “samimiyeti” konusunda yargılama makamlarının elinde yeterli veri bulunmamaktadır. İfadeler uzman kişilerce alınmamakta, cinsel saldırı mağdurlarının psikolojik durumları ve bilgi vermeye hazır olup olmadıkları göz önünde bulundurulmadan işlem yapılmaktadır. Oysaki cinsel saldırıya maruz kalan mağdurların yaşadıkları ağır travma nedeniyle çoğunlukla olayın hemen ardından bilgi vermeye hazır Zarar verici fiili yasaklayan bir hukuk kuralı bulunmasa bile, ahlaka aykırı bir fiille başkasına kasten zarar veren de, bu zararı gidermekle yükümlüdür.” 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 287 Kadın ve Kız Çocuklarına Karşı İşlenen Cinsel Şiddet Suçlarında Cezasızlık Sorunu Raporu olmadıkları bilinmektedir. Bu sebeple de ilk ifadeler esnasında mağdurların dile getirdikleri hususlardan öte mimik, jest ve diğer beden hareketleri (örneğin, ağlama, utanma, konuşamama, açıklamaktan kaçınma, olayın detaylarını hatırlamak istememe vb.) çoğunlukla olaya dair önemli işaretler verebilmektedir. Ancak bunlar ifade tutanaklarına aktarılmadığı ve ifade tutanakları mağdurun doğrudan beyanlarının kaydedilmesi şeklinde değil, ifadeyi alan kişinin anladığı ve yorumladığı hususları yazması biçiminde oluşturulduğu için olayı aydınlatmaya elverişli değildir. Çoğunlukla mağdurun gerçek iradesinin ve beyanının yansımadığı bu tutanaklar görünürde çelişkiler içermekte ancak bu çelişkilerin gerçek nedeninin yukarıda aktarılan sağlıksız ifade alma yöntemi olduğu göz ardı edilmektedir. Öte yandan cinsel saldırıya uğrayanların çelişki gibi görülebilecek beyanlarda bulunmaları ya da olayın önemli bir yönünü hatırlamamaları, bu saldırının olağan ve beklenen sonuçlarındandır. Ancak ifadelerde çelişki gibi görülen ve yargılama esnasında savcı ve hâkimlerin bilimsel araştırma ve görüşleri dikkate almaksızın, üzerlerinde önemle durdukları bu hususlar, çoğunlukla mağdur aleyhine yorumlanarak bu suçların cezasız bırakılmasına yol açmaktadır. Bilimsel çalışmalar[24], araştırmalar ve verilerin aksi yöndeki sonuçlarına rağmen, hakimlerin tüm bunları gözetmeden, kendi kişisel deneyimlerine belki de geleneksel kalıp yargılarına göre değerlendirme yaparak kanaat oluşturdukları görülmektedir. AİHM kararlarında belirtilenin aksine, şiddet izleri veya görgü şahitleri gibi tecavüzün “doğrudan” kanıtlarının mevcut olmadığı hallerde, suçu ispat etmekte uygulamada bazen zorluklar yaşanmakta, yetkili makamlar tüm olguları incelememekte ve olayları çevreleyen koşulları değerlendirmeden bir karara varmaktadılar. [25] Düzenlenen iddianamelerde ve verilen kararlarda genellikle mağdurların olay öncesi ve sonrasına ilişkin davranışları ile özel hayatları tartışılmış ve varılan sonuçlar suçun işlenip işlenmediğine gerekçe yapılmıştır. Faillerin olay öncesi ve sonrasındaki davranışları ile özel hayatları ise incelenmemiş ve bu yönde bir değerlendirme yapılmamıştır. Mağdurların faillerle tanışıklığı aynı zamanda cinsel saldırının olmadığı, rıza ile cinsel ilişki gerçekleştiğine gerekçe yapılmıştır. [24] İncelenen2 no’lu dosyaya Türkiye Psikiyatri Derneği, Kadın Ruh Sağlığı Bilimsel Çalışma Birimi Üyesi, Psikiyatri Uzmanınca verilen 27.05.2014 tarihli rapor. [25]http://insanhaklarimerkezi.bilgi.edu.tr/Books/khuku/ictihat_hukuku/ictihat_ hukuku__m_c__-_bulgaristan.pdf 288 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Av. Candan DUMRUL Av. Huriye KARABACAK DANACI Cinsel saldırı suçundan ceza verilen 2 dosyada mağdurların sosyo-ekonomik ve eğitim durumları faillerden yüksektir. Öte yandan mağdurların çocuk ve sosyal olarak daha zayıf durumda oldukları ve faillerin öğretmen ve/veya amir/ işveren olduğu dosyalarda beraat kararı verilmiştir. Bu da yargı mensuplarının cinsel saldırgan ve mağdur profiline dair yanlış inanışlarının/önyargılarının bir örneği olabilir. İncelenen dosyaların beşinde mağdurlara uzlaşma önerilmiştir. Oysaki bu öneri hukuken yasaktır. Bilindiği üzere; 5237 sayılı Türk Ceza Kanununda suç olarak sayılan fiillerin soruşturma ve kovuşturması 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’na göre yapılır. Ceza Muhakemesi Kanunu madde 253’e göre cinsel dokunulmazlığa karşı işlenen suçlarda uzlaştırma yoluna gidilemez. Ancak aynı maddeye göre şüpheli ve mağdur bazı başka suçlar bakımından uzlaşmaya davet edilirler. Bu suçlar arasında kadınlara yönelik cinsel şiddet suçları ile beraber sıkça işlenen (kasten yaralama vb.) şiddet suçları da vardır ve bu durum cinsel şiddetin cezasız bırakılmasına katkı sunmaktadır. Dosyalara yansımamakla birlikte uygulama içinde ceza infaz sisteminde cinsel saldırı suçlarına özgü bir infaz rejimi bulunmadığından bu faillere verilen cezaların infazı, caydırıcılık ve ıslah edicilik özelliğinden uzaktır. Öte yandan cinsel saldırı suçu için öngörülen cezalar yüksekse de[26], dosyalardan anlaşılacağı üzere pratikte cezalar genellikle alt sınırdan verilmekte ve iyi hal indirimi yapılmaktadır. Basit cinsel saldırı davalarında ise verilen hapis ve para cezaları ertelenmekte ve/veya hükmün açıklanmasının geri bırakılması kararı ile fiilen uygulanmamaktadır. Bunların yanı sıra infazına başlanan hapis cezalarının şartlı tahliye uygulaması ile tamamı infaz edilmemekte, infazın ertelenmesi gibi yasal düzenlemelerle infazına başlanan cezalarda dahi fiili cezasızlık durumu oluşmaktadır. Öte yandan, Uluslararası standartların gereğinin aksine cinsel şiddet mağdurlarının uğradıkları zararlarının giderimine ilişkin özel herhangi bir düzenleme ve tedbir yoktur. İstanbul Sözleşmesinin 30. Maddesinin 2. Fıkrasında belirtildiği gibi; ciddi bedensel hasar gören ya da sağlıkları ciddi bir şekilde zarar gören ve uğradıkları zarar fail, sigorta ya da Devlete ait sağlık ve sosyal yardım hizmetleri gibi diğer kaynaklardan karşılanmayan cinsel saldırı mağdurlarına Devlet tarafından yeterli tazminat sağlanacağına ilişkin bir yasal düzenleme de bulunmamaktadır. [26] 18.06.2014 tarih ve 6545 sayılı yasa ile, 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun “Cinsel Dokunulmazlığa Karşı Suçlar” başlığı altındaki maddelerinde değişiklik yapılmış ve bu suçlara verilecek cezaların alt ve üst sınırları arttırılmıştır. 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 289 Kadın ve Kız Çocuklarına Karşı İşlenen Cinsel Şiddet Suçlarında Cezasızlık Sorunu Raporu 2014 yılı Haziran ayında, cinsel saldırı/istismar suçlarındaki artış, cezasızlık ve buna ilişkin kamuoyu tepkisi üzerine 18.06.2014 tarih ve 6545 sayılı yasa ile 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun “Cinsel Dokunulmazlığa Karşı Suçlar” başlığı altındaki maddelerinde değişiklik yapılmış ve bu suçlara verilecek cezaların alt ve üst sınırları arttırılmıştır. Yapılan değişiklikler aşağıda karşılaştırmalı tablo şeklinde yer almaktadır. Bu değişiklikler içinde en göze çarpan iki husus “cinsel saldırı” ve “çocukların cinsel istismarı” suçları kapsamına getirilen “sarkıntılık düzeyinde kalan davranış” ölçüsüdür. Uygulamada artık, basit cinsel saldırı davranışının tekerrür etmemiş hali “sarkıntılık” davranışı olarak değerlendirilmektedir. Yine “ruh sağlığı” değerlendirmesi yasa metninden lafzi olarak çıkartılmış ve bu değerlendirmenin mahkemeler kanalı ile yaptırılması zorunluluğu dolaylı olarak ortadan kaldırılmıştır. Böylelikle mağdurlar bakımından asli bir delil ve bulgu olan “ruh sağlığı raporları” yargılama sistematiğinin tümüyle dışına itilmiş ve mağdurunun ispat olanaklarından biri daha elinden alınarak fiili cezasızlık durumu arttırılmıştır. Öyle ki, “cinsel dokunulmazlığa karşı işlenen suçları” daha ağır cezalandırma ve caydırıcılık sağlama amacıyla yapıldığı ileri sürülen değişiklik, uygulamada faillerin daha düşük cezalar almasının önünü açmıştır. Buna göre, değişiklik sonrası Yargıtay denetiminden geçen ve tarafımızca işbu rapor kapsamında incelenen 10 numaralı dosyada, 5237 sayılı Türk Ceza Kanununda 6545 sayılı Yasa ile yapılan değişiklikler fail lehine kabul edilerek fail cezaevinden serbest bırakılmış ve daha önce verilen cezadan daha düşük bir cezaya çarptırılmıştır. Sonuç itibariyle; cinsel özgürlüğe karşı işlenen suçlara ilişkin olarak, yukarıda belirtildiği gibi; uluslarararsı standartlara uygun usul güvenceleri sağlanmadıkça, cinsiyet duyarlı özel önlemler ve bu yargılamalara özgü delil kuralları belirlenmedikçe; ceza miktarını arttırmak uygulamadaki fiili cezasızlık durumunu arttırmaktan ve bu suçların faillerini cesaretlendirmekten başka bir sonuç doğurmamaktadır. Bu bakımdan cinsel özgürlüğe karşı işlenen suçlardaki sistematik cezasızlık sorununun aşılabllmesi için, bu suçların soruşturma, kovuşturma, infaz ve giderim süreçlerini, bu suçların işleniş biçimlerini, koşullarını, cinsler arasındaki eşitsizliğin bir sonucu ve cinsiyet ayrımcılığının bir türü olduğunu gözeterek, mağdur haklarını merkeze alan bir yaklaşımla yeniden düzenlemek ve belirlenecek ilke, kural ve önlemlerin eylemli biçimde uygulanmasını izlemek gerekmektedir. 290 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Av. Candan DUMRUL Av. Huriye KARABACAK DANACI 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 291 Muhafazak arlığın Hedefinde Bir K adın Yargıç: AİHM’nin Özpınar K ar arı Arş. Gör. Nisan KUYUCU * Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) 2010 yılında verdiği Özpınar kararı[1], Türkiye aleyhine verilen ve kamuoyunda yeterince tartışılmamış kararlardan biridir. Bu karar, AKP hükümeti döneminde giderek artan ve etkili olan yaşam tarzı müdahalelerinin sadece hükümet politikalarından ibaret olmayıp, toplumsal ilişkilere de yansıdığının örneklerinden birini oluşturmaktadır[2]. Kararın gösterdiği bir başka şey ise muhafazakarlıkla birlikte yürüyen yaşam tarzı müdahalelerinin, çoğunlukla ve en derinden, kadınlara yöneldiği gerçeğidir. Arzu Özpınar, 1997 yılında mesleğine Erzurum’da başlayan ve 1999 yılında ise Mersin’in Gülnar ilçesine atanan bir yargıçtır. AİHM önündeki dava, onun Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) kararıyla meslekten * Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İnsan Hakları Merkezi, nisankuyucu@ gmail.com [1] Özpınar/Türkiye, Başvuru No. 20999/04, 19.10.2010. Kararın çevirisi için bkz. Erdem İlker Mutlu, Begüm Şermet, Nil Merve Çelikbaş (Çev.), “Özpınar/Türkiye kararı”, Hacettepe Hukuk Fakültesi Dergisi, 2(1), 2002, s. 89-102. [2] Bu müdahalelere verilebilecek örnekleri toparlayan bir gazete yazısı için bkz. “AKP’nin 12 Yıllık Yaşam Tarzı Müdahaleleri”, Bianet, 25 Mayıs 2015, http://bianet.org/bianet/ siyaset/164776-akp-nin-12-yillik-yasam-tarzi-mudahaleleri. Son Erişim: 13.11.2015. çıkarılması sürecinde, bazı temel haklarının ihlal edilip edilmediğini konu edinmektedir. AİHM Kararı Öncesi: Neler Olmuştu? AİHM kararına bakarak, Özpınar’ın geçirdiği soruşturma süreci ve hakkında HSYK tarafından verilen meslekten çıkarma kararına ilişkin bilgileri edinmek mümkündür. Buna göre, her şey 2002 yılının Mayıs ayında “bir grup milliyetçi polis” imzalı anonim şikayet mektubu ve Gülnar Savcılığından bir kişi ve Gülnar Emniyet Müdürlüğü’nden bir yetkilinin şikayetiyle, Başvurucu hakkında soruşturma açılmasıyla başlamıştır. Dosyanın kendisine tebliğinden itibaren üç gün içinde savunması istenen ve süre uzatımı talebi de reddedilen Özpınar’a yönelik iddialar, şu yedi başlık altında toplanmaktadır: “1) Annesiyle yaşamış olduğu tartışmanın ardından, kendisi bekar olduğu halde, evden ayrılması ve kirasının evli ve dört çocuklu G.A. tarafından ödenen bir daireye taşınmış olması. Sözü edilen avukat ile yakın ilişki yaşamış olması, söz konusu avukatın ofisine girmesine izin vermesi, onun (avukatın) aracıyla adliye binasını terk etmesi ve ofisinde iki kez onunla kahvaltı etmesi, böylece onun (avukatın) savunmanlığını yaptığı davalarda onun (savunduğu taraf ) lehine karar verdiğine dair yaygın inanç oluşması; 2) Yine, bir belediye başkanı M.Y., belediye meclisi üyesi S.Y., jandarma H.A., orman müdürü ve sözü edilen avukat ile yakın ilişki kurduğuna dair yaygın inanç oluşması. Özel olarak, H.M.’nin (kendi) ofisine girmesine izin vermesi, adliye sarayını sözü edilenin aracı ile terk etmesi, hafta sonunu sözü edilen belediye başkanının yazlık evinde geçirmesi, kapı kilitli olduğu halde bir jandarma ile kendi ofisinde yalnız kalması; 3) Kendisinden ayrı bir evde yaşayan annesiyle adliye sarayında yüksek sesle tartışmış olması; 4) Altı aydan beri, söylentilere göre, adliye sarayına parası sözü geçen avukat tarafından ödenen bir taksiyle bırakılıyor olması; 5) Yukarda sözü geçen avukatın temsil ettiği sanığın karıştığı iki dava kapsamında sanıkların geçici olarak salıverilmesi: a) saldırı suçlamasıyla 9 Şubat 2001’de tutuklanan M.K. isimli sanığın, yetkili savcının tutukluluğun devamı talebine rağmen salıverilmesi b) 1 Mart’ta başlayıp 4 Mart’ta sona eren tatilinin dönüşünde, 9 Mart 2002 tarihinde söz konusu diğer tutuklunun salıverilmesi kararını vermiş olması; 6) Bazı günler, mesai saatleri içinde, aşırı makyaj yapmış olması ve yargıçlık mesleğiyle uyuşmaz bir tavır içinde mini etek giymiş olması; 294 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 7) Herhangi bir mazereti olmaksızın iş yerine geç gitmesi, erken ayrılması ve bazı duruşmalara katılmaması”[3] Özpınar, bütün bu iddiaların yersizliğini ileri süren bir savunma yapmıştır. Özpınar özellikle G.A.’nın dosyalarında onun müvekkilinin lehine olacak şekilde karar verdiği iddiasını ve davaları geciktirdiği yönündeki iddiaları, G.A.’nın çok az sayıda dosyasına baktığını ve incelenmesi halinde onun lehine karar verdiğini ya da davaları geciktirdiğini gösterecek hiçbir delile ulaşılamayacağını belirterek, reddetmiştir. Görülebileceği gibi, soruşturma dosyasındaki iddialar, somut delillere dayanmamanın yanı sıra, Özpınar’ın meslek yaşamıyla değil özel yaşamıyla ilgili iddialardır. Kendisi de, savunmasında bu hususu şu şekilde ifade etmiştir: “Bilgim dahilinde (bayan) yargıçların erkek ziyaretçi kabul etmelerini yasaklayan bir hüküm bulunmamaktadır(...)Ben hem bir yargıç, hem de evli olmayan bir kadın olabilirim(...)Ama ben ilk olarak ve öncelikle bir insanım. Ben de, diğer herkes gibi, ziyaretçi kabul etme hakkına sahibim. Ofisime gelen her adamla cinsel bir ilişkim olduğu düşüncesi kadar alçaltıcı bir durum olamaz(...) Açıkçası ofisime her giren çıkanla bekar bir kadın olarak sosyal ilişkilerimi değerlendiren, annemle yaşamış olduğum düşünce ayrılıklarını konu edinen bir soruşturma, kesinlikle yasal dayanaktan yoksundur.”[4] Bu iddialarla ilgili olarak, soruşturmacı yaklaşık 40 ayrı tanık dinlemiş; ancak Özpınar, tanık ifadelerine soruşturmanın hiçbir aşamasında ulaşamamıştır. Bu tanıklardan bazıları, yukarıda yer alan iddiaların doğruluğunu başkalarından duyduklarını ama kendilerinin görmediğini ifade etmiş; bir kısım tanık ise iddiaları reddederek Özpınar’ın iyi bir yargıç olduğunu söylemiştir. Özpınar’ın bakmakta olduğu davaları inceleyen soruşturmacı herhangi bir usulsüzlükle ya da geciktirmeyle karşılaşmamış; G.A. lehine bir uygulama da tespit etmemiştir. Ancak soruşturmacı, yine de tanık beyanlarına dayanarak “(a) yargıçlığın onur ve haysiyetini ortadan kaldıran uygunsuz ilişkilere eğiliminden, kişisel ilgi ve onuru tamamen kaybetmiş olması; (b) aşırı makyaj yapıyor olması, uygunsuz kıyafetler giyiyor olması ve mesleğe saygıyı sağlayamaması; (c) mesleğini kişisel duygularının yönlendirmesiyle yürüttüğüne dair inancın yaygınlaşması; (d) işyerine herhangi bir mazereti olmaksızın geç gidiyor olması, erken çıkıyor olması ve birçok duruşmaya katılmaması” [3] Özpınar/Türkiye, par. 8. [4] Özpınar/Türkiye, par. 9. 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 295 şeklindeki tespitlerini içeren, bir soruşturma raporu hazırlamıştır. HSYK, bu rapora dayanarak Kasım 2003’te Arzu Özpınar’ı görevinden ihraç etmiştir[5]. Özpınar, ihraç kararının kendisine tebliğ edilmesinin ardından aldığı yeni tarihli bir bekaret raporuyla birlikte, soruşturmacının tarafsız olmadığını ve kendisine savunma hakkı vermediğini; ayrıca ihraç kararının somut hiçbir delile dayandırılmadığını iddia ettiği dilekçesiyle, önce ihraç kararının yeniden görüşülmesini talep etmiş ve bu talebin reddedilmesi üzerine itiraz hakkını kullanmıştır. HSYK, bu itirazları da reddetmiştir[6]. HSYK kararına karşı başvurabileceği bir hukuk yolu olmadığı için hakkındaki meslekten çıkarma kararı kesinleşerek uygulanmaya başlanan Özpınar, çareyi AİHM’ye başvurmakta bulmuştur. AİHM Süreci İç hukuktaki itiraz yollarını tüketen Özpınar, hakkında yürütülen soruşturma ve sonucunda verilen meslekten çıkarma kararıyla ilgili olarak savunma haklarından mahrum bırakıldığını ve HSYK kararına karşı başvurabileceği bir iç hukuk yolu olmadığını; ayrıca soruşturmanın özel hayatıyla ilgili olduğunu ve meslekten çıkarma kararının cinsiyetinden dolayı verildiğini, aynı durumdaki erkeklere kıyasla kendisine ağır bir yaptırım uygulandığını ileri sürerek, AİHM’ye başvurmuştur. Özpınar’ın ayrımcılık iddiası, altı aylık başvuru süresi içinde yapılmadığı için reddedilmiştir. AİHM, Özpınar’ın diğer şikayetlerini Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) özel hayatın ve aile hayatının korunması hakkını düzenleyen 8. ve etkili başvuru yolu hakkını düzenleyen 13. maddesi kapsamında incelemiştir[7]. Başvuruyu 8. madde çerçevesinde inceleyen AİHM, ilk olarak Özpınar hakkında yürütülen soruşturma sürecinde onun 8. maddeden kaynaklanan haklarına bir müdahalenin varlığını tespit etmiştir. Mahkemeye göre, Özpınar sadece mesleki nedenlerden değil özel yaşamındaki davranışları ve sosyal ilişkileri sebebiyle kimi zaman onur zedeleyici olabilen ve yalnızca tanık beyanlarına dayanan ithamlarla karşılaşmıştır. Bir müdahalenin varlığı tespit edildikten sonra, bu müdahale kanun tarafından öngörülme, meşru bir amaca sahip olma ve demokratik toplumda gereklilik kriterleri uyarınca incelenmiştir. AİHM, soruşturmada incelenen davranışların çoğunun Özpınar’ın mesleki faaliyetleriyle ilgili olmadığını, mesleki faaliyetleriyle ilgili iddiaların ise kanıtlanamadığını, tek delil olarak sunulan tanık beyanlarının da onun onurunu zedeleyici ifadeler [5] Özpınar/Türkiye, par. 10-17. [6] Özpınar/Türkiye, par. 17-22. [7] Özpınar/Türkiye, par. 28-41. 296 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 içerdiğini ve Özpınar’ın savunma hakkının kısıtlandığını tespit ederek, 8. maddenin ihlal edildiğine karar vermiştir[8]. Etkili iç hukuk yolu olmadığı iddiasıyla ilgili olaraksa AİHM, HSYK’nın tarafsızlığı ve bağımsızlığına ilişkin şüphelerin yanı sıra HSYK’nın incelemesi sırasında Özpınar hakkındaki iddialardan özel hayatına müdahale niteliğinde olanlarla mesleki yaşamıyla ilgili olanlar arasında bir ayrıştırma yapılmamış olduğunu, göz önünde bulundurmuştur. Bu nedenle de, Özpınar’ın 8. madde ihlali iddiasıyla ilgili etkili bir iç hukuk yoluna sahip olmadığı gerekçesiyle, 13. maddenin ihlal edildiğine karar verilmiştir. Kadınlar Muhafazakarlığın Hedefinde Açıkça cinsiyet ayrımcılığına dayanan bu soruşturma sürecinin, kabul edilebilirlik kriterlerini karşılamadığı için, AİHM tarafından ayrımcılık yasağı bağlamında incelenememiş olması büyük bir talihsizliktir. HSYK Özpınar’ı mini etek giydiği, adliye binasındaki odasında bir erkek avukatla zaman geçirdiği, bir belediye başkanı, belediye meclisi üyesi ve jandarma ile yakın ilişkiler kurduğu, bu kişilerle mesai dışı saatlerde görüştüğü, annesiyle adliye binasında tartıştığı gibi, tamamen özel hayatına ilişkin ithamlara dayanarak görevinden ihraç etmiştir. Oysa aynı HSYK, bir savcının boşanmış bir kadınla ilişki yaşadığını gösteren gizli kamera kayıtlarının açığa çıkması üzerine başlatılan soruşturmada, savcıya yalnızca kınama cezası vermiştir. Özpınar’ın HSYK’nın bu kararını aktaran bir gazete haberini, yaptığı itirazda cinsiyet ayrımcılığı iddialarını temellendirmek için kullanmasına rağmen, HSYK Özpınar hakkındaki tanık beyanlarına dayanarak onun meslekten çıkarılmasında ısrarcı olmuştur[9]. HSYK’nın bu ısrarı, AİHM’nin HSYK’nın bağımsız ve tarafsız bir kurul olmadığına yönelik tespitlerinin de etkisiyle, 2010 yılında Anayasanın 159. maddesinde yapılan değişiklikten sonra kırılmış ve Özpınar görevine iade edilmiştir. 2010 yılında yapılan değişiklik, önceden yargı denetimine açık olmayan HSYK kararlarını, yalnızca meslekten çıkarma kararlarıyla sınırlı olmak üzere yargı denetimine açmıştır. Bu değişiklikten yararlanan Özpınar’ın meslekten çıkarma cezasının kaldırılması talebiyle yaptığı başvuru sonucunda, HSYK 2011 yılında Özpınar’ın görevine iade edilmesine karar vermiştir. Adalet yıllar sonra yerini bulmuş olsa da, hem bu tür bir soruşturma süreci hem de böyle bir soruşturmada olumsuz rapor yazılmasına ve sürecin meslekten çıkarma kararına dek uzanmasına zemin hazırlayan koşullar, güncelliğini korumaktadır. Olağan şartlarda bir ihbar üzerine başlayan bir soruşturmada [8] Özpınar/Türkiye, par. 67-79. [9] Özpınar/Türkiye, par. 27. 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 297 herhangi bir somut delil yoksa, aksine deliller -Özpınar’ın avukat G.A.’nın çok sayıda dosyasına bakmadığını ve baktıklarında da iltimas geçmediğini ya da duruşmalarını aksatmadığını gösteren somut deliller gibi- soruşturulanı aklayacak türdense, soruşturma raporunun soruşturma açılmasına gerek olmadığı yönünde hazırlanması beklenir. Soruşturma raporunun bu yönde çıkacağı konusunda herhangi bir şüphe olmazsa da, kimse asılsız ve tamamen onun özel yaşamını ilgilendiren konulardaki suçlamalarla bir yargıca gözdağı vermeye böylesine keyfi bir şekilde kalkışmaz. Ancak Özpınar davası gösteriyor ki; onun yaşam tarzından rahatsız olan bir grup erkek önce hakkında “ahlaksız” bir yaşam sürdüğüyle ilgili dedikodular başlatmış; sonra da bu iddialarını onun mesleğiyle birleştirerek tarafsız bir yargıç olmadığı, işe geç geldiği gibi bazı ithamlarla desteklemiştir. Soruşturma süresince soruşturma dosyasını inceleyip güçlü bir savunma hazırlayabileceği zaman kendisine tanınmayan Özpınar, soruşturma sırasında dinlenen tanıkların beyanlarına da, AİHM sürecine dek ulaşamamıştır. Yani, ceza alması için adeta bütün şartlar yaratılmış durumdadır; ancak bir yandan da aslında, soruşturmacı Özpınar’ın baktığı dosya sayısını ve dosyaları sonlandırma hızını araştırdıkça, hakkındaki iddialar çürümüştür. Buna rağmen her nasılsa “eğilimleri ve uygunsuz ilişkileri yoluyla yargıçlığın haysiyet ve onuruna zarar vermiş olduğu, tüm kişisel itibar ve onurunu kaybetmiş olduğu, görevini tamamen duyguları çerçevesinde yerine getirmiş olduğu,(...); herhangi bir mazereti olmaksızın işe geç gelmiş olduğu, iş yerini belirli durumlarda terk etmiş olduğu, iş yerinden erken ayrılmış olduğu” gerekçe gösterilerek, görevden el çektirilmesi yönünde bir soruşturma raporu hazırlanmıştır. Bu türden bir soruşturma açılmasına ve sonucunda meslekten çıkarma kararı verilmesine zemin hazırlayan ortamdan söz etmişken, dava dosyasında yer alan ve AİHM’nin de üzerinde hiç durmadığı bir belgenin, aslında davanın temelinin neyle ilgili olduğunu açığa çıkardığına dikkat çekmek gerekir. HSYK’nın meslekten çıkarma kararı üzerine Arzu Özpınar’ın ilk işi bir bekaret raporu alarak, kararın gözden geçirilmesini talep ettiği dilekçesine eklemek olmuştur. Bir yargıcın görevine devam edebilmek için bekaret raporu alması ve bunu HSYK’ya göndermesi, hiç kuşkusuz hem onun açısından, hem de tüm toplum için utanç verici bir durumdur. Özpınar, tanık beyanlarında giydiği eteğin boyunun dizinin iki parmak mı yoksa onbeş santimetre mi üzerinde olduğunun tartışıldığından habersiz de olsa[10], esas meselenin, evli olmayan ve yalnız yaşayan bir kadın olarak yargıçlık yapması, erkeklerle sohbet etmesi, arkadaş olması gibi sebeplerle, bazı kişilerin “ahlak” anlayışına uygun davranmaması [10] Özpınar/Türkiye, par. 10. 