Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı 2015-2016 Yılı Eğitim Programı Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı EĞİTİM PROGRAMI FİKRİ EĞİTİM İMTİYAZ SAHİBİ OLCAY KILAVUZ GENEL YAYIN YÖNETMENİ CELİL COŞKUN HAZIRLAYANLAR MEHMET BALABAN MUSTAFA BUZLUK MEHMET KÖSEMEK DİZGİ-MİZANPAJ-KAPAK TOLGAHAN TURAMAN İDARE YERİ OĞUZLAR MAH. 1387. SOK. NO: 26 BALGAT / ANKARA TELEFON 0312 285 44 44 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı ÖNSÖZ Gençler geleceğe yakılan fener geleceğin mutlu, huzurlu ve büyük Türkiye’sinin kurucularıdırlar. Gençler kültürün ve hatta medeniyetin yegane koruyucularıdırlar. Gençler ülkelerin emniyet sübabı, geleceğe açılan kapılarıdırlar. Bunun içindir ki bir gençlik hareketi olan Ülkü Ocakları, gençlerin geleceğin mimarları olduğunun bilincinde, en mühim yatırımın gençliğe yapılan yatırım olduğunun farkındadır. Gençliğin eğitimi için ciddi mesai harcamaktadır. Üretken bir toplum, bilinçli bir millet, milliyetçi bir Türkiye hedefinden hareketle Türkçülük Davası ve Turan Ülküsünü gaye edinen Ülkü Ocakları, hayatın her anında davasını ve kendisini anlatan bir gençlik yetiştirmeyi hedeflemekte bilinçli, bilgili, vatansever, ilkeli ve ülkülü bir gençliğin yetişmesi noktasında çalışmalar yürütmektedir. Kurumumuz, bu amaçla çeşitli projeler geliştirmekte yurt içi ve dışı konferans, sempozyum, münazara ve eğitim seminerleri tertip etmektedir. Bilgi Çağı olarak adlandırılan bu dönemde bilgiye erişimin kolaylığı ortadadır. Ancak bu kolaylık doğru bilgiye erişebilmekten ziyade bilgi kirliliğine ve kafa karışıklığına sebebiyet vermektedir. Bu durum doğru ve gerçek bilginin erişimini zor bir hale getirmiştir. Tabiri caizse bir yığın haline gelen bilginin, tasnifi ve insanların istifadesine sunulması artık önemli bir mecburiyet haline gelmiştir. Bunun içindir ki Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı olarak, hakikatin peşinden gidilerek bir araya getirilmiş yazılardan teşekkül eden ve belli bir program dahilinde sunulmak üzere hazırlanan 2015-2016 Eğitim Programı önemli bir işlev görecektir. Bu çalışma geçmiş yılların bilgi, birikim ve deneyimlerinden hareketle hazırlanmış olup; özellikle eski programlarımızda göze çarpan eksiklerimiz giderilerek sunulmuştur. Programımızda bulunan yazılar, alanında uzman akademisyenler ve yazarlar, Ülkü Ocakları Dergimizin Yazı Kurulu, Ülkü Ocakları Genel Merkezi Yöneticilerimiz ve İl-İlçe teşkilatlarımızda idareci konumunda bulunan yöneticilere aittir. Yazılar, eğitim programının ruhu ve takvimi Genel Merkezimiz bünyesinde, yüksek lisans ve doktora öğrencilerinin oluşturduğu komisyonda değerlendirilmiştir. Program “Güncel, Genel, Kültür-Sanat, Dini, Tarihi ve Fikri Eğitim” başlıklarıyla ortaöğretim ve üniversite gençliğinin alması lazım gelen temel eğitimi kapsamaktadır. Ayrıca başta eğitim programını hazırlayan komisyonda yer alan Genel Merkez Yöneticilerimiz olmak üzere, bu kapsamlı çalışmaya yazılarıyla katkı sağlayan herkese teşekkürlerimi sunuyorum. Olcay Kılavuz Ülkü OcaklarI Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Başkanı Ülkü Ocakları Genel Merkezi www.ulkuocaklari.org.tr Programın, ortaöğretim ve üniversite gençliğinin gelecekte yapacağı büyük işlere vesile olmasını diliyorum. Türk Milletinin geleceği, gençliğin, ihtiyacı olan yeni ve çok yönlü bir eğitim seferberliğinin bir an önce başlamasını temenni ediyor, yetkili makamların faaliyetlerinin takipçisi ve bu yönde atılacak her adımın destekçisi olacağımızı ifade ediyorum. Ülkü Ocakları Eğitim Programı TAKDİM Tarihin her döneminde olduğu gibi 21. yy dünyasında da milletler ve devletler için en hayati nokta, nesillerin eğitimidir. Sosyal, siyasal, kültürel ve ekonomik alanlarda söz sahibi olabilmek için nesillerin eğitimi hususuna dikkatle eğilmek gerekir. Milletlerin ve devletlerin ortaya koydukları kısa, orta ve uzun vadeli hedeflerin gerçekleşmesi insan kaynakları ve buna paralel şekillenen yetişmiş insan gücüne bağlıdır. Bu çerçevede Türk Milletinin yetişmiş insan gücüne duyduğu ihtiyaç her zamankinden daha fazladır. Bunların yanında bölgesel ya da evrensel birtakım merkezler tarafından ‘ruhu’ kirletilmek istenen nesiller için tek çıkış yolu milli ve hakikat taneleriyle örülmüş bir eğitim seferberliğidir. Merhum Ziya Gökalp’in söylediği gibi, bir millet ruhunu kaybettiği zaman milli istiklalini ve vatanını kaybeder. Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı olarak Türk Milletinin maddi-manevi ruhunun taşıyıcısı olan nesillerin hizmetindeyiz. İnanıyoruz ki Türk Milletinin ebedi ruhunu taşıyan nesiller, sağlam, yüksek ve derin bir programla birlikte çağı değiştirecek inanç ve kuvvete de sahip olacaklardır. Yarım yüzyıllık fikri, kültürel, sosyal ve siyasal tecrübesiyle “nesillerin eğitimine” odaklanan Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı’nın “nesillerin eğitimi” noktasında ortaya koyduğu hedefler şu başlıklar altında toplanabilir: 1. Ahlaklı, samimi, adil, şahsiyetli, merhametli, namuslu, mütevazı, faziletli ve cesur nesiller. 2. Dini, tarihi ve kültürel alanlarda kendini yetiştiren, Türk Milletini vücuda getiren kıymetlerin muhafaza ve tekamülüne hizmet eden nesiller. 3. Bugünün ve yarının meselelerine dair kendi zaviyesinden söz söyleyebilen nesiller. 4. Değişen dünyanın farkında olan nesiller. 5. Türk Dünyası, İslam Alemi ve tüm insanlığın problemlerini doğru okuyan, yakın gelecekte bu problemlerin çözümü adına söz söyleyebilen nesiller. 6. Türk Milliyetçiliği ve Ülkücü Hareketin meselelerine dikkatle eğilen, bu meselelere dair yeni ufuklar açan nesiller. 7. Türk Milletini ve devletini uluslararası kamuoyunda hak ettiği yere getiren nesiller. 8. Tarih şuuruna, ilim zihniyetine, feragat, fedakarlık, hak ve fazilet duygularına sahip örnek Türk Milliyetçileri yetiştiren nesiller. 9. Ve en nihayetinde çağı değiştiren nesiller. Bu çerçevede Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı 2015-2016 Eğitim Programının, “Fikri Eğitim” kısmı bu amaçlarla yurtiçi ve yurtdışındaki tüm temsilciliklerimizin ve Türk Gençliğinin istifadesine sunulmuştur. Eğitim Programında yazısı bulunan herkese tek tek teşekkür eder, kıymetli tespitleri ve fikirleriyle nesillerin eğitimine verdikleri katkıların Mahkeme-i Kübra’da beratları olmasını Allah-u Teala’dan niyaz ederiz. 4 Program, istifade edecek milyonlarca kardeşimize ve Türk Milletine hayırlı olsun. Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı FİKRİ EĞİTİM İÇİNDEKİLER 1.Türkçülük ve Turancılık……………………………………………………………………...6 2. Türk Milliyetçiliği…………………………………………………………………………....58 3. 3 Mayıs 1944……………………………………………………………………………...109 4. Türk İslam Ülküsü………………………………………………………………………...163 5, Türkler ve İslamiyet……………………………………………………………………....170 6. Türk Cihan Hakimiyeti Ülküsü………………………………………………………......180 7. Kızılelma……………………………………………………………………………….......189 8. Ülkücülük Üzerine…………………………………………………………………….......201 9. Başbuğ Alparslan Türkeş……………………………………………………………........225 10 Ülkü Ocakları Tarihçe………………………………………………………………….....359 11. Dokuz Işık……………………………………………………………………………......366 12. Lider Teşkilat Doktrin………………………………………………………………....…393 13. MHP Tarihçe…………………………………………………………………………......404 14. Önemli Şahsiyetler……………………………………………………………………....466 www.ulkuocaklari.org.tr 15. Şehitlerimize Dair…………………………………………………………………….....538 Ülkü Ocakları Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Türkçülük Turancılık Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Eğitim Programı 6 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı TÜRKÇÜLÜK NEDİR? Ziya Gökalp Türkçülük, Türk milletini yükseltmek demektir. O halde, Türkçülüğün özünü anlamak için, millet adı verilen topluluğun tanımını bilmek gerekir. Millet hakkındaki çeşitli görüşleri inceleyelim. 1) Irkı esas alan Türkçülere göre millet, ırk demektir. Irk kelimesi, gerçekte zoolojinin bir terimidir. Her hayvan türü anatomik özellikleri açısından birtakım tiplere ayrılır. Bu tiplere ırk adı verilir. Mesela at türünün Arap ırkı, İngiliz ırkı, Macar ırkı adlarını alan birtakım anatomik tipleri vardır. İnsanlar arasında da, eskiden beri, “beyaz ırk, siyah ırk, sarı ırk, kırmızı ırk” denilen dört ırk mevcuttur. Bu kaba bir sınıflandırma olmakla beraber, hala önemini korumaktadır. Antropoloji bilimi Avrupa’daki insanları, kafalarının şekli ve saçları ve gözlerini renklerini dikkate alarak üç ırka ayırmıştır: Uzun kafalı kumral, uzun kafalı esmer, yassı kafalı. Bununla beraber, Avrupa’da hiç bir millet, bu tiplerden yalnız birini, içine almaz. Her millette, çeşitli oranlarda olmak üzere, bu üç ırka mensup bireyler vardır. Hatta, aynı ailenin içinde, bir kardeş uzun kafalı kumral, diğerleri uzun kafalı esmer ve yassı kafalı olabilirler. 2) Kavmi Türkçüler de, milleti kavim ile karıştırırlar. Kavim, aynı anadan, aynı babadan üremiş, içine hiç yabancı karışmamış aynı kandan bir topluluk demektir. Eski toplumlar genellikle saf ve yabancılarla karışmamış birer kavim olduklarını savunurlardı. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 7 www.ulkuocaklari.org.tr Gerçi bir zamanlar, bazı antropologlar bu anatomik tiplerle sosyal davranışlar arasında bir ilişki olduğunu savunurlardı. Fakat birçok ilmi eleştirilerin ve özellikle… bizzat antropologlar arasında en yüksek bir konumda bulunan Manouvrier adındaki bilim adamının anatomik özelliklerin sosyal karakterler üzerinde hiç bir etkisi olmadığını ispat etmesi, bu eski iddiayı tamamıyla çürüttü. Irkın, böylelikle sosyal niteliklerle hiç bir ilişkisi kalmayınca, sosyal karakterlerin toplamı olan milliyetle de hiç bir ilişkisinin kalmaması gerekir. O halde, milleti başka bir alanda aramak gerekir. Ülkü Ocakları Eğitim Programı Halbuki, toplumlar tarih öncesi zamanlarda bile, kavmiyetçe saf değildiler. Savaşlarda esir alma, kız kaçırma, suç işleyenlerin kendi toplumundan kaçarak başka bir topluma girmesi, evlenmeler göçler, yabacıları kendine benzetme ve başka bir topluluk içinde erime gibi olaylar milletleri sürekli birbirine karıştırmıştı. Fransız bilim adamlarından Camille Julian ile Millet, en eski zamanlarda bile saf bir kavmin bulunmadığını savunmaktadırlar. Tarih öncesi zamanlarda bile saf bir kavim bulunmazsa, tarihi devirdeki kavim karışmalardan sonra, artık saf bir kavmiyet saçma olmaz mı? Bundan başka, sosyolojiye göre, fertler dünyaya gelirken sosyal bir nitelik taşımazlar. Yani sosyal duygu ve düşüncelerden hiç birini beraberinde getirmezler, mesela dil, din, ahlak, estetik; politika, hukuk, ekonomi alanına ait hiç bir duygu ve düşünceyi beraber getirmezler. Bunların hepsini sonraları terbiye yoluyla toplamdan alılar. Demek ki, sosyal özellikler kalıtımla geçmez, yalnız terbiye yoluyla geçer. O halde, kavmiyetin milli karakter bakımından da hiç bir rolü yok demektir. Kavim saflığı hiç bir toplumda bulunmamakla beraber, eski toplumlar kavmiyet idealini izlerlerdi. Bunun nedeni dini idi. Çünkü o toplumlarda kendisine tapılan, toplumun ilk atasından ibaretti. Bu yalnız kendi dölünden olanlara tanrılık etmek isterdi. Yabancıların kendi tapınağına girmesini, kendisine yapılacak ibadetlerle katılmasını kendi mahkemelerinde kendi kanunlarına göre yargılanmasını istemezdi. Bundan dolayı, toplumun içine çeşitli biçimde evlât edinme yoluyla girmiş bir çok kişi bulunmakla birlikte, bütün toplum yalnız Tanrının dölünden gelmiş sayılırdı. Eski Yunan sitelerinde, İslam’dan önceki Araplarda, eski Türklerde, kısaca henüz il devride bulunan bütün toplumlarda şu yalancı kavmiyeti görürüz. Şurası da var ki, sosyal gelişmenin o aşamasında yaşayan milletler için kavmiyet idealini izlemek normal bir hareket olduğu halde, bugün içinde bulunduğumuz aşamaya anormaldir. Çünkü, o aşamada bulunan toplumlarda sosyal dayanışma yalnız dindaşlık bağından ibaretti. Dindaşlı kandaşlığa dalyanınca, doğaldır ki, sosyal dayanışmanın dayanağında kandaşlık olur. Bugünkü sosyal aşamada ise, sosyal dayanışma, kültürdeki ortaklığa dayanıyor. Kültürün kuşaktan kuşağa aktarılması terbiye aracılığıyla olduğu için, kandaşlıkla hiç bir ilgisi yoktur. 3) Coğrafi Türkçülere göre, millet, aynı ülkede oTuran halkların toplamı demektir. Mesela onlara göre bir İran milleti, bir İsviçre milleti, bir Belçika milleti, bir Britanya milleti vardır. Halbuki İran’da Fars, Kürt ve Türk’ten ibaret olmak üzere üç millet; İsviçre’de Alman, Fransız, İtalyan’dan ibaret olmak üzere yine üç millet; Belçika’da aslen Fransız olan Valon’larla, aslen Cermen olan Flamanlar vardır. Büyük Britanya adaların da ise Anglo-Sakson, İskoçyalı, Galli, İrlandalı adlarıyla dört millet vardır. Bu çeşitli toplulukların dilleri ve kültürleri birbirinden ayrı olduğu, için hepsine birden millet adanı vermek doğru değildir. Bazen bir ülkede birçok sayıyla millet olduğu gibi, bazen de bir millet birçok ülkeye dağılmış bulunur. Mesela Oğuz Türklerine bugün Türkiye’de, Azerbaycan’da, İran’da, Harzem ülkesinde rastlarız. Bu toplulukların dilleri ve kültürleri ortak aldığı halde, bunları ayrı milletler saymak doğru olabilir mi? 8 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı 4) Osmanlıcılara göre, millet, Osmanlı İmparatorluğu’nda bulunan vatandaşları içine alır. Halbuki, bir imparatorluğun bütün vatandaşlarını bir tek millet saymak büyük bir hatadan ibaretti. Çünkü, bu birbirine karışmış topluluğun içinde, ayrı kültürlere sahip birçok millet vardı. 5) İslam Birliği taraftarlarına göre, millet, bütün Müslümanların toplamı demektir. Aynı dinde bulunan insanların bütününe ümmet adı verilir. O halde, Müslümanların bütünü de bir ümmettir. Yalnız dilde ve kültürde ortak olan millet ise bundan ayrı bir şeydir. 6) Fertçilere göre, millet, bir adamın kendisini ait hissettiği herhangi bir toplumdur. Gerçi, bir fert, kendisini görünüşte şu veya bu topluma bağlı saymakta özgür sanır. Oysa ki fertlerde böyle bir özgürlük ve bağımsızlık durgularla yoktur. çünkü insandaki ruh. Duygularla düşüncelerden oluşmuştu. Yeni psikologlara göre, duygu hayatımız asıldır, düşünce hayatımız ona aşılanmıştır. ruhumuzun normal bir halde bulunabilmesi için, düşüncelerimiz duygularımıza tamamıyla uygun olması gerekir. Düşünceleri duygularına uymayan ve dayanmayan bir adam, ruh bakımından hastadır. Böyle bir adam, hayatta mutlu olamaz. Mesela duygusu bakımından dindar olan bir genç, kendisinin düşünce bakımından dinsiz sayarsa psikolojik bir dengeye sahip olabilir mi? Şüphesiz hayır! Bunun gibi, her fert, duyguları aracılığıyla belli bir millete mensuptur. Bu millet, o ferdin, içinde yaşadığı ve terbiyesini aldığı toplumdur. Çünkü, bu fert, içinde yaşadığı toplumun bütün duygularını terbiye aracılığıyla almış, tamamen ona benzemiştir. O halde bu fert, ancak bu toplumun içinde yaşarsa, mutlu olabilir. Başka bir toplumun içine giderse, sıla hastalığına uğrar, duygu bakımından bağlı olduğu halde, bir ferdin, istediği zaman milletini değiştirebilmesi kendi elinde değildir. Çünkü, milliyet de, dışarıda var olan bir gerçektir. İnsan milliyetini bilgisizliği yüzünden tanıyamamışken, sonradan araştırıp soruşturarak bulabilir. Fakat, bir partiye girer gibi, sırf iradesiyle şu veya bu millete katılamaz. Sosyoloji ispat ediyor ki, bu bağ terbiyede, kültürde, yani duygularda ortaklıktır. İnsan en samimi, en içten duygularını ilk terbiye zamanlarında alır. Ta beşikte iken, işittiği ninnilerle ana, dilinin etkisi altında kalır. Bundan dolayıdır ki, en çok sevdiğimiz dil, ana dilimizdir. Ruhumuzu oluşturan bütün din, ahlak ve güzellik duygularımızı bu dil aracılığıyla almışız. Zaten ruhumuzun sosyal duyguları, bu din, ahlak ve güzellik duygularından ibaret değil midir? Bunları çocukluğumuzda hangi toplumdan almışsak sürekli o içinde daha büyük bir imkanla yaşamamız mümkün iken, toplumumuz içindeki fakirliği ona tercih ederiz. Çünkü dostlar içindeki bu fakirlik, yabancılar arasındaki o zenginlikten daha fazla bizi mutlu ede. Zevkimiz, vicdanımız, özleyişlerimiz, hep içinde yaşadığımız, terbiyesini aldığımız toplumdur. Bunların yankısını ancak o toplum içinde işitebiliriz. Ondan ayrılıp da başka bir topluma katılabilmemiz için, büyük bir engel vardır. Bu engel, çocukluğumuzda o toplumdan almış olduğumuz terbiyeyi ruhumuzdan çıkarıp atmanın mümkün olmamasıdır. Bu mümkün olmadığı için, eski toplum içinde kalmak zorundayız. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 9 www.ulkuocaklari.org.tr O halde, millet nedir? Irka, kavme, coğrafyaya politikaya ve iradeye ait güçlere üstün gelecek ve onları egemenliğine alabilecek başa ne gibi bir bağımız var? Ülkü Ocakları Eğitim Programı Bu açıklamalardan anlaşıldı ki, millet, ne ırkın, ne kavmin, ne coğrafyanın, ne politikanın ne de iradenin belirlediği bir topluluk değildir. Millet, dilce, dince, ahlakça ve güzellik duygusu bakımından ortak olan, yani aynı terbiyeyi almış fertlerden oluşan, bir topluluktur. Türk köylüsü onu (dili dilime uyan, dini dinime uyan) diyerek tarif eder. Felekten de bir adam, kanca ortak olduğu insanlardan çok dilde ve dinde ortak olduğu insanlarla beraber yaşamak ister. Çünkü, insani karakterimiz bedenimizde değil, ruhumuzdadır. Maddi becerilerimiz ırksızımdan geliyor, manevi becerilerimizde terbiyesini aldığımız toplumdan geliyor. Büyük İskender diyordu ki; “Benim gerçek babam Filip değil, Aristo’dur. Çünkü birincisi maddi varlığımın, ikincisi manevi varlığımın meydana gelmesine neden olmuştur.” İnsan için, manevi varlık, maddi varlıktan önce gelir. Bu bakımdan, milliyette soy kütüğü aranmaz. Yalnız, terbiyenin ve idealin milli olması aranır. Normal bir insan, hangi milletin terbiyesini almışsa, ancak onun idealine çalışabilir. Çünkü ideal bir heyecan kaynağı olduğu içindir ki aranır. halbuki, terbiyesiyle büyümüş bulunmadığımız bir toplumun ideali ruhumuza asla heyecan veremez. Aksine, terbiyesini almış olduğumuz toplumun ideali ruhumuzu heyecanlara boğarak mutlu yaşamamıza neden olur. Bundan dolayıdır ki, insan, terbiyesiyle büyüdüğü toplumun ideali uğruna hayatını feda edebilir. Halbuki zihnen kendisini bağlı sandığı bir toplum uğruna ufak bir çıkarını bile feda edemez. Kısaca insan, terbiyece ortak olmadığı, bir toplum işinde yaşarsa, Mutsuz olur. Bu düşüncelerden çıkaracağımız pratik sonuç şudur; yurdumuzda bir zamanlar dedeleri Arnavutluk’tan veya Arabistan’dan gelmiş milletdaşlarımız vardır. Bunların Türk teri beysiyle büyümüz ve Türk idealini e çalışmayı alışkanlık haline getirmiş görürsek, diğer milletdaşlarımız dan hiç ayırmamalıyız. Yalnız iyi günlerimizde değil, kötü günlerimizde de bizden ayrılmayanları nasıl milliyetimizin dışında sayabiliriz? Özellikle bunlar arasında milletimize karşı büyük fedakarlıklar yapmış, Türklüğe büyük hizmetler vermiş olanlar varsa, nasıl olurda bu fedakar insanlara (siz Türk değilsiniz) diyebiliriz. Gerçi atlarda soy aramak gerekir. Çünkü, bütün üstünlükleri içgüdüye dayandığı ve bunlar kalıtım yoluşla geldiği için, hayvanlarda ırkın büyük bir önemi vardır. İnsanlarda ise, ırkın sosyal niteliklere hiç bir etkisi olmadığı için, soy aramak doğru değildir. Bunun tersi bir yol tutacak olursak memleketimizdeki aydınların ve fikir savaşçılarının birçoğunu feda etmek gerekecektir. Bu durum doğru olmadığından, (Türküm) diyen her ferdi Türk tanımaktan, yalnız Türlüğe ihaneti görülenler varsa cezalandırmaktan başak çare yoktur. Kaynak: Türkçülüğün Esasları – Ziya Gökalp, Toker Yayınları, 2002 10 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı TÜRKÇÜ KİMDİR? H. Nihal Atsız Türkçü, Türk soyunun üstünlüğüne inanmış olan kimsedir. Bilir ki bugün görülen geri ve kötü ne varsa, hepsi, geçici bir hastalığın belirtisidir ve geçmiş zamanlarda bizi ileri götüren, zaferden zafere yürüten erdemlerin hepsi kanımızda, ruhumuzda, içimizde gizli bir halde yaşamakta, belirecek imkan ve fırsat aramaktadır. Türkçü, milli çıkarları şahısların üstünde tutan, milli mukaddesata ve geçmişe saygı gösteren, görev ahlakı yüksek olan, haksızlıklarla savaşta korkusuz bir insandır. Türkçü, gününü gün eden veya dalkavuk bir insan olamaz. Sert yaşamaktan hoşlanır ve en büyük sertliği de nefsine karşı gösterir. Tarihimizde kahramanlık ve büyüklük bol bol bulunduğu için, bazı küçük milletlerin yaptığı gibi kahraman ve kahramanlık icadına lüzum görmeden, esasen var olanların hakkını vermekle yetinir. Böylelikle, milli kahramanlarına saygı gösterir, fakat milli kahramanların kusuru da varsa, söylemekten çekinmez ve hiçbir sebeple, kahraman olmayana kahramanlık payesi vermez. Hele Türklüğün mukaddesatını yıkanı asla bağışlamaz ve bunları bağışlayanları düşman sayar Türkçü, alçak gönüllü olmaya mecburdur. Çünkü, kendini ileri sürmek, yaptığının karşılığını beklemek veya takdir olunmak içindir. Halbuki takdir beklemek bir bencilliktir. Türkçü, milletine bir hizmet yaparken, bunu, beğenilmek için değil, görev bildiği için yapar ve yapacağı en büyük hizmetin bile, adı sanki bilinmeden ölüp mezarsız yatan şehitlerin hizmeti yanında pek küçük kalacağını bilir. Türkçülük, bir fikir olduğu kadar da inançtır. İnanç olduğu için de tartışmasız, tenkitsiz kabul olunur. Onun tartışılacak ve tenkit olunacak tarafı temeli, esası değil, ayrıntılarıdır Türkçüler, dayanışmalı yaşamaya mecburdur. Dayanışma, az kuvvetle çok iş görmenin tek ve değişmez çaresidir. Dayanışma olmayan yerde, için için bir çekişme var demektir. Türkçü, ülküdaşları ile olacak bir geçimsizliğin ülküye zarar getireceğini bilir Ülkü Ocakları Genel Merkezi 11 www.ulkuocaklari.org.tr Türkçülük, yükselmek için değil, yükseltmek içindir. Topluluklar, fedakar fertlerinin çokluğu nispetinde yükselir. Ülkü Ocakları Eğitim Programı Türkçü hiç şüphesiz, Türkten olur. Fakat her “Türkçüyüm” diyen Türkçü değildir. Samimi olması ve Türkçülüğün şartlarına uyması lazımdır. Türkçülüğün en büyük görevi Türklüğe hizmettir. Bunun da baş şartlarından biri, çevresinde bulunanlara Türklük sevgisini aşılamaktır. O, yorulmadan, bıkmadan, Türk soyunun üstünlüğünü anlatacak yabancıların tehlikesini söyleyecek, Türk ahlakının gereklerini bildirecek, barışmaz düşmanımızın Moskof olduğunu telkin edecektir Moskofçu komünistin vatan haini olduğunu en iyi ve herkesten önce anlayan Türkçülerdir. Onun için komünistlerle her yerde, her vasıta ile, her şekilde savaşacaklardır. Kısacası, Türkçüler, XX.yüzyılda Türk milletinin fedakarlarıdır. Kaynak: Nihal Atsız, Orkun, 20 Ekim 1950, Sayı: 3 12 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı TÜRKÇÜLÜĞÜN TARİHİ Ziya Gökalp Avrupa’da otaya çıkan ikinci harekete de Türkiyat (Türkoloji) adı verilir. Rusya’da, Almanya’da, Macaristan’da, Danimarka’da, Fransa’da, İngiltere’de, birçok bilim adamları eski Türklere, Hunlara ve Moğollara ait tarihi ve arkeolojik araştırmalar yapmaya başladılar. Türklerin eski bir millet olduğunu oldukça geniş bir alanda yayılmış bulunduğunu ve çeşitli zamanlarda dünya egemenliğine yaraşır devletler ve yüksek medeniyetler kurduğunu meydana koydular. Gerçi bu sonuncu araştırmaların konusu Türkiye değil, eski Doğu Türkleri idi. Fakat, birinci hareket gibi, bu ikinci hareket de yurdumuzdaki bir takım fikir adamlarının ruhuna etkisiz kalmıyordu. Özellikle Fransız tarihçilerinden Deuignes’nin Türkler Hunlar ve Moğollara ait yazılmış olduğu büyük tarihle; İngiliz bilim adamlarından Sir Davids Lumley’in Üçüncü Selime ithaf ettiği Kitab-ı İlmü’n Nafi (yaralı bilim kitabı) adındaki genel Türk grameri, aydınlarımızın ruhunda büyük etkiler yaptı. Bu ikinci eser, yazarı tarafından İngilizce yazılmıştı. Bir süre sonra annesi bu kitabı Fransızca’ya çevirerek Sultan Mahmut’a ithaf etti. Bu eserde, Türkçe‘nin çeşitli dallarından başak, Türk medeniyetinden, Türk etnografyasından ve tarihinden söz ediliyordu. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 13 www.ulkuocaklari.org.tr Türkçülüğün yurdumuzda ortaya çıkmasından önce Avrupa’da Türklükle ilgili iki hareket oluştu. Bulardan birincisi Fransızca, Turquerte denilen, Türk hayranlığı’dır. Türkiye’de yapılan ipekli ve yün dokumalar, halılar, kilimler, çiniler, demirci ve marangoz işleri, ciltçilerin, tezhipçilerin yaptıkları ciltler ve tezhipler, mangallar, şamdanla, vb. Gibi Türk sanat eserleri çoktan Avrupa’daki sanat severlerin dikkatini çekmişti. Bunlar, Türklerin eseri olan bu güzel şeyleri binlerce lira vererek toplarlar ve evlerinde bir Türk salonu veya Türk odası oluştururlardı. Bazıları da bunları başka milletlere ait güzel şeylerle birlikte, bibloları arasında sergilerdi. Avrupalı ressamların Türk hayatıyla ilgili yaptıkları tablolar ile, şairlerin ve filozofların Türk ahlakını nitelemek amacıyla yazdıkları kitaplar da Turquerie’nin içine girerdi. Lamartine’in, Auguste Comte’un Pierre Laffite’in, Ali Paşa’nın özel sekreterleri olan Mismer’in, Pierre Loti’nin, Farrere’in Türklerle ilgili dostça yazıları bunların örneklerindendir. Avrupa’daki bu hareket tamamen Türkiye’deki Türklerin güzel sanatlardaki ve ahlaktaki yüksekliklerinin bir sonucudur. Ülkü Ocakları Eğitim Programı Sultan Abdülaziz’in son dönemi ile Sultan Abdülhamid’in ilk devirlerinde, İstanbul’da büyü bir düşünce hareketi görüldü. Burada hem bir Encümen-i Daniş (akademi) oluşmaya başlamış, hem de bir Darülfünun (üniversite) kurulmuştu. Bundan başak askeri okullar yeni bir ruhla yükselmeğe başlamıştı. O zaman bu Darülfünün’da Tarih Felsefesi profesörü Ahmet Vefik Paşa’ydı. Ahmet Vefik paşa, Şecere-i Türkiye’yi (Türklerin soy kütüğü) Doğu Türkçe’si’nden İstanbul Türkçesi’ne çevirdi. Bundan başak, Lehçe-i Osmani (Osmanlı lehçesi) Türk lugati hazırlayacak Türkiye’deki/Türkçe‘nin genel ve büyük Türkçe‘nin bir lehçesi olduğunu ve bundan başka Türk lehçeleri bulunduğunu aralarında da karşılaştıralar yaparak meydana koydu. Ahmet Vefik Paşa’nın bu bilimsel Türkçülükten başka, bir de sanat Türkçülüğü vardı. Evinin bütün fertlerinin mobilyaları, kendisinin ve ailesi fertlerinin elbiseleri genellikle Türk ürünüydü. Hatta, çok sevdiği kızı Avrupa modeli bir terlik almak için çok ısrar ettiği halde, “Evine Türk ürünlerinden başka bir şey giremez” diyerek bu arzusuna engel oldu. Ahmet Vefik Paşa’nın başka bir orijinalitesi de, Moliere’in komedilerini Türk geleneklerine adapte etmesi ve şahısların adlarını ve kimliklerini Türkleştirerek Türkçe‘ye aktarması ve milli bir sahneden oynatması idi. Darülfünün’un bir profesörü Türkçülüğün bu ilk esaslarını kurarken, askerî okullardan sorumlu bakan olan Şıpka Kahramanı Süleyman Paşa da Türkçülüğü askeri okullara sokmağa çalışıyordu. Süleyman Paşa’nın Türkçülüğünde, Deguignes’in tarihi etkili olmuştur, diyebiliriz. Çünkü yurdumuzda ilk defa olarak Çin kaynaklarına dayanarak Türk tarihi yazan Süleyman Paşa, bu eserde, özellikle Değuignes’i kaynak almıştır. Süleyman Paşa Tarih-i Alem (Dünya Tarihi) adlı eserinin başında, bu kitabı niçin yazmağa başladığını anlatırken diyor ki: “Askeri okulların başına geçince, bu okullara gerekli olan kitapların dilimize çevrilmesini uzmanlara bıraktım. Fakat sıra tarihe gelince, bunun çeviri yoluyla yazdırılamayacağını düşündüm. Avrupa’da yazılan bütün tarih kitapları ya dinimize, veya milliyetimize (Türklüğümüze) ait karalamalarla doludur. Kitaplardan hiç birisi dilimize çevirtilip de okullarımızda okutturulamaz. Bu nedenledir ki, okullarımızda okunacak tarih kitabının yazılması işini ben üzerime aldım. Yazmış olduğum bu kitapta gerçeğe ters hiç bir söze rastlamayacağı gibi, dinimize ve milliyetimize ters düşecek hiç bir sözle karşılaşmak imkanı da yoktur.” Avrupa tarihlerindeki Hunlar’ın, Çin tarihindeki Hiyong-nu’lar olduğunu ve bunların Türklerin ilk dedeleri bulunduğunu ve Oğuz Han’ın Hiyong-nu devletinin kurucusu Mete olması gerektiğini bize ilk kez öğreten Süleyman Paşa’dır. Süleyman Paşa, bundan başka, Cevdet Paşa gibi, dilimizin grameriyle ilgili bir kitap da yazdı. Fakat bu kitaba Cevdet Paşa gibi, Kavaid-i Osmaniye (Osmanlıca kuralları) adını vermedi. Çünkü, dilimizin Türkçe olduğunu biliyordu ve Osmanlıca adı altında üç dilden… yapılmış bir dil olamayacağını anlamıştı. Süleyman Paşa, bu konudaki düşüncesini, Ta’lim-i Edebiyyat-ı Osmaniye (Osmanlı edebiyat öğrenimi) adıyla bir kitap yayınlayan Recaizade Ekrem Bey’e yazdığı bir mektupta meydana koydu. Bu mektupta diyor ki: “Osmanlı edebiyatı demek, doğru değildir. Ayrıca, dilimize Osmanlı dili ve milletimize Osmanlı milleti demek de yanlıştır. Çünkü Osmanlı tabiri yalnız devletimizin adıdır. Milletimizin adı ise, yalnız Türk’tür. Bundan dolayı dili de Türk dilidir, edebiyatımız da Türk edebiyatıdır.” 14 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı Görülüyor ki, Türkçülüğün ilk babaları Ahmet Vefik Paşa ile Süleyman Paşa’dır. Türk ocaklarında ve diğer Türkçü kuruluşlarda bu iki Türkçülük öncüsünün büyük boyda resimlerini asmak, değerbilirlilik gereğidir. Türkiye’de Abdülhamid bu kutsal akımı durdurmağa çalışırken, Rusya’da iki büyük Türkçü yetişiyordu. Bunlardan birincisi Mirza Fethali Ahundzade’dir ki, Azeri Türkçesi’nde yazdığı orijinal komediler bütün Avrupa dillerine çevrilmiştir. ikincisi, Kırım’da Tercüman gazetesini çıkaran Gaspıralı İsmail’dir ki, Türkçülükteki ilkesi dilde, fikirde ve işte birlik idi. Tercüman gazetesini Kuzey Türkleri anladığı kadar Doğu Türkleri ile Batı Türkleri de anlardı. Bütün Türklerin aynı dilde birleşmeleri de anlardı. Bütün Türklerin aynı dilde birleşmelerinin mümkün olduğuna bu gazetenin varlığı canlı bir delildir. Abdülhamid’in son devrinde, İstanbul’da Türkçülük akımı tekrar uyanmağa başladı. Rusya’dan İstanbul’a gelen Hüseyin-zade Ali Bey, Tıbbiye’de Türkçülük esaslarını anlatıyordu. Turan ismindeki şiiri, Turancılık idealinin ilk dışa vurumu idi. Yunan savaşı (1897) başladığı sırada, Türk şair Mehmet Emin bey: Ben bir Türk’üm, dinim, cinsim uludur. Dizesi ile başlayan ilk şiirini yayınladı. Bu iki şiir haber veriyordu Hüseyin-zade Ali Bey, Rusya’daki milliyetçilik akımlarının etkisiyle Türkçü olmuştu. Özellikle, daha kolejde iken, Gürcü gençlerinden son derece milliyetçi olan bir arkadaşı ona milliyet aşkını aşılamıştı. Türk şairi Mehmet Emin Bey’e Türkçülüğü aşılayan kendisinin söylediğine göre Afganlı Şeyh Cemaleddin’dir. Mısır’da Şeyh Muhammed Abduh’un Kuzey Türkleri arasında Fahreddin oğlu Rızaeddin’i yetiştiren bu büyük İslam lideri Türkiye’de Mehmet Emin Bey’i bularak hak dilinde, halk vezninde millet sevgisiyle dolu şiirler yazmasını söylemişti. Türkçülüğün ilk devrinde, Deguignes tarihinin etkili olduğunu görmüştük. İkinci devirde, Leon Cahun’ün Asya Tarihine Giriş adlı kitabının büyük etkisi oldu. Necip Asım Bey, birçok eklemlerle bu kitabın Türklerle ilgili bölümünü Türkçe‘ye aktarmıştı. Necip Asım Bey’in bu kitabı, her tarafta, Türkçülüğe doğru eğilimler uyandıydı. Ahmet Cevdet Bey, İkdam gazetesini Türkçülüğün bir organı haline koydu. Emrullah Efendi, Veled Çelebi ve Necib Asım Bey bu Türkçülüğün ilk mücahitleri idi. “Arı Türkçecilik” dilimizden Arap, acem köklerinden gelmiş bütün kelimeleri çıkararak, bunların yerine Türk kökünden doğmuş eski kelimeleri, veya Türkçe köklerden yeni eklerle yapılacak yeni Türk kelimeleri yerleştirmek demekti. Bu teorinin uygulamasını göstermek için yayınlanan bazı makaleler ve mektuplar, zevk sahibi olan okuyucuları tiksindirmeğe başladı. Halk diline yerleşmiş olan Arapça ve Farsça kelimeleri Türkçe‘den çıkarmak bu dili en canlı kelimelerden, dini, ahlaki, felsefî kavramlardan yoksun kılacaktı. Türkçe köklerden yeni yapılan kelimeler gramer esaslarını altüst edeceğinden başka, Ülkü Ocakları Genel Merkezi 15 www.ulkuocaklari.org.tr Fakat, ikdam gazetesi etrafında toplanan bu Türkçülerden özellikle Fuat Raif Bey’in Türkçe‘yi sadeleştirmek konusunda yanlış bir teoriyi izlemesi Türkçülük akımının değer kaybetmesine neden oldu. Bu yanlış, tasfiyecilik (arı Türkçecilik) fikriydi. Ülkü Ocakları Eğitim Programı halk için yabancı kelimelerden daha yabancı, daha bilinmezdi. Bundan dolayı bu hareket dilimizi sadeliğe, açıklığa doğru götürecek yerde karışıklığa ve karanlığa doğru götürüyordu. Bundan başka, doğal kelimeleri atarak onların yerine yapay kelimeler koymağa çalıştığı için, gerçek dil yerine yapay bir Türk esperantosu oluşturuyordu. Ülkenin ihtiyacı ise, böyle yapma bir esperantoya değil, bildiği ve anladığı, alışılmış ve yapmacık olmayan kelimelerden oluşmuş bir anlaşma aracı idi. İşte, bu nedenden dolayı, ikdamdaki arıcılık akımından yarar yerine zarar meydana geldi. Bu sarıda Tıbbiye’de şekillenen gizil bir ihtilal örgütünde Pan-Türkizm, Pan-Ottomanizm, Panİslamizm ideallerinden hangisinin gerçeğe daha uygun olduğu tartışılıyordu. Bu tartışma Avrupa’daki ve Mısır’daki Genç Türklere de yapılarak; kimileri Pan-Türkizm idealini kimileri de Pan-Ottomanizm idealini kabul etmişlerdi. O zaman Mısır’da çıkan Türk gazetesinde Ali Kemal Osmanlı Birliği fikrini ileri sürerken Akçura – oğlu Yusuf Bey’le Ferit Bey Türk birliği politikasını öneriyorlardı. Bu sırada, Hüseyinzade Ali Bey İstanbul’dan ve Ağaoğlu Ahmet Bey Paris’ten Bakü’ye gelmişler ve orada mücadele için el ele vermişlerdi. Topçubaşıoğlu da bunlara katıldı. Bu üç kişi, orda o zamana kadar hakim olan Sünnilik ve Şiilik çekişmelerini gidererek Türklük ve İslamlık çerçevesindeki bir örgütlenmede bütün Azerbaycanlıları toplamağa çalıştılar. 23 Temmuz (1908) hareketinden sonra, Türkiye’de Osmanlıcılık düşüncesi hakım olmuştu. Bu sıralarda yayınlanmaya başlayan Türk Derneği dersini, gerek bu nedenden gerek yine ara Türkçecilik akımına kapılmadan dolayı hiç bir rağbet görmedi. 31 Mart’tan sonra, Osmanlıcılık fikri eski geçerliliğini kaybetmeğe başladı. Zamanında Abdülhamid’e İslam Birliği düşüncesini aşılamış olan Alman Kayzer’i, bu fırsattan yararlanarak, Sultanahmet Meydanın’da İslam Birliği adına bir miting yaptırdı. Bu günden itibarın, ülkemizde, gizli İslam Birliği örgütlenmeğe başladı. Genç Türkler, “Osmanlıcı” ve “İslam Birliği taraftarı” olmak üzere, iki karşı guruba ayrılmağa başladılar. Osmanlıcılar kozmopolit, İslam Birliği taraftarları ise, ültramonten idiler. Her iki akım da ülke için zararlıydı. Ben, 1910 kongresinde Selanik’te Genel Merkez üyeliğine seçildiğim sırada, politik görünüş böyleydi. Bu sırada, Selanik’te Genç Kalemler adında bir dergi çıkıyordu. Derginin başyazarı Ali Canip Bey ile, bir gece, Beyaz Kule bahçesinde konuşuyorduk. Bu genç bana dergisinin dilde sadeliğe doğru bir dönüşüm gerçekleştirmeğe çalıştı3ğını; Ömer Seyfettin’in dil hakkındaki bu fikircileri tamamiyle benim düşüncelerime uyuyordu. Gençliğimde Taşkışla’da tutuklu bulunduğum sırada erlerin mülazım-ı evvel’e evvel mülazım (teğmen), Trablus-ı Garp’a Garp Trablus’u (Libya), Trablus-ı Şam’a Şam Trablus’u demeleri bende şu kesin yargıyı uyandırmıştı: Türkçe‘yi yeniden düzenlemek için, bu dilden bütün Arapça ve Farsça kelimeleri değil, Arap ve Fars kurallarını atmak, Arapça ve fakça kelimelerden de Türkçe’si olanları çıkararak, Türkçe karşılığı bulunmayanları dilde bırakmak. Bu düşünceyle ilgili bazı yazılar yazmış isem de, yayınlanmağa fırsat bulamamıştım. Nasıl 16 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı ki, Türkçülük hakkında yazı yazmak içinde henüz bir fırsat çıkmamıştı. Daha on beş yaşında iken Ahmet Vefik paşa’nın Lehçe-i Osmani’si ile Süleyman Paşa’nın Tarih-i Alem’i bende Türkçülük fikri uyandırmıştır. 1896 da İstanbul’a geldiğim zaman, ilk aldığımız kitap Leon Cahun’ün tarihi olmuştur. Bu kitap, adeta, Pan-Türkizm ülküsünü özendirmek, üzere yazılmış gibidir. O zaman Hüseyin-zade Ali Bey’le temas ederek, Türkçülük hakkındaki görüşlerini öğreniyordum. Özetle on yedi- on sekiz yıldan beri Türk milletinin sosyolojisini incelemek için harcadığım çalışmaların ürünleri kafamın içinde toplanmış duruyordu. Bunları meydana atmak için yalnız bir nedenin oluşması gerekiyordu. İşte, Genç Kalemler’de Ömer Seyfettin’in başatmış olduğu fikir mücadelesi bu sebebi hazırladı. Fakat ben dil meselesini yeterli görmeyerek Türkçülüğü bütün idealleriyle bütün programıyla ortaya atmak gerektiğini düşündüm. Bütün bu fikirleri kapsayan Turan şiirini yazarak Genç Kalemler’de yayınladım. Bu şiir tam zamanında yayınlamıştı. Çünkü Osmanlıcılıktan da İslam Birliği fikrinden de ülke için tehlikeler doğacağını gören geç ruhlar, kurtarıcı bir ideal arıyorlardı. Turan şiiri bu idealin ilk kıvılcımı idi. Ondan sonra sürekli bu şiirdeki esasları açıklamak ve yorumlamakla uğraştım. Turan şiirinden sonra Ahmet Hikmet Bey, Altın ordu makalesinin yayınladı. İstanbul’da, Türk Yurdu dergisi ile Türk Ocağı cemiyeti kuruldu. Halide Edib Hanım, Yeni Turan adlı romanı ile,Türkçülüğe büyük biri değer verdi. Hamdullah Suphi Bey, Türkçülüğün aktif bir öndeki oldu. İsimleri yukarıda geçen veya geçmeyen bütün Türkçüler gereke Türk Yurdu’nda, gerek Türk Ocağı’nda birleşerek beraber çalıştılar. Fuat Köprülü, Türkoloji alanında büyük bir bilim adamı oldu. İlmi eserleri ile, Türkçülüğü aydınlattı. Yakıp Kadri, Yahya Kemal, Falip Rıfkı, Refik Halit, Reşat Nuri, Beyler gibi yazarlar ve Orhan Seyfi, Faruk Nafiz, Yusuf Ziya, Hikmet Nazım, Vala Nurettin beyler gibi şairler yeni Türkçe‘yi güzelleştirdiler. Müfide Ferit Hanım da, gerek değerli kitaplarıyla, gerek Paris’teki yüksek konferansları ile Türkçülüğün yükselmesine büyük emekler harcadı. Bununla beraber, Türkçülüğe ait bütün bu hareketler verimsiz kalacaktı, eğer Türkleri Türkçülük ideali çevresinde birleştirerek büyük bir yok oluş tehlikesinden kurtarmayı başaran büyük bir dahi ortaya çıkmasaydı. Bu büyük dahinin adını söylemeğe gerek yok. Bütün dünya, bugün Gazi Mustafa Kemal Paşa adını kutlu bir kelime sayarak, her an saygıyla anmaktadır. Eskiden Türkiye’de. Türk milleti hiç bir önemli yere sahip değildi. Bugün, her hak Türk’ündü. Bu topraktaki egemenlik Türk egemenliğidir. Politikada kültürde, ekonomide hep Türk halkı egemendir. Bu kadar esin ve büyük inkılabı yapan kişi Türkçülüğün en büyük adamıdır. Çünkü, düşünmek ve söylemek kolaydır. Fakat, yapmak ve özellikle başarı ile sonuçlandırmak çok güçtür. Kaynak: Türkçülüğün Esasları – Ziya Gökalp, Toker Yayınları, 2002 Ülkü Ocakları Genel Merkezi 17 www.ulkuocaklari.org.tr Türkçülük dünyası bugün o kadar genişlemiştir ki, bu alanda çalışan sanatçılarla bilim adamlarının isimlerini saymak ciltlerle kitap gerektirir. Yalnız. Türk mimarlığında, Mimar Kemal Bey’i unutmamak gerekir. Bütün genç mimarların Türkçü olmasında, onun büyük bir etkisi vardır. Ülkü Ocakları Eğitim Programı TÜRKLÜK VE TURAN Türk dünyası 21. yüzyıla girmeden kısa bir süre önce güzel günler yaşadı. Herkesin bildiği üzere Türkistan’daki Türk kardeşlerimiz birer birer bağımsızlıklarına kavuştular. Bugün aralarında dil ve kültürce pek ayrılık olmayan 150-200 milyona yakın bir Türk topluluğu, Avrupa’dan Amerika’ya kadar, dünya nüfusunun önemli bir kısmını meydana getirir hale geldi. Her bakımdan milletlerarası stratejilerde etkili bir güç olmalarına rağmen, bu muazzam kitleyi bir araya toplayarak, ortak düşüncelere sahip olmasını sağlamak gibi girişimlerden ise şu ana kadar bir sonuç alınamadı. Sadece tarihi ve kültürel birlik söylemleriyle de bir yere varılmıyor. Türk-Turan Birliği için bu durum bir ilk adım olabilirdi. Ama şimdilik bundan yeterince yararlanılamadı. Cumhuriyetlerin ortaya çıkışı sırasında, ne yazık ki Türkiye pek çok şeyde olduğu gibi bu konuda da hazırlıksız yakalandığından, Türkiye ile irtibat noktasında da eksiklikler gözüktü. Devletin başında bulunan kişiler “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne Kadar” ve “21. Asır Türk Çağı Olacak” gibi birtakım sloganlar attılar. Ama bunların içinin doldurulmasına yönelik bir girişimde bulunmadılar. Ayrıca bu yönde o kadar çok yayın yapıldı ki, sanki bütün dünyaya perde arkasında bir Türk tehlikesi varmış havası verildi. Aslında bu kardeşlerimiz de Azerbaycan hariç, böylesine kolay bir hürriyeti beklemiyorlardı. O güne kadar bütün plan ve programları Rusya Federasyonu odaklı, büyük Sovyetler Birliği’nin çıkarları doğrultusunda olduğundan, Türk cumhuriyetleri her bakımdan geri idiler. Dolayısıyla Türkiye ve Türk dünyası21. yüzyıla pekçok sıkıntılarla girdi. Türkiye’de yıllardır sürüp-giden enflasyon ve pahalılık halkın belini bükerken, daha iyi gelecek vaadeden iktidarların hiçbirinin başarılı olamayıp, içerideki birtakım problemleri çözüme ulaştıramaması yüzünden, kendi dışındaki Türk soydaşları ile de ciddi ölçülerde yakından ilgilenemedi. Şu bir hakikattir ki; bugün de Türkiye ne Azerbaycan, ne Kazakistan, ne Kırgızistan, ne Özbekistan, ne de Türkmenistan’da ağırlığını hissettiremiyor. Bağımsız olan Türk cumhuriyetlerindeki nüfuzu gün geçtikçe azalan Türkiye’nin, diğer Türk topluluklarına zaten tesiri mümkün değildir. Maalesef Batı Trakya’ya, Doğu Türkistan’a, Kırım’a, Kök Oguz Yeri’ne, Irak’taki Türkmenlere, Kafkasya’daki Karaçay-Balkarlara, kısacası hiçbirine yeterince yardım eli uzanamıyor. Bunun sebebi Türkiye’nin bugünkü siyasi ve ekonomik yapısının zayıflığıyla beraber, hükümetlerin dış politikalarda gerektiği gibi kararlı duramamasından da kaynaklanmaktadır. Şimdilik Kıbrıs Türkleri hariç milli bir politikamızın olduğunu söylemek yanlış olur. Kıbrıs Meselesi de son zamanlarda bazı siyasetçiler tarafından neredeyse Türkiye’nin kamburu gibi görünmeye başlandı. Türkiye Cumhuriyeti idarecilerinin tarihi görevini veya sürekli dillendirilen ağabeylik vazifesini artık yapmayacaklarını söylemeleri bile bizce bir hatadır. Türk milleti bu coğrafyalarda tarihte mevcuttu, bugün de vardır ve milletlerarası siyasetlerin ortaya konmasında Türkiye faktörünün hesaba katılmadan bir şey yapılamayacağını bizim politikacılarımız bir şekilde bütün cihana duyurmalıdır. Çünkü meseleler dünyanın binlerce kilometre uzağından kalkıp gelen insanların ülkelerinden daha çok bizi ilgilendirmektedir. Elbette ki Türkiye 18 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı Bununla birlikte Türk dünyasında bir başı-bozukluk söz konusudur. Çok acıdır ki bu sıkıntıları neredeyse son altmış yıldır yaşamaktayız. Yüz yılda bir karşımıza birtakım fırsatlar çıktıysa da, onları da değerlendirmeyi bilemedik. Bu millet, Mustafa Kemal Atatürk’ün bile kıymetini anlayamadığı gibi, daha sonra bütün Türk milletini kucaklayan, birlik ve beraberliği için çabalayan Elçi Bey’e bile değer verilmedi. Hepimizin çok yakından bildiği üzere Mustafa Kemal daha Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyetin ilk yıllarında dahi bütün Türk dünyasını kucaklayan, Türklerin birlik ve beraberliğinin şart olduğunu vurgulayan demeçler ve icraatlar içindeydi. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 19 www.ulkuocaklari.org.tr Cumhuriyeti bütün Türk dünyasının ağabeyidir. Bu görevi de asla şu veya bu gerekçelerden ötürü bırakamaz. Baştaki idareciler birbirleriyle ters düşse de, umum Türk milleti kardeştir. Ve bu kardeşliği herkes canlı tutmak zorundadır. Bugün Türkiye, Önasya’da Hristiyan Ortodokslar, Arap ve Fars milliyetçileriyle, Rus şovenizminin baskısı altında kaldığı gibi, son zamanlarda ABD’nin Irak’ı işgali ve güneydeki Kürtleri kullanması suretiyle kıskaça alınmış vaziyettedir. Yarın-birgün üç tarafı deniz olmasına rağmen, buralara bile çıkamama durumu doğabilir. Bu yüzden başta Türk cumhuriyetleri olmak üzere, bölgede güvenebileceğimiz devlet ve topluluklarla siyasi münasebetlerin kuvvetlendirilmesi gerekiyor. Tehlike, Türkiye’nin kapısını çalıyor. Esasında aynı trajediyle Türk cumhuriyetleri de karşı karşıyadır. Her ne kadar Asya’nın ortasında stratejik bir konumda bulunuyorlarsa da, coğrafi olarak kuşatıldıkları gibi, hiçbir açık denizle de bağlantıları yoktur. Bu yüzden Türkiye onlar için her türlü açıdan bir müttefiktir. Dolayısıyla tarihi birlikteliğin yanında siyasi ve ekonomik birliktelik bütün Türkler için zaruridir. Kafkasya, Balkanlar ve Orta Doğu’nun kesişme noktasında bulunan Türkiye’nin çıkarları son yıllarda, sürekli ABD ve AB ile ters düşmektedir. Bölgeye yönelik yatırımlarda, bu ülkelerin Türkiye’yi değil, İsrail ve yeni bir partner olarak Kürtleri düşünmeleri ve buna binaen de bölücü Kürt faaliyetlerine destek olmaları, Türkiye ile Batı arasındaki problemleri çözülmez hale getirmektedir. Bu yüzden bölgenin adı geçen ülkeler tarafından kontrolünün engellenmesi Türkiye’yi de yakından ilgilendiriyor. Yani Türkiye’nin yönünü sadece Batı’ya çevirmesi ve AB’ye gireceğim sevdasıyla pek çok şeyi görmezlikten gelmesi hatadır. Bu şimdi son zamanlarda daha iyi anlaşılmaktadır. Avrupa Birliği hayali Türkiye’nin gözünü kör etmiş durumdadır. Hâlbuki Avrupa Birliğine girmeden de bugün dünyada pek çok ülke hür ve müreffeh yaşayabilmektedir. Ayrıca Avrupa Birliği’nin geleceği de çok parlak değildir. Neticede Avrupa’da liderlik ve çıkar savaşları kısa bir süre sonra şiddetlenecek; şu veya bu şekilde bu Hristiyan birliği dağılacaktır. Kaldı ki Türkiye’nin yakın zamanda milli kültüründen sıyrılmadığı müddetçe bu siyasi oluşuma girmesi de mümkün gözükmemektedir. Zaten AB’nin Türkiye’den istediklerine şöyle bir bakacak olursak, çoğu Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin milli birliğini yok edici şeylerdir. Dolayısıyla Türkiye, kendisinin harekete geçirebileceği alternatiflerin maalesef farkında değil. Veya tıpkı Karadeniz Ekonomik Topluluğu’nda olduğu gibi, işi yüzüne-gözüne bulaştırıyor. Ülkü Ocakları Eğitim Programı Bu arada Mustafa Kemal Atatürk’ün de bir Turancı olduğunu belirtmek gerekir. Batı Trakya, Azerbaycan, Musul-Kerkük ve Hatay için yaptıkları bir yana onun; “ben her şeyden önce bir Türk milliyetçisiyim. Böyle doğdum. Böyle öleceğim. Türk Birliğinin bir gün hakikat olacağına inancım vardır. Ben görmesem bile, gözlerimi dünyaya onun rüyaları içinde kapayacağım. Türk Birliğine inanıyorum, onu görüyorum. Yarının tarihi, yeni fasıllarını Türk Birliğiyle açacaktır. Dünya sükûnunu bu fasıllar içinde bulacaktır. Türk’ün varlığı bu köhne âleme yeni ufuklar açacak, güneş ne demek, ufuk ne demek, o zaman görülecek”, sözleri bile buna delalettir. Ayrıca o, 29 Ekim 1933’teki Cumhuriyet Balosu’nda, bir mülakatında; “bugün Sovyet-Rusya dostumuzdur, komşumuzdur, müttefikimizdir. Devlet olarak bu dostluğa ihtiyacımız var! Fakat yarın ne olacağını kimse kestiremez. Tıpkı Osmanlı Devleti gibi, tıpkı Avusturya-Macaristan imparatorluğu gibi parçalanabilir! Bugün elinde sımsıkı tuttuğu milletler, avuçlarından sıyrılabilirler. Dünya yeni bir dengeye ulaşabilir! İşte o zaman Türkiye, ne yapacağını bilmelidir! Bizim bu dostumuzun yönetiminde dili bir, inancı bir, özü bir kardeşlerimiz vardır. Onları arkalamaya hazır olmalıyız! Hazır olmak yalnız o günü susup beklemek değildir, hazırlanmak lazımdır. Milletler, buna nasıl hazırlanırlar? Manevi köprülerini sağlam tutarak! Dil bir köprüdür, inanç bir köprüdür, tarih bir köprüdür! Bugün biz, bu insanlardan dil bakımından, gelenek, görenek, tarih bakımından ayrılmış, çok uzağa düşmüşüz! Bizim bulunduğumuz yer mi doğru, onlarınki mi? Bunun hesabını yapmakta fayda yoktur! Onların bize yaklaşmasını bekleyemeyiz; bizim, onlara yaklaşmamız gerekli. Tarih bağı kurmamız lazım. Folklor bağı kurmamız lazım. Dil bağı kurmamız lazım. Bunları kim yapacak? Elbette biz. Nasıl yapacağız? İşte görüyorsunuz, dil encümenleri, tarih encümenleri kuruluyor. Dilimizi, onların diline yaklaştırmaya, tarihimizi ortak payda haline getirmeye çalışıyoruz. Böylece, birbirimizi daha kolay anlar hale geleceğiz. Bir sevgi parlayacak aramızda, tıpkı bir vücut gibi, kaderde ve mutlulukta birbirimizi duyacağız ve arayacağız. Ortak bir dil amaçladığımız gibi, ortak bir tarih öğretimiz olması gerekli. Ortak bir mazimiz var, bu maziyi bilincimize taşımamız lazım. Bu sebeple okullarda okuttuğumuz tarihi Orta Asya’dan başlattık! Bizim çocuklarımız, orada yaşayanları bilmelidirler. Orada yaşayanlar da bizi bilmeli. İşte bunu sağlamak için de Türkiyat Enstitüsünü kurduk. Kültürlerimizi, bütünleştirmeye çalışıyoruz! Ama bunlar, açıktan yapılmaz! Adı konarak yapılacak işlerden değildir. Yanlış anlaşılabildiği gibi, savaşlara da sebep olabilir. Bunlar, devletlerin ve milletlerin derin düşünceleridir. İşitiyorum: benim dil ve tarih ile uğraştığımı gören kısa düşünceli bazı vatandaşlarımız; Paşa’nın işi yok! Dil ile tarih ile uğraşmaya başladı diyorlarmış. Yağma yok! Benim işim başımdan aşkın. Ben bugün çağdaş bir Türkiye kurmaya ne kadar çalışıyorsam, yarının Türkiye’sinin temellerini de atmaya o kadar dikkat ediyorum. Bu yaptıklarımız, hiçbir millete düşmanlık değildir. Barıştan yanayız, barıştan yana kalacağız! Ama durmadan değişen dünyada, yarının muhtemel dengeleri için hazır olacağız”. Yine büyük Atatürk, 1933’te Amerikalı bir generalle yaptığı mülakatta; “Allah nasip ve ömrüm vefa ederse Musul, Kerkük ve Adaları geri alacağım. Selanik de dahil, Batı Trakya’yı Türk hudutlarına katacağım” demiştir. Batı Trakya’nın Misak-ı Milli’nin sınırları dışında kalmasına rıza göstermeyen Mustafa Kemal, 1936’da Yunan başbakanı Metaksas ile konuşurken; “biz Batı Trakya Türklüğü’nü Lozan’la kıymetli bir emanet olarak size bıraktık. Onların rahat ve huzuru Yunan hükümetinin garantisi 20 Fikri Eğitim altındadır. Bu itinanın gevşememesi için Türkiye’deki Rumların huzur ve rahatı gibi elimizde bir teminat vardır” diyerek, onlara gelecek en küçük bir zararı, Türkiye’deki Rumlardan çıkarabileceğini hatırlatıyordu. İşte gerçek Turancılık budur. Lafla olmaz, çalışmayla olur. Bu birliği gerçekleştirecekler de Türk aydınları, Türk gençleridir. Turan dediğimiz, Türklerin kültürel ve siyasi birlikteliğinin gerçekleşmesi için şu anda en makûl yol kültürel beraberlik ile birtakım şeylerin fiiliyata geçirilmesidir. Bizim inancımız, arkasından hepsinin birer birer sonuçlanacağıdır. Günümüz Türk cumhuriyetlerinin ilişkileri de, esasında şimdilik kültürel ağırlıklıdır. Bu işin lokomotifini de Türkiye üstlenmiştir. Buna bağlı olarak, bağımsızlığın hemen ardından her Türk cumhuriyetinden getirtilen çeşitli düzeylerdeki öğrenciler, yine değişik konularda Türkiye’de eğitim ve öğretime tabi tutuldular. Bu insanların büyük bir kısmı hayal kırıklığı içinde ülkelerine dönerken, bir bölümü de Türkiye ve Türk insanından aldıklarını memleketlerine götürdüler. Bunlar geleceğin bürokratları ve idarecileri olacak. Bu nedenle Türkiye ile Türk cumhuriyetlerinin münasebetlerinin ileriki yıllarda geniş çaplı olması mümkündür; ama bu gençlerin üzerine yapılan yatırımlara daha da çok önem verilmelidir. Türkiye-Türk cumhuriyetlerinin eğitim ve kültür alanındaki bu işbirliğinin öncülüğünü esasında bir teknik yardım kuruluşu olan ve 1992’de tesis edilen TİKA (Türk İşbirliği ve Kalkınma İdaresi Başkanlığı), TÜRKSOY (Türk Kültür ve Sanatları Ortak Yönetimi) ve Ahmed Yesevi Türk-Kazak Üniversitesi yapmış olup, onlardan sonra devlet ve özel teşebbüse ait pek çok girişimde de bulunulduğunu belirtmekte fayda var. Buna bağlı olarak 1993 Temmuz’unda, Türk dünyası üniversiteleri arasında her bakımdan ilişkilerin güçlendirilmesi için “Türk dünyası Üniversite Rektörleri Daimi Konferansı” da gerçekleştirildi. Kültürel faaliyetler kapsamında Türk toplulukları arasında ortak Türkçeyi yaygınlaştırmak amacıyla yapılan çalışmalardan birisi, 1993’te Türkiye ve Azerbaycan’ın gayretiyle 34 harfli Türk alfabesinin kabulü yolunda olmuştur. Ayrıca ortak Türk tarihinin yazılmasına yönelik çabalar da vardır. TİKA tarafından sürdürülen Türkoloji Projesi vasıtasıyla pek çok Türk Cumhuriyetinde ve özerk bölgesinde, Türk dilinin kullanımının yaygınlaştırılması, Türk tarihinin ve kültürünün öğretilmesi amacıyla, 1990’lı yıllardan beridir, faaliyetler söz konusudur. Belki de bu gelecekte Türkiye Türkçesinin edebi dil olmasına yarayacak. Doğrudan Türk coğrafyasının dışındaki Afganistan, Arnavutluk, Belarusya, Bosna-Hersek, Kosova, Letonya, Litvanya, Mogolistan ve Tacikistan gibi ülkelerin de üst düzey eğitim müesseseleriyle işbirliği devam ediyor. Buna bağlı olarak Türkiye ile Türk cumhuriyetlerinin gençleri, kadınları, ilim adamları, sanatçıları, sporcuları zaman zaman bir araya gelerek, çeşitli etkinliklere imza atıyorlar. Özellikle TİKA’nın eğitim dışında tarım, maliye, sanayi, sağlık, turizm vs. konuda hem uzman yetiştirilmesi, hem de parasal desteğini göz önünde bulundurunca, Türkiye’nin yaptıklarının takdire şayan olduğu anlaşılır. Bu faaliyetler Türk-Turan Birliğinin hiç şüphesiz ilk adımlarıdır. Dünyadaki devletlerin ve ülkelerin yaşaması için gerekli her şey Türk topraklarında yeterince bulunuyor. Bir cumhuriyet veya bölge diğerindeki eksiklikleri çeşitli şekillerde tamamlayabilir. Ancak bunun için bir Türk ortak pazarının kurulması şarttır. İstenildiği takdirde bu işin gerçekleşmemesi için de bize göre hiçbir neden yoktur. Ama ne yazık ki Türkler bu avantajlarını kullanamıyorlar. Yıllardır bu konu defalarca dile getirilmesine rağmen kimse de meseleye ciddi anlamda eğilmiyor. 1993’lerde Ülkü Ocakları Genel Merkezi 21 www.ulkuocaklari.org.tr Ülkü Ocakları Eğitim Programı Ülkü Ocakları Eğitim Programı Kazakistan, Kırgızistan ve Özbekistan böyle bir girişimde bulunduysa da, sonunu getiremediler. Hatta Nursultan Nazarbayev, “bizim ekonomik çıkarlarımız, tarihi köklerimiz, dilimiz, dinimiz, ekolojik sorunlarımız, dış tehditlerimiz ortaktır. Sıkı bir ekonomik entegrasyonu başlatarak, tek bir para birimine doğru ilerlemeliyiz”, bile dedi. Bugün Avrupa’da ekonomik ve siyasi arenada tek bir çatı altında bir araya gelip, ortak parayı kullanmaya ve bunu daha da ileri götürüp, müşterek bir ordu meydana getirmeye kadar işi vardırıyorlarsa, neden Türkler yapamasın. Bunun ırkçılık veyahut da Turancılıkla hiçbir ilgisi yoktur. Bizim iş adamlarımız ta Güney Afrikalarda yatırım gerçekleştirirken, Türk cumhuriyetlerine gidip, orada iktisadi teşebbüslerde bulunmuyorlar. Büyük dediğimiz şirketlerimiz bile süpermarket işletmeciliğinden öteye geçmiyor. Belki onların şu anki durumları güven vermiyor, fakat bazı risklerin de göze alınması gerekir. Dünya bir yandan globalleşirken, bir yandan da yeni iktisadi ve siyasi birlikler ortaya çıkmaktadır. Ancak bunların da yapılarına bir baktığımızda umumiyetle dilce, dince, soyca birbirlerine yakın insanlardan oluşmaktadır. Dünyada haysiyetli bir şekilde ayakta durabilmek ve söz sahibi olabilmek için birbirleriyle kenetleniyorlar. Avrupa Topluluğu, Arap Ülkeleri Birliği, İngiliz Devletler Topluluğu, Latin soylu memleketlerin birbirlerine yakınlığı bunun en güzel göstergeleridir. Bugün dünyada 200 milyon civarında Türk yaşamasına rağmen, ekonomik bir dayanışmalarının var olduğunu söyleyemiyoruz. Hele etrafımızda İsrail ve Ermenistan gibi ne bir tarihi, ne de kültürü olan ülkelerin kendilerine bir hedef belirleyip, büyük Ermenistan ve İsrail’i yaratma gayretlerine şahit olunca, bu kadar kalabalık bir nüfusa ve imkâna sahip Türklerin vurdum-duymazlığına insan şaşırıyor. Turan kavimleri herhalde merkezde Türkler olmak üzere, onlarla dil ve ırk bağı bulunan kavimlerden ibarettir. Ancak 19. yüzyıl sonlarıyla, 20. yüzyılın başlarından itibaren siyasi bir mahiyet de kazanan Turan’dan kasıt, sadece Türk aslından gelen, Türkçe ve akraba dilleri konuşan, kısmen de tarihi süreçteki teşekküllerinde kuvvetli bir Türk tesiri bulunan halkların birliği anlaşılmıştır. Bunların ana çıkış yerleri de tarihi Türk coğrafyasını çizdiğimiz sınırlar dahilindedir. İlk defa Firdevsi’nin eserinde geçen ve Türklerin yurdu demek olan Turan ve buna bağlı olarak Turancılığın tarihini bir kenara bırakıp, günümüzde Turan’dan anladığımız ne ve ne dereceye kadar gerçekleşmesi mümkün, bunun üzerinde de kısaca durup, sözlerimizi bitirmek istiyoruz. Zaman zaman Turan ve Turancılık söz konusu olduğunda, özellikle günümüzde bunu uygulamaya koymanın zorluğuna değinilir. Aradaki coğrafi engeller ve bazı değişik nedenlerden ötürü hakikate erişemeyeceğine dair birtakım sözlere hepimiz şahidiz. Bu konuda ahkâm kesenlerin hiçbiri de ne tarihi bilir, ne stratejiden anlar, ne de Türklüğün büyüklüğüne inanan kişiler değildir. Zaten Türkiye’deki basınyayının ne durumda olduğunu, kimlerin yönettiğini söylemeye gerek yok. Türk’ün tarihine ve kültürüne, yasalarına-törelerine vs. bütün mukaddes değerlerine sövenlerin, bölücülük ve azınlık milliyetçiliği yapanların nasıl yükseltildiğini, sahte demokrasi kahramanları kesildiğini, Türk milletinin gözüne nasıl şirin gösterildiklerini az-buçuk memleket meseleleriyle ilgilenen bütün Türkler biliyor. Bu yüzden bu gibi şahıslardan Turancı olmalarını bekleyemezsiniz. Onların işi Turancılığın ne kadar tehlikeli olduğunu ispat etmek için gerekçeler aramak ve milletin gözünü korkutmaktır. Doğrusu Türk milliyetçisi ve Turancı olmak da insanlara sıkıntı ve yükten başka bir şey getirmemektedir. 22 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı Hâlbuki ismi Turan da olmasa, tarihte biz Türklerin birkaç defa bir araya geldiklerini biliyoruz. Börü Tonga (Mo-tun), Kapgan Kagan, Çingiz, Temür çağları buna örnektir. Yani tarihte şöyle veya böyle birlikte olmuş insanların yeniden beraber olmamaları için neden üretmeye gerek yok. Bugün bağımsız Türk cumhuriyetleriyle, Türkiye arasında İran gibi bir engel mevcuttur. Ancak aynı vaziyet tarihte de söz konusuydu. Fakat büyük Türk milleti ve komutanları bu engeli ortadan kaldırmayı başardı. Yarının ne olacağını kim bilebilir? Bir gün İran da parçalanır. Herkesin malûmudur ki, bu ülke sınırları dâhilinde Farslardan daha çok Türkler yaşıyor. Dolayısıyla günümüz için siyasi birlik çok zor diyenlere, biz aldırış etmiyoruz. Yarın-bir gün güçlü bir Türk devletinin ve önderinin etrafında bütün Türklerin birlikte yürüyeceğine inancımız sonsuzdur. Ama bunun için çok çalışmaktan başka çıkar yolumuz yok. Son söz olarak, Türk milliyetçisi bir fikir adamımızın dediği gibi, “büyümek istemeyen devlet, küçülmeye mahkûmdur”. www.ulkuocaklari.org.tr Kaynak: Türk Yurdu, Temmuz 2011 - Yıl 100 - Sayı 287 Ülkü Ocakları Genel Merkezi 23 Ülkü Ocakları Eğitim Programı TÜRKÇÜLÜK VE TURANCILIK Ziya Gökalp Türkçülükle Turancılığın farklarını anlamak için, Türk ve Turan topluluklarının sınırlarını belirlemek gerekir. Türk, bir milletin adıdır. Millet, kendisine özel bir kültüre sahip olan topluluk demektir. O halde, Türk’ün yalnız bir dili, bir tek kültürü olabilir. Oysa ki Türk’ün bazı kolları Anadolu Türklerinden ayrı bir dil, ayrı bir kültür yapmağa çalışıyorlar. Mesela, Kuzey Türkler‘inden bir kısım gençler bir Tatar dili, bir Tatar kültürü oluşturmaya çalışmaktadırlar. bU hareket, Türklerin başka bir millet, olması sonucunu verecektir. Uzata bulunduğumuz için, Kırgızların ve Özbeklerin nasıl bir yol izleyeceklerini bilmiyoruz. Bunlarda birer ayrı dil ve edebiyat, birer ayrı kültür oluşturmaya çalışırlarsa, Türk milletinin sınırı daha daralmış olur. Yakıtlarla Altay Türkleri daha uzakta bulundukları için, bunları Türkiye Türkler‘in bulundukları için, bunları Türkiye Türkleri’nin kültürü dairesine almak daha güç görünüyor. Bugün kültürce birleşmesi kolay olan Türkler, özellikle Oğuz Türkleri yani Türkmenleredir. Türkiye gibi, Azerbaycan, İran, Harzem ülkelerinin Türkmenleri de Oğuz uyruğundandır. Bundan dolayı, Türkçülükteki yakın idealimiz (Oğuz Birliği) yahut, (Türkmen Birliği) olmalıdır. Bu birlikten amaç nedir? Siyasi bir birlik mi? Şimdilik, hayır! Gelecek hakkında bugünden bir yargıya varamayız. Fakat bu günkü idealimiz Oğuzların yalnız kültürce birleşmesidir. Oğuz Türkleri, bugün dört ülkede yayılmış olmakla beraber, hepsi birbirine yakın akrabadırlar. Dört ülkedeki Türkmen illerinin adlarını karşılaştırırsak, görürüz ki, birinde bulunan bir ilin veya boyun diğerlerinde de dalları vardır. Mesela, Harzem’de Tekeler’le Sarılar’ı ve Karakalpaklar’ı görüyoruz. Yurdumuzda Tekele, bir sancak teşkil edecek kadar çoktur; hatta, bir bölümü zamanında Rumeli’ye yerleştirilmiştir. Türkiye’deki Sarılar, özellikle Rumkale’de otururlar. Karakalpaklar ise, Karapapak ve Terekeme adaların alarak Sivas, Kars ve Azerbaycan yörelerindedir. Harzem’de Oğuz’un Salur ve maralı boylarıyla Çavda ve Göklen (Karluklardan Kealin) illeri vardır. Bu adlara Anadolu’nun çeşitli yerlerinde rastlanır. Göklen, kendi adanı Van’da bir köye Gök oğlan şeklinde vermiştir. 24 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı Oğuz’un Bayat ve Afşar boyları da gerek Türkiye’de gerek İran’da ve Azerbaycan’da vardır. Akkoyunlular ile Karakoyunlular bu üç ülkede yayılmışlardır. O halde Harzem, İran, Azerbaycan ve Türkiye ülkeleri, Türk etnografyası açısından aynı uruğun yurtalırdır. Bu dört ülkenin bütününe Oğuzistan (Oğuz ili) adanı verebiliriz. Türkçülüğün yakın hedefi, bu büyük ülkede yalnız bir tek kültürün hakim olmasıdır. Oğuz Türkleri, genellikle oğuz Han’ın torunlarıdır. Oğuz Türkleri, birkaç yüzyıl öncesine gelinceye kadar, birbiriyle yakından ilgili bir aile biçiminde yaşarlardı. Mesela Fuzuli, bütün Oğuz boyları içinde bilinen bir Oğuz şairi idi. Korkut Ata Kitabı Oğuzlar’ın resmi Oğuznamesi olduğu gibi, Şah İsmail, Aşık Kerem, Köroğlu kitapları gibi hak eserleri bütün oğuz iline yayılmıştır. Türkçülüğün uzak ideali ise, Turan‘dır. Turan, kimilerinin sandığı gibi, Türklerden başka, Moğolları, Tunguzları, Finuvaları, Macarları da içine alan kavimler karması değildir. Bu zümreye bilim dilinde Uralo – Altay topluluğu denilir. Bununla beraber, bu sonuncu topluluğun içindeki kavimlerin dilleri arasında bir akrabalık bulunduğu da henüz ispat edilememiştir. Hatta bazı yazarlar Ural kavimleriyle Altay kavimlerinin bir birinden ayrı iki topluluk oluşturduğunu ve Türklerin Moğollar ve Tunguzlarla beraber Altay grubunu Finuvanlarla Macarların da Ural gurubunu oluşturduklarını iddia ediyorlar. Türklerin Moğollarla ve Tunguzlarla dil akrabalığı olduğu da henüz ispat edilmemiştir. Bugün bilim açısından tartışılmaz olan bir gerçek varsa, o da Türkçe konuşan Yakut, Kırgız, Özbek, Kıpçak, tatar, Oğuz gibi Türk boylarının dilce ve gelenekçe kavmi bir birliğe sahip olduğudur. Turan kelimesi, Türlar yani Türkler demek olduğu için, sadece Türkleri içine alan bir birliğin adıdır. O halde, Turan kelimesini bütün Türk boylarını kapsayan Büyük Türkistan’a karşılık kullanmamız gerekir. Çünkü Türk kelimesi, bugün, yalnız Türkiye Türkleri’ne verilen bir isim haline gelmiştir. Türkiye’deki Türk kültür dairesinde olanlar elbette yine bu adı alacaklardır. Benim inancıma göre bütün Oğuzlar, yakın bir zamanda bu isimde birleşeceklerdir. Fakat, Tatarlar, Özbekler, Kırgızlar ayrı kültürler oluştururlar ise ayrı milletler durumuna geleceklerinden yalnız kendi isimleriyle anılacaklardır. O zaman, bütün bu eski akrabaları kavmi bir topluluk halinde birleştiren müşterek bir isme gerek duyulacak, iste bu ortak isim Turan kelimesidir. İşte, Turan ideali bunun gibidir. Yüz milyon Türk’ün bir millet halinde birleşmesi, Türkçüler için en güçlü bir heyecan kaynağıdır. Turan ülküsü olmasaydı, Türçülük bu kadar hızla yayılmayacaktı. Bununla beraber, kim bilir? Belki, gelecekte Turan idealinin gerçekleşmesi de mümkün olacaktır. Ülkü geleceğin yaratıcısıdır. Dün Türkler için hayali bir ülkü olan milli devlet, bugün Türkiye’de bir gerçek halini almıştır. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 25 www.ulkuocaklari.org.tr Türkçülerin uzak ülküsü Turan adı altında birleşen Oğuzları, tatarları, Kırgızları, Özbekleri, Yakutları, dilde, edebiyatta, kültürde birleştirmektir. Bu idealin bir gerçek haline geçmesi mümkün mü, yoksa değil mi? Yakın idealler için bu yön aranırsa da, uzak idealler için aranmaz. Çünkü uzat ideal ruhlardaki heyecanı sonsuz bir dereceye yükseltmek için, ulaşılmak istenilen, çok çekici bir hayaldir. Mesela, Lenin, Bolşeviklik için kayın ideal olarak “Kollektivizmi”, uzak ideal şeklinde de “Komünizmin ne zaman uygulanacağını şimdiden kestirmek mümkün değildir. Bu Hazret-i Muhammed’in cenneti gibi, ne zaman ve nerede görüneceği bilinmeyen bir şeydi.” Ülkü Ocakları Eğitim Programı O halde Türkçülüğün, idealinin büyüklüğü noktasından, üç dereceye ayırabiliriz: 1) Türkiyecilik 2)Oğuzlar veya Türkmencilik 3) Turancılık, Bugün, gerçekli sahasında, yalnız “Türkiyecilik” vardır. Fakat, ruhların büyük bir özleyişle aradığı Kızıl Elma, gerçeklik sahasında değil, hayal sahasındadır. Türk köylüsü, Kızıl Elma’yı hayal ederken, gözünün önüne eski Türk ilhanlıkları gelir. Gerçekten, Turan ülküsü geçmişte bir hayal değil, bir gerçekti. Milattan 210 sene önce Kun hükümdarı Mete Kunlar (Hunlar) adı altında bütün Etürkelir birleştirdiği zaman Turan ülküsü bir gerçek haline gelmişti. Hunlardan sonra Avarlar, Avarlardan sonra GökTürkler, GökTürklerden sonra Oğuzlar, bunlardan sonra Kırgız-Kazaklar, daha sonra Kur Han, Cengiz Han ve sonuncu olmak üzere Timurlenk Turan idealini gerçekleştirmediler mi? Bir de bazı Avrupalı yazalar, Batı Asya’da aslen Samilere veya Arilere mensup olmayan bütün kavimlere “Turani” adını veriyorlar. Bunların anacı bu kavimlerin Türklerle akraba olduğunu belirtmek değildi. Yalnız Samilerle Arilerden başka kavimler olduğunu anlatmak içindir. Bundan başak, bazı yazarlar da, Şehname’ye göre “Tür” ile “İrec” in kardeş olduğuna bakarak, Turakh’ı eski İran’ın bir kısmı saymaktadırlar. Oysa ki, Şehname’ye göre, Tür ile İrec’in üçüncü bir kardeşleri daha vardır ki adı “Selem” dir. “Selem” ise, İranlı bir boyun dedesi değil, bütün Samilerin müşterek atasıdır. O halde Feridun’un oğulları olan bu üç kardeş, Nuh’un oğulları gibi eski etnografik ayırımların adlarından doğmuştur. Bundan anlaşılıyor ki “Turan“, İran’ın bir parçası değil, bütün Türk illerini8n hepsini içine alan Türk topluluğundan ibarettir. Kaynak: Türkçülüğün Esasları – Ziya Gökalp, Toker Yayınları, 2002 26 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı TÜRKÇÜLÜK ÜZERİNE Türkçülük, hem Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluş felsefesinin resmî ideolojisi, hem de Türk Milliyetçilerinin millî misyonudur. Türkçülük, Türk Milliyetçileri’nin, Türklüğü benimseyen bütün insanların ilk ve öncelikli ideolojik misyonu olduğu için bu konuyu daha iyi anlamak ve daha teferruatlı bilmek gerekir. Türkçülük, yeryüzünde yaşayan bütün Türkler arasında kültür birliğinin sağlanması, sosyal, siyasî ve iktisadî münasebetlerin kurulması ideal ve ideolojisidir. Türklerin kültür bütünlüğünü, millet birliğini ve büyük vatan arzusunu esas alan mefkûreye Türkçülük/Turancılık adı verilir. Turancılık, Türk soylu halkların hür ve gelişmiş toplumlar hâlinde yaşama ülküsünün adıdır ve Türkçülüğün bir sonraki basamağıdır. Türk Milletin millî mefkûresi, Türkçülüktür. Her şey önce hayal edilir, sonra gerçekleştirilir. Türkiye Türklerinin bir millî devlet kurmaları XX. yüzyılın başlarında hayal idi, gerçekleşti. Hayal ve ideal geleceğin yaratıcısıdır. Çok eski yıllarda bir gerçek olan Turan, 1990’lı yıllara kadar hep hayal sahasında idi; bu tarihten sonra adım adım gerçekleşmeye başladı. Farklı coğrafyalarda ve farklı şartlarda yaşamış da olsalar dil, edebiyat, tarih, din, örf, âdet ve gelenek gibi toplumun yaşayış tarzının göstergelerinde benzerlik varsa ve ortak paydalar aynı ise bu topluluklar, bir milletin parçaları demektir. Bugün Adriyatik’ten Çin Seddi’ne, Sibirya’dan Arap yarımadasına kadar uzanan geniş coğrafî sahada meskun bulunan Türlerin dilleri, tarihleri, edebiyatları, sanatları, örf, âdet ve gelenekleri arasında çok büyük benzerlikler vardır. Asırlarca birbirinden uzakta yaşamış olan iki Türk kendi aralarında rahatça konuşup anlaşabilmektedir. Bugün birbirlerinden çok uzaklarda yaşamış da olsalar Türklerin vaktiyle bir mukadderat birliğine sahip oldukları kesindir. Ortak mukadderat, tarihin eski bir döneminde aynı yurtta yaşadıklarını gösterir. Bu Türk yurdunun o günkü adı Turan olabilir. Hüseyin Namık Orkun, Turan adı verilen Türk yurdunu, ‘Türkçülüğün Tarihi’ adlı eserinde şöyle Ülkü Ocakları Genel Merkezi 27 www.ulkuocaklari.org.tr Turan, büyük Türk vatanı, Türk yurdu, Türklerin yaşadıkları bütün ülkeler anlamına gelmektedir. İranlılar Türkistan’a ‘Turan’ adını vermişlerdir. Turan kelimesi bazen Ural-Altay anlamında da kullanılmıştır. Turan, yeryüzündeki bütün Türklerin soy ve kültür birliğini ifade eder. Turan sözü, İran sözüne mukabil olarak kullanılmıştır. Ziya Gökalp Turancılığı, Türkçülüğün uzak ideali olarak düşünür ve ‘uzak mefkure, ruhlardaki vecdi namütenahi bir dereceye yükseltmek için, istihdaf edilen çok cazibeli bir hayal’olarak kabul eder. Mefkûre, milletlerin varlıklarını koruma ve hayatlarını devam ettirebilmeleri için gerekli olan düşüncedir, idealdir, ülküdür. Ülkü Ocakları Eğitim Programı tarif ediyor: ‘Türklerin en eski yurdu Hazar’ın şimal-şark taraflarından doğuya uzanan arazidir. Şimdiki Türkistan bu anayurdun içindedir. O hâlde İran’ın şimalinde Hazar denizi, Akmolinsk platosunun ve daha doğuya Altaylara, bu dağların batı yamaçlarına kadar uzanmakta idi. İşte bu mıntıkaya tarihte Turan adı verilir. Turan arazisi Macar alimlerinden Cholnoky Jenö’nün söylediği gibi ‘arz küresinin hiçbir yerinde benzeri bulunmayan’ bir yurttur. Umumiyet itibarı ile arazinin büyük bir kısmı düzlüktür. Hazar denizi ve Aral gölü arasındaki üst-yurt platosu, Mangışlak platosu bu yurdun belli başlı platoları olduğu gibi Tanrı dağlarının zincirleri buralara kadar uzamış, Karatau ve Nuratau dağlarını vücuda getirmiştir.’ (1) Turan, Türk Milleti’ne mensup insanların ideal yurdudur. Türkiye ise, Batı Türkleri’nin siyasî ve gerçek yurdudur. Turan, bir ideal, bir ülküdür. Ülkü, toplumların can damarıdır, ruhuna hayat veren gıdasıdır. Turan, Türk’ün Kızılelma’sıdır. Turan Ülküsü Türk kültür birliğinin sağlanmasıdır. Kültürü meydana getiren unsurlar dil, din, tarih, edebiyat, sanat, örf, âdet ve geleneklerdir. Bunlar birdenbire oluşmamışlar, uzun zaman içerisinde tekâmül etmişlerdir. Bunlar maddî ve manevî değerler manzumesidirler. Bu manzumeyi geliştirmek, yaşatmak, bütünlüğünü korumak demek Türk Milleti’nin hayatını idame ettirmek demektir. Farklı coğrafyalarda yaşayan Türklerin hayatını huzur içinde, bağımsız bir şekilde devam ettirmek istek ve arzusuna Turan Ülküsü adı verilmektedir. Turan Ülküsü, emperyalizme karşı Türklüğü muhafaza etmek, Türklüğün yaşamasını istemektir. Türkiye dışında yaşayan Türklerle kültür bağlarımızı kuvvetlendirmek, Türkiye’nin ve dünya Türklüğünün istikbâli için şarttır. Her Türk, kendi milletinin bir parçasını oluşturan topluluklar için iyi temennilerde bulunur; aç ise doymasını, açık ise giyinmesini, esir ise hür yaşamasını ister. Aklı başında bir insan, bütün insanların hür ve mesut yaşamasını arzu eder. Gayet tabiî bir Türk de bütün Türklerin bağımsız olmasını, huzur, güven ve barış içinde mesut yaşamasını ister ve bu hususta elinden gelen çabayı gösterir. Bu çaba, duygu, düşünce, hayal ve fikir de olabilir, ideolojik de olabilir, fiiliyata da dönüşebilir. Bu etnolojik ve psikolojik bir hâdisedir. Birleşmiş Milletler Anayasası ve İnsan Hakları Evrensel Bildirisi hükümlerinin Türk toplulukları için uygulanmasını, 250 milyon Türk’ün özgürce yaşamasını istemek, kültür varlıklarının korunması ve geliştirilmesi için iyi niyet beslemek her Türk’ün görevidir. Türkçülük/Turancılık bütün Türklerin bağımsız yaşamasını, kardeş Türk toplulukları arasında kültür bütünlüğünün korunmasını, icabında siyasî birliğin sağlanmasını istemek, bu uğurda mücadele etmek ideal ve ülküsüdür. Türkçülük, Turancılık ülküsünün doğuşu ile ilgili farklı görüşler vardır: Birinci görüş, Turancılık’ın Batılılaşmaya tepki olarak doğduğu iddiasıdır. Bu iddia doğru olamaz; çünkü beşerî ve kültür programı bakımından Batılılaşmayı, modernleşmeyi benimsemektedir. ‘Türkleşmekİslâmlaşmak-Muasırlaşmak’ tezi, Türkçülüğün hem Batılılaşma ile hem de İslâmlaşma ile bir birliktelik oluşturduğunu göstermektedir. İkinci görüş, Panislavizm’e tepki olarak doğduğu iddiasıdır ki, bunda doğruluk payı vardır. Çünkü, Çarlık Rusyası’nın yayılmacı politikası, Türk topluluklarını yutması, onların haklarını gasp etmesi, sıcak denizlere inerek dünya hâkimiyetini eline geçirme ideali ve bu hareketin yol güzergâhında Türk âleminin bulunması Türkleri uyandırmıştır. Türkçülüğün uyanmasında, aksiyon hâle gelmesinde Rusların bu 28 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı tutum ve davranışlarının, Panislavist ideolojinin önemli rolü olmuştur. Çünkü Panislavizm Türkleri tarih sahnesinden silmek istiyordu. Panislavizm akımı Müslüman olmayan unsurlar arasında etnik milliyetçilik hareketlerini körüklemiştir. Gayr-ı Türk unsurlar her yer ve şartta rahatlıkla Türk olmadıklarını, bağımsızlık istediklerini, kendi soylarından insanlarla birleşip grup kuracaklarını/kurduklarını ifade edebilmişlerdir. Bu durum karşısında Devlet-i Âlîye-i Osmaniye’nin asıl unsuru olan Türkler şaşkınlık içerisindedirler. Türkçülük hareketinin temelinde, Türk olmayan unsurların bu düşünce ve davranışlarını organize eden Panislavist akımın büyük rolü olmuştur. Üçüncü ve diğer bir görüş, her insanın kendi kavmini sevmesidir ki bu sosyolojik ve psikolojik bir gerçekliktir. Türkçülük, kültür milliyetçiliğinin adıdır. Aynı soydan insanların bağımsızlığını, özgür bir şekilde yaşamalarını ve onların huzur ve mutluluğunu istemek gayet tabiîdir. Türkiye dışındaki Türkler ile aynı milletin parçaları olduğumuz şuurunu taşımak, kültür birlikteliğimizi muhafaza etmek ve onlar hakkında iyi dilek ve temennilerde bulunmak her Türkiye Türk’ünün aslî görevidir. Tarih de, din de, sosyal mantık da bunu emretmektedir. Türk aydınlar, Osmanlı Devleti sınırları içinde Türklerle birlikte yaşayan yabancıların hızla gelişmekte ve kültür yönünden yetişmekte olduğu, Türk nüfusun gittikçe azaldığı, Ermeni, Rum ve Yahudi gibi azınlıkların iyiden iyiye zenginleştikleri ve devamlı toprak satın aldıkları, buna Türklerde soy ve milliyet fikirlerinin henüz uyanmamış olduğu ve durumun Türkler aleyhine geliştiği gerçeğini fark etmişler ve durumu gün be gün kötüye giden Osmanlı Devleti’ni kurtarmak için formüller aramaya başlamışlardır. Batı’da milliyetçilik duyguları XVIII. yüzyılda belirmeye başlamıştır. Türk Milliyetçiliği’nin temelinin M.Ö. 36’da ölen Asya Hun Kağanı Çi-çi tarafından atıldığı Batılı bilim adamları tarafından ifade edilmektedir. Tarihin bilinen ilk dönemlerinden kalan yazılı belgelerde, kaynaklarda Türklük ile ilgili ifadelere rastlanmaktadır. Orhun Nehri kenarındaki Göktürkler zamanında dikilmiş taş kitabelerdeki şu ifadeler çok önemlidir: ‘Ey Türk, Oğuz Beyleri, kavmi, işidin: Yukarıda Tanrı (gök) basmasa, aşağıda yer delinmese Türk Milleti ülkeni, türeni kim bozar? Ey Türk kavmi kendine dön!’ IX. yüzyılda Câhiz, XI. yüzyılda İbn Hâssûl Türkler’den övgü ile bahsetmişlerdir. Divan-ü Lügat’it Türk’te Hz. Peygamber tarafından Türklerin övüldüğü yazılıdır: ‘Türk dilini öğreniniz, çünkü onların hakimiyetleri uzun sürecektir’, “Yüce Tanrı, benim Türk adlı bir ordum vardır, onları doğuda oturttum. Kızdığım kavmin üzerine onları saldırtırım...’ Yine Divan-ü Lügat’it Türk’te ‘Tanrı’nın devlet güneşini Türk burçlarında doğdurmuş olduğunu ve onların mülkleri üzerinde göklerin bütün teğrelerini döndürmüş bulunduğunu gördüm. Tanrı onlara Türk adını verdi ve onları yeryüzüne İlbay kıldı...’ (2) şeklinde yer alan Kaşgarlı Mahmut’un sözleri çok önemlidir. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 29 www.ulkuocaklari.org.tr Uygurlar döneminde ortaya çıkan ‘Kut Dağı’ efsanesi Türk Milliyetçiliği’ni perçinlemiştir. Ülkü Ocakları Eğitim Programı XV. Yüzyılda II. Murat döneminde, devlet idaresinde Türk töresinin uygulanması, dünyadaki büyük simaların hep Türklerden çıktığına inanılması, İstanbul’un fethi ve bu fethin Hz. Peygamber tarafından müjdelenmiş olması Türk Milliyetçiliği açısından önemlidir. Hucurât suresinin 13. ayetinde insanların kavim kavim yaratıldığı belirtilmektedir. Kavim/millet olduğuna göre milliyetçilik de var olacaktır. Ayette insanların Allah katında takvaca üstün oldukları bildirilmektedir; aynı şey milletler için de geçerli olmalıdır. İslam’a hizmet eden millet diğerlerinden üstün olmalı… Hûd suresinin 118. ayetinde ‘eğer Allah isteseydi insanları tek millet yapardı’ denilirken Errum suresinin 22. ayetinde ‘lisanların ve renklerin farklı olduğu’ belirtilmektedir. Irkçılık ile milliyetçilik kavramları kasıtlı olarak karıştırılmaktadır. Peygamber Efendimiz, ‘Sizin en hayırlınız kendi kavim/ milletini müdafaa edendir; bu yüzden günah işlemedikçe’ ve ‘kişi kavmini sevmekle suçlandırılamaz’ diye buyurmaktadır. O hâlde İslâm’da milliyetçilik vardır ve dolayısıyla Türk’ün Türkçülük yapması günah değildir. XVII. yüzyılda Arapça bir Kur’an tefsiri yazan Vânîzade Mehmet Efendinin (-1684) Arâis ü’l Kur’an adlı eserinde (bkz. İsmail Hami Dânişmend, Türklük Mecmuası, Nu, 2’deki makale) Kur’an’da ‘İslamlığı koruyup kâfirleri kahredeceği’ müjdesinin verildiği ve Türklerin bu işleri gerçekleştireceği ifade edilmektedir. Büyük tefsirci Vânîzade Mehmet Efendi, Maide suresi 54. ayet, Tevbe suresi 39. ayet ve Muhammed suresi 38. ayette bahsedilen toplumların Türkler olduğunu söylüyor. Enâm suresi 89. ayeti iyi anlamak ve yorumlamak gerekir. Görülüyor ki, Türklerin Türkçülük yapmaları dinen sakıncalı değil. Hatta, Bakara suresinin 191. ayeti Turancılığı desteklemektedir. XVIII. ve XIX. yüzyıllarda Osmanlı Devleti’nde Türklükten uzaklaşma temayülü görülmüştür. Bu döneme kadar devletin asıl sahibi ‘mülk-ü millet’ sahibi olan Türklerin milliyetçilik yapmalarına lüzum da görülmemiştir. Osmanlı Devleti içerisinde Türkler, Türklük gayesi gütmemişler, Müslümanlığı esas almışlar, bundan dolayı Arap ve Acem’i akraba gibi görmüşler, hatta din kardeşi olarak kabul etmişlerdir. Araplar ve Acemler Türklere karşı bazı imtiyazlar elde etmişlerdir, İstanbul’da Nakib-ül Eşraf dairesi kurulmuş, iki şahit ile giden Arap ve Acem olan insanlara seyit parası ödenmiştir. Arap ve Acem’e olan bu rağbet üzerine Türk olan Fuzûlî şu mısraları yazmak durumunda kalmıştır. ‘Fuzûlî gökten insan sana yer yok / Yürü var gel ya Arap’tan ya Acem’den.’ Osmanlı Devleti içerisinde hâkim ve asıl unsur olan Türkler yabancı unsurları aşağılamaz ve farklı görmezken onlar aynı duyguları beslememişlerdir. 600 yıl dünyanın en güçlü devleti olarak yaşayan Osmanlı, içinde barındırdığı yabancı unsurların dil, din, âdet ve idare tarzlarına dokunmamış, eritip yok etme çarelerini düşünmemiş, emperyalist olmamış, geniş bir hürriyet hakkı tanımıştır. Osmanlının hâkim ve asıl unsuru Türk olmasına rağmen Türkler ile Arap, Acem, Arnavut, Sırp, Yunan, Rum, Bulgar vs. unsurlar arasında pek ayırım yapılmamıştır. Hatta Sırplar knez, Rumlar primat dedikleri ileri gelenlerini kendileri serbest iradeleri ile seçebilmişlerdir. Fransız İhtilali’nden sonra dünyaya yayılan hürriyet fikirleri Osmanlı içinde de yayılmış ve gayr-ı Türk unsurlar arasında hızla yayılmaya başlamıştır. Osmanlı Devleti’nin son zamanlardaki kötü yönetimi de bunlar için fırsat yaratmıştır. 30 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı Tanzimat’tan sonra ilk ortaya atılan ve Tanzimat’ın temel ideolojisini oluşturan, devletin mevcut sınırlarını korumayı amaçlayan ‘Devlet Birliği’ fikrini esas alan ‘Osmanlıcılık’tır. Osmanlıcılık, devletin mevcut (o zamanki) sınırlarını ve Osmanlı teb’ası çerçevesinde birlik ve bütünlüğü koruyarak devletin devamını sağlamak fikrini ihtiva etmektedir. Bu fikri önce ve samimiyetle Türkler benimsemişlerdir. Çünkü Türkler devletin asıl sahibi, ana unsuru idiler ve kendilerini öyle görüyorlardı. Osmanlı Devleti’nin kurtuluşuna yardımcı olmak maksadıyla 1908’1i yıllardan sonra ortaya atılan önemli siyasî ve ideolojik düşüncelerden biri de ‘İslâm Birliği’ fikrini esas alan ‘İslamcılık’tır. İslamcılık, Müslüman Osmanlılar’ın birliğini organize ederek devletin bekâsını sağlamak fikrini ihtiva etmektedir. Müslüman olmayan unsurlar ayrılsa bile Müslüman Türk, Arap, Arnavut gibi unsurlar arasında birlik sağlanırsa devletin devamlılığı da sağlanır düşüncesi hâkimdir. Zaten Müslüman ve devletin aslî unsuru Türkler ile diğer Müslüman unsurlar arasındaki hiçbir fark yoktur ve hepsi eşit muamele görmektedirler. Dolayısıyla Osmanlı Devleti’nin Türk olmayan fakat Müslüman olan unsurları, kendilerini Türkler kadar hak sahibi olarak görmüşlerdir. İslâm Birliği sağlanırsa devletin bekâsının da sağlanacağı ve Osmanlı’nın yine büyük devlet olarak yaşayacağına inanılıyordu. Bu görüşü de önce ve samimiyetle Türkler savunmuşlardır. Fakat, etnik milliyetçilik ateşiyle yalnız Müslüman olmayan unsurlar değil Müslüman Arap ve Arnavutlar da tutuşmaktadırlar. İslâm Birliği fikri hissî bakınca uygun, fakat devletin kurtuluşu için faydalı ve gerçekçi bir fikir değildir. Nihâyet İslâm Birliği tesis edilemedi... Osmanlıcılık ve İslamcılık denemelerinin başarısızlığı Türk Birliği fikrini öne çıkarmış, aydınların edebî ve siyasî faaliyetlerinin Türkçülük akımını kurtuluş yolu olarak görmelerine vesile olmuştur. Türkçülük ve Turancılık ülküsünün yeni temeli ‘Bütün Türklük’ kavramıyla ifade edilerek 1860’lı yıllarda ortaya atılmıştır. Bu tarihlerde bir fikir ve edebiyat hareketi olarak telâkki edilmiş olan Türkçülük, Avrupa’da gelişen Türkoloji çalışmalarının tesiriyle bir ilim hareketine dönüşmüştür. Bu yıllarda Turancılık, dil, tarih, kültür, soy ve kanları bir olan Türklerin büyük bir devlet hâlinde yaşamalarını savunan ve ‘Türk Birliği’ fikrini esas alan siyasî ve ideolojik bir hareket, Avrupa ortalarından Çin Seddi’ne, Sibirya’dan Arap yarımadasına, Hindistan’a kadar uzanan geniş coğrafî alanda yaşayan, aynı dili konuşan, aynı kültürü hayat tarzı olarak benimsemiş olan Türk topluluklarının hür, mutlu, huzurlu ve dayanışma içerisinde yaşamalarını istemek, bu uğurda fikir üretmek, mücadele etmek ideal ve ideolojisi olarak tarif ve telâkki edilmiştir. Vaktiyle Osmanlılar, Karamanlılar, Akkoyunlular ayrı ayrı yaşamışlar, hatta birbirleriyle savaşmışlar, Ülkü Ocakları Genel Merkezi 31 www.ulkuocaklari.org.tr Askerliğin bütün yükünü omuzlayıp sıkıntısını Türkler çekerken Arnavutlar, ordu içinde ayrı bir sınıf kuruyorlar, kendilerini imtiyazlı sayıyorlar, Arnavutça konuşuyorlar, yoklamalarda dahî Arnavutça karşılıklar veriyorlar... Çerkezler de aynı imkânlara sahiptirler ve kullanmaktadırlar. Bu durum aklı selim Türklerin ruhunu incitmekte, gururunu kırmaktadır. Osmanlı’nın çöküşe doğru gittiği aydınlar tarafından hissediliyordu. Osmanlı çökerse Türk unsur çok perişan olurdu... Gidişe dur demek ve hazırlıklı olmak gerekmekteydi. Montesquie de zaten ‘Letres Persanne’ adlı eserinde Türklerin beceriksiz olduğunu ifade ediyor, ‘yarım yüzyıla varmadan Türkiye’nin geniş ülkesi galip devletlerin zafer sahnesi olacak.’ diyordu. Türkler için durum vahimdi. Türk aydınlara çok iş düşmekteydi. Vaziyetten haberi olmayan Türlerin uyandırılması, Türk olduklarının hatırlatılması, Türklük duygu ve fikirlerinin aşılanması, özellikle halkın anladığı ve konuştuğu dilin yazı dili hâline getirilmesi gerekmekteydi. Devletin ileri gelenleri, aydınlar zıt fikirler içinde çaresiz kalmışlardı, fakat bir arayışın da içindeydiler. Ülkü Ocakları Eğitim Programı sonunda tek millet olarak Osmanlı Devleti adı altında nasıl birleşmişlerse şu an ayrı ayrı yaşayan Türk topluluklarıyla Türkiye Türkleri zamanı gelince birleşecekler veya kültür birlikteliğini sağlayacaklardır. Türk Milleti’nin sadece Osmanlı Türkleri’nden ibaret olmadığı, Osmanlı Devleti sınırları dışında da 180 milyon Türk nüfusunun var olduğu ve bu Türk topluluklarının Osmanlı Türkleri ile aynı soydan geldikleri, dil, tarih, edebiyat, sanat, örf, âdet ve gelenek bakımından aynı potada yoğruldukları, ortak paydalarının bulunduğu bir gerçektir Bu gerçeği, ilk defa 1864 yılında Ahmet Vefik Paşa (1822-1891) Şecere-ı Türkî Tercümesi adlı eserinde ifade etmiştir. Bu ifade, ‘Bütün Türklük’ kavramının da Türkçülük, Turancılık ülküsünün de ilk ışığı, başlangıcı olarak kabul edilebilir. XVIII. ve XIX. yüzyılda Avrupa’da müspet ilimler ile birlikte gelişen milliyetçilik ülküsü, Avrupalı bilim adamı ve tarihçilerini, tarih araştırmalarına ve dolayısıyla kendi millî tarihleri münasebetiyle Türk tarihini de araştırmaya sevk etmiştir. Türk topluluklarının dil, edebiyat, tarih, folklor ve etnografyası hakkında ciddi araştırmalar yapmışlardır. Özellikle Rus, Alman, Fransız ve Danimarkalı bilim adamları Türk tarihi ve medeniyeti ile ilgili araştırmalara ağırlık vermişlerdir. Türk aydın ve bilim adamları Avrupalıların bu araştırma ve inceleme çalışmalarına ancak XIX. yüzyılın ortalarında kalabilmişlerdir. Lise tahsilini Fransa’da yapmış olanAhmet Vefık Paşa,Avrupa’dakiTürkoloji çalışmalarını görmüş, ilgi duymuş ilkTürk bilim adamı ve edibidir. Ülkemizde Türkçülük hareketleri Ahmet Vefik Paşa’nın çalışmaları ile ilk olarak ilmî manada başlamıştır. Ahmet Vefik Paşa’yı lisanî Türkçülük yanında edebî ve bediî Türkçülüğün de ilklerinden saymak yerinde olur. ‘Bütün Türklük’ü filoloji ve tarih sahasında ilk işleyenlerden biri de Leh asıllı Mustafa Celâleddin Paşa’dır (1826-1875). 1869 yılında yayınlayıp Sultan Abdülaziz Han (1830-1876)’a ithaf ettiği ‘Eski ve Yeni Türkler’ adlı eserinde Mustafa Celâleddin Paşa, ‘ilk defa Türk ırkının kuvvet ve genişliğine, bu ırkın insanlık tarihinde oynadığı muazzam role, Türk dilinin zenginliğine, Türkçe’nin başka dillere ettiği yardımlara, Asya ve Avrupa’da geniş bir sahaya yayılmış olan Türklerin münasebetlerine, Osmanlı Devleti dahilinde Türklük fikrine kıymet verilmemekten doğan mahzurlara, Müslüman olmayan Osmanlı teb’asını ırkî ve lisanî bağlarla Türk kitlesine bağlamak lüzumuna dair görüşlere’ (3) yer vermiştir. Müslüman olduktan sonra Osmanlı ordusunda görev almış, pek çok savaşa katılmış ve en son Karadağ Savaşı’nda şehit düşmüş olan Mustafa Celâleddin Paşa’nın Türkçülük ülküsüne hizmeti çok büyük olmuştur. Tanzimat’tan sonra İbrahim Şinasi (1826-1871) ile başlayan dilde sadeleşme hareketi, devlet adamlarınca da desteklenince Türkçülük hareketinin hızla gelişmesine yardımcı olmuştur. Dil ve edebiyat alanında Türkçülük adına ilk şuurlu çıkışı yapanlardan biri İbrahim Şinasi’dir. Şinasi, Batıda eğitim görmüş bir aydın olarak ilk defa dilin millet hayatındaki önemini kavramış ‘muamma gibi bir dille’ ülke meselelerinin çözülemeyeceğini, edebiyatın bu şekilde katkı sağlayamayacağını anlamış ve bunu anlatmaya çalışmıştır. Şinası’nin Türkçülük fikri, kendinden sonra gelen Ziya Paşa (1825-1880), Namık Kemal (18401888), Abdülhak Hamit Tarhan (1851-1937), Halit Ziya Uşaklıgil (1866-1945), Ahmet Mithat Efendi (1884-1913), Şemsettin Şamil (1850-1904), Mehmet Emin Yurdakul (1869-1944), Necip Asım (18611935) gibi şahsiyetler tarafından geliştirilerek devam ettirilmiştir. 32 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı Dil ve edebiyat sahasında Ziya Paşa’nın Türkçülüğü Şinasi’den daha açıktır. Ziya Paşa ‘Şiir ve İnşâ’ adlı makalesinde düşüncelerini açıkça ortaya koymaktadır. Ziya Paşa, Osmanlı ile Türk tabirlerini eş anlamlı olarak şuurlu bir şekilde kullanmıştır. Ahmet Cevdet Paşa (1822-1895) tarafından 1894 yılında çıkarılan İkdam (gazetesi) başlığı altındaki ‘Türk gazetesidir’ ibaresinin ‘Bütün Türklük’ fikrinin açık ve net ifadesi olduğu kabul edilmiştir. ‘Ben bir Türk’üm dinim cinsim uludur.’ diye haykıran Mehmet Emin, Anadolu’dan Bir Ses yahut Cenge Giderken (1897) adlı şiirinin bu ilk mısraı ile Türklüğü Türkçülüğü açıkça ve heyecanla ifade etmiş ve bu mısra bütün Türkçülerin parolası olmuştur. Bu mısra, Türklerin kendi millî kimliklerini artık Osmanlı kamuflajından kurtararak yüksek sesle ifade etmesi anlamına gelir. İlk Türkçülük ve Türkçecilik hareketi 1900 yılında İzmir’de başlamış, sonra Selanik’e taşınmıştır (1911). Necip Asım Bey, Leon Kahun’dan tercüme ettiği Asya Tarihine Giriş ve kendi telifi Türk Tarihi (1900); Şemsettin Sami Bey, Kamûs-ı Türkî (1901) ve Bursalı Tahir Bey (1861-1926) Türklerin Ulûm ve Fünûna Hizmetleri (1911) adlı eserleriyle ‘Bütün Türklük’ ülküsünü devam ettirmeye çalışmışlardır. XIX yüzyılın sonlarında dil, edebiyat ve tarih araştırmalarıyla Veled Çelebi (1869-1950), Raif Paşazade M. Fuad, Ahmet Hikmet (18701927), Ahmet Cevdet, Tunalı Hilmi (1871-1928) ve Emrullah Efendi gibi şahsiyetler Türk Milliyetçiliği ülküsünün gelişip yayılmasına katkıda bulunmuşlardır. Türk dilinin araştırılması, sadeleştirilmesi ve konuşma dilinin yazı dili hâline getirilmesi Türk aydınları tarafından Türkçülük-Turancılık ülküsünün ana tezi olarak benimsenmiştir Türk dili ve tarihi üzerine mahdut sayıda olan eserlere yenilerini ekleme çalışmalarına heyecanla devam edilmiştir Ancak yapılan bu çalışmaları ‘saray’ hoş karşılamamıştır; sade bir dil ile yazmak, sade Türkçe’yi savunan eserler kaleme almak, hatta gazete ve dergilerde dil konusunda tartışmalar yapmak yasaklanmış, sansür edilmiştir. Saray’da, bu çalışmaların Osmanlı’yı çıkmaza sokacağı düşüncesi hâkimdir. Zaten Osmanlı Devleti siyasî ve askerî yenilgilerle perişan durumdadır. Halbuki, dilde sadeleşmeyi savunan Türk aydınları bir taraftan Osmanlı Devleti’ni yaşatmak, diğer taraftan da Osmanlı Devleti sınırlan dışında yaşayan Türk soylu halklarda millî benlik duygusunu uyandırmak, millî kimliklerini kazanmalarına yardımcı olmak ve istikbalde ‘Bütün Türklük’ün gerçekleşmesine hizmet etmek gayesindedirler. Osmanlı Devleti sınırları içinde bu gelişmeler olurken Türklerin yoğun olarak yaşadığı Rusya ve İran’da da benzer gelişmeler yaşanmıştır. Hatta, Türkçülük- Ülkü Ocakları Genel Merkezi 33 www.ulkuocaklari.org.tr Namık Kemal’in şiir ve romanlarıyla öncülük ettiği hamaset edebiyatı, vatanseverlik şuurunun gelişmesine, duygu, düşünce, hayal, heyecan ve mücadele azminin yayılmasına hizmet etmiştir. Ahmet Mithat Efendi, Şinasi’nin görüşlerini, toplumun eğitim görmemiş kesimine ulaştırmaya ve öğretmeye çalışmıştır. Türk, Türklük, Türkçülük, Turancılık kavramlarının doğru ve ilmî anlam kazanması, Türk Milleti hakkında doğru bilgilerin verilmesi, konu ile ilgili araştırmaların derinleştirilmesi, şair-yazar ve bilim adamlarının konu üzerinde hassasiyetle durması, Türkçülük ülküsünün yayılmasında, aksiyon hâle gelmesinde etkili olmuştur. Dil, edebiyat, tarih ve etnoloji üzerine yapılan çalışmalar Türkoloji araştırmalarını derinleştirmiş, ilmîlik vasfı kazandırmıştır Ahmet Vefik Paşa’nın Şecere-i Türkî Tercümesi (1864)’nden sonra hazırladığı Lehçe-i Osmanî (1876) adlı sözlüğü, Mustafa Celâleddin Paşa’nın Leş Turcs Anciens et Modernes (Eski ve Yeni Türkler, 1869) adlı eseri, Süleyman Paşa’nın (1838-1892) Târih-i Âlem (1876)’i, Ahmet Mithat Efendi’nin Ahmet Metin ve Şirzad (1891)’ı Türk Milleti ile ilgili doğru ve ilmî bilgilerin verilmesi hususunda öncü kabul edilebilecek eserlerdir. Ülkü Ocakları Eğitim Programı Turancılık ülküsünün, Osmanlı aydınlarına, Panislavizm’in tahakkümü altında kalmış, mağdur olmuş Türk yurtlarında yetişmiş insanların aşıladığı görüşü ileri sürülmüştür. Azerbaycan’da Mirza Feth Ali Ahundzade (1811-1878) ve ilk Türkçe gazete ‘Ekinci’yi çıkartan Melekzade Hasan Bey Zerdabî, Buhara’da Buharalı Şeyh Süleyman Efendi, Tiflis’te ‘Ziya-yı Kafkasya’yı çıkartan Unsîzade Sait Bey, Kırımda ‘Tercüman’ı çıkartan Gaspıralı İsmail Bey (1841-1914), Kazan’da Şehabeddin Mercanî gibi aydınlar Türkçülük-Turancılık ülküsünün önderleri olmuşlardır. Petersburg Üniversitesi’ni bitirdikten sonra İstanbul’a gelmiş ve Askerî Tıbbiye’yi bitirmiş ve 1897 Türk-Yunan Savaşı’na askerî doktor olarak katılmış olan Azerbaycanlı Türk aydını Hüseyinzade Ali Bey (Turan)’in Yunan Savaşı sırasında yazdığı ‘Turan’ adlı manzume, Turancılık ülküsünün ilk şiiri, kendisi de ilk Turancı olarak kabul edilmiştir. İstanbul’da Harbiye’yi bitirerek kurmay subay olmuş, Sultan Abdülhamit idaresine muhalif olduğu için takibata uğrayıp Paris’e kaçmış, orada siyasî ilimler okulunu bitirmiş, Kuzey Türkleri’nden Kazanlı Akçuraoğlu Yusuf Bey (1879-1935) Turan ülküsünün en faal savunucularından birisidir. Kahire’de bulunduğu sırada orada neşredilen ‘Türk’ adlı gazetede yayımladığı ‘Üç Tarz-ı Siyaset’ (1903) adlı makalesiyle Akçuraoğlu Yusuf Bey Osmanlıcılık, İslamcılık, Türkçülük akımlarından yalnız Türkçülük ülküsünün Türk Milleti’ni kurtarabileceğini iddia etmiş ve Turancılığın siyasî bir akım hâline gelmesine vesile olmuştur. Yazdığı ‘Turan’ şiiriyle Turancılık ülküsünün ilki kabul edilen Hüseyinzade Ali’ye yardım ederek Turancılık’ın bütün Kafkasya’da yayılmasında önemli rol oynayan Türkçülerden biri Ağaoğlu Ahmet Bey, diğeri de Ali Merdan Topçubaşı’dır. 1909 yılında Türkiye’ye gelen Ağaoğlu Ahmet, Türkiye’deki Türkçülük hareketlerinin içinde yer almış ve aktif roller oynamıştır. Ağaoğlu Ahmet Bey 1917 yılında Kafkasya’ya girmiş olan Osmanlı Ordusu’nun siyasî danışmanı olarak Azerbaycan’a da gitmiş ve önemli vazifeler icra etmiştir. Gaspıralı İsmail Bey, Rusya’daki 1905 ihtilâlinden sonra, çıkarmakta olduğu Tercüman gazetesinde, İstanbul Türkçesi’ni kullanmış ve savunmuş; Mehmet Emin (Yurdakul)’i, sade dille yazmış olmasından dolayı övmüş; ‘Dilde, Fikirde, İşte Birlik’ prensibini yaymaya çalışmış ve ‘Bütün Türkçülük’ hareketinin merkezî kişisi olmuştur. Bu arada Kazan Türklerinden Rızaettin Kadı ve Fatih Kenmilerin Şûra ve Vakıf gazetelerinde ‘Bütün Türklük’ konusunu işlediklerini ifade etmeliyiz. İlmî, edebî ve fikrî anlamda Türkçülük hareketi şuurlu olarak Tanzimat döneminde başlamış olmakla beraber 1908 Meşrutiyet inkılâbından sonra çok büyük bir gelişme göstermiş, 1911 yılında ateşlenmiştir. 1908’de Meşrutiyet’in ilânından sonra Türkçülük hareketi siyasî bir akım olarak teşkilâtlanma imkânı bulmuş ve hızla yayılmıştır. Türkiye’de Türk Milliyetçiliği’ni esas alarak kurulan ilk teşkilât, 25 Aralık 1908’de tüzüğü yayımlanan ve faaliyete geçen Türk Derneği’dir. Derneğin amacı tüzüğün 2. maddesinde şöyle belirtilmiştir: ‘Cemiyetin maksadı Türk diye anılan bütün Türk kavimlerin mazi ve haldeki asar, efâl, ahvâl ve muhiti öğrenmeye ve öğretmeye çalışmak, yâni Türklerin âsâr-ı atîkasını, tarihini, lisanlarını avam ve havas edebiyatını etnografya ve etnolojisini, ahvâl-i içtimâiye ve medeniyet-i hâtıralarım, Türk memleketlerinin eski ve yeni coğrafyasını, araştırıp ortaya çıkararak bütün dünyaya yayıp dağıtmak ve dilimizin açık, 34 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı sade, güzel ilim lisânı olabilecek surette geniş ve medeniyete elverişli bir dereceye gelmesine çalışmak ve imlâsını ona göre tedkik etmektir.’(4) Cemiyetin fikir ve düşüncelerini daha geniş kitlelere ulaştırmak maksadıyla 1911 yılında Türk Derneği adıyla bir de dergi çıkarılmıştır. Türk Derneği ve dergisini, 18 Ağustos 1911 yılında kurulan Türk Yurdu Derneği ve bu derneğin çıkardığı Türk Yurdu (Kasım, 1911) adlı dergi takıp etmiştir. Türk Yurdu Derneği’nin amacı, Türk çocuklarına mahsus bir pansiyon açmak ve ‘Türk çocuklarının zekâ ve irfanca yükselmelerine hizmet edebilecek’ bir gazete çıkarmaktır. Türk Yurdu derneği siyasetten ziyade eğitime hizmet edecek, dünya Türklüğünün ortak meselelerine çare arayacak mecmuada da Türk âleminin menfaatleri müdafaa edilecektir Türkiye’de kurulan Türk Derneği ve Türk Yurdu Derneği aynı adla çıkardıkları dergilerle Turancılığı hem siyasî alanda gerçekleştirmek hem dil, edebiyat ve sanat alanında ortaya koyarak geniş kitlelere yayılmasın sağlamak istemişlerdir. İstanbul’da bu gelişmeler yaşanırken Türkiye dışında, Selanik’te de Türkçülük fikrinin şekillenmesine hizmet eden Genç Kalemler dergisi çıkarılmıştır. Genç Kalemler dergisi Türkçü anlayışla Millî Edebiyat akımına öncülük etmiş ve dilde Türkçülüğün gelişip yayılmasına önemli ölçüde katkıda bulunmuştur. Bu dönemde Türkçülüğün fikir lideri Genç Kalemler’deki yazılarıyla dikkat çeken Ziya Gökalp’tir. Yayınladığı Turan manzumesiyle Turancılık’ı benimsediğini açıkça ortaya koymuştur. İstanbul’da, ‘İslâm kavimlerinin başlıca mühimi olan Türklerin millî terbiye ve ilmî, içtimaî, iktisadî seviyelerinin ilerleme ve yükselmesiyle Türk ırkı ve dilinin kemaline çalışmak’ amacıyla Türk Ocağı (12 Mart 1912) adlı bir yeni dernek kurulmuştur. Türk Ocağı, Türkçü derneklerin en uzun ömürlüsüdür. İttihat ve Terakki Cemiyeti hem Türk Ocağı derneğine hem Türk Yurdu’na sahip çıkmak için maddî ve manevî yardımlarda bulunmuştur, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin bazı üyeleri daha önce de Türk Derneği’ne gidip gelmişlerdir. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kontrol altına almak istemesine rağmen bu dernekler muhtariyetlerini korumuşlardır. II. Meşrutiyet’ten sonra Türkçülük ülküsü Türk Ocağı’nda beslenmiştir. Hamdullah Suphi Türk Ocakları’nı teşkilatlandırmaya çalışırken, İttihad ve Terakki Fırkası Merkez Heyeti’nin nüfuzlu bir üyesi olan Ziya Gökalp de Türkçülüğü sistemleştirmek için gayret sarfetmiştir. Türkçülük ülküsünün ilmî, siyasî, fikrî ve edebî anlamda gelişip yayılmasına en büyük hizmeti Ziya Gökalp yapmıştır. Ziya Gökalp’e göre Turancılık, Türk Millî Kültürü’nü esas alan, muasır medeniyet seviyesine ulaşmış, bağımsız bir Türk Devleti kurmak; dil, edebiyat, tarih, felsefe ve ülkü ile donanmış şuurlu, idealist, millî kimlik kazanmış bir Türk nesli yaratmaktır. Turancılık, henüz Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmadığı 1911’li yıllarda hızla gelişmeye başlamıştır. O devirde Ziya Gökalp Türk Milleti’ne mensup insanların Türkiye, İran, Irak, Yunanistan, Bulgaristan, Romanya, Macaristan, Yugoslavya, Çin ve Rusya gibi ülkelerde yaşamakta olduklarını, geçmişte bu insanların bazen birlik sağlayıp birlikte yaşadıklarını bazen ayrı ayrı müstakil devletler kurduklarını, gelecekte yine büyük bir devlet hâlinde birlikte yaşayabileceklerini veya ayrı ayrı devletler hâlinde işbirliği içinde yaşayabileceklerini, bunun mümkün olabileceğini, dolayısıyla Türk kültür birliği için çalışmak, mücadele etmek lâzım geldiğin ifade etmiş ve bu düşüncelerini makale, şiir ve konuşmalarıyla geniş kitlelere ulaştırmaya çalışmıştır. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 35 www.ulkuocaklari.org.tr İttihat ve Terakki Fırkası üyelerinin Türkçülük yapmalarında, Türkçü derneklerle temas hâlinde olmalarında en büyük pay Ziya Gökalp (1876-1924)’e aittir. Hamdullah Suphi Bey (1886-1966)’in Türk Ocağı’ndaki faaliyetleri çok verimli olmuştur. Gençler arasında Türkçülük fikrinin hızla gelişip yayılmasında önemli rol oynamış, zekâ ve asaletiyle, fevkalâde hitabet kudretiyle gençleri etkilemiş, ocağa üye olmalarını sağlamıştır. Ülkü Ocakları Eğitim Programı Ziya Gökalp, 1911’de Genç Kalemler’de yayınladığı ‘Turan’ manzumesinde: ‘Vatan ne Türkiye’dir Türklere, ne Türkistan/Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir; Turan’! diyor, hayalindeki ülkeyi tarif ediyor. Manzumede ‘büyük ve müebbet’ bir ülke olarak tarif edilen hayal ülke, Türk aydın ve gençlerinin gönüllerini ısıtan bir güneş, ruhlarını besleyen bir pınar ve kalplere ümit ışığı olmuştur. Devir, dünya Türklüğünün uyanmaya, millî uyanışın kıpırdamaya başladığı bir devirdir. Gökalp’in bu iki mısraı artık dünya Türklüğünün parolası hâline gelmiştir. Ziya Gökalp’e göre Turan bir ülkünün (mefkûre) adıdır. Turan ülkesinin sınırlan siyasî bir sınır değil, bir mefkûre ile çizilmiş sınırdır. Bu sınır sadece Türkiye’nin hududu değil, bütün Türkleri içine alan bir sınırdır. Ziya Gökalp ‘Türkçülük ve Türkiyecilik’ başlıklı makalesinde Türk kültür birliğini şöyle izah eder: ‘Türkçüler Türkiye ile beraber Türklüğü de düşünenlerdir. Bugün Türkçülüğün yegâne gayesi hars birliğidir. Binaenaleyh, bugün hiçbir Türkçü, Kafkas Azerbaycan’ını, Kırım’ı yahut da diğer bir Türk ülkesini memleketimize ilhak tasavvurunda değildir. Türkçülerin bu ülkeler hakkındaki temennisi, bunların müstakil devletler hâlini alarak tam istiklâle nail olmalarıdır.’ XX. yüzyılın başlarında, Osmanlı Devleti, 600 yıllık ihtişamlı hayatının en zor dönemlerini yaşamaktaydı. Fransız İhtilâli’nden sonra bütün Avrupa’ya yayılan milliyetçilik hareketleri Osmanlı Devleti’nin bu zor dönemlerinde Türk olmayan unsurlar tarafından ateşli bir şekilde savunuluyor, taraf buluyordu. Bu durum devlet aleyhinde hızla gelişirken devletin aslî unsuru Türkler sessiz kalıyorlardı. Bu dönemde artık Osmanlıcılık akımının bir faydası olmadığı/olmayacağı anlaşılmıştır. Yine bu dönemde İslamcılık akımı da fonksiyonunu tamamlamış ve bir hayal konumuna düşmüştü. Devletin hâkim unsuru Türkler de, Türk aydınları da bir şeyler yapmak mecburiyetinde olduklarının idraki içerisindeydiler. Bu şartlar altında Türk aydının parolası ancak milliyetçilik, Türkçülük olabilirdi Türkçülük-Turancılık fikri bu dönemde kabul görürdü. İşte bu sırada Ziya Gökalp, Genç Kalemler Dergisi’nde meşhur Turan manzumesini yayınladı. Turan manzumesi devrin şartları içinde Türk kültür ve fikir hayatında bir dönüm noktasının işareti oldu. Bu manzume, açıkça Türk kültür birliği tezini ihtiva ediyordu. Bu dönemlerde bazı insanlar tarafından büyük devletlerin himayesine girmenin kurtuluş yolu olacağı tavsiye edilmektedir. Halbuki Atatürk ve milliyetçi arkadaşları o zamanlar millî devletin temelini atmak için mücadele etmekteydiler. 1908-1913 yılları arasında bir edebiyat, sanat ve fikir hareketi olarak gelişen Türkçülük-Turancılık ülküsü 1913’lü yıllardan sonra siyasî sahada da gelişme göstermiş ve devletin resmî siyasetine dönüşmüştür. Türkçülük-Turancılık ülküsü özellikle 1908-1913 yılları arasında olmak üzere pek çok kıymetli eserin ortaya çıkmasına vesile olmuştur Bu yıllarda, Türk aydınında belirgin hâle gelen Türkçülük şuuru, Ahmet Hikmet Müftüoğlu (1870-1927) tarafından Gönül Hanım ve Altın Ordu, Halide Edip Adıvar (1884-1964) tarafından Yeni Turan adlı eserlerin yazılmasına, Adnan Saygun tarafından Özsoy operasının hazırlanmasına ve ressam Münif Fehim tarafından o müthiş tabloların yapılmasına vesile olmuş, zemin hazırlamıştır. XX. yüzyılın başları, çok geniş ve farklı coğrafyalarda yaşayan Türkler arasında millî şuurun uyanmaya başladığı bir dönemdir. Osmanlı Devleti hudutları dışında yaşayan Türklerdeki hürriyet heyecanı Turancılık ülküsünün hızla yayılmasına vesile olmuştur. Hürriyetini kaybetmiş bütün Türkler gözlerini Türkiye’ye çevirmişlerdir. Bu yıllarda hürriyetini kaybetmiş büyük bir Türk nüfus Çarlık Rusyası’nın sınırları içinde yaşamaktadır. 1917 yılı sonlarında Rusya’da gerçekleşen Komünist İhtilâl, Çarlık idaresini devirmiştir. Rusya sınırları içinde yaşayan Rus olmayan topluluklar kendi idarelerini ancak ihtilâlden sonra kurabilmişlerdir. 36 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı Rusya yıllarca, ayrı alfabeler icat ederek ayrı milletler yaratmaya, Kazak, Kırgız, Özbek, Türkmen, Başkurt, Tatar, Çuvaş, Karakalpak, Azeri, Hakas, Yakut, Balkar, Karaçay, Nogay, Kumuk gibi milletler oluşturmaya çalışmış fakat başarılı olamamıştır; Türkçülük-Turancılık ülküsünün bunda önemli rolü olmuştur. Birinci Dünya Savaşı yıllarında Turancılığın en tanınmış şahsiyeti Harbiye Nazırı ve Başkumandan Vekili Enver Paşa (1882-1922)’dır. Enver Paşa siyasî ve askerî lider konumundadır. Turancılık idealiyle Kafkasya ve İran (Türklerin esaret altında yaşadığı bölgeler) üzerine askerî harekâta girişmiş, fakat başarılı olamamış, Osmanlı Devleti çökmüş, kendisi de 4 Ağustos 1922’de ‘Turan İhtilâl Ordusu’nun Türkistan Cephesi Kumandanı ve Emir-i Leşker-i İslâm-ı Buhara’ sıfatıyla Pamir Dağları eteklerinde Ruslarla çarpışırken şehit olmuştur. Türkçülüğü devlet sahasında tatbik eden en büyük devlet adamı Mustafa Kemal’dir. Mustafa Kemal döneminde sosyal ve kültürel etkinlikleri ihtiva eden, millî tarihin incelenmesi, Orta Asya ve Türkiye dışı Türk tarihinin araştırılması, Türk dilinin zenginleştirilmesi, kültür hazinelerinin taranması ve eski Türk kahramanlıklarının ortaya çıkarılması yönüyle millî kültür esas alınmış, ‘Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür.’ şeklinde özetlenen bir millî kültür politikası uygulanmıştır. Bu hususta Mustafa Kemal, Ziya Gökalp’in fikir ve düşüncelerinden büyük ölçüde faydalanmıştır. Mustafa Kemal şuurlu bir Türkçüdür, Turancıdır. O, bir taraftan ‘Bugün ölümsüz gibi görünen nice güçlerden ilerde belki pek az bir şey kalacaktır, işte o zaman Türkiye, ne yapacağını bilmelidir. Bizim Ülkü Ocakları Genel Merkezi 37 www.ulkuocaklari.org.tr Birinci Dünya Savaşı’nda Türk Milleti’ne, askerine ve aydınına millî şuur ve heyecan şırınga eden manevî güç Türkçülük ülküsü olmuştur. Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkması, memleketin dört bir köşesinin bilfiil işgal edilmesi Turancılık ülküsünü üzeri küllenmiş kor hâline sokmuş, ancak söndürememiştir. Batı Türkleri içinde büyük ideallerin adamı, Turancılık ülküsünün siyasî ve askerî lideri Enver Paşa’nın Rusya’daki komünist rejime karşı Türkistan’da başlattığı askerî harekâtın başarısız olması, Türk ordusunun Kafkasya’dan çekilmesi ve 1918 Mondros Mütarekesi ile yenilginin resmen kabul edilmesi neticesinde Turancılık ülküsü büyük bir darbe yemiştir. Ara sıra kara günler yaşamış olmakla beraber tarihin her döneminde büyük devletler kurmuş, son altı yüz yılda dünyanın hâkim ve en güçlü milletinin bir ferdi olarak yaşamış olan Türk aydınları o ihtişamlı Osmanlı Devleti’nin çöküşüne şahit olmuşlardır. I. Dünya Savaşı’nın galipleri, Türk Milleti’ni feci şekilde cezalandırıyor ve aydınlarını zindanlara kapatıyorlardı. Devletin ileri gelenleri ve aydınlar Hatay, Musul, Kerkük ve Batı Trakya gibi öz topraklarını bile millî sınırlar dışında bırakmaya razı olarak savaşın bir an önce bitmesi, işgal kuvvetlerinin ülkemizi terk etmesi ve zulmün sona ermesi için çabalıyorlardı. Birinci Dünya Savaşı sonuna kadar birer ateşli Türkçü olan Türk aydınları, son bir gayret ve mücadele azmiyle harekete geçmişler, Millî Mücadele Hareketi’ni başlatmışlar ve zafere ulaşarak Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kurmayı başarmışlardır. Türkçülük, Turancılık ülküsü Millî Mücadele Hareketi’nin ateşleyicisi olmuş, bu millî şuur sayesinde millî istiklâli temin hareketi başarıya ulaşmıştır. Millî Mücadele Hareketi’nin baş kahramanı Mustafa Kemal, (1881-1938) Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin de başında idi. Dünyada ender yetişen zeki, idealist, çalışkan bir devlet ve siyaset adamı olan Mustafa Kemal, Yeni Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde Türk Milliyetçiliği’ni, Türkçülüğü, hatta tarih ve kültür anlayışı bakımından Turancılığı devlet politikası hâline getirmiş ve bu doğrultuda çok büyük atılımlar gerçekleştirmiştir. Ülkü Ocakları Eğitim Programı bu dostumuzun (Sovyetler) yönetiminde dil bir, inanç bir, öz bir kardeşlerimiz vardır. Onları arkalamaya hazır olmalıyız. ‘Hazır olmak’, yalnız o günü susup beklemek değildir, hazırlanmak lâzımdır.’ (İsmet Bozdağ, Atatürk’ün Avrasya Devleti, Tekin Yay., İst., 1998) sözleriyle düşüncelerini açıklarken bir taraftan da Bulgaristan’da kalan yoğun Türk nüfusunun millî benlik kaybını önlemek ve millî duygu, düşünce ve heyecanlarla donatılmalarını sağlamak için Bulgaristan konsolosluğuna atadığı Nüzhet Haşim Sinanoğlu’na gizli bir görev vererek düşüncelerini uygulamaya çalışmıştır. (5) Hatay’ın Türkiye’ye ilhakı, Atatürk’ün Turancılık ülküsünü devlet sahasına tatbikinin en güzel misalidir. Mustafa Kemal düşüncelerinde samimidir, ancak, Yeni Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin de milletin de durumunu çok iyi bilmektedir. Halk sefil, perişandır; devlet henüz tam rayına oturmamıştır. Bu şartlarda Turan düşüncelerinin veya çalışmalarının fayda yerine zarar getireceğini idrak etmektedir. Şu gerçek iyi bilinmelidir; Atatürkçülük, Türkçülüğün fikir sahasından aksiyon hâle gelerek devlet sahasına uygulanışın adıdır. ‘Ne mutlu Türküm diyene’, ‘Bir Türk dünyaya bedeldir’, ‘Benim yegâne fahrim Türklükten başka bir şey değildir’ gibi sözleri, O’nun, nasıl samimî bir Türkçü olduğunu ispat etmeye yeterlidir. Atatürk tarafından Türk Dil Kurumu (1931) ve Türk Tarih Kurumu (1932)’nun kurulması, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinin açılması çok önemlidir. Dönemin en önemli kültür ve yaygın eğitim kuruluşlarından biri olan Türk Ocağı’nın 1927 yılında tüzüğünde değişiklik yapılmış, faaliyet sahası daraltılmış ve ‘Türk Ocağı’nın faaliyet sahası sadece Türkiye Cumhuriyet sınırlarıdır.’ denilerek Turancı düşünceler beklemeye bırakılmıştır. 1931 yılında da, Turancılık ülküsünün en iyi şekilde beslendiği Türk Ocakları, Halkevlerine çevrilmiştir. Zira, Turancılık ülküsü öldürülmemiş, üstü küllenmiş kor ateş gibi yüreklerde yanarak yaşamış, aydınlar arasında yeşermeye, gelişmeye devam etmiştir. Atatürk’ün ölümünden sonra şartlar ve uygulamalar değişmiş, hümanizm adına Türk Millî Kültürü’ne saldırılar başlamış, millî menfaatlerden uzaklaşılmış, hümanist ve sosyalizan bir eğitim ve kültür politikası ağırlık kazanmış, Marksist akımın güçlenmesine fırsat verilmiş, küçük bir zümreye imtiyazlar tanınmış, halk sindirilmeye çalışılmış ve hümanizm yenileşme düşüncesine malzeme yapılmıştır. Halbuki yenileşme, millî kültür politikası çerçevesinde daha hızlı yol alabilirdi. Bu duruma aydınlar, gençler ve geniş halk kitleleri tarafından tepki gösterilmiş ve tepkiler yüksek ses ile dile getirilmeye başlanmıştır. 1930’lu yıllardan itibaren Hüseyin Nihal Atsız (1905-1975) ve arkadaşları tarafından yürütülen Türkçü, Turancı fikir hareketleri dernekler vasıtasıyla gelişiyor ve çeşitli dergi ve kitap yayınlarıyla besleniyordu. Atatürk’ün ölümünden sonraki uygulamalara, hükümetin icraatlarına, yaşanan olaylara Nihal Atsız ve arkadaşları tarafından gösterilen tepkiler üniversite öğrencilerine ve geniş halk kitlelerine de yansımış, tepkilere hükümetten yankılar da gelmeye başlamıştır. 1940’lı yıllarda Alman Nazizmi’ne yüksek sesle tepki gösteren Nihal Atsız ve arkadaşları, II. Dünya Savaşı’nın yaşandığı yıllarda, savaşı kazanma ihtimali artan Sovyetlere şirin gözükmek için komünizan faaliyetlere göz yuman idarecilere ve komünistlere karşı da sert tepki göstermişler ve açıkça tavır almışlardır. Tek parti döneminde hükümetlerin yönetimi baskıyı, istibdat yönetimini andırır uygulamaları tercih edince rahatsızlıklar ilk defa 3 Mayıs 1944’te Ankara’da yapılan gösterilerle dile getirilmiş, yöneticiler protesto edilmiştir. Bu gösteriler sayesinde Türkçülük hız ve dinamizm kazanmıştır. 38 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı 19 Mayıs 1944 tarihinde Cumhurbaşkanı İsmet İnönü bayram nutkunda Türkçülüğü-Turancılığı ‘zararlı fikir hareketi’ ilan etmiş, Türkçüleri ağır bir dille suçlamış ve tutuklanmalarına, ‘Irkçılık-Turancılık’ suçundan mahkemeye verilmelerine yardım etmiştir. Tutuklananların başında Türkçülük-Turancılık ülküsünün bayrağını taşıyan Hüseyin Nihal Atsız vardır. Atsız, hiçbir zaman maddî ve manevî çıkar hesabı yapmayan, makam ve ikbal peşinde koşmayan, Türk’ün kıymet hükümlerini her şeyin üzerinde tutan, ruhunu Türklük pınarından besleyen, Türkçülüğün suç sayıldığı dönemlerde bile Türkçülük yapan, dik başlı, çalışkan, araştıran, yazan ve konuşan bir insandır. Düşmanları tarafından dahi takdir edilen karakteristik özellikleriyle Türkçülüğün bayraklaşan ismi olmuştur. Gençlik Türklük sevgisini, Turancılık ülküsünü onun roman, şiir ve makalelerinden öğrenmiştir. ‘Irkçılık-Turancılık’ davasından tutuklananlar askerî mahkemeden berat etmişler ve serbest bırakılmışladır. 1945’te çok partili sisteme geçilmiş, muhalefet partileri ilk girdikleri seçimlerde başarısız olmuşlar ancak, 1946-1950 yıllan arasında hükümetin millî menfaatlere aykırı ve küçük bir zümreye hak ve hürriyetler tanıyan uygulamalarımı propaganda malzemesi yaparak ve Türkçülerin gösteri ve tepkilerine destek vererek 1950 seçimlerinde başarıya ulaşmışlardır. Türkçülük-Turancılık ülküsü hiçbir zaman beyinlerden silinip atılmamış, gönüllerde kor ateş gibi sessizce yanmaya yıllarca devam etmiştir. 1990 yılının başlarında yoğun Türk nüfusun yaşadığı Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (S.S.C. B.) dağılmış bu ülkenin sınırları içinde yaşayan Türkler müstakil devletler hâlinde tekrar tarih sahnesine çıkmışlardır. Bugün tarih sahnesinde yedi Türk Cumhuriyeti ve bir o kadar da muhtariyet kazanmış; Türk toplulukları vardır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti bu kardeş Türk devlet ve muhtariyetleriyle siyasî, iktisadî ve kültürel işbirliği içindedir. Türkiye Türkleri, kardeş Türk Cumhuriyetleri’ni kendi vatanlarında bağımsız, huzur ve refah içinde yaşamaları için maddî ve manevî yönden desteklemek ve onlarla kültürel bağlarımızı sağlamlaştırmak gereğine inanmakta, bu bilinçle hareket etmektir. Günümüzde Turancılık ülkü ve ideolojisinin hedefi bağımsız Türk topluluklar arasında siyasî, iktisadî, sosyal ve kültürel işbirliğinin artırılması, esir olan Türk topluluklarının hürriyete kavuşmaları ve bağımsızlıklarını kazanmaları için kamuoyu oluşturulması, Birleşmiş Milletler (BM.) tarafından tanınan Türk Cumhuriyetleriyle Birleşik Türk Devletler Konfederasyonu’nun gerçekleştirilmesi gibi telakki edilmektedir. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 39 www.ulkuocaklari.org.tr Yunan, ‘Megalo İdea’ ile Yunancılık; Alman, ‘Pangermanizm’ ile Almancılık; İtalyan, ‘Irrendentanizm’ ile İtalyancılık; Rus, ‘Panislavizm’ ile Rusçuluk... yaparken dünyanın en eski, en asil, en kahraman, en zeki, en medenî, en necip milleti olarak kabul edilen Türkler niçin Türkçülük yapmasınlar? Dünyada ilk amme hukuku Türkler tarafından geliştirilmiş ve uygulanmıştır. Demiri ilk Türkler bulmuşlar, ok ve yayı yapmışlardır. Atı Türkler ehilleştirmiştir. Yoğurdu insanlığa Türkler hediye etmiştir. Çinlilere perde, masa kullanmasını, Avrupalılara hamamı ve banyo yapmayı, Romalılara gömlek giymeyi, Batılılara ceket ve pantolon giymeyi; insanlığa devlet kuruculuğu ve teşkilatçılığı, hürriyet ve medeniyeti Türkler öğretmiştir, Çinlilere Çin Seddi’ni, Bizanslılara İstanbul surlarını Türkler yaptırmışlardır. Ülkü Ocakları Eğitim Programı KAYNAKLAR 1 Hüseyin Namık Orkun, Türkçülüğün Tarihi, Kömen Yay., 2. bs., Ank., 1977 2 Kaşgarlı Mahmut (hzl.Besim Atalay), Divanü Lügat’it Türk, C.1, TDK Yay., 3.bs., Ankara, 1992, s. IV 3 Prof. Yusuf Akçura (Haz. Nejat Sefercioğlu), Yeni Türk Devletinin Öncüleri, KB Yay., Ankara, 1981, s.23-24 4 Prof. Yusuf Akçura, age., s.189 5 Turgay Tüfekçioğlu, Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu ve Türkçe, Hat Mtb., Bursa, 1999 40 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı ALPARSLAN TÜRKEŞ VE TÜRK BİRLİĞİ ÜLKÜSÜ Kaynağı kadim döneme kadar uzanan Türk milliyetçiliğinin somut bir fikir akımı hâline gelmesinin kökleri, Osmanlı Devleti’nin gerileme dönemine uzanmaktadır. Osmanlı Devleti’nin on sekizinci yüzyılın son çeyreğinden itibaren başlayan irtifa kaybının on dokuzuncu yüzyılda artarak devam etmesi, yirminci yüzyılın başında Osmanlı’nın artık dünya siyasetinde dengeleri belirleyen rolünü sona erdirmiş ve “hasta adam” olarak anılmaya başlanmasına yol açmıştır. Mevcut durum karşısında hâl çareleri aranırken çözüm olarak ortaya çıkan muhtelif fikir akımları vardır. Bunlar içerisinde, Türkçü çözüm açısından Yusuf Akçura’nın “Üç Tarz-ı Siyaset” adlı eseri büyük önem arz etmektedir. Bu çalışmada ortaya konan tahlilde, nispeten daha yeni bir akım olan Türkçülüğün ve bu bağlamda Türk Birliği’nin çözüm için gerekliliği ortaya konmuş; diğer akımların tatbikinin zor olduğu ifade edilmiştir[1]. Türkçülük taraftarları için önemli diğer bir isim ise Ziya Gökalp’tır. Yazdığı yazılarla Türkçülük fikrini sistematik hâle getirmeye çalışan Gökalp, Cumhuriyet’ten önce İttihat ve Terakki tarafından desteklenmiş ve âdeta bu partinin ideolojik zemindeki temsilcisi olmuştur. 1923 yılında yayımlanan “Türkçülüğün Esasları” adlı eserinde, Türkçülüğün Türkiye sınırları ile kısıtlanamayacağını belirten Gökalp, Türk Milliyetçiliği ülküsünü kademeli olarak üç dereceye ayırmıştır: “Türkiyecilik”, “Oğuzculuk veya Türkmencilik” ve “Turancılık”[2]. Çıkmazdan kurtulmak için ortaya atılan çözüm önerileri içinde Türkçü bakışın böyle bir istikamet belirlemesinin altında yatan saik, küçülen devletin makas değiştirerek yeniden büyümesi stratejisidir. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 41 www.ulkuocaklari.org.tr Büyük devlet adamı ve millet sevdalısı Başbuğ Alparslan Türkeş’in ölümünün üzerinden tam on sekiz yıl geçti. Bu süre zarfında yaşananlar, hızlı ve bir o kadar da inanılmayacak gelişmeler olarak tarihte yerini aldı. Türkiye’nin o günden bu yana geldiği nokta, iki yüz yıllık tarihî süreçte ortaya çıkan gelişmelerin yaklaşık yirmi yılda tekrarlanmaya yüz tuttuğuna işaret ediyor. Bu sebeple Alparslan Türkeş’i ve temsil etiği siyasi çizgiyi ortaya çıkaran süreci anlamak aslında, bu tarihî gelişmeleri hatırlamaktan ve anlamaktan geçiyor. Ayrıca bu hatırlama ve anlamanın önümüzdeki dönemde ortaya çıkacak gelişmeleri yönlendirmede önemli bir rehber olması da kuvvetle muhtemel zira zamanın ruhu benzer bir istikamete doğru yol alıyor. Ülkü Ocakları Eğitim Programı Atatürk’ün “fikirlerinin babası” olarak nitelendirdiği Gökalp’ın belirlediği istikamete uygun olarak yol kat etmeye başlayan genç Türkiye Cumhuriyeti, Türkiye sınırları içinde Türklüğün ve Türk milliyetçiliğinin yeniden dirilmesi temeli üzerinde yükselmeye başlamıştır. İstikbalini son bir atılış, müthiş bir gayret ve bin bir güçlükle Sakarya Nehri’nin kıyısından çeviren; yeryüzündeki soydaşlarının ve dindaşlarının hemen hemen tamamının esir ya da etkisiz durumda olduğu Türkiye Türklerinin yeni idarecileri, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluşu aşamasında Türk milletinin yüzyıllardır yüklendiği “Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi” hedefi ile resmi ve hukuki bir bağ kurmamışlardır. Ancak devletin derin vicdanından bu ülküyü çıkarmayı da düşünmemişlerdir. Bu sebeple Türkiye dışındaki Türklük ihmal edilmemiş; kısmen resmi, genellikle de gayrı resmi olarak ama şuurlu bir şekilde “Dış Türkler” ile bağlar devam ettirilmiştir[3]. 1923-1938 yılları arasındaki bu dönemde yaşanan en büyük talihsizlik, Gökalp’ın 1924’te, çok erken bir tarihte hayata gözlerini yumması olmuştur. Atatürk’ün ölümü de aynı derecede büyük bir talihsizliktir zira bu kayıp, nispeten Türkçü çözüm modelinin devletin zirvesindeki uygulayıcısının da kaybı anlamına gelmektedir. İsmet İnönü ile başlayan sonraki yeni dönemde artık “Batıcılık” olarak tasnif edilen ve Atatürk dönemi politikalarının tam tersi yönünde izlenen bir yol, ön plana çıkmıştır. 1939-1945 arası cereyan eden İkinci Dünya Savaşı’nın galip devletleri arasında SSCB’nin de yer alması, Türk milliyetçiliği düşüncesinin her anlamda devlet katından tasfiyesine yol açmıştır. Nitekim bu dönemde meydana gelen 3 Mayıs 1944 Türkçülük Olayları, sonraki dönemde oluşacak bu olumsuz durumun en açık işaretidir. İnönü dönemi uygulamalarına bir tepki olarak ortaya çıkan ve “Türk Milliyetçiliği Hareketi”nin dönüm noktalarından birini teşkil eden 3 Mayıs olaylarının baş kahramanı, hiç şüphesiz Hüseyin Nihâl Atsız’dır. Ancak yargılanan sanıklar içinde dikkat çekenlerden biri de o tarihte genç bir subay olan Alparslan Türkeş’tir. 3 Mayıs yargılamalarında, dava dosyasında yer alan ve Atsız’a yazdığı 4 Nisan 1944 tarihli mektupta Türkeş, “… Milletin içinde bulunduğu tehlikelerden kurtulması mümkündür. Atsız’ın kılıncından keskin olan kalemi bu işi her hâlde muvaffakiyetlendirecektir. Kalem kifayet etmezse o zaman işi silahlara bırakacağız. Türkçülük yolunda ruhumuz, yüreğimiz, kılınçlarımız seninle beraberdir. Ebedî Türk milleti mes’ut ve şerefli günlere kavuşacak, bütün Türkler bir devlet hâlinde bir bayrak altında toplanacaklardır…”[4] diyecek kadar Türk milliyetçiliği ülküsüne bağlılığını ortaya koymuştur. Kararlı bir ruh hâlini de yansıtan bu satırlar ve söz konusu yargılama, Türkeş’in Türk kamuoyu tarafından hafızaya alındığı ilk önemli olay olarak tarihe geçmiştir. 27 Mayıs 1960 İhtilâli’nde Türkeş bu sefer, “ihtilalin kudretli albayı” olarak tanınacak ve yeniden hatırlanacaktır. Başbakanlık Müsteşarı olarak görev yaptığı kısa sürede, yaptığı icraatlarla kendinden söz ettiği Türkeş, sadece kamuoyunun değil aynı zamanda başka bazı odakların da dikkatini çekecektir. Kaynağı Türkiye dışına uzanan bu dikkat, 27 Mayıs İhtilâli’ni yapan ekibin kendi içindeki anlaşmazlığı olarak kamuoyuna yansıyacak ve bir tasfiyeyle sonuçlanacaktır. Tasfiye edilen on dört kişiden biri de bu grubun doğal lideri olan Türkeş’tir. Hindistan’a sürgüne gönderilen Türkeş, her şeye rağmen diğer arkadaşlarıyla çeşitli vesilelerle ve değişik yollarla görüşmeye devam etmiştir. Arkadaşlarına yolladığı mektuplarda, 14’ler grubu için “Türklüğün ümit dünyasını aydınlatan meşale”[5] nitelemesini yaparak 42 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı “Türk Dünyası” mefhumunun kendi kafasındaki yerini de ifşa etmiş ve gelecekteki siyasi mücadelesinin şifrelerini vermiştir. Türkiye’ye döndükten sonra, 14’lerin bir kısmı ile beraber CKMP’ye katılarak Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi’nin siyasi zeminde de temsiline yönelik attığı adım, aynı zamanda Türk milliyetçiliğinin “Türkiye Milliyetçiliği” ile sınırlı olmadığını gösteren adımlardır. Siyasi mücadeleye başladıktan sonra Türk milliyetçiliği ile ilgili düşüncelerini kitlelere anlatmaya başlayan Başbuğ Türkeş, düşünce dünyasındaki “Türk Birliği Ülküsü”nü şöyle ifade etmiştir: Başbuğ Türkeş’in, “Türk Birliği” ülküsü ile ilgili görüşleri, yalnızca teorik zeminde kalmamıştır. Tam anlamıyla hiçbir zaman siyaseten iktidar olamamasına rağmen düşüncelerini ilk fırsatta eyleme geçirmekten de geri kalmamıştır. 1980’den önceki politik yaşamında, MHP Genel Başkanı sıfatıyla iki defa koalisyonların küçük ortağı olarak iktidar olan ancak dönemin şartları sebebiyle Türkiye içindeki yangınla mücadele etmek durumunda kalan ve bu sebeple sınırlı adımlar atabilen Başbuğ Türkeş, 1980 sonrası bu yoldaki somut ilk adımı, Erciyes’teki Tekir Yaylası’nda gerçekleştirilen “Zafer Kurultayı” ile atmıştır. Gelenekselleştirerek devam ettirdiği bu kurultaylar, Türkiye dışındaki Türklerin de bir araya geldiği buluşmalar şeklinde gerçekleşmiştir. Özellikle SSCB’nin dağılmasından sonraki süreçte bu kurultaylar, coğrafi olarak daha geniş Türk alanlarına da hitap etmeye başlamıştır. Bu kurultaylarla yetinmeyen Başbuğ Türkeş, “Türk Birliği” ülküsünün kurumlaşma temelini de atarak “Türk Devlet ve Toplulukları Dostluk, Kardeşlik ve İşbirliği Vakfı”nı kurmuş ve bu vakıf aracılığıyla ilki, 1993 yılında gerçekleştirilen “Türk Devlet ve Toplulukları Dostluk, Kardeşlik ve İşbirliği Kurultayı”nı toplamıştır. Gelenekselleştirdiği her iki toplantıya da büyük önem veren Başbuğ, son nefesine kadar bu uğurda çaba sarf etmiştir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti hükümetleri ve devlet bürokrasisi bu çabayı oldukça geç algılamış ve bir uluslararası örgüt olarak Türk Dili Konuşan Ülkeler İşbirliği Konseyi 2009 yılında, müsteşarlık seviyesindeki Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı ise ancak 2010 yılında kurulmuştur. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 43 www.ulkuocaklari.org.tr “… Türk Birliği ülküsü, yeryüzündeki bütün Türklerin bir millet ve devlet hâlinde, bir bayrak altında toplanması ülküsüdür. Bunun tahakkuku, bazı kimselere ilk bakışta imkânsız gibi görünebilir. Birçok kimse bunu zararlı bir hayal (ütopi) olarak da vasıflandırabilir. Fakat unutmamak lazımdır ki, her hakikat önce hayal ile başlar. Yine hatırlamak gerektir ki 1919 yılında hür ve müstakil bir Türkiye kurmak için Anadolu’da dünyanın galiplerine karşı savaşa girişmek de çılgınlık ve hayal diye vasıflandırılmıştı. Fakat inanmış ve kendilerini bir ülküye vermiş olanlar, yurdu kurtarmaya ve müstakil bir Türkiye meydana getirmeye muvaffak oldular. Türk Birliği de sistemli çalışmak, fırsat kollamak ve her şeyden önce Türkiye’yi korumak ve yükseltmeğe çalışmak suretiyle bir gün elbet hakikat olacaktır…”[6]. Bu ifadelerin maceraperest bir çılgının fantezileri değil tam tersine, akılcı ve şuurlu bir politikacının mensubu bulunduğu millete makul bir hedef, bu hedefe ulaşmak için topyekûn bir milleti motive etme ve çalışma azmi anlamına geldiği açıktır. Nitekim 1990’lı yıllarda SSCB’nin çözülmesi, onu dikkate almayan Türk devlet bürokrasisinin en büyük hatası olmuştur ve bu vahim hatanın sıkıntıları, bugün hâlâ az veya çok hissedilmekte, yaşanmaktadır. Ülkü Ocakları Eğitim Programı Başbuğ Alparslan Türkeş’in aşkla bağlandığı “Türk Birliği” ülküsü ve bu ülküyü yayma çabası, Türkiye dışında yaşayan soydaşlarından da karşılık bulmuştur. Alparslan Türkeş’in vefatının ardından Kırım Tatar Millî Meclisi Başkanı Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu’nun. “Alparslan Türkeş, bütün Türk Dünyası gibi Kırım Tatar Türkleri için de unutulmaz bir şahsiyet olarak Hakk’ın rahmetine kavuştu. Hep söylediğim gibi, Sovyetler Birliği devrinde, demir perde altında, Hür Dünya’dan sınırlı malumat alırken Sovyet basını bizim ölçeğimizde, Sovyet basınında kim karalanırsa bizler bilirdik ki onlar iyi insanlar ve iyi işler yapıyorlar. Alparslan Türkeş ve onun Bozkurtları da Sovyet basınında hep kötü bahsedilir ve karalanırdı. Biz de bilirdik ki, ülkücüler bizim taraftan insanlardı ve taa o yıllardan sempatimizi ve saygımızı kazanmışlardı. Demir perde aralanıp, Hür Dünya’dan ve Türkiye’den daha fazla malumat almaya başlayınca anladık ki yanılmamışız. 