298 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 olduğunu anlamış ve aslında bu kişilerin anlayışına göre de “ahlaklı” olduğunu kanıtlama çabasına girişmiştir. Bu kadar aşağılanmayı bile göze almasına karşın, HSYK Özpınar’ı görevinden ihraç etmiştir. Arzu Özpınar’ın meslekten çıkarılmasına yol açan süreçle, tecavüz davalarında tecavüze maruz bırakılmış kadınlara “O saatte dışarıda yalnız başına ne işin vardı?”, “Ne giymiştin?” gibi sorular sorulması ya da trans kadınların kamusal alanlarda var olmalarının Kabahatler Kanunu uyarınca kesilen cezalarla engellenmeye çalışılması, aynı “genel ahlak” anlayışına dayanmaktadır. Kadınlarla erkeklerin fıtratları gereği eşit olmadığı ya da hamile kadınların sokağa çıkmamaları gerektiği gibi söylemler, toplumun muhafazakarlık düzeyini artırarak bu “genel ahlak” anlayışını güçlendirmektedir. Örneklerine dikkat edilirse, “genel ahlak” başlığı altında değerlendirilebilecek sınırlamalar ve “genel ahlak”ın kriteri olan davranış biçimleri, çoğunlukla kadınlara yöneliktir. Namuslu olup olmamanın pek çok durumda yalnızca kadınlarla ilgili bir mesele olması gibi, “genel ahlak”a uygun olması beklenen kesim de kadınlar olmaktadır. Arzu Özpınar’ın meslekten çıkarılmasına kadar giden süreç, muhafazakarlığın kadınları hedef aldığını göstermektedir. Yalnız yaşayan erkek yargıçların ne giydiği, kiminle nasıl ilişkiler kurduğu kimsenin umurunda olmazken benzer koşullardaki bir kadın nasıl yaşadığına, yaşam tarzının hoşa gidip gitmediğine dikkat etmek zorunda kalmaktadır. Erkek bir yargıç, bir nedenden dolayı ayağının kaydırılmaya çalışıldığını fark ederse aklına cinsel geçmişini gösteren raporlar almak, bazı arkadaşlarıyla iletişimi kesmek, kısa kollu gömlek giymemek (!) gibi önlemler gelmezken, bir kadının aklına ilk gelen “kurtuluş” yolu, hayatına bu tür müdahalelerde bulunmaktır. Kadınlara yönelik her türlü şiddetle olduğu gibi, sosyal baskı şeklinde gerçekleşen ve kimi zaman psikolojik şiddete varan davranış biçimleriyle de mücadele etmek, kadınların kamusal yaşamda özgürce var olabilmeleri için şart. Bunun için de tektipleştirici muhafazakarlıkla mücadele etmek, farklı yaşam tarzlarının ve tercihlerinin özgürce yaşanabileceği bir dünya hayalinin peşinden gitmek, kadın hareketinin ve feministlerin önceliklerinden biri olmalı. 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 299 Bir K adın Yargıcın Not Defterinden… Defne BÜLBÜL* Gecenin geç saatinde bana yazı anımsatıldığında, whatsapp grup mesajlarımızdan birine esmer bir kadının fotoğrafı düştü... Genç, esmer, çok güzel... Yanında okul çağında iki çocuğu hayata gülümseyerek bakıyor, Cumhuriyet Savcısı arkadaşlarımızdan biri eklemiş, adliyede asliye ceza mahkemesi katibi. Bir gün önce mesai sonrası kaybolmuş, ertesi gün de cesedi çevre yoluna atılmış. Fail içimizden biri, cezaevinde açığa ayrılmaya hak kazanan “iyi hal”i görülmüş, sözde ıslah olmuş, hakimlere, savcılara, avukatlara “günaydın, kolay gelsin”lerle çay dağıtan eski mahkum... Hikayesi adliyenin içinden geçmiş, hakim ve savcılı odalarda, adliyenin yüksek güvenlikli odalarında, cezaevi yönetiminin iyi hal gösterdiği inancı ile açığa alınmış, “ıslah” olmuş bir eski mahkumun, sonrasında yanımızdaki kadın mesai arkadaşımızın canına uzanan failin, çok içimizden işlediği bir cinayetin tanığıyız. Bugünlerde bana insanlar iyi hal indirimini, kadın cinayetlerini, yargının gözlerinin körlüğünü, yargının cinayete niçin ortak olduğunu soruyorlar… Onlara eril bir yargının parçası olduğumuzu, aynı erkek egemen kodların bizi sınırladığını, aynı tahakküm kodlarının kadın yargıçları ezdiğini, onları sınırlandırdığını, ve eril yargının kadın yargıcı olmanın ne demek olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Çok çaresiz bir hikaye anlatıyorum... Yıllarca tacizi, tecavüzü, dayağı dinlemiş, elinin kime neye yeteceğini bilememiş bir kadın yargıç olarak... * Yargıç, Yarsav Başkan Yardımcısı. Bir Kadın Yargıcın Not Defterinden… “…Yıllar önce, ilk görev yerim olan Aydın’ın Bozdoğan ilçesinde, incecik bir resmi nikah kıymaksızın dini nikah kıyma suçu dosyasında, duruşma öncesi mağdurenin yaşına baktığımda 18 yaşından küçük olduğunu, ama dosyada tefrik edilen başka bir soruşturma olmadığını, yani yaşı küçük mağdure ile cinsel ilişkiden dolayı ayrı bir soruşturma yürütülmediğini farkettim. Duruşmada mağdurenin resmi nikahlı olmayan eşine, o dönem suçun ağırlaştırıcı nedeni olan mağdurenin kızlığını kendisinin bozup bozmadığını sorunca, ben bozmadım dedi. Ama ilk onunla ilişkiye girmiştir diyerek, reşit olmayan mağdure ile cinsel ilişkiye girmek suçundan, sanık hakkında suç duyurusunda bulundum... Ve incecik dosyanın ardından insanı kahreden bir dram çıktı : Gerçekten mağdurenin kızlığını imam nikahlı eşi bozmamıştı. Mağdure, kız kardeşi ile birlikte yıllardır ağabeyinin tecavüzüne uğramış, hatta ağabeyinden bir çocuğu olmuş. O bebek ölmüş ya da öldürülmüş, sonrasında da mağdure, o gün gördüğüm eşiyle imam nikahıyla evlendirilmiş. Mağdurenin annesi olayı biliyor ve göz yumuyor. Ağır ceza mahkemesi, bana o bebeğin fethi kabrini yapmamı istedi. Gittim mezarı açtım, ama ne neden öldüğüne, ne de babasının kim olduğunu belirleyecek bir DNA profiline, ulaşmak mümkün olmadı. Bir sonraki duruşmada her şey ortaya çıkmıştı… Duruşma sonrası küçük kıza, bana kayınpederini çağır dedim, arkasını döndüğünde farkettim: o eski yamalı şalvarının arkası tamamen kandı, kanaması vardı. Yoksulluğu, o soğukta ayağındaki plastik ayakkabıları, hiç aklımdan çıkmadı. Yamalı pantolonuyla kayınpederi duruşma salonuna geldi. Hakimlik bir çaresizlik halidir... Acı içerisindeki dünyanın tarafsız tanıklığına bir ömür boyu mahkum olmak demektir. Kayınpederine dedim ki; “bana söz ver, sahip çıkacaksın bu kız çocuğuna... Sen, oğlun ona sahip çıkıyorsunuz ya… Cennetin kapıları size açık, söz ver bana… Bu kızı sahipsiz bırakmayacaksın…”. Bana söz verdi. Hakim olmak, inanmadığınız bir tanrının inanmadığınız cennetine, başkalarının vicdanının insafına, o korkutucu dünyaya kız çocuklarını başlarına bir şey gelmesin dileğiyle göndermek ve onunla aynı şeye maruz olmamanızın tek sebebinin belki gelir durumu, belki eğitim durumu olduğunu bilmek demektir. Bu çaresizliğe ömür boyu mahkum olmak demektir. Türkiye’de her dört saatte bir kadın tecavüze uğruyor, yaşamının herhangi bir döneminde aile içi fiziksel şiddete maruz kaldığını bildiren kadınların oranı ise %39. Fiziksel ya da cinsel şiddete maruz kalmış kadınların %92 ‘si, resmi kurum ve kuruluşlara başvurmuyor. 2015 yılının ilk on ayında 236 kadın öldürüldü, 112 kadına tecavüz edildi, 157 kadın fuhuşa zorlandı. Dünya Sağlık Örgütü’nün küresel şiddet raporuna göre Türkiye, kadın cinayetlerinde 41 ülke arasında 13. sırada… Gittikçe artan bir şiddet trendinde öldürülüyoruz, sakat bırakılıyoruz, şiddete ve tecavüze 302 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Defne BÜLBÜL uğruyoruz. Ne gittikçe kalabalıklaşan polis orduları, ne adliyeler, ne karakollar bizi koruyabiliyor. Toplum sağ iktidarlar eliyle gitgide muhafazakarlaşırken, muhafazakar islami bir toplum da, kadınlar için özgürlükçü, eşit ve güvenlikli bir dünyayı vaad etmiyor. Kadını ikinci sınıf insan konumuna iten, ekonomik araçlardan kadını uzaklaştırıp eve kapatmaya çalışan ve maruz kaldığı şiddete mecbur bırakan, dini kodlarla da sabretme, kader, uysal kadın kodlarıyla, yaşadığımız şiddeti kabullenmemizi dikte eden bir yaşamı vaad ediyor. Mevcut siyasi iktidar araçları da yaşanan şiddeti bir yandan bu araçlarla meşrulaştırırken, öteki elden de şiddet yoluyla egemenlik ilişkilerini sürdürüyor. Dolayısıyla, biz şiddeti mevcut egemenlik ilişkilerinin devamını sağlayan bir araç olarak ele almak zorundayız. Yargı, toplumsal adaletsizliği gidermek, kadına yönelik şiddet ve ayrımı ortadan kaldırmak için en önemli aygıtlardan biriyse de; mevcut uygulamaların neredeyse kadına yönelik şiddeti hoşgördüğünü, çoğu kez bağışlanabilir bir gerekçe bulunduğu görüyoruz ve hükmolunan cezalara baktığımızda da yaşadığımız acının yargı eliyle ödettirilmediği hissine kapılıyoruz. Geleneksel erkek egemen yargı, biz kadınlara yapılan şiddeti bir şekilde hoşgörüyor, erkeklerin cinayetlerini mazur gösterecek haksız tahrik sebeplerini bir şekilde buluyor. Bu, kimi kez kadının kullandığı pembe bir cep telefonu, kimi kez giydiği beyaz pantolon oluyor ya da tecavüze uğramamızın gerekçesi giydiğimiz kırmızı bir mont oluyor : Cinsel saldırı davasında sanık olan polis memuru savunmasında “Kırmızı mont giymişti, tahrik oldum” demiş ve sanık hakkında haksız tahrik hükümleri uygulanmış. Bir başka örnekte erkek sanık eşini tabancayla öldürmesinin gerekçesini, eşinin beyaz pantolon giymesi ve pembe telefon kullanması olarak ifade etmiş, bu gerekçe de mahkeme tarafından haksız tahrik sebebi olarak kabul edilerek, sanık lehine haksız tahrik hükümleri uygulanmış ve sanığın cezası 18 yıla inmiş. 2010 yılında bir davada kadının, eşi olan erkeğin cinsel ilişki teklifini reddetmesi ve “sen erkek değilsin” sözleri, haksız tahrik indiriminin en yüksek oranda uygulanmasını gerektirmiş, ve sanık yalnızca 8 yıl 9 ay hapis cezası ile cezalandırılmış… Türk Ceza Kanunu’nda yer alan haksız tahrik indirimi maddesini düzenleyen 29. madde, özel bir suça ilişkin değil, genel olarak tüm suç tiplerinde uygulanması öngörülen genel bir hükümdür. Aslında bir yönüyle çok insani, duyguları, acıları, çaresizliği olan bireyi; bu çaresizlik altında suç işlemesi halinde, bir nebze olsun sanığı suça iten sebepleri değerlendirerek, cezanın bireyselleşmesine hizmet eden bir müessesedir. Yasaya göre haksız tahrikin uygulanmasına sebep mağdurun haksız bir hareketi olmalı ve bu haksız hareket de, hukuk düzeni tarafından korunmamalıdır. Somut örneklere indirgendiğinde de kırmızı mont giymemizi, yemeğin tuzunu fazla atmamızı, eşimizle ilişkiye girmeme hakkımızı 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 303 Bir Kadın Yargıcın Not Defterinden… engelleyen bir kamu düzeni olmadığına göre; ifade etmemiz gereken, yasa uygulayıcıların yanlış uygulamalarıdır. Aslında en çok eleştirilen noktalardan biri, TCK’nun 29. maddenin yasama gerekçesinde, yanlış uygulamaların önüne geçmek maksadıyla, hiddet ve elemin haksız bir fiil sonucu ortaya çıkması özellikle vurgulanmış, bunun da gerekçesinin “töre ve namus cinayeti” olarak adlandırılan akraba içi öldürme suçlarının önüne geçmek olduğu, açık bir biçimde ifade edilmiştir. Amaçsal bir yorumla haksız tahrik hükümlerinin töre ve namus cinayetlerinde uygulanamayacağı ifade edilmişken, gerek Yargıtay, gerekse doktrin, kastedilen haksız tahrike neden olan haksız fiilin mağdurun dışında bir kimse olmaması halinde uygulanabileceği konusunda neredeyse görüş birliğine varmış, madde gerekçesindeki ifade, bu şekilde uygulamada daraltılmıştır. Kamuoyunda tartışılagelen haksız tahrik indiriminin kadın cinayetlerinde uygulanmaması istemi, çok haksız benzer uygulamalara yol açabileceği gibi, hepimizden daha masum olan çocuk cinayetlerinde uygulanmasına karşın kadın cinayetlerinde uygulanmaması, çok da savunabileceğimiz bir düşünce değildir. İkinci çok eleştirilen husus; TCK’nun 62. maddesinde yer alan hakimin takdiri indirim hakkını düzenleyen maddenin kötü uygulamaları... Bir kravata, bir takım elbiseye mahkum edilen, aslında, bütün hayatını şiddete, cinsel saldırıya, utanca mahkum geçirmiş Nevin’in hayatı karşılığı ödediği cinayete ilişkin “pişman değilim” sözlerinin aslında neyle ödeşme olduğunu anlamayan, pişmanlığı iki cümleye indirgeyen, kravata mahkum eden yargının kıt bakış açısı, kör gözleri ve insanın çaresizliğini anlamadaki sığlığı... Biz “Neden haksız tahrikini bu halde uyguladın, Nevin’de niye uygulamadın? Sizin erkek vicdanınız bizi niçin korumuyor?” sorusunu, uygulamacılara sormak zorundayız. Her duruşmada, her adliyede, her kadın cinayetinde biz kadınlar varolmak ve sorgulamak zorundayız… Kadınların varoluşu, erkek egemen yargıya teslim edilemez. Biz anlatmak ve yasa uygulayıcıları bunları anlamaya zorlamak zorundayız. Öldürülen kadınların ülkesinden, ama Cumartesi Annelerinin topraklarından geliyoruz biz… Direneceğiz ve bir kişi daha eksilmeyeceğiz... 304 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Bir Gönül Projesi : Gelincik Av. Lale İNCESU* Anayasanın 10 ve 41. maddesinde, kadın ve erkeğin eşit haklara sahip olduğu, devletin bu eşitliği yaşama geçirmekle yükümlü olduğu, bu maksatla alınacak tedbirlerin eşitlik ilkesine aykırı olamayacağı ve ana ve çocukların korunmasını sağlamak için ve her türlü istismara ve şiddete karşı çocukları koruyucu gerekli tedbirleri alacağı, hükümleri yer almasına ve uluslararası sözleşmeler ve Türkiye’nin de imzaladığı, AHİS, CEDAW (Kadına Karşı her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi) ve Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi’ndeki hükümlere karşın, Türkiye özellikle kadına yönelik şiddeti önlemede yetersiz kalmıştır. Türkiye’de şiddet olayları giderek tırmanırken, kadın, çocuk, yaşlı, LGBTİ bireyler her dönemde şiddetten daha fazla nasibini almıştır. Resmi olmayan, medyada yer alan haberlere göre, erkekler tarafından 2014’te en az 281 kadın öldürülmüş, 109 kadın ve kız çocuğuna tecavüz edilmiş/tecavüz girişiminde bulunulmuş, 560 kadın yaralanmış, 140 kadın ve kız çocuğuna ise cinsel tacizde bulunulmuştur. Her üç kadından biri, hayatının bir döneminde cinsel, fiziksel, psikolojik ve ekonomik şiddete maruz kalmıştır. Namus, töre bahanesi ile kadınlar öldürülmüş, tecavüz edilmiş, dövülmüş, eğitim ve çalışma hakkından mahrum edilmiştir. Çocuklar ihmal ve istismar edilmiş, LGBTİ bireyler ise ötekileştirilmiş, kimlikleri tanınmamış, * Ankara Barosu Gelincik Merkezi Başkanı. Bir Gönül Projesi : Gelincik seks işçiliğine sürüklenmiş, her türlü haktan mahrum bırakılmış ve şiddete uğradıklarında sığınacakları sığınma evinden bile mahrum bırakılmıştır. Türkiye’de şiddet olayları giderek tırmanırken, kadın, çocuk, yaşlı, LGBTİ bireylerin şiddetten korunması için, Sivil Toplum Örgütlerinin ve Demokratik Kitle Örgütlerinin sivil çalışmalarının önemi daha da artmıştır. Ankara Barosu’nun projesi olan Gelincik projesi; 2 Nisan 2011 tarihinde, toplumda kadına uygulanan şiddeti önlemeye gönüllü Ankara Barosu tarafından kamuoyuna duyurulmuştur. Ankara Barosu, kadına ve çocuğa yönelik şiddetin artması sonucu, toplumsal sorumluluk üstlenerek bu projeyi başlatmıştır. Projenin uygulanması, şiddete uğrayan bireyle iletişimden, acil müdahaleye, davaların takibine kadar, uzmanlık gerektiren alanlar içerdiğinden, yasalara ve uluslararası mevzuata hakim eğitimli avukatlar eliyle takip ve ciddi bir gönüllülük ve uğraşı gerektirmektedir. Bu nedenle, Avukatlık Kanunu 178-180. maddelerinde düzenlenen ve avukatlık ücretlerini ve diğer yargılama giderlerini karşılama olanağı bulunmayanlara avukatlık hizmetlerinin sağlanması anlamına gelen Adli Yardım hizmetinden, ayrı bir yapılanma zorunlu hale gelmiştir. Gelincik Projesinin amacı; şiddete uğramış hedef kitleye yani, fiziksel, cinsel, psikolojik ve ekonomik şiddete uğramış, öncelikle kadın olmak üzere, çocuk, Lezbiyen, Gey, Biseksüel, Transeksüel, İnterseksüel, bakıma muhtaç yaşlı ve engelli bireylere, hukuki yardım yapmak ve şiddetin önlenmesi konusunda farkındalık yaratmaktır. Böylelikle, kadınların, çocukların ve LGBTİ bireylerin insan olmaktan kaynaklanan temel hak ve özgürlüklerini kullanmalarını engelleyen şiddeti cezalandırmak ve/veya önlemektir. Aynı zamanda, mağdurların toplumsal hayata entegre olabilmeleri için sosyal ve psikolojik destek sağlamak ve temel hak ve özgürlüklerinin korunması için, hak arama özgürlüklerinin en üst düzeyde yaşama geçirilmesini sağlamak da, projeyle amaçlanmaktadır. Gelincik Projesi, yaşama geçişinden bu yana, kadın hakları konusunda deneyimli rehber ve gönüllü avukatları kapsamaktadır. Avukatlar toplumsal cinsiyet, Adli Yardım, Ceza Muhakemesi Kanunu, 6284 Sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun, Medeni Kanun, Ceza Kanunu ve uygulamaları, Uluslararası Mevzuat, mağdur kadınla iletişim konularında eğitimleri almakta, bu eğitimler yasa değişiklikleri olduğunda ve rutin olarak yinelenmektedir. Gelincik Merkezinde, 2015 yılı itibarı ile 40 rehber avukat ve 350 gönüllü avukat görev almaktadır. Rehber avukatlar, Ankara Barosu Eğitim Merkezi, Ihlamur Sokak, No.1 Sıhhiye Ankara adresinde, mesai saatleri içinde mağdur kadınla ilk görüşmeyi yapan avukatlardır. Rehber avukatlar, haftanın 7 günü, 24 saat tüm Türkiye’den 306 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Av. Lale İNCESU ücretsiz olarak aranabilen acil yardım hattı olan 444 43 06 nolu telefondan danışma hizmeti, mesai gün ve saatleri içinde ise, merkezden danışma ve hukuki yardım hizmeti vermektedir. Mağdur kadın, çocuk, yaşlı veya LGBTİ bireyle, yine merkezde bulunan ayrı görüşme odasında görüşme yapılmakta, eğitimli ve deneyimli gönüllü avukatlardan acil avukat ataması yapılmakta, birey sığınmaevine yerleştirilmekte, psikolojik desteğe ihtiyaç duyan mağdurlara da, Gelincik Merkezinde gönüllü olarak çalışan psikologlar tarafından psikolojik destek verilmektedir. Ankara dışından arayan şiddete uğramış bireylere, sığınmaevine nasıl yerleştirilecekleri, ücretsiz avukat yardımı ve adli yardım gibi bilgiler verilmekte, hukuki soruları yanıtlanmaktadır. Gelincik Projesinin başlangıcından 7 Ekim 2015 tarihine kadar, yaklaşık 25.000 kişi telefonla danışma hizmeti almıştır. 3292 kişi şahsen başvurmuş, bunlardan 2432 kişiye avukat ataması yapılmış, 520 kişi sığınmaevine yerleştirilmiş, 210 kadına ise psikolojik destek sağlanmıştır. Bu kadınlardan 2075’i fiziksel, 1952’si psikolojik ve 227’si ise cinsel şiddete uğramış, 284’i cinsel saldırıya maruz kalmış, 1424’ine ilişkin ise 6284 Sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesi Yasası gereğince koruma tedbiri kararı alınmıştır. Şiddete uğrayan kadınların dava süreçleri ve daha sonraki yaşamları konusunda istatistik çalışmaları, Başkent Üniversitesi, Adli Tıp Anabilim Dalı Başkanlığı tarafından yürütülmektedir. Son yönerge değişikliği ile, LGBTİ bireyler de kapsam içine alınmış, LGBTİ bireylere yaklaşım, sığınmaevi ve diğer toplumsal sorunlarla ilgili olarak eğitim ve farkındalık çalışmaları yapılmıştır. Mayıs 2015 tarihinde, Sincan Adliyesi’nde Gelincik Merkezi’nin bir şubesi açılmış, Sincan ve çevresindeki mağdurlara da böylelikle daha etkin hukuki destek sağlanmıştır. Gelincik Projesi, sadece şiddete uğradıktan sonra yardım değil, şiddetin önlenmesi konusunda da çalışmalar yapmaktadır. Bu kapsamda, Ankara ilinde pek çok kurum, kuruluş ve sivil toplum örgütü ile işbirliği ve koordinasyon toplantıları yapılmaktadır. Okullar, devlet daireleri, belediyeler, üniversiteler ve sivil toplum örgütlerinde, şiddete uğrayan bireylerin şiddet konusunda duyarlılık kazanmaları, hangi mercilere başvurulacağı, hukuki hakları konusunda çalışmalar yapılmaktadır. 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 307 Bir Gönül Projesi : Gelincik Adalet Bakanlığı, Ankara Üniversitesi ve Ankara Barosu Gelincik Merkezi’nin ortak protokolü ile, Ankara ve Ankara Batı Adliyeleri (Aile Mahkemeleri ve aile içi şiddet soruşturma büroları), Ankara Kadın Kapalı Ceza İnfaz Kurumu ile Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı Ankara İl Müdürlüğü’ne bağlı Şiddet Önleme ve İzleme Merkezi (ŞÖNİM)’de şiddete uğrayan veya şiddete uğrama tehlikesi bulunan kadınların, çocukların, aile bireylerinin ve tek taraflı ısrarlı takip mağduru olan kişilerin korunması ve bu kişilere yönelik şiddetin önlenmesi amacıyla 6284 Sayılı Kanun kapsamındaki tedbirlerin usul ve esaslarına dair, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrencilerinin hukuk kliniği uygulamaları ile tarafları ve ilgilileri bilgilendirmek ve böylece 6284 Sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun uygulamalarının geliştirilmesi ve Kanun hakkında bilgilendirme faaliyetlerinin talep sahiplerine doğrudan aktarılması amacı ile, çalışma başlatılmıştır. Ufuk Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden gönüllü öğrenciler de, Gelincik Merkezi’nde staj yaparak katkıda bulunmuşlardır. Altındağ Belediyesi, Yenimahalle Belediyesi ve Çankaya Belediyesi ile protokoller imzalanmış, kadınların yoğun şiddet gördüğü yerlerde yerinde eğitimler yapılarak, kadınlara şiddetin ne olduğu, şiddete uğradıkları zaman başvurulacak yasal yollar konusunda eğitimler verilmiş ve verilmeye devam edilmektedir. Ulusal ve uluslararası düzeyde, kadına yönelik şiddetin önlenmesi konusundaki projelere katkı sağlanmış, Adalet Bakanlığı Mağdur Hakları Merkezi’nin hazırlamakta olduğu, avukat, savcı, hakim, doktor gibi alanda çalışan profesyonellere yönelik, ikincil istismarın önlenmesi amacıyla hazırlanan, Mağdura Yaklaşım Kılavuzu ve Mağdur Hakları Yasası’nın oluşturulmasına aktif katkıda bulunulmuştur. Ayrıca, Sosyoloji Derneği’nin proje sahibi olduğu, “Suskunluğun Çığlığı” projesine de, katkı sağlanmıştır. Avrupa Birliği ve Türkiye Cumhuriyeti tarafından finanse edilen ve ana yararlanıcısı Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı olan, Kadın Dayanışma Vakfı koordinatörlüğündeki, İzmir Kadın Dayanışma Derneği ve Adana Kadın Dayanışma Merkezi ve Sığınmaevi Derneği (AKDAM) ile birlikte yürütülen “Yerel İşbirlikleri Aracılığıyla Şiddetle Mücadele Mekanizmalarının Güçlendirilmesi” projesine de, aktif katkıda bulunulmuştur. Kadına yönelik şiddetle mücadelede, önemli davalar Gelincik Merkezi rehber avukatları tarafından gönüllü olarak takip edilmekte, toplu olarak duruşmalara girilmekte, Özgecan Aslan cinayeti ve diğer kadın cinayetleri davalarında, kamuoyu yaratılmaktadır. 308 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Av. Lale İNCESU Şiddetin önlenmesi ve şiddete uğrayan bireyin korunması konusunda, radyo ve TV programlarına katılım sağlanmaktadır. Gelincik Projesi’nin geniş kitlelere ulaşmasını sağlamak ve şiddet konusunda duyarlılık sağlamak amacıyla, Gelincik Projesi web sayfası yenilenerek, aktif olarak kullanılır hale getirilmiştir. Ankara Barosu, şiddetin önlenmesi konusunda, bir gönül projesi olan Gelincik Projesi ile Türkiye’nin en önemli sorunlarından biri olan şiddeti, bir aydın sorumluluğuyla çözmeye kararlıdır. 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 309 Türk Medeni K anunu’nun 40. Maddesi Somut Norm Denetimine Tabiyken: Tr ans Geçiş Sürecinde ‘Bekletmeler’in Tr ans Öznelliklere Etkisi Av. Sinem HUN* Giriş: Uzun yıllardır transeksüel/transgender’ların temel insan haklarının savunuculuğunu yürüten aktivist ve avukatlar için, geçtiğimiz Haziran ayında güzel bir gelişme yaşandı ve devam eden bir “cinsiyet değiştirme” davasında Ankara 4. Asliye Hukuk Mahkemesi, Türk Medeni Kanunu’nun (TMK) 40. maddesinin Anayasa’ya aykırı olduğuyla ilgili iddiayı kabul ederek, dosyayı Anayasa Mahkemesi’ne gönderdi. Somut norm denetimi yapacak olan Anayasa Mahkemesi ise, 10 Ekim 2015 tarihli ilk incelemesinin sonunda, Mahkeme’nin talebini esastan incelemeye karar verdi. Bu olumlu gelişmeler vesilesiyle, bu yazıda öncelikle somut norm denetiminin yapılmasını sağlayan dava dosyasından kısaca bahsedilecek, akabinde TMK 40’ta yer alan ve “cinsiyet değiştirme” olarak adlandırılan trans geçiş sürecindeki normatif kurallara ve bu kuralların aslında süreci nasıl güçleştirdiğine değinilecektir. İkinci bölümde, madde 40 parçalara ayırılarak * Ankara Barosu. Türk Medeni Kanunu’nun 40. Maddesi Somut Norm Denetimine Tabiyken: Trans Geçiş Sürecinde ‘Bekletmeler’in Trans Öznelliklere Etkisi maddeye daha tanımlayıcı (descriptive) bir yerden bakılacaktır. Üçüncü bölümde ise, bu şartlar/bekletmeler, eleştirel hukuk üzerinden değerlendirilecektir. Sonuç bölümünde ise, sadece trans geçiş süreci çalışan ve merkezi Ankara’da olan Trans Danışma Merkezi Derneği’nin verisinden yararlanılarak, uygulayıcı aktörlerden olan hakimlerin konuyla ilgili algısı ve trans geçiş adaletiyle ilgili öneriler paylaşacaktır. I – Bir Davanın Anatomisi P.B. bir trans erkek olup, 2014 yılında hem isim, hem de “cinsiyet değiştirme” davasını Ankara 4. Asliye Hukuk Mahkemesi nezdinde açmıştır. İlk üç duruşmada avukatsız bir şekilde dosyayı kendisi yürütmüş ve bu süreçte isim değiştirme talebi kabul edilmiş; ayrıca madde 40’ın emrettiği şartları, bir tanesi hariç, yerine getirmiştir. Hacettepe Üniversitesi Hastanesi’nden “transseksüel yapıda” olduğuna dair rapor almış, hormon kullanmaya başlamış, göğüslerini aldırmış (mastektomi) ve son olarak “üreme yeteneğinden sürekli yoksun olmak için” rahim ameliyatı (histerektomi) geçirmiştir. Ancak maddede “amaca ve tıbba uygun ameliyatın” yapılmasından bahsedilmektedir, ki burada kastedilen (her ne kadar madde bu noktada açık olmasa da) genital organ ameliyatıdır. P.B. çeşitli nedenlerden ötürü bu ameliyatı olmak istememektedir: Her şeyden önce, bu ameliyat Türkiye’deki devlet hastanelerinde başarılı bir şekilde yapılamamaktadır. Bu ameliyatı yapabilecek uzmanlar devlet hastanelerinde ya yetiştirilmemekte ya da yetişmiş uzmanlar kendi muayenehanelerini açarak fahiş ücretlerle bu ameliyatı yapmaktadırlar. Öte yandan, ameliyatların neticesinde geri dönülemez hasarlar da kalmaktadır. P.B. beden bütünlüğünü kalıcı olarak bozacak böylesi bir riski almak istememiştir. Ancak bir yandan da, P.B.’nin kimlik değişimine acilen ihtiyacı vardır: Hem çalışma, hem de eğitim hayatı çok olumsuz bir biçimde etkilenmektedir. Öte yandan, özel hayatında evlilik gibi önemli kararları sürekli ertelemek zorunda kalmaktadır. Mahkemenin, genital organ ameliyatının gerçekleşmesi, aksi takdirde kimlik değişimine karar verilmeyeceği ısrarı üzerine, P.B, Mahkeme’de vekille temsil edilmeye başlanmıştır. Dava avukatı, ilk olarak, sonuçları ve koşulları düşünülmeden ısrarcı olunan ameliyat şartı ile ilgili çeşitli görselleri Mahkeme’ye sunmuştur. Bu görseller Trans Danışma Merkezi Derneği’nin veri tabanı üzerinden elde edilmiş, ameliyat mağduru trans erkeklerin rızaen verdikleri fotoğraflardan oluşmuştur. Ayrıca Mahkeme’den, bu ameliyatların riskleri konusunda Hacettepe Üniversitesi Hastanesi’nden bilirkişi raporu alınması talep edilmiştir. Fotoğrafların yarattığı “şok” etkisi ile, Mahkeme bu talebi kabul etmiştir. Hacettepe Üniversitesi Hastanesi’nden gelen rapor her ne kadar riskler ve ameliyatın başarı oranıyla 312 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Av. Sinem HUN ilgili iddiaları yüzde yüz destekleyici nitelikte olmasa da, akabinde yapılan Anayasa’ya aykırılık iddiası için bir temel oluşturmuştur. Diğer önemli bir gelişme ise, duruşmadan hemen önce Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Y.Y.-Türkiye (başvuru no: 14793/08) kararının açıklanması olmuştur. İşbu karar, trans geçiş süreci konusunda sadece Türkiye değil, tüm Avrupa Konseyi üyesi ülkeler için bir kırılma noktası niteliğindedir. Karar, kısaca, trans bireylerin operasyona zorlanmalarının Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin özel hayata saygı hakkının ihlali anlamına geldiği, yönündedir. Duruşmada işte bu kararın İnsan Hakları Ortak Platformu ile KAOS GL Derneği’nin işbirliği ile Fransızca’dan Türkçe’ye çevrilmiş örneği sunulmuş ve davacının ameliyata zorlanmasının bir insan hakkı ihlali olduğu, bu haliyle Anayasa ve AİHS’e aykırı olduğu iddia edilmiştir. Mahkeme Haziran 2015’teki duruşmasında, bu iddiayı haklı bulmuş ve dosyayı somut norm denetimi için Anayasa Mahkemesi’ne göndermiştir. Bir sonraki duruşma, Kasım 2015’te görülecektir. II – Medeni Kanun Madde 40: Nedir, Neyi Düzenler? Türk Medeni Kanunu’nun 40 maddesi, “cinsiyet değiştirme” olarak bilinen “işlemi” düzenler. Madde şu şekildedir: “Cinsiyetini değiştirmek isteyen kimse, şahsen başvuruda bulunarak mahkemece cinsiyet değişikliğine izin verilmesini isteyebilir. Ancak, iznin verilebilmesi için, istem sahibinin on sekiz yaşını doldurmuş bulunması ve evli olmaması; ayrıca transseksüel yapıda olup, cinsiyet değişikliğinin ruh sağlığı açısından zorunluluğunu ve üreme yeteneğinden sürekli biçimde yoksun bulunduğunu bir eğitim ve araştırma hastanesinden alınacak resmi sağlık kurulu raporuyla belgelemesi şarttır. Verilen izne bağlı olarak amaç ve tıbbi yöntemlere uygun bir cinsiyet değiştirme ameliyatı gerçekleştirildiğinin resmi sağlık kurulu raporuyla doğrulanması halinde, mahkemece nüfus sicilinde gerekli düzeltmenin yapılmasına karar verilir.” Dolayısıyla, bu maddeye göre “cinsiyetini değiştirmek” isteyen kimsenin 18 yaşından büyük olması, bekar olması, transseksüel yapıda olması, üreme yeteneğinden sürekli bir biçimde yoksun olup amaç ve tıbbi gerekliliklere uygun bir genital organ ameliyatı geçirmiş olması gerekir. Bu şartlardan hiçbiri seçimlik değildir; yani başvurucu bu şartların hepsini dava sonuçlanıncaya kadar yerine getirmekle yükümlüdür ve ancak bu şekilde hakim başvurucunun nüfus kütüğündeki cinsiyet hanesinin değiştirilmesine karar verebilir. 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 313 Türk Medeni Kanunu’nun 40. Maddesi Somut Norm Denetimine Tabiyken: Trans Geçiş Sürecinde ‘Bekletmeler’in Trans Öznelliklere Etkisi Öte yandan, Kanunun “cinsiyet değişikliği” olarak ifade ettiği “hukuki işlem”, aslında basit bir işlemden ziyade, adeta bir “işlemler zinciri” yani bir süreçtir ve bu süreç “engeller, inan(dır)malar, kişisel kanaatlere dayalı bekletme veya geçiş izinleriyle” doludur. Sürecin soru işaretleriyle dolu tarafı ise, “cinsiyet değiştirme” olarak adlandırılan trans geçiş sürecinin, her başvurucu için ayrı ayrı sonuç vermesidir. Bunun nedenini, yargılama eyleminin uygulayıcı aktörlerinin keyfiliğine, ikili cinsiyet sistemini yorumladıkları kültürel havzalarına ve devletin trans bedeni “sonuna kadar” kontrol altına alıp heteronormatif düzene uydurma isteğine bağlayabiliriz. Bu öyle bir istektir ki, örneğin, başvurucunun trans bedenini zorla kısırlaştırır, cinsiyet kimliğine uygun gördüğü bir cinsel organı vücuduna adeta “monte eder” ya da trans bireyi ayrımcılığın çok yüksek olduğu psikiyatrik süreçlerden geçmeye zorlar. III – Engeller ve Bekletmeler: Eleştirel Hukuk Yönünden Maddenin Eleştirisi: Trans beden için, ilk bekletme yaş ile başlar. Türkiye’deki medeni hukuk prosedüründe, 18 yaş zaten dava açma ehliyetine işaret eder: Kişi medeni haklarıyla ilgili birçok davayı 18 yaşından önce açamaz. O halde 40. maddede açıkça ve ayrıca 18 yaş yazmasının altında ne yatabilir? Bu noktada madde 40’in gerekçesine bakmak, kanun koyucunun niyetini “okumak” bakımından ilgi çekicidir. İlgi kısım şu şekildedir: “…Değişiklik için aranan diğer önemli koşul, kişinin on sekiz yaşını doldurmuş olması ve evli bulunmamasıdır. Henüz cinsiyeti yönünden bir değişiklik zorunluluğu bulunmayan ya da böyle bir zorunluluğun olup olmadığı belli olmayan kişilerin bu yola başvurmasının önlenmesi bakımından en az on sekiz yaşını doldurmuş olması koşulu aranmış, bunun yanında bu kişinin evli olmaması koşulu da getirilmiştir.” Gerekçede de görüleceği üzere devletin 18 yaş ısrarı, dava açma ehliyeti kaygısından çok farklıdır: Burada açıkça trans bireyi 18 yaşına gelinceye kadar vazgeçirme çabası, yolun kendine özgü zorluklarının trans bireyin gözünü korkutacağına dair umut ve trans bireyin “aklının erip” vazgeçmesi durumunda da ona yeterli süreyi tanıma niyeti vardır. İkinci bekletme, sürecin en önemli unsurlarından olan psikiyatrik tanı koymada yaşanır. Psikiyatrik tanı, teknik olarak, “cinsiyet değiştirme” davası olarak da adlandırılan davanın kabul edilmesi için gerekli olan şartlardan biridir. Psikiyatrik tanının konma süresi, dosyadan dosyaya değişkenlik göstermesine rağmen, en az altı aydır. Öte yandan, trans başvurucu bu hizmete bütün eğitim ve araştırma hastanelerinde de erişemez. Merkezi Ankara’da bulunan Trans 314 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Av. Sinem HUN Danışma Merkezi Derneği’nin de elde ettiği verilere göre şu an sadece iki üniversite hastanesinde cinsiyet geçiş kurulları bulunmaktadır: Bunlardan biri Çapa Tıp Fakültesi Hastanesi, diğeri ise Hacettepe Hastanesi’ndedir. Diğer eğitim ve araştırma hastanelerinde, ne yazık ki trans başvurucuların yeterli hizmeti hızlı ve herhangi bir ayrımcılığa uğramadan almaları durumu, çok nadirdir. Kaldı ki bu konuda daha hassas, bilinçli ve hızlı hizmet verdiği bilinen adı geçen iki hastanede de, zaman zaman ayrımcılık vakaları raporlanmıştır. Devlet, psikiyatrik tanı konmasından, esasen trans bireyin bedeninin “transseksüel yapıdadır, ameliyat olması zorunludur” şeklinde damgalanmasını anlamaktadır. Bireyin transseksüel yapıda olup olmadığının doktor tarafından “tespiti” yoluna gidilmesi demek, transgender olma halinin “hastalaştırılması” da demektir. Bu noktada tıbbın, tıp etiğini çiğneme pahasına, bu damgalama halini ve kullanılan yöntemleri sorgulamadan, hukuk ile “kirli” bir işbirliğine gittiğini de görmek gerekir. Üçüncü bekle(t)me ise, üreme yeteneğinden sürekli yoksunluk şeklinde tarif edilen, “zorunlu kısırlaştırma” şartı yerine getirilirken deneyimlenir. Kanun koyucu, ilgili maddede “sürekli olarak üreme yeteneğinden yoksun olma” halinden bahsetmiş; ama bu şartın nasıl yerine getirileceğini söylememiştir. Aynı şekilde “sürekli olarak üreme yeteneğinden yoksun olmak”tan ne anlaşılması gerektiği, ne gerekçede, ne özel bir kanunda, ne de bir tüzükte belirtilmiştir. Öyle ki, bu yönsüzlük ve belirsizlik hali, “acaba sadece kısır translar mı dava açabilirler?” de dedirtebilir. Uygulamada ise, trans birey, herhangi bir soru sormaksızın veya itirazda bulunmaksızın, “kendiliğinden” üreme hakkından vazgeçer. Bir transın üremesinin eşyanın doğasına aykırı olduğunu, kendisi dahi içselleştirmiştir adeta. Bildiğimiz bir kişi hariç: 2006 yılında Mersin’de geçiş süreci davası sırf bu şartı yerine getirmediği için başarısızlıkla sonuçlanan Y.Y., yerel mahkemenin aleyhe kararını önce temyiz eder, daha sonra da AİHM’e başvurur. AİHM ise, geçtiğimiz Mart ayında geçiş süreci ile ilgili çok önemli bir karar vererek, üreme yeteneğinden sürekli yoksunluk şartının bir insan hakkı ihlali olduğuna karar vermiştir (Daha fazla bilgi için: Y.Y v. Türkiye, başvuru no: 14793/08). Ayrıca, bu sürece paralel olarak devlet, trans bedeni bir de transeksüelleştirmek ister: Kanun koyucunun trans geçiş sürecinin ancak genital organ ameliyatı ile tamamlanacağına, hatta “taçlanacağına” dair güçlü bir kanısı vardır. Halbuki kişinin kütüğündeki cinsiyet hanesini değiştirmek istemesi üzerine, böylesi bir talebin yerine getirilmesi için herhangi bir ameliyatın zorunlu kılınması, trans bireyin özel hayata saygı hakkının ihlali anlamına gelir: Hiçbir beden, ikili 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 315 Türk Medeni Kanunu’nun 40. Maddesi Somut Norm Denetimine Tabiyken: Trans Geçiş Sürecinde ‘Bekletmeler’in Trans Öznelliklere Etkisi cinsiyet sisteminde kadınlık ve erkeklik üzerinden kodlanan beden kılıflarına girmeye ve sırf bu kılıfları giymek için tıbbi operasyonlara tabi tutulmaya zorlanamaz. Sonuç – Hakimler Ne Düşünüyor: Trans Adaleti Mümkün mü? Son olarak, başat uygulayıcı aktör olan hakimin kültürel havzası ve keyfiliğinin, geçiş sürecini trans başvurucu aleyhine nasıl uzattığı -veya kimi durumlarda da kısalttığı- anlatılacak ve trans adaleti üzerine kimi düşünceler kısaca paylaşılacaktır. Trans Danışma Merkezi Derneği, merkezi Ankara’da bulunan bir dernek olup, sadece geçiş süreci üzerine çalışmaktadır. Bu süreçle ilgili istatistik veri tutup, raporlama yapmaktadır. Derneğin Ocak 2015 itibariyle izlediği 56 “cinsiyet değiştirme” davası üzerinden elde ettiği, hakim tavrı ve algısı oldukça enteresandır: Hakimlerin %77’si, maddenin “olmazsa olmaz” olarak gördüğü koşulların kimilerini uygulamayarak başvurucu lehine karar verirken, geriye kalan %23’lük kısım, kanunu olduğu gibi “sert ve dar” bir biçimde yorumlamayı tercih etmiştir (daha fazla bilgi için: www.t-der.org sitesi ziyaret edilebilir). Yani bu verinin de gösterdiği üzere, uygulayıcı aktörler madde 40’ın öngördüğü şartların gerekliliği ve nasıl uygulanması gerektiği konusunda, kafa karışıklığı yaşamaktadırlar. Hatta denebilir ki, maddenin öngördüğü şartları “adil” ve “insani” bulmamaktadırlar. O halde insan haklarına uygun bir trans geçiş adaleti nasıl olabilir? Elbette bekletmeleri ya ortadan kaldırmak, ya da temel haklar çerçevesinde “aklileştirmek” gerekir. Bu konuda en önemli üç öneri şu şekilde sunulabilir: • Dünya’da geniş ölçekli kampanyası da yapıldığı üzere, transeksüalite’nin hastalık olarak değil bir varoluş biçimi olarak kabul edilerek, psikiyatrik süreçlerle birlikte trans bireyi, ailesi ve çevresini güçlendirici hizmetlerin devlet eliyle verilmesinin sağlanması; • Geçiş sürecinin 18 yaş sınırından ve medeni halden bağımsız olduğunun algılanması ve devletin bu süreçteki çatışmaları minimuma indirmek için trans birey ile tam bir işbirliğine girmeye çalışması; • Sürecin bir parçası olarak dayatılan, üreme yeteneğinden sürekli yoksunluk ve genital organ ameliyatı şartlarının derhal kaldırılması ve bunların yerine trans başvurucunun beyanı ve iradesiyle at başı giden yasal tanıma sistemine geçilmesi. 316 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 K ADINA ŞİDDET PAZARLIK KONUSU Av. Döndü Ceren ŞİMŞEK* İstanbul Sözleşmesi, yani Kadına Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi, uluslararası alanda yaptırımı ve bağlayıcılığı olan ilk sözleşmedir. Sözleşme, şiddetin temelinde kadın-erkek eşitsizliğini görmekte, bu nedenle, toplumsal cinsiyet dediğimiz toplumun kadına yüklediği rollerin ve önyargıların dağılması için, bu eşitsizliği giderecek tedbirlerin ve programların üretilmesi koşulunu taşımaktadır. Kadın erkek eşitsizliğinin sürekli üretilmesi, şiddetin devamlı artmasına sebep olmaktadır. Sözleşme, kadına karşı şiddeti bir insan hakları sorunu olarak görmekte ve bu yüzden sosyal ve uluslararası mücadele yollarını ortaya koymaktadır. Sözleşmede taraf devletler, korumaya muhtaç kadın ve kız çocuklarına dair herhangi bir ayrımcılık gözetemezler. Medeni hal, ırk, dil, din, cinsel eğilimi ve cinsel kimliği vs ayrımı, mümkün değildir. Bu bakımdan, Türkiye’ye gelen Kobaneli, Şengalli, Suriyeli kadınların da şiddete karşı korunmaları, devletin sorumluluğu altındadır. İstanbul Sözleşmesi, kadınların özgürlük, eşitlik ve demokrasi mücadelesinde ortaya çıkan taleplere uygun şekilde oluşturulmuştur. Sözleşmenin 12/1. maddesinde “Taraflar kadınların daha aşağı düzeyde olduğu düşüncesine veya kadınların ve erkeklerin toplumsal olarak klişeleşmiş rollerine dayalı ön yargıların, törelerin, geleneklerin ve diğer uygulamaların kökünün kazınması amacıyla kadınların ve erkeklerin sosyal ve kültürel davranış kalıplarının değiştirilmesine yardımcı olacak tedbirleri alacaklardır.” ve yine 12/5. maddesinde “Taraflar kültür, töre, din, gelenek veya sözde ‘namus’ gibi kavramların bu Sözleşme kapsamındaki herhangi bir şiddet eylemine gerekçe olarak kullanılmamasını temin edeceklerdir.” denilmektedir. Sözleşme, mahkemelerde * Ankara Barosu. Kadına Şiddet Pazarlık Konusu karşılaştığımız kadına şiddet/kadın cinayetleri dosyalarında haksız tahrik indiriminden faydalanmak için sanıkların sözde namuslarına düşkünlükleri sebebiyle ve kadınları değersizleştiren ifadeler ile mahkemeyi yanıltmaya çalışmalarının ve ne yazık ki toplumsal ahlak denilen ve ceza kanunumuzun yaratılmasında en fazla katkısı olan kavram yüzünden mahkemelerin haksız tahrik indirimlerini haksız yere uygulamasının, önüne geçmek istemektedir. Yine sözleşmenin 46. Maddesinde, şiddet suçu işleyen kişilerin cezalandırılması için ağırlaştırılmış sebepler sayılmıştır. Buna göre, şiddet suçu sadece altsoya, üstsoya, eş veya kardeşe işlenmesi halinde değil, eski bir eşe, birlikte yaşadığı kişiye, partnerine işlendiğinde, son zamanlarda giderek artan nefret söylemleri nedeniyle hassas konuma gelmiş bir bireye karşı işlendiğinde, bir çocuğa karşı ya da çocuğun huzurunda işlenmiş olması halinde, cezaların ağırlaştırılması gerektiği belirtilmiştir. TCK 82. Maddesinde, kasten öldürme suçunun ağırlaştırıcı sebepleri tahdidi olarak sayılmış ve son zamanlarda kadın örgütlerinin bir kazanımı olarak, töre saikiyle işlenmesi, ağırlaştırıcı sebep olarak kanuna girmiştir. Bu madde, değişen TCK ile kadın örgütlerinin önemli bir başarısı olsa bile, Sözleşmeye göre namus cinayetleri nitelikli insan öldürme kapsamına alınmalı ve “töre saiki” ifadesi “namus saiki” ile değiştirilerek, her tür namus cinayetinde ceza indirimi verilmesi önlenmelidir. Ancak yeni hazırlanan kanun taslağı ile, birçok suçlarla beraber cinsel taciz gibi cinsel saldırı suçları, ceza yargılamalarında iş yükünün azaltılması ve alternatif çözüm yöntemlerinin geliştirilmesi sebebiyle, pazarlık usulü kapsamına girecektir. Pazarlık usulünün kapsamına yaralama, eziyet, sarkıntılık, reşit olmayanla cinsel ilişki, cinsel taciz, tehdit, şantaj, nefret ve ayırımcılık vs. suçlar girmektedir. Bu suçları işleyen sanıklar için mahkeme, * Suç için kanunda öngörülen cezanın alt sınırının yarısını geçmemek kaydıyla bir yıla kadar hapis cezası, * Suçun karşılığında seçimlik ceza olarak hapis ve adli para cezası öngörülmesi halinde, yüz seksen güne kadar adli para cezası, * Hükmolunan hapis cezasının ertelenmesi, * 30 günden 730 güne kadar kamuya yararlı bir işte çalışma, * 30 günden 1 yıla kadar bir konut veya bölgede denetim ve gözetim altında bulundurulma, belirlenen bir süreyle belirli yer ve bölgelere gitmeme, belirli mercilere düzenli başvurma, suçun işlenmesiyle bağlantılı meslek veya sanatın icrasının yasaklanması, suçun işlenmesiyle bağlantılı ehliyet veya ruhsatın geri alınması, 318 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Av. Döndü Ceren ŞİMŞEK * Suçtan doğan zararın, aynen iade, önceki hale getirme veya tazmin suretiyle giderilmesine hükmedebilecektir. Böylece, kadına ve kız çocuklarına karşı işlenen cinsel taciz cezaları paraya çevrilebilecek. Kadına karşı uygulanan psikolojik şiddet olan tehdit ve şantaj için de pazarlık usulü uygulanabilecek. Kadını aşağı gören bir kültür, gelenek ve göreneğin ürünü olan fiziksel, psikolojik, cinsel ve ekonomik şiddetin önüne geçmek gerekirken, Özgecan Yasası olarak bilinen ve defalarca meclise sunulan yasa tasarısı ile bunlar için caydırıcı cezalar talep edilirken, yeni düzenleme bu şiddeti körüklemekten başka bir işe yaramayacaktır. İstanbul Sözleşmesinin 46. maddesi olan ağırlaştırıcı koşullara, özellikle 46/f bendinde “suçun mağdura ağır fiziksel ve psikolojik zarar vermesi halinde” şeklinde yer verilmiş; ancak bu sürpriz kanun taslağı, söz konusu Sözleşmeyi yok sayarcasına, failin ceza almasının yanı sıra onun ıslah edilmesi ve eğitilmesi yönünde herhangi bir adım atmamış, üstelik mevcut düzenlemeden de geri gitmiştir. Oysa ki; bu Sözleşme taraf devletlere aynı zamanda iç hukuklarını sözleşmeye göre düzenlemeleri yükümlülüğü getirmiştir. İstanbul Sözleşmesi, insan haklarını kendine rehber edinmiş kadınların mücadelesi için, şiddet söylemini güçlendiren dinamikleri ortadan kaldırmak için oluşturulmuştur. 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 319 Çukur* Nihan Deniz KÖKSAL** İki kardeş şehrin dışındaki çöplüğe doğru yürürken, sıcacık kuvvetlice tuttukları elleri ile adeta konuşuyorlardı. Dört kızdan sonra olmuştu Mehmet. Ablalarının en küçüğü Dilan ile hiç istemediği bir yolu yürüyordu. Üç ablası on sekiz yaşına gelmeden evlendirilmişlerdi. Dilan’ın elini daha sıkı tutarken çocukluklarını düşünüyordu; hiç kavga etmezlerdi, birbirlerini korur, işbirliği yaparlardı çoğunlukla. Dilan okulculuk oynamayı çok sever, kendisi de hep öğrencisi olurdu ablasının. Oyunlarını babalarından gizli oynarlardı, kızardı çünkü oyun da olsa Dilan’ın öğretmen olmasına. Bir kez yakalanmışlar, “bu kız başımıza bela olacak” diye bağırmış, annesine kızmıştı. Annesi hiç babası gibi değildi, oyunlarını izler her seferinde de gözyaşlarını gizlice başörtüsüne silerken, “Dilan’ım öğretmen olur inşallah” diye dua ederdi. Mehmet, Dilan’ı öğretmen olarak hayal etmek istiyordu şimdi. Onunla elele öğrencilerine doğru giden bir öğretmen. Adımları yavaşlıyor, gözlerini yumuyor, acı çekiyordu. Dilan, göz ucuyla on altı yaşındaki, delikanlılığa geçen kardeşine bakıyordu. Anlatmıştı annesi kardeşleri Mehmet’in doğduğu o uğurlu günü. Evlerinin üzerindeki kara bulutlar dağılmış, uğursuzluk gitmiş, sonunda bir erkek çocukları olmuştu. Babaları bütün köye ziyafet vermişti. Yoksul sofralarında bir daha hiç göremeyecekleri yemekleri yemişlerdi. “Kaderimi yendim, her doğumdan sonra tüm köyün bana lanetli gibi bakmasından kurtuldum.” demişti annesi. * Bu öykü, Zeynep Cemali Öykü Yarışmasında, 2011 yılında ikincilik ödülü kazanmıştır. ** Hakim bir annenin kızı olan yazar, bu öyküyü 13 yaşındayken yazmıştır. Çukur Mehmet evin gözbebeği olmuş, bu ayrıcalığı da en çok Dilan hissetmişti. Kendisi okula terliklerle giderken, ayakkabı giymişti Mehmet. Mehmet’in okul çantası olmuş, o sürekli yırtılan naylon torbalarla taşımıştı kitapları. Kardeşini o kadar içten, o kadar çok seviyordu ki kıskanmamıştı, kıskanamamıştı hiç. Çok çalışkandı, okuldaki çocuklara da severek ders çalıştırmış, okulun tek öğretmeninin en büyük yardımcısı olmuştu. Gül Öğretmen’e hayrandı, okuyup onun gibi köyüne öğretmen olmak istiyordu. Gül Öğretmen de “Dilan mutlaka okumalı” diye anne babasına çok yalvarmış, babasını ikna etmeye çalışmıştı. Ama babası kararlıydı, Mehmet’i okutacaktı sadece. Mehmet’i okutmak için de, ilköğretim bitince Urfa’ya taşınacaklardı. Annesi daha iki yıl olmasına rağmen belki Dilan’ımı okuturum, kaderi bana, ablalarına benzemez diye Urfa’ya taşınmaya ikna etmişti kocasını. Ne kadar umutlanmıştım, diye düşündü Dilan. Annesi okula gitsin diye günlerce yalvarmıştı babasına, kavga etmiş, dayak yemişti. Değiştirememişti aile büyüklerinin daha köyde iken aldıkları kararı. Dilan’ın öğretmen olma hayalleri, kız çocuklarının kaderine kurban edilmişti. Okulsuz hayat dayanılmazdı Dilan için. Ona kitap veren Gül Öğretmen yoktu artık, paraları da yoktu üstelik kitap alacak. Kardeşi Mehmet, hayatta tutunacak tek dalı gibiydi. Ona ders çalıştırdığı saatlerde mutlu oluyordu yalnızca. Dilan Urfa’ya taşındıkları zamanı düşündü; annesi günlük temizliğe gidiyor, evin bütün işlerini yapmak zorunda kalıyordu. Babası bir türlü düzenli iş bulamamıştı. Zamanla alışmıştı iş yapmaya, öğrenmişti yemek pişirmeyi. Annesinin çalışmak zorunda olması çok işine yaramıştı, evlendirmiyorlardı. Mehmet liseyi bitirince, ablalarının kaderini yaşamaktan kaçamayacağını da biliyordu. Dilan’ın sıcacık şefkatli ellerini hiç bırakmak istemiyor, keşke diyordu Mehmet; ablamı Suat Öğretmen’le tanıştırmamış olsaydım, getirmeseydim onun verdiği kitapları, okumasaydı gizli gizli. Belki Hasan Ağa’ya ikinci eş olmayı kabul ederdi. Karnı dahi iyi doyar, daha rahat yaşardı. Anlamış gibi gülümseyerek baktı Dilan, kardeşine. Mehmet üzülmemeliydi, Suat Öğretmen’le tanıştırması için onu zorlamıştı. Mehmet’in okuldaki başarısı diğer öğretmenler gibi edebiyat öğretmeni Suat’ın da dikkatini çekmiş, Mehmet ona anlatmak zorunda kalmıştı kahramanını. Artık ablasına kitaplar taşıyor, Suat Öğretmen’i anlatıyordu. Okulda olup bitenleri, öğretmenlerini, arkadaşlarını yıllardır anlatıyordu, ama en çok Suat Öğretmen’i anlatmak Dilan’ı heyecanlandırıyordu. Suat Öğretmen bütün 322 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Nihan Deniz KÖKSAL hikayelerini dinlemiş, Dilan’ın öğretmen olma hayallerinin peşine o da takılmıştı. Açık lise diyordu, ben çalıştırırım diyordu. Mehmet’in her gün eve taşıdığı okul hayatı, okulsuz okullu yapmıştı Dilan’ı. En çok edebiyat dersini ve öğretmenini seviyordu, tanımadan görmeden. Ama tanıyordum onu; yoksul gecekonduda yaşamamı zenginleştirmişti, beni kitaplarla güçlendirmiş, koskoca şehirdeki yalnızlığımı sona erdirmişti. Dünyada temiz ve iyi yürekli insanlar da yaşıyordu. Ablasının ısrarına dayanamayan Mehmet tanıştırmıştı onları. Okulun kapısında bekleyen Suat Öğretmen’in yüzüne bakamamıştı ablası. Çekingen, ürkek durmuştu önce. Konuşmaya başladıklarında ablası nasıl da farklılaşmıştı, iri siyah gözleri ışıl ışıldı, sanki Dilan değildi konuşan. Ne çok şey biliyordu ablası, Suat Öğretmen de hayranlıkla izliyordu onu. Böyle başlamıştı üçünün, şimdi ikisinin yürüdükleri bu yola düşüren maceraları. Dilan da okulun kapısındaki o günü düşünüyordu. Kalbi kıpır kıpırdı, kahramanı karşısında duruyordu. Kekeleyerek başlamıştı konuşmaya ve heyecanını çabucak yenmişti, sıcacık sesini duyunca Suat Öğretmen’in. Kardeşi onun için ne çok çabalamış, sık sık onları buluşturmuştu. Yakalanmaktan da korkmuyorlardı artık, güveniyorlardı öğretmenlerine, bu iyi insanın kendilerini koruyacağına inanıyorlardı. Mutlulukları köylerinin zenginlerinden Hasan Ağa’nın Dilan’a görücü geldiği güne kadar sürmüştü. Dilan itiraz etmiş, annesi ile Mehmet ona destek olmuşlardı. Babaları ise konuşturmuyordu bile onları. Hep öfkeliydi Mehmet’e. Babasının istediği gibi olamamıştı Mehmet. Sakin, derslerini çalışan, akrabalarından uzak duran, töreleri tanımayan bir çocuktu. Suat Öğretmen’e anlatmıştı olup biteni. Seviyorlardı birbirlerini, ablamı ona götürmek zorundaydım diye düşündü. Sabah erkenden çıkmışlardı evden, şimdi kendisinin sıcacık tuttuğu elleri Suat Öğretmen’e teslim etmişti. Kardeşinin elini sevgiyle tutarken, üzülmesin istiyordu Mehmet, Hasan Ağa’ya ikinci eş olmaktansa ölmeyi tercih ederdi. Evden kaçtığı için de pişmanda değildi. Sığındığı Suat Öğretmen de, şehri terk etmek zorunda kalmıştı. Aile meclisinin kararı ikisinin de öldürülmesiydi. Hemen eve dönmüştü, kendisine güzel düşler, umutlar hediye eden, kalbini deli gibi çarptıran adamı korumalıydı. Mehmet biliyordu gerçeği sadece, sevdiği adamı da kaderine ortak edemezdi. O gittikten sonra ben ölmüşüm ne fark eder diye düşünürken, yolları da tükenmek üzereydi. Çöplüğün şehre en uzak yerine gelmişlerdi. Adımları gitgide yavaşlıyordu. Kocaman açılmış bir çukurun başında durdular. Karar verilmişti bir kez. 