1975-1976 yıllarında hayatımızı, benim için ve halkımız için Türk kamuoyunu ayağa kaldıran bu vatansever insan ve onun ülkücüleri kurtarmış. Bu alicenap insan ve onun ülküdaşları, bizimle beraber ağlamışlar, bizimle acılarımızı paylaşmışlar, bizler için dualar etmişler. Kırım Tatar Türkleri merhum Alparslan Türkeş’e ve ülkücülere müteşekkirdir…”[7]; Başbuğ Türkeş’in doğduğu topraklar olan Kıbrıs’taki Türklüğün lideri ve bağımsız Türk devleti KKTC’nin ilk Cumhurbaşkanı rahmetli Rauf Denktaş, “… Rahmetle andığımız asker, komutan ve devlet adamı Sayın Alparslan Türkeş’le ilk temasım 1960 ihtilalinden hemen sonra, Dr. Küçük ile birlikte Ankara’ya yaptığım ilk ziyarette olmuştu. Türkeş Başbakanlık Müsteşarı (veya Genel Sekreteri) mevkiindeydi. İhtilalin güçlü adamı diye bilinen Alparslan Türkeş’in Kıbrıs kökenli oluşu bizler için güven verici bir şeydi… Devlet Başkanı, Başbakan ve Dışişleri Bakanı ile yapılan toplantılarda Türkeş de vardı… Toplantıdan sonra Sayın Türkeş beni yalnız olarak makamına aldı. Toplantıda söylediklerimi dikkatle dinlediğini söyledikten sonra bana Kıbrıs’ın geo-politik önemini anlattı. Zürih-Londra Anlaşmaları’nı Rumlar değiştirmeye kalkarlarsa Türkiye’yi karşılarında bulur, dedi… Yıllar sonra onu partisinin başında, hapiste ve Devlet idaresinde izledik. Kıbrıs’a ziyaretini yaşadık. Bu topraklara ne sıcak bağlarla bağlı olduğunu gördük. Şunun altını çizmekte yarar görürüm. Türkeş Kıbrıs’ı seviyor, Kıbrıs’ın Türkiye için önemini de bir asker olarak çok iyi biliyordu… Daima itidalle hareket etmiştir. Eleştirileri yapıcı olmuştu, tahrikkâr olmamıştır. Ben onun devlet adamlığını bu çerçevede değerlendirdim ve daima takdir ettim. Kıbrıs’tan taviz vermeyen bir siyaseti, Anavatanın üst çıkarlarını koruyarak, güçlü bir şekilde savunmak güçlü bir karakter ve ölçülü bir siyaset ister. Alparslan Türkeş güçlü bir karaktere sahip, ölçülü bir devlet adamı, Türkiye’nin çıkarlarını her şeyin üstünde tutan gerçek bir vatanseverdi. Son yıllarda onunla sıklaşan temaslarımda, Türklük dünyasındaki faaliyetlerinde bu izlenim artmış, ona olan saygım ve sevgim gittikçe derinleşmişti…”[8]; 44 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı Azerbaycan’ın, seçimle işbaşına gelmiş ilk Cumhurbaşkanı ve Bakü’deki Azatlık Meydanı’nda, “bozkurt” işareti ile halkı beraber selamladıkları rahmetli Ebulfeyz Elçibey’in, “… İnsan sevdiği, çok sevdiği varlıklar hakkında ne yazırsa yazsın, ne diyirse desin, yene de düşünür ki, o istediği alınmadı. Özellikle de, görkemli bir lider, bir sevimli önder, Türk millî maneviyatı uğrunda dayanmadan mubarize ve mücadele aparan, könlünü yalnız ve yalnız Türk Milleti’ne kendi milletine Tanrı bağları ile bağlamış bir gahraman olan azizimiz, Alparslan Türkeş Başbuğ hakkında… … Seksen yıllık bir ömrünü büyük bir kısmını Türk Millî varlığının, iç ve dış düşmanlardan korunmasına, esir Türklerin kurtuluşu, bağımsızlığı ve dünya Türklüğü’nün yükselişi uğrunda mubarize sarf eden büyük bir önder sürdürdüğü mücadelenin zafer çalmakta olduğunu görerek rahatlıkla gözlerini kapattı… … Yıllar uzunu çokları onu hayalperest saydı. Söylediklerine inanmadı. Halen 1944 yıl mahkemesinde Alparslan Türkeş bildirmiştir ki, 1917’de olduğu gibi, 1965’te veya 1999’da en büyük düşmanım Rusya’da bir devrim baş verecektir. Ve Türkiye buna hazırlıklı olmalıdır. Tarih büyük liderin önce görünümünü birkaç yıllık farkla doğruladı. Rus emperyası dağıldı. Lakin ne yazıklar ki Türkiye bunu beklemiyordu… … Alparslan Türkeş 35 yıldan çok sabırla, azimle, metanetle mücadele verdi. Türkiye’nin komünizm esaretine düşerek Moskova’ya yahut Pekin’e oyuncak olunması önünde göğüs gerdi. Kıbrıs’ta, Azerbaycan’da, Doğu Türkistan’da, Orta Asya’da, Sibirya’da ve başka topraklardaki Türklerin azadlığa, bağımsızlığa kavuşacağına kalpten inandı ve devamlı faaliyet gösterdi. Türkiye’de büyük bir milliyetçi kadronun yetişmesinde ve Türk gençliğinin kendi milli kimliğine sahip çıkmasında onun hizmetleri erişilmezdir. … Yürekten inanırız ki, Alparslan Türkeş’in emelleri, fikirleri, Türk Milliyetçiliği’nin yolunu aydınlatan 9 Işığı hiçbir zaman unutulmayacak ve 21. yüzyılda yükseleceği seksiz olan Türklüğün temel kaynaklarından biri olarak daima canlı kalacaktır.”[9] şeklindeki satırları, Başbuğ Türkeş’in verdiği asil mücadelenin soydaş topluluklardaki yansımalarının birkaç örneği ama en açık ve güzel nişaneleridir. “... 6- Millî ülkülere ters düşmeyen tek alternatifin, kısa dönemde uygulama kabiliyeti olmadığı için bölgesel iktisadî kuruluşların iktisadı aşarak içtimaî, kültürel ve siyasî bütünleşme aracı olarak kullanılmasına karşı açıkça vaziyet almayı millî bir görev sayarız. Ortak Pazar’a girişimiz, sanayileşmemiz için ciddi bir engel teşkil edecektir. Kuruluş masrafları, tecrübe kazanıncaya kadar geçecek zaman gibi faktörler dolayısıyla sanayileşmeye çalışan memleketimizin ileri birer sanayi memleketi olan Ortak Pazar devletleriyle rekabet etmesi mümkün değildir. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 45 www.ulkuocaklari.org.tr Alparslan Türkeş, ilk gençlik yıllarından itibaren daima Türk milliyetçisi gibi düşünmüş; Kızılelma’nın peşini hiç bırakmamış; basit politik manevralar uğruna veya içi boş bir “devlet politikası” gerekçesiyle sevdalısı olduğu “Türk Birliği” davasından asla vazgeçmemiştir. Bu bağlamda Türkeş, birçok kez Ortak Pazar, Gümrük Birliği, AET ve AB ile ilgili olarak fikirlerini beyan etmiştir. Söz gelimi, temel görüşlerini topladığı Dokuz Işık adlı eserinde bu konudaki fikirlerini şöyle özetlemektedir: Ülkü Ocakları Eğitim Programı 7- Yabancıların ülkenin istediği yerinde, istediği ölçüde arazi ve imkân edinmelerine fırsat vererek Sevr Anlaşması’nın dolaylı uygulamasına sebep olacağı, kültürel ve sosyal deformasyona yol açacağı ve millî sanayinin gelişmesini engelleyeceği için Ortak Pazar’ın açıkça ve kesinlikle karşısındayız. ...”[10] Gümrük Birliği’ne girişin ve AB üyeliğinin sıklıkla tartışıldığı yıllarda da MHP Genel Başkanı olarak hazırlattığı bir çalışmada, benzer görüşler bir kez daha şu şekilde dile getirilmiştir: “... Bilindiği üzere; Dış ekonomik ilişkiler ve AB konusunda, MHP Programında belirtilen temel görüş; “Bölge ülkeleri başta olmak üzere diğer dünya ülkeleri ile çok yönlü ekonomik ilişkiler kurulmasına ve kurulacak ilişkilerde; Türk Devleti’nin hükümranlık ve Türk Milletinin egemenlik haklarını sınırlayıcı millî ve manevi kültür yapısını ve kıymet hükümlerini yozlaştırıcı, insanımızı Türk-Müslüman kimliğinden uzaklaştırıcı, devlet ve millet varlığımızı zedeleyici yükümlülüklerden kaçınılması temel prensibine dayanır.” şeklindedir...”[11] Bu satırlardan da anlaşıldığı üzere “AB’ye Hayır” duruşu, çok açık ve anlaşılır bir durumdadır. Bu konuda, Başbuğ’un en ufak bir tereddüdü olmadığı gibi elastik ve kaypak bir tavrı da söz konusu değildir. Bu ve benzeri diğer ifadelerden anlaşıldığı üzere, Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi açısından AB merkezli bir dünya tasavvuru, Türk milliyetçiliğinin siyasi geleneği bakımından da karşılığı olmayan bir anlayıştır. Ölümünün on sekizinci yılında, bir kez daha rahmetle ve şükranla andığımız Başbuğ Alparslan Türkeş, gerek mesleki çalışmalarının gerekse siyasi yaşamının her safhasında, tek bir dava için mücadele etmiş; tek bir sevdanın peşinden koşmuş; tek bir amaç için çaba sarf etmiştir ki, o da, “Türk Birliği” ülküsüdür. Görebildiği hâlde görmek istemeyenler; duyabildiği hâlde duymak istemeyenler; konuşabildiği hâlde konuşmayanlar; bu yalın gerçeği bildiği hâlde inkâr edenler ve onların açık ya da örtülü, doğrudan veya dolaylı destekçileri için söylenecek pek çok söz vardır ama durum şöyle özetlenebilir: “İnandığını yaşamayan, yaşadığına inanmaya başlar.” DİPNOTLAR *Dr., Hacettepe Üniversitesi, Hukuk Fakültesi, Milletlerarası Hukuk ABD 1 Yusuf Akçura, Üç Tarz-ı Siyaset, TTK Yay., Ank. 2007, s. 19-36. 2 Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, MEB Yay., İst. 1996, s. 24-29. 3 Bu konuyla ilgili somut uygulamalar için örnek olarak bkz. Bahadır Bumin Özarslan, “Atatürk’ün Türk Dünyası’na Bakışı”, Eğitimin Sesi, Eylül-Ekim-Kasım 2012, S: 41, s. 6-13 4 İlhan Egemen Darendelioğlu, Türk Milliyetçiliği Tarihinde Büyük Kavga, Burak Yay., İst. 1994, s. 102 5 Hakan Akpınar, Kurtların Kardeşliği: CKMP’den MHP’ye (1965-2005), Bir Harf Yay., İst. 2005, s. 27 46 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı 6 Alparslan Türkeş, Millî Doktrin Dokuz Işık, Kamer Yay., İst. 1978, s. 156 7 Kurultay Gazetesi, Başbuğ Özel Eki, 05.04.1999. 8 Kurultay Gazetesi, Başbuğ Özel Eki, 05.04.1999 9 Kurultay Gazetesi, Başbuğ Özel Eki, 05.04.1999. 10 Alparslan Türkeş, Millî Doktrin Dokuz Işık, Kamer Yay., İst. 1978, s. 329 11 MHP Araştırma Planlama Merkezi İktisadi Meseleler Komisyonu, Avrupa Birliği-Gümrük Birliği ve Türkiye İlişkilerinin Genel Bir Değerlendirmesi, MHP’nin Bu Konudaki Görüşleri, MHP Araştırma Planlama Merkezi Yay., No:1, Ank. 1995, s. 37. www.ulkuocaklari.org.tr Kaynak: Türk Yurdu, Nisan 2015 - Yıl 104 - Sayı 332 Ülkü Ocakları Genel Merkezi 47 Ülkü Ocakları Eğitim Programı MİLLİ BENLİK H. Nihal Atsız Yirminci asır medeniyeti ve Avrupa milletleri ile temasa gelen insanların birçoğunda millî benlik hissinin sarsıldığını görüyoruz. Şüphesiz yüksek duygulu olan her medenî insan Avrupa ve Amerika’nın yüksek ilmini ve ince tekniğini görünce onlara karşı takdir ve hürmetle karışık bir hayranlık duyar. Fakat birçokları bu kadarla da kalmayarak onların dinî, siyasî, içtimaî ve iktisadî ahlâklarına ve bütün insanlık hasletlerine de hayran kalarak kendi milletimizi ve kendi millî benliğimizi hiçe saymaya başlıyorlar. Bunların içinde derin bir göğüs geçirerek “onlar nerde, biz nerde?”.. diyenler bulunduğu gibi, kendinden geçerek ve her şeyi unutarak Avrupa ve Amerikalılara tapınanlar ve birkaç yıl yabancı memleketlerde kaldıktan sonra, bir vazife almak üzere vatana döndükleri zaman derin bir inkisara düşenler ve hatta ağlayanlar da vardır. Bu ileri medeniyetlerin ihtişamı ile gözleri kamaşan ve millî benliklerini kaybeden insanlara acımamak elimizde değildir. Fakat onlara yalnız acımak da kâfi değildir. Eğer, Türk milleti Garpteki milletlerden sefil, perişan, yoksul ve geri ise bu kabahat ne onda ve ne de bizdedir. Ancak geçmiş zamanlarda bu milleti zincirleyen ve süründüren haricî ve dahilî siyasetlerde, fenalıklarda ve nihayet muahedelerde ve münevverlerdedir. Eğer bugün Avrupa ve Amerikalılara şuursuz bir budala aşkı ile bağlanmıyor da onların insanlığına hayran yaşıyorsak, bu zavallılığına ve geriliğine hükmettiğimiz Türk milletini de o seviyeye çıkarmak en büyük insanlıktır. İyiliklere ve güzelliklere hayran kalarak, zavallıları ve mustaripleri unutan ve hiçe sayanlar, ancak cılız enerjili ve kısır ruhlu insanlardır. İnsanlığımızda kuvvetli, soy ve cins isek, millî benliğimizi kaybetmeden, âcizlere ve miskinlere yakışan hüsranlara ve inkisarlara düşmeden, bu yüksek gördüğümüz milletlere ve memleketlere doğru hamle yapmak mecburiyetindeyiz. Halbuki millî gayretlerimiz bu kadar sade ve basit bir acıma hissine ve bir misyoner sevgisine muhtaç kalacak kadar da düşkün değildir. Davamızda hakikat, kuvvet ve asalet vardır. 48 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı Türk milleti, Avrupa ve Amerika’da bulunmayan birçok cevherlerin, faziletlerin ve asaletlerin kaynağıdır. Nitekim bugünkü hayatî kudret ve kabiliyetimiz de Avrupa ve Amerikan kafalarının ve zihniyetlerinin ümidi hilâfındadır. Onlar bize yıllardan beri öldü ölecek, gömüldü gömülecek diyorlardı. Fakat bugün her zamandan daha hür ve gür bir sesle bir varız, biz yaşıyoruz ve biz yükseleceğiz diye haykırabiliyoruz. Türk milleti de Türk vatanı gibi, iyi tetkik edilmemiş olduğu için onun maddî ve manevî hazinelerinden habersiz yaşıyor, millet ve memleketimize yabancıların gözleri ve zihniyetleriyle baktıkça aldanıyoruz. Irkî asaletimiz, enerjimiz ve insanlık meziyetlerimize dünya milletleri ve büyükleri hayran kalırken, bizim kendi milletimizi hiçe saymamız ve kendi kabiliyetlerimizden ümit kesmemiz eğer fena bir kasda makrunsa alçaklık, böyle bir niyete matuf olmadan inanılmış ise kör gözlü bir budalalıktır. Dikkat ediniz… Avrupa ve Amerika’nın tabiiyet ve muhaceret hareketlerini gösteren istatistiklerine bakınız. Orada Suriyeli Araplara Arap yerine sadece Suriyeli dendiğini göreceksiniz. Çünkü gördükleri insanlarda tarihî bir ırkın meziyet ve hassalarını bulamamışlar ve o insanlara Arap diyememişlerdir. Yine birçok yerlerde Rumlar, Ermeniler ve hatta Mısırlılara levanten dendiğini okuyacaksınız. Bunlara da bir millet namını vermeyi çok görmüşlerdir. Halbuki bu topraklardan giden, oralardan geçen veya kalan herkese Türk derler. Geçmiş zamanlarda biz kendi kendimizi Osmanlı diye avutur ve milliyetimizi hiçe sayarken de onlar bize Türk derlerdi. Nitekim Japon çocuklarına da her yerde Japon derler. Biz Türküz. Tarihimize ve en yakın mazimize dayanarak Türküz der ve bundan haklı bir iftihar duyarız. Şu halde bu milleti, en uzaktakilerden en yakın milletlere kadar herkes tanır. Temas fırsatına nail olanlar ise, daima millî benliğinin ve asaletlerinin hayranı kalmışlardır. O kadar asil bir milletiz ki, insanların en çok vahşileştiği bir sahne olan muharebe meydanlarında bile insanlığımızı kaybetmez ve kendimizi karşımızda cephe tutan düşmanlara da sevdiririz. Bir millet, tarihî, iktisadî ve siyasî birçok düşmanlıklar, fenalıklar ve idaresizlikler yüzünden yoksul düşmüş ve geri kalmış bulunabilir. O milletin bunu gören, duyan ve acıyan evlâtlarına düşen birinci vazife, bu asaleti çamurlardan ve sefaletlerden kurtarıp çıkarmaya ve yükseltmeye çalışmaktır. Bu da ancak millî benliğimize ve millî enerjimize inanmakla olur. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 49 www.ulkuocaklari.org.tr En uzak köşelerde, Cenubî Amerika sahillerinden uzak şehirlerde yaşayan Türkler vardır. Onlar her yerde millî benliklerine uygun işler bularak asil, temiz ve dürüst olarak yaşarlar. Fakat başka milletlerden birçoğu, aynı memleketlerde ekseriya zabıta vukuat listelerini dolduran unsurlardır. En dürüstleri de umumî evler ve müesseseler işletmekle meşguldürler. İşte bu vaziyetleri gören ve bilen ecnebiler onlara kendi milletlerinin isimlerini vermemişler ve daha doğrusu tarihî bir ırk olarak kabul edememişlerdir. Ülkü Ocakları Eğitim Programı Millî benliğe inanmak, Türk milletinin mukaddes haklarına, faziletlerine, kabiliyetlerine, cevherine ve asaletlerine inanmak demektir. Buna iman edenler, memleketimizin ilmini ve tekniğini yükseltecek büyük muvaffakiyetler için çalışır ve insanlıklarını gösterebilirler. Fakat milletini tanımadan, ona kabiliyetsizlik ve iptidaîlik izafe ederek çıktığı kabuğu beğenmeyen ve yabancıların reklâmını yapmakla geçinen soysuz dejenereler, hiçbir millete intisabı olmayan vatansızlardır. Bunlara biz de levanten der geçeriz. Milletimiz, ne fedakârlıkta, ne milletseverlikte, ne yaratıcılıkta ve ne de müminlikte hiçbir milletten geri değil ve hatta ileridir. Türk milleti hiçbir şeyi kendi felsefesi ve kendi düşüncesiyle tartmadan körükörüne kabul etmez. Ancak yaygaralı yavelerle cemiyeti karıştıran ve bulandıran bezirgân ruhlu milletlerden değildir. Onda büyük ve çelik Türk sükûnu ve kuvveti vardır. İtaati, kör bir tapınma değildir. Kendinden büyüklere karşı duyduğu tavazuun sâkin bir ifadesidir. Türk milleti en yüksek izzetinefse maliktir. Muvaffak olmak için didinmekten ve yaşamak için ölmekten çekinmez. Asrî ilimler ve vasıtalarla onu techiz ettiğimiz gün, en büyük istikbale namzettir. Bundan gafil olanlar, siyasî dedikodulara karışmadığı için onu duygusuz, reaksiyonsuz, geri ve iptidaî bir millet sanan ve yabancı milletlerin yaygarası ile gözleri kamaşan insanlar, tarih okumuyorlarsa en yakın maziye baksınlar. Dün sultanlara taptığı zannolunan bu millet, millî mevcudiyetini tehlikede görünce bir kumandanın emri altına girmiş, hayatını ortaya atarak istiklâlini ve istikbalini kazanmıştır. Dün tembelliğinden bahsolunan bu millet, kendine göre en ağır vergileri ödeyen millettir. Bu hakikatların sebebini anlamak, bu anlaşılmaz hadiseleri izah etmek için Türk köylerine sokulmak; köy kahvelerinde ve onların karşısında imtihan olmak, onların ihtiyaçlarına cevap vermek için çalışmak lâzımdır. Kısa söyleyelim: Türk benliği ile karşılaşmak ve kaynaşmak lâzımdır. Millî benliğimize inanalım. Milletimize tapalım. Kaynak: Atsız Mecmua, 1931, Sayı: 7 50 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı MİLLİ KÜLTÜR VE MEDENİYET Ziya GÖKALP Milli Kültür (Hars) ile medeniyet arasında hem birleşme noktası, hem de ayrılık noktaları vardır. Mili kültür ile medeniyet arasındaki birleşme noktası, ikisininde bütün toplumsal hayatları içine almasıdır. Toplumsal hayatlar şunlardır; Din, ahlak, hukuk, akıl, estetik, ekonomi, dil ve fen ile ilgili hayatlar. Bu sekiz türlü hayatın bütününe milli kültür adı verildiği gibi medeniyet de denilir. Şimdi, milli kültür ile medeniyet arasındaki ayrılıkları, farkları arayalım: Birinci olarak, kültür milli olduğu halde, medeniyet milletlerarasıdır. Kültür, yalnız bir milletin din, ahlak, hukuk, akıl, estetik, dil ekonomi ve fen hayatlarının uyumlu bir bütünüdür. Medeniyet ise, aynı gelişmişlik düzeyine sahip birçok milletlerin sosyal hayatlarının ortak bir bütünüdür. Mesela, Avrupa milletleri arsında ortak bir Batı medeniyeti vardır. Bu medeniyetin içinde birbirinden ayrı ve bağımsız olmak üzere bir İngiliz kültürü, bir Fransız kültürü, bir Alman kültürü v.d. barınmaktadır. Milli kültürü oluşTuran şeyler ise, yöntem ile, fertlerin iradesiyle var olmamışlardır. Yapay değillerdir. Bitkilerin, hayvanların organik hayatı nasıl kendiliğinden ve doğal bir biçimde gelişiyorsa, milli kültüre ait olan şeylerin oluşması ve gelişmesi de tıpkı öyledir. Mesela dil, fertler tarafından, yöntemle yapılmış bir şey değildir. Dilin bir kelimesini değiştiremeyiz. Onun yerine başka bir kelime icat edip koyamayız. Dilin kendi doğasında olan bir kuralını da değiştiremeyiz. Dilin kelime ve kuralları ancak kendiliklerinden değişirler. Biz, bu değişmeye seyirci kalırız. Fertler tarafından yalnız birtakım terimler yani yeni sözler eklenebilir. Fakat bu sözler ait olduğu meslek sınıfı tarafından kabul edilmedikçe, söz durumunda kalarak, kelime olmak özelliği kazanamaz. Yeni bir söz bir meslek sınıfı tarafından kabul edildikten sonara da, bir topluluk sınıfı kelimesi özelliği kazanır. Ancak, bütün halk tarafından kabul edildikten sonra dır ki, ortak kelimeler arasına girebilir. Fakat, yeni sözlerin bir meslek sınıfı veya bütün halk tarafından kabul edilip edilmemesi onları icat edenlerin elinde değildir. Eski Osmanlı dilinde Şinasi’den beri milyonlarca yeni söz icat edildiği halde, bunlardan az bir bölümü meslek sınıfı kelimeleri arasına geçebilmiştir. Ortak kelimeler arasına geçenlerse, beş on kelime kadardır. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 51 www.ulkuocaklari.org.tr İkinci olarak, medeniyet, yöntem aracılığıyla ve ferdi iradelerle oluşan sosyal olayların bütünüdür. Mesela din ile ilgili bilgiler ve bilimler yöntem ve irade ile oluştuğu gibi, ahlak, hukuka güzel sanatlara, oluştuğu aklın fonksiyonlarına, dile ve fenlere ait bilgiler ve teoriler de hep fertler tarafından yöntem ve irade ile oluşturulmuşlardır. Bundan dolayı aynı medeniyet dairesi içinde bulunan bütün bu kavramların, bilgilerin ve bilimlerin toplamı medeniyet dediğimiz şeyi meydana getirir. Ülkü Ocakları Eğitim Programı Demek ki, milli kültürün ilk örneğini dilin kelimelerinden, medeniyetin ilk örneğinin de yeni sözler biçiminde icat edilen terimlerinde görüyoruz. Yeni sözler ise kişinin kendi eseridir. Bazen bir kişinin icat ettiği bir söz birden hak arasına yayılabilir. Fakat bu yayılma kuvvetini o söze veren, onu icat eden adam değildir. Toplumun kişilerce bilinmeyen, gizli bir akımıdır. Bundan on beş yıl önce, yurdumuzda yanyana iki dil yaşıyordu; Bunlardan birincisi, resmi bir değere sahipti ve yazıyı tekeline almış gibiydi. Buna Osmanlıca adı veriliyordu. İkincisi, yalnız halk arasında konuşulmak zorunda kalmış gibiydi. Buna da, küçümseyerek, Türkçe adı veriliyordu ve aşağı tabakaya özel bir argo sanılıyordu. Halbuki, asıl doğal ve gerçek dilimiz bu idi. Osmanlıca ise, Türkçe‘nin, Arapça’nın ve Acemce’nin dilbilgisi, söz dizimi ve sözcüklerinin birleştirilmesiyle oluşturulmuş yapay bir karışımdan ibaretti. Bu iki dilden birincisi, doğal bir oluşumdu ve günlük hayatta kullanılan kullanılan kendiliğinden ortaya çıkmıştı. Bundan dolayı, milli kültürümüzün diliydi. İkincisi ise, fertler tarafçıdan yöntemle ve iradeyle yapılmıştı. U dil aşuresinin içine, yalnız bazı Türkçe kelimeler ve takılar karışabilirdi. Demek ki, Osmanlıca’nın milli kültürümüzde pek az bir payı vardı. Bundan dolayı, ona medeniyetimizin dili idi, diyebiliriz. Yurdumuzda bu iki dil gibi, iki ölçü de yarı yana yaşıyordu. Türk halkının kullandığı Türk ölçüsü, yöntem ile yapılmıyordu. Hak ozanları, ölçülü olduğunu bilmeden, gayet lirik şiirler yazıyorlardı. Tabii, bu ilham ile, yaratıcılıkla oluşurdu. Özel bir yöntemle ve taklitle yapılmıyordu. O halde, bir ölçü de Türk kültürünün içindeydi Osmanlı ölçüsüne gelince; bu Acem şairlerinden alınmıştı. Bu ölçüde şiir yazanlar taklitle ve belli bir biçimde yazıyorlardı. Bundan dolayıdır ki, aruz ölçüsü denen bu ölçü halk arasına girememişti. Bu ölçüde şiir yazanlar, Acem edebiyatını ders alarak öğreniyorlar, aruz yöntemiyle uyguluyorlardı. Bundan dolayı, aruz ölçüsü milli kültürümüze giremedi. Acemlerde ise, köylüler bile aruz şiirler söyler. Bundan dolayı, aruz ölçüsü İran’ın milli kültürüne ait demektir. Yurdumuzda, bunlardan başka, yanyana yaşayan iki müzik vardır. Bunlardan biri halk arasında kendi kedine doğmuş olan Türk müziği diğeri Farabi tarafından Bizans’tan çevirme ve aktarma yoluyla alınan Osmanlı müziğidir. Türk müziği ilham ile oluşmuş taklitle dışardan alınmamıştır. Osmanlı müziği ise, taklit aracılığıyla alınmış ve ancak yöntemle devam ettirilmiştir. Bunlardan birincisi milli kültürümüzün, ikincisi ise medeniyetimizin müziğidir. Medeniyet, yöntemle ve taklit aracılığıyla bir milletten diğer millete geçen kavramların ve tekniklerin bütünüdür. Milli kültür ise, hem yöntemle yapılamayan, hem de taklitle başak milletlerden alınamayan duygulardır. Bu nedenle Osmanlı müziği kurallardan oluşmuş bir fen biçiminde olduğu halde, Türk müziği kuralsız yöntemsiz fensiz melodilerden, Türkün bağrından kopan samimi nağmelerden ibarettir. Halbuki, Bizans müziği kaynağına çıkarsak, bunu da eski Yunan kültür içinde görürüz. Edebiyatımızda da yanı ikilik vardır. Türk edebiyatı halkın atasözleriyle bilmecelerinden, halk masallarıyla hal koşmalarından, destanlarından, halk cengnameleriyle menkibeleriniden, tekkeliden ilahileriyle nefeslerinden, halkın güldürücü fıkralarından ve halk tiyatrosundan ibarettir. Atasözleri, doğrudan doğruya, halkın bilgece sözleridir. Bilmeceleri de yaratan halktır. Halk masalları da fertler tarafından düşülmemiştir. Bunlar, Türkün mitolojik çağlardan başlayarak, gelenek yoluyla zamanımıza 52 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı kadar gelen peri masallarıyla dev masallarıdır. Dede Korkut kitabı’ndaki masallar da, ozandan ozana sözlü bir biçimde yazılmış halk masallarıdır. Türk tarihinde ve etnografyasındaki mitler, lejandlar, efsaneler de Türk edebiyatının elamanlarıdır. Cengnamelere ve dini menkıbelere gelince, bunlar halk edebiyatının islami devresine ait ürünleridir. Halk şairlerinin koşmalarıyla destanları, manileriyle türküleri de, yukarıda saydığımız eserler gibi Türk hakkının samimi eserleridir. Bunlar da yöntemle taklitle yapılmamışlardı. Aşık Ömer, Dertli, Karacaoğlan’lar gibi şairler, halkın sevgili şairleridir. Tekkeler de birer hak mabedi olduğu için buralarda doğan ilahilerle nefersler de hak edebiyatına, dolayısıyla Türk edebiyatına aittir. Yunus Emre ve Kaygusuz ile Bektaşi şairleri bu gruba girerler. Osmanlı edebiyatı ise, masal yerine ferdi hikayelerle Romanlardan, koşma ve destan yerine taklitle yapılmış gazellerle alafranga şiirlerden oluşmuştur. Osmanlı şairlerinin her biri mutlaka, Acem devrinde bir Acem şairine, Fransız devrinde bir Fransız şairine benzer. Fuzuli ile Nedim bile bu konuda farklı değildirler. Bu yönden Osmanlı yazarlarıyla şairlerinden hiç biri orijinal değildir, hepsi taklitçidir; hepsinin eserleri estetik ilhamdan doğmuştur. Mesela, nüktecilik (Humour) bakımından, bu iki gurubu karşılaştıralım. Nasreddin Hoca, İncili Çavuş Bekri Mustafa ve Bektaşi Babaları hak nüktecileridir; Kani ile Sururi ise, Osmanlı divanının mizahçılarıdır. Doğal nüktecilik ile yapay mizah arasındaki fark, bu karşılaştırma ile meydana çıkar. Karagözle orta oyununa gelince; bunlar da hak gösterisi yani geleneksel Türk tiyatrosudur. Karagöz ile Hacivat’ın çatışmaları, Türk ile Osmanlı’nın yani o zamanki kültürümüzle medeniyetimizin mücadelelerinden ibarettir. Hatta bilginlerimiz arasında da, ikilik görürüz. Osmanlı bilginlerinin geleneksel ismi ulema-i rüsum (resmi bilginler) idi. Anadolu’daki bilginler ise, halk bilginleri idi. Birinciler, rütbeli fakat cahil idiler, ikinciler, ilimli fakat rütbesiz idiler. Politika ve askerlik sahasında büyük bir dahi olan Afşarlı Nadir Şah, bütün Müslümanları Sünnilik dairesinde birleştirmek ve bütün sultanları Osmanlı padişahının emri altına sokmak için görüşmelerde bulunmak üzere, İstanbul’a dini ve politik bir kurul göndermişti. İstanbul’da bu kurul ile görüşmek için resmi bilginleri görevlendirdiler. İranlı bilginler kurul bunlara söz anlatmakta yetersiz kalınca, sadrazama başvurarak dediler ki: “Bizim bilimden başak, politik hiç bir rütbemiz yoktur. Oysa ki görüşmelerde bulunduğumuz kişiler büyük rütbeli kişiler olduklarından, karışmalarında serbestçe söz söyleyemiyoruz. Bizi taşradaki rütbesiz bilginlerle görüştürürseniz, çok memnun oluruz.” Ragıp Paşa’nın Tahkik ve Tevfik adlı kitabında naklettiği bu gerçek olay gösteriyor ki, Nadir Şah’ın bilim kurulu Osmanlı bilginlerine değil, Türk bilginlerine değer veriyorlardı. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 53 www.ulkuocaklari.org.tr Ahlakta da aynı ikiliği görürüz Türk ahlakı ile Osmanlı ahlakı birbirine zıt gibidir. Kaşgarlı Mahmud, Divan-ı Lugat-it Türk maddesinde, Türkleri kısaca tarif ediyor. diyor, Türk’te böbürlenme ve övünme yoktur. Türk, büyük kahramanlıklar ve fedakarlıklar yaptığı zaman, bir olağanüstülük yaptığından habersiz görünür. Cahiz de, Türklerin aynen bu biçimde anlatıyor. Osmanlı tipine bakarsak, eski şairlerinde kendine övgü dizmelerin yeni edebiyatçılarında ise böbürlenme ve övünmenin hakim olduğunu görürüz. Servet-i fünun okulu Osmanlı edebiyatının en parlak devridir. Bu okulun takipçisi olan şairlerin çoğu şüpheci, kötümser ümitsiz, hasta ruhlar biçiminde görünmüşlerdir. Hakiki Türk ise, inançlı, iyimser ümitli ve sağlamdır. Ülkü Ocakları Eğitim Programı Eski devirlerin politik ve askeri başarıları da, halk arasında çıkmış, cahil ve okur-yazar olmayan paşalar aitti. Daha sonra Ragıp Paşa ve Sefih İbrahim Paşa gibi Osmanlı eğitiminde yüksek bir yer sahibi olanlar hükümetin başına geçince işler bozulmağa başladı. Bununla beraber, bu toplumsal ikilikler yalnız düşünce etkinliklerine özeldi. O zamanlar, el işi ayak tabakasına ait sayıldığından, yüksek tabaka tekniklerin her çeşidinden uza duruyordu. Bu sebeple mimarlık, hattatlık, taş oymacılığı, ciltçilik, tezhipçilik, marangozluk, demircilik, boyacılık, halıcılık, çuhacılık, ressamlık, nakkaşlık gibi pratik tekniklerin yalnız bir şekli vardı. O da hak tekniğiydi. Demek ki, genellikle yüksek bir güzelliğe sahip bu sanatlara sadece Türk sanatı adını verebiliriz. Bunlar Osmanlı medeniyetine değil, Türk kültürüne ait idi. Bugün Avrupa, bu eski sanatlarımızın ürünlerini milyonlar harcayarak parça parça topluyor. Avrupa’nın Amerika’nın müzeleri, salonları hep Türk eserleriyle dolmaktadır. Avrupa’da, bu Türk hayranlığına Turquerie adı verilir. Avrupa’nın gerçek düşünür ve sanatçıları mesela Lamartine’leri, Auguste Comte’ları, Pierre Laffite’leri, Mismer’leri, Pierre Loti’leri, Farrere’leri türkün samimi sanatına, alçak gönüllü gösterirsiz ahlakına, derin ve bağnaz olmayan dindarlığına, özetle, var olanla yetinmek ve kadere boyun eğmekle beraber sürekli bir iyimserlik ve idealizmden ibaret olan fakir ama mutlu hayatına hayrandırlar. Fakat bunların aşık oldukları şeyler, Osmanlı medeniyetine giren yöntemle ve taklitle yapılmış eserler değil, Türk kültürünün ilhamıyla oluşmuş orijinal eserlerdir. Yalnız ülkemize özgü olan bu garip durumun nedeni nedir? Niçin bu ülkede yaşayan bu iki tip, Türk tipi ile Osmanlı tipi birbirine bu kadar zıttır? niçin Türk tipinin her şeyi güzel, Osmanlı tipinin her şeyi çirkindir? Çünkü Osmanlı tipi Türk kültürüne ve hayatına zararlı olan emperyalizm alanına atıldı. Kozmopolit oldu. Sınıf çıkarını imparatorluğu genişledikçe, yüzlerce milleti egemenliği altına aldıkça, yönetenlerle yönetilenler ayrı iki sınıf haline giriyorlardı. Yöneten bütün kozmopolitler Osmanlı Sınıfı’nı, yönetilen Türkler de Türk Sınıfı’nı oluşturuyorlardı. Bu iki sınıf, birbirini sevmezdi. Osmanlı sınıfı, kendini hakim millet biçiminde görür, yönettiği Türklere mahkum millet gözüyle bakardı. Osmanlı, sürekli Türk’e (eşek Türk) derdi. Türk köylerine resmi bir kişi geldiği zaman, Osmanlı geliyor diye herkes kaçardı. Türkler arasında Kızılbaşlığın meydana çıkışı bile, bu ayrılıkla açıklanabilir. Şah İsmail’in dedesi olan Şeyh Cüneyd, oğuz boyları arasında Oğul mu önce gelir, yoksa sahabeler mi diyerek propaganda yapıyordu. Oğuz boyları, Oğuz Han’ın çocukları ve Kayılar’ın amca oğulları değil miydiler? Nasıl oluyordu da, padişahın Enderun’dan çıkan devşirmelerden oluşan sahabeleri (yakın adamları) bunlara tercih ediyordu. O tarihteki halk şeyhleri, Türklerin o zamanki ezilmişliklerini geçmişte Ehl-i Beyt’in (Peygamber Soyu) uğramış olduğu ezilmişliğe benzetiyorlardı. O zaman, Türkmenlerin büyük bir kısmı, bu benzeyişe aldanarak, baba ocağından ayrıldılar; kendi kendilerine arı bir edebiyat, ayrı bir felsefe, ayrı bir tapınak yaptılar. Bununla beraber, din bakımından Osmanlılardan ayrılmamış olan Sünni Türkler de, milli kültür bakımından Osmanlı emperyalizmine bağlandılar. Bunlar da, kendi kendilerine milli bir kültür yaparak. Osmanlı medeniyetine karşı tamamen ilgisiz kaldılar. Osmanlı medeniyetinin seçkinlerine havas denildiği gibi, Türk kültürünün de ozanları, aşıkları, babaları ve ustaları vardı. Demek ki, ülkemizde iki türlü seçkin bulunuyordu. Bunlardan birincisi sarayı temsil ediyordu. Bu sınıfın geçimini sağlayan da 54 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı saraydı. Mesela, Osmanlı şairleri saraylardan “caize” almakla geçindikleri gibi, Osmanlı müzisyenleri de sarayın verdiği bağışlarla maaşlarla geçinirlerdi. Halkın saz öve söz şairleri ise, adını olan Osmanlı bilginleri kazaskerlikte, kadılıklarda yüksek maaşlar ve arpalıklar alırlardı. Halk hocalarından ve şeyhlerinden ibaret olan Türk din adamları ise, yalnız halk beslerdi. Bundan dolayı güzel sanatlarda ve diğer alanlarda rehberlik eden ustalar, yiğitbaşılar ve ahi babalar yalnız halk sınıfından yetişirler ve daima hak ve Türk kalırlardı. Görülüyor ki milli kültür ile medeniyeti birbirinden ayıran, milli kültürün özellikle duygulardan, medeniyetin özellikle bilgilerden oluşmuş olmasıdır. İnsanda, duygular yönteme ve iradeye bağlı değildir. Bir millet, başka bir milletin dini, ahlaki ve estetik duygularını taklit edemez. Mesela, Türklerin İslamlıktan önceki dininde Gök Tanrı ödül tanrısıdır. Cezalandırmaya karışmaz. Ceza tanrısı, Erlik Han isminde başka bir mitolojik kişiliktir. Tanrı yalnız cemal (güzellik) sıfatıyla göründüğü için, eski Türkler onu yalnız severlerdi; Tanrıya karşı korku hissi duymazlardı. İslamlıktan sonra, Türklerde “muhabbetullah”ın (Tanrı sevgisi) üstün gelmesi, bu eski geleneğin devamından ötürüdür. Türklerde “menhafetullah” (Allah Korkusu) pek enderdir. İstanbul’da ve Anadolu’daki vaizlerin tecrübeleri gösteriyor ki, güzelliğe, iyiliğe dair vaaz edenlerin dinleyicileri sürekli artıyor; cehennemden, zebanilerden bahseden vaizlerin dinleyicileri ise sürekli azalıyor. Türklerin eski dinlerinde katı sofuca icabetler yoktu, estetik ve ahlaki törenler çoktu. Bunun sonucu olarak, İslamlıktan sonra da, Türkler en güçlü bir imana, en samimi bir din duygusuna sahip oldukları halde kuru sofuluk ve yobazlıktan uzak kaldılar. Bu konuda Yunus Emre’yi okumak yeterlidir. Türklerin camilerde ilahilere ve mevlit okumaya; tekkelerde ise şiire, müziğe büyük bir yer vermeleri estetik dindarlık örneği ne uymalarından dolayıdır. Eski Türk dininde, Türk tanrısı, barış ve barışlık Tanrısı idi. Türk dininin özünü gösteren il kelimesi, barış anlamına geliyordu (Kaşgarlı Mahmud) ilci (barışçı) demek olduğu gibi, İlhan Barış Hakanı demekti. Türk İlahları, Mahçurya’dan Macaristan’a kadar sürekli bir barış ortamı sağlayan, barışsever öncülerden başka bir şey değildi. Türklerin bu eski barışçılık geleneği sayesindedir ki, Türk hükümdarı İslam döneminde de her zaman yenilenlere şefkatle davranmış, her zaman kendilerini milletlerarası barışın sorumlusu saymışlardır. Türk tarihi, baştan başa, bu duruma tanıktır. Avrupalıların o kadar suçladıkları Atilla bile, yine onların anlattıklarına göre yenilmiş milletler ne zaman barış istemişlerse, derhal kabul etmiştir. Çünkü, Atilla’nın Tanrı Kutu unvanını, Allah’ın Belası şeklinde çevirmekle tarihi bir günah işlemişlerdir. Türklerin bütün sanat dallarında açıkça görülen estetik özellikleri de doğallıkla, çinilerinde, mimarlık ve yazı sanatında beliren hep bu estetik özelliklerdir. Türkün güzel sanatlarında olduğu gibi, din hayatında ve ahlakında da hep bu özelliklerin egemen olduğu görülür. Bu örnekten de anlaşılır ki, bir kültürün meydana getiren çeşitli sosyal yaşayışlar arasında içiten bir bağlılık, içiten bir uyum vardır. Türkün dili nasıl saf ise, din, ahlak, güzellik, politika ekonomi ve aile hayatları da hep saf ve içtendir. Türkün hayatındaki sevimlilik ve orijinallik ve bu egemen karakterin bir Ülkü Ocakları Genel Merkezi 55 www.ulkuocaklari.org.tr En eski Türk devletinin kurucusu olan Mete’nin yüksek ahlakını, barışseverliğini, emperyalizmden kaçınmasını Yeni Mecmua’da yazmıştım. Türk barışseverliğinin kurucusu Mete’dir. Ülkü Ocakları Eğitim Programı yansımasından ibarettir. Fakat, milli kültürün elemanları arasındaki bu uyuma bakıp da, medeniyetin de uyumlu elemanlarından meydana geldiğini zannetmek doğru değildir. Osmanlı medeniyeti Türk, acem, Arap kültürleriyle İslam dinine, Doğu medeniyeti ve son zamanlarda da Batı medeniyeti kurumlarından meydana gelen bir karmadır. Bu kurumlar hiçbir zaman kaynaşarak, iç içe geçerek uyumlu bir bütün haline giremedi. Bir medeniyet ancak milli bir kültüre aşılanırsa, uyumlu bir birliğe kavuşur. Mesela İngiliz medeniyeti, İngiliz kültürün aşılanmıştır. Bundan dolayı, İngiliz kültürü gibi, İngiliz medeniyetinin elemanları arasında da bir uyum vardır. Milli kültür ile medeniyet arasındaki bir ilişki de şudur; Her kavim, ilk önce, yalnız milli kültürü vardır. Bir kavim, kültür bakımından yükseldikçe politik açıdan da yükselerek kuvvetle bir devlet oluşturur. Diğer taraftan da, kültürün yükselmesinden medeniyet doğmaya başlar. Medeniyet, başlangıçta milli kültürden doğduğu halde, sonradan komşu milletlerin medeniyetinden de birçok kurumlar alır. Fakat bir toplumun medeniyetinde fazla bir gelişmenin süratle meydana gelmesi zararlıdır. Ribot diyor ki:”Zihnin fazla gelişmesi karakteri bozar.” Kişide zihin ne ise, toplumda da medeniyet odur. Kişide karakter ne ise, cemiyetin fazla gelişmesi de milli kültürü bozar. Milli kültürü bozulmuş olan milletlere “dejenere milletler” denir. Milli kültür ile medeniyetin sonuncu bir ilişkisi de şudur: milli kültürü kuvvetli, fakat medeniyeti zayıf bir milletle, milli kültürü bozulmuş, fakat medeniyeti yüksek olan başka bir millet politik mücadeleye girince, milli kültürü kuvvetli olan millet her zaman galip gelmiştir. Mesela, eski Mısırlılar, medeniyette yükselince milli kültürleri bozulmaya başladı. O zaman yeni doğan Fars devleti ise, medeniyette henüz gri olmakla beraber, kuvvetli bir milli kültüre sahipti. Bu nedenle İran’da da medeniyet yükseldi. Buna karşılık milli kültür zayıflamağa başladı. Bu kere de, önce milli kültürleri henüz bozulmamış olan Yunanlılara yenildiler. Bir süre sonra Yunan kültürü de bozulmağa başladığından, gerek Yunanlılar, gerek İranlılar, kuvvetli bir milli kültürle meydana çıkan medeniyetsiz Makedonyalılara yenildiler. Doğuda Eşkani ve Sasani ailelerinin batıda Romalıların, milli kültürü bozulmağa başlayan Makedonyalılara üstün gelmiş de aynı şekilde açıklanabilir. Nihayet, medeniyetten hiçbir nasibi olmayan, fakat milli kültürde son derece güçlü olan Raplar ortaya çıkarak hem Sasanileri, hem de Romalıları yendiler. Fakat. Çok zaman geçmeden Arap milleti de medenileşmeğe başladığından milli kültürünü kaybederek politik egemenliği Türkistan’dan yeni gelmiş olan töreli Selçuk Türklerine teslim ettiler. Töre Türklerin milli kültüründen başak bir şey değildir. Türklerin şimdiye kadar bağımsız kalması, Çanakkale’den İngilizlerle Fransızları kovması ve Mütarekeden sonra, İngiliz silahlarıyla ve parasıyla donanmış bulunan yunanlılarla Ermenileri yenerek manen İngilizleri yenmesi, hep bu milli kültürün gücü sayesindedir. Milli kültür ile medeniyet arasındaki bu ilişkiler anlaşıldıktan sonra artık Türkçülüğün ne demek olduğunu ve bu memlekette ne gibi görevleri yerine getirmesi gerektiğini belirleyebiliriz. Osmanlı medeniyeti, iki sebeple yıkılmak zorundaydı. Birincisi, Osmanlı İmparatorluğu’nun bütün imparatorluklar gibi, geçici bir topluluktan ibaret olmasaydı. Sonsuza kadar yaşayacak olanlar ise, geçici topluluklar değil, toplumlardır. Cemiyetlere gelince, bunlar yalnız milletlerden ibarettir. Esir milletler, milli benliklerini imparatorlukların kozmopolit yönetimi altında, ancak bir süre için unutabilirlerdi. Bir gün, mutlaka milletler den ibaret olan gerçek toplumlar sürü oluş uykusundan uyanacaklar, kültürel bağımsızlıklarını ve politik egemenliklerini isteyeceklerdi. Avrupa’da beş yüz yıldan beri bu işlem sürüyordu. Bundan dolayı, bu 56 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı gelişmeden bağımsız yaşamış olan Avusturya, Rusya v Osmanlı İmparatorlukları da, önceki benzerleri gibi, dağılmağa yüz tutacaklardı. İkinci neden batı medeniyetinin, yükseldikçe, doğu medeniyetini büsbütün ortadan kaldırmak güce ulaşmasıdır. Rusya’da ve Balkan ülkelerinde Batı medeniyeti, Doğu medeniyetinin yerine geçtiği gibi; Osmanlı İmparatorluğu’nda da aynı durum baş gösterecekti. Doğu medeniyeti, bazılarının zannettikleri gibi, gerçekten İslam medeniyeti değil. Kaynağı, Doğu medeniyeti idi. Nasıl ki, Batı medeniyeti de Hıristiyan medeniyeti değil. Batı Roma medeniyetinin bir devamından ibaretti. Osmanlılar. Doğu Roma medeniyetini, doğrudan doğruya Bizans’tan almadılar: kendilerinden önce Müslüman Araplarla acemler bu medeniyeti almış olduklarından, Osmanlılar onu, bu dindaş milletlerden aldılar. Bundan dolayıdır ki bu medeniyeti, bazı fikir adamları İslam medeniyeti sandılar. Batı medeniyetinin her yerde doğu medeniyetinin yerine geçmesi doğal bir kanun olunca, Türkiye’de de böyle olması zorunlu idi. O halde Doğu medeniyeti dairesinde bulunan Osmanlı medeniyeti ister istemez ortadan kalkacak, onun yerine bir taraftan İslam diniyle beraber bir Türk kültürü, diğer taraftan da Batı medeniyeti geçecektir. İşte Türkçülüğün görev bir taraftan yalnız hak arasında kalmış olan Türk kültürünün arayıp bulak, diğer taraftan Batı medeniyetini tam ve canlı bir biçimde alarak milli kültüre aşılamaktadır. Tanzimatçılar, Osmanlı medeniyetini Batı medeniyetiyle uzlaştırmağa çalışmışlardı. Oysa ki iki zıt medeniyet yanyana yaşayamazlar; sistemleri birbirine aykırı olduğu için, ikisi de birbirini bozmağa neden olur. Mesela, Batı’nın müzik tekniği ile Doğu’nun müzik tekniği birbiriyle uzlaşmaz. Batı’nın deneysel mantığı ile Doğunun iskolastik mantığı birbiriyle barışamaz. Bir millet ya Doğulu olur, ya Batılı olur. İki dinli bir fert olmadığı gibi, iki medeniyetli bir millet de olamaz. Tanzimatçılar, bu noktayı bilmedikleri için yaptıkları yenilik hareketinde başarı sağlayamadılar. Türkçülere gelince, bunlar esasen Bizanslı olan Doğu medeniyetini büsbütün bırakarak Batı medeniyetini tam bir biçimde almak istediklerinden, girişimlerinde başarılı olacaklardır. Türkçüler tamamıyla Türk ve Müslüman kalmak şartıyla, batı medeniyetine tam ve kesin bir biçimde girmek isteyenlerdir. Fakat, batı medeniyetine girmeden önce, milli kültürümüzü arayıp bularak milli kültürümüzü ortaya çıkarmamış gerekir. www.ulkuocaklari.org.tr Kaynak: Türkçülüğün Esasları – Ziya Gökalp, Toker Yayınları, 2002 Ülkü Ocakları Genel Merkezi 57 Ülkü Ocakları Eğitim Programı Türk Milliyetçiliği Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Eğitim Programı 58 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı MİLLET VE MİLLİYETÇİLİK Mehmet Parlar Milliyetçiliği tanımlamadan önce onu doğuran şartları bilmek gerekir. Bunun içinde insanlığın ilk ortaya çıkışını, sosyal yapısını, coğrafi şartlarını, dini inançlarını, askeri sistemlerini, milletleşme sürecine girmeden evvel hangi aşamalardan geçtiklerini iyi bilmek gerekir. MİLLETİN OLUŞUMU İlk dönem insanlarının kendiliğinden yetişen bitki ve meyvelerin yanı sıra avladıkları veya evcilleştirdikleri hayvanlardan geçindikleri tahmin edilmektedir. Bulundukları bölgelerde av hayvanlarının tükenmesi, evcilleştirdikleri hayvanlara yeterli ot bulunamaması, bitki ve meyvelerin azalması, insanları ihtiyaçlarına cevap veren yeni sahalara gitmeye sevk etmiştir. Bu yolculuk insanoğlunun dünyanın değişik bölgelere dağılmasına neden olmuştur. Her insan grubunun bulundukları konum itibariyle birbirinden farklı ihtiyaçları oluştu. Bu farklı ihtiyaçları karşılayabilmek için oluşturulan kelimeler farklı olduğu gibi, kurulan hayatlar da dağlarda, vadilerde, sahillerde farklılık gösterdiğinden topluluklar kendilerine has özellikler kazanmaya başladılar. Değişiklik insanoğlunun lisanında, hayat biçiminde kalmadı; renginin açıklığı veya koyuluğunda, boyunun uzun veya kısalığında, yüz şekillerinde de kendini gösterdi. Elbette lisanların, kurulan hayatların, renklerin müşterekliğinin insanlar arasında yakınlık doğurması doğaldı. Gök gürlemesi, şimşek çakması, ay ve güneş tutulması, depremler, yangınlar, uçsuz bucaksız gökyüzü ve sonu görünmeyen büyük denizler insanları ya ürkütmüş ya da zihnini kurcalamıştır. Karanlıkların ve aydınlıkların kucak kucağa yaşadıkları bu evrende bilinmeyen, net olmayan, merak edilen olayları açığa kavuşturabilmek için insanoğlu çeşitli inançlar ortaya çıkarmıştır. Ya gökten indiğine inandıkları ilahi nura, ya aya, güneşe ya da kendi oluşturdukları değişik inanç ve felsefelere iman etmişler ve kendilerince bir din oluşturmuşlardır. Bu değişik inançlar ise her toplumu birbirinden biraz daha değişik ve farklı bir yapıya itmiştir. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 59 www.ulkuocaklari.org.tr Bu yakınlık ve insanın fıtri bir özelliği olan alışkanlık, toplumu meydana getiren kişilerde aidiyet şuurunun doğmasına sebep olmuştur. Boy, kavim, millet gibi insan topluluklarının oluşumunda ki temel faktör de işte bu aidiyet şuurudur. Ülkü Ocakları Eğitim Programı Beden yapımız biyolojik varlık olarak birbirine eşittir, ama kişiliklerimiz farklıdır. Beden yapımızla tabiata, kişiliklerimizle cemiyete mensubuz. Bunun için cemiyet insanların matematiksel toplamı değil, bir arada yaşayan kişilere has özelliklerin toplamıdır. Kişilerde şahsiyetlerini oluşturan özelliklerin bir kısmını cemiyetten alırlar. Bir cemiyette yetişen insanların özellikleri o cemiyetin özellikleriyle yakından ilgilidir. Bitmeyen ihtiyaçlar insanları göçe zorlamış, göçler ise farklı toplumları karşı karşıya getirmiştir. Birbirlerinin toprak ve meralarına sahip olmak için kan dökülmüş, savaşlar yapılmıştır. Bu kanlı boğazlaşmalar insanları öç alma düşüncesine itmiş, öç almak isteyen insan ise içinde bulunduğu gruba daha sıkı bağlanmış ve daha büyük bir hırsla daha sivri kılıçlar, daha etkili oklar icat etmiştir. İnsanoğlunun gerek kendi toplumuna daha sıkı bağlanması, gerekse eşya ile olan ilişkisini üst düzeye çıkarmak mecburiyetini duyması, toplumların gelişmesine sebep olduğu gibi aralarındaki ayrılığı daha da netleştirmiştir. Değişik şartlarda şekillenen toplumları zaman, olayların teknesinde acı darbelerle yoğuruyordu. Bu acı darbeler kişilerde beliren aidiyet şuurunu iyice biliyor ve onların kendi toplumlarına daha sıkı sarılmalarına neden oluyordu. Kişilerde aidiyet duygusu mevcut değilse, aynı lisanı konuşmaları veya diğer paylaştıkları hususlar milletin oluşmasında rol oynamazlar. Çünkü lisan, soy, tarih objektif (nesneye ilişkin olan) unsurlardır, halbuki milliyet hissi sübjektif (kişiye ilişkin olan)tir. Yani milliyet duygusunun oluşması için tarih, dil, vatan, ülkü yetmez kişinin bu değerlere aidiyet duyması, bu değerleri kabul etmesi gerekir. MİLLETİ OLUŞTURAN UNSURLAR Bazı sosyal bilimciler dil, din, ırk, vatan gibi objektif unsurları, bazıları ise millet olma şuuru, bağlılık ve benzeri sübjektif unsurları milletin oluşumunda etkili olarak görmektedir. Bazıları da hem objektif hem de sübjektif unsurları birlikte değerlendirmektedirler. Ama şurası da bir gerçek ki, bütün bu unsurlar her milletin oluşmasında aynı derecede rol oynamazlar, bazen bir unsur bazen de birden fazla unsur rol oynayabilir. Mesela Fransız milletinin oluşmasında, coğrafya önemli rol oynadığı gibi, Yahudi milletinin oluşmasında dinin en önemli rol oynadığını görüyoruz. Milletlerin oluşmasında önemli olan faktörler şunlardır: Dil ve Soy Milletin oluşmasında en önemli rolü oynayan aidiyet şuurunu bir kişinin paylaşabilmesi için, toplumla kişinin ortaklığı olan hususların bulunması gerekir. Bu da ancak o kişiyle toplumu oluşturan diğer kişilerin anlaşmasıyla başlar. Dolayısıyla karşımıza ilk önce dil unsuru çıkmaktadır. Dil bir milletin birbirleriyle anlaşma aracıdır. Ama dilin yalnızca bir anlaşma aracı olmadığı da bir gerçektir. Dil aynı zamanda duyma, düşünme, dış dünyayı anlama ve tanımlama aracıdır. Yani her dil birbirinden farklıdır, kendine özgüdür, bu da her toplumun kendine ait bir düşünce tarzının olduğu anlamına gelir. Zaman içinde bir toplumun oluşmasında, acı tatlı anılarla yoğrulup, şahsiyet kazanmasında dilin payı büyüktür.Ayrıca milletin uzun yıllar boyunca oluşturduğu kültürün aktarılmasında da dil büyük bir görevi yerine getirir. Dil tek başına bir millet oluşturmaya yetmez, ama milletin oluşmasındaki önemli unsurlardan da biridir. Aynı dili konuşanların bir millet haline gelebilmeleri için aynı soydan geldiklerine inanmaları gerekir. 60 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı Bazı milletler veya milletlerden ayrılan gruplar dillerini zaman zaman yitirmişlerdir, fakat aynı soydan gelmiş olduklarına dair inançları onlarda milliyet duygusunu devam ettirmiş, bir fırsatını bulduklarında da bütünleşmenin gayreti içine girmişler, dillerini de tekrar elde etmişlerdir. Mesela Almanlar istila ettikleri Çek, Slovak milletlerine dillerini unutturup, Almanca konuşturmaya başlamışlar fakat Birinci Dünya Savaşından sonra bu iki millet Almanlardan ayrı soydan geldikleri düşüncesiyle dillerini tekrar kazanmışlardır. Yine Türklerle Bulgarlar aynı soydan gelmişlerdir ancak zamanla dilleri ve dinleri farklılaşmıştır. Ne Bulgarlar kendilerini Türk olarak görür ne de Türkler Bulgarlarla kendilerinin aynı milletten olduğunu düşünürler. Bu örnekler millet olabilmek için aynı soydan geldiğine inanmanın gerekli olduğunu ama yeterli olmadığını göstermektedir. Din Türklerle Bulgarlar birbirlerini kendilerinden saymazlar. Ama Bulgarlar din birliklerinden dolayı Slavlarla aynı kökten geldiklerine inanmaktadırlar. Veya en azından Slavları Türklere oranla daha fazla kendilerine yakın hissederler. Bunun bir örneği de Bosna Hersek te yaşayan Müslümanlardır. Bunlar Slav kökenli Sırpça- Hırvatça konuşan insanlardır, aynı dili konuşmalarına rağmen kendilerini Sırp ve Hırvat olarak kabul etmezler, çünkü böyle bir kabul onları Ortodoks Slavlarla ve Katolik Hırvatlarla aynı konuma getirecektir. Halbuki onlar Müslüman olmakla, hayatlarına değişik unsurlar katmışlar ve aynı kökten gelmelerine rağmen Hıristiyan Slavlardan ayrılmışlardır. Onların ayrılığında da din büyük bir rol oynamıştır. Dinin, milleti ne ölçüde etkilediğine çok örnek gösterilebilir. Ne Arnavutluk’ta ki Müslüman ve Hıristiyan Arnavutlar, ne de Suriye’de ki Müslüman ve Hıristiyan Araplar bir millet haline gelebildiler. Hatta sadece din değil, mezhepler bile milletleri etkiliyor. Avusturya Alman soyundan gelmesine rağmen Katolik olduğu için Protestan olan Almanya’dan ayrı bir şekilde varlığını sürdürüyor. Aynı soydan olmamalarına rağmen İran’da ki Azerbaycan Türkleriyle Farsların bir arada yaşamasında da aynı mezhepten (Şii) olmaları önemli bir faktördür. Bir milletin oluşmasında din çok önemli rol oynamaktadır. Zaten bir milletin şahsiyetine biraz dikkatli bakınca, dinin etkisi hemen göze çarpar. Din başlı başına milleti oluşturmaya yetmese dahi milletin oluşmasında büyük bir yeri olduğu inkar edilemez. Hemen her milletin oluşumunda az veya çok dinin payı vardır. Din milletten ayrı düşünülemez. Dinsiz toplumların devamına imkan olmadığını da tarihi süreç göstermektedir. Sovyetler Birliği 1917’den 1991’e kadar dinsiz bir milletler yığını oluşturmaya çabalamışsa da bunda başarılı olamamıştır. Dinin önemi milletlerin hayatının her alanında kendisini göstermektedir. Bir milletten söz edebilmek için, ona ham madde görevini ifa eden bir insan kitlesinin olması ve bu insan kitlesinin bir toprak parçasında yaşaması gerekir. Bu, toprak parçası üzerinde yaşayan insan kitlesinin nesilleri arasında içli, derin bir ilişki kurar ve bu kitlenin devamlılığını sağlar. Zaman teknesinde olayların yumruğuyla yoğrularak günışığına çıkan milletin, milli şuur için gerekli olan sosyal hafızası vatanlaşan bu toprak parçası üzerinde oluşur. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 61 www.ulkuocaklari.org.tr Kitle ve Vatan Ülkü Ocakları Eğitim Programı Asyalıların çizgili yüzlerinde, çekik gözlerinde, bronz tenlerinde, Kuzey Avrupalıların sarışınlığında, mavi gözlerinde; kuzeyden Akdeniz’e doğru inildikçe renklerin esmerleşmesinde, insanların hareketlenmesinde vatanlaşan toprak parçasında hakim olan coğrafi şartların payı büyüktür. Vatan, sinesinde barındırdığı hatıralarla, mukaddesleşen beldeleriyle, ataların ve şehitlerin mezarlarıyla milleti oluşturan aidiyet şuurunu her gün yeniden tazelemektedir. Böylece de özelliklerini geliştirerek milleti yüzyıllardan yüzyıllara taşımaktadır. Vatan kuru bir toprak parçası değildir. Milletin kahramanlıklarının, evliyalarının, bilginlerinin, büyük sanatkârlarının yaşadıkları, çalıştıkları, ibadet ettikleri, düğün yaptıkları ve gerektiğinde savaşarak kanlarını akıttıkları türlü hatıralarla dolu kutsal bir yurttur. Zaman Yukarıda belirtilen unsurların oluşması ve bu unsurların kitlenin bütün fertlerine yayılması, kitleyi belli bir şuura, belli değer ölçülerine, karakter çizgilerine kavuşturması için zaman gereklidir. Milletin zaman içinde gelişen özellikleri yapılan eserlerle toprağa aksettiğinden dolayı, coğrafya öyle bir manada duraklamış tarih demektir. Bu coğrafya öyle bir duraklamış tarihtir ki, üzerinde yaşayan insanları devamlı etkileyerek yeni gelişmelere hazırlar. Ülkü Mevcudu korumaya olan meyil, içgüdüsel bir olaydır, tehlikeden sakınmaktır. Her canlı varlığın göstereceği reflekstir. Milletin de kendini korumak için reaksiyonlarda bulunması gayet tabiidir. Ülkü ise elde olmayanı tasavvur etmektir, daha çok geleceğe dönüktür. Aynı şeyleri düşünmek, aynı hedeflere kilitlenmek görünmez bağlardır; fakat insanları birbirine görünen bütün maddi bağlardan daha kuvvetli bağlar. Bu bağ beyin ve yüreklerde temelini bulur. Bir yanıyla maddi, bir yanıyla manevi olduğu için sahibine olağanüstü bir moral ve güç verir. Ülkünün aidiyet şuurunu nasıl bir sağlam zemine oturttuğunu anlatmak çok güçtür; ancak yaşanarak idrak edilir. Onu tahlil etmeye çalışan, daha çok çarpan bir yüreğin sesini duyar. Hiçbir şey beklemeden, milletin hayrına olduğuna inanılan bir iş yapmanın lezzeti sonsuzdur; bu lezzet, bu heyecan belli bir ülkünün taşıyıcısı olmayanlara yabancıdır. Bir zaruret anında ülkü ile kuvvetlenmiş aidiyet şuuru, taşıyıcısının egoizmini sıfıra indirir; gerekli görüyorsa, hayatı dâhil her şeyini milletinin uğruna feda edebilir. Bu da ülkü ile beslenmiş aidiyet şuurunun, sadece milletin unsurlarından biri değil, aynı zamanda teminatı olduğunu da göstermektedir. MİLLETİN DİĞER SOSYAL GRUPLARDAN FARKI Milletle diğer sosyal gruplar olan halk, kavim ve ırk arasında önemli farklar vardır. Halk, belli bir dönemde yaşayan insanları ifade eder; canlı varlıklardan oluşur. Millet ise mevcut, geçmiş ve gelecek bütün nesilleri kapsar. Halk, aynı ülkede yaşayan insanların bütününü ifade etmekle beraber, onu oluşturan fertlerin arasında, millette olduğu gibi, birbirine kuvvetli bağlayıcı nitelikte bir bağın bulunması gerekmez. Aralarındaki ilişki, düzenli, devamlı, belli içeriklere kavuşmuş olmayabilir; sadece aynı toplumda yaşamanın zorunlu kıldığı maddi ve hukuki ilişkiden ibaret bulunabilir. 62 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı Aynı kökten gelen kavimlerin bir bölümü, o kökten gelen kavimlerin oluşturduğu milletin değerler sistemi içinde yer almayabilir. Halk kavramı milletin dışında kalan bölümü de ifade eder. Bu itibarla mekân bakımından halk milletten daha geniş olabilir. Zaman bakımından ise millet daha geniş bir yer tutmaktadır. Millet geçen nesilleri, yaşayanları ve gelecek nesilleri, kendini oluşturan fertlerin toplamından farklı ve onların iradelerinin üstünde bir varlık ifade etmesine rağmen, halk daha çok hayatta bulunan nesil kastedilerek kullanılır. Siyasi egemenliği elinde bulunduranların dışındaki geniş kitleler de halk kelimesiyle ifade edilir. Yüzyılların getirilerinin ürünü olan milletleri, bir önceki şekilleri olan kavimle karıştırmamak gerekir. Daha çok ırk kelimesiyle karıştırılan kavmin, bir grubun dilde birliğini ve hayat tarzındaki benzerliğini ifade ettiği belirtilmektedir. Milletler ya bir kavmin veya akraba kavimlerin kaynaşıp gelişmesiyle ortaya çıktıkları gibi, bir kavmin bölünmesiyle ortaya çıkan milletler de vardır. Bir kavmin gelişmesi veya akraba kavimlerle birleşmesinden ortaya çıkan milletlere, soy birliklerinden dolayı tarihi millet ya da kök millet denmektedir. Türkler ve Çinliler bu gruptadır. Değişik kavimlerin kaynaşarak gelişmesiyle oluşanlar da halita (karmaşık) milletler olarak nitelendirilmektedir. Galyalılar, Franklar, Burgondlar, Vizigotlar ve Normanlar gibi değişik kavimler birleşmiş, tarih içinde bütünleşerek Fransız milletini oluşturmuşlardır. Kelt, Anglosaxon, Norma kavimleri, İngilizleri; Germen, Slav, Latin kavimleri de Almanları oluşturmuşlardır. Buna karşılık bir kavmin bölünmesiyle ortaya çıkan milletlere örnek olarak Latin kavminin parçalanıp gelişmesiyle İtalyanlar ve İspanyolların, Cermen kavminin bölünmesiyle de Almanların, Danimarkalıların, Hollandalıların farklı milletler haline gelmeleri gösterilebilir. Kendi özelliklerini tam oluşturamamış veya özelliklerinin değerini yeterince idrak edememiş, çoğunlukla soy birlikleri olan kavimle millet arasında belirli ayrılıklar vardır. Milletleri oluşturan kişiler arasındaki ruhi temayüller, kavimleri oluşturan kişilere oranla daha yoğundur. Çoğu kez ırk da kavim gibi millet kavramıyla karıştırılmaktadır. Antropologların bazıları insan ırkını tasnif için cilt rengini esas almışlar ve bu bakımdan insanları Beyaz Irk(Avrupalılar), Sarı Irk (Asyalılar), Siyah Irk(Zenciler), Kırmızı Irk( Amerika) yerlileri diye dörde ayırmışlardır. Bu renk ölçülerinden başka insanları değişik ırklara bölen ölçüler de ileriye sürülmektedir. Bunların en önemlisi kafatasının ölçülerini esas alarak yapılan ayrımdır. Bu ölçüye göre insanlar ikiye ayrılıyor. Dolikisofal (Uzun Kafataslılar),Brokisefal (Kısa Kafataslılar) Ancak ırkın milletleri tarif etmede yetersiz kaldığını söylemek mümkündür. Millet, halktan, kavimden, ırktan farklı bir şeydir. İlk dönemde sadece ailesiyle birlikte yaşayan insanoğlu daha sonra uzak akrabalarıyla oluşturduğu klan daha sonra aşiret, boy, kavim ve nihayetinde millete doğru gelişen bir yapının ürünüdür. Millet geçmişin anılarıyla, aynı dili konuşmanın rahatlığıyla, aynı dine inanmanın azmiyle ve aynı ülküye odaklanmanın vermiş olduğu adanmışlıkla oluşmuştur. Toplumun en gelişmiş ürünü millettir. Millet canlı bir organizma gibidir. Ve zaman geçtikçe, yeni şartlarla, yeni buluşlarla ve yeni düşüncelerle gelişmeye devam edecektir. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 63 www.ulkuocaklari.org.tr SONUÇ OLARAK Ülkü Ocakları Eğitim Programı MİLLİYETÇİLİK Milliyetçilik, tarihi ve sosyolojik bir varlık olan millet üzerine bina edilmiş, bir fikri sistem ve sosyal olayların bu fikri sistem ışığında değerlendirilişidir. Millet bir realitedir(gerçekliktir) milliyetçilikte bu realitenin farkına varma, şuuruna erme, menfaatlerini koruma, sosyal olayları onunla izah etme, milletin gelişmesi için tavır koyma, aksiyonda bulunma, fiili ve sözlü mücadele etme şuurudur. Kısacası sosyal bir olgu olan milletin varlığını geliştirerek ebedileştirme aksiyonudur. Milliyetçi için sosyal konuların mihrakı millet olduğuna göre, iletişim araçlarının geliştiği bu dönemde, yönetimin de bizzat milletin elinde bulunmasının lüzumuna inanır. Zira milletin özünde mevcut olan özellikler ancak hürriyet ortamında gelişip, boy atabilirler. Milletlerin özellikleri tarih içinde oluştuğundan milliyetçi tarihe, tarih şuuruna son derece önem verir. Çünkü tarih milletin hafızasıdır. Ancak hafızasıyla millet dününü, bugününü, yarınını bir bütün olarak ele alır ve değerlendirir. Milletini geniş bir aile tarzında gören milliyetçi, milletin fertleri arasında milli dayanışma ve kardeşlik duygusunu aşılamaya çalışır. Çağın ilim ve ekonomik seviyesinden geri kalmamak için ülkesinin kalkınması adına milletini büyük bir gayrete getirmenin mücadelesini verir. Sosyal bilimcilerin pek çoğu milliyetçiliğin modern dönemin ürünü olduğunu ileri sürmelerine rağmen, ilk ortaya çıkış tarihinde anlaşamamaktadırlar. Kimisi İngiltere iç savaşını, kimisi Latin Amerika’daki bağımsızlık hareketlerini, büyük bir kesimde Fransız İhtilalini milliyetçiliği ortaya çıkaran olaylar olarak görmektedir. İddia edildiği gibi milliyetçilik kökünü bu olayların birinde bulan, 19. yüzyılda sanayileşen Avrupa’da ortaya çıkmış bir fikir değildir. Büyük sanayi hamlelerinin gerçekleştiği bu yüzyıldaki olay, var olmayan bir milliyetçilik şuurunun değil, çeşitli sebeplerden dolayı bağımsızlıklarını yitirmiş, büyük imparatorluklar da yaşayan milletlerin, ihtilal ile Fransa’daki sistem değişikliğiyle hâkimiyetin millete ait oluşunu savunmaları ve bu doğrultuda mücadele vermeleridir. Milliyetçilik duygusu her toplumda az veya çok bulunuyordu. Her toplum kendi dilini konuşuyor, kendi inançlarına inanıyor ve ülkesini korumak için savaşıyordu. M.Ö 36 yılında Büyük Hun Hakanlarından Çiçi Yabgu Çinlilerle savaş yapmaktan kaçınmalıyız diyen komutanlarına şöyle hitap ediyordu: “ Boyun eğmeyeceğiz. Zira öteden beri biz Hunlar kuvveti takdir ederiz. Tabi olmayı hakir görürüz. Savaşçı süvari hayatımız sayesinde, adı yabancıları titreten bir millet olduk. Bütün düşmanlarımız, bizim savaşta ölmeyi bildiğimizi öğrenmişlerdir. Biz ölsek de kahramanlığımızın şöhreti kalacaktır. Yalnız bu şöhret çocuklarımız ve torunlarımızı diğer kavimlerin efendisi kılacaktır.” Tacını, tahtını, canını her şeyini yitirmekle karşı karşıya olan bir insanın, ölümün ayak sesleri arasında gelecek nesilleri düşünmesi, “Biz Hunlar” diye hitap etmesi milliyetçi düşüncenin bariz bir göstergesidir. Değişik milletlerin farklı özelliklerini, pek çok şairin, mütefekkirin milletleriyle iftihar edişlerine çok ayrı kaynaklarda rastladığımız gibi Şehname’de de Farsların özelliklerinin, milli kahramanlıklarının anlatıldığı görülür. Bu tip örnekler çoğaltılabilir. Bu örnekler ortadayken milliyetçiliğin Fransız İhtilalinin bir ürünü olduğunu söylemekse tarihi gerçeklere aykırıdır. Ancak milliyetçiliğin sistemleşmesi ve yaygınlaşmasının Fransız İhtilaliyle olduğu kabul edilebilir. 64 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ Türk milliyetçilerine göre, aynı kültürü yaşayan, aynı geçmişi paylaşan, aynı gelecek düşüncesine sahip olan insanlar bir milleti oluştururlar. Bu aynılıklar Türklerde sayılamayacak kadar çok unsuru kapsar. Uzun bir tarihi beraber yaşamış olmak, dil, din, vatan, soy birliğine sahip olmak, ortak zaferlerin heyecanı, müşterek felaketlerin acısıyla hayatı beslemek Türk milletini meydana getirir. Bilhassa –Batılı milletlerin aksine- bunlardan birinin eksikliği, aidiyet şuurunu zedelemiyorsa, Türklüğüne halel getirmez. Çünkü Türklerde ne kültür beraberliği, ne geçmişi paylaşmak ne de aynı gelecek düşüncesine sahip olmak bir tek unsura dayalı olarak kurulmaktadır. Mesela ünlü Sokullu Mehmet Paşa, Türk tarihinin büyük isimlerinden biri olarak anılmaktadır. Soy bakımından Türk değildir; ama tarihten öğreniyoruz ki her gece Kur’an okuyacak kadar Müslüman, birkaç sayfa Türk tarihi okumadan uyumayacak kadar da Türk’tür. Bu da gösteriyor ki soy olarak Türk olmadan, Türk milletine ait olmak, hatta Türk milliyetçiliği yapmak mümkündür; zira paylaşılacak çok başka değer mevcuttur. Türk kültüründe yadırganmayan, bilakis gayet normal karşılanan böyle bir milliyetçiliği Avrupalı bir milletin, hatta Müslüman olan Arapların kültüründe bulmak mümkün değildir. Osmanlı Devletinin son dönem sınırları içinde hem Balkanlarda, hem de Arap ülkelerinde merkezi idareye karşı bağımsızlık hareketleri sistematik bir şekilde yayılmaya başladı. Birinci Dünya Savaşı’nın yenilgisi de gelince, Osmanlı Devletinin merkezi idaresi çöktü. Bu çöküşle Türkçülük düşüncesi de alevlendi. Aslında bu hareket bir dünya görüşünden ziyade azınlıkların tutumlarına karşı bir savunma mekanizması olarak doğmuş ve gelişmiştir. Türklerde milliyetçilik şuuru vardı; ama imparatorluk olmaları yani çok uluslu bir yapıda olmaları Türk milliyetçiliğini açık olarak ortaya koymalarını engelliyordu. Ancak Osmanlı bünyesinde bulunan azınlıkların Fransız İhtilalinin estirmiş olduğu “bağımsızlık ve özgürlük” rüzgârına kapılarak Osmanlı Devletine karşı bir tutum almaları Türk milliyetçiliğinin ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. Bu arada Osmanlı Devleti içerisinde de fikri ve ilmî manada Türk tarihi, dili ve kültürü üzerinde çalışmalar başlatılmıştır. Ahmet Vefik Paşa (1823-1891), Türk tarihi ve dili üzerinde ilk çalışmalarını yapmış, Moliére’in piyeslerini, sade bir dille Türkçe’ye çevirmiştir. İlk Türkçe-Osmanlıca sözlük olan Lehçe-i Osmanîyi (1876) hazırlamış ve Osmanlı Türkçe’sinin, Türk dilinin lehçelerinden biri olduğunu ileri sürmüştür. İslam Medeniyetinde Türklerin önemli bir rol oynadığını ileri süren Ali Suavi de(1838-1878), Türkçülüğün öncüleri arasında yer almaktadır. Süleyman Paşa’nın (1838 - 1892) Tarih-i Âlem’i (1876) de Türkleri, Asya’nın geniş alanlarında yaşayan ve Osmanlıların ataları olan bir millet olarak ele alması bakımından ilgi çekicidir. Osmanlı dilinin çözülerek millî Türkçe’nin gelişme sürecinin başlayacağını ileri süren Şemseddin Sami de (1850–1894), dil alanındaki Türklük bilincine ilk katkılarda bulunmuştur. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 65 www.ulkuocaklari.org.tr Türkçülük fikrinin ilk belirtileri Türkiye dışında, özellikle Çarlık Rusya’sında kendini göstermiştir. Çarlık Rusya’sının Batıya daha fazla açık olması ve Rusya’daki Türklerin kendilerini “Osmanlı” olarak görmemeleri dolayısıyla etnik bir manada Türk milliyetçiliğinin uyanışının onlar arasında daha erken ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Öte yandan, Türk tarihi alanında yapılan Batı kaynaklı birtakım çalışmalar, Türkçülük düşüncesinin ilk tohumlarını atmış ve az sayıda da olsa, Osmanlı aydınları üzerinde etkili olmuştur. Ülkü Ocakları Eğitim Programı Ancak 1904 tarihinde yayınlanan ve siyasal düşünce düzeyinde radikal bir tutum sergileyerek, hem İslamcılığı hem de Osmanlıcılığı eleştiren ve Türklerin izlemesi gereken biricik yolun Türkçülük olduğunu ileri süren Yusuf Akçura’nın “Üç Tarz-ı Siyaset” adlı eseri ile Türkçülük siyasî bir mahiyet almıştır. II. Meşrutiyet ile beraber de Türkçülük, hem örgütlerine, hem yayın organlarına kavuşmuştur. 1908’de, Yusuf Akçura’nın içinde bulunduğu bir grup, Türk Derneği’ni kurmuş, bu arada Ömer Seyfettin’in çevresinde toplanan ve dilde Türkçülüğü savunan bir başka grup da Genç Kalemler (1911) dergisini çıkarmıştır. Yine 1911’de Türk Yurdu Cemiyeti kurulmuş ve bu örgüt kısa bir süre sonra yeni kurulan Türk Ocağı ile birleşmiştir. Türkçülüğün organı olarak da Türk Yurdu dergisi yayımlanmaya başlamıştır. Derginin yazarları arasında Ziya Gökalp, Hüseyinzade Ali, Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu, Fuat Köprülü gibi kimseler olup; derginin amacı Türklerin, Osmanlılıktan sıyrılarak ulusal bir bilinç ve kimlik edinmeleri, Osmanlılardan önceki Türk tarihinin incelenmesi şeklinde belirmiştir. Türkçüler, millîleşmenin doğal ve kaçınılmaz bir süreç olduğunu, Osmanlı diye bir milletin varlığından söz edilemeyeceğini ve bu adla ancak bir devletin belirtilebileceğini savunmuşlardır. Böylece, önceleri dil, tarih ve kültür alanında kendini gösteren ilmî ve fikri Türkçülük, siyasal bir boyut kazanmıştır. Balkan Savaşı yenilgisinin yarattığı şaşkınlık ve hayal kırıklığı da, Türkçülerin tezlerinin güçlenmesine ve yaygınlaşmasına yol açmıştır ki; İmparatorluk içindeki Türk olmayan Müslümanların milliyetçi görüşleri benimseyerek bu doğrultuda hareketlere girişmeleri de Türkçüleri haklı çıkarmıştır. Osmanlıcılığın bir hayal olduğunun kavranması; din yaşamının, millî bir nitelik kazanması gerektiğinin düşünülmesi ve Batı karşısında ulusçuluk bilincinin ve millî kimliğin korunmasının zorunlu olduğuna inanılması, Türkçülüğün radikalleşmesine ve düşünce çerçevesinin belirlenmesine yol açmıştır. Bu arada siyasî bir temele oturmuş olan Türkçülük, Ziya Gökalp’in şahsında ilmî ve sosyolojik temellerini de bulmuştur. Gökalp, bu konuda getirdiği çözüm ve esaslarla, Türkçülüğü, Osmanlı ve dünya konjonktürü içerisinde daha sistemli ve gerçekçi bir hale getirmiştir. Türk milliyetçiliğinin sistematiğini ortaya koyarak, bundan daha sonra bu alanda ortaya çıkacak gelişmelerinde, esaslarını belirlemiştir. İşte Türkçülük, Osmanlıcılık ve İslamcılığın ardından, önce felsefî bir cereyan suretinde başlamış ve bilahare sosyoloji ilminin vasıl olduğu neticeye kendi kendine ulaşmış hayati bir harekettir. İlk iş olarak Osmanlılıktan kozmopolitlikten kurtulmayı hedef almış ve dolayısıyla etnik bir Türk kavramını işlemiş, ardından Türklük bilinci içerisinde kültür hareketine yönelerek bir Türk kimliği oluşturma gayretine girişmiştir. Tabii bu arada siyasî Türkçülüğün de, gelişen hadiseler içerisinde hâkim bir mevkie geldiği gözden kaçmamaktadır. Nitekim İttihat ve Terakki döneminin içeride ve dışarıda uyguladığı etkin siyaseti, özellikle Cihan Harbi sırasında Türkçülük olmuştur. Zira görülmüştür ki, ne eşitlik, özgürlük, kardeşlik sloganları ve ne de anayasa, imparatorluğu kurtarmaya yetmemiştir. İmparatorluk çökmekte, yalnız Hıristiyan milletleri değil, Müslüman milletleri de kaynaşmakta, İngilizlerin entrikalarıyla, Araplar ayaklanmaktadır. Bir İngiliz yazarı, daha 1907 yılında, “Basra Körfezi’nde İngiliz Çıkarları” başlıklı yazısında, “Arabistan artık Türkler için kaybedilmiştir. 1905’te bağımsız bir Arap Krallığı kurulması cereyanı başlamıştır. Bunun hükümdarı, aynı zamanda İslam Halifesi olacaktır” demektedir. Bu şartlar altında, gözler Anadolu’ya çevrilmekte, tam bir açıklık kazanmaktan uzak olmakla birlikte halkçılık, Türkçülük ve milliyetçilik fikirleri filizlenmektedir. Bu hareketin öncülüğünü dürüst ve vatansever bir düşünür olan Ziya Gökalp ile etrafında kümeleşen gençler yapmışlardır. Ömer Seyfettin, bir hikâyesinde, Ziya Gökalp’ın ağzından şöyle seslenmektedir: “Ey genç muharrir! Gel sen bir kahraman ol! Nefsini düşünme. Boş gururu, menfaat-perverliği bırak. Milletini uyandır. Senin milletin, 66 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı daha kendi ismini bilmiyor. Zaman yürümüş, o uyumuş geride kalmış. Dost sandığı, bağrına bastığı gizli düşmanları, bütün servetini, bütün saadetini yağma etmiş! Senin milletin, kendi vatanında, bir köle, bir esir, bir bekçi, bir fakir... Ona ilim, servet, saadet, duygu, ideal ver!” Bütün bunlara rağmen, Türkçülüğün de Osmanlı Devletinin kurtarılması konusunda başarılı olmadığı görülmektedir. Ancak Cihan Harbinin sonucu ve Mondros’tan sonra gelişen hadiseler, artık Osmanlı Devletini ihyadan çok Türk milletini ve vatanını kurtarma amacını güden Türk milliyetçiliğinin şahlanışını beraberinde getirmiştir. Diğer bir ifade ile Türk milliyetçiliği, millî mücadelenin ardından Osmanlı Devletinin hiç değilse Türk tarafını Anadolu coğrafyasını kurtaracaktır. Mustafa Kemal, Milli Mücadele ruhunun Türk milliyetçiliği olduğunu ve kendisinin de bir Türk milliyetçisi olduğunu söylemiştir. Türk milliyetçiliği 1923’ten 1938’e kadar Türkiye Cumhuriyeti’nin temel ilkelerinden biri olarak kalmıştır. Ancak Atatürk’ün ölümünden sonra başa geçen İsmet İnönü döneminde devletin milliyetçilik anlayışında büyük bir değişim meydana gelmiştir. www.ulkuocaklari.org.tr Bu süre zarfında fikri ve aksiyon alanında sıkıntı çeken milliyetçilik, II. Dünya Savaşı’nın akabinde yeniden kendini gösterme fırsatı bulmuştur. Türkçülük ülküsü ile ortaya çıkan Hüseyin Nihal Atsız yeniden bir şahlanış başlatmış, ardından Başbuğ Alparslan Türkeş milli hedefi göstererek milliyetçilik bayrağını eline almıştır. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 67 Ülkü Ocakları Eğitim Programı TARİH VE TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ Dursun Yıldırım Türklerin tarihinde ‘milliyetçilik’ kavramı, XIX. yüzyıl dünya tarihi gelişmeleri çerçevesinde Avrupa’dan gelip girmiştir. Bu kavrama bağlı ‘vatan’ ve ‘hürriyet’, ‘millet’ ve ‘hürriyet’ kavramları Türklerin hayatına Avrupa’dan gelip girmiştir. Avrupa kavimlerinin, devletlerde hâkim dilleri konuşan kavimlerin bir ‘millet’ olma yolunda attıkları adımların ve yaşadıkları süreçlerin o günlere gelinceye kadar Türklerin hayatında hiçbir zaman görülmediği gözlenir. Türklerin insanlara, kavimlere ve dünyaya bakışı bu tarihe gelinceye kadar, Avrupa kavim devletlerinin ve deniz aşırı sömürge imparatorluklarının bakış açılarından farklı olmuştur. Türklerin gerek Merkezi Avrasya ve gerekse Önavrasya üzerinde geliştirdikleri imparatorluk coğrafyaları, Avrupa kavimlerinin denizler ile Türk imparatorluk sınırları arasında sıkışmalarına, küçük toprak parçaları üzerinde büyük nüfus kesafeti yaratmalarına, ticaret yollarından mahrum kalmaları nedeniyle sıkıntı yaşamalarına yol açmıştır. Önavrasya Türk topraklarının Afro-Önavrasya coğrafyasına dönüşmesi, iç deniz ticaretinin de Türklerin denetimine girmesine yol açmıştır. İstanbul’un fethi, Hristiyan Avrupa kavimleri ve devletleri üzerinde derin yankılar bırakmıştır. Papalığın açtığı dinî kampanyalar ve bunların vücut verdiği seferler Türklerin karşısında eridikçe, Avrupa, dar alanda sıkışıp kalmanın psikolojisinden kurtulmanın yollarını bulmaya yönelir. XV. yüzyıl sonlarına doğru, Türklerin imparatorlukları < Merkezi Avrasya ve Önavrasya> ve Doğu dünyasına ait bilgi kaynaklarının yarattığı birikim ve yeni ticarî yollar arayışı, Avrupalıların, eski dünya coğrafyasına karşılık bir yeni dünya coğrafyası yaratmalarına kapı açar. Avrupa devletleri, bu yeni dünya coğrafyası üzerinde farklı medeniyetlere mensup kavimler ile karşılaşırlar. Bu kavimlere ait toprakları, sahip olunan silah teknolojisi ve bilgi birikimi üstünlüğü ile kolayca yönetimleri altına alırlar. Başlangıçta bu yeni dünya coğrafyası uçsuz bucaksız, denizci Hristiyan devletlerin birlikte saldıracakları, birbirlerine zaman zaman yardımcı olacakları bir fetih yarışı görünümü içinde cereyan eder. 68 Fikri Eğitim Denizlere çıkışı olmayan kara Avrupa’sı Hristiyan devletlerinin genişleyebileceği topraklar ise sadece Önavrasya Türk imparatorluğu topraklarıdır. Gelişmeler, sonuçta yeni dünya üzerinde, daha büyük deniz aşırı imparatorluk toprakları edinme rekabetine, yarışına ve ticaretin denetim altına alınmasına yol açar. Uzak denizler üzerinde hâkimiyet yarışı, Avrupa toprakları üzerinde sıcak mezhep çatışmaları, farklı diller konuşan Hristiyan kavimleri ve devletleri arasında cereyan eden ticarî ve askerî üstünlük mücadeleleri Hristiyan kavimler arasında ayrışma tohumlarını da ekecektir. II. Viyana kuşatması, nasıl ki, Önavrasya Türk imparatorluğu gücünün sınırlarına geldiğini ve kendini yenileme yeteneğini yitirdiğinin bir testi olmuş ise XVIII. yüzyıla kadar Avrupa açık deniz armadaları ve ticaret filoları arasında henüz bir kıyasıya pazar rekabeti olmamıştır. Ancak, bu yüzyılda, artık deniz aşırı sömürge ve koloni imparatorlukları toprakları ile Avrupa ana kara toprakları kavramları ve içerikleri yeni anlamlar kazanmaya başlar. Bu kavramlar, devletlerin rekabetinde asıl gücü oluşturacakların, aynı dili konuşanlar olabileceği gerçeğini önlerine çıkarır. Kolonlara bu bağlamda nüfus gücü kaydırılırken, yönetim kadroları da bu insanlardan oluşturulur. Ancak, XVIII. yüzyıl Avrupa denizci devletleri ve deniz imparatorluklarını güçlü deniz armadaları ile korunması ve genişletilmesi çağıdır. Bu açıdan bakıldığında, kara ticaret yolları eski dünya üzerinde büyük ölçüde Türklerin, yeni dünya coğrafyası üzerinde ise İngiltere’nin denetiminde bir manzara gösterir. Fransız deniz armadası, üstünlüğü İngiliz donanmasına kaptırmıştır. Deniz ticaret yolları ve yeni pazarların tamamına yakın bir kısmı İngilizlerin denetimi altındadır. Fransız sermaye ve ticaret sınıfı, Fransa’nın bu duruma düşmesinde devleti yönetenleri sorumlu tutar. İngiltere’nin üstün deniz armadası ile yarattığı bu çemberi kırmanın yolunun bulunması üzerine Fransız sermaye sınıfı, Fransız aydınları ile işbirliği yaparak bir çözüm aradılar. Dünya üzerinde, ilk kez Hristiyan dinî değerleri dışına çıkarak, millet, milliyet, milliyetçilik, eşitlik ve hürriyet, bağımsızlık, cumhuriyet gibi kavramları içine alan veya bunların ortaya çıkmasına zemin olacak bir devrimci ideoloji yaratmaya çalıştılar. Paris Devrimi ile1789 yılında bunu Fransa’da hayata geçirdiler. Devrimin iki temel amacı vardı. Birincisi, İngiltere’nin yeni dünya ve deniz aşırı imparatorluk toprakları üzerinde kurduğu hegemonyayı yıkmak; ikincisi ise bu yolla bağımsızlık savaşı verecekleri destekleyip onlara mürebbilik etmek ve bu yolla kaybedilen pazarları daha güvenli biçimde yeniden edinmek. Paris Devrimi, onu hazırlayıp hayata geçirenlerin ilk beklentilerine, yani İngiliz ticarî çemberini kırmaya, ne de yaktıkları ideolojik ateş ile bağımsızlık mücadelelerine sürükledikleri halklara mürebbilik etmeye yetecek gücü ortaya çıkaramadı. Ancak, şu da tarihî bir gerçek ki, Avrupa halkları, bu devrimden ortaya çıkan kavramlar çerçevesinde kendini anlamaya ve farklı bir aidiyete mensubiyet içinde ifade etmeye başlar. Sosyal ve beşeri bilimler, onların ben-merkezli uydurma teorileri, bakış açıları, farklılaşmayı arttırıcı unsurların öne çekilmesi, insanların, medeniyetlerin algılanma ve ifade biçimleri, bütün bu gelişmelerin birer ateşleyicisi ve gerçeği gibi gösterilmede kullanılmıştır. Sömürge ve kolonilerin yönetim yapılarında, toplum mühendisliği açısından bu bilimler geniş ölçüde kullanıldı. Türklerin, XIX. yüzyılın ikinci yarısına varıldığında, devleti ve aydınları itibariyle bu gelişmelerden ve bunların kendi bünyelerinde doğuracağı sonuçları üzerinde henüz zihnî bir hazırlık içinde, mukabil Ülkü Ocakları Genel Merkezi 69 www.ulkuocaklari.org.tr Ülkü Ocakları Eğitim Programı Ülkü Ocakları Eğitim Programı tedbirleri aldıkları ve uygulamaya geçtikleri söylenemez. Değişimin, süreci içinde yapılması gerekenleri yapanı, varlığını ve sahip olduklarını koruyanı ve bugüne getireni sadece İngiltere olmuştur. Bugün, Şekspir’in kurduğu dil imparatorluğu da dikkate alındığında İngiltere’nin Paris Devrimi’nden bu yana kat ettiği gerçek büyüklük daha iyi anlaşılabilir. Türkler, tarihin yaratılışından bu yana kendini, insanoğullarını yönetmek, düzene sokmak ve böylece onları yaşatmak üzere bir misyon üzerinde yürümüştür. Töre ve devlet düzeni, toplumları düzene sokup yönetmek gibi işlevleri kendine görev seçmiştir. Bengü Taş Yazıtlarında bunu açıkça ifade etmiştir: “Üze kök tenger asra yağız yir kılındukta ikin ara kişioğlı yaratılmış. Kişi oğlı üzre eçüm apam Bumin Kağan İstemi Kağan olurmış”. Evren yaratıldığında, mavi gök ile kara yer yaratıldığında, bunların ikisi arasında insanoğulları yaratılmış ve onların üstüne de, atalarım kağan olmuş, diyor. Ve bu anlayış içinde, doğu, batı, kuzey ve güney, her taraftaki kavimleri düzene koyup töre çerçevesinde yönetmişler. Kimsenin diline, dinine, yaşayış tarzına karışmamışlar, böyle bir şey akıllarına gelmemiştir. Tarihin hiçbir sürecinde Türkler, yukarıda belirtilen tutumlarından vazgeçmemişler, herkese töre <anayasa> çerçevesinde, könilik <adalet> içinde davranmayı ve yönetmeyi devlet hayatında esas düstur olarak seçmişler ve Önavrasya imparatorlukları tasfiye oluncaya kadar da bu böyle sürmüştür. Bu düstur, bugün de Cumhuriyet rejimi içinde kendini muhafaza etmektedir. Türkler, klasik kara imparatorluklarının en mükemmel örneğini Önavrasya coğrafyası üzerinde kurmuşlardır. Uzak deniz imparatorlukları inşa edildiği çağlarda o, üç kıta üzerindeki cesameti ile yetinmeyi tercih etmiştir. Sıkışmış ve uzak denizler yolu ile eriştiği yeni dünya topraklarına veya denizaşırı alanlara uzanma endişesinden uzak kalmıştır. Bu açıdan küçücük kara ve deniz kenarı ülkelerin bir eyaleti büyüklüğünde bulunan Avrupa içindeki gelişmeleri, teknolojik yenilikleri, bilim ve fikir hayatında ortaya çıkan gelişmeleri yeterince izleyip mukabil tedbirleri aldığı söylenemez. Yeni dünya üzerinde gelişerek büyüyen bu yeni güçler, XIX. yüzyıl başlarında yeryüzünde Önavrasya Türk İmparatorluğu toprakları dışında paylaşmadık toprak geride bırakmamışlardı. Avusturya ve Rusya ile sürekli savaş hâlinde bulunmamız da onların genişleyebileceği yegâne toprakların Türk İmparatorluğu’na ait olmasından ileri geliyordu. Balkanlarda ve Orta Avrupa toprakları üzerine sürekli savaş planları, paylaşım projeleri hazırlıyor, imparatorluk bünyesinde yaşayan Hristiyan kavimleri isyan etmeye tahrik ve teşvik etmeye, bu yolda destek olmaya ve bu yollarla toprak kazanmaya çalışıyorlardı. Türk aydınları, XIX. yüzyılın ikinci yarısında Paris Devrimi ile ortaya çıkan kavramları, rejim yapılarını, Avrupa fikir hayatını, oradaki gelişmelerin mahiyetini, Avrupa devletlerinin politikaları hakkında ileri sürülen görüşleri yeni yeni tanımaya ve öğrenmeye başlar. Bu süreçte, kara Avrupa’sında Prusya Almanya’sı yeni bir güç olarak tarih sahnesine girmiştir. Bu yüzyılı İlber Ortaylı, ‘imparatorluğun en uzun yüzyılı’ diye tanımlar. Fakat bana göre bu yüzyıl uzunluğu itibariyle 1900’de değil de,1923 yılında biten bir uzun yüzyıldır. Gerçekten de yanlışların ve doğruların, iyi niyetli çırpınmaların, ihanetlerin ve vatanperverliklerin bir arada yaşandığı, içeride ve dışarıda, devletin bekası ve milletin varlığının koruması için çetin mücadelelerin yaşandığı bir uzun yüzyıldır. 70 Fikri Eğitim Türkler, imparatorluğun elde kalan son toprak parçasını muhafaza yolunda her yolu denemişlerdir. Çok gecikmiş bir ‘millet-i Osmaniye’ yaratmak ve böylece bütünlüğü korumak istemişler, ama dış destek ve teşvikler ile başkaldıran Hristiyan kavimlerin isyanlarını ve bağımsızlık hareketlerini engelleyememişlerdir. ‘millet-i İslâmiye’ yaratıp, bütün Müslümanları bir arada tutalım demiş ve bu yolda çaba göstermişler; ancak, Müslüman Araplar Hristiyan devletler ile işbirliği edip onların sultası altına girmeyi tercih etmişlerdir. Türk milliyetçiliği, bütün bu denemelerin ardından doğan bir ‘yalnızlık psikolojisi’dir. Bengü Taş Yazıtları’nda şöyle bir ifade vardır: Ey Türkler, yukarıda gök çökmedikçe, aşağıdan yer basmadıkça, senin devleti, töreni kim yıkabilir< kimse yıkamaz>. <Bu yazdıklarımı> iyi düşün, kendine dön< elin sözüne kanma>,diyor. Tarih içinde kendi başına olduğunu, kendine güvenmesi icap ettiğini, elin tatlı sözüne, armağanlarına aldanırsan yok olacaksın, onların verdiği unvanlara, verdiği makamlara aldanma, sadece kendine ve halkına güven, diye tembih ediyor. Tarih, yirminci yüzyıl başlarında Türkler için tekerrür ediyor. Yalnızlık ve ölümle karşı karşılayalar. Hristiyanlar ve Müslümanlar, düşmanların teşvikine uyup onca yüzyıl birlikte huzur içinde yaşadıkları Türkleri yok olmaya bırakıp çekip giderler. Gitmekle de yetinmezler, düşman cepheleri oluştururlar. Türkler, kendi başlarına tarih önünde ve dünyanın her yerinde yapa yalnızdır. Yalnızlık psikolojisi, “Türk Yurdu” dergisi ve “Türk Ocağı” gibi iki direnç ortaya çıkarır ve bunlar birleşip “yalnızlık psikolojisi” içinden Türk’ün ateşle imtihanını yeniden tarih sahnesine çıkararak “Türkçülük” ideolojisini, bir kendini savunma ideolojisi olarak vatanın dört bir yanına, bütün Türk coğrafyası üzerine yayarlar. Türkler için, bu süreç tam bir yeni Ergenekon’dan çıkış hareketidir. Hareketin fikrî bilgesi Ziya Gökalp, Türkler birlik olup yol yürürse, önlerindeki rehber de feraset sahibi olur ise selâmete çıkış vardır diye, çevresine ışık olmaya çalışıyordu. Fakat bütün çırpınışlar imparatorluğun düşmesini önleyemedi. Yangın her yerdeydi, vatan toprakları işgale uğruyor, evler barklar dağıtılıyor, bağrımızda yaşayan azınlıklar düşmanla işbirliği yaparak her yeri yakıp yıkıyordu. Ve paşalar toplanıp kurtarıcı olarak onu hep birlikte işaret ettiler. O, Mustafa Kemal idi. ’Biz milliyetperveriz. Doğrudan doğruya Türk milliyetperveriyiz’ diyen, o mucize yaratan adam. O, İstanbul önünde demirleyen gemileri gördüğünde, “Geldikleri gibi gidecekler’ deyip gerçek eden adam. Osmanlı paşaları onu işaret ettiler. Tarih tekerrür ediyordu. Ergenekon’dan çıkış vardı ve başçı Böri Tigin bulunmuştu. Tam on yedi Türk eri ile Böri Tigin Mustafa Kemal, Ergenekon’dan çıkıp yola girdi İstanbul’dan. Samsun, Havza, Amasya, Sivas, Erzurum ve Ankara. Ve yüreklerde Kuvayımilliye ateşini yaka yaka Mustafa Kemal, Ankara’ya geldi. ‘Meclis-i Mebûsan’ kapatıldığı gün İstanbul’da, O büyük mucizevî insan, devlet ve millet hayatının kesintiye uğramasına izin vermedi. Mustafa Kemal, Ankara’ya kaçıp gelebilen mebuslar ve eksiklerin yerine yenileri seçilerek vatanın her yerinden, TBMM’yi açtı ve devlet-ebed-müddet fikrinin devamlılığını bütün dünyaya gösterdi. Millî Mücadele başarıyla sonuçlandı ve devlet, Lozan Antlaşması’yla taçlandı. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 71 www.ulkuocaklari.org.tr Ülkü Ocakları Eğitim Programı Ülkü Ocakları Eğitim Programı Türkler, yeni Ergenekon zaferi ile kendine güvenmenin, yalnızlık psikolojisinin, mucizevî lideri olunca ve milletine sırtını dayayınca neleri başarabileceğini gördü. O, Tanrı’nın yok olmak üzereyken Türk milletine gönderdiği kurtarıcı efsanevî Bozkurt idi. Türk milletini yeni baştan tanzim etti, devlet sahibi kıldı, teşkilatlandırdı. Cumhuriyet rejimini milletimize kazandırdı. Türk milletinin tarihi derinliğini ve coğrafi genişliğini, kadim medeniyet sahibi bir millet olduğumuz gerçeğini kurduğu bilim yuvaları ile hem milletine ve hem dünyaya anlatmaya çaba gösterdi. Milleti ona yaptığı hizmetlere karşılık Atatürk soyadını verdi. M. Kemal Atatürk için Türklüğün bu dirilişi, bir ikinci Ergenekon idi. Nitekim ilk pullarımız da, Ergenekon’u simgeleyen bir seri oluşturur. Türk milliyetçiliği, M. Kemal Atatürk döneminde, zihnî, fikrî, sinaî, bediî ve edebî yaratıcılığında hâkim unsurdur. Herkes, kendimize ait bir şeyi yaratıp ortaya çıkarmanın, milletimizin hizmetine getirmenin heyecanını yaşamaktadır. Uçak, gemi ve tren fabrikaları kurulmuştur. Tam bağımsızlığı her sahada yaratıp ortaya çıkarmanın sancıları her milliyetçi, vatanperver yürekte vardır. Cumhuriyet, kendi başınalığın, yalnızlığın psikolojisini yaşamış, görmüş vatanperverlerin, milliyetçilerin eseridir. Hiçbiri bir makam sahibi, büyük adam olmak için el kapılarına başvurmamış erdemli insanlardır, yoksullardır, ama milletlerini esarete düşmekten kurtarmış olmanın gururu ile yaşayan kahramanlardır. Heyhaat, bu güzel tarih sahneleri bugün özleniyor ve devlet adamı diye o kahramanlara ihtiyaç duyuluyorsa ve bugünün kuşakları, onları değil de, Lord Curzon’un Lozan müzakerelerinde söylediklerini doğru çıkarıyorsa, önümüzde üçüncü Ergenekon var demektir. Milletlerin tarihinde, Tanrı bazen kimi fırsatları altın tabaklar içinde onlara sunar. Yirmibirinci yüzyıla girmeye yakın böyle bir iyiliği Tanrı, bütün cömertliği ile Türklerin önüne koymuştu. Ne yazık ki, kimi eline yüzüne bulaştırdı, kimi kırdı döktü, kimileri yalancı baharlara aldanıp Tanrı’nın cömertliğini tepti, dağıttı, yok etti. Çağımızda milliyetlerine bağlı toplumlar, en ileri ve en erişik toplumlar/milletlerdir. İngiltere, Almanya, Amerika, Çin, Japonya, Rusya ve Kore, bunların başındadır. Yönetim yapılarında daima milliyetlerine hizmet edecekleri gözetirler. Bir de kendi yönetimlerini istedikleri ülkelerde egemen kılacak sadık hizmetkârları da o ülkelerde yaşayanlar arasından seçip yükseltmeyi çok iyi becerirler. Bu sadık hizmetkârlara, sadakatlerine göre birer teneke madalya takıp dünyaya gösterirler. Dokunmayın bu bizim adam, demiş olurlar. Onların iktidar süreleri de bellidir. Örnekler: Saddam, Mübarek, Kaddafi ve Ali. Sıra kimlere gelecek, onları da zamanla göreceğiz. Bunlar, milliyetsiz, köle devlet adamları sistematiği içine girer. Türkler, özellikle ‘doğrudan doğruya biz Türk milliyetperveriyiz’ diyen M. Kemal Atatürk gibi Türk milliyetçileri, dünyanın içine girdiği görünümü ve geleceğimizi çok iyi izleyip bir an önce güvenlikte, bilimde, sanatta, teknolojide, yönetimde Türk milletinin bekasına hizmet edecek milliyetperver insanları gözetmelidir; yaratıcılıkta, üretimde, tanıtmada ve yaymada onlardan istifade etmelidir. İleri erişik ulus/ devletler, bu bağlamda milliyetçiliğe dayalı oluşturdukları yapılar üzerinde sürekliliklerini kesintiye uğratmıyorlar. Tarih bilinenlerin yeniden keşfedilmesi yeri değildir. Sadece yaşananlardan ders çıkarılarak yol alınacak bir dikkat alanıdır. 72 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı Bilmem bir üçüncü Ergenekon ihtimali doğduğunda Tanrı Türk milletine yeni bir M. Kemal Atatürk armağan eder mi? Türk milliyetçileri bilmelidir ki, görünen köy kılavuz istemez. Gördüğünüz dünya manzarası içindeki yerinizi, onlar arasındaki mevkiinizi beğeniyor iseniz tabii o zaman ecdadınızı hatırlamanız da beklenemez, kürenin efendileri de istemez. Ancak, rahatsızlık duyuyor iseniz çalışın, her şeyi istediğiniz gibi değiştirin ve kürenin efendileri arasındaki yerinizi alın; Türk milliyetçiliği, devlet adamlığı, bilim ve teknoloji erbaplığı, politika ve strateji uzmanları, Türk milleti sizden erişik, en ileri gitmiş bir devlet, bir millet, bir vatan yaratmanızı bekliyor. Yalnızlık psikolojisi ile yedi düvele karşı savaşıp bunu başaran ecdada bakıp, Türk milletini sürü psikolojisi içine itip yok etmeye çalışanlara karşı mücadele edip onu, kürenin eşit efendileri arasında en eşit ve en efendisi düzeyine çıkaracak kahramanlarını görmesem de buradan şimdiden selamlıyorum. Binlerce yıl önce Türklerin ocakta yaktığı ateş öyle veya böyle bugünlere gelmiş ise şüpheniz olmasın bundan sonraki yüzyıllara da Türk ocağı sönmeden yürüyüp gidecektir, sonsuza dek. Ocak külünde koruna koruna gelen bu Türklük ateşi, Tanrı’nın yaktığı bir ateştir, yedi değil, içerden/dışarıdan cümle düveller gelse Tanrı istemeyince sönmez; söndürecek ocakları da bundan dolayı, yakar, o ocakların hepsini söndürür. Türk milletinin tarihinde Avrupa’nın ideolojik milliyetçiliği, ırkçılığı asla yer almamıştır. Bu yüzden yetmiş iki millete aynı gözle bakan, insan diye değer veren bir milletiz. Fakat tarih şahittir ki, Türk milleti iyilik ettiği milletlerden, her zaman bir kötülük görmüştür. Önavrasya Türk imparatorluğu bu sahnelerin sayısız örneği ile doludur. Cumhuriyet çağımız da, öyle. Evimize kardeş diye kattığımız, kendimizden ayırmadığımız nice aynı dinden/farklı dinden kim varsa, her birini yönetimlerinin zulmünden kurtardık, kimi zaman kendileri yalvar/yakar getirdiler, ama heyhat, fırsat bulunca her biri, yerini yurdunu talan etmeye, yakıp yıkmaya, ev sahibi havaları takınmaya başladılar. Türk milliyetçiliği bu yüzden Avrupa milliyetçilik akımları ile irtibatlandırılamaz. O, dediğim gibi, Türklerin içine girdiği ‘yalnızlık psikolojisi’ eseri doğmuş bir kendini savunma ideolojisinden başka bir şey değildir. Bugün de dünden farklı görünmüyor. Bana göre bugün de, yine aynı ‘yalnızlık psikolojisi’ içine Türk milleti sürüklenmektedir ve bundan dolayı, avuçlarını ovuşturanların oluşturduğu manzaradan kendi payıma büyük acı duymaktayım. Ancak, bu aziz millet, acıyı bal edecek evlatlar da çıkaracaktır, tesellim bu umuttadır. www.ulkuocaklari.org.tr Kaynak: Türk Yurdu, Mart 2012 - Yıl 101 - Sayı 295 Ülkü Ocakları Genel Merkezi 73 Ülkü Ocakları Eğitim Programı TARİH, MİLLET VE MİLLİYETÇİLİK ÜZERİNE BAZI NOTLAR Mehmet Öz Millet, tarih içinde yoğrulan ve ortak tarih, inanç, kültür ve dile dayalı sosyo-kültürel bir yapıyı ifade eder. Bu varlığın oluşumunda hangi unsurların ve ne derecede etkili olduğunu tarihî arka plan, bulunulan coğrafyanın stratejik konumu, uluslararası konjonktür vb. faktörler belirler. Gerek millet, gerekse bir millete dayanarak kurulan millî devlet kavramlarını katı kalıplar çerçevesinde değerlendirmekten ziyade değişen tarihî tecrübelere göre geniş bir yelpazede ele almak makul bir yaklaşımdır. Mesela, Türkiye’de Cumhuriyetin çeşitli dönemlerinde ve farklı bakışlar açısından farklı tanımlar getirilmiştir. Kuruluş aşaması, esas itibariyle Osmanlı mirasının Anadolu ve Rumeli’deki Müslüman “anasır”ı temeline dayanan Cumhuriyetin millet kavramı, 1928’den sonra ve bilhassa 1930’larda Tarih ve Dil Kurumlarının da kurulmasıyla Osmanlı mirasının reddi istikametinde gelişti. Anadolu’nun kadim tarihi ve Türklüğün İslamdan önceki devirlerine atıfta bulunulurken bazı aşırılıklara gidildi. Burada hem Osmanlı’dan hem de İslam medeniyetinden bilinçli bir uzaklaşmanın yanında, Anadolu toprakları üzerindeki iddialara karşı bu toprakların kadim Türk yurdu olduğunun kanıtlanması gayreti de rol oynamıştır. Bazı teorisyenler, milletin “hayalî” veya “icat edilmiş” olduğunu, milliyetçiliğin de millî devletler tarafından yaratıldığını söylerler. Milliyetçilikle ilgili bu görüş kısmen doğrudur, zira Avrupa’da XVI. yüzyıldan başlayarak merkezi-teritoryal ulus-devletlerin oluşmaya başlaması söz konusudur. Bilhassa 1648 Westfalya Antlaşması, sonrasında oluşan devletler sistemi itibariyle bu süreçte önemli bir dönemeçtir. Bir yanda Avusturya-Macaristan, Osmanlı imparatorlukları gibi çok-kültürlü yapılar, öte yanda da etnik açıdan derin çeşitlilikler arz etmemekle birlikte, bir hanedanın yönettiği küçük prenslikler mevcuttu. İmparatorluklar milliyetçilik hareketleri ile parçalanırken küçük prenslikler ortak kültür unsurları ve ekonomik çıkarlar etrafında birleşiyordu. Fransız devrimi sırasında millî devlet Fransa’da ideal standart haline geldi ve oradan da bütün dünyaya yayıldı. Bununla birlikte, Almanya, İtalya ve Türkiye gibi örnekler, millî devletlerin meydana gelmesinde milliyetçiliğin oynadığı rolü ortaya koyarlar. Yani milliyetçilik, bu örneklerde, millî devletin oluşumunda rol oynayan başlıca unsurlardandır. Öte yandan bu millî devletler, tabiatıyla, oluştuktan sonra ülke halkındaki millî bilinci geliştirmeye de çalışırlar. 74 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı Ancak burada bir hususu vurgulamalıyız: Millet, milliyetçilik gibi kavramları millî devletlerin çağındaki anlamlarına göre tanımlamak genellikle kabul edilen bir yaklaşımdır, bu da bir ölçüde doğrudur... Bununla birlikte, kişilerin kendi mensup oldukları itibarî bir kategori olarak “millet” kavramının ve milliyetçilik duygusunun tarihini ulus-devlet döneminden öncesine götürmek mümkündür. Kendi tarihimizden örnek vermek gerekirse Orhun Abidelerinde bu abideleri yazdıranların, Divanü Lügati’tTürk’te bu eseri yazanın zihninde, bir Türk milleti bilinci ve milliyetçilik duygusu vardır. Yine, aksine bir takım iddialar ve veriler varsa da özellikle XV. yüzyıla ait Osmanlı devri metinlerine bakıldığında da Türklük bilincinin varlığını gösteren ifadeler vardır (Âşık Paşa’da, Anonim Tevarih-i Âl-i Osmanlarda, Gazavatnâmelerde, Aşıkpaşazade’de Türk kavramının yer yer nötr bir tanım olarak, ama yer yer de olumlu anlam yüklenilerek kullanıldığı görülmektedir.).[1] Mesela, ulema kökenli Neşrî’de Türkler (bugünkü Türkçe ile) şöyle tanıtılır: “Seçkin tarihlerde (şöyle) denir. Mevcut olan Türkler, birçok sınıflara ayrılır. Bazıları şehirler ve kaleler sahibidirler; bazıları çadır ehlidirler; yani derlenen-toplanan-evleri ile dağ başlarında ve sahralarda otururlar. Bunların kimisi güneşe, kimisi puta, kimisi sığıra, kimisi ağaca, kimisi taşa tapar; bazıları da vardır ki, hiç din nedir bilmezler; bazıları Yahudiliği taklit ederler.”[2] Burada açıkça görülmektedir ki, Neşrî, şehirli, köylü, konar-göçer veya putperest, Yahudi, Müslüman ayırımı yapmadan çeşit çeşit Türklerden bahsetmektedir. Daha sonra Nuh’tan itibaren (Yasef, Bulcas, onun iki oğlu Türk ve Moğol) Oğuz Han, oğulları ve 24 Oğuz boyunun şeceresi verilir. Bunları, modern milliyetçilikten farklı olmakla birlikte, bir tür milliyetçilik (önsel/primordial milliyetçilik) olarak tanımlamak bir çarpıtma değildir. Bunun XIX. yüzyılda millî devletlerin yükseliş çağındaki ideolojik milliyetçilik ve millet kavramlarıyla benzer ve farklı yönleri tartışılabilir. Bununla birlikte, sadece Türklerde değil diğer kadim milletlerde de benzer duyguların var olduğu tespit edilmelidir. Firdevsî’nin Şahnamesi’nin İran millî şuuru açısından önemi sadece bir örnektir. Demek ki, millî devletten önce de bir millî bilinçten ve milliyetçilik duygusundan bahsedilebilir. Tarihçi veya kültürle uğraşan her fikir ve ilim adamı, millet, entisite, kimlik vb. konulara tarihî ve kültürel bağlamı dikkate alarak ve dönemin şartlarında bakmaya çalışır. Günümüzde kamuoyunu oluşturmada çok önemli rol oynayan ve kanaat önderliğine soyunan medya mensuplarının böyle kaygılar taşıması beklenemez. Ancak bazen akademisyen unvanlı kişilerin de popüler veya moda düşüncelerin rüzgârına kapılarak millet ve etnik grup kavramlarını karıştırdıkları, Türk kavramını ırka veya bir etnik gruba indirgemede bir beis görmedikleri, işi, ırkî özellikler açısından, aslında Türkiye ahalisinin yüzde 3’ünün veya 10’unun Türk olduğunu öne sürmeye kadar götürdükleri de görülebiliyor. Yine, özellikle medyada, Osmanlılıkla Türklük arasındaki sıkı ilişkiyi, Osmanlı Devleti’nin bir Türk devleti olduğu gerçeğini çarpıtan ve inkâr edenler; Türk kavramının kullanımıyla ilgili olumsuz Ülkü Ocakları Genel Merkezi 75 www.ulkuocaklari.org.tr Ülkü Ocakları Eğitim Programı örnekler üzerinde durur. Ne var ki bu konu zannedildiği kadar da basit değildir. Burada bunun üzerinde durmayacağız. Evet, Osmanlılık salt Türklüğe, ama Türk kavramını 20. yüzyılda kullananların anladığı manada... Hâlbuki tarihe daha yakından bir bakış Osmanlı’nın Roma mirasına da sahip çıkan bir Müslüman Türk devleti olduğunu tespit edecektir. Özetle, iyi bilinmekle birlikte, şu hususları hatırlatmakla yetiniyoruz: 1-Osmanlı Beyliği bir Oğuz-Türkmen grubu tarafından kurulmuştur. (Kayı boyu tartışılsa da bu bir gerçektir). 2-Osmanlı Beyliği uç bölgesinde kurulduğundan başlangıçtan itibaren halk itibariyle heterojendir. 3-Osmanlı Devleti’nin yöneticileri baştan itibaren Türkçe konuşmuşlar, önce pençik sonra da devşirme yöntemiyle yönetici-kul taifesine dâhil ettikleri kişileri öncelikle Türk-İslam kültürü ve Türkçe ile teçhiz etmişlerdir (Devşirmelerin köylü-çitçi ailelerin yanına verilmesi, Türk’e vermek, Türk üzerine vermek şeklinde ifade edilirdi). 4-Timur hadisesinden sonra hanedanın meşruiyetini ortaya koymak için Oğuz geleneğini canlandırmışlar ve Türkçe eser yazımını ve önemli eserlerin Türkçeye çevrilmesini teşvik etmişlerdir. 5-İmparatorluk aşamasına eriştikten sonra tarihlerinin Türkçe yazılmasını teşvik etmişler, bu meyanda II. Bayezid’in emriyle Kemalpaşazade Tevarih-i Âl-i Osman’ı kaleme almıştır. 6-İmparatorluk aşamasında Türk kelimesi giderek daha az kullanılır olmuş ve özellikle devşirme kökenli veya ulemadan bazı kişilerin eserleriyle edebi eserlerde “etrâk-i bî-idrak” gibi ifadeler Osmanlıların Türklüğü aşağıladığı şeklinde yorumlanmıştır. Osmanlı kaynaklarının derinliğine analizinden, Etrâk kavramının giderek salt etnik veya millî bir etiketten ziyade sosyo-ekonomik yapıya ilişkin olduğunu, bu kavramın ve aynı şekilde diğer etnik grup adlarının olumsuz kullanıldığı bağlamlarda bu gruplara mensup herkesten ziyade belirli kesimlerin kastedildiği anlaşılır. 7-Osmanlıların kendilerini ifade ediş biçimleri bir yana dışarıdan onlara bakanlar Osmanlı Devleti’ni Türk İmparatorluğu, Osmanlı sultanını Büyük Türk, Osmanlı ordusunu Türk ordusu, devşirmeler dâhil Anadolu ve Rumeli’deki Müslüman Osmanlı tebaasını Türk olarak tanımlamışlardır. Herkesin bildiği gibi Müslüman olanlara “Türk oldu” denilmekteydi. 8-Zaman zaman bazı tarihçi ve âlimlerin Osmanlı’nın Türklüğünü vurguladığı da gerçektir. 16. yüzyıl başlarına kadar (Kemalpaşazade dâhil) tarihçilerin eserlerinde bu çok açık görülür. 17. yüzyılın büyük âlimlerinden Vânî (Vanlı) Mehmed Efendi bir istisna gibi dursa da belirli bir hassasiyeti yansıttığı kesindir. Bu noktada Vani Mehmed Efendi ve onun Türklük anlayışı üzerinde bir nebze de olsa durmamız 76 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı Bugün Türkiye’nin geleceği inşa edilirken tarih içinde oluşan bu millet ve Türklük kavramı esas alınmalıdır. Bu ise bir yanıyla Orta Asya geçmişine ve o geçmişin bugünkü diğer uzantılarına, diğer yanıyla Osmanlı medeniyet coğrafyasının unsurlarına açılmayı gerektirir. Bu noktada, günümüz Türk düşüncesinin hasbî tefekkür erbabından S. Seyfi Öğün’ün Türklük kavramının geçmişteki anlamına ve gelecekte hangi çerçevede tanımlandığında Türkiye’nin bölgemizdeki etkisini arttırıp barışa hizmet Ülkü Ocakları Genel Merkezi 77 www.ulkuocaklari.org.tr çok yararlı olacaktır. Özellikle günümüzde Türk kavramının etnik yönünü öne çıkarıp ülkemizdeki otuz küsur etnik gruptan biri olduğunu, hatta genetik açıdan Anadolu insanının Türklüğünün çok şüpheli olduğunu ileri süren sözde liberal-solcu gerçekte etnikçi-ırkçı bazı aydın zevatın bu tanımı iyi anlamasını temenni ederim. Vânî Mehmed Efendi bilindiği gibi IV. Mehmed’e hocalık yapmış bir âlimdir. Tefsirlerdeki Türklerle ilgili olumsuz yorumlara karşı çıktığı gibi Kur’an-ı Kerim’de Müslüman Araplara, Allah yolunda mücadeleye yeterince gayret göstermemeleri halinde Allah’ın onların yerine bir kavim getireceğine dair ayetlerde[3] kastedilen kavmin Türk kavmi olduğunu ileri sürmüştür: “…Biz deriz ki bu kavm, Arap kavmine mugayeret-i tamme ile mugayir bulunan Türk kavmidir… Zira biz uzun zamanlardan beri karada ve denizde, Şarkta ve Garpta Rumlar ve Frenklerle mücahedede bulunan gazilerin bütün Bizans ülkelerini zaptedip oralarda tavattun etmiş olan Türkler olduğunu görüyoruz; bu suretle Rum, Ermeni ve Gürcü ülkeleriyle Frenk memleketlerinin bazıları ve Rus diyarının bir kısmı Türk memleketi haline gelmiş, Türk Dili oralarda taammüm ve intişar etmiş, Türkler tarafından bu memleketlerde İslam ahkâmı tatbik ve icra edilmiş ve Türklerin yümn ü bereketi sayesinde Hristiyan cemaatlerinin ekserisi İslam dinini kabul ederek evvelce Rum, Frenk ve Rus oldukları halde bilahare Türkleşmişlerdir ve bu da Allah’ın Türklere nasip etmiş olduğu bir fazl-ı ilahîdir…”[4] Yani Arapların yerine gelecek olan millet, onlardan tamamen farklı olan Türklerdir. Uzun süredir Romalılar ve Avrupalılar ile doğuda ve batıda cihad eden, Bizans topraklarını ele geçirip yurt tutan, Rum, Ermeni, Gürcü ülkeleri ile bazı Avrupa ülkelerini Türkleştiren Türkler, bunu İslamiyeti yayarak yaptılar (IV. Mehmed devrinde İslamlaşmaya ve gazâ siyasetine verilen önem yeterince üzerinde durulmamış bir husus olup bu siyasette Vanî’nin çok önemli bir rol oynadığı anlaşılmaktadır.).[5] Vânî Mehmed Efendi, günümüzün çoğu milliyetçisinden daha şuurlu bir bakış açısına sahip olduğu gibi günümüzün sözde liberal-demokrat çoğu aydınından da daha realist ve milleti ırka ya da etnisiteye indirgemeyen bir millet anlayışını savunuyordu. Vânî Mehmed Efendi’nin bu kapsayıcı ve kuşatıcı Türklük anlayışı esasen İmparatorluk devri Türk milliyetçisi aydınlarınca da paylaşılıyordu. Türkçülük fikri ırka değil, harsa yani kültüre dayanıyordu. Ziya Gökalp Türklük, İslamlık ve Çağdaşlık kavramları etrafında bir fikriyat oluşturmaya çalışmıştır. Bilahare hars-medeniyet ayırımında Osmanlı medeniyeti hakkındaki eleştirileri Erol Güngör ve diğer bazı milliyetçi aydınlar tarafından tenkit edilmiş, Güngör, Osmanlı’yı ‘Türk Tarihinin Dokuzuncu Senfonisi’ olarak tavsif etmiştir. Güngör, bir manada tarihin muhassalası olan, tarih içinde tekevvün eden- oluşanTürklüğe, Cumhuriyetin ilk dönemlerinde yapılan müdahaleyi tashih etmiş ve Türk tarihinin bütünlüğü temelinde bir millî tarih ve kültür anlayışını işlemiştir. Ülkü Ocakları Eğitim Programı edeceğine dair tespit ve yorumlarını zikretmeden geçemeyeceğim. Şöyle diyor Öğün: “Bu coğrafyada hakkını teslim etmek gerekir ki, paganlaşmamakta en fazla direnen Türklük olmuştur. Hazin olan bu direnişin boşa çıkması ve var olabilmek için paganlaşmadan başka bir yolun kalmamasıdır. “Daha hazin olan Türklük kavramının doğrudan bir paganlaşmanın ürünü olmamasıdır. Bu kavramın bir etnik mahiyeti olduğu çok aşikârdır. Ama kadim dünyada tedavülde olan Türklük, bu etnikliğe indirgenemeyecek o kadar çok şeyi haviydi ki, pagan dünyaya özgü bir tek dereceli bir bağ olarak sınırlandırılması ancak bütün bu kültür katmanlarını ihmal etmek pahasına yapılabilir. Türk, etniklik anlamında Türklüğe indirgenemeyecek o kadar çok şeyi ihtiva ediyordu ki...[a.b.ç.] Türk demek Şarklı demekti. Türk demek aynı zamanda Müslüman demekti.”[6] Zannediyorum ki özellikle Erol Güngör’e aşina olan aydınlar bu perspektife yabancı değildir. Ama problem şurada: Yaklaşık 30 yıldır yaşanan etnik-bölücülük olgusu ile Irak’ın kuzeyinde ve Orta Doğu’da yaşananlar, zihinleri Sevr sendromuyla işgal etmiş ve millî hassasiyetleri güçlü çevrelerde bunun karşılığı içe kapanmacı, savunmacı bir milliyetçi tepki şeklinde tezahür etmiştir. Siyasî ortamın ve gazete köşe yazarlarının kanaat önderliğindeki kutuplaşmanın etkileri de bu tavrı beslemektedir. Tuhaf olan, entelektüellerin de derinlikten yoksun, kalıplaşmış düşüncelerin hâkimiyetinden kendilerini kurtaramamalarıdır. Türkiye artık İmparatorluğun parçalanma dönemindeki Türkiye değildir. Sathî bazı benzerlikler paranoyaya sebebiyet verebilir, ama hem dünyayı hem de Türkiye’yi sıhhatli ve derinliğine tetkik etmeden, adeta insiyakî biçimde verilen tepkiler de fazla abartılmış özgüven gösterileri de meseleleri anlamaktan ve hal çareleri üretmekten ziyade reaksiyoner yaklaşımları besliyor. Türkiye’de herkes tarih ve din konuşuyor, ama dönüp tarihin en büyük imparatorluklarından birinin nasıl adım adım, tedricî bir şekilde inşa edildiğini araştırmıyor. İmkânlarımıza ve gelecek tasavvurumuza dair kafa yorarken paranoyak olmayan bir teyakkuz hali ile tarihin en büyük imparatorluklarından birinin varisleri olmanın verdiği özgüvenin dengeli bir bileşimine ihtiyacımız var. XXI. yüzyılın değişen dünya şartlarında Türkiye’de milliyetçilik; milleti, onun kültürünü, imanını, hukukunu, geleceğini esas almak, tarihî medeniyetimizin insanlığın ortak iyiliğine yönelik hususiyetlerini dikkate almak suretiyle, asrın idrakine yeni bir medeniyet tasavvuru sunmak durumundadır. Bu medeniyet tasavvurunun temeli, hayalî ve icat edilmiş bir millet değil tarihî bir gerçeklik olan, İslam’la yoğrulmuş bir Türklüktür. Etnik ayrılıkları körükleyen entelektüel ve medyatik atmosfer karşısında, milletin organik aydınlarını, kapsayıcı ve içerici bir Türklük şuurunun geliştirilmesinde hayatî bir rol beklemektedir. DİPNOTLAR [1] Bu konuda çeşitli araştırmalar yapılmıştır. Bir örnek olarak bkz. Mehmet Öz, “Bazı XV-XVI. Yüzyıl Osmanlı Kaynaklarında Türk ve Türkmen Kavramları”, Türk Kimliği-Ayvaz Gökdemir’e Armağan II, ed. Çağatay Özdemir, İstanbul 2009, ss.316-340. [2] Mehmed Neşrî, Neşrî Tarihi, Haz. M. Altay Köymen, c. I, Ankara 1983, s. 12. (Metnin genel 78 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı okuyucu tarafından daha iyi anlaşılması için sadeleştirilmiş versiyon kullanıldı). [3] “Eğer siz emrolunduğunuz gazaya çıkmazsanız Allah sizi azab-ı elim ile tazib edecek ve sizin yerinize sizden olmayan başka bir kavmi ikame edecektir…” (Tevbe suresi: 40) ; “Ey müminler, içinizden bazıları dininden döndüğü takdirde Allah yakında öyle bir millet getirecektir ki O onları sever, onlar da Onu severler; onlar müminlere karşı mütevazı ve kafirler karşı kahirdirler..” (Maide suresi: 57). [4] İ. Hami Danişmend, Türklük Meseleleri, 112-113; krş. M. David Baer, IV. Mehmet Döneminde Osmanlı Avrupası’nda İhtida ve Fetih, çev. Ahmet Fethi, İstanbul 2010, s. 319.Hakkında bir araştırma için bkz. Erdoğan Pazarbaşı,, Vânî Mehmed Efendi ve Arâisü’l-Kur’an(Vânî Mehmed Efendi and Arâisü’l-Kur’an ), Ankara 1997. [5] Bkz. M. David Baer, IV. Mehmet Döneminde Osmanlı Avrupası’nda İhtida ve Fetih. [6] 22 Ağustos 2010, Zaman. www.ulkuocaklari.org.tr Kaynak: Türk Yurdu, Mart 2012 - Yıl 101 - Sayı 295 Ülkü Ocakları Genel Merkezi 79 Ülkü Ocakları Eğitim Programı TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNİN TARİHİ SEYRİ Türk milliyetçiliğinin ilk izlerini 8. yüzyılın ilk yarısında yazılmış olan Orhun Abideleri’nde görmekteyiz. “Türk” adı da yazılı olarak ilk defa bu abidelerde zikredilmektedir. Abidelerde Türk adı, yalnızca Türk kavminin adı değil Türk devletini karşılayan geniş bir deyim olarak kullanılmıştır. Göktürk Hakanı Bilge Kağan, “Çin milletinin sözü tatlı, hediyesi yumuşak imiş, Çin milleti tatlı sözü, yumuşak kumaşıyla Türk milletini kendine yakınlaştırmış, kendine yakınlaşmayanı da öldürmüş. Pek çok Türk milleti bu tatlı sözlere ve yumuşak hediyelere kanarak öldünüz” diye milletini uyarmış; “Türk milletinin adı, sanı yok olmasın diye gece uyumadım, gündüz oturmadım. Tanrı buyurduğu ve bahtlı olduğum için ölecek hâle gelen milleti dirilttim. Aç milleti tok, az milleti çok hâle getirdim” diyerek milleti için çalışmanın gerekliliğini belirtmiş; “Ey Türk, Oğuz Beyler, millet işitin! Yukarıda mavi gök çökmezse, aşağıda yağız yer delinmezse, senin ilini töreni kim bozabilir? Ötüken ormanında kalırsan, yurdunu ebediyen elinde tutacaksın” diyerek ülkenin ve törenin önemini belirtmiş; “Türk beyler Türk adını bıraktı, gelinlik kızların cariye, yiğit erkeklerin köle oldu” diyerek Türk adının önemini vurgulamış; “Ey Türk titre ve kendine dön!” diyerek de millî şuurun ve benliğin önemini belirtmiştir. Türklerin İslâmiyet ile tanışmasından hemen sonra 11.yy’da Kaşgarlı Mahmut tarafından Araplara Türkçe öğretmek için yazılan ilk Türkçe sözlük DivanüLügati’t-Türk’te Kaşgarlı Mahmut “Gördüm ki Yüce Tanrı devlet güneşini Türklerin burçlarından doğdurmuş, onlara Türk adını kendisi takmış, hakanlığı onlara kendisi vermiş. Zamanımızın padişahlarını hep onlardan teşkil etmiş. Cihan halkının dizginlerini onların ellerine bırakmış. Her kim onların diline sığınırsa onu kendinden sayıyorlar, her türlü korkudan kurtarıyorlar. Bunun içindir ki Türk olmayanlar da Türk diline sığınmakta, bu vesileyle zarar ve ziyandan kurtulmaktadır” diye Türk milletini övmüş ve “Türk dilini öğreniniz çünkü onların uzun sürecek saltanatları vardır” diye bir hadisi belirtmiştir. Hadis doğruysa, Türk dilini öğrenmenin dinî bir vazife olduğunu, eğer hadis doğru değilse böyle bir hadisin uydurulmasının Türk dilini öğrenmek veya öğretmek ihtiyacından doğduğunu belirtmiştir. 18. ve 19.yy’da batıda Türkoloji çalışmaları artmış, Orhun Abideleri ve Kutadgu Bilig gibi Türklerin temel kaynakları çözülmüştür. Bir taraftan da Osmanlı Devleti devamlı toprak kaybediyordu. Eflâk ve Budan kaybedilmiş, Sırplar, Yunanlılar ve en nihayet Bulgar da müstakil birer devlet kurmaya muvaffak olmuşlar, gayri Türk unsurlar, Türk olmadığını söyleyen kendi soyundan insanlarla birleşip teşekküller kurmaya başlamışlardı. Bu yüzyılda Avrupa’daki Türkoloji çalışmaları Türkiye’de de etkisini göstermiş Ahmet Vefik Paşa’yla başlayan ilmî milliyetçilik Süleyman Paşa, Özbekler Tekkesi Şeyhi Süleyman Efendi, Ali Süavi, Ahmet Cevdet, Ahmet Mithat Efendi, Veled Çelebi, Şemseddin Sami ve Bursalı Tahir’le devam etmiştir. 80 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı 19. asrın sonunda ise milliyetçilik inancını şiir sahasına naklederek Türk edebiyatında açık bir şekilde Türkçülüğü ilk defa bir sanat ideali hâline getiren Mehmet Emin Yurdakul’dur. Yeni Türk şiirinde sade ve tabiî bir halk dili kullanmayı ülkü edinen şair, bilgi ve şuuruyla edebiyatta Servet-i Fünunculardan siyasette ise Osmancılık güden İttihat ve Terakkicilerden ayrılmıştır. Şair sesini ilk defa 1897’de yazdığı ve “Ben bir Türk’üm, dinim, cinsim uludur, Sinem, özüm ateş ile doludur” mısralarıyla edebiyat tarihine girerek sesini duyurmuştur. 1920’lerin ikinci yarısında oluşmaya başlayan ve 1930’larda giderek netleşen “Kemalizm” batıcı lâik yönü ağır basan entellektüellerin katkılarıyla yeni bir milliyetçilik ve modernleşme anlayışı yaratmıştır. Nitekim 1931 ve 1935 CHP programlarıyla resmileşen milliyet anlayışı, dil ve kültür birliği ile bir ülkü etrafında toplanmayı içeriyordu. Milliyetçilik ise millî birliği sağlamayı ve yeni Cumhuriyeti korumayı temel almaya başlamıştı. Biraz da konjektörün zorlamasıyla, bağımsızlığın ve sınırların korunması hemen hemen tek nihaî hedef gibi görünüyordu. Türk milliyetçiliğinin önemli bir parçası olan Anadolu dışındaki Türklerle ilgilenmek, kültür birliğini ve dayanışmayı geliştirmek şeklindeki “Turan idealleri” gözle görülmez olmuştu. Milliyetçilik anlayışının bir diğer önemli parçası olan din olgusu için de aynı şey geçerliydi. Bunlara son olarak Osmanlı devrinin yok sayılması da eklenmiştir. Bu program İsmet İnönü zamanında devlet yönetimi içerisinde daha çok istihdam edilen eski Marksist ve hümanist kadrolar tarafından geliştirilmiştir. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 81 www.ulkuocaklari.org.tr 1905–1917 yılları arasında Rusya Türkleri arasında baş gösteren milliyetçilik hareketleri Türkiye’yi de olumlu bir şekilde etkilemiştir. Öncelikle aydınlar “Tercüman”ınkullandığı sadeleştirilmiş İstanbul Türkçesini tercih etmişlerdir. Böylece aradaki lehçe farkının giderilmesi için önemli bir adım atılmıştır. Aydınların karşılıklı geliş-gidişlerinin yanı sıra zengin aileler veya Cemiyet-i Hayriyeler kabiliyetli Türk çocuklarını İstanbul’a göndermişlerdir. A.Cevdet gibi pek çok öğretmen İstanbul’dan Rusya’nın çeşitli şehirlerindeki okullara ve medreselere davet ile istihdam olunmuş, özellikle Azerbeycan’daki mektep ve medreselerin teşkilât yapısı, Osmanlı mektep ve medreselerinin teşkilât yapısına uydurulmuştur. 1905’ten sonra başlayan kongreler dönemi Rusya Türklerinin Osmanlı İmparatorluğu’na duydukları sevgi ve bağlılık hislerinin ortaya çıkmasına vesile olmuştur. 1912’deki Balkan Savaşı sırasında Tercüman, Vakit, Yıldız gibi yayın organlarında Bulgarlar, Sırplar ve Yunanlılar tarafından acımasızca katledilen Türklere dair dramatik haberler ve Osmanlı Devleti’ni haklı çıkaran yazılar yer almakta, Hilal-i Ahmer (Kızılay) için yardımlar toplanmaktadır. Bu yardımların büyük bir kısmı Türkiye’ye ulaşmıştır. Rusya’daki Türkler, Osmanlı savaş esirleriyle yakından ilgilenmiş, hatta onlarla ilgili raporlar göndermişlerdir. İsmail Gaspıralı, İstanbul’a geldiği zamanlar konferanslar vermiş, “Türk Yurdu” dergisine yazılar yazmışlar, 1911’de İttihat ve Terakki Partisi’nin genel merkez üyeliğine seçilmiştir. Ziya Gökalp, bugün bile unutulmayan “Vatan ne Türkiye’dir Türklere, ne Türkistan, Vatan büyük ve bir ülkedir: Turan!” mısralarını kaleme alarak fikirleriyle ön plâna çıkıyordu. Aynı zamanda İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin genel merkez üyesi olan Gökalp, Cemiyet merkezinin 1912 yılında İstanbul’a taşınmasıyla buraya gelmiş, bu yıllarda İstanbul’da coşkun bir şekilde başlayan Türkçülük faaliyetlerine aktif bir şekilde katılmıştır. Ziya Gökalp’in mefkûresi, “Türk milletindenim, İslam ümmetindenim, garp medeniyetindenim” cümlesiyle özetlenebilir. Ülkü Ocakları Eğitim Programı Bu düşünceler ve radikal kültürel reformlar gerek Atatürk’ün bir kısım silah arkadaşları (Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Rauf Orbay) gerekse Ziya Gökalp ve Sadri Maksudi Arsal gibi milliyetçi aydınlar tarafından farklı bir siyasetle karşılanmış, bu durum “batıcı-milliyetçi” ve “muhafazakârmilliyetçi” gibi kavramlarla tanımlanabilecek bir yol ayrımına sebep olmuştur. Neticede Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kurulması ve bu fırkada Türk Ocaklarının yer alması Tek Parti iktidarınca hoş karşılanmayarak Türk Ocakları 1931 yılında kapatılmış, bütün malları CHP’nin gençlik kolları gibi çalışan Halkevleri’ne devredilmiştir. Türk Ocaklarının kurulmasından hemen sonra 1923 yılında İstanbul Darüfünunu Talebe Cemiyeti kurulmuş, daha sonra bu dernek diğer talebe birliklerinin katılımıyla Millî Türk Talebe Birliği (MTTB) adı altında birleşmiştir. Birliğin başkanlığına Tahsin Bekir (Balta), sekreterliğine ise İbrahim (Öktem) Bey getirilmiştir. MTTB, Tek Parti yönetimince kapatılana kadar ve bilâhere Tevfik İleri zamanında tekrar açılınca öğrenci hareketlerinin büyük bir kısmını sevk ve idare etmiştir. Dernek 1933 yılında bozkurtu kendine amblem olarak seçmiştir. MTTB, “Vatandaş Türkçe Konuş/Yabancı Tramvay Şirketine Boykot/ Yerli Malı Kullanma Haftası/Türk Mezarlığına Saldıran Bulgaristan Gençlerini Telin/Nazım Hikmet’e Af Kampanyasına Karşı Çıkma” gibi millî hareketlerin hep içinde bulunmuştur. 1930 yıllarının başında Tek Parti yönetiminin dışında kalan ve yukarıda belirttiğimiz resmî milliyetçilik anlayışı yetersiz bulan, Turan idealini canlı tutmaya çalışan Nihal Atsız ve arkadaşları Adsız Mecmua girişiminde bulunmuşlardır Atatürk’ün ölümünden sonra Tek Parti yönetiminin dış politikası, bağımsızlık anlayışı ve millî kültür politikalarının değişmesi ve devlet idaresinde sol bürokratların kadrolaşması tepkilere yol açmıştır. Bu dönemdeki Marksist faaliyetlerin asıl hedefleri dışında ülke politikalarını etkilemek ve yönlendirmek; milliyetçi fikir ve akımları karalayarak geriletmek ve Türkiye’nin Sovyet Rusya ile ilişkilerini geliştirmesini teşvik etmek gibi ara hedefleri vardı. Nitekim o dönemin Marksistleri bazen hümanizm, bazen batıcılık ve ilimcilik adı altında birçok faaliyette bulunmuşlar, askeriyeye ve eğitim camiasına sızarak kadrolaşmaya başlamışlardır. Hükûmette Millî Eğitim Bakanı olan Hasan Ali Yücel’in de teşvikiyle başta Köy Enstitüsü olmak üzere eğitim kurumlarında yuvalanmışlardır. Bu gelişmeler sonucunda Nihal Atsız, Orhun Dergisi’nde ilki 1 Mart 1944, ikincisi 21 Mart 1944’te olmak üzere dönemin Başbakanı Şükrü Saraçoğlu’na iki açık mektup göndermiştir. Atsız, ilk mektubunda tehlikeye dikkat çekmiş, ikinci mektubunda ise, isim isim bazı komünistlerin faaliyetleri üzerinde durmuştur. Orhun Dergisinde yayınlanan bu mektuplar yakın tarihimizde 1944 Milliyetçilik Olayları olarak bilinen süreci başlatmıştır. 1945 yılından itibaren başlayan çok partili hayata geçişte, Türkiye’de çeşitli partiler kurulmuş, parlâmenter rejimin benimsenmesi ve tatbiki hususunda önemli sayılabilecek mesafeler alınmaya başlanmıştı. Bu süreçte daha sonra ortaya çıkan partiler arasında Milliyetçi Hareket Partisi (MHP)’nin ayrı bir yeri ve önemi vardır. Bilindiği gibi MHP, daha önce kurulmuş olan Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’nde (CKMP) 1964 tarihinde başlayan yapısal değişikliklerin bir neticesi olarak ortaya çıkmıştır. 1964 yılında Alparslan Türkeş’in bu partiye girişiyle başlayan gelişmeye yönelik değişimler 1969 yılında MHP’nin doğuşunu zorunlu hâle getirmiştir. 82 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı CKMP’nin hem fikrî hem de teşkilâtlanma düzeyinde milliyetçi camiayı temsil etme çabaları 8–9 Şubat 1969 tarihinde Adana’da toplanan Olağanüstü Büyük Kongresi ile birlikte yeni bir aşamaya gelmiştir. 1965–1969 yılları arasındaki bu değişim sürecini “Milliyetçi Hareket Partisi” ismi en anlamlı şekilde sembolize etmiştir. Bu isim değişikliğinin gündeme gelişi birkaç yıl öncesine kadar uzanmaktadır. Bu dönemde parti genel idare kurulunun tespit ettiği isimler arsında “9 Işık Partisi”, Millî Hareket Partisi” ve “Milliyetçi Köylü Partisi” gibi isimler yer almaktaydı. Daha sonra yapılan genel idare kurulunun toplantılarında kongreye teklif edilecek isim olarak “Millî Hareket Partisi” ismi ağırlık kazanmıştır. Aynı Ülkü Ocakları Genel Merkezi 83 www.ulkuocaklari.org.tr 23 Şubat 1963 tarihinde Alparslan Türkeş’in Türkiye’ye dönüşü yelpazenin özellikle sağ kanadında büyük bir hareketlenme meydana getirdi. Adalet Partisi içinde Gökhan Evliyaoğlu idaresindeki bir grup aşırılar Türkeş’i AP’ye sokmak istemişler, fakat parti buna karşı çıkmıştı. Bu karşı çıkışın asıl sebebi, bütün partilerin Alparslan Türkeş’ ten çekiniyor olmalarıdır. 2 Mayıs 1963’te bir basın toplantısı yapan Türkeş, “Ya parti kuracağız ya da mevcut partilerden biri doktrinlerimizi benimseyecektir” diyerek, Türkiye Huzur ve Yükselme Derneği’ni kurduğunu açıklamıştır. Ancak Türkeş bir süre sonra Harp Okulu eski Komutanı Talat Aydemir’ in kalkıştığı ihtilâl girişiminin içinde bulunmakla suçlanmış ve idam istemi ile yargılanmıştır. Dört ay kadar tutuklu kaldıktan sonra Sıkıyönetim Mahkemesinde yargılanmış ve neticede beraat etmiştir. Bu arada 17 Kasım 1963’te yapılan yerel seçimler halkın eğilimini göstermesi açısından önemli bir olaydı. Seçimler muhalefetteki AP’ nin zaferi ile sonuçlanmıştı. Oyların, % 48.087’sini AP toplarken CKMP sadece %2,6 oranında oy alabilmişti. Bu sonuçlardan da anlaşılacağı üzere AP büyük ölçüde güç toplarken ortaklarından CKMP hızla zayıflamaktaydı. Seçim sonrasında her parti mensubu kendine göre birtakım öneriler ortaya atmaktaydı. İşte bu ortamda koalisyonu oluşturan partiler arasında çözülmeler başlamış, CKMP ve YTP birer gün ara ile hükümetten çekilmişlerdir. 23 Şubat 1963 tarihinde Türkeş ve arkadaşları Türkiye’ye döndüğünde, ülkedeki siyasî atmosfer ve milliyetçi camia karanlık bir görüntüye sahipti. Türkeş ve arkadaşlarının ülkenin kültürel, ekonomik, siyasî sorunları ve dış politikası gibi konularda hazırlıklı oldukları, projeler geliştirdikleri faaliyetlerinden anlaşılmaktaydı. Arkadaşlarıyla çeşitli görüşmeler yaptıktan sonra Alparslan Türkeş, 22–23 Şubat 1964 tarihinde toplanan CKMP Kongresi sırasında bu partiye katılma kararı almıştır. Alparslan Türkeş kendisi gibi vaktiyle MBK’de bulunan ve bilahare “14’ler” diye bilinen ve MBK’den tasfiye edilen grupta beraber oldukları Mustafa Özdağ, Numan Esin’le birlikte törenle CKMP’ye girmiş ve kısa bir zaman sonra da “parti müfettişliği” ne getirilmiştir. Çok geçmeden MBK’nin dört eski üyesi de CKMP’ye katılmışlardır. Alpaslan Türkeş’e yakınlıkları ile bilinen 60’dan fazla politikacı partiye katılmış ve bu kongre, Ahmet Oğuz’un tekrar genel başkan seçilmesiyle sonuçlanmıştır. Alparslan Türkeş, 14’lerin ortaya koydukları görüşlerle partinin yeni bir güç kazanacağını belirterek kongrenin bir an önce yapılmasını istedi. Kongrenin Haziran 1965’te yapılması genel idare kurulu tarafından kararlaştırılınca Ahmet Oğuz, 17 Haziran 1965’te partiye yeni katılan Türkeş ve arkadaşlarının huzursuzluk yarattığını belirterek genel başkanlıktan ayrıldı. Bu gelişme sonrasında CKMP’nin Türkeş ve arkadaşlarının katılımından sonraki ilk büyük kongresi, 1 Ağustos 1965 tarihinde yapılmıştır. Bu tarihe kadar CKMP parti genel müfettişi olan Türkeş, partinin taşra teşkilâtıyla sıcak ilişkiler içine girmesi sonucunda kongrede Ahmet Tahtakılıç’a karşı genel başkanlık mücadelesini kazanmıştır. Kongrede partinin eskiler kanadı Ahmet Tahtakılıç’ı, yeniler kanadı ise Alparslan Türkeş’i aday göstermişlerdi. Tahtakılıç’ın 516 oyuna karşılık Türkeş 698 oy almıştır. Bu tarihten sonra parti yeni bir kimlik kazanacaktır. Ülkü Ocakları Eğitim Programı toplantılarda partinin ambleminin de bu isme uygun olarak Türk-İslâm ülküsünü sembolize edecek bir şekilde olması kararlaştırılmıştır. Sonuç olarak “millî” kavramının kullanılabilmesi için Bakanlar Kurulu’nun iznine bağlı olması gibi bazı bürokratik engeller sebebiyle genel idare kurulu, “Milliyetçi Hareket Partisi” isminde karar kılmıştır. Bu isim kabul edildikten sonra partinin amblemi de değiştirilmiş, “Terazi” olan eski amblem yerine “Üç hilâl” sembolü benimsenmiştir. Gençlik kollarının amblemi ise “Hilâl içinde Kurt” motifi benimsenmiştir. Milliyetçi Hareket Partisi bu tarihten itibaren Türk siyasî hayatında yerini almıştır. Bu tarihten sonra milliyetçi camianın özellikle de aydınların ilgisini üzerinde toplamıştır. Milliyetçi akımın değer ve amaçlarını Türkiye’ye tanıtmaya çalışmıştır. Bu nedenle 1969 yılı milliyetçi akım için bir başlangıç teşkil eder. Ancak her ne kadar Milliyetçi Hareket Partisi 1969 yılında kurulmuş gibi gözükse de asıl hareketlenme Türkeş’in CKMP bünyesine katılımı ile gerçekleşmiştir. Asıl temeller de bu tarihten itibaren atılmaya başlanmıştır. MHP’nin 1969 yılında ortaya çıkışını, Türk milliyetçiliği adına ortaya konan bir siyasî tavır olarak kabul etmek gerekir. Bu tavrı, Atatürk’ün ölümüyle birlikte atıl kalan, pasifleştirilen ve sınırlı sayıdaki aydınlarımızın zihinlerinde muhafaza edilmeye çalışılan Türk milliyetçiliği fikriyatının, saklandığı zihinlerden tekrar çıkarılması ve ataletten kurtarılması şeklinde mütalâa etmek mümkündür. Çok partili hayata geçişle birlikte kurulan, 1945›te Millî Kalkınma Partisi, 1946›da Demokrat Parti, 1948›de Millet Partisi, 1952›de Türkiye Köylü Partisi ve 1957›de Cumhuriyetçi Köylü Partisi›nin kendi dönemleri içinde Türk siyasî hayatında bıraktığı tesirler MHP›nin gelişme zeminini hazırlayan olaylardır. Yukarıda adı geçen bütün bu siyasî partiler millî şef döneminin antidemokratik uygulamalarına tepki olarak farklı zaman ve zeminlerde ortaya çıkmışlar, birtakım farklılıkları olmakla birlikte hemen hemen hepsi aynı «milliyetçi çizgi» üzerinde siyasetlerini geliştirmeye çalışmışlardır. MHP ise ortaya koyduğu ideoloji ile bu partilerin farklılıklarını ortadan kaldırarak onların bir yekûnu ve Türk milliyetçiliği fikriyatının ulaşması gereken tarihî ve tabiî sonucu olmuştur. Dolayısıyla MHP›nin doğuşu Atatürk dönemi sonrasında Türk milliyetçiliğinin geçirdiği çetin ve sert aşamaların tabiî bir sonucudur. Türk milliyetçiliği, hak ettiği kıymeti 1969›dan itibaren MHP›nin ortaya koyduğu siyasî söyleminde bulacaktır. MHP, diğer partilerde görüldüğü gibi yukarıdan bir emirle kurulmuş veya herhangi bir partinin bakiyeleri üzerine oturmuş bir siyasî teşekkül olarak da doğmamıştır. Tam aksine tarihî bir görevi, toplumun şartlarına göre, adım adım gerçekleştirme idealini benimseyen, milletin temel değerlerine sahip çıkan bir parti hüviyetiyle oluşmuştur. Bu tarihten sonra MHP yeniden teşkilâtlanma dönemini yaşamıştır. Yine bu süre içerisinde “14’ler”den Türkeş’e yakınlığı ile bilinen bazı isimlerin partiden ayrıldığı görülür. MHP yeni adı ile ilk defa 12 Kasım 1969 seçimlerine girdi. Bu seçimler sonucunda oy oranını 1965 seçimlerine göre artırmasına rağmen %3.03 oranında oy topladı ve yalnızca Alparslan Türkeş Adana Milletvekili olarak Meclise girebildi. Bu dönemde sesini sık sık duyurabilmesine ve örgütlenme özelliklerine rağmen MHP’nin belli bir seçmen tabanı dikkat çekmektedir. 84 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı MHP’nin sadece ismine ve sembolüne baktığımızda onun ideolojisi hakkında az çok bir fikre sahip olabiliriz. MHP’nin ideolojisinin birinci boyutunu Türk-İslâm sentezi oluşturur. Bu sentez parti kurulduğunda ortaya atılan bir olgu değildir. Senelerden beri var olan ve günümüze kadar gelen birtakım değerlerin birleşimidir. Bu değerler birleşimi Ziya Gökalp’ın “Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak” formülüne dayandırılabilir. Orhan Türkdoğan’ın da dediği gibi ilk defa bir parti dinin Türk toplumu içindeki yerini ve değerini belirtmiştir. O güne kadar bir teori şeklinde yer alan din ve milliyetçilik sentezi artık MHP ile birlikte siyasî hayata geçiriliyordu. MHP’nin ideolojisinin ikinci boyutunu “Dokuz Işık” doktrini oluşturmaktadır. Alparslan Türkeş bu boyutu “Görüşlerimizin temeli Türk milliyetçiliği ise siyasî aksiyonun dayandığı doktrin 9 Işık’tır” şeklinde özetlemiştir. Çeşitli tarihlerde kabul edilmiş parti programlarında ve Türkeş›in eserlerinde MHP›nin amacı «yeni bir devlet düzeni kurmak» olarak belirtilir. Dündar Taşer ise bu amacı «Milliyetçi hareket, yeni bir yolun takipçisidir. Bu yol, Türk milletini millet yapan unsurları, asıl benliğine kavuşturmak, ona sonradan eklenmiş, ondan olmayan, onun öz benliğine aykırı olan yamalardan kurtarmaktır» şeklinde izah etmektedir. www.ulkuocaklari.org.tr Bu düzeni kurmak için “İslav Marksizmine” veya Anglo-Sakson kapitalizmine” gerek olmaksızın “üçüncü bir yol” önerilmektedir. Bu üçüncü yol “dünya proleteryasıdiktatoryası kurma ütopyasına bir tekme vurup tam olarak Türk Milletinin güçlenmesini amaç edinen bir millî ülkü” olacaktır. Bu ülkü “Türk Milletinin toplum olarak büyük bir hızla kalkınmasını sağlayacak yüzde yüz yerli, yüzde yüz millî bir doktrin olmalıdır.” Bu doktrinin ruhu “Her şey Türk Milleti için, Türk’e doğru Türk’e göre prensipleri olmalıdır denilmektedir. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 85 Ülkü Ocakları Eğitim Programı II. DÜNYA SAVAŞI’NDAN SONRA TÜRKÇÜLÜK VE XX. YÜZYILDAN SONRA ONUN GELİŞİMİ Rafael Muhammetdin “Soğuk Savaş” Yıllarında Türkçülük, Tanınmış Türk İdeologu Nihal Atsız’ın Temel Düşünceleri Soğuk Savaş yıllarından kasıt II. Dünya Savaşı sonunda başlayıp, yüzyılımızın 80’li yıllarının 2. yarısına kadar uzanan bir dönem. Bu dönem de Türkçülük üzerine bir fikri ideolojik cereyan hakkında konuşmak için hiçbir neden yoktur, zira totaliter ideoloji ve baskı rejimi kültür sahasında dahi Türkçülüğe gelişme imkanı tanımadı. Türk Cumhuriyetleri arasındaki tüm kültürel ilişkiler Moskova tarafından ayarlanır ve kontrol edilirdi. Bütün temas ve faaliyetler Rusya’nın hakimiyeti ve komünist ideolojisinin bayrağı altında gerçekleştirilmiştir. Türkiye’de ise, bu yıllar içinde geniş anlamlı bir Türkçülük, yani Türk halkları arasında dayanışma anlamındaki Türkçülük ideolojisi toplumsal bir düşünce tarzı olarak teşvik görmüyor ve devlet siyasetinin bir parçası olarak dahi yasaklanmıştı. O zamanlarda Türkiye açısından gerçek bir tehdit unsuru oluşturan Kuzeydeki azılı komşunun asabına dokunmamak için, Türkiye’nin resmi makamları Z. Gökalp’in 1924’de ölümünden ve 1931’de “Türk Ocağı” adlı cemiyetin kapatılmasından sonra Türkçülük düşüncesini Türkiye toprakları ile sınırladılar. O zamanlardan bu yana ve SSCB’nin dağılmasına kadar pragmatik Türk liderleri Sovyetler Birliğindeki Türk Cumhuriyetleri ile herhangi bir işbirliği veya beraberlik meselesini gündeme getirmediler. Diğer taraftan, Türkiye›nin yönetimi, komünist Türk Cumhuriyetleri ile ilişkiler yoluyla ülkeye Moskova›nın gizli istihbarat servisi ve komünist ajanların sızmasından endişe etmekteydiler. Bu yıllarda Türkçülük ideolojisi açısından Türkiye bir nevi ideolojik boşluk içinde bulunuyordu. Bu boşluk, bir taraftan Atatürkçülük, diğer ta raftan komünist rejim sempatizanı solcuların ideolojileri ile nispeten doldurulmava çalışılmaktaydı. İdeolojik boşluk yıllarında Türkiye’de çok yönlü ve yetenekli bir kişi olan Nihal Atsız (1905 - 1975) ortaya çıkmış ve Türk çülüğün propagandasını yaymak yolunda harıl harıl çalışmaya başlamıştı. Bu noktada Nihal Atsız hakkında bazı biyografik verileri getirmek doğru olur kanaatindeyiz. 