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 323 Çukur Dilan’ın kaderi kocaman bir çukurdu. İki kardeş sımsıkı sarıldılar. Mehmet cebinden silahı çıkardı. Çöplük iki el silah sesiyle inledi. Silah sesiyle birlikte havalandı çöplükteki bütün kuşlar kara bulutlarla dolu inceden yağan yağmurlu gökyüzüne doğru. Eve geldiğinde Mehmet sırılsıklamdı. Elinde iki boş kovan, silah ve ablasının kanlı hırkası. Ağlıyordu. “Dilan’ım” diye feryat etti annesi. Babası “Aslan oğlum benim” dedi oturduğu köşeden. Mehmet’e sarıldı annesi. Mehmet kolunu çekti usulca, kanıyordu kolu. Elindeki çakıyı annesine uzattı gizliden. Gözleri parıldayıverdi annesinin. İstanbul otobüsünün en arka sırasında başörtüsüne sıkıca sarılmış bir genç kız elindeki kağıdı sımsıkı tutuyordu. Sürekli gözünden yaşlar akıyor, dudaklarından dua eder gibi kağıttaki yazılar dökülüyordu. “Suat Aydın, Bahçelievler 140. Sokak No: 15 tel….” 324 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Kitap Tanıtımı Book Reviews KİTAP TANITIMI Cinsellik, Şiddet ve Hukuk Feminist Siyasetin İkilemleri ve Alternatif Feminist Tahayyüller Üzerine Yasemin ERDOĞAN* Cinsellik, şiddet ve hukuk kavramlarının kesişim alanında konumlanan cinsel şiddet olgusu, günümüzün modern toplumlarında feminist siyasetin mücadele ettiği başlıca konulardan birini oluşturmaktadır. Eril şiddetin kadınlar üzerindeki tahakkümünün en somut biçimlerinden olan cinsel şiddet vakaları karşısında feminist hareket ve politikanın mücadele biçimlerinin ise, oldukça tartışmalı noktaları olduğunu söylemek gerekiyor. Tam da bu noktada, Alev Özkazanç’ın Cinsellik, Şiddet ve Hukuk[1] isimli kitabı, bu tartışmalı alana ışık tutan bir kaynak olarak dikkati çekiyor. Ankara Üniversitesi Kadın Çalışmaları Anabilim Dalı’nda akademisyen olarak görev yapan Özkazanç’ın şiddet, hukuk ve cinsellik üzerine çeşitli yazı ve söyleşilerinin bir derlemesi olan kitap, cinsel şiddet eksenindeki hakim feminist politika ve söylemleri bir özeleştiriye davet ederken, okuyucuya kışkırtıcı bir bakış açısı sunuyor. Kitap, yerel ve küresel örnek olaylar üzerinden cinsel tacizi, tecavüzü, hukukun eril kodlarını ve muhafazakarlaşmayı tartışmanın yanında, asıl olarak feminist siyasetin cinsel şiddet konusunda saplandığı “disipliner mekanizma ve giderek artan hukuksal dili” sorunsallaştırıyor * Ankara Üniversitesi Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Çalışmaları Doktora Programı, ysmnerdgn@gmail.com [1] Özkazanç, A. (2009). Cinsellik, Şiddet ve Hukuk. Dipnot Yayınları: Ankara. K İ TA P TA N I T I M I Cinsellik, Şiddet ve Hukuk Feminist Siyasetin İkilemleri ve Alternatif Feminist Tahayyüller Üzerine (s. 14). Metinlerin her birinde feminizm içinden feminizme karşı cesurca bir politik sorgulama yapılırken, yeni feminist perspektiflerin ve olanakların da izi sürülüyor. Post-yapısalcı düşüncenin önemli isimlerinden Butler’ın farklı olanakların imkanını daima mümkün gören bakış açısı, bu tür bir çatışmadan doğabilecek dönüşüm imkanlarını ortaya koymak için, kitaptaki tüm metinlerde başvurulan önemli bir referans noktası olarak öne çıkıyor. Kitabın ilk makalesi olan Psikanaliz, Feminizm ve Şiddet isimli metin, psikanalizin faydalı bir biçimde eril şiddeti çözümlemede nasıl kullanabileceği sorusuna yanıt arıyor ve psikanalizden şiddet konusunda öğrenilecek şeylerin varlığını hatırlatıyor. Metin boyunca, cinselliğe dair söz söyleyen ve bunu öznellik meselesi ile ilişkilendiren önemli bir gelenek olan psikanalizin feminizmle olan ilişkisi tarihselleştirilirken, iki düşüncenin karşılaşmasıyla ortaya çıkan verimli tartışma zemininde cinsellik, öznellik, şiddet, iktidar ilişkileri gibi kavramlar ele alınıyor. Freud’dan Lacan’a öznellik ve şiddetin nasıl kavramsallaştırıldığını göstermek isteyen yazar, hem Freud ve Lacan’ın düşüncesini, hem de Lacan sonrası post-yapısalcı çağdaş feminist felsefesini ayrıntılı bir biçimde ele aldıktan sonra, şiddetin psikanaliz içinde kurucu ve yaygın bir güç olduğunu ifade ediyor. Buna göre, birey ve toplum düzleminde etkili olan korku, saldırganlık, düşmanlık, nefret gibi duygular şiddete zemin hazırlar, ancak aynı anda bu kurucu şiddet toplumsallık içinde dönüşüme uğrayarak “yüce duygular” halini alıyor (s. 46). Bu noktada Butler’a başvuran Özkazanç, normların kurucu gücünü sorgulamanın gerekliliğini, aynı normların tekrarlanarak oluştuklarını ve dönüştürebilir olduğunu anımsatıyor. Normlar, şiddet ile kurulmuş olsalar dahi, tekrarlama sürecinde dönüşebilir ve yeni işleyişlere kavuşabilirler. Metnin sonunda, Özkazanç ontolojik bir şiddet yorumunun geçersiz olduğunu, bunun güncel şiddeti anlamak için yeterli olmayacağını ifade ediyor ve güncel eril şiddet sorununu, ataerkil yasanın girdiği krizin bir işareti olarak okuyor. Bu noktada, Özkazanç feminizme bazı zorlayıcı sorular yöneltiyor. Feminizm, bir cinsiyet savaşının basitçe bir tarafını oluşturmanın ötesine geçerek kendini herkes için barışı temsil edecek bir öznelliğe taşıyabilir mi? Feminist düşünce, şiddet üzerine radikal bir düşünce biçimi geliştirebilir mi? Cinsel Tacizle Suçlanan Feminist: Jane Gallop isimli ikinci yazı, bir Amerikan üniversitesinde çalışan feminist akademisyen Jane Gallop’un, öğrencileri tarafından kendilerini taciz ettiği iddiası ile suçlanması ve ardından bu konuyla ilgili bir kitap[2] yazması sürecini özetliyor ve cinsel taciz kavramının kapsamı ile algılanış biçimlerini masaya yatırıyor. Amerikan üniversitelerinde kaleme [2] Bkz. Gallop, J. (1997). Feminist Accused of Sexual Harrassment. Duke University Press: Durham, NC. 328 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 alınan cinsel tacize karşı politika belgelerinde, rızaya dayalı gönül ilişkilerinin bir taciz türü olarak yer aldığını belirten ve bunun, tacizin temelini oluşturan istenmeyen davranışı değil, cinselliğin doğrudan kendisini hedef aldığını savunan Gallop’un tezlerini irdeleyen Özkazanç, zorunlu heteroseksüelliğin hakim olduğu toplumlarda, cinsel tahakküm ve ayrımcılık mücadelesi verirken “neden ve nasıl oluyor da tam da karşı çıktığımız bazı normların yeniden üretilmesine ya da pekiştirilmesine yol açabiliyoruz” sorusunu soruyor (s. 83). Metinde, pedagojik bağlamdaki rızaya dayalı gönül ilişkileri konusunda Gallop’un yorumları, olumlu anlamda tahrik edici ve kadınların arzu etme haklarını elinden alan ve yok sayan muhafazakar bir feminist hatta karşı bir uyarı olarak niteleniyor. Ancak, asıl vurgulanan noktanın bunun da ötesinde bir iktidar-öznellik ilişkisi olduğunu söylememiz mümkün. Butler’ın norm kurucu ve sürdürücü olarak gerekli olan alt üst edici ve yaratıcı tekrarları, iktidar-öznellik, faillik-kurbanlık ilişkileri söz konusu olduğunda da, göz önünde bulundurulması gereken bir düşünce biçimi olarak ortaya konuyor. Bu doğrultuda, aralarında bir güç eşitsizliği ve hiyerarşi bulunan insanlar arasında aşk, cinsellik, tutkulu bağlanmalar olamayacağını yasal olarak bildirmek, hakim normu güçlendirirken dönüştürücü arzuyu yok sayıyor. Üniversitelerde cinsel taciz tanımlamalarını ve rızaya dayalı gönül ilişkilerini Türkiye bağlamında da değerlendiren Özkazanç’ın kitap içerisinde Üniversitelerde Cinsel Tacize Karşı Önlemler: Mevcut Yaklaşımlara Eleştirel Bir Bakış ve Cinsel Taciz ve Ankara Üniversitesi CTS Üzerine başlıklı yazılarında, benzer riskli noktalara işaret ettiği görülüyor. Kampüslerde cinsel tacizlere feminist bir tepki olarak geliştirilen politika belgelerinin Türkiye örnekleri üzerinden konuşan Özkazanç, üniversitelerde taciz sorununun varlığını teslim etmekle birlikte, hazırlanan politika belgelerindeki yanlışlıklara dikkat çekiyor. Bürokratik bir mantıkla hazırlanmış ve disiplinci bir mekanizmaya eklemlenmiş belgelerdeki hakim feminist söylemin de, kadın ve erkek ilişkisindeki tahakkümü bozma imkanını aramasının aksine, bu normatif kabulleri pekiştirdiğine değiniyor. Özellikle, metinlerde ast-üst hiyerarşisi içindeki belirli ilişkileri ya da tüm ilişkileri baştan yasaklama hamlesinin paternalist, muhafazakar, bürokratik bir ruhu yansıttığını; bu yasaklamaların potansiyel fail-potansiyel kurban rollerini fazlasıyla pekiştirici bir işleve sahip olduğunu vurguluyor. Nitekim, Özkazanç, kendisi ve KASAUM[3] ekibinin Cinsel Taciz Birimi bünyesinde kaleme aldıkları politika belgesinde, özellikle rızaya dayalı ilişkileri kapsam dışı bıraktıklarını ve belgenin amacının cinsler arasındaki ilişkileri denetlemek, rızaya dayalı ilişkileri engellemek ve belirli bir cinsel ahlakı dayatmak olmadığını vurguluyor. [3] Açılımı: Ankara Üniversitesi Kadın Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezi 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 329 K İ TA P TA N I T I M I Yasemin ERDOĞAN K İ TA P TA N I T I M I Cinsellik, Şiddet ve Hukuk Feminist Siyasetin İkilemleri ve Alternatif Feminist Tahayyüller Üzerine Kitapta, küresel bir örneğin tartışıldığı Siyaset, Hukuk ve Cinsel Suçlar: Assange Olayı ve Hukukçu Feminizmin Eleştirisi isimli bölüm, feminizm ve muhafazakarlık arasındaki geçirgen konumu sorgulamasıyla, özel bir değerlendirmeyi hak ediyor. Wikileaks kurucusu Assange’ın İsveç’te cinsel ilişkiye girdiği iki kadın tarafından şikayet edilmesiyle başlayan süreçte, İsveç Devleti’nin konu ile ilgili politikaları ve ülkedeki tartışmalar, hukuk ve cinsel suçlar ekseninin elverişli bir biçimde çözümlenebileceği bir olanak sunuyor. Devlet iktidarı, hukuk ve cinsellik arasındaki ilişkinin incelendiği yazıda, Assange olayı özelinde rıza ve tecavüz kavramlarının tanımlarının belirsizliği ve farklı kavramsal açıklamalar, ayrıntılı bir biçimde açıklanıyor. Farklı rıza kavramsallaştırmalarının Assange’ın davasında karşıt taraflar yaratmış temel bir sorun olduğuna dikkat çeken yazı, bu belirsiz eşiğin hukuk tarafından sorun teşkil ettiğinin altını çiziyor. Bu noktadan itibaren, metin hukukçu feminizmin açmazlarını görünür hale getiriyor ve cezalandırma paradigmaları ile cinsel suç temelli hukukçu feminizmin paralellikleri ve etkileşim noktalarını kazıyor. Hukukçu feminizmin mağdur-kurban odaklı bir modeli benimsemesinin, dikkati giderek suçludan mağdura çevirdiği ve bunun devletin dışlanan kesimleri üzerinde uyguladığı cezalandırıcı tutum ile doğrudan ilişkili olduğu noktaları, metinde öne çıkıyor. Metnin ikinci bölümü, mağduriyet odaklı radikal feminizm ekseninde gelişen hukukçu feminizm ve 1990 sonrası ortaya çıkan üçüncü dalga feminist hareketin yarattığı güç feminizmi arasındaki çatışmaya odaklanıyor. İkinci dalgayla ilişkilendirilen mağduriyet feminizmi ve bunun karşısında kendini konumlandıran, üçüncü dalgayla ilişkili güç feminizmi arasındaki bu çatışma, feminist siyasetin de son yıllardaki temelini oluşturuyor. Assange olayında şikayetçi kadınların kurban olduğunu savunan görüş ve bunun karşısında kadınların rıza göstererek cinsel birliktelik kuran yetişkin bireyler olduğu fikrine dayanan görüş, mağduriyet ve güç feminizminin bu olayda görülen tezahürleri olarak göze çarpıyor. Yazıda, üçüncü dalganın öne çıkardığı popüler ve kızsal olanı yeniden sahiplenmek, seçme özgürlüğü destekçisi olmak, toplumsal cinsiyeti yapı-bozumuna uğratmak, seks yanlısı olmak gibi karakteristikleri barındıran güç feminizminin arzu-haz merkezli post modern bir yaşam biçimi ile; karşı kutuptaki mağduriyet odaklı feminizmin ise, devletçi-bürokratik bir muhafazakarlık ile özdeşleştirildiğine dikkat çekiliyor. Özkazanç, Assange olayı ve daha genelde çatışmalı feminizmlere dair yaptığı değerlendirmede, mağdura odaklı bir hukukçu feminist bakış açısının, devlet-bürokrasi-otoriterlik-muhafazakarlık mantıklarının etkisinde kalabileceği riskini vurguluyor. Diğer uçta bulunan post modern tüketim kültürü etkisindeki bireyci ve haz tarafından büyülenen güç feminizminin de, farklı biçimlerde tahakküm ilişkilerine maruz kalan kadınların varlığı gerçeğinden uzaklaştığını belirtirken, bu iki uç arasında toplumsal cinsiyet, ırk ve sınıf ilişkilerini çok katmanlı ve ilişkisellik içinde ele 330 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 alan umut verici yaklaşımların bulunduğunu hatırlatıyor. Metin son olarak, cinsiyetler arası savaşta, feminizmin taraf olmanın ötesine geçmesi gerektiği ve herkes için eşitlik-adalet-özgürlük yolları sunan bir güç olarak kendini var etmesi olanağının ihtiyacını dile getiriyor. Kitapta yer alan Hukuk, Siyaset ve Toplum Üçgeninde Cinsel Suçlar: Hüseyin Üzmez Olayı ve Eril Şiddet ve Hukuk ve Kürtaj Üzerine isimli iki yazı ise, güncel Türkiye siyaseti ve biyo-politikaları ile, bunların karşısında Türkiye’de feminist hareketin aldığı ve alması gereken pozisyonu tartışıyor. İlk yazı, Vakit gazetesi yazarı Hüseyin Üzmez’in 14 yaşında bir kız çocuğuna yönelik taciz suçuyla yargılanması sürecinde Adli Tıp Kurumu’nun tutumundan yola çıkarak, bir adli aygıtın işleyişine odaklanıyor. Adli Tıp Kurumu’nun dava sürecinde tacize uğrayan BÇ hakkında hızlı bir biçimde “ruhsal ve bedensel sağlığı bozulmamıştır” teşhisi koyduğu ve olayın kamuoyunda çok geniş tepki almasının ardından verdiği ikinci raporda teşhisi, çocuğun ruhsal ve bedensel sağlığının bozulmuş olduğu şeklinde değiştirdiği olayda, Özkazanç genel kanının aksini iddia eden tersten bir okuma yapıyor. Devletin adli aygıtının ilk raporunun değil, aksine ikinci raporunun siyasi etki altında verilmiş olma ihtimaline dikkatleri çeken Özkazanç, ilk raporun Adli Tıp Kurumu’nun olağan işleyiş mantığını yansıttığını ve asıl irdelenmesi gerekenin, bu olağan mantıktaki çarpık işleyiş olduğunu, haklı bir biçimde ifade ediyor. Kadınların beden ve ruh sağlığının devletin ilgisinin ve görüşünün dışında olduğu ve Türkiye’deki cinsel suçlar söz konusu olduğunda ortaya çıkan adaletsizliklerin de, bu görüş alanının dışında bırakılma hali olduğu öne sürülüyor. İkinci yazıda öne çıkan noktanın ise hükümetin kürtajın yasaklanması gerektiğini savunan çıkışına karşı alınması gereken feminist tavır olduğunu söyleyebiliriz. Özkazanç, bu çıkışa karşı verilen “benim bedenim benim kararım” mottosu doğrultusunda oluşturulan savunma hattını eleştirirken, hükümetin kürtajı “yaşam yanlısı” bir perspektif ile ele aldığını sürekli dile getirdiğini hatırlatıyor. Yani, yaşama karşı tercih şeklinde bir kutuplaşmanın ortaya çıktığını ve bunun Türkiye’li kadınlar için mücadeleyi baştan kaybetmek olduğunu ifade ediyor. Yine kışkırtıcı bir öneri ile radikal bir mücadele hattı açan Özkazanç, karşı söylemin temel aldığı yaşam kavramının iktidarın elinden alınmasının gerekliliğine ve yeni bir söylemsel hatta duyulan ihtiyaca, dikkati çekiyor. Kurulan yeni söylemin, kürtajı cinayet olarak kodlayıp yasaklamak isteyen iktidar söyleminin yaşam kavramını nasıl anlamlandığını, ifşa etmesi gerektiğini hatırlatıyor. Kitapta bulunan yazıların tümünde, yeni bir imkan arayışı ve var olan yapı, kurum ve kavramların içinden geçerek, bunları yapı bozumuna uğratma çabası göze çarpıyor. Radikal politikanın olanaklarının verimli bir biçimde araştırıldığı metinler, Özkazanç’ın kendi deyimiyle “bol miktarda ihtilafın yanı sıra bir 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 331 K İ TA P TA N I T I M I Yasemin ERDOĞAN K İ TA P TA N I T I M I Cinsellik, Şiddet ve Hukuk Feminist Siyasetin İkilemleri ve Alternatif Feminist Tahayyüller Üzerine kolektif kendi üzerine düşünme çabasının” zeminini oluşturuyor ve feminizme dair alt üst edici ve verimli düşüncelere kapı aralıyor. 332 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 KİTAP TANITIMI Cinsellik ve Hukuk Üzerine Catherine A. MacKinnon’ın “Feminist Bir Devlet Devlet Kuramına Doğru” Kitabı Üzerinden Bir İnceleme Özge IŞIKÇI* Feminist kuramın, feminist politika aracılığıyla bir kadın hareketi yaratma ve bu mücadelenin yöntemine dair tartışması, kadının erkek karşısındaki ikinci cins olma halini ve hem de toplumsal cinsiyet eşitsizliklerini içerdiğinden, toplumsal alana olduğu kadar, özel alana da müdahale ve dönüştürme anlamı taşıyor. Cinsiyet eşitsizliğinin son bulması mücadelesini önüne koyan feminist hareket, tarihsel olarak çeşitli duraklardan geçtiği ölçüde hem kendi içinde farklılaştı; hem de feminizmin siyasal alandaki mücadelesi, çeşitli toplumsal kurumlar içinde görünür oldu. Bu kurumların içinde, hukuk her zaman önemli bir yere sahipti. Kadın hareketinin başlangıcı olarak sayılabilecek oy hakkı mücadelesi, feminist politikanın ilk kuşak feminist hareketten başlayarak hukuk alanını içerdiğinin bir ifadesi. Patriyarkanın eril egemenlik karşısında baskı altında tuttuğu, ezdiği kadın cinsi yanında, dışladığı ya da görünmez kılmaya çalıştığı gruplar, bugün artık görünür hale geliyor. LGBTİ hareketi bunun önemli bir göstergesi ve queer kuramın, toplumsal cinsiyet eşitsizliği, rolleri ve çıkış yolları konularındaki * Ankara Üniversitesi Kadın Çalışmaları Anabilim Dalı Yüksek Lisans. K İ TA P TA N I T I M I Cinsellik ve Hukuk Üzerine Catherine A. MacKinnon’ın “Feminist Bir Devlet Devlet Kuramına Doğru” Kitabı Üzerinden Bir İnceleme müdahalesi yadsınamaz. Kadınlık kategorisi ve cinsiyetler, eski kalıplarından çıkıyor ve dağılıyor. Bununla beraber, eril oluşunun yanında heteroseksist olduğu da aşikar olan hukukun, kadın ve erkek haricindeki tanımlamalara kör olduğu açık. Bunun yanında, içerdiği ve dışlamadığı düşünülse bile, hukukun hem yasa koyucu, hem koruyucu, hem de uygulayıcılar nezdinde ve hem de yasanın kendisinde kadına dair algısının, eril egemenliğin bir yansıması ve yeniden üretilmesi şeklinde sürdüğü de, oldukça belirgin. Bu açıdan feminizmin, bu alana müdahalesi elzem. Feminist hukukçular, taciz, tecavüz gibi cinsel suçlara ilişkin yasaların oluşturulması ve uygulanması mücadeledesinde pek çok yol katetti. Bunlar arasında, bir hukuk profesörü olan Catherine MacKinnon, önemli bir isim. Aynı zamanda, cinsel tacize karşı yasal mücadelede öncü olmuş, pornografinin insan hakları ihlali olduğuna ilişkin tezini yasalaştırmak için çabalamış bir feminist aktivist. 2001 yılında Nairobi’de düzenlenen Uluslararası Hukukçular Buluşması’nı takiben Equality Now (Eşitlik Şimdi) tarafından oluşturulan, kadınlar için eşit hakların tesisine önayak olmak için hukuk aracılığıyla kadınları destekleyen Lawyers’ Alliance for Woman (LAW)[1] (Kadınlar için Hukukçular Birliği) Projesi’nin, yöneticilerinden de biri. İngilizce kaynaklarda metinlerine en çok atıf yapılan Catherine MacKinnon’ın, Türkçe’ye de kazandırılmış olan Feminist Bir Devlet Kuramına Doğru adlı eseri, hem cinsel suçlar konusunda akademik çalışma yapanlar, hem de hukukçular için önemli bir kaynak olmayı sürdürüyor. MacKinnon’ın Feminist Bir Devlet Kuramına Doğru kitabı, onun yasal kalıba büründürmek için aktif mücadele ettiği kuramının izlerini sürmemize olanak sağlıyor. MacKinnon kitabına, marksizm ve feminizm kuramlarının benzerlikleri, ayrılıkları ve bir arada iş görüp göremeyeceği, bir araya getirilmeye çalışıldığında ortaya çıkan sonuç, sosyalist feminizmin anlamı, işlevi ve eleştirisi gibi duraklar üzerinde ilerledikten sonra hem marksizmin feminist bir eleştirisini, hem de tersinden feminizmin marksist açıdan bir eleştirisini yaparak başlıyor. Aslında bu çaba, feminizm için kadının ne olduğuna dair tartışmaya (kast?, sınıf?) önemli bir önermeyle katkı sunmuş oluyor. “Marksizm için emek neyse, feminizm için de cinsiyetin o olduğu” fikrinden hareketle, “Cinselliğin kalıba dökülmesi, yönü ve ifadesi, toplumu kadınlar ve erkekler olarak ikiye böler.” sonucuna varıyor ve “Bu bölünme toplumsal ilişkilerin temelinde yatar.” diyor. Ona göre, marksizmdeki emek gibi feminizmdeki cinsellik de hem toplum tarafından inşa [1]www.equalitynow.org/node/699 linkinden Equality Now LAW Project hakkında bilgi sahibi olmak mümkün. 334 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 edilen, hem de onu inşa eden bir şeydir. Emeğe örgütlü olarak el koyulması işçi sınıfını tanımlarken, bazı insanların cinselliğine diğerlerinin kullanımı için örgütlü olarak el koyulması ise, belli bir cinsi, yani kadını tanımlar.[2] “Erkek egemenliği kapitalizmin bir ürünü müdür, yoksa kapitalizm erkek egemenliğinin bir ifadesi midir?” sorusu üzerinden ilerleyerek, sosyalist rejimlerdeki kadın konumu hakkında bir eleştiri sunuyor. Aynı zamanda tüm kadınların ortak sorunları olduğu ve bunun kadın olmalarından kaynaklandığı meselesini incelerken, marksistlerden gelen bunun proleter sınıfı ve devrimci mücadeleyi böldüğü iddiasını da değerlendiriyor. Yine, oy hakkı mücadelesindeki burjuva kadınların oy hakkını savunan, ama oy hakkı olmayan işçi sınıfının bir parçası olan işçi kadını görmezden gelen liberal müdahaleyi (John Stuart Mill) ve oy hakkına dair tutumu proleter kadın lehine bir söylemle anlamını bulan Rosa Luxemburg’un söylemini birlikte düşünüp, her ikisinin de kör kaldığı noktaları analiz etmeye çalışıyor.[3] Sosyalist feminizm sentezini ise, her iki kuramın kendi içindeki derinlikleri özgül olarak kavrayamadıkları ve birbirinin kavramlarını ikame ederken salt bir uzlaştırma çabasıyla kaldıkları görüşüyle, eleştiriyor.[4] MacKinnon, kadının feminizm için ne ifade ettiğine dair görüşünü böylece ifade ettikten sonra, feminizmin yönteminin ne olacağına dair bir tartışma ile devam ediyor. Feminizmin önemli araçlarından birisi olan ‘bilinç yükseltme’yi ele alıyor. Marksist yöntemdeki diyalektik materyalizmin, feminist yöntemde bilinç yükseltme olduğunu ifade ediyor ve bunun, kadınların toplumsal tecrübesinin anlamını, yaşam sürerken birlikte ve eleştirel bir biçimde yeniden şekillendirmek olduğuna vurgu yapıyor. Böylece, bilinç yükseltme sonucunda, önemli bir tez de ortaya çıkmış oluyor: “Kişisel olan politiktir.”[5] Bilinç yükseltme, eril iktidarın yakıcılığını ve onun hem mutlak, hem de bir yanılgı olduğunu da, ortaya çıkarmış oluyor. Çünkü kadınlara, kendilerine öğretilmiş olanı idrak etme olanağı tanıyor. Bu fikir, MacKinnon’ın, cinsiyetli toplumsal düzen içinde öğrenilmiş ortaklıklara sahip olan ve anlamını “kadın olmak” ile bulan, farklı cinsel eşitsizlikler altında ezilse de dışında kalınamayan evrensel bir kadın kategorisi tanımlaması yapması ile, sonuçlanıyor.[6] [2] MacKinnon Catherine A. (2003), Feminist Bir Devlet Kuramına Doğru, çev. T. Yöney, S. Yücesoy, İstanbul: Metis, sf. 22-31 [3] Age, 22-56 [4] Age, sf. 22-56 [5] Age, sf. 81-102 [6] Age, sf 105-127 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 335 K İ TA P TA N I T I M I Özge IŞIKÇI K İ TA P TA N I T I M I Cinsellik ve Hukuk Üzerine Catherine A. MacKinnon’ın “Feminist Bir Devlet Devlet Kuramına Doğru” Kitabı Üzerinden Bir İnceleme MacKinnon, feminist yöntemin ne ve nasıl olacağıyla birlikte, feminist politikanın nasıl kurgulanması gerektiğini de inceliyor. Cinsellik, cinsiyet rolleri ve kadın deneyimleri feminist çaba ile konuşulur hale geldikçe, kadınlar hayatları ile yüzleşiyor ve onu değiştirme hedefi, arzulanan bir şey oluyor. Feminist yaklaşım ile sorgulanan bu özel konular, tecavüz, ensest, doğurganlık, annelik, evlilik, dayak, cinsel taciz, fahişelik, kürtaj, pornografi gibi meseleler; ortak kadınlık deneyimlerini ortaya çıkardığı gibi, kadın kavramının kalıplaşmış bir dişi tiplemesi olduğunu apaçık ediyor ve çağdaş sanayi toplumunun gözünde de bu kavramın içinin uysal, pasif, kolay etkilenen, zayıf, çocuksu, evcil vb. özellikler ile nasıl doldurulduğu belirginleşiyor. MacKinnon, kadın tanımını zorla kabul ettiren eril bakış açısının sistematik ve egemen olduğu çözümlemesi ile, onun politik ve toplumsal bir kavram olduğunu da ortaya koyuyor. Feminizm, işte tam da bu eril iktidarın eleştirisini yaparak, tüm kadınların deneyimlerini kadınların gördüğü şekliyle temsil etmeyi amaçlıyor ve erilliğin altında gizlenen şeyi ortaya çıkarıyor. MacKinnon’a göre tarihin en eski ve iktidarını sürdürmekte dirençli baskı mekanizması olan eril iktidar, toplumsal cinsiyetin egemenlik, egemenliğinse bir cinsiyet haline gelmesine sebep olan şey. Bu sebeple, feminizm, tüm bunları sorgulamak ve politik dünyanın tamamen yeni bir açıklamasını yapmak için gereken dinamiği içinde barındırıyor.[7] A. R. Radcliffe-Brown, “Hukuk, siyasi açıdan örgütlenmiş bir toplumun sistematik güç kullanarak sağladığı sosyal denetimse, siyasi iktidarsız toplum olmadığına göre, hukuksuz toplum da yoktur.” der. Ona göre, her toplum, güç kullanımıyla sosyal açıdan denetlenir. İki Y’siz toplum olamaz: yasa ve yaptırım. Bu genel bir kuraldır.[8] Öyleyse: Bir bütün olarak, siyasal iktidarın, hem yasa, hem de yaptırım ile denetlediği toplumun, cinsiyetler üzerindeki etkisi nedir ve hem yasa, hem de yaptırım, cinsiyetli midir? sorusu önem kazanıyor. Yasadan önceki durum, yasa koyucu, yasanın kendisi ve yasanın uygulayıcısı aslında cinsiyetli ve bu eril karakter, kadını yasa ile koruduğu düşünülen durumda bile, yaptırımın da cinsiyetli oluşu sebebiyle, kadının baskı altında kalışına ve bunun sürekli yeniden üretilişine engel teşkil etmiyor. Buna, kendi ülkemizde de hem yasanın uygulayıcısı olan yargıçların kararlarında ve hem de yasanın koruyucusu olan polisin tavrında rastlamak mümkün. Ceza indirimleri, Hatice Kaçmaz davasında kamuoyunda yeniden gündeme gelen yargıcın yasayı ve somut olayı eril algı ile yorumlayarak verdiği kararlar[9], “iyi hal indirimi” ve [7] MacKinnon Catherine A. (2003), Feminist Bir Devlet Kuramına Doğru, çev. T. Yöney, S. Yücesoy, İstanbul: Metis, sf 128-148 [8] A.R. Radcliffe-Brown’dan aktaran Akal C. B. (2013) İktidarın Üç Yüzü, Ankara: Dost, sf. 161 [9]http://www.milliyet.com.tr/hatice-yi-olduren-16-bicak-darbesi-gundem-2144996/ 336 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 ”saygın tutum” tartışmaları[10], yargıcın yasayı eril algı ile yorumlayarak verdiği kararlar ve kadını şiddetten ve kadın cinayetlerinden, koruma kararı olduğu durumlarda bile koruyamayan ya da herhangi bir cinsel saldırı ya da istismara ilişkin şikayet durumunda, yaşanan şeyin zorluğuna karşın şikayet eden kadına ikinci bir sindirme ve psikolojik şiddet uygulayan emniyet teşkilatı... MacKinnon, yasa ve yaptırım arasındaki bu ilişkiyi incelerken, yaşam ile hukuk arasındaki ilişkinin de, eril bakış açısının üstünlüğünün bir türevi olarak eril üstünlüğe dayalı bir hukuk bilimi ortaya çıkardığını düşünüyor. Anayasal eşitlik güvencesinin, devlet müdalalesiyle gerçekleşecek bir yaptırım gerektirmesine rağmen, örneğin tecavüzle ilgili yasaların, erkeklerin kadınları elde etmelerinin koşullarını zorlaştıracak yaptırımlara kör olduğunu düşünüyor. Yine, hiçbir yasanın erkeklere karılarına şiddet uygulama hakkı tanımasa da, bunu önleyecek yaptırımlara da ilgisiz olduğunu söylüyor. Keza, kadınlar da yasalarla susturulmuş olmasa bile, kadınların zaten toplumsal olarak cinsel istismarla, güvenilmemekle, işitilmemekle, cehalet ve yoksullukla susturulmuş olduğunu belirtiyor. Toplumda erkekler, hukuka gerek duymadan kadınlara fiilen egemen oldukları sürece, anayasal olarak buna bir şey yapılamayacağı eleştirisini yapıyor. Bu sebeple, feminist açıdan, hukuk sisteminin eril kilitleri kırılabilirse, bu yapıda gedik açabilme imkanı oluşabileceği fikrine ulaşıyor.[11] MacKinnon, anayasal doktrine getirdiği feminist eleştirilerle de önemli bir tartışmayı gündeme getirmiş oluyor. Bu çabası bir yandan kadına karşı adaletsizlikleri, cinsel saldırı ve suçları, pornografi gibi insan hakları ihlali olarak tanımladığı konuları yasalaştırma amacı güderken, öte yandan bunun hem anayasal zeminde ortaya çıkardığı güçlükleri gözler önüne seriyor, hem de yasalar karşısında eşitlik konusundaki sıkıntıları da açığa çıkarıyor. Örneğin, pornografi yasalarda bir cinsel saldırı suçu olarak tanımlandığında bile, Anayasa’daki ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilebiliyor. MacKinnon ise, ifade özgürlüğünün lafzi yorumunu, kadınların susturulmuş olduğuna ve ifadenin zaten özgür olduğu fikriyle kadının bu özgürlükten yoksun olduğuna kör kalmakla, eleştiriyor. Diğer taraftan, eşitlik tartışması da, hukuk eril karakter ile belirlenmişken, eşitliğin koşullarını erkeklik üzerinden ele almış oluyor. Yani kadının durumu, erkek terimleriyle yargılanmış oluyor ve bu da başlı başına bir eşitsizlik meselesi. Bu [10]http://www.diken.com.tr/mukafat-gibi-ceza-14-yasindaki-kiza-tecavuz-eden-sanigasaygin-tutum-indirimi/ [11] MacKinnon Catherine A. (2003), Feminist Bir Devlet Kuramına Doğru, çev. T. Yöney, S. Yücesoy, İstanbul: Metis, sf. 272-274 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 337 K İ TA P TA N I T I M I Özge IŞIKÇI K İ TA P TA N I T I M I Cinsellik ve Hukuk Üzerine Catherine A. MacKinnon’ın “Feminist Bir Devlet Devlet Kuramına Doğru” Kitabı Üzerinden Bir İnceleme meseleden hareketle “farklılığa karşı eşitlik” tartışması ortaya çıkmış oluyor.[12] MacKinnon, eşitliğin sağlanması için erkeğin koşullarının ne ve nasıl olduğu üzerinden türeyen bir yansıtılmaya değil; değişime, hayat ve hukuk sistemi arasında yeni bir ilişki kurulmasına gereksinim olduğunu düşünüyor.[13] Yasanın oluştuğu sürece ilişkin Butler’ın yorumu, göz ardı edilemeyecek kadar önemlidir. Butler “Baskıcı ya da tabi kılıcı yasa, kendini gerekçelendirirken genellikle, yasanın getirilmesinden önce hayatın nasıl olduğuna ve mevcut ve zorunlu biçimiyle yasanın nasıl olup da ortaya çıktığına dair bir hikayeyi temel alır. Kökenler bu şekilde üretilirken, yasadan önceki durum zorunlu ve tek çizgisel bir anlatıyla tanımlanır. Anlatı, yasanın kuruluşuyla sona erer ve böylece onu gerekçelendirir. Yani köken hikayesi, geri getirilemeyecek geçmişin tek ve yetkin bir anlatımıyla, yasanın kuruluşunu tarihsel olarak kaçınılmaz bir şeymiş gibi gösteren anlatıdaki stratejik bir taktiktir.” der. [14] Öyleyse, yasanın getirilmesinden önceki hayat ve yasayı ortaya çıkaran hikaye nedir? Buna ilişkin analiz, feminist perspektiften yorumlandığında, kadının erkek karşısındaki konumuna ve bu konumların oluşumuna dair cevap aramaya çalışır. Wittig, konumların, eril ile dişil arasındaki ikiliği yeniden sağlamlaştırdığını ve mitsel bir dişillik mefhumunu dolaşıma soktuğunu ileri sürer. Onun mitsel dişillik mefhumu diyerek tanımladığı şey, Butler’ın yasanın kuruluşu ile sona erdiğini ve gerekçelendiğini ileri sürdüğü hikayenin içinde anlamını bulurken, yasayı karakterize eden şeyin toplumsal cinsiyet eşitsizliklerini bağrında barındıracağına dair de, ipuçları verir. Catherine MacKinnon, Feminist Bir Devlet Kuramına Doğru adlı eserinde, bu sorunun da cevabını arıyor. Ona göre, erkeklerin, politik eşitsizlikler temelinde başka erkekleri köleleştirir, şiddet uygular ve yok ederken kullandıkları yöntemlerden farklı olarak, kadınlar üzerindeki toplumsal ve ekonomik egemenlik biçimleri, yasalar daha yürürlüğe konmadan, bu konuda belirgin devlet uygulamaları henüz yokken, çoğunlukla gündelik hayatın mahrem ilişkileri içinde başlıyor.[15] [12] Donovan j. (2010), Feminist Teori, çev: A. Bora, M. Ağduk, F. Sayılan, İstanbul: İletişim, sf. 366 - 369 [13] MacKinnon Catherine A. (2003), Feminist Bir Devlet Kuramına Doğru, çev. T. Yöney, S. Yücesoy, İstanbul: Metis, sf 279-284 [14] Butler J. (2012), Cinsiyet Belası Feminizm ve Kimliğin Altüst Edilmesi, çev. B. Ertür, İstanbul: Metis, sf. 92 [15] MacKinnon Catherine A. (2003), Feminist Bir Devlet Kuramına Doğru, çev. T. Yöney, S. Yücesoy, İstanbul: Metis, sf 187 338 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 MacKinnon’a göre, eril egemenlik cinseldir. Erkekler hiyerarşiyi cinselleştirmiştir ve toplumsal cinsiyet buna örnektir. Bu görüşü, Cinsiyet Belası’nda Judith Butler tarafından, toplumsal cinsiyet ve toplumsal cinsiyet hiyerarşisi arasında kurduğu ilişkinin kendi kendini yeniden üreten bir mekanizma olduğu ve totolojiye döndüğü noktasında eleştirilir.[16] MacKinnon’a göre, toplumsal cinsiyet de cinseldir ve pornografi bu cinselliğin anlamını oluşturur. Erkekler kadınlara, onları nasıl görüyorlarsa öyle davranırlar. Yani, pornografi, erkeklerin gözüyle oluşturulan kadındır ve pornografi eril üstünlüğü vurgulayan bir etkinliktir. Bunun yanında MacKinnon, kadınların da erkeklerin de cinselliğin şiddet içerdiğini bildiğini ve bunun cinselliğe halel getirmediğini düşündüklerini söylüyor. Dişi cinselliğini, eril üstünlüğün bakış açısından görüyor. Ona göre, erkeklerin tecavüzü cinsel, pornografiyi ise erotik bulduğunu, hem kadın hem erkek biliyor. Dolayısıyla, buradaki edim için “cinsellik değil şiddet” demek mümkün değil. MacKinnon, kadına uygulanan şiddetin bir düzeyde cinselleştiğini, cinselliğin her şeye karıştığını, eril cinsel rolün daha az güçlü olanlar üzerinde saldırgan bir müdahale olduğunu, cinsel şiddet uygulamalarının cinsellik değil de şiddet olarak adlandırılmasının bu sebeple olanaksız olduğunu, şiddet diye ayrı tutulacak o şeyin, zaten cinsellik olduğunu düşünüyor. Cinselliğin ne olduğu tartışılırken onun ele aldığı rıza kavramı başka; kadınların erkekler için duyduğu arzunun karşılıklı olduğu cinsellik ile, kadınların rıza gösterdiği cinsellik arasındaki farkın belirsizleşip muğlaklaştığını söylüyor. Eril cinselliğin ise kadına şiddet ile harekete geçtiğini, cinsellik ile şiddetin bu açıdan birbirinden ayrı değerlendirilebilecek iki ayrı şey olamayacağını belirtiyor. Ona göre, tecavüzde cinsellik olarak uygulanan şiddetin kendisi de, cinselliktir. Dolayısıyla MacKinnon, şiddetin, eril egemenliğin ve erkeğin ayrıcalıklı olduğu bir alan olan cinselliğin bir sonucu ve hatta kendisi olduğunu ifade etmiş oluyor. Ona göre, cinsel olan, erkeğe ereksiyon sağlayan şey. Kadının ise, cinsel kullanımın aracı olduğunu düşünüyor. Wittig, “Kadın Doğulmaz”da, “Hiçbir şeyin maruz kaldığı baskıya indirgenemeyeceğini, kadın kategorisinin bunu yapmakla meşgul olduğunu, feminizmin, kendisini ezenin tanımıyla özdeşleştirmemesi için kadın mitinin yıkılması gerektiğini”[17] söylüyor; ki bu görüş MacKinnon’un bakış açısına dair önemli bir eleştiri sunuyor. [16] Butler J. (2012), Cinsiyet Belası Feminizm ve Kimliğin Altüst Edilmesi, çev. B. Ertür, İstanbul: Metis, sf. 17 [17] Wittig M., Kadın Doğulmaz. http://www.birikimdergisi.com/guncel-yazilar/264/kadindogulmaz#.Vk3kDPnhDIU 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 339 K İ TA P TA N I T I M I Özge IŞIKÇI K İ TA P TA N I T I M I Cinsellik ve Hukuk Üzerine Catherine A. MacKinnon’ın “Feminist Bir Devlet Devlet Kuramına Doğru” Kitabı Üzerinden Bir İnceleme MacKinnon’ınkinden tamamen farklı cinsellik kuramı yaklaşımları da var. Thinking of Sex adlı makalesinde Gayle Rubin’in ortaya koyduğu görüşler, buna örnek gösterilebilir. Ona göre toplumsal cinsiyetin ve cinselliğin (sexuality), birbirinden ayrı toplumsal varoluşuna dikkat çekmek gerekiyor. Bu görüş, cinselliği, toplumsal cinsiyetin bir türevi olarak ele alan çağdaş feminist düşüncenin büyük kısmına olduğu gibi, MacKinnon’ın da görüşüne bir eleştiri sunuyor. Örneğin, lezbiyen feminist ideoloji, lezbiyenlerin uğradığı baskıyı (oppression), çoğunlukla kadınların uğradığı baskı üzerinden çözümlüyor. Fakat, toplumsal cinsiyete dayalı değil de, cinsel tabakalaşmanın işleyişi yüzünden, lezbiyenler ayrıca queerler ve sapıklar olarak da baskı görmekteler. Lezbiyenler için böyle düşünmek üzücü olsa da, Gayle Rubin onların, gey erkekler, sadomazoşistler, travestiler ve fahişelerin toplumsal özelliklerinin çoğunu paylaştığını ve onların uğradıkları toplumsal yaptırımların birçoğunun aynısını yaşadıklarını ifade ediyor. Gayle Rubin, heteroseksist yaklaşımın kendi üzerinden tanımlayıp eril iktidarını kurmak için ikincilleştirerek konumlandırdığı heteroseksüel kadın tanımının da ötesinde kalan ve dışlanan, başka türlü bir baskıya da maruz kalan ve yok sayılanların da (gey erkekler, sadomazoşistler, travestiler ve fahişelerin) içerisinde yer bulduğu, cinsellik kuramını oluşturuyor. Gayle Rubin, radikal bir cinsellik (sex) kuramının, erotik adaletsizliği ve cinsel baskıyı saptaması ve ifşa etmesi gerektiğini düşünüyor. Toplumda ve tarihte var olduğu hâliyle cinselliğin (sexuality) zengin betimlerini ortaya koyması gereken bu kuram, cinsel zulmün vahşiliğini anlatabilecek, ikna edici bir eleştirel dili gerektiriyor[18]. Cinselliği tarihsel bir çerçevede ele alan Rubin, 19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın ilk onyıllarında gerçekleşen yasamacı yeniden yapılanmanın, modern erotik sistemin ortaya çıkışına verilen çarpık bir tepki olduğunu belirtiyor. Kısacası, cinselliğin örgütlenmesinde esaslı kaymaların olduğu dönemlerden ve bunların yanında oluşturulan “cinsel suçlu” ve “cinsel sapkın” imgesinden bahsediyor. Bu imgeler ise; fuhuş, eşcinsellik, müstehcenlik, pornografi, evlilik dışı, üremeye yönelik olmayan cinselik gibi konuları içererek oluşuyor. Öte yanda ise, iyi cinsel ilişki yer alıyor: evli, heteroseksüel cinsellik[19]. MacKinnon’ın, sadomazoşizmin de pornografinin de eril egemenlik ile ilişkili olabilecek bir dinamiği olduğu ve bunun erkek egemen paradigmayı yadsımamak anlamına geldiği eleştirisinin tersine, Rubin, feminist retoriği, [18] Rubin G. S., Thinking of Sex: Notes for a Radical Theory of the Politics of Sexuality http:// citeseerx.ist.psu.edu/viewdoc/download?doi=10.1.1.462.7005&rep=rep1&type=pdf [19]Age 340 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 tutucu olmakla, pornografiyi sadomazoşizm ile bir tutmakla ve tecavüze götürecek bir süreç olduğu kabulünden yola çıkmakla, eleştiriyor[20]. Dolayısıyla, MacKinnon’ınkinden farklı olarak bu eğilim ve taraftarları, fuhuş, transeksüellik, sadomazoşizm, gey erkek davranışlarının büyük kısmı, her türlü rastgele cinsel ilişki (casual sex), seçici olmayan ilişki (promiscuity) veya tek eşlilik dışı ilişkileri (non-monogamy) baskı gören unsurlar olarak ele alıyor ve cinsel özgürleşme mücadelesinin aktörleri olarak görüyor. Heteroseksüel erkeklerin dışında kalan, hem kadın hem de diğerlerinin cinsel davranışları üzerindeki kısıtlamaları eleştiriyor, cinsel açıdan aktif oldukları için kadınlara ödetilen bedellere karşı çıkıyor ve kadınlar için olduğu kadar, erkekler için de geçerli olacak bir cinsel özgürleşme talebinde bulunuyor[21]. Eleştirilen hususlara rağmen, MacKinnon’ın kuramı ve eseri, feminizm için “kadın” kategorisinin ne olduğu, feminist hareketin nasıl bir yöntem ve politika izlemesi gerektiği, ortak kadınlık deneyimlerinden hareketle ortaya çıkan özel konuları, cinselliği ve bununla beraber gelen şiddet, tecavüz gibi cinsel saldırı ve baskının nasıl formüle edilip yasalar aracılığıyla cinsel suçlara ilişkin mevzuatta yansımasını bulacağı, yasaların anayasal doktrinde nasıl ele alınıp yorumlanacağı hususunda ve aktif mücadele hattının nasıl örüleceğine dair fikir oluşturma konusunda, oldukça verimli bir tartışma zemini sağlıyor. Pek çok yasanın ve yargısal kararın incelendiği, görüşlerin çeşitli araştırma sonuçları ile desteklendiği kitap, yasaların içeriğini ve uygulamadaki sorunları izlemek açısından da önemli veriler içeriyor. Bu sebeple, onun Feminist Bir Devlet Kuramına Doğru eseri, bu alana dair hem hukuksal, hem siyasal bir çerçeve oluşturmak isteyen herkes için okunması gereken önemli metinlerin arasında yer alıyor. [20]Age [21]Age 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 341 K İ TA P TA N I T I M I Özge IŞIKÇI KİTAP TANITIMI Jane Gallop, Cinsel Tacizle Suçlanan Feminist Çev.: Alev ÖZKAZANÇ Gülben SALMAN Adaletin hukuk yoluyla tesis edilip edilemeyeceği meselesi, uzun tartışmaların konusudur. Fakat her ne kadar tartışmalı olsa da, hukuk, modern devletlerde adaleti sağlayan ana unsur olarak kabul edilmektedir. Hukuk; birey, toplum ve devletin hareketlerini ve birbirleriyle olan ilişkilerini belirli bir düzenlilikte kurma iddiasındadır. Bütün olasılıkları da normlarla düzenler ve bu yüzden de normatif bir bilim olduğu kabul edilir. Peki adaleti, hukuktan ayıran nedir? Derrida’nın anlayışına güvenerek, adaleti hiçbir zaman belirli bir dizi normun kapsayıcılığının toplamı olmayan, sonsuz bir açıklık olarak formüle edebiliriz. Hukuk ise adaleti, varolan düzenin gerektirdiği normlarla düzenlemeye çalışmaktadır. Bunu en iyi Foucault’nun bize gösterdiği haliyle, normal olanın düzenlenişinde ve yönetilmesinde görüyoruz. Diyebiliriz ki, hiçbir zaman hukuk, belirli bir yanlılıktan azade değildir ve her zaman için adaleti, kapsanması mümkün olmayan normlar bütününe tabi kılar. Çünkü normal bazı düzenlenişleri içerirken, bazılarını dışarıda bırakır ve dahası, belirli güç ilişkilerinden ve varsayılan hiyerarşilerden azade değildir. Jane Gallop, tam da bu tabi kılınışı eleştiren bir kitap yazmıştır. Kendi başından geçen bir olayı, tam da normun, hukukun sınırlarından kurtarıp, adaletin sınırsızlığına doğru açmaya çalışmaktadır. Bir yandan hiyerarşik ilişkilerin ötesinde bir feminizm anlayışını kabul ederken bir taraftan da bu dışarıda oluşun, akademinin katı kurallarının tellerine takılmaktan nasıl K İ TA P TA N I T I M I Jane Gallop, Cinsel Tacizle Suçlanan Feminist kurtulamadığını, örnekleriyle göstermektedir. Ele aldığı konu, oldukça netameli olan cinsel taciz konusudur. Kendi üzerine yönelen bu suçlamayı, normun bir eleştirisini yaparak, Cinsel Tacizle Suçlanan Feminist adlı kitabında ele alır. Jane Gallop, iki kız öğrencisi tarafından taciz suçlamasıyla şikayet edilmiş ve profesör olarak çalıştığı üniversitede bir soruşturma geçirmiştir. Üniversite, bir taraftan cinsel tacizin mevzubahis olmadığını belirtirken, bir taraftan da Jane Gallop’un bir öğrencisine karşı olan davranışının, “rızaya dayalı gönül ilişkisinin reddi” ilkesine aykırı olarak değerlendirebileceğine hükmetmiştir. Jane Gallop, tam da bu rızaya dayalı gönül ilişkisinin reddedilmesi meselesini kendine dert edinir. Amerikan üniversitelerinde bir norm olarak kabul edilen “rızaya dayalı gönül ilişkilerinin reddi”, Gallop’a göre, tam da feministlerin aslında karşı çıktığı cinsel taciz normunu kendi içinde tekrar eden bir karaktere sahiptir. Judith Butler’ın bize fevkalade şekilde gösterdiği gibi aslında her norm, hiçbir zaman tam bir kesinlik tesis edememesinden dolayı, her zaman için bir tekrara muhtaçtır ve gücünü de buradan alır. Gallop’a göre işte “rızaya dayalı gönül ilişkilerinin reddi”, bir kural olarak zorunlu heteroseksüel bir ilişki varsayımında “korumacı” olan tavrı, kendi durumunda da tekrar etmektedir. Çünkü her ne kadar öğretmen-öğrenci ilişkisinde rıza unsuru varsa dahi, gizli bir şekilde bu ilişkide suistimal varsayımının baki olduğunu belirtir. “Rıza” kavramı, cinsel taciz suçlamalarında, suistimale uğrayan tarafın rıza gösterip göstermemesinde, özellikle dava süreçlerinde oldukça önemsenen bir unsur olarak göze çarpmaktadır. Feminist ceza hukukunda da, oldukça tartışmalı bir konu olarak öne çıkmaktadır. Çünkü rıza gösterip göstermemek, o biricik anın koşulları altında değerlendirilemez. Çünkü rıza göstermek basitçe, zora karşı direnmeye karşı gelip gelmeme meselesi değildir. Belirli bir bilinç ve normal koşullar gerektirir. Her zaman için “rızaya dayalı gönül ilişkisi” tanımı, bir tanım olarak taraflardan birini zayıf ve korunmaya muhtaç olarak görürken, diğerini aktif olan ve iktidar sahibi olarak kodlamaktadır. Bu da normun, her zaman için bir güç ilişkisi varsaydığını ve heteroseksüel bir ilişkideki erkekten kadına yönelen cinsel taciz varsayımını içerisinde taşıyarak, erkeği aktif ve kadını pasif olarak kodladığını göstermektedir. Her ne kadar Jane Gallop’un durumunda kadın bir öğretmen, iki kadın öğrencisiyle arasında olan “özel bir ilişki” vesilesiyle suçlansa dahi, bu heteroseksüel norm, aynı şekilde tekrar edilerek, kendisine “rızaya dayalı ilişkilerin reddi” kapsamında geri dönmektedir. Jane Gallop, bu norm varsayımından kurtulmaya çalışmak adına, işte bu kitabı yazmıştır. Bütün şiarı tam da bu hiyerarşik ilişkileri yerinden etmek olan feminizm içinden konuşan ve kendini feminist olarak tanımlayan Gallop, tam da heteroseksüel ilişkileri temel alan cinsel taciz normunun sınırlılığı, tek 344 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 biçimliliği ve mutlak olarak adaleti tesis eden bir unsur olarak varsayılmasına, karşı çıkmaktadır. Ona göre, bir öğretmen ve bir öğrenci arasındaki ilişki, hiç de sanıldığı gibi iktidar ilişkisinin bir parçası olmayabilir ve dahası “insani” bir durum da olabilir. Hukuk, sınırlı bir norm ile sınırsız ihtimaller ve ilişkiler üzerinde, adil olma komedyasını ortaya koymaktadır. Çünkü aslında “öğrenci evet derken aslında hayır demek istiyor” diye varsayıp bunun üzerinden rızaya dayalı ilişkileri bile belirli bir norm çerçevesinde yasaklayan üniversite, “kadın hayır derken aslında evet demek istemektedir” diyen tacizci mantıkla, kendisini aynı kefede bulabilir. 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 345 K İ TA P TA N I T I M I Çev.: Alev ÖZKAZANÇ Gülben SALMAN Mahkeme Kararları KARAR ÜZERİNE KISA NOT Diyarbakır’da boşanan bir kadın, müşterek çocuğun velayetini almasının ertesinde, çocuğun soyadının boşandığı eşininki yerine kendi soyadı olarak değiştirilmesi için, dava açmıştır. Diyarbakır Asliye Hukuk Mahkemesi, Soyadı Kanunu 4. maddesinin 2. fıkrasında yer alan “evliliğin feshi veya boşanma hallerinde çocuk anasına tevdi edilmiş olsa bile babasının seçtiği veya seçeceği soyadını alır” şeklindeki ibarenin iptal edildiği ve iptal kararının Resmi Gazete’de yayımlanmış olduğunu ve bu kapsamda annenin çocuğun soyadının kendi soyadı ile değiştirilmesi yönündeki talebinde haklı olduğunu söyleyerek, davayı kabul etmiştir. Fakat bu karar, Yargıtay tarafından bozulmuştur. Yargıtay’ın bozma gerekçesinde; Türk Medeni Kanunu’nun 321. maddesine göre, doğru nesepli çocuğun babanın (ailenin) soyadını taşıyacağı, boşanma veya ölüm üzerine velayetin annede olmasının soyadında bir değişikliğe neden olmayacağı, babanın soyadı veya çocuk reşit olduktan sonra kendi soyadı, usulüne uygun olarak açacağı bir dava sonunda verilecek kararla değişmedikçe, çocuğun soyadının da değişmeyeceği ifade edilmiştir. Bu karara, Yerel Mahkeme tarafından da uyulmuş ve karar kesinleşmiştir. Kesinleşen bu karar davacı tarafından, bireysel başvuru yoluyla, Anayasa Mahkemesi’ne götürülmüştür. Başvurucu, kararın Anayasa’nın 10., 36., 40. ve 153. maddelerinde tanımlanan haklarını ihlal ettiğini iddia etmiştir. Anayasa Mahkemesi, olayın başvurucunun nitelendirmesi ile bağlı olmadığını, Anayasa’nın 10., 20. ve 36. maddeleri açısından değerlendirilmesinin uygun olduğunu ifade etmiştir. Anayasa Mahkemesi’nce, çeşitli hukuk sistemlerinde velayet hakkının çocuğun soyadını belirleme hakkını da kapsadığı ve bunun aile bağlarının sürdürülmesi noktasındaki fonksiyonu nedeniyle, aile hayatına saygı hakkının güvencesinde olduğu ifade edilmiştir. Buna istinaden, Anayasa Mahkemesi başvurucunun, velayeti kendisine verilen çocuğun soyadının kendi soyadı ile değiştirilmesi talebinin reddedilmesinin, aile hayatına saygı hakkına bir müdahale olduğu tespitini yapmıştır. 