86 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı Hüseyin Nihal Atsız 12 Ocak 1905 tarihinde İstanbul’da doğmuştur. Ortaokulu tamamladıktan sonra İstanbul Üniversitesi ve ona bağlı yatılı kısım olan muallim mektebinde eğitim görmüştür. 1930’da üniversitenin Edebiyat Fakültesinden ve aynı zamanda yüksek muallim mektebinden me zun olarak 1933 yılına kadar Profesör Fuat Köprülü’nün yanında asistan olarak çalışmıştır. Asistan olarak çalışırken 1931-1932 yıllarında “Atsız” dergisini çıkarmaya başlar. Dergi işine Fuat Köprülü, Zeki Velidi Togan ve Abdülkadir İnan gibi Türkçü, edebiyat ve tarih alimleri de katılmışlardır. Dergi o yıllarda ilim, fikir ve sanat alanlarında geniş tesirli Türkçü bir çığır açmıştır. 1933 - 1955 yılları arasında Nihal Atsız Türkiye’nin muhtelif lisele rinde Türk dili ve edebiyat öğretmeni olarak çalışırken, aynı sıralarda zaman zaman “Orhun” adlı Türkçü bir dergiyi de yayınlayabilmiştir. Mart 1944’de Nihal Atsız “Orhun” dergisinde Türkiye’nin devrin başbakanına hitaben yazdığı “açık mektup” unda Milli Eğitim Bakanlığını, yazar Sabahattin Ali’nin başını çektiği Marksistlerin eğilimli çevrelerin artan faaliyetlerine göz yummakla suçlayıp, Milli Eğitim Bakanını istifaya davet etmişti. Bu şekilde Türkçüler, Türkiye’nin solcularına karşı düşüncel alanda savaş ilan etmiş oldular. 1967 yılında Atsız solculara karşı aynı savaşını yinelemiştir. Bu defa kendi makaleler serisinde bölücü Marksistlerin Güneydoğu bölgelerinde yaptıkları gizli faaliyetlerini açıklayıp, bölgede komünist yönetim sistemini yerleştirme planlarını ifşa etmişti. Milliyetçilerin solculara olan bu düşüncel mücadele devlet tarafından her iki tarafa karşı davalar açılması ile sonuç lanmış ve Nihal Atsız birkaç kere hapse girmişti. 1952’den 1969 yılına kadar Atsız Süleymaniye Kütüphanesi’nde çalıştığı sırada edebiyat, tarih ve Türkçülük konularında en önemli eserlerini yazmıştır. 1975 yılında İstanbul’da geçirdiği bir kalp krizi sonucunda vefat etmiştir. Türk Ülküsü (1955) Dünya bir mücadele alanıdır. Mücadele yaşamak için gereklidir. Mil letleri savaşa hazır eden iki faktör vardır: biri maddidir ki buna “teknik” diyoruz, diğeri ruhidir, ona da “ülkü” adını veriyoruz. Uzun yılların tarih müşahedesi sonucunda eşit maddi kuvvetler arasındaki mücadelenin daima ruhi bakımdan üstün olan tarafın kazandığını göstermiştir. Ruhsal kuvvet, milli üstünlük inancı ve büyüme arzusu, milli ülkülerdir. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 87 www.ulkuocaklari.org.tr Nihal Atsız çok yönlü Türk ideologu ve çok yetenekli bir şahsiyetti, hem istidatlı bir romancı, şair, gazete ve dergi yazarı, hem öğretmen, düşü nür ve Türkçülüğün propagandisti idi. Öğretmen, yazar ve şair olarak faaliyetlerinin temel amacı, toplumda Türkçülük fikirlerini yaymak ve benim senmelerine hizmet etmekti. Esasen bu tutumunu popüler ve tanınmış romanlarının adları da yansıtmaktadır: “Bozkurtların Ölümü” (1946), “Bozkurtlar Diriliyor” (1949), “Deli Kurt” (1958). Nihal Atsız toplam altı büyük roman, 38 şiir, Türk tarihi ve edebiyatı üzerine yazılmış 30 bilimsel inceleme, Türk ansiklopedisi için hazırlanmış 40 makale ve muhtelif dergi ler için yaklaşık 450 makale yazmıştır. 1941 -1972 yılları arasında yazmış olduğu muhtelif makalelerinin derlendiği “Türk Ülküsü” kitabında düşünceleri en konsantre ve açık bir şekilde ifade edilmiştir. Ülkü Ocakları Eğitim Programı Milli ülküler, toplulukların yaratıcı ve itici kuvvetidir. Türk ülküsü, Türkün büyüklüğüne ve Türkün kudretine inançtır. Milli ülküsü olmayan insanın hayvandan farkı yoktur. Hayvanlar ızdırap ve ölümden kaçar, kuvvetliden ise korkarlar. Ölümden korkmayan, ızdıraptan kaçmayan, kuvvetli ile mücadeleyi göze alabilen yaratık, ancak ülküsü olan insandır. Bir zamanlar ülkü rolünü dinler üstlenmişlerdi. Bugünkü ülküler ise tamamı ile millidir. Dini inancı da kapsamış olan milli ülkü insanları güçlendiren, asilleştiren, sürükleyen bir duygu ve düşüncedir. Büyüklük Ülküsü (1962) Ülküler birer büyüklük davasıdır ve bundan dolayı büyümek isteyen, büyümeyi amaçlayan milletlerin ülküsü vardır. Büyüklük davası, yani ülkü, çoğu zaman savaşla elde edildiği içindir ki, insanlık tarihinde büyük kahra man ve kumandanların daima ayrıcalıklı yerleri olmuştur. Hükümet darbelerinin sanat haline getirildiği bazı ülkelerde bunun asıl sebebi bu ülkelerin bir büyüklük ülküsünden yoksun olmalarıdır. İktisadi yoksulluk, siyasi buhranlar, sadece işin görünen tarafıdır, asıl ve gerçek sebep ise milli ülküsüzlükten yoksun olmalarıdır. Bugün, Türklerin büyük ülküsü ulu Türkistan’dır, nitekim büyüklük ülküsü aynı zamanda büyük fedakarlıklar ülküsüdür de. Bundan dolayı korkaklardaki aşağılık duygusu büyüklükten korkarak hep küçük kalmayı tercih eder. Türkçülük, dışarıdan gelmemiş olan tek düşüncedir (1943-1950) Türkçülük, Türk milliyetçiliğine verilen addır. Türkçülük Türk sevgisini ve Türk menfaatini gözeten bir ülküdür. Türkçülük büyük Türkün ilinde, Türk uruğunun kayıtsız şartsız hakimiyetidir. Türkçü insan, milli çıkarları kişilerin çıkarları üstünde tutan, milli mukaddesata ve geçmişe saygı duyan, görev ahlakı yüksek olan, haksızlık ile mücadelede korkusuz olan insandır. Günümüz Türkiye’sinde mevcut fikir akımları arasında yerli ve milli olan yegane fikir Türkçülüktür. Faydalı veya zararlı olan diğerlerin hepsi dışarıdan ithal edilmiştir. Komünizm bizlere Rusya’dan aktarılıp vatana ihanet ile eş manaya gelmiştir. Milletlerarası Yahudi kökenli olan masonluk Balkanlar yoluyla Türkiye’ ye de sızmıştır. Günümüzün saygın demokrasilerin vatanı İngiltere ve Fransa’dır. Epey taraftarı olan iktisadi liberalizm ve devletçilik düşünceleri de yabancı kökenli olup, İtalya ve Almanya’da doğmuştur. Türkler tarafından benimsenip milli bir görünüm kazanmış olan Müslümanlık dahi, aslında Türk menşeli değildir. Türk kökenli olan yegane düşünce, yegane ülkü, yalnız Türkçülüktür ki bu düşünce milli şuurumuzun gelişmesine paralel bir şekilde büyüyecek, güçlenecek ve atılımlar gerçekleştirecektir. Türkiye›de Sağcı Ve Solcu Kimlerdir (1968) İktisadi bakımdan devletçi olmayan, liberal muhafazakarlar sağcı sayılmış, dini inkar ettiklerinden solcular dindar olanları sağcı olarak nitelemişlerse de bu tarifler eksik ve kısırdır. İdeolojik bakımdan «sağ» milliyetçiliği, «sol» beynelmilelciliği temsil ettiği için, solda beynelmilelcilerin, sağda Türkçülerin yer aldıkları farzedilir. Beynelmilelci ister dünya, ister İslam beynelmilelcisi olsun, Türklüğü ihmal eden veya yok sayan ve baş tacı etmeyen bütün düşünceler solcudur. İktisadi doktrinler kısa sürede değişmektedir. Değişmeyen prensipler milliyetçilik ve beynelmilelciliktir. Biz Türkçüler, 88 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı sağcıyız. Sosyal adaletçi olmamız, vatanın nimetlerini turistlere değil de soydaşlarımıza paylaştırmak istememiz, gerçek ahlakın gerektirdiği, adaleti sağlamayı dilememiz, asla solcu olmamızı gerektirmez. Türkiye’nin solcuları henüz ortada yokken, Türkçü şair Mehmet Emin Yurdakul herkes tarafından kolay anlaşılan şiirleri ile Türk milleti için sosyal adalet istiyordu ve bu fikir onun Türkçülüğünden kaynaklanmıştı. Bu fikri yıllarca sonra “sömürü” nakaratı ile başla yan plaklar misali Musevi asıllı olan Marks’dan almış değildi. Velhasıl Türkçüler sağcı olduğuna göre sol uçtakiler komünisttirler, iki sinin arasındaki yer milli fikre veya beynelmilelciliğe olan yakınlık veya uzaklıklarına göre diğer ideolojiler tarafından doldurulmaktadır. [67, s. 55-60] Türk halkı değil, Türk milletiyiz. (1969) “Millet, bağımsız yurdu olan teşkilatlı bir topluluktur”. Komünistler “milleti” kabul etmediklerinden, bu kelimeden ürker ve daima “halk” keli mesini kullanırlar, fakat bu iki sözcük eş anlamda değildir. Günümüzde “halk” sözcüğü edebi dilde “milletin bir bölümü” yahut “halk tabakası” manasında kullanılır. “Halk” sözcüğü yalnız o sırada mevcut olan bir topluluğu ifade eder. “Millet” ise hem geçmişte hem günümüzde ve gelecekte vardır ve “millet” “var olma” şuurunun ifadesidir. Türkiye’de insanlar “Türk halkı” olarak tanımlandıkları zaman sadece çalışıp kazanan, hareket eden, oturan veya eğlenen bir yığın akla gelir. Aynı insanlar “Türk milleti” olarak ele alındığında, geçmiş asırlardan kopup gelen, muzaffer, kültür yaratmış, gelecek için ülküsü (vizyonu) olan, bu ülkü için savaşların gerektirdiği kadar hertürlüfedakarlığı göze alan güçlü bir topluluk söz konusudur. Komünistler için insanlar sosyal denemelerde kullanılan bir hammad de yığınından başka bir şey değildir. Esasen halk, zaten şuursuzdur. Baştaki zorbalar neyi telkin ederlerse onu körü körüne yapar. Bu şekilde iktisadi bir takım başarılar sağlanır, yollar yapılır, kanallar açılır, ağaçlar dikilir, ırmakların yatağı derinleştirilir, ancak bütün bunlar yapılırken halk kitlesinden milyonlarca insanın ölmesine önem verilmez. Millet ise şuurludur. Neyi, ne için yaptığını bilir. Halk, sırtında makineli tüfekler işlediği için savaşta ileri yürür. Millet ise bir görev yaptı ğına inanarak ateşe atılır, yaradılıştan cesur olmasa bile, sırf haysiyet ve utanç duyguları yüzünden ölüme doğru gitmekten çekinmez. Türk milleti Türk kökenli olanlarla Türk kökünden gelmemiş olduğu halde Türkleşmiş kimselerden meydana gelen bir topluluktur. Bizler çobanından bilginine kadar bir bütün halinde olan Türk milleti yiz ve bu millet siyasi sınırlarla ölçülmesine imkan olmayan Adalar Denizi ve Tuna’dan Altayların ötesine kadar uzanan geniş dünyada yaşayan yaratıcı bir millettir. [67, s. 49-51,54] Türkçülük ülküsünün değişmeyen iki unsuru vardır: soyculuk ve Turancılık. Soyculuk her şeyden evvel bir milli savunma aracıdır. Türklerin aynı soydan geldiklerini anlamaları ve benimsemeleri olayı onları başka milletler tarafından temsil edilmelerinden korumaktadır. Turancılık ise, Tür kün tarihi vatanı olan ve çoğunlukla üzerinde hala Türklerin yaşadığı ülke leri bağımsızlığa ve Türkiye ile birliğe kavuşturma emelidir. [67, s. 95,99] Milli Siyaset, Türkçülük ve Siyaset (1970-1972) Moskova’nın köleleri olan Türkiye’deki komünistlerin yaptığı gibi Türkçülük ülküsünün ardında Nazizm korkuluğunun mevcudiyetini kabul etmek, dünyadaki fikir hareketleri hakkında hiç bir Ülkü Ocakları Genel Merkezi 89 www.ulkuocaklari.org.tr Soyculuk ve Turancılık (1952) Ülkü Ocakları Eğitim Programı şey bilmemek ve dolayısıyla fikirsiz olmak anlamına gelir. Alman milliyetçiliği olan Nazizm ile Türk milliyetçiliği olan Türkçülük nasıl aynı şey olabilir ki. Aksine bütün milliyetçiliklerin birbirine karşıt oldukları gibi, Türkçülük ile Nazizm de iki ayrı milletin milli menfaatlerini ön planda tutan fikir sistemleri olarak birbirlerine karşıttırlar. Zaten Türkçülükte diktatörlük de olamaz, çünkü Türkçülük demokra tik bir sistemdir. Ancak Türkçülükteki demokrasi laçka olmamış, soysuzlaşmamış, ciddi ve disiplinli,ahlak dışı telkinlere izin vermeyen bir demokrasidir. Atatürk’ün ölümünden bu yana, Türkiye pasif bir devlet siyaseti güt mektedir. Atatürk’ün zemin ve zaman icabı olarak kendisinin yaşadığı devir için geçerli olan “yurtta sulh, cihanda sulh” prensibini ebedi düştürmüş gibi benimseyip, siyasetini bu esas üzerinde yoğunlaştırmıştır. Barış uğruna kimseyi gücendirmemek siyaseti hakim olmuş, bu zih niyet ise Türkiye’nin siyasi sınırları dışındaki Türklerin ihmaline sebep ol muştur. Herhangi bir devlette yaşayan Türklerle ilgilenmek, o devleti gücendirir, tedirgin eder, kızdırır diye cihan Türklüğü adeta inkar edilmiştir. Bugün Türkçülük cereyanı siyasi değildir, fakat bir gün siyasi bir kuruluş durumuna gelirse, bütün Türkleri kurtarıp birleştirecek bir program ile ortaya çıkacaktır. Nitekim Atsız, Şubat 1962’de “Orhun” dergisinde “Türk milletine çağrı” adlı makalesi ile Türk milletine dokuz ışıktan (ilke) ibaret plan bir kalkınma programı sunmuştur: 1) Türkçüyüz, 2) Arınmış Türkçeciyiz, 3) Yasacıyız, 4) Toplumcuyuz, 5) Milli gelenekçiyiz 6) Şuurlu demokrasiye taraftarız, 7) Ahlakçıyız, 8) Bilimciyiz, 9) Teknikçiyiz Bu ilkelere bakıldığında Nihal Atsız’ın Türkçülüğü kendisinden evvel yaşamış ideologların Türkçülüğünden hangi noktalarda farklıdır ve Atsız, Milliyetçilik ve Türkçülük kuramlarına nasıl bir yenilik katmıştır. Önce onun «millet» kavramı anlayışının özelliklerini gözden geçirelim. Örneğin, Yusuf Akçura 1904’de “Üç Tarzı Siyaset” adlı eserinde Av rupa halkları ile mukayese edildiğinde Türklerin milli düşünce ve devleti etnik prensip temelinde kurma ilkesi hususundaki tasavvurlarının henüz çok bulanık olduğunu söyler. Ziya Gökalp Arnavut olan bir öğretmeninin etki sinde milli fikir üzerinde ciddi olarak düşünmeye başladığını itiraf eder, yani bu iki Türkçü milletin ve milliyetçiliğin meydana gelmesini somut tarihi gelişmelere bağlamışlarsa, Nihal Atsız “Milletler binlerce yıldan beri var”, “Türk milleti üç bin yıldan beri vardır ve “Millet, bağımsız yurdu olan teşkilatlı bir topluluktur” düşüncesini ileri sürmüştür. Milletin oluşması için, Nihal Atsız’a göre, Etnos’un (kavimin, budunun) maneviyatı, insanların kendi Etnos’una sadakati, Etnos’un tekliği (birliği) ve insanların Etnos çıkarlarını kendi çıkarlarından üstün tutabilmeleri gibi etkenler öneme sahiptir. Demek ki, Atsız Etnos’un kendi büyüklüğü nü ve tarihteki rolünü çok iyi kavramasının gerekliliğine inanırdı. Bununla beraber Nihal Atsız’ı önceki Türkçülerden ayıran en büyük özelliği Türkçülüğü politik ve ideolojik alanlara sokmaya çalışması olmuş tur. Atatürkçülüğün güçlü etkisi altında Y. Akçura ve Z. Gökalp Türkçülüğü sadece Türk halklarının kültürel - manevi yakınlığı düşüncesine ve bu yakınlığın zorunluluğuna inhisar ettirmişlerdi. Gerçi Nihal Atsız daha 1970’de, Türkçülük siyasi bir olay değildir di ye yazmışsa da, gerçekte makalelerinin çoğunluğunda Türkçülüğü siyaset ve ideoloji alanlarına taşımıştır. Bunun dışında Atsız, Türkiye’nin XX. yüzyılın 40’lı yıllarında artık zamanı geçmiş ve aktüalitesi kalmamış 90 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı “Yurtta sulh, cihanda sulh” prensibini gereksiz saymıştır. Atsız’a göre, bu prensip Sovyetler Birliği olarak adlandırılan İmparatorluğun sömürüsü altında ezilen Türk kardeşlerini kurtarmaya engel olmaktaydı. N. Atsız toplumdaki “sol ve sağ kuvvetler” deyimine yeni bir anlam kattı. Ona göre, insanların “solcu” veya “sağcı” olmalarının kriterleri, onla rın toplumdaki ekonomik model görüşlerinden kaynaklanmaz. Bu açıdan bakıldığında insanların özel mülkiyet veya kollektif mülkiyetin taraftarları olmalarının önemi de yoktur. Atsızlara göre, kişiler milliyetçi iseler, demek ki sağcıdırlar, enternasyonalist veya kozmopolit iseler demek ki solcudurlar. Her ne kadar biz yukarıda Nihal Atsız’ın Türkçülüğü siyasi bir etken yapmaya çalışmıştır diye yazıyorsak da, aslında Atsız profesyonel bir siya setçi değildi, zira kendisi somut politika ile uğraşmamıştır.Buna rağmen onun Türkçülüğü politik düşüncelerle meşbu (doygun) idi. Atsız, siyasi fi kirlerini gazete ve dergilerdeki makaleleri, romanları ve başka eserleri yo luyla geniş çevrelere yaymaya çalışmıştır. Sonuç olarak özetlediğimiz takdirde, Nihal Atsız’ın eserleri vasıtası ile Türkiye’nin binlerce gencinin kalplerindeki Türkçülük alevinin sönmesi önlenmiştir diyebiliriz. Atsız Y. Akçura ve Z. Gökalp Türkçülükleri ve günümüz Türkçülüğü arasında manevi bir köprü rolünü oynamıştır. Türkiye’nin Bugünkü Türkçüsü Alparslan Türkeş Alparslan Türkeş 1961 yılı askeri darbesine aktif bir şekilde iştirak etmişti. 1965’de kurulan Cumhuriyet Köylü Partisi’nin başkanlığına getiril mişti. (1969’da bu parti ismini Milli Hareket Partisi olarak değiştirmiştir). 1977’de MHP’den 17 milletvekili seçilmiş bulunuyordu (bu sıralarda Millet Meclisi’nde toplam 450 milletvekili olmuş). 70’Ii yılların ikinci yarı sında, gençlerin belli bir kısmında MHP’nin çok sempatizanı vardı. Bu gençler gruplaşmalara bölünmüş, milliyetçi ve solcu gruplar arasındaki mücadele çok sertleşmişti ve zaman zaman terör şeklinde gerçek bir savaş görünümünü almıştı. 1975 - 1980 yılları süresinde bu mücadelede yaklaşık 5000 kişinin öl düğü rivayet edilir. Milliyetçilere bakılırsa, o yıllarda milliyetçi güçler Türkiye’yi Komünizm ve solcu anarşizmin yayılmasından kurtardılar. 1980’de iktidarı ellerine geçirmiş olan askerler her türlü politik faaliyeti muvakkat olarak yasaklayıp, gerek solcuların gerekse milliyetçilerin liderlerini hapsettirdiler. Bunlar arasında A. Türkeş de vardı. Türkeş yaklaşık üç yıl hapiste kalmıştır. Daha sonraki yıllarda A. Türkeş MHP ve Milliyetçi Çalışma Partisi’nin başkanı olmuştur. Kendisi sade Türkiye’nin aktif ve otoriteli bir siya setçisi değil, tüm Türk dünyasının manevi lideri olmuştur. Türkeş Ülkü Ocakları Genel Merkezi 91 www.ulkuocaklari.org.tr Alparslan Türkeş 1917 yılında Kıbrıs’ta (Lefkoşe)’de doğmuştur. İlk ve orta öğrenimini Lefkoşe’de yapmıştır. Ailesinin Türkiye’ye göç edip, İstanbul’a yerleşmesinden sonra, 1936’da askeri liseye devama başlayan ve daha sonra, 1938 yılında Harbiye’den mezun olan Türkeş 1938’de Piyade Asteğmeni rütbesi ile ordu saflarına katılmıştır. Daha sonra Harp Akademisi imtihanlarını kazanarak, Harp Akademisine girmiş ve başarılı bir öğrenim devresinden sonra kurmay subay olmuştur. 1948 1956 yıllarında bir taraftan ABD’nde Türkiye’nin askeri tem silciliğinin üyelik görevinde bulunurken ABD’nin Piyade Harp Yüksek Okulunu ve Amerikan Harp Akademisini başarıyla tamamlamış aynı süre içinde “University of America” da “International Economics” takip etmiştir. Yurda dönen Türkeş 1956’da Almanya’daki “Atom ve Nükleer Silahlar” okuluna gönderilmiş ve bu okulu da başarıyla tamamlamıştır. 27 Mayıs 1960’a kadar Avrupa’da Türk Genel Kurmayı’nı temsilen muhtelif NATO toplantılarına ve askeri manevralara katılmıştır. 1960’da Türkiye’ye dönmüştür. Ülkü Ocakları Eğitim Programı sağ par tilerin oluşturduğu koalisyon hükümetlerinde “Başbakan yardımcılığı” göre vinde de bulunmuştur. İngilizce ve Fransızca bilen Türkeş, siyasi düşüncele rini “Temel Görüşler”, “Türkiye’nin Meseleleri”, “1944 Milliyetçilik Olayı”, “Dış Politikamız ve Kıbrıs”, “Yeni Ufuklara Doğru”, “Kahramanlık Ruhu”, “Gönül Seferberliği” ve “Dokuz Işık” eserlerinde açıklamıştır. Türkeş’in milliyetçilik, Türkçülük ve diğer problemler üzerindeki görüşlerini eksiksiz olarak “Dokuz Işık” adlı kitabında okuyoruz. Bu kitap ilk defa 60’lı yılların sonunda yayınlanmış, daha sonraları muhtelif zamanlar da birçok defalar yeniden basılmıştır. 1993 yılında yapılan son baskısı 570 sahifeden ibarettir. Bu eserde A.Türkeş’in 60’lı - 80’li yıllar içinde en ö-nemli makale ve konuşmaları derlenmiş ve milli görüşleri “Dokuz Işık” doktrini şeklinde sunulmuştur. Bunlar: 1. Milliyetçilik, 2. Ülkücülük, 3. Ahlakçılık, 4. İlimcilik, 5. Toplum culuk, 6. Köycülük, 7. Hürriyetçilik ve Şahsiyetçilik, 8. Gelişmecilik ve Halkçılık, 9. Endüstri ve Teknikçilikdir Türkeş bu kitabını yazarken, şüphesiz kendi seleflerinin düşüncelerine de dayanmıştı, fakat kitapta Türkeş’in Türkçülük meselelerine kendine özgü yaklaşımları ve yorumları da vardır. Türkeş bu kitapta güncel problemler hakkındaki düşüncelerini ifade etmiştir. Bundan dolayı biz yazarın sadece Türkçülük gelişimine yaptığı yeni ilave ve düşüncelerini gözden geçireceğiz. Ülkede Kemalist görüşün ağır basması dolayısıyla Y. Akçura ve Z. Gökalp düşüncelerini sadece Türk halklarının kültürel-manevi yakınlığı düşüncesiyle sınırlamış ve Nihal Atsız›ın eserleri politik Türkçülüğün mey dana gelmesi için düşüncel bir temel oluşturmuş iseler, A. Türkeş›in en bü yük başarısı, milliyetçilik ve Türkçülük fikirlerini somut politik alanda ha yata gerçirmek olmuştur. Türkeş tarafından kurulmuş MHP onun fikirleri doğrultusunda hareket ederek zamanında Türkiye’deki politik duruma ol dukça büyük bir tesir icra etmekteydi. Türkeş fikri siyasetten pratik siyasete geçişini şöyle anlatmaktadır:”Siyasi teşkilatlanmaya gitmeyen fikir hareketleri, iktidar güçleri tara fından daima yakından takip edilmekte ve kontrollerinin dışına çıkan bir gelişme tespit edildiği an, her türlü vasıta mubah görülerek, darbe yapılmak tadır. Dolayısıyle Türk milliyetçiliği de iktidarı hedefleyen yeni bir yol takip etmelidir. Yazarın fikrine göre, “Dokuz Işık” kitabının başlıca düşüncesi: “Türkiye’de son zamanlarda kapitalistler ile komünistlerin fikri bir çatışmaya girdikleri görülür. Bu iki felsefe de ithal malı, ikisi de maddeci ve her ikisi de Türk milletine yabancıdır. Buna mukabil biz % 100 milli maneviyatçı bir doktrin ile ortaya çıktık Türkiye’de son yıllarda hükümetlerin gafleti yüzünden hızla yayılma im kanı bulan komünist ideolojiye karşı bizler, Türk milliyetçiliği ideolojisini geliş tirdik ve Komünizme karşı Türkiye’nin kalkınması ve yükselmesini sağlayacak milliyetçi, modem bir doktrin oluşturduk. Bunun adına “Dokuz Işık” doktrini dedik. Biz ne Kapitalizm, ne Komünizm, üçüncü bir yol, yani İslamiyet ve Türk milliyetçiliğinin manevi temeline dayanan modem ilmin önderliğinde iktisadi ve sosyal bir doktrin ortaya koyduk” der. Şimdi de Türkeş›in kitabında öne sürülen dokuz ışığı gözden geçirelim: 1. Milliyetçilik Yazarın tanımlamasına göre milliyetçilik, Türk milletini, Türk vatanı nı ve Türk Devletini sevmek, bunların iyiliği ve yükselmeleri için heyecan ve şuur sahibi olmak demektir ve müşterek tarihten gelen, müşterek tarih şuuruna sahip olan, aynı dine mensup, aynı kültürle yoğrulmuş, aynı devleti kurmuş, yaşatmış ve bugün de aynı devletin sahibi ve aynı devletin bayrağı altında ve sınırları içinde yaşayan insan topluluğu Türk milletini teşkil etmektedir. Fikrimizce selefleri Z. Gökalp ve N. Atsız ile mukayese edildiğinde, A. Türkeş “millet” anlamının daha etraflı ve eksiksiz, çağdaş tanımlamasını yapmıştır. Onun “millet” belirlemesinde karşılıklı olarak birbirini tamamlayan kültürel evrim ve devletin idari cihetleri düşünülmüştür. 92 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı 2. ÜlkücülükÖrneğin, Gökalp›e göre toplumsal tasarımlar şiddetli bunalımlar sırasında galeyana gelen toplumun psikolojik etkisi altında büyük bir varlık ve güç kazanırlar. Toplumsal tasarımların bu durumuna ülkü adı verilir. Toplumsal tasarımlar, yani ülküler, bütün toplumsal olayların nedenleri olmakla birlikte, kendilerinin de doğmaları ve güçlenmeleri, güçsüzleşmeleri ve ölmeleri birtakım toplumsal nedenlere bağlıdır. Bu nedenler, toplumsal yapıda oluşan değişmelerdir. Gökalp, ulusal ekonomi biliminin her yerde ulusal ülküden önce değil, sonra doğduğunu savunuyordu. N. Atsız’a göre ülkü bir büyüklük davasıdır , Türk ülküsü, Türkün büyüklüğüne ve Türkün kudretine ulaşmaya karşı duyulan istek ve inancıdır. a. Türkeş’e göre ise Türk ülküsü üç temele dayanmaktadır: a) Manevi ve maddi gelişim ülküsü, b) Türk halklarının kendi mukadderatlarına kendilerinin hakim olmaları ve bağımsızlık ülküsü, c) Türk birliği ülküsü. a) Gelişim Ülküsü: “Her şeyden evvel Türk milletinin ahlakta, maneviyatta, insanlık duy gularında en yüksek seviyeye erişerek yaşaması, ilim ve teknikte dünyanın ileri gitmiş ülkeleri ile kıyaslanacak hale gelmesi, ekonomik açıdan kalkınmış, tarımını modern tekniğe göre uyarlamış, modern sanayii kurmuş, müreffeh bir toplum haline gelmesi, Türk milliyetçisinin Türk toplumu için düşüneceği ülkünün esaslarından önemli bir kısmını teşkil etmektedir.” Türk birliği ülküsü Türkeş’e göre, yeryüzündeki bütün Türklerin bir millet ve bir devlet halinde, tek bayrak altında toplanmalarıdır. Fakat bu birliği yazar, uzaktaki bir hedef olarak hayal ediyor ve yalnız beş şartın birbirini takip ederek yerlerine getirilmesi halinde gerçekleştirilebileceğini kabul ediyor. 4. Esir olan Türk yurtlarının ayrı ayrı bağımsızlıklarını kazanıp hür milletler topluluğu içinde layık oldukları yerlerini almalarını sağ lamaya gayret etmek. 5. Esiri oldukları ülkelerden mülteci ve muhacir olarak gelenleri sıcak bir ilgi ile karşılayıp, onları en yakın hedeflere ulaştırmak. Bağımsızlıklarına kavuşan Türk ülkelerinin ileride aralarında sağlam bir kültür birliği kurulduktan sonra, birlikte verecekleri bir kararla büyük bir Türk Birliği meydana getirmelerine çalışmak. Yukarıda yazdıklarımızdan anlaşılacağı üzere, Ziya Gökalp’in ülküyü sosyal propaganda şeklinde anlamasına karşın, Türkeş’in ülküsü siyasi alana yönlendirilmiştir. Onun ülküsü daha teferruatlı bir şekilde tasvir edilmiş ve daha olgunlaştırılmış olarak görünmektedir. Türkeş, ülkü hakkında yazarken, bu ülkünün gerçekleştirilmesi için lüzumlu belli önlem ve faali yetlerin programını da vermektedir. 3. Ahlakçılık Türkeş’e göre ahlakçılık genelde Türk milletinin ruhuna, örf ve adet lerine uygun yüksek varlığını korumayı ve geliştirmeyi öngören esaslara dayanır. Türk ahlakı, İslam öncesi Türk töresi ile dini, yani İslami ahlaktan i-barettir. Yazar ahlakta milli ve dini ilkelerin kopmaz bir beraberlik içinde olmalarını savunmaktadır. Çağdaş Türk ideologu “Milliyetçiliği reddeden bir dincilik anlayışı ve İslamiyet2e Ülkü Ocakları Genel Merkezi 93 www.ulkuocaklari.org.tr Bu beş şart aşağıda gösterilmiştir: 1. Öncelikle her türlü neşriyat ve propaganda yolu ile insanlık haklarından mahrum edilmiş ve işkence ile imhasına çalışılan esir Türklerin haklarını korumak. 2. Diplomasi yolu ile bunlara her türlü yardımı sağlamaya çalışmak. 3. İmkan nispetinde kültür birliğini kurmaya çalışmak ve kuvvetlendirmek. Ülkü Ocakları Eğitim Programı düşman bir milliyetçilik bize yabancıdır, bizim dışladığımız bir düşüncedir» der. Eğer Türkeş’te, İslam öncesi Türk örf ve adetlerine dayanan ahlak kuralları, selefleri olan Z. Gökalp ve N. Atsız’in eserlerine benzer bir şekilde anlatılmışsa, İslam ahlakının kuralları “Dokuz Işık” ta daha teferruatlı bir şekilde izah edilmiştir, çünkü Türkeş XX. yüzyılın 60’lı - 70Ti yıllarında Türk toplumunda olan gelişmeleri de göz önünde bulundurmuştur. Türkeş: “Üzülerek belirtelim ki laiklik ilkesi günümüzde yurdumuz yönetici ve aydınlarınca yanlış yorumlanan bir ilkedir”, diyor. “Genelde laiklik insanların, vatandaşların dini faaliyetlerine karışmak, dini yaşayışla rına baskı yapmak anlamına gelmez. Bizde uzun zaman bu ilke, dine baskı olarak kullanılmıştır. Fakat laiklik ilkesi, toplumumuz için din müessesesi nin gerekli olmadığı anlamına gelmez “ Türkeş’e göre: “Müslüman bir toplum olan Türk milletinin çocukları na ilkokullardan itibaren Müslümanlığın temel esasları hakkında bilgi vermek ve onları yetiştirmek mutlaka gereklidir.Çocuk belirli bir yaşa geldikten sonra, kendi hayatına kendisi yön verir, o zaman istediği dini akideleri yerine getirir veya getirmez” Kitabın yazarı: “Bugünkü eğitim sistemimiz içinde, orta öğretimdeki seçmeli dersler arasında, İmam Hatip okullarında uygulandığı şekilde, Ku-ran-ı Kerim dersi, din bilgisi dersi mecburi olarak üç saate çıkarılmalıdır. Türk vatandaşı, çocuğunun dini terbiyesini devletten beklemektedir. Devle tin vazifesi ise “iyi insan ve iyi vatandaş yetiştirmektir” , şeklinde devam ediyor Okuyucularımızın dikkatini Türkeş’in özellikle “ahlaklı ekonomi” hakkında yazdığı düşüncelerine çekmek istedik: “Bizim gözümüzde mülk insanlara ilahi bir emanettir. Bu emanet üzerinde tasarruf, manevi planda Rabb’ın rızasını, maddi planda kişinin ailesini, milli iktisat ve milli gelirin artışını hedef tutar ve bu arada ilmin ve ahlakın gösterdiği yollardan ayrıl maz. Aksi takdirde, devlet mülke müdahale etmelidir. Mülkiyet hakkı inkar edilemez, fakat mülk üzerinde hudutsuz bir ta sarruf da düşünülemez. Hedefimiz Batı medeniyeti değil, Türk İslam medeniyeti ve cihan tekniğidir. İlmi, ayda dahi olsa gidip onu alacağız, fakat İslam medeniyetinden ebediyen ayrılmayacağız. “ 4. İlimcilik İlimcilik, olayları ve varlığı önyargılardan sıyırarak, ilmi metot ile incelemek ve girişilecek her türlü faaliyette ilimi önder yapmak prensibidir. 5. Toplumculuk Toplumculuk her türlü faaliyetin toplumun yararına olacak şekilde yönetilmesi görüşüdür. İçtimai ve iktisadi olmak üzere iki ayrı bölümü kapsa maktadır. Mülkiyeti esas kabul eden, fakat mülkiyetin millet zararına kötüye kullanılmasına karşı olan bir görüşü belirler. Karma ekonominin ve ana stratejik iktisadi faaliyetlerin devlet kontrolünde bulunmasını öngörür, sos yal görüş olarak sosyal adalet düzeni, fırsat eşitliği, sosyal güvenlik ve sos yal yardımlaşma teşkilatı kurulmasını kabul eder. Toplumculuk, genelde millet varlığını, kişi varlığının üstünde tutar. Türkeş’in anlayışındaki toplumculuk esasta (prensip olarak) Z. Gökalp’in “toplumculuk” belirlemesine uymaktadır, fakat Z. Gökalp “Türkçülüğün Esasları” adlı temel eserinde “toplumculuğa” yalnız umumi teori açısından bir nitelemede bulunmuş ise, A. Türkeş bu nitelemeyi genişletiyor ve “toplumculuğun” detaylarına inerek, onu yeni bir düzeyde anlatıyor. Fikrimizce, toplumculuğunun ekonomik konsepsiyonu da ayrıca dikkate şayandır. A. Türkeş toplumculuğun politik, toplumsal ve ekonomik mahiyetini kitabın her üç bölümünde de açıklamaktadır. Türkeş’e göre, gerek klasik kapitalizm, gerekse sosyalizm ülkelerinde sosyal adalet yoktur. Kapitalist 94 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı Yazarın fıkrince, çağdaş ekonomiler karma iktisat niteliğini taşımak tadır. Karına iktisat klasik anlamda özel sektörle kamu sektörünün birlikte yaşadığı bir ekonomi biçimidir. Bu ekonomide üretim araçlarının mülkiyeti fertler ve kamu kuruluşlarına (devlete) aittir. Bundan dolayı fertler özel sektör içinde, devlet ise kamu sektörü içinde ekonomik faaliyette bulunur. Karma iktisat geçici bir mahiyete sahiptir. İktisadi faaliyetler iktidardaki elifin siyasi ve iktisadi tercihine göre, eninde sonunda ya tamamen özel sektöre veya kamu sektörüne devredilir. Siyasi iktidarın tercihi kapitalist sistem yönünde ise, Özel sektör kamu sektörüne dönüştürülür. Böylece üretim araçlarının mülkiyeti tek elde, özel veya kamuda toplanır Türkeş’e göre, modern demokrasinin başarısı siyasal demokrasi ile iktisadi demokrasinin bağdaştırılması şartına bağlıdır. İktisadi demokrasi ise, öz geleceğini ilgilendiren iktisadi kararlara katkıda bulunmalıdır. Ferdin iktisadi kararlara katılabilmesi ancak üretim araçlarına sahip veya ortak olmasıyla mümkündür. Mülkiyetsiz siyasi hürriyet gerçek hürriyet değildir. Nitekim yazar, Türkiye’de sosyal adalet toplumu oluşturmak için kamu ve özel sektörlerin beraberliklerinin yanı sıra “milli” bir sektörü meydana getirmeyi teklif ediyor. Milli sektörün mülkiyeti toplumun muhtelif sosyal ve profesyonel tabakalarına ait olan kollektif mülkiyetten oluşmalıdır. Ona göre Türkiye’nin toplumu altı sosyal-profesyonel gruptan ibaret tir. Bunlar : 1. İşçiler, 2. Köylüler, 3. Memurlar, 4. Esnaf, 5. Serbest meslek mensupları, 6. İşverenler gruplarıdır. Eğer her grup kendi üretim birliğini kuracaksa ve birliğin her üyesi bu birliğin nezdinde kurulmuş tasarruf ve yatırım vakıflarına mecburi ödemeler yapacaksa, bu paralar birliklerin mülkiyeti olacak olan yeni işletmelerin inşaatına, mal ve hizmet üretimine sarf edilebilir. Bu yatırımlardan elde edilecek kar ise, kazanç paylan şeklinde birliklerin üyelerine adil surette bölünür. Altı sosyal dilimin üretim araçları na sahip olması ile Türkiye’de yeni bir sektör ortaya çıkmış olur ki, bu millet sektörüdür. Milliyetçi düzeyde Türk iktisadı, üçlü sektöre dayanan yeni bir karma ekonomi düzeni oluşturacaktır. Bu sektörler devlet sektörü, özel sektör ve millet sektörüdür. Milliyetçi düzen özel sektöre düşman olmayacak, sadece özel sektör bugünkü başıboş halinden çıkartılıp, milli menfaat ve plan hedefleri doğ rultusunda daha verimli bir hale getirilecektir. Devlet sektörü yeniden düzenlenecektir. Çağı geçmiş, eskimiş, ekonomiye ve milli kalkınmaya yük olan devletçilik yerine, çağdaş, milli strateji hedeflerine uygun bir devlet sektörü kurulacaktır. Bu düzende, devlet ağır harp sanayi, alt yapı hizmetleri, maden sanayi gibi iktisadi hizmetlerden sorumlu olacaktır. Bankacılık, sigortacılık, iç ve dış ticaret hizmetleri üçlü sektör tarafından koordine bir şekilde yeniden ele alınıp düzenlenecektir. Bankalar, dış ticaret, milli üretim birliklerinin kontrolünde milletimizin ve milli savunmamızın gözbebeği olan yeraltı servetleri ve madenler devletleştirilecektir. Türkeş’ine fikrine göre, Ülkü Ocakları Genel Merkezi 95 www.ulkuocaklari.org.tr sistemde üretim araçları birkaç kapitalistin elindedir. Milletin çok büyük bir kesimi bundan mahrumdur. Milletin yaptı ğı tasarruflar, banka ve sermaye piyasasının büyük şirketleri aracılığı ile, devletin topladığı vergi gelirlerinin büyük bir bölümü ise, çeşitli teşvik ve prim adı altında sermaye sahiplerinin eline geçer. Komünist sistemde ise, bu değerler devletin elinde olup, ne işçinin, ne de milletin bunlara sahip olması mümkün değildir. Devletin yönetimi ve gücü Sosyalist (Komünist) Partisi üyelerinde olduğundan, suni bir şekilde yaratılmış olan devlet kapitalizmi, bu kimseleri yeni tip varlık sahibi yap maktadır. Bu tip mülkiyete “bürokratik mülkiyet” adı verilir. Marksist - Sos yalist sistem, aslında mülkiyet kavramını ortadan kaldırmış değildir. Uygulamada “mülkiyet-insan” ilişkisi sadece şekil değiştirmiştir. Kapitalist dü zende üretim araçlarının mülkiyetine kapitalist sahip iken, Marksist düzende sözde devlet, gerçekte ise bir avuç komünist bürokrat sahip olmaktadır. Ülkü Ocakları Eğitim Programı bu suretle iktisatta yeni bir milli sektörün or taya çıkması vasıtasıyla, mülkiyet vatandaşlar arasında daha düzgün ve adil bir şekilde dağıtılmış olacaktır ve bu sistem, Türk milletinin iktisadi bütünleşmesini sağlayacaktır. Kapitalist hukuk teorisi sermayeyi esas aldığından, sermaye sınıfları mensuplarının tek ve mecburi teşkilatlanmasını, işçi sınıfı için çoğulcu (plüralist) ve gönüllü teşkilatlanmayı öngörür. Bu sistemde işverenler bulundukları yerde kurulmuş olan meslek teşekkülüne üye olmak zorundadırlar ve bu üyelik teklik ve mecburiyet prensibine dayanır. Bu suretle kapitalistlerin aynı yerde ikinci bir mesleki kuruluş oluşturmaları mümkün olmayacağı gibi, mevcut kuruluşa üye olmayan da meslek ve sanatını icra edemez. Tek ve zorunlu kuruluş “birlikten kuvvet doğar” ilkesine dayanır. Kapitalizmin istediği de esasen budur. Buna mukabil, kapitalist sistem işçiler için tek kuruluş ilkesini kabul etmez. Ama yukarıda andığımız milli iktisadi sektör, kapitalistlerin bu çarpıtma ve tekeline son verecektir. 6. Köycülük Köycülük, köyleri tarım kentleri halinde birleştirerek kalkındırmayı öngörür. Köylünün tefecilerin elinden kurtarılması, ihtiyacı olan kredi ve diğer desteklerin sağlanması için kooperatifleşmeyi hedef alır. Bilhassa orman bölgesinde yaşayan köylüleri öncelikle ve hızlı bir şekilde refaha kavuşturmak amacını güder. 7. Hürriyetçilik ve Şahsiyetçilik A. Türkeş’e göre bu ilke, Birleşmiş Milletler anayasasında yazılı tüm hürriyetlerin sağlanmasını gaye edinmiştir. İnsanların şahsiyet olarak gelişti rilmelerini toplumun kalkınması için yararlı bir ideal olarak kabul eder. Yazar “hürriyet” kavramını somut bir Örnek vererek şöyle açıkla maktadır : “İnsanların hür olabilmeleri için, hürriyetin var olması için, onla rın mülkiyet ve varlık sahibi olmaları gerek, örneğin, seyahat hürriyetimiz var, ama cebimizde beş kuruşumuz yok. Bu durumda seyahat hürriyetinden bahsedilebilirmi bu tartışılır. Seyahat hürriyeti vaat eden kanunların işleyebilmeleri için, iktidarların bunu gerçekleştirebilecek ekonomik imkanlar sağlaması, gerekli tedbirleri alması lazımdır”. Şahsiyet gelişmesi ilkesini yazar şöyle açıklıyor : “İnsanların kişiliği önemlidir, toplumculuğu benimsiyoruz, ama şahsiyetçiyiz. Bunu demekle, insanları sadece milyonlarına milyon katmayı düşünerek yaşayan birer varlık olarak kabul etmiyoruz. İnsanları sömürmek isteyen bir ferdiyetçilik, şahsiyeti ezen bir toplumculuk görüşlerimize aykırıdır. İnsanların şahsiyetini hürriyet ortamı içinde yüceltmek, ona saygı ve sevgi duymak vazifemizdir, ferdiyetçiliği değil, «şahsiyetçiliği» kabul ediyoruz.» 8. Gelişmecilik ve Halkçılık Gelişmecilik ve halkçılık insanların ve medeniyetlerin daima daha iyiyi, daha güzeli, daha mükemmeli istemek ve aramakla gelişir. Elde edilenle yetinmemek ve daima daha iyiyi istemek ve bunu elde etmek için gay ret göstermek şuurudur. Ancak bu gayret ve çabalarda Türk milletinin tari hinden, milli benliğinden ve kökünden kopmadan yükselmek ve ilerlemek gayedir. Halkçılıktan maksadımız, her şeyin halk için, halkla beraber ve halka yönelik olmasıdır. Türkeş “yapılacak her işte halka yönelik, halkla beraber olmayı ilerlemenin, yükselmenin vazgeçilmez bir prensibi olarak kabul etmekteyiz” der. 9. Endüstricilik ve Teknikçilik Bu ilkeye göre, atom ve uzay çağında bağımsız ve gelişmiş olmak is teyen her ülke, bu ülkeler arasında Türkiye de, kendi gelişmiş sanayisine ve ayrıca ağır ve askeri sanayiye dayanmalıdır, fakat bunların yeni teknik ve teknoloji dışında geliştirilmeleri mümkün değildir. A. Türkeş “Devlet bu hedefi gerçekleştirmek için gençleri hümaniter eğitim yerine, teknik eğitime teşvik etmelidir, 96 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı www.ulkuocaklari.org.tr çünkü Türkiye’de evvelki zamanlarda gençler ekseriyetle memur kariyerine atılıp, devlet bürokrasisinde bir makam veya resmi mevki kapmak eğilimindeydiler.» demektedir. Sonuç olarak diyebiliriz ki A. Türkeş, Umumi Türkçülük ve Türkiye milliyetçiliği düşüncelerini geliştirmiş ve derinleştirmiştir ve en önemlisi, bu düşünceleri pratik ve gerçek siyaset ile bağdaştırmıştır. Fikrimizce “Dokuz Işık” doktrininin yazarı, devletin ayar ve denetiminde “halk kapitalizmi” ekonomik modeline en yakın bir ekonomik model vasıtasıyla, çağdaş ve aynı zamanda milli bir toplum oluşturmayı teklif etmiştir. Bu model yalnız Türk halkları için değil, gerek kapitalizm, gerekse sosyalizmden ümitleri kesilmiş, bütün halklar için geçerli bir modeldir. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 97 Ülkü Ocakları Eğitim Programı KÜRESELLEŞME İDEOLOJİSİ VE TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ: YENİ BİR MEDENİYET TASAVVURUNA KATKI ÖNERİSİ Türkiye’yi çevreleyen coğrafyadaki jeopolitik gelişmeleri, Yakındoğu, Ortadoğu, Orta Asya, Kafkasya ve Balkanları içine alan Türk/İslam coğrafyasında yürütülen stratejiyi; ABD, AB, Rusya Federasyonu ve Çin’in bölgesel ve Avrasya çapındaki muhtemel politikalarını göz ardı etmek ve küreselleşme olgusundan bağımsız bir yaklaşım sergilemek ‘Deve kuşu’ misali başımızı kuma gömmektir. Küreselleşme taraftarlarının algı boyutu ile karşıtların direnme gerekçesi çoğu zaman paraodoksal bir durum sergilemektedir. Nitekim “havuç” politikasının önemli bir aracı olan küreselleşme süreci, yakın tarihte ortaya çıkan ulus devletler yapılanması içinde dünya kaynaklarını yönetme ve yönlendirme durumunu öngörmektedir. Tarih deneyimi göstermektedir ki, yüksek düzeydeki hâkimiyet stratejileri toplumların iradesini koşullandırmaya yönelik kavramların üretimiyle mümkün olmuştur. Küreselleşmenin açıklanmasına yönelik politik, ekonomik ve kültürel açılardan bir çok yaklaşım olmakla birlikte, bu olgunun sürükleyici dinamiğini ekonomik ilişkilerde aramak gerekir (Bauman, 1999; Giddens,1998; Hopkins-Wallerstein, 1999; Wallerstein, 1974, 1979, 2004; Robertson, 1992, 1999; Rodric, 1997; Waters, 2001; Steger, 2003). Küreselleşme Dünya-Sistem bağlamıyla ulusal devlet sınırlarını aşıp bir sarmal halinde dünya hâkimiyeti stratejisinin koruyucu kuşağı mıdır? Dünya güç dengelerini kontrol etmek ısteyen devletlerin dikte etmek istediği bir evrenselleşme ideolojisi midir? Kısacası bu oluşum yeni emperyalizm midir (Bukharin,1999; Rupert, 2000; Mittelman,2005; Steger,2003,2009; Ritzer, 2004; Robinson,2004, 2007; Sklaire,2005; Mooney ve Evans, 2007)? Benzer sorular artırılırken çalışmada önce “küreselleşme”nin tarihsel çerçevesi ve literatür yönü kısaca incelenecek, ardından küreselleşme ideolojisinin dünya devlet-sistemi üzerindeki yansımalarına yer verilecektir. Nihayetinde ise Türk milliyetçilerinin alternatif bir strateji ortaya koymalarının gerekliliği tartışmaya açılacaktır. 98 Fikri Eğitim Küreselleşme, Evrenselleşme, Uluslararasılaşma ve Emperyalizm Steger’e göre toplumsal bir ögenin küresellik ve evrensellik kazanma süreci önemli sonuçlar doğurmaktadır ve ‘Globalizm’ tutarlı önermelerden kurulu bir sistemdir. Bu sistem beş temel iddia içermektedir (Yalçınkaya, s.54): Bunlar sırasıyla, -Küreselleşme, piyasaları liberalleştirir ve bütünleştirir. -Küreselleşme kaçınılmaz ve geri döndürülemezdir. -Küreselleşmeyi insanlar değil, piyasalar ve teknoloji yönlendirir. -Küreselleşme herkese yarar sağlamaktadır. -Küreselleşme dünya demokrasisinin yayılmasını hızlandırır. Bu iddiaların doğruluğu dünya deneyimlerine bağlı olarak tartışılmalıdır. Yanlışlanabilirliği doğrulanabilirliğinden daha güçlü olan önermeler dayatmacı yaklaşımlarla ele alınır ve belli güç odaklarının ideolojik yaptırım gücüne dönüşürse, bilimsellik ögeleri yerini bilimsel olmayan dogma ögelere bırakır. Böylece tartışma sade bir kavram tartışması olmaktan çıkar; “çıkar” çatışmalarının gölgesinde üretilen bilim destekli “tarihin sonu” dayatmasını üretir ve zayıfların güçlülere teslim olmasını sağlayacak bir çağrı halini alır. Kanaatimize göre evrensel olan, ancak insanın doğası ve tabiatın hareket kanunları ile açıklanabilir. Küresel olan ise insan dogasının hayata geçirilişine yönelik uygulamalar bütünüdür ve sonradan kazanılan şeylerdir. Her iki güdünün mütehharik sinerji gücüne dönüşmüş şekli olan ideoloji, günümüz dünyasında sistem bağlamıyla emperyalizm olarak tezahür etmektedir. İnsan olma niteliklerinin ortak yönü felsefi düzlemde insanîlik kavramıyla çözümlenebilir. Her bir birey bu çözümlemeyi ister kendi içinde ister teşkilat veya bir organizasyon altında toplum düzleminin ötesine taşır ve yüce amaçlarla örtüşen insanlık lehine kazanımlara dönüştürürse evrensel bir sonuca hizmet etmiş olur. Nitekim Bauman da uygarlaşma, gelişme, yakınlaşma kavramlarına bağlı olarak insanın bir düzen kurma çabasını, birlik içinde yaşama ve dünyayı eskisinden daha farklı kılma doğrultusundaki değişim ve iyileştirmeler olarak algılamakta ve bunların küresel çapta yaygınlaştırılması gerektiğini savunmaktadır. Ancak, siyasi tarih olayları veya eylemsel boyut değerlendirildiğinde, toplumsal olgu ve olaylar göstermektedir ki her zaman insanlık için yararlı olma amacı ve kararlılığı öncelikli değildir. Bazı toplumsal ögeler dünya çapında yaygınlaştıkça karşılıklı bağımlılıkların ortaya çıkması özellikle de teşkilatlar-devletler arası bağlantıların artması hegomanik bir bütünleşme sürecini doğurmaktadır. Bu süreçte küresellik kazanan ögeler, insan tarafından mutasyona uğratılmış, başka bir deyimle maniple edilmiş şeyler olarak evrensellikten sapmış ögelere dönüşmektedir. Dolayısıyla demek isterim ki her evrensel olan şey küresel olabilir, ancak her küresel olan şey evrensel değildir. Uluslararsılaşma birey-toplum, toplum-devlet ve devletlerarası ekonomi- politik veya kültürel karşılıklı bağımlıktan doğan bir süreçtir. Robinson karşılıklı bağımlılığın belirlediği coğrafyanın önemine dikkat çekmekte; coğrafi bağlamdaki ulusal sınırların ötesinin, ekonomik faaliyetlerin niteliksel ve niceliksel Ülkü Ocakları Genel Merkezi 99 www.ulkuocaklari.org.tr Ülkü Ocakları Eğitim Programı Ülkü Ocakları Eğitim Programı yönden gelişmesine yol açtığını belirtmektedir. Ekonomi literatüründen bilinen iki yanlı(bilatereal) veya çok taraflı(multiliteral) bu süreçler, uluslarasılaşma olgusunun temel kaynağını oluşturmaktadır. Ekonomiler açık bir sisteme tabi olduğu sürece ilişkiler farklılıklardan beslenmekte; karar birimlerinin birbirlerine olan ihtiyacı tek tek ilişki düzeyinde olsa bile karşılıklı etkileşimin doğurduğu ulustoplum ve ulus-devlet çatısı, uluslararası iktisadın çatısı altında şekillenmektedir. Bu durum yukarıda belirtilen küreselleşme ile ilişkilendirildiğinde ulus-ötesileşmenin doğurduğu sürecin ulus-devlet yapısını zayıflattığı bilinmektedir. Nitekim ulus-ötesi (transnational- ulus aşkın) deneyimler arttıkça ulus devletler işlevlerinin bir kısmını ulus-üstü (supra-national) kurumsallaşma olgusuna terketmektedirler. Robinson’un ifadesiyle uluslarasılaşmaya özgü niceliksel genişleme, daha farklı bir boyutla işlevsel bütünleşme (functional integration) bağlamlı niteliksel genişleme (qualitative extension) doğurmaktadır. Dolayısıyla ulus-ötesileşme, uluslararsılaşmadan ziyade küreselliğin bütünsel anlamına bağlı olarak, dünya çapında yaratılan bir kontrol ağına dönüşmektedir. Bu bağlamda Sklair, küreselleşmeyi açıklamaya yönelik üç yaklaşıma yer vermektedir. Bunlar, ‘uluslararsılaşma, globalizm ve ulus-ötesileşme’dir: Uluslararasılaşma devlet merkezli (state-centrist) bir anlayıştır. Güçlü ve zayıf devletler arasındaki merkez- çevre ve yarı çevre yaklaşımını çağrıştırmaktadır. Globalizm ise devlet merkezlilik görüşüne karşı tezdir. Bu tez, devletler yerine tanımlanmasında güçlükler çekilen, ancak piyasa güçleri kavramıyla açıklanan sınırsız bir dünya söylemine sahip piyasa globalizmidir. Ulus-ötesileşme ise ululararasılaşma ve piyasa glabalizminin sentezinden oluşan küresel bir sistemle açıklanabilen ekonomi-politik ve kültürel ulus-ötesi pratiklerle belirlenen bir süreçtir. Bu olgu tarihsel çerçevede “kapitalist küresellleşme” olarak tanımlanmaktadır (Yalçınkaya, s.22). Bu durumda “sosyalist küreselleşme”den ve İslâmik küreselleşmeden söz edilebilir. Bir toplumsal ögenin küresellik kazanması sosyo-ekonomik bir sistem olarak geçerlilik kazandığı ve bir iddia taşıdığı sürece bir ideoloji olarak yaşayabilir. Sklair’e göre “sınıfsal kutuplaşma” ve “ekolojik sürdürülemezlik” kısıtı altında işleyen kapitalist küreselleşme, işbirliği ve katılımcılığa dayalı demokrasi sürecinin ardından bir geçiş aşamasına bağlı olarak “sosyalist küreselleşme”ye dönüşebilecektir. Bu görüş temelde Marksist öğretiyi çağrıştırmaktadır. Nitekim Kazgan, emparyalizm teorisinin, Marksizmin, kapitalist evrimi izleyen teorisi olduğunu, özellikle ikinci Dünya Savaşı’nın ardından gelen Piyasa Globalizmi’nin “neoemparyalizm” olgusunu ortaya çıkarttığını iddia etmektedir. Bu iddia esasen Lenin öncesi emperyalizm teorisyenlerinindir (John A. Hobson, Rosa Luksemburg, Rudolf Hilferding gibi). Lenin’in tekellerin ve finansal sermayenin egemenlik oluşturma biçimini, sermaye ihracının belirgin önem kazanmasını, dünyanın uluslararası tröstler arasında paylaşılmasını, hatta bütün dünya topraklarının kapitalist devletler arasında paylaşılması sürecinin tamamlandığı şeklindeki iddiası kapitalizmin son gelişmeleriyle örtüşmektedir denebilir. Günümüzde de Bukharin’in işaret ettiği “ticari, endüstriyel ve finansal şekliyle ortaya çıkan kapitalist evrim”, halen uluslararasılaşma niteliğiyle örtüşen ve küreselleşmeye yönelik tamamlama sürecine hizmet eden bir sistemin varlığını pekiştirmektedir. 100 Fikri Eğitim Küreselleşme İdeolojisi ve Türkiye 1980’li yıllara kadar akademik açıdan büyük bir önem arzetmeyen küreselleşme kavramı, 1990›lı yıllardan itibaren yaygın bir şekilde kullanılmaya başlanmıştır. Bu kavramın baskın-ideolojik bir kavram olarak algılanmasının temel nedeni, yeni empeyalizmin ikna mekanızması olarak kullanılmasıdır. Kuşkularımızın gölgesi altında istismar edilen insan algısıyla parelel bir tanım yapacak olursak küreselleşme, sosyal ve kültürel düzenlemeler üzerinde coğrafi engelleri kaldıran, iktisadi anlamda hem ülke içindeki sosyal kesimler hem de ülkeler arası toplulukların uğradıkları refah kayıp ve kazançlar arasında telafisi imkânsız servet farklılaşmasına yol açan sosyo-kültürel bir yıkım sürecidir. Diğer bir deyişle haksız kazanç güdüsüne karşı yöneltilen tepkilerin ve çıkar çatışmalarının şiddetinin arttığı bir soyal düzendir. Burada asıl olan mevcut gidişatın yönünü değiştirecek, Türkiye dâhil gelişmekte olan/ yükselen piyasa ekonomileriyle ilgili algıyı yönlendirebilecek yeni yaklaşımlar üretebilmektir. Geleneksel emperyalizme gelince; devlet sistemleri çerçevesinde milliyet/ulus kavramlarını içinde kaybetme eğilimini yücelten bir devletin, bir başka devlet ya da bölge üzerinde ekonomik ve kültürel plânda etkin olma, kaynakları kotrol etme veya en azından yönetme ve yönlendirme çabaları bütünüdür. Emperyal devletler, dünyada var olan toprak, insan, üretim ve tüm sermaye güçlerini yönetir veya o ülkede siyaseti heves için yapanlara yönettirirler. Bu devletler, küresel iktidar savaşinda önde bulunmayi, refah toplumu yaratmanin vazgeçilmez bir şarti saymişlar ve kendi ayrıcalıklarını genişletmek için hep bir biriyle yarışmışlardır. Özellikle kapitalistleşme süreciyle birlikte devletler, yeni pazarlar ve yeni tabiî kaynaklara hükmetme amacıyla, dünyanın az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkeler ve bölgesel hassasiyetlerini istismar edebilme doğrultusunda “çağcıl” yaklaşımlar geliştirip, küresel ölçekteki egemenlik sınırlarını genişletmişlerdir. Bu süreç tarihi “tekelleşme” süreci ile hızlanmış, 1870’ten sonra sistematik emperyalizm çağı başlamıştır. Nitekim Birinci ve İkinci Dünya Savaşları ve içinde yaşadığımız son elli yıldaki bölgesel operasyonların hemen hemen tamamını bu çerçeveye yerleştirmek daha doğru olacaktır. Bu durumda küresel eylemlerin daha “insanî” sosyal teoriler kurmasının gerekliliği önemini korumaktadır. Yirminci yüzyılın başlarında üzerinde çalışılmaya başlanan emperyalizm teorisi, sömürgelerin ulus devlet olmaya başladığı İkinci Dünya Savaşı sonrasında, yeni boyutlar (Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, Birleşmiş Milletler Kalkınma Teşkilatı vb) kazanmıştır. Bu yeni boyut kuramsal olarak mükemmelleşme yerine günümüzde tersine bir boyutla “tek kutuplu” dünya tezinin meşruiyet mekanizması olarak etkinliğini sürdürmektedir (Ortadoğu Bölge Devletlerine yapılan askeri ve siyasi müdahaleler hatırlanmalı). Özellikle 1960’larda ortaya atılan Yeni Emperyalizm-Yeni Sömürgecilik anlayışıyla, klasik emperyalizm teorilerinde bulunmayan bir hususu gündeme getirmiştir: Çok uluslu şirketlerin ve uluslararası bazı kuruluşların ( İMF vb.) rehberliğinde Türkiye ve benzeri ülkeler için, borç yönetim başarıisıizlıkları kullanılarak onları küresel dünyaya bağlayacak (1980 askeri müdahalesi, 2001 krizinin ardından gelen Kemal Derviş operasyonu gibi) zorlama yöntemler geliştirilmiştir. Ancak, “karşılıklı bağımlılık” anlayışının en gelişmiş ülkeler için bile geçerli olduğu günümüz dünyasında, bu Ülkü Ocakları Genel Merkezi 101 www.ulkuocaklari.org.tr Ülkü Ocakları Eğitim Programı Ülkü Ocakları Eğitim Programı yeni sömürgecilik anlayışının boyutlarını kesin olarak öngörmek oldukça zordur. Çünkü devletlerin özerkliği ve işlevleri uluslarüstü güçlerin etkisiyle aşınmaya uğramaktadır. Küresel/Global değişime karşı duyarlılıklar ortaya konulsa da bu güne kadar “kilit birim” olarak bilinen devletlerin, yapıp ettiklerinin yönünü değiştirebilecek umut verici gelişmeler oldukça zayıftır. İngiltere’deki Orijinal Sanayi Devrimi’nden beri (1790) özellikle gelişmekte olan ülkeler, W. W. Rostow’un “dayanıklı büyüme hamlesi” diye adlandırdığı süreçten geçerek, 1960’lı yıllardaki zenginleşmiş Batı kulübünü doğurur iken hiçbir yeni ülkenin bu kulübe katılmasına izin verilmemiştir. Dünya sistemini 1945-1960 dönemi için analiz eden ve 1990-2025 dönemi için de beklentilerini ortaya koyan Wallerstein’e göre biçimsel olarak sadece iki gerçek ihtimaliyet vardır: Birisi dünya sisteminin, sürekli gereken ayarlamalarla birlikte kapitalist dünya ekonomisi olarak son beş yüzyıldır işlediği gibi işlemeye devam edeceğidir. Bunun anlamı, Kontratieff çevirimin (konjonkturel dalga) tekrar yukarıya döneceği ve bunun daha uzun olan hegmonik çevirimin ise tekrar yeniden yapılanma sürecine gireceğidir. İkicisi, 1970’lerde görülmeye başlayan hegemonik bir düşüşün, kaçınılmaz sonuçlar doğuracağıdır. Bu belirsiz sistemik bir kaos döneminin ardından ortaya çıkan sistemik krize bağlı olarak çatallaşmanın/ikilemin doğmasıdır. Nitekim hegemonik çöküş kaygısı içinde olan merkez ülkeler (batı ideolojisini temsil eden ABD ve takipciler), öncelikle öncü ürünler (yüksek teknolojiye dayalı mallar ve finansal türev ürünler gibi) alanında rekabaetçi olabilmenin yollarını aramaktadır. Bunun ilk işaretlerinden biri de hâkimiyet oluşturdukları ürünlere yönelik vasıflı işgücünün ödüllendirilmesidir. Bu durum geniş sosyal kesimlerin refahının hızla düşmesine, diğer bir deyişle gelir dağılımının önemli ölçüde bozulmasına yol açmaktadır. Örneğin, “ABD de Gini Katsayısı 1967’de 0.39 iken 2010 yılında bu katsayı 0.47’dir (Tümen, s.107). Bu uygulamalar bir yandan refah toplumlarına zaman kazandırırken, diğer yandan hegemonik üstünlüğün sürdürülebilirliğini sağlayacak yöntemler ve düzenleyici savaş (dünya kaynaklarının yeniden paylaşımı) hazırlıkları yapılmaktadır. Bilinen odur ki, tarihin yükselen sömürgecilik trendi/eğilimi bu şekildedir. Liberal Hayek, kapitalizmi bir denge sistemi olarak görür ve bu sistemdeki krizlerin/bunalımların nedenini de devletin ve özel bankaların bu “nazik sisteme” devresel olarak yaptığı müdahaleler ve kredi hacmindeki aşırı genişleme ile açıklar. Schumpeter’in konjonktür modeli ise genel iktisadi dengenin bulunduğu bir anda teknolojik veya teknik etkinliğin bu dengedeki etkilerinin araştırılmasına dayandırılır. Ona göre “gelişme”, yeniliğin neden olduğu hiç durmayan “değişim” sürecidir ki, yeni kombinasyonların ortaya çıkarılması sonucu oluşur. Schumpeter’e göre aslında kapitalist sistemin sonunu getirecek olan iktisadi buhranlar değil, sistemin yarattığı dengesizliktir. Batı İdeolojisi ve Türk Milliyetçiliği Batı ideolojisi, jeopolitik ve stratejik önem taşıyan, özellikle dün “İpek Yolu’nda” bulunan, bugün enerji koridorunu temsil eden Türkiye’nin giderek artan önemini hafife alma lüksüne sahip değildir. Bu nedenle Türk Avrasya’sını kontrol edebilmek için iki temel ideolojik yaklaşım geliştirilmiştir. 102 Fikri Eğitim Bu ideolojilerden birincisi, kendi tabirimiz olan “sert ideolojiler” tanımıyla uyumlu ve ABD tarafından temsil edilen tarihin ve dünya kaynaklarının yönünü kontrol etme iddiasıdır. Tek kutuplu bir dünya düzeni için “Avrasya’ya egemen olan dünyaya egemen olur” şeklinde Zbigniew Brzezinski’nin ortaya koyduğu, “Carter Doktrini” olarak bilinen bu ideoloji, dünyayı küreselleştirmenin itici gücü olarak takdim edilmektedir (Bu, esasta yükselen Batı ilkeleri kapitalizminin, yükselmekte olan Çin ve Hint milliyetçiliğini durdurmasına yönelik bir stratejidir. Yine, bu ideolojinin Huntington’un medeniyetler çatışmasını referans aldığı da bilinmektedir.). “Yumuşak ideolojiler” kategorisinde ele almak istediğimiz ikinci ideoloji ise Türkiye’yi Avrupa’ya “demirleme” stratejisi olarak tanımlanabilir. Bu ideolojinin temel amacı, AB (Avrupa Birliği)’nin yumuşatılmış kurumsal kararlarını, AB düşkünü iktidarların/aydınların(!) kompleksinden yararlanarak kabul ettirme stratejisidir. Türkiye’yi bağlayıcılık açısından etkin zeminlerde olup bitenler irdelendiğinde, çoğu kez ya öteki’nin aklına itibar ettiğimiz için yanılgı çukuruna sürüklenmekteyiz. Yahut kendi kültür mirasımızdan haberdar olmama, tarih bilmeme/unutma kusurumuzdan dolayı kavram kargaşasına sürüklenen bir toplum haline gelmişiz. Bu durumla Batı’nın “havuç” politikasını sınırsız alkışlama heveskârlığımız birleştiğinde bulanık gelişmelerden milli plitika üretme şansımız azalmaktadır. Aslında, “rasyonel kuruculuğu” esas alan Avrupa, çağdaş medeniyet olarak algıladığı kendi medeniyetinin merkezini elinde tutan Türkiye’yi tarihî bir rakip olarak görmektedir. Çünkü yüksek Avrupa medeniyeti (onlara göre), Anadolu’nun uzantısı olan Ege ve Akdeniz’de doğmuş; Doğu Bizans İmparatorluğu ölçeğinde İstanbul merkezli gelişmiştir. Bu nedenle bu coğrafyanın Türkiye’nin elinde olması, Batılı Devletler açısından dayanılmaz acı yaratmakta; tarihte “açık uçlu” bir miras hesaplaşması alanı olarak akıllarının bir köşesinde tutulmaktadır. Zaman içinde devlet erkleri değişse de bu ideolojinin bilinçaltında/özünde, Çin ve Hindistan’dan gelerek Türkistan ara bölgesini geçen, Ön Asya ve Avrupa’yı birbirine bağlayan yoldaki stratejik kaynakları ve bu kaynakları birbirine bağlayan İpek Yolu’nu büsbütün kontrol eden Türklere karşı bir kin/yenilgi duygusu vardır. Burada, tarihin med-cezirlerini saymazsak bugünün enerji kaynaklarını ve ulaşım yollarını geçmişte elinde bulundurmuş olan medeniyet/kültür temsilcisi Türklerin yeniden yükselişe geçme ihtimali engellenmelidir. Çünkü Türk milleti, yaklaşık bin yıl tarihin kaderine hükümran olmuştur. Nitekim, on birinci yüzyıldan bu güne Rey/Isfahan merkezli Büyük Selçuklu İmparatorluğu, Semerkant merkezli Timur İmparatorluğu, İstanbul merkezli Osmanlı İmparatorluğunun mirasçısı olan günümüzdeki Ankara merkezli Türkiye Cumhuriyeti devleti ve diğer Türkî Cumhuriyetlerin ortak bir güce dönüşmesinin yarattığı tedirginlik bilinmektedir. Bugün, yer altı zenginlikleriyle bilinen bu Avrasya coğrafyası, ayrı devletlerin çatısı altında bulunsa da zaman zaman tarih şuurundan koparılmış ve kendi içlerinde bir çatışmaya süreklenmiş olsa da potansiyel tehdit olarak algılanmaktadır. Türk milletinin varlığı ve dünya ölçeğinde kurabileceği potansiyel bütünleşme (ekonomik-siyasi), özellikle AB için bir güvensizlik sendromudur. Dolayısıyla Batılı devletler için Türklerin top yekûn mahkûm edilmesini sağlayacak yolların aranması gereklilik olaral görülmektedir. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 103 www.ulkuocaklari.org.tr Ülkü Ocakları Eğitim Programı Ülkü Ocakları Eğitim Programı Bu mülahazayla Avrupa’yı temsil edenler, Türk Avrasya’sının Yeni Avrupa’ya demirlenmesini sağlayacak rasyonel bir yol bulmuşlardır. Bu yol, Türk yöneticiler tarafından Türk kamuoyuna başlangıçta uzun, ince, karanlık ve engebeli bir yol olarak tarif edilmiştir. Türk aydının düşürüldüğü tuzak ve AB düşkünlüğümüzün arkasındaki gerçek nasıl bir sona ulaşacak? Türkiye açısında son dönemlerde bütünleşme olgusunun bir devlet politikasına dönüştüğünü hesaba katarsak bu süreci lehimize çevirmenin yollarını bulmak da yine Türk aydının ödevidir. Bugün itibariye AB kendi içinde ekonomik sorunlarla boğuşurken bile Türkiye’nin üyelik ihtimali, bekleme odalarında mazoşist bir hal almıştır. Buna rağmen öyle anlaşılıyor ki, AB devletleri gafletimizin sınırlarını zorlayan uyutma politikasının başarılabilir olduğunu düşünmektedirler. Türkiye’nin uzun vadede de AB’ye alınmayacağı düzenlemelerini ( Avrupa Anayasası gereği), kendi halkları bir teminat olarak görmektedirler. Anayasal bir çerçevede Türklerin ikna edilmelerini sağlayacak kararlar alıp bu coğrafya parçasının yönetilme ve yönettirme biçimini hafızalarda canlı tutmaktadırlar. Böylece çıkarlarların kendi lehlerine korunmasınının yolları aranmaktadır. Bir başka yönüyle yukarıda belirtilen ve Türkiye’yi kıskacına alan bu iki ideoloji, Türkiye’yi üstü örtülü bir anlaşmayla “kırk katır mı yoksa kırk satır mı” tercihine zorlamaktadır. Çünkü çok uluslu şirket merkezlerinin marifetleriyle (ağırlıklı olarak ABD ve AB sermayesi) dünya kaynaklarının paylaşım rekabeti netleşmektedir. Dünyaya kabul ettirilecek yol haritaları, Bilderberg toplantıları benzeri farklı mekânlarda belirlenmekte; gelişmekte olan ülkelerden çağırılan temsilcilerin de katkısıyla oluşan tek kutuplu yönetim mekanizması, küresel bir güç olarak güvence altına alınmaktadır. Bu noktada Türkiye Cumhuriyeti’ne dayatılan iki temel senaryoya yönelik iki misali ele almak yararlı olacaktır: Bunlardan birincisine göre Türkiye yakın doğuyu kontrol edebilir bir ülke olma potansiyeline sahiptir. Bu kabul çerçevesinde Türkiye, ya ABD’ye “manda” ölçüsünde bağlı olsun ya da AB’nin içine alınmadan AB’ye demir atacak şekilde bağlanılmış bulunsun. Birinci senaryo, Türkiye tarafından kabul görmez ise uzlaşmanın zorlaştırıldığı bir süreç başlatılmalı ve Türkiye’nin iknâ edilmesi için zaman kazanılmalıdır. Burada, Türkiye’yi etnik bir iç savaşa sürüklemek dâhil, siyasal ve hukuki zemin hazırlanmalıdır. Türkiye’nin üniter yapısını bozacak ya da parçalanmasını haklı hale getirecek sözde Ermeni Soykırımı’nı kabullendirme (karşı çıkmayı suç sayma) dâhil siyasi planlar uygulanmalı (İsveç ve Fransız Parlemanto Kararları örneği); ucu açık “demokratik açılım” süreçlerine bağlı olarak bağımsızlık teminatı olan anayasal direnç kırılmalıdır. Yoksullaşan kitlelerin yılgınlığından yararlanılarak devletine küskün, barışık olmayan bir toplumun sosyolojik farklılıkları öylesine kanatılmalı ki, (PKK’ya destekle) fedarasyon batağından parçalanmış bir Türkiye doğsun. Yukarıdaki sert ideolojinin BOP (Büyük Orta Doğu Projesi) çerçevesinde Irak’ta, Libya’da Mısır’da yapıp ettiği bellidir. Burada sınırlı ölçüde yumuşak ideolojinin serüvenine yer vermek gerekir: Avrupa Parlamentosu’nun Türkiye’ye yönelik kararlarını (15 Aralık 2004) ve Avrupa Birliği Zirvesi’nin 104 Fikri Eğitim sonuçlarını (17 Aralık 2004) hatırlamak yeterlidir: - Patrikhane ve Heybeliada Ruhban Okuluna ilişkin isteklerden sözeden Komisyon kararları “ruhban yetiştirilmesi” , “mülkiyet hakları”, “okulların açılması” ve “iç yönetim” konularını masum bir yöntemle ele almakta; TC’nin üniter kimliğini zedeleyecek bir dayatmayla İstanbul’da devlet içinde devlet kurulması sonucunu doğuran yeni Vatikan’lar yaratmak istemektedir. - Müzakerelerin tamamlanma süreci açık uçludur (AP Karar mad: 50, AB Zirvesi mad: 23). Böylece, Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Kesimi (GKRK) ve birkaç ülke bir araya gelerek görüşmeleri kesintiye uğratabilecektir. Bu şartlar altında yapılacak müzakerelerde Türkiye’den ne tür tavizler isteneceğini ve hangi tehdit stratejilerinin ortaya konacağını tahmin etmek güçtür. - Güneydoğuda yaşayan yerel nüfusa ilişkin yönetim reformları, Kürtlerin kültürel haklarının tanınması ve eşit muamelenin hızlı bir şekilde garanti altına alınmasının gerekliliği ve “kürt güçleriyle” uzlaşma sağlamak üzere daha etkin adımlar atmaya yönelik davetler oldukça düşündürücüdür. Nitekim kürtleri siyasal bir güç olarak muhatap kabul ettirme eğilimi taşıyan ifadeler, sebebi apaçık belli olan ve yıllardır destek verildiği bilinen terörist örgütü zımnen de olsa tanıtma çabası olarak anlamlı bulunmalıdır. Burada AB’nin sömürgecilik amacına hizmet eden bu yaklaşımı kamu vicdanında rededilmekle birlikte günümüzde yükseken talepler yönüyle de Türk–Kürt meselesi sürekli kanatılan bir yara olarak tutulmak istenmektedir. Dolayısıyla birincil düzeyde bölücülük hareketine meşruluk kazandırılmakta ve Türkiyedeki ayrılıkçı güçlerin aktif bir şekilde fedarasyon talebine “ulus- üstü” güçler olarak destek verilmektedir. - Avrupa Parlamentosu Kararları çerçevesinde Türkiye’nin “Ermenilere karşı yapılan soykırımı tanıması ve Ermeni halkıyla uzlaşma sürecini teşvik etmesi” şeklindeki talimat önemlidir. Fransa’nın, İsviçre’nin “Türkler Ermenilere Soykırım Yapmamıştır” demeyi cezalandıran bir kanun hükmüne dönüştürmesini birleştirirsek, cesaretin nerelere uzanacağını kestirmek güç olmayacaktır( Malesef, bu yazının son tashihi yapılırken Fransa’nın kanun tasarısının kesinleştiği haberleri medyaya düştü.23.01.2012, saat 23: 00). Bu kanun Fransa’nın Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilse bile böylesine siyasi bir tehdidin Demokles’in kılıcı gibi sürekli Türkiye’nin üzerinde tutulacağı şüphesizdir. - Yine, Türklerden istenen, Ege Denizi’ndeki tavizlerle Türkiye’nin karalara kapanma noktasına götürülmesi; Yunanistan’ın Ege’deki karasularını 12 mile çıkarması; Rum Yönetiminin “Kıbrıs Cumhuriyeti” olarak tanınması; Adadaki Türk askerlerinin çekilmesi gibi ölçüsüz talepler kabul edilirse ya Orta Asya’ya kadar çekilmek gerekecektir ya da demirlenmiş Ankara eyaleti olarak Avrupa’yla bütünleşmiş bir uydu cumhuriyet doğacaktır. Nitekim Türkiye’nin AB’ye giriş sürecinde KKTC’nin ortadan kaldırılmasını esas alan Annan Planı’nın da ötesine geçen bir uygulamayla Güney Kıbrıs Rum Cumhuriyeti’nin Türkiye tarafından tanınması ön şart olarak ileri sürülmüştür. - AP Kararlarının Avrasya bağlamlı tavsiye ve dayatmaları incelendiğinde şu hususlar oldukça Ülkü Ocakları Genel Merkezi 105 www.ulkuocaklari.org.tr Ülkü Ocakları Eğitim Programı Ülkü Ocakları Eğitim Programı önemlidir. Bunların en başında petrol ve su rezervleri gelmektedir. Raporda, petrol ve su kaynaklarıyla ilgili bölgesel altyapının yönetimi için Avrupa Birliği politikalarının geliştirilmesinin gerekçeleri, Türkiye’ye dikte edilmektedir. Türkiye açısından sınır ötesi sorunlar, enerji kaynaklarının Avrupa’ya taşınması, çevre ve tüketicilerin korunmasının Avrupa vatandaşları üzerinde olumlu ve kalıcı etkiler yapacağı öne sürülmektedir. Hatta Türkiye’ye, “Atatürk Barajı’nın yapılması nedeniyle su akışının (Dicle ve Fırat üzerinden) azaldığına” dikkat çekilerek akarsuların adil ve eşit dağılımını sağlayacak, komşuların yer alacağı, AB gözetimli, “Ombudsman ofisinin” kontrolünde uluslararası konsorsiyumların kurulacağına yönelik imâlarla, âdete aba altından sopa gösterilmektedir. Nihayet AB, AP kararıyla (mad: 61) bu hususların “TBMM ile Türk Hükümeti’ne iletilmesi yönünde talimatlar vermektedir”. Ancak bilinmelidir ki, Türk milliyetçileri, bugünkü gücünü, tarih şuurundan kopmadan Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran iradeden aldığı sürece, Türkiye Cumhuriyeti kendi yurttaşlarına sahip çıkacak dirayettedir. Hukuk devleti olmanın ilkelerini yaşatacak güç ve kararlılıktadır. Çünkü Türkler, ihanet ve gaflete karşı kararlılıkla mücadele etmiş, Türkçülük anlayışını insan hakkıyla özdeşleştirmiş ve İslâm’ın hoşgörüsünü hep rehber edinmişlerdir. Türk milliyetciliği, tarihin yükünü omuzlara alıp, içine İslâm’ın özünü koyup, onu geleceğe taşıyan iradenin adıdır. İnsan hakkını ve onurunu kutsayan bu irade, Türklerin tarihî misyonudur. Türk insanı, bağımsız devlet, haysiyetli millet olma davasını tüm mazlum milletlere taşımayı başarmış ve değişen dünya şartlarını her zaman doğru okuma ferasetinde olmuştur. Özellikle de tarihin her devrinde onur ve istiklal mücadelesinin örneğini sergilemiş, mazlum milletler ve topluluklara önderlik yapmıştır. Ancak, günümüzde tarihî misyonla, pragmatik düzlemde oluşan vizyon uyuşmazlığına da dikkat çekmekte yarar vardır! AB’nin bu yaklaşımı ise ikiyüzlülüğü ve husumeti yansıtan, küresel emperyalizme karşı yüklenilmiş bir taşeronluktan başka birşey değildir. İçinde bulunduğumuz şartları AB ilişkilerimizle doğru okuduğumuzda, ABD ve AB tarafından sürüklenmek istediğimiz etnik çatışmalı ve din paradigmalı stratejiye karşı temel ödevimiz, alternatif bir politika/strateji geliştirmektir. Çünkü Papa XVI. Benedict’in seçimini fırsat bilen ABD, Almanya’nın Avrasya üzerinde bağımsız politika oluşturma etkisini kırmak ve haçlı ittifakını yeniden kökleştirmek için İtalya ve Fransa’nın muhalefetine rağmen, stratejik bir politikayla Alman kökenli Kardinali seçtirmiş ve kontrolü ele almıştır. Bunun delili ise Papa XVI. Benedict’in, göreve başlama törenindeki ilk konuşmasında dünya kamuoyuna verdiği anlamlı mesajdır. Bilindiği üzere bu mesajda vurgulanan ana tema: “Yahudilerin, Hristiyanlarla ortak bir mirası paylaşmış oldukları”dır. Sonuç Yerine: Yeni Bir Medeniyet Tasavvuru'na Katkı Önerisi Hiç bir sosyal dava ve emperyal amaç yoktur ki, içinde “insan, tabiat ve iktisat” olmasın diyen Nurettin Topçu’nun uyarısı temelinde ve Dündar Taşer’in “Türk tarih sarkacı”nın yeniden yükseltilebilmesi ideali için tüketim açısından (genel refah) üretim açısında milli bir model ortaya konmalıdır. Yeni bir medeniyet tasavvuru”na katkı bağlamında aşağıda düşündüğümüz ‘Türk Modeli’nin evrensel belirleyicileri ve temel ilkeleri geliştirilebilir.. 106 Fikri Eğitim Milli varlığımızı ve mukaddesatımızı esas alan fikirler etrafında birleşerek, istiklalimizi koruma ve kollama stratejileriyle donatılmış, Türk irfanıyla beslenen aydınlanmacı bilimsel düşünce sistemini içselleştirmek zarurettir. Türk’ün tarihî misyonunu yeniden diriltmek gibi kutsal bir ödeve olan inancımızı ve kutlu çağrımızı, Türk dünyasına ulaştırmak da ahlâkî ve insanî bir sorumluluktur. Avrasya’ya dayatılan emperyalist stratejilerin ve oluşturulmak istenen tek kutuplu sömürü (enerji kaynaklarını kontrol etme) düzeninin, bölge insanı üzerindeki hâkimiyet gücünü engellemek ve tarihe karşı sorumluluğumuzu yerine getirebilmek için stratejik ve etkin bir bölge teşkilatlanmasına acil ihtiyaç vardır. Bu stratejinin, bu coğrafyada yaşayan Türkî devletlerin benimseyeceği ortak politikaya dönüştürülmesi gerekir. Akraba devletlerden hangisi, bu yeni oluşuma ne kadar odaklanırsa, Avrasya bağlamlı, ulus eksenli, bağımsız akraba devletler topluluğunun kurulmasında o kadar öncü ülke olacaktır. Türk rönesansının ana hedefi olarak tanımladığımız “omurgalı medeniyet ya da çağdaşlaşma projesi” Avrasya’da yaşama sevinci duyan her insanının ilim, irfan ve inançla kendini yeniden inşa etme projesidir. Bize göre, insanın köleleştirilmesine veya iradi köleliğe isyan eden insan, medeni insandır. Bireyin kendini inşa etme sürecini, toplumsal normlara dönüştüren projeye omurgalı bir medeniyet projesi denebilir.Omurgasız medeniyet anlayışı ise teknolojiye indirgenmiş bir hayat tarzı üzerinden insanı metalaştırmaktır. Nitekim dünyada kabul gören ve fakat yaygın bir şekilde de eleştirilen sosyal düzenleri açıklayan üç tutku ve üç belayı hatırlamakta yarar vardır. Özgün bir kurgu yapabilmenin gerekliliği ve bu tutkuların yeni bir medeniyet projesi çerçevesinde yönetimi/yönlendirilmesi daha da anlam kazanacaktır. Ortaçağ felsefesinden beri bilinen beslenen bu tutkular Aziz Augustinus tarafından ‘üç günah’ olarak tanımlamıştır: 1. Para ve mal edinme arzusu; 2. İktidar erkini ele geçirme güdüsü (libido dominandi); 3. Kontrol edilemeyen cinsellik tutkusu... Bu üç tutkunun eylem boyutlu tezahürü ise – çağdaş planda sırayla şu üç belayı/tehdidi doğurmaktadır: 1. Dünya kaynak tahsisini yeniden yönlendiren düzenleyici kitlesel savaşlar; 2. Günümüzde - iletişim araçlarındaki gelişmeyle giderek daha çok fark edilen “gelir dağilimindaki adaletsizlik ve tatminsizlikten doğan kitlesel düzeyde açlik”; 3. Nihayet kitleselleşme riski giderek büyüyen, kontrol edilmesinde zorlanılan ve şiddeti hızla artan hastalıklar... (Bu üç belanın da “kitlesel” karakterine dikkat edilsin!..) Dolayısıyla, insan doğasında bulunan kötü ögelerin hâkimiyetini engelleyecek ya da en aza indirebilecek iyi ögelerin etkin yönetimi ve yönlendirilmesi bilincini uyarmak gerekmektedir. Aşağıda önerilen şekliyle bir değerlendirme yapıldığında, milletler arası bilinç sıçramasına vesile olacak medeniyet projesi arayışları önem kazanacaktır. Medeni devlet ve milletlerin yönettiği bir dünya tasavvur ederken, müreffeh ve barış içinde yaşayacağımız bir sosyal düzen kurmanın ilk şartı, medeni bir insan ve medeni bir millet/toplum olma arzusudur. Bu bağlamda, Avrasya Birliği Strateji’nin yönlendirilebilir bir kurgu olarak uygulanabilirliği, şu üç temel tutkunun/ilkenin( Üç-İ Yaklaşımı, tabir bana ait) yönlendirilebilirliğine bağlıdır: 1. İlim; 2. İrfan; 3. İnanç. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 107 www.ulkuocaklari.org.tr Ülkü Ocakları Eğitim Programı Ülkü Ocakları Eğitim Programı İlimden kastedilen şey, olabildiğince çağdaş/bilimsel yöntemlerle, evrensel değerlerde pay sahibi olma iddiasıyla özdeş “insan tipinin” yetiştirilmesidir. Nitekim bir insan kendini, ne kadar geleceğin insanı olmaya hazırlarsa, o kadar da kendini keşfetmeye zaman ayıran ve tukularına hükümran olan insan olur. Dolayısıyla tabiattaki imkânları, etkin bir eğitim/öğretim yöntemiyle sorgulayan insan, ancak tabiattan insana (insaniliğe) geçişi başarmış insan sayılabilir. Yönlendirilebilir olan ikinci tutku “irfan”, demiştik. Bu bağlamda, esasta yöntem-araçsal bir tutku olarak ele aldığmız ‘irfan’- medeniyet taşıyıcı kültür- aynı zamanda “bilgelik” demektir. Başka bir ifadeyle, bir yandan topyekûn hayat tarzımızın ayrılmaz parçası olan islami anlayışıyla hem hal olmaktır; diğer yandan maddi kültür ögeleriyle birlikte bir sentezi başarmaktır. Bu hal tercümesi Türkler açısından degerlendirildiğinde, İslami özden haberdar olmak, iyi insan olmayı içselleştirmektir. Yani, insana adanmışlık iddiasıyla insandaki kötü ögeleri bastırmak, eğitim yöntemleriyle desteklenen nefis terbiyesi yoluyla iyi ögelerin hâkimiyet alanını genişletmektir. Nitekim tarihin süzgecinden geçmiş ve bir hayat tarzına dönüşmüş olan geleneksel bölüşüm kültürünü, Türk kültürünün temel kaynağı olarak benimsemektir. Kısacası, ilk hedef: Türklerin kök değerlerini ve tarih şuurunu yeniden ihya etme idealizmi ile dünya realizmi arasinda köprüler kurmak; ikincisi, bunlara bağlı olarak teknolojik ilerleme ve teknolojik değişmeyi gerçekleştirecek yöntem ve üretimi tesis etmektir. Nihayetinde ise Türk’ün varoluşsal hedeflerinin tanimlanmasi gerekmektedir. Bütün bunlar için, kültürel anlamda yaşatılması gereken ‘mit’in/kızıl elma’nın’ hür ve demokratik bir irade ile geleceğe taşınması, bir ödev ahlakı olarak görülmelidir. Temel ilkelerden üçüncüsü olan inanç ise, ilk iki tutkunun etkileşim vektörüdür. Dolayısıyla bireyin kendine olan güven duygusu, ‘genel irade’ anlayışına yükselmesi ve bireyin kendini yeniden inşaa etmeyi başarmasıdır. Tarihî tecrübelerden bilinmektedir ki, inanç iç dünyamızın itici gücüdür ve yeniden harekete geçirilmelidir. Türkiye açısından yakın tarihimizdeki harekete geçişi açıklayabilecek en güzel örnek, Kuvayımilliye Ruhu’yla başarılan istiklal-î tammın teminidir. Dünyayı doğru okuyup evrensel kuralları içselleştirememek, sadece dünyadan daha az pay almak (yoksullaşmak) değil; aynı zamanda, tarih şuurunu kaybeden iradî köleler topluluğu halinde yaşamaya rıza göstermektir. Bu durumda sosyal barışı/düzeni sağlamaya yönelik siyasette erdemi; iktisadi düzenin sürükleyici gücü olan girişimcilikte bahadırca (adanmış insan olarak) yaratıcılığı ve insanca bölüşümü hâkim kılmak için düşünce sistemine işlerlik kazandırmak gerekir. Sonuç olarak, bütün bunları onurumuzla başarmak için büyük ve müstakil Türk dünyasına giden yolda; Türkiye Cumhuriyeti ve “Türkî Cumhuriyetler”de yaşayan nesiller olarak bizler, İsmail Gaspıralı’nın özdeyişini hafızalarımızda hep canlı tutarak; “dilde, fikirde ve işde birlik” ilkesini, her bir akraba devletin kendi bağımsızlık çatısı altında verdiği istiklâl mücadelesini ve çağın değerleriyle uyumlu olarak milletimizi yükseltme idealini vazgeçilmez ödev bilmeliyiz. Kaynak: Türk Yurdu, Mart 2012 - Yıl 101 - Sayı 295 108 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı 3 Mayıs www.ulkuocaklari.org.tr Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Eğitim Programı Ülkü Ocakları Genel Merkezi 109 Ülkü Ocakları Eğitim Programı 3 MAYIS 1944 H. Nihal Atsız Bundan 29 yıl önce Ankara”da yapılan bir yürüyüş, bugün farkına varılmamış olmakla beraber, Türk tarihinin gidişi üzerine son derece tesirli olmuştur. Havadaki zehirli gazla boğulacak hale gelmiş bir insana oksijen verilmesi, aşırı hummâ içinde kıvranan hastaya bir antibiyotik şırıngası yapılmasının yaratacağı şifa gibi, dikta idaresi altında yaşayarak o diktanın hiç umursamadığı komünizm propagandasının çökertmeye çalıştığı bir toplumu 3 Mayıs 1944”te Ankara”da yapılan bir gençlik yürüyüşü uyarmış, tehlikeyi gördükleri halde ses çıkarmayanlara cesaret ve ümit vermiş, tek partili idare olduğu halde Millet Meclisi’nde de görülen heyecanla Türkiye”yi bir “içten vurulma” tehlikesinden kurtarmıştır. Bu kurtarışın kahramanları, büyük çoğunluğu yüksek okul ve üniversite öğrencisi olan birkaç bin gençtir. 3 Mayısın gerçek değerinin kavranmamış olması o zamanki idarenin, hepsi kendi elinde bulunan basın ve radyo ile yaptığı aralıksız propaganda yüzündendir. Sosyalist maskesi altındaki komünizm Türkiye’yi Rusya’ya katmak konusundaki niyetini memleket mukadderatına hâkim olanlar anlayamamışlardı. Yirminci yüzyılda, idare başında bulunanların mutlaka herkesten iyi ve doğru düşüneceği kabul etmeye imkân yoktur. Türkiye’de de ehemmiyetsiz görevlerde bulunan veya henüz okuma çağında olan bir takım gençlerin tehlikeyi baştakilerden daha çok isabetli görmüş olmasından hiçbir fevkalâdelik aranmamalıdır. Bu, bir dereceye kadar mizaç ve yaratılış meselesidir. Uzun süre devleti idare etmiş olan Halk Partisi”nde 1938”den sonra bir İnönü”yü yüceltme çağı başlamış, evvelce Atatürk için kullanılan “Milli Şef” deyimi ona mal edilmiş, pullardan ve paralardan Atatürk’ten üstün olduğu havası yaratılmak istenmiştir. Halbuki bu çok yanlış bir davranıştı. Çünkü Atatürk, Rusya”da ortaya çıktığı zaman, hakkında kimsenin ve tabiî kendisinin de bilmediği komünizm ve onun Türkiye için tehlikesini anlamış, tedbirlerini almış olduğu halde İnönü komünizmin nasıl bir bela olduğunu bir türlü idrak edememiş, “Sağcılar” dediği Nurcu vesaire makulesini gözünde büyüttüğü halde bugün toplu olarak anarşist adı altında anılanların gayesini bir türlü kavrayamamıştır. Anarşistler üniversiteyi işgal ettiği zaman boykotla işgalin aynı şey olduğunu söyleyecek kadar vahim bir hatâ yapmış, bu da yetmiyormuş gibi Türkiye”yi mahvetmek istedikleri için idama mahkûm edilen üç komünistin idamını durdurmak teşebbüsü ile, ilerde tarihin çok olumsuz hüküm vereceği bir harekette bulunmuştur. 110 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı Kafa ve gönül yapısı bu olan İnönü”nün 3 Mayıs 1944 yürüyüşüne iyi gözle bakmasına şüphesiz imkân yoktur. Bu sebepledir ki “Türkçü” kelimesinden ömrü boyunca ürkmüş, bu ürkmede çevresinin de büyük ölçüde tesirinde kalmıştır. Onda batıya karşı garip bir kompleks vardır. Türkiye”nin manevi kalkınmasını klâsiklerin Türkçe”ye çevrilmesinde görmesi bunun delilidir. Halbuki artık roman ve piyeslerle yahut eski Yunan felsefesiyle milletlerin kalkınma imkânının olduğu çağda değiliz. Bugün her zamankinden çok milliyetçilik çağıdır. Beynelmilelci olduklarını iddia eden komünist devletler bile aşırı bir milliyetçiliğin içindedir. Bu, sosyal bir kanundur: Toplumlar yayılmak ve büyümek için çatışır, çarpışır; bunun için her vasıtadan faydalanır. Böyle bir sosyal kanun olmasaydı barışçı İsa”nın dinindeki milletler asırlarca savaşmaz, Budist Japonlar savaşın sözünü dahi etmez, kardeş Müslümanlar birbirinin canına kasdetmezdi. Bu sebeple yabancı klâsiklerin tercüme edilerek Türk gençliğine okutulması onlarda bir aşağılık duygusu yaratmaktan başka sonuç vermemiştir. 20-25 yaşındaki gençlerin şaheser diye hep Yunan, Lâtin, Batı, Acem, Arap, Rus eserlerini okursa “demek benim milletimin şaheseri yokmuş” düşüncesine kapılmasından tabiî ne olabilir? İşte Türkçüler, Türk milletinin manevî kalkınmasını önce komünizmin yok edilmesinde, sonra millî kültürün diriltilmesinde anladıkları için İnönü ile bağdaşamamışlar, onun tarafından Türkiye’yi bütün dünya ile düşman etmek için uğraşan kişiler diye ilân edilmişlerdir. Türkçüler şu memlekette hiçbir zaman iktidara geçmedi. İnönü ve partisi uzun yıllar iktidarda kaldı ve istediği icraatı, propagandayı yaptı. Acaba zaman kime hak verdi? Tecrübesiz, çoluk çocuk sayılan 1944’ün gençlerine mi?, yoksa tecrübeli kaptan olduğu ilan edilen İnönü’ye mi? Onun tecrübeli kaptan olduğu hakkındaki sözü, İkinci Cihan Savaşı”nda Türkiye”nin harbe girmesi ve bunun İnönü’ye mal edilen bir başarı olarak kabul edilmesinden doğmuştur. Acaba gerçek böyle midir? 3 Mayıs yürüyüşü milletin gözünü komünizme karşı açan bir millî harekettir. O tarihten başlayarak okullarda hakikî milli tarih okutulsaydı, millî eğitimin bazı kilit noktalarına komünistlerin sızmasına meydan verilmeseydi 12 Mart muhtırasına sebep olan anarşi doğmayacak, bir takım gençler Türk milletinden zorla koparılmayacak, ahlâk değerleri çökmeyecekti. Anarşi hareketleri dediğimiz kargaşalıklar, dikkatle mütalâa olunursa gayet korkunç bir ruh halinden doğmakta, âdeta bir milletin intihar etmek istemesi gibi bir manzara göstermektedir. Komünizm, sosyal bir isteriden başka bir şey değildir. Onun hâkim olduğu hiçbir ülkede sosyal adalet ve iktisadi refah sağlanamadığı halde faşist veya kapitalist denilen demokrat ülkelerin pek çoğunda bu iş başarılmıştır. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 111 www.ulkuocaklari.org.tr Türkiye, bilfarz Yugoslavya’nın topraklarında kurulmuş bir devlet olsaydı veya İngilizler vaadettikleri savaş malzemesini bize verebilselerdi tecrübeli kaptan onu yine savaşın dışında tutabilir miydi. Bunlardan başka Türkiye’nin savaşa girmeyişinde VonPapen”in büyük rolünü asla unutmamak lazım. Ülkü Ocakları Eğitim Programı Komünizmin iktidara geçtiği günden beri Rusya”nın Türkiye hakkındaki kötü niyetleri Çarlık Rusya”sının kötü niyetlerinden bir parça bile sapmamıştır. Boğazlarda üs istemenin başka mânâsı var mıydı? 3 Mayıs”ı yapan Türkçülerin şuurla ve inançla bildikleri gerçek: Komünizmin Türklüğe kasdeden bir tehlike olduğu idi. Son iki yılın olayları, sürüp giden Sıkıyönetim mahkemeleri, bu mahkemelerde ortaya dökülen hakikatler Türkçülere hak vermiştir. 3 Mayıs bir çok Türkçünün büyük sıkıntı ve ıztırabı ile kapanmıştır. Fakat 3 Mayıs devam etmektedir: Ötüken”in Yazı İşleri Müdürü Kayabek, aşağı yukarı 6 yıl önce başlayan bir davanın sonucu olarak mahkûm edildiği 15 aylık hapisi etmek üzere, eşini ve birisi bebek olan dört çocuğunu İstanbul’da bırakarak, doğum yeri olan Eğin”e hareket etmiştir. Önümüzdeki yüzyılın tarafsız tarihçileri 3 Mayıs”ın bir dönüm noktası olduğunu elbette tesbit edeceklerdir. 3 Mayıs”a selâm olsun!… 3 Mayıs ruhu edebiyen yaşasın!… Kaynak: Ötüken, 11 Nisan 1973, Sayı: 5 112 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı 1944 YILI TÜRKÇÜLÜK – TURANCILIK DAVASI VE TÜRK MİLLİYETÇİLERİNE BASKILAR Türkiye’de Cumhuriyetin ilânından sonraki ilk 25 yılda Türk toplumu milliyetçiliği “din” ile birlikte benimsedi. Materyalist milliyetçilik ise ufak bir aydın zümresi tarafından kabullenilmişti. Bu iki milliyetçilik anlayışı zaman zaman birbiriyle çatışmış neticede bazı pratik sonuçlar doğurmuştur. Her şeyden evvel çeşitli halk tabakalarının ortak kültürel gayeler etrafında birleşmesi kolaylaştı. Bununla birlikte Millî dayanışma duygusu meydana getirdi. Memleketin kültürel gelişmesine, millete gerçek karakterine uygun bir yön verdi. Türklere millî bir gurur aşıladı (9) Ayrıca 1930′lu ve 1940′lı yıllara kadar, Türk milliyetçiliği sağa sola kaymayan, başından sonuna kadar Kemalist çizgiye sadık kalan bir ideoloji görünümündeydi. Bu dönemde siyasî mücadele tek parti yönetimiyle sınırlandırılırken resmî milliyetçilik anlayışının dışındaki özellikle Pantürkist eğilimli muhalif unsurlar sıkı bir takibata uğradı (10) ve saf dışı bırakılmak istendi. Türkiye’nin II. Dünya Savaşı’ndaki durumu stratejik konumunun önemi dolayısıyla, gerek Müttefiklerin, gerek Mihverin Türkiye’yi kendi yanlarında savaşa sokmak için harcadıkları çabaların ve Türkiye üzerinde yaptıkları baskıların hikâyesinden başka bir şey değildir. Buna karşılık Türkiye’nin politikası ise savaşın dışında kalmak ve ülkeyi savaşın yıkıntılarından korumak olmuştur (11) Almanya I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti’nin izlediği veya izlemeye çalıştığı Turancı politikayı desteklediği gibi, II. Dünya Savaşı’nda da Sovyetler Birliği’ne saldırısından sonra Türkiye’yi savaşta kendi safına çekebilmek için Turancı akımları desteklemiştir. Bu şekilde Türk hükümetini Almanya’nın yanında savaşa girmesi için harekete geçirmeye çalışmış ve bu sayede Türkiye üzerinde baskı kurmak istemiştir (12) Alman ordularının II. Dünya Savaşı’nın başında, Sovyetler Birliği topraklarında ilerledikleri sırada Almanya’nın Türkiye Büyükelçisi Von Papen, Rusya’nın Türkçe konuşulan bölgeleri hakkında bilgi edinmek, bu bölgeler halkının desteğini sağlamak ve Türkiye’deki Turancılık akımını Almanya yararına istismar etmek için bazı Turancı gruplarla ve mültecilerle temasa geçti (13) Von Papen, Sovyetlerde yaşayan Türkler ile ilgili İsmet İnönü ile de görüşmek istemiştir. Ancak İsmet İnönü’den aldığı cevap Türkiye’nin o dönemle ilgili politikasını ana hatlarıyla ortaya koymaktadır. İsmet İnönü, “Bu tür konularda ancak Sovyetler Birliği’nin yenilgisi gözle görülür şekilde gerçekleştiği vakit görüşmenin mümkün olacağını” belirtmiştir. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 113 www.ulkuocaklari.org.tr Almanya, Rusya üzerine saldırırken Türkiye’yi kendi yanına çekmek için gerekli teşebbüs ve baskıyı yapmış, dış politikada her türlü tedbiri almış bunla birlikte Türkiye’nin iç siyasetine müdahale etmek istemiştir. Ülkü Ocakları Eğitim Programı Görüldüğü gibi Türk Hükümeti, resmî politikada ilke olarak, Panturanist eğilimleri reddedilmiş, ancak Kırım bölgesindeki ve Kafkaslardaki Türk kökenli komşu halkların ge-leceği konusuna tamamen ilgisiz kalmakta istememiştir (14) Türkiye’de Alman ordularının 1942 yılında Kafkaslara doğru ilerlemesi sırasında Panturanist Alman propagandası artmış ve yoğunlaşmıştı. Cumhuriyet, Tasvir ve Vakit gazeteleri Alman yanlısıydı (15) Fakat daha sonraları bu gazeteler dava sırasında tamamen Türkçülük ve milliyetçilik aleyhi bir tutum takınmışlardır. Dönemin etkin sayılabilecek gazetelerinin tavırlarını bu derece anî ve kesin hatlarla değiştirmelerindeki en önemli sebebi Millî Şef İnönü’nün basın üzerindeki tesirinin de güçlü olmasıyla izah etmek mümkündür. Almanya’nın iç ve dış politikayı bu şekilde yönlendirmesi halkoyunda 3 Mayıs 1944 Davasının Nazi yanlısı, antisovyet ve antikomünist hükümeti devirmeyi amaçlayan bir dava olarak algılanmasına yol açacaktır. Türk hükümetlerinin Turancılığı aktif olarak desteklemekten vazgeçmesi ve Sovyetlerin karşısında yer almaya başlaması üzerine Almanya Türkiye’de bu tür hareketleri kışkırtmaktan vazgeçmiştir (16) CHP yönetimi savaşın kaderinin değiştiği ve Alman yenilgisinin başladığı 1943 yılına kadar, açık olmasa bile ses çıkarmayarak, Alman yanlısı neşriyat ve hareketlere göz yummuştur (17) Antisovyet Türkçü yayın ve etkinlikler ise tamamen İnönü yönetiminin savaş politikası amaçlarına uygun olarak yakından izlenmiştir (18) II. Dünya Savaşı’nın genel seyri içinde, Rus ordularının Avrupa’da ilerlemeleri ile orantılı olarak Türkiye’de komünist faaliyetler artmıştır. (19) Ruslar galip geldikçe komünistler birer birer açığa çıkarak, Rusların Polonya ve Balkanlardan sonra Türkiye’yi de işgal edeceği söylentisi yayılmıştır. (20) Görüldüğü gibi II. Dünya Savaşı sırasında gerek Almanya’nın durumu gerekse Rusya’nın galibiyetlerine paralel olarak Türkiye’de dış politikanın iç politikayı yönlendirmesiyle neticelenmiştir. Rusya’nın II. Dünya Savaşı sırasında birtakım işgallere giriştiği dönemde İsmet İnönü belki de Türkiye’nin işgal edilmesi endişesiyle Sovyet yanlılarının faaliyetlerine göz yummuş (21) ve bu dönemde komünist faaliyetler başlamıştır. Türkiye Gizli Komünist Partisi Şefi olan Dr. Şefık Hüsnü’nün Moskova’ya gönderdiği gizli raporda “1943 baharından 1944 baharına kadar olan sene, harp devresinin en verimli ve hareketimizin kredisini azamî yükselten sene oldu” (22) demesi bu tür faaliyetler hakkında açıkça bilgi vermektedir. Yine Faris Erkman’ın hazırladığı “En Büyük Tehlike” adlı broşürün neşri büyük yankılar uyandırmıştır. Milliyetçiliğe, dış Türklere, milliyetçilere pervasızca saldıran ve çok sayıda bastırılıp bedava dağıtılan bu broşür komünist neşriyat arasında önemli bir yere sahiptir. Bu broşür TBMM’nin gündemine de girmiş, görüşmeler sırasında Dışişleri Bakanı’nın şu konuşması CHP’deki değişikliğin belirtisi kabul edilmiştir: “Bizim Türklüğümüz bu vatanın sınırları içine girmiş olan Türklere ait ve münhasırdır” (23) 1939′da Ankara Üniversitesi DTCF’de açılan Felsefe kürsüsüne Pertev Naili Boratav, Niyazi Berkes gibi belli fikri yapıda kimselerin alınması Millî Eğitim Bakanlığı tarafından milliyetçi neşriyata karşı alınacak tedbirlerin rapor hâlinde hazırlanması, sosyalist ve komünist “Yurt ve Dünya” ve “Adımlar” 114 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı mecmualarına Millî Eğitim Bakanlığı’nın abone olması, Millî Eğitim Bakanı H. Ali Yücel zamanında Bakanlık tarafından basılan 496 klâsik eserin içinde 63 Rus klasiğinin yer alması, buna karşılık bir tek Türk klâsiğinin yer almaması, komünist bir derleme şiir kitabının bütün okullara tavsiye olunması bu dönemin komünist faaliyetlerine örnek olarak gösterilebilir. Yine Sabahattin Ali ve Nazım Hikmet’in himaye edilmesi bu tür faaliyetlere Bir diğer örnektir. Tan gazetesi de dönemin komünist basınının önde gelen gazetesidir.(24) Cumhuriyet döneminde, Türkçülüğü ve Turancılığı benimseyen ve bu doğrultuda yayın yapan en önemli dergi şüphesiz Hüseyin Nihal Atsız’ın yönetiminde yayımlanan “Orkun”‘dur. İlk kez 1933 yılında yayın hayatına başlayan Orkun, 1934′te kapatılmış ancak 1 Ekim 1943′te tekrar yayımlanmaya başlanan dergi, 1 Nisan 1944′te tekrar kapatılmıştır. Bu dönemin önde gelen Türkçü ve Turancı dergileri arasında “Ergenekon”, “Bozkurt” ve “Gök Börü”nün ayrı bir önemi vardır. Her üç dergide fikrî anlamda daima aynı çizgiyi devam ettirmiş ve her biri âdeta birbirinin devamı olarak çıkarılmıştır. Bu dergilerden Ergenekon 1938′de kapatılmış arkasından Mayıs 1939′da Bozkurt yayımlanmaya başlamıştır. Mustafa Kızılsu, İsmet Rasin, Nurullah Barıman, Sami Karayel ve Reha Oğuz Türkkan gibi isimlerin gayretleriyle yayımlanan Bozkurt, ikinci sayısının Haziran 1939′da çıkmasıyla kapatılmış, üçüncü sayısı ancak 1940 yılında yayımlanabilmiştir. Daha sonra R.Oğuz Türkkan, Bozkurt dergisinden ayrılarak Kasım 1942′den itibaren Gök Börü dergisini çıkarmaya başlamıştır. Gök Börü’de Abdulkadir İnan ve Zeki Velidî Togan’ın da yazıları yer almıştır. Mayıs 1942 yılından itibaren Rıza Nur tarafından “Tanrıdağ” adıyla çıkarılan derginin yazarları arasında Nejdet Sancar, Hüseyin Namık Orkun,Ahmet Rasim Aras gibi önemli isimler yer almıştır. Bu dergilerin yanı sıra Yusuf Ziya Ortaç ve Orhan Seyfi Orhon’un, Ağustos 1941 yılından itibaren yayımladıkları “Çınaraltı”, Türk birliğini kültürel anlamda savunan fikrî bir çizgide kalarak daha ılımlı ve makul bir seyir takip etmiştir. Hüseyin Hüsnü Erkilet, Hüseyin Namık Orkun ve Nejdet Sancar gibi aydınların yazılarının sıkça rastlandığı Çınaraltı dergisi yayın hayatına Temmuz 1944 yılına kadar devam edebilmiştir Tarihte 3 Mayıs olayları adıyla anılan olaylar Nihal Atsız’ın, hakkında açılan dava için Ankara’ya geldiği sırada başlamıştır. Bu tarihte gençlik komünizm aleyhine bir gösteri düzenler ve beraberinde N. Atsız’a sevgilerini belirtirler. Mahkeme salonuna giremeyen gençler Ulus Meydanı’na doğru yürüyüşe geçmişler burada millî marşlar söylenmiş ve komünizm aleyhine sloganlar atmışlardır. Kafile Ulus Meydanı’ndan sonra Başbakan Şükrü Saraçoğlu ile görüşmek istemişse de bunda başarılı olamamış, miliyetçi gençlerin gösterileri hükûmet tarafından şiddetle önlenmiştir. Bu gösterilerde tutuklanan üniversiteli gençlerin sayısı 165 olarak tespit edilmiştir. (27) Ülkü Ocakları Genel Merkezi 115 www.ulkuocaklari.org.tr 1. 3 Mayıs 1944 Tarihli Gösteriler ve Dava Kenan Öner 1944 Davası ile ilgili şunları şöyler : “Bu davanın temeli N. Atsız’ın zamane başvekiline hitaben Orhun mecmuasında yazdığı açık mektupla ,1944 senesi Nisan’ında atılmış ve bundan doğan infial ile icat edilen ırkçılık ve Turancılık davasında memleketin havasını ifsat eden işkencelerle çatısı örtülmüş bulunmaktadır”.(25) Bu davanın başlamasında H. Ali Yücel’in 1934 tarihli “Türk Edebiyatına Toplu Bir Bakış” kitabının Atsız tarafından eleştirilmesinin intikamını almak istemesi de etkilidir. (26) Ülkü Ocakları Eğitim Programı Ancak gençliğin bu masum hareketi devrin millî şefine bir ihtilâl olarak intikal ettirilir. H. Ali Yücel, Nevzat Tandoğan ve F. Rıfkı Atay üçlüsünün gayretleriyle ırkçılık ve Turancılık adı verilen milliyetçilik düşmanı dava ortaya çıkarılmıştır. Bu gösteriye kadar Türkiye’de yapılan bütün nümayişlerde hep hükûmet parmağı bulunmuştu. Turancılık davasının mağdurlarından Alparslan Türkeş’in konuyla ilgili tespiti şu şekildedir; “Bunlar millî şef ve onun gözde Millî Eğitim Bakanına nasıl gösteri yapabiliyorlardı ? O zamana kadar millî şefin müsaade etmediği hiçbir gösteri yapılmazdı. Demokrasi….Hürriyet…Eşitlik…Gençlik… bütün bunlar Türkiye’nin 1944 iktidarında hep parad palavralardır. Halkın alkışları, gençlikten çıkacak “yaşa” naraları kayıtsız şartsız İnönü’nün tekelinde kalmalıdır. (28) Esasında 3 Mayıs olayları, II. Dünya Savaşı’nın seyri ile alâkalıdır ve dönemin hükûmetinin Almanlara karşı üstünlük kuran Ruslara Türkçüleri feda ederek bir siyasî rüşvet vermesi olayıdır. Türkiye Ruslara karşı ,yalnızlık içinde karşı koymaya çalışmaktadır. 3 Mayıs 1944 duruşması o sırada tam aranılan fırsat olarak değerlendirilir. Türkçüler üzerinde şiddet uygulanarak Ruslar bir şekilde memnun edilmeye çalışılır (29) 3 Mayıs’ta bir araya gelen ve gösteriler yapan gençler birer birer tespit edilip toplanır ve tutuklanır. Millî şefin şahsî emriyle saldıranlara zerre kadar merhamet tanımamışlardır. Milliyetçi gençler kıyasıya dövülür. N Atsız’da aynı gün duruşmadan çıktıktan sonra polis tarafından gözaltına alınır. Alparslan Türkeş anılarında bu olayları şu şekilde anlatmaktadır; “3 Mayıs 1944 günü heyecanla sokağa fırlayan gençler kıyasıya dövüldüler. Kafaları yarıldı, gözleri patlatıldı. Bazılarının kolları, kaburgaları kırıldı”.(30) 2. 19 Mayıs 1944 Nutku ve Sonrası Gösterilerin ardından tutuklanan onlarca gencin ailesi yaklaşan 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı’ndan umutludur. Gençlik Bayramı’nda bir yığın masum gencin, bayramı zindanlarda geçirmesine millî şefin gönlü razı olmayacağını sananlar çoktur. Öyle umulur ki İnönü, 19 Mayıs’ın neşesini bozmak istemeyerek ve bir emirle zindanların kapılarını açtıracak, manasız bir sebeple tutuklanmış aydın gençleri hürriyete iade edecektir. Millî Şef, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, gençleri ve ailelerini sevindirmek şöyle dursun, bilâkis Ankara Stadyumu’nda, 19 Mayıs günü Gençlik ve Spor Bayramı nutkunda Irkçılık ve Turancılık iddiaları hakkındaki görüşünü bütün açıklığı ile ortaya koyarak, milliyetçileri hayal kırıklığına uğratan bir konuşma yapar. Millî şef, henüz tahkikat safhasında bulunan olay ile Türkçüler ve milliyetçiler aleyhine çok ağır ithamlarda bulunur.(31) Bu konuşmanın tam metni şu şekildedir; 19 Mayıs Nutku “Türk milliyetçisiyiz, fakat memleketimizde ırkçılık prensibinin düşmanıyız. Memleketimizde politika garezleri için uydurulan ırkçılık önderlerinin çok acıklı faciaları hatıralarımızda canlıdır. l9l2 senelerinde Rumeli’de tutunmak için tırnaklarıyla kayalara yapışarak son gayretlerini sarf eden Türk erlerine Arnavut Priştineli Hasan ve Derviş Hima ile beraber arkadan hücum tertipleyenlerin Türk ırkçı politikacısı olduğu, Büyük Millet Meclisinde ispat olunmuştur. “Politika icabı” diye tefsir etmekten en ufak bir güçlük çekmeyen bu adamlar, sözlerine inanıp daha büyük bir felâkete uğradığımız zaman 116 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı gene “Politika İcabıdır” diyerek yeni bir fesat prensibi yaratmakta geri kalmayacaklardır. Köy Enstitülerinde, her çeşit okullarımızda, müesseselerimizde, ordumuzda müşterek vatanın ülkülerini Türk çocuklarına, eşit adalet ve şefkat hisleriyle vermeye çalışıyoruz. Onları büyük cumhuriyet potasında kaynatıp meydana Türk vatanseveri çıkarmaya uğraşıyoruz. Vatandaşlarım emin olabilirler ki muvaffakiyetlerimiz esaslıdır ve gelecek zamanda daha göz alıcı olacaktır. Türk milliyetçiliği içinde vatan çocuklarının temiz ülkülü ve vatan fikirli olarak birbirine dayanan sağlam bir millet olması, erişilmez ve yanlış bir hayal değildir. Bunun doğru bir fikir ve erişilir bir hedef olduğunu, elle tutulur ve gözle görülür neticeleriyle tamamıyla alıyoruz. Şimdi insaf ediniz. Türk vatandaşı yetiştirmek için bütün iyi şartlan özünde toplamış olan bu feyizli yolu bırakır da, ırkçıların milleti bin bir parçaya ayıracak fesatlı ve nifaklı zehirlerine cemiyeti kaptırır mıyız? Turancılık fikri, yine son zamanların zararlı ve hastalıklı gösterisidir. Bu bakımdan cumhuriyeti iyi anlamak lâzımdır. Millî kurtuluş sona erdiği gün, yalnız Sovyetlerle dostluk ve bütün komşularımız eski düşmanlıklarının bütün hatıralarını canlı olarak zihinlerinde tutuyorlardı. Herkesin kafasında, biraz derman bulursak sergüzeşti, saldırıcı bir siyasete kendimizi kaptıracağımız fikri yaşıyordu. Cumhuriyet kuvvetli bir medeniyet yaşayışının şartlarından bir esaslısını, milletler ailesi içinde bir emniyet havasının mevcut olmasında görmüştür. İmparatorluktan son zamanlarda ayrılmış olan komşularıyla da iyi ve samimî komşuluk şartlarının temin edilmiş olmasını, milletin saadeti için lüzumlu saymıştır. Görülüyor ki, millî politikamız memleket dışında sergüzeşt aramak zihniyetinden tamamen uzaktır. Asıl mühim olan da bunun bir zaruret politikası değil, bir anlayış ve bir inanış politikası olmasıdır. Ancak bu inanışa vardıktan sonradır ki, etrafımızda bulunan milletleri daha yakından tanımak imkânlarını bulduk. Nereden zarar gelir ve nereden zarar gelmez, bunu ayırt etmek için zihinlerimizde ayarlı ölçüler hasıl oldu. İçerde milletin hayrı ve saadeti için çalışma ve dışarıya karşı milletin emniyet ve müdafaası için lâzım olan tedbirler,salim ölçülerle gözümüzün önünde belirdi. Ve nihayet asırlar ve asırlar süren köklü düşmanlıklar yerine, yirmi sene gibi kısa bir müddette hürmet ve itimat duygularının uyanmasına imkan verdi. Şimdi vatandaşlarımdan iki suale zihinlerinde cevap bulmalarını isteyeceğim : Irkçılar ve Turancılar gizli tertipler ve teşkillere başvurmuşlardır. Niçin? Kandaşları arasında gizli fesat tertipleriyle fikirleri memlekette yürür mü ? Hele doğudan, batıdan ülkeler gizli Turan cemiyetiyle zapt olunur mu ? Bunlar o şeylerdir ki, ancak devletin kanunları ve esas teşkilatı ayak altına alındıktan sonra başlanabilir. Şu hâlde yaldızlı fikirler perdesi altında doğrudan doğruya Cumhuriyet’in, Büyük Millet Meclisinin mevcudiyeti aleyhinde teşebbüsler karşısındayız. Tertipçiler, on yaşında çocuklarımızdan bize kadar derece derece, perde perde hepimizi aldatmak iddiasındadırlar. Vatandaşlarıma ikinci sualimi soruyorum : Dünya olaylarının bugünkü durumunda Türkiye’nin ırkçı ve Turancı olması lâzım geldiğini iddia edenler, hangi millete faydalı, kimlerin maksadına yararlıdırlar Ülkü Ocakları Genel Merkezi 117 www.ulkuocaklari.org.tr Turancılar, Türk milletini bütün komşularıyla onulmaz bir surette derhâl düşman yapmak için birebir tılsımı bulmuşlardır. Bu kadar şuursuz ve vicdansız fesatçıların tezvirlerine Türk milletinin mukadderatını kaptırmamak için elbette Cumhuriyetin, bütün tedbirlerini kullanacağız. Fesatçılar, genç çocukları ve saf vatandaşları aldatan fikirlerini millet karşısında açıktan açığa münakaşa edemeyeceğimizi sanmışlardır. Aldanmışlardır ve daha çok aldanacaklardır. Ülkü Ocakları Eğitim Programı ? Türk milletine yalnız belâ ve felâket getirecek olan bu fikirleri yürütmek isteyenlerin Türk milletine hiçbir hizmetleri olamayacağı muhakkaktır. Bu hareketlerden yalnız yabancılar faydalanabilirler. Fesatçılar, yabancılara bilerek mi hizmet ediyorlar? Yabancılar, fesatçıları idare edecek kadar yakından münasebette midirler? Bunları hüküm olarak kestirmek bugün mümkün değildir. Ama yabancıya hizmet kasti ve yabancının ilişiği hiçbir zaman meydana çıkmasa dahi hareketlerin, Türk milletine, Türk vatanına zararlı olması ve bunlardan yalnız yabancıların faydalanmış olması söz götürmez bir hakikattir. Vatandaşlarım! Emin olabilirsiniz ki vatanımızı bu yeni fesatlara karşı da kudretle müdafaa edeceğiz…. İsmet İnönü 19 Mayıs Nutku Alman cephesinde hızla ilerleyen Ruslara karşı bir söz rüşveti olarak nitelendirilmiştir. Bu meşhur nutuktan sonra her meslekten ve her sahadan kimseler, yıldırıcı, ezici ceberutlukla sanki Türkiye’nin her yeri sıkıyönetim bölgesiymiş gibi , rastgele emrivakilerle, ceket gömlek İstanbul’a sıkıyönetim komutanlığı emrine teslim edilmiştir (32) Özellikle 47 kişi hakkında rapor hazırlanır. 3 Mayıs dava dosyasının başında yer alan bu kişiler 1 numaralı Sıkıyönetim mahkemesine gönderilir. Aslında bu kişilerin hiçbir zaman kafatası ölçtüğü, kaç göbek soy sop aradığı görülmemiştir. İsmet İnönü’nün nutkundan sonra tutuklanan insanların suçlandığı temel fikirleri şunlardır; *TBMM tayin suretiyle doldurulmuştur, hür seçim yoktur. *Cumhuriyet lâfta kalmıştır, idare şekli diktatörlüktür. *CHP istismar ve istibdatla memleketi idare etmektedir. Halk sefalet içindedir. *Suiistimal, sefahat, israf, rüşvet, soygunculuk gittikçe gelişmektedir. *Milliyetçilik ve Türkçülük hareketlerine tamamen muhalif bir yola sapılmıştır. *Türkiye’de İslâm düşmanlığı ilerlemiştir. Türk milletinin istikbali tehlikeye düşmek üzeredir (33) Görüldüğü gibi aslında bunlar çok partili hayatın hâkim olduğu dönemlerde tabiî görülen fikirlerdir. Bu fikirlerin oluşması İnönü devrinin dikta rejimi olup olmadığı sorusunu akıllara getirmiş, bu konuyu tartışmaya açmıştır. Bu davada Alparslan Türkeş ise “yalnız Türk soyundan gelenler yaşamalıdır” biçimindeki sözlerinden dolayı yargılanır. 3. Basın ve Turancılık Davası İsmet İnönü’nün 19 Mayıs Nutku’ndan sonra basın ve radyo millî şefin ve iktidarının ithamlarına, sözlerine bin bir delil ve gerekçe bulmak gibi bir vazifeden dolayı kendilerini sorumlu hissetmişlerdir. İsmet İnönü’nün açıklamalarından sonra Milliyetçilik aleyhine yapılan neşriyat artmış, Orhun dergisine abone olanlar, bu dergide bir tek yazıları çıkmış olanlar, Nihal Atsız’a sokakta bir defa selâm vermiş olanlar dahi basının da etkisiyle tutuklanmışlardır. Vatan gazetesi ve Ulus gazetesinde yazan F.Rıfkı Atay’ın yazılarını esas alarak 3 Mayıs 1944 gösterisini Romanya’nın başına Millî tarihlerinin en büyük felâketini getiren Gardistlere benzetmiş ve bu nümayişe katılan gençlerin aslında aldatılmış olduklarını iddia etmiştir . (34) Aynı gazete daha sonraki günlerde Turancılık-Türkçülük fikriyle ilgili görüşlerini beyan etmeye devam etmiş, kamuoyu oluşturmaya çalışmıştır. Gazete yine F. Rıfkı Atay’ın yazısını esas alarak; “Türkiye’yi içinden dağıtıp tahrik etmek için gökten bir belâ ısmarlansa ırkçılıktan beteri Türkiye’ye inemez. 118 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı İkinci bir belâ ısmarlansa İslam ittihatçılığı ham hayalinin yerine Turancılık ütopyasını geçirmekten âlâsı bulunamaz (35) tarzındaki ifadelere yer vermiştir. Vakit gazetesinin başyazarı Asım Us da Türkçülük fikrini ırkçılık olarak ele almış, bu fikrin nifak için üretildiğini ve hatta yabancıların bu fikri ileri sürdüğünü iddia etmiştir (36). Yine aynı başyazar dönemin Türkçülük fikirlerinin Atatürk ile bağdaşmadığını, Turancılık fikrinin ise siyasî istiklâllerini kaybetmiş olan Türkler için manevi bir teselli olabileceğini yazmıştır. (37) Asım Us, 1944 Davası’nın gençliği uyandıracağını iddia etmiş, millî şefin nutkuna da aynen katıldığını belirtmiştir (38) Cumhuriyet gazetesi, Turancılık ile ilgili fikirlerini Nadir Nadi’nin kaleminden, millî şefin nutkundan sonra ifade etmiş ve millî şefin nutkunu “Türk vicdanının gür sesi” şeklinde yorumlamıştır (39) Ulus Gazetesi ise hükümet yanlısı bir politika takip etmekteydi. Diğer gazeteler Ulus gazetesinin güçlü kalemi F. Rıfkı Atay’ın yazılarından devamlı alıntı yapmıştır. F. Rıfkı Atay ırkçılığı iç harp, Turancılığı dış harp kabul etmiş ve ırkçılığın ve Turancılığın herhangi bir halka ile dışarıya bağlanan tarafını cinayet olarak yorumlamıştır.(40) Ulus gazetesi Türkçülük fikrine duyduğu tepkiyi Hasan Ali Yücel’in ağzından şu şekilde ifade eder : “Bunlar, mekteplere kötü bir suyun delik bulup sızması nev’inden sızmışlardır… Bunlar okul içine sokulmadığı gibi, memleket içine de sokmamak zorunda olduğumuz mahzurlu fikirlerdir (41). 4. Davanın Gelişimi ve Sonuçları 3 Mayıs tarihli gösterilerin ve 19 Mayıs Nutku’nun ardından toplanan milliyetçilerin davası, İstanbul 1 numaralı Örfi İdare mahkemesinde görüşülmeye başlanmıştır. Davada toplam 23 sanık yargılanmıştır. İstanbul Tophane Askeri Hapishane’sinde bulunan asker sanıklar; *Dr. Yüzbaşı Hasan Ferit Cansever *Dr. Üsteğmen Fethi Tevetoğlu *Piyade Üsteğmen Alparslan Türkeş *Piyade Teğmen Nurullah Barıman *Topçu Asteğmen Zeki Özgür(Sofuoğlu) *Ulaştırma Asteğmen Fazıl Hisarcıklı Aynı cezaevinde bulunan sivil sanıklar; * Nihâl AtsızEdebiyat Öğretmeni * Hüseyin Namık OrkunTarih Öğretmeni * Nejdet SancarEdebiyat Öğretmeni * Saim Bayrak Temyiz Mahkemesi Evrak Memuru * İsmet Rasin Tümtürkİstanbul Belediyesi Murakıbı * Cihat Savaşfer Y.Mühendis Mektebi Öğrencisi * Muzaffer Eriş “ “ ” * Fehiman Altan “ “ ” * Yusuf Kadıgil Lise Öğrencisi * Cebbar Şenel Adana Adliyesi’nde Hâkim Adayı Sansaryan Han’da bulunan Emniyet Müdürlüğü hücrele-rinde bulunan sivil sanıklar ; * Zeki Velidi Togan Türk Tarihi Profesörü * Orhan Şaik Gökyay Ankara Konservatuarı Direktörü * Hikmet Tanyuİçişleri Bakanlığında Memur * Reha Oğuz Türkkan İ.Ü. Doktora Öğrencisi * HamzaSadi Özbek Aydın Maliye Tahsilat Şefi * Cemal OğuzÖcal Gazi Eğitim Enstitüsü Öğrencisi * Said Bilgiç Ankara Adliyesi’nde Hâkim Adayı Aynı davadan sanık olarak Mehmet Külâhlıoğlu ve Osman Yüksel Serdengeçti de bir süre tutuklu kalmışlardır (46) Ülkü Ocakları Genel Merkezi 119 www.ulkuocaklari.org.tr Tanin gazetesi ırkçılık, Türkçülük, milliyetçilik fikirlerini aynı potada değerlendirerek bu tür fikirleri savunanların aslında gerçek amaçlarının bu olmadığını zira din ile ırkçılık fikirlerinin asla yan yana gelmeyeceğini başyazarı H. Cahit Yalçın’ın kalemiyle ifade eder (42) Yine Tanin’de H. Cahit Yalçın, Türkçülük fikrinin sadece çalışmakla geçerliliğinin olacağını ifade etmiş (43) bir başka yazısında bu fikrin “Yurtta sulh, cihanda sulh” prensibi ile uyuşmadığını iddia etmiştir. Hatta hedef gösterircesine Türk gençliğini istismar edenler olarak Nihâl Atsız, R. Oğuz Türkkan, Z. Velidi Togan, Hasan Cansever’in isimlerini açıklamıştır (44) H Cahid Yalçın, daha sonraki yazılarında üslûbunu sertleştirerek Turancılık davasında Nazilerin rolünün olduğunu ortaya atarak, Turancılığı “halis bir Nazi öksesi” (45) olarak yorumlama gafletinde dahi bulunmuştur. Ülkü Ocakları Eğitim Programı 1944 Olayı sanıklarından Alparslan Türkeş, İsmet Paşa’nın 19 Mayıs Nutku’ndan birkaç gün sonra görev yeri olan Erdek’te gözaltına alınmıştı. Gözaltına alma sırasında bölük odası ve evi aranmış, daha sonra İstanbul Merkez Komutanlığına götürülerek 13 Haziran 1944 günü Askerî Tutuk ve Cezaevi’nin hücresine kapatılmıştır. Burada beş ay tutuklu kalan Türkeş, rahatsızlığı sebebiyle Haydarpaşa Askerî Hastanesi’ne nakledildi ve bir ay süreyle tedavi gördü. Daha sonra sıkıyönetim komutanlığının baskısıyla hastaneden alınarak tekrar Tophane’deki hücresine konuldu. Hücreye döndükten birkaç gün sonra Emniyet Müdürlüğü olarak kullanılan Sansaryan Han’a götürülerek sorgulanmaya başlandı. Yakın tarihimize “Tabutluklar” adı ile geçen, tavanlarında beş yüzer mumluk ampullerin yandığı işkence odalarına kapatıldı. Dönemin Emniyet Müdürü Ahmet Demir ve Savcı Kazım Alöç tarafından Nihal Atsız’a yazmış olduğu mektuplar yüzünden sorguya çekildi. Hükümeti devirmek amacıyla ihtilâl hazırlığı yapmakla suçlandı. Suçlamaları kabul etmeyen Türkeş’in sorgulama sırasındaki ifadeleri ibret vericidir. Türkeş anılarında konuyu şöyle izah etmektedir; “Biz, milliyetçiyiz. Biz bütün Türklerin,dünyada yaşayan Türklerin mutlu olmasını istiyoruz, esaretten kurtulmasını istiyoruz. Yani bu fikir, eğer Turancılıksa; bu fikri taşıyoruz. Biz komünizme karşıyız. Komünizm ideolojisi, beğenmediğimiz bir siyasî ve iktisadî görüştür. Biz milliyetçi yazılar yazmayı, memlekete hizmet kabul ettik. Onun için, Orkun dergisine yazı gönderdim. Nihâl Atsız Bey’le zaman zaman memleket meseleleri üzerine mektuplaştık.” (47) Alpaslan Türkeş, anılarında kendisine yapılan işkenceler hususunda ise şunları söylemektedir; “Acımasızca parmaklarımdan birini yakalayıp, tırnağımı çektiler. Aslında, ben o görevlilere acıyordum. Yönetim, bizi faşistlikle suçluyor ama, tüm faşizan yöntemleri kendileri kullanıyordu. İçimden bu da geçer yahu, diyordum. Memurların gözü bir şey görmüyordu” (48) Turancılık davası, 7 Eylül 1944 günü başladı. Duruşma açıldığında, sıkıyönetim komutanlığının son tahkikat kararı, Savcı Kâzım Alöç tarafından okundu. Kararın başlangıcında yer alan “vatana ihanetleri sabit olanlar…” ibaresi sanıkları daha yargılamadan suçlu ilân ediyordu. Esasında bu üslûp, İsmet Paşa’nın 19 Mayıs Nutku’nun bir taklidinden başka bir şey değildi. Muhakeme sırasında Türkçüler kendilerine yapılan işkencelerden bahsetmişler, rasizm’i (ırkçılık) raşitizm (çocuk hastalığı) olarak telâffuz eden savcı sanıkların ifadelerini mahkeme zabıtlarına geçirtmemiş, itirazları yapanlar ya azarlanmış ya da dışarı atılmıştır. Türk ülkesinde, Türk mahkemelerinde, suçları Türkçülük olanları cezalandırabilmek için çok değişik oyunlar oynanmıştır. İşkence iddialarıyla ilgili olarak Savcı Kazım Alöç’ün şu ifadeleri işkencelerin yapıldığını doğrular mahiyettedir : “Biz bunları huzurunuza vatan hainleri, caniler ve katiller olarak getirdik. Bunları Pera Palas Oteli’nde yatıracak değildik. Onlar müstahak oldukları muameleyi görmüşlerdir. Elbette onlara her nevi zulüm yapılmış ve yapılacaktır”. Muhakeme sırasında Alparslan Türkeş ile Mahkeme başkanı arasında cereyan “Türk Birliği” konusundaki tartışma sırasında Türkeş’in geleceğe matuf şu ifade ve tespitleri oldukça dikkat çekicidir; ” ..meselâ, 1917′de olduğu gibi 1965′te veya 1990′da da Rusya’da bir ihtilal zuhur edebilir. O zamana kadar Türkiye harb endüstrisi bakımından da, ilim ve irfan bakımından da ilerlemiş bulunur ve Türkiye’nin de yardımı ile bu birliğe doğru yürünebilir…” 1 Nolu Sıkıyönetim Mahkemesinde, 7 Eylül 1944 ile 29 Mart 1945 tarihleri arasında 65 oturum devam eden yargılama sonunda milliyetçiler muhtelif hapis ve sürgün cezalarına mahkûm olmuşlardır. 120 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı Davada on üç sanık beraat etti. On sanık ise on yıla kadar çeşitli hapis cezaları aldılar. 148. maddeye muhalefet ile yargılanan Alparslan Türkeş ise 9 ay 10 gün hapse mahkûm olmuştur. Verilen bu karar temyiz edilmiş ve askerî temyiz mahkemesi bu mahkumiyet kararlarını esastan ve usulden bozarak 23 milliyetçinin telgraf ile 26 Ekim 1945 tarihinde tahliye edilmelerini sağlamıştır. Bilâhare davaya 2 nolu Sıkıyönetim Mahkemesi’nde devam edilmiş ve neticede milliyetçilerin hepsi 31 Mart 1947 tarihinde beraat etmişlerdir. Okunması dört saat süren beraat kararında kanunî, fiilî ve vicdanî unsurların geniş bir şekilde tahlile tâbi tutulduğu görülmektedir. Kararda, o günlerde komünizm faaliyetlerinin artmaya başlaması, Sabahattin Ali’nin Nihal Atsız aleyhine dava açması gibi sebeplerle heyecanlanan gençliğin komünistlere karşı duyulan kin ve nefreti izhar etmek istediği anlatılıyor “Bu nümayiş, millî bir ideolojinin millî olmayan bir ideolojiye karşı ifadesinden ibarettir” deniliyordu. Ancak bu kararı veren Ali Fuat Erden, Tümgeneral Kemal Alkan ve Tümgeneral İsmail Berkok hemen tayin edilmişlerdir. 1944 yılı olayları ile ilgili olarak neticede şunlar söylenebilir; Türkiye’de, Kemalist milliyetçilik anlayışından farklı bir milliyetçilik anlayışının yeniden baş göstermeye başlaması 30′lu yıllara tesadüf eder. Bu yeni milliyetçilik anlayışı Türk ırkının tarihî sembollerine ve kan birliğine önem vermektedir. Bu tarz bir anlayış, faaliyetlerinin ve yayınlarının kısıtlı olmasına karşın daha açık ve şiddetli olarak 1939′da gündeme getirilmiştir. Atatürk’ün vefatından sonra kuvvetlenen ve yön değiştiren “tek parti”, “tek şef”, “tek millet” gibi kavramlar yeni bir anlayışa izin verecek türde değildi. Dönemin başbakanı Şükrü Saraçoğlu’nun konuşmasıyla başlayan olaylar zinciri, Nihal Atsız’ın mektuplarıyla devam etmiş, 3 Mayıs 1944 tarihli milliyetçilerin gösterisi ile sona ermiştir. İsmet İnönü’nün 19 Mayıs Nutku ile yeni çehreye bürünen ve çok farklı, maksatlı bir bakış açısıyla “Turancılık Davası”na dönüşen hadiseler Cumhuriyet dönemi Türk siyasî tarihinde önemli bir nirengi noktası olmuştur. İsmet İnönü için olayların ilk ve önemli ismi durumunda olan Atsız, davanın Türkçülüğü yıkmayıp güçlendirdiğini, ancak İsmet İnönü’nün yıkıldığını söylemektedir. (49) 3 Mayıs N. Atsız’a göre “Türkçülüğün gafletten ayrılışı can düşmanlarını tanıdığı dost sandığı hainleri ayırdığı” gündür. Bütün bu tepkiler ve yorumlar içinde ele aldığımız 1944 Türkçülük Davası aslında devlet politikası içinde incelenmelidir. Devletler, politikaları gereği zaman zaman milliyetçi akımları el altında tutmuş, desteklemiş ve hatta kullanmıştır. 1944 yılında bu tür bir davanın başlaması Rusya’nın baskıları ile yakından alâkalıdır. Rusya karşısında tutunabilmek için aradığı desteği bulamayan Türk hükümeti, Alman karşıtı olduğunu göstermek için fırsat kollamıştır. Aranan bu fırsat Nihal Atsız’ın mektupları ile yakalanmıştır. 19 Mayıs Nutku ile olayların büyümesine sebep olan İsmet İnönü’nün asıl amacı bütün dünyanın dikkatini Türkçülerin ve Turancıların nasıl ezildiklerine çekmek ve dış politikadaki çelişkili uygulamalarından dolayı ortaya çıkan hatalarını örtbas etme gayretinden ibarettir. İnönü’nün 1944 olayı karşısındaki tavrı ve sertliği ile Rusya’ya şirin görünebilme çabası içerisindeyken Rus yetkililerinin Türkçülerin ve Turancıların yargılanmalarını maskaraca bir oyun olarak görmeleri dönemin siyasî iktidarı adına büyük bir gaftır.(51) Ülkü Ocakları Genel Merkezi 121 www.ulkuocaklari.org.tr Nejdet Sarcar’a göre “en hain düşman komünizme di-kilme” günüdür. (50) Ülkü Ocakları Eğitim Programı Bu olay milliyetçilerin mağdur olmasıyla sonuçlanmış ancak bu mağduriyet milliyetçilere darbe olmamış, bilâkis güçlendirmiş ve Türk milliyetçilerine “Kurtuluş Günü” adıyla bilinen, manası, prensipleri ve amacı belirli bir ülkü hâline gelen kutlu bir gün kazandırmıştır. 3 Mayıs’ın ilk yıl dönümü 1945 senesinde o sıralarda Tophane’deki Askeri Cezaevinde tutuklu bulunan bir avuç Türkçü tarafından örtüsüz bir masa etrafında yapılan bir toplantı ile anılmış, daha sonraki yıllarda ise çeşitli törenlerle kutlanmıştır. 3 Mayıs’ın mağdurlarından Alparslan Türkeş’te bu tarihin “Türkçüler Günü” adıyla kutlanmasını bizzat sağlamış ve bu geleneği hayatı boyunca devam ettirmiştir. KAYNAKLAR Nihâl ATSIZ, Çanakkale’ye Yürüyüş Türklüğe Karşı Haçlı Seferi,Baysan Yay., İstanbul,l992.; Nihal ATSIZ, “3 Mayıs 1944″ 50.Yıl Türkçülük Armağanı, Akademi Kit., İzmir,l994.; Tevfik ÇAVDAR, Türkiye’nin Demokrasi Tarihi, İmge Yay., Ankara,1995.; Kemal KARPAT, Türk Demokrasi Tarihi, Afa Yay., İstanbul,1996.; Cemil KOÇAK, Türkiye’de Millî Şef Dönemi,İletişim Yay., İstanbul, 1996.; Mustafa MÜFTÜOĞLU, Çankaya’da Kabus,Yağmur Yay., İstanbul,1974.; Mustafa Tatlısu MÜFTÜOĞLU, Milliyetçiliğimizin Meseleleri ve Kurtuluş Yolumuz,Yağmur Yay., İstanbul, 1970.; Hikmet TANYU, Türkçülük Davası ve Türkkiye’de İşkenceler, Altınışık Yay., Kayseri, 1950.; Alparslan TÜRKEŞ, 1944-Milliyetçilik Olayı, Kamer Yay., İstanbul,1992.; Hulusi TURGUT, Türkeş’in Anıları-Şahinlerin Dansı, İstanbul, 1995.; Hulusi TURGUT, “Fırtınalı 80 Yılın Öyküsü Dizisi”, Sabah, 7 Nisan 1997.; Mustafa ÖZDEN, “Atsız ve 1944 Irkçılık-Turancılık Olayı”, Türk Dünyası Tarih Dergisi, Sayı 122, İstanbul, Şubat 1997.; Mustafa ÖZDEN ,”Ölümünün 2l.Yıldönümünde Kuşaklara Öncü Olmuş Büyük Önder: H. Nihal Atsız”, Türk Dünyası Dergisi, Sayı 12l, İstanbul, Ocak 1997.; Günay Göksu ÖZDOĞAN,”Türk Ulusçuluğunda Irkçı Temalar: l930 ve 1940′lann Türkçü Akımı”,Toplumsal Tarih, Sayı 29, İstanbul, Mayıs 1996.; R. Oğuz TÜRKKAN; (Haşim Akman Söyleşisi),”Türkeş’in Tırnaklarını Sökmediler”, Aktüel, Sayı 302, İstanbul, 23 Nisan 1997.; F.Rıfkı ATAY, “Hak Görünürde Bir Kaygı”, Ulus, l8 Mayıs 1944.; Nadir NADİ, “Türk Vicdanının Gür Sesi”, Cumhuriyet, 20 Mayıs 1944.; ASIM US, “Hadisenin Sonu”, Vakit, 1 Mayıs 1944.; ASIM US,”Türkçülük Fikrinin Tarihi Tekamülünde Kargaşalık”, Vakit, 10 Mayıs 1944.; 122 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı ASIM US, “Vatanseverlik Maskesi Altında Sağ ve Sol İfratçılık”, Vakit, 9 Mayıs 1944.; H. Cahid YALÇIN, “Bizde Türkçülük”, Tanin, l8 Mayıs 1944.; H. Cahid YALÇIN, “Gençliğe Mal Edilmek İstenen Bir Hareket Hakkında”, Tanin, 9 Mayıs 1944.; H. Cahid YALÇIN, “Irkçılık ve Turancılık Tahriklerinde Nazilerin Rolü Var mıdır?”,Tanin, 22 Mayıs 1944.; H. Cahid YALÇIN, “Turancılık Hareketi”, Tanin ,l9 Mayıs 1944, Vakit, 7 Mayıs 1944.; Muzaffer ERİŞ “Türkçülük Hareketleri 1939-1944 Mayıs”, 3 Mayıs 1944 50.Yıl Türkçülük Armağanı, Akademi Kit., İzmir, 1994.; Refet KÖRÜKLÜ, “3 Mayıs 1944 Türk Milletinin Devlete Sahip Çıkma Hareketidir”, 3 Mayıs 1944 50.Yıl Türkçülük Armağanı,Akademi Kit.,İzmir,l994.; Reşide SANCAR, “Türkçülük Günü”,3 Mayıs 1944 50.Yıl Türkçülük Armağanı, Akademi Kit., İzmir,1994.; Reşide SANCAR ,”3 Mayıs Türk Kadını”, 3 Mayıs 1944 50.Yıl Türkçülük Armağanı, Akademi Kit.,İzmir,1994.; Bünyamin SARAÇ, “1944 Türkçülük Olayı ve Başvekil Saraçoğlu”, 3 Mayıs 1944 50.Yıl Türkçülük Armağanı, Akademi Kit., İzmir, 1994.; www.ulkuocaklari.org.tr ULUS, 27 Mayıs 1944 VAKİT, 9 Mayıs 1944.;VAKİT, 20 Mayıs 1944.?.. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 123 Ülkü Ocakları Eğitim Programı 1944 TÜRKÇÜLÜK DAVASI VE ALPARSLAN TÜRKEŞ Prof. Dr. E.Semih Yalçın Nihal Atsız’ın Başbakan Saraçoğlu’na Yazdığı Açık Mektuplar Türkiye’nin II. Dünya Savaşına fiilen katılmamış olmasına rağmen, yakın tarihinde geçirdiği en zor dönem 1939-1945 yıllarıdır. II. Dünya Savaşı yılları iktisadî ve siyasî sıkıntıların hat safhaya ulaştığı dönemdir. Avrupa’da savaşın başlaması ile birlikte Türkiye’de kısmî seferberliğe gidilerek bir milyona yakın kişi askere alınmış, savunma ihtiyacı için bir önceki döneme oranla ülke gelirinin büyük bir bölümü ayrılmıştır. Bu gelişmeler ülkede aşırı fiyat artışları, hayat pahalılığı ve temel ihtiyaç maddelerinin yokluğunu meydana getirmiştir. Piyasada aranan temel ihtiyaç maddelerinin yokluğu yanında hükûmetin ordu ihtiyaçları için, elde edilen ürünün belli bir kısmına el koyması ve bunun temini için uyguladığı baskılar, özellikle dar gelirli vatandaşlar üzerinde olumsuz tesirlere yol açmıştı II. Dünya Savaşı’nın iktisadî anlamdaki sıkıntıları, Türkiye’de büyük bir sefalete sebep olmuş, sefaletin artışı ise siyasî buhranı da beraberinde getirmiş, ülkede komünizmin kamçılanmasına ve Kızıl Rusya lehinde propagandaların artmasına sebep olmuştur. Bunun yanı sıra Türk milliyetçiliğinin ilmî ve harsî anlamda merkezi durumunda olan Türk Ocakları’nın 1931 yılında kapatılmış olmasına rağmen Türk milliyetçileri faaliyetlerine son vermemişlerdir. 1931 yılından II. Dünya Savaşı’nın başladığı 1939 yılına kadar milliyetçi faaliyetler el altından yürütülmüştür. Bununla birlikte siyasî iktidarlar milliyetçilik faktörünü amaçları doğrultusunda uygulamaya ve yönlendirmeye çalışılmışlardır. Bütün olumsuzluklara rağmen Türk milliyetçiliği, II. Dünya Savaşı öncesinde birtakım önemli isimlerin yazılarında ve fikirlerinde yaşamış ve temsil edilebilmiştir. 1939 yılında Z. Velidi Togan, Peyami Safa, Ali İhsan Sabis, M.Sadık Aran ve Abdülkadir İnan›nın yazılarını neşrettiği Bozkurt dergisi, 1941 yılında Orhan Seyfı Orhon’un çıkarttığı Çınaraltı dergisi, 1943 yılında yayına başlayan Gökbörü dergisi II. Dünya Savaşı sırasında yayımlanan milliyetçi dergilerdir (1) 124 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı Bu dönemde üniversitelerde okutulan “İnkılâp Tarihi Dersleri” ve “Atatürk İhtilâli” adıyla yayımlanan Mahmut Esat Bozkurt’un kitabı Turan ideallerini çağrıştıran açık ifadeler taşımaktadır. Mesela, “Devlet işlerinin başına devletin kurucusu olan kavimden başkaları gelince o devlet inkıraz bulur. Yani millet istiklâlini kaybeder. Misal mi istersiniz? İşte Abbasiler, işte Endülüs, işte Osmanlılar... Yeni Türk Cumhuriyeti’nin devlet işlerinin başında mutlaka Türkler bulunacaktır. Türk’ten başkasına inanmayacağız” gibi. Bütün bunların yanı sıra asker ve sivil yatılı okullara alınacak öğrencilerin Türk ırkından olması şartı gazetelerde yayımlanarak, okullara giriş şartları arasında yer almıştır.(2) Bütün bu olaylar devletin her alanda milliyetçiliği hatta daha sert bir dille “Turanî idealler ihtiva eden Türkçülüğü” desteklediğinin delili olarak görülmektedir. 5 Ağustos 1942’de TBMM’de kürsüde başbakan Şükrü Saraçoğlu’nun okuduğu programda “Biz Türküz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar bir vicdan ve kültür meselesidir...Biz azalan ve azaltan Türkçü değil, çoğalan ve çoğaltan Türkçüyüz ve her vakit bu istikamette çalışacağız” (3) şeklinde konuşur. İşte bu konuşma 3 Mayıs olaylarının sebebi olarak gösterilen iki mektubun çıkış noktasıdır. 1. Nihâl Atsız’ın Mektupları ve Yankıları II. Dünya Savaşı devam ettiği sırada zamanın başbakanının yukarıdaki konuşması dikkat çekicidir. Atatürk ülküsüne inanmış ve onun çizgisinde bir Türkçü başvekil, Türkiye’de ilk defa görülmektedir. Saraçoğlu’nun bir konuşmasına sığdırdığı bir paragraflık söz dizisi, Türkçü çevrelerde şükran duygularıyla ve çoğunlukla benimsenmiştir (4) Milliyetçi bir dergi olan Orhun, başbakanın milliyetçilik anlayışına kayıtsız kalmaz ve Nihal Atsız başbakana iki açık mektup yazar. Bu mektuplar Orhun’da yayımlanır (5) Bu mektuplarda hain ilân edilen Sabahattin Ali, Millî Eğitim Bakanı Hasan Ali’nin ve çevresinin teşvikiyle hakaret davası açar. Atsız’ın yazdığı mektuplarda ırkçılık ve Turancılık ile ilgili bir şey bulunmamasına rağmen 1944 yılında Sabahattin Ali tahrik edilerek Atsız ve arkadaşları aleyhine açılan dava, mecrasından saptırılarak ırkçılık ve Turancılık davası olarak millete empoze edilmiştir (8) Ülkü Ocakları Genel Merkezi 125 www.ulkuocaklari.org.tr Atsız’ın açık mektupları Cumhuriyet devri basın tarihinde mühim bir yer tutar. Bugünkü Cumhuriyet devrinde serbest yazıp söyleme hususunda birer kahraman kesilen pek çok yazar o günlerde tek parti devrinin ve şahıslarının şakşakçılığını yaparken Atsız’ın bu mektubu yazması çok mühimdir. (6) Cumhuriyet döneminde bir bakan hakkında böyle alenî bir tenkit ne görülmüş ne işitilmiştir. Böyle açık ve şiddetli ithamlara cesaret eden olmamıştır. Bakanları veya başbakanı tenkit etmek ya da takdir etmek yalnız ve yalnız millî şefe ait bir imtiyazdır. Üstelik devrin Millî Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel, İsmet İnönü’nün gözüne girmiş, takdirini kazanmış bir şahsiyettir. Mektupların ilk tesirinden sonra Atsız’ın bu cüretini nasıl ödeyeceği merak konusu olur. Zira Halk Partisi fena sarsılmıştır (7) Ülkü Ocakları Eğitim Programı 2. Nihal Atsız’ın Sayın Başvekil, Başbakan Şükrü Saraçoğlu’na Yazdığı Birinci Açık Mektup Hem Türkçü ,hem de başvekil olduğunuz için size bu açık mektubu yazıyorum. Yalnız başvekil olsaydınız bunları yazmak emeğine katlanmazdım. Çünkü Türkçü olmayan bir başvekile hitap etmenin ne kadar boş olduğunu bilirim. Yalnız bir Türkçü olsaydınız yine yazmaya lüzum görmezdim. Çünkü, faydasız kalacak olduktan sonra,sizden daha eski Türkçülerle yurdun dertlerini her zaman konuşabilirim. Fakat Türkçü olarak idare mekanizmasının başında olduğunuz için sizinle konuşmaktan faydalar doğabileceğine inanıyor,onun için size hitap ediyorum. Millet meclisinde, 5 Ağustos 1942 günü verdiğiniz nutukta : “Biz Türküz,Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve laakal o kadar bir vicdan ve kültür meselesidir.” demiştiniz. Türk tarihi ile uğraşmış bir münevver olarak söyleyebilirim ki ne ırkımızın, ne de devletimizin tarihinde, Türk milliyetçiliği resmî bir ağızdan bu kadar kesin sözlerle hiçbir zaman açığa vurulmamıştı. Bu sözlerin Türkçü çevrelerde nasıl sevinçle karşılandığını anlatmaya lüzum yoktur. Fakat ardından bir buçuk yılı aşan bir zaman geçtiği hâlde biz, bu Türkçülüğün iş alanına geçmediğini görmekten doğan bir sıkıntı içindeyiz. Fikirler iş hâline geldiği zaman manalıdır. Buna ülkü deriz. İş hâline gelmeyecek fikirler ise ham hayalden başka bir şey değildir. Yetmiş yıldan beri işlene işlene bugünkü duruma erişen kuvvetli Türkçülüğün artık tatbikat alanında da kendisini göstermesi zamanı elbette gelmiştir. İşte bu satırların güttüğü istek ,size,Türkçülüğün niçin yalnız sözde kalarak, bugünün imkânları nispetinde iş hâline gelmediğini sormak ve Türkçülük tatbikat sahasına geçmediği için yurdumuzun düşmanı olan fikirlerin nasıl gelişip yayıldığını anlatmaktadır. Bir başvekile hangi sıfat ve cüretle bu soruyu soruyorsun diyemezsiniz. Halkçı bir hükümetin başvekili iseniz, mensup bulunduğunuz, partinin gazeteleri tarafından birçok defa tekrarlandığı gibi rejimimiz demokrat bir rejimse ve siz de birçok defa söylediğiniz gibi halk arasından yetişmiş olmaktaki gururu belirten sözlerinizde samimî iseniz ve eğer Millet Meclisinin azaları hakikaten bizim vekillerimiz iseler, siz de bir başvekil, halk adamı, demokrat, halkçı ve Türkçü olmak dolayısıyla beni dinlemeye mecbursunuz. Yok, bunlar doğru değil de birer gösterişten ibaretse, şüphesiz, benim bu hitabım cüretkârlığı da aşan bir küstahlıktır ve bunun için ilk karşılığı da Orhun’un susturulmasıdır. Sayın Başvekil, Esefle söylemeye mecburum ki, Türkçülük nazariyat sahasında kalmaya devam ederken ,bu milletin ve bu ülkenin düşmanı olan solcu fikirler bazen sinsi, bazen açık yürümekte, propagandasını yapmakta devam ediyor. Hâlbuki sizin Türkçü ve partinizin altı okundan bir tanesinin de milliyetçilik olmasına göre bunun böyle olmaması icap ederdi. Pek uzun konuşarak esastan ayrılmaktansa örnek vererek bugünün gerçeklerini göstermek daha doğru olacağından size memleketimizin, kanunlarımızın milliyetçiliği ile, sizin Türkçülüğünüzle bağdaşması kabil olmayan olayları göstereceğim. Birkaç gün önce Baltacıoğlu İsmail Hakkı’nın Eminönü Halkevinde verdiği bir konferansta mühim bir hadise oldu. Gazetelerin ancak mizah sütunlarında yer alan bu hadiseyi bilmem işittiniz mi? Herhâlde 126 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı işitmemiş olacağınız bu vakayı ben size kısaca anlatayım: Baltacıoğlu’nun milliyetçilik lehinde söz söyleyeceğini haber alan bazı zümreler (yani solcular, komünistler, yani vatan hainleri), bu konferansta bir hadise çıkarmaya karar veriyorlar, konferans günü salonun sol tarafını (dikkatinizi çekerim!) dolduruyorlar ve konferansçıyı kürsüye geldiği zaman lüzumundan fazla dakikalarca süren alkışlarla ilk nümayişi yapıyorlar. Fakat bu nümayiş alkış şeklinde olduğu için kimsenin aklına kötü bir şey gelmiyor. Herkes bunu terbiyesiz bir sevgi gösterisi sanıyor. Konferansın bir yerinde Baltacıoğlu hoşa giden bir jest ve teşbih yaptığı zaman herkes gülümsüyor. Fakat sol taraf bu gülümseyişi kahkahalar şeklinde uzun zaman devam ettiriyor. Yine kimsenin aklına bir şey gelmiyor. Herkes bunu da kıt terbiyelilerin bir gülüşü sanıyor. Fakat biraz sonra Baltacıoğlu Türk tiyatrosundan bahsettiği sırada yine aynı sol tarafta bir öksürme başlıyor, çoğalıyor, gürültü hâlini alıyor. Yine kimse bunun bir komünist nümayişi olduğunun farkında değil. Konferansçı gürültüden dolayı susmaya mecbur oluyor. Herkesin gözü öksürenlerin üzerinde iken sol tarafın en arkasından bir nefer kalkıyor ve öksürenlere doğru: «Üniversite gençleri ! Dinlemeye mecbursunuz !” diye bağırıyor. İşte o zaman salondakiler ilk önceki alkışın, daha sonraki kahkahanın ve şimdiki öksürüklerin manasını anlıyor. Münevver bir Türk olduğu anlaşılan nefer elbiseli gencin sert ihtarı üzerine bir anda öksürmeler kesiliyor ve o anda işi kavrayanlardan milliyetçi bir tıbbiyeli sağ taraftan ayağa kalkarak öksürenlere: «Namussuz komünistler! Milliyetçilik hakkında söz söylendiği için böyle yapıyorsunuz değil mi!» diye haykırıyor. Tabiidir, haysiyet ve namusu bir burjuva uydurması diye telâkki eden komünistlerden kimse bu tahrike aldırmıyor, yalnız kendilerine çevrilmiş olan ateşli bakışlar altında sinip susuyorlar. 