2525 Sayılı Soyadı Kanunu’nun “evliliğin feshi veya boşanma hallerinde çocuk anasına tevdi edilmiş olsa bile çocuğun, babasının seçtiği veya seçeceği adı alacağını” belirten 4. maddesinin 2. fıkrasının birinci cümlesi Anayasa Mahkemesi tarafından, 2011 yılında, Anayasa’nın 10. ve 41. maddelerine aykırı görülerek iptal edilmişti. Ancak iptalden sonra, evlilik birliği sona erdiğinde çocuğun soyadının ne olacağına ilişkin, özel bir düzenleme getirilmemiştir. Bu sebeple, Anayasa Mahkemesi evlilik birliğinin sona ermesinden sonra çocuğun soyadının genel hükümlere göre, yani Medeni Kanun 27. maddeye göre ve bu maddede belirli koşullarda değiştirilmesinin istenebileceğini, talebin haklı bulunması halinde değiştirilebileceğini söylemektedir. Buna bağlı olarak dava konusu olay için de, özel bir hüküm bulunmadığı için, genel hükümlere göre incelenmesi gerektiğini söylemiştir. Yerel Mahkeme ve Yargıtay’ın davacının talebini reddetmesinin Anayasa’nın 20. maddesinde düzenlenen aile hayatına saygı hakkını ihlal ettiğine karar vermiş, ihlalin ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere kararın ilgili mahkemeye gönderilmesine karar vermiştir. Başvurucunun Anayasa’nın 10. maddesinin ihlal edildiği hakkındaki iddiasının incelenmesine ise, gerek görülmediği ifade edilmiştir. 350 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 TÜRKİYE CUMHURİYETİ ANAYASA MAHKEMESİ İKİNCİ BÖLÜM KARAR HAYRİYE ÖZDEMİR BAŞVURUSU (Başvuru Numarası: 2013/3434) Karar Tarihi: 25/6/2015 R.G. Tarih- Sayı: 2/10/2015-29490 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 351 İKİNCİ BÖLÜM KARAR Başkan: Alparslan ALTAN Üyeler: Serdar ÖZGÜLDÜR Celal Mümtaz AKINCI Muammer TOPAL M. Emin KUZ Raportör: Şebnem NEBİOĞLU ÖNER Başvurucu: Hayriye ÖZDEMİR Vekili: Av. Abdulkadir SAYIKAN I. BAŞVURUNUN KONUSU Başvuru, boşanma davası sonrasında velayet hakkı tanınan çocuğun soyadını değiştirme talebiyle açılan davanın reddedilmesi nedeniyle aile hayatına saygı hakkının, karar sonucunu etkileyecek olan iddiaların derece mahkemesi kararlarında karşılanmamış olması nedeniyle, gerekçeli karar hakkının ve karar düzeltme talebinin reddi üzerine para cezasına hükmedilmesi nedeniyle, mahkemeye erişim hakkının ihlal edildiği iddiaları hakkındadır. II. BAŞVURU SÜRECİ Başvuru, 20/5/2013 tarihinde Diyarbakır 6. Asliye Hukuk Mahkemesi vasıtasıyla yapılmıştır. Dilekçe ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesi neticesinde başvuruda, Komisyona sunulmasına engel teşkil edecek bir eksikliğin bulunmadığı tespit edilmiştir. İkinci Bölüm Birinci Komisyonunca, kabul edilebilirlik incelemesi Bölüm tarafından yapılmak üzere, dosyanın Bölüme gönderilmesine karar verilmiştir. Bölüm Başkanı tarafından 11/7/2014 tarihinde, başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir. 352 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Başvurunun belgeleri ve eklerinin bir örneği görüş için Adalet Bakanlığı’na (Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlığın 12/9/2014 tarihli görüş yazısı, 25/9/2014 tarihinde başvurucu vekiline tebliğ edilmiş olup, başvurucu tarafından Bakanlık görüşüne karşı beyanda bulunulmamıştır. III. OLAY VE OLGULAR A. Olaylar Başvuru formu ve ekleri ile başvuruya konu yargılama dosyası içeriğinden tespit edilen olaylar özetle şöyledir: Başvurucu, Diyarbakır 1. Aile Mahkemesi’nin E.2002/768, K.2003/46 sayılı ilamı ile boşanmış ve müşterek çocuğun velayeti, annesi olan başvurucuya verilmiştir. Başvurucu, Diyarbakır 5. Asliye Hukuk Mahkemesi’ne verdiği 24/2/2012 tarihli dilekçe ile boşanma davası sonrası velayeti kendisine verilen çocuğun soyadının, boşandığı eşinin soyadı yerine kendi soyadı olan “Özdemir” olarak değiştirilmesine karar verilmesini talep etmiştir. Diyarbakır 5. Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 16/4/2012 tarihli ve E.2012/246, K.2012/56 sayılı kararı ile davanın kabulüne hükmedilmiş ve karar gerekçesinde, Anayasa Mahkemesi’nin 8/12/2011 tarihli ve E.2010/119, K.2011/165 sayılı kararı ile, 21/6/1934 tarihli ve 2525 sayılı Soyadı Kanunu’nun 4. maddesinin ikinci fıkrasında yer alan “evliliğin feshi veya boşanma hallerinde çocuk anasına tevdi edilmiş olsa bile babasının seçtiği veya seçeceği soyadını alır” şeklindeki ibarenin iptal edildiği ve iptal kararının Resmi Gazete’de yayımlanmış olduğu, bu kapsamda annenin, çocuğun soyadının kendi soyadı ile değiştirilmesi yönündeki talebinde haklı neden bulunduğu tespitlerine yer verilmiştir. Karar temyiz edilmekle, Yargıtay 18. Hukuk Dairesi’nin 6/6/2012 tarihli ve E.2012/5587, K.2012/7122 sayılı kararı ile bozulmuştur. Bozma kararının gerekçesinde, 22/11/2001 tarihli ve 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 321. maddesi hükmüne göre doğru nesepli çocuğun; babanın (ailenin) soyadını taşıyacağı, boşanma veya ölüm üzerine velayetin annede olmasının soyadında herhangi bir değişikliğe neden olamayacağı, babanın soyadı veya çocuk reşit olduktan sonra kendi soyadı, usulüne uygun olarak açacağı bir dava sonunda verilecek kararla değişmedikçe, çocuğun soyadının da değişemeyeceği ifade edilmiştir. 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 353 Bozma sonrası Diyarbakır 5. Asliye Hukuk Mahkemesi’nin E.2012/814 sırasına kaydı yapılan davanın yargılaması neticesinde, Mahkemenin 24/9/2012 tarihli ve E.2012/814, K.2012/359 sayılı kararı ile davanın reddine karar verilmiş ve karar gerekçesi olarak Yargıtay bozma ilamına işaret edilmiştir. İlk derece mahkemesi kararı temyiz edilmekle, Yargıtay 18. Hukuk Dairesi’nin 17/1/2013 tarihli ve E.2012/14097, K.2013/412 sayılı kararı ile onanmış, karar düzeltme talebi aynı Dairenin 8/4/2013 tarihli ve E.2013/39345, K.2013/5688 sayılı kararı ile reddedilmiş, ret kararı 3/5/2013 tarihinde başvurucu vekiline tebliğ edilmiştir. Başvurucu, 20/5/2013 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur. B. İlgili Hukuk 4721 sayılı Kanun’un “Soyadı” kenar başlıklı 321. maddesi şöyledir: “Çocuk, ana ve baba evli ise ailenin; (…) soyadını taşır. Ancak, ana önceki evliliğinden dolayı çifte soyadı taşıyorsa, çocuk onun bekarlık soyadını taşır.” 4721 sayılı Kanun’un “Adın değiştirilmesi” kenar başlıklı 27. maddesi şöyledir: “Adın değiştirilmesi, ancak haklı sebeplere dayanılarak hakimden istenebilir. Adın değiştirildiği nüfus siciline kayıt ve ilan olunur. Ad değişmekle kişisel durum değişmez. Adın değiştirilmesinden zarar gören kimse, bunu öğrendiği günden başlayarak bir yıl içinde değiştirme kararının kaldırılmasını dava edebilir.” 2525 sayılı Kanun’un Anayasa Mahkemesi’nin 8/12/2011 tarihli ve E.2010/119, K.2011/165 sayılı kararı ile iptal edilen 4. maddesinin ikinci fıkrasının birinci cümlesi şöyledir: “Evliliğin feshi veya boşanma hallerinde çocuk anasına tevdi edilmiş olsa bile babasının seçtiği veya seçeceği adı alır.” IV. İNCELEME VE GEREKÇE Mahkemenin 25/6/2015 tarihinde yapmış olduğu toplantıda, başvurucunun 20/5/2013 tarihli ve 2013/3434 numaralı bireysel başvurusu incelenip, gereği düşünüldü: 354 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 A. Başvurucunun İddiaları Başvurucu, boşanma davası sonrasında müşterek çocuğun velayetinin kendisine verildiğini, çocuğun velayeti kendisinde olduğu için resmi işlemler de dahil olmak üzere çocuğun bütün işlemleriyle kendisinin ilgilendiğini ve soyadları farklı olduğu için sürekli nüfus aile kayıt tablosu ve boşanma ilamı ibraz etmek zorunda kaldığını, benzer hususların çocuğun ve kendisinin mağduriyetine neden olduğunu, soyadı değişikliği talebiyle açtığı davada; talepleri, Anayasa Mahkemesi’nin 2525 sayılı Kanun’un 4. maddesinin ilgili bölümünü iptal eden kararına dayandığı halde bu hususun mahkeme kararlarında karşılanmayarak gerekçesiz bırakıldığını, verilen kararın eşitlik ilkesine aykırı olduğunu, ayrıca karar düzeltme talebinin reddi neticesinde aleyhine para cezasına hükmedildiğini belirterek, Anayasa’nın 10., 36., 40. ve 153. maddelerinde tanımlanan haklarının ihlal edildiğini iddia etmiştir. B. Değerlendirme Anayasa Mahkemesi, olayların başvurucu tarafından yapılan hukuki nitelendirmesi ile bağlı değildir. Başvurucu tarafından Anayasa’nın 10., 36., 40. ve 153. maddelerinde tanımlanan haklarının ihlal edildiği iddia edilmiş olmakla beraber, ihlal iddialarının mahiyeti gereği, Anayasa’nın 10., 20. ve 36. maddeleri açısından değerlendirme yapılması uygun görülmüştür. 1. Kabul Edilebilirlik Yönünden a. Gerekçeli Karar Hakkının İhlali İddiası Başvurucu, tarafı olduğu yargılama sürecinde talepleri, Anayasa Mahkemesi’nin verdiği iptal kararına dayandığı halde, bu hususun derece mahkemesi kararlarında değerlendirilmediğini belirterek, gerekçeli karar hakkının ihlal edildiğini iddia etmiştir. Bakanlık görüşünde, Anayasa Mahkemesi’nin önceki kararlarına ve bu kapsamda sunulan görüşlerine atfen, başvurunun bu kısmı hakkında görüş sunulmayacağı bildirilmiştir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (Sözleşme) metni ile Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarından ortaya çıkan ve adil yargılanma hakkının somut görünümleri olan alt ilke ve haklar, esasen Anayasa’nın 36. maddesinde yer verilen adil yargılanma hakkının da unsurlarıdır. Gerekçeli karar hakkı da adil yargılanma hakkının somut görünümlerinden biri olup, Anayasa Mahkemesi de Anayasa’nın 36. maddesi uyarınca inceleme yaptığı birçok kararında 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 355 ilgili hükmü, Sözleşme’nin 6. maddesi ve AİHM içtihadı ışığında yorumlamak suretiyle Sözleşme’nin lafzi içeriğinde yer alan ve AİHM içtihadıyla adil yargılanma hakkının kapsamına dahil edilen gerekçeli karar hakkı gibi ilke ve haklara, Anayasa’nın 36. maddesi kapsamında yer vermektedir (Güher Ergun ve diğerleri, B. No: 2012/13, 2/7/2013, § 38). Ayrıca hakkaniyete uygun yargılamanın bir unsuru olan gerekçeli karar hakkı, Anayasa’nın 141. maddesinin birinci fıkrası uyarınca, mahkemelerin uyması gereken bir yükümlülük olarak düzenlenmiştir. Mahkeme kararlarının gerekçeli olması, kanun yoluna başvurma olanağını etkili kullanabilmek ve mahkemelere güveni sağlamak açısından, hem tarafların hem kamunun menfaatini ilgilendirmekte olup kararın gerekçesi hakkında bilgi sahibi olunmaması, kanun yoluna müracaat imkanını da işlevsiz hale getirecektir. Bu nedenle, mahkeme kararlarının dayanaklarının yeteri kadar açık bir biçimde gösterilmesi zorunludur (Tahir Gökatalay, B. No: 2013/1780, 20/3/2013, § 67). Mahkeme kararlarının gerekçeli olması, adil yargılanma hakkının unsurlarından biri olmakla beraber bu hak, yargılamada ileri sürülen her türlü iddia ve savunmaya ayrıntılı şekilde yanıt verilmesi gerektiği şeklinde anlaşılamaz. Bu nedenle, gerekçe gösterme zorunluluğunun kapsamı, kararın niteliğine göre değişebilir. Bununla birlikte başvurucunun, usul veya esasa dair ayrı ve açık yanıt verilmesi gereken iddialarının cevapsız bırakılmış olması, hak ihlaline neden olacaktır. Bunun yanı sıra, kanun yolu mahkemelerince verilen karar gerekçelerinin ayrıntılı olmaması da, bu hakkın ihlal edildiği şeklinde yorumlanmamalıdır. Kanun yolu mahkemelerince verilen bu tür kararların, ilk derece mahkemesi kararlarında yer verilen gerekçelerin kabul edilmiş olduğu şeklinde yorumlanması uygun olup, bu durumda, üst derece mahkeme tarafından önceki mahkeme kararının gerekçesinin benimsendiği kabul edilmelidir (Muhittin Kaya ve Muhittin Kaya İnşaat Ltd. Şti., B. No: 2013/1213, 4/12/2013, § 26). Başvuru konusu olayda başvurucu tarafından, velayeti kendisine verilen çocuğun soyadının kendi soyadı ile değiştirilmesi talebiyle dava açıldığı, ilk derece mahkemesinin 16/4/2012 tarihli karar gerekçesinde, Anayasa Mahkemesi’nin 8/12/2011 tarihli ve E.2010/119, K.2011/165 sayılı kararı ile 2525 sayılı Kanun’un 4. maddesinin ikinci fıkrasında yer alan “evliliğin feshi veya boşanma hallerinde çocuk anasına tevdi edilmiş olsa bile babasının seçtiği veya seçeceği soyadını alır” şeklindeki ibarenin iptal edildiği ve iptal kararının Resmi Gazete’de yayımlanmış olduğu, bu kapsamda annenin, çocuğun soyadının kendi soyadı ile değiştirilmesi yönündeki talebinde haklı neden bulunduğu tespitlerine yer verildiği; temyiz edilen kararın, 4721 sayılı Kanun’un 321. maddesi hükmüne göre doğru nesepli çocuğun babanın (ailenin) soyadını taşıyacağı, boşanma veya 356 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 ölüm üzerine velayetin annede olmasının soyadında herhangi bir değişikliğe neden olamayacağı; babanın soyadı veya çocuk reşit olduktan sonra kendi soyadı, usulüne uygun olarak açacağı bir dava sonunda verilecek kararla değişmedikçe, çocuğun soyadının da değişemeyeceği ifade edilerek bozulduğu, ilk derece mahkemesinin bozma sonrası karar gerekçesinde, Yargıtay bozma ilamı işaret edilerek başvurucunun talebinin reddedildiği, ilk derece mahkemesince oluşturulan karar ve gerekçesi hukuka uygun bulunmak suretiyle kanun yolu mahkemelerinin denetiminden geçerek kesinleştiği, kanun yolu mercisince kararlarda ayrıntılı gerekçeye yer verilmediği görülmekle birlikte bozma kararında, işaret edilen yönde hüküm kuran ilk derece mahkemesi gerekçesinin benimsendiği anlaşıldığından başvurucunun, Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan gerekçeli karar hakkının ihlal edildiğine yönelik iddiasının “açıkça dayanaktan yoksun olması” nedeniyle, kabul edilemez olduğuna karar verilmesi gerekir. b. Mahkemeye Erişim Hakkının İhlali İddiası Başvurucu, karar düzeltme talebinin reddine dair Yargıtay ilamında, aleyhine para cezasına hükmedilmesi nedeniyle, adil yargılanma hakkının ihlal edildiğini iddia etmiştir. Bakanlık görüşünde, söz konusu iddia hakkında değerlendirmede bulunulmamıştır. Başvuruya konu yargılama faaliyetinde, başvurucunun karar düzeltme talebinin reddedilmesi üzerine 18/6/1927 tarihli ve 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 442. maddesi uyarınca 219,00 TL para cezasına hükmedildiği anlaşılmaktadır. Karar düzeltme para cezasına hükmedilmesinin adil yargılanma hakkına aykırı olduğu yönündeki iddialar, Anayasa Mahkemesi tarafından mahkemeye erişim hakkı bağlamında daha önce birçok kez incelenmiş ve iddiaya konu düzenlemenin, verilen yargı hizmeti karşılığında bireylerin az da olsa bu hizmetin maliyetine katkı sağlamasını temin ederek gereksiz yere karar düzeltme yoluna başvurulmasının önlenmesi ve sonucu itibarıyla temelden yoksun ihtilafların ve aşırı masrafların önünün alınmasıyla, yargının aşırı iş yükünden kurtarılarak adaletin doğru yönetimi ve yargı hizmetinin daha iyi verilmesinin sağlanması, genel olarak adaletin uygun bir biçimde yerine getirilmesi ile de tüm bireylerin haklarının korunmasının temin edilmesi meşru amacına yönelik olduğu tespitlerine yer verilmiştir (Tahir Gökatalay, §§ 36-44). 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 357 Somut başvuru açısından da, söz konusu tespitlerden ayrılmayı gerektiren bir durumun söz konusu olmadığı, başvurucunun karar düzeltme kanun yolu öncesinde de hukuki korunma talebini ilk derece mahkemesi ve temyiz mercisi olmak üzere iki dereceli bir yargılama prosedüründe ileri sürme imkanının bulunduğu ve başvuru dosyası kapsamından karar düzeltme talebinin reddi neticesinde hükmedilen para cezasının başvurucu üzerinde önemli bir ekonomik yük teşkil ettiğine dair bir kanaate ulaşılmadığı, bu suretle karar düzeltme başvurusunun reddedilmesi üzerine başvurucu aleyhine hükmedilen para cezasının, mahkemeye başvurma hakkının fiilen ve etkili bir biçimde kullanılmasını engellemediği sonucuna varılmakla, başvurucunun mahkemeye erişim hakkının ihlal edildiği yönündeki iddiasının, diğer kabul edilebilirlik şartları yönünden incelenmeksizin, “açıkça dayanaktan yoksun olması” nedeniyle, kabul edilemez olduğuna karar verilmesi gerekir. c. Aile Hayatına Saygı Hakkının İhlali İddiası Başvurunun incelenmesi neticesinde, açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir neden de bulunmadığı anlaşıldığından, başvurunun bu kısmının kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir. 2. Esas Yönünden Başvurucu, boşanma davası sonrasında velayeti kendisine verilen çocuğunun soyadını değiştirme talebiyle açtığı davanın reddedilmesi nedeniyle, Anayasa’nın 20. maddesinde tanımlanan hakkının ihlal edildiğini iddia etmiştir. Bakanlık görüş yazısında, soyadı değiştirme talepleri ile çocuğun ve kadının soyadı bağlamında AİHM içtihadına konu edildiği görülen soyadının; Sözleşme’nin 8. maddesinin koruma alanında olduğunun, Anayasa Mahkemesi tarafından da benzer konuların Anayasa’nın 17. maddesi bağlamında değerlendirildiğinin, AİHM tarafından benzer ihlal iddialarına ilişkin incelemelerde Sözleşme’nin 8. maddesinin ayrımcılığı yasaklayan 14. madde ile birlikte ele alındığının ve bunun yanı sıra birçok uluslararası sözleşmede kadın ve erkeğin evlenirken, evlilik süresince ve evliliğin sona ermesi halinde eşit hak ve yükümlülüklere sahip olması gerektiğine işaret edildiğinin, ayrıca Anayasa Mahkemesi’nin 8/11/2011 tarihli ve E.2010/119, K.2011/165 sayılı kararı kapsamında evliliğin feshi veya boşanma hallerinde çocuk annesine tevdi edilmiş olsa bile, babasının seçtiği veya seçeceği soyadını alacağı hükmünü taşıyan 2525 sayılı Kanun’un 4. maddesinin ikinci fıkrasının Anayasa’nın 10. ve 41. maddelerine aykırı 358 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 olduğundan bahisle iptal edilmiş olduğunun, yapılacak değerlendirmede göz önünde bulundurulması gerektiği ifade edilmiştir. Anayasa’nın 148. maddesinin üçüncü fıkrası ile 30/11/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un 45. maddesinin (1) numaralı fıkrası hükümlerine göre Anayasa Mahkemesi’ne yapılan bir bireysel başvurunun esasının incelenebilmesi için, kamu gücü tarafından müdahale edildiği iddia edilen hakkın, Anayasa’da güvence altına alınmış olmasının yanı sıra, Sözleşme ve Türkiye’nin taraf olduğu ek protokollerinin kapsamına girmesi gerekir. Bir başka ifadeyle, Anayasa ve Sözleşme’nin ortak koruma alanı dışında kalan bir hak ihlali iddiasını içeren başvurunun, kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi mümkün değildir (Onurhan Solmaz, B. No: 2012/1049, 26/3/2013, § 18). Anayasa’nın “Özel hayatın gizliliği” kenar başlıklı 20. maddesi şöyledir: “Herkes, özel hayatına ve aile hayatına saygı gösterilmesini isteme hakkına sahiptir. Özel hayatın ve aile hayatının gizliliğine dokunulamaz. Milli güvenlik, kamu düzeni, suç işlenmesinin önlenmesi, genel sağlık ve genel ahlakın korunması veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması sebeplerinden biri veya birkaçına bağlı olarak, usulüne göre verilmiş hakim kararı olmadıkça; yine bu sebeplere bağlı olarak gecikmesinde sakınca bulunan hallerde de kanunla yetkili kılınmış merciin yazılı emri bulunmadıkça; kimsenin üstü, özel kağıtları ve eşyası aranamaz ve bunlara el konulamaz. Yetkili merciin kararı yirmidört saat içinde görevli hakimin onayına sunulur. Hakim, kararını el koymadan itibaren kırksekiz saat içinde açıklar; aksi halde, el koyma kendiliğinden kalkar. Herkes, kendisiyle ilgili kişisel verilerin korunmasını isteme hakkına sahiptir. Bu hak; kişinin kendisiyle ilgili kişisel veriler hakkında bilgilendirilme, bu verilere erişme, bunların düzeltilmesini veya silinmesini talep etme ve amaçları doğrultusunda kullanılıp kullanılmadığını öğrenmeyi de kapsar. Kişisel veriler, ancak kanunda öngörülen hallerde veya kişinin açık rızasıyla işlenebilir. Kişisel verilerin korunmasına ilişkin esas ve usuller kanunla düzenlenir.” Anayasa’nın “Ailenin korunması ve çocuk hakları” kenar başlıklı 41. maddesi şöyledir: “Aile, Türk toplumunun temelidir ve eşler arasında eşitliğe dayanır. 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 359 Devlet, ailenin huzur ve refahı ile özellikle ananın ve çocukların korunması ve aile planlamasının öğretimi ile uygulanmasını sağlamak için gerekli tedbirleri alır, teşkilatı kurar. Her çocuk, korunma ve bakımdan yararlanma, yüksek yararına açıkça aykırı olmadıkça, ana ve babasıyla kişisel ve doğrudan ilişki kurma ve sürdürme hakkına sahiptir. Devlet, her türlü istismara ve şiddete karşı çocukları koruyucu tedbirleri alır.” Sözleşme’nin “Özel ve aile hayatına saygı hakkı” kenar başlıklı 8. maddesi şöyledir: “(1) Herkes, özel ve aile hayatına, konutuna ve yazışmasına saygı gösterilmesi hakkına sahiptir. (2) Bu hakkın kullanılmasına bir kamu makamının müdahalesi, ancak müdahalenin yasayla öngörülmüş ve demokratik bir toplumda ulusal güvenlik, kamu güvenliği, ülkenin ekonomik refahı, düzenin korunması, suç işlenmesinin önlenmesi, sağlığın veya ahlakın veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması için gerekli bir tedbir olması durumunda söz konusu olabilir.” Başvuru konusu olayda başvurucu, velayeti kendisine tevdi edilen çocuğun soyadını değiştirme talebinin reddedilmesi nedeniyle, anayasal haklarının ihlal edildiğini iddia etmektedir. Velayet, reşit olmayan çocuklarının bakım ve gözetimi konusunda anne ve babaya verilen hak ve yükümlülüklerden oluşan bir müessese olup, bu bağlamda çocuğun bakım ve eğitimi, kanuni temsili, mal varlığının yönetimi ve çocuğun menfaatlerinin korunması için hukuki temel oluşturmaktadır. Yakın bir geçmişe kadar anne ve babanın çocukları üzerindeki hakimiyet hakkı olarak görülen velayet, günümüzde hem bir yükümlülük, hem de bir hak olarak kabul görmektedir. Bakanlık görüşünde, isim hakkının, Anayasa’nın 17. maddesi kapsamında değerlendirildiği yönünde görüş bildirilmiştir. Anayasa’nın 17. maddesinin birinci fıkrasında herkesin, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahip olduğu belirtilmekte olup, bu düzenlemede yer verilen “maddi ve manevi varlığı koruma ve geliştirme hakkı”, Sözleşme’nin 8. maddesi çerçevesinde özel yaşama saygı hakkı kapsamında güvence altına alınan fiziksel ve zihinsel bütünlük hakkı ile, bireyin kendisini 360 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 gerçekleştirme ve kendisine ilişkin kararlar alabilme hakkına karşılık gelmektedir. Bireyin yaşamıyla özdeşleşen ve kişiliğinin ayrılmaz bir unsuru haline gelen, birey olarak kimliğin belirlenmesinde en önemli unsurlardan biri ve vazgeçilmez, devredilmez, kişiye sıkı surette bağlı bir kişilik hakkı olan soyadının da, kişinin manevi varlığı kapsamında olduğu açıktır. Cinsiyet, doğum kaydı gibi kimlik bilgileri ve aile bağlarıyla ilgili bilgiler ile, bunlarda değişiklik ve düzeltme yapılmasını isteme hakkının yanı sıra isim hakkı da, Anayasa Mahkemesi tarafından, Anayasa’nın 17. maddesi kapsamında değerlendirilmektedir (AYM, E.2011/34, K.2012/48, K.T.30/3/2012; AYM, E.2009/85, K.2011/49, K.T.10/3/2011). Bununla birlikte, somut başvuruda olduğu gibi velayet hakkı tevdi edilen çocuğun soyadının, başvurucunun kendi soyadı ile değiştirilmesi yönündeki talebi, velayet hakkı ve bu kapsamdaki yetkilerin kullanımı ile ilgili olmakla, Anayasa’nın 20. maddesi kapsamında ele alınması gereken bir hukuki değerdir. Çeşitli hukuk sistemlerinde, koruma, bakım ve gözetim hakkı veya benzer terimlerle ifade edilen velayet hakkı kapsamında, çocuğun soyadını belirleme hakkı da yer almakta olup, söz konusu hukuki değer, velayet hakkının ifası ve bu bağlamda aile bağlarının sürdürülmesi noktasındaki fonksiyonu nedeniyle, aile hayatına saygı hakkının güvence kapsamında yer almaktadır. Aile yaşamına saygı hakkı, Anayasa’nın 20. maddesinin birinci fıkrasında güvence altına alınmıştır. Madde, gerekçesi de dikkate alındığında, resmi makamların özel hayata ve aile hayatına müdahale edememesi ile kişinin ferdi ve aile hayatını kendi anladığı gibi düzenleyip yaşayabilmesi gereğine işaret edildiği görülmekte olup, söz konusu düzenleme, Sözleşme’nin 8. maddesi çerçevesinde korunan aile yaşamına saygı hakkının Anayasa’daki karşılığını oluşturmaktadır. Ayrıca Anayasa’nın 41. maddesinin, Anayasa’nın bütünselliği ilkesi gereği, özellikle aile yaşamına saygı hakkına ilişkin pozitif yükümlülüklerin değerlendirilmesi bağlamında göz önünde bulundurulması gerektiği açıktır. Aile yaşamındaki temel ilişkiler, kadın ve erkek ile ebeveyn ve çocuk arasındaki ilişkilerdir. Resmi evlilik birlikleri, kural olarak aile hayatı kapsamında güvence altına alınmakta olup, evlilik içinde doğan çocuklar da kendiliğinden evlilik ilişkisinin bir parçası sayılırlar. Bu çerçevede, çocuğun doğumundan itibaren çocuk ve ebeveyn arasında aile yaşamı anlamına gelen bir bağ kurulduğunun kabulü gerekir (Benzer yöndeki AİHM kararı için bkz. Gluhakovic/ Hırvatistan, B. No: 21188/09, 12/4/ 2011, §§ 54 ve 60). Başvuru konusu olayda başvurucunun çocuğu, evlilik içinde dünyaya gelmiş olup, hukuken mevcut olan ailenin bir parçasıdır. Bu bağlamda, boşanma davası sonucunda velayet hakkı kendisine verilmiş edilmiş olan başvurucu ile çocuğu arasındaki söz konusu ilişki, aile yaşamının kurulması için yeterlidir. 