0 zaman Baltacıoğlu, nümayişçilere bakarak şöyle diyor: “Korktuğum için sustum sanmayın, sadece acıdığım için sustum”. Hatip konferansına devam ediyor. Kendisine has olan belâgatla komünistliği paçavraya çeviren birkaç söz söylüyor. Artık bu kadarına dayanamayan ve konferansın bitmek üzere olduğunu sezen Marksist taslakları salonu terk etmeye başlıyorlar. Fakat bunu da nümayiş şeklinde ve kastî bir gürültü içinde yapıyorlar. Salonun dışında, holde, ikişer üçer kişilik gruplar hâlinde toplanan bu güruhun arasında merak dolayısıyla dolaşan milliyetçi bir üniversite genci bu taslaklardan birinin Baltacıoğlu’na tulumbacı ağzıyla bir küfür savurduktan sonra: “.... bize milliyetçilik dolması yutturacaktı” dediğini işitiyor. Bu sırada içeriye resmî kılıklı dört beş polisin geldiğini görünce taslaklar çabucak sokağa fırlayıp kayboluyorlar. Sayın Başvekil ! İşte Türkçülüğün hâkim olduğu bir Türk ülkesinde böyle bir olay oluyor. İşin en kötü ciheti de bu nümayişi yapanların hem üniversiteli, hele çoğunun devlet parasıyla talebe yurtlarında okuyan talebeler oluşudur. Demek ki devlet bilmeden koynunda yılan besliyor. Kızıl gözlü, sinsi ve zehirli yılanlar. Bu yılanlar yarın birer doktor olup yurt köşelerinde vazife aldıkları zaman ilk işleri baltalama hareketlerine Ülkü Ocakları Genel Merkezi 127 www.ulkuocaklari.org.tr Fakat şaşılacak nokta şu ki : Halk Partisinin bir mebusu Halk Partisi’nin bir müessesesinde vatan ve millet düşmanları tarafından tahkir olunduğu hâlde kimsenin kılı kımıldamıyor. Ne halk evi, ne polis bir takibat veya tahkikat yapmaya lüzum görmüyor. Aynı gece Leylî tıp talebe yurtlarında milliyetçilerle solcular arasında başlayan münakaşa dövüşe binmek üzere iken her iki yerde daima görülen uzlaştırıcı tarafsızların araya girmesiyle mesele kapanıyor. Ülkü Ocakları Eğitim Programı girmek olacak, vatanı arkadan vuracaklar,bekledikleri kızıl sabahı Türkiye›ye getirecek olan yabancı ordulara ajanlık edeceklerdir. Zaten toplu ve teşkilâtlı bir hâlde daha şimdiden konferanslarda nümayiş yapmaları da bu günden ajanlık etmeye başladıklarının delilidir. Bu nümayişi yapanların arasında, Almanya›ya tahsile gönderilerek komünistlik yaptığı için talebe müfettişi tarafından geri alınan, fakat bazı mebus amcalar sayesinde Ankara üniversitesine doçent olarak giren bir komünistin iki kardeşinin bulunması da bilmem ki ibretle bakılmaya değmez mi? Acaba, böyle bir vak’a başka ülkelerde olabilir miydi ? Rusya’da Marksizme, Almanya ve İtalya’da milliyetçiliğe aykırı en ufak bir hareket nasıl karşılık görürdü? Hatta şu küçük Bulgaristan’da Bulgarlık aleyhindeki bir söz veya hareket tasarlaması nasıl karşılanırdı? Her hâlde kökünden kazınmak suretiyle karşılanırdı. Yazık ki anayasamızda yasak edilmiş olan yabancı fikirleri benimseyen ve yarın devlette münevver tabakayı teşkil edecek olan çocuklar milliyetçiliğe karşı geldikleri hâlde onlara bir şey yapmıyoruz. İstanbul›da Türklüğe karşı yapılan küstahlıklar bu kadar değildir. Yine halk evinde İstiklâl Marşı çalınırken ayağa kalkmayan melezler, bir erkek lisesinde Türkçülükle alay ederek: «Arabacı araba olmadığı gibi Türkçü de Türk değildir!» diyen tarih öğretmeni, bir kız ortaokulunda talebesine :»Türk değil misiniz? Allah belânızı versin. Alman veya İngiliz olmadığıma pişmanım», diyen başka bir tarih öğretmeni hep millî şefimize saldıran, fakat karşılık görmediği için küstahlığını arttırmakta devam eden mikroplardır. Bu mikropların tehlikesini artık örtbas edecek çağda ve durumda değiliz. Vaktiyle Başvekil İsmet Paşa : “Hava tehlikesi vardır en aşağı 500 uçağımız olmalı!” diyerek tehlikeleri olduğu gibi göstermek usulüne koymuş, sizden önceki Başvekil Refik Saydam da : “Devlet teşkilâtı A’dan Z’ye kadar bozuktur, düzeltmek ister” diyerek açık konuşma usulünde bir adım daha atmıştır. Sizde ihtikârla başa çıkamadığınızı, zeytinyağı ticaretiyle uğraşan bazı kimselerin devletin başına belâ olduğunu söylemekle bu çığırda devam etmekte olduğunuzu gösterdiniz. Bunlara bakarak kuvvetle umuyorum ki sizinle açık konuşmak kabildir. Gerek reisicumhur İsmet İnönü gerekse siz nutuklarınızda milletin iş birliğini istememiş miydiniz? İşte ben de sizin samimî sözlerinize bütün millî ve şahsî samimiyetimle cevap vererek işbirliği yapıyor,devlet işlerine yukarıdan baktığınız için ancak aşağıdan görülmesi kabil olan ve sizin nazarınıza ulaşamayan bazı olayları size haber veriyorum. Sayın Türkçü Başvekil Yukarıda anlattıklarımı münferit vakalar olarak sayamayız. Solculuk, gördüğü müsamaha ve kayıksızlıktan faydalanarak sinsi sinsi ilerliyor. Liselerde bu fikre saplanmış hastalar görülüyor. Bunlar arkadaşlarına “Yakında hepiniz komünist zindanlarında çürüyeceksiniz!” demek cüretini gösterebiliyor. Yüksek öğretimde bu hastalık daha çok artıyor. Arasına gayrimemnunları, gayritürkleri de alarak büyüyor. Yalnız mahrem ve samimî düşünce hâlinde kalmayarak hareket hâline geçiyor. Boy boy dergiler çıkıyor. Bu dergilerde aynı teranelerle ahlâka, vatan ve şeref duygusuna, millet hakikatına saldırılıyor. Taassupla 128 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı mücadele ediliyormuş gibi gözükerek mukaddesatla eğleniliyor. Bu dergilerden biri kapatılınca aynı imzalarla bir başkası çıkıyor. Bu işsiz güçsüz serseriler parayı nereden buluyor? Satılmayan bedava dağıtılan dergileri nasıl yaşıyor. Fakat en zorlusu siz bunlara nasıl göz yumuyorsunuz? Dergilerle ve hatta günlük gazetelerle işlenen bu vatan düşmanı fikrin bazen devletçi, bazen vatancı, bazen insancı, bazen ilimci kılıklarla Türk milletini zehirlemesine niçin müsaade ediyorsunuz? Niçin bu memlekete istiklâli çok görmüş,onu başkalarına köle etmek istemiş olanlara yüksek makamlarda yer veriyorsunuz? Bunlar demokrasinin icapları ise o zaman memlekette, bilhassa ilmî alanda da geniş bir fikir hürriyeti olması gerekir. Bu sözlerim, demokrasiye has tesamuh ile karşılanırsa daha söyleyecek çok sözlerim vardır. 0 zaman ben size ilmî sahada bile fikir hürriyetinin nasıl olmadığını, bu hürriyeti boğmaya çalışanların kimler olduğunu, bizi başkalarına köle etmek istedikleri hâlde mühim mevkiler işgal edenlerin listesini, Türkçülükle eğlenen, Türk geldiğine pişman olan öğretmenlerin kimler olduğunu söyleyebilirim ve inanın ki sözlerimi şahitler ve maddî deliller ile ispat edebilirim. Fakat bunun için bu ön sözümün karşılanacağını bilmem lâzımdır. Bu sözlerimin göreceği Türkiye’de ciddî bir yazı hürriyetinin olup olmadığını gösterecek, millet fertlerinin hiçbir karşılık beklemeden hükümete yardım etmesi kabil midir bunu ortaya koyacak, sizinde hakikî bir demokrat olup olmadığınızı belirtmek bakımından pek önemli bir sonuç vererek daha birçok karanlık noktaları aydınlanmasına yardım edecektir. Aksi taktirde, eski bir tarihî efsaneyi tanzir ederek diyebilirim ki 700 yıl önce Anadolu’ya gelen 400 arslana karşılık,bugün 400 koyun hâlinde çadırlarımızı yeniden dererek arslanların geldiği yolun tam dikine doğru yola koyulmamız gerekecektir. Maltepe, 20 Şubat 1944 ATSIZ 3. Başvekil Şükrü Saraçoğlu’na İkinci Açık Mektup Sayın Başvekil, Orhun’un resmî makamlar tarafından tamamen normal karşılanması da Türkiye’de yazı hürriyeti olduğunu göstermek, hükûmetin samimî Türkçülüğünü belirtmek bakımından çok iyi oldu. Çünkü her bakımdan su katılmamış Türk olan Orhun, bir Türk ülkesinde, bir Türk hükûmeti tarafından kapatılamazdı. Türklüğün davasını haykıran, Türklük düşmanları üzerine resmî bakışları çekmek isteyen Orhun gibi bir dergi ancak Türk düşmanlarının hâkim olduğu bir ülkede, maselâ çarların veya haleflerinin ülkesinde kapatılabilirdi. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 129 www.ulkuocaklari.org.tr Orhun’un mart sayısında size hitaben yazdığım açık mektup Türkçü çevrelerde çok iyi karşılandı. Yurdun türlü bölgelerinden aldığım mektuplarla telgraflar büyük bir efkârıumumiyeye tercüman olduğumu bana anlattı. Size gelince, bunu sizin de iyi karşıladığınızı biliyorum. Orhun’u okuduğunuz zaman hiçbir şey söylememiş, yalnız acı acı gülümsemiş olsanız bile yine iyi karşılamış olduğunuza inanırım. Çünkü ben o acı gülümseyişin manasını anlarım. Çünkü gönlünüzün bizimle birlikte çarptığına, yurt meselelerini tıpkı bizim gibi düşündüğünüze inancımız vardır. Ülkü Ocakları Eğitim Programı Sayın Başvekil: Bizim anayasamıza göre komünizm Türkiye’de yasaktır ve devletimiz milliyetçi bir devlettir. Türk ırkının hususî yapısına, ahlakî ve millî temayüllerine aykırı olan komünizmi Türkiye’ye sokmak isteyenler millet bakımından soysuz ve namert oldukları gibi kanun nazarında da haindirler. Hiçbir millet kendi millî yapısına düşman saydığı fikirleri kendi ülkesinde yaşatmaz. Hürriyetin ve demokrasinin ana yurdu olan İngiltere’de bile, savaş başlar başlamaz faşist fırkası lağvedilip azaları hapse atıldı. Bütün dünyada ,yurt düşmanlarına müsamaha gösteren hatta onlara mevki ve salâhiyet veren tek devlet Türkiye›dir. Bu müsamaha devletin kuvvetinden kendine güvencinden de doğabilir. Fakat Türkiye›nin en kuvvetli olduğu çağda, büyük ve şanlı Fatih›in yaptığı müsamahanın sonradan başımıza ne belâlar getirdiği düşünülürse yurt ve millet düşmanlarına müsamaha göstermekteki büyük tehlike derhâl anlaşılır. En sağlam gövdeleri yere vuran şey de küçücük birkaç mikrobun o gövdede köprü başı kurmasıdır. Derhâl temizlenmezlerse zamanla çoğalıp uzviyetin can alacak bir noktasını tahrip ederler. Sonrası yıkım ve ölümdür. Türkiye’de komünistler var mıdır sorusu birtakımları tarafından sorulabilir. Şunu unutmamalı ki komünistler hiçbir zaman biz komünistiz diye açıkça kendilerini ortaya vermezler. Onlar Halk Partisi’nin çok elâstiki olan altı okundan halkçılığı alıp kendilerini halkçı yurtseverler gibi ortaya atarlar. Fakat onların hakikî benliğini anlamak için dahi olmaya gerek yoktur. Irk ve aile düşmanlığı, din ve savaş aleyhtarlığı, faşistliğe hücum perdesi altında milliyeti baltalama, yurdumuzdaki azınlıklara aşın sevgi,her şeyi iktisadî gözle görüş onları açığa vuran damgalardır. En büyük düşmanları olan milliyetçilere ırkçılık noktasından saldırmaları ,milliyetçilikte ırkçılığın temel olduğunu bilmelerinden dolayıdır. Temeli yıkılan yapının bir anda çökeceğini de çok iyi kestirmişlerdir. İşte bu usta komünistler,komünizm aleyhtarı ve Türkçü Türkiye’de sinsi sinsi her yere el atmışlar, mühim mevkilere geçmişler, tuttukları köprü başlarından Türkiye’yi tahrip etmek için şiddetli bir taarruza girişmişlerdir. Fakat bunlar sınırlardan gelen mert düşman olmadıkları için kolayca sezilemezler. Bunlar paraşütle inen bozguncu casuslar gibi ülkenin üniformasını giymiş olduklarından her Türk bunları seçemez. Onun için bunlar sinsi silâhlarıyla birçok Türk’ü vurup milliyetçilikten ayırabilirler. Sayın Başvekil! Sözü çok uzatmamak için bu ikinci mektubumda maarif sahasına girmiş olan komünistlerden bahsetmekle iktifa edeceğim. Bunlar vatan düşmanlarına karşı pek kayıtsız davranan Maarif Vekillerinin gafletinden faydalanarak mühim yerlere geçmişler ve oradan zehirlerini saçmaya başlamışlardır. Maarif Vekâleti Türklük düşmanlarına karşı o kadar gaflet içinde bulunuyor ki size yazdığım ilk mektupta talebesine: “Türk değil misiniz? Allah belânızı versin! Alman veya İngiliz olmadığıma pişmanım! “ diyen bir tarih öğretmeninden bahsettiğim hâlde şimdiye kadar bu öğretmenin kim olduğunu araştırmak zahmetine bile katlanmadı. Bununla beraber Maarif Vekâletine hak vermemek de elden gelmiyor. Çünkü onun kullandığı memurlar arasında öyleleri var ki bu zavallı tarih öğretmeni onların yanında vatan kahramanı kadar asil kalıyor. 130 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı Örnek mi istiyorsunuz?İşte sırasıyla veriyorum: 1) Bugün Maarif Vekâletine bağlı Dil Kurumu azasından ve Ankara’daki Devlet Konservatuarı öğretmenlerinden bir Sabahattin Ali vardır. Hemen hemen bütün kendisini tanıyanların komünistliğini bildiği Sabahattin Ali 1931 yıllarında Konya›da 14 ay hapse mahkûm edilmişti. Sebebi de başta o zamanki Reisicumhur Atatürk olduğu hâlde bütün devlet erkanını ve rejimi tehzil eden manzum bir hezeyanname yazmasıydı. Bazı mısralarını bugünkü bazı mebuslarında bildiği bu hezeyannamenin tamamını Konya’daki adliye arşivinden bulup çıkarmak kabildir. Sayın Başvekil! Buraya bilmecburiye yazarken büyük ıstırap duyduğum iki mısraında (beni mazur görmenizi rica ederim) bu vatan haini şöyle diyordu : İsmet girmedi mi hâlâ hapse Kel Ali’nin boynu vurulmuş mudur? Maarif Vekâletinin sevgili memuru bulunan bir komünistin hapse girmesini temenni ettiği İsmet,pek kolaylıkla anlayacağınız gibi o zaman ki başvekil,şimdiki reisicumhur ve hepsinin üstünde İnönü zaferlerinin Başkomutanı İsmet İnönü olduğu gibi,boynunun vurulmasını istediği Kel Ali de, Ayvalık’ta Yunana ilk kurşunu atan alayın kumandanı Ali Çetinkaya›dır. Bu hezeyanları yazan Sabahattin Ali, bugün kültür işlerinin mühim bir mevkiinde,Maarif Vekili Hasan Ali’nin şahsî sempatisi sayesinde, batırmak istediği Türk milletinin parasıyla rahatça yaşamaktadır. 3) Bugün İstanbul Üniversitesi’nin pedagoji enstitüsü başında bir profesör Sadrettin Celâl vardır. Türkiye’de bu kürsüye lâyık bir çok kimseler varken onun buraya getirilmesinin sebebi sırf maarif vekili ile arasındaki şahsi dostluktur. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 131 www.ulkuocaklari.org.tr 2) Bugün Ankara’daki Dil Fakültesinde folklor doçenti olan Pertev Naili Boratav vardır. Nasıl bir komünist olduğunu bilhassa ben çok iyi bilirim. l936’da Maarif Vekâleti tarafından Asur ve Sümer dilleri öğrenmek için Almanya’ya gönderilmişti. Fakat daha Türkiye’de iken başladığı komünistliği orada azıttığı için arkadaşları Ziya Karamuk (Şimdi Samsun Lisesi müdürü), Fazıl Yinal (Şimdi Ankara›da Arşiv Mütehassısı) ve Şükrü Güllüoğlu (Şimdi İstanbul›da ticaretle meşgul) tarafından kendisine ihtar yapılmış, aldırmayınca resmen şikâyet edilmiş ve Maarif Vekâleti tarafından gönderilen Müfettiş Reşat Şemsettin (şimdi mebus) tarafından suçu sabit görülerek derhâl Türkiye›ye döndürülmüştür. Pertev Naili 6 yıl tahsil ettikten sonra doçent olacaktı. Fakat komünizmin faziletine bakınız ki yarıda kalan iki yıllık bir tahsilden sonra Türkiye’ye dönünce ilk önce maarif vekâletinde bir ambar memuru tayin edilmişken bazı mebusların araya girmesiyle folklor doçentliğine getirildi ve dört yıl daha kazanmış oldu. İlk mektubumda size anlatmış olduğum Eminönü Halkevi’ndeki nümayişte,salonun sol tarafına oturup gürültü çıkaranlar arasında işte bu Pertev Naili Boratav’ın iki tıbbiyeli kardeşi de vardır. Ülkü Ocakları Eğitim Programı Bu Sadrettin Celâl 1920’de Moskova’daki enternasyonal komünist kongresine Türkiye mümessiliyim diye giden, 1921-1924 yıllarında İstanbul’da Aydınlık diye azgın bir komünist dergisi çıkararak Türk milliyetini baltalamaya çalışan ,Türkiye›de bir sınıf ihtilâli yaparak Türk milletini birbirine kırdırmaya uğraşan, birçok askerî tıbbiyelinin komünist olarak okuldan kovulmasına sebebiyet veren (şimdi Rusça’dan yaptığı tercümelerle edebi komünizm yapan Hasan Ali Ediz ve Anadolu’da bir kasabada mahpus olan Hikmet Kıvılcım bu askerî tıbbiyelilerdir), sonunda bu yüzden kendisi de hapse giren bir vatan hainidir. Bu vatan hainini ve hapisten çıkmış bir sabıkalıyı Türk üniversitesinde pedagoji enstitüsünün başına getirmek şaheser bir gaflettir. 4) Bugün Ankara’daki Dil Kurumu’nun azasından ve geçen devrenin mebuslarından (evet sayın başvekil, partinizin mebuslarından) bir Ahmet Cevat vardır. Türkçeyi tıpkı İstanbul Rumları şivesiyle konuşan bu dilci de 1920 yıllarında Rusya’ya kaçmış ve orada “Türk Komünist Fırkası Merkezi Komitesinin Harici Bürosu” azası olmuştur. Trabzon’da 1921’de halk tarafından linç edilen 16 komünist hakkında Rus komünistlerden Pavloviç’e yazdığı mektubu, Orhun’un 20 Şubat 1934 tarihli dördüncü sayısında neşretmiştim. Pavloviç’in İnkılâpçı Türkiye adı ile 1921 de Moskova’da neşrettiği kitabın 119121. sayfalarından alınan bu mektubu tekrar neşrediyorum : Aziz yoldaşım Pavloviç, 28 Kanunusanide Trabzon civarında vahşicesine öldürülerek denize atılmış olan Yoldaş Suphi ile Türkiye Komünist Fırkasının merkezi komitesi azalarından 4 kişi ve 12 diğer komünist yoldaşlar hakkında sizinle ciddî görüşmek istiyorum. Kaybolan yoldaşlarımız hakkında epey zaman malumat alamadık. Fakat sonra onların Trabzon burjuvazisi tarafından elde edilmiş cellâtlar tarafından öldürüldükleri anlaşıldı. Ta Erzurum’dan başlayarak bizim yoldaşlarımız aleyhinde nümayişler başlamıştı. Halka diyorlar ki: Rusya’dan gelmiş olan komünistler Bolşeviklerdir. Onlar mağazaları kapatmak için geldiler. Kimsenin almak ve satmak salâhiyeti olmayacaktır. Sonra taharriyata başlanacak, herkesin eşyası ve parası müsadere olunacaktır. Komünistler dinsizdir. Allah’a inananların hepsini hapse atacaklardır. Din,ticaret ve hususi mülkiyet Bolşevikler tarafından men edilmiştir. Nümayişçiler arasında burjuvazi tarafından para ile elde edilmiş ve polis teşkilâtı tarafından komünistler aleyhine tevcih edilmiş cahil şahsiyetler çoktu. Bunlar bizim yoldaşlara hücum ederek taşlamışlar ve parça parça etmeye kalkmışlardır. Yolda bizim yoldaşlara kimse ekmek ve atları için yem satmıyordu. Komünistleri müdafaa için hükûmetin tedbir aldığı yalandır. Bizim mevsuk menbaalardan aldığımız haberlere göre polisler ahâliyi dükkânları kapamaya teşvik ettikleri gibi,müdafaasız kalmış olan yoldaşlarımızı taşlamak içinde halkı tahrik etmişlerdir. Bu gibi hücumlara yoldaşlarımız dört yahut beş şehir ve kasabada maruz kalmışlardır. Fakat bu yoldaşlar en vahşî hücuma Trabzon’da uğramışlardır. Bunlar Trabzon’a gelir gelmez ahâlinin bağırıp çağırmaları ve tahrikleri altında limana sevk edilmişlerdir. Burada onların üzerinde bulunan birkaç tabancayı aldılar ve sonra cebren bir motora koyarak denize açıldılar. 132 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı Bu motorun arkasından ikinci bir motorda sahilden ayrıldı. Bu motorda silahlı adamlar vardı. Bizim arkadaşları bağladılar ve süngüleyip denize attılar. Ve bunların tayfası herkese Türk komünistlerinin denizin dibine gittiklerini anlatıyorlardı. Rusya Şuralar Cumhuriyeti mümessili, yoldaşlarımızı istikbal etmek istemiş, fakat vali buna mani olarak mümessilin evinden çıkmamasını emretmiş. Aksi hâlde halk tarafından parçalanacağını bildirmiştir. Rus mümessilin bu vak’ayı Moskova ve Ankara’ya haber vermesi ve bizim yoldaşların cellâtlar elinden alınmasına çalışması lâzımdı. Fakat yazık ki o sırada Trabzon’daki Rus mümessili cesur bir adam değildi. Trabzon’da bunu bilmeyen yoktur. Motorlar ve sahipleri malumdur. Bu hadisenin Belediye Reisiyle Millî Müdafaa Cemiyeti riyaset divanı tarafından yapıldığı söyleniyor. Burada (Rusyada) ise bu meseleye dair henüz bir karar alınmamıştır. Fakat artık susmak da imkân haricindedir. En iyi ve cesur arkadaşlarımızdan 16 yahut 17 sini kaybettik. Bizimle hemfikir olup cellâtların tecziyelerini istemelisiniz. Trabzon’a gelecek her komünistin öldürülmesine karar verilmiştir. Anadolu burjuvası barbarca yaptığı cinayetlerden mesul olmadığını gördüğünden komünistleri şiddetle takibe devam ediyor. Cellatlar tarafından öldürülmüş olan bizim en değerli yoldaşlarımızı müdafaa etmeyi üzerinize alacağınızı ümit ederim. Komünist selâmları ve hürmetler. Ahmet Cevat Türk Komünist Fırkası Merkezi Komitesinin Harici Büro Azası Görülüyor ki Giritli Ahmet Cevat, millî ve dinî geleneklerine çok bağlı olan Trabzon halkının ,din ve mukaddesat aleyhine tahrikat yapan 16 komünisti yok etmesini “Anadolu burjuvalarının barbarlığı!” diye vasıflandırıyorlar. Bu hareketi Türk polisi ve Millî Müdafaa Cemiyeti (yani Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti ) yaptırmış diyerek kurtuluş savaşında önderlik eden ve Halk Partisi’nin başlangıcı olan teşkilâtı tahkir ediyor. l6 serseri gebertildi diye yabancı bir devleti Türkiye işlerine karıştırmaya kışkırtıyor. Bütün bunları yaptıktan sonra da yılan gibi Türkiye’ye süzülerek sizin partinize girebiliyor ve geçen devrede mebusluğa kadar yükseliyor. Şimdi de Türk dilini yaratacak olan Dil Kurumu’nda bütün dillerin Türkçeden çıktığını ispata yeltenecek kadar milliyetçilik yapıyor. Biz buna razı değiliz. Siz,demokrat Türkiye›nin cidden demokrat olduğuna inandığımız başvekili herhâlde milletin arzusunu yerine getireceksiniz. Buna inanıyoruz. Sayın Başvekil! Boğaziçi Lisesi’nin son sınıfında iken arkadaşlarına karşı komünizmin müdafaa ve propagandasını yapan,onların millî mukaddesat diye bildikleri şeyleri tahkir eden, “günün birinde hepiniz komünist zindanlarında çürüyeceksiniz” diye mukabil tehdit savuran Doğan Aksoy,nihayet Rusya’ya kaçarken yakalandığı,evrakı arasında Moskova damgalı mektup zarfları bulunduğu, dolabında Lenin vesairenin fotoğrafları yakalandığı ve millî mukaddesata karşı olan hareketleri arkadaşlarının şahitliği ile sabit olduğu hâlde maalesef mahkûm edilmedi. Davada şahit olarak benim de bulunduğum bu komünistin Ülkü Ocakları Genel Merkezi 133 www.ulkuocaklari.org.tr Bu saydıklarım komünist oldukları müspet vak’alar ve vesikalarla bilinen kimselerdir. Yoksa bunların yanında daha birçoklarını saymak her zaman kabildir. Ülkü Ocakları Eğitim Programı bilakis lise imtihanlarını vermesine müsaade edildi. Şimdi felsefe talebesi olarak üniversitede bulunuyor. Esefle söylemek icap edilmesi gereken bu mikrop,serbest bırakıldı. Sayın Başvekil! Bunları gören vatanperver Türk çocuklarının kafasından neler geçtiğini bir lâhza düşündünüz mü ? Bu çocuklar bazen bana: “Testiyi kıranla suyu getiren bir olduktan sonra niçin çalışalım ? Niçin yurdumuza bağlı olalım ? “ diye sordukları zaman ben makul bir cevap veremedim. Bu cevabı sizden rica ediyorum. Evet! Komünistler gizli propagandalarla ordumuzun arasına kadar sokulmaya çalışıyorlar. Yine esefle söylüyorum ki hükümet bir ordu mensubunu komünistliğe başlamış gördüğü zaman ciddileşiyor da binlerce maarif mensubunu kıpkızıl komünist gördüğü zaman aldırış etmiyor. Maarif şurasında “aile bir zehirdir” diyerek cemiyetimizin temelini yıkmak isteyen bir Sadrettin Celâl’i pedagoji profesörlüğünde tutmakla bütün alay kumandanlarını komünistten seçmek arasında ne fark var? Talim heyeti arasında komünistlerle kaynaşan Dil Fakültesinde solcu doçentlerin yapacağı zarar iki yedek subay talebesinin komünistliğinden bin kere korkunç değil midir? Daha birkaç gün önce İstanbul Tıbbiyesi’nde kimya doçenti Halil, asker talebelere hitaben: “Askerden nefret ederim” diye bağırdı. Bu sözün altında solcu temayülün açığa vuruşunu sezmiyor musunuz? Bu solcuların, artık eski fikirlerinden caymış oldukları da müdafaa makamında söylenebilir. Fakat “sözü namus saymak” hususundaki geleneğimizi “burjuva budalalığı” diye gören komünistlerin verdiği söze inanmak ,vatan ve millet karşısında en büyük gaflet değil midir? Dün dönenlerin yarın yine dönmeyeceklerine hangi teminatla bakabiliriz? Onlar samimî olarak dönmüş olsalar bile vaktiyle işlemiş oldukları suçtan dolayı, hiç olmazsa bugün millet işlerine karışmak hakkından mahrum edilmeli değil mi idiler? Tövbekâr olmuş bir fahişe artık namuslu sayıldığı hâlde, nasıl namuslu ailelerin harimine alınmazsa, eski düşüncelerinden dönmüş olan komünistlerinde devlet harimine alınmamaları gerekirdi. Yüz ellilikler de affedildi. Fakat onlara makinesinde en küçük bir vazife veriliyor mu? Yüz ellikler acaba komünistlere göre daha mı suçludurlar? Unutmamak lâzımdır ki bu komünistler yurdumuzun içinde kalıp devlette yer işgal ettikçe yarın sınırlarda yurdu korumaya koşacak olan Türk çocukları kendileri ve cephe gerilerini emniyette sanmayacaklardır. Acaba hangi düşünce ve hangi taktik ,vatan çocuklarının bu emniyetsizlik duygusunu gidermekten daha üstün tutulabilir? Fransa’da olup bitenler, hükümette yer almış komünistlerin bir vatanı nasıl batırdıklarını parlak bir örnek hâlinde göstermiyor mu? Bu komünistleri ileride Türkiye için seve seve can verecek Türkçü gençlerin tutabileceği yerlerden uzaklaştırmak,farzı muhâl bir mesele doğursa bile, Türk oğullarını ıstırap içinde bırakmaktan doğacak millî zaaf kadar tehlikeli olabilir mi? 134 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı Sayın Başvekil! Bütün milliyetçi Türkler sizinle beraberdir. Sizden,tarihimizin bu çetin anında vatan düşmanı komünizmin ezilmesini,bir daha baş kaldıramayacak şekilde ezilmesini istiyorlar. Mevcut kanunlar kafi değilse bu bozguncular ocağının kökünü kurutmak için yeni kanunlar yapınız. Kanun, millet vicdanın maskesi olursa manası olur. Millî vicdan vatan düşmanlarının tepelenmesini istiyor. Yurtsever Türk çocuklarının gözü önünde kötü bir örnek olan “komünistlere mevki vermek” usulünü derhâl kaldırınız. Yukarıda verdiğim örnekler yarının neslini yetiştirecek olan maarif sahasının bu mikroplarla nasıl bulaşmış olduğunu gösteriyor. Haydarpaşa Lisesi’ndeki son hadise bu bulaşıklığın görülüp bilinen son delilidir. Bu olaylar karşısında Maarif Vekâletine de bir vazife düşüyor. Bu vazife klâsiklerin tercümesinden, sanki yabancı dil ve hatta Türkçe öğretimi pek yolunda gidiyormuş da sıra kendisine gelmiş gibi bazı liselere konulan Lâtince ve Yunanca derslerinden daha ileri ve üstün bir vazifedir. Bu vazife Türk maarifini öğretmen olsun,öğrenci olsun,bütün komünistlerden temizlemek vazifesidir. Maarif Vekâleti bir yandan ,dersine bir tek gün gelmeyen öğretmenlerden doktor raporu isteyecek kadar güvensizlik gösterirken,bir yandan kanunlarımıza yasak edilen fikirleri Türkiye’ye sokmaya çalışmış olanlara karşı şaşılacak bir güvenle hareket ediyor. Bunu maarif vekâletinin kötü niyetine veya kastî hareketlerine yoramayız. Çünkü o takdirde maarif vekâletinin de vatan ihanetinde ortaklığını kabul etmek icap eder. Bunu, olsa olsa gaflete verebiliriz. Her ne kadar bir ve-kilin gafleti mazur görülmezse de kendisine yapılan ihtarlarla bunu tamir ederek iyi niyetini göstermesi her zaman kabildir. Aksi takdirde vekillik sandalyesinin, dilediğine dilediği mevkii vermek için kurulmuş bir lüks sandalyesi olarak telâkkisi manası çıkar ki bunu da demokrat ve halkçı Türkiye hükümetine yakıştıramayız. Maarif Vekâleti şimdiye kadar İnönü Ansiklopedisi’yle ve birçok kitapların ithafıyla devlet başkanına olan bağlılığını göstermeye çalıştı. Bu bağlılığın samimî olduğunu ispat zamanı gelmiştir. Millî şefe karşı o hezeyanları yazmış olan vatan haini başta olmak üzere bütün bu saydığım komünistleri hâlâ mühim vazifelerde tutmak bu bağlılığa tezat teşkil eder. Bağlılığın ispatı için bunların vazifelerine derhal son verilmesi zaruridir. Hatta, şimdiye kadar her nasılsa bir gaflet eseri olarak bunları vazifede tutmaktan doğan utancı silebilmek için bizzat Maarif Vekilinin de o makamdan çekilmesi çok vatanperver bir jest olurdu. Maltepe, 21 Mart 1944, ATSIZ Türkiye’de Cumhuriyetin ilânından sonraki ilk 25 yılda Türk toplumu milliyetçiliği “din” ile birlikte benimsedi. Materyalist milliyetçilik ise ufak bir aydın zümresi tarafından kabullenilmişti. Bu iki milliyetçilik anlayışı zaman zaman birbiriyle çatışmış neticede bazı pratik sonuçlar doğurmuştur. Her şeyden evvel çeşitli halk tabakalarının ortak kültürel gayeler etrafında birleşmesi kolaylaştı. Bununla birlikte Millî dayanışma duygusu meydana getirdi. Memleketin kültürel gelişmesine, millete gerçek karakterine uygun bir yön verdi. Türklere millî bir gurur aşıladı (9) Ayrıca 1930’lu ve 1940’lı yıllara kadar, Türk Ülkü Ocakları Genel Merkezi 135 www.ulkuocaklari.org.tr 1944 YILI TÜRKÇÜLÜK - TURANCILIK DAVASI ve TÜRK MİLLİYETÇİLERİNE BASKILAR Ülkü Ocakları Eğitim Programı milliyetçiliği sağa sola kaymayan, başından sonuna kadar Kemalist çizgiye sadık kalan bir ideoloji görünümündeydi. Bu dönemde siyasî mücadele tek parti yönetimiyle sınırlandırılırken resmî milliyetçilik anlayışının dışındaki özellikle Pantürkist eğilimli muhalif unsurlar sıkı bir takibata uğradı (10) ve saf dışı bırakılmak istendi. Türkiye’nin II. Dünya Savaşı’ndaki durumu stratejik konumunun önemi dolayısıyla, gerek Müttefiklerin, gerek Mihverin Türkiye’yi kendi yanlarında savaşa sokmak için harcadıkları çabaların ve Türkiye üzerinde yaptıkları baskıların hikâyesinden başka bir şey değildir. Buna karşılık Türkiye’nin politikası ise savaşın dışında kalmak ve ülkeyi savaşın yıkıntılarından korumak olmuştur (11) Almanya, Rusya üzerine saldırırken Türkiye’yi kendi yanına çekmek için gerekli teşebbüs ve baskıyı yapmış, dış politikada her türlü tedbiri almış bunla birlikte Türkiye’nin iç siyasetine müdahale etmek istemiştir. Almanya I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti’nin izlediği veya izlemeye çalıştığı Turancı politikayı desteklediği gibi, II. Dünya Savaşı’nda da Sovyetler Birliği’ne saldırısından sonra Türkiye’yi savaşta kendi safına çekebilmek için Turancı akımları desteklemiştir. Bu şekilde Türk hükümetini Almanya’nın yanında savaşa girmesi için harekete geçirmeye çalışmış ve bu sayede Türkiye üzerinde baskı kurmak istemiştir (12) Alman ordularının II. Dünya Savaşı’nın başında, Sovyetler Birliği topraklarında ilerledikleri sırada Almanya’nın Türkiye Büyükelçisi Von Papen, Rusya’nın Türkçe konuşulan bölgeleri hakkında bilgi edinmek, bu bölgeler halkının desteğini sağlamak ve Türkiye’deki Turancılık akımını Almanya yararına istismar etmek için bazı Turancı gruplarla ve mültecilerle temasa geçti (13) Von Papen, Sovyetlerde yaşayan Türkler ile ilgili İsmet İnönü ile de görüşmek istemiştir. Ancak İsmet İnönü’den aldığı cevap Türkiye’nin o dönemle ilgili politikasını ana hatlarıyla ortaya koymaktadır. İsmet İnönü, “Bu tür konularda ancak Sovyetler Birliği’nin yenilgisi gözle görülür şekilde gerçekleştiği vakit görüşmenin mümkün olacağını” belirtmiştir. Görüldüğü gibi Türk Hükümeti, resmî politikada ilke olarak, Panturanist eğilimleri reddedilmiş, ancak Kırım bölgesindeki ve Kafkaslardaki Türk kökenli komşu halkların ge-leceği konusuna tamamen ilgisiz kalmakta istememiştir (14) Türkiye’de Alman ordularının 1942 yılında Kafkaslara doğru ilerlemesi sırasında Panturanist Alman propagandası artmış ve yoğunlaşmıştı. Cumhuriyet, Tasvir ve Vakit gazeteleri Alman yanlısıydı (15) Fakat daha sonraları bu gazeteler dava sırasında tamamen Türkçülük ve milliyetçilik aleyhi bir tutum takınmışlardır. Dönemin etkin sayılabilecek gazetelerinin tavırlarını bu derece anî ve kesin hatlarla değiştirmelerindeki en önemli sebebi Millî Şef İnönü’nün basın üzerindeki tesirinin de güçlü olmasıyla izah etmek mümkündür. Almanya’nın iç ve dış politikayı bu şekilde yönlendirmesi halkoyunda 3 Mayıs 1944 Davasının Nazi yanlısı, antisovyet ve antikomünist hükümeti devirmeyi amaçlayan bir dava olarak algılanmasına yol açacaktır. 136 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı Türk hükümetlerinin Turancılığı aktif olarak desteklemekten vazgeçmesi ve Sovyetlerin karşısında yer almaya başlaması üzerine Almanya Türkiye’de bu tür hareketleri kışkırtmaktan vazgeçmiştir (16) CHP yönetimi savaşın kaderinin değiştiği ve Alman yenilgisinin başladığı 1943 yılına kadar, açık olmasa bile ses çıkarmayarak, Alman yanlısı neşriyat ve hareketlere göz yummuştur (17) Antisovyet Türkçü yayın ve etkinlikler ise tamamen İnönü yönetiminin savaş politikası amaçlarına uygun olarak yakından izlenmiştir (18) II. Dünya Savaşı’nın genel seyri içinde, Rus ordularının Avrupa’da ilerlemeleri ile orantılı olarak Türkiye’de komünist faaliyetler artmıştır. (19) Ruslar galip geldikçe komünistler birer birer açığa çıkarak, Rusların Polonya ve Balkanlardan sonra Türkiye›yi de işgal edeceği söylentisi yayılmıştır. (20) Görüldüğü gibi II. Dünya Savaşı sırasında gerek Almanya’nın durumu gerekse Rusya’nın galibiyetlerine paralel olarak Türkiye’de dış politikanın iç politikayı yönlendirmesiyle neticelenmiştir. Rusya’nın II. Dünya Savaşı sırasında birtakım işgallere giriştiği dönemde İsmet İnönü belki de Türkiye’nin işgal edilmesi endişesiyle Sovyet yanlılarının faaliyetlerine göz yummuş (21) ve bu dönemde komünist faaliyetler başlamıştır. Türkiye Gizli Komünist Partisi Şefi olan Dr. Şefık Hüsnü›nün Moskova›ya gönderdiği gizli raporda «1943 baharından 1944 baharına kadar olan sene, harp devresinin en verimli ve hareketimizin kredisini azamî yükselten sene oldu» (22) demesi bu tür faaliyetler hakkında açıkça bilgi vermektedir. Yine Faris Erkman’ın hazırladığı “En Büyük Tehlike” adlı broşürün neşri büyük yankılar uyandırmıştır. Milliyetçiliğe, dış Türklere, milliyetçilere pervasızca saldıran ve çok sayıda bastırılıp bedava dağıtılan bu broşür komünist neşriyat arasında önemli bir yere sahiptir. Bu broşür TBMM’nin gündemine de girmiş, görüşmeler sırasında Dışişleri Bakanı’nın şu konuşması CHP’deki değişikliğin belirtisi kabul edilmiştir: “Bizim Türklüğümüz bu vatanın sınırları içine girmiş olan Türklere ait ve münhasırdır” (23) Cumhuriyet döneminde, Türkçülüğü ve Turancılığı benimseyen ve bu doğrultuda yayın yapan en önemli dergi şüphesiz Hüseyin Nihal Atsız’ın yönetiminde yayımlanan «Orkun»›dur. İlk kez 1933 yılında yayın hayatına başlayan Orkun, 1934›te kapatılmış ancak 1 Ekim 1943›te tekrar yayımlanmaya başlanan dergi, 1 Nisan 1944›te tekrar kapatılmıştır. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 137 www.ulkuocaklari.org.tr 1939’da Ankara Üniversitesi DTCF’de açılan Felsefe kürsüsüne Pertev Naili Boratav, Niyazi Berkes gibi belli fikri yapıda kimselerin alınması Millî Eğitim Bakanlığı tarafından milliyetçi neşriyata karşı alınacak tedbirlerin rapor hâlinde hazırlanması, sosyalist ve komünist “Yurt ve Dünya” ve “Adımlar” mecmualarına Millî Eğitim Bakanlığı’nın abone olması, Millî Eğitim Bakanı H. Ali Yücel zamanında Bakanlık tarafından basılan 496 klâsik eserin içinde 63 Rus klasiğinin yer alması, buna karşılık bir tek Türk klâsiğinin yer almaması, komünist bir derleme şiir kitabının bütün okullara tavsiye olunması bu dönemin komünist faaliyetlerine örnek olarak gösterilebilir. Yine Sabahattin Ali ve Nazım Hikmet’in himaye edilmesi bu tür faaliyetlere Bir diğer örnektir. Tan gazetesi de dönemin komünist basınının önde gelen gazetesidir.(24) Ülkü Ocakları Eğitim Programı Bu dönemin önde gelen Türkçü ve Turancı dergileri arasında “Ergenekon”, “Bozkurt” ve “Gök Börü”nün ayrı bir önemi vardır. Her üç dergide fikrî anlamda daima aynı çizgiyi devam ettirmiş ve her biri âdeta birbirinin devamı olarak çıkarılmıştır. Bu dergilerden Ergenekon 1938’de kapatılmış arkasından Mayıs 1939’da Bozkurt yayımlanmaya başlamıştır. Mustafa Kızılsu, İsmet Rasin, Nurullah Barıman, Sami Karayel ve Reha Oğuz Türkkan gibi isimlerin gayretleriyle yayımlanan Bozkurt, ikinci sayısının Haziran 1939’da çıkmasıyla kapatılmış, üçüncü sayısı ancak 1940 yılında yayımlanabilmiştir. Daha sonra R.Oğuz Türkkan, Bozkurt dergisinden ayrılarak Kasım 1942’den itibaren Gök Börü dergisini çıkarmaya başlamıştır. Gök Börü’de Abdulkadir İnan ve Zeki Velidî Togan’ın da yazıları yer almıştır. Mayıs 1942 yılından itibaren Rıza Nur tarafından “Tanrıdağ” adıyla çıkarılan derginin yazarları arasında Nejdet Sancar, Hüseyin Namık Orkun,Ahmet Rasim Aras gibi önemli isimler yer almıştır. Bu dergilerin yanı sıra Yusuf Ziya Ortaç ve Orhan Seyfi Orhon’un, Ağustos 1941 yılından itibaren yayımladıkları “Çınaraltı”, Türk birliğini kültürel anlamda savunan fikrî bir çizgide kalarak daha ılımlı ve makul bir seyir takip etmiştir. Hüseyin Hüsnü Erkilet, Hüseyin Namık Orkun ve Nejdet Sancar gibi aydınların yazılarının sıkça rastlandığı Çınaraltı dergisi yayın hayatına Temmuz 1944 yılına kadar devam edebilmiştir 1. 3 Mayıs 1944 Tarihli Gösteriler ve Dava Kenan Öner 1944 Davası ile ilgili şunları şöyler : “Bu davanın temeli N. Atsız’ın zamane başvekiline hitaben Orhun mecmuasında yazdığı açık mektupla ,1944 senesi Nisan’ında atılmış ve bundan doğan infial ile icat edilen ırkçılık ve Turancılık davasında memleketin havasını ifsat eden işkencelerle çatısı örtülmüş bulunmaktadır”.(25) Bu davanın başlamasında H. Ali Yücel’in 1934 tarihli “Türk Edebiyatına Toplu Bir Bakış” kitabının Atsız tarafından eleştirilmesinin intikamını almak istemesi de etkilidir. (26) Tarihte 3 Mayıs olayları adıyla anılan olaylar Nihal Atsız’ın, hakkında açılan dava için Ankara’ya geldiği sırada başlamıştır. Bu tarihte gençlik komünizm aleyhine bir gösteri düzenler ve beraberinde N. Atsız’a sevgilerini belirtirler. Mahkeme salonuna giremeyen gençler Ulus Meydanı’na doğru yürüyüşe geçmişler burada millî marşlar söylenmiş ve komünizm aleyhine sloganlar atmışlardır. Kafile Ulus Meydanı’ndan sonra Başbakan Şükrü Saraçoğlu ile görüşmek istemişse de bunda başarılı olamamış, miliyetçi gençlerin gösterileri hükûmet tarafından şiddetle önlenmiştir. Bu gösterilerde tutuklanan üniversiteli gençlerin sayısı 165 olarak tespit edilmiştir. (27) Ancak gençliğin bu masum hareketi devrin millî şefine bir ihtilâl olarak intikal ettirilir. H. Ali Yücel, Nevzat Tandoğan ve F. Rıfkı Atay üçlüsünün gayretleriyle ırkçılık ve Turancılık adı verilen milliyetçilik düşmanı dava ortaya çıkarılmıştır. Bu gösteriye kadar Türkiye’de yapılan bütün nümayişlerde hep hükûmet parmağı bulunmuştu. Turancılık davasının mağdurlarından Alparslan Türkeş’in konuyla ilgili tespiti şu şekildedir; “Bunlar millî şef ve onun gözde Millî Eğitim Bakanına nasıl gösteri yapabiliyorlardı ? O zamana kadar millî şefin müsaade etmediği hiçbir gösteri yapılmazdı. Demokrasi....Hürriyet...Eşitlik...Gençlik... bütün bunlar Türkiye’nin 1944 iktidarında hep parad palavralardır. Halkın alkışları, gençlikten çıkacak “yaşa” naraları kayıtsız şartsız İnönü’nün tekelinde kalmalıdır. (28) 138 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı Esasında 3 Mayıs olayları, II. Dünya Savaşı’nın seyri ile alâkalıdır ve dönemin hükûmetinin Almanlara karşı üstünlük kuran Ruslara Türkçüleri feda ederek bir siyasî rüşvet vermesi olayıdır. Türkiye Ruslara karşı ,yalnızlık içinde karşı koymaya çalışmaktadır. 3 Mayıs 1944 duruşması o sırada tam aranılan fırsat olarak değerlendirilir. Türkçüler üzerinde şiddet uygulanarak Ruslar bir şekilde memnun edilmeye çalışılır (29) 3 Mayıs’ta bir araya gelen ve gösteriler yapan gençler birer birer tespit edilip toplanır ve tutuklanır. Millî şefin şahsî emriyle saldıranlara zerre kadar merhamet tanımamışlardır. Milliyetçi gençler kıyasıya dövülür. N Atsız’da aynı gün duruşmadan çıktıktan sonra polis tarafından gözaltına alınır. Alparslan Türkeş anılarında bu olayları şu şekilde anlatmaktadır; “3 Mayıs 1944 günü heyecanla sokağa fırlayan gençler kıyasıya dövüldüler. Kafaları yarıldı, gözleri patlatıldı. Bazılarının kolları, kaburgaları kırıldı”.(30) 2. 19 Mayıs 1944 Nutku ve Sonrası Gösterilerin ardından tutuklanan onlarca gencin ailesi yaklaşan 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı’ndan umutludur. Gençlik Bayramı’nda bir yığın masum gencin, bayramı zindanlarda geçirmesine millî şefin gönlü razı olmayacağını sananlar çoktur. Öyle umulur ki İnönü, 19 Mayıs’ın neşesini bozmak istemeyerek ve bir emirle zindanların kapılarını açtıracak, manasız bir sebeple tutuklanmış aydın gençleri hürriyete iade edecektir. Millî Şef, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, gençleri ve ailelerini sevindirmek şöyle dursun, bilâkis Ankara Stadyumu’nda, 19 Mayıs günü Gençlik ve Spor Bayramı nutkunda Irkçılık ve Turancılık iddiaları hakkındaki görüşünü bütün açıklığı ile ortaya koyarak, milliyetçileri hayal kırıklığına uğratan bir konuşma yapar. Millî şef, henüz tahkikat safhasında bulunan olay ile Türkçüler ve milliyetçiler aleyhine çok ağır ithamlarda bulunur.(31) Bu konuşmanın tam metni şu şekildedir; 19 Mayıs Nutku Köy Enstitülerinde, her çeşit okullarımızda, müesseselerimizde, ordumuzda müşterek vatanın ülkülerini Türk çocuklarına, eşit adalet ve şefkat hisleriyle vermeye çalışıyoruz. Onları büyük cumhuriyet potasında kaynatıp meydana Türk vatanseveri çıkarmaya uğraşıyoruz. Vatandaşlarım emin olabilirler ki muvaffakiyetlerimiz esaslıdır ve gelecek zamanda daha göz alıcı olacaktır. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 139 www.ulkuocaklari.org.tr “Türk milliyetçisiyiz, fakat memleketimizde ırkçılık prensibinin düşmanıyız. Memleketimizde politika garezleri için uydurulan ırkçılık önderlerinin çok acıklı faciaları hatıralarımızda canlıdır. l9l2 senelerinde Rumeli’de tutunmak için tırnaklarıyla kayalara yapışarak son gayretlerini sarf eden Türk erlerine Arnavut Priştineli Hasan ve Derviş Hima ile beraber arkadan hücum tertipleyenlerin Türk ırkçı politikacısı olduğu, Büyük Millet Meclisinde ispat olunmuştur. “Politika icabı” diye tefsir etmekten en ufak bir güçlük çekmeyen bu adamlar, sözlerine inanıp daha büyük bir felâkete uğradığımız zaman gene “Politika İcabıdır” diyerek yeni bir fesat prensibi yaratmakta geri kalmayacaklardır. Ülkü Ocakları Eğitim Programı Türk milliyetçiliği içinde vatan çocuklarının temiz ülkülü ve vatan fikirli olarak birbirine dayanan sağlam bir millet olması, erişilmez ve yanlış bir hayal değildir. Bunun doğru bir fikir ve erişilir bir hedef olduğunu, elle tutulur ve gözle görülür neticeleriyle tamamıyla alıyoruz. Şimdi insaf ediniz. Türk vatandaşı yetiştirmek için bütün iyi şartlan özünde toplamış olan bu feyizli yolu bırakır da, ırkçıların milleti bin bir parçaya ayıracak fesatlı ve nifaklı zehirlerine cemiyeti kaptırır mıyız? Turancılık fikri, yine son zamanların zararlı ve hastalıklı gösterisidir. Bu bakımdan cumhuriyeti iyi anlamak lâzımdır. Millî kurtuluş sona erdiği gün, yalnız Sovyetlerle dostluk ve bütün komşularımız eski düşmanlıklarının bütün hatıralarını canlı olarak zihinlerinde tutuyorlardı. Herkesin kafasında, biraz derman bulursak sergüzeşti, saldırıcı bir siyasete kendimizi kaptıracağımız fikri yaşıyordu. Cumhuriyet kuvvetli bir medeniyet yaşayışının şartlarından bir esaslısını, milletler ailesi içinde bir emniyet havasının mevcut olmasında görmüştür. İmparatorluktan son zamanlarda ayrılmış olan komşularıyla da iyi ve samimî komşuluk şartlarının temin edilmiş olmasını, milletin saadeti için lüzumlu saymıştır. Görülüyor ki, millî politikamız memleket dışında sergüzeşt aramak zihniyetinden tamamen uzaktır. Asıl mühim olan da bunun bir zaruret politikası değil, bir anlayış ve bir inanış politikası olmasıdır. Ancak bu inanışa vardıktan sonradır ki, etrafımızda bulunan milletleri daha yakından tanımak imkânlarını bulduk. Nereden zarar gelir ve nereden zarar gelmez, bunu ayırt etmek için zihinlerimizde ayarlı ölçüler hasıl oldu. İçerde milletin hayrı ve saadeti için çalışma ve dışarıya karşı milletin emniyet ve müdafaası için lâzım olan tedbirler,salim ölçülerle gözümüzün önünde belirdi. Ve nihayet asırlar ve asırlar süren köklü düşmanlıklar yerine, yirmi sene gibi kısa bir müddette hürmet ve itimat duygularının uyanmasına imkan verdi. Turancılar, Türk milletini bütün komşularıyla onulmaz bir surette derhâl düşman yapmak için birebir tılsımı bulmuşlardır. Bu kadar şuursuz ve vicdansız fesatçıların tezvirlerine Türk milletinin mukadderatını kaptırmamak için elbette Cumhuriyetin, bütün tedbirlerini kullanacağız. Fesatçılar, genç çocukları ve saf vatandaşları aldatan fikirlerini millet karşısında açıktan açığa münakaşa edemeyeceğimizi sanmışlardır. Aldanmışlardır ve daha çok aldanacaklardır. Şimdi vatandaşlarımdan iki suale zihinlerinde cevap bulmalarını isteyeceğim : Irkçılar ve Turancılar gizli tertipler ve teşkillere başvurmuşlardır. Niçin? Kandaşları arasında gizli fesat tertipleriyle fikirleri memlekette yürür mü ? Hele doğudan, batıdan ülkeler gizli Turan cemiyetiyle zapt olunur mu ? Bunlar o şeylerdir ki, ancak devletin kanunları ve esas teşkilatı ayak altına alındıktan sonra başlanabilir. Şu hâlde yaldızlı fikirler perdesi altında doğrudan doğruya Cumhuriyet’in, Büyük Millet Meclisinin mevcudiyeti aleyhinde teşebbüsler karşısındayız. Tertipçiler, on yaşında çocuklarımızdan bize kadar derece derece, perde perde hepimizi aldatmak iddiasındadırlar. Vatandaşlarıma ikinci sualimi soruyorum : Dünya olaylarının bugünkü durumunda Türkiye’nin ırkçı ve Turancı olması lâzım geldiğini iddia edenler, hangi millete faydalı, kimlerin maksadına yararlıdırlar ? Türk milletine yalnız belâ ve felâket getirecek olan bu fikirleri yürütmek isteyenlerin Türk milletine hiçbir hizmetleri olamayacağı muhakkaktır. Bu hareketlerden yalnız yabancılar faydalanabilirler. Fesatçılar, yabancılara bilerek mi hizmet ediyorlar? Yabancılar, fesatçıları idare edecek kadar yakından 140 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı münasebette midirler? Bunları hüküm olarak kestirmek bugün mümkün değildir. Ama yabancıya hizmet kasti ve yabancının ilişiği hiçbir zaman meydana çıkmasa dahi hareketlerin, Türk milletine, Türk vatanına zararlı olması ve bunlardan yalnız yabancıların faydalanmış olması söz götürmez bir hakikattir. Vatandaşlarım! Emin olabilirsiniz ki vatanımızı bu yeni fesatlara karşı da kudretle müdafaa edeceğiz.... İsmet İnönü 19 Mayıs Nutku Alman cephesinde hızla ilerleyen Ruslara karşı bir söz rüşveti olarak nitelendirilmiştir. Bu meşhur nutuktan sonra her meslekten ve her sahadan kimseler, yıldırıcı, ezici ceberutlukla sanki Türkiye’nin her yeri sıkıyönetim bölgesiymiş gibi , rastgele emrivakilerle, ceket gömlek İstanbul’a sıkıyönetim komutanlığı emrine teslim edilmiştir (32) Özellikle 47 kişi hakkında rapor hazırlanır. 3 Mayıs dava dosyasının başında yer alan bu kişiler 1 numaralı Sıkıyönetim mahkemesine gönderilir. Aslında bu kişilerin hiçbir zaman kafatası ölçtüğü, kaç göbek soy sop aradığı görülmemiştir. İsmet İnönü›nün nutkundan sonra tutuklanan insanların suçlandığı temel fikirleri şunlardır; *TBMM tayin suretiyle doldurulmuştur, hür seçim yoktur. *Cumhuriyet lâfta kalmıştır, idare şekli diktatörlüktür. *CHP istismar ve istibdatla memleketi idare etmektedir. Halk sefalet içindedir. *Suiistimal, sefahat, israf, rüşvet, soygunculuk gittikçe gelişmektedir. *Milliyetçilik ve Türkçülük hareketlerine tamamen muhalif bir yola sapılmıştır. *Türkiye’de İslâm düşmanlığı ilerlemiştir. Türk milletinin istikbali tehlikeye düşmek üzeredir (33) “Bu davada Alparslan Türkeş ise “yalnız Türk soyundan gelenler yaşamalıdır” biçimindeki sözlerinden dolayı yargılanır. 3. Basın ve Turancılık Davası İsmet İnönü›nün 19 Mayıs Nutku›ndan sonra basın ve radyo millî şefin ve iktidarının ithamlarına, sözlerine bin bir delil ve gerekçe bulmak gibi bir vazifeden dolayı kendilerini sorumlu hissetmişlerdir. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 141 www.ulkuocaklari.org.tr Görüldüğü gibi aslında bunlar çok partili hayatın hâkim olduğu dönemlerde tabiî görülen fikirlerdir. Bu fikirlerin oluşması İnönü devrinin dikta rejimi olup olmadığı sorusunu akıllara getirmiş, bu konuyu tartışmaya açmıştır. Ülkü Ocakları Eğitim Programı İsmet İnönü›nün açıklamalarından sonra Milliyetçilik aleyhine yapılan neşriyat artmış, Orhun dergisine abone olanlar, bu dergide bir tek yazıları çıkmış olanlar, Nihal Atsız’a sokakta bir defa selâm vermiş olanlar dahi basının da etkisiyle tutuklanmışlardır. Vatan gazetesi ve Ulus gazetesinde yazan F.Rıfkı Atay’ın yazılarını esas alarak 3 Mayıs 1944 gösterisini Romanya’nın başına Millî tarihlerinin en büyük felâketini getiren Gardistlere benzetmiş ve bu nümayişe katılan gençlerin aslında aldatılmış olduklarını iddia etmiştir . (34) Aynı gazete daha sonraki günlerde Turancılık-Türkçülük fikriyle ilgili görüşlerini beyan etmeye devam etmiş, kamuoyu oluşturmaya çalışmıştır. Gazete yine F. Rıfkı Atay’ın yazısını esas alarak; “Türkiye’yi içinden dağıtıp tahrik etmek için gökten bir belâ ısmarlansa ırkçılıktan beteri Türkiye’ye inemez. İkinci bir belâ ısmarlansa İslam ittihatçılığı ham hayalinin yerine Turancılık ütopyasını geçirmekten âlâsı bulunamaz (35) tarzındaki ifadelere yer vermiştir. Vakit gazetesinin başyazarı Asım Us da Türkçülük fikrini ırkçılık olarak ele almış, bu fikrin nifak için üretildiğini ve hatta yabancıların bu fikri ileri sürdüğünü iddia etmiştir (36). Yine aynı başyazar dönemin Türkçülük fikirlerinin Atatürk ile bağdaşmadığını, Turancılık fikrinin ise siyasî istiklâllerini kaybetmiş olan Türkler için manevi bir teselli olabileceğini yazmıştır. (37) Asım Us, 1944 Davası›nın gençliği uyandıracağını iddia etmiş, millî şefin nutkuna da aynen katıldığını belirtmiştir (38) Cumhuriyet gazetesi, Turancılık ile ilgili fikirlerini Nadir Nadi’nin kaleminden, millî şefin nutkundan sonra ifade etmiş ve millî şefin nutkunu “Türk vicdanının gür sesi” şeklinde yorumlamıştır (39) Ulus Gazetesi ise hükümet yanlısı bir politika takip etmekteydi. Diğer gazeteler Ulus gazetesinin güçlü kalemi F. Rıfkı Atay’ın yazılarından devamlı alıntı yapmıştır. F. Rıfkı Atay ırkçılığı iç harp, Turancılığı dış harp kabul etmiş ve ırkçılığın ve Turancılığın herhangi bir halka ile dışarıya bağlanan tarafını cinayet olarak yorumlamıştır.(40) Ulus gazetesi Türkçülük fikrine duyduğu tepkiyi Hasan Ali Yücel’in ağzından şu şekilde ifade eder : “Bunlar, mekteplere kötü bir suyun delik bulup sızması nev’inden sızmışlardır... Bunlar okul içine sokulmadığı gibi, memleket içine de sokmamak zorunda olduğumuz mahzurlu fikirlerdir (41). Tanin gazetesi ırkçılık, Türkçülük, milliyetçilik fikirlerini aynı potada değerlendirerek bu tür fikirleri savunanların aslında gerçek amaçlarının bu olmadığını zira din ile ırkçılık fikirlerinin asla yan yana gelmeyeceğini başyazarı H. Cahit Yalçın’ın kalemiyle ifade eder (42) Yine Tanin’de H. Cahit Yalçın, Türkçülük fikrinin sadece çalışmakla geçerliliğinin olacağını ifade etmiş (43) bir başka yazısında bu fikrin “Yurtta sulh, cihanda sulh” prensibi ile uyuşmadığını iddia etmiştir. Hatta hedef gösterircesine Türk gençliğini istismar edenler olarak Nihâl Atsız, R. Oğuz Türkkan, Z. Velidi Togan, Hasan Cansever’in isimlerini açıklamıştır (44) H Cahid Yalçın, daha sonraki yazılarında üslûbunu sertleştirerek Turancılık davasında Nazilerin rolünün olduğunu ortaya atarak, Turancılığı “halis bir Nazi öksesi” (45) olarak yorumlama gafletinde dahi bulunmuştur. 142 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı 4. Davanın Gelişimi ve Sonuçları 3 Mayıs tarihli gösterilerin ve 19 Mayıs Nutku’nun ardından toplanan milliyetçilerin davası, İstanbul 1 numaralı Örfi İdare mahkemesinde görüşülmeye başlanmıştır. Davada toplam 23 sanık yargılanmıştır. İstanbul Tophane Askeri Hapishane›sinde bulunan asker sanıklar; *Dr. Yüzbaşı Hasan Ferit Cansever *Dr. Üsteğmen Fethi Tevetoğlu *Piyade Üsteğmen Alparslan Türkeş *Piyade Teğmen Nurullah Barıman *Topçu Asteğmen Zeki Özgür(Sofuoğlu) *Ulaştırma Asteğmen Fazıl Hisarcıklı Aynı cezaevinde bulunan sivil sanıklar; * Nihâl AtsızEdebiyat Öğretmeni * Hüseyin Namık OrkunTarih Öğretmeni * Nejdet SancarEdebiyat Öğretmeni * Saim Bayrak Temyiz Mahkemesi Evrak Memuru * İsmet Rasin Tümtürkİstanbul Belediyesi Murakıbı * Cihat Savaşfer Y.Mühendis Mektebi Öğrencisi * Muzaffer Eriş “ « « * Fehiman Altan “ « « * Cebbar Şenel Adana Adliyesi’nde Hâkim Adayı Sansaryan Han’da bulunan Emniyet Müdürlüğü hücrele-rinde bulunan sivil sanıklar ; * Zeki Velidi Togan Türk Tarihi Profesörü * Orhan Şaik Gökyay Ankara Konservatuarı Direktörü * Hikmet Tanyuİçişleri Bakanlığında Memur Ülkü Ocakları Genel Merkezi 143 www.ulkuocaklari.org.tr * Yusuf Kadıgil Lise Öğrencisi Ülkü Ocakları Eğitim Programı * Reha Oğuz Türkkan İ.Ü. Doktora Öğrencisi * HamzaSadi Özbek Aydın Maliye Tahsilat Şefi * Cemal OğuzÖcal Gazi Eğitim Enstitüsü Öğrencisi * Said Bilgiç Ankara Adliyesi’nde Hâkim Adayı Aynı davadan sanık olarak Mehmet Külâhlıoğlu ve Osman Yüksel Serdengeçti de bir süre tutuklu kalmışlardır (46) 1944 Olayı sanıklarından Alparslan Türkeş, İsmet Paşa’nın 19 Mayıs Nutku’ndan birkaç gün sonra görev yeri olan Erdek’te gözaltına alınmıştı. Gözaltına alma sırasında bölük odası ve evi aranmış, daha sonra İstanbul Merkez Komutanlığına götürülerek 13 Haziran 1944 günü Askerî Tutuk ve Cezaevi’nin hücresine kapatılmıştır. Burada beş ay tutuklu kalan Türkeş, rahatsızlığı sebebiyle Haydarpaşa Askerî Hastanesi’ne nakledildi ve bir ay süreyle tedavi gördü. Daha sonra sıkıyönetim komutanlığının baskısıyla hastaneden alınarak tekrar Tophane’deki hücresine konuldu. Hücreye döndükten birkaç gün sonra Emniyet Müdürlüğü olarak kullanılan Sansaryan Han’a götürülerek sorgulanmaya başlandı. Yakın tarihimize “Tabutluklar” adı ile geçen, tavanlarında beş yüzer mumluk ampullerin yandığı işkence odalarına kapatıldı. Dönemin Emniyet Müdürü Ahmet Demir ve Savcı Kazım Alöç tarafından Nihal Atsız’a yazmış olduğu mektuplar yüzünden sorguya çekildi. Hükümeti devirmek amacıyla ihtilâl hazırlığı yapmakla suçlandı. Suçlamaları kabul etmeyen Türkeş’in sorgulama sırasındaki ifadeleri ibret vericidir. Türkeş anılarında konuyu şöyle izah etmektedir; “Biz, milliyetçiyiz. Biz bütün Türklerin,dünyada yaşayan Türklerin mutlu olmasını istiyoruz, esaretten kurtulmasını istiyoruz. Yani bu fikir, eğer Turancılıksa; bu fikri taşıyoruz. Biz komünizme karşıyız. Komünizm ideolojisi, beğenmediğimiz bir siyasî ve iktisadî görüştür. Biz milliyetçi yazılar yazmayı, memlekete hizmet kabul ettik. Onun için, Orkun dergisine yazı gönderdim. Nihâl Atsız Bey’le zaman zaman memleket meseleleri üzerine mektuplaştık.” (47) Alpaslan Türkeş, anılarında kendisine yapılan işkenceler hususunda ise şunları söylemektedir; “Acımasızca parmaklarımdan birini yakalayıp, tırnağımı çektiler. Aslında, ben o görevlilere acıyordum. Yönetim, bizi faşistlikle suçluyor ama, tüm faşizan yöntemleri kendileri kullanıyordu. İçimden bu da geçer yahu, diyordum. Memurların gözü bir şey görmüyordu» (48) Turancılık davası, 7 Eylül 1944 günü başladı. Duruşma açıldığında, sıkıyönetim komutanlığının son tahkikat kararı, Savcı Kâzım Alöç tarafından okundu. Kararın başlangıcında yer alan “vatana ihanetleri sabit olanlar...” ibaresi sanıkları daha yargılamadan suçlu ilân ediyordu. Esasında bu üslûp, İsmet Paşa’nın 19 Mayıs Nutku’nun bir taklidinden başka bir şey değildi. Muhakeme sırasında Türkçüler kendilerine yapılan işkencelerden bahsetmişler, rasizm’i (ırkçılık) raşitizm (çocuk hastalığı) olarak telâffuz eden savcı sanıkların ifadelerini mahkeme zabıtlarına geçirtmemiş, itirazları yapanlar ya azarlanmış ya da dışarı atılmıştır. Türk ülkesinde, Türk mahkemelerinde, suçları Türkçülük olanları cezalandırabilmek için çok değişik oyunlar oynanmıştır. İşkence iddialarıyla ilgili olarak Savcı Kazım Alöç’ün şu ifadeleri işkencelerin yapıldığını doğrular 144 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı mahiyettedir : “Biz bunları huzurunuza vatan hainleri, caniler ve katiller olarak getirdik. Bunları Pera Palas Oteli’nde yatıracak değildik. Onlar müstahak oldukları muameleyi görmüşlerdir. Elbette onlara her nevi zulüm yapılmış ve yapılacaktır”. Muhakeme sırasında Alparslan Türkeş ile Mahkeme başkanı arasında cereyan “Türk Birliği” konusundaki tartışma sırasında Türkeş’in geleceğe matuf şu ifade ve tespitleri oldukça dikkat çekicidir; “ ..meselâ, 1917’de olduğu gibi 1965’te veya 1990’da da Rusya’da bir ihtilal zuhur edebilir. O zamana kadar Türkiye harb endüstrisi bakımından da, ilim ve irfan bakımından da ilerlemiş bulunur ve Türkiye’nin de yardımı ile bu birliğe doğru yürünebilir...” 1 Nolu Sıkıyönetim Mahkemesinde, 7 Eylül 1944 ile 29 Mart 1945 tarihleri arasında 65 oturum devam eden yargılama sonunda milliyetçiler muhtelif hapis ve sürgün cezalarına mahkûm olmuşlardır. Davada on üç sanık beraat etti. On sanık ise on yıla kadar çeşitli hapis cezaları aldılar. 148. maddeye muhalefet ile yargılanan Alparslan Türkeş ise 9 ay 10 gün hapse mahkûm olmuştur. Verilen bu karar temyiz edilmiş ve askerî temyiz mahkemesi bu mahkumiyet kararlarını esastan ve usulden bozarak 23 milliyetçinin telgraf ile 26 Ekim 1945 tarihinde tahliye edilmelerini sağlamıştır. Bilâhare davaya 2 nolu Sıkıyönetim Mahkemesi›nde devam edilmiş ve neticede milliyetçilerin hepsi 31 Mart 1947 tarihinde beraat etmişlerdir. Okunması dört saat süren beraat kararında kanunî, fiilî ve vicdanî unsurların geniş bir şekilde tahlile tâbi tutulduğu görülmektedir. Kararda, o günlerde komünizm faaliyetlerinin artmaya başlaması, Sabahattin Ali’nin Nihal Atsız aleyhine dava açması gibi sebeplerle heyecanlanan gençliğin komünistlere karşı duyulan kin ve nefreti izhar etmek istediği anlatılıyor “Bu nümayiş, millî bir ideolojinin millî olmayan bir ideolojiye karşı ifadesinden ibarettir” deniliyordu. Ancak bu kararı veren Ali Fuat Erden, Tümgeneral Kemal Alkan ve Tümgeneral İsmail Berkok hemen tayin edilmişlerdir. Dönemin başbakanı Şükrü Saraçoğlu’nun konuşmasıyla başlayan olaylar zinciri, Nihal Atsız’ın mektuplarıyla devam etmiş, 3 Mayıs 1944 tarihli milliyetçilerin gösterisi ile sona ermiştir. İsmet İnönü’nün 19 Mayıs Nutku ile yeni çehreye bürünen ve çok farklı, maksatlı bir bakış açısıyla “Turancılık Davası”na dönüşen hadiseler Cumhuriyet dönemi Türk siyasî tarihinde önemli bir nirengi noktası olmuştur. İsmet İnönü için olayların ilk ve önemli ismi durumunda olan Atsız, davanın Türkçülüğü yıkmayıp güçlendirdiğini, ancak İsmet İnönü’nün yıkıldığını söylemektedir. (49) Ülkü Ocakları Genel Merkezi 145 www.ulkuocaklari.org.tr 1944 yılı olayları ile ilgili olarak neticede şunlar söylenebilir; Türkiye’de, Kemalist milliyetçilik anlayışından farklı bir milliyetçilik anlayışının yeniden baş göstermeye başlaması 30’lu yıllara tesadüf eder. Bu yeni milliyetçilik anlayışı Türk ırkının tarihî sembollerine ve kan birliğine önem vermektedir. Bu tarz bir anlayış, faaliyetlerinin ve yayınlarının kısıtlı olmasına karşın daha açık ve şiddetli olarak 1939’da gündeme getirilmiştir. Atatürk’ün vefatından sonra kuvvetlenen ve yön değiştiren “tek parti”, “tek şef”, “tek millet” gibi kavramlar yeni bir anlayışa izin verecek türde değildi. Ülkü Ocakları Eğitim Programı 3 Mayıs N. Atsız’a göre «Türkçülüğün gafletten ayrılışı can düşmanlarını tanıdığı dost sandığı hainleri ayırdığı» gündür. Nejdet Sarcar’a göre «en hain düşman komünizme di-kilme” günüdür. (50) Bütün bu tepkiler ve yorumlar içinde ele aldığımız 1944 Türkçülük Davası aslında devlet politikası içinde incelenmelidir. Devletler, politikaları gereği zaman zaman milliyetçi akımları el altında tutmuş, desteklemiş ve hatta kullanmıştır. 1944 yılında bu tür bir davanın başlaması Rusya’nın baskıları ile yakından alâkalıdır. Rusya karşısında tutunabilmek için aradığı desteği bulamayan Türk hükümeti, Alman karşıtı olduğunu göstermek için fırsat kollamıştır. Aranan bu fırsat Nihal Atsız’ın mektupları ile yakalanmıştır. 19 Mayıs Nutku ile olayların büyümesine sebep olan İsmet İnönü’nün asıl amacı bütün dünyanın dikkatini Türkçülerin ve Turancıların nasıl ezildiklerine çekmek ve dış politikadaki çelişkili uygulamalarından dolayı ortaya çıkan hatalarını örtbas etme gayretinden ibarettir. İnönü’nün 1944 olayı karşısındaki tavrı ve sertliği ile Rusya’ya şirin görünebilme çabası içerisindeyken Rus yetkililerinin Türkçülerin ve Turancıların yargılanmalarını maskaraca bir oyun olarak görmeleri dönemin siyasî iktidarı adına büyük bir gaftır.(51) Bu olay milliyetçilerin mağdur olmasıyla sonuçlanmış ancak bu mağduriyet milliyetçilere darbe olmamış, bilâkis güçlendirmiş ve Türk milliyetçilerine “Kurtuluş Günü” adıyla bilinen, manası, prensipleri ve amacı belirli bir ülkü hâline gelen kutlu bir gün kazandırmıştır. 3 Mayıs’ın ilk yıl dönümü 1945 senesinde o sıralarda Tophane’deki Askeri Cezaevinde tutuklu bulunan bir avuç Türkçü tarafından örtüsüz bir masa etrafında yapılan bir toplantı ile anılmış, daha sonraki yıllarda ise çeşitli törenlerle kutlanmıştır. 3 Mayıs’ın mağdurlarından Alparslan Türkeş’te bu tarihin “Türkçüler Günü” adıyla kutlanmasını bizzat sağlamış ve bu geleneği hayatı boyunca devam ettirmiştir. Kaynaklar “Nihâl ATSIZ, Çanakkale’ye Yürüyüş Türklüğe Karşı Haçlı Seferi,Baysan Yay., İstanbul,l992.; Nihal ATSIZ, “3 Mayıs 1944” 50.Yıl Türkçülük Armağanı, Akademi Kit., İzmir,l994.;Tevfik ÇAVDAR, Türkiye’nin Demokrasi Tarihi, İmge Yay., Ankara,1995.; Kemal KARPAT, Türk Demokrasi Tarihi, Afa Yay., İstanbul,1996.; Cemil KOÇAK, Türkiye’de Millî Şef Dönemi,İletişim Yay., İstanbul, 1996.; Mustafa MÜFTÜOĞLU, Çankaya’da Kabus,Yağmur Yay., İstanbul,1974.; Mustafa Tatlısu MÜFTÜOĞLU, Milliyetçiliğimizin Meseleleri ve Kurtuluş Yolumuz,Yağmur Yay., İstanbul, 1970.; Hikmet TANYU, Türkçülük Davası ve Türkkiye’de İşkenceler, Altınışık Yay., Kayseri, 1950.; Alparslan TÜRKEŞ, 1944-Milliyetçilik Olayı, Kamer Yay., İstanbul,1992.; Hulusi TURGUT, Türkeş’in Anıları-Şahinlerin Dansı, İstanbul, 1995.; Hulusi TURGUT, “Fırtınalı 80 Yılın Öyküsü Dizisi”, Sabah, 7 Nisan 1997.; Mustafa ÖZDEN, “Atsız ve 1944 Irkçılık-Turancılık Olayı”, Türk Dünyası Tarih Dergisi, Sayı 122, İstanbul, Şubat 1997.; Mustafa ÖZDEN ,”Ölümünün 2l.Yıldönümünde Kuşaklara Öncü Olmuş Büyük Önder: H. Nihal Atsız”, Türk 146 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı www.ulkuocaklari.org.tr Dünyası Dergisi, Sayı 12l, İstanbul, Ocak 1997.; Günay Göksu ÖZDOĞAN,»Türk Ulusçuluğunda Irkçı Temalar: l930 ve 1940›lann Türkçü Akımı»,Toplumsal Tarih, Sayı 29, İstanbul, Mayıs 1996.; R. Oğuz TÜRKKAN; (Haşim Akman Söyleşisi),»Türkeş›in Tırnaklarını Sökmediler», Aktüel, Sayı 302, İstanbul, 23 Nisan 1997.; F.Rıfkı ATAY, «Hak Görünürde Bir Kaygı», Ulus, l8 Mayıs 1944.; Nadir NADİ, «Türk Vicdanının Gür Sesi», Cumhuriyet, 20 Mayıs 1944.; ASIM US, «Hadisenin Sonu», Vakit, 1 Mayıs 1944.; ASIM US,»Türkçülük Fikrinin Tarihi Tekamülünde Kargaşalık», Vakit, 10 Mayıs 1944.; ASIM US, «Vatanseverlik Maskesi Altında Sağ ve Sol İfratçılık», Vakit, 9 Mayıs 1944.; H. Cahid YALÇIN, “Bizde Türkçülük”, Tanin, l8 Mayıs 1944.; H. Cahid YALÇIN, “Gençliğe Mal Edilmek İstenen Bir Hareket Hakkında”, Tanin, 9 Mayıs 1944.; H. Cahid YALÇIN, “Irkçılık ve Turancılık Tahriklerinde Nazilerin Rolü Var mıdır?”,Tanin, 22 Mayıs 1944.; H. Cahid YALÇIN, “Turancılık Hareketi”, Tanin ,l9 Mayıs 1944, Vakit, 7 Mayıs 1944.; Muzaffer ERİŞ “Türkçülük Hareketleri 1939-1944 Mayıs”, 3 Mayıs 1944 50.Yıl Türkçülük Armağanı, Akademi Kit., İzmir, 1994.; Refet KÖRÜKLÜ, “3 Mayıs 1944 Türk Milletinin Devlete Sahip Çıkma Hareketidir”, 3 Mayıs 1944 50.Yıl Türkçülük Armağanı,Akademi Kit.,İzmir,l994.; Reşide SANCAR, “Türkçülük Günü”,3 Mayıs 1944 50.Yıl Türkçülük Armağanı, Akademi Kit., İzmir,1994.; Reşide SANCAR ,”3 Mayıs Türk Kadını”, 3 Mayıs 1944 50.Yıl Türkçülük Armağanı, Akademi Kit.,İzmir,1994.; Bünyamin SARAÇ, “1944 Türkçülük Olayı ve Başvekil Saraçoğlu”, 3 Mayıs 1944 50.Yıl Türkçülük Armağanı, Akademi Kit., İzmir, 1994.;ULUS, 27 Mayıs 1944 VAKİT, 9 Mayıs 1944.;VAKİT, 20 Mayıs 1944.”.. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 147 Ülkü Ocakları Eğitim Programı 3 MAYIS 1944 DAVASI Prof. Dr. E.Semih Yalçın Nihal Atsız’ın Başbakan Saraçoğlu’na Yazdığı Açık Mektuplar Türkiye’nin II. Dünya Savaşına fiilen katılmamış olmasına rağmen, yakın tarihinde geçirdiği en zor dönem 1939-1945 yıllarıdır. II. Dünya Savaşı yılları iktisadî ve siyasî sıkıntıların hat safhaya ulaştığı dönemdir. Avrupa’da savaşın başlaması ile birlikte Türkiye’de kısmî seferberliğe gidilerek bir milyona yakın kişi askere alınmış, savunma ihtiyacı için bir önceki döneme oranla ülke gelirinin büyük bir bölümü ayrılmıştır. Bu gelişmeler ülkede aşırı fiyat artışları, hayat pahalılığı ve temel ihtiyaç maddelerinin yokluğunu meydana getirmiştir. Piyasada aranan temel ihtiyaç maddelerinin yokluğu yanında hükûmetin ordu ihtiyaçları için, elde edilen ürünün belli bir kısmına el koyması ve bunun temini için uyguladığı baskılar, özellikle dar gelirli vatandaşlar üzerinde olumsuz tesirlere yol açmıştı II. Dünya Savaşı’nın iktisadî anlamdaki sıkıntıları, Türkiye’de büyük bir sefalete sebep olmuş, sefaletin artışı ise siyasî buhranı da beraberinde getirmiş, ülkede komünizmin kamçılanmasına ve Kızıl Rusya lehinde propagandaların artmasına sebep olmuştur. Bunun yanı sıra Türk milliyetçiliğinin ilmî ve harsî anlamda merkezi durumunda olan Türk Ocakları’nın 1931 yılında kapatılmış olmasına rağmen Türk milliyetçileri faaliyetlerine son vermemişlerdir. 1931 yılından II. Dünya Savaşı’nın başladığı 1939 yılına kadar milliyetçi faaliyetler el altından yürütülmüştür. Bununla birlikte siyasî iktidarlar milliyetçilik faktörünü amaçları doğrultusunda uygulamaya ve yönlendirmeye çalışılmışlardır. Bütün olumsuzluklara rağmen Türk milliyetçiliği, II. Dünya Savaşı öncesinde birtakım önemli isimlerin yazılarında ve fikirlerinde yaşamış ve temsil edilebilmiştir. 1939 yılında Z. Velidi Togan, Peyami Safa, Ali İhsan Sabis, M.Sadık Aran ve Abdülkadir İnan’nın yazılarını neşrettiği Bozkurt dergisi, 1941 yılında Orhan Seyfı Orhon’un çıkarttığı Çınaraltı dergisi, 1943 yılında yayına başlayan Gökbörü dergisi II. Dünya Savaşı sırasında yayımlanan milliyetçi dergilerdir (1) 148 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı Bu dönemde üniversitelerde okutulan “İnkılâp Tarihi Dersleri” ve “Atatürk İhtilâli” adıyla yayımlanan Mahmut Esat Bozkurt’un kitabı Turan ideallerini çağrıştıran açık ifadeler taşımaktadır. Mesela, “Devlet işlerinin başına devletin kurucusu olan kavimden başkaları gelince o devlet inkıraz bulur. Yani millet istiklâlini kaybeder. Misal mi istersiniz? İşte Abbasiler, işte Endülüs, işte Osmanlılar… Yeni Türk Cumhuriyeti’nin devlet işlerinin başında mutlaka Türkler bulunacaktır. Türk’ten başkasına inanmayacağız” gibi. Bütün bunların yanı sıra asker ve sivil yatılı okullara alınacak öğrencilerin Türk ırkından olması şartı gazetelerde yayımlanarak, okullara giriş şartları arasında yer almıştır.(2) Bütün bu olaylar devletin her alanda milliyetçiliği hatta daha sert bir dille “Turanî idealler ihtiva eden Türkçülüğü” desteklediğinin delili olarak görülmektedir. 5 Ağustos 1942′de TBMM’de kürsüde başbakan Şükrü Saraçoğlu’nun okuduğu programda “Biz Türküz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar bir vicdan ve kültür meselesidir…Biz azalan ve azaltan Türkçü değil, çoğalan ve çoğaltan Türkçüyüz ve her vakit bu istikamette çalışacağız” (3) şeklinde konuşur. İşte bu konuşma 3 Mayıs olaylarının sebebi olarak gösterilen iki mektubun çıkış noktasıdır. 1. Nihâl Atsız’ın Mektupları ve Yankıları II. Dünya Savaşı devam ettiği sırada zamanın başbakanının yukarıdaki konuşması dikkat çekicidir. Atatürk ülküsüne inanmış ve onun çizgisinde bir Türkçü başvekil, Türkiye’de ilk defa görülmektedir. Saraçoğlu’nun bir konuşmasına sığdırdığı bir paragraflık söz dizisi, Türkçü çevrelerde şükran duygularıyla ve çoğunlukla benimsenmiştir (4) Milliyetçi bir dergi olan Orhun, başbakanın milliyetçilik anlayışına kayıtsız kalmaz ve Nihal Atsız başbakana iki açık mektup yazar. Bu mektuplar Orhun’da yayımlanır (5) Bu mektuplarda hain ilân edilen Sabahattin Ali, Millî Eğitim Bakanı Hasan Ali’nin ve çevresinin teşvikiyle hakaret davası açar. Atsız’ın yazdığı mektuplarda ırkçılık ve Turancılık ile ilgili bir şey bulunmamasına rağmen 1944 yılında Sabahattin Ali tahrik edilerek Atsız ve arkadaşları aleyhine açılan dava, mecrasından saptırılarak ırkçılık ve Turancılık davası olarak millete empoze edilmiştir (8) 2. Nihal Atsız’ın Başbakan Şükrü Saraçoğlu’na Yazdığı Birinci Açık Mektup Sayın Başvekil, Hem Türkçü ,hem de başvekil olduğunuz için size bu açık mektubu yazıyorum. Yalnız başvekil olsaydınız bunları yazmak emeğine katlanmazdım. Çünkü Türkçü olmayan bir başvekile hitap etmenin Ülkü Ocakları Genel Merkezi 149 www.ulkuocaklari.org.tr Atsız’ın açık mektupları Cumhuriyet devri basın tarihinde mühim bir yer tutar. Bugünkü Cumhuriyet devrinde serbest yazıp söyleme hususunda birer kahraman kesilen pek çok yazar o günlerde tek parti devrinin ve şahıslarının şakşakçılığını yaparken Atsız’ın bu mektubu yazması çok mühimdir. (6) Cumhuriyet döneminde bir bakan hakkında böyle alenî bir tenkit ne görülmüş ne işitilmiştir. Böyle açık ve şiddetli ithamlara cesaret eden olmamıştır. Bakanları veya başbakanı tenkit etmek ya da takdir etmek yalnız ve yalnız millî şefe ait bir imtiyazdır. Üstelik devrin Millî Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel, İsmet İnönü’nün gözüne girmiş, takdirini kazanmış bir şahsiyettir. Mektupların ilk tesirinden sonra Atsız’ın bu cüretini nasıl ödeyeceği merak konusu olur. Zira Halk Partisi fena sarsılmıştır (7) Ülkü Ocakları Eğitim Programı ne kadar boş olduğunu bilirim. Yalnız bir Türkçü olsaydınız yine yazmaya lüzum görmezdim. Çünkü, faydasız kalacak olduktan sonra,sizden daha eski Türkçülerle yurdun dertlerini her zaman konuşabilirim. Fakat Türkçü olarak idare mekanizmasının başında olduğunuz için sizinle konuşmaktan faydalar doğabileceğine inanıyor,onun için size hitap ediyorum. Millet meclisinde, 5 Ağustos 1942 günü verdiğiniz nutukta : “Biz Türküz,Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve laakal o kadar bir vicdan ve kültür meselesidir.” demiştiniz. Türk tarihi ile uğraşmış bir münevver olarak söyleyebilirim ki ne ırkımızın, ne de devletimizin tarihinde, Türk milliyetçiliği resmî bir ağızdan bu kadar kesin sözlerle hiçbir zaman açığa vurulmamıştı. Bu sözlerin Türkçü çevrelerde nasıl sevinçle karşılandığını anlatmaya lüzum yoktur. Fakat ardından bir buçuk yılı aşan bir zaman geçtiği hâlde biz, bu Türkçülüğün iş alanına geçmediğini görmekten doğan bir sıkıntı içindeyiz. Fikirler iş hâline geldiği zaman manalıdır. Buna ülkü deriz. İş hâline gelmeyecek fikirler ise ham hayalden başka bir şey değildir. Yetmiş yıldan beri işlene işlene bugünkü duruma erişen kuvvetli Türkçülüğün artık tatbikat alanında da kendisini göstermesi zamanı elbette gelmiştir. İşte bu satırların güttüğü istek ,size,Türkçülüğün niçin yalnız sözde kalarak, bugünün imkânları nispetinde iş hâline gelmediğini sormak ve Türkçülük tatbikat sahasına geçmediği için yurdumuzun düşmanı olan fikirlerin nasıl gelişip yayıldığını anlatmaktadır. Bir başvekile hangi sıfat ve cüretle bu soruyu soruyorsun diyemezsiniz. Halkçı bir hükümetin başvekili iseniz, mensup bulunduğunuz, partinin gazeteleri tarafından birçok defa tekrarlandığı gibi rejimimiz demokrat bir rejimse ve siz de birçok defa söylediğiniz gibi halk arasından yetişmiş olmaktaki gururu belirten sözlerinizde samimî iseniz ve eğer Millet Meclisinin azaları hakikaten bizim vekillerimiz iseler, siz de bir başvekil, halk adamı, demokrat, halkçı ve Türkçü olmak dolayısıyla beni dinlemeye mecbursunuz. Yok, bunlar doğru değil de birer gösterişten ibaretse, şüphesiz, benim bu hitabım cüretkârlığı da aşan bir küstahlıktır ve bunun için ilk karşılığı da Orhun’un susturulmasıdır. Sayın Başvekil, Esefle söylemeye mecburum ki, Türkçülük nazariyat sahasında kalmaya devam ederken ,bu milletin ve bu ülkenin düşmanı olan solcu fikirler bazen sinsi, bazen açık yürümekte, propagandasını yapmakta devam ediyor. Hâlbuki sizin Türkçü ve partinizin altı okundan bir tanesinin de milliyetçilik olmasına göre bunun böyle olmaması icap ederdi. Pek uzun konuşarak esastan ayrılmaktansa örnek vererek bugünün gerçeklerini göstermek daha doğru olacağından size memleketimizin, kanunlarımızın milliyetçiliği ile, sizin Türkçülüğünüzle bağdaşması kabil olmayan olayları göstereceğim. Birkaç gün önce Baltacıoğlu İsmail Hakkı’nın Eminönü Halkevinde verdiği bir konferansta mühim bir hadise oldu. Gazetelerin ancak mizah sütunlarında yer alan bu hadiseyi bilmem işittiniz mi? Herhâlde işitmemiş olacağınız bu vakayı ben size kısaca anlatayım: Baltacıoğlu’nun milliyetçilik lehinde söz söyleyeceğini haber alan bazı zümreler (yani solcular, komünistler, yani vatan hainleri), bu konferansta bir hadise çıkarmaya karar veriyorlar, konferans günü salonun sol tarafını (dikkatinizi çekerim!) dolduruyorlar ve konferansçıyı kürsüye geldiği zaman lüzumundan fazla dakikalarca süren alkışlarla ilk nümayişi yapıyorlar. Fakat bu nümayiş alkış şeklinde olduğu için kimsenin aklına kötü bir şey gelmiyor. 150 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı Herkes bunu terbiyesiz bir sevgi gösterisi sanıyor. Konferansın bir yerinde Baltacıoğlu hoşa giden bir jest ve teşbih yaptığı zaman herkes gülümsüyor. Fakat sol taraf bu gülümseyişi kahkahalar şeklinde uzun zaman devam ettiriyor. Yine kimsenin aklına bir şey gelmiyor. Herkes bunu da kıt terbiyelilerin bir gülüşü sanıyor. Fakat biraz sonra Baltacıoğlu Türk tiyatrosundan bahsettiği sırada yine aynı sol tarafta bir öksürme başlıyor, çoğalıyor, gürültü hâlini alıyor. Yine kimse bunun bir komünist nümayişi olduğunun farkında değil. Konferansçı gürültüden dolayı susmaya mecbur oluyor. Herkesin gözü öksürenlerin üzerinde iken sol tarafın en arkasından bir nefer kalkıyor ve öksürenlere doğru: “Üniversite gençleri ! Dinlemeye mecbursunuz !” diye bağırıyor. İşte o zaman salondakiler ilk önceki alkışın, daha sonraki kahkahanın ve şimdiki öksürüklerin manasını anlıyor. Münevver bir Türk olduğu anlaşılan nefer elbiseli gencin sert ihtarı üzerine bir anda öksürmeler kesiliyor ve o anda işi kavrayanlardan milliyetçi bir tıbbiyeli sağ taraftan ayağa kalkarak öksürenlere: “Namussuz komünistler! Milliyetçilik hakkında söz söylendiği için böyle yapıyorsunuz değil mi!” diye haykırıyor. Tabiidir, haysiyet ve namusu bir burjuva uydurması diye telâkki eden komünistlerden kimse bu tahrike aldırmıyor, yalnız kendilerine çevrilmiş olan ateşli bakışlar altında sinip susuyorlar. 0 zaman Baltacıoğlu, nümayişçilere bakarak şöyle diyor: “Korktuğum için sustum sanmayın, sadece acıdığım için sustum”. Hatip konferansına devam ediyor. Kendisine has olan belâgatla komünistliği paçavraya çeviren birkaç söz söylüyor. Artık bu kadarına dayanamayan ve konferansın bitmek üzere olduğunu sezen Marksist taslakları salonu terk etmeye başlıyorlar. Fakat bunu da nümayiş şeklinde ve kastî bir gürültü içinde yapıyorlar. Salonun dışında, holde, ikişer üçer kişilik gruplar hâlinde toplanan bu güruhun arasında merak dolayısıyla dolaşan milliyetçi bir üniversite genci bu taslaklardan birinin Baltacıoğlu’na tulumbacı ağzıyla bir küfür savurduktan sonra: “….bize milliyetçilik dolması yutturacaktı” dediğini işitiyor. Bu sırada içeriye resmî kılıklı dört beş polisin geldiğini görünce taslaklar çabucak sokağa fırlayıp kayboluyorlar. Fakat şaşılacak nokta şu ki : Halk Partisinin bir mebusu Halk Partisi’nin bir müessesesinde vatan ve millet düşmanları tarafından tahkir olunduğu hâlde kimsenin kılı kımıldamıyor. Ne halk evi, ne polis bir takibat veya tahkikat yapmaya lüzum görmüyor. Aynı gece Leylî tıp talebe yurtlarında milliyetçilerle solcular arasında başlayan münakaşa dövüşe binmek üzere iken her iki yerde daima görülen uzlaştırıcı tarafsızların araya girmesiyle mesele kapanıyor. İşte Türkçülüğün hâkim olduğu bir Türk ülkesinde böyle bir olay oluyor. İşin en kötü ciheti de bu nümayişi yapanların hem üniversiteli, hele çoğunun devlet parasıyla talebe yurtlarında okuyan talebeler oluşudur. Demek ki devlet bilmeden koynunda yılan besliyor. Kızıl gözlü, sinsi ve zehirli yılanlar. Bu yılanlar yarın birer doktor olup yurt köşelerinde vazife aldıkları zaman ilk işleri baltalama hareketlerine girmek olacak, vatanı arkadan vuracaklar,bekledikleri kızıl sabahı Türkiye’ye getirecek olan yabancı ordulara ajanlık edeceklerdir. Zaten toplu ve teşkilâtlı bir hâlde daha şimdiden konferanslarda nümayiş yapmaları da bu günden ajanlık etmeye başladıklarının delilidir. Bu nümayişi yapanların arasında, Almanya’ya tahsile gönderilerek komünistlik yaptığı için talebe müfettişi tarafından geri alınan, fakat bazı mebus amcalar sayesinde Ankara üniversitesine doçent olarak giren bir komünistin iki kardeşinin Ülkü Ocakları Genel Merkezi 151 www.ulkuocaklari.org.tr Sayın Başvekil ! Ülkü Ocakları Eğitim Programı bulunması da bilmem ki ibretle bakılmaya değmez mi? Acaba, böyle bir vak’a başka ülkelerde olabilir miydi ? Rusya’da Marksizme, Almanya ve İtalya’da milliyetçiliğe aykırı en ufak bir hareket nasıl karşılık görürdü? Hatta şu küçük Bulgaristan’da Bulgarlık aleyhindeki bir söz veya hareket tasarlaması nasıl karşılanırdı? Her hâlde kökünden kazınmak suretiyle karşılanırdı. Yazık ki anayasamızda yasak edilmiş olan yabancı fikirleri benimseyen ve yarın devlette münevver tabakayı teşkil edecek olan çocuklar milliyetçiliğe karşı geldikleri hâlde onlara bir şey yapmıyoruz. İstanbul’da Türklüğe karşı yapılan küstahlıklar bu kadar değildir. Yine halk evinde İstiklâl Marşı çalınırken ayağa kalkmayan melezler, bir erkek lisesinde Türkçülükle alay ederek: “Arabacı araba olmadığı gibi Türkçü de Türk değildir!” diyen tarih öğretmeni, bir kız ortaokulunda talebesine :”Türk değil misiniz? Allah belânızı versin. Alman veya İngiliz olmadığıma pişmanım”, diyen başka bir tarih öğretmeni hep millî şefimize saldıran, fakat karşılık görmediği için küstahlığını arttırmakta devam eden mikroplardır. Bu mikropların tehlikesini artık örtbas edecek çağda ve durumda değiliz. Vaktiyle Başvekil İsmet Paşa : “Hava tehlikesi vardır en aşağı 500 uçağımız olmalı!” diyerek tehlikeleri olduğu gibi göstermek usulüne koymuş, sizden önceki Başvekil Refik Saydam da : “Devlet teşkilâtı A’dan Z’ye kadar bozuktur, düzeltmek ister” diyerek açık konuşma usulünde bir adım daha atmıştır. Sizde ihtikârla başa çıkamadığınızı, zeytinyağı ticaretiyle uğraşan bazı kimselerin devletin başına belâ olduğunu söylemekle bu çığırda devam etmekte olduğunuzu gösterdiniz. Bunlara bakarak kuvvetle umuyorum ki sizinle açık konuşmak kabildir. Gerek reisicumhur İsmet İnönü gerekse siz nutuklarınızda milletin iş birliğini istememiş miydiniz? İşte ben de sizin samimî sözlerinize bütün millî ve şahsî samimiyetimle cevap vererek işbirliği yapıyor,devlet işlerine yukarıdan baktığınız için ancak aşağıdan görülmesi kabil olan ve sizin nazarınıza ulaşamayan bazı olayları size haber veriyorum. Sayın Türkçü Başvekil ! Yukarıda anlattıklarımı münferit vakalar olarak sayamayız. Solculuk, gördüğü müsamaha ve kayıksızlıktan faydalanarak sinsi sinsi ilerliyor. Liselerde bu fikre saplanmış hastalar görülüyor. Bunlar arkadaşlarına “Yakında hepiniz komünist zindanlarında çürüyeceksiniz!” demek cüretini gösterebiliyor. Yüksek öğretimde bu hastalık daha çok artıyor. Arasına gayrimemnunları, gayritürkleri de alarak büyüyor. Yalnız mahrem ve samimî düşünce hâlinde kalmayarak hareket hâline geçiyor. Boy boy dergiler çıkıyor. Bu dergilerde aynı teranelerle ahlâka, vatan ve şeref duygusuna, millet hakikatına saldırılıyor. Taassupla mücadele ediliyormuş gibi gözükerek mukaddesatla eğleniliyor. Bu dergilerden biri kapatılınca aynı imzalarla bir başkası çıkıyor. Bu işsiz güçsüz serseriler parayı nereden buluyor? Satılmayan bedava dağıtılan dergileri nasıl yaşıyor. Fakat en zorlusu siz bunlara nasıl göz yumuyorsunuz? Dergilerle ve hatta günlük gazetelerle işlenen bu vatan düşmanı fikrin bazen devletçi, bazen vatancı, bazen insancı, bazen ilimci kılıklarla Türk milletini zehirlemesine niçin müsaade ediyorsunuz? 152 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı Niçin bu memlekete istiklâli çok görmüş,onu başkalarına köle etmek istemiş olanlara yüksek makamlarda yer veriyorsunuz? Bunlar demokrasinin icapları ise o zaman memlekette, bilhassa ilmî alanda da geniş bir fikir hürriyeti olması gerekir. Bu sözlerim, demokrasiye has tesamuh ile karşılanırsa daha söyleyecek çok sözlerim vardır. 0 zaman ben size ilmî sahada bile fikir hürriyetinin nasıl olmadığını, bu hürriyeti boğmaya çalışanların kimler olduğunu, bizi başkalarına köle etmek istedikleri hâlde mühim mevkiler işgal edenlerin listesini, Türkçülükle eğlenen, Türk geldiğine pişman olan öğretmenlerin kimler olduğunu söyleyebilirim ve inanın ki sözlerimi şahitler ve maddî deliller ile ispat edebilirim. Fakat bunun için bu ön sözümün karşılanacağını bilmem lâzımdır. Bu sözlerimin göreceği Türkiye’de ciddî bir yazı hürriyetinin olup olmadığını gösterecek, millet fertlerinin hiçbir karşılık beklemeden hükümete yardım etmesi kabil midir bunu ortaya koyacak, sizinde hakikî bir demokrat olup olmadığınızı belirtmek bakımından pek önemli bir sonuç vererek daha birçok karanlık noktaları aydınlanmasına yardım edecektir. Aksi taktirde, eski bir tarihî efsaneyi tanzir ederek diyebilirim ki 700 yıl önce Anadolu’ya gelen 400 arslanakarşılık,bugün 400 koyun hâlinde çadırlarımızı yeniden dererek arslanların geldiği yolun tam dikine doğru yola koyulmamız gerekecektir. Maltepe, 20 Şubat 1944 ATSIZ 3. Başvekil Şükrü Saraçoğlu’na İkinci Açık Mektup Sayın Başvekil, Orhun’un mart sayısında size hitaben yazdığım açık mektup Türkçü çevrelerde çok iyi karşılandı. Yurdun türlü bölgelerinden aldığım mektuplarla telgraflar büyük bir efkârıumumiyeye tercüman olduğumu bana anlattı. Size gelince, bunu sizin de iyi karşıladığınızı biliyorum. Orhun’u okuduğunuz zaman hiçbir şey söylememiş, yalnız acı acı gülümsemiş olsanız bile yine iyi karşılamış olduğunuza inanırım. Çünkü ben o acı gülümseyişin manasını anlarım. Çünkü gönlünüzün bizimle birlikte çarptığına, yurt meselelerini tıpkı bizim gibi düşündüğünüze inancımız vardır. Orhun’un resmî makamlar tarafından tamamen normal karşılanması da Türkiye’de yazı hürriyeti olduğunu göstermek, hükûmetin samimî Türkçülüğünü belirtmek bakımından çok iyi oldu. Çünkü her bakımdan su katılmamış Türk olan Orhun, bir Türk ülkesinde, bir Türk hükûmeti tarafından kapatılamazdı. Türklüğün davasını haykıran, Türklük düşmanları üzerine resmî bakışları çekmek isteyen Orhun gibi bir dergi ancak Türk düşmanlarının hâkim olduğu bir ülkede, maselâ çarların veya haleflerinin ülkesinde kapatılabilirdi. Sayın Başvekil: Hiçbir millet kendi millî yapısına düşman saydığı fikirleri kendi ülkesinde yaşatmaz. Hürriyetin ve demokrasinin ana yurdu olan İngiltere’de bile, savaş başlar başlamaz faşist fırkası lağvedilip azaları hapse atıldı. Bütün dünyada ,yurt düşmanlarına müsamaha gösteren hatta onlara mevki ve salâhiyet veren tek devlet Türkiye’dir. Bu müsamaha devletin kuvvetinden kendine güvencinden de doğabilir. Fakat Türkiye’nin en kuvvetli olduğu çağda, büyük ve şanlı Fatih’in yaptığı müsamahanın sonradan başımıza ne belâlar getirdiği düşünülürse yurt ve millet düşmanlarına müsamaha göstermekteki büyük Ülkü Ocakları Genel Merkezi 153 www.ulkuocaklari.org.tr Bizim anayasamıza göre komünizm Türkiye’de yasaktır ve devletimiz milliyetçi bir devlettir. Türk ırkının hususî yapısına, ahlakî ve millî temayüllerine aykırı olan komünizmi Türkiye’ye sokmak isteyenler millet bakımından soysuz ve namert oldukları gibi kanun nazarında da haindirler. Ülkü Ocakları Eğitim Programı tehlike derhâl anlaşılır. En sağlam gövdeleri yere vuran şey de küçücük birkaç mikrobun o gövdede köprü başı kurmasıdır. Derhâl temizlenmezlerse zamanla çoğalıp uzviyetin can alacak bir noktasını tahrip ederler. Sonrası yıkım ve ölümdür. Türkiye’de komünistler var mıdır sorusu birtakımları tarafından sorulabilir. Şunu unutmamalı ki komünistler hiçbir zaman biz komünistiz diye açıkça kendilerini ortaya vermezler. Onlar Halk Partisi’nin çok elâstiki olan altı okundan halkçılığı alıp kendilerini halkçı yurtseverler gibi ortaya atarlar. Fakat onların hakikî benliğini anlamak için dahi olmaya gerek yoktur. Irk ve aile düşmanlığı, din ve savaş aleyhtarlığı, faşistliğe hücum perdesi altında milliyeti baltalama, yurdumuzdaki azınlıklara aşın sevgi,her şeyi iktisadî gözle görüş onları açığa vuran damgalardır. En büyük düşmanları olan milliyetçilere ırkçılık noktasından saldırmaları ,milliyetçilikte ırkçılığın temel olduğunu bilmelerinden dolayıdır. Temeli yıkılan yapının bir anda çökeceğini de çok iyi kestirmişlerdir. İşte bu usta komünistler,komünizm aleyhtarı ve Türkçü Türkiye’de sinsi sinsi her yere el atmışlar, mühim mevkilere geçmişler, tuttukları köprü başlarından Türkiye’yi tahrip etmek için şiddetli bir taarruza girişmişlerdir. Fakat bunlar sınırlardan gelen mert düşman olmadıkları için kolayca sezilemezler. Bunlar paraşütle inen bozguncu casuslar gibi ülkenin üniformasını giymiş olduklarından her Türk bunları seçemez. Onun için bunlar sinsi silâhlarıyla birçok Türk’ü vurup milliyetçilikten ayırabilirler. Sayın Başvekil! Sözü çok uzatmamak için bu ikinci mektubumda maarif sahasına girmiş olan komünistlerden bahsetmekle iktifa edeceğim. Bunlar vatan düşmanlarına karşı pek kayıtsız davranan Maarif Vekillerinin gafletinden faydalanarak mühim yerlere geçmişler ve oradan zehirlerini saçmaya başlamışlardır. Maarif Vekâleti Türklük düşmanlarına karşı o kadar gaflet içinde bulunuyor ki size yazdığım ilk mektupta talebesine: “Türk değil misiniz? Allah belânızı versin! Alman veya İngiliz olmadığıma pişmanım! ” diyen bir tarih öğretmeninden bahsettiğim hâlde şimdiye kadar bu öğretmenin kim olduğunu araştırmak zahmetine bile katlanmadı. Bununla beraber Maarif Vekâletine hak vermemek de elden gelmiyor. Çünkü onun kullandığı memurlar arasında öyleleri var ki bu zavallı tarih öğretmeni onların yanında vatan kahramanı kadar asil kalıyor. Örnek mi istiyorsunuz?İşte sırasıyla veriyorum: 1) Bugün Maarif Vekâletine bağlı Dil Kurumu azasından ve Ankara’daki Devlet Konservatuarı öğretmenlerinden bir Sabahattin Ali vardır. Hemen hemen bütün kendisini tanıyanların komünistliğini bildiği Sabahattin Ali 1931 yıllarında Konya’da 14 ay hapse mahkûm edilmişti. Sebebi de başta o zamanki Reisicumhur Atatürk olduğu hâlde bütün devlet erkanını ve rejimi tehzil eden manzum bir hezeyanname yazmasıydı. Bazı mısralarını bugünkü bazı mebuslarında bildiği bu hezeyannamenin tamamını Konya’daki adliye arşivinden bulup çıkarmak kabildir. Sayın Başvekil! Buraya bilmecburiye yazarken büyük ıstırap duyduğum iki mısraında (beni mazur görmenizi rica ederim) bu vatan haini şöyle diyordu : İsmet girmedi mi hâlâ hapse Kel Ali’nin boynu vurulmuş mudur? 154 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı Maarif Vekâletinin sevgili memuru bulunan bir komünistin hapse girmesini temenni ettiği İsmet,pek kolaylıkla anlayacağınız gibi o zaman ki başvekil,şimdiki reisicumhur ve hepsinin üstünde İnönü zaferlerinin Başkomutanı İsmet İnönü olduğu gibi,boynunun vurulmasını istediği Kel Ali de, Ayvalık’ta Yunana ilk kurşunu atan alayın kumandanı Ali Çetinkaya’dır. Bu hezeyanları yazan Sabahattin Ali, bugün kültür işlerinin mühim bir mevkiinde,Maarif Vekili Hasan Ali’nin şahsî sempatisi sayesinde, batırmak istediği Türk milletinin parasıyla rahatça yaşamaktadır. 2) Bugün Ankara’daki Dil Fakültesinde folklor doçenti olan Pertev Naili Boratav vardır. Nasıl bir komünist olduğunu bilhassa ben çok iyi bilirim. l936′da Maarif Vekâleti tarafından Asur ve Sümer dilleri öğrenmek için Almanya’ya gönderilmişti. Fakat daha Türkiye’de iken başladığı komünistliği orada azıttığı için arkadaşları Ziya Karamuk (Şimdi Samsun Lisesi müdürü), Fazıl Yinal (Şimdi Ankara’da Arşiv Mütehassısı) ve Şükrü Güllüoğlu (Şimdi İstanbul’da ticaretle meşgul) tarafından kendisine ihtar yapılmış, aldırmayınca resmen şikâyet edilmiş ve Maarif Vekâleti tarafından gönderilen Müfettiş Reşat Şemsettin (şimdi mebus) tarafından suçu sabit görülerek derhâl Türkiye’ye döndürülmüştür. Pertev Naili 6 yıl tahsil ettikten sonra doçent olacaktı. Fakat komünizmin faziletine bakınız ki yarıda kalan iki yıllık bir tahsilden sonra Türkiye’ye dönünce ilk önce maarif vekâletinde bir ambar memuru tayin edilmişken bazı mebusların araya girmesiyle folklor doçentliğine getirildi ve dört yıl daha kazanmış oldu. İlk mektubumda size anlatmış olduğum Eminönü Halkevi’ndeki nümayişte,salonun sol tarafına oturup gürültü çıkaranlar arasında işte bu Pertev Naili Boratav’ın iki tıbbiyeli kardeşi de vardır. 3) Bugün İstanbul Üniversitesi’nin pedagoji enstitüsü başında bir profesörSadrettin Celâl vardır. Türkiye’de bu kürsüye lâyık bir çok kimseler varken onun buraya getirilmesinin sebebi sırf maarif vekili ile arasındaki şahsi dostluktur. 4) Bugün Ankara’daki Dil Kurumu’nun azasından ve geçen devrenin mebuslarından (evet sayın başvekil, partinizin mebuslarından) bir Ahmet Cevat vardır. Türkçeyi tıpkı İstanbul Rumları şivesiyle konuşan bu dilci de 1920 yıllarında Rusya’ya kaçmış ve orada “Türk Komünist Fırkası Merkezi Komitesinin Harici Bürosu” azası olmuştur. Trabzon’da 1921′de halk tarafından linç edilen 16 komünist hakkında Rus komünistlerden Pavloviç’e yazdığı mektubu, Orhun’un 20 Şubat 1934 tarihli dördüncü sayısında neşretmiştim. Pavloviç’in İnkılâpçı Türkiye adı ile 1921 de Moskova’da neşrettiği kitabın 119-121. sayfalarından alınan bu mektubu tekrar neşrediyorum : Aziz yoldaşım Pavloviç, Ülkü Ocakları Genel Merkezi 155 www.ulkuocaklari.org.tr Bu Sadrettin Celâl 1920′de Moskova’daki enternasyonal komünist kongresine Türkiye mümessiliyim diye giden, 1921-1924 yıllarında İstanbul’da Aydınlık diye azgın bir komünist dergisi çıkararak Türk milliyetini baltalamaya çalışan ,Türkiye’de bir sınıf ihtilâli yaparak Türk milletini birbirine kırdırmaya uğraşan, birçok askerî tıbbiyelinin komünist olarak okuldan kovulmasına sebebiyet veren (şimdi Rusça’dan yaptığı tercümelerle edebi komünizm yapan Hasan Ali Ediz ve Anadolu’da bir kasabada mahpus olan Hikmet Kıvılcım bu askerî tıbbiyelilerdir), sonunda bu yüzden kendisi de hapse giren bir vatan hainidir. Bu vatan hainini ve hapisten çıkmış bir sabıkalıyı Türk üniversitesinde pedagoji enstitüsünün başına getirmek şaheser bir gaflettir. Ülkü Ocakları Eğitim Programı 28 Kanunusanide Trabzon civarında vahşicesine öldürülerek denize atılmış olan Yoldaş Suphi ile Türkiye Komünist Fırkasının merkezi komitesi azalarından 4 kişi ve 12 diğer komünist yoldaşlar hakkında sizinle ciddî görüşmek istiyorum. Kaybolan yoldaşlarımız hakkında epey zaman malumat alamadık. Fakat sonra onların Trabzon burjuvazisi tarafından elde edilmiş cellâtlar tarafından öldürüldükleri anlaşıldı. Ta Erzurum’dan başlayarak bizim yoldaşlarımız aleyhinde nümayişler başlamıştı. Halka diyorlar ki: Rusya’dan gelmiş olan komünistler Bolşeviklerdir. Onlar mağazaları kapatmak için geldiler. Kimsenin almak ve satmak salâhiyeti olmayacaktır. Sonra taharriyata başlanacak, herkesin eşyası ve parası müsadere olunacaktır. Komünistler dinsizdir. Allah’a inananların hepsini hapse atacaklardır. Din,ticaret ve hususi mülkiyet Bolşevikler tarafından men edilmiştir. Nümayişçiler arasında burjuvazi tarafından para ile elde edilmiş ve polis teşkilâtı tarafından komünistler aleyhine tevcih edilmiş cahil şahsiyetler çoktu. Bunlar bizim yoldaşlara hücum ederek taşlamışlar ve parça parça etmeye kalkmışlardır. Yolda bizim yoldaşlara kimse ekmek ve atları için yem satmıyordu. Komünistleri müdafaa için hükûmetin tedbir aldığı yalandır. Bizim mevsuk menbaalardan aldığımız haberlere göre polisler ahâliyi dükkânları kapamaya teşvik ettikleri gibi,müdafaasız kalmış olan yoldaşlarımızı taşlamak içinde halkı tahrik etmişlerdir. Bu gibi hücumlara yoldaşlarımız dört yahut beş şehir ve kasabada maruz kalmışlardır. Fakat bu yoldaşlar en vahşî hücuma Trabzon’da uğramışlardır. Bunlar Trabzon’a gelir gelmez ahâlinin bağırıp çağırmaları ve tahrikleri altında limana sevk edilmişlerdir. Burada onların üzerinde bulunan birkaç tabancayı aldılar ve sonra cebren bir motora koyarak denize açıldılar. Bu motorun arkasından ikinci bir motorda sahilden ayrıldı. Bu motorda silahlı adamlar vardı. Bizim arkadaşları bağladılar ve süngüleyip denize attılar. Ve bunların tayfası herkese Türk komünistlerinin denizin dibine gittiklerini anlatıyorlardı. Rusya Şuralar Cumhuriyeti mümessili, yoldaşlarımızı istikbal etmek istemiş, fakat vali buna mani olarak mümessilin evinden çıkmamasını emretmiş. Aksi hâlde halk tarafından parçalanacağını bildirmiştir. Rus mümessilin bu vak’ayı Moskova ve Ankara’ya haber vermesi ve bizim yoldaşların cellâtlar elinden alınmasına çalışması lâzımdı. Fakat yazık ki o sırada Trabzon’daki Rus mümessili cesur bir adam değildi. Trabzon’da bunu bilmeyen yoktur. Motorlar ve sahipleri malumdur. Bu hadisenin Belediye Reisiyle Millî Müdafaa Cemiyeti riyaset divanı tarafından yapıldığı söyleniyor. Burada (Rusyada) ise bu meseleye dair henüz bir karar alınmamıştır. Fakat artık susmak da imkân haricindedir. En iyi ve cesur arkadaşlarımızdan 16 yahut 17 sini kaybettik. Bizimle hemfikir olup cellâtların tecziyelerini istemelisiniz. Trabzon’a gelecek her komünistin öldürülmesine karar verilmiştir. Anadolu burjuvası barbarca yaptığı cinayetlerden mesul olmadığını gördüğünden komünistleri şiddetle takibe devam ediyor. Cellatlar tarafından öldürülmüş olan bizim en değerli yoldaşlarımızı müdafaa etmeyi üzerinize alacağınızı ümit ederim. Komünist selâmları ve hürmetler. 156 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı Ahmet Cevat Türk Komünist Fırkası Merkezi Komitesinin Harici Büro Azası Görülüyor ki Giritli Ahmet Cevat, millî ve dinî geleneklerine çok bağlı olan Trabzon halkının ,din ve mukaddesat aleyhine tahrikat yapan 16 komünisti yok etmesini “Anadolu burjuvalarının barbarlığı!” diye vasıflandırıyorlar. Bu hareketi Türk polisi ve Millî Müdafaa Cemiyeti (yani Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti ) yaptırmış diyerek kurtuluş savaşında önderlik eden ve Halk Partisi’nin başlangıcı olan teşkilâtı tahkir ediyor. l6 serseri gebertildi diye yabancı bir devleti Türkiye işlerine karıştırmaya kışkırtıyor. Bütün bunları yaptıktan sonra da yılan gibi Türkiye’ye süzülerek sizin partinize girebiliyor ve geçen devrede mebusluğa kadar yükseliyor. Şimdi de Türk dilini yaratacak olan Dil Kurumu’nda bütün dillerin Türkçeden çıktığını ispata yeltenecek kadar milliyetçilik yapıyor. Biz buna razı değiliz. Siz,demokrat Türkiye’nin cidden demokrat olduğuna inandığımız başvekili herhâlde milletin arzusunu yerine getireceksiniz. Buna inanıyoruz. Sayın Başvekil! Bu saydıklarım komünist oldukları müspet vak’alar ve vesikalarla bilinen kimselerdir. Yoksa bunların yanında daha birçoklarını saymak her zaman kabildir. Boğaziçi Lisesi’nin son sınıfında iken arkadaşlarına karşı komünizmin müdafaa ve propagandasını yapan,onların millî mukaddesat diye bildikleri şeyleri tahkir eden, “günün birinde hepiniz komünist zindanlarında çürüyeceksiniz” diye mukabil tehdit savuran Doğan Aksoy,nihayet Rusya’ya kaçarken yakalandığı,evrakı arasında Moskova damgalı mektup zarfları bulunduğu, dolabında Lenin vesairenin fotoğrafları yakalandığı ve millî mukaddesata karşı olan hareketleri arkadaşlarının şahitliği ile sabit olduğu hâlde maalesef mahkûm edilmedi. Davada şahit olarak benim de bulunduğum bu komünistin bilakis lise imtihanlarını vermesine müsaade edildi. Şimdi felsefe talebesi olarak üniversitede bulunuyor. Esefle söylemek icap edilmesi gereken bu mikrop,serbest bırakıldı. Sayın Başvekil! Evet! Komünistler gizli propagandalarla ordumuzun arasına kadar sokulmaya çalışıyorlar. Yine esefle söylüyorum ki hükümet bir ordu mensubunu komünistliğe başlamış gördüğü zaman ciddileşiyor da binlerce maarif mensubunu kıpkızıl komünist gördüğü zaman aldırış etmiyor. Maarif şurasında “aile bir zehirdir” diyerek cemiyetimizin temelini yıkmak isteyen bir Sadrettin Celâl’i pedagoji profesörlüğünde tutmakla bütün alay kumandanlarını komünistten seçmek arasında ne fark var? Talim heyeti arasında komünistlerle kaynaşan Dil Fakültesinde solcu doçentlerin yapacağı zarar iki yedek subay talebesinin komünistliğinden bin kere korkunç değil midir? Daha birkaç gün önce İstanbul Tıbbiyesi’nde kimya doçenti Halil, asker talebelere hitaben: “Askerden nefret ederim” diye bağırdı. Bu sözün altında solcu temayülün açığa vuruşunu sezmiyor musunuz? Ülkü Ocakları Genel Merkezi 157 www.ulkuocaklari.org.tr Bunları gören vatanperver Türk çocuklarının kafasından neler geçtiğini bir lâhza düşündünüz mü ? Bu çocuklar bazen bana: “Testiyi kıranla suyu getiren bir olduktan sonra niçin çalışalım ? Niçin yurdumuza bağlı olalım ? ” diye sordukları zaman ben makul bir cevap veremedim. Bu cevabı sizden rica ediyorum. Ülkü Ocakları Eğitim Programı Bu solcuların, artık eski fikirlerinden caymış oldukları da müdafaa makamında söylenebilir. Fakat “sözü namus saymak” hususundaki geleneğimizi “burjuva budalalığı” diye gören komünistlerin verdiği söze inanmak ,vatan ve millet karşısında en büyük gaflet değil midir? Dün dönenlerin yarın yine dönmeyeceklerine hangi teminatla bakabiliriz? Onlar samimî olarak dönmüş olsalar bile vaktiyle işlemiş oldukları suçtan dolayı, hiç olmazsa bugün millet işlerine karışmak hakkından mahrum edilmeli değil mi idiler? Tövbekâr olmuş bir fahişe artık namuslu sayıldığı hâlde, nasıl namuslu ailelerin harimine alınmazsa, eski düşüncelerinden dönmüş olan komünistlerinde devlet harimine alınmamaları gerekirdi. Yüz ellilikler de affedildi. Fakat onlara makinesinde en küçük bir vazife veriliyor mu? Yüz ellikler acaba komünistlere göre daha mı suçludurlar? Unutmamak lâzımdır ki bu komünistler yurdumuzun içinde kalıp devlette yer işgal ettikçe yarın sınırlarda yurdu korumaya koşacak olan Türk çocukları kendileri ve cephe gerilerini emniyette sanmayacaklardır. Acaba hangi düşünce ve hangi taktik ,vatan çocuklarının bu emniyetsizlik duygusunu gidermekten daha üstün tutulabilir? Fransa’da olup bitenler, hükümette yer almış komünistlerin bir vatanı nasıl batırdıklarını parlak bir örnek hâlinde göstermiyor mu? Bu komünistleri ileride Türkiye için seve seve can verecek Türkçü gençlerin tutabileceği yerlerden uzaklaştırmak,farzımuhâl bir mesele doğursa bile, Türk oğullarını ıstırap içinde bırakmaktan doğacak millî zaaf kadar tehlikeli olabilir mi? Sayın Başvekil! Bütün milliyetçi Türkler sizinle beraberdir. Sizden,tarihimizin bu çetin anında vatan düşmanı komünizmin ezilmesini,bir daha baş kaldıramayacak şekilde ezilmesini istiyorlar. Mevcut kanunlar kafi değilse bu bozguncular ocağının kökünü kurutmak için yeni kanunlar yapınız. Kanun, millet vicdanın maskesi olursa manası olur. Millî vicdan vatan düşmanlarının tepelenmesini istiyor. Yurtsever Türk çocuklarının gözü önünde kötü bir örnek olan “komünistlere mevki vermek” usulünü derhâl kaldırınız. Yukarıda verdiğim örnekler yarının neslini yetiştirecek olan maarif sahasının bu mikroplarla nasıl bulaşmış olduğunu gösteriyor. Haydarpaşa Lisesi’ndeki son hadise bu bulaşıklığın görülüp bilinen son delilidir. Bu olaylar karşısında Maarif Vekâletine de bir vazife düşüyor. Bu vazife klâsiklerin tercümesinden, sanki yabancı dil ve hatta Türkçe öğretimi pek yolunda gidiyormuş da sıra kendisine gelmiş gibi bazı liselere konulan Lâtince ve Yunanca derslerinden daha ileri ve üstün bir vazifedir. Bu vazife Türk maarifini öğretmen olsun,öğrenci olsun,bütün komünistlerden temizlemek vazifesidir. Maarif Vekâleti bir yandan ,dersine bir tek gün gelmeyen öğretmenlerden doktor raporu isteyecek kadar güvensizlik gösterirken,bir yandan kanunlarımıza yasak edilen fikirleri Türkiye’ye sokmaya çalışmış olanlara karşı şaşılacak bir güvenle hareket ediyor. Bunu maarif vekâletinin kötü niyetine veya kastî hareketlerine yoramayız. Çünkü o takdirde maarif vekâletinin de vatan ihanetinde ortaklığını kabul etmek icap eder. Bunu, olsa olsa gaflete verebiliriz. Her ne kadar bir ve-kilin gafleti mazur görülmezse de kendisine yapılan ihtarlarla bunu tamir ederek iyi niyetini göstermesi her zaman kabildir. Aksi takdirde vekillik sandalyesinin, dilediğine dilediği mevkii vermek için kurulmuş bir lüks sandalyesi olarak telâkkisi manası çıkar ki bunu da demokrat ve halkçı Türkiye hükümetine yakıştıramayız. Maarif Vekâleti şimdiye kadar İnönü Ansiklopedisi’yle ve birçok kitapların ithafıyla devlet başkanına olan bağlılığını göstermeye 158 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı çalıştı. Bu bağlılığın samimî olduğunu ispat zamanı gelmiştir. Millî şefe karşı o hezeyanları yazmış olan vatan haini başta olmak üzere bütün bu saydığım komünistleri hâlâ mühim vazifelerde tutmak bu bağlılığa tezat teşkil eder. Bağlılığın ispatı için bunların vazifelerine derhal son verilmesi zaruridir. Hatta, şimdiye kadar her nasılsa bir gaflet eseri olarak bunları vazifede tutmaktan doğan utancı silebilmek için bizzat Maarif Vekilinin de o makamdan çekilmesi çok vatanperver bir jest olurdu. www.ulkuocaklari.org.tr Maltepe, 21 Mart 1944, ATSIZ Ülkü Ocakları Genel Merkezi 159 Ülkü Ocakları Eğitim Programı 3 MAYIS 1944 OLAYLARINA İLİŞKİN BAŞBUĞ İLE YAPILAN RÖPORTAJ Sayın Alparslan TÜRKEŞ, 3 Mayıs’ın bir değerlendirmesini yapar mısınız? Alparslan TÜRKEŞ: 3 Mayıs olayları 1944 yılında meydana gelmiştir. O dönemde memleketimiz tek parti diktatörlüğü altındaydı. O zamanki Cumhurbaşkanı merhum İsmet İnönü de “Milli Şef’ ünvanını taşımaktaydı. Bayramlarda büyük şehirlerimizde asılan dövizlerin üzerinde ‘Tek millet, tek parti, tek şef’ yazıları vardı. O günün şartlarında memleketimizde hürriyet ve demokrasi yoktu. Milli Eğitim Bakanlığı’nı meşhur Hasan Ali YÜCEL işgal etmekte; yüksek okullar ve üniversitelere Marksist öğretim üyeleri yerleştirilmiş bulunmaktaydı. Ayrıca Milli Eğitim Bakanlığı tutuklanmış olan marksistlere geniş destek ve yardım sağlamaktaydı. Bu sıralarda yayınlanmakta olan ‘Orkun’ ve ‘Orhun’ isimli dergi zamanın başbakanı Şükrü SARAÇOGLU’na bir açık mektup yayınladı. Bu mektupta çeşitli okullarda, üniversite ve kuruluşlarda yerleşmiş olan marksistler isim isim sayılarak, zamanın başbakanından bunlara neden müsamaha gösterildiği sorulmuştu. Bu şahısların sürekli olarak bulundukları yerlerde marksizm propagandası yaptıkları ve zararlı oldukları belirtilmişti. Böyle bir hareket kamuoyunda çok tesir yaptı. Özellikle yüksek öğrenim gençliği arasında büyük heyecan meydana getirdi. Dergiler elden ele kapışıldı. Bunun neticesi olarak o günün iktidarı, bakanları ve yakın mensupları büyük memnuniyetsizlik duydular. Mektupların yazarı olan Nihal ATSIZ Bey hakkında tanınmış marksistlerden olan ve o sırada Devlet Konservatuarında öğretmen bulunan Sabahattin Ali?nin hakaret davası açmasını temin ettiler. İktidarın resmi yayın organı olan o zamanki Ulus gazetesinin avukatlarını da Sabahattin Ali?nin savunulması ve desteklenmesi için onun emrine verdiler. İşte bu olaylar memleketteki Milliyetçiler arasında büyük yankılar yaptı. Mahkemeler sırasında da gençler Ankara caddelerinde heyecanlı gösteriler yaptılar, komünist eserleri meydanlarda yaktılar. Bunun üzerine iktidar işi tertip yapmaya götürdü ve başta rahmetli Nihal ATSIZ Bey olmak üzere onun kardeşi Necdet SANCAR Bey ve arkadaşlarının evleri arandı. Orhun Dergisi’nin yönetim yeri arandı ve bu kimseler tutuklandı. Suçlama da “Irkçılık” ve “Turancılık” oldu. Birçok işkenceler ve baskılar yapıldı. İstanbul 1 no’lu Sıkıyönetim Mahkemesi’nde 23 sanık hakkında dava açıldı. Fakat mahkeme tarafsız değildi, baskılar altındaydı. Ortada hiçbir suç olmadığı halde, Türkiye Cumhuriyeti Kanunlarında “Turancılık” diye bir suç olmadığı halde, böyle bir suç icad ederek, sanıkların bir kısmı ağır cezalara çarptırıldılar. Fakat o zaman ki Askeri Yargıtay büyük bir adalet misali vererek ve aynı zamanda milli şuurluluk göstererek, mahkemenin kararını bozdu, dava dosyasını da 1 no’lu mahkemeden 2 no’lu mahkemeye sevk etti. 2 no’lu sıkıyönetim mahkemesinde görülen dava neticesinde bütün sanıklar beraat ettiler. Fakat bu olay Türk Milliyetçilerini bir hayli mağdur etti.. Memlekette milliyetçiliği korkulan bir fikir gibi gösterdi. Bundan da marksistler çok faydalandılar, gelişmeler hızlandı. 160 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı Sn. Alparslan Türkeş, 3 Mayıs nasıl “Türkçüler Günü” haline geldi. A. TÜRKEŞ: Bahsettiğimiz davadan sonra dava sanıklarından avukat Said BİLGİÇ Bey 3 Mayıs’ın “Türkçüler Günü” olmasını teklif etti. Onun bu teklifi diğer arkadaşlar tarafından da benimsendi. O zamandan beri her 3 Mayıs günü Türkçüler ve Milliyetçiler kırlara giderek, bugünü bir bayram olarak kabul etmişler, o gün Türk Milliyetçiliğini anlatmaya, çeşitli konferanslar vermeye ve dergilerde bu konuları yazmaya başladılar. “Türkçülük” ve “Türkçüler” kelimelerini biraz açar mısınız? A. TÜRKEŞ: “Türkçüler” derken ‘Türkçülük” ve “Milliyetçilik” aynı anlamdadır değişik bir anlamı yoktur. Yani Türk milletini sevmek, Türk milletinin iyiliğini istemek, hakkını savunmak duygusunun adı ‘Türk Milliyetçiliği”dir. Türkçülüğün başlangıçta bundan biraz daha farklı bir anlamı olmuştur. Türkçülük ifadesi daha ziyade “Türkçenin eski Arapça ve Farsça kelime terkiplerden kurtarılarak halkın konuştuğu Türkçe haline getirilmesi” hareketinin adı olmuştur. Bir nevi “Türkçecilik” tir. Bunun içinde tabii Türklerin esaretten kurtulması, bir bayrak. bir devlet halinde yaşamaları fikride vardır. Daha sonra Türkçülük, milliyetçiliğe yakın bir anlama gelmiştir. Sayın TÜRKEŞ, birkaç yıldır 3 Mayıslardaki tebrik kartlarınızın üzerinde “Türkçülük” kavramının yerine “Milliyetçilik” ibaresinin yer aldığını görüyoruz. Bu bir muhteva değişikliği mi? A. TÜRKEŞ: Bundan önceki sorunuza verdiğim cevaba binaen böylesine bir değişikliğe gittik. Yani “3 Mayıs Türkçüler Günü” değil de “3 Mayıs Milliyetçiler Günü” dedik. İlk Türkçülük hareketlerinin nasıl başladığı hususunda genel ve kısa bir bilgi verir misiniz? A. TÜRKEŞ: İlk Türkçülük hareketleri bilhassa, yayın alanında büyük bir fikir adamı Kırımlı Gaspıralı İsmail Bey tarafından başlatılmıştır. İsmail Bey bundan 120 yıl önce Kırım’ın Bahçesaray şehrinde “TERCÜMAN” isimli bir dergi yayınlamıştır.. Derginin başlık altına ise “Dilde, fikirde, iş de birlik” sözünü yazmıştır. Bununla gerek Rusya gerekse Rusya dışında birlik kurulması gerektiğini ileri sürmüştür ki, bu, o zamanki Türk aydınları arasında çok büyük bir alaka görmüştür. Sn. TÜRKEŞ, Gaspıralı İsmail Bey’in yayın sahasındaki bu faaliyetlerine paralel daha ne gibi yayınlar yapılmıştır o günlerde? Sn. TÜRKEŞ, 3 Mayıs 1944 olayları o günkü iktidarın tutumundan mı yoksa Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin umumi politikasından mı ortaya çıkmıştır? A. TÜRKEŞ: 3 Mayıs olayları neticesindeki mahkemelerde Milliyetçilerin “Irkçılık” “Turancılık” suçlarından yargılandıklarını daha önce söylemiştik. Oysa devletin umumi politikası İnönü’den önce “Turancı” ve bir anlamda “Irkçı” bir politikaydı. Bu olaylardan sonra İsmet İnönü ve etrafındakiler ve o Ülkü Ocakları Genel Merkezi 161 www.ulkuocaklari.org.tr A. TÜRKEŞ: Ona paralel olarak o günlerde Bakü’de “Fürüzat” diye bir dergi yayınlanmıştır. Daha. sonraları İstanbul’da “Türk Yurdu” yayınlandı. Diğer Türk illerinde de buna benzer faaliyetler yapılmıştır. Ülkü Ocakları Eğitim Programı eski tutumu değiştirdiler. Bu olaylardan önce devlet okulları ve askeri okullara öğrenci alınırken yapılan ilanlarda aranan şartlardan ilki “Türk ırkından olmak” idi. Bu yadırganmıyordu. Herkes bu görüşlere mensup olmakla övünüyordu. Sn. TÜRKEŞ, MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası ile 3 Mayıs 1944 olaylarının benzer birçok noktaları var. Bu konunun bir değerlendirmesini yapar mısınız? A. TÜRKEŞ: Hakikaten MHP ve Ülkücü Kuruluşlar davası ile 3 Mayıs olayları arasında büyük bir benzerlik var. Aradan bunca zaman (40 yıl) geçmesine rağmen tekrar açılan davada biz “Turancı” olmakla suçlandık. Aslında Turancı olmak suç değildir. T.C. kanunlarında da böyle bir suç yoktur. Kaldı ki her milliyetçi kendi milletine mensup insanların yabancıların boyunduruğundan kurtulmasını istemesi tabii bir haktır. Yunanlıların Kıbrıs üzerinde yürüttükleri politika da budur ve adı “Enosis” tir. Enosis bir anlamda Yunan Turancılığı demektir. Zaten, Papandreu’nun partisinin adı da Panhelenik Sosyalist Partidir. Panhelenik demek; Yunan Birliği, Yunan Turancılığı demektir. Hiç bir insan kendi milletinin haklarını savunmaktan dolayı suçlanamaz. Bu şerefli bir haktır. Fakat gelin görün ki. Türkiye’de zaman zaman o derecede gafil insanlar kalkıyorlar, kötülemek istedikleri Türk Milliyetçilerini “Bunlar Turancı” vs. diye suçlamaya lekelemeye çalışıyorlar. Sn. TÜRKEŞ, son olarak Türk Milliyetçilerine vereceğiniz bir mesaj var mı? A. TÜRKEŞ: 3 Mayıs milletimizin kurtuluşu. yükselişi, hızla kalkınması ve yaşaması için yegane kuvvet kaynağının Türk Milliyetçiliği olduğunun anlatılması için bir fırsat, bir vesiledir. Ayrıca eskilerin hatalarını anlatmak, onlardan ders alarak bundan sonraki Türk Milleti’nin hayatında o hataların meydana gelmesine imkan vermemek içindüşünülmüş ve bayram yapılmıştır. Türk Milliyetçileri her yıl 3 Mayıs gününü bayram olarak kutlayacaklardır. Türk milletinin kuvvet kaynağı olan Türk Milliyetçiliği ülküsünü gençliğe anlatacaklardır. açıklayacaklardır. Bu ülkünün gerek devlet, gerekse millet hayatında da hakim güç, tek hakim varlık olmasını hedef olarak göstereceklerdir. Türk Milliyetçiliği derken, her zaman söylediğimiz gibi. İslam imanını, İslam ahlak ve faziletiyle Türklük şuurunu esas kabul etmekteyiz. Türk Milleti için bu ikisi birbirinden ayrılmaz. Ancak bugün, Türk milletinin İslamiyete olan bağlılığını istismar ederek İslamiyeti öne sürerek, Türk milliyetçiliğini yıkmak isteyen kışkırtmalarla karşılaşıyoruz. Bunlara katiyen itibar edilmemelidir. “İslamiyet bize yeter. Türklüğe ne gerek var” veya “Milliyetçilik İslamiyete aykırıdır” gibi görüşler düşman oyunudur.Buna kapılanlar düşman oyunlarına alet oluyorlar demektir. Türk Milliyetçileri sınırlarını belirlediğimiz ülkümüzün çizgisi üzerinde olmalıdırlar. Bunu benimsemezlerse bizim yanımızda bulunmamaları icap eder. Bizim yanımızda olanlar gösterdiğimiz yolda gösterdiğimiz ülküye sadık kalarak hareket etmelidirler. 162 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı Türk İslam Ülküsü www.ulkuocaklari.org.tr Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Eğitim Programı Ülkü Ocakları Genel Merkezi 163 Ülkü Ocakları Eğitim Programı TÜRK – İSLAM ÜLKÜSÜ Türk milletinin, iyilik ve güzelliklere diriliş; kötülük ve çirkinliklere karşı direniş ordusu olan ülkücülerin ana felsefesi Türk-İslam ülküsüdür. Bu ülkü??Türk milletini İslam?la, İslam dinini de Türk milleti ile güçlendirmek ve yüceltme ülküsüdür.?? [1][1] Her ülkücü bir Türk olarak ila-yı kelimetullah davasını (Allah?ın adını yayma) yürüten neferdir. ?Türk, dünyanın ve tarihin en eski kavimlerinden biridir. Çeşitli tarihî belgelerden öğreniyoruz ki, bu kavim, aynı zamanda tarihin kaydettiği en medenî ve dinamik içtimaî ırklardan biridir.?[1] [2] İslamiyet?ten öncesine kadar uzanan köklü bir geçmişe sahip olan Türk milleti birçok imparatorluk, devlet ve beylik kurarak tarihe adını yazdırmıştır. Bu yüce milletin Müslüman olduktan sonra yaptıkları da öncesini aratmayacak niteliktedir. İslamiyet 600?lü yıllarda peygamber efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v) tarafından ilân edilmiş bir dindir. Pek çok millet gerek gönül rızası ile gerekse fetih politikaları dâhilinde Müslüman olmuştur. Türk milletinin Müslümanlığı da bir savaşa dayanır. Ancak bu savaş Müslümanlar ve Türkler arasında değil, tek kuvvet bir biçimde Çin?e karşıdır.[1][3]Çin generali Kao Sien-çe ve Taşkent Kralı arasında Taşkent Kralı?nın sınır bekçiliği görevini layıkıyla yerine getiremediğinden dolayı yaşanan gerginlik kral ve generalin arasını açmıştır ve generalin kralın üstüne düzenlediği akınlarla Tu-kiuler bertaraf edilmiştir. General Kao?nun elinden kaçmayı başaran kralın oğlunun yardım çağrısına, Doğu İran?ın efsaneye dönüşen Müslüman yöneticisi Ebu Müslim ve Karluklar karşılık vermiştir. Ziyad İbn Salih?in komutasındaki güneye gelen Araplar ve kuzeyden gelen Karluklar Atlaş?ta, Talas Nehri kıyısında Çin ordusuna karşı savaşmışlar ve Çin ordusu bertaraf edilmiştir. Böylelikle, sadece birkaç gün içinde, Orta Asya?nın kaderi belirlenmişti. Orta Asya bir Çin Orta Asyası olacakken İslamiyet?e kucak açmıştı. Karluklar topluluk halinde Müslüman olmaya başlamışlardı. Sonraları da Karahanlı Devleti, Satuk Buğra Han zamanında, resmen Müslüman olan ilk Türk devleti oldu. Türkler özellikle Abbasî döneminde ve sonrasında Müslüman aleminin seyfullahı olma görevini fazlasıyla yerine getirmiştir.[1][4] 11. asırda Türklük, artık İslâm’ın hizmetinde ve “İlâ-yı Kelimetullah” için canla başla çalışacak, birçok İslâm büyüğünün de belirttiği üzere, Eshab-ı Kiram’dan sonra, İslâm’ı yücelten en büyük millet olacaktır. Selçuklu Hakanı Tuğrul Bey, “Sultan-ül Müslimîn” unvanını alacak, “tevhid bayrağını” yücelterek elden ele, nesilden nesîle devredecek, nihayet Osmanoğullarından Yavuz Sultan Selim Han ile “Şanlı Peygamberin Kutlu Vekili” olmakla zirveye ulaşılacak idi. 164 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı Osmanlı Devleti?nin başarısızlıkla sonuçlanan Osmanlıcılık politikasından sonra ilgi gören ümmet anlayışı da Osmanlı Devleti?ne herhangi bir yarar sağlamamıştır. En son hamle olarak başvurulan Türkçülük; Türkiye Cumhuriyeti?ni kuran ideoloji olmaya hak kazanmıştır. Ancak dünden bugüne bu konuda meydana gelen kavram karmaşasına bir açıklık kazandırmak gerekir.1900?lerin başında Türkçülüğün alemdarlığını yapan isimlerin inandığı Türkçülük günümüz manasında Türk-İslam ülküsüne karşılık gelmektedir. ?Türkçülüğün Esasları? adlı eserin yazarı ve Mustafa Kemal Atatürk?ün ??fikirlerimin babası ??diyerek bahsettiği Ziya Gökalp, düşüncesinin esaslarını şu şekilde belirtmiştir: ?Türk milletindenim, İslam ümmetindenim, batı medeniyetindenim.? Son yüzyılda Türk milletinin yetiştirdiği en büyük ilim adamlarından biri olan Ziya Gökalp ülkücü hareketin fikir babalarındandır. Ülkücü hareketin hareket noktasını ana hatlarıyla çizen Ziya Gökalp için, İslam dini milletin özü, Türklük ise millî varlığın adıdır. Ülkücü hareketin ülkedeki Marksist-Leninist hareketlere karşı mücadele verdiği yıllarda Türk İslam ülküsünü damarlarında yaşayan bir başka fikir adamımız da Seyit Ahmet Arvasi?ydi .Arvasi Hoca ülkücü harekete Türklük ve Müslümanlık şuurunu en kuvvetli biçimde aşılamayı başaran yegâne fikir adamımızdır. Seyitlik unvanına da sahip olan (Hz. Muhammed soyundan gelme) Arvasi Hoca , Türk İslam ülküsüne dair görüşlerini naklettiğim veciz yazısında fikir yapısını ifade ederken, Ben kelimesiyle Bizi tarif etmiştir aslında: ?Ben, İslam iman ve ahlakına göre yaşamayı en büyük saadet bilen, Türk milletini iki cihanda aziz ve mesut görmek isteyen ve böylece İslam?ı gaye edinen Türk milliyetçiliği şuuruna sahibim. Benim milliyetçilik anlayışımda asla ırkçılığa, bölgeciliğe ve dar kavmiyet şuuruna yer yoktur. İster azınlıklardan gelsin, isterse çoğunluktan gelsin her türlü ırkçılığa karşıyım. Bunun yanında şanlı peygamberimizin (s.a.v.), ?Kişi kavmini sevmekle suçlanamaz. Kavminin efendisi, kavmine hizmet edendir. “Vatan sevgisi imandandır” tarzında ortaya koydukları yüce prensiplere de bağlıyım. Öte yandan, İslam’ın yakından uzağa doğru bir fetih ile bütün beşeriyeti tevhit bayrağı altında bütünleştirmeye çalışan ilahi sistem olduğuna unutmuyorum. Yine şanlı peygamberimizin(s.a.v.), ?İlim, müminin kaybolmuş malıdır. Nerede bulursa almalıdır arzında formülleştirdiği mukaddes ölçüye bağlı olarak hızla muasırlaşmak gerektiğine inanmaktayım. Bu Türk-İslam Kültür ve medeniyetinin yeniden doğuşu olacaktır. İslam’dan zerre taviz vermeden, yepyeni kadrolar ve müesseseler ile zamanımızın bütün meseleleri, vahyin, peygamber tebliğlerinin ve sünnet yoluna bağlı büyük müçtehitlerin açıklamaların ışığında yeniden bir tahlile ve tertibe tabi tutulabilir. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 165 www.ulkuocaklari.org.tr Türkler sadece askeri anlamda değil, İslam kültürünün yayılması ve bilime yapılan katkılar açısından da İslam Dünyası?na hizmet etmişlerdir. Türkler, Allah?ın adını yayma gayesi ile yaptıkları bu hizmetlerde, kendi özleri olan Türklüğün imzasını da dünya tarihine atmışlardır. Bir Türk şüphesiz ki bir Arap?tan daha farklı bir yöntemle İslamiyet için çalışmaktadır. Türklüğün ve Müslümanlığın bu ortaklığı Türk?İslam kültürünü oluşturmuştur. Bu kültürü koruma ve egemen kılma gayesi de Türkİslam ülküsüdür. Türk-İslam ülküsü son birkaç yüzyıldır zorlu aşamalardan geçmekte ve emperyalizmin oyunları ile bertaraf edilmeye çalışılmaktadır. Ülkü Ocakları Eğitim Programı İnanıyorum ki, hem Türk, hem Müslüman olmak, hem de muasır dünyaya öncülük etmek mümkündür. Ecdadımız bütün tarihleri boyunca bunu denediler ve başarılı oldular. O halde bizler niye bu tarihi misyonumuzu yerine getirmeyelim?? [1][5]Nakledilen sözlerinde Türk İslam ülküsünün kilit noktalarını dile getiren Arvasi Hoca yaşadığı dönem boyunca çevresine ve özellikle üniversitedeki görevi sırasında öğrencilerine bu ülküyü aşılamıştır. Onun elinden yetişen binlerce ülkücü İslam?a ve Türklüğe savaş açan hainlere karşı koymayı başarmış ve ölüme dahi giderken anne ve babalarına yazdıkları mektuplarda[1][6] ??Ben sizlerin bir evladınız olarak, bugüne kadar Cenab-ı Hakkın ve Onun Resulünün, Yüce Peygamberimizin yolundan ayrılmadım. Alın yazımız böyle yazılmış. Kader ne ise onu çekeceğiz. Eğer benim günahım varsa Cenab-ı Allah’ın huzurunda çekmeye hazırım. Şunu hiç bir zaman unutmasınlar ki, Mustafa’lar ölür, Allah davası ölmez, milliyetçilik yaşar.??[1][7] demeyi de bilmişlerdir Türk milleti asırlardır uğruna mücadele verdiği İslam bayrağını hep yükseklerde tutmaya çalışmıştır. Tüm Avrupa’da ve dünyanın bir çok yerinde Müslüman sözcüğünün Türk kelimesi yerine kullanılması alışkanlığı, sadece bu birlikteliğin açık bir kanıtı değil, aynı zamanda Türk İslam ülküsünün de bir başarı göstergesidir. Kaçınılmaz olan gerçek şudur ki [1][8]?Türk milleti ve onun devleti güçlü ise, İslam Dünyası da güçlüdür. Aksi bir durum varsa bütün Türk Dünyası ile birlikte İslam Dünyası da sömürülmektedir.? Bu görüşün kanıtlanması en basit örneklendirmelerle bile mümkündür. Bugün dünya üzerinde Osmanlının hâkimiyetinden çıkan tüm Müslüman topraklarda Müslümanlara uygulanan zulüm ve şiddet aşikârdır. Sadece Filistin ve Irak örnekleri bile Türk’ün gücü ve kuvveti ile İslam ışığının parlaklığı arasındaki orantılı ilişkiyi kanıtlamaktadır. Peki, ülkücü hareketin neferlerine; Türk -İslam kültürünü korumak, Türk -İslam ülküsünü yaşatmak, bu ülküyü başarıya ulaştırmak ve Müslüman Türk milletini her ortamda hâkim ve galip kılmak için ne gibi görevler düşmektedir? Yüzlerce yıllık bir emaneti elinde tutan ülkücü harekete düşen görev ise Türk-İslam kültürüne, medeniyetine, ülküsüne bağlı olmak; Türklüğü bedeni, İslamiyet’i ruhu bilmek; milletini teknolojik hamlelerle dünyanın bir numaralı devleti yapma özlemi ile çırpınmak ve bu uğurda geceli gündüzlü çalışmaktır. Dünya Türklüğünün, İslam âleminin ve mazlum milletlerin ümidi olan bir gençlik haline gelerek içinde bulunduğumuz hazin durumdan Türk İslam âlemini kurtarmak her ülkücünün boynunun borcudur. Bu dava özüdür İslamiyet’in Bu dava güneşi mazlum milletin Bu dava her şeyden her şeyden çetin Bu yolda dert, hüzün, gurbet bizimdir Ahmet ARVASİ 166 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı DİPNOTLAR [1][1]AHMET ARVASİ- TÜRK-İSLAM ÜLKÜSÜ [1][2] AHMET ARVASİ – TÜRK İSLAM ÜLKÜSÜ [1][3] JEAN PAUL ROUX- TÜRKLERİN TARİHİ – sayfa -155 [1][4] AHMET ARVASİ -TÜRKLÜK VE İSLAMİYET [1][5] AHMET ARVASİ, TÜRK İSLAM ÜLKÜSÜ [1][6] MUSTAFA PEHLİVANOĞLU, SON MEKTUBU 7 EKİM 1980 [1][7] MUSTAFA PEHLİVANOĞLU SON MEKTUP-7 EKİM 1980 [1][8] AHMET ARVASİ, TÜRK İSLAM ÜLKÜSÜ www.ulkuocaklari.org.tr KAYNAKLAR: TÜRK -İSLAM ÜLKÜSÜ 1.2.3. CİLTLER -AHMET ARVASİ HASBİHAL-Türkiye gazetesi yayını TÜRKLERİN TARİHİ-JEAN PAUL ROUX MUSTAFA PEHLİVANOĞLU -SON MEKTUP 7 Ekim 1980 Ülkü Ocakları Genel Merkezi 167 Ülkü Ocakları Eğitim Programı NEDEN TÜRK-İSLÂM ÜLKÜSÜ? Seyyid Ahmed Arvasi Neden, şu veya bu ad altında toplanmayı değil de «Türk-İslâm Ülküsü»ne bağlanmayı savunuyoruz? Biz iddia ediyoruz ki, «Emperyalizm», Türk ve İslâm dünyasını yutmak için en az iki asırdan beri korkunç bir tertibin içindedir. Bir taraftan kültür emperyalizmi ile «vatan çocukları» din ve milliyetine yabancılaştırarak kendi emellerine hizmet edecek kadrolar hazırlamakta, diğer taraftan elin ve milliyet duygularını, her şeye rağmen terk etmeyen çocuklarımızı da birbirine düşürmeyi planlamaktadır. Bugün yeryüzünde iki sömürgeci «blok» vardır. Bunlardan biri kara renkli «kapitalist emperyalizm»; diğeri ise bütün fraksiyonu ile «kızıl emperyalizm». Birincisi «çok uluslu şirketlerin» paravanasında, «az gelişmiş veya gelişmekte olan halklara yardım etmek, özgürlük ve uygarlık götürmek» maskesi altında, ikincisi de «ezilen, sömürülen halklara bağımsızlık, özgürlük ve adalet götürmek» maskesi altında, «sınıfsal savaş» sloganı ile «iç savaşlar» çıkarmakta ve «dünya proleterlerinin dayanışması» adı altında işgalini gerçekleştirmektedir. Gerçekten de yeryüzünde ezilen ve sömürülen bir de «üçüncü dünya» vardır. Bu dünya, daha çok Asyalı, Afrikalı irili ufaklı devletlere ve devletçiklere, beyliklere, emirliklere, federasyonlara bölünmüş milletlerden ibarettir. Esef edelim ki, bu insanların sayısı bir buçuk milyardan daha fazladır. İşin ızdırap veren diğer bir yanı da, bu nüfusun çoğunluğunu Müslümanlar teşkil etmektedir. Bunun yanında çok acı bir gerçeği daha belirtelim ki, bu ezilen ve sömürülen Müslümanlar arasında Türk Milleti’nin çok önemli bir bölümü bulunmaktadır. 1970 yılında yapılan bir araştırmaya göre, yabancı boyunduruğunda tam bir sömürge hayatı yaşayan Türk nüfusunun sayısı, Türkiye’mizde bulunan genel nüfusumuzun tam iki katıdır. Emperyalist güçler, fırsat buldukları zaman zorla, bulamadıkları zamanlar ise hile ile İslâm ve Türk dünyasını ele geçirmiş, zenginliklerini yağmalamış, din ve milliyet duygu ve değerlerini tahrip etmiş, direnenleri lekeleme ve imha yoluna, gitmiş, kendine uygun kadrolar yetiştirmiş, bu milletlerin uyanış, diriliş hamlelerini, milli eğitim ve kalkınma plânlarını baltalamış ye bu ülkeleri, «ebedi sömürge» statüsüne mahkûm etmek için elinden geleni esirgememiştir. 168 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı Emperyalist güçler, korkunç bir kültür emperyalizmi programı ile millet çocuklarını millî tarihlerine, millî ve mukaddes kültür değerlerine, millî ülkülerine, millî menfaatlerine, hattâ millî motif ve sembollerine düşman etmekle kalmazlar, kendi değerlerini «bir uygarlık ve ilerilik» unsuru biçimin de onların kafalarına ve vicdanlarda otun urlar. Böylece milli ve mukaddes değerlerle donanımlı milliyetçilerin karşısına, bu değerlere ters düşen «yabancılaşmış kadrolar» çıkarırlar. Bir ülkede, değerler «ikizleşince», kadroların da ikizleşmesi ve çatışması mukadder olur. İşte düşman, bu noktada aktivitesini arttırır. Ülkenin ve milletin «parsellenmesi» için beynelmilel güçleri harekete geçirir. Ülke artık birbirinin gırtlağına sarılmaya hazır kadrolara bölünmüşse, düşman rahatça at oynatabilecek ortamı bulmuş demektir. Düşman, karşısındaki güçleri parçalayarak, onları birbirine düşürerek, kolay yutulur lokmalar durumuna sokmak ister. Meselâ, sanki bir insan, hem «dindar», hem «milliyetçi», hem «medeniyetçi» olamazmış gibi, bu değerleri birbirine zıt programlar durumuna sokarak, hiç yoktan «çatışan güçler» meydana getirir. Bu oyunlarını, o kadar ustaca plânlar ki, tertiplerini anlamak için bazen olayların üzerinden elli veya yüz sene geçmesi gerekir. Meselâ, Osmanlı-Türk Devleti’nin parçalanması ve Orta-Doğu’nun sömürgeleştirilmesi için, dinimizin ve milliyetimizin düşmanları, «din» ile «milliyetçilik» arasında zıddiyet ve düşmanlık duygulan doğurmayı plânlamış olduklarını şimdi itiraf ediyorlar. Serge Hutin adlı bir Fransız masonunun yazdığı «Les Francs- Ma-çons» kitabının 127. sayfasında okuduğumuza göre, İslâm dünyasında masonların, Cemaleddin-i Afgani ve Muhammed Abduh gibi «din politikacılarını» localarına kaydederek onların eliyle «Dini, millî yapılara göre reforme ederek» âlemşümul İslâm dinini bozmak, öte yandan Müslüman Kardeşler (Freres Musulmans) hareketi ile de «islâm’da milliyetçilik yoktur,» propagandası ile milletleri çökertmek ve bu suretle çok kahpece bir plânla birbirine zıt «İslamcı» ve «milliyetçi» sun’i düşman kamplar doğurmak istemişlerdir. Emperyalizm, bizim dünyamızda bu «paradoks»-tan çok istifade ettiğini ayrıca yazmaktadır. Dinimizin ve milliyetimizin düşmanları, din ve milliyet gibi iki mukaddes varlığımızı, birbirine düşman göstermek oyunundan kolay kolay vazgeçeceğe benzemiyor. Bunun için, Türk-İslam kültürüne, Türk-İslâm medeniyetine, Türk-İslâm ülküsüne bağlı, Türklük şuur ve vakarına, İslâm imân, aşk, ahlâk ve aksiyonuna sahip, Türklüğü bedeni, İslâmiyet’i ruhu bilen, milletini teknolojik hamlelerle dünyanın bir numaralı devleti yapmak özlemi ile çırpman, dünya Türklüğünün, İslâm dünyasının ve bütün mazlum milletlerin ümidi olmaya namzet bir gençlik yetiştirmekten başka çaremiz yoktur. Din ve milliyet, zıt değerler değildir. Bu sebepten, «sentez», tez ile anti-tez arasında söz konusu olacağına göre, yıllardan beri kullandığımız «Türk-İslâm sentezi» yerine, «Türk-İslâm Ülküsü» sözü daha uygun olur düşüncesi ile kitabımızın adını, «TÜRK-İSLÂM ÜLKÜSÜ» olarak seçtik. Bunu ısrarla kullanacağız. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 169 www.ulkuocaklari.org.tr O halde, Türk milliyetçisine düşen görev, bütün varlığı ile bu oyunu, her şeyden önce kendi yurdunda bozmak olmalıdır. Bu ülkede, sun’i olarak birbirine düşman «güya Türkçü» ve «güya İslamcı» cepheler meydana getirmek isteyen hain ve kahpe oyunların karşısına, bir Müslüman-Türk olarak ve tarihine yaraşır bir biçimde çıkmalıdır. Ülkü Ocakları Eğitim Programı Türkler ve İslamiyet Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Eğitim Programı 170 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı İSLÂMİYET ve TÜRKLER Seyyid Ahmed Arvasi Türkler, en eski devirlerden beri «muvahhit» olan, yani «tek Tanrı’»ya inanan bir milletti. Türk milletine, zaman zaman İran ve Hindistan’dan bulaşan Şamanist, Budist inançlara, hattâ Yahudi ve Hıristiyan itikatlarına rağmen o, daima kültürünün özünde «muvahhit» olma esprisini korumasını bilmiştir. Türkler, asırlarca hep İslâmiyet’i aramış gibidir. Daha önce denediği hiçbir «din» Türk’ün vicdanını tatmin etmemişti. Türkler herhangi bir baskı altında kalmaksızın temiz ve hür vicdanları ile İslâmiyet’i seçtiler, sekizinci yüzyıldan sonra, dalga dalga bu dine katıldılar. Tarihte hiçbir millet bu kadar iştiyakla, bu kadar büyük dalgalar halinde yeni bir dine koşmamıştır. Muvahhit Türk Milleti, İslâmiyet’te «tevhid»in en muhteşemini bulmuş, onunla coşmuş ve âdeta kendinden geçmiştir Türk milletinin vicdanında yatan menkıbelere göre, Abdülkerim Satuk Buğra Han İslâmiyet’i rüyasında bizzat şanlı kurtarıcımız olan Peygamberimizden öğrenmiştir. Milleti ise kendisine itirazsız uymuştur. Böylece İslâm’a 10. yüzyıldan itibaren çok büyük dalgalar halinde katılan Türk milleti, 11. yüzyıldan itibaren İslâm dünyasının siyasî lideri oldu. Tuğrul Bey «Sultan’ül-Müslimin» ilân edildi. 16. yüzyılda da Yavuz Sultan Selim Han ile de «Resul-ü Ekrem» «halifesi» yani kutlu vekili olmakla şereflendi. Nihayet, Türk, İslâmiyet ile o derece kaynaştı ki, Avrupalı, İslâmiyet’e, «Türk’ün Dini» demeye başladı. Daha sonra imparatorluğumuzu yıkmak isteyenler, bu sefer yüce dinimize «Arap’ın Dini» diyerek, güya millî hislerimizi rencide ederek bizi, yüce dinimizden soğutmak istemişlerdi. Oysa, yüce Peygamberimiz bu «İlâhi dini» Arap bedevilerine kabul ettirmek için ne kadar zahmet çekmişlerdi. Hiç şüphesiz, İslâmiyet, şu veya bu «kavmin» dini değildir. O bütün insanlığın haysiyetini kurtarmak için, Ülkü Ocakları Genel Merkezi 171 www.ulkuocaklari.org.tr Karahan Hakanı Abdülkerim Satuk Buğra Han İslâm’la şereflenen ilk Türk hakanı olmuştur. Türkİslâm Ülkücüsü için bu hakanın ismini yaymak ve genç vicdanlara heyecanla işlemek vazifesi düşer. Bu yüce hakanın adı asla unutturulmamalıdır. Ülkü Ocakları Eğitim Programı Allah›ın «âlemlere rahmet olarak» gönderdiği âlemşümul ve ilâhi bir dindir. Her ırk, kavim ve her fert karakterini ve şahsiyetini kaybetmeksizin bu dine girebilir. Hiç kimseye bu konuda bir imtiyaz verilmediği gibi, engel olma yetkisi de verilmemiştir. Bütün bunlarla beraber, İslâmiyet, milletlerarası bir din olmayıp milletler üstüdür. Yani İslâm international değil, üniversaldir. Bunlar arasındaki farkı daha önceden belirtmiştik. İslâmiyet’i kabul etmekle milletler yok olmaz. Aksine güçlenir. İslâmiyet, milletleri inkâr etmez, aksine milleti, nitelikleri içinde tutarak geliştirir. Milli kültürü ve müesseseleri, kendi inanç ve ölçüleri içinde yeniden bir terkibe zorlar. Ondaki küfrü atar, ancak millî şahsiyeti korur. İslâmiyet, kendine aykırı olmama şartı ile «örfe» (Töre›ye) uymayı emrettiğinden milletin üslûbunu yansıtır. Din, sosyal yapıyı bütünü ile etkilediği halde, milletin şahsiyet ve üslûbunu inkâr ve ihmal etmez. Bilâkis, millî şahsiyeti ve üslûbu, getirdiği iman, aşk, aksiyon ve disiplinle gelişmeye götürür. İSLÂMİYET, kültür ve medeniyetlere şekil ve ruh veren bir «üst-sistem»dir. Bu terimi sosyolojiye P. Sorokin getirmiştir; kültür ve medeniyetlere yön veren ve zamana hâkim «dünya görüşü» olarak anlaşılabilir. Evet, İslâmiyet çeşitli kültür ve medeniyetlere biçim veren bir «üst sistem» olarak millî şahsiyete millî değerlere millî töreye önem verir, ancak bunu yaparken kendi gerçeğine aykırı olanlarını ayıklar, sivri noktaları törpüler, Türk millî kültürü, müesseseleri ve töresi, en az bir yıldan beri, İslâmiyet’le iyice kaynaşmıştır. Böylece asla vazgeçemeyeceğimiz Türk-İslâm Medeniyeti doğmuş bulunmaktadır. Ayrıca, bizi bu «medeniyetten» koparmak isteyen ve iki yüzyıldan beri tezgâhlanan oyunları da biliyoruz. İslâmiyet›ten gayri dinlere katılan Türk boylan, maalesef millî kültürlerini kaybederek silinip gitmişlerdir. Hıristiyan olan Hazarlar, Peçenekler, Uzlar, Kumanlar, Macarlar, Bulgarlar... kısa zamanda Türklüklerini kaybetmişlerdir. Öte yandan Tobgaçlar, Budizm’in tesiri ile Çinlileşmişlerdir. Oysa, Müslüman olan Türkler, yalnız İslâmiyet›e hizmet etmekle kalmamışlar, milli şahsiyetlerini koruyarak dünyanın en güçlü devletlerini kurmuşlardır. Türklüğün İslâm’la kaynaşması hem Türk dünyasına, hem İslâm dünyasına karşılıklı faydalar sağlamıştır. Bilhassa Selçuklular ve Osmanlılar döneminde Türk Milletinin ilimde, sanatta din ve ahlâkta gösterdiği gelişme kurduğu büyük medeniyet bütün dünyada hayranlık uyandırmış, tarihin çehresini değiştirmiş, bugünkü birçok medeniyete ışık tutmuştur. Öte yandan Türklüğün İslâm âlemine ve medeniyetine büyük hizmetleri olmuştur. Hizmetin siyasî ve askerî yönü yanında bizzat din hayatına olan yardımı çok önemlidir. Türk dünyasında İmamıA›zamlar, İmam-ı Maturidîler, İmam-ı Buharîler, Büyük mutasavvıf Ahmed Yesevîler, İmam-ı Gazalîler Nizam’ül-Mülkler, Mevlânalar, Yûnuslar Hocazade Efendiler, İmamı Birgiviler, Ahmet Cevdetler... gibi din uluları yetişerek, kitaplığımıza binlerce cilt değerli eserler kazandırdılar, yeni ihtiyarlara, yüce dinimizi mecrasından saptırmadan, çözüm yolları buldular, devletimizi ve milletimizi «devrin en ilerisine çıkarmayı» başardılar. Türkler, İslâm’a hizmet eden en büyük millet olma sıfatını gerçekten hak etmişlerdir. Peygamberimizden ve yüce «sahabî kadrosundan» sonra, bu sıfat gerçekten Türk milletinin hakkıdır. 172 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı Bugün, yukarıda adlarını saydığımız, büyük cedlerimizin kitapları, kitaplıklarda küflenirken ve genç nesiller, çeşitli tertiplerle bu kitapları okumak ve anlamak imkânlarından mahrum edilmişken, piyasada ne idüğü belirsiz kişilerin kitap ve yazıları dolaşmaktadır. Sanki Türk Milleti yeni «ihtida etmiş (Yeni Müslüman olmuş) gibi «nevzuhur» sahte müçtehitlerin kitapları genç nesillerin ellerine veriliyor. Maalesef ülkemizde Ibni Teymiyye, Abdülvahab gibi sapıkların fikirleri, Farmason Cemaleddin-i Afganî, Muhammed Abduh’un görüşleri, yine masonların kontrolünde bulunduğunu önceden bildirdiğimiz «Müslüman Kardeşler» teşkilâtına bağlı yazarların kitapları veya İran’dan kaynaklanan «Fars Emperyalizmine» ait eserler «din adına» okunmaktadır. www.ulkuocaklari.org.tr Öte yandan ecdadımızın meydana getirdiği eserler, yalnız Türk dünyasına değil, bütün İslâm dünyasına, İslâmiyet›i yeni baştan ve dosdoğru öğretecek temiz ve berrak kaynaklar durumundadır ve ne yazık ki gözlere ve dimağlara kapalıdır. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 173 Ülkü Ocakları Eğitim Programı İSLÂMİYET ve TÜRKLER Prof. Dr. Osman Turan “Türkler size dokunmadıkça siz de Türklere dokunmayınız.” (Hazret-i Muhammed S.A.V) Türklerin İslam Dinine Geçişleri Orta-çağlar tarihi, Hıristiyanlık ve İslâmiyet gibi, iki cihanşümul dinin yayılışı, cihan hâkimiyeti ve nizâmı dâvası, birbirleriyle mücadeleleriyle dünya tarihinde müstesna bir ehemmiyet arzeder. Hıristiyanlık Eski-çağların kargaşalık halinde bulunan putperest veya çok tanrılı (polytheiste) akidelerini, Roma’nın materyalist ve manen sukut etmiş hayatını yıkarak beşeriyeti vahdaniyete ve manevî nizâma eriştirmeğe uğraşırken, ondan altı asır sonra gelen, İslâmiyet, daha büyük bir dâva ve kudretle yalnız bu dinin gelişmesine sed çekmekle kalmamış; onu yerleştiği Yakın-şark ve Akdeniz ülkelerinden de söküp atmağa, daha sağlam bir dünya nizâmı ve medeniyet kurmağa muvaffak olmuştur. Zira İslâmiyet, Hıristiyanlığın ana akidelerini bozduğundan, Teslis (üçleme) inancı ile putperestlik tefsirlerinden kurtulamadığına, hayat ve medeniyeti inkâr ederek, beşeriyetin saadeti için zarurî olan, madde-rûh muvazenesini kaybettiğine inanarak bu dini de ilga ediyordu. Materyalizme karşı isyan eden Hıristiyanlık ilme ve medeniyete karşı da şiddetli davrandı. İskenderiye kütüphanesinin yakılması, Şarkî-Roma’nın büyük imparatoru Justinyanus’un Atina Felsefe mektebini kapaması ve bir-Çok ilim adamının öldürülmesi veya İran’a kaçması bu dinin medeniyet ve hayata aykırı mücadelelerinin göze çarpan ilk misallerini teşkil eder. Papalığın, ilim ve akıl ile birlikte, hayatı da inkâr eden otoritesi Orta-çağ Hıristiyan dünyasını bir karanlık devre düşürdü; taassup ve suistimaller üzerinde kurulan bir kilise hâkimiyeti, asırlar boyunca, insanları zulüm ve cendere altında tutmağa çalıştı. Bu durum İslâm medeniyetinin tesiri ile Avrupa’da uyanan ilim ve san’at hareketlerine, XV. asra, kadar devam etti. İslâmiyet ise ilim ve akıl yolunu benimsiyor; Kur’an ve Hazret-i peygamber insanları muhakemeye ve bu vasıta ile ilâhî hikmetleri düşünmeye davet ediyordu. Her basit vak’a karşısında Hazreti İsa’ya isnad olunan mucizelere mukabil Hazret-i Muhammed en büyük mucizesinin Kur’an olduğunu söylüyor 174 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı İslâmiyet, beşeriyeti dalaletten kurtarmak ve hidâyete eriştirmek dâvası ile zuhur etmiş; kendine mahsus bir dünya sulhu ve nizâmını da birlikte getirmiş ve bu suretle yeni bir cihan hâkimiyeti mefkuresi başlamıştı. Hıristiyanların kendi dâvaları için Haçlı seferlerine mukabil İslâmın cihâdı farz kılması da onun dünya görüşünü gerçekleştirmek gayesine matuf idi. Bu sebeple İslâm dini dünyayı Dâr ül-İslâm (İslâm ülkeleri) ve Dâr ül-harb veya Dâr ül-cihâd (gayri müslim memleketleri) olarak ikiye ayırmıştır. Dâr ül-cihâd olan ülkeler ve halklarının İslama tecavüz ve tehditte bulunması cihâdın farz olması sebebi idi. Bu münasebetle cihâd, sanıldığı gibi, mutlak surette gayri müslimlerle savaşmak ve memleketlerini işgal etmek mânasında değildir. Gerçekten İslâmiyet cihâdı emrederken haksız yere bir muharebeyi terviç etmiyor; kendisine bir tehdit ve tecavüz olmadıkça cihâd müsaadesini vermiyordu. Bundan başka Dâr ül-harb’ı Dâr ül-İslâm yapınca da Hıristiyan ve Yahudi gibi Ehl-i kitap kavimlere İslâm hukukunu, nizâmını ve adaletini tatbik ederken onlara âmân veriyor ve “La îkrâhe fi’d-din” (Dinde cebir yoktur) düstûru ile de Zimmilerin dinlerine, ibâdetlerine ve hürriyetlerine dokunmuyor; kilise ve manastırlarına saygı gösteriyor. Zimmilerin durumları, Hazret-i Ömer’in Kudüs’ün fethi münasebeti ile verdiği ahid nâmeye göre bütün kaideleriyle tesbit edilmiştir. Zimmilerin, İslâmlardan farklı olarak, ödedikleri cizye vergisi de askerî mükellefiyetten muaf tutulmalarına bedel sayılıyordu. Zira cihâd farizesi sadece Müslümanlara ait idi. Zimmilere ait bu hükümler Tanzimat’a kadar devam etmiştir. Türkler, yüksek esasları ve ileri medeniyeti ile İslâmiyete girerken bu dinde kendi bu s ve barış anlayışlarını, cihan hâkimiyeti ve nizâmı mefkurelerini buluyor daha derin bir iman ve şevkle ona sarılıyorlardı. Zira bu nizâm hakka, Allah’ın emirlerine uygundur. İslâmiyet, siyasî hudutları ile yeni nizâmını kurduktan sonra, Abbasîler zamanında, aynı sür’at ve kudretle, ilim ve kültür hamlelerine girişmiş ve en yüksek medeniyet seviyesine ulaşarak karanlığa gömülmekte olan dünyaya aydınlık ve saadet getirmişti. Filhakika Hıristiyanlık mîrâs aldığı eski ilim ve medeniyet eserlerini imha ederken İslâmiyet, tamamiyle aksine, kendi sağlam esasları ile, eski Şark, Yunan, İran, Türkistan ve bir miktar da Hindistan ve Çin’in fikir mahsullerini yoğurarak yeni bir Ülkü Ocakları Genel Merkezi 175 www.ulkuocaklari.org.tr ve İslâm’da çok az mucize yer alıyordu. Böylece İslâmiyet ilim ve din, akıl ve iman, madde ve ruh, hayat ve ahiret arasında tam bir muvazene kuruyor; bu suretle insan tabiatına uygun esasları ile beşeriyete medeniyet ve saadet yollarını açıyordu. İslâmiyet bu hüviyeti sayesinde yalnız madde âleminde, tarihin kaydettiği, iki mucizeyi gerçekleştirmiştir. Filhakika dünyanın ücra bir köşesinde yaşayan küçük bir kavim, Hazret-i Muhammet! vasıtası ile üflenen İlâhî ruhun kudreti ile yeni ve büyük bir millet haline inkılâp etmiş; meçhul veya sâde insanlar birdenbire tarihin kahraman ve dâhileri olmuştur. İslâmiyet bu ilâhî kudreti sayesinde Hazret-i Ebubekir’in dehâsı ile hayatiyetini, Hazret-i Ömer’in fetihleri ile de dünyaya yeni ve üstün nizâm getirdiğini ispat ediyordu. Hazret-i Ömer bir avuç Müslüman gazisi ile, 641’de Suriye ve Mısır kıt’alarını fethederek koca Şarkî Roma’nm kanatlarını kırmış; 642’de de büyük Sâsânî imparatorluğunu yıkmıştır. İmparator Heraklius, şaşkın bir durumda, Suriye’yi terketmiş; bir müddet sonra da İran şehinşâhı Yezdîgerd de Türkler nezdinde sığmak bulmak ümidi ile şarka doğru koşmuş ve kaybolmuştur. Böylece İslâmiyet az bir zaman zarfında Atlas sahillerinden Sır ve Sint nehirleri kıyılarına, Kafkas dağlarından Pirene dağlarına kadar yeni bir İslâm dünya nizâmını, yeni bir görüş ve yeni bir hayatı kuruyordu. İşte bu büyük kudret ve fetihler, tarih bakımından, İslâmın birinci mucizesini teşkil eder. Ülkü Ocakları Eğitim Programı medeniyet sentezi vücûda getirmişti. Hıristiyanlık ilmi, hayatı ve medeniyeti inkâr ederken İslâmiyet bunları yükseltiyor; ilim tahsilini bütün Müslümanlara emrediyor; âlim ile câhilin müsavi olamayacağını bildiriyordu. Böylece madde-rûh muvazenesini kurarak Eski çağ kültürlerini, yeni ve yüksek bir medeniyet sentezi ile Yeni çağlara ulaştırma şerefi Hıristiyanlığa değil, İslâmiyete aittir. Hattâ Avrupalılar medeniyetlerinin kaynağı saydıkları eski Yunan’a kavuşmayı bile İslâm medeniyetine borçludurlar. Gerçekten Avrupa XII-XV. asırlar zarfında, İslâm’dan aldığı ilim, kültür ve teknik aşılar sayesinde kendi medeniyetini kurabilmiştir. İşte İslâmiyet’in tarih bakımından ikinci mucizesi de budur. İslâmiyet, Hıristiyanlığı ilga etmekle beraber, başlangıçta Ehl-i kitap olan Rumları (Romalıları) ateşperest İranlılara tercih ediyordu. Filhakika Gök-türk ve Bizans ittifakı karşısında mağlûp olan Sâsânî İmparatorluğu nihayet Avarlar ile birlikte mukabil taarruza geçerek büyük zaferler kazanmış; han orduları, Suriye ve Mısır’ı işgal ettikten sonra, 626’da, Kadıköy’e kadar ilerlemiştir. Bu hâdiseleri Ehl-i kıtab’ın mağlûbiyeti sayan Müslümanların üzüntüsü karşısında nazil olan Rûmsûresinde: “Rumlar yakın bir memlekette mağlup oldu; fakat on yıldan az bir zaman zarfında galip gelecekler ve o gün Müslümanlar sevinecektir” âyetleri ile Müslümanların endişeleri giderilmiştir. Heraklius bu istilâlar karşısında Hazarlar ile ittifak ederek mukabil taarruza geçmiş; Hazar ordusu han’ın yeğeni Şad kumandasında, 627’de, Azarbaycan’ı ve şarkî Anadolu’yu istilâ ederken Rumlar da Irak ve Suriye’de ilerledi; 629’da Kudüs’ü ve şarkta işgal edilen bütün memleketleri kurtardı. Böylece Müslümanlar Kur’an mucizesi ve tebşiratının gerçekleştiğine şâhid olmuşlardır. İslâmiyet, bu kuruluş devresinde, Rumlara karşı sempatisini göstermekle beraber, Orta-çağlar boyunca dünya nizâmını kurmak ve beşeriyeti saadete eriştirmek dâvası karşısında başlıca rakip olarak Hıristiyan dünyasını ve Bizans İmparatorluğu’nu bulmuş; onunla daimî cihâd halinde bulunmuş ve Haçlı taarruzları ile karşılaşmıştır. Bu sebeple İslâm’ın bu sempatisi kuruluş devrine aittir. Nitekim Sâsânî devleti ile birlikte Zerdüşt dini de yıkılıp tarihe karışınca İranlılar, birtakım yıkıcı hareketlere rağmen, İslâm dünyası ve medeniyetinin başlıca rükünlerinden biri haline gelmiştir. Hazret-i Muhammed’in Türklere karşı ilk teveccühünü de bu sebebe bağlamak, Sâsânî İran’ın sarılması ve İslâm istilâsına hazır bir duruma gelmesinde Ak-hun, Gök-türk ve Hazar ordularının kazandığı zaferleri hatırlamak mümkündür. Gerçekten Hazret-i Paygember’in Türkler lehinde rivayet edilen hadîslerinden biri “Türkler size dokunmadıkça siz de onlara dokunmayınız” hadîsi olup Ebû Dâvud Sicistanî’nin Sünen gibi muteber hadîs külliyatında ve pek çok tarihî kaynaklarda yer almıştır. Bundan başka Türklerin bu devirde tek Tanrı inancına erişmeleri ve belki de istikbalde İslama yapacakları büyük hizmetler de bu teveccühte âmil olmuş ve Türkler istilâcı ve ateşperest İranlılara tercih edilmiştir. İslâm’ın zuhuru sıralarında Câhiliyye şâirlerinin Türklerden bahsetmeleri Arapların onları tanıdığına ve dünya hâdiseleri üzerinde tesirlerine vâkif bulunduklarına delâlet eder. Eski Arap âlimleri de Türkler ile İranlılar arasında vukuu bulan muharebeleri ve Sâsânî hükümdarı IV. Hürmüz’ün (cülusu 579) Türk hakanının kızından (Türk-zâd) doğduğunu biliyorlardı. Emevî halifesi III. Yezid (744) dört büyük hükümdarın, yani İran Kisrâ’sı, Türk hakanı, Rûm kayser’i ve Emevî Mervân’ın torunu olduğunu iftiharla söylüyordu. Tüccar bir kavim olan Mekkeliler (Kureyşliler) Suriye seferleri esnasında Türklerin İranlılar ve Bizanslılar ile münasebetlerini öğrenmişlerdi. 176 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı Türklerin kaderi bahis mevzuu olduğu bu devirde İslâm dünyasında büyük bir inkılâp vuku buluyor ve Emevî devleti yıkılarak Abbasîler iktidara geliyordu. Emevîler, Peygamber evlâdlarına yaptıkları zulümleri ile olduğu kadar İslâmın müsâvilik esaslarına aykırı olarak da, Müslümanların kalblerini kırmış ve nefretlerini kazanmışlardı. Filhakika koyu bir Arap milliyetçiliğine saplanan ve dinî duyguları zayıf olduğundan İslâmiyet! de ona vasıta kılan Emevî hanedanı diğer müslüman olan kavimleri Arapların Mevâli (azadlı-köle)si sayıyor ve hakir görüyorlardı. Emevîler zamanında Mâverâünnehir’de Arapların camie ancak silâhlı olarak gitmeleri Emevî hâkimiyetinin yerli halk arasında nasıl karşılandığını belirtmektedir. Emevî halifelerinin en dindarı ve âdili olan Ömer bin Abdülâziz (717-720) Horasan valisi Cerrâh’a müslüman olanları cizye vergisinden muaf tutmasını emretmişti. Fakat vali halifeye Müslüman olduğunu söyleyen kimselerin sünnet olmadığını ve camie sadece vergiden kurtulmak için geldiğini bildiriyordu. Halife ona: “Allah Hazret-i Muhammed’i dine davet için gönderdi; sünnet etmek için değil” cevabını veriyor ve böylece halkı İslâmiyete alıştırmak istiyordu”. Daha sonra İslâmiyeti yaymak isteyen vali Eşres Semerkand’a adam gönderek muhtedilerden vergi alınmayacağını ilân etti. Fakat bu teşebbüsün hazineye verdiği zarar ve dihkan’lar(yerli toprak aristokratların nüfuzlarını muhafaza gayretleri bu kararın değiştirilmesine sebep oldu ve yalnız yeni Müsmanlara tatbik edilirken sünnet olmak, Kur’an’dan bir sûre okumak ve İsmin farzlarını yerine getirmek şartlarına bağlandı. Fakat İslâmlaşma hare-;ti gelişmedi; bilâkis huzursuzluk daha da artarak 728’de isyan başladı. Daha sonra Ülkü Ocakları Genel Merkezi 177 www.ulkuocaklari.org.tr Araplar İran’ı istilâ edip Mâverâünnehir’e dayanınca Türkler ile karşılaşmışlardır. Bu sırada Göktürk imparatorluğu da ikiye parçalanmış ve Çinlilerin istilâsına uğramıştı. Bu durumda gittikçe kuvvetlenerek Gök- türklerden ayrılan Hazar yabguları artık kağan unvanını almış ve Sâsânîlere karşı Bizans İle ittifakı devam ettirmişlerdi. Bununla beraber Garbî Gök-türk hükümdarı Tung yabgu (619630) da bu esnada İran’ın şark vilâyetlerini işgal etti. Fakat bir yandan iç mücadeleler, öte yandan da Çinlilerle savaşlar dolayısiyle Gök-türk devleti Tulu Han’ın (638-651) ölümü ile artık şarkta olduğu sibi, garpte de nihayet bulmuş ve Çin istilâsına uğramıştı. Bununla beraber Türkistan ve Afganistan’da Göktürklere mensup Yabgu, Tekin, Tarhan, Tudun, Afşin ve İhşid unvanlarını taşıyan birtakım mahallî bey ve hükümdarlar Araplara karşı vatanlarını müdafaa ediyorlardı. Fakat, bunlar arasında birlik olmadığından, Kuteybe mühim bir ticaret merkezi olan Bey-kend’den sonra Buhara ve Semerkand şehirlerini aldı. Şâş (Taşkent) istikametinde ilerliyerek bu şehirlerde ilk camileri inşa etti (705-715). Arap ordularının bu ilerlemesi Şarkta ikinci Gök-türk devletinin kuruluşu ve inkişafı zamanına rastlar. Türk hakanı Kapağan (691-716) Garbî Gök-türk boylarını teşkil eden On - Ok (On -boy )1 arı itaata aldıktan sonra, 712 yılında, Semerkand halkının yardım talebi üzerine, yeğeni Göl-tekin kumandasında bir ordu gönderdi. Orhun Kitabeleri onun “Soğdak halkını teşkilâtlandırmak maksadı ile İncü-ügüz (Zerefşân) nehrini geçip Demir-kapı’ya değin” sefer yaptığını söyler. Kitabelere göre Göltekin’in yuğ (matem) merasimine Soğdak (Semerkand halkı), Bukarak (Buhara halkı) ve Berçeker (Pers-Acem) kavimleri temsilciler göndermiştir. Bu kayıtta Mâverâünnehir halkının uzakta bulunan Gök-türk hakanları ile münasebetlerini, 731 yılına kadar, devam ettirdiklerini gösterir. Daha sonra On-ok boylan arasında kuvvetlenen Tür-keşler Araplara karşı mücadeleye devam ediyordu. Fakat bir yandan karışıklıklardan faydalanan Çinlilerin Şarkî Türkistan’a doğru ilerlemeleri, Öte yandan Türkeşlerin hanı Sulu’nun 738’de öldürülmesi ve nihayet Uygur ve Basmillerin isyanları sonunda Şarkî Gök-türk devletinin 744’te yıkılması Türkistan’daki Türk beylerini Araplara karşı Çin’in yardımına muhtaç kıldı. Ülkü Ocakları Eğitim Programı “Türk hâkanı”na ve Semerkant Tarhan(Gûrek)ına mensup kuvvetler, Semerkand ve Buhara müstesna, diğer bölgeleri Araplardan kurtardılar ; 737’de Amu (Ceyhun) nehrine kadar ulaştılar. İşte bu zamanda idi, ki Türkeş han’ı Sulu’nun Sarı Türkeşlerin reisi Köl-çur (Kürsûl) tarafından öldürülmesi Müslümanların Sır-derya kıyılarına kadar ilerlemelerine imkân verdi. Bu durumda Çinliler de, 748 yılında, Kuça’yı ve Şarkî Türkistan’ı işgal ettiler. Oradan Isık göl bölgesine doğru ilerleyip Tokmak şehrini yıktılar; on inlerce asker ve çiftçiyi esir ettiler. Böylece feodal mücadeleler ile parçalanmış Türklerin illerinde ilerleyen Araplar ve Çinliler Orta Asya hâkimiyeti için karşılaşıyorlardı. Emevîlerin şiddet ve koyu milliyetçi siyaseti Türkleri iki düşmanları Çinlilere yaklaştırıyordu. Bu sebeple Çin’in yardımına başvuran Semerkand hükümdarı imparatora gönderdiği mektubunda: “Otuzbeş yıldan beri, fasılasız Arap eşkiyaları ile savaşıyoruz” cümlesi ile başlayarak bu muharebelerden ve Semerkand’ın sukutundan bahsettikten sonra: “Araplara gelince onların kudreti tam bir yüz seneden fazla sürmeyecektir. Bu yıl yüz sene tamamlanmaktadır” diyerek yapılan bir kehâneti de belirtiyordu. Gerçekten Semerkand Tarhanının bu kehâneti gerçekleşiyor; zira Emevî hanedanının sonu yaklaşıyordu. Filhakika Horasan’lı Ebû Müslim, Hilâfet imparatorluğunun şark bölgelerinde, Horasan ve Mâverâünnehir’de, gayri memnunların başına geçerek Emevî devletini yıkmağa ve Abbâsîleri iktidara getirmeğe girişmişti. Bu inkılâp sayesinde İslâm dünyasında artık müsavat ve adâlet devri açılmış ve Türklerin de kaderi değişmişti. Filhakika bu sıralarda Çin istilâsının baskısı ve zulmü artmış; Çin kumandam Kao Şien- çe’nin Taşkent beyi Bağatur Tudun’u hile ile hapsetmesi Türkler arasında bu tarihî düşmanlarına karşı nefreti tazelendirmiş ve kuvvetlendirmişti. Tudun’un oğlu Araplara giderek yardım istedi. Ziyâd bin Salih kumandasındaki Abbasî kuvvetleri, 751 temmuzunda, meşhur Talaş şehri yakınında karşılaştı. Çin ordusu savaşa başlarken Karluklar ansızın harekete geçerek iki ateş arasında kalan Çin ordusu tamamıyla imha edildi; Kao Şien-çe bin kişi ile hayatını zor kurtarabildi Talaş Meydan Muharebesinde hem İslâmiyet, hem de Türkler zafer kazandı. Burada mağlûbiyete uğrayan Çin, iç buhranlara düşerek, bir daha Orta-Asya’ya ve Türklere müdahalede bulunamadı. Aksine Uygur devleti kuvvetlenerek Çin işlerine karışacak bir duruma geldi. Abbasî devletinin iktidara gelmesi üzerine bir yandan Türkistan’da İslâmiyetin yayılması, öte yandan da Türk askerlerinin Hilâfet ordusunda çoğalması Türk milletinin İslâmlaşmasını ve İslâm dünyasına hâkimiyetini hazırlıyordu. Halife Mehdi Türkistan’ın mahallî hükümdarlarına, Semerkand tarhanma, Taşkent tudununa, Uşrusana afşinine, Fergana ihşidine, Sırderya ve Talaş bölgesindeki Oğuz ve Karluk yabgularına, hattâ Uygur (Dokuz-Oğuz) hakanına mektuplar yazarak itaatlarını İstedi. İslâm hudutları dışında kalan hakan ve yabgu-lar müstesna diğerleri muvafakat cevaplarını bildirdiler[5]. Türkistan’a sığınan Emevî aleyhtarı unsurlar orada Şiîliğin de yayılmasına sebep oldular. Kuvvetini bu muhitte toplayan Ebû Müslim’in Bağdad’da idamı Abbâsîlere karşı yeni halk hareketlerine ve Şiîliğin kuvvetlenmesine yardım etti. İlk defa onun mensupları tarafından, 755’te, Mübeyyize veya Sepîd-câmegân hareketi başladı. Emevîlere karşı siyah rengi kabul eden Abbasîler aleyhinde isyan edenler şimdi onların siyah renklerine karşı beyaz bayrak ve elbiseleri giymekle ayaklandıklarını ilân ediyor ve bu sebeple de bu ismi alıyorlardı. Fakat bundan sonra bu taraflarda baş gösteren isyanlarda Ebû Müslim’in öldürülmesi rol oynamış ise de bu vesile ile İran’ın eski Zerdüşt, Mani dinleri ve hususiyle Mazdak’ın komünist fikirleri esas teşkil ediyordu. Nitekim Ebû Müslim hareketine katılanlar arasında 178 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı “Türk” İshak Zerdüşt dinini dirilteceğini bildiriyordu. İbn Mukanna ise Buda ve Hıristiyanlık akidelerinden de faydalanarak, 776’da, Allah’ın büyük peygamberlere, İsa’ya, Muhammed’e ve nihayet Ebû Müslim’den sonra da kendisine hulul ettiğini iddia ediyordu. Onun hareketi Mâverâünnehri hayli karıştırdı. Kendisine karşı sevkedilen Râfi’ de bu kargaşadan faydalanarak isyan etti. Semerkand, Buhara, Taşkent, Hârezm ve Huttalan halkları ve mahallî Türk hâkimleri de bu hareketi desteklediler6. Hattâ Karluklar ve Oğuzlar da bu fırsattan faydalanarak Mâverâünnehir’e doğru ilerlediler. Harun Reşid zamanında Karluklar Fergana’dan çıkarıldı ise de Râfi’in hareketi ancak 810’da bastırıldı. Halife Me’mun’un Fergana’ya gönderdiği bir ordu Kulan şehrine (Evliya-ata civarında) kadar ilerledi7. Burada Şakîk ul-Belhî adlı zâhid bir kimsenin şehid olması seferin gaza mahiyetini ve İslâmiyeti neşir gayesini gösterdi. www.ulkuocaklari.org.tr Bu devirde Çin buhranlar içinde bulunduğu için Türklerin şarktan bir endişeleri yoktu. Hattâ Uygurlar, Buğu Han zamanında (759-780) Çin işlerine müdahale etmiş; Alp Kutluğ Han zamanında (780-789) da Çinlilerle anlaşarak Tibetlileri Kuça’dan çıkarmış; Beş-balığ, Turfan ve Karaşar şehirlerini de tedricen kendi hâkimiyetleri altına almış bulunuyorlardı. Eskiden Gök-türkler idaresinde yaşayan Karluk ve Oğuz yabguları Müslümanlara komşu olarak, devletlerini, istiklâllerini muhafaza ve vatanlarını müdafaa ediyorlardı. Fakat şarkta Uygurlar ve garpta Hazarlardan başka kağanlık derecesinde bir devlet kalmamıştı. Bununla beraber bu yabgularm kuvvetleri karşısında Müslümanlar Taşkent ve daha sonra da Sayran(İspiçap)’da tahkimat yaparak Mâverâünnehri onların istilâlarından koruyorlardı. Hattâ İslâm kaynaklan Taşkent ve Fergana hudutlarında en şiddetli savaşların Türklere karşı yapıldığını ve en kuvvetli hudut teşkilâtının Karluk ve Oğuzlara karşı kurulduğunu, Müslümanların en cesur ve kudretli asker olan Türklere karşı durakladıklarım ve Sır nehrini aşamadıklarını yazarlar . Hazar hakanlığı da İslâmın şimale doğru yayılmasına engel oluyordu. Bununla beraber İslâm dünyası ile devam eden sıkı komşuluk, ticarî münasebetler ve kültür te’sirleri sayesinde İslâm dini Hazarlar arasında çok yayılmış; onların nüfuzunda bulunan İtil Bulgarları da, X. asrın ilk yarısında, toptan İslâmiyeti kabul etmişti. Türk âleminin en uzak ucunda bulunan Tuna Bulgarları da aynı şekilde Hıristiyan olarak Slâvlaştılar. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 179 Ülkü Ocakları Eğitim Programı Türk Cihan Hakimiyeti Ülküsü Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Eğitim Programı 180 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı TÜRK CİHAN HAKİMİYETİ MEFKURESİ CİHAN HÂKİMİYETİ MEFKÛRESİNİN TARİHİ AKİSLERİ Prof. Dr. Osman Turan Türklerin cihan hâkimiyeti ve mefkuresi, ilk defa, büyük bir Türk imparatorluğu kuran Kunlar ile, bilhassa onların hükümdarı Mete ile, başlar. Bu kudretli imparatorluğun hükümdarları mektuplarının başında “Tanrının tahta çıkardığı Kun milletinin büyük Tan-yu veya Şan-yu”su ibaresini kullanırlardı, ki hâkimiyetin semavî (ilâhî) menşeine inanıldığına dair ilk vesikayı teşkil eder. Hun hükümdarları “Tangrı kutu” unvanını taşıyordu. Büyük ve kudretli imparator Mete sulhu korumak maksadı ile ağır fedâkârlıkları göze aldığı halde bir çöl parçası için harbe karar verirken: “Toprak milletin köküdür; onu nasıl verebilirim” dediği rivayeti de milliyet ve vatanperverlik duyguları tarihinde çok eski bir hâdise olarak müstesna bir ehemmiyet arzeder. Hunlar Uzak-şark’tan şarkî Avrupa’ya kadar bütün Türk ve Asya kavimlerini birleştiren, birçoklarım yerlerinden söküp atan ve meşhur Çin şeddinin inşasına sebep olan kendi kudret ve üstünlüklerine inanıyorlardı. Bir Hun imparatoru ecdadının Çinlilere karşı kudretini millî ahlâk ve an’anelerinin üstünlüğü ile izah ediyordu. Bu sebeple de Çin kültür ve âdetlerine rağbeti milletinin esaretine bir başlangıç sayar; bu hususta halkı uyarır ve muharebeleri de sadece milletinin menfaati için yaptığını söyler, ki Türk hükümdarlarına mahsus olan bu millî görüş ve duygular Orhun kitabelerinde daha derin bir his ve hasletlerle meydana çıkar. Kun imparatorluğunun parçalanmasından sonra bir Hun kumandanı, M.S. 304 yılında, devletini tekrar kurmak ve milletini kurtarmak maksadı ile, ileri gelenleri gizlice toplar ve. “Tan-yu’muzun sadece bir unvanı kalmış; beyler Çinlilere esir olmuştur. Bu halde bile 20.000 kişilik bir kuvvetimiz vardır. Neden bu esarete katlanalım ve Çin’deki karışıklıklardan faydalanmayalım” der ve devam ederek “İl-yu-sü cesur ve hükümdar olmağa layık; bütün meziyetleri hâizdir. Eğer Tanrı Kun devletinidiriltmek istemeseydi onu dünyaya yollar mı idi” tarzında düşüncelerini bildirir. Bu nutkun te’siri ile Çin’de oturan Tan-yu’yu davet ettiler ve orada hüküm süren kargaşalıktan faydalanarak onu getirtip tahta çıkardılar. Bütün Hun kumandanları “Tanrının Ülkü Ocakları Genel Merkezi 181 www.ulkuocaklari.org.tr “Atalarımızdandan işittik, ki Garp imparatorluğu (Roma) elçileri geldiği zaman bu bizim için artık yeryüzünü fethedeceğimize delâlet eder.” (İstemi Han) Ülkü Ocakları Eğitim Programı devletlerini korumak için kendilerine yardım ettiğine dair bir delil de Çin’de hüküm süren bu kargaşılığın meydana çıkmasıdır” diyorlardı” . Hunların, esaret devrinde bile, millî şuur ve gururlarını muhafaza ettiklerine ve Tanrı’nın kendilerine yardımcı olduğuna inandıklarına dair şu tarihî kayıt da çok mühimdir. Mağlûp olan bir Kun hükümdarı teslim olmayı red ederken “Şimdi ölürsek dünya durdukça kahramanlık sânımız yaşıyacak; oğullarımız ve torunlarımız başka milletlerin başbuğları olacaktır” beyânı böyle bir durumda bile cihan hâkimiyeti fikrinin ne derece derin bir imanla yaşadığını göstermektedir. Avrupa Hunları da bu mefkureyi göç ve istilâları ile birlikte bu kıt’aya götürmüşlerdi. Bizans elçisi Priskos Hunların, Attilâ’nın ilâhî bir men’şeden geldiğine İnandıklarını, buna itiraz edenlere çok hiddetlendiklerini, dünyanın kendilerine ait olduğu akidesi İle fetih ve savaşlar yaptıklarını ve sarayında bu inancın hüküm sürdüğünü söyler. Daha sonra giden diğer Bizans elçisi Jordanes de Attilâ’nın İlâhî kudret tarafından dünyanın hükümdarı tâyin edildiğine, kılıcını da bu kudretin idare ettiğine inandığım belirtir. Attilâ da diğer Türk kağanları gibi kâhinlere (kamlara) çok itibar eder ve sözlerini dinlerdi. Bir çoban tarafından bulunup kendisine verilen efsânevî kılıcı da Tanrı’nın bir hediyesi sayardı. Hunlar hükümdarlarının Tanrı tarafından gönderildiğine nasıl inanıyordu ise Avrupalılar da öylece onları “Tanrının kılıcı” sayıyor ve günahlarından dolayı kendilerini cezalandırmak için gönderildiklerine kani bulunuyorlardı. Bu inancın Orta-şark hıristiyanlannda ve Müslüman dünyasında da mevcut bulunduğu görülecektir. Oğuz han’ın, Gök-türklerin ve Oğuzların rehberi kurt olduğu gibi Hunlara da göç ve seferlerinde uğurlu bir geyik veya benzeri bir hayvanın önlerinde kendilerine yol gösterdiğine, istilâlarını da bu suretle yaptıklarına inanıyorlardı” . Bu münasebetle aşağıda görüleceği üzere, Süryani Mihael’in Oğuzların kurdu “köpeğe benzer” bir hayvan yapması gibi Avrupalıların da onu geyik sanmalarını hatırlatabiliriz. Gök-türkler, Kunların torunları olup, onların eriştiği millî şuur ve cihan hâkimiyeti mefkuresi tarihte daha müstesna bir mevki işgal eder. Bu hususta bize kadar gelen millî ve yabancı vesikalar çok bol ve değerlidir, ilk Gök-türk kağanı Tuman (Bumin), henüz istiklâl hareketine giriştiği ve yabgu unvanını taşıdığı bir zamanda, M.S. 545 yılında, kendilerine Çin elçisi gelince “Bütün Türkler bununla devletlerinin yükseldiğine inanıyor ve birbirlerini tebrik ediyorlardı”30. Daha sonra gelen Bizans elçisi ile vâki bir konuşma Türklerin cİhân hâkimiyeti düşüncesine bağlı bulunduklarını açıkça meydana koyar. Filhakika garbî Gök-türklerin hükümdarı İstemi Han Bizans İmparotoru Justinianus’a Manyak adlı bir elçi göndermiş; imparator da Ze-markos adlı kendi elçisini, 568′de, hana yollamıştı. Kara-şar şehri şimalinde, yazlık ordugâhı Ak-dağ civarında elçiyi kabul eden Türk hükümdarının görüşme sırasında gözlerinden yaş akar. Zemarkos sebebini sorunca, O: “Atalarımızdan işittik, ki Garp imparatorluğu(Roma-Bizans) nun elçileri geldiği zaman bu, bizim için, artık yeryüzünü fetih ve istilâ edeceğimize delâlet eder” cevabı ile bu sevinç yaşlarını döktüğünü, cihan hakimiyeti inancının daha devletin kuruluşundan önce mevcut olduğunu ve böylece komşu kavimlere de yayıldığını ifâde eder . İstemi han’ın oğlu ve halefi Tardu Han, Ak-hunları kendi hâkimiyetine alan büyük zaferi üzerine, Bizans imparatoruna gönderdiği mektubu: “Dünyada yedi iklim ve yedi ırkın büyük kağanından Romalılar imparatoruna…” ibaresi ile başlar ve bu şuuru belirtir. Avar Hanının mektubu da hemen aynı duygu ve kelimelerle yazılmıştı “. Gök-türklere ait Orhun kitabeleri ise baştanbaşa millî şuur, demokratik ruh, insanlık duygusu ve cihan hâkimiyeti ideali ile dolu olup bu fikirlerin tarihinde misli olmayan bir eserdir. Kitabe: “Üstte mavi 182 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı gök, altta yağız yer ve ikisi arasında kişioğlu yaratılmış; kişi oğullan üzerinde de dedem Bumin ve İstemi kağanlar hükümdar olmuşlardı. Onlardört tarafta bulunan düşmanları idareleri altına almışlar; harpten vazgeçirmişler; başlılarını eğdirmiş ve dizlilerini çöktürmüşlerdi… Böylece sahipsiz ve teşkilâtsız Göktürkleri nizâma koyup hüküm sürmüşlerdir” hitabı ile bu mefkurelerini milletine ve dünyaya duyuruyor; muahhar nesillere miras bırakıyorlardı. Türk hakanı bu esaret devrinin utanç verici manzarasını çizerken de milletine Çinlilerin tatlı sözlerine, yumuşak ipeklerine aldanmamasını, hilelerine karşı uyanık bulunmasını ve Çin’e giderse yok olacağını ısrarla tekrarlamıştır: “Ey Türk milleti! Sen Ötüken’de oturup kervan ve kafileler gönderirsen ebedî devletini muhafaza edersin.Türk kağanı burada oturdukça senin için bir kaygı olmayacaktır” ifâdeleri ile millî şuur ve birliğe sahip olmak sayesinde hiç bir dış tehlikeden korkulmayacağına dair inancını te’yid eder34. Bilge Kağan Ötüken’in mübarek (iduk) bir yer olduğunu, dünyayı idare için de en müsait bir duruma sahip bulunduğunu belirtirken de vatan duygusunun şâ-hâne bir örneğini verir. Türkler arasında bu an’ane o kadar kuvvetli ve yaygındır, ki Kâşgarlı Mahmud da Altay bölgesinin kutsiyetini İslâm dini ile de te’yid ve takviye eder. Nitekim Hazret-i Peygamber’in “Türk’ler Allah’ın ordusu” olduğuna dair kudsî hadîsi bu bölge ile alâkalı olarak kitabına derceder ve Tanrının Türk milletini havası en sağlamolan bu ülkede iskân ettiğini söyler; Türklerde iyilik, güzellik, doğruluk, tatlılık, büyüklere saygı, ahde vefa sadelik ve kahramanlık gibi yüksek vasıfların hâkim olduğunu ve asla kibir yapmadıklarını da ilâve eder35. Çağdaş Bizans tarihçisi Menandros Türklerin bu yüksek hâkimiyet bölgesini, dağlarının azameti ve meyvelerinin bolluğu ile sevdiklerini, buralarda hiç bir zaman bulaşıcı bir hastalık ve zelzele vuku bulmadığını iftiharla söylediklerini, bu sebeple de bu bölgeyi takdis ettiklerini ve burasını en kudretli kağanlara bir kanun ile ayırdıklarını yazar . Böylece Ötüken Türk hâkimiyeti merkezi ve kudsiyeti dolayısıyla Kun, Gök-türk ve Uygurlarca, daha sonra da Moğollarca (Karakorum) kıymet kazanmış ve imparatorluk kurmak için buraya sahip olmak telâkkisi hüküm sürmüştür. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 183 www.ulkuocaklari.org.tr Bilge kağan (716-734) Türk milletinin saadet ve felâketinden haricî bir kuvvetin değil, sâdece kendisinin mes’ûl olduğunu, beylerin kudretli, akıllı, âdil ve millî şuura sahip olması ve halkın da itaatli bulunması sayesinde bir endişe olamıyacağını ileri sürerken yalnız millî şuur değil siyasî düşünceler tarihinde de yüksek bir mevki alır. O, Gök-türk devletinin ilk kuruluş ve yükseliş devrinin gururunu duyduğunu belirttikten sonra, elli yıl süren, Çin esareti zamanına ait acı hâtıraları halka anlatırken de derin millî duygularını, ızdırabını ve milletinin kudretine de sarsılmaz bir imanla inandığını ifâde eder: “Ey Türk ve Oğuz beyleri, milleti dinleyiniz! Üstte gök basmadığı ve altta yer delinmediği halde senin ilini ve türe’ni (devlet ve nizâmım) kim bozdu? İtaatin sayesinde seni yükselten hakîm kağanına ve müstakil devletine fenalık eden sensin. Silâhlı ve mızraklı askerler mi gelip seni dağıttı ve götürdü? Ey mübarek Ötüken halkı! Siz kalkıp şarka ve garba göçtünüz. Kârın şu oldu: Kanın su gibi aktı; kemiklerin dağ gibi yığıldı.Oğulların köle ve kızların câriye oldu” der ve sert ihtarım yapar: “Ey Türk milleti, titre ve kendine dön?* Han bu ifâdeleri ile yer ve gök yıkılmadıkça hiç bir kuvvetin Türk milletini sarsamayacağını; fakat buna rağmen elli yıl süren esaret devrinin kendi kusuru ve bünyesinden ileri geldiğini belirtir. Burada Han’ın mes’uliyet yüklediği halk değil, beyler ve yüksek tabaka hakkında şikâyetçi olduğu aşağıda görülecektir. Zira devletin kuruluşu ve yükselişinde kağanlar daima halkın hissesini millî şuur ve vatanseverliklerini takdirle karşılamış ve bunu belirtmişlerdir. Ülkü Ocakları Eğitim Programı DESTAN VE EFSANELERE GÖRE İSLÂM’DAN ÖNCE TÜRK CİHAN HÂKİMİYETİ MEFKURESİ Prof. Dr. Osman Turan “Oğuz Kağan: Ey oğullarım!Çok savaştım, çok yaşlandım. Gök-Tanrı’ya borcumu ödedim. “ (Oğuz Destanı) Milletlerin yaşayış, düşünüş ve inanışlarını araştırırken millî destan, menkıbe ve efsâneler bazen tarih vesikaları arasında birinci derecede ehemmiyet kazanır. Bunlar yalnız tarihin eksikliklerini doldurmakla kalmaz; içtimaî ruhun akislerini, düşünce ve inançlarını meydana koymak bakımından da çok mühim bir mevki işgal ederler. Bu sebeple Oğuz destanı ile başlamakta isabet vardır. Eski Türklerin veya Oğuzların tarihî fetihlerini destanı bir şekilde anlatan Oğuz-nâme’ye göre ilk cihan hâkimiyeti Oğuz kağan tarafından kurulmuştur. Nitekim destan Oğuz Han’ın Çin, Hindistan, İran, Azarbaycan, Irak, Suriye, Mısır, Anadolu (Rûm), Rus ve hattâ Frenk ülkelerini fethettiğini anlatırken Kun (Hun), Göktürk ve Selçuk devirlerini şümulüne almakta ve hattâ destanın muahhar parçaları Osmanlılara kadar uzanmaktadır. Türklerin ilk fâtih atası, bütün millî nizâm ve müesseselerin kurucusu sayılan Oğuz Kağan semavî bir menşeden gelmiş ve harikulade vasıflara sahip olarak doğmuştur. O, daha çocuk iken birtakım kahramanlıklar yapmış ve kendisi gibi gökten inen bir kız ile evlenmiştir . Destanın İslâmî rivayetine göre Oğuz han daha doğuşunda, Müslüman olmadığı için, anasının südünü emmez. Büyüyünce de bu din ayrılığı onunla babası Kara-han arasında mücadeleye sebep olur. Oğuz han babasına galip gelir; tahta çıkar ve kağanlığını ilân eder. Dört tarafta bulunan bütün kavimlere elçiler gönderek “Ben artık bütün dünyanın Kağanıyım” der ve hepsini kendisine itaata ve tâbiiyete çağırır. Esasen Oğuz han’ın çok akıllı ve keramet sahibi olan müşaviri (veziri) Irkıl-hoca veya Uluğ-türk Tanrının cihan hâkimiyetini kendisine verdiğini de tebşir eder: “Ey Kağanım, Gök-tanrı bütün dünyayı sana bağışlasın”der. Aşağıda görüleceği üzere Allah’ın birçok Oğuz kağan ve sultanlarına dünya hâkimiyetini bağışladığını Korkutata ve İslâm evliyası da müjdelemiştir. Oğuz han ilâhî hâkimiyetini kabul etmiyen milletler üzerine seferlere Çıkıp dünyayı fetheder. Bu fetih hareketlerinde Türk destan ve an’anelerinde mühim bir mevkii olan ve menşe efsânelerine giren Bozkurt (Böri) Oğuz Han’ın da rehberidir. Gökten inen bozkurt: “Ey Oğuz, sen Urum (Roma) üzerine gitmek istiyorsun; ben senin önünde yürüyeceğim” der. Oğuz kurdu takiple sefere çıkar; Urum ve Urus (Rus) hükümdarlarını yener; Çin, Hind, Suriye ve Mısır ülkelerini fetheder . 184 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı Ben sizlere oldum kağan Alalım yay ile kalkan Nişan olsun bize “buyan” Boz-kurt olsun bize “uran” . İslâmî Oğuz-nâmede kurt çıkarılmış ise de Selçuklularla birlikte Yakın-şarka ve Anadolu’ya gelen Oğuzlar destanla birlikte Boz-kurt hikâyelerini de getirmişlerdi. Nitekim XII. asır Süryanî tarihçisi Mihael’e göre: “Yeryüzü Türkleri taşımağa kâfi gelmiyordu. Garba doğru ilerlerken önlerinde köpeğe benzer bir hayvan (kurt) bulunuyor ve onlar da ona yetişemiyorlardı. Bozkurt hareket etmek istediği zaman “Göç” (Yâni, kalkınız!) diye bağırıyor; Türkler de durduğu yere kadar onu takip ediyor ve orada çadırlarını kuruyorlardı. Uzun zaman rehberlik eden kurt nihayet kaybolunca Türkler de artık geldikleri yerlerde oturup kaldılar”, yâni Yakın-şark ve Anadolu’da göçlere son verip yerleştiler ifâdesi ile Oğuzlarla birlikte destanlarının da nasıl geldiğini ve başka milletlerce de bilindiğini meydana koymuştur. Urallardan Avrupa’ya göçen Hunların da önünde kendilerine rehberlik eden bir geyiğin bulunduğu rivayet edilmiştir. Semavî bir nurdan doğan Bugu-han ve evlâdları elindeki kut taşı Uygurların saadetini ve hâkimiyetini sağlıyordu. Bunun elden çıkması da onların Şarkî-Türkistan’a göçmesine sebep olmuştu. Çin kaynakları Göktürkleri Kunlarm torunu gösterir. Tatarların (Cücen veya Avar) hücumuna uğrayan ve imha edilen asîl bir Hun çocuğu Bozkurt tarafından kurtarılmış ve Göktürkler de onunla kurdun nesli olarak türemiştir. Burada tarih ve destan birbirine karışmış; Göktürklerin bayraklarında kurt başı bulunmuştur. Esasen Türk efsâne ve an’anelerinde mühim bir mevkii olan kurt hikâyeleri Hunlara kadar çıkar. Bu sebepledir, ki kurt Türklerce at gibi uğurlu ve hattâ mübarek sayılmış; Kâşgarlı Mahmud ve Dede-Korkut kitabının kaydettiği üzere bu telâkki İslâm devrine kadar gelmiştir . Oğuzlar arasında kurttan başka her boyun kuşlardan ayrı ayrı mübarek (ıduk) sayılan birtakım ongunları da vardı. “ Ülkü Ocakları Genel Merkezi 185 www.ulkuocaklari.org.tr Destan Türk milletini Oğuz Han’ın oğullarından türeyen Oğuz boyları ile Oğuz han’ın kumandanları sayılan Karluk, Kıpçak, Kanglı, Kalaç ve Uygurların nesli olarak bölümlere ayırırken Oğuzların hâkimiyeti altında millî birliği, bu uluslar-arası münasebetleri ve hukukî mevkileri de bir nizâma bağlamıştır. Oğuz dünya hâkimiyetini kurduktan ve ihtiyarladıktan sonra devletini altı oğlu arasında taksim ederken, feodal esaslara rağmen, millî birliği devam ettirmek ister. Gerçekten Oğuz’un her oğlundan doğan dört torunu ile çoğalan yirmi dört boy Oğuz milletini teşkil eder. Oğuzhan’ın üç oğlu Gün, Ay ve Yıldız’dan on iki torunu (boy) sağ; Gök, Dağ ve Deniz’den on iki torunu da sol kolu teşkil eder. Oğuz han hâkimiyeti temsil eden yayı birincilere, tâbiiyeti temsil eden oku da ikincilere vermiştir. Oğuz beyleri ve boylarının siyasî ve hukukî münasebetleri de yayla ok münasebetine göre olduğundan sağdaki Boz-oklar, soldaki Üç-oklara üstündür. Yâni üç-oklar Boz-oklara tâbidir. Bu hukukî kaide Selçuklulara ve hattâ bir dereceye kadar Osmanlılara kadar devam eder. Millî ve yabancı çeşitli kaynaklarda Türk kağan ve sultanlarının boy beylerine, tâbi’ Türk veya ecnebi hükümdarlarına ok göndermeleri kendilerinin yayı ve hâkimiyeti, onların da oku ve tâbiiyeti temsil etmeleri dolayısıyledir. Gönderilen ok aynı zamanda hükümdarın emrini ve huzuruna daveti ifâde etliğinden onu alanlar derhal hakan ve sultanların yanma koşar. Garbı Göktürklere bazan On-ok adı verilmesi de onların büyük kağanlara tâbi’ on boya ve idareye ayrılmaları ile alâkalıdır . Muharebe ve mühim mes’elelerde hakan ok gönderince bütün tâbi’ yabgu ve beylerin iştiraki ile yüksek bir meclis (Kurultay) kurulur ve müzakereler olurdu. Ülkü Ocakları Eğitim Programı Cihangir Oğuz han ile babası Kara-han arasında vukubulan mücadele, M.Ö. III. asır sonlarında, Kun imparatoru tarihî Mete (Modun) ile babası Tuman arasındaki savaşın destanı bir in’ikâsından başka bir şey değildir. Aslında Çin kaynaklarının ilk Türk fâtihi olarak gösterdiği Mete hakkındaki kayıtlan bile daha Hunlar zamanında bu şahsiyetin destanı bir hüviyet kazandığını gösterir. Böylece Oğuz-nâme’nin Hunlar devrine kadar çıktığını belirtmiş oluyoruz. Büyük Hun Tan-yu’su Mete’nin destanda Oğuz han olduğunu gösteren başka sağlam deliller de vardır. Gerçekten Hunlardan Osmanlılara kadar devam eden idarî, siyasî, sağ-sol teşkilâtı tarihî ve destanı bu iki hükümdara atfolunmakta ve bu suretle bu iki şahsiyet birleşmektedir. Mete’nin imparatorluğu yirmi dört kumandana taksimi yirmi dört Oğuz beyi ve boyuna tekabül eder. Her kumandanın maiyetinde 10.000 süvariden müteşekkil bir kuvvet (tümen) bulunması, orduda bundan sonra 1000, 100 ve 10 kişilik birlikler ihdası da Mete’ye isnat olunmuştur. Onun, fetihleri, teşkilâtı ve vatanperverliği cidden milletin kalbinde destanı hüviyeti ile de yaşamasına imkân vermiştir. Destanın Oğuz boylarına tâyin ettiği hukukî mevki ve dereceler Türk cemiyetinde fi’len yaşamış; bu da tarihî kayıtlarla meydana çıkmıştır. Esasen Oğuz han’a ait başka te’sis ve icadlar da vardır. Oğuz han altı oğlu ile birlikte dünyayı fethedip cihangir olduktan sonra ana-yurduna (yurt-i aslî) döndü. Bir “Uluğ Kurultay” topladı. Binlerce hayvan keserek azîm bir toy yaptı; altun bir otağ kurdu. Üç büyük oğlu Boz-oklar sağda, üç küçük oğlu Üç-oklar solda oturdu: “Ey oğullarım! Çok savaştım; artık çok yaşlandım. Düşmanları ağlattım; dostları sevindirdim. Gök-Tann’ya borcumu ödedim” dedi ve yurdunu oğulları arasında taksim etti. Ok-yay münasebetlerine göre Üç-okların Boz-oklara tâbiiyetini bildirdi. Türeye ve birliğe bağlı kalmalarını vasiyet etti. Herbirine ait hukukî mevki (orun) ve damgaları belirtti; onların ongunlarım gösterdi. Destanın İslâmî rivayeti Oğuz handan sonra Sır-derya boylarında yaşiyan Oğuzların ve onların yabgularının hayatlarını içine alır. Onlardan sonra da Selçuklulara ve, muahhar parçaları ile de, Osmanlılara kadar uzanır. Dede-Korkut, Oğuz han tarafından inşa olunan ve yabguların payitahtı olan Yengi-kent şehrinde oturur. Oğuznâme’ye ve Dede-Korkut kitabına göre o çok yaşlı, ak sakallı, çok akıllı ve tecrübe görmüş, keramet sahihi bir insandı. Hanların tâyinlerinde, devlet işlerinin müzâkerelerinde, kurultay ve toylarda başlıca söz sahibidir. Çünkü an’aneye göre Dede-Korkut’un kerametleri, hikmet ve hikâyeleri çoktur; istikbal için ne demişse çıkmıştır. Eski devrin Samanları ve İslâm devrinin evliyası vasıflarını gösteren Dede-Korkut, Oğuz yabgularının başlıyan hâkimiyeti gibi son cihangirliğin de, Oğuz boyları arasında birinci hukukî mevkii bulunan Kayı kabilesine ve Osmanlılara intikal edeceğini de kerameti ile keşfetmiş ve müjdelemiştir. Filhakika Dede-Korkut kitabının başında: “Resul aleyhisselâm zamanına yakın Bayat boyundan Korkut Ata dirler bir er koptu. Oğuz’un ol kişi tamâm bilicisiyidi, ne dirise olurdı. Bir gün Korkut Ata eyirti: Âhir zamanda hanlık girü Kayı’ya değe kimesne ellerinden almaya, âhir zaman olup kıyamet kopmea. Bu didüğü Osman nesüdür. Uşda sürilüp gideyorur…” ifâdesi Korkut-ata’nın kerametleri arasında nakledilmiştir. Dede-Korkut’a affolunan bu keşif ve tebşir ilk Osmanlı vakayi-nâmelerine ve bazı muahhar Oğuznâme parçalarına da intikal etmiştir. Filhakika H. Murad devrine ait türkçe Selçuk-nâme aynen bu metni ihtiva eder ve Şöyle başlar: “Pâdişâhımız Sultan Murad Han, ki eşref-i Âl-i Osman’dur ve padişahlığa enseb ve elyaktır. Oğuzların kalan hanları uruğundan ve Çingiz han uruğunun mecmuundan ulu asil ve ulu sükükdür”. Nitekim tarihî ve destânî rivayetlerde Kayılar daima başta gelmiştir. Osman gazi 186 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı de Selçuklulara karşı Gök-alp neslinden gelmekle iftihar ediyor ve hâkimiyet hakkının kendisine ait olduğunu ileri sürüyordu. Bu sebeple de Osman Gazi’ye “Siz Kayıhan neslindensiniz.Kayıhan hod Oğuz beylerinin, Oğuz’dan sonra ağaları ve hanları idi. Gün-han vasiyeti ve Oğuz türesi mucibince Oğuz neslinden kimse olmayıcak; hanlık ve padişahlık Kayı soyu var iken özge soya değmez” düşünceleri bildiriliyordu” Millî destan ve an’anelerle asırlarca milletin kalbinde, cihangir olarak, yaşayan Oğuz-han İran kaynaklarında Afrâsyâb adı ile geçer. Şahnâme’ye göre Türklerin ilk fâtihi olan Afrâsyâb da Türkistan, İran, Azarbeycan, Hindistan ve Rum ülkelerini fethetmiş; buralarda bir çok şehirler kurmuş ve hâtıralar bırakmıştır. Destan dışında kalan kaynaklar da bu hâtıraları kaydetmişlerdir. Fakat ona ait hâtıraların en fazla Sırderya ve Isık-göl havâlisinde temerküz ettiği de millî ve İranî eserlerde gösterilmiştir. X. asır Arap müellifi Mes’udî de Türklerden ve Türk hakanlarından, Çin ile Horasan arasında oturan ve bir çok şehirlere sahip bulunan çeşitli Türk kavimlerinden, Oğuz, Dokuz-Oğuz, Karluk, Gimek, Hazar ve Barskan’lardan, Fergana ve Taşkent bölgelerinde oturan uzun boylu ve güzel Karluklardan bahsettikten sonra: “Afrâsyâb bu Türkler’in hükümdarı ve hakanlar hakanı olup bütün Türk ülkelerine hâkim idi; diğer hanlar ona tâbi bulunuyordu. İran’a hükmeden bu Afrâsyâb bu hakanlara mensup idi.” derken onu Göktürk (Oğuz) menşeine ve hanedanına bağlıyordu. Kâşgarlı Mahmud Türklerin Afrâsyâb’a Alp-er Tunga dediklerini ve onun dünya hükümdarı (Ajun begi) olduğunu bildirir. O, Afrâsyâb veya Alp-er Tunga için Türklerce matem âyinleri yapıldığını ve mersiyeler söylendiğini yazar ve bu münasebetle de şu kıt’ayı kayd-eder: Alp-er Tunga öldi mu Issız ajun kaldı mu Özlük öcin aldı mu Emdi yürek yırtlur “Yâni Afrâsyâb öldü; dünya ıssız kaldı; felek öcünü aldı. Şimdi, onun devri -ve devleti düşünülerek, yürekler yırtılmaktadır.”. Kâşgarlı “Afrâsyâb için yapılan bir matem âyininde herkesin kurt gibi uluduğunu, gözyaşları döktüğünü ve haykırarak yakasını yırttığını” anlatan başka bir manzumede de bu destânî kahramanın Türkler arasında ne kadar derin hâtıralarla yaşadığını gösterir. Cihan hâkimiyetinin Selçuklulara ve Osmanlılara tarihî rü’yalarla ve şeyhlerin tebşîrâti ile bildirilmesi de bu eski an’ane ve inancın İslâmî bir mahiyet almasından başka bir şey değildir. Selçuk’un babası Dukak, rü’yasında göbeğinden üç ağacın çıktığım, her tarafı saran dallarının göklere yükseldiğini görmüş ve bunun üzerine Korkut-ata dakendisine evlâdlarınm cihan pâdişâhı olacağını müjdelemiştir. Diğer rivayete göre İslâmiyeti kabul eden Selçuk rü’yasında ateşe idrar yapmış ve bu suretle sıçrayan kıvılcımlar dünyayı sarmıştır. Bu da Selçuk oğullarının dünyaya hâkim olacağı şeklinde tâbir edilmiştir. Üçüncü rivayete göre de İslâmiyeti kabul eden Dukak olup Kur’an’ı çok tâ’zim ettiğinden rü’yasında Ülkü Ocakları Genel Merkezi 187 www.ulkuocaklari.org.tr İslâm kaynakları Uygur, Karahanlı ve Selçuklu hanedanlarının Afrâsyâb’a mensup olduklarını ifâde ederlerken bu münasebetle, onu tarihî ve millî an’aneye uygun olarak, Oğuz-han ile birleştirmişlerdir. Türklerin Afrâsyâb’a Alp-er Tunga dedikleri rivayeti bazı İslâm kaynaklarına Tunga Alp şekli ile geçmiştir. Orhun kitabelerinde de matemi yapılan bir Tunga Tekin’e rastlanmıştır. Afrâsyâb’a ait rivayetler, onun iran’ı fethedip orada hükümdarlık yapması dolayısıyle İran destanında, tarihî ve edebî kaynaklarında çok geniş bir yer almış ve Arap menbalarına da girmiştir. Ülkü Ocakları Eğitim Programı Hazret-i Peygamber kendisini ve oğullarını takdis etmiş; ashabının da dualarını almıştır . Osman Gazi’nin rü’yası da cihan hâkimiyeti inancını aksettirir. Rivayete göre Osman Gazi Şeyh Edebali’nin zaviyesinde misafir iken Kur’an’ı çok ta’zîm eder. Yatınca, geceleyin, rü’yasında Şeyhin kucağından çıkan bir ay kendi koynuna girer. Bunun üzerine Osman Gazi’nin göbeğinden çok muazzam bir ağaç yükselir ve dalları dünyayı sarar. Bu rü’yayı dinleyen Edebali Osman beye: “Padişahlık sana ve nesline mübarek olsun ve kızım Mal-hatun da senin helâlin olsun” der. Böylece Osman Gazi Şeyh’in damadı olur ve Osmanlı imparatorluğunun da cihâna hâkim olacağı keşfedilir . Türk cihan hâkimiyeti nasıl destanlarda akisler bırakmış ise felâket devirleri de menkibe ve efsâneler hâlinde öylece millî vicdanda yaşamıştır. Kunların inkırazı üzerine onlardan bir boy Altay dağlarına sığınmış; bir kaç asır kaldıktan ve kuvvetlendikten sonra atalarını ezen Tatarlara (Avar ve Cücenlere) karşı intikam almışlardır. İşte Gök-türklerin kurt efsânesi ve Ergenekon’dan çıkış destanı yeni bir cihan hâkimiyeti devrinin hikâyesidir. Uygur destanına göre de kendi saadetleri Kut taşı (dağı) ile alâkalı olarak başlar; onun kaybı ile felâket ve göç ile sona erer. Bu da Kırgızların 840′da Uygur ilini istilâları ile olduğu halde destan bu hâdiseyi de Çinlilerin hilelerine bağlar. Böylece millî vicdan tarihî hâdiseyi unutmuş ve her felâketin menşeini Çinlilere atfetmiştir. 188 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı Kızılelma www.ulkuocaklari.org.tr Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Eğitim Programı Ülkü Ocakları Genel Merkezi 189 Ülkü Ocakları Eğitim Programı KIZILELMA H. Nihal Atsız Bir milletin yürütücü kuvvetine “ülkü” denir. Toplumlardaki kişileri birbirine bağlayan nesne, sadece kök birliği, çıkar ve ihtiyaç değil, bunlarla birlikte ve aynı zamanda ülküdür. Ülküsüz topluluk yerinde sayan, ülkülü topluluk yürüyen bir yığındır. Sözlük anlamı “and” ve “uzak hedef” demek olan “ülkü”, topluluğu aynı yolda yürüten bir kuvvettir ki, bu uğurda insanlar birbirlerine karşı içten sözleşmiş gibidirler. Ülkü, ilkönce, insanların gönüllerinde, gönüllerinin derinliğinde, şuuraltında, hayallerinde doğar ve kendini önce destanlarda gösterir. Sonra şuura geçer, büyük kılavuzlar tarafından açıklanır. Daha sonra da büyük kahramanlar, onu gerçekleştirmek için büyük hamleler yapar. Bu hamle sırasında da ülkülü millet, kahramanlar ardından gönül isteği ile koşar. Bütün bu uğraşmalar arasında da millet yürür; önce manen, sonra maddeten ilerler, olgunlaşır, erginleşir. Türk destanlarından çıkan anlama göre, Türklerin ülküsü, fetihler sonunda büyük ve üstün bir devlet kurarak bu devletin içinde bolluğa ve mutluluğa kavuşmaktır. Aşağı yukarı, her millet, aynı şekildeki milli gayelerin ardındadır. Milletlerin çapına, kaabiliyetine göre milli ülkülerin ayrıntılarında farklar olmakla beraber, ana çizgiler bakımından hepsi birbirine benzer: Büyümek ve rahatlığa kavuşmak! Türkler, kendi ülkülerine niçin “kızılelma” demiştir, bunun sebebini bilmiyoruz. Yalnız bu addaki saflık ve tabiilik, Türk ülküsünün çok eski olduğunu göstermek bakımından manalıdır. Kızılelma adı, ülkünün aydınlardan önce halk arasında doğduğunu gösterse gerektir. Kızılelma ülküsü, Osmanlıların parlak çağlarında iyice belirip şekillenmiş ve konak konak, Türk büyüklüğünün, yükseklik fikrinin, ilahi bir gayenin timsali haline gelmiştir. Bu büyük düşünce olmasaydı, XI. Yüzyılda Anadolu’ya gelen, ençok bir milyon Türk, Bizans’ın Asya ve Avrupa’daki topraklarında rastladıkları diğer Türklerin birkaç tümenlik hrıstiyanlaşmış döküntülerinin yardımı ile de olsa, bu dünya çapında devleti kurup dört kıta “dördüncüsü Okyanusya’dır” üzerindeki teşkilat ve medeniyet şaheserini yaratamazdı. Milletlere milli inanç ve güvenç veren ülkünün ne büyük bir kuvvet olduğunu anlamak için bugünkü olaylara bakmak yeter: 190 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı 60 milyonluk bir millet olmalarına rağmen dağınık, teşkilatsız ve geri olan Araplar, milli ülküleri olan Arap Birliği düşüncesi sayesinde toparlanma yoluna girmişlerdir. Ülkülerinden aldıkları güçle, Filistin işinde İngiltere ve Amerika’ya kafa tutmaktadırlar. Ülkü sahibi millet oldukları için de dünyada itibarları ve değerleri artmıştır. Bizim için çok büyük isret ve ders olan şu olay, Arapların itibarını göstermesi bakımından manalıdır: Birleşmiş Milletler teşkilatının 11 üyeli Güvenlik Konseyi’nin beşi “Amerika, İngiltere, Fransa, Rusya ve Çin” daimi, altısı geçicidir. 1945 yılında, bu altı üyelik için seçim yapıldı. 900 yıllık büyük bir geçmişi ve tarihi olan, askeri devlet olarak nam kazanmış bulunan Türkiye bu seçimde ancak bir tek oy alarak Konsey’e giremediği halde, İngiliz işgalinden henüz kurtulamamış olan ordusuz, donanmasız Mısır, 45 oy alarak bu üyeliğe seçildi. Demek ki, o zamanki Birleşmiş Milletler teşkilatına dahil bulunan 50 devletten 45’i, Mısır’ı bizden daha itibarlı ve üstün görmüştü. 1946’da geçici üyelik için yapılan seçimde de, Türkiye’ye kimse oy vermediği halde, Suriye 45 oy aldı. Bir iki yıllık bir devlet olan o zamanki üç milyon nüfuslu Suriye’nin Türkiye`ye tercih edilmesinin sebebi açıktır: Suriye, bir ülkünün ardındadır. Yani prensip sahibidir. Bundan dolayı da, düşmanlarının bile saygısını kazanmıştır. Yahudiler de, ülkü sahibi olmanın ikinci bir ibret verici örneğidir. Korkaklığı atasözü haline gelen bu millet, bugün, bir milli ülkünün ardında, herhangi bir millet kadar cesaretle çarpışıyor. Milli kahramanlar ve bu milli kahramanlar, idama mahkum edildikleri ve bağışlanma dileğinde bulunurlarsa ölümden kurtulacakları halde, İngiltere’den af dilemeyerek milletlerine şeref vermek suretiyle ölüyorlar. Bu milli ülkü sayesinde, Filistin’deki yarım milyon yahudi (O zaman Filistin’de yarım milyon Yahudi vardı), yalnız Araplarla değil, koca İngiltere ile savaşı göze alıyor, Amerika’ya meydan okuyor. Milli ülküye yapışmak sayesinde Yahudiler o kadar kuvvetlenmişledir ki, bugün İngiltere imparatorluğu onlara karşı bir şey yapamıyor. Tebaasında bir tek kişinin hapse atılmasını savaş sebebi saban İngiltere, bugün, İngiliz askerlerinin öldürülmesine, İngiliz subaylarının kaçırılıp dayak atılarak horlanmasına, masum İngiliz çavuşlarının Yahudiler tarafından canice asılmasına ses çıkaramıyor. Bütün bunların en önemli sebebi Arapların ve Yahudilerin olağanüstü kuvvetli olmasıdır. Bu kuvvet maddi değil, manevidir, Yani ülkü kuvvetidir. Biz ise bir yandan “bir Türk dünyaya bedeldir” vecizesine inanmış görünürken, bir yandan da kendimizi baltalayıp inkar ettik. Büyüklükten korktuk. Küçüklüğü benimsedik ve milli ülkü ile delilik diye alay ettik. Güvenlik Konseyindeki seçimler göstermiştir ki, kimseden bir şey istememek, herkesle hoş geçinmek, ittifaklar yapmak bir millete itibar sağlamıyor. Kızılelma ülküsünü bir delilik sayacaksak, büyüklükten değil, yaşamaktan da vazgeçmeliyiz. “Tarihi görevini yapmış ve artık ölmeye yüz tutmuş bir topluluk” olmayı kabul etmeliyiz. Eski Asurlular, Hititler, Romalılar gibi haritadan silinmeye razı olmalıyız. Buna razı değilsek milli ülkünün peşine düşmeliyiz ve demiryolu yapmakla birkaç fabrika kurmayı ülkü diye göstermek gafletinden çekinmeliyiz. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 191 www.ulkuocaklari.org.tr Kızılelma ülküsüne “tehlikeli maceracılık” diyenler, bugünkü Araplar ile Yahudilere bakıp düşünmelidirler. Hele Yahudiler 2000 yıl önce kaybettikleri vatanlarını yeniden ele geçirmek ve yalnız kitaplarda kalmış olan İbrani dilini diriltip bir konuşma dili haline getirmek uğrundaki çalışmaları ile dünyaya örnek olmuşlardır. Ülkü Ocakları Eğitim Programı Ülküler için “maddi faydası nedir?”, “uygulanabilir mi?” diye düşünmek doğru değildir. Hiçbir inanç riyazi mantığa vurulmaz. Tanrı’nın varlığı da riyazi metod ile isbat edilememiştir. Fakat yüz milyonlarca insan ona inanmakta ve bu inançtan güç almaktadır. Ülküler de böyledir. Kızılelma ülküsünün gerisinde savaşlar ve büyük sıkıntılar görüp de korkanlar bulunabilir. Kendi rahatı ve keyfi kaçmasın diye insanlık davası (!) güdenler, ülküyü inkar edenler her zaman, her yerde çıkabilir. Fakat bir milletin içinde büyük bir çoğunluk milli ülküye inandıktan sonra, geri kalanlar da ister istemez bu milli akıntıya uymaya mecburdurlar. Bizim için önemli olan, dost kılıklı yabancıların milli ülküyü güya milli çıkar adına baltalamasının önüne geçmektir. Bir topluluktan ortak ülküyü kaldırın, insanların hayvanlaştığını görürsünüz. Ortak düşüncesi olmayan toplulukta, herkes, yalnız kendi çıkar ve zevkini düşünür. Böyle bir toplulukta fedakarlık, saygı, nezaket kalmaz. Bencillik, kabalık, rüşvet, iltimas ve namussuzluğun türküsü alır yürür. Maddileşmiş bir insan vatan için ölür mü? Bencil bir insan muhtaçlara yardım eder mi? Milletine inanmayan bir adam yabancı ile işbirliği yapmaz mı? Erdemi gülünç bulan birisi çalıp çırpmaz mı? Kızılelma, Türk milletinin manevi besinidir. Açlar yiyecek bulamadıkları zaman nasıl faydasız, zararlı, hatta zehirli nesneleri yerlerse; Türk milleti de “Kızılelma” kendisine yasak edildiği için marksizm ve kozmopolitizm gibi zararlı ve zehirli fikirlere el uzatıyor. Fakat artık bu devir kapanmıştır. Gittikçe uyanan milli şuur karşısında gafiller ve hainler, Türk milletini daha çok aldatamayacaklardır. Kızılelmanın yolunu kapatamayacaklardır. Ziya Gökalp’ın mısraları düsturumuz olacaktır: Demez taş, kayaYürürüz yaya…Türküz, gideriz Kızılelmaya. Kaynak: Nihal ATSIZ, Kızılelma, 1.sayı, 31 Ekim 1947 192 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı KIZILELMA Prof. Dr. Semih Yalçın Türkler, özellikle Oğuz Türkleri arasında cihan hâkimiyetinin sembolü olarak ifadesini bulmuş bir mefhum veya mefkuredir. Kızılelma, Türklerin yaşadıkları bölgeye göre batı yönünde ulaşılması gereken bazen bir belde,bazen de bir ülkedeki taht veya mabet üzerinde parıldayan veya cihan hâkimiyetini temsil eden som altından yapılmış kızıl renkli altın bir yuvarlak yahut top olarak tahayyül edilmektedir. Bu altın top bazen zaferin işareti, bazen hâkimiyetin sembolü, bazen de fethedilmek üzere hedef seçilen yerin sembolü olarak ifade olunmuştur.Türklerde çok eski inanç ve töreye dayanan Kızılelma, Türkistan sahasından Hazar Denizi’nin doğusundan gelen Oğuzların, Hazar kağanının ipek çadırının üzerinde hâkimiyetin ifadesi olarak bulunan altın top (Kızılelma’yı)ele geçirmeyi ülkü edinmişler. Buradan İran’da hüküm süren Türk boylarına, oradan da Osmanlılara geçmiştir. Osmanlı Türk devletinin Macaristan’da bulunan Kızılelma’yı bulup ele geçirmelerinden sonra fethetmek istedikleri yerlerde bir Kızılelma’nın varlığına inandığı ve bu uğurda mücadele ettiği görülmektedir. Türkler, inandıkları Tek Tanrı’nın dünya hâkimiyetini kendilerine ihsan ettiğine iman etmişlerdi. Bunu Bilge Kağan’ın; “Tanrı irade ettiği için tahta oturdum; dört yandaki milletleri nizama soktum” sözlerinden de anlamaktayız. Yine Bilge Kağan’ın ağzından Türk imanı şöyle ifade edilmekteydi; Türk Tanrısı, milleti yok olmasın diye babam İlteriş Kağan’ı ve anam İl Bilge Hatun’u gökten tutup yükseltmiştir. “Ben sizlere oldum kağan Alalım yay ile kalkan Nişan olsun bize buyan Bozkurt olsun bize uran” Turdı Han’ın 598 yılında Bizans İmparatoru Maurikianur’a gönderdiği mektupta geçen ; «Dünyada yedi iklimin efendisi ve yedi ırkın kağanı...» ibaresi ile Tuna Bulgarlarının hanı Melemir Han’ın kendisi ve şahsında ifadesini bulan Türkler için kullandığı; “Tanrı tarafından gönderilmiş Tanrı’ya benzer Melemir Han...” ifadesi Türk milletinin İslâmiyet’ten önceki dönemde Tanrı tarafından kutlu kılınmış olduğu Ülkü Ocakları Genel Merkezi 193 www.ulkuocaklari.org.tr Oğuz Kağan’ın doğumundan itibaren ilahi bir nurla beslendiği tarihî ve efsanevî kaynaklarda yer almaktadır. Oğuz Kağan’ın Tanrı tarafından ilâhî kudretle techiz edilmesinin yanında yardımcısı ve rehberi de aynı kaynaktan beslenmiştir. Gökten indirilmiş Gök-Börü (Bozkurt) Oğuz’un seferleri sırasında ona kılavuzluk yapar. Oğuz Destanı’nda geçen şu mısralar bunu en güzel şekilde izah etmektedir: Ülkü Ocakları Eğitim Programı inancını göstermektedir. Bu ve buna benzer çeşitli inançlar, Türklerin İslâmiyet’i kabul etmelerinden sonra da devam etmiştir. Kendilerini Tanrı tarafından dünya nizamını sağlamak için gönderildiklerine inanmışlardır. Zira Türk insanının mücadeleci ruhu ve cihan hâkimiyeti ülküsü İslâmî inanışa da uygundu. İslamiyet’ten önce kahramanlara verilen ‘Alp’lik unvanı, İslâmiyet’ten sonraki dönemlerde alp-eren şeklini alıyor, böyle hayat buluyordu. “Benim Türk adını verdiğim ve şarkta yerleştirdiğim bir ordum vardır. Bir kavme gazaplandığım zaman onları o kavmin üzerine saldırtırım” mealindeki hadis-i kutsi, İslâm dünyasında Türkler hakkında söylenen rivayet ve kehanetlere örnektir. Hz.Muhammed’in; “Horasan’da Arap olmayan, güzel yüzlü hâkim bir insan zuhur edecek; onun adı da benimki gibi Muhammed olacak ve Büveyhilerin baskısına son verecektir. Horasan’dan Büyük Dervazat’a kadar fetihler yapacak. Irak, İran ve Mekke hutbelerinde adı okunacaktır “ mealindeki hadis ile “Türkler size dokunmadıkça siz de onlara dokunmayınız” mealindeki hadisler bütün İslâm dünyasında dilden dile yayılmaktaydı. Türkler, gerek İslâmiyet’ten önceki Gök Tanrı inancı zamanında, gerek İslâmî dönemde kendilerinin Tanrı tarafından dünyaya hükmetme ve adaleti sağlamak için yaratıldıklarına ve hayat felsefesinin bu düşünce ile şekillenmesi gereğine inanmışlardır. Eski dönemlerden itibaren dünya nizamını sağlamak üzere mücadele eden Türk milleti, İslâmiyet’i kabul ederek maddî ve manevî yönden bir yükselişe erişmişlerdir. İdeallerini, kendilerinin dünya nizamını sağlama ülkülerini bu iman kaynağından beslemişlerdir. Bu kaynak Kızılelma’nın manevi yönünü teşkil eder. Tarih ilminin tespit ettiği ve kendine mahsus ileri bir kültür örneği olan Bozkır kültürü, M.Ö. l500-l700 yılları arsında teşekkül eden ve yaşayan örnek bir kültür olarak bilinmektedir. Atın ehlileştirilmesi ve demirin ileri bir teknikle işlenmesi bu kültürün önemli özelliğidir. Mücadeleci bir yapıya sahip olan Türk milleti, bunun gereği olarak ihtiyaçları ölçüsünde seyyar evler, hastaneler ve eğitim kurumları yapıyorlardı. Bu hâl onların kolay hareket etmelerine, mekân değiştirmelerine imkân sağlıyordu. Bunun yanında medeniyetin ölçüsü sayılan giyinme, en pratik ve en kullanışlı seviyededir. Madde ile ruh,mazi ile hâl ve muhafazakârlık ile inkılâpçılık, Türk insanının yapısında öyle kaynaşmıştır ki, bu kaynaşmanın eseri, siyasî, içtimaî ve hukukî nizam, Türk devletlerinin ihtişamında belirerek yüzyıllarca yaşamış ve milletin yaşamasını sağlamıştır. Bu birleşme, Türk milletinin sosyal yapısı ile yakından ilgilidir. Sosyal yapının çekirdeği olan ailenin sağlam olması, bunun uruğ, boy, budun şeklinde teşkilâtlanması, buradan devletin doğmasına ve devlet kanalıyla bir milletin ideallerini gerçekleştirmesi sonucunu getirmektedir. Aile, uruğ, boy ve il (Devlet)in sağlam teşkilâtlanması bir yandan millî ideallerin ve mefkûrelerin birliğini sağlıyor, bir yandan da Türk ruhundaki dinamizm ve hürriyet fikrinden olsa gerek, büyük devletlerin kurulması yanında parçalanmayı da beraberinde getiriyordu. Bu tarz katı devletçilik şekli, âdeta kendi arasında bir yarışa zemin hazırlıyor, Türkün Kızılelma’ya gitmesini daha da dinamik kılıyordu. Türk milletinin sosyal yapısı, sosyal yapıyı ayakta tutan maddî ve manevî dinamikler, onların Kızılelma’ya yol almalarını gerektirmekteydi. Binlerce yıldan beri milletin şuuraltına yerleşen bu duygu, tarihî dönemler itibariyle yeniden zuhur ediyor, yeniden millete hayat veriyordu. Onların hayata sıkı sıkıya bağlanmalarını ve 194 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı kendi dinamiklerini korumalarını sağlıyordu. Oğuz Han’dan Alparslan Türkeş’e kadar Kızılelma ülküsü Türk milletinin var olma ve idare etme idealinin en üst seviyede olmasına işaret sayılır. Oğuz Kağan, hâkimiyetin sembolü olarak altın evini kurar,altın evin kurulmasından sonra sefere çıkar. Bunlardan ilki Hint seferidir. Hint ve Çin ülkelerini topraklarına katan Oğuz Han’ın elde etmek istediği Pekin Kızılelması’dır. Tarihçiler Çin’in (Pekin) Kızılelma olarak telâkki edildiği konusunda ittifak etmişlerdir. Karanlıklar ülkesi, Çin ve Hint ile bütün Orta Doğu ve Kafkasları birleştiren ve burada hâkimiyet tesis eden Oğuz’dan sonra Hunlar tarih sahnesine çıkarlar. Batılıların Tanrının Kılıcı diye isimlendirdiği Atilla’nın hedefi batıdır. Ares Kılıcı olarak isimlendirilen dünya hâkimiyetinin vasıtası olan kılıç, Atilla›nın Kızılelma olarak batıyı seçmesine vesile olmuştur. Abdalan-ı Rum, alp eren Şeyh Edebali ve onun damatları Osman Gazi ile Tursun Fakı... Oğuz’un Anadolu’daki Korkut Atasıdır. Osman Gazi’ye Selçuklunun bittiğini belirtir ve “Ona sultanlık veren Tanrı bana hanlık verdi. Eğer minneti şu sancak ise ben kendi sancağımı götürüp uğraştım. Eğer o, ben Al-i Selçukum derse ben de Gök Alp (Oğuz Han) oğluyum” dedirtir. Osmanlı Türk Devleti bu düşünceler üzerine kurulduktan sonra Kızılelma denilen büyük idealde açılım kazanır. Osmanlının ilk Kızılelması, Anadolu’da beylikler dönemine son verip Türk birliğini sağlamak olmuştur. Bunun için çeşitli mücadelelere girişen Osmanlılar, kardeş katline kadar varan büyük fedakârlıklar göstermekten çekinmezler. Gerek iç mücadeleler, gerek Moğol istilâsı bir yandan sıkıntıları getirirken, bir yandan da büyük ideallerin gerçekleşmesi için dinamik bir güç oluşturur. Sadece Türk milleti için değil, dünyadaki bütün milletler için kavşak noktası olarak bilinen ve kendine mahsus özellikleri haiz olan İstanbul, Osmanlının büyük Kızılelması olarak görülür. Hakkında çeşitli rivayetlerin dilden dile dolaştığı İstanbul, Fatih Sultan Mehmet’in dahiyane idare ve olağanüstü iradesiyle Türklerin hâkimiyetine girer. İstanbul›un fethinden sonra Türk milleti için Kızılelma Roma›ya, St.Pierre’nin kubbesine taşınır. Burası Katolik dünyasının kalbidir. Türklerin hedefi artık Roma’dır. Zira Fatih döneminde yapılan Ortanto (İtalya) seferinin sebebi de budur. Roma Kızılelmasının düşürülmesidir. Atilla’dan sonra Roma›yı düşürmek Osmanlı Türklerinin büyük hedefleri arasındadır.Bir efsane Kızılelmanın Roma’ya taşındığını anlatır ve Türk’ü Roma’ya koşturur. Efsaneye göre, Kızılelma, Dağıstan’dan I.Anuşirvan tarafından İran hazinesine konulmuş,oradan da Roma’ya kaçırılmıştır. Bu anlatım tarihî kaynaklarda yer almaktadır. Bundan başka çeşitli mektup örnekleri, elden ele dolaşarak Türkleri Kızılelma’ya (Roma) davet eder. Bir başka Kızılelma ise Macaristan’dır. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 195 www.ulkuocaklari.org.tr Hz. Muhammed’in; “İstanbul muhakkak fetholunacaktır. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandan ve onun askerlerine ne güzel askerlerdir” hadisi ile müjdelenen ideal, hayata geçirilir. İstanbul’un fethine kadar anlatılan, ancak İstanbul’un fethi ile olgunlaşan Kızılelma , Türk’ün dünyaya hâkim olma duygusunun bir ifadesi olarak hayata geçmiştir. Evliya Çelebi, Hz.Muhammed’in doğumunda ateşgedelerin sönmesi ve Tak-ı Kisra’nın sükûtu gibi harikulâde hadiseleri anlatırken Ayasofya kubbesiyle birlikte İstanbul Kızılelması-nın düştüğünü zikretmektedir. Ülkü Ocakları Eğitim Programı Kızılelma, tarihimizde Türk birliği olarak da telâkki edilmiştir. Azerbaycan sahasından Ahunzade Mirza Feth Ali Bey’in yaktığı dilde Türkçülük meşalesi, İstanbul’dan eğitim sahasında Süleyman Paşa tarafından yakılmaya devam edilmiştir. Buharalı Şeyh Süleyman Efendi’nin İstanbul’a taşıdığı Türk birliği fikri, Ahmet Mithat Efendi, Ahmet Cevdet Paşa, Şemseddin Sami, Necip Asım Bey ve Veled Çelebi tarafından yaşatılmaya başlanmıştır. Özellikle 19. yüzyılın sonunda l898 yılında Türk-Yunan savaşının olması, Türkiye’de Türkçülük fikrinin daha süratli kabul görmesini sağlamıştır. Dönemin aydınları, bir yandan Selanik’te Genç Kalemler hareketini başlatırken, bir yandan da İstanbul’da Türk Derneğini kuruyorlardı.1908 yılında kurulan bu derneği,aynı gayeleri takip eden Türk Yurdu izliyordu (1911). Türk milletinin tarihini, dilini, edebiyatını, etnolojisini,sosyal ve siyasî problemlerini araştırmak ve halletmek gayesini güden bu derneğin faaliyetleri kesintisiz olarak l933 yılına kadar devam edecektir. Emrullah Efendi, Bursalı Tahir, Ziya Gökalp,Tunalı Hilmi, Ağaoğlu Hikmet gibi şahsiyetlerin omuzlarında gelişen Türkçülük cereyanı,1900’lü yılların başından itibaren yanına siyasî ve askerî kesimlerden de destek almak suretiyle olgunluk kazandı Ziya Gökalp’in fikri birikimi,Türkçü düşüncenin merkezinde yer almasını sağladı.1920 yılında kurulan Türkiye Devleti, bu fikri birikimin ürünü olarak tarihteki yerini aldı. Kızılelma›nın Turan olarak şekillendiği bu dönemin en büyük ve ilk safhası olan Türkiye Devleti kuruldu. Zira Turancılık üç aşamalı bir fikir sistemi olarak ortaya atılmıştır. Bunlar sırasıyla, Türkiyecilik, Oğuzculuk (Türkmencilik) ve Turan (Türk Birliği)dır. Turan Devleti fikrinin savunucularından biri olan Ömer Seyfettin, devletin yönetim şekli olarak İlhanlığı teklif eder. Aynı fikrin sonraki temsilcilerinden biri olan Necip Fazıl Kısakürek, Büyük Doğu Devleti olarak isimlendirilir. 1920’detamamen Türk millî düşüncesi üzerine kurulan yeni Türkiye Devleti, İkinci Dünya Savaşı’na kadar bu temel felsefe üzerinde hayatiyet bulur. 1940’lı yıllarda iyici filizlenen bu düşünce, döneminde birçok şahsiyetin yetişmesine ve fikrin yayılmasına vesile olur. Kızılelma’nın Türk milletinin manevî besini olduğunu söyleyerek bunu Turan fikri ile kuvvetlendiren Nihal Atsız ve 1960’lı yıllardan itibaren Kızılelma, Turan fikrini Türk politik çevrelerine taşıyan ve doktiriner bir çehresi olan Alparslan Türkeş. Millî devlet-güçlü iktidar sloganıyla kitlelere aktarılan düşüncenin ilk safhası güçlü bir Türkiye Devleti idealidir. Tamamen inkılâpçı bir ruha sahip olan siyasî görüş, Dokuz Işık doktirini ile güçlü ve bulunduğu konumda çevresinin güç odağı olan Türkiye Devleti’ni gerçekleştirmek gayretindedir. Nitekim yüzyılımızın son çeyreğinde dünyada olan gelişmeler bu fikrî ve siyasî görüşün haklılığını ispat etmektedir. Millî ülkü olan Kızılelma, Türk birliğinin, yani Turan’ın tesisidir. Bunun birinci dönemi bağımsızlık, ikinci dönemi birlik, üçüncü dönemi ise fetihler dönemidir. Buradan hareketle denilebilir ki, tarihî dönemlerden itibaren tecrübelerle sabit olan Türk birliği fikri, günümüzde yeniden hayat bulmuştur. Özellikle yetmiş yılı aşkın bir süredir Rus egemenliğinde yaşayan Türk gruplarının bağımsız devletler olarak dünya devletleri içinde yer almaları başka Türk gruplarının şimdilik federasyon yapısı içinde yarı bağımsız olmaları ile başta Türkiye ile olmak üzere Türk devlet ve toplulukları arasında başlayan iş birliği, Türk›ün Kızılelma›sı olan Turan›a giden bir yol olarak görülmektedir. 196 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı Ulaşılması gereken hedef, mefkûre olarak anılan Kızılelma, zaman zaman coğrafî yerlere isim olarak verilmiştir. Bu yer veya varılması gerekli coğrafyalar Macaristan, İstanbul, Roma, Engirüs, Viyana gibi beldeler olmuştur. Ancak sadece coğrafî yer, ulaşılması, fethedilmesi gerekli belde olmaktan çok, Kızılelma,Türk milletinin hedefi olarak zihinlerde yer etmiştir. Zaman zaman bir devlet olma ideali olan Kızılelma, çoğu kez Türk birliği idealinin ismi olmuştur. Bugün de Türk milletinin birleşme ideali, Turan Devlet fikri olarak yaşamaktadır. www.ulkuocaklari.org.tr Görüldüğü gibi Kızılelma konusunda netice olarak şu söylenebilir; “Türkler için Kızılelma, üzerinde düşünüldükçe uzaklaşan ancak uzaklaştığı oranda cazibesi artan idealler veya hayallerdir.” Ülkü Ocakları Genel Merkezi 197 Ülkü Ocakları Eğitim Programı KIZILELMA Nevzat Kösoğlu Kızılelma, Türk milletinin tarihî ülkülerini temsil eden bir kavramdır. Türk ülkücülüğünün Kızılelması, sabit ve belirli bir şey yahut yer değildir; soyut bir ülkü kavramıdır. Her dönemin kültürü, gerilim gücüne göre onu isimlendirir, somut bir hedefle belirler ve anlamlandırır. O zamanın Kızılelması bilinen bir yer olur; ancak, oraya varıldığında Kızılelma ele geçirilmiş olmaz. Kızılelma bu defa, daha ileride ve yine belirli bir yere gider: Ona hiçbir zaman ulaşılamaz. Kültürün Kızılelma hasreti yahut hırsı, her seferinde ülküsünü yenileyerek toplumu ileri sevkeder. Türk milletinin yükseliş dönemlerinde Kızılelma, cihan hakimiyeti ülküsü olarak algılanmıştır. Eskiden, Moskova ve Roma için de, bu isim kullanılmıştır. Mütercim Âsım›ın yazdığına göre, “Eğer aman vermeseler, bizim Yeniçeriler Kızılelma’ya kadar giderler ve Moskof nâmını sahife-i âlemden fekkederler imiş.” Türk tarihinde, Hunlardan itibaren bir dünya imparatorluğu olma ve yeryüzüne düzen verme ülküsünün tezahürleri görülür. Türk hakanları, “Güneş bayrağımız, gökyüzü çadırımız” diyerek bu egemenlik ülküsünü dile getirir, kendilerini sınırlamazlar. Hazar civarında, Göktürk hakanı Bizans elçisini kabul ettiğinde, bu olay, Türkün dünya hakimiyetinin bir işareti olarak yorumlanır; “Atalarımızdan böyle duyduk ki, Türkler cihana egemen olacaklar, bunun başlangıcı da Batı elçisinin gelmesi olacak.” Kızılelma ülküsü, Türk topluluklarının Müslümanlaşmasından sonra kavuştukları yeni fetih ve gazâ ruhuyla tam örtüşmüştür. Özellikle yükseliş dönemlerinde açık bir ilke ve heyecana dönüşen cihan hakimiyeti ülküsü de buna katılınca, Kızılelma simgesi çok canlı ve sürekli güncel bir içerik kazanmış oldu. Kuvvetli bir fetih duygusu halinde ortaya çıkan Kızılelma, Türk boylarının sürekli olarak Batı’ya akışlarının ülküsü haline geldi. Anadolu’ya girişten itibaren hiç eksilmeyen fetihler, Anadolu’nun Türkleşmesi süreci de, bu ülküyü besleyen gerçekçi ve toplumsal gelişmeler oldu. Nihayet, i’lâ’yı kelimetullah (Allah’ın adını yüceltme) gayreti, Selçuklulardan itibaren bu ülkü ile örtüşen ve onu besleyip, ufkunu genişleten bir rol oynadı. Yazılı metinlerde Kızılelma’nın ilk göründüğü yer İstanbul’dur. Ayasofya’nın önündeki bir sütun üzerinde, at üstündeki Justinyanus heykelinde, Bizans imparatorunun elinde kızıl bir küre yahut bir 198 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı altın top varmış. Bir başka rivayete göre, bu top Ayasofya’nın kubbesinde imiş. Bu küre Bizans’ın dünya hakimiyetini temsil edermiş. XIV. yüzyılda bu heykelin yıkılması ve kürenin düşmesi, Bizans egemenliğinin sonunun geldiği ve kapılarını Türklere açıldığı şeklinde yorumlanmış. Bu heykelin yüzü Anadolu’ya dönükmüş ve Justinyanus’un, “Beni yıkacak olanlar buradan gelecek” diyerek, Anadolu’yu gösterdiği yolunda söylentiler halk içinde dolaşmaya başlamış. Evliya Çelebi’ye göre ise, Hazreti Muhammed’in doğumu ile birlikte Ayasofya’nın kubbesi çökmüş ve Kızılelma yere düşmüştür Anadolu’da yeniden canlanan Türk fetih ruhu için Ayasofya önünde yahut kubbesindeki bu altın top, Türklerin Kızılelması’dır. Türk tarihinin akışı, hep bu ülküyü gerçekleştirme yönünde olacaktır. Türk kültüründeki bu ülkü, Hz. Peygamber’in hadisleri ile beslenip, bilenecektir. “İstanbul bir gün mutlaka fethedilecektir; onu fetheden komutan ne büyük komutan, fetheden asker ne güzel askerdir.” hadisi, en sıradan halk kesimlerine kadar yayılacaktır. Esasen, daha sonra Anadolu’ya giriş zamanlarından itibaren, korkutucu âyetlerle Kur’ân’da övülen kavmin Türkler olduğu yorumları yapılmaya başlanmıştır. İstanbul›un fethedilmesinden sonra Türk Kızılelması Rim Papa’ya sıçrar. Rim Papa Roma’dır. Evliya Çelebi’ye göre, Rim Papa ve Beç (Viyana) Kızılelması’nın Türklere ait olacağı bütün Nemçe, Yunan ve Latin tarihlerinde kayıtlıdır. Bu rivayetler asker ve halk içinde yayılırken Fatih Sultan Mehmed Han’ın, İstanbul’dan sonraki büyük hareketi Roma üzerine olur. Gedik Ahmed Paşa komutasındaki Osmanlı donanması Otranto’ya çıkar. Batı dünyası da bu fethi o kadar kabullenmiştir ki, İtalyan şehirlerinde Sultan Fatih›in resmini taşıyan paralar, altın madalyonlar basılır; Fatih›i karşılamak üzere tören hazırlıklarına girilir. Yahya Kemal, Ahmed Paşa’ya Gazeli’nde şöyle söyler: Çıktı Otranto’ya pür-velvele Ahmed Paşa Tuğlar varsa gerektir Kızılelma’ya kadar... Fakat, tuğlar Kızılelma’ya varamamış, Sultan Fatih’in ölümü, bu hamleyi yarım bırakmıştır. Kanunî Sultan Süleyman Han Dönemi’nde Beç (Viyana) Kızılelması canlanmış ve Yeniçeriler arasında, bir Ocak geleneği oluşturacak kadar güncel bir ülkü olarak yaşatılmıştır. “Testiye kurşun atar, keçeye kılıç çalar, Kızılelma’ya dek gideriz” deyişi Yeniçeri gülbağına kadar girmiştir. Yükseliş dönemlerinde, bütün insanlığa nizam vermek (nizam-ı âlem ve cihan hâkimiyeti ülküsü), Allah’ın adını yüceeltmek (i’lâ-yı kelimetullah) gibi büyük iddialar ifade eden Kızılelma ülküsü, toplumsal gerilimin düştüğü gerileme dönemlerinde sönmeye ve unutulmaya başlar. Nizam-ı Cedit ordusuna karşı çıkan Yeniçeriler, “.Harb ederiz ve kralın tahtını başına geçirip, Kızılelma’ya kadar gideriz,” diye söylenirler; ama, bu ülkünün heyecanını duydukları şüphelidir. Osmanlı’nın Viyana sefiri Ahmet Resmi Efendi, Avusturya-Rusya’ya karşı savaş isteyip, “Kızılelma’ya, Kızılelma’ya.” diye nâra atanları anlatırken, savaş taraftarlarını, sandalye üstünde Hamzanâme okuyanlara benzetip, “Kızılelma’yı, Boğdan’dan gelir al yanaklı elma zannedenler,.” diye alay eder. Gerçekten de, toplumun gerilimi düştükçe algılama gücü ve dünyası da daralır Ülkü Ocakları Genel Merkezi 199 www.ulkuocaklari.org.tr Birinci Viyana kuşatmasından sonra, Sultan Süleyman’ın, kuşatmayı kaldırırken kale komutanına bir altın top verdiği, bunun Türklerin Kızılelması olduğu şeklinde bir söylenti, o dönem Avrupa halkları arasında yayılmıştır. Türkler ise, Ayasofya’nın kubbesindeki altın topun, Beç Kalesi’ne geçtiğine inanmışlardır. Viyana’nın adı, Alman Kızılelma Seddi olmuştur. Ülkü Ocakları Eğitim Programı Yirminci yüzyılın başlarından itibaren Türkçü aydınlar, bu kavramı yeniden canlandırmaya ve Türk yükselişinin heyecan kaynağı olarak kullanmaya çalıştılar. İmparatorluğun her gün bir parçasının koparılması, her gün yeni bir felaketin yaşanması, halktan önce aydınların moralini çökertmiş, kendilerine olan güvenlerini sarsmıştı. Yeni bir hamle başlatabilmenin ilk şartı, kendine ve milletinin gücüne olan güvenlerini yeniden kazanmak ve heyecan veren bir geleceğin kurulması için çalışmaktı. İmparatorluk geleneği içinde yetişmiş, cihangir bir millete mensup Osmanlı aydınlarının, yıkılış halinde de olsalar, küçük düşünmeleri, küçük şeylerden heyecan duymaları mümkün değildi. Kızılelma olarak Turan’ı seçtiler. Türkçülüğün öncülerinden Ziya Gökalp’ın şiir ve yazılarında Kızılelma, Büyük Türk Birliği’ni simgeleyen bir ülküdür; Turan ülküsü. Şöyle yazar: “Türk köylüsü Kızılelma’yı tahayyül ederken, gözünün önüne Türk ilhanlıkları (imparatorluk) gelir. Gerçekten, Turan mefkûresi (ülkü) mâzide bir hayal değil, bir gerçekti.” Gökalp’in, Türk köylüsünün muhayyilesi hakkında söylediklerinin ne ölçüde gerçekçi olduğunu sorabiliriz. Ancak, Gökalp’ten elli yıl sonra, bir Gaziantep köylüsünün Dündar Taşer’e söyledikleri, bu sorunun cevabı olabilir: «Türk bir gün yeniden cihangir olacaktır. Bu husus Kitap›ta kayıtlıdır; inanmayan kâfir olur!» Ülkülerin milletlere hız ve ilham veren dinamikler olduğuna inanan Gökalp ve arkadaşları, Türk birliğini böyle bir Kızılelma olarak kabul etmişlerdir. Kızılelma yok mu? Şüphesiz vardır. Fakat, onun semti başka diyardır. Zemini mefkûre, seması hayal, Bir gün gerçek; fakat şimdilik masal. Gökalp bir diğer şiirinde ise, her türlü zorluğa göğüs gererek Kızılelma’ya giden Türkü anlatır; Demez taş, kay Yürürüz yaya! Türküz, gideriz Kızılelma’ya! Milli edebiyatımızın diğer bir çok yazar ve şairlerinde de Kızılelma motifinin yansımaları görülür. 200 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı Ülkücülük Üzerine www.ulkuocaklari.org.tr Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Eğitim Programı Ülkü Ocakları Genel Merkezi 201 Ülkü Ocakları Eğitim Programı GENÇ BİR ÜLKÜCÜ İLE SOHBETLER -2 Galip Erdem MİLLİYETÇİLİK VE ÜLKÜCÜLÜK Kendi varlığımıza duyduğumuz sevgi nefsimize karşı vereceğimiz mücadelede de en çetin engel ve ülkücülüğün en kuvvetli düşmanıdır. Doğru , güzel ve haklı fikirlere bağlanmak kolay, ama inandığımız fikirlerin şartlarına uymak çok zordur. İşte bundan ötürü herkes milliyetçi olabilir, fakat ülkücü olamaz. Oysa sen, çok defa, milliyetçilikle ülkücülüğü birbirine karıştırıyorsun. Yazacaklarımı daha iyi anlayabilmen için önce bu yanlış değerlendirmeyi düzeltmem gerekecek: Tek insandan itibaren gittikçe genişleyen ve insanlık adını verdiğimiz en büyük toplulukla sona eren iç içe daireler düşün. Milletten tek insana doğru gidildikçe dairelerin küçüldüğünü, buna karşılık, milletten insanlığın bütününe doğru gidildikçe dairelerin büyüdüklerini göreceksin. …. Tek insanla millet arasındaki başlıca daireleri biliyorsun: Aile, akrabalar, hemşehriler, aynı köy (aşiret) ve aynı bölgenin mensupları. Değişik bir açıdan bakarsan zümre, sınıf ve meslek birliklerini de saydıklarımıza katabilirsin. Milleti aşan dairelere gelince: İktisat, siyaset; medeniyet ve inanç açısından çeşitli tasnifler yapılabilir. İktisat açısından insanları çalışanlar ve çalıştıranlar diye, iki sınıfa ayırabilirsin. Çalışanlardan meydana gelecek bir topluluk milletten daha geniştir. Hür dünya, demirperde ve tarafsız ülkeler adını verdiğimiz siyasi birlikler de milleti aşan dairelerdir. Medeniyet bakımından geçmişte yerleşik, göçebe, bugün de Batı-Doğu ve başka isimlerle tanıdığımız yaşama tarzlarına bağlı topluluklar, tek bir milletten daha büyük birliklerdir. Nihayet aynı dine inananların meydana getirdiği “ümmet” adını verdiğimiz din birlikleri de milleti aşar. Böyle bir açıdan bakıldığı zaman milliyetçilik, milletin çıkarları ile milleti aşan birliklerin çıkarları çatışınca millet çıkarlarının tercih edilmesi demektir. Tarihi tarafsız bir gözle incelersen, kitaplar ne yazarsa yazsın, bahis konusu tercihin, mutlak çoğunluk tarafından daima uygulandığını göreceksin. Marksçı-Leninci ideolojinin bütün gayretlerine rağmen hiçbir milletin işçileri, dünya işçilerinin ortak çıkarları uğruna, milletlerine henüz ihanet etmemişlerdir. Siyaset , medeniyet ve inanç birlikleri için de aynı gerçeğin varlığını ispatlayacak yüzlerce misâl verilebilir. 202 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı Milliyetçilik insanın yapısına ve çıkarlarına uygundur. Kolay bir yol olması, herkesçe benimsenmesinin tabii sayılması da bu özelliği yüzündendir. Milleti aşan birliklerin çıkarları, milletinin çıkarları ile çeliştiği vakit, birliğine hizmet etmek hiç kimseye bir şey kazandırmaz, fakat çok şey kaybettirir. İnsanlıkla millet arasındaki dairelere göre yapılacak bir değerlendirme tek insanın çıkarlarının millet çıkarları ile çelişmediğini ortaya koyacaktır.. Milletinin yükselmesi için çalışan bir insan, aynı zamanda kendini de yükseltir. Milletten daha küçük dairelerin, nihayet insanın çıkarları ile milletin ortak çıkarları çatışınca durum değişiyor. Ülkücülük; milletimizin maddi ve mânevi çıkarlarını, milletten daha küçük ve bize daha yakın birliklerin, nihayet nefsimizin çıkarlarına üstün tutabilmektir. Ülkücülük, kendimize, ailemize, şehrimize, bölgemize, sınıfımıza ve mesleğimize fayda sağlasa bile milletimize zarar verecek her türlü tutum ve davranıştan kaçınmaktır. “Milletimizin çıkarlarını, milleti aşan birliklerin çıkarlarına tercih etmek özümüzün ve yakınlarımızın çıkarları ile çelişmez” demiştim. Ama yakınlarımızın ve nefsimizin çıkarları ile milletimizin çıkarları çok zaman çelişir. Bundan ötürü, bir insanın milliyetçi olması tabii bir haldir ve ülkücülükle birleşmediği takdirde fazla bir değer taşımaz. Fakat ülkücülük devamlı bir fedakârlığı emrettiğinden, pek az insanın ulaşabileceği bir üstünlüktür. Nefsimizin ve yakınlarımızın çıkarları ile milletimizin çıkarları nasıl ve niçin çelişir? Gelecek sohbetimizde bu konuyu işleyeceğiz. www.ulkuocaklari.org.tr Kaynak: BOZKURT Dergisi 1974/ Mart/ sayı 18 Ülkü Ocakları Genel Merkezi 203 Ülkü Ocakları Eğitim Programı BİZ KİMİZ? Dündar Taşer Biz, dünya’nın en büyük İmparatorluklarını kurmuş ve hakimiyetini eski dünyanın bilinen her köşesinde yürütmüş bir milletiz, Bu İmparatorlukların sonuncusu varisi olduğumuz Osmanlı Devleti’dir. Osmanlı Devleti Söğütte kurulduğu 1299 yıllarında 400 atlıya sahip bir uç beyliği iken (1326) Bursa Fethi sırasında Orhan Bey (38.000) süvariye kumanda ediyordu. Bu asker artışı, nereden geliyordu, fethedilen topraklardan toplanamazdı. Zira bu yerin ahalisi Türk değildi, 400 çadırlık bir aşiret, 27 senede bu kadar çoğalamazdı. Selçuk Sultanlığı, asker yardımı yapacak halde değildi, O halde nereden geliyordu, öyle anlaşılıyor ki, Bizans ucundaki bu beylik bütün Türk âleminin ülküsünü temsil ediyor, Türklük a teminin, fetret devrinde bile asla vazgeçmediği, İstanbul fethinin ve dün ya hâkimiyetinin mümessili sayılıyordu. Millî şuur ve ülkü Horasan’dan İzmir’e kadar her yerdeki Türk’ü Ertuğrul sancağına çekiyor, şeyhler, müftüler, müderrisler eli kılıç kabzasına yakışan her yiğidi, gönlü fazilet aşkı ile dolu her mümini, kafası salim düşünceye açılmış her talebeyi söğüt beyliğine sevk ediyordu, küçük beylik az zamanda Türk âleminin otağı haline geldi. Sultan-Medrese- Sipahi muvazenesi ile ne anarşi ne de Despotluğa fırsat vermeyen bir devlet kuruldu. Başta ha neden olmak üzere bütün insanların devlete can borcu vardı ve bu borcu bütün Tebaa hükümdarlar dâhil tereddütsüz ödediler. Küçük devletin, fazileti büyük, müsamahası büyük, ideali büyüktü. Bu manevi azamet devletin topraklarını çok kısa zamanda kendi seviyesine getirdi. Bu devir 1699′a kadar sürdü: bu dörtyüz senenin macerası söyle özetlenebilir: her yaz 3 ay sefere çıkılır, 3 gün muharebe nizamı alınır. 3 saat kılıç çekilir. Bir ülke bir vilayet olarak devlete katılırdı. Her yaz batıya kuzeye doğru bir koşu asırlarca devam etti.. Bu koşu, talan, istismar koşusu değil, müsamaha adalet ve huzur tesisi içindi. Bu devrede Osmanlı hünkârı hakanı Behri ve Bahrin, Sultan iklimi Rum, Halife-i Ruy-i Zemin sıfatları ile yeryüzünde kendine muadil otorite tanımadı. 204 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı Karlofça bu uzun koşuda tökezlenen bir nokta oldu. 1699 dan sonraki bütün çabalar, bütün düşünceler, o noktayı geçmek, o engeli aşmak i-cin aranan çareler, ileri sürülen fikirlerin kavgasıdır. Ne tedbirler düşünülmedi: Sünnet adına Kadızâdeliler ortaya çıktı, çakşır haram, kavuk haram, kaftan haram bunlardan soyunursak her iş yoluna girer dediler. Avrupa’cılar türedi pantolon giyer, pelerin taşır, fes vurunursak mesele çözülür dediler. Ne Kadızâdeliler İslâm’ı anlamıştı, ne de Avrupacılar batıyı. 25 milyon km.lik vatanı birleşik tutmak için taklitten başka tedbir düşünen olmadı. İsyanlar, İhtilâller, sokak kavgaları oldu. Bir birimizi kırdık, sultanları kestik, nihayet kendi ordumuzu top ateşine tuttuk. Mısır gitti, Cezayir gitti, bu yitirme devri 150 yılda bizi Sakarya sahiline getirdi. Bugün hainlerin kandırdığı gençlerin bîr kısmı hangi sebeplerle sosyalizmi istiyorsa dün onlar kadar samimi kimse fer liberalizmi istemişlerdi, bugün demokrasinin yeter olduğunu sananlar gibi dün Tanzimatı yeter sayanlar vardı. Velhasıl 300 senedir kandaki mikrobun deride açtığı yarayı tedavi ile uğraşıyoruz. Biz bir cihan devletinin katıntısı üstünde cihan hâkimlerinin evlâtları olarak oturuyoruz. “Rüyama girdi her gece bir fatihane zan…” Diyen şair kendini söylediği kadar bizi de söylemiştir. Ne geri kalmış milletlerin birisi ne de kurtuluş savaşı yapan kavimlerin birincisiyiz. İstiklâlini son elli yıl içinde bizden almış 19 ülkenin efendisi İdik. “Aziz-i vakt idik âda zelil kaldı bizi” Bu zilletin sebebini çıplak gözlerle aramalı ve açık yürekle ortaya koymalıyız. 150 yıldır her türlü uygulanan şekil kavgalarının terk zamanı gelmiştir. Millî şuur Milliyetçi Hareketi doğurmuştur. Bu hareket Şeyh Edebalı gibi gönül pirleri Çandarlı Hoca Paşa gibi ilim ülkücülerini beklemektedir. Bu bekleyiş demiri eritene kadar sürecektir, Ergenekon’dan demiri eritince çıkmıştık. Binlerce yıl önceki efsaneler tutulacak yolu göstermiştir. Demiri eritinceye kadar sabır. www.ulkuocaklari.org.tr Şekil kavgaları ile, “gohome” çığlıkları ile, grevlerle, Öldürülecek vaktimiz yoktur. Sokaktan mektebe, kahveden fabrikaya koşmalıyız. Sanayimizi kurmalı, büyük milletin imkânlarını, büyük geleceği kurmak için seferber etmeliyiz. KAYNAK: Devlet, 7 Nisan 1969, Sayı:1, s. 12. (*)Dündar Taşer’in Devlet Dergisi’nde yayınlanan ilk yazısıdır. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 205 Ülkü Ocakları Eğitim Programı LİDER’DEN ÜLKÜCÜLÜK DERSİ Dr. Devlet Bahçeli Muhterem Dava Arkadaşlarım, Değerli Ülküdaşlarım, Sevgili Bozkurtlarım, Asenalarım, Saygıdeğer Misafirler, Sayın Basın Mensupları, Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı İstanbul İl Temsilciliğinin düzenlemiş olduğu “2023 Gençlik Eğitimi 7’nci Dönem Mezuniyet Töreni” münasebetiyle bir araya gelmiş bulunuyoruz. Konuşmama başlarken hepinizi sevgi ve saygılarımla selamlıyorum. 2012 yılının 4 Mart günü yine böylesi anlamlı bir toplantıda bir araya gelmiş ve 6’ıncı Dönem mezunlarımızın sertifikalarını vermiştik. Şahsen eğitime çok önem veren birisi olarak, bu çalışmalardan ve çabalardan büyük memnuniyet duyduğumu söylemek isterim. Eğitim bir neslin umudu, bir toplumun gelecek tasarımı ve bir milletin varlık nişanesidir. Eğitimsiz gelişme, eğitimsiz zenginleşme ve eğitimsiz güç kazanma ihtimali neredeyse sıfıra yakındır. Fikirlerin pişmesi için eğitim şarttır. Ülkülerin şuurlanması, heyecanların istikrara kavuşması için eğitim vazgeçilmezdir. Eğitimsiz insan kurumuş dal gibidir. 206 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı Bu nedenle eğitim tazelenme, yenilenme, olgunlaşma ve canlanma demektir. Medeniyetlerin en ayırıcı vasfı, milletlerin en stratejik üstünlüğü eğitim yoluyla ortaya çıkmaktadır. Yılgınlığa düşen zihinler eğitim vasıtasıyla kendine gelmekte ve hedeflerine bağlanmaktadır. Bu nedenle her alanda, her düzeyde, her seviyede ve hayatın her bölümünde eğitim ve öğretim önceliklidir, oldukça da önemlidir. Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı’nın İstanbul İl Temsilciliğinin yapmış olduğu eğitim faaliyetlerinin artarak sürmesini diliyor, emeği geçen herkese huzurlarınızda teşekkür ediyorum. Kıymetli Ülküdaşlarım, Değerli Misafirler, Hayat; bir sürü belirsizliği ve bilinmezliğiyle; bazen karmaşık, bazen basit, ama çok defa çetin imtihanlara sahne olan dinamik bir süreçtir. Bu süreçte geriye düşmemek, yenilmemek ve kenara itilmemek için süreklilik arz eden bir çalışma temposuna ve pes etmeyen bir irade parlaklığına sahip olmak gerekmektedir. Fikirleriyle umut veren, heyecanlarıyla güven aşılayan ve ülkülerindeki berraklıkla çekim ve cazibe merkezi olan Ülkücüler için hayat basite alınmayacak kadar çok değişkenli, abartılmayacak kadar da sıradandır. Biliyorsunuz ki, ümitsiz ve hayalsiz asla yaşanmaz. Bunlar olmaksızın ömür geçmez, vuslat güneşine varılmaz. Karanlığı aydınlatan ümittir. İnsanı hayata bağlayan ümittir. Mücadele nefesini üfleyen de yine ümittir. Marifet, tıpkı suyun dibine ayakları değer değmez yüzeye fırlayanlar gibi, ümitsizliğin içinden ümide ulaşmaktır. Milli mücadelemizi kazandıran bu ümit anlayışıdır. Unutmayınız ki, teslim olmayan bir ümitlilik hali iman derecesinde zirveleşen bir kuvvete meydan açacaktır. Zafer sabahlarının şafağı bu sayede sökecektir. www.ulkuocaklari.org.tr Meyusluğun ağırlığı, bezginliğin ezikliği bu şekilde hafifleyecektir. Ümit olmazsa cesaret kaybedecektir. Hayata tutunmanın, zorluklarla başa çıkmanın sırrı ümitle bakmak, imanla hareket etmektir. Biliniz ki; √ Ülkücüler, bir ümidin adıdır. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 207 Ülkü Ocakları Eğitim Programı √ Ülkücüler, bir sevdanın ve bedeli şehit kanıyla ödenmiş bir fedakârlığın nurlu yüzleridir. √ Ülkücüler, bir duanın ve direncin temsilcileridir. √ Ülkücüler, geçmişin şerefli sayfalarından geleceğin verimli ve bereketli vahalarına koşan eşsiz kahramanlardır. Sizler, varlığınızı ideallerine adayan, ülküleriyle coşan ve mutlaka başarıya varacak olan kutlu yüreklersiniz. Sizler, bir devrin atan kalbisiniz, söyleyen dilisiniz, birliğe ve kardeşliğe davet eden nefesisiniz. Zahmetler size vız gelir, zorluklar nafile kalır. Korku yabancıdır size, şüphe uzaktır her birinize. Çünkü inancınız sağlamdır, çünkü hedefleriniz yüksektir, çünkü varacağınız yer kudretli Türkiye’nin, büyük Türk milletinin müjdesini vermektedir. Ülkücü nereden gelip nereye gitmek istediğini bilir, kesinlikle de bilmelidir. Ülkücü için imkânsız yoktur. Ülkücü için başarısızlığı peşinen kabullenmek söz konusu değildir. Elbette tembellik, uyuşukluk ve vurdumduymazlık sizlerde yoktur ve pek tabiidir ki olmamalıdır. Çıkar ilişkileri, mevki ve statü talepleri için milli ve manevi değerlerden ödün vermek sizlere yabancıdır. Kısa vadeli, kısa ömürlü ve güdük menfaatler sizlerin uzun soluklu mücadelenizi engelleyemeyecektir. Dedikodular yolunuzu kesemeyecektir. İstismarlar, provokasyonlar ve tuzaklar aklınızı çelemeyecektir. Hak bildiğiniz yolda ilerleyiniz, Cenab-ı Allah sizinledir. İddialarınızdan caymayınız, Resul-i Ekrem Efendimizin şefaati sizlerledir. Ülkülerinizden kopmayınız, şehitlerimizin aziz hatıraları sizlere emanettir. Dürüstlükten ayrılmayınız, çalışmaktan bıkmayınız, fitneye bakmayınız, iftiralara kulak asmayınız, Türk milletinin desteği yanınızdadır. Ülkücüler Türk milletinin içinden doğup, yine Türk milletine hizmete koşan asil ve soylu şahsiyetlerdir. Ülkücüler bayraktır. Ülkücüler vatandır. Ülkücüler Türklüktür. Ülkücüler Turan’dır. Ülkücüler Ötüken’deki ruh, Kerkük’teki hüzün, Bosna’daki gözyaşı, Doğu Türkistan’daki acı, 208 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı Balkanlar’daki hatıra, Mekke’deki bağlanış, Türk ve İslam’ın bulunduğu her tarafta dalgalanan ümit sancağıdır. Cehaletin yenilmesi size bağlıdır. Bölünmenin durdurulması sizinle mümkündür. Göreviniz çoktur, yapmanız gerekenler fazladır ve sorumluluklarınız başkalarına göre haliyle kabarıktır. Tepkilerinizi köreltmeye çalışanlara fırsat vermeyiniz. Sizleri sokaklarda görmeye çalışanlara ortam açmayınız. Bizim yerimiz sokakların karanlığı değil, meydanların demokratik zeminleridir. Fakat sokakların da görüş açımızın kapsamında bulunduğunu, böylesi bir tecrübeden süzülerek bugünlere geldiğimizi hiç kimse yabana atmamalıdır. Şüphesiz bu filmi daha önce defalarca seyrettik. Bu kısır döngüyü üst üste yaşadık. Bedeller ödedik, şehitler verdik, canlardan olduk. Türk milletine çevrilen namluların önüne milliyetçi-ülkücü hareket dikilmiştir. Türkiye’yi kötürüm bırakmaya cüret eden komünistlerin, teröristlerin ve şiddetten geçinenlerin karşısına milliyetçi-ülkücü hareket geçmiştir. Bu sebeple gencecik fidanlarımız soldu, hayatlarının baharındaki dava arkadaşlarımız bir bir toprak oldu. Hepsi ülküleri uğruna ebediyete göçtü. Hepsi inançları yolunda Rahmeti Rahman’a ulaştı. Kanlı gömlekleriyle bir hilal uğruna kara toprakla sırdaş oldular. Haklıydık, masumduk, ancak bunlar fayda etmedi. Türkiye’ye düşmanlık yapanlar, Türk milletini yabancı ideolojilerin kölesi haline getirmeye yönelenler kurşun sıktılar, bomba attılar ve can evimizden vurdular. Yönümüz Hakk’a çevrilmişti, fikrimiz milletimizin yücelmesi ve yükselmesine odaklanmıştı. Başka arayışımız söz konusu bile değildi. Sokakları mesken tutmuş katiller, tertemiz dava arkadaşlarımıza kıydılar. Sokakları terörize eden, insanlıkla yolunu ayıran kanlı eller umutlarımızı söndürdüler. Ne var ki yılmadık, yıkılmadık, başaracağımıza inandık ve şehit kanlarından filizlendik, büyüdük ve bugün aziz milletimizin ilgi ve sevgisine mazhar olduk. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 209 www.ulkuocaklari.org.tr Başka amacımız yoktu. Ülkü Ocakları Eğitim Programı 4 Ocak 1968 tarihinde, henüz 22 yaşındayken şehit olan Osmaniyeli Ruhi Kılıçkıran’ı mahcup etmedik, etmeyeceğiz. 21 Mart 1970 tarihinde dava arkadaşlarına yiyecek götürürken şehit edilen Süleyman Özmen’e yüz çevirmedik, çevirmeyeceğiz. 8 Haziran 1970 tarihinde okuluna girmek isterken şehit edilen Yusuf İmamoğlu’nu unutmadık, unutmayacağız. 23 Kasım 1970 tarihinde alçaklar tarafından üç gün işkence yapıldıktan sonra pencereden atılarak şehit edilen DursunÖnkuzu’yu hiç ama hiç aklımızdan çıkarmadık, çıkarmayacağız. 13 Nisan 1979 tarihinde, camiden çıkarken bıçaklanarak şehit edilen Alper Tunga Uytun’u bırakmadık, bırakmayacağız. Aziz şehitlerimizden Alparslan Gümüş bizimledir, İrfan Öğütçü içimizdedir. Recep Haşatlı kalbimizdedir, İlhan Darendelioğlu bizimle beraberdir. İsmail Gerçeksöz aramızdadır, Ali Rıza Altınok her daim yanımızdadır. Gün Sazak buradadır. Ve elbette Başbuğumuz Türkeş Bey önümüzdedir, tüm şehitlerimiz gönlümüzdedir. Üç Hilal iftiharımızdır, Bozkurt cesaret simgemizdir. Biz milliyetçi-ülkücü hareketiz. Teslimiyete boyun eğmeyiz. Zalime uşak olmayız. Eşbaşkanların kuru gürültüsüne aldanmayız. Bölücülerin oyunlarına gelmeyiz. 210 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı Küresel senaryolara teslim olmayız. Türkiye’yi böldürmeyiz, Türklüğü ezdirmeyiz ve milliyetçiliği ayaklar altında çiğnemeye kalkan namertlerin karşısına dağ olur dikiliriz, fırtına olur çatılarını indiririz. Türk vatanını haram el uzatanlara yedirmeyiz. Bu salonda Çanakkale’nin ruhu vardır. Bu salonda Haçlıları bozguna uğratan Kılıçarslan’ın anıları tütmektedir. Hiç kimse boşuna uğraşmasın. Hiç kimse boş yere el ovuşturmasın. Milliyetçi-ülkücü hareket var oldukça ihanet başaramayacaktır. Milliyetçi-ülkücü hareket var oldukça şehidimizin, şühedamızın hakkı yenmeyecektir. Sizler teminatsınız. Sizler bunun için ümitsiniz. Sizler Türklüğün garantörü, İslam’ın yumruğu ve Türk milletinin güvencesisiniz. Değerli Dava Arkadaşlarım, Kıymetli Ülküdaşlarım, İçinden geçtiğimiz zaman diliminde; Haklılığımızı gölgelemeye niyetlenenler faaldir. Milliyetçi-ülkücü hareketi teşvik ve tahrik etmekle uğraşan provokatörler işbaşındadır. Kardeş kavgası çıkartmakla yatıp kalkanlar devrededir. Biz bu pis tezgâhlara düşmeyeceğiz. Biz bu kirli senaryolara alet olmayacağız. Düşmanlık ekenlere, kardeşlik duygularından aldığımız güçle cevap vereceğiz. Nifak saçanlara, milletimizin nazarıyla ve irfanıyla bakacağız. Alayına kapımızı kapatacağız. Tüm kötü niyetlileri şaşkına çevireceğiz. Çözüm ve barış sözleriyle dağılmanın misyonerliğini yapanlar artmıştır. Süreç ihanetiyle Türk milletini etnik kimlikler arasında paylaştırmaya kararlı olanlar zıvanadan çıkmıştır. PKK’lılar, örgüt sempatizanları, militan bakıcıları, terörist aşıkları, bölünme piyonları, aklı karışık 63’lükler hükümetin himayesi altındadır. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 211 www.ulkuocaklari.org.tr Maalesef Türk-Kürt ayrımını kaşımaya ve kanatmaya yeltenen korkak ve kanlı emeller adım adım faaliyet halindedir. Ülkü Ocakları Eğitim Programı Başbakan Erdoğan, İmralı canisiyle Türkiye’yi pazarlık etmektedir. Kandil’e kan bankası kuranlarla, dağlarda ölüm vadisi inşa edenlerle el eledir, iç içedir. Başbakan Türklükten rahatsızdır. Başbakan’ın Türk milletinin mevcudiyetinden ödü kopmaktadır. Bundan dolayı İmralı canisi ve PKK’yla Türk milletinin pazarlığını yapmaktadır. Çünkü Başbakan’ın kafasında Türk milleti 36 parçadan ibarettir. Tek milletten bahsederken, milletin ismini ağzına dahi alamamaktadır. Tek vatandan bahsederken, bu vatan neresidir, kimindir, belli değildir. Başbakan için millet bölünürse demokratlaşacaktır. PKK meşrulaşırsa ve Türkiye parçalanırsa maksat hâsıl olacaktır. İmralı canisi serbest kalırsa özgürlükler artacaktır. Başbakan açısından milliyetçilik ırkçılıktır. Bin yıllık kardeşlik hukukunun miadı dolmuştur. Bu kafaya göre, bağımsız Kürdistan’ın kurulması da haktır. Nihayetinde küresel dostları öyle istemektedir. Eşbaşkanlığını yaptığı kanlı projeler bunu gerektirmektedir. Başbakan’a göre şehitler kelle, teröristler hakkı gasp edilmiş masum gençlerdir. Yine bu anlayışa göre ülkücüler kafatasçı, ırkçı, şehit istismarcısı, çapulcu, kandan geçinenler, şehit cenazesi gözleyen fırsatçılardır, ama İmralı canisi hidayete ermiş mazlum kişidir. Başbakan’ın aklı karışıktır. Başbakan’ın basireti bağlanmıştır. Başbakan’ın vicdanı körleşmiş, zihni örümceklenmiştir. Sizlerin şahitliğiyle ifade etmek isterim ki, ülkücülere hakaret eden, hakir ve hor gören Başbakan cevabını her platformda alacak, her tarafta günahlarının semeresini toplayacaktır. Milliyetçi-ülkücü hareketi ırkçı diye suçlayanlar asıl ırkçılığın ve Kürtçülüğün çukuruna düşenlerden başkası değildir. Bu vesileyle Başbakan’a hatırlatırım ki, Bir millet, yalnız hayatta bulunan fertlerinden değil, Ahiret’e intikal etmişlerden ve doğacak evlatlarının yekûnundan ibarettir. Her canlı varlık gibi, millet dediğimiz muazzam oluş hali, üç zaman diliminden, yani; dün, bugün ve yarından teşekkül etmektedir. Bir milleti yok etmek için askeri istilaya gerek yoktur. 212 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı Millete tarihini unutturmak, bu ihtişamın dilini bozmak, birliğini ateşe atmak, etnik dehşete davetiye çıkarmak, milli kimliğinden soğutmak, ahlakından soyutlamak ve maneviyatından ayırmak soy ve kültür devamlılığını sakatlayacak en vahim sapmalardandır. İşte Başbakan bunları yapmakta, zalimlikleriyle Türk milletinin şah damarına neşter vurmaktadır. Kendi ırkçılığını, kendi köksüzlüğünü ve milli kaynaşmaya duyduğu alerjiyi durmadan tahkim ederek bizi imhaya doğru hızla sürüklemekte, ülkücülere de çamur sıçratmaktadır. Bu zihniyet bilsin ki; Ülkücü, zaman nehrini Türk milletinin lehine akıtmaya çalışan fazilet çağlayanıdır. Ülkücü, Türklüğün ve İslamiyet’in tüm kabullerini, tüm ilkelerini ve tüm mesajlarını bağrına basan, doğruluğun ve insanlığın çizgisinden sapmayan ahlak doruğudur. Ülkücüler, benimsedikleri davanın inancı içinde birleşen ve bu davanın mesuliyetini omuzlarında taşıyan çağımızın neferleridir. Muhterem Dava Arkadaşlarım, Ülkücülük, milliyetçiliğin “şuurlu eylem” ve “fikri hareket” hali olduğuna göre olmazsa olmaz şartımız millet gerçeğidir. Tarihin neyin mücadelesi olduğuna yönelik evrensel soruya her ülkücünün vereceği tek cevap vardır: “Tarih milletlerin mücadelesidir.” Bize anlam ve ruh veren, varlığımıza değer katan öncelikle aynı millete mensup olmamızdır. Bu yüzden ayrımcılık, farklılığa dayalı millet tanımı bizim yabancı olduğumuz bir hezeyandır. Fertten başlayarak, aile, akraba, sülale, kabile, boy ve millet gibi iç içe geçmiş sosyolojik halkaların bize göre sonuncusu ve en güçlü bağlayıcısı millet oluşumudur. Türk Milletinin sosyo-kültürel kimliği binlerce yılın, onlarca asrın kaynaşması ile oluşmuştur. Türk dili, Türk töresi ve Türk kültürü etrafında “zaman” harcı ile oluşan bu muazzam bileşenler İslam dini ile şeref ve zenginlik kazanmıştır. Türklüğün insanlığa yön vermek isteyen fütuhat arayışına, İslam’ın insaniyete huzur verme mesajları birleşmiştir. Bu duygu ve ülkülerle beslenerek oluşturulan Türk Cihan Devletleri tarihe damgasını vurmuştur. Aziz milletimiz; Alparslan olmuş, Kanuni olmuş, Mustafa Kemal olmuş belaları yok etmiştir. Emrah olmuş, Itri olmuş, Baki olmuş, Sinan olmuş gönülleri kuşatmıştır. Büyük Türk milleti asırlar içinde bu mükemmel yapıda buluşmuş, zirve isimlerle seslenmiş, söylemiş, dertlenmiş ve varlık mücadelesi vermiştir. Özlemlerini, ülkülerini, tasalarını, sevinçlerini ve zaferlerini bağrından çıkmış olduğu evlatlarının Ülkü Ocakları Genel Merkezi 213 www.ulkuocaklari.org.tr Dedem Korkut olmuş, Edebali olmuş, Hacı Bektaş olmuş, Hacı Bayram olmuş ruhları fethetmiştir. Ülkü Ocakları Eğitim Programı üzerinden dile getirmiştir. Türk milleti, Bazen, bir beyit olmuş Fuzuli’nin mürekkebinden akmış, bazen destan olmuş Mehmet Akif’in mısralarından taşmıştır. Bazen çınar olmuş Osman Gazi’nin rüyasına girmiş, bazen fetih olmuş Fatih’le çağ açmıştır. Bazen, hikmet olmuş gönülleri Yesevi ile tutuşturmuş, bazen abdal olmuş Pir Sultan’la Şah’ın kapısına varmak istemiştir. Bazen, elif olmuş Karacaoğlan’da güzelleme söylemiş, bazen dost olmuş toprağına Aşık Veysel ile ağlamıştır. Bazen, bir gurbet türküsü olmuş sıladan haber getirmiş, bazen semahta hasret olmuş turnayla selam götürmüştür. Bazen, zafer olmuş Tuna kıyılarında çağlamış akmış, bazen hüzün olmuş Evlad-ı Fatihan’ın geride kalışına üzülmüştür. Bazen, halay olmuş omuz omuza, sevgileri birleştirmiş, bazen ağıt olmuş dövülmüş dizler acıları depreştirmiştir. Bazen, bitmeyen bir mücadele, bazen tükenen umutlar, bazen yükselen kahramanlık, bazen çelikten bir yumruk olmuş asırları ilmik ilmik dokumuştur. Bazen, yufka yürek, kadife el, bazen hayırsever bir vicdan, sızlayan gönül olmuş. Türk milleti; secdeye varan alınların, sabırla tespih çeken ellerin, ecdadına hürmet duyan vicdanların, vatanına vefalı yüreklerin, bayrağına hasret duyan herkesin hazinesi olarak yüzyıllara kafa tutmuştur. Ve tarih her şeyiyle tanıktır ki; millet aşkı ile toprağa düşen nur yüzlü, korkusuz yürekli, gür sesli tüm şehitler de bu toprakları bize vatan yapan iftiharlarımızdır. Türk milleti başımızın tacı, kalbimizin fatihidir. Türk milleti bölünmez, ayrılmaz ve parçalanmaz bir bütündür. Türk milleti; √ Üsküp’te ağıt, Ege’de zeybek’tir. √ Kaşgar’da sagu, Kırım’da yırdır. √ Anadolu’da bozlak, Gence’demahnı’dır. √ Ergenekon’da destan, Orhun’da anıdır. √ Kafkaslar’da Şeyh Şamil, Fırat kıyılarında Süleyman Şah’dır. Bilmeyenlere duyururum ki, Türk milleti; √ Kaynaşmadır, kucaklaşmadır, kardeşliktir ve karındaşlıktır. √ Buluşmadır, yakınlıktır, sevgidir ve sadakattir. 214 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı √ Huzurdur, saadettir ve görkemdir. √ Ankara’dır, Diyarbakır’dır ve İstanbul’dur. Türk milletinde dışlama yoktur. Aşağılama ve küçük görme yoktur. Asimilasyon da yoktur. Biz, bin yıldır bu coğrafyada kardeşçe var olduk. Kız aldık, kız verdik ve büyük bir aile olduk. Köken kazısı yapmadık, başkalaşmaya prim vermedik. Etnik kimlik mucitliğine soyunmadık, biri 36’ya parçalamaya uğraşmadık. Alın yazımız bir, geleceğimiz bir oldu. Kıblemiz bir, safımız aynı oldu. Beraber sevindik, beraber ağladık. Beraber aynı sofraya oturduk. Aynı düşü kurduk, aynı hedefe kilitlendik. Biz büyük Türk milleti olduk. Şimdi bu ihtişamı deşmeye ve değersizleştirmeye çabalayanlara da hep birlikte mani olacağız. Küslüğümüzü ve dargınlığımızı gözleyenlere izin vermeyeceğiz, aradıklarını sunmayacağız. Başbakan’a rağmen Türk milleti yaşayacaktır. PKK ve bölücülere rağmen Türk milleti varlık ve birlik yolundan çıkmayacaktır. Küresel projelere inat Türk milleti ebediyete kadar payidar kalacaktır. “Ne Mutlu Türküm Diyene” sözü hepimizin müşterek seslenişi olacaktır. İşte aziz dava arkadaşlarım buradadır ve heyecanla bunun arkasındadır. Milliyetçi-ülkücü hareket tüm varlığıyla milletin devamlılığına sonuna kadar hizmet etmeye kararlı ve azimlidir. Kıymetli Ülküdaşlarım, Beşeriyetin binlerce yıllık ilerleyişi, bir hedefe varmayı amaç edinen ve kendisine hedef arayan insanların, yaşadıkları topluma kazandırdıkları ivme ile mümkün olmuştur. Büyük davalar, büyük hayalleri olan adamların omuzlarında taşınmıştır. Büyük başarılar büyük hedeflerin sonucunda ortaya çıkmıştır. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 215 www.ulkuocaklari.org.tr Muhterem Dava Arkadaşlarım, Ülkü Ocakları Eğitim Programı Gündelik hayatın kaygıları altında vizyonları kısıtlanmış kitlelere anlam ve güç kazandıran da büyük dava adamlarının varlığı ve gösterdikleri istikamet olmuştur. İnsanı anlamlı kılan, insan olarak yaradılışından da öte; bir toplum içinde yaşıyor olmasıdır. Bir amaca sahip olmadan, yalnızca yaşıyor olmaktan başka bir gaye taşımayan toplumların, tarihin acımasız çarkında nasıl öğütülmüş olduğunu geçmişin sayfalarında görmek mümkündür. Gerçekte amaç, hayatın anlamını bularak bir ülküye sahip olmaktır. Ülkü ile yoğruldukça hayat anlam ve içerik kazanacaktır. Belirsizliklerin sisi bu şekilde dağıtılacaktır. Bilinmezliklerin perdesi bu şekilde aralanacaktır. Bir ülküyle var olma, her şeyden önce, yaşama ve başarma gücüne destek olacaktır. Aklınızdan çıkarmayınız ki, hayat, varlığını sürdürmek isteyen ve bunun gereğini yapanlar için mükâfatlandırıcıdır. Aynı zamanda da gideceği limanı bilmeyenler için fırtınalarla dolu bir deryadır. Ne var ki gideceği yeri bilmek, ancak geride kalanları özümsemekten, bugünü anlamaktan ve geleceği hayal etmekten geçecektir. Geçmiş, bugün ve gelecek; bunlardan birinin eksikliği hedeften sapmalara, menzilin uzamasına veya nefeslerin kesilmesine yol açacaktır. Yanlış yere saplanmak da, hedefin arkasına düşmek de, ülküsüz olmak kadar isabetten uzaktır. Geride kalan insanlığın izleri, dünü, bugünü ve yarını bir bütün olarak yorumlayamamış toplumların doğru zannettikleri yanlış yollarda nasıl heba ve helak olduklarının örnekleri ile doludur. Büyük hedefler büyük heveslerin, büyük hevesler ise büyük düşüncelerin eseridir. Her canlı varlık, var olabilmek için hem kendi özüne sadık kalmaya, hem de gelişmeye mecburdur. Şurası muhakkaktır ki, geçmiş olmadan, geçmişin anılarını sahiplenmeden geleceğe varmak ve şahsiyetli şekilde ve özüne bağlı kalarak yaşamak imkânsızdır. Milliyetçiler dünle yarın arasında köprü kuran bir anlayışa sahiptirler. Ancak şimdiyi de bir kenara itmeyeceklerdir. Gerçekten yaşadıkça anlarız ki, ne yapmak istiyorsak, ne yapabileceksek şimdiden başlamamız lazımdır. Hayat birbirinin peşi sıra geçen şimdilerin toplamıdır. Her kaybolan şimdi bir daha gelmemek üzere geçip gitmiştir. 216 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı Ve şimdiyi anlamayan hayatı anlamakta ziyadesiyle zorlanacaktır. Şimdilik durmak değil, şimdiden başlamak gerekmektedir. Bütün irade hastalıkları, vehimler, tereddütler, savsaklama illetleri, şimdiyi ihmal eden, erteleyen ve geciktiren yaklaşımlardan türemektedir. Bu itibarla bugün, hemen şimdi, üzerimize ne düşüyorsa, milletimiz, vatanımız ve davamız için ne gerekiyorsa yapmalıyız, yerine getirmeliyiz. Şimdinin fırsatlarını, dün ve yarın köprüsünün üzerinden geçirmek hepinizin ödevi olmalıdır. Sizler tarih ve coğrafya şuurundan sapmadan yarınların sütunlarını dikeceksiniz. Bu nedenle kimliğinize, dilinize, dininize ve ecdadınıza sahip çıkmaya devam ediniz. Ahlaklı, edepli ve kaliteli Türk gençliği olarak milli ve manevi emanetlere gözünüz gibi bakınız. Düşmeyiniz, oyuna gelmeyiniz. Sizlerin yükü mukayese edilmeyecek kadar fazladır. Çünkü siz Türk-İslam ülküsünün sancaktarısınız, mirasçılarınız ve Türk milletinin ümit kaynağısınız. Elbette ki bu yol çileli ve meşakkatlidir. Mücadele, adı üstünde, başa çıkmayı, aşmayı, uğraşmayı, didişmeyi, çekişmeyi göze alabilmiş yüreklerin harcıdır. √ Dava adamlığında şekillenen bu hasletlere sahip olamayan, √ İrade gösteremeyen, √ Bedel ödemeyi göze alamayan, √ Kararının arkasında duramayan, √ Fikrini ve mücadelesini savunamayan, √ Soluğu kesilince geleceği reddeden, √ Zoru görünce kuytuya sinenlerin sahip olabilecekleri bir unvan değildir, ülkücülük. İftiharla söyleyebilirim ki, mensubu olmaktan gurur duyduğumuz büyük Türk milleti sadık evlatları konusunda talihlidir. Milletinin geleceğine odaklanmış, milli ülkülerle bezenmiş, dertleri ile dertlenmiş, zaferleriyle gönenmiş sayısız gönül, dava, inanç ve iman dorukları tarihimizi hem yapmış, hem de yazmıştır. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 217 www.ulkuocaklari.org.tr Uzak hedefleri kucaklayan, hayal gibi görülen ülkülerin peşinde koşanlar ancak ve ancak gönlü, yüreği, vicdanı, ruhu, heyecanı ve şuuru büyük olan adamlardır. Bunları unutmayınız. Ülkü Ocakları Eğitim Programı İşte siz elleri öpülesi bu ceddimizin torunlarısınız. Sizin yolunuz, Çin sarayını kırk yiğidiyle basacak kadar gözü kara Kürşad’ın yoludur. Sizin yolunuz, “ölürsem kefenim olsun” diyerek beyazlar giyen ve şehadeti şerefle karşılayan Sultan Alparslan’ın yoludur. Sizin yolunuz, kuşatılmış kaleye ulaşmak için tek başına düşmanı yaran Yıldırım’ın yoludur. Sizin yolunuz, kendi ölüm fermanını taşıdığını bilmesine rağmen gözünü kırpmadan cellada kadar ulaştıran Akıncı Beyi’nin yoludur. Sizin yolunuz, vatanına düşman ayağı değmesin diyerek yüzlerce okkalık mermileri taşıyan Seyit Onbaşı’nın yoludur. Sizin yolunuz, milletin önüne düşmüş erenlerin, alplerin, ülkü erlerinin, gözü yaşlı yüreği yanık anaların, yol gözleyen aksakallı babaların yoludur. Sizin yolunuz, Türklüğün, İslam’ın ve elbette Yüce Allah’ın yoludur. Bu düşüncelerle bugün sertifika almaya hak kazanmış tüm kardeşlerimi tebrik ediyor, sizleri tekrar sevgi ve saygılarımla selamlıyorum. Başta Merhum Başbuğumuz Alparslan Türkeş Bey olmak üzere, ebediyete göçen tüm dava büyüklerimize ve şehitlerimize Cenab-ı Allah’tan rahmet diliyorum. Binlerce ülküdaşımın aziz hatıralarından devraldığımız kutlu davamızın bugünkü yolcuları olarak sizlere diyorum ki, Yolunuz, bahtınız ve alnınız açık olsun. Cenab-ı Allah yar ve yardımcınız olsun. Sağ olun, var olun. Ne Mutlu Türküm Diyene. Kaynak Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli’nin 5 Mayıs 2013 günü, İstanbul Ülkü Ocakları 2023 Gençlik Eğitimi 7. Dönem Mezuniyet Töreninde yapmış oldukları konuşmadır. 218 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı ÜLKÜCÜ GENÇLİK Dündar Taşer Yeni Kavga Devrinin Ümidi Yine Ülkücü Gençliktir “Türkiye’de yeni bir çağ açılmıştır. Bu, Türkiye’nin kaderini tayin edecektir. Ya milliyetçi bir sistem, milliyetçi bir görüş, milliyetçi bir politika, milliyetçi bir uygulama olacak veya Türk Milleti’nin bütün büyük tarihine rağmen istikbali komünist boyunduruğuna geçecektir. Fakat Allah Türk Milleti’nin istikbalinin hükmünü vermemiştir. Ülkücü gençlik gösteriyor ki Allah bu Milletin fena bulmasını dilememiştir. O halde Türk Milleti yaşayacaktır.” Türkiye, uzun zamandan beri derin bir buhran içindedir. Bu buhran, bilhassa 1968’de çok bariz, çok görünür, elle tutulur hale geldi. Komünist tahrikat 1919’dan beri yaptığı çabaları 1968’de aksiyon haline, onların deyimi ile eyleme soktu. Bu eylem safha safha gelişti. 1919’daki plânları şu idi: Halk Partisini ele geçirmek. Bunun teşkilâtına hâkim olmak ve bunun perdesi arkasında Türkiye’de komünist rejimi tatbik etmekti. Şevket Süreyya ve arkadaşlarının 1931’lere kadar devam eden “kadro hareketi” dedikleri plân bu idi. Diyorlardı ki: Halk partisi mücadeleci, komiteci, kurtuluş savaşını sırtlamış insanlardan kurulu bir teşekküldür. Bu parti ele alınırsa güçlü bir manivela kazanılmış olur. Bu manivela ile Türkiye’nin altına girilir ve temelleri sökülür. Bu hareketi Atatürk bastırdı, ezdi. Bir kısım adamlarını şuraya buraya sürdü, bir kısmını hapislere soktu ve temizledi. Fakat bilâhare kimi hapisten çıktı, kimisinin zamanı geçti unutuldu ve 1950 ertesinde bu çaba yeniden-başladı. Yine Şevket Süreyya’yı ortada gördük, ihtida etmiş günahlarından arınmış bir adam gibi (Suyu Arayan Adam) isimli kitabını yazdı (Suyu Arayan Adam) kitabı okudukça hislere hitap eden güzel, içinde kötü niyet görünmiyen bir kitaptı. Bununla yeni yetişen münevverlerin dikkatini çekti. Arkasından (Tek adam) kitabını yazdı. Atatürk’e görünürde bir methiye idi. Fakat ilk 50-60 sayfasında Atatürk için söylenmiş iftiraların en ağırını taşıyordu. Adam bunu o kadar iyi serpiştirmişti ki çoğunun dikkatini çekmedi. Sonra makalelere başladı. Arkasından hücrelerden yetişmiş taze komünistler devrimciliği ele aldılar: “Biz devrimciyiz onlar gerici; biz devrimciyiz onlar faşist, biz Atatürkçüyüz.” Atatürk’ü seven kurumlar vardı. Bazı kurumlar vardır ki, Atatürk’ün meziyetlerini, liyakatlerini herkesten iyi bilir. O’nun büyük kumandanlık Ülkü Ocakları Genel Merkezi 219 www.ulkuocaklari.org.tr Ülkü Ocakları Eğitim Programı meziyetini, vatanı kurtarıştaki büyük rolünü iyi bilir. Onun için de Atatürk’e hayrandır. Onların dikkatini kazanmaya uğraştılar. Sevgisini kazandılar, alâkasını çektiler. Sonra devrimciliği kademe kademe götürdüler. Birgün solculuktan bahsettiler “İyi şeyler soldur” “Sosyal adalet soldur”, “Sosyal güvenlik soldur”“, “Sol inkılâp demektir”… Bunlar çok üstü örtük hafif sözlerdi. Hergün de söylenmiyordu. Arasıra söylenerek alıştırılıyordu. Birgün İsmet Paşa’ya bir lâf söylettiler: “Ortanın solu.” Solun üzerindeki ayıp perdesi kalktı. Millî Mücadelenin kahramanı, ikinci reisicumhurumuz; ortanın solunda olduktan sonra, eh herkes de biraz solcu olabilir. Buna da komünist denmez ki… Bu perdenin altında herkes bir miktar solcu oldu. Neydi solculuk? Herkes o tarihte en iyi neyi biliyorsa onu solculuk zannediyordu. Ve solun karşısı “ayıptır, çirkindir ve çok geri kalmışlıktır, sersemliktir, dangalaklıktır” la başladılar ve “onun karşısı da sağdır” dediler. Kötü olan birşey vardı. Solun aşırısı ya da sağın aşırısı. Sonra sonra, solun aşırısı da güzel olmaya başladı ve Türk milletinin bir kısmına bunu da yutturdular, kabul ettirdiler, Türk aydını zaten şartlanmıştı, hazırdı ve 5-6 senelik bir gayretten sonra solun en aşın ölçüleri Türk cemiyetinde savunulabilir oldu. Bizim geri kalmışlığımızın bütün sebebi de solcu olmamakta bulundu. Bu o derece içeri işledi ki, 12 Marttan sonra kurulan ilk hükümetin adamları “Solcu olmayan insan, insanı bile sevmez” dedi. Bunu diyen solcu değildi, solun felsefesinden filân haberi yoktu. Takat ezberlediği buydu. Dil öğrenmiş gibi bunu belledi. Hani çocuklar öğrenirken ilk dillenmede küfür müdür, dua mıdır bilmeden bazı lâflar söylerler ya, bizim Türk cemiyeti de siyasi dillenmesinde, ideolojik dillenmesinde hiç de kendisine ait olmayan kelimeler öğrendi ve bunları tekrarladı. Bu tabir hakiki solculara, bilen solculara büyük kuvvet kazandırdı. Bu kuvvetler hareketlerini arttırdılar ve 12 Mart’a tekaddüm eden günlerde (ki bu 1968 — 1971 arasında üç senedir) bu üç sene içerisinde üniversiteyi ellerine alıp üs yapmak istediler: Mutlak surette oraya hakim olmak, o muhtariyeti sanki ayrı bir devletmiş gibi kullanmak ve buradan hareket ederek Türk cemiyetini tedirgin etmek, sonra üniversitenin duvarları içine girip takibattan kurtulmak… Oyunları bu oldu. Bu oyunlarını Milliyetçi gençler bozdu, ülkücü gençler bu oyunu bozdular. Üniversitede tatbikatı şöyle yürüttüler: Hocanın birini alıyorlar, Hocam falanca derneğe -ki bu başlangıçta F.K.F (fikir kulüpleri federasyonu) idi; sonra Dev-Genç oldu- 100 lira ver. Hoca yok diyor, iyice bir dövüyorlar. Hoca şikâyet ediyor, merci yok. İspat el öyleyse diyorlar; şahit yok. Şahitler döven adamlardan ibaret. Mahkemeye gidiyor, mahkeme de boş; hükümete gidiyor, hükümet te boş; şuraya gidiyor oradan boş dönüyor ve açıkta kalıyor. Meselâ birgün, İnşaat Mühendisleri Odası’nın seçimi varmış. Seçimden evvel Gün Sazak arkadaşımız gitmiş Dahiliye Vekiline, Menteşeoğlu’na, demişler ki: Mülkiyede seçim yapılacak orada da solcular hakim, hır çıkarıp elimizden alırlar Vekil “Bütün emniyet teşkilâtı tertiplerini almıştır” demiş. Seçim yerine gitmişler. Yüksek mühendisler, içinde 60 yaşında umum müdürler var, 65 yaşındaki eski müsteşarlar var. Bin küsur üye, 350 tanesi solcu, 700 tanesi de solcu değil. Mülkiye salonunda toplanılmış eller kalkmış, 350 solculara rey veren var, 700 tane de vermeyen var. Divan da solcu, ilân etmiş: “700 reyle biz kazandık.” 220 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı “Yok” demişler, “biz size rey vermedik”. “Hayır, verdiniz”, “yok vermedik.” Divandakiler, çıkın öyleyse dışarı sayıyoruz demişler ve bunlar çıkmışlar koridorlarda sayılmak üzere. Dev-Gençliler, ellerinde değneklerle gelmişler “Biz” demişler “size salonu verdik, koridoru da mı verdik, mektebi basmaya mı geldiniz namussuzlar?” demişler; yüzlerine de tükürmüşler, haydi bakalım sokağa deyip bunları atmışlar. Tekrar salona girmek istemişler, salon kapısında iki tane Dev -genç’H “siz dışarı çıktınız, içeri giremezsiniz” deyip, sokmamışlar, sokakta kalmışlar. Soğuk da bir gün, araba da bulamamışlar. 700 tane yaşlı başlı adam gitmişler D.S.İ. Umum Müdürlüğü’nün salonunda toplanmışlar, “ne yapalım” diye. “Dahiliye vekili bize garanti verdi, biz burada dayağı yedik, bir tek polis neferi çıkmadı karşımıza.” Gidip şikâyet etmişler, “tahkikat yaparız” demişler. Adamlar 350 rey aldı 700 ilân ettiler. Bunu tespit edecek ANKARA’da bir noter bulmuşlar. Bu usûl ile bütün üniversiteye hükmettiler. Kim kaldı? Ülkücü profesörler, ülkücü doçentler ve ülkücü talebeler. Onlar kendilerine hayır dediler. Üniversiteye mutlak hakim olamayışlarının tek sebebi ülkücü gençliktir. Çünkü ülkücü gençlik bunlardan korkmuyordu. Üniversitede çok talebe var Dev-gençlilerin de yekûnu bilemediniz 15-20 bin. O kadar da az değiller ama. Üniversitede binlerce çocuk var. Büyük kısmı bunlara haraç verdi. Ya haraç verdi, ya karşıdakilere faşist dedi. Onların faşistliği bildiği yok. Aman kendilerine faşist demesinler diye korktu. Mahkemelerde de durum böyle. Böyle böyle Türkiye’deki bütün kurumları sindirdi, susturdular ve hükümlerine aldılar. Büyük harekete geçmek için bekliyorlardı. 11 Mart’ta büyük hareketi tespit etmişlerdi. 10 Mart günü ezildiler, 12 MART günü de bu ezilmenin ilânı yapıldı. Aslında 10 Mart günü ezildiler, dayanakları söküldü. Fakat uzak şehirlerde bulunanlar, çok fazla yapılan işi bilemeyenler bunu kendi hareketleri zannettiler O günleri hatırlayın. Akşam gazetesinde İlhami Soysal: “12 Mart oldu, İsmet Paşa sen şimdiye kadar yalnız ortanın solu derdin de başka bir şey yapmazdın, hesap soracağız. ALPARSLAN TÜRKEŞ! Senden de hesap soracağız. Feyzioğlu senden de hesap soracağız.” gibi yazılar yazdı. Kendi hareketlerini bekliyorlardı. Bunu zannettiler. İlhan Selçuk, Çetin Altan hakeza Bütün ne kadar kalemşörleri varsa Mart’ın 12’sine kadar sevindiler ve sevinç nârâlarıyla dünyayı tehdit ettiler. 17 Martta öğrendiler ki, 12 Mart kendilerini ezmek için yapılmış bir harekettir. Ecevit de o gün ters düştü, solun lehine yapılmış bir hareket olmadığını anladı. Bu ters düşme, Halk Ülkü Ocakları Genel Merkezi 221 www.ulkuocaklari.org.tr Böylece bir tedhiş, bir terör, bir dehşet kurdular ve bu dehşetin üzerine hükmettiler. Bazı Hocaları da böyle dövüyorlar. Hoca şikâyet edecek yer bulamıyor, derdini anlatamıyor. Ne yapsın? Geri geliyor üniversiteye. Dev-gençliler hocaya geliyor, 100 lira ver diyorlar. Hoca çıkarıp veriyor, “Aferin hoca ne güzel verdin.” Arkasından bir makale getiriyorlar, bunun altını imzala diye. Hoca imzalamazsa dayak yiyeceğini biliyor. Şikâyet edecek yer de yok. İmzalıyor. Gayet komünist bir makale,.. Bunu götürüyorlar bir dergide hocanın imzası ile neşrediyorlar. Şimdi hoca artık bu yazıyı benden zorla aldılar diyebilir mi? Yaşlı başlı bir adam ilim adamı diye adı duyulmuş. Korkudan imzalamış ama inkâr edemez. Utandığından ben korktum da diyemez. Sonra hoca diyorlar yürüyüş var gel. Sık yumruklarını. Sıkıvor. Düş önümüze. Düşüyor, bağıra bağıra gidiyor. İki defa da yürüdü mü artık hoca utancından ben böyle düşünüyorum demeğe başlıyor. Artık hocanın mekanizması kurulmuştur. Aynı kurgulu bebek gibi kendi kendine yürüyor. Ülkü Ocakları Eğitim Programı Partisini ele geçirme çabasıyla 1919′dan beri yöneltilen hareketin neticesi idi. Bunun kavgasını da verdiler, bu meseleyi de bitirdiler. Tarihî şanına şöhretine, partinin kurulduğu günden beri fiilen genel başkanı, (Atatürk genel başkan iken genel başkan vekili idi, reisicumhurluk ettiği için de fiilen başkanlığı yapıyordu) kurulduğu günden beri partiyi yöneten kişiyi hacaletle, hakareti tezyifle kovdular. Bu şunu da gösterdi: Sosvalistlere taviz verilemez. Sosyalistlerle iş birliği yapılamaz ve kim ki “ben sosyalistlerle beraber çalışırım, yüz metre giderim, ondan sonra ayrılırım, kendim giderim”, dese de seni bırakmaz ve tepene biner, seni istediği yere götürür, Çünkü dışarda devleti var. Bir milliyetçinin dışarda devleti olur mu? Milliyetçinin devleti kendi devletidir. Bütün dünyası kendi devletinden ibarettir. Fransız milliyetçisi, İngiliz milliyetçisinin; İngiliz milliyetçisi, Türk milliyetçisinin dostu değil hasmıdır. Çünkü milliyetçilik kutsal bir bencilliktir, bir egoizmdir. Benim milletim en iyi benim milletim en yüksek benim milletim en lâyik her şey benim milletim için diye düşünen adamdır milliyetçi. Benim milletim iyidir derseniz, öbür millete azıcık yukardan bakıyorsunuz demektir. Halbuki komünistlik bu değildir. Milletleri hüküm altına almak, onları esir ve köle haline getirmek mekanizmasıdır. Bu mekanizmanın hepsi de en büyük mekanizmaya tabidir. O halde en büyük mekanizma ötekileri tek tek destekler, Nasıl ki bir mezbaha müdüründen çobana kadar hepsi kuzuyu kesmek için düşündüğünden birbirini desteklerse, milleti böyle kesilecek ezilecek bir sürü sayan komünist teşkilâtı da, çobanından mezbaha müdürüne kadar bir sıralamaya girmiş, birbirini destekleyen bir teşkilâttır. “Milliyetçilik bu değildir. Milliyetçilik her millet için kendine özgü bir harekettir. Komünistlerin onun için de dışarda devleti vardır. Oradan akıl alır, para alır, destek alır. Radyosu var, onların namına çalışır. Dahilde de bir sürü basın onların lehine çalışır. Siz düşünebiliyor musunuz şu konsolos kaçırma, fidye alma, İngiliz öldürme, general vurma fiili Türkiye’de solculardan gayri herhangi bir adam tarafından yapılsa idi ona benzer ne kadar mahlûk varsa ezilirdi. Halbuki Milliyet gazetesinde Abdi İpekçi ve İsmail Cem “inşallah bunlar son çılgınlık olur, bunlar çocukların çılgınlığıdır, solculuk kötü değildir.” diyebiliyor. Ecevit kalkıp solculuk iyidir diyebiliyor. Halbuki meselâ Menemen de gericilik vakası olduğu zaman Erzincan’daki şeyhi de astılar. Hatta bu işi seyreden yahudiyi de astılar. Amma sola karşı aynı şiddet gösterilmiyor. Herkes de kafasına koymalıdır ki benim sol anlayışım şöyledir ben gelirsem şöyle yapacağım gibi birşey yoktur. Yeryüzünde bir tane sol vardır, o da marksist soldur ve dışarının emrindedir. O, halka nasıl canı istiyorsa öyle yapar. Sizin dediğinizi yapmaz. Sizin dediğiniz onunkine ters düşüyorsa sizi kesiverir. İkisinin ortası da yoktur. Birçok Rus bundan kesilmiş, öldürülmüştür. Bunlar da solcu idi, komünistti ve Lenin’le beraber komünist ihtilali başarıya götürmüşlerdi. Sol materyalisttir. Vefa, dostluk sadakat, sevgi, merhamet, insaf, doğruluk gibi mefhumlar bunlar için üst yapı kurumudur, burjuva yutturmasıdır. Başkasına yutturmak için kullanılır, kendisi yoktur. Bu kafadaki adamlara güvenilir mi? Solcular bunlara sahiden inansa. İnönü’nün sayesinde onun kolunun altında, onun desteğinde yetişmiş ECEVİT ona bu kadar hakaret yapabilir miydi. Ve attıktan sonra sevinebilir miydi? Bir Türk bunu nasıl yapabilir. Yaşta büyük diye sayar, yolda büyük diye sayar, işte büyük diye sayar milliyetçi için bir sürü saygı sebebi vardır. Ama bir solcu için sayma sebebi yoktur. Solcuya göre saygı bir üst yapı kurumudur, uydurmadır. Onun için Türkiye solun dalga dalga gelen tazyikinde devam etmektedir. Mesele henüz bitmemiştir. 100 küsur hücre var idi. Şimdi de bir yüze yakın adam EL-FETİH te talim görmüş gelmiş. Daha da bir 3-4 yüz kişisi varmış orada solcuların. 222 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı Şu halde önümüzdeki aylarda bunların yeni fecaatlerine yeni şenaatlerine şahid olacağız. Hiç bir şey bitmemiştir. Ordu 12 Martta çok ağır bir yükün altına girmiştir, ama çaresizdi. Size sorarım; demokrasi mi devlet mi? Ana mı çocuk mu diye sorarlar güç ameliyatta? Demokrasi mi devlet mi? Devlet olmazsa demokrasiyi neyin üstüne yaparsınız. Hani tarla mı buğday mı suali bu. Ordu bu suale maruz kaldı. Yine de demokrasiyi zedelemek istemiyordu. İstemediği de bir seneden beri gösterdiği dev sabrından anlaşılıyor. Hata yapmıyor mu? Hem de nasıl, solu adam olmak sayan bir ekipten hükümet olur mu? Solu tasfiye için solculardan hükümet kurulur mu? Yanlışlıkla kurdular, bir ay sonra anladılar amma iş işten geçti. 8 ay oturmaya mecbur ettiler. Elleriyle getirmişlerdi ağızlarıyla kovalayamadılar. Mecburen bile bile onları tuttular. Onlar da hergün yeni bir bela çıkardı. Profesör Muammer Aksoy’u komisyon başkanı yaptılar, Ertesi gün sıkıyönetim aldı hapis etti. Bir hafta sonra Sıkıyönetim bıraktı. Tekrar başka bir komisyona getirdiler. 3 gün sonra tekrar Sıkıyönetim içeri aldı. Hükümetle ordu aynı adam üzerinde tamamen ters düşüncede idi. Bir Mukbil Özyörük ve başkası için de aynı şey oldu. Nihat beyin kurduğu hükümet ordunun felsefesine tersti. Bu terslik devam etmedi tabii. Asıl mesuliyeti, tarihi mesuliyeti, milli mesuliyeti 12 Mart muhtırası ile sırtlamış, olan ordu en nihayet bunlardan vazgeçti. Yerine onlar derecesinde solcu olmamakla beraber ihtiyar zavallı, hasta, perişan bütün hüsnüniyetine rağmen omuzlarında yük taşımak için takat kalmamış bir zatı geçirdiler. Onun da ilk sözü şu oldu: “Benim suçum yok.” Nihat Bey de “benim suçum yok” demişti. Hatırlarsınız Süleyman bey de yedi sene “benim suçum yok” dedi. Efendim anarşi mi var? Polise gidin, eşkıya mı var, jandarmaya söyleyin, hırsız varsa bekçinin haberi var. Üniversitede kıyamet kopuyor rektörün suçu var da ya senin, onun suçu vok mu? Türkiye’de yetki mahalline oturan adamların sorumluluk taşımak akıllarından geçmiyor. Orayı Saltanat yeri sanıyorlar. Nihat bey de Ürgüplü de “benim suçum yok” dedi, halbuki Türkiye’de bir suç var, buna bir sahip gerek. Yüz suç varsa, yüzüne de sahip çıkacak 99’unu halledecek fakat edemediği tekinin suçlusuyum diyebilecek bir adam lâzım. Korkak, mütereddit, ürkek adamlardan devlet yöneticisi olmaz. Amma tatbikatta böyle değil. Şimdi yeni bir başvekil tayin edildi. Nasıl bir bünye ve vasıfta olacak bilmiyorum. Fakat Melen’in “solculuk adam olmaktır” felsefesinde olmadığından eminim. Ümit ediyoruz ki bu felsefede bir kabine kursun. Bu kabine büyük işler mi yapar? Hayır. Bir iş mi yapar? O da hayır. Belki kötülük yapmamaya muktedirdir. Biz buna bile razı olacak hale geldik. Ben cerrahım diye yaramızı sağıltmaya çalışan herkes iltihabı derine soktu. Nereye karşı olursa olsun, şimdi bu şartların içerisinde Türkiye’de hareketler hızlanacak, şiddet kazanacak, tedhiş artacak. Tarih boyunca üç suikast görmüştür Türkive. Birisi Sokullu Mehmet Paşa’yı hançerlemişler, biri Mahmut Şevket Paşa’ya suikast tertiplemişler, bir de Kemaleddin Eken paşaya suikast yaptılar. Türkler isyan ederler, ihtilâl yaparlar, adamı devirirler, keserler, asarlar, Türkiye’de vezirbaşı kadar ucuz şey yoktur. 600 vezirden 300 ünün başını kesmişler. Çünkü mührü alan adam su sualle alır: “Lala, bak mukayyet olasın, senin başını keserim.” O da “boynum kıldan incedir” der. Boynu böyle dut gövdesinden kalın adama da devlet verilmez. Türkiye’de vezir başı ucuzdur ama vezir suikastı yoktur. Tarihimiz Suikast yapmaz. Bu üç suikastın üçüncüsü birkaç gün evvel oldu. Hem de orgenerallerin en az mesul olanı idi. Jandarma genel kumandanı idi. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 223 www.ulkuocaklari.org.tr DEMOKRASİ Mİ? DEVLET Mİ? Ülkü Ocakları Eğitim Programı Güvenlik kurulunda üye değil, Sıkıyönetim kumandanı değil. Yani solcularla karşı karşıya bir meselesi yok. İbret-i alem için ortaya çıkmıştır ki bu solcular kendi adamlarının intikamım kime rasgelirse ondan alacak. Bunu bilen, tedbirini buna göre alan ve yumruğunu vurmak için gözünü kırpmayan iktidar lâzım. Ferit Bey’in hükümeti de bu olmayacak ama ordunun her yumruk kaldırışında altına bir iğne de sokmayacaktır inşallah. Çünkü bundan evvelki hükümet ordunun yumruk vuracağı yere iğne soktu. Muhterem arkadaşlarım, bu yeni kavga, çetin kavga devrinin gene ümidi milliyetçi kitle ve ülkücü gençliktir. Ülkücü gençliğin hareketlerinden şeref hissesi alıyorum. Ama ülkücü gençlik bizim imalimiz, icadımız falan değil, sizin evlâtlarınız. Çoğunun ismini bile bilmem. O kadar çok ki!.. Bu, Türk Milleti’nin yaşama gücünün, azminin, iradesinin ifadesidir ve Türk Milliyetçiliğinin, Türk Milleti’nin tarihi köklerine yapışık, onun tabii meyvası olduğunu göstermektedir. Bütün şenaatimi rağmen komünistler çalı nebatıdırlar ve onların mevvaları da acıdır. Türk Milleti’nin asil ağacının tatlı meyvası, güçlü elması ülkücü gençliktir. Türkiye’de siyasi partilerin oluş sebebi tükenmiştir. Kitle partilerinin varlık sebebi tükenmiştir. Niçin varız sualinin cevabı yoktur. Demokrasi için varız filan diyorlar. Demokrasi teskere alıyor. Demokrasiyi yaşatan azim vok bunlarda. Süleyman Bey’e yalandan dur dedikleri zaman, durmam lâzım gelir” diye inançla dursa iki gün evvel kendi yapar. Beni Millet seçti diye inansa, hayır gitmiyorum der. İkisini de demedi. Hem gitti kenarda durdu, hem bir sene mırmır etti. Peki bu millet bunu bir daha mı seçer? Niçin seçer? Halk partisinin akıbetini gördünüz, İsmet Paşa’ya saygı duymayan bir heyet kime saygı duyar, niçin duysun? İsmet Paşa’nın işbirliği yapıp allında kaldığı sosyalizmle ben de iş yaparım da sonra üstüne çıkarım demek ahmaklığını kim gösterir? O halde Halk Partisinin de Adalet Partisinin de meselesi bitmiştir. Türkiye’de yeni bir çağ açılmıştır. Bu, Türkiye’nin kaderini tayin edecektir. Ya milliyetçi bir sistem, milliyetçi bir görüş, milliyetçi bir politika, milliyetçi bir uygulama olacak veya Türk Milleti’nin bütün büyük tarihine rağmen istikbali komünist boyunduruğuna geçecektir. Fakat Allah Türk Milleti’nin istikbalinin hükmünü vermemiştir. Ülkücü gençlik gösterivor ki Allah bu Millet’in fena bulmasını dilememiştir. O halde Türk Milleti yaşayacaktır. Çünkü Ülkücü gençlik hatır ve hayale gelmeyecek güçte ve sayıda çoğalmaktadır. Hepinizi tekrar tekrar saygı ve sevgiyle selâmlarım. Bu yazı merhum Dündar Taşer’in 20 Mayıs 1972 günü M. H. P. Mersin merkez ilçe kongresinde yaptığı konuşmadır. KAYNAK: Devlet Dergisi, Sayı:148, 26 Haziran 1972, s.8-9. *** İnternetten Devlet Dergisi’nin 148. Sayısını Okumak İçin: http://ulkunet.com/UcuncuSayfa/devlet_148_ yeni_3651.pdf 224 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı Başbuğ Alparslan Türkeş www.ulkuocaklari.org.tr Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Eğitim Programı Ülkü Ocakları Genel Merkezi 225 Ülkü Ocakları Eğitim Programı BAŞBUĞ ALPARSLAN TÜRKEŞ’İN HAYATI Göç... Kutludağ’ı çaldırdığımız günden beri âdeta Türk’ün mukadderatı olan göç... Milletimizin yetiştirdiği son Başbuğ’un hayat hikâyesinin başlangıcında da göç var. Yıl 1860 Orta Anadolu’da, Kayseri’nin, Pınarbaşı İlçesi’nin Yukarı Köşkerli Köyü’nde meskûn Avşar Obalarından Koyunoğlu ailesi bir toprak meselesi yüzünden kavgaya girişince Sultan Abdülaziz’in fermanıyla Kıbrıs’a sürgün edilir. Yıl 1917 Kasım ayının 25’i, öğle vakti, yer, Lefkoşa, Haydarpaşa Mahallesi Kirlizâde sokağı 13 numaralı mütevazı evde, Kıbrıs’a yerleşen Koyunoğlu soyuna mensup Tuzlalı Ahmet Hamdi Bey ve eşi Fatma Zehra Hanım’ın Ali Arslan adını verdikleri oğulları dünyaya gelir. Yıl 1921 4 yıl 4 ay 4 günlük Ali Arslan, annesi tarafından yıkanır, yeni elbiseler giydirilir ve devrin âdetince fesi mücevherler ile süslenerek Sarayönü İlkokulu’na (Sübyan Mektebi) gönderilir. Sarıklı ve mübarek bir Osmanlı uleması olan Hoca Efendi’nin dizi dibine çöken Ali Arslan’ın ağzından çıkan ilk söz bir “Besmele”dir. “Ey Rahman ve Rahim olan Allah’ım, annem beni yetiştirdi bu mektebe yolladı, okuyup yetişip, milletime hizmet etmek istiyorum” dermişçesine bir “Besmele”dir, Ali Arslan’ın ağzından dökülen... Birbirinin ardı sıra gelen İlkokul ve Rüştiye yılları ve her biri birbirinden daha değerli Hüsnü Bey, Selahattin Bey, Mehmet Asım Bey, Ragıp Tüzün Bey, Turgut Bey, Osman Zeki Bey ve Faiz Kaymak gibi Türklük ve Türkçülük şuuruyla bilenmiş birer hançer olan hocalarından feyz alır. Onlar Ona müfredatla beraber Kıbrıs Türklerinin yalnız olmadığını Devlet-i Âli Osman bakiyesi hür ve müstakil Türkiye’nin yanı sıra yeryüzünde kendileri gibi bahtsız esaret altında milyonlarca Türk olduğunu da öğretirler. Dahası Osman Zeki Bey, Ali Arslan’ın adını âdeta senin adın “Alparslan olsun” ve “Sultan Alparslan’a denk bir yiğit Türk ol”, diyerek değiştirir. Küçük Alparslan’ın doğup, yetiştiği o yıllarda, Piyale Paşa yadigârı Kıbrıs, sevgili Yeşil adamızın tamamı İngiliz İşgali altındadır ve Türk’ün istiklâlini kaybetmesinin ne demek olduğu Onun ruhunun derinliklerine şuurunun uyanmağa başladığı günden, çocukluk yıllarının başlangıcından başlayarak siner. O her gece Türkiye’ye gidip asker olmayı ve gelip ata-baba ocağını kurtarmanın düşüyle uyur, uyanır. 226 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı Yıl 1933 Alparslan’ın artık işgal altında, esaret altında yaşamağa dayanacak gücü kalmamıştır. Babası Ahmet Hamdi Bey’i ve Annesi Fatma Zehra Hanım’ı ikna eder, aile mallarını satıp savar yanlarında oğulları Alparslan ve kızları Dervişe olduğu halde, ak toprakların, hür toprakların, Türk’ün Türk olduğundan utanmadığı, boynunun eğik olmadığı toprakların, anavatanın, Türkiye’nin yoluna düşerler; Viyana vapuru ile ver elini İstanbul... Ailesi İstanbul’a yerleşince Alparslan’ın ilk işi Kuleli Askeri Lisesi’ne kayıt olmak olur. Artık O yüreğinin Onu çağırdığı yerde ve düşlerinin peşindedir. O’nun düşlerini düşleyen başkaları da vardır İstanbul’da... Derlenip toparlanmışlar, Türklük, Türkçülük ülküsünün O bir daha hiç inmeyecek olan bayrağını açmışlardır. O yüce Dilek, O aziz Ülkü, O muhteşem düşler, özellikle, bir Ülkü devi olan Atsız Hoca’nın can evinde, ocağında pişer ve sohbetlerle, şiirlerle, dergilerle, romanlarla mektuplarla Türk aydınlarının gönlüne cemre cemre düşmekte ve yayılmaktadır. Onlarla tanışır, buluşur, genç Alparslan Türkeş. Yıl 1936 Kuleli Askeri Lisesi’ni pekiyi derece ile asteğmen olarak bitirince Ankara ve Harp Akademisi yılları başlar. 1938’de Harbiye’den mezun olur, artık O Türk Ordusu’nun genç bir teğmenidir ve Türk Milleti’nin emrindedir. Yıl 1940 Isparta’da gönlünü Muzaffer Ana’ya kaptırır ve evlenirler. Ayzıt, Umay, Selcen, Sevenbige (Çağrı) ve Yıldırım Tuğrul adlı çocuklarla çiçeklenir bu evlilik ve bozkurtların Muzaffer Anası’nın 1974 yılında elim kaybından sonra 1976 yılında, Seval Hanım’la yaptığı ikinci evliliğinde de Tanrı Onu Ayyüce ve Ahmet Kutalmış adlı iki evlât daha vererek sevindirecektir. Yıl 1944 Şairin “Öz yurdunda garipsin, öz vatanın da parya” dediğince tutuklanır Türkçüler... Devrin dalkavuk iktidarının uyduruk nedenlerle açtığı Türkçülük-Turancılık Davası başlar. Türkçüler tabutluklara atılırlar, işkencelere uğrarlar. Türkiye’de Türk Milliyetçisi olmanın bedelidir bu... Genç Üsteğmen Alparslan Türkeş’te bunlar arasındadır. 20 Ekim 1944’te kendisini mesnetsiz “vatan hainliği” suçlamasıyla sorgulayan savcıya “Diğer sanıklar gibi bana da vatan hainliği isnad edilmiştir. Bunu şiddetle reddederim. Ben yeryüzünde her şeyden çok milletimi ve vatanımı severim.” diye haykırır. Ancak mahkeme tarafından, 9 ay 10 gün hapis cezasına çarptırılır ve bir yıldır hücre hapsi yattığı için tahliye edilir. Kendisine verilen Ülkü Ocakları Genel Merkezi 227 www.ulkuocaklari.org.tr 3 Mayıs Ankara’da bir gösteri veya yürüyüş eski tabirle nümayiş vardır. Türk’ün, Türklüğün ölmediğini, ölmeyeceğini ve yükselen Türkçülük bayrağının bir daha hiçbir şekilde inmeyeceğini gösteriyorlar. Hem dosta, hem düşmana... Hem devlet hizmetindeki gafillere, hem de yurda sızmağa çalışan hainlere, Asya bozkırlarında yaratılan bozkurt soyluların bozkurt torunlarının, bir kaç çakalın günü birlik menfaatleri için göz yumdukları kızıl yılanın farkında ve onun başını ezme azminde olduklarını gösterirler. Ülkü Ocakları Eğitim Programı cezada daha sonra Askeri Yargıtay tarafından bozulur ve 2. numaralı mahkemede beraat eder. Bu onun Türk Milliyetçisi olduğu için zindanlara ilk atılışıdır ve son olmayacaktır. Ülkücü olmak çileye talip olmaktır, nimete, ikbale değil. O da Türklük Ülküsü için zaman zaman şiddeti artan çileyi bir ömür boyu bir an bile tereddüt etmeksizin ve yakınmaksızın, çekmiş ve çile çekmeyi şeref bilmiştir. Yıl 1947 Alparslan Türkeş ve 15 diğer Türk subayı, A.B.D. Kara Harp Akademisi ve Piyade Okulu’nda iki yıllık bir süre eğitim görürler. Bu arada ülkemizden Kars ve Ardahan civarıyla Boğazlardan üs talep eden Sovyetler Birliği’nin komünizm maskesi ardına saklanmış, o eski ve değişmez “Moskofluğu” ayan beyan ortaya çıkar. Bu atmosferde yurda dönen Alparslan Türkeş Gelibolu ve Çankırı’daki görevlerinden sonra 1951 yılında kurmaylık sınavını kazanır ve 1955 yılında Harp Akademisi’nden Kurmay Binbaşı olarak mezun olur. Yıl 1955 Dış görev için açılan sınavı kazanarak A.B.D. Pentagon’da NATO Türk Temsil Heyeti üyeliğine atanır. Bu arada Uluslararası Ekonomi eğitimi görür. 1957 yılında Türkiye’ye döner. Yıl 1959 Almanya’ya Atom ve Nükleer Okulu’na gider. Bu okulu başarıyla bitirdiğinde artık bir Kurmay Albay’dır. Yıl 1960 Tarih 27 Mayıs öteden beri örgütlenen ve memlekette kardeş kavgasını önleyerek bazı reformlar yapmayı hedefleyen Milli Birlik Komitesi’nin ülke yönetimine el koyduğunu açıklayan bildiriyi radyodan okuyan kişi ve “İhtilâl’in kudretli Albayı”dır. Kurmay Albay Alparslan Türkeş İhtilâl hükümetinde Başbakanlık Müsteşarlığı görevini üstlenir. Bu vazifesi esnasında Devlet Planlama Teşkilatı, Devlet İstatistik Enstitüsü ve Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü gibi kurum ve kuruluşları kurar. Ancak Milli Birlik Komitesi arasında ortaya çıkan anlaşmazlıklar nedeniyle, 13 Kasım 1960’ta Kurmay Albay Alparslan Türkeş ve “ondörtler” olarak bilinen arkadaşları Komite’nin diğer üyelerince emekliye sevk edilerek tasfiye edilirler ve zorla evlerinden alınıp yurtdışında görevlendirilmek bahanesiyle sürgün edilirler. O da 19 Kasım’da Türkiye’nin Hindistan Büyükelçiliği müşaviri sıfatıyla sürgüne gönderilir. 1961–62 1963 yılına kadar 2,5 yıl, yönetimi elinde bulunduranlarca Alparslan Türkeş’in Türkiye’ye dönmesine müsaade edilmez. Yıl 1963 Tarih 23 Mart Alparslan Türkeş sürgünden yurda döner. Dava arkadaşlarıyla birlikte kadro oluşturup partileşmek amacıyla “Huzur ve Yükseliş Derneği” adlı bir dernek kurar. 228 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı Kısa bir süre sonra Talat Aydemir’in giriştiği darbe teşebbüsüne karıştığı iddiası ile tutuklanır ve Mamak Askeri Cezaevi’nde dört ay hücre hapsinde yatar, yargılanır ve beraat eder. Yıl 1965 Tarih 31 Mart saat 11.00 de Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’ne katılır. Kısa bir zaman sonra 1 Ağustos 1965 tarihinde Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi Büyük Kurultayı’nda Genel Başkan seçilir. Aynı yıl yapılan genel seçimlerde Ankara milletvekili olarak parlamentoya girer. Yıl 1969 Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’nin adı Milliyetçi Hareket Partisi amblemi de Üç Hilâl olarak değiştirilir. O yıl yapılan genel seçimlerde Adana milletvekili seçilir. 31 Mart 1975–13 Haziran 1977 ve 1 Ağustos–31 Aralık 1977 tarihleri arasında Süleyman Demirel başkanlığında kurulan I. ve II. Milliyetçi Cephe koalisyon hükümetlerinde MHP Genel Başkanı olarak, Başbakan Yardımcılığı ve Devlet Bakanlığı yapar. Ülkü Ocakları, Büyük Ülkü Derneği ve diğer mesleki örgütlenmeler başlar. 1968 yılından itibaren Marksist ve bölücü gençlik hareketleri üniversitelerde yuvalanır ve üniversite özerkliğinden istifade ederek buraları silah, cephane deposu, “Komünist Devrim” için üs haline getirirler. Üniversiteler işgal altındadır. Her yer Lenin’in Stalin’in Mao’nun resimleri ve komünist sloganlarla doludur. Komünist yeraltı örgütleri “şehir gerillası” mı “kır gerillası” mı tartışmaları yapmakta okullara kendilerine tabi olanlardan başka hiç kimseye hayat hakkı tanımamaktadırlar. Bunun üzerine Başbuğ Alpaslan Türkeş toplanan çok az sayıdaki gence verdiği seminerlerle onları komünizm konusunda aydınlatmağa ve alternatif olarak da Türk Toplumculuğunu, Türk Milliyetçiliğini anlatır. Kısa zamanda çoğalan gençler örgütlenmeğe başlarlar. Doktriner Türk Milliyetçiliği safhası başlamıştır. Türk Milliyetçileri Dokuz Işık, dokuz prensip etrafında toplanırlar. Başbuğ için 1978, 1979, 1980 yılları birçoğunu bizzat kendisinin yetiştirdiği binlerce ülküdaşının komünist çetelerce katledilişini gördüğü, kan ağlayan bir yürekle her şeye rağmen kaybetmediği soğukkanlılığıyla bir iç savaşı önlediği ızdırap dolu yıllardır. Yıl 1980 12 Eylül sabahı pusudakiler yeterince olgunlaşan şartların neticesi ihtilâllerini yaparlar. Başbuğ Alparslan Türkeş ve Türkiye’nin komünist bir ihtilâle kurban olmasını engelleyen Ülkücü Hareket sanık Ülkü Ocakları Genel Merkezi 229 www.ulkuocaklari.org.tr Bu gelişmelerden rahatsız olan Türklük ve Türkçülük düşmanları özellikle de Komünist örgütler kendilerine okulda, fabrikada, köyde, kentte, dağda her yerde ama her yerde karşı çıkıp mücadele eden Ülkücü Hareket’e karşı savaş ilan ederler ve 12 Eylül 1980’e kadar 5000 civarında Ülkücüyü şehit ederler. Devlet’in zaaf içinde olduğu düşünülen “zinde güçler”i bir şeylerin daha doğrusu ihtilâlin şartlarının “olgunlaşması” için daha fazla kanın akmasını beklemektedirler. Ülkü Ocakları Eğitim Programı sandalyesinde, idam sehpalarındadır. Mamaklar ve C5’ler bu sürecin şekillendiği mekânlardır. Başbuğ 12 Eylül’den üç gün sonra saklandığı yerden ortaya çıkıp teslim olur. Cunta tarafından tutuklanan Başbuğ, önce 1 ay Uzunada’da daha sonrada Ankara Askeri Dil Okulu’nda ve hastalandığı dönemde de Mevki Hastanesi’nde 4,5 yıl hapis yatar. O ve 218 Ülkücünün idamı istenilir, 9 Nisan 1985’de beraat eder ve tahliye olur. Yıl 1987 Tarih 6 Eylül, yapılan referandum neticesi diğer siyasilerle birlikte Başbuğ’a da konulan siyaset yapma yasağı kalkar ve Başbuğ Milli Ülküyü iktidar yapmak davayı kitlelere anlatmak için yine meydanlardadır. Yıl 1987 Tarih 4 Ekim, Milliyetçi Çalışma Partisi olağanüstü kongresinde Genel Başkan seçilir. Yıl 1991 20 Ekim 1991 Genel Seçimleri’ndeMÇP’nin RP ve IDP ile yaptığı seçim ittifakı neticesi Yozgat milletvekili seçilir. Başbuğ, son kez T.B.M.M. dedir. Bu dönemde ülkemizi kasıp kavuran bölücü teröre karşı en etkili mücadeleyi O gerçekleştirir. Yıl 1992 27 Aralık 12 Eylül’ün kapattığı partilerin tekrar açılabilmesini sağlayan değişiklikler neticesi toplanan MHP’nin son kurultay delegeleri, MHP’nin isim ve amblemini MÇP’nin kullanabilmesine karar verirler. Yıl 1992 Tarih 24 Ocak, MÇP’nin 4. Olağanüstü Kurultayı toplanır ve partinin adını MHP, amblemini Üç Hilal olarak değiştirir. Ve Yıl 1997 Tarih 4 Nisan... Karlar altında milyonlarca ağlayan insan... 27 MAYIS İHTİLÂLİ VE ALPARSLAN TÜRKEŞ›İN ŞAHSINDA 14›LERİN SÜRGÜNE GÖNDERİLMESİ İhtilâli Hazırlayan Sebepler1957 milletvekili seçimlerinden sonra gerek ortamın sosyo-psikolojik durumu gerekse iktisadî sıkıntılar, iktidar ve muhalefetin dengeli bir politika izleyememesi, ihtilâli hazırlayan sebepleri ortaya çıkarmıştır. Bu sebepleri iktidarın tutumu, bunların altında tahkikat encümeni, 230 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı aleyhte propaganda, ordunun durumu olarak incelemek mümkündür. İktidarın Tavrı İktidar, 1957 seçimlerinden sonra muhalefete karşı daha sert bir tutum içerisine girmiştir. Yeni dönemin başlangıcında TBMM iç tüzüğünde yapılan değişiklikler muhalefetin gelişmesine engel olmak niyetiyle yapılmış düzenlemelerdi. Bu düzenlemeler, özetle milletvekillerinin denetim haklarının kısıtlanması, dokunulmazlıkların kaldırılmasının kolaylaştırılması ve verilebilecek cezaların artırılmasıdır. İktidarın adlî konuda yaptığı tasfiye kamuoyunda büyük tepkiye yol açmıştı. CHP, meclis tahkikatı istemiş ve Ankara barosu toplantı yapmıştır. Hâkimler çevresinde de DP iktidarına karşı güvensizlik yayılmıştı. Mevcut basın kanunu zaten antidemokratik hükümler taşıyordu. Basına özgürlük vaatleriyle gelen DP, bu hükümleri kaldırmak yerine yeni kısıtlamalar getirdi. Bu durumu Celâl Bayar; “En iyi niyetlerle demokrasiyi tesis etmeye gelmiş bir parti, basından vatandaş haklarına kadar bütün anayasa alanlarında en geniş kapıları açmış fakat bu hürriyetlerin suiistimali karşısında tedbir ala ala dar hürriyetli bir idare hâline gelmiştir.” diyerek açıklamaktadır. Muhalefetin propaganda boyutlarını göz önüne alırsak, açıklamanın bir anlamda doğru olduğunu düşünülebiliriz. DP iktidarı dış politikada bloklar arası soğuk savaşı körükleyerek Türkiye’ye yapılan dış yardımı artırmayı amaçlıyordu. Ancak bu durum 1958 Temmuz’unda Türkiye’yi sıcak savaşa sokma noktasına getirmişti. 1959 yazı sonunda, on bir yıldır sabit tutulan Türk lirasının değeri dış piyasalarda düşürüldü. Batıdan alınan yeni kredi taleplerine karşılık bir dizi istikrar önlemi uygulandı. 4 Ağustos’ta yapılan devalüasyon ile Amerikan doları birden bire 2.80’den 5 Liraya çıktı. Enflâsyon yüzde yirmilere fırladı. İhtilâle kadarki dönemde iktisadî durum gün geçtikçe daha kötüye gidiyordu. Enflâsyon sabit gelirli kesimleri korkutuyor, CHP ise bu durumu kullanıyordu. İhtilâlin arifesinde Türkiye’nin gergin bir ortam içinde bulunduğu bir gerçekti. Partiler arası münasebetler tamamıyla bozulmuştu. İktidar, gittikçe artan tansiyonu, uygun tedbirler almak suretiyle düşürmeyi başaramadı. DP’nin en önemli hatalarından birisi olarak kabul edilen bu tedbirsizlik, CHP’nin işine yaramış, silâhlı kuvvetleri, üniversiteyi ve basını iktidar aleyhine harekete geçirmeyi başarmıştır. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 231 www.ulkuocaklari.org.tr Demokrat Parti, basını sıkı bir şekilde kontrol altına aldı. Üniversitelere de yeni yükümlülükler getirildi. 1954’de memurlar hakkında çıkarılan kanun üniversite personeline de uygulanmıştı. 1956’da Ankara Üniversitesi’nde görevli bir fakülte dekanı küçük bir sebepten üniversitedeki görevinden uzaklaştırılarak vekâlet emrine verildi. Bu durum protesto edildi ve bazı öğretim üyeleri görevlerinden istifa ettiler. Böylece üniversitelerde iktidar aleyhine hava yaratıldı. 20 Nisan 1957’de işçi sendikaları konfederasyonu kapatıldı. Arkasından büyük şehirlerde 5 sendika birliği daha kapatıldı. Aynı zamanda muhalif partilere karşı sert tedbirler alındı. Partilerin seçim sebebiyle propaganda dönemi dışında açık hava toplantısı yapmaları yasaklandı. Kapalı yerlerdeki toplantılar da yörenin en büyük mülkî amirinin iznine bağlandı. Hatta aynı kanunun 13. maddesi “hedef göstermeksizin ateş açmak” yetkisini veriyordu. İktidarın muhalefete katlanamadığının bir delili de 1954 seçimlerinden sonra kendilerine oy vermeyen şehirleri cezalandırma yoluna gitmesiydi. Bu dönemde Malatya ikiye ayrılmış ve ayrılan bölge Adıyaman adını almıştı. Kırşehir ise ilçe yapılmıştı. Ülkü Ocakları Eğitim Programı Türkiye’de iktidar ve muhalefet çekişmesinin tırmandığı bu noktada gerginliği ortadan kaldırma görevi birinci derecede iktidarın vazifesi olmakla birlikte ikinci derecede sorumlu muhalefettir. CHP’nin de aynı yönde gayret sarf etmesi gerekirken bunu yapmamıştır. Dolayısıyla Avni Doğan’ın da belirttiği gibi; “27 Mayıs ihtilâlini CHP yapmamış ancak ihtilâli hazırlamıştır”. Muhalefetin Tavrı CHP tek parti dönemini ekonomik ve dış baskılar sonucu iktidarı bırakmak zorunda kalmasına rağmen hem demokratikleşmeyi hem de iktidarı elinde tutmaya devam edeceğini umuyordu. Bu yüzden 1946 seçimlerinde kendi eliyle içinden bir parti kurmuş, ancak güçlendiğini görünce karalama politikasına geçmişti. Amacı demokratik görünüm altında iktidarını sürdürmekti dersek iddialı ama doğru bir tahmin olur. CHP’nin DP hükümetine karşı ilk günden yönelttiği, on yıl boyunca giderek dozunu arttırarak devam ettirdiği propaganda İsmet İnönü’nün 1931 tarihli konuşmasında sözünü ettiği düzenli ve daimî bir propaganda idi. Ulu orta yapılan karalama ve kötüleme Türk demokrasisine pahalıya mal oldu ve rejimde yaralar açtı. Bu hâl askerî ayaklanma ile devrilmesinde birinci derecede rol oynadı. 27 Mayıs darbesini gerçekleştirenler işte bu yoğun propagandanın etkisi altında kalınca saldırdılar. R.S. Burçak’ın bu tezinde öne sürdüğü gibi muhalefetin yapmış olduğu aleyhte propagandayı, 27 Mayıs hareketini hazırlayan yegâne sebep olarak göstermesi isabetli bir tespit değildir. Ancak bu tip bir propaganda şeklinin ihtilâlin oluşumunda etkisi olduğu açıktır. Bunun yanı sıra ordu içindeki İnönü hayranlığının olayın seyrinde yapmış olduğu etkiyi de göz ardı etmemek gerekir. Nitekim İnönü de ordu üzerindeki tesirini kendisi ve partisi lehine kullanmasını bilmiştir. Ancak İnönü’nün ihtilâl ile doğrudan bağlantısı olup olmadığı kesin olarak ortaya çıkmadığından bu konuda kesin bir hükme varmak mümkün değildir. 1957 seçimlerinden önce engellenen muhalefetin güç birliği 1958 sonbaharında gerçekleşti. Ekim ayında Türkiye Köylü Partisi, Cumhuriyetçi Millet Partisine, Kasım’da Hürriyet Partisi CHP’ye katıldı. CMP, CKMP oldu. CHP’nin ise adı değişmedi. 1959 Ocak ortalarında toplanan 14. CHP kurultayı bir “İlk Hedefler Beyannamesi” ni kabul etti. Beyannameyle sağlanmak istenen güç birliği platformunun amaçları ise şu şekilde tespit edildi; Partizanlığın kaldırılması, ikinci meclisin kurulması, seçim güvenliği, anayasa mahkemesinin kurulması, yüksek hâkimler kurulu oluşturulması, Memurlara mahkemeye başvurma hakkının tanınması, basın özgürlüğünün anayasa güvencesine bağlanması, üniversite özerkliği, yüksek iktisat şurasının kurulması, sosyal adalet kavramının anayasaya girmesi. Dikkat edilecek olursa CHP’nin muhalefet olarak istekleri iktidarında kendisinden istenilen şeylerdir. Başka bir açıdan bakıldığında DP’nin iktidara gelirken kullandığı sloganlardır. DP’nin güç birliğine cevabı Vatan Cephesi’ni kurmak oldu. 1959 Ocak ayı içinde kurulan Vatan Cephesi Ocakları ile iktidara partinin verebileceğinden fazla taban bulunmaya çalışıldı. Vatan Cephesi’ne katılımlar teşvik ediliyor, belli kesimlerden belli konumlardaki kişiler buna zorlanıyordu. 232 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı Tahkikat Encümeni 1960 yılı Nisan ayındaki İnönü’nün Kayseri gezisi iktidar-muhalefet gerginliğinin doruğa çıkmasına sebep olmuştu. İnönü’yü Kayseri’ye götüren tren yetkililerce durduruldu ve İnönü’den Ankara’ya dönmesi istendi. Geri dönmeyi kabul etmeyen İnönü üç saatlik bir gecikmeyle yoluna devam etti. Ertesi gün DP meclis grubu, muhalefeti bir askerî ayaklanma ve kargaşa tezgâhlamakla suçladı ve muhalefetin faaliyetleriyle ilgili gerçekleri ortaya çıkarmak için bir Meclis tahkikat encümeninin kurulmasını istedi. Bu teklifi benimseyen TBMM, CHP’nin yıkıcı, gayrimeşru ve kanun dışı faaliyetlerinin ülke genelinde meydana geliş tarzı ve bunların mahiyetinin nelerden ibaret olduğunu tahkik, tespit ve ülkenin her tarafında yaygın bir hâlde görülen kanun dışı siyasî faaliyetlerin çeşitli sebeplerine intikal etmek, matbuat meselesi ile adlî ve idarî mevzuatın ne suretle tatbik edilmekte olduğunu tetkik etmek üzere meclis tahkikatı açılmasını kabul ederek 18 Nisan 1960’ta “Tahkikat Encümeni” kuruldu. Encümen üyeleri, cumhuriyet savcısına, sorgu hâkimine, sulh hâkimine ve askerî amirlere ait bütün haklara sahiptiler. Hükümetin sahip olduğu bütün vasıflardan istifade etmeye hakları vardı. (Bkz. Düstur, 3.Tertip, C.17, s.998. AYDEMİR, s.259.) Tamamıyla Demokrat Partililerin yer aldığı ve tarafsız olması mümkün olmayan bu komisyon, kanun tasarısında da belirtildiği gibi CHP’nin işlediği öne sürülen birtakım fiillere karşı görevlendirilmiştir. Bu fiiller arasında, halkı kanunlara karşı gelmeye teşvik etmek, parti mensuplarını silâhlandırmak, orduyu siyasete karıştırmak, basınla iş birliği yaparak komünizm propagandası yapmak ve halkı hükümetin meşruiyeti konusunda şüphe ve endişeye düşürmek yer almaktadır. Bu komisyonun kuruluşu ve ortaya çıkışı yasal olmakla birlikte, faaliyetleri sırasında uyguladığı yöntemlerin aynı ölçüde yasal olduğu söylenemez. Komisyon gerektiğinde Meclis dışında faaliyette bulunmaya yetkili kılınmış ve görev süresinin üç ay sonunda bitirilmesine karar verilmiştir. Kanuna göre Tahkikat Encümenine cezaî yetkiler dâhil bütün yetkiler tanınıyordu. Bir anlamda artık devlet demek, Tahkikat Encümeni demek olacaktı. Bu durum Türkiye’de demokratik rejimin ve anayasal müstakil düzenin tahrip edilmesi anlamına gelmekteydi. Tahkikat Encümeni’nin kuruluşuyla Meclis İnönü’ye “Halkı isyana ve kanunlara karşı gelmeye teşvik eden sözler sarf ettiği ve Türk milletine, orduya ve TBMM’nin birliğine açıkça saldırdığı” için Meclis çalışmalarına 12 oturum katılmama cezasının verilmesi kararını aldı. Silâhlı Kuvvetlerin Tavrı Çok partili hayata geçiş ile birlikte Silâhlı Kuvvetlerin pozisyonu Demokrat Partililer için daima önemli bir mesele olarak görülmüştür. Demokrat Partililer, İnönü’nün CHP lideri olarak kaldığı süre içinde ordunun CHP’ye sempati duyacağı ve hatta destekleyeceği yönündeki kanaatlerini iktidarları boyunca üzerlerinden atamadılar. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 233 www.ulkuocaklari.org.tr CHP gençlik örgütleri Ankara ve İstanbul’da gösteriler düzenleyerek bu karara tepki gösterdiler. Hükümet bu iki ilde sıkıyönetim ilân etmek zorunda kaldı. Ayrıca gösterilerin yapıldığı illerde üniversiteler tatil edildi. Üniversitelerden gelen bu tepkiyi daha sonra ordudan gelen tepki takip edecektir. Ülkü Ocakları Eğitim Programı DP ordudan bu denli uzak olmalarının getireceği muhtemel sıkıntıları aşmak amacıyla emekli Mareşal Fevzi Çakmak’ı kendi saflarına çekmeye çalıştılar. CHP’den gelen teklifleri reddeden Fevzi Çakmak 1946 seçimleri öncesinde 14 generalle birlikte DP listelerinden seçime girdi. Çakmak’ı saflarına katan DP böylece İnönü’nün ordu üzerindeki tesirini Fevzi Çakmak ile dengelemeye çalıştı. 1946 seçimlerinden sonra CHP yönetiminden memnun olmayan alt rütbeli subaylar DP saflarından siyasete girdiler. Savaş ekonomisinin etkilerini en fazla hisseden küçük memurlardan olan alt rütbeli subaylar büyük yoksulluk çektiler. Bu yüzden CHP rejiminin yıkılmasını, DP yönetiminin daha iyi günler getireceğini umdular. Oysa daha sonra aynı konudaki şikâyetlerini DP iktidarı hakkında dile getirmeye başlamışlardı. Hatta 1946 seçimlerinden sonra birkaç genç DP’li parti üyesi, kendi saflarından hareket etmeye istekli genç subaylarla ilişkiye girecek kadar ileri gittiler. Celâl Bayar’ın engel olmasıyla CHP’ye karşı muhtemel bir darbe önlenmiş oldu. DP’liler 1950 genel seçimlerini kazandıktan sonra, askerlerin tepkisi konusunda endişeliydiler. Hatta seçimlerden hemen sonra bütün generaller toplanarak İnönü’yü ziyaret etmiş ve seçim sonuçlarına müdahale etmeyi teklif etmişlerdi. İnönü bunu reddetmiştir. Bu olaydan yaklaşık bir ay sonra Menderes hükümeti güvenoyu alır almaz yeni hükümet, sadakatlerinden kuşku duyulan diğer generallerle birlikte Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanlarını görevden alarak geniş çaplı tasfiye hareketi gerçekleştirdi. Tasfiyenin doğrudan nedeni olarak bir albayın darbe girişimini Menderes’e bildirmesi gösterilir. Ancak İnönü’nün sınıf arkadaşı Abdurrahman Nazif Gürman, Genelkurmay Başkanı iken Menderes’in iktidarda kendini rahat hissetmemesi normaldir. CHP yanlısı basın, bu olayı siyasî istismar konusu yaptı, Silâhlı Kuvvetler de DP karşıtı bir kampanyaya girişti. DP yapılması normal bir hareketin istismar edilmemesi gerektiğini bildirerek CHP’ye uyarıda bulundu. DP, yüksek komutanlardan gelebilecek ilk tehlikeyi bertaraf etmişti. Fakat Silâhlı Kuvvetler içindeki huzursuzluk bu olaydan sonra da devam etti. 1955’den sonraki sosyoekonomik koşulların baskısı yüzünden orduda rahatsızlık belirginleşti. CHP’nin baskıcı yönetimi görünüşte yıkılmış fakat yerine gelen yeni iktidarla fazla bir şey değişmemişti. Çok partili sistemde ordu önceden sahip olduğu prestije sahip değildi. DP’liler ekonomik büyümeye her şeyden fazla önem verdiklerinden Silâhlı Kuvvetleri ihmal ettikleri doğruydu. Orduya ayrılan bütçeden devamlı şikâyet ediyorlar ve ordu giderlerini NATO’nun karşılamasını istiyordu. 1957 Eylülünde basında bazı subayların emekliye ayrılıp CHP’ye gireceklerine dair haberler çıktı. DP böylelikle ordudaki gidişatı öğrenmiş oldu. Aynı yıl aralık ayında dokuz subay tutuklandı. Savunma bakanlığı geniş çaplı bir komplodan dolayı bu tutuklamaların olduğunu duyurdu. Subaylar mahkemeye çıkarıldılar ve aleyhlerine hiçbir delil bulunmadığından beraat ettiler. Celâl Bayar konu hakkında soruşturma istediyse de meselenin hemen kapatılmasını isteyen hükümet olayı kapattı. Ancak tehlike ortadan kalkınca gizli örgüt yeniden çalışmaya başladı. General Necati Tacan hareketin liderliğini kabul ettiği günlerde kalp krizi geçirerek öldü. Tarcan’ın yerini alan Gürsel hareketin liderliğini kabul etti. Gizli ihtilâl örgütü önemli stratejik görevleri tutmaya başladılar. 1960 başlarında askerî istihbarat durumu sezdi ve Cemal Gürsel 4 Mayıs‘ta İzmir’e tatile gitti. Alt rütbeli subaylar bu durumdan paniğe kapıldılar. Yeni bir lider arayışı Genelkurmay Lojistik Daire 234 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı Başkanı Cemal Madanoğlu’nun kabul etmesiyle son buldu. DP, askerî tehdidin daima farkındaydı. 5 Mart 1959 da ABD ile iç tehdit söz konusu olduğunda yardım istemek üzere anlaşmaya varmıştı. Fakat ilginç olan, darbe gerçekleştiği zaman Amerika yardım etmeyi düşünmemiştir. Mete Tunçay bunu DP iktidarını Sovyet Rusya ile ilişkilerini düzeltmeye çalışmasına bağlar. 27 Mayıs Hareketinin Hazırlık Safhasında Alparslan Türkeş’in Yeri ve Rolü Alparslan Türkeş, 27 Mayıs İhtilâli ile ele geçirilen iktidar imkânından yararlanmayı Türkiye’nin temel meselelerini çözebilmek için en büyük fırsat bilmiş ve değerlendirmek istemiştir. Bu niyetiyle de ihtilâlin ilk gününden itibaren bütün dikkatleri üzerine toplamış ve uyguladığı hareket tarzı ile ihtilâlin “Kudretli Albayı” olmuştur. İhtilâlden hemen sonra ortaya çıkan ortamda başbakanlık müsteşarlığının önemini kavrayan tek isim Türkeş’tir. İhtilâl sonrasında bu göreve gelecektir. Alparslan Türkeş, Cumhuriyet tarihimizde ihtilâl fikrinin köklerinin çok daha gerilerde olduğunu ve bu tarihin 1941’lere kadar uzandığını söyler. Türkeş bu fikrini şöyle açıklamaktadır; “İhtilâl fikri bu memlekette CHP iktidarı devrinde başlamış ve bu fikir, partilerin memleketin kaderini daima uçurumlara doğru sürüklemeye devam ettikleri 27 Mayıs 1960 yılına kadar gelmiştir. Bilmem kaç milyon taraftarı olan bir DP’yi askerî kuvvetin muhatabı olarak değerlendirmek, 27 Mayıs’ı asıl gayeler ile anlamamış, anlayamamış olanların, acz dolu kanaatlerinden başka bir şey olamaz”. Türkeş’in çizdiği bu tablo Türkiye’de ihtilâl fikrinin doğmasına ve gelişmesine zemin hazırlayan sebeplerdir. Türk toplumunun içine düştüğü buhran orduda da etkisini göstermiş, bir grup subay İnönü idaresini devirmek üzere 1942–1943 yıllarında teşebbüse geçmişti. Ancak bu ilk teşebbüs sonuçsuz kaldı. Hemen hemen aynı dönemlerde gerçekleştirilen ikinci teşebbüste, daha çok alt rütbeli subaylar toplanarak ihtilâl gruplarını oluşturmuşlar ve ciddî bir çalışma devresine girmişlerdir. Bu dönemde üç ayrı tarih üzerine anlaşma sağlanmış olmasına rağmen merkez ihtilâl kadrosu üyeleri, sivil iktidara son bir müddet daha verilmesi hususunda fikir birliğine vararak harekâtı son anda durdurmuşlardı. Buna rağmen bazı gruplar aralarında toplantılar yapmaya devam etmişlerdir. İhtilâl plânından vazgeçilmesindeki asıl Ülkü Ocakları Genel Merkezi 235 www.ulkuocaklari.org.tr Alparslan Türkeş, Türkiye’nin 1940’lı yıllardaki durumunu şöyle anlatır; “Memleket tek parti diktatörlüğü altındaydı. Devletin başında bulunan İnönü askerlikten yetişmesine rağmen orduya karşı vefasız ve ilgisizdi. Etrafındaki general ve yüksek rütbeli subayların fikri de değişik değildi Asker ocağı bakımsız ve perişandı. Subaylık bir mahkûmiyet ve mahrumiyet mesleği hâline gelmişti. Türk ordusunun bakımı noksandı. Askere yeteri kadar ayakkabı, elbise, donatım, battaniye verilmiyordu. O sıralarda yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlamış olan başka devletlerin modern zırhlı birliklerine karşı Türk Ordusunun elinde at ve manda arabaları ile deve ve merkep kolları bulunuyordu. Ordu ve millet bu durumda iken Millî Şef ve etrafındakiler kendi köşklerinde rahat bir şekilde yaşayıp gidiyorlardı. Köşkle halkın arasındaki irtibat tamamen kopmuştu. Durum korkunçtu. Memleket baştanbaşa bir facia içindeydi. Bir tarafta ahlaksızlık diğer tarafta hastalık ve açlık , perdenin iplerini ellerine almış, trajedinin sonunu ilân etmek ve sahneyi bitirmek için sabırsızlanıyordu. Bu perdeler kapansaydı, bugün bir Türkiye olmayacaktı ve biz harbi, II. Cihan Savaşı’na katılmadan en feci şekilde kaybetmiş olacaktık...”. Ülkü Ocakları Eğitim Programı sebep ise II. Cihan Harbi’dir. Toplantılarına ara vermeyen grup içinde olan Türkeş, 27 Mayıs Hareketi’ni hiçbir zaman bir ihtilâl olarak kabul etmemiştir. Onun ihtilâli değerlendirmesi şu şekildedir; “Biz bu harekete bir asayiş hareketi ve Ak Devrim dedik. 27 Mayıs bir ihtilâl değildir, bir ihtilâl olarak hazırlanmamıştır”. Türkeş 27 Mayıs Hareketi’ne katılışını da şöyle nakleder; “İhtilâle 1958–1959 yıllarında muttali oldum ve ondan sonra arkadaşların arasına katıldım. İlk defa Talat Aydemir’den böyle bir teşkilâtlanma olduğunu duydum. Bir gün beni ziyarete geldi “Biz bu hükûmeti devirmek istiyoruz siz de bizimle beraber olur musunuz?” diye bana teklifte bulundu. Ben “Devirip ne yapacaksınız?” diye sordum, “Halk Partisi’ni, İsmet Paşa’yı getireceğiz. İsmet Paşa büyük adamdır vs, gibi şeyler söyledi.” Buna Türkeş’in tepkisi sert olmuştur. “Ben ordunun politika dışı kalması görüşündeyim. Atatürk’ün de bir gelenek olarak orduya tavsiye ettiği çok eskiden beri bu olmuştur. Binaenaleyh bunu tasvip etmiyorum, ayrıca da bir siyasî partiyi tutup onunla beraber olmayı diğer bir partinin iktidarına karşı hareket yapmayı da Türk Silâhlı Kuvvetlerinin şerefine uygun görmüyorum, çünkü Türk Silâhlı Kuvvetleri beraberliği temsil eden bir kuvvettir. Herhangi bir partiyle iş birliği yapıp milletin yarısından çoğunu temsil eden diğer bir partinin üstüne yürümesi onun iktidarını devirmesi o partiye karşı hareket etmesi millî birliği zedeler. Bu sebeplerden teklifinizi kabul edemem.” demiştir. Talat Aydemir’e ret cevabı vermesine rağmen Kurmay Albay Faruk Ateşdağlı’nın kendisini ziyaret ederek Silâhlı Kuvvetler içindeki oluşumun içinde yer almasını istemesine karşı çıkmamıştır. Ateşdağlı’nın teklifini kabul eden Türkeş Elazığ’da bulunduğu 1958 yılında ordu içindeki gizli teşkilâta girmiş oluyordu. Daha sonra yarbaylığa terfi ederek Ankara’ya tayin oldu. Ankara’da iken Albaylığa yükselen Türkeş burada gizli teşkilâtın Ankara grubu ile temasa geçti. Türkeş, Ankara’da bulunduğu sıralardaki temaslarında ihtilâlin kaçınılmaz bir hâl aldığını ve bunu yapmaya kararlı grupların Ankara, İstanbul ve Konya illeri başta olmak üzere varlığının farkındaydı. Fakat bu kişilerin ülkenin durumunu düzeltecek bir programları da yoktu. Türkeş, ihtilâlcilerin fikrî yapılarını ve ihtilâlin niçin ve kimler için yapılmak istediğini tespit etmişti. İşte bu anlayışladır ki, ihtilâle katılabilmesi için gerekli ve vazgeçilmez şartlarını tespit etti; “DP iktidarını devirip Halk Partisi’ni iktidara getirmek çözüm değildir. Bütün partilere karşı adaletli, iyi niyetli ve tarafsız bir tutum içinde davranılmalıdır. Şayet DP’lilerin suçlu olanları varsa onlar mahkemeye verilir. Haklarındaki hüküm ancak mahkeme kararıyla tespit edilir .” Gizli örgüt içerisinde özellikle Ankara grubu, yapılması düşünülen muhtemel hareketin DP’yi devirip yerine İsmet Paşa’yı geçirme gibi Türkeş’e göre çok farklı bir amaca yönelik mahiyet arz etmekteydi. Ankara’da cereyan eden toplantılarda daima İsmet Paşa ve CHP tartışması meydana gelmekte dolayısıyla gizli örgüt kuruluş amacında uzaklaşmaktaydı. 27 Mayıs Hareketi’ni gerçekleştiren bu kadronun fikrî ayrılığı, hareket sonrasında da etkisini göstermiş 27 Mayıs’ın kendi içinde geliştirdiği mantığı başlangıçtaki hedef ve ilkelerden saptırmıştır. Bu noktada Alparslan Türkeş’i fikrî anlamda farklı kılan, 27 Mayıs Hareketi’ni, DP’ye kızarak CHP taraftarlığına dönüştürmemek, dolayısıyla siyasî partilere eşit mesafede bulunmak şeklindeki düşüncesidir. 236 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı Alparslan Türkeş daha sonraki dönemlerde farklı bir çizgi takip ederek ihtilâlin nasıl ve ne şekilde yapılması gerektiği hususunda müstakil bir program ortaya koydu. Alparslan Türkeş’in ihtilâlden önceki plânı şu şekildeydi; 1. İhtilâlden sonra idareyi ele alacak olan Millî Birlik Komitesi tam manasıyla demokratik bir meclis olarak çalışmalıdır. Yasama Meclisi, askerî bir karargâh ve cunta hüviyetinde olmamalıdır. 2. Millî Birlik Komitesi idare cihazı, siyasî gruplara karşı mutlak bir tarafsızlık göstermelidir. 3. Devrim adaleti, siyasî tercih ve tesirlerden uzak tutulmalıdır. 4. Seçim alelâcele değil, en uygun zamanda ve ortamda yapılmalı, mutlak dürüstlüğe riayet edilmelidir. 5. Demokrat Parti’ye oy veren vatandaş kütlelerini suçlu görmek, siyasî haktan mahrum etmeyi düşünmek hatadır. Seçimin meşru ve dürüst sayılabilmesi için halka sadece seçme hakkı değil, tercih etme imkânı da verilmelidir. Hazırlanacak anayasada belirtilecek prensipleri benimseyen yeni partilerin kurulmasına müsaade edilmelidir. 6. Seçimlere kadar geçecek süre içinde Millî Birlik Komitesi uzun yıllar köhnemiş siyasî kadro ve liderlerin oy kaygısı, zümre menfaati düşünmesiyle ele alamadığı ana millî davaları, halk vicdan ve idrakine sunacak ve bu konularda köklü reformlara girişecektir. 7. Millî Birlik Komitesi, seçimlere kadar bir Kurucu Meclis’le birlikte teşrii organı olarak görev yapacak, seçimlere Millî Birlik Partisi olarak girecektir. Türkeş’in yaptığı ihtilâl hazırlıklarına en fazla desteği Talat Aydemir, Dündar Seyhan ve Sadi Koçaş veriyordu. Türkeş daha sonraki gelişmeler içinde şöyle diyor; “Kurduğumuz ihtilâl teşkilâtı 14 Eylül 1959’da, Millî Birlik Komitesi adı altında faaliyete geçti. Ondan evvelki hazırlıklarımız bir proje hâlindeydi. Fakat temeli 14 Eylül 1959’da atılmıştır. Komitemiz çalışmalarında tam bir birlik teminini kabul etmiştir. 27 Mayıs şimdiye kadar eşi görülmeyen, gayet güzel ve örnek derecede plânlanmanın eseridir. Bunun içindir ki 27 Mayıs sabahı üç buçuk saatte memleketin bütün idaresini ele almıştır”. Türkeş’in 14 Eylül günü Ankara Gençlik Parkı’nda yaptığı bu gizli toplantıya kendisinden başka Sezai Okan, Osman Köksal, Suphi Karaman, Sadi Koçaş, Kadri Kaplan, Dündar Seyhan, Orhan Kabibay, Orhan Erkanlı ve Rıfat Baykal katıldılar. Toplantıda Alparslan Türkeş, hazırladığı ihtilâl programını anlatarak arkadaşlarının desteğini aldı. Toplantının sonucu Kara Kuvvetleri Komutanı olan Cemal Gürsel’e bildirildi ve Gürsel komiteye on birinci üye olarak katıldı. İnönü Said-i Nursi’nin desteği ile hareket eden Menderes ve ekibini hedef göstererek “şartlar tahakkuk olunca ihtilâl bir hak olur” deme gafletini gösterebiliyordu. DP ise “CHP ihtilâl bayraktarlığı yapan tehlikeli bir fesat ocağı hâline geldi” şeklindeki beyanlarıyla âdeta ihtilâlin oluşumunu kolaylaştırıyordu. 1960 yılı Mayıs ayında Menderes, halk üzerindeki prestijine rağmen üniversite, basın, ordu ve bürokrat desteğini tamamen kaybetmişti. Ordu içerisindeki ihtilâlci subaylara fırsat veren kargaşa ortamı 27 Mayıs gününe kadar devam etmiştir. İhtilâli hisseden DP, 27 Mayıs’ın hemen öncesinde askere yeni ve yüksek derece ve lojman sözü verdi. Ayrıca 21 Mayıs yürüyüşünde tutuklanan Harp Okulu öğretmenleri Ülkü Ocakları Genel Merkezi 237 www.ulkuocaklari.org.tr 27 Mayıs Hareketi 1960 yılı Nisan ayına gelindiğinde DP ve CHP’nin hesaplaşması hat safhaya ulaşmıştı. Her iki parti lideri Türkiye’nin çeşitli yörelerine giderek yaptıkları konuşmalarda birbirlerini suçluyorlar ve zaten yüksek olan siyasî tansiyonu daha fazla körüklüyorlardı. Bu arada 25 Nisanda Ankara ve İstanbul’da sıkıyönetim ilân edildi. Artık “ihtilâl” sözcüğü siyasî çevrelerde telâffuz edilmeye başlamıştı. Ülkü Ocakları Eğitim Programı ve daha önce tutuklanmış subaylar serbest bırakıldı. Ancak geç kalınmış bu tedbirler ihtilâli durdurmaya yetmedi. Sonuçta beklenen ihtilâl nihayet gerçekleşti. 26 Mayıs günü akşamı İstanbul ve Ankara ihtilâl grupları harekete geçti. İhtilâl aynı gece Harp Okulu’nda başladı. Ankara Radyosu Alparslan Türkeş tarafından ele geçirildi. Türkeş’in bizzat kaleme aldığı ilk tebliğ ihtilâlin amaçlarını ortaya koyması bakımdın tarihî öneme haizdir. Alparslan Türkeş tarafından okunan ilk tebliğ şu şekildeydi; “Aziz Vatandaşlar; Bugün demokrasimizin içine düştüğü buhran ve son müessif hadiseler dolayısıyla ve kardeş kavgasına meydan vermemek maksadıyla Türk Silâhlı Kuvvetleri memleketin idaresini ele almıştır. Bu hareket Silâhlı Kuvvetlerimiz, partiler içine düştükleri uzlaşmaz durumdan kurtarmak ve partiler üstü tarafsız bir idarenin nezaret ve hakemliği altında, en kısa zamanda adil ve serbest seçimler yaptırarak , idareyi hangi tarafa mensup olursa olsun seçimi kazananlara devir ve teslim etmek üzere girişmiş bulunmaktadır. Girişilmiş olan bu teşebbüs hiçbir şahsa veya zümreye karşı değildir. İdaremiz hiç kimse hakkında şahsiyata müteallik tecavüzkâr bir fiile teşebbüs etmeyeceği gibi edilmesine de asla müsamaha etmeyecektir. Kim olursa olsun ve hangi partiye mensup bulunursa bulunsun, her vatandaş kanunlar ve hukuk prensipleri esasına göre muamele görecektir. Bütün vatandaşların partilerin üstünde aynı milletten, aynı soydan gelmiş evlâtları olduklarını hatırlayarak ve kin gütmeden birbirlerine karşı hürmetle ve anlayışla muamele etmeleri ıstıraplarımızın dinmesi ve millî varlığımızın selameti için zaruri görülmektedir. Kabineye mensup şahsiyetlerin Türk Silâhlı Kuvvetlerine sığınmalarını rica ediyoruz. Şahsî emniyetleri kanun teminatı altındadır. Müttefiklerimize, komşularımıza ve bütün dünyaya hitap ediyoruz. Gayemiz Birleşmiş Milletler Anayasasına ve İnsan Hakları prensiplerine tamamıyla riayettir. Atatürk’ün “Yurtta sulh, Cihanda sulh” prensibi bayrağımızdır. Bütün ittifaklarımıza ve taahhütlerimize sadığız. NATO’ya inanıyoruz ve bağlıyız CENTO’ya inanıyoruz ve bağlıyız. Tekrar ediyoruz düşüncemiz “Yurtta sulh, Cihanda sulhtur”. Bakanlar ve meclis üyeleri 27 Mayıs günü yakalanarak Kara Harp Okuluna götürüldüler. Siyasî partiler faaliyetten alıkondu. Cumhurbaşkanı Celâl Bayar köşkten alındı. Menderes ise Eskişehir’de tutuklanarak Ankara’ya getirildi. 27 Mayıs Harekâtı’nın mana ve maksadı, Türk milletine ve bütün dünyaya ilk defa Türkeş’in beyanı ile açıklanmış ve duyurulmuştur. Bundan önce üç adet tebliğ yayımlanmış olmasına rağmen hiçbirisi hareketin amaçlarını tam manasıyla açıklayacak mahiyette olmadığından Türkeş’in Ankara Radyosundan okuduğu tebliğ “İhtilâlin ilk sesi ve mesajı” olarak kabul edilmiştir. Bu konuşma aynı zamanda Türkeş’in hareket konusundaki düşüncelerin aksettirmesi bakımından da önemlidir. Türkeş bu konuşmasında Türkiye’nin niçin ve nasıl böyle bir noktaya getirilmiş olduğuna en doğru teşhisi koyuyordu. Açıklamanın tatmin ve ikna edici olması Demokrat Partililerin bile ihtilâlcilerin ilk beyanlarına güvenerek memnuniyetlerini dile getiren açıklamalarda bulunmalarına sebep olmuştur. Türkeş, bu harekete Silâhlı Kuvvetler vasıtasıyla partilerin içine düştükleri uzlaşmaz durumdan kurtulması ve partiler üstü tarafsız bir idarenin nezaret ve hakemliği altında en kısa zamanda adil ve serbest seçimler yaptırarak idareyi hangi tarafa mensup olursa olsun seçimi kazananlara devir ve teslim etmek üzere girişmiştir. “Girişilmiş olan bu teşebbüs hiçbir şahsa ve zümreye karşı değildir. İdaremiz hiç kimse hakkında şahsiyete müteallik tecavüzkâr bir fiile teşebbüs etmeyeceği gibi edilmesine de asla müsamaha etmeyecektir. Kim olursa olsun ve hangi partiye mensup olursa olsun her vatandaş 238 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı kanunlar ve hukuk prensipleri esaslarına göre muamele görecektir.” diyerek 27 Mayıs Hareketi’ne muhatap olanlara teminat vermiş oluyordu. Yine ihtilâlin ilk gününde Türkeş yerli ve yabancı basın mensuplarına hareket hakkında bilgi vermiş, “Türkiye’de demokrasiyi saplandığı çıkmaz sokaktan kurtarmak istedik. Hiçbir şahsî ihtirasımız yoktu. Sadece millete hür ve serbest seçimlerin yapılması imkânını sağlamak gayesiyle hareket ettik...” demiştir. Türkiye’de ordunun idareyi ele alması, batı âleminde müspet karşılanmış ve “beklenen hadise” olarak yorumlanmıştır. İtalyan gazeteleri 27 Mayıs Hareketi’ni “Atatürk’ün ruhu Türkiye’de galip geldi” başlığıyla duyurmuş, İngiliz basını ise “Genç Türklerin Hareketi” başlığıyla konuya geniş yer vermiştir. Yunanistan 27 Mayıs Hareketi’ne karşı tepkisiz kalmış, Güney Kore, DP iktidarının devrilmesini memnuniyetle karşılamış, Irak ise “olay Türkiye’yi ilgilendiren bir iç meseledir” yorumunda bulunmuştur. Türkeş’in şahsî gayretlerine rağmen 27 Mayıs hedefinden saptırılmış, tarafsızlığını koruyamamıştır. Türkeş bu konuda şöyle diyor; “İlk gününden itibaren tarafsızlığına adaletli tutumuna saldırılar başladı. Şahsen beni birçok kimseler ziyaret ettiler. Siz bu tarafı yıktınız, bu taraf hiçbir zaman sizi tasvip etmez, bir kere o tarafın düşmanlığını üzerinize çektiniz. Şimdi CHP’ye karşı çıkıyorsunuz. İsmet Paşa’ya da el uzatmıyorsunuz. Onunla da iş birliğine yanaşmıyorsunuz. O hâlde kime dayanacaksınız” dediler. Hâlbuki 27 Mayıs hiçbir parti ve zümreye karşı, herhangi bir zümre veya parti lehine yapılmış olmayıp Türk milletinin lehine yapılmıştır. İhtilâlcilerden bir grubun DP’yi yıkıp, yerine hemen İnönü’yü ve CHP’yi iktidar etme heyecanı ihtilâlin tarafsızlığını ortadan kaldırılmasına sebep olmuştur. Diğer önemli amil de ordunun başardığı harekâtın birtakım ilim adamı hüviyeti taşıyan kimselerin fikrî yapısına teslim edilişidir. Millî Birlik Komitesi Askeri darbeyi gerçekleştiren subaylardan 38 kişinin yer aldığı Millî Birlik Komitesi 18 Haziran 1960 tarihinde ilk açıklandığında şu isimlerden meydana gelmekteydi; Menderes döneminde Kara Kuvvetleri Komutanı olan Orgeneral Cemal Gürsel emekli olma hazırlığı içerisindeyken ihtilâl kadrosu tarafından MBK Başkanlığına getirilmiş harekâtın hemen sonrasında ise Devlet Başkanlığı görevini de üzerine almıştı. Aynı zamanda Silâhlı Kuvvetler Komutanı ve askerî hükûmetin başbakanı durumundaydı. Esasında Cemal Gürsel 27 Mayıs Hareketi için alelâcele aranan ve son anda bulunan bir başkan konumundaydı. Hiçbir zaman 27 Mayıs Hareketi’nin ağırlığı ve sorumluluğunu üzerine alabilen bir lider olamadı. Çünkü lider, teşkilâtçılığı ile tebarüz edebilen ve halkın önünde gidebilendir. Lider tayin olunmaz, kendi kendini tayin eder. Lideri toplum yaratır ve toplumun Ülkü Ocakları Genel Merkezi 239 www.ulkuocaklari.org.tr Orgeneral Cemal Gürsel, Orgeneral Fahri Özdilek, Tümgeneral Cemal Madanoğlu, Tuğgeneral İrfan Baştuğ, Tuğgeneral Sıtkı Ulay, Albay Ekrem Acuner, Albay Mucip Ataklı, Albay Osman Köksal, Albay Fikret Kuytak, Albay Sami Küçük, Albay Haydar Tunçkanat, Albay Alparslan Türkeş, Yarbay Refet Aksoylu, Yarbay Fazıl Akkoyunlu, Yarbay Orhan Kabibay, Yarbay Mustafa Kaplan, Yarbay Suphi Karaman, Yarbay Sezai Okan, Yarbay Ahmet Yıldız, Binbaşı Emrullah Çelebi, Binbaşı Orhan Erkanlı, Binbaşı Vehbi Ersü, Binbaşı Suphi Gürsoytrak, Binbaşı Kadri Kaplan, Binbaşı Muzaffer Karan, Binbaşı Mehmet Özgüneş, Binbaşı Şükran Özkaya, Binbaşı Şefik Soyuyüce, Binbaşı Dündar Taşer, Yüzbaşı Münir Köseoğlu, Yüzbaşı Selahattin Özgür, Yüzbaşı Rıfat Baykal, Yüzbaşı Ahmet Er, Yüzbaşı Numan Esin, Yüzbaşı Kâmil Karavelioğlu, Yüzbaşı Muzaffer Özdağ ve Yüzbaşı İrfan Solmazer. Ülkü Ocakları Eğitim Programı istek ve temayülleri besler. MBK’nın faaliyetlerinin başlamasıyla birlikte komite içinde iki farklı temayülün ortaya çıktığı görülmektedir. Birinci temayüle göre; MBK en kısa zamanda yeni bir anayasa ve seçim yasası hazırlayarak ülke yönetimini yapılacak seçimler vasıtasıyla sivillere devretmeliydi. Bu temayülün liderliğini İnönü ve CHP yapmaktaydı. İkinci temayüle göre ülkenin içinde bulunduğu anarşiden siyasî partilerin sorumlu olması nedeniyle askerî yönetim birkaç yıl sürmeli ve birtakım reformlar gerçekleştirildikten sonra yönetim sivillere bırakılmalıydı. Bu temayül ise özellikle Türkeş ve ekibi tarafından benimsenmiştir. MBK, 12 Haziran 1960’da bir anayasa değişikliğini benimseyerek kendi yönetimine hukukî bir dayanak sağlamıştır. 12 Haziranda yapılan değişiklikle 1924 Anayasasıyla TBMM’ye ait olduğu kabul edilen bütün görev ve yetkiler MBK’ya devredilmiştir. Ayrıca yasa ile DP iktidarı yargılanmak üzere bir “Yüksek Adalet Divanı” kurulmuştur. MBK’nın en önemli tasarrufu 2 Ağustos 1960’da gerçekleşti. Ordudan beş bin subay emekliye ayrıldı. 42 sayılı kanunla gerçekleştirilen bu tasfiye hareketi ordunun reorganizasyonu ve gençleştirilmesine yönelik olduğu kadar, MBK’nın ordu üzerindeki otoritesinin sağlamlaştırılmasına da hizmet etmiştir. 28 Ekim 1960’da ise 147 öğretim üyesi üniversiteden uzaklaştırıldı. Üniversiteden tasfiye edilen profesörlerin aşırı solcu, partizan ve ahlâkî zaafları olduğuna dair iddialar bu hareketin meydana gelmesindeki yegâne sebep olarak görülmektedir. MBK tarafından gerçekleştirilen ordudaki tasfiyelere o günkü şartlarda önemli bir tepki gösterilmezken, komitenin üniversitede giriştiği tasfiye eylemi tartışma ve tepkilere yol açmıştır. Tembel, yeteneksiz veya rejim düşmanları oldukları iddiasıyla 147 öğretim üyesinin üniversiteden atılmaları üzerine üniversite rektörleri Turhan Feyzioğlu, Sıddık Sami Onar, Fikret Narter ve Suat Kemal Yetkin istifa ederek, MBK’nın tasfiye hareketini protesto etmişlerdir. Ord. Prof. Ekrem Şerif Egeli, Ord. Prof. Ali Fuat Başgil, Ord.Prof. Recai Galip Okandan, Ord.Prof. Mazhar Şevket İpşiroğlu, Ord.Prof. Ratip Berker, Prof. Tarık Zafer Tunaya, Prof. Takiyettin Mengüşoğlu, Prof. Sahabattin Eyüboğlu, Prof. Yavuz Abadan, Prof. Bülent Nuri Esen, Prof. Aziz Köklü, Prof. Emin Bilgiç, Prof. Hasan Eren, Prof. Zafer Baykoç, Prof. Nusret Hızır, Prof. Tevfik Berkan, Prof. Memduh Yaşa, Prof. Mina Urgan, Doç. İsmet Giritli, Doç. Adnan Benk, Doç. MukbilÖzyörük, Dr. ihsan Ünlüer, Doç. Haldun Taner, Asistan Özer Ozankaya... Gibi çeşitli ilim dallarındaki çalışmaları ile tanınan 147 öğretim üyesine ancak 28 Mart 1962’de çıkarılan kanun ile üniversiteye dönme imkânı sağlandı. 147’ler olayı, MBK ve ordu faaliyetleri destekleyen aydınlar arasında da ciddî sürtüşme ve kırgınlığa yol açmıştır. Türkeş, ihtilâlden sonra Başbakanlık Müsteşarlığı görevine getirilmişti. Ancak O, Cemal Gürsel’in kendisine olan itimadı ile fiilen başbakanlık görevini de ifa ettiğini belirtmektedir. Bunu yaparken de çok aksayan şeylerle karşılaştığını, hiç arzu edilmediği hâlde kendi nam ve hesaplarına haksızlıklar, baskılar, tecavüzler yapıldığını tespit ettiğini söylemektedir. Türkeş’in tarafsız tutumu bazılarının düşünce ve niyetlerine büyük engel teşkil ediyordu. Türkeş bu durumu eserinde şöyle açıklar; “Benim bir iki partiye karşı da tarafsız tutumum derhâl Halk Partisi’nden ve komitedeki Halk Partili arkadaşların arasında aleyhime bir cereyanın yaratılmasına sebep oldu. Ben ortada kaldıkça iktidar koltuğuna 240 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı ulaşamayacaklarını biliyorlardı. İnönü’nün uzun yıllardan beri kendi emellerine engel saydığı kimselere karşı kullandığı feci iftiralar ve propagandalarını bu defa da bize karşı seferber ettiler. Bunlardan birisi ırkçılık ve komünistlerin deyimi ile “Kafatasçılık” ithamı idi. Vaktiyle de Turancılık ve Irkçılık davasını nasıl bir evham ve kötü niyet esasına dayanarak uydurulmuş olduğu ve bu dava dolayısıyla yapılan işkenceler, adaleti lekeleyen tutumları hatırlamak icap eder... İnönü ve çevresi eski oyunlarına yeniden başvurmuşlardır.” Türkeş, Millî Birlik Komitesi’ne ağırlığını koyarak, ihtilâle ve onun tarafsızlık vaadine gölge düşürmemesi için, siyasî partilerle temas edilmemesi yolunda bir karar alınmasına muvaffak olmuştur. Fakat ne yazık ki alınan bu kararın uzun süre geçerli olmasına komite üyelerinden bazılarının art niyetleri engel olmuştur. CHP ile MBK arasında kurulan bağ ile Halk Partisi yöneticileri komitede cereyan eden görüşmeler ve kararlar hakkında bilgi sahibi oluyorlar ve parti görüşlerini empoze etme imkânı buluyorlardı. İnönü’nün aradığı fırsatı da zaten bizzat Cemal Gürsel İnönü’yü telefonla arayarak yaratmıştı. MBK’da cereyan eden bütün görüşmeleri ajanları vasıtasıyla anında öğrenen İnönü, seçimlerin vaat edilmediği gibi en kısa zamanda yapılacağından endişe etmeye başlamıştır. Bu nedenle bir emrivaki yaparak Cemal Gürsel ile görüşmüş ve MBK’nın tarafsızlık ilkesi böylece ihlâl edilmiştir. Gürsel-İnönü görüşmesi Türkeş grubu üzerinde son derece menfi bir tesir yaratmıştı. Telâfisi için bir çare gerekliydi. Türkeş grubu kamuoyundaki yanlış intibaı silmek için, Bölükbaşı’yı Cemal Gürsel ile görüştürme formülünü buldu. Ve bu görüşme gerçekleşti. Türkeş grubu, baştan beri takip ettikleri tarafsızlık tutumunun bir gereği olarak, CHP’nin tavırlarına karşı açıkça vaziyet alınmasına karar vermiş ve bu maksatla da 32 numaralı MBK tebliğini yayımlatmışlardır. Tebliğ Cemal Gürsel’in imzasını taşıyordu. Yine aynı şeklide Türkeş ve arkadaşlarının tesir ve telkiniyle Cemal Gürsel 27 Haziranda Türkiye Radyolarından bir de konuşma yapmıştır. Daha önce de belirtildiği gibi ihtilâlin amacından sapmasındaki bir diğer amil de “ilim adamları” olarak davet edilen kişilerin tutumu olmuştur. Türkeş tanınmış hukuk profesörlerinin normal hukuk kurallarına itibar etmeyip, ihtilâlin kendisine has hukukunun işlerliğini telkin edişlerini de şöyle izah etmektedir ; “Yassıada mahkemeleri için hazırlık yapıldığı bir sırada bazı profesörlerden bir teklif geldi. Celâl Bayar, Refik Koraltan’ın yaşları ileridir. Bunlara işledikleri suç itibariyle idam cezası verilmelidir. O hâlde Türk Ceza Kanunu’ndaki 65. madde değiştirilmeli. Ben buna karşı çıktım. Hukukta bir prensip vardır, cezalar makable şamil olmaz. Değiştirdiğimiz kanunu o tarihten öncesi fiiller için uygularsak, tarih önünde sorumlu oluruz. Bunu yapmayalım, dediğimiz zaman bir profesör kalktı bana dedi di; “Hayır siz yanlış düşünüyorsunuz. İhtilâllerde bu olur. Şimdi normal hukuk cari değildir. İhtilâl hukuku caridir. Yani ihtilâl hukukunda böyle Ülkü Ocakları Genel Merkezi 241 www.ulkuocaklari.org.tr “Aziz Vatandaşlar, Bazı kimselerin millî inkılâp hareketini, kendi partilerine mal ederek vatandaşlar arasında propaganda yapmakta ve diğer parti mensupları üzerinde baskıya yeltenmekte oldukları muhtelif kaynaklardan öğrenilmiştir. Millî İnkılâp, hiçbir şahsın hiçbir zümrenin lehine yapılmış bir hareket değildir. Muhterem halkımızın, köylü ve işçilerimizin demokrasiye kavuşması, hak ve hürriyetlerinin teminatı, iktisadî kalkınması, ana prensibimizdir. Vatandaşların hususi işlerinde her türlü çalışma yerlerinde, kardeşlik duyguları ve huzur içinde bulunmaları esastır. İdarî makamların bölgelerinde vaki olacak bu gibi hareketlerin üzerinde hassasiyetle durmalarını rica ederim”. Ülkü Ocakları Eğitim Programı bir prensip bahis konusu edilemez.” bunu bana söyleyen Prof. Dr. Muammer Aksoy’du”. Türkeş’in normal hukuk kurallarından yana oluşu bazı arkadaşlarının da tepkisine sebep olmuştur. Türkeş ise “Madem böyle düşünüyorlar, hukukçular bir teklif hazırlayıp altını imza etsinler. Ona göre MBK’da böyle bir kanun tadilâtı yapsın, hukukçulardan imzalı bir teklif gelmesi üzerine komite de o maddeyi değiştirdi.” diyordu. Türkeş, DP’nin kapatılması için yapılan tekliflere asla itibar etmemiştir. Türkiye’deki bütün partilerin katılımıyla demokratik nizamın devam etmesini istemiştir, DP’nin kapatılması mahkemeye yapılan bir ihbarla olmuştur. İki sene kongresini yapmadığı için mahkeme kararı ile kapatılmıştır. Türkeş, radyoda yaptığı konuşmasının mana ve ruhuna her zaman bağlı kalmıştır. “İhtilâlin hiçbir şahsa ve zümreye karşı yapılmadığı” ifade edilirken, özellikle DP yöneticileri ve DP’li vatandaşları zikretmiştir. Yine bu beyanda “Partiler üstü tarafsız bir idarenin nezaret ve hakemliği altında en kısa zamanda adil ve serbest seçimler yaptırılacaktır” denilmiştir. En önemlisi “idarenin hangi tarafa mensup olursa olsun seçimi kazananlara devir ve teslim edileceğinin” vaat edilmiş olmasıdır. Bu da DP yöneticileri ve DP’li seçmenler için büyük bir teminat olmuştur. Sonuçta Türkeş ve arkadaşları, başı koparılan DP’ye oy ve gönül vermiş büyük vatandaş kitlesine sahip çıkmak ve onları CHP hırsı karşısında yeniden organize edip siyasî bir güç hâline getirmek istemişlerdir. MBK’nın iktidarı devralmasından sonra Alparslan Türkeş’in tesir ve telkinleriyle günümüzde faaliyet gösteren birtakım önemli müesseselerin ihtilâlden hemen sonra kurulmuş olduğu görülmektedir. Bu müesseselere en güzel örnek Devlet Plânlama Teşkilâtıdır (DPT). Bununla birlikte bir Konservatuar Kanunu ve İş Seferberliği Kanunu hazırlatmış, 212 Sayılı Basın Kanunu ile basın mensuplarının bağımsız görev yapmalarına imkân sağlamıştır. Bu yöndeki çalışmalar daha sonra Basın İlân Kurumunun doğmasına yol açmıştır. Alpaslan Türkeş’in uzun vadede gerçekleştirmeyi plânladığı reformlar arasında şunlar sayılabilir; Toprak Reformu, Tarım Kooperatifleri ve Köy Üniteleri, Yedek Subay Öğretmenlik Sistemi, İdarî Reform, İşçi Seferberliği ve Sağlık Hizmetlerinin Sosyalizasyonu. Türkeş ve arkadaşları ülkenin sosyal, iktisadî ve siyasî yapısında kısa ve uzun vadeli reform hareketlerini plânlarken diğer tarafta günlük bir gazete çıkararak ileride kurmayı düşündükleri Millî Birlik Partisi vasıtasıyla kendi seslerini duyurmayı düşünüyorlardı. Bu çalışmalar sonucunda “Öncü” adlı bir gazete kurulmuştur. Gazete, gerçekte 14’lerin yayın organı olmasına rağmen bu durum kamuoyuna resmen duyurulmamıştır. Türkeş’in 1960 İhtilâli sonrasında sosyal ve kültürel alanda meydana gelen boşluğu doldurmak amacıyla kurdurmuş olduğu “Türk Kültür Derneği” ayrı bir öneme sahiptir. Derneğin kuruluş gayeleri arasında köylere hitap etmesi düşünülmüş olmakla birlikte temel felsefesi, Türk gençliğini Marksist ve bölücü ideoloji tesirine karşı uyarmak, onları millî kültürle yoğurmak, teşkilâtlandırmak olarak bizzat Alparslan Türkeş tarafından tespit edilmiştir. Türkeş, Türk Kültür Derneği’nin başına ise yakın arkadaşı Şahap Homriş’i getirmiştir. Dernek çok kısa süre faaliyet göstermiş, Türkeş’in sürgüne gönderilmesiyle atıl kalmıştır. Bugünkü Ülkü Ocakları’nın orijini olarak kabul edilmesi gereken Türk Kültür Derneği, kuruluş felsefesi ve gayesi ile Alparslan Türkeş’in fikir babalığını yaptığı bir misyonun uygulama 242 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı alanındaki ilk örneği ve teşebbüsüdür. Menderes ve Arkadaşlarının İdamı Meselesi Yassıada duruşmaları 14 Ekim 1960’da başlatıldı. Demokrat Partilileri yargılamak üzere kurulan Yüksek Adalet Divanı adlî ve askerî yargıçlardan meydana gelmekteydi. Salim Bozal’ın mahkeme başkanı, Ömer Altay Egesel’in ise başsavcı olduğu mahkeme, verdiği ölüm ve ağır hapis cezalarıyla olağanüstü dönemlerdeki askerî rejim hukukuna aykırı davranışlarıyla tarihe geçmiştir. Yassıada’da 11 ay süren mahkemelerde 592 kişi yargılanmış, 288 kişi hakkında idam cezası istenmiştir. Sonuçta Adnan Menderes, Hasan Polatkan ve Fatin Rüştü Zorlu idam edilmiş, 31 kişi ömür boyu hapse, 418 kişi 6 aydan 20 yıla kadar çeşitli hapis cezalarına çarptırılmıştır. 123 kişi beraat etmiş, 5 kişinin davası düşmüştür. Türkeş, MBK’ya yapılan bütün baskılara rağmen DP’li milletvekillerinin tutuklanmasına hatta hükümet mensuplarının bile hapis edilmesine lüzum olmadığını, bunların hepsinin yurt dışına gönderilmelerinin uygun olacağı görüşünde idi. Cemal Gürsel de ona katılıyordu. Hatta Türkeş, Dışişleri Bakanı Selim Sarper ile bu konuda görüşmüş, Dışişleri bakanı yabancı devlet temsilcileriyle yaptığı görüşmeler sonucunda İsviçre Hükümeti’nin DP liderlerini kabul edeceklerini öğrenmişlerdi. Ancak MBK bu duruma büyük tepki gösterince mesele bir müddet durdurulmuştur. Bu engeller karşısında DP liderlerinin yurt dışına gönderilmeleri mümkün olmadı. Ancak Türkeş, Yüksek Adalet Divanından idam kararının çıkması durumunda bu kararların MBK’nın tasdikinden geçmesini hükme bağlatmıştı. Böylece idam kararları çıktığı takdirde bu hükümlerin tasdik edilmesini engellemeyi düşünmüştür. Fakat Alparslan Türkeş’in plânlarını bozan ve hesapta olmayan gelişme, 13 Kasım’da 14’lerin sürgüne gönderilmeleriyle ilgili gelişmelerdir. Böylece idamlar önündeki en büyük engel olan Türkeş’in lideri olduğu 14’ler grubu saf dışı bırakılmış ve Cumhuriyet tarihimizdeki hazin sonu hazırlanmıştır. “Orgeneralim, Yeni Delhi, 7 Eylül 1961 Size asla yazmak niyetinde değil idim. Fakat bugün memleketin yüksek menfaatleri bakımından bazı hususların dikkatinize sunulması zaruri oldu. Şöyle ki: Yüksek Adalet Divanı birkaç güne kadar eski iktidar mensupları hakkında hükmünü verecektir. Adaletin hükmüne müdahale etmek ve daima hürmetkâr bulunmak şarttır. Ancak, hükümlerin infazı yurtta mevcut durumun nezaketi göz önüne getirilince, ayrıca incelenmeğe değer görülmüştür. Yüksek Adalet Divanı’nın vereceği cezalar içinde idam hükümleri mevcut bulunduğu takdirde bunların tadil edilerek hafifletilmek cihetine gidilmesi çok faydalı olacaktır. a) Çünkü İdam cezalarının infazı, 13 Kasım’dan beri atılan çok hatalı adımlar dolayısıyla memlekette meydana gelmiş olan huzursuzluğu daha çok Ülkü Ocakları Genel Merkezi 243 www.ulkuocaklari.org.tr Yassıada’da idam kararlarının çıkacağını hisseden Alparslan Türkeş, Hindistan’da sürgünde olmasına rağmen Dışişleri Bakanı Selim Sarper vasıtasıyla Cemal Gürsel’e gönderdiği mektupla idamlara karşı çıkmıştır. Türkeş, 1960 yılı Haziran aylarının başlarından itibaren başlayan Yassıada olayına görevde kaldığı 6 ay boyunca karşı çıkmış, Menderes ve arkadaşlarına verilebilecek en ağır cezanın sürgün olması gerektiği hususundaki düşüncelerini sonuna kadar savunmuştur. Alparslan Türkeş’in Cemal Gürsel’e gönderdiği 7 Eylül 1961 tarihli mektubu tarihî önemine binaen aşağıya alınmıştır; Ülkü Ocakları Eğitim Programı arttıracaktır. b) Ölüm cezalarının infazı, yurt dışında da milletimiz ve devletimiz aleyhinde tepkilere yol açacaktır. c) Ölüm cezalarının infazı hâlinde, milletimizi bölen kin ve garaz duyguları şiddetlenecek ve 27 Mayıs’ın amacı olan Millî Birlik ruhunun geliştirilmesini güçleştirecektir. ç) Yukarıda sıralanan mahzurlarına karşılık, cezaların infazı ile memlekete sağlanacak hiçbir fayda yoktur. Esasen siyasî suçlardan dolayı, ölüm cezaları verilmesi bugünün insanlık duygularına uymamaktadır. Buraya kadar sıralanan mütalâalara ilâveten, hukuk bakımından da şu hususların incelenmesi lüzumludur. 1- Yüksek Adalet Divanının vereceği idam kararlarının nihaî incelenmesi, bununla ilgili kanunun yürürlüğe girdiği tarihte tek meşru yasama organı bulunan 27 Mayıs Milli Birlik Komitesi’ne ait idi. 2- Bugün ise, yasama organı yalnız başına 13 KASIM KOMİTESİ değil, Temsilciler Meclisi ile birlikte Komite’den meydana gelen Kurucu Meclis’tir. 3- Türk Anayasası’na göre, idam hükümlerinin nihaî incelenmesi, yasama organlarına aittir. Şu halde, bugün Yüksek Adalet Divanı’nın vereceği idam kararlarının yalnız 13 Kasım Komitesi’’nce incelenmesi hukukî ve meşru olamaz. Aksi hâlde, millet ve tarih önünde sorumlu olacağınızı hatırlatırım. Saygılarımla, Alparslan Türkeş” Mektup incelendiğinde Türkeş’in idam cezalarına karşı çıkması, siyasî, sosyal ve hukukî temellere dayandığı görülmektedir. İdamların ülkede huzursuzluğa yol açacağını ve bölünmelere sebep olacağını savunan Türkeş aynı zamanda ülkenin dış itibarının da zedeleneceğine işaret etmiştir. Hukukî açıdan ise 13 Kasım tasfiyesi ile meydana gelen yeni MBK’nın idam kararlarını incelemesi ve onaylamasının hiçbir hukukî dayanağının olamayacağının iddia ederek, idamları engellemeye çalışmıştır. 13 Kasım Tasfiyesi ve Alparslan Türkeş’in Sürgüne Gönderilişi MBK içindeki bir grup, en geç iki ay içinde seçim yaptırıp iktidarı sivillere devretmek düşüncesindeydiler. Bu “siviller” kavramı aslında “İnönü ve CHP” demekti. Oysa Türkeş ve arkadaşları hemen bir seçim yapılmasına taraftar değillerdi. Çünkü memlekette bir DP gerçeği vardı ve bu partiye mensup vatandaşlar her fırsatta İnönü iktidarını istemediklerini dile getiriyorlardı. Türkeş ve arkadaşları MBK’yı bir siyasî parti hâlinde organize etmeyi düşünmüşlerdi. Cemal Paşa da uygun görmüş ve bu görev Türkeş’e verilmişti. Türkeş bu konuda şöyle diyor; “Bizim görüşümüz bugün başsız kalmış bir DP’li vatandaş kitlesi var. Mademki ileride demokrasiye dönmekten bahsediyoruz, bu DP’li vatandaş kitlesini toparlayalım, organize edelim, sonra da seçime gidelim. Ben öyle zannediyorum ki bu şeklide hareket edersek seçimi kazanabiliriz ve bu seferde seçim kazanmış iktidar olarak işe devam ederiz. İşte bizim düşüncemiz buydu.” İktidarın Halk Partisine devredilmesine karşı olan Türkeş ve arkadaşları bir toplantı yaparak meseleyi müzakere ettiler. Toplantıda alınan kararlar şunlardı; 1. Yalan ihbarlarla ilgili bir bildiri yayımlanacak, bu kabil ihbarlarda bulunanlar hakkında şiddetli cezalar tatbik olunacağı bildirilecektir. 2. İdare amirlerine bir genelge gönderilerek, vatandaşlara keyfî baskı ve tazyik yapılmasına mani olunması istenecektir. 3. Milli Birlik Komitesi ve idare mekanizması partiler üstü kalacaktır. 4. Memleket şartları henüz seçime müsait değildir. 244 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı O gece varılan fikir birliği komiteye de aynen intikal ettirilmiştir. İhtilâl idaresinin dört yıl daha iktidarda kalması teklif olunmuş, ayrıca bunun halkoyuna sunulduktan sonra gerçekleşmesi istenmiştir. MBK’nın 25 üyesi bu önergeyi imzalamıştır. Türkeş ise dört yıl sonra yapılacak seçimlerde CHP karşısına Millî Birlik Partisi olarak çıkılmasının 27 Mayıs ilkelerine uygun düşeceğini belirtiyordu. Türkeş, Millî Birlik Komitesinin kuruluş gayesini anlatarak, Komitenin ihtilâl hareketini başardıktan sonra memlekette köklü reformlar yapmak, müsait seçim zemini hazırlamak ve seçimlere Millî Birlik Partisi adıyla katılmak için kurulmuş olduğunu söyledikten sonra şöyle dedi; “27 Mayıs İhtilâli’nin gayesine ulaşabilmesi için Komitenin kuruluş sebeplerini ortadan kaldırması lâzımdır. Reformları gerçekleştirinceye kadar idareyi elimizde bulundurmak mecburiyetindeyiz.” MBK Başkanlığına verilen 25 imzalı bir önerge ile ihtilâl idaresinin dört yıl iktidarda kalması, bunun için de referandum yapılarak halkın arzusunun tespit edilmesi isteniyordu. Bu önergeyi imzalayan üyeler şunlardı: Cemal Gürsel, Cemal Madanoğlu, Sıtkı Ulay, Fahri Özdilek, Osman Köksal, Sami Küçük, Suphi Gürsoytrak, Kamil Karavelioğlu, Suphi Karaman, Muzaffer Yurdakuler, Kadri Kaplan, Mehmet Özgüneş, Orhan Kabibay, Orhan Erkanlı, Muzaffer Özdağ, Rifat Baykal, Fazlı Akkoyunlu, Ahmet Er, Dündar Taşer, Numan; Esin, Mustafa Kaplan, İrfan Solmazer, Şefik Soyuyüce, Muzaffer Karan ve Münir Köseoğlu. Başkan Cemal Gürsel, Türkeş’in görüşüne katıldığını söyleyince, önergede imzaları bulunduğu hâlde çekimser davranan bazı üyeler de meselelerine sahip çıkmışlardı. Uzun tartışmalardan sonra, Millî Birlik Komitesinin dört yıllık iktidarda kalması, köklü reformlar yapması, bunun için referanduma başvurulması ve dört yıl sonra yapılacak seçimlere Millî Birlik Partisi olarak iştirak edilmesi 11’e karşı 26 oyla kabul edildi. Komite bu kararı 1960 yılının Eylül ayı başında almıştı. Kararın alınmasından sonra bütün Komite üyelerinin halkla temasa geçmeleri, onların arzularını öğrenmeleri ve edinecekleri intibaı Komiteye getirmeleri için bir gezi programı hazırlanmış teklif edilmişti. Bu teklif de kabul edildi ve Komite üyelerini 15 Eylül’de başlamak ve Eylül sonunda tamamlanmak üzere yapacakları gezileri programlaştırmak için bir komisyon kuruldu. Bu olaylar cereyan ettiği sıralarda Komite 14’ler, 11’ler, 7’ler ve 5’ler olmak üzere dört gruba ayrılmıştı. 14’ler grubunu Alparslan Türkeş, Orhan Kabibay, Orhan Erkanlı, Muzaffer Özdağ, Rifat Baykal Fazıl Akkoyunlu, Ahmet Er, Dündar Taşer, Numan Esin, Mustafa Kaplan, İrfan Solmazer, Şefik Soyuyüce, Muzaffer Karan ve Müner Köseoğlu; 11 ler grubunu Ahmet, Haydar Tunçkanat, Şükran Özkaya, Selahattin Özgür, Emanullah Çelebi, Sezai Okan, Fikret Kuytak, Vehbi Ersü, Mucip Ataklı, Refet Aksoyoğlu ve Ekrem Acuner; 7’ler grubunu Sami Küçük, Suphi Gürsoytrak, Kâmil Karavelioğlu, Suphi Karaman, Muzaffer Yurdakuler, Kadri Kaplan ve Mehmet; Özgüneş; 5’ler grubunu da Cemal Gürsel, Cemal Madanoğlu, Fahri Özdilek, Sıtkı Ulay ve Osman Ülkü Ocakları Genel Merkezi 245 www.ulkuocaklari.org.tr Önergenin okunması üzerine Türkeş yeniden söz aldı. Arkadaşlarıyla aynı görüşte olduğunu, fakat dört yılsonunda yapılarak seçimlere Halk Partisi’nin karşısında Millî Birlik Partisi olarak gidilmesinin 27 Mayıs ilkelerine uygun düşeceğini belirtti. Ahmet Yıldız, Haydar Tunçkanat, Şükran Özkaya, Selahattin Özgür, Emanullah Çelebi, Sezai Okan, Fikret Kıytak, Vehbi Ersü, Mucip Ataklı, Refet Aksoylu ve Ekrem Acuner önergenin tümüne itiraz ediyorlardı. Bunlar eski görüşlerini ısrarla savunuyorlar ve seçimlerin en kısa zamanda yapılmasının ve iktidarın seçimi kazanacak partiye devredilmesinin , böylece 27 Mayıs günü millete yapılan vaadin yerine getirilmesinin gerektiğini belirtiyorlardı. Ülkü Ocakları Eğitim Programı Köksal teşkil ediyorlardı. 14’ler grubunun lideri Alparslan Türkeş, 11’ler grubunun lideri Ahmet Yıldız, 7’ler grubunun lideri Sami Küçük ve 5’ler grubunun lideri de Cemal Gürsel idi. 14’ler Komiteye hâkim gruptu ve toplantılardan istediği kararı çıkarmasını biliyordu. Maksadı dört yıl iktidarda kalmak, daha sonra parti olarak Halk Partisi’nin karşısında seçimlere girmekti. Türkeş, Komite bu konuda karar almadan önce meseleyi Devlet ve Hükümet Başkanı Cemal Gürsel’e de açmış Milli Birlik Komitesinin Millî Birlik Partisi hâline getirilmesi için onun mutabakat ve muvafakatini almıştı. Gürsel’in talimatı üzerine bazı politikacılarla bu konuda temasa geçen Türkeş meseleyi Ekrem Alican, Aydın Yalçın ve Necip San’la görüşmüş, hatta partinin tüzüğünü hazırlamak üzere CKMP Milletvekili olan Başbakanlık Müsteşar Yardımcısı Albay Fuat Uluç’u görevlendirmişti. 13 Kasım İhtilâli yapıldığı sırada partinin tüzüğü kısmen hazırlanmış bulunuyordu. 11’ler grubunun maksadı, seçimleri en kısa zamanda yapmaktı. Bunlar böylece 27 Mayıs İhtilâli’nin hedefine varmış olacağına inanıyorlardı ve Halk Partisi ileri gelenleri ile sıkı temas hâlinde bulunuyorlardı. Onların görüşlerinden istifade ediyorlar, hatta bu görüşleri zaman zaman Komite toplantılarına bile getiriyorlardı. 7’ler grubu, 14’ler ve 11’ler arasında denge unsuru olarak vazife görmek istiyordu. Daha ziyade 14’ler grubuna yatkın fikrî çalışmalarda bulunuyordu. Çoğunluğu generallerden kurulu 5’ler grubu ise bütün grupların üstünde tarafsız ve uzlaştırıcı bir politika takip ediyordu. Bununla beraber 5’ler grubu da çok zaman 14’ler grubunun fikri temayülleri istikametinde hareket ediyorlardı. Aynı tarihlerde İnönü tarafından “Tabiî Senatörlük” olayı ortaya atılmıştı. Türkeş ve arkadaşları böyle bir şeyin millet huzurunda edilen yemine ihanet olacağını ileri sürerek buna karşı çıkmışlardı. Sonuçta 26’ya 11 çoğunlukla bu fikir de reddedilmişti. Türkeş MBK üyesi subayları şu üç kategoriye ayırır; 1. Yarışçılar; Milletimiz kendi ayakları üzerinde kurabilecek kuvvetli ve müreffeh bir seviyeye getirmek gücünü kendilerinde bulanlar. 2. İstikballerini CHP’ye Bağlayanlar; İktidarı CHP’ye devredince her şeyin düzelebileceğini sanıp kendilerine teklif edilen ebedî parlâmento koltuklarını ve altın heykelleri hayal eden gafiller. 3. Olaylara Seyirci Kalanlar: Hiçbir mesele ile ilgilenmedikleri için olayların akışına tâbi olanlar. İşte bu bölünmüşlük ihtilâli yok etmenin başlangıcı olabilirdi. Ayrıca Türkeş grubunun, Tabiî Senatörlük fikrini reddetmelerinin kendilerine karşı düşmanlığı arttırdığı açıktır. Bir diğer sebep ise komünistlerin 27 Mayıs’tan azamî ölçüde faydalanma çabası içinde olmaları ve milliyetçi, Türkçü, aynı zamanda radikal reformcu ve sosyal adaletçi hareketlere karşı her türlü propaganda faaliyetini gerçekleştiriyor olmalarıydı. İnönü’nün ortaya atmış olduğu ırkçılık ve Turancılık suçlamalarıyla hem yurt içinde hem de yurt dışında Türkeş’i tanımayan çevrelerde fanatik ve korkunç bir insan tipi doğmuştur. Bu da 13 Kasım’ın meydana gelmesinde önemli rol oynamıştır. Türkeş, 13 Kasım Hareketi’nin ortaya çıkmasına sebep olarak mason olma tekliflerinin reddedilmesini gösterirken bir diğer sebep de şuydu; Türk milletini çağdaş medeniyete ulaştırmak, ülkü, kültür birliği yoluyla manevî bir kalkınma sağlamak sosyal ve iktisadî reformları milliyetçi bir açıdan 246 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı gerçekleştirmek amacı gütmek yerine hemen bir anayasa düzenleyerek memleketin yönetimini hukuk esasına bağlamak yoluna gidenler meşru ve haklı davranışlarına tahammül edemedikleri bir kısım MBK üyelerine karşı Anayasayı ihlâl ederek bir ihanet hareketinde bulunmuşlardır. Türkeş’in ifadesinden 13 Kasım Hareketi’ni çok önce sezmiş olduğu anlaşılmaktadır: “Eylül ayından itibaren komite artık birbirine düşman iki grup hâlindeydi. İnönü’de komite de olup bitenleri dikkatle takip ediyor ve endişeye kapılıyordu. İnönü yanına partinin ileri gelenlerini de alarak Gürsel’i ziyaret etti. Kendisiyle uzun bir görüşme yaptı. Ertesi gün görüşmeler alt kademelerde cereyan etti, fakat gizliliğine son derece dikkat olundu. Ne olmuşsa bu görüşmelerden sonra olmuş, 13 Kasım İhtilâli ufukta görülmeye başlamıştı.” Ayrıca Türkeş ve arkadaşları “Kurucu Meclis” fikrine de karşıydılar ve “Millet Şurası” adlı bir meclisin acele toplanmasını istiyorlardı. Konu hakkında Türkeş şunları söylemektedir; “1960 Ekiminin son günlerinde MBK bir Kurucu Meclis kurulmasını faydalı mülahaza etti ve bunun için gerekli hazırlıkları yaptırmak vazife ve yetkisini Cemal Gürsel Paşa’ya verdi. Gürsel Paşa’nın toplanacak Kurucu Meclis’in Anayasasını hazırlamak ve gerekli düzeni yapmak üzere üç kişilik bir kurul kurduğunu öğrendik. Bunlar CHP’li idiler. Böyle bir kurulun hazırlayacağı Kurucu Meclisin partizan bir kimliğe bürüneceği yolunda büyük endişelere düştük. Paşa tarafından seçilmiş olan üç kişinin CHP’li oluşunu şiddetle tenkit ettik ve bunun mahzurlarını belirttik. Kurula tarafsız ilim adamlarından ve diğer partilerden dört üye daha katılmasını teklif ettik. Toplantı sonuçsuz dağıldı. Tüm bu olaylar 13 Kasım’a yol açmıştır.” Türkeş’in 13 Kasım’ın sebepleri üzerindeki görüşlerini özetlemeye çalışalım: “Bizim ne İnönücülere, ne de Gürselcilere benzer tarafımız vardı. Biz ne havaî iktidar ile sermesttik, ne de şahsî ikbal peşindeydik. Biz uzun süredir tedavi görmeyen birçok memleket yaralarının kangren olmasını önlemek istiyorduk. Biz de sabırsızdık ama memleket dertlerinin bir an evvel çözümlenmesi için...” Türkeş, ihtilâlin iktidarı İnönü’ye devretmek maksadıyla yapılmadığını bütün baskılara rağmen kendisinin ve arkadaşlarının her zaman bu fikre şiddetle karşı çıktıklarını belirtir. Nitekim İnönü’nün de daha sonra kendilerine hak veren beyanatlarının olduğuna da eklemektedir. Türkeş, 13 Kasım’ın bir diğer nedeni olarak, MBK’da bir kısım üyelerin siyasî bir ülküden, siyasî, içtimaî bir gayeden yoksun olmalarını gösterir. Bunun için de CHP’nin ortaya attığı her türlü fikre heyecanla sarılmışlardır. MBK içinde ihtilâlin daha ilk günlerinde başlayan görüş ayrılığı 1960 Eylülünün başında artık Ülkü Ocakları Genel Merkezi 247 www.ulkuocaklari.org.tr Türkeş, 13 Kasım Hareketi’ni, 27 Mayıs’ı arkadan hançerleme şeklinde değerlendirmektedir. Türkeş’e göre; “13 Kasım aynı zamanda bir anayasa ihtilâlidir. Bütün Millî Birlik üyelerini kabul ve imza ederek ilân ettikleri 27 Mayıs Anayasasının çiğnenmesidir. Bir tarafta Yassıada’da eski iktidar mensupları Anayasayı ihtilâlden muhakeme edilirken, bir tarafta da 13 Kasımcılar kendi yaptıkları Anayasayı ayaklar altına alarak 27 Mayıs’ı katletmişlerdir. 27 Mayıs memleketi hızla kalkındırmak için güzel bir fırsattı. Bu fırsat heder edildi. 27 Mayısçı rolüne çıkmaları ve 27 Mayıs’ı savunur görünmeleri çok hazindir. Bunların yaptıkları 27 Mayıs’ı savunmak değil kendi çıkarları için 27 Mayıs’ı istismar etmektir.” demiştir. Ülkü Ocakları Eğitim Programı çözümlenemeyecek bir hâle gelmişti. 1960 yılının Ekim ayında ise Alparslan Türkeş, Başbakanlık Müsteşarlığı’ndan istifa etti. 14’ler grubunda çare olarak “komitenin fikirsiz kanadını budamak” şeklinde görüş ortaya çıkmıştı. İlk olarak 14’lerden Alparslan Türkeş ve Dündar Seyhan’ın düşündüğü tasfiye hareketi, komite içinde ihtilâlin gayelerine ters düşen 4–5 kişinin ülke dışına sürgüne gönderilmesi şeklindeydi. Grupta tasfiye hareketini göze alamayan üyeler de mevcuttu. Onlara göre, karşı tarafla görüşmek suretiyle meseleler halledilebilirdi. Alparslan Türkeş ise ikinci bir operasyon günlerinin olduğunu ve tedbir almalarının gerektiğini ısrarla vurgulamıştır. Kasım ayı başlarında Türkeş, Orhan Erkanlı, Orhan Kabibay, Numan Esin ve İrfan Solmazer ile İstanbul’da yaptığı görüşmeler sonunda tasfiyenin yapılmasına karar verilmiş hatta bir de harekât plânı hazırlanmıştı. Ancak Türkeş’in haricinde diğer dört MBK üyesinin durumu Cemal Gürsel’e bildirmesi Komite içinde “karşı ihtilâlin” doğmasına sebep olacaktır. 14’lerden daha erken davranan Cemal Gürsel, 6 Kasım 1960 Pazar günü İstanbul’dan hareket ederek Ankara Etimesgut Askerî Havaalanı’na inen MBK’nın beş üyesinden Alparslan Türkeş, Orhan Erkanlı, Orhan Kabibay, Numan Esin ve İrfan Solmazer’in tutuklanmaları için Ankara Komutanı General Madanoğlu’na emir verdi. Madanoğlu “Komutanım ben onların icabına bakacağım. Bugün acele etmeyelim” diyerek MBK içinde bir iç hesaplaşmayı başlatmıştı. Bu hadiseden bir hafta sonra 13 Kasım 1960 günü bir baskınla MBK’nın 14 üyesi yakalanarak elçiliklerimiz nezdinde ihdas edilen müşavirliklere gönderilmiştir. Kurmay Albay Alparslan Türkeş’in Gazi Osman Paşa Kader Sokak’taki özel konutuna saat 9.30’da gelen sivil bir görevli Cemal Paşa’nın mektubunu tebliğ etmek istemiş, bunu kabul etmeyen Türkeş’in kapısı kırılmak suretiyle tebliğ işlemi, zor kullanılarak yapılmıştır. Cemal Paşanın mektubunda Türkeş’in MBK üyeliğinin sona erdiği bildirilmekte, ikinci bir emre kadar evden çıkmaması istenmekteydi. Türkeş hatıralarında o andaki tutukluluk hâlinden kurtulabilse idi güvendiği birliklerle irtibata geçmek suretiyle karşı harekâtı bastırabileceğini ifade etmiştir. Ancak Türkeş düşündüğünü gerçekleştirememiş gelişmeler karşısında sessiz kalmıştır. 27 Mayıs İhtilâli’ni gerçekleştiren Millî Birlik Komitesi 38 kişiden meydana gelmişti. İçlerinden General İrfan Baştuğ bir trafik kazasında ölünce, Komite 37 kişiye düştü. 13 Kasım 1960 Operasyonunda ise, bu üyelerden 14’ü daha uzaklaştırılıyor, yurt dışına sürgün ediliyordu. 14’lerin yeni görev yerleri şöyleydi; Alparslan Türkeş: Yeni Delhi (Hindistan) Orhan Kabibay: Brüksel (Belçika) Orhan Erkanlı :Mexico City (Meksika) Münir Köseoğlu :Stockholm (İsveç) Mustafa Kaplan :Lizbon (Portekiz) Muzaffer Karan :Oslo (Norveç) Şefik Soyuyüce :Kopenhag (Finlandiya) Fazıl Akkoyunlu :Kâbil (Afganistan) Rıfat Baykal :Tel-Aviv (İsrail ) Dündar Taşer :Rabat (Fas ) Numan Esin :Madrid (İspanya) 248 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı İrfan Solmazer :Lahey (Hollanda ) Muzaffer Özdağ :Tokyo (Japonya ) Ahmet Er :Trablus (Libya ) Türkeş, 27 Mayıs ihtilâli ile ele geçirilen iktidar dönemlerinde Türkiye’nin temel meselelerini çözme yolunda bazı teşebbüslerde bulunmayı önemli bir fırsat olarak görmüştü. Türk Kültür Birliği Teşkilâtının kurulması, eğitim seferberliği, yedek subayların eğitim hizmetlerinde kullanılmaları hep bu tür teşebbüslerin ürünleriydi. Türkeş daima “Millî eğitim davası çözülmeden hiçbir davanın muvaffak olmasına imkân yoktur.” düşüncesindeydi. Alparslan Türkeş’in yaptığı bir konuşmada, ihtilâli tarifi ve konuyla ilgili benzetmeleri oldukça ilgi çekicidir; “İhtilâl bir deniz fırtınasına benzer. Rüzgâr kesildikten sonra dalgalanmalar devam eder. Bugün bu çalkantıları durdurmak için dalga kıran olmaya çalışanların o günkü fırtınada sürüklenmelerini kendileri için bir suç saymıyorum. İhtilâlci ile maceracı arasındaki fark, doktor ile kasap arasındaki farka benzer. Doktor da bıçak kullanır kasap da. Ancak doktor yaşatmak, kasap öldürmek için. İhtilâlci de cemiyet yarasını deşmek için çoğu hâllerde bi-günah kimselere zarar vermeye mecbur kalır. Bu eşyanın tabiatında bulunan zarurî bir ıstıraptır. 27 Mayıs Operasyonunu ayıplarken bu ıstırabın en az olmasına çalışıldı. Başarıldı da. Ancak nekaheti uzun ve ıstıraplı oldu. Zira operatörler ortadan çekildi, yerlerini kasap çırakları aldı”. 27 Mayıs İhtilâli’nde Türkeş’in diğer komite üyelerinden farklı ve mümeyyiz yönleri mevcut idi. Türkeş ihtilâl komitesinde daha işin başından itibaren ne yapmak istediğini bilen, plân ve stratejisini ona göre kuran ve ele geçirdiği fırsatlardan bu yolda istifade etmesini bilen bir kurmay subay olarak temayüz etmiştir. Türkeş bu özelliği ile çeşitli kimselerin dikkatlerini üzerine çekmiş ve onların tek hedefi olmuştur. Türkeş milliyetçi ruh ve heyecan ile Türkiye’nin tarihî gelişimi içinde çözümlenememiş, temel meseleleri çözeceklerine samimiyetle inanmıştır. Türkeş, 27 Mayıs İhtilâli ile bozulan, zedelenen millî birlik ve beraberlik ruhunu yeniden ihya etme gayreti içinde olmuştur. İhtilâlin kin ve nefret tohumları ekmesine engel olmaya çalışmıştır. Bu düşüncelerini en iyi ifade eden de, şüphesiz ilk radyo konuşmasıdır. Türkeş kansız bir ihtilâl düşünmüştür. Daha ilk günlerde Bayar ve Menderes ile konuşmuş DP yöneticilerinin yurt dışına gönderilmelerini arzu etmiştir. Fakat iktidar koltuğu için hırs ile yanıp tutuşan zihniyetin mukavemeti ile Türkeş ihtilâl bünyesinden koparılarak yurt dışına sürülmüştür. Türkeş oradan bile devlet ve hükümet başkanına mektuplar göndererek idamlara engel olmaya çalışmıştır. “Ben 27 Mayıs tecrübesini geçirdikten sonra, o kanaate vardım ki, ihtilâl yoluyla bir memlekete hizmet etmek mümkün değildir. Ne kadar eksik, ne kadar aksayan tarafları olursa olsun hukuk yoluyla bir memlekete bir millete hizmet en iyi yoldur. İhtilâl otoriteyi yıkar, anarşi başlar. Bu anarşiyi durdurmak, yeniden otoriteyi ve düzeni kurmak çok güç bir meseledir. Ve memleket bundan zarar görür. Bunu ben içinde bulundum, fiilen yaşadım, Memleketin aydınlarına, vatansever insanlarına tavsiyem şudur; “En kötü hukuk nizamı, en iyi ihtilâlden iyidir”. ALPARSLAN TÜRKEŞ’İN SÜRGÜNDEN DÖNÜŞÜ VE SİYASETE GİRİŞİ 27 Mayıs Harekâtı sonrasında oluşan MBK, olabildiğince çabuk, iktidarı sivillere devretmek isteyenlerle, partilerin politik faaliyetine izin verilmeden önce ülkenin siyasî yapısını değiştirecek reformları Ülkü Ocakları Genel Merkezi 249 www.ulkuocaklari.org.tr Sonuç olarak 27 Mayıs İhtilâli’ni en güzel Alparslan Türkeş’in değerlendirmesi ifade etmektedir; Ülkü Ocakları Eğitim Programı gerçekleştirmek isteyenler olarak ikiye bölünmüştü. İkinci grup olarak kabul edilen Alparslan Türkeş ve arkadaşlarının oluşturduğu 14’ler grubunun plânı askerî yönetimin en azından dört yıl, gerekirse daha fazla sürmesi yönündeydi. İki grubun tutumu siyasî olarak CHP ve İnönü üzerinde yoğunlaştı. Birinci gruptakiler, DP feshedildikten sonra en güçlü siyasî yapı olduğundan iktidarın CHP’ye devrini öneriyorlardı. Buna karşı 14’ler grubu, iktidarı çok kolay bir şekilde CHP’lilere teslim etmeye niyetli değildi. Temizlenmiş bir DP’nin yarışmada yer alabileceğini ummuşlardı. Fakat bunun artık imkânsız olduğu anlaşılınca, ülkede yeni bir siyasî ortak oluşturuluncaya kadar iktidarın orduda kalmasını tercih ettiler. Başlangıçta bu grubun üyeleri politikada önemli bir etki gösterebiliyorlardı. Belki de ülkenin geleceği ile ilgili açık bir plâna sahip tek komite üyesi olan Alparslan Türkeş, Başbakanlık müşaviri olmuştu. Yine önemli isimlerinden olan Binbaşı Orhan Erkanlı ise önemli ve stratejik bir görev olan MBK Genel Sekreter Yardımcısı olmuştu. MBK’da pek çok üye iktidarın sivillere devredilmesi konusunda acele etmediği için, çoğunluk ikinci gruptan yana idi. Üst rütbeli subaylar başbakanlık, iç işleri bakanlığı, savunma bakanlığı ve ulaştırma bakanlığı aracılığıyla yönetimi ellerinde bulunduruyorlardı. Diğer taraftan ikinci gruptakiler ordudaki kariyerlerinden vazgeçmişler ve kimileri de darbede görev alan ve fakat MBK’da bulunmayan Dündar Seyhan ve Talat Aydemir gibi aktif alt rütbeli subaylarla ilişkilerini sürdürmelerine rağmen, artık orduyla doğrudan ilişkileri kalmamıştı. Bu nedenle 14’ler grubu, generaller için bir tehdit oluşturuyordu. Alt rütbeliler, generaller olmadan hükûmeti devirmişlerdi. Aynı şeyi generallere karşı yapmamaları için hiçbir sebep yoktu. Dolayısıyla iki grup da birbirlerine karşı bir darbe korkusu içinde bulunuyorlardı. MBK’da başlayan iç hesaplaşmayı fark ederek tedbir alınması gereğini ilk tespit eden 14’ler grubu olmasına rağmen rakiplerine karşı inisiyatifi ilk ele alan generaller olmuştur. 21 Eylülde Gürsel grubundan üyeler 27 Mayıs Hareketini halka açıklamak için Anadolu’da bir propaganda turu başlattılar. Ertesi gün 14’ler grubunun lideri olan Türkeş, başbakanlıktaki görevinden istifa etti. Türkeş’in görevinden istifası haberi komitedeki hareketliliği daha da arttırdı. Eylül ayı içinde MBK, yasama yetkisini MBK’dan devralacak bir Kurucu Meclis oluşturulması fikrini tartışmaya başlamıştı. MBK’nın iktidarda kalmasını isteyenler bu öneriye karşı çıktılar ve bunu engelleyeceklerinden de emindiler. Zira MBK’da kararların alınması beşte dört çoğunluk şartına bağlanmıştı. Birinci gruptakiler böyle bir çoğunluğu sağlayamayacaklarını biliyorlardı. Bu arada basında da eleştiriler artmaya başlamış ve MBK’daki bölünme sürekli olarak işlenmiştir. Cemal Gürsel, MBK içindeki muhalefete rağmen Turhan Feyzioğlu’nu Kurucu Meclis için bir yasa taslağı hazırlamaya davet etti. 3 Kasım’daki bu görevlendirmeden sonra, MBK’da 14’lerin, Gürsel grubuna karşı darbe hazırladığına dair haberler yayılmaya başladı. Bu arada Orhan Erkanlı 11 Kasım’da istifa etti ve İstanbul’a gitti. Erkanlı’nın İstanbul’a gidişini darbenin başladığı şeklinde yorumlayan generaller, işleri tesadüflere bırakmamayı kararlaştırarak 14’lerin tasfiye edilmesi hareketini başlattılar. Nitekim MBK’nın 14 üyesi 12 Kasımı 13 Kasıma bağlayan gece Gürsel’in imzaladığı bir emirle tasfiye edilmişler, 250 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı bir iki gün içinde de aileleriyle birlikte dış ülkelere elçilik müşaviri olarak gönderilmişlerdi. Alparslan Türkeş’in Sürgündeki Faaliyetleri 13 Kasım günü evinde gözaltına alınan Alparslan Türkeş de Hindistan’ın başkenti Yeni Delhi’ye sürgüne gönderilmişti. Türkeş sürgüne gönderilişi hakkında hatıratında şu bilgileri vermektedir; “Ailece Esenboğa’dan gece saat 23’te hareket ettik. Ertesi sabah, mahallî saatle 6.30’da Yeni Delhi Havaalanı’na indik. Tarih, 20 Kasım 1960’ı gösteriyordu. Hindistan çok sıcaktı. Böyle bir havayla karşılaşacağımızı hiç tahmin etmiyorduk”. Alparslan Türkeş kısa zamanda Hindistan’a uyum sağladı. Türkiye Büyükelçiliğinde müşavir olarak göreve başladı. Yabancı diplomatlarla kısa zamanda kaynaştı. Ayrıca tasfiye hareketi ile dünyanın dört yanına dağılan arkadaşları ile temasa geçti. Sürgündeki 13 arkadaşı ile mektuplaşmaya başladı. Arkadaşlarıyla haberleşmesi kontrol altında tutulmasına rağmen yazdığı mektupları Beyrut’ta bulunan MİT görevlisi bir tanıdığı vasıtasıyla Türkiye’ye ulaştırabiliyordu. Ayrıca Yunanistan, Kıbrıs, İtalya ve Almanya üzerinden Türkiye ile yazışma yapabiliyor ve bu sayede Türkiye’de olup bitenleri vakit kaybetmeden öğrenebiliyor ve ona göre tavır alabiliyordu. Sahip olduğu bu konumunu iyi değerlendiren Türkeş, bu sayede çok uzaklarda olmalarına rağmen 14’leri aynı hedeflere yönelterek uzun süre ayakta tutmaya çalışmıştır. 13 Kasım tasfiyesinde 14’ler grubunun ortadan kaldırılması dahi düşünülmüştü. Ancak grubun ordu içindeki kuvveti ve taraftar kitlesinin fazlalığı 13 Kasımcıları bu düşüncelerinden vazgeçirmişti. Sonuçta 14’lerin sürgüne gönderilmeleri en iyi çıkış yolu veya ceza olarak görülmüş ancak yurt dışında olmalarına rağmen Alparslan Türkeş ve arkadaşları daima potansiyel bir tehlike olarak kabul edilmiştir. Bu tehlikeyi bertaraf etmek ve grubun dağılmasını sağlamak amacıyla çeşitli entrikalara girişilmiş, 14’ler birbirleri aleyhine kışkırtılmaya çalışılmıştır. 13 Kasımdan sonra Türkiye’de basın, siyasî partiler ve MBK’nın müşterek hedefi 14’leri parçalamak şeklinde tezahür etmiştir. 13 Kasımcıların bu tür manevralarının 14’ler üzerinde kısmen etkili olduğunu söylemek mümkündür. Türkeş, 14’ler arasındaki birliği sağlayabilmek amacıyla bazı prensipleri tespit ederek grubun bu ilkelere uymasına gayret sarf etmiştir. Türkeş’in Hindistan’da iken tespit ettiği prensipler şunlardır; a) 14’ler birbirlerine karşı körü körüne itimat ve güven beslerler. b) Birbirleri hakkında duydukları haberleri, her şeyden önce ilgili arkadaşlarına bildirerek kendilerini aydınlatmasını isterler ve ondan sonra bu gibi haberler üzerinde mütalâa yürütürler. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 251 www.ulkuocaklari.org.tr Türkeş’in Hindistan’da bulunduğu süre içinde arkadaşları ile yaptığı mektuplaşmalar incelendiğinde; sürgünden hemen sonra çeşitli dedikodu ve yalanlarla zedelenmiş olan 14’ler grubunun ilişkilerini düzeltmeye çalıştığı görülmektedir. Alparslan Türkeş yeni yıl münasebetiyle 1962 yılında arkadaşlarına yazdığı mektupta 14’leri “Türklüğün ümit dünyasını aydınlatan meşale” olarak değerlendirmesi bunun en önemli kanıtıdır. Ülkü Ocakları Eğitim Programı c) 1 Ocak 1962 tarihinden önce, 14’ler arasında geçen sözler, münakaşalar ve işitilmiş olan dedikodular unutulmuş olup, bir daha arkadaşlar arasında bunlar üzerinde konuşma ve yazışma yapılmaz. ç) 14’lere dâhil bulunan kimseler, çok şerefli ve faziletli kimseler olup, onların gereksiz bir hareket yapacağı kabul edilmez ve düşünülmez. d) İnsan olarak, herkesin tabiatı ve itiyatları diğerlerinden farklıdır. Bize kusurlu görünen taraflarını da hoş görerek arkadaşlarımızı bağrımıza basarız. e) 14’lerden olmayan kimselere, kendi arkadaşlarımızdan herhangi biri aleyhinde söz söylenmez, tenkit yapılmaz. Alparslan Türkeş, Türkiye’de yıllardan beri gayrimeşru servetler elde etmiş ve büyük bir imkân sağlamış ayrıca basın kudretini kontrolleri altına almış olan mütegallibelere karşı sadece 14’leri önemli bir güç olarak görüyordu. Bu yüzden Türkiye’nin menfaatleri açısından 14’lerin dağılmaması için azamî gayret sarf etmiştir. Bu sebeple de daha Hindistan’da iken Türkiye’ye dönüşü sonrasında nelerin yapılması gerektiğini düşünen ve bu hususta plânlar yapmış ve 27 Mayıs Hareketi ile gerçekleştiremediği “Sosyal Reform Politikası”nı bu defa 14’ler vasıtasıyla tatbik etmeyi düşünmüştür. Türkeş ve arkadaşları için Türkiye’deki en büyük engel daima CHP ve basın olmuştur. Türkeş bu konuda şunları söylemektedir; “CHP ve Ahmet Emin’le Falih Rıfkı’nın başında bulundukları basın çetesi, bizim barışmaz düşmanlarımızdır. İhtilâlden sonra ben bunları teskin ve tatmin için kendilerine birçok defalar izahat ve teminat verdim. Dostluk gösterdim, menfaatler sağladım. Fakat onlar düşmanlıklarından vazgeçmediler. Çünkü bizim yapmak istediğimiz sosyal reformlar, onların menfaatlerine uygun düşmemektedir. Düne kadar bizleri, diktatörlük heveslisi, faşist veya komünist hayranı diye itham ederek kendilerini demokrasi ve hürriyetin koruyucusu ilân eden bu adamlar, bu defa “Devletçi Sosyalizm” taraftarı olduklarını ilân ediyorlar. Şu hâlde samimî olmadıkları aşikâr bulunan bu sürüye, “bizim fikirlerimizi taşıyorlar” diye güvenmeye ve onlara dayanmaya kalkmak imkânsızdır”. Alparslan Türkeş sürgünde bulunduğu süre içinde değişik zamanlarda Avrupa’ya geçerek arkadaşları ile fikir alışverişinde bulunmuştur. Bu görüşmelerde genellikle 14’lerin Türkiye’ye dönüşü sonrasında nasıl bir politika takip edilmesi gerektiği üzerinde durulmuştur. Kurucu Meclis ve 1961 Anayasası MBK, 14’leri tasfiye etmekle bütün meseleleri halletmiş sayılmazdı. Silâhlı Kuvvetler içinde benzer görüşlere sahip başka subay grupları da vardı. Diğer taraftan ordu üzerinde tartışmasız etkisini devam ettiren CHP lideri İnönü ve diğer sivil güçler, MBK’nin hemen seçimlere giderek, kazanacak partiye iktidarın devrini istiyorlardı. CHP’nin seçimleri kazanma umudu yüksekti. Ancak sandık sonuçları 252 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı CHP’nin istediği şekilde sonuçlanmayacaktır. MBK üyelerini, iktidarı bırakmaya zorlayan en önemli sebep, ekonomik sıkıntılar olmuştur. Kendileri de halkın içinde idiler ama hangi önlemleri alabileceklerini bilmiyorlardı. Hiçbir programa sahip değillerdi. 14’lerin tasfiyesinden sonra karar mekanizması âdeta çökmüştü. İktisadî ve siyasî meseleleri çözemiyorlardı. Bu yüzden biraz da üzerlerindeki ağır sorumluluktan kurtulmak gayesiyle yeni bir anayasa hazırlayarak, seçimlere gidilmesini sağlayacak olan Kurucu Meclisi oluşturma kararını hayata geçirmeye başladılar. 7 Aralık 1960’da MBK’de kabul edilen kanuna göre tesis edilen 1961 Kurucu Meclisi iki bölümden oluşuyordu; 1) Millî Birlik Komitesi 2) Temsilciler Meclisi Kurucu Meclisin temsil özelliği, o günkü şartlarda, mümkün olduğu ölçüde geniş tutulmaya çalışılmıştır. DP hariç tutulmak suretiyle 67 ilde siyasî partilerden ve çeşitli meslek kesimlerinden temsilciler kademeli olarak seçilmişlerdi. Kurucu Meclis 296 kişiden meydana geliyordu. Temsilciler Meclisi 272 kişi, MBK üyeleri de 24 kişiydiler. Meclisin bu genel yapısı içerisinde CHP temsilcileri 49 kişi, CKMP temsilcileri 25 kişi olarak tespit edilmişti. Ancak Temsilciler Meclisi üyeleri ezici çoğunlukla CHP taraftarı idiler. Bunun sebebi illerin çoğundan gelen üyeler ile diğer kuruluşlardan gelen üyelerin ekseriyetle CHP taraftarı olmasından kaynaklanmaktaydı. Kurucu Meclis, 9 Mart 1961’de çalışmalarına başlamış, 27 Mayıs 1961’de hazır hâle gelen anayasa, 9 Temmuz 1961’de halk oylamasına sunulmuştur. Halk oylamasına katılanların %60,4’ü kabul %39,4’ü ise ret oyu kullanmıştır. Olumsuz oy kullananların hayli yüksek oranda olmasındaki temel sebep, halk oylamasının plebisit niteliği taşıması, verilen oyların anayasayı beğenmek ve beğenmemekten çok, askerî yönetimden memnun olmak veya olmamak anlamına gelmesi şeklinde yorumlamak mümkündür. Demokrasiye Geçiş ve Koalisyonlar Dönemi Kurucu Meclis, Ocak 1961’de Genelkurmay eski başkanlarından emekli Orgeneral Rauf Orbay’ın başkanlığında çalışmaya başladıktan yaklaşık bir ay sonra siyasî parti faaliyetlerine izin verilmiştir. CHP ve CKMP’nin yanında çok sayıda yeni parti kurulmuştur. Bunlar arasında 11 Şubat 1961’de kurulan Adalet Partisi ve 13 Şubat 1961’de kurulan Türkiye İşçi Partisi önemlidir. 15 Ekim 1961’de yapılan seçim sonuçlarına göre oyların %62’sini CHP’ye karşı olan ve DP’nin tabanını Ülkü Ocakları Genel Merkezi 253 www.ulkuocaklari.org.tr Kabul edilen 1961 Anayasası ile ülkemizde bazı kurumlar ilk defa oluşturulmaktaydı. Bunlar arasında Millet Meclisi ve Senatodan meydana gelen çift meclisli bir sistem, Anayasa Mahkemesi, Devlet Plânlama Teşkilâtı, Millî Güvenlik Kurulu sayılabilir. Ülkü Ocakları Eğitim Programı temsil eden AP, CKMP ve YTP almışlardır. Bu partilere verilmiş olan oylar uygulamada 27 Mayısçılara ve CHP’ye karşı verilmiş sayıldığından iç ve dış çevrelerde seçim sonuçları “Menderes’in zaferi” şeklinde yorumlanmıştır. Seçmen kütüklerine kayıtlı seçmenlerin %81.41’nin oy kullandığı 1961 seçimlerinin sonuçları şöyledir; CHP %36,7 oy, 173 milletvekili AP %34,7 oy, 158 milletvekili YTP %13,6 oy, 65 milletvekili CKMP %13,7 oy, 54 milletvekili Çoğunluk sistemi uygulanan Cumhuriyet Senatosundaki sandalye dağılımı ise daha farklıdır AP %35,4 oy, 71 senatör CHP %37,2 oy, 36 senatör YTP %13,9 oy, 27 senatör CKMP %13,7 oy, 16 senatör Anayasanın kabulü, genel seçimlerin yapılması ve parlâmentonun açılması ile MBK yönetimi hukuken sona ermişti. Fakat Silâhlı Kuvvetler mensuplarının açık siyasî faaliyetleri devam ediyordu. Bunun en çarpıcı örneği 21 Ekim 1961’de, TBMM açılmadan üç gün önce İstanbul’da Harp Akademilerinde yapılan toplantıda 10 general ve 28 albay arasında imzalanan belgedir. Talat Aydemir’in öncülük ettiği bu grubun imzaladığı belgenin özü, seçim sonuçlarının iptal edilmesini, siyasî partilerin ve MBK’nin dağıtılmasını ve bir askerî rejimin kurulmasını öngörüyordu. Silâhlı Kuvvetler Birliği (SKB) adı verilen bu grubun aldığı kararlar, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Cevdet Sunay ve yakın çevresi tarafından benimsenmediği için yürürlüğe girememiştir. Aynı şekilde protokolden haberdar olan CHP lideri İnönü’nün bu tür hareketlere karşı olduğunu bildirmesi, bu grubu yalnızlığa itmiştir. Bunlara karşılık siyasî parti liderleri meclisin açılmasına bir gün kala komutanların önünde, 27 Mayısa karşı çıkmayacaklarını, cumhurbaşkanlığı için Cemal Gürsel‘in dışında kimseyi desteklemeyeceklerini ve Yassıada mahkûmlarının affını söz konusu etmeyeceklerini belirten bir protokole imza koymak durumunda kalmışlardır. Ayrıca Silâhlı Kuvvetler Birliği’nin bu teşebbüsü Brüksel toplantısında 14’ler tarafından müzakere edilerek Meclisin açılması yönünde karar alınması Talat Aydemir grubunun niyetlerinden vazgeçmesini sağlayan bir diğer önemli sebep olarak kabul edilmektedir. Alparslan Türkeş bu toplantıda SKB’nin Meclisi açmama teşebbüsüne “ülkede kan dökülmesine yol açacağı” düşüncesiyle karşı çıkmış ve 14’lerin Meclisin açılması yönündeki kararını Dündar Seyhan vasıtasıyla Ankara’ya bildirilmesini sağlamıştır. Meclis, bu gelişmeler sonrasında 25 Ekim 1961’de açıldı. Fakat daha ilk günde, Cumhurbaşkanlığı seçimi nedeniyle bunalım çıktı. AP’nin bir kanadı Cumhurbaşkanlığı makamına Ord. Prof. Ali Fuat Başgil’i aday göstermek istemekte ve CHP ile koalisyona yanaşmamakta idi. Fakat Silâhlı Kuvvetlerin baskısı ve daha yakın zamana kadar asker olan AP Genel Başkanı Ragıp Gümüşpala’nın yardımı ile seçime katılan tek aday Cemal Gürsel 607 oyun 434’ünü alarak, 4. Cumhurbaşkanı olmuştur. Ardından yine uzun çekişmelerden sonra Suat Hayri Ürgüplü Senato başkanlığına, Fuat Sirmen Millet 254 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı Meclisi başkanlığına getirildiler. Alparslan Türkeş hatıratında, sürgünde bulunduğu sırada yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde A. Fuat Başgil’i tercih ettiğini belirtmektedir. Ancak Türkeş, konunun görüşüldüğü Brüksel toplantılarında SKB’nin muhalefeti sebebiyle Başgil lehine ısrar edememiştir. Cumhurbaşkanlığı ve başbakanlık makamlarının ordu açısından güvenilir kişilere teslim edilmesinden sonra bir kısım albay dışında çoğu yüksek rütbeli subay ve general 21 Ekim 1961 protokolünün uygulanmasından vazgeçmişlerdir. Bu durum geçici de olsa Silâhlı Kuvvetlerden gelebilecek yeni bir müdahaleyi ertelemiştir. Başbakan: İsmet İnönü Başbakan Yardımcısı: Akif Eyidoğan Devlet Bakanı: Turhan Feyzioğlu Devlet Bakanı: Avni Doğan Devlet Bakanı: Necmi Ökten Devlet Bakanı: Nihat Su Adalet Bakanı: SahirKurutluoğlu Bayındırlık Bakanı: Emin Paksüt Çalışma Bakanı: Bülent Ecevit Dışişleri Bakanı: Selim Sarper Gümrük ve Tekel Bakanı: Şevket Pulatoğlu İçişleri Bakanı: Ahmet Topaloğlu İmar-İskân Bakanı: Muhittin Güven Maliye Bakanı: Şefik İnan Millî Eğitim Bakanı: Hilmi İncesulu Millî Savunma Bakanı: İlhami Sancar Sağ. Ve Sos. Yar. Bakanı: Suat Seren Tarım Bakanı: Cavit Oral Ticaret Bakanı: İhsan Gürsan Sanayi Bakanı: Fethi Çelikbaş Bas.-Yay. Ve Turizm Bakanı: Kamuran Evliyaoğlu Ulaştırma Bakanı: Cahit Akyar. Yeni hükûmetin en önemli meselesi iki yıldır durgunluğu devam eden iktisadî hayatı canlandırmaktı. Bu arada parlâmenter demokrasinin geleceği tartışma konusuydu. Silâhlı Kuvvetler içinde ve aydınlar Ülkü Ocakları Genel Merkezi 255 www.ulkuocaklari.org.tr 20 Kasım 1961 – 1 Haziran 1962 arasında görev yapan ve Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk koalisyonu olarak tarihe geçen ihtilâl sonrasının yeni hükûmeti 20 Kasım 1961’de kurulmuştur. İsmet İnönü başkanlığındaki bu ilk koalisyonun sandalye dağılımı CHP ve AP arasında eşit idi. Hükümet üyeleri ise şu isimlerden oluşuyordu; Ülkü Ocakları Eğitim Programı arasında rejimin ve Kemalist reformların korunması için meclis dışı güçlerden bahsediliyordu. Bütün bunlara karşı İsmet İnönü bu talepleri reddeden bir radyo konuşması yaptı. Bu arada bazı çevrelerde 27 Mayıs’ın intikamının alınacağı gibi bir hava estiriliyordu. Ülkede tekrar bir darbe ortamı adeta oluşturulmuş ve bir müdahale beklenir olmuştu. Silâhlı Kuvvetler içerisinde yönetime el koyma düşüncesi özellikle alt kademelerde hâkim olmaya başlamıştı. Kurmay Albay Talat Aydemir, böyle bir hareketin öncülüğünü yapmakta, Harp Okulu ise bu hareketin çekirdeğini oluşturmaktaydı. Aydemir, okul komutanı olarak ortamı iyi hazırlamıştı. Genç Harbiyeliler arasında Silâhlı Kuvvetlerin hatta İnönü’nün kendileriyle birlikte oldukları söylentisi de bilinçli olarak yayılmıştı. Ne var ki ne Cevdet Sunay ne de İnönü böyle bir hareketi destekliyorlardı. Hatta İnönü, şubatın ikinci yarısında okulu ziyaret ettiğinde Talat Aydemir’in bu hareketi plânladığını sezmişti. İnönü, bu izlenimden sonra başta Aydemir olmak üzere hareketi plânlayanların tayin kararlarını ele aldı. Gizlilikle yapılmaya çalışılan bu tayin kararlarını haber alan Aydemir ve ekibi 22 Şubat günü, eylemi gerçekleştirmeye karar verdiler. 22 Şubatta akşam saatlerinde Harp Okulu ve onlara bağlı tanklar Ankara’da önemli kavşakları tutmuşlardı. O sırada İnönü, Gürsel ve bazı yetkililer Çankaya’da toplantı hâlinde idiler. Aydemir’e bağlı olan Muhafız Alayı, Süvari Bölük Kumandanı Fethi Gürcan aynı dakikalarda Muhafız Alayını denetimine almıştı. Fethi Gürcan, Gürsel, İnönü ve diğer yöneticilere ne yapmasını gerektiğini Aydemir’e sormuş ve Aydemir’den “bırak, gitsinler” yanıtını almıştı. Böylece kontrolden kurtulan İnönü ve bakanlar, Hava Kuvvetleri Karargâhına girmişler ve Aydemir’e karşı yapılacak hareketi buradan yönetmeye başlamıştı. Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay, Kara Kuvvetleri ve Hava Kuvvetleri hükümete bağlıydı. Talat Aydemir’e Ankara’daki bazı birlikler katılmıştı. Duruma hâkim olan İsmet İnönü ayaklananların liderlerine “emekli edilmek suretiyle affedileceklerini” bildirdi. Sabaha kadar süren pazarlıklardan sonra Talat Aydemir ve arkadaşları direnmenin manasızlığını anlayınca teklifi kabul ederek teslim oldular. Ancak kısa sürede 22 Şubat gecesinin korkulu saatleri unutuldu. Talat Aydemir ve arkadaşlarının affı Mecliste konuşulurken, koalisyon ortağı AP, Yassıada mahkûmlarının da affını gündeme getirdi. Bu durum hem hükümette hem de orduda büyük rahatsızlık oluşturdu ve ilk koalisyonun da sonunu hazırladı. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk koalisyon hükûmeti 30 Mayıs 1962 tarihinde bozuldu. 25 Haziran 1962 – 2 Aralık 1963 arasında faaliyet gösteren İkinci İnönü Koalisyon Hükûmeti CHP, YTP, CKMP ve bağımsızların katılmasıyla gerçekleştirilmiştir. Bu koalisyonun üye dağılımı da şöyle oluşmuştur: CHP: 10, YTP:6, CKMP:4, Bağımsız:1 Bu dağılıma göre hükümet üyeleri ise şu şekilde teşekkül etmiştir; Başbakan: İsmet İnönü Başbakan Yardımcısı: Ekrem Alican Devlet Bakanı: Hıfzı Oğuz Bekata Devlet Bakanı: Hasan Dinler Devlet Bakanı: Turhan Feyzioğlu 256 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı Devlet Bakanı: Raif Aybar Adalet Bakanı: A.Kemal Yörük Bayındırlık Bakanı: İlyas Seçkin Çalışma Bakanı: Bülent Ecevit Dışişleri Bakanı: Feridun Cemal Erkin Gümrük ve Tekel Bakanı: Orhan Öztrak İçişleri Bakanı: SahirKurutluoğlu İmar-İskân Bakanı: F.Kerim Gökay Maliye Bakanı: Ferit Melen Millî Eğitim Bakanı: Ş.Raşit Hatipoğlu Millî Savunma Bakanı: İlhami Sancar Sağ. Ve Sos. Yar. Bakanı: Yusuf Azizoğlu Sanayi Bakanı: Fethi Çelikbaş Tarım Bakanı: Mehmet İzmen Ticaret Bakanı: Muhlis Efe Bas-Yay ve Turizm Bakanı:TevfikKarasapan Ulaştırma Bakanı: Rıfat Öçten Alparslan Türkeş’in Sürgünden Dönüşü Alparslan Türkeş’in 815 günlük sürgün hayatı 22 Şubat 1963’de sona ermiştir. Hindistan’dan ailesi ile birlikte Lübnan’a gelen Türkeş burada eşi ve çocuklarını Beyrut’tan Ankara’ya gönderdi. Kendisi ise İsviçre’ye geçti. Burada Dündar Taşer ile görüştü. Daha sonra Bern, Brüksel ve Paris’e geçerek 14’ler grubunun diğer mensuplarıyla buluştu. Avrupa’da bulunduğu süre içinde arkadaşlarıyla yaptığı görüşmelerde daha çok Türkiye’de takip edecekleri siyasetin nasıl olması gerektiği üzerinde fikir yürüttüler. “ Sevgili Vatandaşlarım, Ülkü ve inancından vazgeçmez bir insan olarak, iki yıl önce aranızdan ayrılmış uzaklara gitmiştim. Bugün yine aynı azim ve imanla dolu ve Türk milletinin geleceği hakkında büyük ümitler taşıyarak, sevinç ve heyecan içinde tekrar sizlere kavuşmuş bulunuyorum. Sizlerden biri ve sırdan bir vatandaş bulunmak övünç ve heyecanımın tek kaynağını teşkil etmektedir. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 257 www.ulkuocaklari.org.tr Bu görüşmelerden sonra Muzaffer Özdağ ile Türkiye’ye doğru yola çıktılar. Yugoslavya’ya geldiklerinde Muzaffer Özdağ’ı Bulgaristan üzerinden Türkiye’ye gönderdi. Kendisi ise Üsküp, Makedonya üzerinden Selanik’e geçti. Burada Batı Trakya Türkleri ile çeşitli görüşmeler yaptı. Nihayet 22 Şubat 1963 günü Kapıkule’den giriş yaparak Edirne’ye geldi. Edirne’de Muzaffer Kaplan ve kalabalık bir vatandaş topluluğu tarafından karşılandı. Kafile hâlinde İstanbul’a geldi. İstanbul’da basın toplantısı yaparak daha önce hazırlamış olduğu “Millete Beyanat” adlı metni Türk milletine sundu. 24 Şubat’ta ise Ankara’ya geldi. Alparslan Türkeş’in yurda dönüşü münasebetiyle yayımladığı beyanatı önemine binaen aşağıya alıyoruz; Ülkü Ocakları Eğitim Programı Söze başlarken, millet iradesinin her şeyin üstünde tutulmasını ve ona herkes tarafından saygı ve itaat gösterilmesini, bir selâmet yol olarak gördüğümü tekrar belirtmek isterim. 27 Mayıs sabahı yazarak sizlere radyodan yayınladığım yazımın mana ve ruhuna daima sadık kaldım ve bugün de memleketin huzur ve yükselişini bu beyanatın belirttiği ruh ve yönde görmekteyim. Irk, din ve mezhep farkı gözetmeksizin, vatandaşların refah ve saadetini sağlamak ve insana değer veren insanca bir zihniyetle memlekette huzur ve istikrarı süratle tesis için her çeşit gayret gösterilmelidir. Büyük Atatürk’ün bize emanet ettiği ilkelere daima bağlı kalınmalı ve hürmet edilmelidir. Mübarek vatan topraklarına ayak bastığım şu günlerde sizlere 27 Mayıs’ın gayelerini, her türlü hırslı ve bencil tutumlara karşı göğüs germiş yetkili bir kimse olarak açıklamakta fayda görüyorum. Sevgili vatandaşlarım, 27 Mayıs hiçbir parti ve zümreye karşı ve herhangi bir şahıs, zümre ve parti lehine bir hareket olarak yapılmamıştır. 27 Mayıs iktidarda bulunan bir partiyi silâh zoru ile iktidardan indirip onun yerine bir muhalefet partisini oturtmak için, yani adî bir hükümet darbesi olarak düşünülmemiştir. Onun kökleri, asil gayeli kaynaklara inen derinliklerdedir. Bunun aksini söylemiş ve söylemekte bulunanlar memlekete büyük zarar vermiş ve hâlen de vermeye devam eden kimselerdir. 27 Mayıs, sefalet, yokluk ve karanlık içinde sahipsiz olarak bırakılmış bulunan köylü ve halk kitlesini en kısa yoldan ve hızla modern uygarlığa ulaştırmak, Türk devletini kendi gücü ile ayakta durabilecek hâle getirmek için yapılmıştır. 27 Mayıs, politika bezirgânlıkları ve şahsî menfaat hırsları ile tehlikeye düşürülen Millî Birliği korumak, kardeş kavgasına meydan vermemek gayesiyle yapılıştır. 27 Mayıs, memleketin savunma gücünü en yüksek dereceye çıkarmak, Türk Silâhlı Kuvvetlerini II. Cihan Harbi başından beri terkedilmiş olduğu, ihmal ve bakımsızlık çukurundan kurtarmak için yapılmıştır. 27 Mayıs, topraksız köylüyü toprak sahibi yapmak, bütün milleti içine alan bir yardımlaşma teşkilatı kurarak hiçbir vatandaşı yardımsız ve sahipsiz bırakmamak için yapılmıştır. 27 Mayıs, güzel sanatlar ve spordan halk hizmeti için faydalanarak aydınları ve gençleri köylere ve halkın içine gönderip, halkla harman ederek, memleketi hızlı kalkındırmak için yapılmıştır. 27 Mayıs, Ülkü ve Kültür Birliği ve Türk Kültür Dernekleri gibi kurullarla uyanıklık sağlamak ve millî kültürü geliştirerek Millî Birliğimizi sağlamlaştırmak için yapılmıştır. 27 Mayıs, ilmî meşale yaparak hızla kalkınmak ve Türk milletini en kısa zamanda atom ve feza 258 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı çağına sokmak için yapılmıştır. 27 Mayıs, Türkiye’yi muzır cereyanların manevî istilâsından kurtarmak ve onu millî özelliğe sahip hür bir fikir ve vicdan hayatına kavuşturmak için, yani kısacası Türk Rönesans’ını yaratmak için yapılmıştır. Muhterem Vatandaşlarım, Bugünkü tutum ve hızla yukarıda sıralanan hedeflere kaç yüz senede ulaşılabileceği düşünülmeli ve bu geçecek yüz yıllar sırasında, modern memleketlerin bizi beklemeyecekleri de hesaba katılmalıdır. Sevgili vatandaşlarım, Bugün dünya atom ve feza çağının eşiğinden içeriye adım atmış bulunmaktadır. On dokuzuncu yüzyılda meydana gelen ilmî ve teknik gelişmeler, nasıl sosyal, ekonomik ve politik hayatı alt üst etmişse, gelmekte olan atom ve feza çağı da büyük değişikliklere sebep olacaktır. Bir sıçrama yaparak çağlar üzerinden atlayıp atom ve feza çağına girmek zorundayız. Türkiye bir varolmak veya yok olmak davasıyla karşı karşıyadır. Bizi birbirimize düşürmek ve devletimizi parçalamak için içte ve dışta tehlikeli cereyanlar gelişmektedir. Birbirimize karşı davranışlarımızda, daima karşılıklı sevgi, saygı ve hoşgörürlük duygusu hâkim olmalıdır. Siyasî partiler, bir saltanat vasıtası ve bir gaye olarak değil, sadece memlekete ve millete hizmet için bir vasıta olarak kabul edilmelidir. Her kim olursa olsun, bütün vatandaşlara karşı şefkat, sevgi ve kanun himayesi şart sayılmalıdır. Fikirlerini kabul etmediğimiz veya şahsî aykırılığımız bulunanlara da, insanca, hukuk düzeni içinde işleme tabi tutulması esas olmalıdır. Millet ve memleket faaliyetleri, ilim ve tekniği her şeyin üstünde tutan bir görüşle düzenlenmeli ve iktisadî hayat hemen harekete geçirilmelidir. Türkiye’mizin endişesiz yarınına güvenen çalışkan insanlar diyarı olarak ufuklarda yükselmelidir. Aziz vatandaşlarım, Bizler belirli bir fikir ve davayı temsil ile onun bayrağını taşıyan insanlarız. Bizi şu veya bu siyasî teşekküle izafe etmek yerine bütün bir milletin sadece hadimi olarak kabul etmek gerekir. Sevgili vatandaşlarım, Mensubu olduğumuz Türk milleti, büyük kabiliyetlere ve büyük güce sahip bir millettir. Kudretimiz ve irademiz, önümüzdeki güçlükleri yenmeye ve bize çevrilmiş olan tehlikeleri göğüslemeye yeterlidir. Ey geçmişin büyük fırtınaları, eşsiz ve şerefleri içinden gelen ve mutlu yarınlara elbette erişecek Ülkü Ocakları Genel Merkezi 259 www.ulkuocaklari.org.tr Türk milleti bölünmez kutsal bir bütündür. Ülkü Ocakları Eğitim Programı olan büyük Türk milleti. Selâm, sevgi, muhabbet sana..” Alparslan Türkeş Hindistan sürgününden sonra Ankara’ya yerleşti. Gaziosmanpaşa semtindeki evinde ilgi odağı hâline gelmiş, ziyaretçi akınına uğramıştı. Eski arkadaşları peşini bırakmamış, kimileri tekrar “ihtilâl” yapmayı, kimileri ise “siyaset” yapmayı teklif ediyordu. Bu sıralarda Türkeş’in eski arkadaşı olan Emekli Albay Talat Aydemir ilk teşebbüsünden sonra ikinci defa ihtilâli denemeyi plânlamaktaydı. Talat Aydemir, 21 Mayıs Hareketin’e Alparslan Türkeş’i de dâhil etmek için büyük çaba sarf etmiştir. Aydemir’e göre 22 Şubatçılar ile 14’ler birleştiği takdirde ülkenin idaresi çok kolay bir şekilde ele alınabilirdi. Bu birleşmenin sağlanabilmesi için 10 Nisan 1963 günü Dikmen Taşucu’nda Türkeş grubu ile Aydemir grubu bir görüşme yaptılar. Türkeş görüşmede Aydemir’e, kendisinin liderliği altında ve meşru yolla siyasî faaliyette bulunmayı teklif etti. Aydemir, Türkeş’in liderliğini kabul etmediği gibi memlekete ihtilâl yoluyla hizmet edileceği kanaatinde olduğunu açıkladı. Türkeş’in meşru zeminden ayrılmama fikri, Aydemir’in harekât plânı ile tamamen farklıydı. Bu yüzden görüşmede netice alınamamıştır. Daha sonra kendi başına hareket etmeye karar veren Talat Aydemir ve Fethi Gürcan arkadaşlarıyla birlikte 20–21 Mayıs 1963’te ikinci kez darbe teşebbüsünde bulundular. Ancak bu hareketin sonu hüsran oldu ve bu teşebbüslerinin bedelini ağır ödediler. Bu seferki isyanı bastırma işini bizzat Cevdet Sunay ve kuvvet komutanları yönettiler. 20–21 Mayıs 1963 ayaklanması 22 Şubata göre daha geniş bir çevre ile bağlantı kurularak yapılmıştı. Bu ayaklanmada hükümete bağlı askerlerle isyancılar arasındaki çatışmada 8 kişi ölmüş, 26 kişi yaralanmıştı. Yapılan yargılamalardan sonra isyanın öncüsü Talat Aydemir, Fethi Gürcan, Osman Deniz ve Erol Dinçer ölüm cezasına çarptırılırken, diğerleri de çeşitli hapis cezaları almışlardı. TBMM’nin kabul ettiği 480 sayılı kanunla da haklarında ölüm kararı onaylanan Fethi Gürcan ve Talat Aydemir idam edildiler. Dönemin iktidarı, hiçbir ilgisi olmamasına rağmen Alpaslan Türkeş’i bu olayların sanıkları arasına alarak tutukladı. Yaklaşık dört ay hücrede kalan Türkeş, yapılan yargılama sonrasında beraat etti. Alparslan Türkeş’in Siyasete Girişi Türkeş’in Ankara’ya döndüğü sıralarda siyasî iktidarda II. İnönü Koalisyon hükümeti bulunuyordu. Kurulan bu koalisyon hükûmeti çok çabuk yıpranmıştı. İnönü dahi partisi içinden eleştirilmeye başlanmıştı. Hükümet iktidarda olduğu süre içinde ciddî sayılabilecek hiçbir faaliyette bulunmadı. Sürgünden dönüşü ile birlikte ilgi odağı hâline gelen Türkeş, AP ileri gelenlerinden Saadettin Bilgiç ile görüşüyordu. Türkeş bu sıralarda AP mensupları tarafından partiye davet edilmişti. AP’lilerin yanı sıra CKMP’liler de kendisini partilerine davet etmişlerdi. Alparslan Türkeş daha sonraki günlerde arkadaşlarıyla “Huzur ve Yükseliş Derneği”ni kurarak 260 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı partileşme çalışmalarını buradan yürütmeye başladı. Derneğin kurucuları arasında Mustafa Kemal Erkovan, İsmail Hakkı Yılanlıoğlu, Zühtü Pehlivanlı ve Alaattin Çetin gibi milletvekilleri vardı. Dernek siyasî partilerden önemli ölçüde destek sağlamıştı. AP’lilerin yanı sıra YTP’li ve CKMP’liler derneğe geliyor, Türkeş ve arkadaşlarını aralarına davet ediyorlardı. Bu dönemde 14’lerin desteğini önemli ölçüde sağlamış olan Türkeş ise Huzur ve Yükseliş Derneğini parti hâline getirmeye çalışıyordu. Partileşme faaliyetlerinin hız kazandığı bu yıllarda Alparslan Türkeş’in kader birliği yaptığı arkadaşları 18 Mayıs 1963 günü AP’lilerle bir anlaşmaya vardı. Bu anlaşmada Türkeş’in AP’ye genel başkan olarak seçilmesi plânlanmıştı. Ancak 21 Mayıs Hareketi bu plânın gerçekleşmesini engellemiştir. Bu arada 17 Kasım 1963’te yapılan yerel seçimler AP’nin zaferiyle sonuçlandı. Oyların %48,87’sini AP, %36.97’sini CHP, %6,5’ini YTP, %2,6’sını CKMP alırken kalan %8’lik kısım Millet Partisi, Türkiye İşçi Partisi ve bağımsızlar arasında paylaşılmıştı. CHP ile iş birliğine yanaşmayan AP, yerel seçim sonuçlarının kendisine kazandırdığı itibarı değerlendirerek güç toplamaya çalışmıştı. Koalisyona katılan YTP ve CKMP hızla zayıflamaktaydılar. AP, erken seçime gidilmesini isterken, Osman Bölükbaşı’nın MP’si Millî Koalisyonu, YTP ise yeniden CHP-AP koalisyonunu teklif etmişlerdi. Hükümet krizinin başladığı bu ortamda koalisyonu oluşturan partiler arasında çözülme başlamış ve CKMP 26 Kasım 1963’te, YTP de 27 Kasım’da hükümetten çekilmişlerdir. Böylece Başbakan İsmet İnönü de istifa etmek zorunda kalmıştır. İnönü›nün istifasından sonra yine CHP tarafından kurulan III. Koalisyon Hükûmeti 25 Aralık 1963 – 20 Şubat 1965 arasında görev yapmıştır. Bu hükûmetin kuruluşu uzun görüşmelerden sonra olmuş, Meclisteki oylamada ancak 225 kabul oyu alabilmiştir. Güvensizlik oyları 175 olduğu için hükümet bir azınlık hükûmeti olarak kurulmuştur. CHP 21, bağımsızlar ise 2 bakanlıkla kabineyi oluşturdular ; www.ulkuocaklari.org.tr Başbakan: İsmet İnönü Başbakan Yardımcısı: Kemal Satır Devlet Bakanı: İbrahim Saffet Omay Devlet Bakanı: Malik Yolaç Devlet Bakanı: VefikPiniççioğlu Adalet Bakanı: Sedat Çumralı Bayındırlık Bakanı: A.Hikmet Onat Çalışma Bakanı: Bülent Ecevit Dışişleri Bakanı: Feridun Cemal Erkin Enerji ve Tabii Kayn. Bak.: Hüdai Oral Tekel Bakanı: Mehmet Yüceler İçişleri Bakanı: Orhan Öztrak İmar-İskân Bakanı: Celâlettin Uzer Ülkü Ocakları Genel Merkezi 261 Ülkü Ocakları Eğitim Programı Köyişleri Bakanı: LebitYurdoğlu Maliye Bakanı: Ferit Melen Millî Eğitim Bakanı: İbrahim Öktem Millî Savunma Bakanı: İlhami Sancar Sağlık ve Sos. Yar. Bakanı: Kemal Demir Sanayi Bakanı: Muammer Erten Tarım Bakanı: Turan Şahin Ticaret Bakanı: Fenni İslimyeli Turizm Tanıtma Bakanı: Ali İhsan Göğüş Ulaştırma Bakanı: Ferit Alpiskender Kurulan bu III. İnönü Koalisyon Hükûmeti, 1964 yılı boyunca Kıbrıs meselesiyle uğraştı. Bu arada ülkede aydınlar arasında ilerici-gerici sürtüşmeleri baş gösterdi. Bu sürtüşmeler iktidarın hareket alanını daraltan neticeler veriyordu. 1964 yılının Mayısında hükümet muhalefet ilişkilerinde zaten gergin olan havayı iyice sertleştiren yeni bir gelişme meydana geldi. Bu gelişme, Türkiye’nin batı ittifakı içindeki yerinin tespiti meselesiydi. İsmet İnönü, Kıbrıs konusunda Amerika’nın aleyhte tutumuyla Türkiye’nin ihanete uğradığını belirterek sert açıklamalar yapmaya başladı. 5 Mayısta Mecliste dış politika tartışılırken, yalnızca AP sözcüsünün kendi hükûmetinden çok Amerika’yı destekler görünmesi iktidar-muhalefet ilişkisinin hangi noktada olduğunu göstermesi açısından dikkate değer bir gelişmedir. Hatta Başkan Johnson’ın, bir Sovyet saldırısı karşısında diğer NATO ülkelerini Türkiye’yi savunmak için garanti veremeyeceğini bildiren mektubundan sonra bile muhalefet hükûmeti desteklemedi. Johnson’ın mektubunun basına sızmasından sonra kamuoyunda Amerika’ya karşı bir duyarlılık oluştu. Bu arada 1964’ün sonlarına gelinirken, AP genel başkanlığı değişimi yaşandı. Ragıp Gümüşpala’nın vefatından sonra yerine Süleyman Demirel seçildi. Demirel henüz milletvekili bile değildi ve 226 oyu sağlar sağlamaz hükûmeti devireceğini açıkça beyan etti. Adalet Partisi, erken bir genel seçim çağrısında daha da ısrarlı oldu ve 25 Ocak’taki bütçe oylamasında hükümete son darbeyi indirmeye hazırlandı. Demirel, kendi plânına bir destek aramak için diğer muhalefet liderleriyle görüştü. 