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 361 4721 sayılı Kanun’un velayet hakkına ilişkin 335. maddesinde, ergin olmayan çocuğun, ana ve babasının velayeti altında olduğu, yasal sebep olmadıkça velayetin ana ve babadan alınamayacağı belirtilmek suretiyle, evlilik ilişkisi süresince velayet hakkının ve bu kapsamdaki yetkilerin ortak kullanımına işaret edilmiş, aynı Kanun’un 336. maddesinde evlilik devam ettiği sürece ana ve babanın velayeti birlikte kullanacağı, ortak hayata son verilmesi veya ayrılık halinde hakimin, velayeti eşlerden birine verebileceği, ana ve babadan birinin ölümü halinde velayetin sağ kalana, boşanmada ise çocuğun bırakıldığı tarafa ait olduğu, hüküm altına alınmıştır. Velayet hakkı kapsamındaki yetkiler dahilinde olan çocuğun soyadının belirlenmesi hususu ise, evliliğin feshi veya boşanma bağlamında, 2525 sayılı Kanun’un Anayasa Mahkemesi’nin 8/12/2011 tarihli ve E.2010/119, K.2011/165 sayılı kararı ile iptal edilen 4. maddesinin ikinci fıkrasının birinci cümlesinde düzenlenmiş ve ilgili hükümde, evliliğin feshi veya boşanma hallerinde çocuk anasına tevdi edilmiş olsa bile çocuğun, babasının seçtiği veya seçeceği adı alacağı belirtilmiştir. Esasen söz konusu düzenlemenin 17/2/1926 tarihli ve 743 sayılı mülga Türk Kanunu Medenisi’nin 152. maddesinde yer alan, kocanın evlilik birliğinin reisi olduğu kabulüne dayandığı anlaşılmaktadır. 4721 sayılı Kanun ile söz konusu düzenleme kaldırılmış ve eşlerin oturacakları konutu birlikte seçecekleri, birliği beraberce yönetecekleri, eşlerden her birinin, ortak yaşamın devamı süresince ailenin sürekli ihtiyaçları için evlilik birliğini temsil edecekleri yönünde düzenlemeler getirilmek suretiyle, eşlerin evlilik birliğinde eşit hak ve yükümlülüklere sahip olduğu kabul edilmiştir. Velayet hakkı ve bu bağlamdaki yetkilerin kullanımı da dahil olmak üzere, cinsiyetler arası eşitlik ve cinsiyete dayalı ayrımcılıkla ilgili hususlar, insan hakları ile ilgili birçok uluslararası hukuk belgesinde de yer almaktadır. Türkiye’nin 4/6/2003 tarihinde onayladığı, Birleşmiş Milletler Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi’nin 23. maddesinin 4. fıkrasında taraf devletlerin; eşlerin evlenirken, evlilik süresince ve evliliğin sona ermesinde eşit hak ve sorumluluklara sahip olmalarını sağlamak için gerekli tedbirleri alacakları, Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Ortadan Kaldırılmasına İlişkin Sözleşme’nin 16. maddesinin (1) numaralı fıkrasının (g) bendinde ise yine taraf devletlerin, kadınlara karşı evlilik ve aile ilişkileri konusunda ayrımı önlemek için gerekli bütün önlemleri alacakları ve özellikle kadın erkek eşitliğine dayanılarak aile adı, meslek ve iş seçimi dahil, her iki eş için geçerli, eşit kişisel haklar sağlayacakları düzenlemesine yer verilmiştir. İç hukuk ve uluslararası hukuk alanında yer verilen söz konusu düzenlemeler paralelinde, 2525 sayılı Kanun’un evliliğin feshi veya boşanma hallerinde 362 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 çocuk anasına tevdi edilmiş olsa bile çocuğun, babasının seçtiği veya seçeceği adı alacağını belirten 4. maddesinin ikinci fıkrasının birinci cümlesi, Anayasa Mahkemesi’nin 8/12/2011 tarihli ve E.2010/119, K.2011/165 sayılı kararı ile iptal edilmiş ve iptal kararı gerekçesinde, kadın ve erkeğin evlilik süresince ve evliliğin sona ermesinde eşit hak ve sorumluluklara sahip olmaları gereğine yer veren uluslararası sözleşme hükümlerine de atıf yapılmak suretiyle ve eşlerin, evliliğin devamı boyunca ve boşanmada sahip oldukları hak ve yükümlülükler bakımından aynı hukuksal konumda oldukları, erkeğe velayet hakkı kapsamında tanınan çocuğun soyadını seçme hakkının kadına tanınmamasının, velayet hakkının kullanılması bakımından cinsiyete göre ayırım yapılması sonucunu doğuracağı belirtilmek suretiyle, itiraz konusu kuralın, Anayasa’nın 10. ve 41. maddelerine aykırı görülmesi nedeniyle iptaline karar verilmiş ve söz konusu iptal kararı, 14/2/2012 tarihli ve 28204 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. Bunun yanı sıra Türk hukukunda ad ve soyadının belirli nedenlere dayanılarak değiştirilmesine imkan tanındığı, bu bağlamda 4721 sayılı Kanun’un 27. maddesinde adın değiştirilmesi hususundaki taleplerin haklı sebeplere dayanılarak ileri sürülebileceğinin ve adın değiştirilmesinden zarar gören kişilerin, değişikliği öğrenme tarihlerinden itibaren bir yıl içinde değiştirme kararının kaldırılmasını dava edebileceklerinin düzenlendiği görülmektedir. Somut başvuru açısından başvurucunun, velayeti kendisine tevdi edilen çocuğun soyadının kendi soyadı ile değiştirilmesi yönündeki talebinin reddine ilişkin yargısal kararın, başvurucunun aile hayatına saygı hakkına bir müdahale oluşturduğu açıktır. Anayasa’nın 20. maddesinde, bu hakkın tüm boyutlarına ilişkin olmadığı anlaşılan birtakım sınırlama sebeplerine yer verilmiş olmakla beraber, özel sınırlama nedeni öngörülmemiş olan hakların dahi, hakkın doğasından kaynaklanan bazı sınırları bulunmakta, ayrıca Anayasa’nın diğer maddelerinde yer alan kurallara dayanılarak da, bu hakların sınırlanması mümkün olabilmektedir. Bu noktada Anayasa’nın 13. maddesinde yer alan güvence ölçütleri, işlevsel niteliği haizdir (Sevim Akat Eşki, B. No: 2013/2187, 19/12/2013, § 33). Anayasa’nın “Temel hak ve hürriyetlerin sınırlanması” kenar başlıklı 13. maddesi şöyledir: “Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasa’nın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasa’nın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 363 düzeninin ve laik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.” Belirtilen Anayasa hükmü, hak ve özgürlükleri sınırlama ve güvence rejimi bakımından temel öneme sahip olup, Anayasa’da yer alan bütün hak ve özgürlüklerin yasa koyucu tarafından hangi ölçütler göz önünde bulundurularak sınırlandırılabileceğini ortaya koymaktadır. Anayasa’nın bütünselliği ilkesi çerçevesinde, Anayasa kurallarının bir arada ve hukukun genel kuralları göz önünde tutularak uygulanması zorunlu olduğundan, belirtilen düzenlemede yer alan başta yasa ile sınırlama kaydı olmak üzere tüm güvence ölçütlerinin, Anayasa’nın 20. maddesinde yer verilen hakkın kapsamının belirlenmesinde de gözetilmesi gerektiği açıktır (Sevim Akat Eşki, § 35). Hak ve özgürlüklerin yasayla sınırlanması ölçütü, anayasa yargısında önemli bir yere sahiptir. Hak ya da özgürlüğe bir müdahale söz konusu olduğunda, öncelikle tespiti gereken husus, müdahaleye yetki veren bir kanun hükmünün, yani müdahalenin hukuki bir temelinin mevcut olup olmadığıdır (Sevim Akat Eşki, § 36). Sözleşme’nin lafzı ve AİHM içtihadı uyarınca da, Sözleşme’nin 8. maddesi kapsamında yapılacak bir müdahalenin meşruluğu, öncelikle söz konusu müdahalenin yasa uyarınca gerçekleştirilmesine bağlı olup müdahalenin, yasal olma şartını taşımadığının tespiti halinde Sözleşmenin 8. maddesinin (2) numaralı fıkrasında yer alan diğer güvence ölçütleri tetkik edilmeksizin, müdahalenin ilgili maddeye aykırı olduğu sonucuna ulaşılmaktadır (Bykov/Rusya, B. No: 4378/02, 10/3/2009, § 82). Anayasa’nın 20. maddesi kapsamında yapılan bir müdahalenin, yasal olma şartını sağladığının kabulü için, müdahalenin kanuni bir dayanağının bulunması zorunludur. Bununla birlikte, temel hak ve hürriyetlerin sınırlandırılmasına ilişkin kanunların şeklen var olması yeterli değildir. Yasallık ölçütü aynı zamanda maddi bir içeriği de gerektirmekte olup, bu noktada yasanın niteliği önem kazanmakta, yasayla sınırlama ölçütü aynı zamanda belirlilik ve erişilebilirliği ifade etmektedir. Temel hakların sınırlandırılması alanında, ilgili yasal düzenlemenin; içerik, amaç ve kapsam bakımından belirli ve muhataplarının hukuksal durumlarını algılayabilecekleri açıklıkta olması zorunlu olup, belirlilik unsurunu taşımayan bir kanun hükmünün, bireysel hak ve özgürlüklere Anayasa’nın meşru saymadığı bir müdahale anlamına geleceği açıktır. Özellikle temel hakların sınırlandırılması söz konusu olduğunda, hak süjelerinin hukuksal durumlarının takdirinde ortaya çıkacak belirsizlik, bu alanda getirilen güvencelerin işlevsiz hale gelmesine neden olabilecektir. Bu bağlamda, 364 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 hukuk devleti ilkesinin bir türevi veya alt ilkesi olarak görülebilecek olan belirlilik ilkesi, hukuksal güvenlikle de doğrudan bağlantılıdır. Zira ilgili kanuni düzenlemenin, hangi davranış veya olgulara hangi hukuksal sonuçların bağlanacağını ve bu bağlamda kamusal makamlar için nasıl bir müdahale yetkisinin doğacağını belirli bir kesinlik ölçüsünde ortaya koyması durumunda, bireylerin, hak ve yükümlülüklerini öngörerek davranışlarını bu doğrultuda tanzim etmeleri olanaklı hale gelecektir. Bununla birlikte, her ihtimale çözüm getiremeyecek olan yasal mevzuatın gereken koruma seviyesi, büyük ölçüde, ilgili metnin düzenlediği alan ve içeriğiyle birlikte, muhataplarının niteliği ve sayısıyla yakından bağlantılıdır. Bu nedenle kuralın karmaşık olması ya da belirli ölçülerde soyutluk içermesi ve bu nedenle hukuki yardım ile tam olarak anlaşılabilir hale gelmesi veya kullanılan kavramların anlamlarının hukuksal değerlendirme sonucunda ortaya çıkması, tek başına hukuken öngörülebilirlik ilkesine aykırı görülemez. Bunun yanı sıra, Anayasa’nın sistematik yorumundan da destek alınmak suretiyle farklı ağırlıklar atfedilebilecek olan hakların niteliği, belirtilen alanlara ilişkin kanuni düzenlemelerde aranacak belirlilik oranını da farklılaştırabilecektir. Bu bağlamda ilgili kanuni düzenleme temel haklara ne oranda müdahale ediyorsa, söz konusu düzenlemede aranacak belirlilik oranı da, aynı doğrultuda yükselecektir. Bu kapsamda hak ya da özgürlüğe müdahale eden kural, belirli ölçülerdeki takdir alanını elbette uygulayıcıya sunabilir. Fakat, bu takdir alanının sınırlarının da yeterli açıklıkta belirlenmesi ve kuralın asgari bir kesinlik içermesi gerekmektedir. Zira belirlilik şartına riayet edilmemesi halinde, yasama ve yürütme yetkisini kullanan organların, kaynağını Anayasa’dan almayan bir yetkiyi kullanmaları söz konusu olabilecektir. Bu çerçevede, etkin bir temel hak korumasının sağlanabilmesi için müdahaleye temel alınan yasanın lafzı ve yorumlanması bağlamında, asgari bir kesinliğin sağlanması zorunludur. Yasa yapma tekniği açısından daha somut kavram ve düzenlemelere yer verilmesinin olanaklı olmaması durumunda, yargılama ve hukuksal yorum yöntemleriyle belirlenebilir kavramların kullanılması mümkün olmakla birlikte, söz konusu hukuksal yorumun sınırını da, ilgili yasal düzenlemenin lafzının çizmesi gerektiği açıktır. Bu bağlamda söz konusu kanun hükmünün uygulanmasında yeknesaklığın sağlanmamış olması, belirsizliğin bir göstergesi olarak kabul edilebilir. Müdahaleye temel alınan kanun hükmünün yorumlanması Anayasa Mahkemesi’nin görevi olmamakla birlikte, başta yargısal organlar olmak üzere kamusal makamların, ilgili yasa hükmünün uygulanmasında Anayasa’ya uygun bir yorum tarzını benimsemeleri gerekmektedir. Bu bağlamda Anayasa 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 365 Mahkemesi’nin görevi, söz konusu yorum ve uygulamanın Anayasa’ya uygunluğunun denetimi ile sınırlıdır. Somut başvuruda, başvurucu tarafından derece mahkemeleri nezdinde, 2525 sayılı Kanun’un Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilen hükmüne de dayanılmak suretiyle, özellikle söz konusu müdahalenin kanuni dayanağının tartışma konusu yapıldığı görülmektedir. Başvuru konusu olayda başvurucunun, velayeti kendisine verilen çocuğun soyadının kendi soyadı ile değiştirilmesi yönündeki talebinin, ilk derece mahkemesinin 16/4/2012 tarihli kararı ile Anayasa Mahkemesi’nin 8/12/2011 tarihli ve E.2010/119, K.2011/165 sayılı kararı kapsamında 2525 sayılı Kanun’un 4. maddesinin ikinci fıkrasında yer alan “evliliğin feshi veya boşanma hallerinde çocuk anasına tevdi edilmiş olsa bile babasının seçtiği veya seçeceği soyadını alır” şeklindeki ibarenin iptal edildiği ve iptal kararının Resmi Gazete’de yayımlanmış olduğu, bu nedenle annenin, çocuğun soyadının kendi soyadı ile değiştirilmesi talebinde haklı neden bulunduğu belirtilerek kabul edildiği, temyiz edilen kararın, 4721 sayılı Kanun’un 321. maddesi hükmüne göre doğru nesepli çocuğun babanın (ailenin) soyadını taşıyacağı, boşanma veya ölüm üzerine velayetin annede olmasının soyadında herhangi bir değişikliğe neden olamayacağı, babanın soyadı veya çocuk reşit olduktan sonra kendi soyadı, usulüne uygun olarak açacağı bir dava sonunda verilecek kararla değişmedikçe çocuğun soyadının da değişemeyeceği ifade edilerek bozulduğu, bozma kararı sonrasında ilk derece mahkemesince, bozma kararına atfen davanın reddedildiği ve kararın derecattan geçerek kesinleştiği anlaşılmaktadır. Bu kapsamda, söz konusu ret kararının hukuki dayanağı olarak 4721 sayılı Kanun’un 321. maddesine işaret edildiği ve söz konusu Kanun hükmünün, “Çocuk, ana ve baba evli ise ailenin; (…) soyadını taşır. Ancak, ana önceki evliliğinden dolayı çifte soyadı taşıyorsa çocuk onun bekarlık soyadını taşır.” düzenlemesini içerdiği görülmektedir. 4721 sayılı Kanun veya özel kanunlarda evlilik birliğinin sona ermesini müteakip çocuğun soyadının tespiti ve düzenlenmesi hususunda özel bir düzenlemenin yer almadığı, evliliğin feshi veya boşanma halinde çocuğun soyadının belirlenmesine ilişkin münhasır bir düzenleme ilk defa soyadı iktisabı bağlamında 2525 sayılı Kanun’un 4. maddesinin ikinci fıkrasının birinci cümlesinde yer almakla birlikte, bu hükmün Anayasa Mahkemesi’nin ilgili yargısal süreçten önce yürürlüğe giren 8/12/2011 tarihli ve E.2010/119, K.2011/165 sayılı kararı ile iptal edilmiş olduğu anlaşılmaktadır. Bununla birlikte 4721 sayılı Kanun’un 27. maddesinde genel olarak, belirli koşullarla ad ve soyadının değiştirilmesi hususunda talepte bulunma imkanının tanındığı 366 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 ve adın değiştirilmesi hususundaki taleplerin haklı nedenlere dayanılarak ileri sürülebileceğinin düzenlendiği, görülmektedir. Boşanma sonrası velayet hakkı tanınan ebeveynler tarafından, somut başvuruya benzer mahiyetteki taleplerin sıklıkla yargısal kararlara konu olduğu, söz konusu başvurularda genellikle müdahalenin kanunilik unsurunun tartışma konusu yapıldığı ve farklı hukuksal yorumların söz konusu olduğu, bu bağlamda özellikle 4721 sayılı Kanun’un 27. maddesi ve temel haklara ilişkin uluslararası sözleşme hükümlerinden hareketle verilen ilk derece mahkemesi kararlarının, Hukuk Genel Kurulu kararlarına da konu edildiği anlaşılmaktadır (HGK, E.2013/18-1755, K.2015/1039, K.T.13/3/2015). Bu çerçevede ilk derece mahkemesinin 16/4/2012 tarihli kararında, velayet hakkı ve içerdiği koruma ve gözetim yükümlülükleri ve bu bağlamdaki yetki ve sorumluluklar ile 4721 sayılı Kanun’un 27. maddesi hükmüne istinaden, 2525 sayılı Kanun’un 4. maddesinin ikinci fıkrasının birinci cümlesinde yer alan düzenlemenin iptal edilmek suretiyle yürürlükten kalktığı belirtilerek, 4721 sayılı Kanun’un 27. maddesine atıfla başvurucunun, çocuğunun soyadının kendi soyadı ile değiştirilmesi talebinde haklı neden bulunduğu yönündeki tespit de, dikkate değerdir (bkz. § 9). Yukarıda yer verilen tespitler ışığında, boşanma sonrası velayeti anneye verilen çocuğun soyadının ne olacağı konusunda açık bir düzenlemenin bulunmaması ve farklı yargısal kararların verildiği dikkate alındığında, başvuruya konu müdahalenin kanuni dayanağı olarak gösterilen Kanun hükmünün, başvurucunun velayeti altındaki çocuğun soyadının değiştirilmesi talebinin reddedilmesi şeklindeki müdahale bağlamında, belirlilik şartını sağlamadığı anlaşılmaktadır. Müdahalenin kanunilik unsurunu taşımadığı sonucuna ulaşılmakla, söz konusu müdahale açısından diğer güvence ölçütlerine riayet edilip edilmediğinin ayrıca değerlendirilmesine gerek görülmemiştir. Açıklanan nedenlerle, başvurucunun Anayasa’nın 20. maddesinde güvence altına alınan aile hayatına saygı hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir. Başvurucunun Anayasa’nın 20. maddesinde güvence altına alınan aile hayatına saygı hakkının ihlal edildiği sonucuna varılarak, ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere kararın ilgili mahkemesine gönderilmesine karar verilmiş olmakla (bkz. § 74), başvurucunun Anayasa’nın 10. maddesinde tanımlanan hakkının ihlal edildiği yönündeki iddiasının ayrıca değerlendirilmesine gerek görülmemiştir. 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 367 3. 6216 Sayılı Kanunun 50. Maddesi Yönünden Başvurucu, ihlalin tespitiyle uyuşmazlık hakkında yeniden yargılama yapılmasına ve uğradığı manevi zarar karşılığında 10.000,00 TL manevi tazminata hükmedilmesini talep etmiştir. Bakanlık görüşünde, ihlal sonuçlarının giderimine ilişkin görüş bildirilmemiştir. 6216 sayılı Kanun’un “Kararlar” kenar başlıklı 50. maddesinin (2) numaralı fıkrası şöyledir: “Tespit edilen ihlal bir mahkeme kararından kaynaklanmışsa, ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden yargılama yapmak üzere dosya ilgili mahkemeye gönderilir. Yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmayan hallerde başvurucu lehine tazminata hükmedilebilir veya genel mahkemelerde dava açılması yolu gösterilebilir. Yeniden yargılama yapmakla yükümlü mahkeme, Anayasa Mahkemesi’nin ihlal kararında açıkladığı ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldıracak şekilde, mümkünse dosya üzerinden karar verir.” Mevcut başvuruda Anayasa’nın 20. maddesinin ihlal edildiği tespit edilmiş olmakla, ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere kararın, Diyarbakır 5. Asliye Hukuk Mahkemesi’ne gönderilmesine karar verilmesi gerekir. Başvurucu tarafından manevi tazminat talebinde bulunulmuş olmakla beraber, yeniden yargılama yapılmak üzere dosyanın ilgili mahkemesine gönderilmesine karar verilmesinin, başvurucunun ihlal iddiası açısından yeterli bir tazmin oluşturduğu anlaşıldığından, başvurucunun manevi tazminat talebinin reddine karar verilmesi gerekir. Başvurucu tarafından yapılan ve dosyadaki belgeler uyarınca tespit edilen 198,35 TL harç ve 1.500,00 TL vekalet ücretinden oluşan toplam 1.698,35 TL yargılama giderinin, başvurucuya ödenmesine karar verilmesi gerekir. V. HÜKÜM Açıklanan gerekçelerle; A. Başvurucunun, 1. Gerekçeli karar hakkının ihlal edildiği yönündeki iddiasının “açıkça dayanaktan yoksun olması” nedeniyle KABUL EDİLEMEZ OLDUĞUNA, 368 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 2. Mahkemeye erişim hakkının ihlal edildiği yönündeki iddiasının “açıkça dayanaktan yoksun olması” nedeniyle KABUL EDİLEMEZ OLDUĞUNA, 3. Anayasa’nın 20. maddesinin ihlal edildiği yönündeki iddiasının KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA, 4. Anayasa’nın 20. maddesinde güvence altına alınan aile hayatına saygı hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE, B. İhlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için, yeniden yargılama yapılmak üzere, kararın Diyarbakır 5. Asliye Hukuk Mahkemesi’ne gönderilmesine, C. Başvurucunun manevi tazminata ilişkin talebinin REDDİNE, D. Başvurucu tarafından yapılan 198,35 TL harç ve 1.500,00 TL vekalet ücretinden oluşan toplam 1.698,35 TL yargılama giderinin BAŞVURUCUYA ÖDENMESİNE, E. Ödemenin, kararın tebliğini takiben başvurucunun Maliye Bakanlığı’na başvuru tarihinden itibaren dört ay içinde yapılmasına, ödemede gecikme olması halinde bu sürenin sona erdiği tarihten ödeme tarihine kadar geçen süre için yasal faiz uygulanmasına, 25/6/2015 tarihinde OY BİRLİĞİYLE karar verildi. Başkan Üye Üye Alparslan ALTAN Serdar ÖZGÜLDÜR Celal Mümtaz AKINCI Üye Üye Muammer TOPAL M. Emin KUZ 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 369 KARAR ÜZERİNE KISA NOT Başvurucu, evli kadının evlilik öncesi soyadını tek başına kullanmasına engel olan 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 187. maddesine istinaden yapılan uygulama neticesinde, cinsel olarak ayrımcılığa maruz bırakılarak, özel hayatına ve aile hayatına saygı gösterilmemesi nedeniyle Anayasa’nın 2., 10., 12., 17., 20., 41. ve 90. maddelerinde tanımlanan haklarının ihlal edildiğini ileri sürerek, ihlalin tespitiyle, uğradığı manevi zararın tazminine karar verilmesini istemiştir. Anayasa Mahkemesi, başvurucunun ihlal iddiasına konu isim hakkının Anayasa’nın “Kişinin Dokunulmazlığı, Maddi ve Manevi Varlığı” kenar başlıklı 17. maddesi kapsamında değerlendirilmesinin uygun olduğuna karar vererek, incelemesini bu madde ile sınırlı tutmuştur. Oysa ki, kadınların evlilik öncesindeki soyadlarının yanında eşlerinin soyadlarını da kullanmak zorunda olmaları, Anayasanın 10. maddesinde düzenlenen “kanun önünde eşitlik” maddesini de ihlal etmektedir. Mahkemenin, olayı bu bakımdan da incelemesi gerekirdi. Anayasa Mahkemesi, “Anayasa’nın 1. maddesinin birinci fıkrasında, herkesin maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahip olduğu belirtilmekte olup, bu düzenlemede yer verilen maddi ve manevi varlığı koruma ve geliştirme hakkı, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 8. maddesi çerçevesinde özel yaşama saygı hakkı kapsamında güvence altına alınan fiziksel ve zihinsel bütünlük hakkı ile, bireyin kendisini gerçekleştirme ve kendisine ilişkin kararlar alabilme hakkına karşılık gelmektedir. Bireyin yaşamı ile özdeşleşen ve kişiliğinin ayrılmaz bir unsuru haline gelen, birey olarak kimliğin belirlenmesinde en önemli unsurlardan biri ve vazgeçilmez, devredilmez, kişiye sıkı surette bağlı bir kişilik hakkı olan soyadının da, kişinin manevi varlığı kapsamında olduğu açıktır.” diyerek, kadının evlilik öncesi soyadını tek başına kullanamamasının neden Anayasa’nın 17. maddesini ihlal ettiğini açıklamıştır. Kadının evlilik öncesindeki soyadını tek başına kullanabilmesi için bir içtihat oluşturması bakımından, Anayasa Mahkemesi’nin bu kararı olumlu bir gelişmedir. Nitekim söz konusu karardan sonra birçok yerel mahkeme, kadınların bu konuda açmış olduğu davaları kabul etti. Ancak kadınların her seferinde tek tek dava açarak uzun yıllar ihlalin ortadan kaldırılmasını beklemek zorunda kalmaları, hem hukuki hem de politik olarak doğru değildir. Bu yüzden, yasa koyucunun bir an önce ihlale konu düzenlemeyi, eşitlik ilkesine uygun bir biçimde düzenlemesi gerekmektedir. 