9 Şubata gelindiğinde muhalefet partileri anlaşma sağlamışlardı. Bu arada İnönü, bütçenin reddedilmesi hâlinde istifa edeceğini açıkladı ve 12 Şubat 1965’te yapılan bütçe oylamasıyla meydana çıkan durum üzerine İsmet İnönü Başbakan olarak son defa istifa etti. Bu arada yeni hükümet Kayseri Bağımsız Senatörü Suat Hayri Ürgüplü başkanlığında AP, YTP, CKMP’li üyeler oluşturdu. 20 Şubat 1965 – 27 Ekim 1965 arasında kısa bir süre görevde kalan hükümet şu üyelerden oluşuyordu: Başbakan: Suat Hayri Ürgüplü Başbakan Yardımcısı: Süleyman Demirel Devlet Bakanı: Hüseyin Ataman Devlet Bakanı: Mehmet Altınsoy 262 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı Devlet Bakanı: Şekip İnal Adalet Bakanı: İrfan Baran Bayındırlık Bakanı: Orhan Alp Çalıma Bakanı: İ.SabriÇağlayangil Dışişleri Bakanı: Hasan Esat Işık Enerji ve Tabii Kay. Bak.: Mehmet Turgut Gümrük ve Tekel Bakanı: Ahmet Topaloğlu İçişleri Bakanı: İ.Hakkı Aydoğan İmar ve İskân Bakanı: Recai İskenderoğlu Köyişleri Bakanı: Seyfi Öztürk Maliye Bakanı: İhsan Gürsan Millî Eğitim Bakanı: Cihat Bilgehan Millî Savunma Bakanı: Hasan Dinçer Sağlık ve Sos. Yar. Bak.: Faruk Sükan Sanayi Bakanı: Ali Naili Erdem Tarım Bakanı: Turhan Kapanlı Ticaret Bakanı: Macit Zeren Turizm ve Tanıtma Bakanı:Zekai Dorman Ulaştırma Bakanı: Mithat San Yeni kabinede AP’li 9, MP’li 4, CKMP’li 4, YTP’li 4 ve bağımsız 3 üye bulunuyordu. Bu koalisyon hükûmeti 8 ay kadar devam etmiştir. 1964 yılına gelindiğinde Ragıp Gümüşpala’nın ölümü ile boşalan AP’deki genel başkanlık yarışına katılmayan Türkeş bu yarışta Saadettin Bilgiç’i destekledi. Ancak bu seçimi Süleyman Demirel kazandı. Bu arada CKMP Genel Başkanı olan Osman Bölükbaşı bu görevinden ayrılmıştı. CKMP’nin yöneticilerinden ve bu tarihlerde Devlet Bakanı olan Mehmet Altınsoy, Ahmet Oğuz ve parti Genel Başkan Vekili İrfan Baran, Alparslan Türkeş›i partilerine davet ederek genel başkanlık teklif ettiler. Türkeş 27 Mayıs Hareketi›nden itibaren bir siyasî parti hüviyeti altında ülkeye hizmet etmeyi düşünmekteydi. Sürgünde bulunduğu süre içinde bu fikrini olgunlaştırmış, Türkiye›ye dönüşünden itibaren ise en uygun zemini kollamıştı. Türkeş ve arkadaşlarının CHP›ye girmeleri mümkün değildi. AP ile zaman zaman temasları olmasına rağmen 21 Mayıs Hareketi sonrasında tutuklanması bu parti ile olan münasebetinin kesilmesine sebep oldu. CKMP’den gelen ısrarlı davetler Türkeş ve arkadaşlarının bu partiye katılma kararını kolaylaştırdı. Yeni bir parti kurmaktansa, güç kaybetmeye başlamış olan CKMP’nin kuvvetlendirilmesi düşünülerek bu parti tercih edildi. Böylece Alparslan Türkeş, 14’lerden 9 arkadaşı ile birlikte, 22–23 Şubat 1964 tarihinde yapılan CKMP kongresinde bu partiye resmen katılmış oldu. Türkeş ile CKMP’ YE katılan dokuz kişi şunlardır; Ülkü Ocakları Genel Merkezi 263 www.ulkuocaklari.org.tr 21 Mayıs sonrasında dört ay tutuklu kalan Türkeş beraat ettikten sonra siyasî faaliyetlerine hız verdi. Arkadaşlarıyla yaptığı görüşmeler sonrasında CKMP’ YE daha sıcak bakılmaya başlanmış, AP ve YTP’ deki milliyetçilerin de orada toplanabilecekleri düşünülmüştü. Ülkü Ocakları Eğitim Programı Muzaffer Özdağ, Rıfat Baykal, Fazıl Akkoyonlu, Numan Esin, Mustafa Kaplan, Şefik Soyuyüce, Münir Köseoğlu, Dündar Taşer ve Ahmet Er. Alparslan Türkeş ve dokuz arkadaşının CKMP’ YE girmesinden sonra Orhan Kabibay, Orhan Erkanlı ve İrfan Solmazer CHP’ye, Muzaffer Karan da Türkiye İşçi Partisi’ne(TİP) girdiler. Böylece 14’lerin aktif siyasete başlamasıyla parçalanmaları birlikte gelişmiş oldu. Ancak 14 kişiden 10 ‘unun siyasî tercihlerini aynı yönde ortaya koymaları Türkeş’in 14’ler üzerindeki tesirinin devam ettiğini göstermektedir. Alparslan Türkeş, bir siyasî parti mensubu olarak 31 Mart 1965 tarihinde yaptığı konuşmasında özetle ve altını çizerek şu gerçekleri dile getirir; “...Türk milleti için, değişmez kader yapmada şeref payı gerçekten büyük olan CKMP’lileri, dürüst, samimî, vatansever ve inandıkları prensiplerden vazgeçmez oluşları ile duygu ve düşüncelerimizin uyarlılığı bizleri kendilerine çekmiştir. Açıkça belirtmek gerekir ki; bugünün politik, sosyal, ekonomik ve kültürel bakımdan memleketin içinde bulunduğu durum çok düşündürücüdür. Gerçeklere cesaretle parmak basacak, dertlerini cesaretle ortaya koyacak kötü tedbirlerle çağdaş uygarlık düzeyine giden yolu aşmaya çalışacak yerde, kin ve garezlerin duyulması, şahıs ve zümre çıkarlarının sağlanması uğruna yapılan kısır politika kavgaları vatandaşların huzurunu kaçırmış bulunmaktadır. Ayrıca, aşırı akımların yıkıcılığı gittikçe endişeleri arttırmaktadır. Türkiye’nin bütünlüğüne karşı yönetilen zehirleri, ayırıcı faaliyetlerle ciddî ve müspet, ilmin icap ettirdiği şekilde savaşılmalıdır. Parti farkı gözetilmeksizin bütün vatandaşların hizmetinde bulunmak Türk milletini kutsal bir bütün görerek, onu yüceltmeyi, mutluluğa kavuşturmayı başlıca ülkü saymak gerekir. Bunları gerçekleştirmek için Atatürk milliyetçiliğinin gerçek temsilcileri el ele vererek çalışmalıdır”. Alparslan Türkeş’in siyasete girmesi güç kaybetmekte olan CKMP’YE ve siyasî hayata canlılık getirmiştir. Bu gelişme karşısında AP’de telâş başlamış, CKMP’deki liderlik meselesinde AP’liler Türkeş›e karşı Ahmet Tahtakılıç’ı aday çıkararak Türkeş’in önünü kesmeye çalışmışlardır. CHP ise partiye kabul ettikleri 14’lerin üç üyesini Türkeş grubuna karşı kullanmak istemiştir. Bu sıralarda Millet Partisi’nin Genel Başkanı olan Osman Bölükbaşı’nın şu sözleriyle dile getirdiği yaklaşım ise oldukça ilgi çekicidir: “Yahu orası ordu karargâhına döndü. Çizme gıcırtısından, kılıç şakırtısından oraya girilemiyor”. Alparslan Türkeş, CKMP’YE katıldıktan sonra parti genel müfettişliği görevine getirildi. Parti teşkilâtlarıyla doğrudan temasa geçerek hızlı bir çalışma temposu içerisine girdi. Bu durum CKMP içinde bir iç mücadelenin doğmasına yol açtı. CKMP’nin 1965 Haziran sonunda “Olağan Kongre” kararını alması ise Genel Başkan Ahmet Oğuz’un istifası ile sonuçlandı. Genel Başkan Ahmet Oğuz’un istifasını CKMP’DE Alparslan Türkeş ile başlayan yapısal değişikliğe ve canlılığa bir tepki olarak değerlendirmek mümkündür. 264 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı CKMP Olağanüstü Kongresi 30 Temmuz 1965 tarihinde başladı. Türkeş’in karşısına Ahmet Tahtakılıç aday olarak çıkarılmıştı. Tahtakılıç’ın kongrede hemen hemen iki gün süren uzun konuşmasına karşılık Türkeş’in yapmış olduğu konuşma yarım saat sürmüştü. Konuşmasında gayet samimî bir ifade ile duygu ve düşüncelerini dile getirerek şunları söyledi; “Ben bir makam, mevki için aranıza gelmiş değilim. Bana hangi görev verirseniz, seve seve onu kabul eder, yaparım. Bir nefer olarak, bir er olarak aranızda çalışmaya geldim” Bu konuşmanın arkasından yapılan seçimlerde Alparslan Türkeş büyük bir oy farkıyla 1 Ağustos 1965 tarihinde CKMP Genel Başkanlığına seçildi. Oylamada Ahmet Tahtakılıç 516 oy, Alparslan Türkeş ise 698 oy almışlardı. 1 Ağustos 1965 tarihi Alparslan Türkeş ve CKMP için yeni bir dönemin başlangıcı olur. Alparslan Türkeş’in CKMP Genel Başkanı olarak kendisinin liderliğine karşı tavır koyan CKMP’li bakanlara karşı hükümet nezdinde gösterdiği tepki siyasî hayatındaki davranış biçimini ortaya koyması bakımından oldukça önemlidir. Cumhuriyet Senatosu Kayseri Senatörü Suat Hayri Ürgüplü›nün Başbakanlığında kurulmuş olan koalisyon hükûmetinde, CKMP Niğde Milletvekili Mehmet Altınsoy Devlet Bakanı, Konya Milletvekili İrfan Baran Adalet Bakanı, Afyonkarahisar Milletvekili Hasan Dinçer Milli Savunma Bakanı ve Eskişehir Milletvekili Seyfi Öztürk›de Köy İşleri Bakanı olarak görev almışlardı. CKMP’li Bakanlardan Hasan Dinçer, Seyfi Öztürk ve Millet Meclisi Başkan Vekili Nurettin Ok, Ahmet Oğuz, Veli Başaran, Mehmet Kesen ve Senatör Rasim Hancıoğlu, 4 Ağustos 1965 tarihinde CKMP Genel İdare Kuruluna müşterek bir mektup göndererek; “Türkeş’in liderliği altında partinin totaliter ve maceracı bir hüviyet aldığı” iddiasıyla istifa ettiklerini bildirmişlerdir. Genel Başkan Alparslan Türkeş, 5 Ağustos 1965 günü, Başbakan Suat Hayri Ürgüplü›yü Başbakanlıktaki makamında ziyaretle; mütecaviz bir tavırla partiden istifa edip de, hâlen partisini temsilen bakanlık görevini sürdürmekte olan Hasan Dinçer ve Seyfi Öztürk’ün, “öğleye kadar hükümetten istifa etmelerinin temini için” Başbakan’a mehil verir. Türkeş, aksi taktirde koalisyona dahil siyasî parti liderlerinin de toplantıya çağrılmasını ister. Öte yandan adı geçen iki bakanın bakanlıktan istifa etmemekte direnmeleri, Başbakan S. Hayri Ürgüplü›yü zor durumda bırakmıştır. Başbakan S. H. Ürgüplü, “her şeyin iyi niyetle halledileceği” yolunda bir demeç verir. Sonuçta Türkeş’in talebi istikametinde; Hasan Dinçer ve Seyfi Öztürk resmen bakanlıklarından istifa ederler. Aynı tarihte CKMP Cumhuriyet Senatosu Çankırı Üyesi Hazım Dağlı, Millî Savunma, CKMP Yozgat Milletvekili Mustafa Kepir de Köy İşleri Bakanlığı’na atanırlar. Alparslan Türkeş, CKMP Genel Başkanı sıfatı ile verdiği demeçlerle Türk milletinin ters talihini yenmek azminde olduklarını, yeni bir devir açılmasında millete yardımcı olmak isteklerini dile getirerek, Ülkü Ocakları Genel Merkezi 265 www.ulkuocaklari.org.tr CKMP lideri Alparslan Türkeş’in, sert ve kararlı ve ültimatom niteliği taşıyan uyarısı üzerine, mevcut koalisyonda yer alan siyasî partilerin liderleri 6 Ağustos 1965 günü saat 17.00 toplanırlar. Ülkü Ocakları Eğitim Programı Türk milletinin uyanış ve kendisine geliş meselelerine hizmet etmek azminde olduklarını sürekli olarak ifade etmekten geri kalmamıştır. Alparslan Türkeş’in lideri olduğu 14’lerin 27 Mayıs Hareketi ile birlikte önemli sayılabilecek bir askerî gücü elde ettikleri inkâr edilemez. Türkeş ve grubunun sahip olduğu bu askerî güç, ihtilâl sonrasında geçilen demokratik hayatın kendine özgü şartları içinde sıkıntılar yaratabilecek mahiyette idi. Ancak Türkeş bu gücü meşru yollarla siyasî arenaya taşımaya muvaffak olmuş bir liderdir. Oluşmasında Türkeş’in sahip olduğu karizmatik kişiliğinin de rolü olan bu askerî gücün siyasî tezahürü, 1965’te yenileşmeye başlayan bir CKMP ve 1969’da kendine özgü bütün özellikleriyle ortaya çıkan MHP’dir. 1965 Seçimleri Ve Alparslan Türkeş›in Parlamento’ya Girmesi Alparslan Türkeş’in Genel Başkan seçilmesinden sonra CKMP, yeni program ve kadrosuyla girdiği 10 Ekim 1965 seçimlerinde aldığı 208.696 (%2.2) oy ile 11 milletvekili çıkarabilmiştir. Bu seçimlerde Türkeş Ankara milletvekili olarak parlâmentoya girmiştir. 14’lerden Muzaffer Özdağ Afyon milletvekili, Rıfat Baykal ise Mardin milletvekili olarak seçildiler. 10 Ekim 1965 günü yapılan genel seçimlerden çıkan netice AP’nin tek başına iktidarı anlamına geliyordu. Seçim sonuçları şu şekilde oluştu: AP %53 oy ile 240 milletvekili CHP %28,7 oy ile 134 milletvekili MP %6 oy ile 31 milletvekili YTP %3,7 oy ile 19 milletvekili TİP %2,9 oy ile 15 milletvekili CKMP %2,2 oy ile 11 milletvekili Millî bakiye sisteminin uygulandığı bu seçimin en önemli yanlarından birisi de sosyalistlerin Mecliste ilk kez grup kurmalarıdır. Aslında millî bakiye sistemi AP’nin tek başına iktidarını önlemek için getirilmiş, fakat tam tersi bir sonuç ortaya çıkmıştır. AP’nin bu seçimlerdeki büyük ilerlemesi CKMP ve YTP’ nin önemli miktarda oy kaybetmesine yol açmıştır. CKMP’nin oylarını bir bölümü MP’ ye girmiştir. 1965 seçimlerde Demirel’in ilk kabinesi şu isimlerden oluşmuştur: Başbakan: Süleyman Demirel Devlet Bakanı: Cihat Bilgehan Devlet Bakanı: Refet Sezgin Devlet Bakanı: Kâmil Ocak Devlet Bakanı: Ali Fuat Alişan 266 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı Adalet Bakanı: Hasan Dinçer Bayındırlık Bakanı: Etem Erdinç Çalışma Bakanı: Ali Naili Erdem Dışişleri Bakanı: İ. Sabri Çağlayangil Enerji ve Tabii Kay. Bak.: İbrahim Deriner Gümrük ve Tekel Bakanı: İbrahim Tekin İçişleri Bakanı: Faruk Sükan İmar-İskân Bakanı: Haldun Menteşeoğlu Köyişleri Bakanı: Sabit Osman Avcı Maliye Bakanı: İhsan Gürsan Millî Eğitim Bakanı: Orhan Dengiz Millî Savunma Bakanı: Ahmet Topaloğlu Sağlık ve Sos.Yar. Bak. Ahmet Türkel Sanayi Teknoloji Bakanı: Mehmet Turgut Tarım Bakanı: Bahri Dağdaş Ticaret Bakanı: Macit Zeren Turizm ve Tanıtma Bakanı:Nihat Kürşat Ulaştırma Bakanı: Seyfi Öztürk Dış ilişkilerde ABD ile SSCB arasında yumuşamanın hüküm sürmeye başladığı ve dünya ekonomisini çevre ülkelerinde büyümelerine izin verdiği bir ortamda başbakan olan Süleyman Demirel, avantajlı konumunu iyi kullanabilmiştir. Özellikle Orta Doğu’da ve büyük komşu SSCB ile ilişkilerinde Menderes’e göre çok şanslı bir konumda olan AP lideri, dünya politikasındaki yumuşamanın etkisiyle rahat davranma imkânı bulmuş ve Türk-Sovyet ekonomik gelişiminde önemli rol oynamıştır. Dolayısıyla 1965–71 dönemini muhalefetteki CHP ile TİP’in iddialarının aksine Halk-AP diyalogunun sağlamca kurulduğu bir zaman dilimi şeklinde tanımlamak doğru olur. Ekonomide yaşanan gelişme veya genişlemenin karşısında merkez ve solda yer alan aydınların savundukları sosyal adalet, bağımsızlık gibi kavramları tanımlayamamaları yüzünden halk kitlelerinden seçimlerde umdukları desteği alamamışlardır. Bu ve buna benzer olumsuzluklar söz konusu çevreleri ve özellikle üniversite gençliğini Meclis dışı muhalefet yollarına sevk etmiştir. 1960’lı yıllarda sosyal ve ekonomik sorunların oldukça geniş plâtformda tartışılır olması, CHP’yi yeni bir kimlik arayışına itmiş, ortanın solu sloganıyla merkez solda yer almaya çalışan CHP’de seçim yenilgisinin de etkisiyle bir dalgalanma yaşanmıştır. Kendi anlatımlarına göre ortanın solunda ve sağında yer tutan iki grup arasındaki mücadelede İsmet İnönü, birincilerin safında yer almış ve başlatılan reform hareketini desteklemiştir. Ortanın solu hareketinin sözcüsü ve önderi olan Bülent Ecevit, önce CHP genel sekreterliğine daha sonra genel başkanlığına(14 Mayıs 1972) seçilmiştir. Ecevit’in önderliğinde sosyal Ülkü Ocakları Genel Merkezi 267 www.ulkuocaklari.org.tr Üniversitelerde arayış içinde bulunan radikal öğrencilerin önderlik ettiği boykot ve gösteriler yaygınlaşmış, öğrenci hareketlerinden etkilenen iktidar ve ana muhalefet ilişkileri çözümü gittikçe zorlaşan bir mecraya girmiştir. Ülkü Ocakları Eğitim Programı demokratlar Ekim 1968’deki 19. Kurultaydan sonra ortanın solu adıyla başlattıkları yeni hareketi 1969 seçimleri için yayımladıkları bildiride düzen değişikliği şeklinde adlandırarak, dönüşümün kazandırdığı yeni kimlik ile seçmen karşısına çıkmışlardır. 13 Şubat 1961’de bir grup sendikacı tarafından kurulan TİP’in siyasî hayattaki gerçek faaliyeti İstanbul Hukuk Fakültesi eski öğretim üyelerinden Mehmet Ali Aybar’ın genel başkanlığa seçilmesi ile başlar. 1961 Anayasasını farklı bir şekilde yorumlayan Aybar ve arkadaşları, orada amaçlanan toplumun ancak sosyalist düzende gerçekleşebileceğini belirterek, siyasî hedeflerini buna göre düzenlemişlerdir. AP’nin, TİP’in seçimlere katılmaması için Yüksek Seçim Kuruluna yaptığı itirazlara rağmen 1965 seçimlerine katılmış ve 15 milletvekili çıkarmıştır. TİP, 20 Temmuz 1971’de siyasî partiler yasasına aykırı faaliyette bulunduğu gerekçesiyle Anayasa Mahkemesince kapatılmıştır. Millî Nizam Partisi (MNP), 1960’ların sonunda Ticaret ve Sanayi Odaları Birliği’ndeki anlaşmazlıklar yüzünden İstanbul ve İzmir’deki büyük iş çevrelerine karşı Anadolu’nun küçük ve orta büyüklükteki iş yeri sahiplerini temsil eden kesimlerin ayrı bir siyasî partide birleşme gereğini duyması ile ortaya çıkmıştır. Bu isteklerin sonucu olarak 26 Ocak 1970’de MNP kurulmuştur. Liderliğini Odalar Birliği eski başkanı Necmettin Erbakan’ın yaptığı parti Anadolu’da yaygın şekilde örgütlenebilmiştir. MNP’nin görüşü kısaca «Müslüman Türkiye» şeklinde belirtilebilir. İslâmiyet›i asıl tema olarak işleyen MNP bir yıldan biraz fazla yaşamış ve 12 Mart 1971 müdahalesiyle lâikliğe aykırı davrandığı gerekçesiyle kapatılmıştır(20 Mayıs 1971). Alparslan Türkeş’in Cumhurbaşkanı Adaylığı 9 Şubat 1966 günü Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’in sağlık durumu ağırlaşmıştır. Bir günde üç sağlık bülteni yayımlanır. Gürsel’in sağlığının, görevini sürdürmeye yetersiz olduğunu bildiren doktor raporundan sonra, Cumhuriyet Senatosu Başkanı Prof. Dr. İbrahim,Şevki Atasagun Cumhurbaşkanı vekilliğine getirilir. 13 Şubat 1966 günü, siyasî partiler, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Cevdet Sunay’ın Cumhurbaşkanı adaylığı üzerinde anlaşırlar ve bu haber, 14 Şubat 1966 tarihli gazetelerde geniş bir şekilde yer almıştır. Bu gelişmeler sonrasında 15 Şubat 1966 günü, Cumhurbaşkanı Kontenjan Senatörü Prof. Dr. Ragıp Üner, Cevdet Sunay’ın, öncelikle Cumhurbaşkanı kontenjan senatörü seçilmesine imkân sağlayabilmek için senatörlükten istifa etmiştir. 14 Mart 1966 günü, Cumhurbaşkanı vekili İbrahim Şevki Atasagun, aynı tarihte ordudan istifa eden Genelkurmay Başkanı Orgeneral Cevdet Sunay’ı, Cumhurbaşkanı kontenjanlığından senatör atar. Cevdet Sunay, 17 Mart 1966’da yemin ederek yeni görevine başlar. 27 Mart 1966 tarihinde, Başbakanlığın isteği üzerine Gülhane Askeri Tıp Akademisinde toplanan 37 kişilik “Müşterek Sıhhî Kurul”, iki rapor düzenleyerek, “Gürsel göreve devam edemez. Vücut ölmüştür” kararını vermiştir. 28 Mart 1966 günü TBMM’de Cumhurbaşkanlığı için seçim yapılmış, Cumhurbaşkanı Kontenjan 268 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı Senatörü Cevdet Sunay’ın adaylığı yanı sıra CKMP Genel Başkanı Ankara Milletvekili Alparslan Türkeş de Cumhurbaşkanlığı için adaylığını koymuştur. Gelişen bütün bu olaylarla ilgili olarak Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi, aynı gün tarihî bir bildiri yayımlar. Bu bildiri aynen şöyledir: C.K.M.P. Bildirisi “C.K.M.P. Genel İdare Kurulu, partiye mensup senatör ve milletvekilleriyle birlikte saat 10.30’da toplanarak bugün T.B.M. Meclisinde yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçiminde kendi bünyesi içinden bir aday göstermeye karar vermiştir. Bu kararın gerekçesi özet olarak şöyledir: 1. Sayın Cumhurbaşkanımız Cemal Gürsel’in görevine devam edemeyecek şekilde ağır rahatsızlığı dolayısıyla boşalan Cumhurbaşkanlığı makamı için yapılacak seçimde, Türk demokrasisinin uluslar arası itibarına gölge düşürecek nitelikte bir sürat ve prosedürle hareket edilmesini, TBMM’nin ve demokratik rejimin geleceği bakımından normal bir teamül başlangıcı olarak görmek imkânsızdır. 2. Türkiye devletini yönetecek müstesna şahsiyetleri daima Meclis içinde de, dışında da bulunması mümkün iken, bu defa on beş gün öncesine kadar büyük Mecliste bu bahiste bir yoksunluk varmış zehabını uyandıracak bir prosedürün denenmesi Büyük Meclisin itibarı üzerinde tartışmaya yol açıcı nitelikte görülmüştür. 3. Sayın Sunay’ın ve Genel Kurmay Başkanlığı görevini ifa etmiş bir şahsiyetin Cumhurbaşkanlığı makamına daima lâyık olabileceği doğru olmakla beraber, Cumhurbaşkanlığına giden yolun Genel Kurmay Başkanlığından geçeceği yolunda bir teamül başlangıcı demokratik rejimin temel ilklerine uygun düşmeyecektir. 4. Bugünkü iktidar partisinin Büyük Meclisindeki tutumu, muhalefeti yok etme gayretleri, Danıştay kararlarını hiçe sayması ve kendisine ebedî iktidar partisi hâline getirme çabaları karşısında Meclisin bazı partilerin ve kamuoyunun bu süratli prosedürü benimsemesi tabiî görülmekte ve buna iktidar partisinin sebep olduğu bilinmekte ise de, biz kararımızı bugünkü olay ve Sayın Sunay’ın çok değerli şahsiyeti ile ilgili olarak değil, demokratik rejimin geleceği için ve Büyük Meclisin Türk milletine taahhütleri yönünden aldığımızı açıklarız. 6. Karar TBMM’nin olacaktır ve ulaşılan sonuç ne olursa olsun Cumhurbaşkanlığına seçilecek olan şahsın başarıları için Meclis içinde ve dışında yüksek görev duygusu ile bütün gayretimizi göstereceğiz. Seçimin Türk milletine hayırlı olmasını dileriz.” Cumhurbaşkanlığı için yapılan seçim sonunda: Kontenjan Senatörü Cevdet Sunay, oylamaya katılan 532 üyenin 461’inin oyunu alarak Cumhurbaşkanı seçilir. Aynı seçimde aday olan Alparslan Ülkü Ocakları Genel Merkezi 269 www.ulkuocaklari.org.tr 5. Partimiz Cumhurbaşkanlığına aday olarak Genel Başkan Alparslan Türkeş’i göstermekle Büyük Meclisin Cumhurbaşkanlığı seçimine tek adayla girmemiş bulunmasını da sağlamakla ve bunu Yüce Meclisin itibarına lâyık bir jest telâkki etmektedir. Ülkü Ocakları Eğitim Programı Türkeş, 11 oy alır. Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, kendisi için, istifa ederek Cumhurbaşkanlığı Kontenjan Senatörlük görevini boşaltan Prof. Dr. Ragıp Üner’i, 16 Nisan 1966 tarihinde yeniden Cumhurbaşkanlığı Kontenjan Senatörlüğüne atamak suretiyle bir vefa görevini yerine getirmiş olur. 1969 Adana Kongresi ve MHP’nin Doğuşu CKMP’nin hem fikrî hem de teşkilâtlanma düzeyinde milliyetçi camiayı temsil etme çabaları 8–9 Şubat 1969 tarihinde Adana’da toplanan Olağanüstü Büyük Kongresi ile birlikte yeni bir aşamaya gelmiştir. 1965–1969 yılları arasındaki bu değişim sürecini “Milliyetçi Hareket Partisi” ismi en anlamlı şekilde sembolize etmiştir. Bu isim değişikliğinin gündeme gelişi birkaç yıl öncesine kadar uzanmaktadır. Bu dönemde parti genel idare kurulunun tespit ettiği isimler arsında “9 Işık Partisi”, Millî Hareket Partisi” ve “Milliyetçi Köylü Partisi” gibi isimler yer almaktaydı. Daha sonra yapılan genel idare kurulunun toplantılarında kongreye teklif edilecek isim olarak “Millî Hareket Partisi” ismi ağırlık kazanmıştır. Aynı toplantılarda partinin ambleminin de bu isme uygun olarak Türk-İslâm ülküsünü sembolize edecek bir şekilde olması kararlaştırılmıştır. Sonuç olarak “millî” kavramının kullanılabilmesi için Bakanlar Kurulu’nun iznine bağlı olması gibi bazı bürokratik engeller sebebiyle genel idare kurulu, “Milliyetçi Hareket Partisi” isminde karar kılmıştır. Bu isim kabul edildikten sonra partinin amblemi de değiştirilmiş, “Terazi” olan eski amblem yerine “Üç hilâl” sembolü benimsenmiştir. Gençlik kollarının amblemi ise “Hilâl içinde Kurt “ motifi benimsenmiştir. Milliyetçi Hareket Partisi bu tarihten itibaren Türk siyasî hayatında yerini almıştır. Bu tarihten sonra milliyetçi camianın özellikle de aydınların ilgisini üzerinde toplamıştır. Milliyetçi akımın değer ve amaçlarını Türkiye’ye tanıtmaya çalışmıştır. Bu nedenle 1969 yılı milliyetçi akım için bir başlangıç teşkil eder. Ancak her ne kadar Milliyetçi Hareket Partisi 1969 yılında kurulmuş gibi gözükse de asıl hareketlenme Türkeş’in CKMP bünyesine katılımı ile gerçekleşmiştir. Asıl temeller de bu tarihten itibaren atılmaya başlanmıştır. MHP’nin 1969 yılında ortaya çıkışını, Türk milliyetçiliği adına ortaya konan bir siyasî tavır olarak kabul etmek gerekir. Bu tavrı, Atatürk’ün ölümüyle birlikte atıl kalan, pasifleştirilen ve sınırlı sayıdaki aydınlarımızın zihinlerinde muhafaza edilmeye çalışılan Türk milliyetçiliği fikriyatının, saklandığı zihinlerden tekrar çıkarılması ve ataletten kurtarılması şeklinde mütalâa etmek mümkündür. Çok partili hayata geçişle birlikte kurulan, 1945›te Millî Kalkınma Partisi, 1946›da Demokrat Parti, 1948›de Millet Partisi, 1952›de Türkiye Köylü Partisi ve 1957›de Cumhuriyetçi Köylü Partisi›nin kendi dönemleri içinde Türk siyasî hayatında bıraktığı tesirler MHP›nin gelişme zeminini hazırlayan olaylardır. Yukarıda adı geçen bütün bu siyasî partiler millî şef döneminin antidemokratik uygulamalarına tepki olarak farklı zaman ve zeminlerde ortaya çıkmışlar, birtakım farklılıkları olmakla birlikte hemen hemen hepsi aynı «milliyetçi çizgi» üzerinde siyasetlerini geliştirmeye çalışmışlardır. MHP ise ortaya koyduğu 270 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı ideoloji ile, bu partilerin farklılıklarını ortadan kaldırarak onların bir yekûnu ve Türk milliyetçiliği fikriyatının ulaşması gereken tarihî ve tabiî sonucu olmuştur. Dolayısıyla MHP’nin doğuşu Atatürk dönemi sonrasında Türk milliyetçiliğinin geçirdiği çetin ve sert aşamaların tabiî bir sonucudur. Türk milliyetçiliği, hak ettiği kıymeti 1969’dan itibaren MHP’nin ortaya koyduğu siyasî söyleminde bulacaktır. MHP, diğer partilerde görüldüğü gibi yukarıdan bir emirle kurulmuş veya herhangi bir partinin bakiyeleri üzerine oturmuş bir siyasî teşekkül olarak da doğmamıştır. Tam aksine tarihî bir görevi, toplumun şartlarına göre, adım adım gerçekleştirme idealini benimseyen, milletin temel değerlerine sahip çıkan bir parti hüviyetiyle oluşmuştur. Bu tarihten sonra MHP yeniden teşkilâtlanma dönemini yaşamıştır. Yine bu süre içerisinde “14’ler”den Türkeş’e yakınlığı ile bilinen bazı isimlerin partiden ayrıldığı görülür. MHP yeni adı ile ilk defa 12 Kasım 1969 seçimlerine girdi. Bu seçimler sonucunda oy oranını 1965 seçimlerine göre artırmasına rağmen %3.03 oranında oy topladı ve yalnızca Alparslan Türkeş Adana Milletvekili olarak Meclise girebildi. Bu dönemde sesini sık sık duyurabilmesine ve örgütlenme özelliklerine rağmen MHP’nin belli bir seçmen tabanı dikkat çekmektedir. MHP’nin sadece ismine ve sembolüne baktığımızda onun ideolojisi hakkında az çok bir fikre sahip olabiliriz. MHP’nin ideolojisinin birinci boyutunu Türk-İslâm sentezi oluşturur. Bu sentez parti kurulduğunda ortaya atılan bir olgu değildir. Senelerden beri varolan ve günümüze kadar gelen birtakım değerlerin birleşimidir. Bu değerler birleşimi Ziya Gökalp’ın “Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak” formülüne dayandırılabilir. Orhan Türkdoğan’ın da dediği gibi ilk defa bir parti dinin Türk toplumu içindeki yerini ve değerini belirtmiştir. O güne kadar bir teori şeklinde yer alan din ve milliyetçilik sentezi artık MHP ile birlikte siyasî hayata geçiriliyordu. MHP’nin ideolojisinin ikinci boyutunu “Dokuz Işık” doktrini oluşturmaktadır. Alparslan Türkeş bu boyutu “Görüşlerimizin temeli Türk milliyetçiliği ise siyasî aksiyonun dayandığı doktrin 9 Işık’tır” şeklinde özetlemiştir. Bu düzeni kurmak için “İslav Marksizmine” veya Anglo-Sakson kapitalizmine” gerek olmaksızın “üçüncü bir yol” önerilmektedir. Bu üçüncü yol “dünya proleteryasıdiktatoryası kurma ütopyasına bir tekme vurup tam olarak Türk milletinin güçlenmesini amaç edinen bir millî ülkü” olacaktır. Bu ülkü “Türk milletinin toplum olarak büyük bir hızla kalkınmasını sağlayacak yüzde yüz yerli, yüzde yüz millî bir doktrin olmalıdır.” Bu doktrinin ruhu “Her şey Türk milleti için, Türk’e doğru Türk’e göre prensipleri Ülkü Ocakları Genel Merkezi 271 www.ulkuocaklari.org.tr Çeşitli tarihlerde kabul edilmiş parti programlarında ve Türkeş’in eserlerinde MHP’nin amacı “yeni bir devlet düzeni kurmak” olarak belirtilir. Dündar Taşer ise bu amacı «Milliyetçi hareket, yeni bir yolun takipçisidir. Bu yol, Türk milletini millet yapan unsurları, asıl benliğine kavuşturmak, ona sonradan eklenmiş, ondan olmayan, onun öz benliğine aykırı olan yamalardan kurtarmaktır» şeklinde izah etmektedir. Ülkü Ocakları Eğitim Programı olmalıdır denilmektedir. MHP antikomünist ve antikapitalist bir tutum aldığını açıklarken “üçüncü yol”un gerçekleşmesinde “Dokuz Işık”ın esaslarını şöyle açıklamaktadır. I. Milliyetçilik Millî birlik ve bütünleşmenin tesisinde, millî mukaddesler, şuur ve ülküler etrafında kaynaşmış bir toplum olmada insanlarımızı güçlü ve Büyük Türkiye Ülküsü yolunda harekete geçirmede, kalkınmanın psikolojik dinamiğini teşkil edeceğine inanılan milliyetçilik, Türk milletine karşı beslenen derin sevginin bir ifadesidir. Kalbinde başka bir ırkın gururunu taşımayan ve kendini samimî olarak Türk hisseden ve Türklüğe adayan herkes Türk’tür. Türk milletine mensup olan herkes, bu milletin haklarını daima her çeşit tesirlerden uzak, her şeyin üstünde bulundurulması için çalışmak zorundadır. Bu sebepten dolayı milliyetçilik, Türk milletinin içinde bulunduğu müşkül durumdan bir an önce en modern en ilmî metotlarla çıkarılacak, en kısa yoldan modern uygarlığın en ön safına geçilmesini sağlama duygusundan kuvvet alır. Özetle her şey Türk milleti için, Türk milleti ile beraber ve Türk milletine göre sözleriyle anlatılabilecek milliyetçilik ilkesi Türk milletine bağlılık, sevgi, Türkiye devletine sadakat ve hizmettir. II. Ülkücülük Nemelâzımcılığın, vurgunculuğun, kozmopolitliğin yaygınlaştığı bir cemiyet yapısında feragati, fedakârlığı ön plâna alan devlet ve millete hizmet aşkını ifade eden ülkücülük Türk milletini en kısa yoldan, en kısa zamanda modern uygarlığın en üst seviyesine çıkarmak, mutlu, müreffeh hâle getirmek, bağımsız, özgür, kendi haklarına sahip hayata kavuşturmaktadır. Ülkücülük bir macera fikri değildir. Türkiye’yi hiçbir zaman tehlikelere, risklere, maceralara sürüklemeyecek bir yol üzerinde bulunmayı esas kabul eder. İlim, akıl ve tecrübe ülkücülüğün ruhunu oluşturur. III. Ahlâkçılık: Manevî değerlerin ayaklar altında çiğnendiği, insanlardaAllah korkusunun, acıma duygusunun, vicdan muhasebesinin zayıfladığı, her geçen gün yozlaşan ve çözülen sadece, maddeye önem veren bir toplum yapısından; birbirini seven sayan, beşerî ilişkilerde ahlâklı ve faziletli, maneviyatta en yükseğe çıkmış bir toplum olarak en yüksek moralle kalkınma davasına koşabilmek için gerekli olan ahlâkçılık ilkesi, Türk milletinin ruhuna örf ve âdetlerine uygun yüksek varlığını korumayı ve geliştirmeyi öngören esaslara dayanır. Şüphesiz ahlâkçılık çok önemli bir prensiptir. Ahlâk herkesin esasıdır. Ahlâkı olmayan bir toplumun hiçbir işi başarılı olamaz ve o toplumda hiçbir şey yolunda gitmez. Fakat ahlâkçılığın dayandığı birtakım temeller vardır. Bizim ahlâkçılığımızın dayanacağı temeller şunlardır: Türk ahlâkı, Türk geleneklerine, Türk ruhuna, Türk milletinin inançlarına uygun olacaktır. Türk ahlâkı hiçbir zaman tabiat kanunlarına aykırı olmayacak, tabiat kanunlarıyla da bağdaşan birtakım temellere dayanmış bir ahlâk olacaktır. Türk milletinin yaşamasına zararlı olacak kaideler Türk ahlâkçılığının içinde yer alamaz. IV. İlimcilik “İlim Çin’de de olsa arayınız” düsturunun ışığında dünya çapında bir âlimler ordusu yetiştirmeyi gaye 272 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı edinecek en kısa zamanda, en kısa yoldan muasır milletler seviyesinin üstüne çıkma ülküsü yolundaki gayretlerde müspet ilimlere olan ihtiyacın bir ifadesi olarak ilimcilik, olayları ve varlığı ön yargılardan ve art düşüncelerden sıyırarak ilim mantalitesiyle incelemek ve girişilecek her çeşit faaliyette ilmi önder yapma prensibidir. V. Toplumculuk Bir yandan “Komşusu açken tok yatan bizden değildir” inancıyla, diğer yandan milletimizin “Devlet Baba” geleneği içerisinde toplumun her ferdini gözetip, “Dağda kaybolan koyundan sorumluluk duymak” felsefesi ile insanımıza yaklaşmanın ve kucaklamanın yolu olarak ifade edilen toplumculuk, her çeşit faaliyetin toplum yararına olacak şekilde yürütülmesi görüşüdür. Üç ayrı bölümde izah edilebilir. A- Özel Teşebbüs: Toplumun kalkınmasında özel teşebbüs desteklenip, himaye edilecektir. Ancak bu konuda işverenle işçinin karşılıklı olarak haklarının korunması ve bu iki tarafın münasebetlerinin milletin zararına olmayacak şekilde kontrol, tanzim ve nezaret altında bulundurulması şarttır. B- Küçük Sermayelerin Birleşmesi: Memleketimizde yapılması icap eden büyük işlerin başarılması için halkın elindeki küçük tasarruflar teşvik edilerek devlet tarafından tanzim ve organize edilerek halkın sermayedar olacağı büyük ekonomik teşebbüslere girişilmesini gaye edinen bir görüştür. C- Sosyal Yardım ve Güvenlik Teşkilâtı: Türk milletini içine alacak bir sosyal yardımlaşma ve güvenlik teşkilâtı meydana getirmek görüşüdür. Ayrıca sağlık ve adalet güvenlinin sağlanması da düşünülen diğer bir iştir. VI. Köycülük İleri ve modern bir tarım seviyesine ulaşmış her türlü sanayi imkânlarının tahsis edilerek tarım sanayi yapısına kavuşmuş; devletin her türlü hizmetlerinden yararlanılmak suretiyle yokluk ve sefaleti yenerek milletin sosyal dilimleri içerisinde lâyık olduğu yeri alacak köycülük ilkesi geliştirilmiştir. Köylünün tefecilerin elinden kurtarılması ve ihtiyacı olan kredi ve diğer yardımların sağlanması için kooperatifleşmeyi hedef alır. Bilhassa orman bölgesinde yaşayan köylüleri öncelikle ve hızla refaha kavuşturmak amacını güder. Kişi ve toplum mutluluğunu engelleyici bütün tesirleri yıkarak hürriyetleri sağlama ve korumayı devletin asıl görevi sayan bir anlayışla zulme, baskıya, sömürüye, güdümlü toplum olmaya karşı insan şeref ve haysiyetini temel hak ve hürriyetleri gerçekleştirmeyi, inançları serbestçe yaşamayı ilke edinen bir zihniyet içerisinde hürriyetçilik ve şahsiyetçilik ilkesi geliştirilmiştir. Burada bahsedilen “Hürriyet” Birleşmiş Milletler Anayasası’nda yazılı olan bütün hürriyetlerin sağlanması anlamında kullanılmıştır. (Söz, vicdan, yazı, bilim hürriyeti, sosyal, ekonomik hürriyet ...) VIII. Gelişmecilik ve Halkçılık Millî şahsiyeti koruyarak kesintisiz bir olgunlaşma, ilerleme ve yücelme ülküsü içerisinde halkın Ülkü Ocakları Genel Merkezi 273 www.ulkuocaklari.org.tr VII. Hürriyetçilik ve Şahsiyetçilik Ülkü Ocakları Eğitim Programı menfaatlerini en geniş şekilde ve aynı yöntemle yönetim ve denetim imkânları tanıyarak egemenliğin gerçek sahibi ve kaynağı olan Türk halkının her iyi şeye lâyık olduğu inancı içinde gelişmecilik ve halkçılık ilkesi geliştirilmiştir. Bu ilke; elde edilenle yetinmemek ve daima daha ilerisini istemek ve bunu elde etmek için gayret göstermek şuurudur. Ancak bu gayret ve çabalarda Türk milletinin tarihinden, millî benliğinden ve kökünden kopmadan yükselmek ve ilerlemek esas gayedir. Yapılacak her işte halka doğru halkla beraber olmayı ilerlemenin ve yükselmenin vazgeçilmez bir prensibi olarak kabul eder. IX. Endüstricilik ve Teknikçilik Ülkemizi en kısa zamanda ve en kısa yoldan bir bilgi toplumu hâline getirerek en yeni teknolojileri araştıran, bulan, elde eden bir toplum olarak dünyanın en gelişmiş ülkelerinin yanında şerefli yerini almasını sağlayacak sanayileşmeyi, teknolojik kalkınmayı başarmak ve hiçbir zaman lâyık bulmadığımız “gelişmekte olan ülkeler” sınıfından kurtularak “gelişmiş, kalkınmış, endüstri ötesi toplum” gibi sınıflara bir an önce erişmesini temin gayesiyle ifade olunur. MHP’ye göre “Devlet bölünmez bir bütün olan milletin teşkilâtlanmış hâlidir”. Bu teşkilâtlanmayı en iyi biçimde gerçekleştirecek olan da “millî devlet”tir. Millî devlet ise şu şekilde ifade edilmektedir. Birinci anlamda millî devlet, devletin tek ve aynı milletten kurulduğunu ifade eder. Millî devlet fikri ile milliyetçilik hukukî bir anlam kazanır. TC millî bir devlettir. Bir milletin kendi bağımsız devletini kurmasına, ona kendi adını, ülküsünü ve özelliklerini vermesine millî devlet adı verilir. Millî devlet emperyalizme karşı olup, devletlerin eşitliği ilkesine inanır. Millî devletin görevi adını taşıdığı milletin varlığını devam ettirmek, onu korumak ve yüceltmektir. Millî devlet, ülke ve milleti bölmek isteyen her davranışı yok etmek zorundadır. İkinci anlamda millî devlet; devletin kendisini meydana getiren milletin bütün fertlerini ve sosyal dilimlerini kucaklamak, onlara eşit bir şekilde hizmet etmektir. Bu anlamda millî devlet, bir hizmet ve refah devletidir. Millî devlette, devleti yöneten, iktidara sahip olan milletin bütünüdür. Milletin üstünde hiçbir fert, zümre veya sınıf, devleti yönetemez. MHP’nin 1977 seçim beyannamesinde millî devletten şöyle söz edilmektedir. “Ancak güçlü, dinamik, etkili bir devlettir ki, hızlı ve gerçekçi bir kalkınmayı gerçekleştirebilir. Bizim anlayışımızda iktisadî ve manevî kalkınmanın öncüsü, motoru ve mimarı, millî devlettir”. Partinin çeşitli yayınlarında sınıf sözcüğü kullanılmamaya özen gösterilerek toplumun altı sosyal sınıfa ayrıldığı belirtilir. İşçi, köylü, esnaf, memur, işveren ve serbest meslek sahiplerini kapsayan bu dilimlerden her birine devlet eşit bir şekilde muamele etmelidir. Ayrıca Meclis de bu altı sosyal sınıfın temsilcilerinden oluşacaktır. Irkçılığı reddeden MHP “millî” ya da “siyasî demokrasi” diye tanımladığı bir sistemi benimsemiştir. Siyasî demokrasi, siyasî hürriyetler rejimidir. Siyasî demokrasi milletin bütün fertlerinin siyasî kararların 274 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı alınmasına, siyasî organlara (parlâmento, belediye, vs.) seçme ve seçilme şeklinde katılır. Parlâmento siyasî temsil organı olduğundan, gerçek siyasî demokrasiden bahsedebilmemiz için parlâmentoda milleti meydana getiren bütün sosyal dilimlerin temsil edilmesi gerekir. MHP, tek bir Meclisin üzerinde güçlü yetkilerle donatılmış bir başkanın bulunduğu bir başkanlık sistemi önermekteydi. “Çağımız kuvvetli, adil ve hızlı icra çağıdır. Bunun için icra gücünün tek elde toplanması gerekir. İcra, Cumhurbaşkanlığı ve Başbakanlık olarak ikiye bölünemez. Türk tarih felsefesi ve töresinde icra organı hiçbir zaman bölünmemiş tek bir başkan tarafından yürütülmüştür. Başkan genel oy esasına göre millet tarafından seçilecek, böylece bizzat millete dayanan daha kuvvetli ve daha demokratik bir sistem meydana gelecektir. Siyasî demokrasiyi tamamlayan “iktisadî demokrasidir”. Türkeş “iktisadî demokrasiyi” bir milletin iktisadî meselelerde serbestçe oy sahibi olabilmesi, memleketin iktisadî kararlarına eşit bir şekilde katılabilmesi” biçiminde tanımlamıştır. “Millî sektör”ün kurulmasını ve devletin ekonomik alana müdahalesini zorunlu görmesine karşın “zamanla özel sektörün ağırlık kazandığı bir karma ekonomi”yi savunmuştur. Millî sektörle kastedilen şey; altı sosyal dilimin üretim araçlarına, fabrikalara sahip olmasıyla ortaya çıkacak “devlet sektörü” ve “özel sektör”den başka bir üçüncü sektördür. Sendika kurma özgürlüğüne karşı çıkan MHP’nin sendika kurma konusundaki görüşünü Türkeş, “Her iş kolunda tek ve mecburi üyeliğe dayanan sendikacılığın kurulmasını öne sürdük” diye özetlemiştir. Sosyal ve iktisadî alanda dikkati çeken bir diğer yaklaşım da “Tarım Kentleri” politikasıdır. Tarım kentleri birden çok küçük yerleşim birimlerinin (Köy, mezra gibi) bulunduğu bölgelerde coğrafi ve iktisadî şartlara göre belirlenecek ve en azından temel kamu hizmetlerinin (idarî, sağlık, eğitim vs.) düzenli ve yeterli olarak götürülebileceği merkezler oluşturmak fikrine dayanmaktadır. Taşrada refahı ve gelişmeyi sağlamanın bir yolu olarak düşünülen “Tarım Kentleri Projesi”nin şehir hayatını doğrudan etkileyecek bir tarafı da bulunmaktadır. Projenin uygulanmasının tabiî sonucu olarak hızlı ve düzensiz şehirleşme sorununun çözümü kolaylaşacaktır. Çünkü taşrada tarım kentlerinin gelişmesi şehre göç ihtiyacını azaltacaktır. Bu konu 1970’lerin CHP yönetimince “Köy Kent” 1990’larda DYP-CHP koalisyon hükûmetince “Merkez Köyler” adı altında tekrar gündeme getirildiği görülmektedir. Köylerin kalkınması için devletin yardımı yanında kurulacak olan Köy Yatırım ve Tasarruf Sendikalarının büyük yararlar sağlayacağı düşünülmüş, diğer taraftan köylerin ekonomik kalkınmasında vasıta olabilecek ikinci bir yol olarak toprak reformunun tatbiki ve kooperatiflerin hayata geçirilmesi Ülkü Ocakları Genel Merkezi 275 www.ulkuocaklari.org.tr Milliyetçi Hareket, her türlü sömürü düzenine karşıdır. Sermayenin emeği sömürmediği sermaye ve emeği millî menfaatler içinde dengeleyen bir düzen taraftarıdır. Emek ve sermaye birbirini yok eden, birbiriyle mücadele eden iki düşman unsur değil, birbirini tamamlayan iki kardeş unsur olarak ele alınmaktadır. Millî kalkınmanın ekonomik, gelişmenin hızla dengeli ve adil bir şekilde gerçekleşebilmesi ancak emek sermaye bütünleşmesiyle mümkün olabilecektir. MHP yabancı sermayeye karşı olmakla birlikte kalkınmanın tasarruf ve yaptırım unsurlarını karşılamak üzere bir işçi tasarruf ve yatırım sandığının kurulmasını öngörmektedir. Ülkü Ocakları Eğitim Programı vurgulanmıştır. Toprak reformu ile parçalanmış tarım topraklarının birleştirilmesi sağlanacak, ayrıca toprağı az veya hiç olmayan köylülere toprak verilecektir. Kurulacak Köy Tarım Kooperatifleri ile tarım işletmeciliğinde gerekli olan teknik araçlar ve krediler dağıtılacaktır. Bu kooperatifler pazarlama görevini de yürüteceklerdir. MHP görüldüğü gibi köy ve köylüye büyük önem vermektedir. Nüfusumuzun büyük bir çoğunluğunu oluşturan köylerimizin kalkınması için geliştirmiş olduğu politikalar oldukça isabetlidir. 1977 seçimleri öncesi 4 Haziran 1977’de radyoda yaptığı bir konuşmadaAlparslan Türkeş “Türkiye’yi... kısa zamanda dünyanın en ileri milleti hâline getirmenin mücadelesini vermekte olan MHP, 100 milyona ulaşacak nüfusla zengin ve dış Türkleri kollayacak güçlü bir Türkiye’yi hedef olarak göstermekteydi. MHP uluslar arası anlaşmalara sadık olduğunu söylemesine karşın “Ortak Pazar” köleliğine gerek ekonomik, gerek siyasî nedenlerden dolayı, kesinlikle karşı çıktığını açıkça belirtmişti. Türkçü milliyetçi niteliğin bir başka sonucu Türk törelerinin, geleneklerinin korunmasına verilen önemde kendini gösterir. “ Din konusuyla ilgili olarak MHP şu görüşleri ileri sürmektedir. “Biz vicdanların hür olacağı din ve mezhep çatışmalarının bahis konusu edilmeden millî bütünlüğü sağlayacak gerçek lâikliği savunuyoruz. Devletimiz Anayasamıza göre lâiktir. Milliyetçi Hareket din ve vicdan hürriyetinin baskıdan azade olmasını dinin devlete, devletin de dine müdahale etmemesini savunur. Lâikliğin anlamı budur, hür ve medenî ülkelerde de tatbiki böyledir. Din ve vicdan hürriyetini savunan MHP; lâikliği din düşmanlığı olarak görmemekle herhangi bir amaçla dinsel duyguların sömürülmesine karşı çıkmaktadır. MHP programında ilân ettiği temel hedeflere ulaşmada temel görüş ve kabullerine uygun olarak insanımızın eğitimini, hayata hazırlanmasını ve toplum içinde yerini almasını öncelikle ele almakta ve bunu millî varlığımızın devamı ve yücelmesinin teminatı olarak görmektedir. MHP’nin eğitim politikası iki amaca yönelmektedir: A- Eğitimin millileşmesi B- Eğitimin modernleşmesi Eğitimin millileşmesi demek eğitimin millî kültür ve gelenekleri genç nesillere benimsetmesi demektir. Bu gayeyi gerçekleştirmek başta dil, din, sanat, ahlâk olmak üzere bir milletin kültürel geleneklerini genç nesillere taşımasını sağlayabilmekle mümkün olur. Eğitim sadece millî kültür değerlerini genç nesillere benimsetmekle kalmamalı, aynı zamanda da gençlerin çağdaş medeniyetin (Endüstri ve tekniğin) talep ettiği bilgi ve maharetlerle donatmalıdır. Eğitimde fırsat eşitliğini benimseyen MHP, ilköğretimin mecburî 8 yıl olmasını yürekten desteklemiş, yabancı dil öğrenimini kolaylaştıran tedbirlerin alınması gereğini savunmuş.“yabancı dile, yabancı bir dil öğrenmeye karşı olmamıştır. MHP’nin Nüfus Politikası da hayli ilgi çekici hususlar veya görüşler ihtiva eder; Çeşitli neşriyatlarında nüfus kontrolüne emperyalizmin bir oyunu olarak bakmıştır. Ülkemizin, yüz 276 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı hatta iki yüz milyon insanı besleyebileceğini savunmuştur. Milletler arası politikada bir devletin kuvvetini gösteren üç unsurun ülke büyüklüğü, ekonomik kalkınma ve nüfus çokluğu olduğunu belirten parti, ülkemizin yeteri büyüklükte olması dolayısıyla nüfusunun artışıyla, Türkiye’nin dünya politikasında önemli bir yer işgal edeceğine inanır. Ayrıca çoğalan nüfusla iktisadî politika iyi değerlendirildiği takdirde kalkınma hızımızın artacağını iddia eder. Aile plânlaması çalışmalarında gerekli düzenlemeler yapmayı hedef edinen MHP, kürtaj ve insan vücuduna zarar verecek her türlü olumsuz uygulamaların da karşısındadır. MHP kuracağı devlette tehlikeye uğrayan herkese ne olursa olsun insan haysiyetine yaraşır, asgarî gelir garantisi ve azamî sağlık garantisi tanıyacağını belirtir. Bunlar “millî sosyal sigorta” ve “millî sağlık hizmeti teşkilâtları”nın kurulması ile gerçekleştirilecektir. MHP’nin fikir sisteminde ağırlıklı bir yere sahip olan “güçlü iktidar” ve “millî devlet” kavramları taraflı ve kasıtlı çevreler tarafından anlamsız bir şekilde faşizm ile mukayese edilmiştir. Bu değerlendirmelerde faşizmdeki anahtar kavramın başlı başına devlet olgusu olduğu göz ardı edilmektedir. Faşizme göre; insanların hakları devletin onlara verdiklerinden ibarettir. Vatandaşların canı da malı da devletindir. Faşizmde vatandaş devlet yararına çalışır. Devlet milletin ve onun hayatının tümünü yönetir. Tek bir parti idareyi ele geçirir. Bu parti askerî disipline tâbidir. Devlet bir şefin elindedir. MHP fikriyatında ise devlet millet için vardır ve devleti yaratan millet gerçeğidir, millî birlik bilincidir. Parti programında bu konuyu doğrulayan şu görüşlere yer verilir: Milletimiz için “millet” ve “devlet” kararları ayrılmaz bir bütünün iki aslî unsurudur. “Millet” olarak var olabilmek temel hedeftir Bunun yegâne vasıtası ise kudretli bir devlettir. MHP, devralınan tarihî mirasına bağlı olarak devlet varlığının tartışılamayacağını kabul ve ilân eder. Devletin, milletin duygu, düşünce ve temayüllerini temsil etmesine, maddî ve manevî değerlerini iç ve dış tehditlere karşı korumasına, milletimizi millî ülküler etrafında birleştirmesine kesinlikle inanır ve devleti, milletin hizmetinde görür. Devleti yönetenlerin kendilerini milletimizden üstün ve milletimizi güdülen sürü olarak görmelerini de açıkça reddeder. Sadece bu cümle bile faşizmin diktatörlük vasfına karşı oluşun bir ifadesidir. MHP’nin toplumu altı sosyal dilime ayırması ve iktidarın bu altı meslek grubunu kendi görüşleri doğrultusunda “korparasyonlar” biçiminde örgütleyerek ülkeyi yönetmeyi amaçlaması, toplumu aynı anda hem parçalama hem de birleştirme işlevini üstlendiğinin gözlenmesi faşizme benzetilmesine sebebiyet verebilmektedir. MHP’nin toplumu altı sosyal dilime ayırırken bunu sınıfsal bir yaklaşımla gerçekleştirmemiştir. Burada amaç toplumda var olan her meslek grubunun parlâmentoda temsilini sağlamaktır. Sadece Ülkü Ocakları Genel Merkezi 277 www.ulkuocaklari.org.tr MHP “devlet-millet” zıtlaşmasını değil “devlet-millet” bütünleşmesini savunur. Milletimizin ve vatanımızın bölünmez bütünlüğünün korunmasını; hürriyet, barış, kardeşlik ve refahın sağlanmasını, yalnızca milletin hizmetkârı kudretli ve fakat adil, her türlü anarşiyi terörle değil, insanî ve millî politikalarla ortadan kaldıran, insan haklarına kesin saygılı, millî demokratik hukuk devleti ile sağlanabileceğine inanır. Ülkü Ocakları Eğitim Programı belli bir grubun (işçi, sermeyadar vs.) sözcülüğünü yapmayıp tüm toplumun çıkarlarını korumayı görev bilmiştir. MHP hem faşizmi hem de nasyonal sosyalizmi reddeder. Tek partici, ırkçı, antidemokratik ve kapitalist olmaları bu rejimleri demokratik milliyetçilikten ayırır. Çünkü demokratik milliyetçilik, hür seçimlere, çok partili sisteme, demokrasiye, millî iradeye ve Türk milletine has bir toplumculuğa inanır. MHP, ırkçı ve Turancı bir görüşe sahip olduğu gerekçesiyle eleştirilmiştir. Eleştiriler karşısında verilen cevap ise şöyledir: Türk milliyetçiliği fikri bir kültür hareketi olduğu için ırkçılığı, halka dayandığı, halkın millî ve manevî değerlerinden kaynaklandığı için her türlü otoriter rejimleri reddeder. Erdoğan Teziç, “Batı taklitçiliğine ya da yabancıların hazırladığı reçetelere karşı çıkarken millî bünyemize uymayan parlâmenter sistem yerine başkanlık sistemi önerdiğini, bu sistemin ilk kez kapitalist bir ülke olan ABD’de ortaya çıktığını ve ancak bu ülkede uygulanabildiğini” iddia ederek MHP’nin “başkanlık sistemi” konusundaki görüşlerini eleştirmektedir. Teziç’in yanlı bir şekilde yaptığı anlaşılan bu tenkidinden, Türk tarihini lisans seviyesinde dahi idrak edemediği anlaşılmaktadır. “Başkan” kelimesi ve kavramı Türkler tarafından 11. yüzyıldan itibaren bilinmekte ve kullanılmaktaydı. Türk tarihinde bugünkü modern manada bir “başkanlık sistemi”nden bahsetmek mümkün olmamakla birlikte, “hakan, sultan, padişah, başkan” gibi adı her ne olursa olsun devletin başında bulunan şahıs hiçbir dönemde sorumsuz olmamıştır. Kurultay, Kengeç Meclisi, Töre gibi çoğulcu sistemi hatırlatan müesseseler ile padişah iradesi hemen hemen her dönemde sınırlanmıştır. Ayrıca Türklerde başa geçen hakan veya sultan daima milletine hizmet etmek için vardır. Bu davranış biçimi Türk devlet anlayışında daima mevcut olmuş ve bir gelenek olarak yerleşmiştir. Sonuç olarak tüm görüş ve eleştiriler ne şekilde olursa olsun Milliyetçi Hareket Partisi prensipleri ve ideolojisi ile bir realitedir. MHP özellikle gençlik kesiminde yaygın bir biçimde örgütlenmiştir. Partinin yandaş örgütü olan “Ülkü Ocakları” en önemli teşkilâtıdır.1965’ten sonra partinin gençlik kolları “Ülkü Ocakları Derneği” adı altında teşkilâtlanmaya başladı. 1978 yılında Ankara Valiliği, Ülkü Ocakları hakkında suç duyurusunda bulununca dernek feshedilip yerine Ülkücü Gençlik Dernekleri kuruldu. Bu dernek, 1980 yılında faaliyetlerini durdurmuştur. MHP, gençlikten başka çeşitli toplumsal kesimleri kapsayan bir dizi ülkücü kuruluş oluşturmuştu. Milliyetçi İşçi Sendikaları, Ülkücü Polisler Derneği, Ülkücü Kamu Görevlileri Güçbirliği Derneği, Ülkücü Öğretmenler Birliği Derneği, Ülkücü Esnaf ve Sanatkârlar Derneği, Ülkücü Köylüler Derneği gibi. Partinin resmî organı Hergün gazetesi ve onu destekleyen diğer gazeteler ise Ortadoğu, Bayrak ve Millet’tir. MHP’yi destekleyen dergiler ise şunlardır: Töre, Devlet, Bozkurt, Ocak, Genç Arkadaş, Ülkü Tek, Yiğit Köylüm, Millî Hareket, Türkiye ve Dünya vb. 1970–1980 Döneminde MHP’nin Siyasî Faaliyetleri 1969 seçimlerinden sonra ülkedeki tansiyonun yavaş yavaş yükseldiği görülür. İktidarda olan Adalet Partisi içerisinde de toplumsal yapıdan kaynaklanan önemli bir bunalım oluşuyordu. Sonraları 278 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı Demokratik Parti olayına yol açacak bu bunalım 1970 bütçe oylamasında kendini göstermiş ve Demirel’in bütçesi kendi partisinin milletvekillerinin ret oyu ile kabul edilmemiştir. İzlenen ekonomik politikalar sonucunda pahalılık baş göstermiş, petrol krizi, öğrenci eylemleri, silâhlı hareketler vb. olaylar ülkeyi yeniden bir darbenin eşiğine sürüklemişti. Sonuçta 12 Mart 1971’de Genel Kurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları, Cumhurbaşkanı ve Meclis Başkanlarına ortak bir muhtıra vererek “12 Mart Rejimi” diye anılan dönemi başlatmışlardı. 1971–1973 yılları arasında partiler üstü hükûmetlerin faaliyetlerini görüyoruz. Geliştirilen formüle göre CHP’den istifa ederek ve partiler üstü bir başbakan olarak görevlendirilen Nihat Erim 5’i AP’li, 3’ü CHP’li, 1’i MHP’li 8 siyasetçi ile kabineyi kurmuştur. Nihat Erim, ikinci hükûmetini 11 Aralık 1971 günü kurmuş ancak 22 Mayıs 1972 tarihine kadar 5 ay devam edebilmişti. Ülkeyi kanun hükmünde kararnamelerle yönetmek isteyen Nihat Erim’in bu isteği parlâmentoda kabul görmeyince Erim görevinden istifa etmiştir. Daha sonra Ferit Melen ve Naim Talu hükûmetlerini görmekteyiz. Naim Talu hükûmeti bir geçiş hükûmetidir. AP ve CGP koalisyonundan oluşur ve hedefi ülkeyi genel seçimlere götürmektir. Muhalefette ise CHP’nin yanı sıra MSP, DP, TBP, MP ve MHP yerlerini almaktaydılar. 12 Mart döneminden sonra siyasete dönüş 14 Ekim 1973 seçimleriyle gerçekleşmiştir. Seçim sonuçlarına göre; CHP oyların %33’ünü alarak 185 milletvekilliği çıkartmıştır. MHP ise oy oranını %3,4’e, milletvekili sayısını da birden üçe yükseltmiştir. MHP listesinden milletvekili seçilenler Alparslan Türkeş, Mustafa Kemal Erkovan ve Ali Fuat Eyüpoğlu’dur. MHP yönetiminin bu seçimlerde Mecliste grup kurma beklentisi olmasına rağmen bu hedefe ulaşılamamıştır. Bu seçimlerden sonra hiçbir partiye tek başına hükûmeti kurma imkânı doğmadığından uzun pazarlık dönemi başlamıştır. Sonuçta 26 Ocak 1974’te CHP ile MSP, Bülent Ecevit’in başkanlığında bir karma hükûmet kurabilmişlerdir. Fakat Kıbrıs müdahalesi sonrasında koalisyon ortakları arasında çıkan anlaşmazlık Bülent Ecevit’in istifasıyla sonuçlanmıştır. Bu istifadan sonra güvenoyu alamamasına rağmen Sadi Irmak yeni hükûmet kurulana kadar ülkeyi yönetmiştir. Nihayet 31 Mart 1975’te Demirel başkanlığında kurulan Adalet Partisi, Millî Selâmet Partisi, Cumhuriyetçi Güven Partisi ve Milliyetçi Hareket Partisi dörtlüsünden oluşan ilk “Milliyetçi Cephe Hükûmeti” 218’e karşı 222 oyla güvenoyu almıştır. Bir süre sonra partiler hükûmet icraatlarında birbirlerinin aleyhine hareket etmeye başlamışlardır. Ülkede hem ekonomik hem de sosyal durum kötüye gitmekteydi. Enflâsyon yukarı tırmanırken, terör olaylarında artış görülmekteydi. 1 Mayıs 1977’de İstanbul Taksim’deki kutlamalarda 37 kişinin ölümü ve birçok kişinin yaralanması anarşi olaylarının tırmandığının en önemli delilidir. Terör olaylardaki artış 1977 seçimlerinin dört ay öne alınmasına sebep olmuştur. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 279 www.ulkuocaklari.org.tr MHP’nin siyasî arenada etkin rol oynaması bu hükûmetin kurulmasıyla başlamıştır. MHP Mecliste iki bakan ile temsil edilmiştir. Bu bakanlar; Alparslan Türkeş ve Mustafa Kemal Erkovan’dır. Ülkü Ocakları Eğitim Programı Bu ortam içerisinde yapılan1977 seçimlerinde, CHP %41 oy oranı ile 213 milletvekili çıkarmıştır. MHP ise %6,4 oy oranı ile 16 milletvekili kazanmıştır. Bu milletvekilleri şunlardır; Alparslan Türkeş, Necati Gültekin, İhsan Karaçam, Mehmet Irmak, Tahir Şaşmaz, Nevzat Kösoğlu, Cengiz Gökçek, Turan Koçal, M.Yusuf Özbaş, Mehmet Doğan, Agâh Oktay Güner, İhsan Kabadayı, Sadi Somuncuoğlu, Ali Gürbüz, Faruk Demirtola, Ömer Çakıroğlu ve Ali Fuat Eyüpoğlu. Bu sonuçlar karşısında hükûmeti kurma görevi Ecevit’e verilmiştir. Ecevit’in kurduğu azınlık hükûmeti güvenoyu alamayınca 22 Temmuz 1977’de AP, MSP ve MHP’den oluşan II. Milliyetçi Cephe Hükûmeti kurulmuştur. Bu defa MHP kabinede beş bakanlık elde etmiştir. MHP’nin bakanları şunlardır; Alparslan Türkeş, Sadi Somuncuoğlu, A.Oktay Güner, Cengiz Gökçek ve Gün Sazak. II. Milliyetçi Cephe Hükûmeti gensoru ile düşürülen ilk hükûmet unvanına sahiptir. Daha sonra Ecevit’in kurmuş olduğu hükûmet yine Ecevit’in istifasıyla sonuçlanmış ve Demirel’in azınlık hükûmeti kurulmuştur. Bu hükûmetin kurulmasında MSP ve MHP’nin büyük desteği söz konusudur. Yeni hükûmetin kurulmasına rağmen ülkede istikrar sağlanamamış, siyasî bunalım da her geçen gün artmış ve sonuçta 12 Eylül darbesi gerçekleşmiştir. 12 EYLÜL SONRASINDA MİLLİYETÇİ HAREKET PARTİSİ Darbe ile birlikte devlet yönetimine el konulmuş, yasama ve yürütme yetkilerinin MGK tarafından kullanılacağı açıklanmış, kısa zamanda bakanlar kurulu kurularak yürütme yetkisinin bu kurula bırakılacağı, her kademedeki siyasî faaliyet durdurulmuş, parti başkanlarının can güvenliğini sağlamak amacı ile TSK’nin koruma ve gözetiminde belirli yerlerde ikamete tabi tutulmuşlar, parlâmento ve hükûmet feshedilmiştir. 13 Eylül 1980 tarihinde Bülent Ecevit ile Süleyman Demirel Gelibolu Hamzakoy’da, Necmettin Erbakan ise İzmir Uzunada’da gözetime alındılar. Bundan sonra AP’den 7, CHP’den 25, MHP’den 11, MSP’den 5 kişi de gözetime. MHP lideri Alparslan Türkeş ise müdahalenin üçüncü günü teslim olmuş ve Uzunada’ya gönderilmiştir. 27 Ekim 1980 tarih ve 2323 sayılı kanunla faaliyetleri durdurulan siyasî partiler, 16 Ekim 1981 tarih ve 2533 sayılı Siyasî Partilerin Feshine Dair Kanun ile tümden feshedildi ve partilerin para dâhil taşınır veya taşınmaz bütün mal varlıkları hazineye devredildi. Aynı yasa ile 13 Temmuz 1965 tarihli SPK’de yürürlükten kaldırıldı. 29 Nisan 1981 tarihinde ise MHP hakkında “Anayasal düzenin, cumhuriyetçilik ve demokrasi ilkelerine aykırı olarak devletin tek bir kişi tarafından yönetilmesi amacına yönelik değiştirilmesine zor yoluyla kalkışmak; Türkiye ahalisini birbiri aleyhine silâhlandırarak toplu kıyıma yönlendirmek, toplu kıyıma neden olmak, bu cürümlere katılmak; TCK’nin 149 ve 146. maddelerinde yazılı cürümleri, işlemek için silâhlı cemiyet oluşturmak” vb. iddialarıyla askeri savcılıkça, kamu davası açılmıştır. MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası 5 yıl, 11 ay, 8 gün sürmüş, 333 duruşmaya sahne olmuş ve 7 Nisan 1987’de neticelenmiştir. Ankara 1 Numaralı Askerî Mahkemesinde görülen 392 sanıklı davada MHP lideri Alpaslan Türkeş’e 11 yıl, 1 ay, 10 gün hapis cezası verilmiştir. Partinin genel idare kurulu 280 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı üyelerinin tamamı beraat ederken 5 sanık hakkında idam cezası verilmiştir. 150 sanığın beraat ettiği davada 9 sanık hakkında müebbet hapis, 219 sanık hakkında 6 yıl ilâ 36 yıl arasında değişen hapis ve 6 sanık hakkında da görevsizlik kararı verilmiştir. 3 sanık hakkındaki dava düşerken, 2 sanık da yargılama sırasında vefat etmiştir. Yargılama süresi içinde kalbinden rahatsızlanan Alparslan Türkeş 29 Mayıs 1983’te Askerî Mevkii Hastanesine kaldırılmıştır. 4 yıl, 5 ay, 28 gün tutuklu kalan MHP lideri tutuklu kaldığı süre göz önünde bulundurularak bir gün hapis cezasından sonra tahliye edilmiştir. Aslında iddianamenin temel hareket noktası, MHP’de tecessüm eden Türk milliyetçiliği fikriyatını, faşizmin ve nasyonal sosyalizmin bir türevi gibi değerlendirme anlayışıydı. Bu hususa işaret eden Türkeş, “Devlet ve millet adına görev ifa eden bir makamda bulunan kişilerin milliyetçilik fikrini suçlamaları millî birliği sabote edilmek istenen bu ülkenin geleceğinde tahripkâr neticeler doğuracaktır.” değerlendirmesini yapmıştır. Ayrıca Alparslan Türkeş 12 Eylül’le ilgili şu değerlendirmeyi yapmaktadır; “12 Eylül Hareketi’nin yapılmasına lüzum yoktu, ülkenin her yerinde sıkıyönetim ilân edilmişti. Bu şartlar altında sıkıyönetim müesseseleri hakkıyla görevini yapsaydı, terör kısa zamanda çözümlenirdi. 12 Eylül Hareketi’nin vatana, devlete kazandırdığı hiçbir şey yoktur. Türk devletinin temel felsefesi olan milliyetçiliği ezmiş, milliyetçileri lekeli ve suçlu insanlar olarak göstermiş ve Türk milletini yaşatacak düşünce olan Türk milliyetçiliğini korkulup, benimsenmemesi icap eden bir düşünce olarak insanların zihinlerine yerleştirmeye çalışmıştır. Ülkücülere duyulan garazkârlık dolayısıyla, onları karalamak için Atatürk milliyetçiliği tabiri icat edilmiş ve ilme aykırı olan bu deyim Anayasa’ya geçirilmiştir. Oysa Atatürk’ün kendisi bile konuşmalarında “müfrit milliyetperveriz” demekle hiçbir zaman Atatürk milliyetçiliği diye bir tabir kullanmamıştır”. Esasında 12 Eylül mahkemelerinde yapılmak istenen farklı bir milliyetçiliğin kavramlaştırılması ile MHP’nin temsil ettiği milliyetçilik anlayışının meşruiyet zeminini yok etmektir. Yeni partilerin kurulduğu 1983’te MHP kadrolarının önemli bir bölümü ANAP’ta, daha küçük bir kısmı da DYP’de yer aldılar. MHP’yi müstakil olarak sürdürmek isteyen kadrolar ise 7 Temmuz 1983’te Muhafazakâr Parti’yi kurdular. MP’nin kurucular listesinde yer alan bazı isimler şunlardır; Mehmet Pamak, Ali Koç, Ahmet Karaca, M. Kazım İlkhan, Ahmet Ersen, Kemalettin Toros, Kani Özden, Ahmet Özsoy ve Sabahattin Çankaya. MHP’nin lideri Alpaslan Türkeş’in manevî desteğini de alan MP, özellikle Türk milliyetçilerini çatısı altında toplamak için büyük gayret sarf etmiştir. Partinin ilk genel başkanlığına Danışma Meclisindeki çalışmaları ile dikkat çeken Mehmet Pamak seçilmiştir. Muhafazakâr Parti’nin kuruluş dilekçesi İçişleri Bakanlığı’na verilirken adının başında bulunan “Cumhuriyetçi” kelimesi Cumhuriyet Başsavcılığının itirazı üzerine kaldırılır. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 281 www.ulkuocaklari.org.tr Yeniden Partileşme ve Muhafazakâr Parti Ülkü Ocakları Eğitim Programı Basında MP’nin kadro ve fraksiyon itibariyle MHP’nin devamı olduğu şeklinde haberlerin yayıldığı bir sırada 26 Temmuz 1983 günü Millî Güvenlik Konseyi’nin 100 nolu kararı ile parti kurucularından 25 kişi veto edilir. Uygun görülmeyen üyeler şunlardır; 1. Mehmet Pamak 14. Ali Koç 2. İbrahim Ahi 15. Mevlüt Mutlu 3. Mehmet Çalışkan 16. Kâmil Özden 4. Sabahattin Çankaya 17. Bahadır Özel 5. Melek Denli 18. Zekâ Özkan 6. İbrahim Dönmez 19. M. Kemal Özkan 7. Münir Efe 20. Ahmet Sayımlar 8. Ahmet Ersen 21. M. Ramazan Sönmez 9. Yusuf Fetvacı 22. M. Kemalettin Toros 10. M. Kâzım İlkhan 23. Ahmet Uslu 11. Yaşar İmeci 24. M. Tufan Yaşar 12. Ahmet Kahraman 25. H. İbrahim Yücel 13. Ahmet Karaca Büyük darbe alan MP’de genel başkanlığa veto barajını aşmayı başaran Ahmet Özsoy seçilir. Bu arada MGK, 16 Ağustos 1983 tarihinde 117 sayılı kararı ile MP’nin 19 üyesini daha veto eder. Veto edilen yeni kurucular şunlardır; 1. Emin Acar 11.Ferhat Özengin 2. İbrahim Açık 12. Asım Sonmete 3. Kazım Atakul 13. Kenan Şahan 4. Şahin Başbuğ 14. Dürdane Şahin 5. Hüseyin Çelikcan 15. Ali Şeker 6. Kadir Demirel 16. Necati Şentürk 7. Beytullah Demirhan 17. Cevdet Tosçu 8. Kenan Ertan 18.M. Akif Tuncer 9. B. Özkan Gölmez 19. Mahmut Tütüncü 10. İbrahim Kocaoğlu Bu vetolara rağmen MP, anayasaya uygun olarak; seçimler yoluyla tüzük ve programında belirlenen (milliyetçi, muhafazakâr) görüşler doğrultusunda millî iradenin oluşmasını sağlama, demokratik devlet anlayışının tesisi amacıyla, ülke çapında teşkilâtlanmasını tamamlamaya çalışmıştır. Muhafazakâr Parti Programı “Hür Millet”, “Mili Devlet” ve “Güçlü İktidar” vadeder. Program dikkatle incelendiğinde MHP programı ile benzerlikler hemen göze çarpar. MP’nin milliyetçileri ortak bir çatı altında toplamada yeterince başarılı olduğu söylenemez. Öncelikle, 282 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı MHP davasının yol açtığı gergin ortam, milliyetçi camiada geleceği kestirebilme bakımından zorluklar doğurmuştur. İkinci olarak vetolar nedeniyle MP kuruluşunun ilk yıllında üç genel başkan değiştirmek zorunda kalmıştır. Ayrıca seçimlere katılamayış da MP için bir dezavantaj teşkil etmiştir. 1985 yılında MP içinde yeni bir kadro değişikliği gerçekleşir. Ali Koç Genel Başkan, M. Ali Erdoğan Genel Başkan Yardımcısı, İbrahim Dönmez de Genel Sekreter olur. MP I. Büyük Kongresi 30 Kasım 1985 günü Ankara’da yapıldı. Kongrede tek aday olarak gösterilen Ali Koç Genel Başkan olurken, partinin adı “Milliyetçi Çalışma Partisi” olarak değiştiriliyordu. Türkiye üzerinde yükselen bir çınar ağacından oluşan eski parti amblemi yerine kırmızı zemin üzerinde beyaz bir hilâl ve etrafından “9 Işık”ı temsilen 9 yıldızdan oluşan yeni amblem kabul ediliyordu. 1987 yılı içerisinde MÇP iki olağanüstü kongre yaşamıştır. Birincisi Genel Başkan Ali Koç’un istifası üzerine 19 Nisan günü Ankara’da gerçekleştirilmiştir. Abdülkerim Doğru’nun Genel Başkan seçilmesiyle sonuçlanan kongrede Devlet Bahçeli Genel Sekreterliğe getirilmiştir. MÇP Genel Başkanlığa seçilen Abdulkerim Doğru’nun eski MSP milletvekili olması birtakım tartışmalara sebebiyet vermiştir. MHP’nin temelini oluşturan milliyetçilik fikri din ile bir çatışma hâlinde kesinlikle olmamasına rağmen, “Din” karşısında “Milliyetçilik”in ikinci plâna düştüğü yorumları yapılmıştır. 6 Eylül 1987’de referandumla siyaset yasağı kalkan Türkeş, 20 Eylül 1987’de MÇP’ye kaydını yaptırmıştır. Bu gelişme sonrasında olağanüstü kongre kararı almış ve 4 Ekim 1987’de yapılan II. Olağanüstü Kongrede 210 delegenin oyunu alan Alparslan Türkeş MÇP Genel Başkanlığına seçilmiştir. 26 Kasım 1987 Genel Seçimleri MÇP için ilk ciddî sınav olmuş, ancak arzu edilen başarı sağlanamamıştır. MÇP bu seçimlerde %2.91 oranında oy almıştır. MÇP’nin II. Olağan Kongresi 27 Kasım 1988 tarihinde gerçekleştirilmiş, Alparslan Türkeş yeniden Genel Başkan seçilmiştir. Ayrıca bu kongrede parti programında değişiklikler yapılmış ve 9 Işık doktrini temel prensip olarak programın çatısını oluşturmuştur. www.ulkuocaklari.org.tr MÇP, 26 Mart 1989’daki yerel seçimlerde Türkiye çapındaki oy oranını %4,1’e yükseltti. 20 Ekim 1991’de yapılan genel seçimlere ise MÇP, RP ve IDP ile seçim ittifakı yaparak girmiştir. %16.9 oranında oy alan bu ittifak parlâmentoya girmeye hak kazanmıştır. Seçimden kısa süre sonra ittifaktan ayrılan Alparslan Türkeş ve 18 arkadaşı “Demokratik Hareket Partisi (DHP)”ni kurdular. 29 Aralık 1991’de yapılan III. Olağan Kongre de bu 19 milletvekili MÇP’ye katılmışlardır. Böylelikle DHP kendi kendini feshetmiş oluyordu. Bu kongrede Alparslan Türkeş yeniden Genel Başkan seçilmiştir. Bu dönemde parlâmentoda MÇP’yi temsil eden milletvekilleri şunlardır. 1. Alparslan Türkeş 11. Mustafa Dağcı 2. İsmet Gür 12.Osman Develioğlu 3. Muharrem Şemsek 13. Seyfi Şahin 4. Tuncay Şekercioğlu 14. Musa Erarıcı 5. Rıza Müftüoğlu 15. Servet Turgut Ülkü Ocakları Genel Merkezi 283 Ülkü Ocakları Eğitim Programı 6. Oktay Öztürk 16. Muhsin Yazıcıoğlu 7. Esat Bütün 17. Ahmet Özdemir 8. Ökkeş Şendiller 18. Koray Aydın 9. Saffet Topaktaş 19. Yaşar Erbaz 10. Seyit O. Sevimli MÇP, Mecliste grup kurma hazırlığı içinde iken 7 Temmuz 1992’de Muhsin Yazıcıoğlu’nun başını çektiği 6 milletvekili ile birlikte MÇP’den istifa ederek ve bir süre sonra Büyük Birlik Partisi adında yeni bir parti kurmuşlardı. Yeniden MHP Siyasî partileri kapatan 12 Eylül yönetimince yasalaştırılan “Siyasî Partilerin Feshi ve Kanun”un 19 Haziran 1982’de iptaliyle MHP’nin yeniden açılması gündeme gelmiştir. Bazı yöneticiler MHP’nin maddî ve fikrî potansiyelini kucaklayamayan MÇP’nin yeniden açılacak MHP’nin bir bileşeni olması gerektiğini savunuyorlardı. MHP’nin yeniden açılması tartışmaları devam ederken 27 Aralık 1992 günü toplanan MHP’nin son kurultayında delegeler, partinin feshine, isminin ve ambleminin MÇP tarafından kullanılabileceğine karar vermişlerdir. Bu gelişme üzerine 24 Ocak 1993’te yapılan Olağanüstü Kongreyle MÇP, MHP adını almış ve üç hilâlli amblemin tekrar kullanılmasına karar verilmiştir. Böylece MHP ikinci defa doğmuş, “Milliyetçi Hareket” adıyla temsil edilen yaklaşık 30 yıllık misyon, bütün olumsuzluklara rağmen ayakta kalmayı başarmıştır. Cumhuriyet dönemi siyasî partileri içinde MHP, girdiği her seçimde oy oranını daima yükseltebilen nadir siyasî partiler arasında gösterilmektedir. MHP, milliyetçiliğin popülerleştiği bir siyasî atmosferde 27 Mart 1994 mahallî seçimlere girerek %8.18 oranında oy ile tarihindeki en yüksek gücüne ulaşmıştır. MHP’nin bu yükselişine şüphesiz “ılımlı, makul, uzlaşmacı, sorumlu, bilge devlet adamı”, görüntüsü çizen Türkeş’in büyük payı olmuştur. 1989’da Sovyet sisteminin çöküşü ile birlikte bu sistem içindeki Türk Cumhuriyetlerinin bağımsızlığını kazanması, 1984’ten beri devam PKK terörürün 1990’lı yıllarda doruğa ulaşması karşısında MHP’nin takip etmeye çalıştığı politika Türk kamuoyunda takdirle karşılanmış, bu durum MHP’nin yükselişinde önemli bir rol oynamıştır. Ayrıca yükseliş sebeplerinden biri de sorumlu muhalefet anlayışına sahip olmasıdır. Netice itibarıyla MHP’nin 1989 mahallî seçimlerinden sonra çizdiği yükselen grafik, fikrî alt yapısını koruyarak daha geniş kitlelerin hissiyatına tercüman olmasına, fikir partisi ile kitle partisi olmanın gereklerini bağdaştırabilen bir yapıya kavuşmasına bağlayabiliriz. Ancak Aralık 1995’te yapılan genel seçimlerde MHP %8.18 oy toplamasına rağmen %10 barajını aşamadığı için TBMM’ye milletvekili sokamamıştır. 284 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı Alparslan Türkeş’in 1964 yılında siyasete doğrudan girmesiyle başlayıp 1969 yılında tamamlanan süreçte Türk milliyetçiliği davası, derlenip toparlanmaya, daha doktriner bir hüviyet kazanmaya başlamış, kendi özgün ve dinamik siyasi partisine kavuşmuştur. Bu süreç, dağınık, siyasi etkinliği çok zayıf ve özgüven bunalımı yaşayan bir camianın varlığını çok iyi gözlemleyen, Türk milletinin yeni bir dirlik, birlik ve kalkınma hamlesine ihtiyacı olduğunu hisseden siyasî iradenin, inancın, kararlığın ürünüdür. Yani Merhum Liderimiz Alparslan Türkeş’in önderliğindeki kadronun iradesinin ve çabalarının eseridir. Milliyetçi-ülkücü hareket, büyük ve güçlü Türkiye’nin mimarı olarak doğmuş ve gelişmiştir. Türk milliyetçiliği hareketinin yeniden yapılandırılması aşamasını, bütün milliyetçilerin, vatanseverlerin, bütün dağınık parçaların bir araya getirilmesi ile fikri alt yapının geliştirilmesi ve projelerin ortaya konması aşaması izlemiştir. Tabi bütün bu aşamalar, çok zorlu ve uzun soluklu bir mücadeleyi, ilmik ilmik örülme anlamında zahmetli çabaları ifade etmektedir. Çünkü Türk milliyetçileri, önlerine çıkartılan bir çok engeli aşmak, yoğun karalama kampanyalarını göğüslemek için olağan üstü çabalar sarf etmek zorunda kalmışlardır. Türk milliyetçiliği davasının doğrudan siyasi alana taşındığı, yani rahmetli Başbuğumuzun Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’nin genel başkanı seçildiği günden itibaren başta faşizm olmak üzere sürekli eleştiriler yöneltilmesi, Türk gençliğinin çeşitli oyunların içine çekilmeye çalışılması Milliyetçi Hareket’in gelişimini etkilemiştir. İşte milliyetçi-ülkücü hareket, bir taraftan bu tür karalama kampanyalarıyla ve terör belasıyla uğraşmak, bir tarafta da dünya ve ülke sorunlarıyla ilgilenmek, çözümler üretmek durumunda kalmış, siya-si hayatın gereklerini yerine getirmeye çalışmıştır. Bu mücadelenin bir de imkânsızlıklar içinde yürütüldüğü düşünüldüğünde, anlamı, önemi ve büyüklüğü daha iyi anlaşılmaktadır. Milliyetçi Hareket Partisi, böyle bir zorlu mücadele geleneğine ve olumsuzluklara rağmen, iktidar ortağı olduğu zamanlarda ülkeye hizmet etmenin en iyi örneklerini sergilemekten de geri kalmamıştır. Türkiye Büyük Millet Meclisindeki MHP, ciddiyet, çalışkanlık ve ülke çıkarıyla özdeşleştirilir olmuştur. Bu dönemde, yine, gençliğin yıkıcı ve bölücü fikirlere kapılmamasında, kültürel yabancılaşma hastalığına yakalanmamalarında kalkan işlevi görmüştür. Alparslan Türkeş’in önderliğindeki Milliyetçi Hareket, bu tarihî görevini, genç nüfusun millî ve manevî değerlerle donanmış idealist bir gençlik olarak yetişmesini sağlayarak yerine getirmiştir. Türk siyasî hayatında “Başbuğ” olarak bilinen, Milliyetçi Hareket Partisi’nin efsanevî lideri Başbuğ Alparslan Türkeş, 4 Nisan 1997 tarihinde geçirdiği bir kalp spazmı sonucu vefat etti. Başbuğ Türkeş’in ölüm haberi, Türkiye ve Türk dünyasında büyük tesirler meydana getirmiş ve özellikle ülkemizi yasa boğmuştur. Alparslan Türkeş, 4 Nisan tarihinde Ankara Hilton Oteli’nde katıldığı bir nişan merasimi dönüşü özel aracında saat 22.30 sıralarında fenalaştı. Araba ile hastaneye götürülürken yanında bulunanlara “Arabanın camını açın, daraldım” diyen Türkeş’in bu sıralarda yüzü sarardı ve nefesi sıkıştı. Bunun üzerine evine en yakın yerde bulunan Fatih Üniversitesi Çankaya Tıp Merkezi’ne götürülen Türkeş’e burada kalbi güçlendirici iğneler yapıldı. Alparslan Türkeş’e burada ilk müdahaleyi yapan Dr. Hüseyin Ülkü Ocakları Genel Merkezi 285 www.ulkuocaklari.org.tr Başbuğ Alparslan Türkeş›in Vefatı Ve Cenaze Merasimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Aka olayı şöyle anlatmıştır: “Sayın Türkeş’in rahatsızlanarak hastanemize getirildiği söylenince apar topar geldim. Saat 22.45 civarındaydı. Bize gelir gelmez baktım durumu iyi değil. Hemen müdahaleye aldık. Müdahale 10 dakika kadar sürdü. Bu arada Bayındır Tıp Merkezi’ni arayarak hazırlık yapmalarını haber verdik. Prof. Dr. Arif Özdemir’le birlikte 5 dakika içinde Bayındır Tıp Merkezi’ne götürdük. Bu arada ambulans içinde suni teneffüse devam ettik. Gayet güzel müdahaleler yapıldı. Ama bize geldiğinde de kalbi çalışmıyordu .” Çankaya Tıp Merkezi›nde yapılan bu müdahaleler sonuç vermeyince, Alparslan Türkeş korumaları tarafından acil olarak Bayındır Tıp Merkezi›ne saat 23.15 sıralarında getirildi. Nöbetçi Doktor Sertaç Yıldırım›ın yaptığı açıklamaya göre Alparslan Türkeş›in hastaneye getirildiğinde kalbi tamamen durmuştu. Kendisine masaj ve şok tedavisi uygulandı. Yoğun bakımı sırasında bir ara kalbi yeniden çalışır gibi olduysa da alınan bütün tıbbî tedbirlere rağmen Başbuğ Türkeş›in vefatına engel olunamadı. Başbuğ Türkeş’in vefat haberi uzun süre doğrulanamadı. Haberin çeşitli televizyon kanallarında duyurulmaya başlamasından itibaren ülkücüler hastane önünde toplanmaya başladı. “Türkeş öldü” haberini kabullenmek istemeyen ülkücüler, hastane önünde dua edip ağladı ve tekbir getirdi. Nihayet Bayındır Tıp Merkezi’nin yetkilileri Alparslan Türkeş ile ilgili acı haberi saat 03.15 civarında resmen açıkladı. ...Ve son Başbuğ artık yoktu. Seksen yıllık ömrü sona ermiş, ardında gözü yaşlı milyonlar bırakarak göçüp gitmişti. O gece ülkücüler uyumadı. Başbuğlarının ölüm haberini duyan talebeleri ve dava arkadaşları sabaha kadar gözlerini kırpmadan beklediler. Alparslan Türkeş’in Tıbbî Ölüm Raporu Türkeş’in tıbbî ölüm raporu, Ankara Bayındır Tıp Merkezi’nde hazırlandı. Türkeş’in ölüm raporu şu şekildedir; “ Sayın Alparslan Türkeş, 4 Nisan 1997 Cuma gecesi saat 23.15’te kalp ve solunum durmasıyla hastanemiz acil servisine getirilmiştir. Derhâl yoğun bakıma alınarak resusitasyona devam edilmiştir. 3.5 saat süreyle yapılan resusitasyona yanıt alınamamıştır. Yapılan nörolojik, kardiyolojik anestezi ve reanimasyon, göğüs hastalıkları muayeneleri, ERA ve EKG tetkikleri ile hastanın ex olduğuna karar verilmiştir.(Karar saati:02.30) Doç. Dr. Yaman Zorlutuna (Bayındır Tıp Merkezi Başhekimi), Prof. Dr. Ferhan Özmen (Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Kardiyoloji Öğretim Üyesi), Doç. Dr. Nuri Özgirgin (Bayındır Tıp Merkezi KBB Uzmanı), Prof. Dr. Arif Özdemir (Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Öğretim Üyesi), Doç. Dr. Nadir Banudak (GATA Kornea Yoğun Bakım Şefi), Prof. Dr. İrfan Sabah(Acil Yardım Hastanesi Kardiyoloji Bölümü), Dr. Murat Sümer(Bayındır Tıp Merkezi Nöroloji Uzmanı), Dr. Serap Bilen Hızek 286 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı (Bayındır Tıp Merkezi Göğüs Hastalıkları Uzmanı), Dr. Funda Yağcı (Bayındır Tıp Merkezi Anestezi Uzmanı), Dr. Hüseyin Aka (Fatih Üniversitesi Çankaya Tıp Merkezi).” Cenaze Merasimi MHP Genel Merkezi’nce yapılan açıklamada cenaze merasiminin 8 Nisan 1997 tarihinde yapılacağı duyurmuş ve törenle ilgili programı şu şekilde tespit edilmiştir; “Alparslan Türkeş’in cenazesi bugün (8.4.1997) saat 8.30 ‘da Bayındır Tıp Merkezi’nden alınarak Eskişehir Yolu üzerinden TBMM’ye getirilecek. TBMM’de düzenlenecek törenden sonra Türkeş’in cenazesi MHP Genel Merkezi’nin bulunduğu Karanfil Sokağına götürülecek. Kocatepe Camii’nde kılınacak cenaze namazından sonra Türkeş’in naaş’ı Meşrutiyet Caddesi, Kızılay, Gazi Mustafa Kemal Bulvarı, Tandoğan ve Beşevler üzerinden toprağa verileceği yer olan Atatürk Orman Çiftliğindeki Anıt Mezar alanına götürülecek” Son Yolculuk Alparslan Türkeş için 8 Nisan 1997 Salı günü düzenlenen cenaze törenine on binlerce kişi katıldı. Onu son yolculuğunda yalnız bırakmak istemeyen MHP’liler, gerek yurt içinden gerekse yurt dışından Ankara’ya akın ettiler. Ankara, Alparslan Türkeş’e son görevini yapmak ve ebedî yolculuğuna uğurlamak üzere, o tarihî gün için hazırlık yaptı. Türkeş’in cenazesine katılmak için gelenlerin çokluğu ve nisan ayı olmasına rağmen, anî olarak bastıran kar yağışı nedeniyle 8 Nisan günü sabaha karşı Eskişehir, Samsun, Konya ve İstanbul yolları tıkandı. Tören için başkente yaklaşık 4 bin civarında araç geldi. Türkeş için üç ayrı cenaze töreni düzenlendi. Cenaze töreni için ilk toplanma Türkeş’in naaş’ının bulunduğu Bayındır Tıp Merkezi önünde oldu. MHP yetkilileri, binlerce partili, Türkeş’in naaş’ını almak için bildirilen saatten çok önce Bayındır Tıp Merkezi’nde toplanmaya başladı. Ankara dışından gelen araçlar, 8 Nisan sabahı saat 03.00’ten itibaren Bayındır Tıp Merkezi önünde ve çevresinde toplandılar. Bayındır Tıp Merkezi’nin Eskişehir yolu üzerinde bulunmasından dolayı, kente bu istikametten gelen yollar saat 05.15’te tamamen trafiğe kapandı. Saat 08.45’te yola çıkan Türkeş’in cenaze arabası, yoğun izdiham nedeniyle, 100 metre ilerideki Eskişehir yoluna ancak 25 dakika sonra saat 09.10’da çıkabildi. Cenaze kortejinin önünde bir partili tarafından taşınan “Türkeş’’in posteri yer almaktaydı. Bu arada taşınan pankartlarda, “Ruhun Şad Olsun Türkün Gerçek Başbuğu” “Türkeş Gibi Lider Yüzyılda Zor Çıkar” “Başbuğlar Ölmez Yüreklerde Yaşar” Ülkü Ocakları Genel Merkezi 287 www.ulkuocaklari.org.tr Türkeş’in Türk bayrağına sarılı naaş’ı, saat 8.30’da Bayındır Tıp Merkezi morgundan alındı. Kırmızıbeyaz karanfillerle Türk bayrağı motifi şeklinde süslenmiş bir cenaze arabasına kondu ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde düzenlenecek törene götürülmek üzere yola çıkarıldı Ülkü Ocakları Eğitim Programı “Mekânın Cennet Olsun Bilge Başbuğ” “Yüce Başbuğ Ülkün İle Yaşayacaksın” “Türk Eşsiz, Türk Emsalsiz,Türk Ne Yapar Türkeşsiz” “Türk İslâm Âleminin Başı Sağ Olsun” “Tanrı Dağı Kadar Türk, Hira Dağı Kadar Müslüman’ız” Yoğun izdiham nedeniyle doğabilecek sağlık sorunlarının giderilebilmesi amacıyla cenaze kortejinin önünde Sağlık Bakanlığı ve Kızılay’a ait 3 ambülâns hazır bulundu. Ülkü Ocaklarına ait bir araç da kortejin en önünde polis araçlarıyla birlikte yürüyüş yolunun önünün açılmasına çalıştı. Cenaze korteji İnönü Bulvarı boyunca yolun her iki tarafındaki Ülkü Ocaklı gençlerin oluşturduğu güvenlik çemberi arasında ilerlerken, Bursa İl Başkanlığı’na ait bir araçtan da sürekli olarak, “Provokasyonlara karşı dikkatli olunması” yönünde uyarı anonsları yapıldı. Tekbir sesleri ve gözyaşları arasında ilerleyen cenaze korteji, Bayındır Tıp Merkezi ile Meclis arasındaki yaklaşık 4 kilometre mesafeyi, 20 dakikalık gecikmeyle 2 saatte alabildi Alparslan Türkeş için ilk tören Türkiye Büyük Millet Meclisinde düzenlendi. Buradaki törene, Türkeş’in eşi Seval Türkeş, büyük oğlu Tuğrul Türkeş ile diğer çocukları katıldı. Meclisteki törene dönemin Başbakanı Necmettin Erbakan, Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Tansu Çiller, ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, DSP Lideri Bülent Ecevit ve diğer partilerin üst düzey yetkilileri de katıldı. Törende Türkeş’in öz geçmişi okunduktan sonra bir dakikalık saygı duruşunda bulunuldu. Türkeş’in cenazesini taşıyan araç, Meclisteki tören sonrasında saat 11.15’te Çankaya kapısından çıkış yaparak, kortejin önüne alındı ve MHP Genel Merkezi’ne yöneldi. Meclisten parti merkezine doğru yürüyüş sırasında kortejdekiler tarafından tekbir getirildi, “Başbuğ ölmedi, kalbimizde yaşıyor” sloganları atıldı. Cenazenin MHP Genel Merkezi’ne getirilmesinden önce görevliler tarafından vatandaşlara, Türkeş kokartları ve üzerinde “Başbuğ Ölmez” yazılı Türkeş posterleri dağıtıldı. Kortej saat 11.45 sıralarında MHP Genel Merkezi’nin önüne ulaştı. Cenaze burada yolun her iki tarafında toplanan partililerce tekbir sesleriyle karşılandı. Binanın pencerelerinden ve yolda bekleyenler tarafından cenazenin üzerine karanfiller atıldı. Cenazenin gelişi sırasında “Başbuğ ölmedi, kalbimizde yaşıyor” sloganları atılarak, tekbir ve salâvat getirildi. Parti genel merkezi pencerelerinden de cenazeyi taşıyan araç üzerine kırmızı karanfiller atıldı, spreylerle gül suları sıkıldı. Devlet Bahçeli’nin de bulunduğu Genel Merkez önündeki törende bir konuşma yapan MHP Genel Sekreteri Koray Aydın, herkesin anasını, babasını, yakınını kaybetmenin acısını yaşadığını belirterek, bugün acıların en büyüğünü tattıklarını, “Başbuğlarını kaybettiklerini” söyledi. 288 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı Türkeş’in kendilerine verdiği ülkücü kimliğinin hakkını ödemeye çalışacaklarını bildiren Koray Aydın, “Başbuğum, bugün genel merkez önünde ebedî istirahatgâhınıza uğurlamak için toplandık. Seni başbakan olarak uğurlayamadık. Bizi affet. Sana söz veriyoruz. Hepimiz birlik ve dayanışma içinde olacağız. Türk milleti ve Türk dünyasının başı sağ olsun» şeklinde konuştu. Cenaze töreni sırasında kalabalıkta ve parti genel merkezinde çok sayıda kişinin gözyaşlarını tutamayarak ağladıkları görüldü. Alparslan Türkeş’in ruhu için Kur’anı Kerim okunarak dua edildi. Türkeş’in cenazesi, saat 12.00’de Kocatepe Camii’ne götürülmek üzere Genel Merkez önünden hareket etti Cenaze namazının kılınacağı Kocatepe Camii, saat 11.00’den itibaren törene katılmak için gelenlerle dolmaya başladı. Cami avlusunda bekleyenler, Türk ve MHP bayrağı taşıdılar. Camide sürekli olarak Kur’an okundu ve dışarıya da hoparlörle yayın yapıldı. Cenaze töreni dolayısıyla cami çevresinde yoğun güvenlik önlemleri alındı. Tören için camiye gelenler, üstleri aranarak içeri alındı ve ambülânslar hazır bekletildi. Cami avlusunda birikenlerin musalla taşı çevresine yaklaşmasına izin verilmedi. Önlem alan polis, protokol için katafalk çevresinde boş bir alan kalmasını sağladı. Partili görevliler de polisin bu yöndeki çabalarına destek verdiler. MHP Genel Merkezi’ndeki törenin ardından saat 12.00’de Kocatepe Camii’ne yönelen kortej, yaklaşık 10 dakikalık yürüyüşün ardından camiye ulaştı. Cenaze burada yaşanan izdiham nedeniyle bir süre protokol kapısı önünde bekletildi. Daha sonra cenaze arabasından alınan Türkeş’in naaş’ı, eller üzerinde Kocatepe Camii’ne taşındı ve musalla taşına konuldu. Caminin ana kapısı protokol girişleri için saat 11.30’dan itibaren kapatıldı. Dinî tören için çok sayıda bakan, milletvekili, bürokrat ve vatandaşın camiye geldiği görüldü. Cami avlusuna sığmayan vatandaşlar, çevre alan ve sokakları da doldurdular. MHP Genel Başkanı Türkeş’in cenaze namazını Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Nuri Yılmaz kıldırdı. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Cumhurbaşkanı, başbakan ve diğer protokol mensupları ana kapıdan itibaren oluşturulan polis kordonu arasında tören alanına alındılar. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, saat 12.55’te Başbakan Necmettin Erbakan saat 12.50’de, Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Tansu Çiller saat 12.58 ‘de Kocatepe Camii’ne geldiler. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Türkeş’in eşi Seval Türkeş, oğlu Tuğrul Türkeş ve diğer çocuklarına baş sağlığı diledi. Başbakan Necmettin Erbakan da Tuğrul Türkeş’e taziyelerini ilettikten sonra camiye girerek, öğle namazını kıldı. Başbakan Yardımcısı Tansu Çiller ise, camiye geldikten Ülkü Ocakları Genel Merkezi 289 www.ulkuocaklari.org.tr Başbakan Necmettin Erbakan ve diğer devlet ricalinin camiye gelişleri sırasında çevredeki kalabalık nedeniyle sıkışıklıklar yaşandı. Ülkü Ocakları Eğitim Programı sonra doğruca Türkeş ailesinin bulunduğu yere gitti. Çiller, Seval Türkeş’e taziyelerini bildirdi. Alparslan Türkeş’in naaş’ının öğle namazından sonra yoğun kar yağışı nedeniyle bir süre için konulduğu katafalktan alınarak, musalla taşına yerleştirilmesi sırasında çok büyük bir izdiham yaşandı. Cenaze namazını kıldıracak olan Mehmet Nuri Yılmaz, beraberindeki Fethullah Gülen ile musalla taşının yer aldığı bölüme geçebilmek için büyük çaba sarf etti. Diyanet İşleri Başkanı›nın ardından Cumhurbaşkanı Demirel ile diğer protokol da büyük güçlükle musalla taşının bulunduğu bölgeye ulaşabildiler. İzdiham nedeniyle cenaze namazı için güçlükle saf tutulabildi. Cenaze namazı, düzenin sağlanmasının ardından, musalla taşının önünde yüksekçe bir yere çıkan Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Nuri Yılmaz tarafından kıldırıldı. Tuğrul Türkeş, cenaze namazından sonra babasının naaş’ı önünde yaptığı konuşmada, Alparslan Türkeş’in Türk neslinin yetiştirdiği büyük devlet adamlarından, bilge liderlerden biri olduğunu ifade etti. Türkeş’in cenazesi daha sonra polisler tarafından eller üzerinde taşınarak, tekbir sesleri arasında saat 14.00’te cenaze arabasına konuldu. Cenaze, karanfil yağmuru arasında toprağa verilmek üzere, Atatürk Orman Çiftliği- Emek kavşağına doğru yola çıkarıldı. Cenaze namazı sırasında avluya giremeyen kalabalık bir grubun anıt mezara doğru yürüyüşe geçtiği görüldü. Ebedî İstirahatgâha Doğru Türkeş’in naaş’ı polis kordonu eşliğinde Meşrutiyet Caddesi-Atatürk Bulvarı-Kızılay-Gazi Mustafa Kemal Bulvarı güzergâhını takip ederek, Atatürk Orman Çiftliği -Emek kavşağındaki mezar yerine getirildi. Yoğun kar yağışı altında yürüyen kortejdekiler, yaklaşık 7 kilometrelik mesafe boyunca tekbir getirerek,”Başbuğ Türkeş” şeklinde slogan attılar. Bu sırada bir araçtan sürekli olarak Kur’anı Kerim okundu. Bulvar boyunca bazı binalara Türk bayrağının asıldığı görüldü. Bulvar üzerinde bulunan MHP Çankaya İlçe Başkanlığı binasından Türkeş’in cenazesini taşıyan aracın üzerine karanfiller atıldı. Kortejin yürüyüşü devam ederken, anıt mezar yerinde de son hazırlıklar yapılmaktaydı. Kortejin arkasından tören boyunca hiç ayrılmayan Devlet Bahçeli ve ülkücüler, kortej ile birlikte saat 15.45’te anıt mezar alanına geldi. Aynı zamanda Başbakan Yardımcısı Çiller, İçişleri Bakanı Meral Akşener, eski politikacılardan, Osman Bölükbaşı da Türkeş’in kabrine geldiler. Cenaze bulunduğu araçtan partililerce alınarak, mezar yerine taşındı. Cenazenin anıt mezar alanının girişinden kabre getirilmesi 20 dakika sürdü. 290 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı Türkeş’in naaş’ını defin için tabuttan küçük oğlu ve damadı çıkardılar. Tuğrul Türkeş, naaş mezara indirilirken kabre girerek, babasının cenazesini kendisi yerleştirdi. Türkeş’in eşi ve diğer çocukları da defin sırasında mezarın başında bulundular. Türkeş’in naaş’ı saat 16.03’te defnedildi. Granit mermerden hazırlanan mezar taşında Türkeş’in doğum tarihi 1917 olarak yazılırken, ölüm tarihi boş bırakıldı. Türkiye’nin tüm illerinden, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nden, Kırım’dan ve Türkistan’daki Hoca Ahmet Yesevi’nin türbesinden getirilen topraklar Türkeş›in mezarına konuldu. Devlet Bakanı Namık Kemal Zeybek’in bir süre önce Türkistan’a gittiğinde, Ahmet Yesevi’nin türbesinde «lâzım olur» diye bir çuval toprak getirdiği ve bu toprağın da Türkeş›e nasip olduğu dile getirildi. Buradaki törene Türkeş›in ailesi, Tansu Çiller, İçişleri Bakanı Meral Akşener, Devlet Bakanları Namık Kemal Zeybek ve Bekir Aksoy, siyasî parti temsilcileri, milletvekilleri, Osman Bölükbaşı ile çok sayıda vatandaş katıldı. Görülmemiş bir kalabalığın katıldığı Alparslan Türkeş’in cenaze töreninde güvenliğin sağlanması için 7 bir polis görevlendirildi. Bunun yanı sıra MHP Genel Merkezi ve Ülkü Ocakları Derneği, cenazede düzenin sağlanması için 10 bin ülkücü genci görevlendirdi. Kortejin geçeceği yerlerde 3 ayrı bomba ekibi seyyar olarak görev yaparken, 2 helikopter de havadan kontrolü sağladı. Türkeş’in cenazesi Bayındır Tıp Merkezi’nden taşınırken, 4 kilometrelik bir kortej oluştu. Meclis önünde bekleyen büyük bir grup da buradaki törenden sonra korteje katıldı. MHP Genel Merkezi önünde bekleyen grupların da eklenmesiyle, cenazenin Kocatepe Camii’ne götürülüşü sırasında kortej birkaç kilometre daha uzadı. Kortejin geçişi sırasında Türkeş’in naaş’ı etrafında 5 ayrı polis kordonu oluşturuldu. Türkeş’in cenaze törenini 8 televizyon kanalı canlı yayın yaparak izleyicilerine yansıttı. MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş için Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde 10 Nisan Perşembe günü gıyabî cenaze namazı kılındı. Gıyabî cenaze namazı Türkeş’in doğduğu evin yakınında bulunan Selimiye Camii’ndeki öğle namazının ardından kılındı. Türkeş için Kosova’nın başkenti Priştine’de de bir tören düzenlendi. Kosova Türk Demokratik Birliği (KTDB) tarafından düzenlenen törene çok sayıda kişi katıldı. Törende bir konuşma yapan KTDB Genel Başkanı Erhan Köroğlu, Türkeş’in “Türk birliği” ülküsünün Kosova Türkleri tarafından ebediyete kadar sürdürüleceğini belirtti. Kosova Türk Demokratik Partisi Genel Başkanı Orhan Sait de, “ Türk dünyasının en büyük çınarını kaybettiğini” ifade etti. Törenin ardından Priştine Merkez Camii’nde Türkeş için mevlit okutuldu. Azerbaycan basını MHP lideri Türkeş’in ölümüyle ilgili haberler, makale ve mesajlara birinci sayfalarda geniş yer ayırdı. Musavat Partisi’nin yayın organı Yeni Musavat gazetesi; “Türkçülüğün yücelen bayrağının inmesine izin vermeyin” başlığıyla bir yazı yayımladı. Yazıda, “Türkeş, dünyasını Ülkü Ocakları Genel Merkezi 291 www.ulkuocaklari.org.tr Ayrıca Londra’da Türk-İslâm Ocağı tarafından da gıyabî cenaze namazı kılındığı öğrenildi. Ülkü Ocakları Eğitim Programı değiştirdi, ancak O’nun adı Türk milletinin tarihine yazıldı” denildi. Halk Cephesi Partisi’ne yakınlığı ile bilinen Azatlık gazetesi’nde de Azerbaycan’ın Millî Şairi Bahtiyar Vahabzade imzasıyla, “Büyük Türkçü” başlıklı bir yazı yer aldı. Bahtiyar Vahabzade yazısında; “ 6 Türk Cumhuriyetinin bağımsızlığını, Türkeş’in şaheseri “ olarak niteledi. İktidara yakınlığı ile bilinen Panorama gazetesi ise “ Türkeş Allah’ın huzuruna şerefli gitti” başlığı altında Türkeş’in hayatı ve siyasî çalışmalarına yer verdi. İngiliz TheGuardian gazetesinin Türkeş ile ilgili haberinde de, “Türkiye’nin dalgalı politik yaşamında kitlesini sakinleştirebilen bir sesti “ görüşüne yer verildi. Alparslan Türkeş’in Son Beyanatı Alparslan Türkeş son konuşmasını Almanya’dan döndükten sonra katıldığı partisinin Amasya İl Kongresinde 4 Nisan 1997 tarihinde yaptı. Türkeş konuşmasında; Hollânda ve Almanya’daki ırkçı saldırıları kınadı ve son günlerde yaşanan gerilimlere değindi. Çözüm olarak erken seçimin şart olduğunu ifade den Türkeş şu şekilde konuştu; “ Biz lâikliği savunduğumuz için erken seçim diyoruz. Demokratik, hür parlâmenter sistemi savunduğumuz için erken seçim diyoruz. Ayrıca bu ülkede millet, memleket, cumhuriyet, millî hâkimiyet, hukukun üstünlüğü ve seçim sözlerinin kimseyi rencide etmeyeceğini, aksine demokrasinin teminatı olacağına inanıyoruz. Eğer bu olmazsa devletin rejimi ayakta tutması fevkalâde güç olacaktır. Ben yüksek huzurlarınızda tarihten gelen sorumluluğum ile hükûmeti ve parlâmentoyu bir defa daha uyarıyorum. Erken seçim demokrasimizin teminatıdır” . Alparslan Türkeş’in Vasiyeti “Türk Devletinin yükselişini ve ihtişamını sağlamak. Bunun için de bütün milletle barış içinde yaşamak, herkesi ayrımsız sevmek, İslâmiyet’in ipine ihlâsla bağlanmak” . Ülkücü Gençliğin Başbuğuna Cevabı “Ey Ulu Kişi, Sana söz veriyoruz. Açtığın yoldan bıraktığın Ülkü’de, bize gösterdiğin doğrultuda izinden bir an bile şaşmayacak, ahlâklı, faziletli, kalbi hak ve vatan aşkıyla çarpan ve bu uğurda hiçbir fedakârlıktan kaçınmayan insanlar olacağız. Böylece emanet ettiğin ülküyü gergefte nakış işler gibi tüm neslimize işleyeceğiz. Dün ATA’ya söz verdiğimiz gibi şimdi sana söz veriyoruz.» 292 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı AMERİKAN BELGELERİNDE ALPARSLAN TÜRKEŞ KURGULAR VE GERÇEKLER M. Akif Okur Yakın tarihimizin en ciddi kutuplaşmalarından birine şahitlik eden Soğuk Savaş yıllarını geride bırakalı hayli zaman oldu. Etrafımızı çepeçevre kuşatan yeni gerilimler ve değişen siyasi aktörlerin de etkisiyle eski kavgalar, toplumsal hafızamızın ücra köşelerine itildi. Ancak, söz konusu normalleşmenin tesirini yeterince hissettiremediği alanlar hâlâ mevcut. Bunların başında, Soğuk Savaş’ta Türkiye’yi derinden sarsan çatışmaları ve önemli siyasi figürleri konu edinen tarih yazıcılığı geliyor. Kitaplar, dergiler ve son olarak da ekranlar, kendilerini var eden bağlamın buharlaşmasıyla gündelik hayatlarımızdan düşen kavgalara dair hatıraların sürekli tazelendiği arenalar hâlindeler. Öyle anlaşılıyor ki, tamire başlanan toplumsal köprülerin tahkimi için kabuk tutan yaraları kanatacak yeni buhranlara düşmeden zaman oku üzerinde bir kaç adım daha atmamız gerekiyor. Bu yolculuğumuza ise, kurguyu gerçekten ayırmamıza imkân verecek nitelikte çalışmalar eşlik edebilirse, geçmişin acı yüklü küllerini göğe savurup geleceğe yürümemiz kolaylaşacak. Makalemizde, toplumsal hafızamızın yarınlara doğru zeminler üzerinden aktarılabilmesi için yüzleşilmeyi bekleyen bu literatürün Alparslan Türkeş’e yönelttiği suçlamaları aklımızda tutarak, ABD arşivlerinde yer alan belgelerdeki verilere eğileceğiz. Okurlarımıza, 27 Mayıs 1960’tan 12 Eylül sonrasına kadar uzanan dönemde Amerikan sisteminin iç yazışmalarından seçilmiş Türkeş’le ilgili atıf, not ve değerlendirme örneklerini sunacağız. Yaptığımız taramalarda, aşağıda masaya yatıracağımız belgelerdeki eleştirel, hatta yer yer hakarete varan olumsuz ifadelerin benzerlerinin aynı dönemde başka siyasetçiler için kullanılışına rastlamadık. Bu noktayı da dikkate alarak, eldeki bilgilerin Washington tarafından desteklenmek şöyle dursun, araya sürekli uçurum konulan bir Alparslan Türkeş portresi çizdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 293 www.ulkuocaklari.org.tr İşe, propaganda olarak üretilen ancak arkasındaki gücün büyüklüğü sebebiyle zihinlerde gerçekmiş gibi iz bırakan iddialardan başlamalıyız. Örneğin, Türk milliyetçiliğinin ve Alparslan Türkeş’in ele alındığı popüler yahut akademik görünümlü birçok metinde hiçbir somut delile dayanılmaksızın ileri sürülegelen kimi iddia ve ithamlar, tartışılmaz gerçeklermiş gibi tekrarlanmaya devam ediliyor. Bu türden yazılarda, Türkeş ve liderliğini yaptığı Milliyetçi Hareket, ABD tarafından Sovyetlere karşı mücadele için dizayn edilmiş aktörler olarak takdim edilirken kökleşmiş önyargılar dışında hemen hiçbir objektif temele dayanma ihtiyacı hissedilmiyor. Ülkü Ocakları Eğitim Programı Önünüzdeki yazı, söz konusu problematik etrafında yürütülen daha geniş bir çalışmanın ilk halkasıdır. Planlanan eser tamamlandığında, meseleye ilgi duyanlar burada yer verilmeyen diğer belgelerdeki bilgilerle de buluşma imkânına kavuşacaklar. Ele alacağımız ilk belge, Amerikalıların 27 Mayıs’ın hemen ardından Türkeş’in DP ve CHP karşısında “tarafsız” bir yerde durduğunu düşündüklerini gösteriyor. ABD’nin İstanbul Başkonsolosu Robert G. Miner’in Dışişleri Bakanlığı’na yolladığı 30 Haziran 1960 tarihli raporda, gazeteci Özcan Ergüder ile yaptığı özel bir görüşmeye dair değerlendirmeler aktarılıyor. Burada, Türkeş’in yalnızca DP’ye değil, CHP’ye ve İnönü’ye de karşı olduğu ve seçimlere yeni bir partiye liderlik yaparak girmek niyetini taşıdığı belirtiliyor.[1] Bu bilgi, 27 Mayıs’la ilgili olarak tartışılagelen bir mesele hakkında açıklayıcı ipuçları barındırıyor. Darbenin ardından Türkeş ve arkadaşlarının hemen seçim yaparak yönetimi sivillere devretmek istemeyişini demokrasi karşıtlığı ve cunta hevesiyle izaha çalışanlar olmuştur. Ancak, DP’nin mahkûm edildiği bir ortamda hemen sandığa gidilmesi, iktidarın ordunun eliyle CHP’ye hediye edilmesi anlamına gelecekti. Hâlbuki Türkeş ve arkadaşları CHP’ye de muhaliftiler. Dolayısıyla, askeri yönetimin bir müddet daha iş başında kalmasını farklı siyasi profillerin ortaya çıkabilmesine imkân hazırlamak için istemiş olabilirler. Miner’ın raporundan 20 gün sonra hazırlanan ulusal istihbarat değerlendirmesinde, Türkeş’in dünya görüşü ile ilgili açıklamalara yer veriliyor. Milli Birlik Komitesi’nin (MBK) genel çerçevesi tahlil edilirken Gürsel’den sonra Komitenin en etkili üyesi olarak Türkeş gösteriliyor. Belgede ayrıca, Türkeş’in ateşli bir Türk milliyetçisi olduğu, SSCB bünyesindeki Türklerin bağımsızlıklarını elde ederek Türk birliğinin kurulması yönündeki pan-Turanist düşünceleri sebebiyle 1944’te tutuklandığı da belirtiliyor.[2] ABD’nin Ankara Büyükelçisi Warren’ın 25 Temmuz 1960 tarihinde Dışişleri Bakanlığı’na gönderdiği raporda ise Washington’un Türkeş’e bakışını kalıcı biçimde etkilediği anlaşılan önemli bir tartışmadan bahsediliyor. Warren, Gürsel, Türkeş ve Kuneralp Komite’nin ABD’den talep ettiği krediyle ilgili bir toplantı yapmışlardır. Bu görüşmede Türkeş, ordudaki bazı subayların zorunlu emekliliğe sevki için acilen krediye ihtiyaçlarının olduğunu, eğer ABD kaynak temin etmezse bu parayı “herhangi bir yerden” bulabileceklerini söyleyerek üstü kapalı bir şekilde ABD’li yetkilileri Sovyetlerle yakınlaşmakla tehdit etmiştir. Raporun sonunda Warren, Türkeş ile ilgili kişisel değerlendirmesinde; MBK’nın ihtiyaçlarına ve ABD’nin bunu karşılamaktaki isteksizliğine odaklanan Türkeş tarafından hazırlanacak muhtemel eylem planının ABD’nin pozisyonunu ve yükümlülüklerini düşünmeyen tek taraflı bir tarzda olacağını söylüyor. [3] CIA’in 28 Temmuz 1960 tarihli “Çok Gizli” ibaresi taşıyan günlük yazılı istihbarat notunda da, Warren’ın mektubunda belirttiği noktalar yer alıyor. Gürsel ve Türkeş’in ABD Büyükelçisi Warren’a, Türk ordusundaki üst rütbeli subayların zorunlu emekliye sevk edilmeleri hususunda Amerikan mali yardımı gelmese dahi kararlı davranacaklarını ve gerekirse “parayı herhangi bir yerden bulabileceklerini” belirttikleri vurgulanıyor. Bununla birlikte, Gürsel’in atacağı herhangi bir adımın sürpriz olmayacağı fakat para temin etmek adına SSCB ile yakınlaşmasının da beklenmediği not edilmiş.[4] Türkeş için ise benzer bir değerlendirmede bulunulmadığı görülüyor. 294 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı Amerikan büyükelçisinin MBK hakkında gittikçe netlik kazanan görüşlerine, 11 Ağustos 1960’da Dışişleri Bakanlığı’na gönderdiği raporda rastlamaktayız. Warren’a göre MBK genç, tecrübesiz ve vatansever subaylardan oluşuyordu. Gürsel’den sonra Komite’nin en etkili üyesi ise Türkeş’ti. Ayrıca Warren’a göre Türkeş, “fanatik heveslere sahip, aşağılık kompleksli ve derin duyguları olan” birisiydi. MBK içinde ayrışma yaşanması durumunda Türkeş’in Gürsel’in yerine geçebilecek kişi olduğu da Warren tarafından ifade edilmiştir.[5]Türkeş’in ABD ile ilişkisi hakkında yazılanların ne kadar kasıtlı çarpıtmalar içerdiğini gösteren güzel bir örnek, Ömer Gürcan’ın bu belgeye dayanarak Türkeş’i Amerikan ajanı ilan edişidir. Gürcan, raporda hiç yer almayan “MBK’nın içine en önemli üye olarak Türkeş’i yerleştirdik.” ifadesini Warren’ın sözüymüş gibi aktarıyor.[6] CIA’in 26 Eylül 1960 tarihli ve “Çok Gizli” ibareli günlük yazılı istihbarat notunda Türkeş’in 22 Eylül’de Başbakanlık Müsteşarlığı görevinden ayrılması değerlendiriliyor. Notta bu olayın, MBK içindeki genç, hırslı milliyetçi grup ile daha geniş muhafazakâr unsurlar arasındaki artan çatışmayı ortaya koyduğu ve Korgeneral Madanoğlu’nun da Türkeş’in önde gelen hasmı olarak meydana çıktığı belirtiliyor.[7] Türkeş’in görevden ayrılışının MBK içerisindeki huzursuzluğu arttırdığına dair değerlendirme, 28 Eylül 1960 tarihli benzer bir belgede de tekrarlanıyor.[8] Türkeş’in liderliğini yaptığı 14 kişilik milliyetçi grubun MBK’dan tasfiye edilişi, bir gün sonra, 13 Kasım 1960’ta, CIA’in “Çok Gizli” ibareli günlük yazılı istihbarat notunda ele alınmış. CIA belgesinde, Gürsel’in cunta içindeki radikal grubu ortadan kaldırdığı ve geriye kalan 23 kişinin sıkı Batı yanlısı olduğu vurgulanıyor. Ayrıca, 14’lerin tasfiyesi her ne kadar MBK’daki daha güçlü ekip tarafından desteklenen bir adım olarak değerlendirilse de Alparslan Türkeş liderliğindeki “radikal” sayılan grubun silahlı kuvvetlerdeki etkisinin mevcut Batı yanlısı yönetim için potansiyel bir tehdit olarak görüldüğü de belirtiliyor.[9] Raporun dili, ABD’nin 27 Mayıs’ı yapan kadroya bakışının ana hatlarını özetliyor. Buna göre, MBK Batıcılar ve Türkeş liderliğindeki milliyetçilerden oluşuyordu. ABD ise radikal olarak nitelediği milliyetçilere değil, Batıcılara sempati duyuyordu. Sonuçta iktidar, Washington’un olumlu yaklaştığı grubun elinde kalmıştır. CIA’in 5 Aralık 1960 tarihli haftalık propaganda kılavuzunun içindekiler bölümünde yer alan 14’lerin tasfiye edilmesi ile ilgili kısmın başlığı “Geçici Türk Hükümeti Tarafından Görevden Alınan Uzlaşılması Zor Üyeler”dir. Söz konusu yazıda, “inatçı ve uzlaşılmaz bir grup” olarak nitelenen Türkeş liderliğindeki 14’lerin, MBK’dan tasfiye edildiği belirtiliyor ve Türkeş’in siyasete girme ihtimali üzerinde duruluyor. Ayrıca, daha önce bağımsız dış politika izleme konusunda eğilim sergileyen 14’lerin yönetimden uzaklaştırılmaları ile birlikte Türkiye’nin dış politikasındaki eksen kayması ihtimalinin ortadan kalktığı Ülkü Ocakları Genel Merkezi 295 www.ulkuocaklari.org.tr CIA’in hazırladığı müteakip raporlara baktığımızda da 14’lerin tasfiyesinin doğurabileceği sonuçların ABD tarafından ne kadar önemsendiğini görüyoruz. 17 Kasım 1960 tarihli haftalık istihbarat raporunda, genç subayların sözcüsü konumundaki Türkeş’in büyük ihtimalle siyasi bir figür olarak hayatına devam edeceği ve ordudan zorunlu olarak emekli edilen 3.500 subayın desteğini alacağı belirtiliyor.[10] Ülkü Ocakları Eğitim Programı ve böylece Gürsel yönetiminin kendisinden önce izlenen (Batı yanlısı) dış politika güzergâhına bağlı kalacağının garanti altına alındığı söyleniyor.[11] Arşivdeki kayıtların izini sürmeye devam ettiğimizde, MBK’daki tasfiyenin ve takip eden sürgünün ABD’nin Türkeş’le ilgili kaygılarını ortadan kaldırmadığını görüyoruz. 1961 seçimlerinden yaklaşık bir buçuk ay önce, 2 Eylül 1961’de, dönemin Amerikan Büyükelçisi Raymond A. Hare’nin Washington’a yazdığı mektupta Türkeş ve ekibinin yeni bir askeri müdahale örgütleme ihtimali ele alınmış. Hare mektubunda; ordu içerisindeki Türkeş taraftarlarının çoğunlukla düşük rütbeli subaylardan müteşekkil olduğunu bildiklerini, ancak Türkeş teşkilatının büyüklüğünün hangi düzeyde olduğunu kestiremediklerini ifade ediyor. Mektupta Hare, seçimlerden sonra Türkiye’de huzursuzluk baş gösterirse Türkeş ekibinin müdahale için bir imkân elde edeceğini, fakat emir komuta zincirinin daha önce harekete geçmesi durumunda bu ihtimalin de ortadan kalkacağını ileri sürüyor.[12] Sürgündeki Türkeş ve arkadaşlarının muhtemel hamleleriyle ilgili ABD’nin kaygılı tahminleri, 15 Ekim 1961’de yapılan 27 Mayıs sonrası dönemin ilk demokratik seçimlerinin ardından da devam etmiş. CIA’in 17 Kasım 1961 tarihli haftalık istihbarat raporunda, seçimlerin üzerinden bir ay geçmesine rağmen hükümetin kurulamayışının ülke genelinde ve silahlı kuvvetlerde sıkıntı yaratmaya başladığına dikkat çekiliyor. Raporda, özellikle ordu içerisindeki huzursuzluğun artması hâlinde, Alparslan Türkeş ve 14’lerin diğer üyelerinin sürgünden dönerek askeri yönetimin devamı yönünde baskı yapabilecekleri belirtiliyor.[13] Belgeler, ABD’nin dikkatini sürgün yıllarını müteakip siyasete girişinden sonra da Türkeş’in üzerinden ayırmadığını ve Türkeş’e karşı takındığı olumsuz tavrı sürdürdüğünü gösteriyor. 1965 Genel Seçimleri öncesinde CIA tarafından hazırlanan, dönemin Türk siyasi hayatının incelendiği “Özel Rapor”da, Türkeş’in liderliğini elde etmesiyle CKMP’nin “özünde tek bir hâkim liderin kişisel aracı olan potansiyel bir yarı-faşist organizasyon” hâline geldiği söyleniyor. Ayrıca, isim zikredilmeden CKMP’nin eski üyelerinin partinin “führer kompleksinde bir adam için faşist bir vasıta”ya dönüşmeye başladığını belirttikleri ifade ediliyor. Türkeş’in kendisini nasyonal sosyalist olarak tanımladığı ve diğer partilerdeki aşırı sağcı radikalleri etrafına topladığı iddiasına da yer veriliyor.[14] Raporda ayrıca, Türkeş’in Türkiye’nin Batı ile mevcut bağlarına inanıyor gibi görünse de esasında tarafsızlık yanlısı olduğu değerlendirmesi de yapılıyor.[15] Amerikan arşivlerinde, Türkeş’in dış politika perspektifinin somut yansımalarına ilişkin kayıtlara da rastlıyoruz. Haziran 1967’de İsrail ile Arap devletleri arasında artan gerginlikle ilgili olarak Türk siyasi elitlerinin ve kamuoyunun tutumunu ABD diplomatik temsilciliklerine bildiren telgraf bunun bir örneğidir. Türkiye’deki ABD büyükelçiliği tarafından çekilen telgrafta, Araplar ile İsrail arasındaki artan gerginlik sırasında Türk Hükümeti ve aşırı soldakiler dâhil siyasi liderler sessiz kalırken sadece Alparslan Türkeş ve Osman Bölükbaşı’nın Araplardan yana tavır sergiledikleri belirtiliyor.[16] 296 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı 1970’lerden kalan evrakı incelediğimizde, ABD’nin Türkeş’e yönelik olumsuz tavrında bu dönemde de bir değişimin yaşanmadığını görüyoruz. Washington’un o tarihlerdeki bakış açısını yansıtan önemli bir belge, 1 Ocak 1973 tarihini taşıyan, çeşitli ülkelerdeki öğrenci ayaklanmalarıyla ilgili CIA raporudur. Bu raporda CIA, Türkiye’deki gençliğin hızla iki kutba ayrıldığını, bir yanda genel olarak TİP tarafından yönlendirilen Marksist gençliğin diğer tarafta da CKMP’nin “neo-faşist” lideri Türkeş’in önderlik ettiği “komando” diye adlandırılan gençliğin yer aldığını belirtiyor.[17] Bu belgede, Hitler ve Mussolini ile beraber anıla gelen ve İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Batı’da en az “komünist” tabiri kadar ürperti uyandıran “faşist-neofaşist” nitelemesinin Türkeş için kullanılması, ABD’nin MHP liderine bakışını gösteren önemli bir işarettir. Üstelik bu ve benzeri yaftalar değişik belgelerde de tekrarlanmaktadır. Örneğin, Demirel Başbakanlığında kurulan MC Hükümeti ile ilgili değerlendirmelere yer verilen 1 Nisan 1975 tarihli Ulusal İstihbarat Bülteni’nde; 100.000 “komandosu” olduğu iddia edilen “aşırı sağcı” Türkeş’in koalisyonda yer alışının Demirel için sorun teşkil edebileceği belirtiliyor.[18] MC Hükümeti’nde Türkeş ve Erbakan’ın yer almasının Türkiye’de siyasi kutuplaşmayı daha da arttıracağı endişesi, CIA’in 4 Nisan 1975 tarihli haftalık istihbarat özetinde de yer almıştır.[19] 20 Haziran 1975 tarihli CIA raporu, Amerika’nın Türkiye’de artmakta olan öğrenci şiddet olaylarının taraflarına nasıl baktığını gösteren ipuçları barındırıyor. Raporda, alınacak sert tedbirlere halk desteğinin sağlanabilmesi için Demirel’in hem sağcı hem de solcu grupları sınırlamak zorunda olduğu, fakat özellikle de Türkeş’in liderlik ettiği öne sürülen “komandolar”ın baskılanması gerektiği ifade ediliyor.[22] 31 Ocak 1976’da hazırlanan Ulusal İstihbarat Bülteni’nde de Demirel’in artan şiddet hadiseleri karşısında yetkilerini kullanamayışının sebebi olarak koalisyon ortağı Türkeş’e bağlı kesimlerin bu olayların içinde bulunduğu iddiası gösteriliyor.[23] 2 Kasım 1976 tarihli Ulusal İstihbarat Günlük Telgrafı’nda da aynı görüş tekrarlanıyor.[24] Ülkü Ocakları Genel Merkezi 297 www.ulkuocaklari.org.tr CIA’in güvenoyu alan MC Hükümeti hakkında hazırladığı,17 Nisan 1975 tarihli rapordaki değerlendirmeler de Washington’un bakış açısını göstermesi bakımından önemlidir. Raporda, Milli Selamet Partisi’nin yabancı özel yatırıma, turizme, Türkiye’nin Batılı tarzda modernleşmesine karşı oluşu, ayrıca ütopik ve belirsiz bir ekonomik modeli savunması sebebiyle sıkıntı yaratabileceği belirtildikten sonra, koalisyonun diğer ortağı “Pan-Türkist” MHP’nin “Selametçilerden bile daha radikal bir grup” olduğu değerlendirmesi yapılıyor. CIA raporu, “Komandolarıyla” övünen Türkeş liderliğindeki bu “radikal grubun” parlamentoda üç vekile sahipken hükümette iki pozisyon elde edişine dikkat çekiyor. Ayrıca, Demirel ve AP’ye mensup dışişleri ve savunma bakanları “tecrübeli ve ılımlı kişiler” olarak övülürken koalisyondaki iki “aşırı sağcı” partinin (MHP ve MSP) Kıbrıs konusunda katı bir politika izlediği yorumu yapılıyor. CIA’ye göre, bu iki parti Kıbrıs Türklerinin hâlihazırda ellerinde tuttukları toprakların iade edilmesi konusunda taviz vermeyeceklerdir. Dahası, hem MHP hem de MSP, NATO ve AT’ye karşıdırlar.[20] Türkeş liderliğindeki MHP’nin Demirel Hükümeti’nin bir “zayıflığı” olduğuna ve MHP’nin MSP’den bile daha radikal bulunduğuna dair Amerikan görüşü, 18 Nisan 1975 tarihli haftalık CIA istihbarat raporunda tekrarlanarak vurgulanmıştır.[21] Ülkü Ocakları Eğitim Programı Ancak takip eden aylarda hız kesmeyen terörün, 10 Ağustos 1977 tarihli Ulusal İstihbarat Günlük Telgrafı’nda diğer örneklere göre daha dengeli değerlendirmelerle Washington’a rapor edildiğini görüyoruz. Telgrafta, şehirlerde sol terörün artışına dikkat çekiliyor ve sağcıların rastgele kampüs olaylarıyla değil planlı suikastlarla hedef alındıkları belirtiliyor. Belgede ayrıca, söz konusu olaylar karşısında Türkeş’in hükümetteki başbakan yardımcılığı pozisyonu gereği sükûnetini koruyarak ılımlı bir tavır sergilediğine işaret ediliyor. Bununla birlikte, sol terörün devamı hâlinde sağın da cevap vereceği ve Türkeş’in kendi taraftarlarını etkileyebilecek hükümet eylemlerine karşı sert tavır takınabileceği söyleniyor.[25] 19 Ocak 1978 tarihli İki Haftalık Uluslararası Narkotik İncelemesi Raporu’nda da Türkiye’de tırmanan terör hadiselerine değiniliyor. Rapor’da, solda Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu şiddetin ana merkezi olarak gösteriliyor. “Aşırı sağcı”ların ise Türkeş’in liderlik ettiği MHP’nin ideolojik korumasındaki Ülkü Ocaklarında yapılandığı belirtiliyor. Türkeş’in “Bozkurtlar” diye anılan ateşli taraftarlarını komando kamplarında paramiliter eğitime tabi tuttuğu iddiası tekrarlanıyor. Bununla beraber, Türkeş’in siyasi konumunu kuvvetlendirmek için bir önceki yıldan itibaren “genç savaşçılarından” solculara geniş çaplı karşılık vermemelerini istediği, bu durumun bazı ateşli sağcıların Türkeş’e bağlılıklarında eksilmeye ve kendi başlarına hareket etmelerine sebep olabileceği ifade ediliyor.[26] ABD, Ecevit Hükümeti’nin Ülkü Ocaklarını kapatmaya yönelik adımlarını da yakından izlemiştir. 28 Kasım 1978’de hazırlanan Günlük Ulusal İstihbarat Telgrafı’nda, Ecevit ve Türkeş arasındaki karşılıklı atışmanın, Ülkücülere yönelik bir yasaklama gelmesi hâlinde Türkeş’in de karşılık verebileceği anlamına geldiği ve bu durumun Türkiye’nin kırılgan siyasi tablosunu daha da kötüleştireceği belirtiliyor. Dahası, bir yasaklama ile karşılaşmaları hâlinde “radikal sağcıların” faaliyetlerini daha da arttırabilecekleri ve hatta eylemlerini solculardan hükümet güçlerine karşı kaydırabilecekleri öne sürülüyor. Böyle bir durumda ticari ve siyasi elitlerin Ecevit Hükümeti’ne sıkıyönetim yasası çıkartılması konusunda baskı yapabilecekleri hususu da söz konusu istihbarat raporunda yer alıyor.[27] Ertesi gün Washington’a yollanan raporda, Ankara’da bir ceza mahkemesinin Ülkü Ocaklarının kapatılması kararını onadığı ve olayların sıkıyönetim ilanına doğru evrilebileceği bilgisi aktarılıyor.[28] 30 Kasım 1978 tarihli istihbarat telgrafı ise, Türkeş’in Sovyetler karşısındaki tavrının MHP ve lideri hakkındaki olumsuz Amerikan kanaatini değiştirmediğini gösteren güzel bir retorik örnektir. Telgrafta, kırk yıllık aradan sonra ilk kez, 16-20 Kasım’da iki Sovyet deniz aracının İstanbul’a geldiği, diğer parti liderleri ve medya sessiz kalırken yalnızca “neofaşist” MHP’nin lideri Türkeş’in ziyareti kınadığı belirtiliyor.[29] 27 Aralık 1978 tarihinde CIA’in Ulusal Dış Değerlendirme Merkezi tarafından Türkiye’deki sıkıyönetim durumunun ele alındığı raporda ise, Ecevit’in Türkeş’e Maraş olaylarıyla ilgili olarak yönelttiği ithamların doğru çıkma ihtimaline vurgu yapılarak hükümetin “neo-faşist MHP”nin gençlik hareketini yasaklayışı gerekçelendiriliyor.[30] 4 Ocak 1979 tarihinde hazırlanan ulusal günlük istihbarat telgrafında da MHP’yi konu edinen yazışmalarda yerleşik hâle geldiği anlaşılan yafta tekrar kullanılıyor. Ülkedeki sağ motivasyonlu şiddetin 298 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı arkasında yer almakla itham edilen “neofaşist MHP”nin lideri Türkeş’in hükümetin ve Türk toplumunun komünizme kaydığı yönündeki beyanı, CIA tarafından “sözde” nitelemesi eşliğinde aktarılıyor.[31] 12 Eylül 1980 darbesinin ardından hazırlanan CIA belgelerinde de MHP ve Türkeş’le ilgili Amerikan bakış açısının ve kullanılan nitelemelerin değişmediğini görüyoruz. Örneğin, 22 Şubat 1982 tarihli istihbarat raporunda Evren Yönetimi’nin siyasi temizlik politikalarının hedefinde “komünistlerin” ve Türkeş’in liderliğini yaptığı MHP’ye bağlı “faşistlerin” olduğu belirtiliyor.[32] Eylül 1984 tarihinde Türkiye’deki terörist yapılanmaların ele alındığı bir başka CIA raporunda ise Marksist ve Kürtçü birçok örgüt ile birlikte Bozkurtlar (Grey Wolves) / Ülkü Ocakları da anılıyor. Neofaşist bir terör örgütü olarak tanımlanan Ülkücülerin liderliğini Alparslan Türkeş başta olmak üzere bir dizi ismin yaptığı; örgütün temel hedefinin Türk birliğini amaçlayan Pan-Turanizm olduğu ifade ediliyor. Raporda, Suriye ve İran’ın, Türkiye’nin Batı ve özellikle de İsrail ile mevcut bağını koparmak için Türkiye’deki Marksist ve İslamcı grupları desteklediği belirtilirken Ülkücülerin aldığı herhangi bir dış destekten ise bahsedilmiyor.[33] Yukarıda incelediğimiz, 27 Mayıs darbesinden 12 Eylül sonrasına kadar uzanan zaman dilimini kapsayan Amerikan belgeleri, şu gerçeği tüm açıklığı ile ortaya koyuyor. Soğuk Savaş yıllarında Alparslan Türkeş, ABD’nin Türkiye’de kendisini en uzak hissettiği isimler arasında yer alıyordu. Türkeş’in Sovyetler karşısındaki refleksleri de Amerikan devletinin söz konusu tutumunda herhangi bir değişiklik meydana getirmemiştir. Bu tablo, bir kuşağın kafasını kurcalayan pek çok soruyu üzerinde fazla söz söylenmesine ihtiyaç bırakmayacak biçimde cevaplayabilecek netliktedir: Ülkücü Hareket, hatası ve sevabıyla, büyük mücadelesini ayaklarını yalnızca bu topraklara basarak verdi. Yazımızı, bu hüküm cümlesinin değerini tartmamıza imkân verecek bir soruyla bitirelim. Acaba, Türkiye’nin fırtınalı yıllarına doğru baktığımızda, hakkında aynı cümleyi kurabileceğimiz başka bir büyük siyasi gelenek var mı? DİPNOTLAR 1 Robert G. Miner,30 Haziran 1960, 782.00/6-3060,Istanbul Journalist’s Comment Current Political Situation, Offical Use Only. 3 Department of State,25 Temmuz 1960, Central Files, 782.5/7–2560. Secret; Priority; Limit Distributio 4 Central IntelligenceBulletin, 28 Temmuz 1960, CIA-RDP79T00975A0052002240001-7, TOP SECRET, Approved for Release04/09/200 5 Fletcher Warren, 11 Ağustos 1960,Letter for Assistant Secretary of State G. Lewis Jones, Jr. from Ambassador William Fletcher Warren profiling the Provisisonal Government of Turkey, in power since Ülkü Ocakları Genel Merkezi 299 www.ulkuocaklari.org.tr 2 Special National Intelligence Estimate, 19 Temmuz 1960, Short-Term Prospects For Turkey, SNIE 33–6 Ülkü Ocakları Eğitim Programı 5/60, Department of State. CONFIDENTIAL. Declassified: Jul 13, 1995 6 Bkz. http://bugun.com.tr/pages/marticle.aspx?id=2379 7 Central Intelligence Bulletin, 26 Eylül 1960, CIA-RDP79T00975A005300220001-8, TOP SECRET, Approved for Release 04/09/2002 8 NSC Briefing Background, 28 Eylül 1960, The Internal Situation in Turkey, CIA-RDP 79R00890A001200090022-1, SECRET, Approved for Release 17/05/200 9 Central Intelligence Bulletin, 14 Kasım 1960, CIA-RDP79T00975A00540012000 8, TOP SECRET, Approved for Release 21/10/2002. Benzer bilgiler aynı gün Amerikan Başkanı’na sunulan kısa istihbarat raporunda da almıştır. Bkz “Intelligence Items Reported to the President”, 14 Kasım 1960, Declassified E.O. 12958, Sec. 3.6 (b) Date 10.10.2001 10 Current Intelligence Weekly Summary, 17 Kasım 1960, CIA-RDP79-00927A003000010001-9, CONFIDENTIAL SECRET, Approved for Release 04/04/2006 11 BI Weekly Propaganda Guidance, Number 54, 05 Aralık 1960, CIA-RDP78-03061A000100020015-4, “Intransigeant Members Ousted By Turkish Provisional Government”, Approved for Release 27/08/2000, s.321 12 Department of State, 2 Eylül 1961, Central Files, 782.00/9 – 261. Secre 13 Current Intelligence Weekly Summary, 17 Kasım 1961, CIA-RDP79-00927A003400050001-0, SECRET, Approved for Release23/10/2007 14 Special Report, OCI No. 0309/65B, Copy No. 57, “Pre-election Picture in Turkey”, CIA-RDP7900927A005000080003-8, SECRET, Approved for Release 05/01/2005, s. 6-7. 15 Ibid, s. 9 16 Subject: Turk Predicament in Middle East Crisis, 01 Haziran 1967, Ankara 5964, CONFIDENTIAL, s. 2, parag. 5 17 “StudentUnrest in VariousCountries”, 01 Ocak 1973, CIA-RDP76M00527R000700200001-1, SECRET, Approved for Release09/01/2002, s. 9. 18 NationalIntelligenceBulletin, 01 Nisan 1975, CI RDP79T00975A0276000010002-3, TOP SECRET, Approved for Release06/03/2007, s. 8 19 WeeklySummary, 04 Nisan 1975, “Turkey: A New Government”, CIA-RDP79-00927A011000140001-6, SECRET, Approved for Release26/11/2007, s. 17 300 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı 20 “Prospectsfor Demirel Government”, 17 Nisan 1975, CIA-RDP79T00865A0008000700001-7, SECRET, Approved for Release 17/03/2006, s. 13 21 Weekly Summary, 18 Nisan 1975, “Turkey: A NarrowVictory”, CIA-RDP86T00608R000300020017-0, SECRET, Approved for Release 08/11/2011, s. 9 22 Western Europe Canada International Organisations, 20 Haziran RDP79T00865A001200140001-4, SECRET, Approved for Release 30/07/2002, s. 12 1975, CIA- 23 National Intelligence Bulletin, 31 Ocak 1976, CIA-RDP79T00975A028500010052-8, TOP SECRET, Approved for Release 13/03/2007, s. 8 24 National Intelligence Daily Cable, 02 Kasım 1976, “Turkey: Possible Campus Disorders”, CIARDP79T00975A029500010004-0, TOP SECRET, Approved for Release 01/07/2008, s. 10 25 National Intelligence Daily Cable, 10 Ağustos 1977, “Turkey: Political Violence”, CIARDP79T00975A030200010114-9, TOP SECRET, Approved for Release 07/03/2007, s. 7-8 26 International Narcotics Biweekly Review, 19 Ocak 1978, “Turkey: Political Violence”, CIARDP79T00912A001900010002-6, SECRET, Approved for Release 03/12/2008, s. 15 27 National Intelligence Daily (Cable), 28 Kasım 1978, “Turkey: Wave of Domestic Violence”, CIARDP79T00975A030900010094-5, TOP SECRET, Approved for Release 07/03/2007, s. 9 28 National Intelligence Daily (Cable), 29 Kasım 1978, CIA-RDP79T00975A030900010096-3, TOP SECRET, Approved for Release 07/03/2007, s. 15 29 National Intelligence Daily (Cable), 30 Kasım 1978, “Turkey-USSR”, RDP79T00975A030900010098-1, TOP SECRET, Approved for Release 09/03/2007, s. 12 CIA- 30 Central Intelligence Agency National Foreign Assessment Center, 27 Aralık 1978, “Turkey Under Martial Law”, CIA-RDP80T00634A000500010042-5, SECRET, Approved for Release 02/12/2004, ss. 2-3 32 Foreingn Broadcast Information Service, 12 Şubat 1982, “West Europe Report”, CIA-RDP82-00850R000500030054-4, FOR OFFICIAL USE ONLY, Approved for Release 09/02/2007, s. 33. 33 “Turkey: The Threat of Resurgent Terrorism”, Eylül 1984, CIA-RDP85S00316R000200160005-8, SECRET, Approved for Release 18/02/2011, ss. 2-6. Kaynak: Türk Yurdu, Nisan 2015 - Yıl 104 - Sayı 332 Ülkü Ocakları Genel Merkezi 301 www.ulkuocaklari.org.tr 31 National Intelligence Daily (Cable), 04 Ocak 1979, “Turkey: Prospects for Ecevit”, CIARDP79T00975A030900010154-8, TOP SECRET, Approved for Release 17/08/2005, s. 12 Ülkü Ocakları Eğitim Programı DEVLET BAHÇELİ’NİN KALEMİNDEN BAŞBUĞ Dr. Devlet BAHÇELİ Rahmetli Başbuğumuz Alparslan Türkeş Bey, tarihte örneklerine pek sık rastlamayan müstesna şahsiyetlerden biridir. Karizmatik lider bilge lider tarihi şahsiyet gibi sıfatlar muhterem liderimizi anlatmakta kullanılan başlıca sıfatlar olarak Türk milleti tarafından benimsenmiş ve kabul görmüştür. Tarihi geleneğimiz açısından O’nu en iyi anlatan, tanımlayan sıfat ise Başbuğ olmuştur. Türkeş Bey, Türk dünyasının Başbuğu unvanını, sahip olduğu meziyetler ve yerine getirdiği hizmetler açısından bakıldığında en çok hak eden tarihi bir şahsiyettir. Bu değerlendirmeyi er ya da geç dost düşman herkes yapınıştır. Başbuğumuzun bu sıfatları kazanışı ile Milliyetçi Hareketin tarihi paralel bir çizgiye sahiptir? Çünkü O’nun hayatı ile Türk milliyetçiliğinin yarını yüzyılı aşkın dönemi tamamen özdeşleşmiş iç içe geçmiştir. Bilge lider ya da tarihi şahsiyet kavramı, her şahsiyet gibi kendi milletinden ve içinde yaşadığı çağdan bir şeyler alan, ama diğerlerinden farklı olarak milletinin gelişimine, çağının akışına bir şeyler katan, kısaca tarihe damgasını vuran insanları anlatan bir kavramdır. Bundan sonra tarih, O şahsiyetten bir şeyler alarak O’nun fikrinin, alın terinin izlerini taşımaya başlar. Dünyada hiçbir büyük ve önemli bir iş yüreği ülke sevdasıyla yanıp tutuşmayan, hiç cefa çekmemiş ve inanmadığı şeyler savunmuş politikacılarca başarılmış değildir. Büyük davalar, tehlikelere ve zorluklara cesaretle göğüs geren ömrü boyunca, yılmamış, inançlı ve azimli insanların liderliği altında başlamış ve başarılmıştır. Tarihi şahsiyetleri ya da büyük liderleri ortaya çıkartan dinamikler nelerdir? Onların ortaya çıkışları sahip oldukları meziyetler ile tarih şartlarını buluşmasıyla mümkün olmaktadır. Bu meziyetler vasıflar nelerdir? En başta basiret, inanç, azim, bilgi cesaret direnç ve kararlılık gibi önemli özellikleri şahsiyetlerinde barındıran insanlar gerçek anlamında lider olabilirler. Bu insanlar, yeteneklerini ideallerini gerçekleştirme yolunda ortaya koymaya, yani kuvveden fiile geçirmeye başladıklarında varlıklarını 302 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı hissettirmiş olurlar. Bunu takiben halk ile diyalog kurmaları ve kadrolarını yetiştirmeleriyle birlikte ağırlıklarını ve farklılıklarını kabul ettirmeye başlarlar. Artık onlar gerçek birer liderdir. Zamanla bu sıfat, gelişmelere bağlı olarak tarihi şahsiyet karizmatik lider önder gibi sıfatlara dönüşür. Kısacası tarihi şartlar ve gelişmelerle liderlik vasıflarına sahip insanlar bir araya geldiğinde, büyük ve önemli liderler ortaya çıkar. Başbuğumuzun siyasi kişiliğinin en kısa ve özlü ifadesidir. Türk milliyetçileri, 1944 girdabından yüz akıyla çıktıktan sonra, 1940′lı yılların ikinci yarısını ve 1950′lerin başlarını toparlanma ve dayanışma çabalarıyla geçirmiştir. Türk milliyetçileri ikinci tırpanı bu dönemde Demokrat Parti yönetiminden yemiştir. İşte bütün bu olayları ‘ve sorunları çok iyi okuyan rahmetli liderimiz, 1960′lı yıllardaki gelişmeleri de dikkate alarak Türk milliyetçiliği Hareketine yeni bir ivme ve boyut kazandırmıştır. 1960′ların ikinci yarısı, hem Türk milliyetçileri hem Türk devletçiliği hem de Türk demokrasi tarihinde önemli bir dönüm noktasıdır. Çünkü bu dönem, Türk dünyasının Başbuğunun ve Milliyetçi Hareket Partisi’nin doğuşuna sahne olan bir dönemdir. 1960′lı yılların başından itibaren Türkiye’de, büyük bir çoğunluğu Rus emperyalizminin doğrudan ya da dolaylı olarak uzantısı pozisyonunda olan sol hareketlerin canlanışına ve hızlı bir şekilde güçlenmesine şahit olunmuştur. Buna karşılık, kendini sağcı olarak tanımlayan siyasi partiler ve gruplar ise, hem aralarında hem de içlerinde sürekli didişen bir yapıya sahipti. Türk milliyetçilerinin hali de çeşitli dergiler ve dernekler etrafında kümelenmiş çok dağınık, arayış psikolojisinin hakim olduğu bir manzarayı andırıyordu. Alparslan Türkeş Bey’in 1964 yılında siyasete doğrudan girmesiyle başlayıp, 1969 yılında tamamlanan süreçte ise, Türk milliyetçiliği davası derlenip toparlanmaya, daha doktriner bir hüviyet kazanmaya başlamış, kendi özgün ve dinamik siyasi partisine kavuşmuştur. Bu süreç, dağınık, siyasi etkinliği çok zayıf ve öz güven bunalımı yaşayan bir camianın varlığını çok iyi gözlemleyen, Türk milletinin yeni bir dirlik, birlik ve kalkınma hamlesine ihtiyacı olduğunu hisseden siyasi iradenin inancın, kararlılığın ürünüdür. Yani Merhum Liderimiz Alparslan Türkeş’in önderliğindeki kadronun iradesinin ve çabalarının eseridir. Kendilerinin veciz bir şekilde ifade ettiği gibi, milliyetçi-ülkücü hareket, büyük ve güçlü Türkiye’nin mimarı olarak doğmuş ve gelişmiştir. Türk milliyetçiliği hareketinin yeniden yapılandırılması aşamasını bütün milliyetçilerin, vatanseverlerin, bütün dağınık parçaların bir araya getirilmesi ile fikri alt yapının geliştirilmesi ve projelerin ortaya konması aşaması izlemiştir. Tabii bütün bu aşamalar, çok zorlu ve uzun soluklu bir mücadeleyi, ilmik ilmik örülme anlamında zahmetli çabaları ifade etmektedir. Çünkü Türk milliyetçileri önlerine çıkartılan bir çok engeli aşmak, yoğun karalama kampanyalarını göğüslemek için olağan üstü çabalar sarf etmek zorunda kalmışlardı? Türk milliyetçiliği davasının doğrudan siyasi alana taşıdığı yani rahmetli Başbuğumuzun Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’nin genel başkanı seçildiği günden itibaren başta faşizm olmak üzere sürekli eleştiriler yöneltilmesi, Türk gençliğinin çeşitli oyunların içine çekilmeye çalışılması Milliyetçi Hareket’in gelişimini etkilemiştir. İşte Milliyetçi-Ülkücü Ülkü Ocakları Genel Merkezi 303 www.ulkuocaklari.org.tr Rahmetli Başbuğumuzun ömrünü yarım asrı aşkın son bölümü, Türk milliyetçiliği hareketinin yaşadığı sorunlarla, gelişmelerle paralel bir seyir takip etmiştir. Hakk’ın rahmetine kavuştuğu son ana kadar da davasına yani Türk milletine ve Türk dünyasına hizmet etmeye devam etmiştir. 1944 yılında zamanın siyasi iktidarının rüzgara göre yön değiştiren zihniyetinin bir sonucu olarak uygulanan baskı ve zulümlerden 1997 yılının Nisanına kadar uzanan kararlı milliyetçilik mücadelesi, hayatını ülkesine ve milletine adamışlığın çok önemli ve güzel örneklerini ortaya koymuş olması, Ülkü Ocakları Eğitim Programı hareket bir tarâftan bu tür karalama kampanyalarıyla ve terör belasıyla uğraşmak, bir tarafta da dünya ve ülke sorunlarıyla ilgilenmek, çözümler üretmek durumunda kalmış, siyasi hayatın gereklerini yerine getirmeye çalışmıştır. Bu mücadelenin bir de imkansızlar içinde yürütüldüğü düşünüldüğünde, anlamı önemi ve büyüklüğü daha iyi anlaşılmaktadır. Milliyetçi Hareket Partisi böyle bir zorlu mücadele geleneğine ve olumsuzluklara rağmen, iktidar ortağı olduğu zamanlarda ülkeye hizmet etmenin en iyi örneklerini sergilemekten de geri kalmamıştır. Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeki MHP, ciddiyet çalışkanlık ve ülke çıkarıyla özdeşleştirilir olmuştur. Bu dönemde yine gençliğin yıkıcı ve bölücü fıkirlere kapılmamasında kültürel yabancılaşma hastalığına yakalanmalarında kalkan işlevi görmüştür. Alparslan Türkeş Bey’in önderliğindeki Milliyetçi Hareket, bu tarihi görevini, genç nüfusun milli ve manevi değerlerle donanmış idealist bir gençlik olarak yetişmesini sağlayarak yerine getirmiştir. Türk Milliyetçileri, 12 Eylül 1980 sonrasındaki üç yılı kapsayan askeri yönetim döneminde de her türlü baskıyla karşı karşıya kalmış ve MHP kapatılmıştır. Aynı göğüs germe zorunda kalınmıştır. Ancak, Milliyetçi Hareket kısa süre içinde Türkiye’nin ve Türk dünyasının tekrar parlayan yıldızı olmayı başarmıştır.Haksız eleştirilere karşı koyarak, her sınavdan yüz akıyla çıkmak kısacası zorlu ama onurlu bir mücadele destanı yazmak, ancak haklı ve güçlü davalara sahip siyasi hareketlere nasip olur.Yine hiçbir siyasi hareketin , bilge bir şahsiyete karizmatik bir lidere sahip olınadan bu kadar zorlu ve uzun bir mücadeleyi sürdürebilmesi mümkün değildir. Bugün Milliyetçi Hareket Partisi, dimdik ve güçlü şekilde ayakta durmakta. Türk Milletinin yegane ümidi haline gelmiş bulunmaktadır. 304 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı ALPARSLAN TÜRKEŞ’İN SÜRGÜNDEKİ FAALİYETLERİ 13 Kasım günü evinde gözaltına alınan Alparslan Türkeş de Hindistan’ın başkenti Yeni Delhi’ye sürgüne gönderilmişti. Türkeş sürgüne gönderilişi hakkında hatıratında şu bilgileri vermektedir; Ailece Esenboğa’dan gece saat 23′te hareket ettik. Ertesi sabah, mahallî saatle 6.30′da Yeni Delhi Havaalanı’na indik. Tarih, 20 Kasım 1960′ı gösteriyordu. Hindistan çok sıcaktı. Böyle bir havayla karşılaşacağımızı hiç tahmin etmiyorduk”.