372 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 TÜRKİYE CUMHURİYETİ ANAYASA MAHKEMESİ BİRİNCİ BÖLÜM KARAR SEVİM AKAT EŞKİ BAŞVURUSU (Başvuru Numarası: 2013/2187) Karar Tarihi: 19/12/2013 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 373 BİRİNCİ BÖLÜM KARAR Başkan: Serruh KALELİ Üyeler: Mehmet ERTEN Zehra Ayla PERKTAŞ Burhan ÜSTÜN Zühtü ARSLAN Raportör: Şebnem NEBİOĞLU ÖNER Başvurucu: Sevim AKAT EŞKİ Vekili: Av. İpek KADİRHAN I. BAŞVURUNUN KONUSU Başvurucu, evli kadının evlilik öncesi soyadını tek başına kullanmasına engel olan 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 187. maddesine istinaden yapılan uygulama neticesinde, cinsel olarak ayrımcılığa maruz tutularak özel hayatına ve aile hayatına saygı gösterilmemesi nedeniyle Anayasa’nın 2., 10., 12., 17., 20., 41. ve 90. maddelerinde tanımlanan haklarının ihlal edildiğini ileri sürerek, ihlalin tespitiyle, uğradığı manevi zararın tazminine karar verilmesini talep etmiştir. II. BAŞVURU SÜRECİ Başvuru, 21/3/2013 tarihinde İstanbul 11. Asliye Hukuk Mahkemesi vasıtasıyla yapılmıştır. İdari yönden yapılan ön incelemede başvurunun Komisyona sunulmasına engel bir durumun bulunmadığı tespit edilmiştir. Birinci Bölüm İkinci Komisyonunca, Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü’nün 33. maddesinin (3) numaralı fıkrası uyarınca, kabul edilebilirlik incelemesi Bölüm tarafından yapılmak üzere, dosyanın Bölüme gönderilmesine karar verilmiştir. Birinci Bölümün 6/6/2013 tarihli ara kararı gereğince başvurunun, Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü’nün 28. maddesinin (1) numaralı fıkrasının (b) bendi 374 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 uyarınca kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına ve bir örneğinin görüş için Adalet Bakanlığına gönderilmesine karar verilmiştir. Adalet Bakanlığının 2/8/2013 tarihli görüş yazısı 12/8/2013 tarihinde başvurucu vekiline tebliğ edilmiştir. Başvurucu tarafından 23/9/2013 tarihinde Adalet Bakanlığı görüşüne karşı beyan dilekçesi ibraz edilmiştir. III. OLAY VE OLGULAR A. Olaylar Başvuru dilekçesindeki ilgili olaylar özetle şöyledir: İstanbul Barosuna bağlı avukat olarak çalışan başvurucu, evlenmekle Akat Eşki olan soyadının Akat olarak düzeltilmesi istemiyle dava açmıştır. Fatih 1. Asliye Hukuk Mahkemesinin 13/11/2007 tarih ve E.2007/277, K.2007/325 sayılı görevsizlik kararı ile dosya aile mahkemesine devredilmiştir. Fatih 3. Aile Mahkemesinin 17/7/2008 tarih ve E.2008/93, K.2008/511 sayılı kararı ile nüfus müdürlüğü aleyhine açılan dava husumet yönünden reddedilmiştir. Başvurucu tarafından, evlilik öncesi soyadının kullanılmasına izin verilmesi talebiyle, eşi hasım gösterilmek suretiyle Fatih 2. Aile Mahkemesinin E.2009/189 sayılı dosyası üzerinde açılan davanın yargılaması sırasında, Mahkemece 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 187. maddesinin Anayasa’nın 2., 10. ve 41. maddelerine aykırılığı savıyla iptali istemiyle Anayasa Mahkemesi’ne başvuruda bulunulmuş, Anayasa Mahkemesi’nin 10/3/2011 günlü, E.2009/85, K.2011/49 sayılı kararıyla talep reddedilmiştir. Fatih 2. Aile Mahkemesinin 14/6/2011 tarih ve E.2009/189, K.2011/386 sayılı kararı ile başvurucunun davası reddedilmiştir. Başvurucu tarafından yapılan temyiz talebi Yargıtay 2. Hukuk Dairesi’nin 24/11/2012 tarih ve E.2011/22361, K.2012/31270 sayılı kararı ile reddedilerek, Yargıtay ilamı başvurucuya 22/2/2013 tarihinde tebliğ edilmiştir. B. İlgili Hukuk 22/11/2001 tarih ve 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun “Kadının soyadı” kenar başlıklı 187. maddesi şöyledir: 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 375 “Kadın, evlenmekle kocasının soyadını alır; ancak evlendirme memuruna veya daha sonra nüfus idaresine yapacağı yazılı başvuruyla kocasının soyadı önünde önceki soyadını da kullanabilir. Daha önce iki soyadı kullanan kadın, bu haktan sadece bir soyadı için yararlanabilir.” İNCELEME VE GEREKÇE Mahkemenin 19/12/2013 tarihinde yapmış olduğu toplantıda, başvurucunun 21/3/2013 tarih ve 2013/2187 numaralı bireysel başvurusu incelenip gereği düşünüldü: A. Başvurucunun İddiaları Başvurucu, İstanbul Barosuna bağlı avukat olarak çalıştığını, 2005 yılında evlendiğini, ancak evlendikten sonra uzunca bir süre evlilik öncesindeki soyadını kullanmaya devam ettiğini, yurt dışına çıkış işlemleri nedeniyle nüfus müdürlüğüne başvurarak evlilik öncesi soyadı ve evlilik soyadını beraber içeren kimlik belgesi aldığını, fakat diğer resmi işlemlerini evlilik öncesi soyadı ile yapmaya devam ettiğini, bu duruma bağlı olarak yaşadığı zorluklar nedeniyle evlilik öncesi soyadının kullanılmasına izin verilmesi talebiyle açtığı davanın reddedildiğini, belirtilen durum nedeniyle cinsel olarak ayrımcılığa tabi tutularak özel hayatına ve aile hayatına saygı gösterilmediğini belirterek, Anayasa’nın 2., 10., 12., 17., 20., 41. ve 90. maddelerinde tanımlanan haklarının ihlal edildiğini ileri sürmüştür. B. Değerlendirme i. Kabul Edilebilirlik Yönünden Başvurunun incelenmesi neticesinde, açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir neden de bulunmadığı anlaşılan başvurunun, kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir. ii. Esas İnceleme Başvurucu evli kadınların yalnızca evlilik öncesindeki soyadlarını kullanmasını engelleyen 4721 sayılı Kanun’un 187. maddesine dayanılarak yapılan uygulama nedeniyle, Anayasa’nın 17. ve 20. maddesinde tanımlanan haklarının ihlal edildiğini ileri sürmüştür. 376 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 Adalet Bakanlığı görüş yazısında, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nce (AİHM), somut başvuruya benzer başvurular açısından, evli erkeklerin evlendikten sonra kendi soyadlarını kullanma imkanları bulunmasına rağmen, evli kadınların evlilikten önceki soyadlarını tek başına kullanma imkanlarının bulunmamasının cinsiyete dayalı farklı bir muamele oluşturduğuna ve bu durumun, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (Sözleşme) 8. maddesi ile birlikte düşünüldüğünde 14. maddesini ihlal ettiğine karar verildiği belirtilerek, başvurucu tarafından açılan davanın 4721 sayılı Kanun’da kadının evlendikten sonra evlilik öncesi soyadını tek başına kullanabileceğine ilişkin bir hüküm bulunmaması nedeniyle reddedildiğinin, yapılacak değerlendirmede nazara alınması yönünde beyanda bulunulduğu anlaşılmıştır. Başvurucu Adalet Bakanlığı görüşüne karşı beyan dilekçesinde, AİHM tarafından verilen ihlal kararlarına rağmen, iç hukukta gerekli yasal düzenlemenin yapılmadığını ve bu durumun, somut başvuru benzeri birçok ihlal iddiasına neden olduğunu beyan etmiştir. Başvurucu tarafından, Anayasa’nın 2., 10., 12., 17., 20., 41. ve 90. maddelerinde tanımlanan haklarının ihlal edildiği ileri sürülmüş olmakla beraber, belirtilen ihlal iddiasının mahiyeti gereği sadece Anayasa’nın 17. maddesi açısından değerlendirme yapılması uygun görülmüştür. Anayasa’nın 148. maddesinin üçüncü fıkrası ile 6216 sayılı Kanun’un 45. maddesinin (1) numaralı fıkrası hükümlerine göre, Anayasa Mahkemesine yapılan bir bireysel başvurunun esasının incelenebilmesi için, kamu gücü tarafından müdahale edildiği iddia edilen hakkın Anayasa’da güvence altına alınmış olmasının yanı sıra, Sözleşme ve Türkiye’nin taraf olduğu ek protokollerinin kapsamına da girmesi gerekir. Bir başka ifadeyle, Anayasa ve Sözleşme’nin ortak koruma alanı dışında kalan bir hak ihlali iddiasını içeren bir başvurunun, kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi mümkün değildir (B. No: 2012/1049, § 18, 26/3/2013). Başvurucunun ihlal iddiasına konu isim hakkı, Anayasa’nın 17. maddesi ve Sözleşme’nin 8. maddesinde düzenlenmiştir. Anayasa’nın “Kişinin dokunulmazlığı, maddi ve manevi varlığı” kenar başlıklı 17. maddesinin birinci fıkrası şöyledir: “Herkes, yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir.” Sözleşme’nin “Özel ve aile hayatına saygı hakkı” kenar başlıklı 8. maddesi şöyledir: 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 377 “(1) Herkes özel ve aile hayatına, konutuna ve yazışmasına saygı gösterilmesi hakkına sahiptir. (2) Bu hakkın kullanılmasına bir kamu makamının müdahalesi, ancak müdahalenin yasayla öngörülmüş ve demokratik bir toplumda ulusal güvenlik, kamu güvenliği, ülkenin ekonomik refahı, düzenin korunması, suç işlenmesinin önlenmesi, sağlığın veya ahlakın veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması için gerekli bir tedbir olması durumunda söz konusu olabilir.” Özel yaşama saygı hakkı alt kategorisinde geçen “özel yaşam” kavramı, AİHM tarafından oldukça geniş yorumlanmakta ve bu kavrama ilişkin tüketici bir tanım yapmaktan, özellikle kaçınılmaktadır. Kişinin bireyselliğinin, yani bir kişiyi diğerlerinden ayıran ve onu bireyselleştiren niteliklerin hukuken tanınması ve bu unsurların güvence altına alınması, son derece önemlidir. Birçok uluslararası insan hakları belgesinde “kişiliğin serbestçe geliştirilmesi” kavramına yer verilmekle beraber, Sözleşme kapsamında bu kavrama açıkça işaret edilmediği görülmektedir. Bununla birlikte, Sözleşme’nin denetim organlarının içtihatlarında, “bireyin kişiliğini geliştirmesi ve gerçekleştirmesi” kavramının, özel yaşama saygı hakkının kapsamının belirlenmesinde temel alındığı anlaşılmaktadır. Özel yaşamın korunması hakkının sadece mahremiyet hakkına indirgenemeyeceği gerçeği karşısında, kişiliğin serbestçe geliştirilmesiyle uyumlu birçok hukuksal çıkar, bu hakkın kapsamına dahil edilmiştir. Bu kapsamda dış dünya ile ilişki kurma noktasında son derece önemli olan isim hakkı da, Sözleşme denetim organları tarafından ön ad ve soyadını kapsayacak şekilde maddenin güvence alanı içinde yorumlanmıştır. AİHM, Sözleşmenin 8. maddesinin ad ve soyadı konusunda açık bir hüküm içermediğini belirtmekle beraber, kişinin kimliğinin ve aile bağlarının belirlenmesinde kullanılan bir araç olması nedeniyle, belirli bir dereceye kadar diğer kişilerle ilişki kurmayı da içeren özel yaşama ve aile yaşamına saygı hakkıyla ilgili olduğunu ve bir kamu hukuku konusu olarak toplumun ve devletin adların düzenlenmesi konusuyla ilgilenmesinin, bu unsuru özel hayat ve aile hayatı kavramlarından uzaklaştırmayacağını kabul etmektedir. Bu kapsamda, soyadı değiştirme ile çocuğun ve kadının soyadı bağlamında AİHM içtihatlarına konu edildiği görülen soyadının da, Sözleşme’nin 8. maddesinin koruma alanında olduğu anlaşılmaktadır. AİHM’e göre soyadı, mesleki bağlamın yanı sıra, bireylerin özel ve aile yaşamında diğer insanlarla sosyal, kültürel ya da diğer türden ilişkiler kurabilmesi için önemli olup, onları dış dünyaya tanıtma 378 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 fonksiyonunu üstlenmektedir (Burghartz/İsviçre, B.No: 16213/90, 22/2/1994, § 24; Stjerna/Finlandiya, B.No: 18131/91, 25/11/1994, § 37; Niemietz/Almanya, B.No: 13710/88, 16/12/1992, § 29). Anayasa’nın 17. maddesinin birinci fıkrasında, herkesin maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahip olduğu belirtilmekte olup, bu düzenlemede yer verilen maddi ve manevi varlığı koruma ve geliştirme hakkı, Sözleşme’nin 8. maddesi çerçevesinde özel yaşama saygı hakkı kapsamında güvence altına alınan fiziksel ve zihinsel bütünlük hakkı ile, bireyin kendisini gerçekleştirme ve kendisine ilişkin kararlar alabilme hakkına karşılık gelmektedir. Bireyin yaşamıyla özdeşleşen ve kişiliğinin ayrılmaz bir unsuru haline gelen, birey olarak kimliğin belirlenmesinde en önemli unsurlardan biri ve vazgeçilmez, devredilmez, kişiye sıkı surette bağlı bir kişilik hakkı olan soyadının da, kişinin manevi varlığı kapsamında olduğu açıktır. Cinsiyet, doğum kaydı gibi kimlik bilgileri ve aile bağlarıyla ilgili bilgiler ile bunlarda değişiklik ve düzeltme yapılmasını isteme hakkının yanı sıra, isim hakkı da Anayasa Mahkemesi tarafından, Anayasa’nın 17. maddesi kapsamında değerlendirilmektedir (E.2011/34, K.2012/48, 30/3/2012; E.2009/85, K.2011/49, 10/3/2011). Başvuruya konu yargılama kapsamında, başvurucunun sadece evlenmeden önceki soyadını kullanmasına yetkili idari ve yargısal merciler tarafından izin verilmemesi şeklindeki uygulamanın, kişinin kimliğinin belirlenmesinde en önemli unsurlardan biri olan soyadının vazgeçilemezlik, devredilemezlik ve kişiye sıkı surette bağlı olma niteliklerinin kadının soyadı bakımından geçerliliğini etkilediği görülmekle, belirtilen uygulamanın Anayasa’nın 17. maddesinde tanımlanan manevi varlığın korunması ve geliştirilmesi hakkına yönelik bir müdahale oluşturduğu açıktır. Anayasa’nın 17. maddesinde, manevi varlığın korunması ve geliştirilmesi hakkı açısından herhangi bir sınırlama nedeni öngörülmemiş olmakla birlikte, bunun hiçbir şekilde sınırlandırılması mümkün olmayan mutlak bir hak olduğu söylenemez. Özel sınırlama nedeni öngörülmemiş olan hakların da, hakkın doğasından kaynaklanan bazı sınırları bulunduğu kabul edilmektedir. Ayrıca hakkı düzenleyen maddede herhangi bir sınırlama nedenine yer verilmemiş olsa da, Anayasa’nın diğer maddelerinde yer alan kurallara dayanarak, bu hakların sınırlandırılması da mümkün olabilir. Bu noktada, Anayasa’nın 13. maddesinde yer alan güvence ölçütleri işlevsel niteliği haizdir. Anayasa’nın “Temel hak ve hürriyetlerin sınırlanması” kenar başlıklı 13. maddesi şöyledir: 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 379 “Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasa’nın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasa’nın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve laik cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.” Belirtilen Anayasa hükmü, hak ve özgürlükleri sınırlama ve güvence rejimi bakımından temel öneme sahip olup, Anayasa’da yer alan bütün hak ve özgürlüklerin yasa koyucu tarafından hangi ölçütler göz önünde bulundurularak sınırlandırılabileceğini ortaya koymaktadır. Anayasa’nın bütünselliği ilkesi çerçevesinde, Anayasa kurallarının bir arada ve hukukun genel kuralları göz önünde tutularak uygulanması zorunlu olduğundan, belirtilen düzenlemede yer alan başta yasa ile sınırlama kaydı olmak üzere tüm güvence ölçütlerinin, Anayasa’nın 17. maddesinde yer verilen hakkın kapsamının belirlenmesinde de gözetilmesi gerektiği açıktır. Hak ve özgürlüklerin yasayla sınırlanması ölçütü, anayasa hukukunda önemli bir yere sahiptir. Hak ya da özgürlüğe bir müdahale söz olduğunda öncelikle tespiti gereken husus, müdahaleye yetki veren bir kanun hükmünün, yani müdahalenin hukuki bir temelinin mevcut olup olmadığıdır. Sözleşme’nin lafzı ve AİHM içtihadı uyarınca da, Sözleşme’nin 8. maddesi kapsamında yapılacak bir müdahalenin meşruluğu, öncelikle söz konusu müdahalenin yasa uyarınca gerçekleştirilmesine bağlı tutulmuş olup, müdahalenin hukukilik unsurunu taşımadığının tespiti halinde, Sözleşmenin 8. maddesinin (2) numaralı fıkrasında yer alan diğer güvence ölçütleri tetkik edilmeksizin, müdahalenin ilgili maddeye aykırı olduğu sonucuna ulaşılmaktadır (Bkz. Fadeyeva/Rusya, B. No: 55723/00, 9/6/2005, § 95; Bykov/Rusya, B. No:4378/02, 10/3/2009, §82). Anayasa’nın 17. maddesi kapsamında yapılan bir müdahalenin yasallık şartını sağladığının kabulü için, müdahalenin kanuni bir dayanağının bulunması zorunludur. Başvuru konusu olayda, başvurucunun evlilik öncesi soyadını kullanması yönündeki talebinin, ilk derece mahkemesince, 4721 sayılı Kanun’da evli kadının kocasının soyadı olmaksızın yalnızca evlenmeden önceki soyadını kullanabileceğine dair bir hüküm bulunmadığı belirtilerek reddedildiği anlaşılmaktadır. Anayasa’nın “Milletlerarası andlaşmaları uygun bulma” kenar başlıklı 90. maddesinin beşinci fıkrası şöyledir: 380 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasa’ya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesi’ne başvurulamaz. (Ek cümle: 7/5/2004-5170/7 md.) Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda, milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır.” Belirtilen düzenlemeyle, usulüne uygun olarak yürürlüğe konulan temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası antlaşmalarda yer alan düzenlemelerin kanun hükmünde olduğu belirtilerek, 7/5/2004 tarihinde yapılan değişiklikle fıkraya eklenen son cümle ile, hukukumuzda kanunlar ile temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası antlaşmalar arasında bir çeşit hiyerarşi ihdas edilmiş ve aralarında uyuşmazlık bulunması halinde, antlaşmalara öncelik tanınacağı hüküm altına alınmıştır. Bu düzenleme uyarınca, temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası bir antlaşma ile bir kanun hükmünün çatışması halinde, uluslararası antlaşma hükmünün öncelikle uygulanması gerekir. Bu durumda başta yargı mercileri olmak üzere, birbiriyle çatışan temel hak ve özgürlüklere ilişkin bir uluslararası antlaşma hükmü ile bir kanun hükmünü önlerindeki olaya uygulamak durumunda olan uygulayıcıların, kanunu göz ardı ederek, uluslararası antlaşmayı uygulama yükümlülükleri vardır. Belirtilen düzenleme uyarınca, uluslararası insan hakları hukukunun temel belgelerinden olan ve Türkiye’nin usulüne uygun olarak onaylayıp taraf olduğu Sözleşme, iç hukukta doğrudan uygulanma kabiliyetini haizdir. Sözleşme’nin 8. maddesi özel hayata ve aile hayatına saygıyı ifade ederken, 14. maddesi cinsiyete dayalı ayrımcılığı yasaklamaktadır. AİHM’in, kişinin soyadını özel hayat kapsamında değerlendirerek evli kadının kocasının soyadını kullanma zorunluluğunu özel hayata müdahale olarak kabul ettiği birçok kararında, soyadı kullanımı ile ilgili başvurular, Sözleşme’nin 8. maddesinde yer alan “özel hayatın ve aile hayatının korunması” ilkesi kapsamında incelenmiş ve kadının evlendikten sonra yalnızca evlilik öncesi soyadını kullanmasına ulusal mercilerce izin verilmemesinin, Sözleşme’nin özel hayatın gizliliğini öngören 8. maddesiyle bağlantılı olarak, ayrımcılığı yasaklayan 14. maddesine aykırı olduğu sonucuna varılmıştır (bkz. Ünal Tekeli/Türkiye, B. No: 29865/96, 16/11/2004; Leventoğlu Abdulkadiroğlu/Türkiye, B. No: 7971/07, 28/5/2013; Tuncer Güneş/Türkiye, B. No: 26268/08, 3/10/2013; Tanbay Tüten/Türkiye, B. No:38249/09, 10/12/2013). Cinsiyetler arası eşitlik ve cinsiyete dayalı ayrımcılıkla ilgili hususlar, insan hakları ile ilgili diğer bir takım uluslararası hukuk belgelerinde de yer almaktadır. 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 381 Türkiye’nin 4/6/2003 tarihinde onayladığı, Birleşmiş Milletler Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi’nin 23. maddesinin 4. fıkrasında taraf devletlerin, eşlerin evlenirken, evlilik süresince ve evliliğin sona ermesinde eşit hak ve sorumluluklara sahip olmalarını sağlamak için gerekli tedbirleri alacakları; Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Ortadan Kaldırılmasına İlişkin Sözleşme’nin 16. maddesinin (1) numaralı fıkrasının (g) bendinde ise, yine taraf devletlerin kadınlara karşı evlilik ve aile ilişkileri konusunda ayrımı önlemek için gerekli bütün önlemleri alacakları ve özellikle kadın erkek eşitliğine dayanılarak aile adı, meslek ve iş seçimi dahil her iki eş için geçerli, eşit kişisel haklar sağlayacakları düzenlemesine yer verilmiştir. Anayasa’nın 90. maddesinin beşinci fıkrası uyarınca, söz­leşmeler hukuk sistemimizin bir parçası olup, kanunlar gibi uygulanma özelliğine sahiptir. Yine aynı fıkraya göre, uygulamada bir kanun hükmü ile temel hak ve özgürlüklere ilişkin olan sözleşme hükümleri arasında bir uyuşmazlığın bulunması halinde, sözleşme hükümlerinin esas alınması zorunludur. Bu kural bir zımni ilga kuralı olup, temel hak ve özgürlüklere ilişkin sözleşme hükümleriyle çatışan kanun hükümlerinin, uygulanma kabiliyetini ortadan kaldırmaktadır. Başvuruya konu yargılama kapsamında verilen kararın, 4721 sayılı Kanun’un 187. maddesine dayanarak verildiği anlaşılmaktadır. Ancak, yukarıda yer verilen tespitler ışığında, ilgili Kanun hükmünün, sözü edilen Sözleşme hükümleri ile çatıştığı görülmektedir. Bu durumda, uyuşmazlığı karara bağlayan derece Mahkemelerinin, AİHS ve diğer uluslararası insan hakları antlaşmaları ile çatışan 4721 sayılı Kanun’un 187. maddesini kararlarına esas almayarak, başvuru konusu uyuşmazlık açısından Anayasa’nın 90. maddesi uyarınca uygulanması gereken uluslararası sözleşme hükümlerini dikkate alması gerektiği sonucuna varılmaktadır. Somut başvuru açısından, başvurucunun temel hak ve özgürlüklere dair uluslararası antlaşmaların kanun hükümlerine nazaran öncelikle uygulanacağı ve bu kapsamda Sözleşme’nin ve AİHM içtihadının uyuşmazlığın karara bağlanmasında nazara alınması noktasındaki itirazlarının, yargı mercilerince dikkate alınmadığı ve tartışılmadığı anlaşılmaktadır. Uluslararası sözleşmelerin, evli erkek ve kadının evlilik sonrasında soyadları bakımından eşit haklara sahip olmasını öngören hükümleri ile, evli kadının kocasının soyadını kullanması zorunluluğunu öngören iç hukuk düzenlemelerinin, aynı konu hakkında farklı hükümler içermesi nedeniyle, ilgili sözleşmenin hükümlerinin somut uyuşmazlık açısından esas alınması gereken hukuk kuralı olduğu sonucuna varılmakla, başvurucunun manevi varlığı kapsamında güvence 382 Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4 altına alınan isim hakkına yönelik müdahalenin, kanunilik şartını sağlamadığı anlaşılmaktadır. Yapılan bu tespit çerçevesinde, söz konusu müdahale açısından diğer güvence ölçütlerine riayet edilip edilmediğinin ayrıca değerlendirilmesine, gerek görülmemiştir. Belirtilen nedenlerle, başvurucunun Anayasa’nın 17. maddesinde güvence altına alınan manevi varlığın korunması ve geliştirilmesi hakkının ihlal edildiğine, karar verilmesi gerekir. iii. 6216 Sayılı Kanun’un 50. Maddesi Yönünden Başvurucu, 10.000,00 TL manevi tazminata hükmedilmesini talep etmiştir. Adalet Bakanlığı görüşünde, başvurucunun tazminat talebine ilişkin görüş bildirilmemiştir. 6216 sayılı Kanun’un “Kararlar” kenar başlıklı 50. maddesinin (2) numaralı fıkrası şöyledir: “Tespit edilen ihlal bir mahkeme kararından kaynaklanmışsa, ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden yargılama yapmak üzere dosya ilgili mahkemeye gönderilir. Yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmayan hallerde başvurucu lehine tazminata hükmedilebilir veya genel mahkemelerde dava açılması yolu gösterilebilir. Yeniden yargılama yapmakla yükümlü mahkeme, Anayasa Mahkemesi’nin ihlal kararında açıkladığı ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldıracak şekilde mümkünse dosya üzerinden karar verir.” Mevcut başvuruda, müdahalenin kanuniliği şartının sağlanmaması nedeniyle Anayasa’nın 17. maddesinin ihlal edildiği tespit edilmiş olmakla, ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için, yeniden yargılama yapmak üzere dosyanın ilgili Mahkemesine gönderilmesine karar verilmesi gerekir. Başvurucu tarafından manevi tazminat talebinde bulunulmuş olmakla beraber, yeniden yargılama yapmak üzere dosyanın ilgili Mahkemesine gönderilmesine karar verilmesinin başvurucunun ihlal iddiası açısından yeterli bir tazmin oluşturduğu anlaşıldığından, başvurucunun manevi tazminat talebinin reddine karar verilmesi gerekir. Başvurucu tarafından yapılan ve dosyadaki belgeler uyarınca tespit edilen 198,35 harç ve 2.640,00 TL vekalet ücretinden oluşan toplam 2.838,35 TL yargılama giderinin, başvurucuya ödenmesine karar verilmesi gerekir. 2015/ 4 Ankara Barosu Dergisi 383 V. HÜKÜM Açıklanan nedenlerle; A. Başvurucunun Anayasa’nın 17. maddesinin ihlal edildiği yönündeki iddiasının KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA, B. Anayasa’nın 17. maddesinde güvence altına alınan manevi varlığın korunması ve geliştirilmesi hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE, C. İhlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden yargılama yapmak üzere dosyanın ilgili Mahkemesine gönderilmesine, D. Başvurucunun manevi tazminata ilişkin talebinin REDDİNE, E. Başvurucu tarafından yapılan 198,35 TL harç ve 2.640,00 TL vekalet ücretinden oluşan toplam 2.838,35 TL yargılama giderinin BAŞVURUCUYA ÖDENMESİNE, F. Ödemelerin, kararın tebliğini takiben başvurucunun Maliye Hazinesine başvuru tarihinden itibaren dört ay içinde yapılmasına; ödemede gecikme olması halinde, bu sürenin sona erdiği tarihten ödeme tarihine kadar geçen süre için yasal faiz uygulanmasına, 19/12/2013 tarihinde OY BİRLİĞİYLE karar verildi. 384 Başkan Üye Üye Serruh KALELİ Mehmet ERTEN Zehra Ayla PERKTAŞ Üye Üye Burhan ÜSTÜN Zühtü ARSLAN Ankara Barosu Dergisi 2015/ 4