(40) Alparslan Türkeş kısa zamanda Hindistan’a uyum sağladı. Türkiye Büyükelçiliğinde müşavir olarak göreve başladı. Yabancı diplomatlarla kısa zamanda kaynaştı. Ayrıca tasfiye hareketi ile dünyanın dört yanına dağılan arkadaşları ile temasa geçti. Sürgündeki 13 arkadaşı ile mektuplaşmaya başladı. Arkadaşlarıyla haberleşmesi kontrol altında tutulmasına rağmen yazdığı mektupları Beyrut’ta bulunan MİT görevlisi bir tanıdığı vasıtasıyla Türkiye’ye ulaştırabiliyordu. Ayrıca Yunanistan, Kıbrıs, İtalya ve Almanya üzerinden Türkiye ile yazışma yapabiliyor ve bu sayede Türkiye’de olup bitenleri vakit kaybetmeden öğrenebiliyor ve ona göre tavır alabiliyordu. Sahip olduğu bu konumunu iyi değerlendiren Türkeş, bu sayede çok uzaklarda olmalarına rağmen 14′leri aynı hedeflere yönelterek uzun süre ayakta tutmaya çalışmıştır. 13 Kasımdan sonra Türkiye’de basın, siyasî partiler ve MBK’nin müşterek hedefi 14′leri parçalamak şeklinde tezahür etmiştir. 13 Kasımcıların bu tür manevralarının 14′ler üzerinde kısmen etkili olduğunu söylemek mümkündür. Türkeş’in Hindistan’da bulunduğu süre içinde arkadaşları ile yaptığı mektuplaşmalar incelendiğinde; sürgünden hemen sonra çeşitli dedikodu ve yalanlarla zedelenmiş olan 14′ler grubunun ilişkilerini düzeltmeye çalıştığı görülmektedir. Alparslan Türkeş yeni yıl münasebetiyle 1962 yılında arkadaşlarına yazdığı mektupta 14′leri “Türklüğün ümit dünyasını aydınlatan meşale” olarak değerlendirmesi bunun en önemli kanıtıdır. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 305 www.ulkuocaklari.org.tr 13 Kasım tasfiyesinde 14′ler grubunun ortadan kaldırılması dahi düşünülmüştü. Ancak grubun ordu içindeki kuvveti ve taraftar kitlesinin fazlalığı 13 Kasımcıları bu düşüncelerinden vazgeçirmişti. Sonuçta 14′lerin sürgüne gönderilmeleri en iyi çıkış yolu veya ceza olarak görülmüş ancak yurt dışında olmalarına rağmen Alparslan Türkeş ve arkadaşları daima potansiyel bir tehlike olarak kabul edilmiştir. Bu tehlikeyi bertaraf etmek ve grubun dağılmasını sağlamak amacıyla çeşitli entrikalara girişilmiş, 14′ler birbirleri aleyhine kışkırtılmaya çalışılmıştır. Ülkü Ocakları Eğitim Programı Türkeş, 14′ler arasındaki birliği sağlayabilmek amacıyla bazı prensipleri tespit ederek grubun bu ilkelere uymasına gayret sarf etmiştir. Türkeş’in Hindistan’da iken tespit ettiği prensipler şunlardır; a) 14′ler birbirlerine karşı körü körüne itimat ve güven beslerler. b) Birbirleri hakkında duydukları haberleri, her şeyden önce ilgili arkadaşlarına bildirerek kendilerini aydınlatmasını isterler ve ondan sonra bu gibi haberler üzerinde mütalâa yürütürler. c) 1 Ocak 1962 tarihinden önce, 14′ler arasında geçen özler, münakaşalar ve işitilmiş olan dedikodular unutulmuş olup, bir daha arkadaşlar arasında bunlar üzerinde konuşma ve yazışma yapılmaz. ç) 14′lere dahil bulunan kimseler, çok şerefli ve faziletli kimseler olup, onların gereksiz bir hareket yapacağı kabul edilmez ve düşünülmez. d) İnsan olarak, herkesin tabiatı ve itiyatları diğerlerinden farklıdır. Bize kusurlu görünen taraflarını da hoş görerek arkadaşlarımızı bağrımıza basarız. e) 14′lerden olmayan kimselere, kendi arkadaşlarımızdan herhangi biri aleyhinde söz söylenmez, tenkit yapılmaz.(41) Alparslan Türkeş, Türkiye’de yıllardan beri gayrimeşru servetler elde etmiş ve büyük bir imkân sağlamış ayrıca basın kudretini kontrolleri altına almış olan mütegallibelere karşı sadece 14′leri önemli bir güç olarak görüyordu. Bu yüzden Türkiye’nin menfaatleri açısından 14′lerin dağılmaması için azamî gayret sarf etmiştir. Bu sebeple de daha Hindistan’da iken Türkiye’ye dönüşü sonrasında nelerin yapılması gerektiğini düşünen ve bu hususta plânlar yapmış ve 27 Mayıs Hareketi ile gerçekleştiremediği “sosyal reform politikası” fikrini bu defa 14′ler vasıtasıyla tatbik etmeyi düşünmüştür. Türkeş ve arkadaşları için Türkiye’deki en büyük engel daima CHP ve basın olmuştur. Türkeş bu konuda şunları söylemektedir; “CHP ve Ahmet Emin’le Falih Rıfkı’nın başında bulundukları basın çetesi, bizim barışmaz düşmanlarımızdır. İhtilâlden sonra ben bunları teskin ve tatmin için kendilerine birçok defalar izahat ve teminat verdim. Dostluk gösterdim, menfaatler sağladım. Fakat onlar düşmanlıklarından vazgeçmediler. Çünkü, bizim yapmak istediğimiz sosyal reformlar, onların menfaatlerine uygun düşmemektedir. Düne kadar bizleri, diktatörlük heveslisi, faşist veya komünist hayranı diye itham ederek kendilerini demokrasi ve hürriyetin koruyucusu ilân eden bu adamlar, bu defa “Devletçi Sosyalizm” taraftarı olduklarını ilân ediyorlar. Şu hâlde samimî olmadıkları aşikâr bulunan bu sürüye, “bizim fikirlerimizi taşıyorlar” diye güvenmeye ve onlara dayanmaya kalkmak imkânsızdır”.(42) Alparslan Türkeş sürgünde bulunduğu süre içinde değişik zamanlarda Avrupa’ya geçerek arkadaşları ile fikir alışverişinde bulunmuştur. Bu görüşmelerde genellikle 14′lerin Türkiye’ye dönüşü sonrasında nasıl bir politika takip edilmesi gerektiği üzerinde durulmuştur. 306 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı ALPARSLAN TÜRKEŞ’İN SÜRGÜNDEN DÖNÜŞÜ Alparslan Türkeş’in 815 günlük sürgün hayatı 22 Şubat 1963′de sona ermiştir. Hindistan’dan ailesi ile birlikte Lübnan’a gelen Türkeş burada eşi ve çocuklarını Beyrut’tan Ankara’ya gönderdi. Kendisi ise İsviçre’ye geçti. Burada Dündar Taşer ile görüştü. Daha sonra Bern, Brüksel ve Paris’e geçerek 14′ler grubunun diğer mensuplarıyla buluştu. Avrupa’da bulunduğu süre içinde arkadaşlarıyla yaptığı görüşmelerde daha çok Türkiye’de takip edecekleri siyasetin nasıl olması gerektiği üzerinde fikir yürüttüler. Bu görüşmelerden sonra Muzaffer Özdağ ile Türkiye’ye doğru yola çıktılar. Yugoslavya’ya geldiklerinde Muzaffer Özdağ’ı Bulgaristan üzerinden Türkiye’ye gönderdi. Kendisi ise Üsküp, Makedonya üzerinden Selânik’e geçti. Burada Batı Trakya Türkleri ile çeşitli görüşmeler yaptı. Nihayet 22 Şubat 1963 günü Kapıkule’den giriş yaparak Edirne’ye geldi. Edirne’de Muzaffer Kaplan ve kalabalık bir vatandaş topluluğu tarafından karşılandı. Kafile hâlinde İstanbul’a geldi. İstanbul’da basın toplantısı yaparak daha önce hazırlamış olduğu “Millete Beyanat” adlı metni Türk milletine sundu. 24 Şubat’ta ise Ankara’ya geldi. Alparslan Türkeş’in yurda dönüşü münasebetiyle yayımladığı beyanatı önemine binaen aşağıya alıyoruz; Ülkü ve inancından vazgeçmez bir insan olarak, iki yıl önce aranızdan ayrılmış uzaklara gitmiştim. Bugün yine aynı azim ve imanla dolu ve Türk milletinin geleceği hakkında büyük ümitler taşıyarak, sevinç ve heyecan içinde tekrar sizlere kavuşmuş bulunuyorum. Sizlerden biri ve sırdan bir vatandaş bulunmak övünç ve heyecanımın tek kaynağını teşkil etmektedir. Söze başlarken, millet iradesinin her şeyin üstünde tutulmasını ve ona herkes tarafından saygı ve itaat gösterilmesini, bir selâmet yol olarak gördüğümü tekrar belirtmek isterim. 27 Mayıs sabahı yazarak sizlere radyodan yayınladığım yazımın mana ve ruhuna daima sadık kaldım ve bugün de memleketin huzur ve yükselişini bu beyanatın belirttiği ruh ve yönde görmekteyim. Irk, din ve mezhep farkı gözetmeksizin, vatandaşların refah ve saadetini sağlamak ve insana değer veren insanca bir zihniyetle memlekette huzur ve istikrarı sür’atle tesis için her çeşit gayret gösterilmelidir. Büyük Atatürk’ün bize emanet ettiği ilkelere daima bağlı kalınmalı ve hürmet edilmelidir. Mübarek vatan topraklarına ayak bastığım şu günlerde sizlere 27 Mayıs’ın gayelerini, her türlü hırslı ve bencil tutumlara karşı göğüs germiş yetkili bir kimse olarak açıklamakta fayda görüyorum. Sevgili vatandaşlarım, 27 Mayıs hiçbir parti ve zümreye karşı ve herhangi bir şahıs, zümre ve parti lehine bir hareket olarak yapılmamıştır. 27 Mayıs iktidarda bulunan bir partiyi silâh zoru Ülkü Ocakları Genel Merkezi 307 www.ulkuocaklari.org.tr ” Sevgili Vatandaşlarım, Ülkü Ocakları Eğitim Programı ile iktidardan indirip onun yerine bir muhalefet partisini oturtmak için, yani adî bir hükûmet darbesi olarak düşünülmemiştir. Onun kökleri, asil gayeli kaynaklara inen derinliklerdedir. Bunun aksini söylemiş ve söylemekte bulunanlar memlekete büyük zarar vermiş ve hâlen de vermeye devam eden kimselerdir. 27 Mayıs, sefalet, yokluk ve karanlık içinde sahipsiz olarak bırakılmış bulunan köylü ve halk kitlesini en kısa yoldan ve hızla modernuygarlığa ulaştırmak, Türk devletini kendi gücü ile ayakta durabilecek hâle getirmek için yapılmıştır. 27 Mayıs, politika bezirgânlıkları ve şahsî menfaat hırsları ile tehlikeye düşürülen Millî Birliği korumak, kardeş kavgasına meydan vermemek gayesiyle yapılıştır. 27 Mayıs, memleketin savunma gücünü en yüksek dereceye çıkarmak, Türk Silâhlı Kuvvetlerini II. Cihan Harbi başından beri terkedilmiş olduğu, ihmal ve bakımsızlık çukurundan kurtarmak için yapılmıştır. 27 Mayıs, topraksız köylüyü toprak sahibi yapmak, bütün milleti içine alan bir yardımlaşma teşkilatı kurarak hiçbir vatandaşı yardımsız ve sahipsiz bırakmamak için yapılmıştır. 27 Mayıs, güzel sanatlar ve spordan halk hizmeti için faydalanarak aydınları ve gençleri köylere ve halkın içine gönderip, halkla harman ederek, memleketi hızlı kalkındırmak için yapılmıştır. 27 Mayıs, Ülkü ve Kültür Birliği ve Türk Kültür Dernekleri gibi kurullarla uyanıklık sağlamak ve millî kültürü geliştirerek Millî Birliğimizi sağlamlaştırmak için yapılmıştır. 27 Mayıs, ilmî meş’ale yaparak hızla kalkınmak ve Türk milletini en kısa zamanda atom ve feza çağına sokmak için yapılmıştır. 27 Mayıs, Türkiye’yi muzır cereyanların manevî istilâsından kurtarmak ve onu millî özelliğe sahip hür bir fikir ve vicdan hayatına kavuşturmak için, yani kısacası Türk Rönesansını yaratmak için yapılmıştır. Muhterem Vatandaşlarım,Bugünkü tutum ve hızla yukarıda sıralanan hedeflere kaç yüz senede ulaşılabileceği düşünülmeli ve bu geçecek yüz yıllar sırasında, modern memleketlerin bizi beklemeyecekleri de hesaba katılmalıdır. Sevgili vatandaşlarım, Bugün dünya atom ve feza çağının eşiğinden içeriye adım atmış bulunmaktadır. On dokuzuncu yüzyılda meydana gelen ilmî ve teknik gelişmeler, nasıl sosyal, ekonomik ve politik hayatı alt üst etmişse, gelmekte olan atom ve feza çağı da büyük değişikliklere sebep olacaktır. Bir sıçrama yaparak çağlar üzerinden atlayıp atom ve feza çağına girmek zorundayız. Türkiye bir varolmak veya yok olmak dâvasıyla karşı karşıyadır. Bizi birbirimize düşürmek ve devletimizi parçalamak için içte ve dışta tehlikeli cereyanlar gelişmektedir. Birbirimize karşı davranışlarımızda, daima karşılıklı sevgi, saygı ve hoşgörürlük duygusu hâkim olmalıdır. Siyasî partiler, bir saltanat vasıtası ve bir gaye olarak değil, sadece memlekete ve millete hizmet için bir vasıta olarak kabul edilmelidir. Her kim olursa olsun, bütün vatandaşlara karşı şefkat. Sevgi ve kanun himayesi şart sayılmalıdır. Fikirlerini kabul etmediğimiz veya şahsî aykırılığımız bulunanlara da, insanca, hukuk düzeni içinde işleme tabi tutulması esas olmalıdır. Millet ve memleket faaliyetleri, ilim ve tekniği her şeyin üstünde tutan bir görüşle düzenlenmeli ve iktisadî hayat hemen harekete getirilmelidir. Türkiye’mizin endişesiz yarınına güvenen çalışkan insanlar diyarı olarak ufuklarda yükselmelidir. Aziz vatandaşlarım, Türk milleti bölünmez kutsal bir bütündür. Bizler belirli bir fikir ve davayı temsil ile onun bayrağını taşıyan insanlarız. Bizi şu veya bu siyasî teşekküle izafe etmek yerine bütün bir milletin sadece hâdimi olarak kabul etmek gerekir. Sevgili vatandaşlarım, Mensubu olduğumuz Türk milleti, büyük kabiliyetlere ve büyük güce sahip bir millettir. Kudretimiz ve irademiz, önümüzdeki güçlükleri yenmeye ve bize çevrilmiş olan tehlikeleri göğüslemeye yeterlidir.. Ey geçmişin büyük fırtınaları, eşsiz ve şerefleri içinden gelen ve mutlu yarınlara elbette erişecek olan büyük Türk milleti. Selâm, sevgi, muhabbet sana..” 308 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı Alparslan Türkeş Hindistan sürgününden sonra Ankara?ya yerleşti. Gaziosmanpaşa semtindeki evinde ilgi odağı hâline gelmiş, ziyaretçi akınına uğramıştı. Eski arkadaşları peşini bırakmamış, kimileri tekrar “ihtilâl” yapmayı, kimileri ise “siyaset” yapmayı teklif ediyordu. Bu sıralarda Türkeş’in eski arkadaşı olan Emekli Albay Talat Aydemir ilk teşebbüsünden sonra ikinci defa ihtilâli denemeyi plânlamaktaydı. Talat Aydemir, 21 Mayıs Hareketine Alparslan Türkeş’i de dahil etmek için büyük çaba sarf etmiştir. Aydemir’e göre 22 Şubatçılar ile 14′ler birleştiği takdirde ülkenin idaresi çok kolay bir şekilde ele alınabilirdi. Bu birleşmenin sağlanabilmesi için 10 Nisan 1963 günü Dikmen Taşucu’nda Türkeş grubu ile Aydemir grubu bir görüşme yaptılar. Türkeş görüşmede Aydemir’e, kendisinin liderliği altında ve meşru yolla siyasî faaliyette bulunmayı teklif etti. Aydemir, Türkeş’in liderliğini kabul etmediği gibi memlekete ihtilâl yoluyla hizmet edileceği kanaatinde olduğunu açıkladı. Türkeş’in meşru zeminden ayrılmama fikri, Aydemir’in harekât plânı ile tamamen farklıydı. Bu yüzden görüşmede netice alınamamıştır. Daha sonra kendi başına hareket etmeye karar veren Talat Aydemir ve Fethi Gürcan arkadaşlarıyla birlikte 20-21 Mayıs 1963′te ikinci kez darbe teşebbüsünde bulundular. Ancak bu hareketin sonu hüsran oldu ve bu teşebbüslerinin bedelini ağır ödediler. Bu seferki isyanı bastırma işini bizzat Cevdet Sunay ve kuvvet komutanları yönettiler. 20-21 Mayıs 1963 ayaklanması 22 Şubata göre daha geniş bir çevre ile bağlantı kurularak yapılmıştı. www.ulkuocaklari.org.tr Bu ayaklanmada hükûmete bağlı askerlerle isyancılar arasındaki çatışmada 8 kişi ölmüş, 26 kişi yaralanmıştı. Yapılan yargılamalardan sonra isyanın öncüsü Talat Aydemir, Fethi Gürcan, Osman Deniz ve Erol Dinçer ölüm cezasına çarptırılırken, diğerleri de çeşitli hapis cezaları almışlardı. TBMM’nin kabul ettiği 480 sayılı kanunla da haklarında ölüm kararı onaylanan Fethi Gürcan ve Talat Aydemir idam edildiler.Dönemin iktidarı, hiçbir ilgisi olmamasına rağmen Alpaslan Türkeş’i bu olayların sanıkları arasına alarak tutukladı. Yaklaşık dört ay hücrede kalan Türkeş, yapılan yargılama sonrasında beraat etti. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 309 Ülkü Ocakları Eğitim Programı ALPARSLAN TÜRKEŞ’İN SİYASETE GİRİŞİ Türkeş’in Ankara’ya döndüğü sıralarda siyasî iktidarda II. İnönü Koalisyon hükümeti bulunuyordu. Kurulan bu koalisyon hükûmeti çok çabuk yıpranmıştı. İnönü dahi partisi içinden eleştirilmeye başlanmıştı. Hükûmet iktidarda olduğu süre içinde ciddî sayılabilecek hiçbir faaliyette bulunmadı. Sürgünden dönüşü ile birlikte ilgi odağı hâline gelen Türkeş, AP ileri gelenlerinden Saadettin Bilgiç ile görüşüyordu. Türkeş bu sıralarda AP mensupları tarafından partiye davet edilmişti. AP’lilerin yanı sıra CKMP’liler de kendisini partilerine davet etmişlerdi. Alparslan Türkeş daha sonraki günlerde arkadaşlarıyla “Huzur ve Yükseliş Derneği”ni kurarak partileşme çalışmalarını buradan yürütmeye başladı. Derneğin kurucuları arasında Mustafa Kemal Erkovan, İsmail Hakkı Yılanlıoğlu, Zühtü Pehlivanlı ve Alaattin Çetin gibi milletvekilleri vardı. Dernek siyasî partilerden önemli ölçüde destek sağlamıştı. AP’lilerin yanı sıra YTP’li ve CKMP’liler derneğe geliyor, Türkeş ve arkadaşlarını aralarına davet ediyorlardı. Bu dönemde 14′lerin desteğini önemli ölçüde sağlamış olan Türkeş ise Huzur ve Yükseliş Derneğini parti hâline getirmeye çalışıyordu. Partileşme faaliyetlerinin hız kazandığı bu yıllarda Alparslan Türkeş’in kader birliği yaptığı arkadaşları 18 Mayıs 1963 günü AP’lilerle bir anlaşmaya vardı. Bu anlaşmada Türkeş’in AP’ye genel başkan olarak seçilmesi plânlanmıştı. Ancak 21 Mayıs Hareketi bu plânın gerçekleşmesini engellemiştir. Bu arada 17 Kasım 1963′te yapılan yerel seçimler AP’nin zaferiyle sonuçlandı. Oyların %48,87′sini AP, %36.97′sini CHP, %6.5′ini YTP, %2.6′sını CKMP alırken kalan %8′lik kısım Millet Partisi, Türkiye İşçi Partisi ve bağımsızlar arasında paylaşılmıştı. CHP ile iş birliğine yanaşmayan AP, yerel seçim sonuçlarının kendisine kazandırdığı itibarı değerlendirerek güç toplamaya çalışmıştı. Koalisyona katılan YTP ve CKMP hızla zayıflamaktaydılar. AP, erken seçime gidilmesini isterken, Osman Bölükbaşı’nın MP’si Millî Koalisyonu, YTP ise yeniden CHP-AP koalisyonunu teklif etmişlerdi. Hükûmet krizinin başladığı bu ortamda koalisyonu oluşturan partiler arasında çözülme başlamış ve CKMP 26 Kasım 1963′te, YTP de 27 Kasım’da hükûmetten çekilmişlerdir. Böylece Başbakan İsmet İnönü de istifa etmek zorunda kalmıştır. 310 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı İnönü’nün istifasından sonra yine CHP tarafından kurulan III. Koalisyon Hükûmeti 25 Aralık 1963 – 20 Şubat 1965 arasında görev yapmıştır. Bu hükûmetin kuruluşu uzun görüşmelerden sonra olmuş, Meclisteki oylamada ancak 225 kabul oyu alabilmiştir. Güvensizlik oyları 175 olduğu için hükûmet bir azınlık hükûmeti olarak kurulmuştur. CHP 21, bağımsızlar ise 2 bakanlıkla kabineyi oluşturdular ; Başbakan: İsmet İnönü Başbakan Yardımcısı: Kemal Satır Devlet Bakanı: İbrahim Saffet Omay Devlet Bakanı: Malik Yolaç Devlet Bakanı: Vefik Piniççioğlu Adalet Bakanı: Sedat Çumralı Bayındırlık Bakanı: A.Hikmet Onat Çalışma Bakanı: Bülent Ecevit Dışişleri Bakanı: Feridun Cemal Erkin Enerji ve Tabii Kayn. Bak.: Hüdai Oral Tekel Bakanı: Mehmet Yüceler İçişleri Bakanı: Orhan Öztrak İmar-İskan Bakanı: Celâlettin Uzer Köyişleri Bakanı: Lebit Yurdoğlu Maliye Bakanı: Ferit Melen Millî Eğitim Bakanı: İbrahim Öktem Millî Savunma Bakanı: İlhami Sancar Sağlık ve Sos. Yar.Bakanı: Kemal Demir Sanayi Bakanı: Muammer Erten Tarım Bakanı: Turan Şahin Ticaret Bakanı: Fenni İslimyeli Turizm Tanıtma Bakanı: Ali İhsan Göğüş Ulaştırma Bakanı: Ferit Alpiskender. 5 Mayısta Mecliste dış politika tartışılırken, yalnızca AP sözcüsünün kendi hükümetinden çok Amerika’yı destekler görünmesi iktidar-muhalefet ilişkisinin hangi noktada olduğunu göstermesi açısından dikkate değer bir gelişmedir. Hatta Başkan Johnson’ın, bir Sovyet saldırısı karşısında diğer NATO ülkelerini Türkiye’yi savunmak için garanti veremeyeceğini bildiren mektubundan sonra bile muhalefet hükûmeti desteklemedi. Johnson’ın mektubunun basına sızmasından sonra kamuoyunda Amerika’ya karşı bir duyarlılık oluştu. Bu arada 1964′ün sonlarına gelinirken, AP genel başkanlığı değişimi yaşandı. Ragıp Gümüşpala’nın vefatından sonra yerine Süleyman Demirel seçildi. Demirel henüz milletvekili bile değildi ve 226 oyu sağlar sağlamaz hükûmeti devireceğini açıkça beyan etti. Adalet Partisi, erken bir genel seçim çağrısında daha da ısrarlı oldu ve 25 Ocaktaki bütçe oylamasında hükûmete son darbeyi indirmeye hazırlandı. Demirel, kendi plânına bir destek aramak için diğer muhalefet liderleriyle görüştü. 9 Şubata gelindiğinde muhalefet partileri anlaşma sağlamışlardı. Bu arada İnönü, bütçenin reddedilmesi hâlinde istifa edeceğini açıkladı ve 12 Şubat 1965′te yapılan bütçe oylamasıyla meydana çıkan durum üzerine İsmet İnönü Başbakan olarak son defa istifa etti. Bu arada yeni hükûmet Kayseri Bağımsız Senatörü Suat Hayri Ürgüplü başkanlığında AP, YTP, CKMP’li üyeler oluşturdu. 20 Şubat 1965 – 27 Ekim 1965 arasında kısa bir süre görevde kalan hükûmet şu üyelerden oluşuyordu: Başbakan: Suat Hayri Ürgüplü Başbakan Yardımcısı: Süleyman Demirel Devlet Bakanı: Hüseyin Ataman Devlet Bakanı: Mehmet Altınsoy Devlet Bakanı: Şekip İnal Adalet Bakanı: İrfan Baran Bayındırlık Bakanı: Orhan Alp Çalıma Bakanı: İ.Sabri Çağlayangil Dışişleri Bakanı: Hasan Esat Işık Enerji ve Tabii Kay. Bak.: Mehmet Turgut Gümrük ve Tekel Bakanı: Ahmet Topaloğlu İçişleri Bakanı: İ.Hakkı Aydoğan İmar ve İskan Bakanı: Recai İskenderoğlu Köyişleri Bakanı: Seyfi Öztürk Maliye Bakanı: Ülkü Ocakları Genel Merkezi 311 www.ulkuocaklari.org.tr Kurulan bu III. İnönü Koalisyon Hükûmeti, 1964 yılı boyunca Kıbrıs meselesiyle uğraştı. Bu arada ülkede aydınlar arasında ilerici-gerici sürtüşmeleri baş gösterdi. Bu sürtüşmeler iktidarın hareket alanını daraltan neticeler veriyordu. 1964 yılının Mayısında hükûmet muhalefet ilişkilerinde zaten gergin olan havayı iyice sertleştiren yeni bir gelişme meydana geldi. Bu gelişme, Türkiye’nin batı ittifakı içindeki yerinin tespiti meselesiydi. İsmet İnönü, Kıbrıs konusunda Amerika’nın aleyhte tutumuyla Türkiye’nin ihanete uğradığını belirterek sert açıklamalar yapmaya başladı. Ülkü Ocakları Eğitim Programı İhsan Gürsan Millî Eğitim Bakanı: Cihat Bilgehan Millî Savunma Bakanı: Hasan Dinçer Sağlık ve Sos. Yar. Bak.: Faruk Sükan Sanayi Bakanı:Ali Naili Erdem Tarım Bakanı: Turhan Kapanlı Ticaret Bakanı: Macit Zeren Turizm ve Tanıtma Bakanı:Zekai Dorman Ulaştırma Bakanı: Mithat San. Yeni kabinede AP’lı 9, MP’li 4, CKMP’li 4, YTP’li 4 ve bağımsız 3 üye bulunuyordu. Bu koalisyon hükûmeti 8 ay kadar devam etmiştir. 1964 yılına gelindiğinde Ragıp Gümüşpala’nın ölümü ile boşalan AP’deki genel başkanlık yarışına katılmayan Türkeş bu yarışta Saadettin Bilgiç’i destekledi. Ancak bu seçimi Süleyman Demirel kazandı. 21 Mayıs sonrasında dört ay tutuklu kalan Türkeş beraat ettikten sonra siyasî faaliyetlerine hız verdi. Arkadaşlarıyla yaptığı görüşmeler sonrasında CKMP’ye daha sıcak bakılmaya başlanmış, AP ve YTP’deki milliyetçilerin de orada toplanabilecekleri düşünülmüştü. Bu arada CKMP Genel Başkanı olan Osman Bölükbaşı bu görevinden ayrılmıştı. CKMP’nin yöneticilerinden ve bu tarihlerde Devlet Bakanı olan Mehmet Altınsoy, Ahmet Oğuz ve parti Genel Başkan Vekili İrfan Baran, Alparslan Türkeş’i partilerine davet ederek genel başkanlık teklif ettiler. Türkeş 27 Mayıs Hareketi’nden itibaren bir siyasî parti hüviyeti altında ülkeye hizmet etmeyi düşünmekteydi. Sürgünde bulunduğu süre içinde bu fikrini olgunlaştırmış, Türkiye’ye dönüşünden itibaren ise en uygun zemini kollamıştı. Türkeş ve arkadaşlarının CHP’ye girmeleri mümkün değildi. AP ile zaman zaman temasları olmasına rağmen 21 Mayıs Hareketi sonrasında tutuklanması bu parti ile olan münasebetinin kesilmesine sebep oldu. CKMP’den gelen ısrarlı davetler Türkeş ve arkadaşlarının bu partiye katılma kararını kolaylaştırdı. Yeni bir parti kurmaktansa, güç kaybetmeye başlamış olan CKMP’nin kuvvetlendirilmesi düşünülerek bu parti tercih edildi. Böylece Alparslan Türkeş, 14′lerden 9 arkadaşı ile birlikte, 22-23 Şubat 1964 tarihinde yapılan CKMP kongresinde bu partiye resmen katılmış oldu. Türkeş ile CKMP’ye katılan dokuz kişi şunlardır; Muzaffer Özdağ, Rıfat Baykal, Fâzıl Akkoyonlu, Numan Esin, Mustafa Kaplan, Şefik Soyuyüce, Münir Köseoğlu, Dündar Taşer ve Ahmet Er. Alparslan Türkeş ve dokuz arkadaşının CKMP’ye girmesinden sonra Orhan Kabibay, Orhan Erkanlı ve İrfan Solmazer CHP’ye, Muzaffer Karan da Türkiye İşçi Partisi’ne(TİP) girdiler. Böylece 14′lerin aktif siyasete başlamasıyla parçalanmaları birlikte gelişmiş oldu. Ancak 14 kişiden 10 ‘unun siyasî tercihlerini aynı yönde ortaya koymaları Türkeş’in 14′ler üzerindeki tesirinin devam ettiğini göstermektedir. Alparslan Türkeş, bir siyasî parti mensubu olarak 31 Mart 1965 tarihinde yaptığı konuşmasında özetle ve altını çizerek şu gerçekleri dile getirir; “…Türk milleti için, değişmez kader yapmada şeref payı gerçekten büyük olan CKMP’lileri, dürüst, samimî, vatansever ve inandıkları prensiplerden vazgeçmez oluşları ile duygu ve düşüncelerimizin uyarlılığı bizleri kendilerine çekmiştir. Açıkça belirtmek gerekir ki; bugünün politik, sosyal, ekonomik ve kültürel bakımdan memleketin içinde bulunduğu durum çok düşündürücüdür. Gerçeklere cesaretle parmak basacak, dertlerini cesaretle ortaya koyacak kötü tedbirlerle çağdaş uygarlık düzeyine giden yolu aşmaya çalışacak yerde, kin ve 312 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı garezlerin duyulması, şahıs ve zümre çıkarlarının sağlanması uğruna yapılan kısır politika kavgaları vatandaşların huzurunu kaçırmış bulunmaktadır. Ayrıca, aşırı akımların yıkıcılığı gittikçe endişeleri arttırmaktadır. Türkiye’nin bütünlüğüne karşı yönetilen zehirleri, ayırıcı faaliyetlerle ciddî ve müspet, ilmin icap ettirdiği şekilde savaşılmalıdır. Parti farkı gözetilmeksizin bütün vatandaşların hizmetinde bulunmak Türk milletini kutsal bir bütün görerek, onu yüceltmeyi, mutluluğa kavuşturmayı başlıca ülkü saymak gerekir. Bunları gerçekleştirmek için Atatürk milliyetçiliğin gerçek temsilcileri el ele vererek çalışmalıdır”. Alparslan Türkeş’in siyasete girmesi güç kaybetmekte olan CKMP’ye ve siyasî hayata canlılık getirmiştir. Bu gelişme karşısındaAP’de telâş başlamış, CKMP’deki liderlik meselesinde AP’liler Türkeş’e karşı Ahmet Tahtakılıç’ı aday çıkararak Türkeş’in önünü kesmeye çalışmışlardır. CHP ise partiye kabul ettikleri 14′lerin üç üyesini Türkeş grubuna karşı kullanmak istemiştir. Bu sıralarda Millet Partisi’nin Genel Başkanı olan Osman Bölükbaşı’nın şu sözleriyle dile getirdiği yaklaşım ise oldukça ilgi çekicidir: “Yahu orası ordu karargâhına döndü. Çizme gıcırtısından, kılıç şakırtısından oraya girilemiyor”. Alparslan Türkeş, CKMP’ye katıldıktan sonra parti genel müfettişliği görevine getirildi. Parti teşkilâtlarıyla doğrudan temasa geçerek hızlı bir çalışma temposu içerisine girdi. Bu durum CKMP içinde bir iç mücadelenin doğmasına yol açtı. CKMP’ nin 1965 Haziran sonunda “Olağan Kongre” kararını alması ise Genel Başkan Ahmet Oğuz’un istifası ile sonuçlandı. Genel Başkan Ahmet Oğuz’un istifasını CKMP’de Alparslan Türkeş ile başlayan yapısal değişikliğe ve canlılığa bir tepki olarak değerlendirmek mümkündür. CKMP Olağanüstü Kongresi 30 Temmuz 1965 tarihinde başladı. Türkeş’in karşısına Ahmet Tahtakılıç aday olarak çıkarılmıştı. Tahtakılıç’ın kongrede hemen hemen iki gün süren uzun konuşmasına karşılık Türkeş’in yapmış olduğu konuşma yarım saat sürmüştü. Konuşmasında gayet samimî bir ifade ile duygu ve düşüncelerini dile getirerek şunları söyledi; 1 Ağustos 1965 tarihi Alparslan Türkeş ve CKMP için yeni bir dönemin başlangıcı olur. Alparslan Türkeş’in CKMP Genel Başkanı olarak kendisinin liderliğine karşı tavır koyan CKMP’li bakanlara karşı hükûmet nezdinde gösterdiği tepki siyasî hayatındaki davranış biçimini ortaya koyması bakımından oldukça önemlidir. Cumhuriyet Senatosu Kayseri Senatörü Suat Hayri Ürgüplü’nün Başbakanlığında kurulmuş olan koalisyon hükûmetinde. CKMP Niğde Milletvekili Mehmet Altınsoy Devlet Bakanı, Konya Milletvekili İrfan Baran Adalet Bakanı, Afyonkarahisar milletvekili Hasan Dinçer Milli Savunma Bakanı ve Eskişehir Milletvekili Seyfi Öztürk’de Köyişleri Bakanı olarak görev almışlardı. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 313 www.ulkuocaklari.org.tr “Ben bir makam, mevki için aranıza gelmiş değilim. Bana hangi görev verirseniz, seve seve onu kabul eder, yaparım. Bir nefer olarak, bir er olarakaranızda çalışmaya geldim” Bu konuşmanın arkasından yapılan seçimlerde Alparslan Türkeş büyük bir oy farkıyla1 Ağustos1965 tarihinde CKMP Genel Başkanlığına seçildi. Oylamada Ahmet Tahtakılıç 516 oy, Alparslan Türkeş ise 698 oy almışlardı. Ülkü Ocakları Eğitim Programı CKMP’li Bakanlardan Hasan Dinçer, Seyfi Öztürk ve Millet Meclisi Başkan Vekili Nurettin Ok, Ahmet Oğuz, Veli Başaran, Mehmet Kesen ve Senatör Rasim Hancıoğlu, 4 Ağustos 1965 tarihinde CKMP Genel İdare Kuruluna müşterek bir mektup göndererek; “Türkeş’in liderliği altında partinin totaliter ve maceracı bir hüviyet aldığı” iddiasıyla istifa ettiklerini bildirmişlerdir. Genel Başkan Alparslan Türkeş, 5 Ağustos 1965 günü, Başbakan Suat Hayri Ürgüplü’yü Başbakanlıktaki makamında ziyaretle; mütecaviz bir tavırla partiden istifa edip de, hâlen partisini temsilen bakanlık görevini sürdürmekte olan Hasan Dinçer ve Seyfi Öztürk’ün, “öğleye kadar hükûmetten istifa etmelerinin temini için” Başbakan’a mehil verir. Türkeş, aksi taktirde koalisyona dahil siyasî parti liderlerinin de toplantıya çağrılmasını ister. Öte yandan adı geçen iki bakanın bakanlıktan istifa etmemekte direnmeleri, Başbakan S. Hayri Ürgüplü’yü zor durumda bırakmıştır. CKMP lideri Alparslan Türkeş’in, sert ve kararlı ve ültimatom niteliği taşıyan uyarısı üzerine, mevcut koalisyonda yer alan siyasî partilerin liderleri 6 Ağustos 1965 günü saat 17.00 toplanırlar. Başbakan S. H. Ürgüplü, “her şeyin iyi niyetle halledileceği” yolunda bir demeç verir. Sonuçta Türkeş’in talebi istikametinde; Hasan Dinçer ve Seyfi Öztürk resmen bakanlıklarından istifa ederler. Aynı tarihte CKMP Cumhuriyet Senatosu Çankırı Üyesi Hazım Dağlı, Millî Savunma, CKMP Yozgat Milletvekili Mustafa Kepir de Köy İşleri Bakanlığı’na atanırlar. Alparslan Türkeş, CKMP Genel Başkanı sıfatı ile verdiği demeçlerle Türk milletinin ters talihini yenmek azminde olduklarını, yeni bir devir açılmasında millete yardımcı olmak isteklerini dile getirerek, Türk milletinin uyanış ve kendisine geliş meselelerine hizmet etmek azminde olduklarını sürekli olarak ifade etmekten geri kalmamıştır. Alparslan Türkeş’in lideri olduğu 14′lerin 27 Mayıs Hareketi ile birlikte önemli sayılabilecek bir askerî gücü elde ettikleriinkâr edilemez. Türkeş ve grubunun sahip olduğu bu askerî güç, ihtilâlsonrasında geçilen demokratik hayatın kendine özgü şartları içinde sıkıntılar yaratabilecek mahiyette idi. Ancak Türkeş bu gücü meşru yollarla siyasî arenaya taşımaya muvaffak olmuş bir liderdir. Oluşmasında Türkeş’in sahip olduğu karizmatik kişiliğinin de rolü olan bu askerî gücün siyasî tezahürü, 1965′te yenileşmeye başlayan bir CKMP ve 1969′da kendine özgü bütün özellikleriyle ortaya çıkan MHP’dir. 314 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı 1965 SEÇİMLERİ VE ALPARSLAN TÜRKEŞ’İN PARLÂMENTOYA GİRMESİ Alparslan Türkeş’in Genel Başkan seçilmesinden sonra CKMP, yeni program ve kadrosuyla girdiği 10 Ekim 1965 seçimlerinde aldığı 208.696 (%2.2) oy ile 11 milletvekili çıkarabilmiştir. Bu seçimlerde Türkeş Ankara milletvekili olarak parlâmentoya girmiştir. 14′lerden Muzaffer Özdağ Afyon milletvekili, Rıfat Baykal ise Mardin milletvekili olarak seçildiler. 10 Ekim 1965 günü yapılan genel seçimlerden çıkan netice AP’nin tek başına iktidarı anlamına geliyordu. Seçim sonuçları şu şekilde oluştu: AP %53 oy ile 240 milletvekili CHP %28.7 oy ile 134 milletvekili MP %6 oy ile 31 milletvekili YTP %3.7 oy ile 19 milletvekili TİP %2.9 oy ile 15 milletvekili CKMP %2.2 oy ile 11 milletvekili. AP’nin bu seçimlerdeki büyük ilerlemesi CKMP ve YTP’nin önemli miktarda oy kaybetmesine yol açmıştır. CKMP’nin oylarını bir bölümü MP’ye girmiştir. 1965 seçimlerde Demirel’in ilk kabinesi şu isimlerden oluşmuştur: Başbakan: Süleyman Demirel Devlet Bakanı: Cihat Bilgehan Devlet Bakanı: Refet Sezgin Devlet Bakanı: Kâmil Ocak Devlet Bakanı: Ali Fuat Alişan Adalet Bakanı: Hasan Dinçer Bayındırlık Bakanı: Etem Erdinç Çalışma Bakanı: Ali Naili Erdem Dışişleri Bakanı: İ. Sabri Çağlayangil Enerji ve Tabii Kay. Bak.: İbrahim Deriner Gümrük ve Tekel Bakanı: İbrahim Tekin İçişleri Bakanı: Faruk Sükan İmar-İskan Bakanı: Haldun Menteşeoğlu Köyişleri Bakanı: Sabit Osman Avcı Maliye Bakanı: İhsan Gürsan Millî Eğitim Bakanı: Orhan Dengiz Millî Savunma Bakanı: Ahmet Topaloğlu Sağlık ve Sos. Yar. Bak. Ahmet Türkel Sanayi Teknoloji Bakanı: Mehmet Turgut Tarım Bakanı: Bahri Dağdaş Ticaret Bakanı: Macit Zeren Turizm ve Tanıtma Bakanı:Nihat Kürşat Ulaştırma Bakanı: Seyfi Öztürk. Dış ilişkilerde ABD ile SSCB arasında yumuşamanın hüküm sürmeye başladığı ve dünya ekonomisini çevre ülkelerinde büyümelerine izin verdiği bir ortamda başbakan olan Süleyman Demirel, avantajlı konumunu iyi kullanabilmiştir. Özellikle Orta Doğu’da ve büyük komşu SSCB ile ilişkilerinde Menderes’e göre çok şanslı bir konumda olan AP lideri, dünya politikasındaki yumuşamanın etkisiyle Ülkü Ocakları Genel Merkezi 315 www.ulkuocaklari.org.tr Millî bakiye sisteminin uygulandığı bu seçimin en önemli yanlarından birisi de sosyalistlerin Mecliste ilk kez grup kurmalarıdır. Aslında millî bakiye sistemi AP’nin tek başına iktidarını önlemek için getirilmiş, fakat tam tersi bir sonuç ortaya çıkmıştır. Ülkü Ocakları Eğitim Programı rahat davranma imkânı bulmuş ve Türk-Sovyet ekonomik gelişiminde önemli rol oynamıştır. Dolayısıyla 1965-71 dönemini muhalefetteki CHP ile TİP’in iddialarının aksine Halk-AP diyalogunun sağlamca kurulduğu bir zaman dilimi şeklinde tanımlamak doğru olur. Ekonomide yaşanan gelişme veya genişlemenin karşısında merkez ve solda yer alan aydınların savundukları sosyal adalet, bağımsızlık gibi kavramları tanımlayamamaları yüzünden halk kitlelerinden seçimlerde umdukları desteği alamamışlardır. Bu ve buna benzer olumsuzluklar söz konusu çevreleri ve özellikle üniversite gençliğini Meclis dışı muhalefet yollarına sevk etmiştir. Üniversitelerde arayış içinde bulunan radikal öğrencilerin önderlik ettiği boykot ve gösteriler yaygınlaşmış, öğrenci hareketlerinden etkilenen iktidar ve ana muhalefet ilişkileri çözümü gittikçe zorlaşan bir mecraya girmiştir. 1960′lı yıllarda sosyal ve ekonomik sorunların oldukça geniş plâtformda tartışılır olması, CHP’yi yeni bir kimlik arayışına itmiş, ortanın solu sloganıyla merkez solda yer almaya çalışan CHP’de seçim yenilgisinin de etkisiyle bir dalgalanma yaşanmıştır. Kendi anlatımlarına göre ortanın solunda ve sağında yer tutan iki grup arasındaki mücadelede İsmet İnönü, birincilerin safında yer almış ve başlatılan reform hareketini desteklemiştir. Ortanın solu hareketinin sözcüsü ve önderi olan Bülent Ecevit, önce CHP genel sekreterliğine daha sonra genel başkanlığına(14 Mayıs 1972) seçilmiştir. Ecevit’in önderliğinde sosyal demokratlar Ekim 1968′deki 19. Kurultaydan sonra ortanın solu adıyla başlattıkları yeni hareketi 1969 seçimleri için yayımladıkları bildiride düzen değişikliği şeklinde adlandırarak, dönüşümün kazandırdığı yeni kimlik ile seçmen karşısına çıkmışlardır. 13 Şubat 1961′de bir grup sendikacı tarafından kurulan TİP’in siyasî hayattaki gerçek faaliyeti İstanbul Hukuk Fakültesi eski öğretim üyelerinden Mehmet Ali Aybar’ın genel başkanlığa seçilmesi ile başlar. 1961 Anayasasını farklı bir şekilde yorumlayan Aybar ve arkadaşları, orada amaçlanan toplumun ancak sosyalist düzende gerçekleşebileceğini belirterek, siyasî hedeflerini buna göre düzenlemişlerdir. AP’nin, TİP’in seçimlere katılmaması için Yüksek Seçim Kuruluna yaptığı itirazlara rağmen 1965 seçimlerine katılmış ve 15 milletvekili çıkarmıştır. TİP, 20 Temmuz 1971′de siyasî partiler yasasına aykırı faaliyette bulunduğu gerekçesiyle Anayasa Mahkemesince kapatılmıştır. Millî Nizam Partisi (MNP), 1960′ların sonunda Ticaret ve Sanayi Odaları Birliği’ndeki anlaşmazlıklar yüzünden İstanbul ve İzmir’deki büyük iş çevrelerine karşı Anadolu’nun küçük ve orta büyüklükteki iş yeri sahiplerini temsil eden kesimlerin ayrı bir siyasî partide birleşme gereğini duyması ile ortaya çıkmıştır. Bu isteklerin sonucu olarak 26 Ocak 1970′de MNP kurulmuştur. Liderliğini Odalar Birliği eski başkanı Necmettin Erbakan’ın yaptığı parti Anadolu’da yaygın şekilde örgütlenebilmiştir. MNP’nin görüşü kısaca “Müslüman Türkiye” şeklinde belirtilebilir. İslâmiyet’i asıl tema olarak işleyen MNP bir yıldan biraz fazla yaşamış ve 12 Mart 1971 müdahalesiyle lâikliğe aykırı davrandığı gerekçesiyle kapatılmıştır (20 Mayıs 1971). 316 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı TÜRK MİLLİYETÇİLERİNİN KUTUP YILDIZI: ALPARSLAN TÜRKEŞ Özcan Yeniçeri Alpaslan Türkeş, Türk siyasi hayatının hikâyesi en zor anlatılabilecek liderlerindendir. Onu anlatmanın zorluğu çok yönlülüğü ve özgünlüğüdür. O, askerdir, ihtilalcidir, demokrattır, mahkûmdur, teorisyendir, devlet adamıdır, genel başkandır, bilge’dir, dava adamıdır, liderdir, ülkücüdür ve nihayet Başbuğ’dur. Hakkında olumlu ya da olumsuz söylenmedik söz, belirtilmeyen kanaat de neredeyse kalmamıştır. Türk siyasi tarihinde onun kadar ön yargılarla sorgulanmış, suçlanmış, itham edilmiş, iftiraya uğramış, haksızlık yapılmış insan da çok azdır. Soğuk savaş döneminin ideolojik kalıplarıyla teçhiz edilmiş guruplar tarafından Alpaslan Türkeş, algılanmaya, anlaşılmaya değil yargılanmaya tabi tutulmuştur. Diğer yandan Türk siyasi tarihinde Alpaslan Türkeş kadar takip edilmiş, örnek alınmış, alkışlanmış, sevilmiş, takdir edilmiş, yüceltilmiş, kurtarıcı olarak görülmüş ve güvenilmiş insan da çok azdır. Yaşadığı sürede millet hayatını etkileyen her kritik olayın önemli aktörü olarak temayüz etmiştir. Hayatında boşluk olmayan nadir insanlardandır. Her idealist için örnek teşkil edecek kadar iddialı bir hayat yaşamıştır. O, ihtilalden demokrasiye, tabutluk adı verilen hücrelerden başbakan yardımcılığına ulaşmış, bir elin parmakları kadar az sayıdaki insandan, fikirlerini milyonlarca insanın paylaştığı kitleleri ortaya çıkarmıştır. Türk milleti için ortaya koyduğu görüşleri, düşünceleri ve söylemleri yalnız bugünün nesillerini değil yarınki nesilleri de etkileyecek türdendir. Gerçek bir reis-ül evvel olan Alpaslan Türkeş’in fırtınalı hayatının dönüm noktalarına kısaca değindikten sonra, toplum üzerinde bıraktığı etkiyi ve düşünce dünyasını, sınırlı biçimde irdelemeye çalışacağız. Alpaslan Türkeş’in Biyografisi Alpaslan Türkeş’in ataları Kayseri Pınarbaşı ilçesinin Yukarı Köşkerli köyündendir. 1860 yılında ailesi Kıbrıs’a göç etmiş. Alpaslan Türkeş, 25 Kasım 1917’de Lefkoşa’da dünyaya gelmiştir. Türkeş’in doğup yetiştiği yıllarda Kıbrıs, İngiltere’nin işgali altındaydı. 1933 yılında Alpaslan Türkeş’in ailesi Ülkü Ocakları Genel Merkezi 317 www.ulkuocaklari.org.tr Alpaslan Türkeş’in sosyal ve düşünsel biyografisi özel hayatını aşmış insanlardandır. Takvim kişiliğinden ziyade tarihi bir şahsiyettir. Hayatını ideallerine adamış, ideallerini de hayata geçirebilmiş bir kişiliktir. Ülkü Ocakları Eğitim Programı Türkiye’ye tekrar geri gelmiştir. Alpaslan Türkeş, İzmit Mebusu Sırrı Bey ve Mareşal Fevzi Çakmak’ın yardımıyla kayıt olduğu Kuleli Askeri Lisesi’nden 1936 yılında, 30 Ağustos 1938 yılında ise Harp Okulu’ndan mezun olmuştur. Alpaslan Türkeş’in asteğmenliğe yükselişi ile ilgili kararname Atatürk tarafından tasdik edilir. Artık o, Türk ordusunun genç bir teğmenidir. Piyade eğitimini tamamladıktan sonra önce Kars’ta sonra Isparta’da görev yapar. Daha sonraki görev yeri Gelibolu 58. Piyade Alayı olur. İkinci Dünya savaşı yıllarında da sırasıyla Balıkesir, Bandırma, Erdek ve Marmara adasıdır görev yerleri. 1944 yılı Alpaslan Türkeş’in fırtınalı hayatındaki dönemeç noktalarından birisi olur. 3 Mayıs 1944 yılında Türkçülük, Turancılık adıyla arşivlerde yerini alan davayla ilgili olarak tutuklanır, yargılanır ve beraat eder. Alpaslan Türkeş, 27 Mayıs 1960’daki ihtilalin, tok sesli “kudretli albayı”dır. İçinde olmak zorunda kaldığı 27 Mayıs ihtilalinin imkânlarını kullanarak Türkiye’nin temel sorunlarını çözmek ve bu imkânı millet yararına değerlendirmek ister. 27 Mayıs İhtilali’nin partiler üstünde kalmasını ve milli biçimde bir reform hareketi olmasını arzulayan Türkeş, MBK grubuna katılmış, 25 Eylül 1960’a kadar Başbakanlık Müsteşarı görevinde bulunur. 19 Kasım 1960’da, Hindistan’da Hükümet Müşavirliği sıfatıyla ikamete mecbur bırakılmıştır. Doğrusu Alpaslan Türkeş, ideallerini uygulamaya koyma imkânı bulamadan Yeni Delhi’ye sürgüne gönderilmiştir. 21 Şubat 1963 tarihinde Türkiye’ye dönmüş ve 21 Mayıs 1963 tarihinde de tutuklanmıştır. 5 Eylül 1963 tarihinde tahliye olmuş, 31 Mart 1963 tarihinde CKMP’ye üye olmuş, 1 Ağustos 1965 tarihinde yapılan kongrede genel başkan seçilmiştir. Şubat 1969 tarihinde CKMP’nin ismi, Alpaslan Türkeş’in teklifiyle MHP olarak değiştirilmiştir. 1965 yılından 12 Eylül 1980 tarihine kadar dört dönem, Ankara ve Adana’dan milletvekili seçilmiştir. 1975 yılından sonra kurulan I ve II. Milliyetçi Cephe hükümetlerinde Alpaslan Türkeş, Başbakan Yardımcılığı görevinde bulunmuştur. 12 Eylül 1980 tarihinde yapılan askeri darbeden sonra tutuklanmıştır. 12 Eylül 1980 cuntasının savcısı tarafından Alpaslan Türkeş, “Anayasal düzeni, cumhuriyetçilik ve demokrasi ilkelerine aykırı olarak devletin tek kişi tarafından yönetilmesi amacına yönelik değiştirilmesine zor yoluyla kalkışmak; Türkiye ahalisini birbiri aleyhine silahlandırarak toplu kıyama yönlendirmek, toplu kıyama neden olmak, bu cürümlere katılmak” iddialarıyla suçlanmış ve yargılanmıştır. Alpaslan Türkeş, 4 yıl, 5 ay, 28 gün hapishanede tutulmuş, 9 Nisan 1985 tarihinde serbest kalmıştır. Mamak’ta tutulan Alpaslan Türkeş özelinde düzenlenen iddianame Türk milliyetçiliğinin Marksist/ sol bir algı ile yargılanması biçiminde tanzim edilmiştir. “Bir sağdan bir soldan” rövanşı içinde idam edilen masum vatan evlatları olmuştur. 12 Eylül yargısı, nesilleri daha doğrusu idealleri işkenceden geçirmiştir. Alpaslan Türkeş’in Türk milliyetçiliğini yargılamaya cüret eden cunta savcısına yönelik olarak söylediği şu sözler bugün gelinen noktayı o günden görmek anlamına gelmektedir. O, şöyle der; “devlet ve millet adına görev ifa eden bir makamda bulunan kişilerin milliyetçilik fikrini suçlamaları, milli 318 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı birliği sabote edilmek istenen bu ülkenin geleceğinde tahripkâr neticeler doğuracaktır” öngörüsü o yıllara aittir. Bugün 12 Eylül rejiminin tahribatını, milli meseleler karşısında oluşan duyarsızlık olarak şekillenen acı neticelerini yaşanılan hemen her olayda tanık olmak mümkün oluyor. Zira Mamak zindanları yalnız bir tutuk evi değildir. İşkenceleriyle Mamak zindanları, bu ülkenin insanlarını millete, vatana, askere, ülkeye ve ülküye düşman etme yerleri olmuştur. O yılları ve Mamak iklimini, Agâh Oktay Güner’in şu tespiti yeteri kadar açıklamaktadır: “Mamak, yalnızca soğuk, çıplak acı hatıralar yumağı, bir tutuk ve ceza evinin adı değil, insanı eriten, insanı haysiyetsiz kılmak için yaratılmış çilehane’nin adıdır”. İnsanlar Mamak’ta işkencelerle her şeyden önce kendisine sonra da milletine, milliyetine, vatanına ve devletine yabancılaştırılmıştır. Günümüzde insanların vatana, millete, devlete milli meselelere ve ülkeye karşı ilgisizleşmelerinin, duyarsızlaşmalarının ya da “neme lazım” felsefesi edinmelerinin altında daha çok bu gerçekler vardır. Kişiliği ve Karakteri Alpaslan Türkeş’in hayatının biyografik yanından çok düşünceleri insanları daha çok da gençliği etkilemiş, Türk milleti ve Türklüğün dünya tasavvuru konusunda ortaya koyduğu görüşler, geniş kitleler tarafından benimsenmiştir. Döneminde tek başına milletinin ruhu ve bir anlamda kaderi olabilmiş, tarihi ve abidevi bir kimlik ortaya çıkmıştır. İddiası, ilkesi ve ülküsüyle boşluk içinde yabancılaşmaya açık bir gençliğin kendisine dönmesini sağlamış ve onları Türk İslam ülkü ve idealiyle buluşturmuştur. Gerçek anlamda gençliğe peşinden gideceği bir amaç ve uğrunda prangalar yıpratacak bir anlam sunmuştur. Onun düşünceleri vatan evlatlarının tarihlerine daha fazla aidiyet duymasına, inançlarına daha sıkı sarılmasına, milli ve manevi değerlerine perçinlenmesine neden olmuştur. Tek başına kaldığı zamanlarda dahi Türk İslam ülküsüne yönelik devasa boyutlardaki eleştiri ve saldırılara karşı koyabilmiştir. Eğilmemiş, bükülmemiş, yılmamış önüne çıkan ya da çıkartılan engellere de aldırmamıştır. O, Türk milletinin önüne çıkan ya da çıkartılan sorunların çözülmek, engellerin aşılmak, barajların ise yıkılmak için var olduğunu bir düstur olarak benimsemişti. Zulüm altında tutulduğu, iftiranın her çeşidine muhatap olduğu tabutluk diye adlandırılan tavansız hücrelerde dahi inandığının gereğini yerine getirmekten geri durmamıştır. Nesli tükenen türden kahramanlar arasında milletinin kendisine “Son Başbuğ” sıfatını yakıştırdığı Alparslan Türkeş’in Türk milletini milli ve manevi yönden yüceltmek davasında çok özel bir yeri ve konumu vardır. Fiziki yapısıyla maddi dünyadan ayrılmasına karşın açtığı yol, ortaya koyduğu fikirler yaşıyor ve yaşamaya devam ediyor. Alpaslan Türkeş’i anlamak esasta Müslüman Türk Milletini, medeniyetini ve tarihini anlamak, anlamlandırmak ve kavramak demektir. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 319 www.ulkuocaklari.org.tr Türkiye’nin en çalkantılı ve istikrarsız dönemlerinde toplumsal ve siyasal gidişatı seyretmemiş, her türlü riski üstlenerek duruma doğrudan müdahil olmuştur. Herkesin sustuğu zor zamanlarda konuşmuş, Türk milletinin boğulmaya yüz tuttuğu dar bir zamanda da yüce milletinin hizmetine koşmuştur. Ülkü Ocakları Eğitim Programı Gençliğe Emanet Ettiği Dava Alpaslan Türkeş, Türk milletinin tarihinin, İslam dininin ve Türkiye coğrafyasının üzerinde oynanan emperyal oyunların farkında olarak, Türk, İslam ve Türkiye müktesebatının muhafazası için yapılması gerekenleri kendisine dava edinmişti. Türk kültürünü ve Türk milletinin üzerinde yaşadığı bütün coğrafyaları temel ilgi alanı olarak görmüştür. Onun ortaya koyduğu davayı, yolu ve özelliklerini yazdığı şu satırlar açık bir biçimde ortaya koymaktadır: “Gayemiz Türk milletinin kurtuluşu içindir. Mücadelemiz, Türkiye’nin başındaki bütün felaketlerdir. Fikir ve haklı bir dava en büyük kuvvettir. Biz, Türk milletinin davasını güdüyoruz. Arkamızda hiçbir yabancı güç yok. Arkamızda Türk milleti var. Bundan üreten düşmanlarımız bizi hedef almışlardır. Bunun için yolumuz doğru ve sağlamdır. Allah bizimledir. Yenilmez insanlarız, çünkü imanımızı tamdır. Yenilmez olmamızın sırrı inançlardan, ülküden, büyük davadan dönmemek, taviz vermemek ve asla yenilmeyi kabul etmemektir”. Bunlar, ancak kendine güven duyan, inançlarından emin olan, başını bir davaya tahsis etmiş bulunan inançlı bir müminin ağzından çıkacak sözlerdir. Bu sözleriyle o, gücünü davasından alan, kaderini yabana ya da yabancıya değil Allah’a emanet eden bir dava adamı olduğunu ortaya koymuş olmaktadır. O, Türk milletinin yeteneklerine, potansiyeline ve davasının gücüne güveniyordu. Yüreği coşku dolu, sözleri heyecan yüklü olmasına rağmen gerçekleştirilebilir olmayan herhangi bir ütopya öne sürmemiştir. Yaşadığı sürece hiç bir maceraya yüz vermemiştir. Onun en önemli yanı da ortaya koyduğu düşüncelerin, çözüm önerilerinin ve yöneldiği istikametin doğru olmasıydı. “Buluşma yerimiz ne doğudur, ne batıdır, ne kuzeydir, ne güneydir. Buluşma yerimiz Büyük Türkiye’dir. Buluşma noktamız Türk’ün kafası, Türk’ün kalbi, Türk’ün cevher’i aslisidir.”Türkiye fikir piyasasında, Atatürk’ten sonra düşünce, duygu, görüş, yaklaşım, analiz ve sentezleriyle “Made in Türkiye” markasını ondan daha çok hak eden bir başka siyasi liderle Türkiye henüz tanışmamıştır. Her şeyi milleti için istemiş, onun şuna buna “el-avuç” açmasına büyük bir hırsla karşı çıkmıştır. Halkının içinde bulunduğu durumu aşağıdaki biçimde tasvir ettiğinde çok önemli bir mesaj da vermişti. “Dudaklar çatlak, mideler boş, köyler karanlık, dağlar tepeler çıplak, halk yoksul, millet düne küskün, gelecekten ümitsizdir”. Bu satırlar adeta Atatürk’ün Nutuk’ta İstiklal Savaşını başlatmak için “Samsun’a çıktığım gün umumi durum ve manzara” adlı bölümünü çağrıştırmaktadır. O, bu milletin önündeki insanları, yenmek için yemin ettiği geriliği, yolsuzluğu, inançsızlığı, ülküsüzlüğü ve cehaleti bir seferberlik duygusu içinde adeta çarmıha germeye davet etmektedir. Topluma önerdiği reçete, gençliğe sunduğu ülküyü açıklıyor sonra da ülkeyi nereye taşımak istediğini belirliyordu. İlk iş olarak varılması amaçladığı “nihai hedefi” belirliyor, sonra o hedefe ulaşılması için yapılması gerekenleri sıralıyordu. Sonuçları hedef alan bir yönetim stratejisiyle ülke sorunlarını nasıl çözeceğini ortaya koyuyordu. O, bunu şöyle ifade etmişti: “Her şeyden evvel biz nihai bir hedef tespit etmiş bulunmaktayız. Bizim tespit ettiğimiz nihai hedef Türk milletinin en kısa zamanda, en kısa yoldan ilimde, teknikte en ileri gitmiş, maneviyatta, imanda, ahlakta en yükseğe çıkmış, sanayileşmiş hiçbir kapıya avuç açarak yardım dilenmeyen kendi kudreti ile ayakta duran ve sözünü Dünya’nın her yerinde değil bağırıp söylemekte, hafif kaşını yıkmakla yaydırabilen bir 320 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı Türkiye kurmak istiyoruz”. Çaresizliğin, çözümsüzlüğün, yılgınlığın ve yorgunluğun onun hayatında yeri yoktu. Düşman karşısında beyaz bayrak çekmek, sorunlar karşısında teslim olmak ya da mücadeleden çekilmek ona göre bir şey değildi. Alpaslan Türkeş, önünün her kesildiğinde milletine hizmet davasını, gençliği harekete geçirme yöntemini ve toplumu uyarma görevini bir başka biçimde yerine getirmiştir. Fikir, İdeal ve İlke O, milletine kendi karnını kendi elleriyle doyurmaya, kendi sorunlarını yabancılar eliyle değil kendi elleriyle çözdürmeye, kendi gerçeklerini kendi insanlarının ellerine emanet etmeyi tavsiye etmiştir. Bilge Kağan’ın 1300 yıl önce taşlara yazdığı gibi “titreyip kendine dönmek”, el ele vermek ve geceli gündüzlü çalışarak sorunları aşmak gerektiğine sürekli bir biçimde vurgu yapıyordu. Şöyle yazmıştı: “Türkiye’nin yükselişi dışarıdan ithal edilen fikirlerle olamaz. Hiçbir yabancı, Türk milletinin menfaatlerini, Türk milletinin kendisi kadar düşünemez…/…Davalarımızın çözümü kendimize dönmek, sarsılmaz bir birlik halinde el ele vermek ve geceli gündüzlü çalışmaya girişmekle mümkündür” diye yazmıştı. Türkeş, zehrin panzehirle; fikrin de ancak daha ileri bir fikirle yenilebileceği görüşündeydi. Kendi milli bünyemize uygun, ötekilerden daha yüksek ve daha ileri bir fikirle galip gelinebileceğine savunuyordu. Silahı fikirdi. Fikirler, ülküler ve inançlar silah kuvveti ile polis gücü ile veya kaba kuvvetle hiç bir zaman ezilemez, önlenemez ve yenilemez diyordu. Fikir temeli olmayan hiç bir hareketin başarı kazanamayacağına, özellikle dikkat çekmişti. “Milletler yabancı kuvvetlerin orduları ve diğer menfi güçleri tarafından yok edilmeden önce manevi ve fikri güçleri tarafından esaret altına alınırlar. Böyle bir duruma düşen toplumun esir ve yok olması kesin bir hale gelir.” Bu inanç, onu yabancıya karşı yerli, dışa karşı iç, kaba güce karşı fikri ön plana alan çalışmalar yapmaya sevk etmiştir. Yabancı doktrinler ve yönetim sistemleri taklit edilerek Türkiye’nin kalkınamayacağını bu anlamda da kapitalizm, komünizm ve liberalizmin ülkemizin gerçekleriyle bağdaşamayacağını ifade etmişti. Türkiye’yi kalkındıracak sistem ve görüş, ancak Türk milletinin özelliklerine uygun, Müslüman Türk milleti gerçeğini göz önünde bulunduran ve modern ilim ve tekniği yol gösterici kabul eden, milli bir görüş olduğunu savunmuştu. “Ben Türk milletini, Sokaklarda ıspanak fiyatına satılan demokrasiye, Rüşvet, hile, çiğnenen, çiğnetilen hukuk düzenlerine, Ahlaktan mahrum bir hürriyete, Tefeciliğe, karaborsaya yer veren bir iktisadi yapıya çağırmıyorum. Türklük şuur ve gururuna, İslam ahlak ve faziletine, yoksullukla savaşa, adalette yarışa, Ülkü Ocakları Genel Merkezi 321 www.ulkuocaklari.org.tr Ortaya koyduğu görüşler ve gösterdiği hedefler milletinin hislerine tercüman olacak nitelikteydi. Milli unsurları, yerli ilkelerle ve milletinin özünde var olduğuna inandığı potansiyel kaynaklarla harekete geçirmeyi amaç edinmişti. İşaret ettiği büyük hedef oldukça anlamlıydı. O diyordu ki; Ülkü Ocakları Eğitim Programı birliğe, kardeşliğe, kısacası hak yolu, hakikat yolu, ALLAH yoluna çağırıyorum.” Karnını doyurmak özgürlükten tavizi, özgürlüğü sağlamak için de aç kalmayı kader olarak görmenin yanlış olduğunu her fırsatta ortaya koymuştu. O, ünlü bir bilgenin dediği gibi milletine “hür bir kümeste hür bir tilki” özgürlüğü vaat edenlere karşı çıkmıştı. Ona göre, Türkiye’nin “aç hürler, tok esirler ülkesi” olmasına izin verilmemeliydi. İnsan olmanın, insan gibi yaşamanın temel şartının özgür olmaktan geçtiğini, özgürlük için risk almayanların, insanlığının tehdit altına gireceğini söylemişti. Köleliğin şekline değil, özüne karşı olmak gerektiğinin altını çizmişti. Hangi yaldızlı söylem, uygulama ya da yöntem altında uygulamaya sokulursa sokulsun köleliğe karşı isyan etmenin insan olmanın zorunlu sonucu olduğuna dikkati çekmişti: “Köle olarak yaşamaktansa, hürriyet için can vermeyi, kan dökmeyi göze alamayan fertler ve milletler, hiçbir zaman, hiçbir devirde insanca yaşamaya layık olamazlar. İnsanca meziyetlerle uşaklık asla bağdaşmaz. Esaret ve istibdat zinciri ne kadar süslü olursa olsun, madeni ister altın, ister platinden bulunsun yine zincirdir. Böyle bir zincire vurulmak istenen insanların göstereceği en asil duygu ve hareket isyan ve başkaldırmadır”. O, Türk Milletinin üstüne kâbus gibi çöken sefalet, ideolojik savaş ve ihanetlere karşı çağdaş bir çığlık gibi gençliğin yüreğinde yerini almıştı. Yabancı ideolojilerin etki ajanı haline gelmiş olan taklitçi aydını da çok sert biçimde hem uyarmış hem de eleştirmişti. Soysuzlaşmayı, özentiyi, taklidi, kopyayı, sığıntı olmayı yok edilmesi gereken alışkanlıklar olarak gördüğünü şu satırlardan anlamak mümkündür: “En az iki yüz yıldan beri soysuzlaşma, milli benliğinden koparak başkalarına sığıntı olmak, yabancıları taklit etmek, Batının sefahat ve kaba dış görünüşüne özenmek, başka diyarların gerçeklerinden doğmuş sistemlerini kopya etmeğe kalkışmak gibi hareketler ezilip, bir daha hortlamamak üzere yok edilecektir.” Taklidin yabancı hayranlığını; yabancı hayranlığının da yabancı uşaklığını doğuracağını zamanında kavramış; gerekli ilke ve tedbirleri koymuştu. “Türk milleti için her çeşit yabancı ideoloji ve kültür saldırısına karşı dayanılacak kuvvet, Türklük ülküsü ve Türk milliyetçiliği şuuru ile Türk milliyetçiliği ideolojisidir.” Tamamı özgün ve yerli, bütünüyle milli olan görüşleri büyük bir cesaretle fikir piyasasına sürmüştü. Yabancılaşmış aydın tipinin sonuçta düşman kadar Türk milleti için tehlikeli olduğunu düşünüyordu. Bu nedenle “Biz, eskicilerin döküntülerini kapışan, başkalarının sırtından çıkardığı elbiseleri giyerek efendiliğe kalkışan, arsız aydın tipini Türk milletinin baş düşmanı saymaktayız”demişti. Alpaslan Türkeş, aydın ile halkı, din ile bilimi, devlet ile milleti, imam ile öğretmeni, Türklük ile İslamiyet’i karşı karşıya getirme faaliyetlerin yanlışlığına ve tehlikesine özel bir dikkati çekmişti. Milletin değerlerini ve müktesebatını birbirine karşıt getiren ya da gösterenlerin iyi niyetli olmadıklarını da ifade etmişti. Bu tür girişimlerin Türk milletine yönelik tehlikeli senaryolar olduğunu söylemişti. “Memleketimizde halk aydın ikiliğini ve küskünlüğünü görüyoruz. Halktan olduklarını iddia edenler hareketleri ile halka karşı bir tutum içindedirler. Millet kime inanacağını şaşırmış durumdadır. Bu imam-öğretmen, halkaydın ikiliğinden ileri gelmektedir. Bu hal Türkiye’miz için felaketli bir durum arz etmektedir. Türk milleti Müslüman’dır, İslamiyet’e bağlıdır. Millete hizmet edenlerin (milletin) dinine uygun ve saygılı olmalarını 322 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı istiyoruz”. Türkeş’e Göre Türkiye’nin İki Ana Sorunu: Üretim ve İnsandır Sorunları tasvir ve tespitle yetinmemiş, sorunların nasıl çözümleneceğinin yolunu da göstermiştir. O, her türlü yoksulluğu, yozlaşmayı ve yabancılaşmayı aşmanın yolunun insan unsurunun kalitesinin artırmaktan geçtiğini tespit etmişti. Bunun için insana yüksek bir iman ve inanç müktesebatı verilmesini, onun yüksek bir ahlaka ulaştırılmasını ve bir de her insanın, uğruna rahatına kıyabileceği bir ideal sahibi yapılması gerektiğini zorunlu görmüştü. Türkeş, insanın güç kaynağının insanın bizzat kendisi olduğuna dikkati çekerek insanın eğitilmesinin önemine vurgu yapmış ve şunları söylemişti: Ama eğitilmiş insan, ahlak sahibi, ülkü sahibi, iman sahibi insan, bilgi sahibi, bilgi ve teknik sahibi insan…Bu birinci ilkedir. İkinci ilke, çağa uygun en ileri seviyede ilim ve teknik sahibi olmak milletçe… Bunun da ana ilkesi dünya çapında en yüksek seviyede bir ilim adamları ve teknisyen kadrosu kurmaya dayalıdır. Her şeyden önce kalkınacak bir ülkenin dünya çapında liyakatli, iktidarlı ilim adamları ve teknisyenler kadrosu kurması gereklidir. Üçüncü ilke ise, ileri, modern sanayi sahibi olmak, sanayileşmek zorunluluğudur. Ekonomik gücün, refahın ve kalkınmanın kaynağının üretimden, üretimin kaynağını da yetişmiş insan gücünden geçtiğini her fırsatta dile getirmişti. Üretilenin adil bir biçimde paylaşımı için sosyal adaletin sağlanması gerektiğini söylüyordu. Barışın ve huzurun, ancak sosyal adalet ve sosyal güvenliğin tam olarak sağlanmasıyla mümkün olacağını işaret ediyordu. Bunun için hayatın her safhasını kapsayan, lekesiz, gölgesiz bir hak, hukuk ve adalet düzeni kurmayı planlıyordu. Yoksun ve yoksul kesim için yeni bir yapılanmanın gerekli olduğuna dikkat çekmişti. Bu bağlamda “Sosyal Yardımlaşma ve Güvenlik Teşkilatı kurulmasını zorunluluk olarak görüyordu. Ancak bu yolla “memlekette, arkası varmış yokmuş, iltiması varmış yokmuş, parası varmış yokmuş gibi bir lüzum, bir durum ortadan kalkarak bütün vatandaşlara ihtiyacı olan yardımın sağlanması, ihtiyacı olan himayenin sağlanması mümkün” olabileceğini söylemişti. “Batı memleketlerinin dış görünüşünü, batı memleketlerinin milletimizi kalkındırmakla hiçbir ilgisi olmayan birtakım lüzumsuz adetlerini, modalarını taklit etmek, kopya etmek sadece ve sadece Türk milletine israfa mal olan, Türk milletinin kazancını, değerlerini israfa sebep olan batı tüketimini taklitten ibaret kalmış, buna karşılık memleketin asıl acısını, asıl derdini teşkil eden üretim sağlama faaliyetleriyle ilgilenilmemiştir. Türkiye’nin karşılaşmakta olduğu ana meselelerden birisi de budur. İstihsal, üretim ve üretimle dengeli tüketim…” Ülkü Ocakları Genel Merkezi 323 www.ulkuocaklari.org.tr Alpaslan Türkeş, çeşitli iktidarlar tarafından devrim, reform, çağ atlama adı altında ortaya konulan iddialı bir çok uygulamanın nitelik itibarıyla Batı ülkelerini taklitten ibaret kaldığını, gerçekte ülkeyi kalkındıracak, refaha götürecek ve zenginleştirecek üretimi sağlayamamasını “büyük hata” olduğuna dikkati çekmişti. Ülkü Ocakları Eğitim Programı Millilik ve Milliyetçiliği Hataların bile, ancak milletin öz evlatlarının yapabileceğine dikkati çekiyor; her şeyde, yerde ve şartlarda milli bir politikanın ve bakış açısının geliştirilmesi gerektiğini ihtar ediyordu: “Bir ihtilal, hangi millet hesabına yapılırsa yapılsın; mutlaka onun öz evlatlarının eliyle yapılmalı ve onun elinde kalmalıdır.” diyordu. Günümüz Türkiye’sine baktıkça onun o gün söylediklerinin anlamını bugün çok daha iyi anlaşılıyor.O Temel Görüşler adlı eserinde şöyle yazmıştı: “Devlet işlerinin başına, devletin kurucusu olan kavimden başkaları geçince, o devlet yıkılır. Yani millet istiklalini kaybeder.” Ona göre Türk milletinin istiklal ve istikbalini korumak, yüceltmek ve ebedi olarak var etmek fikrinin üstünde hiç bir fikir olamazdı. “Biz her türlü emperyalizmi ve yabancı kültürleri reddediyoruz, merde de, namerde de muhtaç olmadan yaşayan bir Türkiye görmek istiyoruz.” O tam bağımsız, antiemperyalist, demokratik ve insan haklarını esas alan bir milliyetçilik anlayışını milletinin önünü koymuştu: “Her şey Türk milleti için, Türk milleti ile beraber ve Türk milletine göre” biçiminde bir ilkeyi gönüllere nakşetmişti. Milliyetçilik anlayışını ise şöyle ifade etmiştir: Türk milletini, Türk vatanını ve Türk devletini sevmek, bunların iyiliği için ve yükseltilmesi için köklü bir ihtiras ve şuur sahibi olmak demektir. O, Türk milliyetçiliğinin gayesini, devleti güçlü ve bağımsız, milleti hür ve müreffeh kılmak olarak belirlemiştir. Yine Türk milliyetçiliğinin karakterinde güçlü devlet adına hür milletten, zengin birey adına da bağımsız devlet idealinden feragat etmek gibi bir tercih asla olamayacağının altını çizmiştir. Türkiye’nin bugünkü sınırları dışında kalan diğer Türklerle ilgilenmek ve onların iyiliği için, kurtuluş ve selameti için elinden geleni yapmaya çalışmak Türk milliyetçiliğinin kutlu bir vazifesidir. Her şart altında düşüncelerini ifade etmekten çekinmemiş ve geri adım atmamıştır. Şu sözler ona aittir: “Ne yaptımsa, bilerek ve isteyerek yaptım. Türkiye ve Türk Milleti için yaptım. Milliyetçiliği suç kabul ediyorsanız, ölünceye kadar bu suçun faili olacağım” diyerek başladığı mücadelesine gerçekten ölünceye kadar sürdürmüştür. Hapishaneleri dahi vatan köşesi kabul etmiş ve dik başını hiç bir zaman eğmemiştir. Değme aydınların dahi bir pil kadar ışık saçamadığı zamanlarda o adeta bir güneş gibi Türk gençliğinin yolunu aydınlatmıştır. “Tehlikelerin gözünün içine bakmak, zafer için şarttır” diyerek ülkesinin yüce geleceği için kendisini her türden tehlikeye atmakta hiç bir sakınca görmemiştir. Tehlikeler bizden korkup kaçacaklardır... Millete ve memlekete hizmet yolunda bela arıyoruz.. Belaaa..” diyerek haykırırken, adeta Namık Kemal’in “Felek her türlü esbabı cefasın toplasın gelsin Dönersem kahpeyim millet yolunda bir azimetten.” Mısralarındaki anlamı eyleme geçiriyordu. İftiralar, karalamalar, sürgünler, hapishaneler onu 324 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı yıldırmamış, yormamış, yıpratmamış ve her türden zulümden sonra “nerede kalmıştık” diyerek, bıraktığı yerden yoluna devam etmiştir. Onun şanssızlığı ciğerleri, yüreği, zekası ve vicdanı kendisi kadar güçlü az sayıda insana rastlamasıdır. Hâlbuki liderleri kahraman yapan “kendisinden akıllı ve dirayetli” insanları etrafına toplayabilmesinde saklıydı. Talih ve tarih bu yönden ona pek cömert davranmamıştı. Bir konuşmasında “zaman zaman bitmiş, tükenmiş bir vaziyette bazı insanların kendisine gelerek umutsuzluk ve bezginlik sergilediklerini” acı acı hikâye etmiş ve ardından da “tükenmiş piller gibi bunların sürekli şarz edilmeleri gerektiğini” itiraf edivermişti. Güneşin doğuşuyla doğabilmek ve her gün mücadeleye adeta sıfırdan başlar gibi başlayabilmek ona has bir meziyetti. Ülkücülüğü ve Gerçekçiliği Alçak gönüllülük ile alçaklığı bir birine karıştırılmaması gerektiğini hatırlatmıştı. Vaat ettiği şeyin kolay olmadığını, kısa yoldan iktidar umanların yanına yaklaşmamasını istemişti. İnsanları ideallerini anlamaya ve onun için mücadeleye davet etmişti. Makamların, koltukların, zevk ve sefanın iştahıyla kervana katılmak arzusu içinde olanların başka kapılara başvurmaları gerektiğini anlatmıştı. Yiğit olanlar, cesur olanlar ve gerçekten inananları kafileye katılmaya davet etmişti. İnanmış kişilerin yenilemez olduğunu belki de en etkili biçimde o ifade etmişti. Ülkücülük anlayışını bir cümle ile şöyle formüle edivermişti: “Türk milletini en ileri, en medeni, en kuvvetli bir varlık haline getirme ülküsüdür.” İşte bu ülkü için asla almayı düşünmeden, daima vermeyi göze alan fazilet savaşçılarını göreve çağırmıştı. Şöhret, koltuk, ikbal ve şan duygusuna esir olmadan ve hiç bir şeyden korkmadan feragat ile mücadele edecek ahlak timsali kişileri göreve çağırmıştı. Ömrü boyunca fiyatı olmayan kişileri bir Diyojen gibi elinde fenerle aramış durmuştu. O öyle demişti, öyle oldu. Rüyasının kısmen de olsa hakikat olduğunu görmüş ender insanlardan birisiydi. Gözlerini kapadığında içinde ukdesini taşıdığı birçok hayalin, inanılmazın ve idealin “gerçek” (reel) olduğunu görmüştü. “Türk birliğinin bir gün hakikat olacağına imanım vardır. Ben görmesem bile, gözlerimi bu dünyaya, onun rüyaları içinde kapayacağım.” Türk ülkeleri kurultaylarını yaparken ki mutluluğu görülmeye değerdi. O bu anı görmenin Türkiye’de iktidar olmaktan da, devlet başkanı olmaktan da daha önemli olduğunu defalarca söylemişti. “Biz ırkçı değiliz. Fakat biz dünyanın değil, kâinatın neresinde bir Türk varsa onunla ilgilenmeği, ona sevgi beslemeği bir görev sayıyoruz. Milyonlarca esir Türkün bulunduğu dünyanın bu haliyle huzura kavuşacağına inanmıyoruz. Bunun için bütün Türklerle ilgileniyoruz. Fakat burada bir prensip koyuyoruz. Türkiye dışındaki Türklerle ilgilenirken, Türkiye’ye en ufak bir tehlike gelmemelidir. Her şey Birleşmiş Milletler Yasası’na göre yürütülmelidir, diyoruz.” Ona, vatan, millet ve din düşmanları söylenmedik söz, atılmadık iftira bırakmadılar. Ancak o, Ülkü Ocakları Genel Merkezi 325 www.ulkuocaklari.org.tr “Ülkücülük ve gerçekçiliği birlikte yoğurarak yeni ufuklara doğru Türk milletinin kanatlanışını sağlamalıyız”diyordu. Hedefleri yüce olmasına karşın ayaklarını sıkı sıkıya bulunduğu zemine basıyordu. Ütopya, hayal, macera ve romantizm ile gerçeği çok iyi ayırmasını becerebilmişti. O, komünizm çökecek dedi, çöktü. SSCB’nin hegemonyası altındaki Türk illeri bir gün kurtulacak dedi, kurtuldular. Türk dünyasının bir gün bir gerçek olarak doğacağından söz etti, bugün Türk dünyası güçlü bir hakikat olarak Alpaslan Türkeş’ini arıyor. Ülkü Ocakları Eğitim Programı hiç bir zaman insanlığı, aklın ve gerçeğin dışında bir yol ve yönteme tevessül etmedi. İçi insanlık daha çok da doğal olarak Türklük sevgisiyle doluydu. Bu sevginin duygularını değil aklın hizmetinde olarak nesillerden nesillere ulaştırılması gerektiğini savunuyordu. Siyasi sınırlarımız dışında fakat kültür sınırlarımızın göbeğinde bulunan kardeşlerimizle ilişkilerimiz sıklaştırmalı, yoğunlaştırmalı ve geliştirmeliyiz diyordu. Bizim koyacağımız, tuğlalar zamanla kutlu dava Turan’ın temellerini oluştururlar. O göreceksiniz çok kısa süre sonra Sovyet zulüm imparatorluğu çökecektir demişti. Onu takip eden birçokları bile bu öngörüyü çok iddialı bulmuştu. İhtilal’den Demokrasiye Alpaslan Türkeş Alpaslan Türkeş, yıllarca 27 Mayıs ihtilalinin müsebbibi olarak gösterildi. Rusya ve Çin yanlısı Marksistler tarafından “faşistlik”le suçlandı. Önyargılılar, onun demokratik ve insani yanını hiç görmek istemediler. Alpaslan Türkeş’in 27 Mayıs’ta yaşadığı tecrübe, sonraki hayatında onu demokrasi ve özgürlüklerin savunucusu bir kişi konumuna getirecektir. Türkeş, her fırsatta halka rağmen halka hizmetin mümkün olamayacağını, iktidara gelmenin tek yolunun demokratik usullerle yapılan seçimleri kazanmak olduğunu ısrarla vurgulamıştır. O bunu ülkenin aydın ve vatansever insanlarına da şöyle tavsiye etmiştir: “Ben 27 Mayıs tecrübesini geçirdikten sonra, o kanaate vardım ki, ihtilal yoluyla bir memlekete hizmet etmek mümkün değildir. Ne kadar eksik ne kadar aksayan tarafları olursa olsun hukuk yoluyla bir memlekete hizmet en iyi yoldur…/…Memleketin aydınlarına, vatansever insanlarına tavsiyem şudur; en kötü hukuk nizamı, en iyi ihtilaldan iyidir”. Şu söz de ona aittir; “En kötü demokratik idare en iyi ihtilaldan daha iyidir”. Halka ve Hakka dayanmayan hiç bir idare ve projenin millet nezdinde başarı şansının olmadığını ve olmayacağını açıkça ortaya koymuştur. Her fırsatta iktidara gelmenin yolunun, güçten değil gönül fethinden geçtiğini ifade etmişti. “Gönül Seferberliği” adı altında topladığı yazılarında da bu hususa özellikle dikkat çekmişti. Demokrasi konusundaki sorunun yasalar ya da şekil sorunu olmadığını, aksine zihniyet sorunu olduğuna, sürekli vurgu yapmıştır. O, bu hususta şunları söyler: “Daima keramet anayasada görülmüş devrimlerin ruhu şekillere mahkûm olmuş, muhtevaya ve özele inilmemiştir. Sandıktan geçen demokrasi bir tahta sandık olarak değerlendirilmiştir. Oysa demokrasi insan varlığına sevgi ve insan iradesine saygının bir ifadesidir”. İhtilal ile ilgili görüşlerini ise 17 Mart 1963 tarihinde Tercüman gazetesine verdiği bir beyanatta çok keskin ve net bir ifade ile şöyle ortaya koyar: “Bugün, değil hazırlamak ve yapmak, ihtilalı düşünmek bile vatana ihanet olur”. Milli iradeye herkesin, her zaman saygılı olması gerektiğine vurgu yapmış, milli iradenin de çoğunluğun iradesinden ibaret olmadığını ifade etmiştir. Ona göre milli iradeye herkes gereken saygıyı her zaman olduğu gibi göstermelidir. “Ancak milli iradenin milletin bağımsızlığını yıkma ve vatanı parçalama hareketlerine meydan vermek demek olmadığını da herkes iyi bilmelidir. Milli iradenin herhangi bir seçimde oy çoğunluğunu sağlayan partinin genel başkanın tek başına temsil edemeyeceği devletin tarihinden gelen köklü müesseselerin de milli iradenin temsilinde 326 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı yetkili ve milli bağımsızlığın korunmasında görevli olduğu unutulmamalıdır”. Uzun tahlillere girmeden Alpaslan Türkeş’in demokrasi anlayışının ne olduğunu yakın mesai arkadaşlarından birisi olan Yaşar Okuyan’ın anlattığı bir anı ifade etmeye yetecek niteliktedir. Okuyan, “O Yıllar” adlı kitabında şunları anlatıyor: 41. Cumhuriyet hükümeti 21 Temmuz 1977’de kuruldu. Hükümetin kuruluşu sırasında MHP’ye biri başbakan yardımcılığı olmak üzere beş bakanlık verilmişti. MHP’ye düşen bakanlıklara atanacak isimler kendi yetkisinde olmasına karşın Türkeş konuyu MHP GİK’e getirdi ve tartışmaya açtı. Türkeş, “Biri başbakan yardımcılığı olmak üzere toplamda beş bakanlık olacak. İçtüzüğe göre kimin bakan olacağına karar verebilirim. Ancak ben konuyu sizin değerlendirmenize açıyorum. Herhangi bir isim telaffuz etmeyeceğim. Başbakanlık yardımcılığı dâhil kimlerin bakan olacağına siz karar verin”. Alpaslan Türkeş’in milletin üzerinde hiçbir vesayeti kabul etmediğini büyük bir açıklıkla ifade etmişti. Milletin devlet ya da kurumları için değil, aksine devletin ve kurumların millet için olduğunu 1978 yılında Dizgi Baskı’dan yayımlanan genişletilmiş birinci baskı “9 Işık” isimli kitabın 260’ıncı sayfasında şöyle ifade edecektir: Milli Demokrasinin diğer müesseselerini, bilhassa TRT’yi, Anayasa Mahkemesi’ni, Danıştay’ı, Yargıtay’ı, Üniversiteyi, Yüksek Hâkimler Kurulu’nu, milli menfaat ve güvenliğimize uygun olarak değiştirip yeniden kuracağız. Tarihe not düşmek bakımından Ziya Gökalp ile Alpaslan Türkeş’in yargılandığı ve suçlandığı hususlardaki benzerliğe dikkat çekmek analizimizin bu aşamasında bir zorunluluk halini almıştır. Bu nedenle Ziya Gökalp’in 1919 yılında, Alpaslan Türkeş’in ise 1944 yılında muhatap olduğu sorular ve bu sorulara verdikleri cevaplar aşağıya alınmıştır. Ziya Gökalp ve Alpaslan Türkeş’in Yargı Kardeşliği Ziya Gökalp, 27 Nisan 1919 Pazartesi günü, kendisini Mustafa Nazım Paşa’nın harp divanı karşısında bulmuştur. 28 Ocak 1919’da, Edebiyat Fakültesi’nde, derse girmeye hazırlanırken tutuklanmıştır.[1] Savcı Mustafa Nazmi Bey, İttihatçıları boy hedefi seçmişti. 1913 yılında tek başına iktidara geçmiş olan İttihat ve Terakki, tüm örgütüyle her şeyden sorumluydu. Büyük ve vahşî katillik ve ihtikâr hareketleri onun eseriydi. Mahkeme 17 Mayıs 1919’da son bulmuştur. Ziya Bey ve arkadaşları, Limni ve Malta adalarına sürülmüşlerdir. Ziya Gökalp, İttihat ve Terakki’ye yüklenen tüm suçlardan sorumlu olarak yargılanmıştır. Asıl ilginç olanı, Divanıharp, Ziya Bey’le beraber Türkçülük ideolojisini de sıgaya çekmiştir. O gün: 14 Mayıs 1335 (1919). Ülkü Ocakları Genel Merkezi 327 www.ulkuocaklari.org.tr İttihatçılar, grup grup yargılanmışlardır. Ziya Gökalp’in grubunda Mithat Şükrü, (Küçük) Talât, Rıza, Atıf, Cevat (Paşa) beyler vardır. Ziya Bey ve arkadaşları, İttihat ve Terakki’nin işlediği ağır suçlara (cinayetlere) ikinci derecede katılmış sayılıyorlardı. Ülkü Ocakları Eğitim Programı Mahkeme «reis»i Mustafa Paşa, Mütareke döneminin kinci ve tarafsızlığını yitirmiş bir yargılayıcısıdır. Sıra, Türkçülük ideolojisinin hesabını sormaya gelmiştir. Aşağıdaki satırlar, bu yargılama sahnesini, olduğu gibi, yansıtacaklardır: Reis — Ziya Bey, sizin «Yeni Mecmua» namında bîr mecmuanız var mı? Ziya Bey — «Yeni Mecmua» bir mecmuadır. Bendeniz oraya yazı yazarım. Reis — Orada «Turancılık» gibi bir makaleniz var mı? Bu makale, Osmanlılık sıfatına Turancılığın tercihi hakkında imiş. Bu baştaki içtihadınızı izah eder misiniz? Ziya Bey — «Turan nedir?» diye bir makalem var. Orada gösteriyorum ki, bugün tasavvur edebilecek Turan, harsı (kültürel anlamına) Turan’dır. Yâni Osmanlı Türkleri bir hars (kültür) yapacaktır. Sonra bunu diğer Türkler kabul ederse, işte harsı Turan budur. Ve bu da Osmanlı devleti için faydalıdır. Çünkü bir kere, memleketimizde Osmanlılığın esası olan Türklük terakki edecek, tabi devlet de kuvvetlenecek, sonra da bütün Türkler, bu Osmanlı Türkçe’sini kabul edecekler. Harsî Turan’dan maksat, Azerbaycan Türkleri zaten başlamışlardır, Osmanlı Türkçe’sinin yayılması, Osmanlı edebiyatının millî edebiyat olarak kabul edilmesi, tabiî Türkleri buraya kalben bağlı bırakacak. Buradaki eserler bütün Türk âleminde okunacak, gazetelerimizin, kitaplarımızın okuyucuları çoğaldığı gibi, tabiî muharrirler de, edipler de eserlerinden daha çok fayda görürler. Makale bu suretle baştan nihayete kadar Osmanlılığa faydalı olacağına delâlet ediyor ve açıkça ifade ediyor. Reis — Bu, anasırı, Müslüman olmayan unsurları bazı kötü duygulara (günâ hissiyata) düşürmez mi? Ziya Bey — Hayır efendim. Bütün anasırı Osmaniye kendi harslarında muhtardır. Yani her unsur kendi milli harsında muhtardır. Kendi edebiyatını, kendi harsını, kendi lisanını neşredebilir. Binaenaleyh bu usul onları gücendireceğine bilâkis memnun eder, çünkü; aksi fikirde bulunanların yani «Türk milleti yoktur, Türk harsı yoktur, Osmanlı harsı vardır» diyenlerin fikri, anâsırı gücendirir. Çünkü; tabiî diğer milletleri tanımaz. Yalnız Osmanlı milliyeti var der. Hâlbuki bendenizin itikadıma göre, Osmanlı tâbiri devletindir. Devleti Osmaniye’ye bağlıyız. Fakat Devleti Osmaniye içinde Arap milleti, Türk milleti, Ermeni milleti var. Müteaddit milletler var. Bu bilâkis her milletin milliyetin tasdik ediyor ve Osmanlı devletinin de kuvvetlenmesini temin ediyor. Çünkü Osmanlı Devleti ancak karşılıklı saygı esasına dayanan ittihadı anasıra (Osmanlı İmparatorluğundaki çeşitli unsurların birliğine) istinat edebilir. Yoksa «hepimiz Osmanlıyız, milliyetimiz yoktur» demekle ittihadı anasır olamaz. Bilâkis bunu unsurlar reddederler. Reis — Milliyet iddiası başka. Fakat Osmanlılık birçok milletlerden teşekkül ettiği için onların arasındaki ilişkiyi güçlendirmek gerekir. Yalnız içlerinden bir kısmını seçip de onların milliyetini meydana koymaya çalışmak, tabiîdir ki, diğer unsurların hattâ belki Müslüman olan diğer unsurların kalplerinin kırılmasına yol açmaz mı?. Ziya Bey — Hayır efendim, her unsur... Reis — Osmanlılık nâmı altında içtima etmişler. Hattâ bunlardan bazıları, pek çok Hıristiyanlar, zatı âliniz daha iyi bilirsiniz ki, Türkçe’den başka lisan bilmezler. Kendi lisanlarını bile konuşmuyorlar. 328 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı Osmanlılık yüce adı altında toplanmış olan kavimlerin yekdiğerine olan bağlılığı güçlendirilecek yerde onların bazı özellikle bazı güna inkisarını mucip olacak bu gibi makalelerden ne fayda bekliyordunuz? Ziya Bey — Eskiden Türkçeden başka lisan bilmeyen Rumlar bilâhare çocuklarını Atina’ya gönderdiler, Rumcayı öğrettiler, Ermeniler de öyle. Ermeniler delisanlarını ihya ettiler. Bu asır milliyet asrıdır. Bahusus “Wîlson Prensipleri” de bunu büsbütün meydana çıkardı. Her millet milliyetine doğru gitmek mecburiyetindedir. Fakat bu milliyet Osmanlı tabiiyetine halel getirmez. «Osmanlı» kelimesi siyasi bir cümledir; bir devlettir. Bir devlet dâhilinde müteaddit milliyetler olabilir. Fakat o milletin âhengine, ittihadına belki mâni olacak şey, milliyet prensibinin inkâr edilmesidir. Milliyet yoktur demekle, tabi unsurların kaynaşmaları engellenmiş olur. Aslında Gökalp’ın bu Reise karşı verdiği cevaplar çok daha uzun. Ziya Gökalp bu konudaki görüşleri özetle şöyledir. Turan, Türklerin oturduğu, Türkçenin konuşulduğu ülkelerin tamamı olan bir coğrafyadır. Bu büyük vatanda, bütün Türk milleti, kültürce özgür, uygarlıkça bağımsız olarak bir devlet kuracaktı. Gökalp, 1918 yılında «Rusya’daki Türkler ne yapmalıdırlar?» sorusuna da çözüm aramıştır. İlk aşamada, Türk kolları bağımsız devletler (Şube hükümetler ya da Nahiyeler) kurmalıydılar. Başlarına geçecek reislerini, Oğuz Han yönetimine göre seçecekler ve onlara kayıtsız, şartsız «itaat» edeceklerdir. Bugünkü dille «federe» diyebileceğimiz bu devletler eşrafçı (Ağa’cı) ve «Bolşeviki» politikalarına dayanmayacaklar», «tesanütçülük» (dayanışmacılık) sistemini uygulayacaklardı. İkinci aşamada, devletlerin reisleri, genel bir kongre toplayarak, içlerinden en kahramanını «umumî reis» seçeceklerdir. Bu reis›in unvanı «Serdar» ya da «Sahipkıran» olacaktır. Böylesine bir büyük adam, kendi içlerinden çıkabilirdi. Yoksa Osmanlı Türkleri arasından gönderilebilirdi[2]. Üçüncü aşamada, Osmanlı Devleti’yle birleşilecek, Turan kurulmuş olacaktı. Ziya Bey’in, çizdiği tabloya bazı Türkçüler daha da açıklık getirmek istemişlerdir. Ömer Seyfettin›e göre, Turan yüz milyonu aşkın Türk›ü toplamak, bölünmüş «millî vücud»u tanımlamak, inancına dayanıyordu. Türkçülüğün «iktisadi mefkûresi» (ekonomik ülküsü) Çin ve Hind yollarına hâkim olmayı» zorunlu kılıyordu. Turancılık bir «cihangirlik ve emperyalizm» değildi. Tek Hakan’a bağlı, büyük ve tek İlhanlık (devlet)ti. 1944’te genç bir üsteğmen, üniforması ile çıkarıldığı mahkemede “Irkçılık-Turancılık” diye tarihe geçen davada hâkimin sorduğu sorulara aşağıdaki cevapları verir[3]: Hâkim- Türkiye’de mevcut saf bir soydan gelme ve karışık ırktan olanların bulunmayacağı hakkındaki düşüncenizin ne olduğunu öğrenmek istiyoruz? Türkeş- ...... Benim şahsi kanaatim mühim işlerimizi görecek şahsiyetleri ya tamamıyla Türk olan, yani temsil olunmuş ve kendisini Türk’ten başka bir şey saymayan ve yahut ta Türk Irkından gelen Ülkü Ocakları Genel Merkezi 329 www.ulkuocaklari.org.tr Alpaslan Türkeş: Atatürk’ün ardından onun ideallerini istikbal ve istiklalin teminatı haline getirmeye çalışanları, bırakın desteklenmeyi, aynen işgal altındaki İstanbul’da İngilizleri memnun etmek için Ziya Gökalp ve arkadaşlarının yargılanması gibi yargılanmışlardır. Bu defa hâkimin karşısında Alpaslan Türkeş ve arkadaşları vardır. Sürgün yeri de Malta değil tutuklu oldukları “tabutluk” adlı yerdir. Ülkü Ocakları Eğitim Programı kimseler tarafından idare olunmasını uygun bulurum. Hâkim- Karışık ırklar hakkında ne olacak? Türkeş- Arzettim efendim. Mademki Türkleşmiştir, dedesi veya ninesi şöyledir diye aranmasını doğru bulmam. Hâkim- Turancılık hakkındaki fikirlerinizi söyleyiniz? Türkeş- ....Turan, yani Türk Birliği yalnız Asya’dakiler değil, bütün Türklerdir. Yani ilmi manasından başka olarak bütün yeryüzündeki Türklerdir. Yani Türk Birliği yalnız Asya’dakilerle değil, Bulgaristan’daki, Yunanistan’daki vesair yerlerdeki Türkleri de içine olan bir mefhumdur. Hâkim- Hazırlık tahkikatında: “Küçük nüfuslu milletler tehlikeye maruzdur”. Onun için ilk fırsatta bütün Türklerin birleşmesi lazımdır diyorsunuz? Türkeş- Bunlar benim istikbale ait temennilerimden ibarettir. Bir devletin kuvvetini teşkil eden birçok unsurlar vardır. Bunlardan birisi de devletin nüfusudur. Bu, Türk birliğine ait temennilerimizden birisidir. Başkan Paşa- Peki bu fırsattan istifade nasıl edilebilir? Türkeş- Mesela 1917’de olduğu gibi, 1965 de veya 1999’da Rusya’da bir ihtilal zuhur edebilir. O zamana kadar Türkiye Harp Endüstrisi bakımından da, ilim ve irfan bakımından da ilerlemiş bulunur. Ve Türkiye’nin müzahereti ile bu birliğe doğru yürünebilir. İşte fırsat budur. Türkeş tabutluktan çıktıktan otuz altı yıl sonra tekrar 1980’li yılında yeniden benzer suçlamalarla hâkim karşısına çıkarılacak ve uzunca bir süre ömrünü dört duvar arasından geçirmek zorunda bırakılacaktır. Ancak idealleri aynen devam edecektir. Türkeş’in idealini yansıtan bir ifadesi. “Türk Birliğinin bir gün hakikat olacağına imanım vardır. Ben görmesem bile, gözlerimi bu dünyaya, onun rüyaları içinde kapayacağım”. Türk milletinin geleceğine yönelik olarak ifade edilen bu görüşlerden yeterince yararlanılmış mıdır? Buna olumlu cevap vermek mümkün değildir. Ziya Gökalp’ın yargılanırken 27 Nisan 1919’da söyledikleri 1989’da gerçek olmuş, fakat Türkiye yeni oluşum ve gelişmelere kültürel, siyasal ve ekonomik yönden hazırlıksız yakalanmıştır. Mustafa Kemal Atatürk’ün “Sovyetler de bir gün yıkılacaktır” “hazırlıklı olun!” emrini verdiğinden 59 yıl sonra SSCB dağılmıştır. Türkiye yine hazırlıksız yakalanmıştır. Alpaslan Türkeş 1944’te söylediği Türk Birliği, 54 yıl sonra beş Türk devleti ve onlarca Türk soylu topluluklarla dünyanın gündemine girmiş, fakat Türkiye’nin siyasetini yönetenler bu duruma hazırlıksız yakalanmıştır. Bütün bu olguların temel nedeni stratejik düşünce sahibi olmanın sanıldığının aksine her devlet yöneticisinde bulunmayacağı gerçeğinde saklıdır. Sonuç Yerine İdealleri hayata geçirmek için öncelikle hakka dayanması ve güçlü müntesipleri olması gerektiğine dikkat çekmişti. O, bu konuda şöyle demişti: Cemaat demek kalabalığın olduğu yer demek değildir. Hak kimin yanındaysa cemaat odur…/… Velevki o insan dünyada tek başına dahi olsa… Az fakat doğru ve 330 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı haklı olanların, çok fakat yanlış ve haksız yolda olanlara galip geldiği çok görülmüştür. Kendi özüne dönme mücadelesinin verildiğini, köylünün, fakir fukaranın emeğine, hakkına el atanlara, tefecilere, rüşvete, karaborsaya karşı savaş açtığına özel vurgu yapıyordu. O, “ne başkalarına uşaklık etmeyi, ne de başkalarını uşak olarak kullanmayı kabul etmeyiz” diyordu. Karşı olduğu zihniyeti de bir konuşmasında şöyle tarif etmişti: İnsanlık haysiyetine saygı duymayan, Türk insanına karşı gönlünde sevgi taşımayan, Türk milletini Türk halkını hor gören zihniyete karşıyız. Paslanmış beyinleri, kirlenmiş damarları asli cevherine döndürme gayreti içindeydi. Bitmiş, tükenmiş, yürümeye ve düşünmeye mecali kalmamış birçok insana aktivite kazandırmış ve onları yeniden harekete geçirebilmiştir. Onun idealleri adeta, sefilleri kahraman yapacak bir aşı gibiydi. Onun kaybıyla daha önce deve dişi gibi görünen birçok insanın sessizliğe, yokluğa ya da inzivaya çekilmesi bu yüzdendi. Işığını, su içtiği pınarı ve her gün kendisini motive eden bir efsaneyi bir anda kaybeden birçok insanın vurgun yemiş gibi şoktan çıkamamasının asıl nedeni buydu. Tarih Türkeş’i hem haklı çıkardı hem de beraat ettirdi. Tarihi milletler mücadelesi, olarak ortaya koyup o günkü milletlerarası mücadelenin esasını da, milli kültür ve ideolojiler teşkil ettiğini söylediğinde, sokaklar onun aleyhine birçok afişle doldurulmuştu. Tarihin sınıf mücadelesinden ibaret olduğunu ifade eden “Marksist, Leninist ve Maoist” mihraklardı bu afişleri sokaklara asanlar. Onlara göre din, millet ve milliyetçilik gibi kavramlar burjuva dönemine aitti. O dönemde tarihin çöplüğünde kalmıştı. Tarihi materyalizme göre toplumlar “Avcı ve toplayıcı, tarım, feodal, kapitalist, sosyalist ve komünist” aşamalardan geçecektir. Bu tarihin amansız kanunudur. Onlar Türkeş’in, milliyetçiliği, milletler mücadelesini ve dini savunmakla tarihin akışını geri çevirmekle suçlamışlardı. Bu yüzden Türkeş’i darağacında idam edilen bir adam olarak resmettikleri afişin altına şunları yazmışlardı. Adı: Alparslan Türkeş Suçu: Tarihin akışını geri çevirmek Bu afişi yazanlar, bu fikri savunanlar ve bu sloganları seslendirenler tarihin komünist ülkelerdeki amansız takibini bugün bile yapabilmiş değiller. Daniel Bel’in “İdeolojinin Sonu” ya da Francis Fukuyama’nın “Tarihin Sonu ve Son İnsan” isimli görüşlerinin tamamının onların maruf ideolojilerinin dramıyla ilgili olduğunu da anlamış değillerdir. Zira gücünü ya da kurtuluşunu kendi çalışmasına ve emeğine değil de yabancı iklimlerde arayanların tutuldukları hastalıktan kurtulmasına henüz tarih şahitlik etmemiştir. Bu bakımdan tarihin akışının ithal kafalıların arzuları dışında olmasının onların ütopyalarına herhangi bir etki yapması da düşünülemez. Ama bilinen bir şey varsa o da 1989 yılında Gorbacov, darağacına sosyalizmin bilumum değerlerini asmıştı. Komünizmin kirli çamaşırlarını yıkama görevi de SSCB dışındaki bu arada Türkiye’deki yerli temsilcilerine kalmıştı. Alpaslan Türkeş ise şimdi rızasını kazanmak için hayatını ortaya koyduğu Allah’ının huzurunda. O, hep uyanıktı. Çökmedi, çömelmedi ve baş eğmedi. Hep ayakta durdu. Ölümü de ayakta oldu. Şiddetli ve muhteşem bir kış gününde iki milyondan fazla insanın omuzları üzerinde dualarla defnedildiği ebedi istirahatgâhında uyuyor. Maddi yönüyle ayrıldığı milletinin kalbinde manevi bir motivasyon, ülkesinin Ülkü Ocakları Genel Merkezi 331 www.ulkuocaklari.org.tr Cezası: İdam. Ülkü Ocakları Eğitim Programı milli aydınlarının önünde bir ışık, Türk gençliğinin nezdinde ise bir Bozkurt olarak hep yol göstermeye devam ediyor. Farkında olanlar için… DİPNOTLAR [1] Tarık Zafer Tunaya, İnsan Derisiyle Kaplı Anayasa, Arba Yayını, 2. Baskı, İstanbul, 1988, s.,160. [2] Ziya GÖKALP, Rusya’daki Türkler Ne Yapmalı?, Yeni Mecmua, No;38’den ayrı baskı, s. 4-9. [3] Cemal Anadol, Türkeş, Milliyetçi Anadolu Yayınları, İstanbul, 1975, s.,16-17. Kaynak: Türk Yurdu, Eylül 2011 - Yıl 100 - Sayı 289 332 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı ALPARSLAN TÜRKEŞ’İN CUMHURBAŞKANI ADAYLIĞI 9 Şubat 1966 günü Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’in sağlık durumu ağırlaşmıştır. Bir günde üç sağlık bülteni yayımlanır. Gürsel’in sağlığının, görevini sürdürmeye yetersiz olduğunu bildiren doktor raporundan sonra, Cumhuriyet Senatosu Başkanı Prof. Dr. İbrahim Şevki Atasagun Cumhurbaşkanı vekilliğine getirilir. 13 Şubat 1966 günü, siyasî partiler, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Cevdet Sunay’ın Cumhurbaşkanı adaylığı üzerinde anlaşırlar ve bu haber, 14 Şubat 1966 tarihli gazetelerde geniş bir şekilde yer almıştır. Bu gelişmeler sonrasında 15 Şubat 1966 günü, Cumhurbaşkanı Kontenjan Senatörü Prof. Dr. Ragıp Üner, Cevdet Sunay’ın, öncelikle Cumhurbaşkanı kontenjan senatörü seçilmesine imkân sağlayabilmek için senatörlükten istifa etmiştir. 14 Mart 1966 günü, Cumhurbaşkanı vekili İbrahim Şevki Atasagun, aynı tarihte ordudan istifa eden Genelkurmay Başkanı Orgeneral Cevdet Sunay’ı, Cumhurbaşkanı kontenjanlığından senatör atar. Cevdet Sunay, 17 Mart 1966′da yemin ederek yeni görevine başlar. 27 Mart 1966 tarihinde, Başbakanlığın isteği üzerine Gülhane Askeri Tıp Akademisinde toplanan 37 kişilik “Müşterek Sıhhî Kurul”, iki rapor düzenleyerek, “Gürsel göreve devam edemez. Vücut ölmüştür” kararını vermiştir. C.K.M.P. Bildirisi “C.K.M.P. Genel İdare Kurulu, partiye mensup senatör ve milletvekilleriyle birlikte saat 10.30′da toplanarak bugün T.B.M. Meclisinde yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçiminde kendi bünyesi içinden bir aday göstermeye karar vermiştir. Bu kararın gerekçesi özet olarak şöyledir: 1. Sayın Cumhurbaşkanımız Cemal Gürsel’in görevine devam edemeyecek şekilde ağır rahatsızlığı dolayısıyla boşalan Cumhur-başkanlığı makamı için yapılacak seçimde, Türk demokrasisinin uluslar arası itibarına gölge düşürecek nitelikte bir sür’at ve prosedürle hareket edilmesini, TBMM’nin ve demokratik rejimin geleceği bakımından normal bir teamül başlangıcı olarak görmek imkânsızdır. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 333 www.ulkuocaklari.org.tr 28 Mart 1966 günü TBMM’de Cumhurbaşkanlığı için seçim yapılmış, Cumhurbaşkanı Kontenjan Senatörü Cevdet Sunay’ın adaylığı yanı sıra CKMP Genel Başkanı Ankara Milletvekili Alparslan Türkeş de Cumhurbaşkanlığı için adaylığını koymuştur. Gelişen bütün bu olaylarla ilgili olarak Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi, aynı gün tarihî bir bildiri yayımlar. Bu bildiri aynen şöyledir: Ülkü Ocakları Eğitim Programı 2. Türkiye devletini yönetecek müstesna şahsiyetleri daima Meclis içinde de, dışında da bulunması mümkün iken, bu defa on beş gün öncesine kadar büyük Mecliste bu bahiste bir yoksunluk varmış zehabını uyandıracak bir prosödürün denenmesi Büyük Meclisin itibarı üzerinde tartışmaya yol açıcı nitelikte görülmüştür.3. Sayın Sunay’ın ve Genel Kurmay Başkanlığı görevini ifa etmiş bir şahsiyetin Cumhurbaşkanlığı makamına daima lâyık olabileceği doğru olmakla beraber, Cumhurbaşkanlığına giden yolun Genel Kurmay Başkanlığından geçeceği yolunda bir teamül başlangıcı demokratik rejimin temel ilklerine uygun düşmeyecektir. 4. Bugünkü iktidar partisinin Büyük Meclisindeki tutumu, muhalefeti yok etme gayretleri, Danıştay kararlarını hiçe sayması ve kendisine ebedî iktidar partisi hâline getirme çabaları karşısında Meclisin bazı partilerin ve kamuoyunun bu sür’atli prosedürü benimsemesi tabiî görülmekte ve buna iktidar partisinin sebep olduğu bilinmekte ise de, biz kararımızı bugünkü olay ve Sayın Sunay’ın çok değerli şahsiyeti ile ilgili olarak değil, demokratik rejimin geleceği için ve Büyük Meclisin Türk milletine taahhütleri yönünden aldığımızı açıklarız. 5. Partimiz Cumhurbaşkanlığına aday olarak Genel Başkan Alparslan Türkeş’i göstermekle Büyük Meclisin Cumhurbaşkanlığı seçimine tek adayla girmemiş bulunmasını da sağlamakla ve bunu Yüce Meclisin itibarına lâyık bir jest telakkî etmektedir. 6. Karar TBMM’nin olacaktır ve ulaşılan sonuç ne olursa olsun Cumhurbaşkanlığına seçilecek olan şahsın başarıları için Meclis içinde ve dışında yüksek görev duygusu ile bütün gayretimizi göstereceğiz. Seçimin Türk milletine hayırlı olmasını dileriz.” Cumhurbaşkanlığı için yapılan seçim sonunda: Kontenjan Senatörü Cevdet Sunay, oylamaya katılan 532 üyenin 461′inin oyunu alarak Cumhurbaşkanı seçilir. Aynı seçimde aday olan Alparslan Türkeş, 11 oy alır. Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, kendisi için, istifa ederek Cumhurbaşkanlığı Kontenjan Senatörlük görevini boşaltan Prof. Dr. Ragıp Üner’i, 16 Nisan 1966 tarihinde yeniden Cumhurbaşkanlığı Kontenjan Senatörlüğüne atamak suretiyle bir vefa görevini yerine getirmiş olur. 334 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı BAŞBUĞUN LİDERLİK SIRLARI Hakan Ada “Genç ve hürken, düşlerim sonsuzken, çevremdeki her şeyi değiştirmek isterdim, dünyayı bile. Yaşlanıp akıllanınca, dünyanın değişmeyeceğini anladım. Ben de düşlerimi azaltarak, sadece memleketimi değiştirmeye karar verdim. Ama o da değişeceğe benzemiyordu. İyice yaşlandığımda artık son bir gayretle sadece ailemi, kendime en yakın olanları değiştirmeyi denedim. Ama maalesef bunu da kabul ettiremedim. Şimdi ölüm döşeğinde yatarken birden fark ettim ki, önce kendimi değiştirseydim, onlara örnek olarak ailemi de değiştirebilirdim. Onlardan alacağım cesaret ve ilhamla memleketimi daha ileri götürebilirdim.” Yukarıdaki ifadeler bir anıtmezar yazısıdır ve bize ‘hayatın gerçekliğini anlatır. Bu gerçeklikler içinde önemli bir gerçek vardır ki; o da ‘değişimdir.1 Bir şeyi değiştirmek için değişecek tek şeyin önce kendisi olduğunu bilen kişi gerçek liderdir. İç dünyalarını değiştiremeyen insanlar başkalarını değiştiremezler. İşte Başbuğumuz Alparslan Türkeş’i diğer liderlerden ayıran en önemli özellik budur. Bir lider olarak, Başbuğ Alparslan Türkeş değişimin farkında olarak, önce kendisini değiştirmiş, sonra memleketi, sonra da Türk Dünyası ve dünyada değiştirici bir güce sahip olmuştur. Başbuğ Türkeş kendi iç dünyasını aydınlatarak başladığı bu yolda daha sonra milyonları aydınlatmış, yolculuğuna onlarla birlikte devam etmiştir. Şimdi milyonlar bu yolda O’nsuz, fakat O’nun fikir ve idealleri ile aydınlanarak yollarına devam etmektedir. Bu yol, vatan, millet ve devlet yoludur. Lider Kimdir? Özellikleriyle bilgili, işbirliğine açık, etrafındakileri motive edebilen, etrafında saygınlık yaratabilen kişidir. İşte, bu tanıma uygun ve bu özelliklere sahip olabilecek kişi öncelikle kendini ve yeteneklerini çok iyi tanımalıdır. Çünkü zayıf ve güçlü yönlerini bilen kişi, ulaşmak istediği hedefi bilinçli bir şekilde 1 Özbay, Adem, Hz. Ali’nin Liderlik Sırları ve Hitabet Sanatı, Armoni Gelişim Yayınları, sf. 9 – 10 - 11, İstanbul, 2005, Ülkü Ocakları Genel Merkezi 335 www.ulkuocaklari.org.tr LİDER VE LİDERLİK KAVRAMLARI Ülkü Ocakları Eğitim Programı belirler ve amacına ulaşma sürecinde adım adım ilerler.2İlgi ve yeteneğini bilen kişi bu alanda kendini daha çabuk ve zevkle yetiştirir. Yapabiliyor olmak ona güven verir. Güvene sahip kişi paylaşımcı, işbirlikçi olur. Başkalarının da fikirlerine, düşüncelerine önem verir. Hedefine yaklaştıkça motive olur. Bu enerjiyi etrafındakilerle paylaşır. Takım arkadaşlarını ikna eder, teşvik eder, motive eder ve tabii ki bu özellikleriyle etrafında saygınlık uyandırır.3Lider gücü elinde bulunduran kişidir. Bu nedenle gücün kimin eline teslim edileceğini belirlemek ciddi, hatta yaşamsal bir öneme sahiptir. Tüm dünyayı sonu belirsiz serüvenlere doğru sürükleyen “lider”leri gördükçe, liderlerimizi belirlerken ne kadar titiz davranmak zorunda olduğumuzu bir kez daha görmekteyiz.4 Liderlik Nedir? Liderlik olgusu üzerine binlerce akademik araştırma yapılmış ve yüzlerce tanım edebiyata kazandırılmıştır. Bu kadar çok tanım olmakla beraber bu tanımların çoğu net ve tam anlaşılır bir şekilde değildir. Liderliğin çeşitli boyutlarını anlatan bu tanımlar, aynı noktalarda olsa bile net bir ifade yapısı kuramamaktadırlar. Bu, her ortamdaki ve şarttaki liderliğin farklı özellikler taşımasından ileri gelmektedir. Bu yüzden liderliğin anlamı liderin içinde bulunduğu konuma, gruba ve sürece bağlı olarak farklı algılanmaktadır5. Liderlik üzerine yapılan çeşitli çalışmalardan damıtarak işlevsel ve faydacı bir tanım vermek istersek, liderliği;”Bireyler tarafından gerçekleştirilen ve diğer bireylerin ortaklaşa yaratılan vizyona dönük olarak bir araya gelmesini, istekli ve coşkulu olarak ortak hedefleri benimsemesini ve bu hedeflerin gerçekleşebilmesi için güçlenerek bütün varlıkları ile katkıda bulunmasını sağlayan enerjik bir süreç” olarak tanımlayabiliriz6. Liderlerin Nitelikleri ve Başbuğ Alparslan Türkeş’in Liderlik Sırları Dünyada hiçbir büyük ve önemli bir iş, yüreği ülke sevdasıyla yanıp tutuşmayan, hiç cefa çekmemiş ve inanmadığı şeyleri savunmuş politikacılarca başarılmış değildir. Büyük davalar, tehlikelere ve zorluklara cesaretle göğüs geren, ömrü boyunca yılmamış, inançlı ve azimli insanların liderliği altında başlamış ve başarılmıştır. Bu insanlar, yeteneklerini, ideallerini gerçekleştirme yolunda ortaya koymaya, yani kuvveyi fiile geçirmeye başladıklarında varlıklarını hissettirmiş olurlar. Bunu takiben halk ile diyalog kurmaları ve kadrolarını yetiştirmeleriyle birlikte ağırlıklarını ve farklılıklarını kabul ettirmeye başlarlar. Artık onlar gerçek birer liderdir. Zamanla bu sıfat, gelişmelere bağlı olarak “tarihî şahsiyet”, “karizmatik lider”, “önder”, “başbuğ” gibi sıfatlara dönüşür. Kısacası, tarihî şartlar ve gelişmelerle liderlik vasıflarına sahip insanlar bir araya geldiğinde büyük ve önemli liderler ortaya çıkar7. Rahmetli Başbuğumuz Alparslan Türkeş Bey, tarihte örneklerine pek sık rastlanmayan müstesna şahsiyetlerden biridir. “Karizmatik lider”, “bilge lider”, “tarihî şahsiyet” gibi sıfatlar, muhterem liderimizi 2 3 4 5 6 7 http://www.baktabul.net/kariyer-ve-meslekler/157287-liderlik-liderligin-tanimi-liderin-ozellikleri-hakkinda.html Röne KASPİ, Lider Kimdir? Lider doğulur mu, olunur mu? http://www.salom.com.tr/newsdetails.asp?id=85409#.UecTbtL0HkY http://www.myenocta.com/eeplite/eep/user_activity_mainpage2.aspx?activityID=908&catCourseID=0&isFromSearch=-1 Morgül, Tarık, York Üniversitesi Türkiye Temsilciliği İşletme Bölümü, Lider ve Nitelikleri, Yalova, Temmuz 2013. Merih, Kutlu, Liderlik Bir Sosyal Kalitedir, http://www.eylem.com/lider/wlidersos.htm http://liderliksirlari.blogspot.com.tr/2013/01/alparslan-turkesin-liderlik-srlar.html 336 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı anlatmakta kullanılan başlıca sıfatlar olarak Türk milleti tarafından benimsenmiş ve kabul görmüştür. Tarihî geleneğimiz açısından onu en iyi anlatan, tanımlayan sıfat ise “Başbuğ” olmuştur. Türkeş Bey, Türk dünyasının başbuğu unvanını, sahip olduğu meziyetler ve yerine getirdiği hizmetler açısından bakıldığında en çok hak eden, tarihî bir şahsiyettir. Bu değerlendirmeyi er ya da geç, dost-düşman herkes yapmıştır. Başbuğumuzun bu sıfatları kazanışı ile Milliyetçi Hareket’in tarihi, ortak bir çizgiye sahiptir. Çünkü onun hayatı ile Türk milliyetçiliğinin yarım yüzyılı aşkın son dönemi tamamen özdeşleşmiş, iç içe geçmiştir. Bilge lider, tarihî şahsiyet ya da başbuğ kavramı, her şahsiyet gibi kendi milletinden ve içinde yaşadığı çağdan bir şeyler alan, ama diğerlerinden farklı olarak milletinin gelişimine, çağının akışına bir şeyler katan, kısaca tarihe damgasını vuran insanları anlatan bir kavramdır. Bundan sonra tarih, o şahsiyetten bir şeyler alarak onun fikrinin, alın terinin izlerini taşımaya başlar. Karakter, karizma, iletişim, yetenek, cesaret, başlatma, tutku, disiplin, sorun çözme, hizmet etme, vizyon gibi özellikler bir liderde olması gereken nitelikleri kısaca özetlemektedir. Özetlenen bu kavramlar Başbuğ Alparslan Türkeş’in liderlik sırlarıözelinde aşağıdaki gibi incelenmiştir. Karakter Rahmetli Başbuğumuzun ömrünün yarım asrı aşkın son bölümü, Türk milliyetçiliği hareketinin yaşadığı sorunlarla, gelişmelerle paralel bir seyir takip etmiştir. Hakk’ın rahmetine kavuştuğu son ana kadar da davasına, yani Türk milletine ve Türk dünyasına hizmet etmeye devam etmiştir. 1944 yılında zamanın siyasî iktidarının rüzgâra göre yön değiştiren zihniyetinin bir sonucu olarak uygulanan baskı ve zulümlerden 1997 yılının Nisanına kadar uzanan kararlı milliyetçilik mücadelesi, hayatını, ülkesine ve milletine adamışlığın çok önemli ve güzel örneklerini ortaya koymuş olması, Başbuğumuzun siyasî kişiliğinin en kısa ve özlü ifadesidir7. Lider söylediklerini, anlattıklarını benliğinde, özünde yaşar. Bu yüzden liderlik tam anlamıyla bir tavır, bir davranış hareketidir. Anlattıklarını özünde ve davranışlarında yaşayamayan kimselerin lider olması mümkün değildir. Yakın tarihimizde boy gösteren birçok politikacı, yazar ve aydının konuşmaları ve hareketleri, söylediklerini benliklerinde tam olarak yaşayamadıklarından ötürü etkisiz kalmakta, bu yüzden istenilen olgunluğa erişememektedir. Bu noktada Başbuğumuz Alparslan Türkeş farklılığını Ülkü Ocakları Genel Merkezi 337 www.ulkuocaklari.org.tr Kişiliğe ait olan ve doğum sonrası kazanılan karakterin liderliğin önemli bir unsuru olduğu görüşü, liderlik konusunu çalışan akademisyenlerin üzerinde anlaştığı bir gerçekliktir. Diğer unsurlar da göz önüne alınırsa, güçlü karakter özelliklerine sahip olan insanların ileride iyi bir lider olacaklarını tahmin etmek zor değildir. Bu karakter özellikleri genel olarak; iddialı olma, risk alma, kendi kendine yetebilme, özgüven hissi, hırslı olma, başkalarına karşı baskın bir karaktere sahip olma ve özgürlüğüne düşkün olmadır5. Bu tanımdan yola çıkarak Başbuğ Alparslan Türkeş’in yakın tarihte öne çıkan liderlerin tamamından çok daha güçlü bir karakteri olduğunu anlamak güç değildir.İnandığı değerler uğruna ideallerini, iddiasını ortaya koyarak, özgüveniyle, hırsıyla, zulüm ve işkenceler pahasına, yaşamını riske alarak, önce kendisinde, sonra çevresinde büyük etkilere sahip olacak bir fikrin lideri olmak elbette ki büyük bir karakter ister. O, sahip olduğu bu üstün karakteri sadece kendinde barındırmayı uygun bulmayıp, bu karakteri yaşamı boyunca Türk milletine kazandırmaya gayret etmiştir. Ülkü Ocakları Eğitim Programı ortaya koymakta, adını yaşadığı döneme altın harflerle yazmaktadır. İnandığı değerler uğruna, tavanında 500 mumluk ampüllerin yandığı, 1x1x1 metrelik tabutluklarda cefa çeken, tırnakları çekilen, türlü işkencelere maruz kalan, fakat davasından asla vazgeçmeyen başka bir lider var mıdır? Bilinmez… İşte bu karakter yüzünden; O, Başbuğ’dur. Başbuğ, Alparslan Türkeş’tir. Karizma Karizma bir bireyde daha ilk izlenimde algılanır. Genellikle mistik, tanımsız, doğumla birlikte gelen bir özelliktir. Ancak karakter gibi karizma da eğitim ve tecrübeyle oluşturulabilir. Karizmatik liderlerin güçlü bir hitabet yeteneği ve imajı vardır. Karizmatik liderler olağanüstü yeteneklere ve yüksek özgüvene sahip, ikna eden, risk alan, kendisini davası için her türlü sonuca rağmen feda edebilen, kriz anlarında radikal çözümler üretebilen ve yeteneklerinde süreklilik taşıyan kimselerdir5. Bizler, Başbuğ Alparslan Türkeş’in 1981 yılının yazında 12 Eylül’den yaklaşık 1 yıl sonra MHP davasında mahkeme heyetine karşı ortaya koyduğu duruş ve karizmanın hala haklı gururunu yaşamaktayız. 587 sanığın olduğu davada 4. Kolordu sahasında bu kadar sanığa yeterli olabilecek bir salon olmadığı için 1200 kişilik özel bir mahkeme salonu yaptırılmıştı. 945 sayfalık “Devletin tek kişi tarafından yönetilmesi amacıyla, ahaliyi birbiri aleyhine silahlandırarak toplu kıyıma yönlendirmek” iddianamesi ile Başbuğumuz Alparslan Türkeş ve 219 yiğit dava adamı için idam isteniyordu. Başbuğ dışında tüm sanıklar salona alınmışlardı. Saat 9’a 3 kala Başbuğumuz, üzerinde lacivert bir takım elbise ve elinde siyah bir bond çanta ile son derece karizmatik bir halde kapıda göründü. O anda, salonu dolduran, saçları kazınmış yüzlerce yiğit birdenbire ayağa fırlayıp, hazırola geçtiler. Başbuğ, kendinden emin adımlarla sanık sandalyesine doğru yürürken başkalarının hiç beklemediği bir şey oluyordu. Davaya ve Başbuğ’una sadık yüzlerce yiğit sanıkhep bir ağızdan ve salonu çınlatan dev bir koro halinde “İstiklal Marşı”mızı söylemeye başlamışlardı. Avukatlar, dinleyiciler, gazeteciler, herkes ayağa kalkmak zorunda kalmışlardı. Bu durum; o sırada salona giren mahkeme heyeti ve savcı için de zor bir durum ortaya çıkarıyordu. Otursalar oturamıyor, salonu oturtamıyor, ister istemez! onlar da saygı duruşunda marşın bitmesini bekliyorlardı. Başbuğ, çok dahi bir kararla, hem mahkeme heyetini kendi teşkilatı karşısında ayağa dikmeyi başarmış, hem de «ülkeye asıl sahip çıkanların mahkemelerde yargılandığı” mesajını bütün ülkeye, en anlamlı şekilde ulaştırmıştı. Dönemin askeri yönetimi bu eyleme yayın yasağı koydu, ama o sahne, o gün orada olanların ve daha sonra bu yayınları görenlerin belleklerinden yıllarca silinmedi, silinmeyecek. Bu olaydan da anlaşılacağı üzere Başbuğ Alparslan Türkeş, Türk siyasi hayatının en karizmatik liderlerinden birisidir. O’nun muhteşem karizması, teşkilat disipliniyle birleşince ortaya çok etkileyici bir otorite çıkmakta ve o otorite, milyonları birarada tutmaktadır. İletişim Lider yöneticinin sahip olması gereken tüm özelliklerinin temelinde başarılı bir iletişimci olması gerekliliği bulunmaktadır. Yaşadığımız iletişim çağında “lider yönetici” , bilgiyi hızlı ve net olarak iletebilmek, insanları motive edebilmek zorundadır[5]. Ülkücü – Milliyetçi Hareketin filizlenerek yarım asırlık köklü bir teşkilata sahip olmasında, Başbuğ Alparslan Türkeş’in liderlik vasıflarından iletişim yönünün etkisi göze çarpmaktadır. Başbuğ Alparslan Türkeş teşkilatlarıyla ve milletiyle kurduğu güçlü 338 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı bağlantıları sayesinde büyük şehirlerden, en uzak köylere, hane hane ulaşmayı başarmış, başarı ve disiplinle iletişim sağlayarak, milletimizin karanlık günlerini, aydınlığa çevirme mücadelesinin önderi olmuştur. O’nun teşkilatına söylediği “Kendinizi küçük görmeyiniz. Sizler büyük kuvvetsiniz. Vazifenizi hiçbir zaman unutmayınız. Kuvvet birliktir. Dâvamızın geleceği birliktedir. Birlik, beraberlik içinde olmaktır“ ve “Davalarımızın çözümü kendimize dönmek, sarsılmaz bir birlik halinde el ele vermek ve geceli gündüzlü çalışmaya girişmekle mümkündür” gibi sözler; başarıya ancak güçlü iletişim, birlik – beraberlik ve çalışma ile ulaşılabileceğini bizlere özetlemektedir. Yetenek İnsanlar yetenekli kişilere hayranlık duyarlar. Önemli olan yeteneği keşfetmek ve onu geliştirmektir. Yetenekli insanlar;“Neden” sorusunu kendilerine sürekli sorarak öğrenmeye devam ederken, her zaman mükemmellik arayışında olurlar. Daima bir adım fazlası olduğu bilinciyle daha fazlasını yapma konusunda insanları motive eder ve harekete geçirirler5. Başbuğ Alparslan Türkeşde bu bilinç ile teşkilatlarımızı düzenli çalışmaya sevk etmiş, bu mücadeleyi ömürleri boyunca sürdürmeleri gerektiğini işaret etmiştir. Bu organizasyonu sağlamak ve diri tutmak Başbuğ’un bir yeteneğidir. Teşkilatlarımızın şimdi yarım asırlık bir çınar olması, O’nun yeteneği sayesindedir. O’nun “Başarı için muntazam plânlı çalışma yapmak lâzımdır. Son nefesimizi verinceye kadar çalışacağız” sözü yukarıda söylediklerimizi özetler niteliktedir. Cesaret Bir liderlik konumu, bir kişiye cesaret vermez, fakat cesaret ona bir liderlik konumu verebilir. Bir liderin cesareti takipçilerini harekete geçirir: “Cesur bir adam ayağa kalktığı zaman diğerlerine de bir cesaretlilik gelir. Cesaret göstergesi, başkalarını cesaretlendirme ile gerçekleşir5. O, insanların sizi izlemelerini sağlar. Liderlik, insanları doğru şeyi yapmalarına yönlendiren cesaret ifadesidir. Ülkemizin karanlık dönemlerinin yaşandığı, canların hiçe sayıldığı 1960 – 1980 yılları arasında O’nun cesareti ve atılımları milletimizi darboğazın eşiğinden çıkarmak noktasında önemli bir etken olmuştur. Aldığı cesaretli kararlar ve uygulamalar, milletimizi ruh ve mana ikliminde çökertmek isteyen zihniyete vurulan büyük bir darbe olmuştur. “Cesaret, yüreklilik, atılganlık olmayan hiçbir dâva başarıya ulaşamaz” sözü O’nun ve davamızın karakteristik niteliğini ortaya koymaktadır. Sonucu belli olmayan sosyal bir olguda liderlik yapmak, bir hareketi, bir organizasyonu başlatmak ve yönetmek riskli bir durumdur. Bu özellik sadece cesur, kararlı yöneticilerde mevcuttur. Lider, her zaman fırsat arayışı içinde olmalı, kendisini ve çevresini harekete geçirmek noktasında hazırlıklı olmalıdır5. Türk milliyetçileri 1944 girdabından yüz akıyla çıktıktan sonra 1940’lı yılların ikinci yarısını ve 1950’lerin başlarını toparlanma ve dayanışma çabalarıyla geçirmiştir. İşte bütün bu olayları ve sorunları çok iyi okuyan rahmetli liderimiz, 1960’lı yıllardaki gelişmeleri de dikkate alarak, Türk milliyetçiliği hareketine yeni bir ivme ve boyut kazandırmıştır. 1960’lı yılların ikinci yarısı, hem Türk milliyetçiliği, Ülkü Ocakları Genel Merkezi 339 www.ulkuocaklari.org.tr Başlatma Ülkü Ocakları Eğitim Programı hem de Türk demokrasi tarihinde önemli bir dönüm noktasıdır. Çünkü bu dönem, Türk Dünyasının Başbuğunun ve Milliyetçi – Ülkücü Hareketin doğuşuna sahne olan bir dönemdir. Alparslan Türkeş Bey’in 1964 yılında siyasete doğrudan girmesiyle başlayıp, 1969 yılında tamamlanan süreçte ise Türk milliyetçiliği davası, daha doktriner bir hüviyet kazanmaya başlamış, kendi özgün ve dinamik siyasî partisine ve “Ocak”larına kavuşmuştur. Bu süreç, merhum liderimiz Alparslan Türkeş’in önderliğinde oluşturduğu kadronun ve başlattığı çalışmaların iradesi ve eseridir7. Tutku Tutku, başarının ilk basamağıdır. Büyük liderlerin yaşamları, sıradan bir yaşamın ötesinde, büyük bir arzuya sahiptir. Ateş ne kadar güçlüyse, arzu ve potansiyel o denli büyük olacaktır. Kalpteki bir ateş yaşamımızdaki her şeyi üst seviyeye taşır5. Başbuğ Alparslan Türkeş’in Türk milletine olan tutkusu, O’nu dönemindeki ve günümüzdeki çoğu liderden ayıran en önemli özelliklerden bir tanesidir. Başbuğ’un “Kişiler kendilerini millet için feda ederler. Türk Milleti’nin büyüklüğü böyle yükselecektir. Onu sizler yaşatacak, sizler yükselteceksiniz” sözü Türk milletinin yükselmesini sağlayacak yegâne unsurunÜlkücü Milliyetçi Hareket olduğunu ifade etmektedir. Başbuğ’un kalbinde tutkuyla yanan bu ateş vasıtasıyla kalplerimiz tutuşmuş, hepimiz bu yüce millet için kendimizden feragat ederek, tutkuyla bağlı bireyler olmamız gerektiğini gönülden idrak etmiş bulunmaktayız. Disiplin Disiplin olmadan hiç kimse başarı kazanamaz ve onu sürdüremez. Bir lider ne kadar yetenekli, ne kadar karizmatik olursa olsun, onun yetenekleri ve karizması, disiplin olmaksızın, maksimum potansiyeline ulaşamayacaktır. Disiplin, bir liderin en yüksek seviyeye çıkması ve liderliğini sürdürmesi için anahtardır5.İşte bu nitelik Başbuğ Alparslan Türkeş’i ve Ülkücü Hareketi zirveye taşıyan önemli bir karakterdir. O’nun “Emirlere mutlak itaat lâzımdır. Laubali, gevşek, disiplinsiz, metotsuz kimselerle dâvamız yürümez. Her şeyde örnek olmak lâzımdır” sözü, disiplinin davamızın dik duruşunu sağlayan önemli bir unsur olduğunun göstergesidir. Yine “Alınan görevleri yapmak ve yapıldığını takip etmek lâzımdır. Millet hayatında başarı, devamlılığa bağlıdır” sözü başarının ancak disiplinli çalışma ile elde edilebileceğini bizlere açıkça ifade etmektedir. Sorun Çözme Bir lideri, karşılaştığı sorunlar ile ölçebilirsiniz. Başarının ölçüsü, karşılaşılan sorunların zorluğu değil, sorunların nasıl çözüldüğüdür. Bir lider, sorunları kenara bırakarak daha büyük sorun haline gelmesine müsaade etmez ve onu kısa bir süre içinde çözer5. Başbuğ Alparslan Türkeş tüm bu özellikleri bünyesinde barındırdığı gibi, teşkilatlarını da sorun çözücü ekipler olarak yapılandırmıştır. Ülkemiz; “PKK Sorunu”, “Kürt Sorunu”, “Kürt Açılımı”, “Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi” şeklinde farklı isimlerle adlandırılan ve en nihayetinde olmadığı söylenen bir sorun veya “Çözülme Süreci” için, O’nun yıllar önce getirdiğiçözümleri hala idrak edemeyip, göremeyen siyasetçilerle doludur. Bu siyasetçilere tavsiyemiz Başbuğ Alparslan Türkeş’in yolunu ve çözümünü izlemeleridir. O’nun yıllar önce söylediği; “Millî kalkınmamızı gerçekleştirmek, her Türk ferdini hür yapabilmek için, Türk Milletini yeniden kurmak zorundayız. Vatandaşlarımız arasında parti, mezhep, ırk ve bölge farkı gözetmeksizin, karşılıklı sevgi 340 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı ve saygıya dayanan bağlar dokuyacağız” sözü günümüz siyasetçilerinin temel ilke ve felsefesi olmak zorundadır. Hizmet Etme Hizmet etmek bir konum ya da beceri ile ilgili değildir. Gerçek lider insanlara, onların ilgi alanlarına hizmet eder. En iyi liderler, kendilerine değil, başkalarına yardım etmek isterler5. Başbuğ’un söylediği “Türk Töresinin bir şartı da yüksek vazife duygusudur. Vazifeyi her ne pahasına olursa olsun yapmaktır. Diğer bir şart, toplum uğrunda her çeşit fedakârlığı yapmaktır. Millete hizmet yolunda şahsi menfaatlerden, şahsi zevklerden feragattir. Vazgeçmektir” sözü milletimiz için kendimizi feda ederek hizmet etmemiz gerektiğini bizlere işaret etmektedir. Vizyon Vizyon bir lider için her şeydir. O, kaçınılmaz bir gerekliliktir. Çünkü vizyon; lideri yönlendirir, hedefi işaret eder, içteki ateşi yakar ve ilerlemeyi sağlar. Vizyon aynı zamanda, lideri takip edenler için de bir ateşleyicidir5. O’nun kurduğu temeller üzerine inşa edilen Ülkücü - Milliyetçi Hareketin bugünkü dosta güven, düşmana korku salan yiğit duruşu Başbuğ’unbüyük bir vizyona, geniş bir görüşe sahip olduğunu gözler önüne sermektedir. O, bu duruşu yıllar öncesinde teşkilatları üzerindetasarlamış, yaktığı ateş bizlerin gönüllerini de tutuşturarak bir alev halini almıştır. O’nun ileri görüşlülüğünü ortaya koyan en ilginç hadiselerden biri de 1944 – 1945 yılları arasında devam eden “Türkçülük ve TurancılıkDavası” yargılamalarında yaşanmıştır. Muhakeme sırasında Başbuğ Alparslan Türkeş ile Mahkeme başkanı arasında cereyan eden “Türk Birliği” konusundaki tartışma sırasında Başbuğ Türkeş’in geleceğe matuf şu ifade ve tespitleri oldukça dikkat çekicidir; “...meselâ, 1917’de olduğu gibi 1965’te veya 1990’da da Rusya’da bir ihtilal zuhur edebilir. O zamana kadar Türkiye harp endüstrisi bakımından da, ilim ve irfan bakımından da ilerlemiş bulunur ve Türkiye’nin de yardımı ile bu birliğe doğru yürünebilir”.1991 yılında S.S.C.B’nin bir ihtilal ile dağılabileceğini ve Türk Devletlerinin bağımsızlığını kazanabileceklerini, tam 46 yıl öncesinden tahmin edebilmek çok büyük bir vizyona sahip olmayı gerektirmektedir. Haksız eleştirilere karşı koyarak her sınavdan yüz akıyla çıkmak, kısacası zorlu ama onurlu bir mücadele destanı yazmak, ancak haklı ve güçlü davalara sahip siyasî hareketlere nasip olur. Yine hiçbir siyasî hareketin, bilge bir şahsiyete, karizmatik bir lidere sahip olmadan bu kadar zorlu ve uzun bir mücadeleyi sürdürebilmesi mümkün değildir. Bugün Başbuğ’un kurduğu “Ocak”larımız ve partimiz dimdik ve güçlü bir şekilde ayakta durmakta, Türk milletinin yegâne ümidi hâlinde bulunmaktadır. Türk Milliyetçileri ve Ülkücüler, Başbuğlarının gösterdiği hedef ve işaret ettiği menzildeki kutsal yolculuklarına bir an olsun sapmadan, dur durak bilmeksizin, atalete kapılmaksızın, yılmadan ve yorulmadan devam edeceklerdir.Başbuğ’un gösterdiği hedefler bizlere bir miras, bir görevdir. Bize emanet edilen, bu mirası layıkıyla, bizden sonraki nesillere aynı bilinçle aktarmak vazifemizdir. Bu hedefleri gerçeğe dönüştürmek ve Türk dünyasının birlikteliğini sağlamak noktasında, başarıya ulaşacağımızdan hiç kimsenin şüphesi olmamalıdır. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 341 www.ulkuocaklari.org.tr Yukarıda belirtilen nitelikler bir liderde bulunması gereken ana özellikler olup, bahsedilen hadiseler ve söylediği sözler Başbuğ Alparslan Türkeş’in liderlik sırlarını anlamamıza yardımcı olmaktadır. Ülkü Ocakları Eğitim Programı ABD, SSCB VE TÜRK DÜNYASI ÜZERİNDEN ALPARSLAN TÜRKEŞ’İN DIŞ POLİTİKA ANLAYIŞINA GENEL BİR BAKIŞ Mehmet Balaban GİRİŞ 1960 darbesinin “Kudretli Albayı”, yetmişlerin “Başbuğu”; seksenlerin bilge lideri ve doksanların devlet adamı,”Türkiye’nin emniyet supabı1•:Alparslan Türkeş. Yaşamı boyunca kitlelere yön veren, Türkiye›nin iktisadi, sosyal, siyasal ve kültürel meseleleri üzerinde fikri ve fiili faaliyetler yürüten bir lider. Ülkücü fikir sisteminin ve Türkiye’ye kurtuluş reçetesi olarak sunduğu Dokuz Işık›ın mimarı. Birçok alanda olduğu gibi dış siyasette de fikirler ortaya koyan, faaliyetler yürüten bir fikir ve devlet adamı dış siyasete de milli bir mesele olarak yaklaşmış,dış politikayı milli çıkarlar üzerinde şekillenebilecek bir saha olarak algılamışbir Türk milliyetçisi. Türkeş›in Dış politikaya Bakışı Alparslan Türkeş dış politikayı, diğer yabancı milletlerle olan ilişkilerimizde Türk milletine büyük fayda sağlayacak biçimde hareket etmek olarak tanımlamış hatta dış politikanın ‘ imkânları milli yarara uygun kullanma sanatı ‘ olduğunu belirtmiştir.2 Görüldüğü üzere TürkeşBey dış politikaya milli bir bakış açısıyla yaklaşmaktadır. Dış politikanın milletin menfaatleri çerçevesinde uygulanması gerektiğini düşünmüş ve dış politik düzlemde pragmatist bir bakış açısının benimsenmesi gerektiğini savunmuştur. • 1 Murat Karayalçın, bknzGül Arıkan Akdağ, Alparslan Türkeş,Türk Dış Politikasında Liderler, Yay haz Ali Faik Demir, İstanbul , 2007, s 470 2 Alparslan Türkeş, Yeni Ufuklara Doğru, İstanbul, 1976, s 72 342 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı İç ve dış siyasetin ayrılmaz bir bütün olduğuna inanmış,3özellikle ve öncelikle içeride yaşanan anlaşmazlıkların dış politikaya yansıdığını ve her ikisinin de birbirleriyle ilintili olduğunu düşünmüştür. Uluslararası arenada ‘ Hak kuvvetlinindir ‘ilkesinin hüküm sürdüğünü beyan eden Türkeş Bey bu bağlamda Türkiye’nin haklarını elde edip muhafaza edebilmesi için güçlenmesi ve kuvvetlenmesinin lazım geldiğini belirtmiştir. Bu noktada Türkiye’nin büyük, rekabetçi ortama kabulü, katılımı ve haklarını muhafazası ancakkalkınması ile mümkündür. Bunun içindir ki Türkeş Bey lazım gelen bu kalkınma formülünü Türk milletine, Dokuz Işık’ta sunmuştur. Ekonomik, sosyal ve siyasal anlamda güçlü bir memleketin dış politikada etkili olacağını düşünmüş, Türkiye›nin güçlü bir dış politika için bir kalkınma hızı yakalanmasının lazım geldiğini beyan etmiştir. Başbuğ Türkeş: Medeniyetlerinve büyük hareketlerin daima daha iyiyi daha güzeli aramak, daha çoğu bulmak, mükemmele ulaşmak arzusundan, iradesinden doğduğunu;millet ve devletlerinde daha çok refah, kazanç elde etmek, daha çok nüfuz sahibi olmak, daha çok büyümek arzusu içerisinde olduklarını bu uğurda dış siyasetin de milletlerin çıkarları çerçevesinde şekillendiğini belirtmiştir.4 Bu tutumu Türkeş Bey’in dış siyaseti algılayışı açısından önemli olupuluslararası ilişkilere gerçekçi bir bakış açısıyla yaklaştığını göstermektedir.5 Bir liderin dış politikaya bakışı onun dünyayı algılayışı açısından ehemmiyetlidir. Ayrıca Türkeş Bey dış politikanın tecrübeli, profesyonel, bilgi birikim sahibi kadrolara emanet edilmesinin gerekliliğini düşünmüş ve bu kadroların dış politikada bilgili ve birikim sahibi olduğu kadar milli bilinç sahibi de olması gerektiğine inanmıştır.6 Türkeş Bey,milli hedeflerin başında ülkenin bağımsızlığının ve toprak bütünlüğününgeldiğini düşünerek dış siyasetin de birincil önceliğinin her çeşit tehlikeyi önceden görüp, tespit edip, memleketin bağımsızlığının ve toprak bütünlüğünün muhafazası olduğu görüşü savunmuştur.7 Bu noktada Türkeş Bey’in bu görüşüne göre Türk dış politikasının önceliği iç ve dış güvenlik olup iç güvenlik problemleri uluslararası çerçevede değerlendirilmelidir. Bunun içindir ki kendisi komünizmi ve PKK’yi bir iç güvenlik meselesi olarak görmemiş bir dış güvenlik unsuru olarak değerlendirmiştir.8 Türkiye’nin jeopolitik konumu itibariylehassas bir noktada bulunuşu- gerek doğu ve batı arasında 3 Alparslan Türkeş, Yeni Ufuklara Doğru, İstanbul, 1976, s 62 4 Alparslan Türkeş,Temel Görüşler, İstanbul, 1975, s 270-271 5 Gül Arıkan Akdağ, Alparslan Türkeş,Türk Dış Politikasında Liderler, Yay haz Ali Faik Demir, İstanbul , 2007, s 470 6 Türkeş, Temel Görüşler, s 269 7 Türkeş, Temel Görüşler, s 270 8 Gül Arıkan Akdağ, a,g,e, s 470-471 Ülkü Ocakları Genel Merkezi 343 www.ulkuocaklari.org.tr İç meselelerin özellikle ülkenin gelişimini engellemek maksadıyla dış güçler tarafından alevlendirildiği düşüncesindedir. Ülkü Ocakları Eğitim Programı köprü konumunda oluşu, gerek zengin yeraltı kaynakları, Ortadoğu’ya yakınlığı- hasebiyle büyük güçlerin ilgisini çektiğini düşünen Alparslan Türkeş bu ilginin bir takım tehlikeleri de beraberinde getirdiği görüşündedir.9 Bu algı Türkeş Bey’i şüphesiz güvenlik odaklı bir bakış açısına sevk etmiştir. Bunun içindir ki Türkeş Bey’e göre dış politikanın önceliği tehlikelerin öngörülmesi, öğrenilerek bertaraf edilmesi ve bağımsızlığın korunmasıdır. Ona göre devletin dış siyasette iki politikası olmalıdır: Bunlardan ilki ana politika olup uzun vadeli olmalı, gizli tutulmalı; bağımsızlık, bütünlük bilimde ve teknikte ilerlemecilik gibi milli hedefler çerçevesinde şekillenmelidir.10 İkinci politika ise günlük politika olup ana politikanın şekillenmesi ve hatta gerçekleşmesi noktasında noksanların giderilmesi, faaliyetlerin yürütülmesi içindir.11 Ayrıca önemle üzerinde durulması gereken bir hususta şudur: Türkeş Bey Türk dış politikasının uzun vadeli olan ana politika üzerinde şekillenmesinin lazım geldiğini vurgulayarak hükümetlerin siyasi görüşleri, ideolojik yaklaşımları çerçevesinde oluşturulan bir dış politikanın kabul edilemeyeceğini göstermiştir.12 Başbuğ’a göre Türk dış politikası uzun vadeli bir politikadan aciz olup ülke bir devlet politikası geliştirilememektedir. Bunun içindir ki Türkiye dış siyaseti iyi okuyamayıp uzun vadeli planlar ve buna yönelik istikrarlı başarılı politikalar ortaya koyamamaktadır. Türkeş Bey’in dış politikaya bakışı Soğuk Savaş Dönemi ve sonrası olmak üzere iki safha halinde değerlendirilebilir Dış politikanın tüm ülkelerle barış ve dostluk çerçevesinde geliştirilmesi gerekliliğini savunan Türkleş,Soğuk Savaş Dönemi’nde Türk milliyetçiliğinden ilham olunan Turancı görüşleri hasebiyle Türkiye dışında yaşamakta olan Türklerin haklarının diplomatik araçlarla hukuki bir zeminde savunulmasının dış politikanın önceliklerinden olması gerektiğini düşünmüş13 ancak bunun için dahi Türkiye›nin herhangi bir tehlikeye sürüklenmemesinin lazım geldiğine inanmıştır. Türkiye’nin tüm Türklerin haklarını savunabilecek yegane ülke olduğunu Türk Birliği Ülküsü’nü gerçekleştirmek için olmaya da devam etmesi gerektiğini her vesileyle dile getiren Türkeş Bey bunun için geliştirilen politikaların Türkiye’ye zarar vermemesi gerektiğini dile getirmiştir. Bu bağlamda Türkiye’nin çıkarlarını ön planda tutan Türkeş Bey’e göre sunmuş olduğu 9 Işık ile Türkiye dış politikada güçlü bir konuma gelecek ve ilk adım gerçekleşecektir ikinci adım ise esir durumda bulunan Türklerin haklarının verilmesi olup üçüncü adımolarak Türkiye’nin yardımlarıyla tüm 9 10 11 12 13 Gül Arıkan Akdağ, a,g,e, s 471 Alparslan Türkeş, Yeni Ufuklara Doğru, İstanbul, 1976, s 74-75 Alparslan Türkeş, Dış Politikamız ve Kıbrıs, 1974, s 17 Gül Arıkan Akdağ, a,g,e, s 476 Alparslan Türkeş, Gönül Seferberliğne, Ankara, 1979, s 21 344 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı SSCB SSCB’nin Alparslan Türkeş’in dış politikaya bakışında ve kullandığı söylemde önemli bir yeri bulunmaktadır. Türkeş Bey’in bu ülkeye yaklaşımıgenel itibariyle iki döneme ayrılmaktadır. İlk dönem Soğuk Savaş Dönemi olup bu ülkenin tehdit olarak görüldüğü, ikinci dönem ise SSCB’nin yıkılışına müteakip tehdit olmaktan çıktığı dönemdir.14 Başbuğ Türkeş’in bu ülkeyi Soğuk savaş döneminde tehdit olarak algılayışınınyegane nedeni özellikle SSCB’nin II. Dünya Savaşı’nın bitimiyle birlikte Türkiye’ye karşı başlatmış olduğu düşmanca politikadır. Türkeş Bey’e göre aslında Ruslar Çar Petro’dan beri devam ede gelen ve geçerliliğini korumaya devam eden bir politika uygulamaktadır. Petro ve ardılı dönemlerde sıcak denizlere inmek için Türkiye’nin bertaraf edilmesi olarak belirlenen bu politika: 1945’te toprak talepleriyle uygulamaya konmuş ve 1970’li yıllara gelindiğinde ise komünizm tehlikesiyle Türkiye›nin karşısına çıkmışçeşitli yollarla Türkiye›yi Batı’dan ayırmaya çalışmıştır.15 Rusların düşmanca politikaları ve Türkiye içerisinde kendini destekleyen guruplar yaratışı kültür emperyalizmi yoluyla kendi değerlerini dayatışı TürkeşBey!i güvenlik odaklı yaklaşıma itmiştir.16 Alparslan Türkeş’in SSCB’ye yaklaşımının şekillenmesine vesile olan bir başka konu ise bu devletin işgali ve idaresinde bulunan Türklerdir. Buradaki Türklerle Türkiye’nin ilgilenmesi gerektiğini savunan Türkeş Bey SSCB’nin bu esir Türklere karşı uygulamış olduğu politikaları da her defasında eleştirmiştir.17 Alparslan Türkeş’e göre SSCB Türk kitlelerini farklı özerk bölgelere ayırmak suretiyle kimliklerini asimile etme yoluna gitmekte, bu toplulukların birbirleriyle ve Türkiye ile bağlarını koparmak için alfabelerini değiştirme yoluna gitmektedir.18 Bu bağlamda Türkeş SSCB’yi Türkiye’ye bir tehdit esir Türklerin hürriyetlerine bir engel olarak görmüştür. Ancak önemle belirtilmesi lazım gelen bir hususta şudur: Türkeş SSCB›yi iyi ikili ilişkilerin geliştirilmesi lazım gelen bir devlet nazarında değerlendirmiştir. Bu durum Türkeş Bey tarafından memnuniyetle karşılanmış ve ‘ Slav Cumhuriyetlerinin sahip olduğu potansiyel tehdit devam etmekle birlikte, komünist tehdidin tamamıyla ortadan kalkmasından mutluluk duyduğunu ‘ belirtmiş ilk olarak Rus büyükelçisi Albert Çernişev ile yaptığı görüşme ile diyalog başlatılmıştır.19 14 15 16 17 18 19 Gül Arıkan Akdağ,a,g,e, s 495 Alparslan Türkeş, Yeni Ufuklara Doğru, İstanbul, 1976, s 91-92 Gül Arıkan Akdağ,a,g,e,s 497 Alparslan Türkeş, Dış Meselelerimiz, İstanbul, 1974, s 18 Gül Arıkan Akdağ,a,g,e,s 498 Gül Arıkan Akdağ,a,g,e,s 498 Ülkü Ocakları Genel Merkezi 345 www.ulkuocaklari.org.tr 1990’lı yıllara gelindiğinde ise Varşova Paktı’nın kendini feshetmesi ve SSCB’nin dağılması hadisesi cereyan etmiş dünya yeni bir siyasi atmosferin içine girmiştir. Ülkü Ocakları Eğitim Programı Soğuk Savaş’ın bitişiyle birlikte Rusya ile iyi ilişkilerin oluşturulması Avrupa Birliği’ne alternatif olabilecek Türkiye-Türk Cumhuriyetleri-Rusya barış üçgeninin desteklenmesi, Türkeş Bey’e göre olumlu gelişmeler olarak değerlendirilmiş Türkiye’nin dış politikada önceliğinin Avrupa yerine Türk Cumhuriyetleri, Rusya ve Amerika olması gerektiğini belirtmiştir.20 Bu durumda Başbuğ Türkeş›in bu görüşleri özellikle ve öncelikle Avrupa Birliği›ne karşı Türk Birliği›nin ve ABD’nin dış siyasette oluşturduğu baskının karşısına Rusya gibi bir denge gücün oluşturulma çabası olarak değerlendirilebilir. ABD, SSCB’nin komünist dünyasına karşı kurulan batı bloğunun lideri ve iki dünya gücünden biri olması hasebiyle Türkeş Bey’in dış politika anlayışında önemli bir yere sahip olmuş çıkarlar doğrultusunda bu ülkeyle yapılan ittifaklar Alparslan Türkeş tarafından hep destek bulmuştur.21 Bu bağlamda Türkeş Bey’in ABD’ye bakışını Soğuk Savaş Dönemi ve sonrası olmak üzere iki safhada değerlendirebiliriz. Türkeş Bey özellikle Soğuk Savaş Döneminde bu ülkeyi SSCB, dolayısıyla komünizme karşı bir denge ve hatta bir kalkan olarak değerlendirmiştir. Türkeş Bey’e göre bu durum tek taraflı değil karşılıklıdır. TürkeşAmerika’nın etkili bir SSCB ve Ortadoğu politikası geliştirebilmesi için Türkiye›ye ihtiyaç duymakta olduğu ve Türkiye›yi NATO›ya bu sebepten aldığı kanaatindedir.22 Başbuğ ABD’nin tahrik edilmemesi gereken güçlü bir ülke olduğu, dostane ilişkilerin geliştirilmesi gerektiği Türkiye›nin çıkarları doğrultusunda hareket edilmesi gerektiği görüşündedir. Bunun içindir ki Türkeş’in ABD’ye karşı oluşan bu yaklaşımı Jonson Mektubunda23•, 1 Ekim 1974 tarihli Haşhaş Meselesinde takındığı tutum mevcut hükümetlerle paralellik göstermekle birlikte çoğu kez daha ılımlı ve hatta olumlu olmuştur.24 1974 Kıbrıs çıkartması hasebiyle ABD tarafından uygulanmaya konulan silah ambargosu uygulaması üzerine Alparslan Türkeş ABD’nin bu kararını eleştirmenin yanında bu ülkeyle olan münasebetlere özen gösterilmesi gerektiği vurgulanmıştır.25 Ambargonun devamı üzerine Türkeş MHP’nin 13. Kurultayı›nın açılış konuşmasında (23-24 Nisan 1977) müttefiklik ilkelerine uygun olmayan, ikili ilişkileri hiçe sayan bir politikanın yani ambargonun artık kaldırılmasının lazım geldiğini dile getirmiş, ABD’den müttefik bir ülke olarak gereğini yapmasını istemiştir.26 20 Gül Arıkan Akdağ, a,g,e,s 498 21 Gül Arıkan Akdağ, a,g,e,s 480 22 Alparslan Türkeş, Yeni Ufuklara Doğru, İstanbul, 1976, s 190-196 • 23 1963 yılında Kıbrıs'ta yaşanan olaylara binaen Türkiye Kıbrıs'a müdahale edebileceğini açıklamış bunun üzerine 5 Haziran 1964'te ABD başkanı Lyndon Johnson'un İsmet İnönü'ye göndermiş olduğu bir mektuptur. Bu mektupla ABD Türkiye'nin yapabileceği müdahaleye karşı olduğunu beyan etmiştir. 24 Gül Arıkan Akdağ, a,g,e,s 480 25 Gül Arıkan Akdağ, a,g,e,s 482 26 Alparslan Türkeş, Gönül Seferberliğine, Ankara, 1979,s 288 346 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı Soğuk Savaş’ın bitimiyle birlikte komünist tehdidi ortadan kalksa da ABD dünyanın tek büyük gücü haline gelmektedir. Bu bağlamda Türkeş’e göre Türkiye’nin yeni fırsatlar doğurabilecek bir atmosferin içine girebilmesi için bu ülkeyle ilişkilerinin güçlendirebilmesi gerektiği belirtilmiş bunun ancak dengelerin gözetilerek uygulanabileceğini vurgulanmıştır..27 Görüldüğü üzere Türkeş ABD’ye karşı dengeli ve barışçıl bir politika izlemiştir. Özellikle Başbuğ’un söylevlerinde ve eylemlerinde müttefiklik ve birliktelik vurgusunun hakim oluşu dikkat çekicidir. Ancak önemle üzerinde durulması lazım gelen hususta şudur:Türkeş Bey müttefiklik ve birlik olgusunu milli çıkarlar çerçevesinde çizmiştir. Türk Cumhuriyetleri 1990 dan önce SSCB idaresi atında bulunan Türk Cumhuriyetleri’ne karşı geliştirmiş olduğu söylem ve siyaset Başbuğ Türkeş’in dış politika anlayışının en mühim örneklerindendir. Türk milliyetçiliğinden beslendiği Turan ülküsü Türkeş Bey’in dış politikasının şekillenmesinde mühim bir yere sahiptir. Başbuğ Türkeş Dış Türkler olarak tabirettiği Türkiye dışında yaşamakta olan Türk kitlelerinin haklarının savunulması gerekliliğini vurgulamış dünyada esir bulunan Türklerin haklarının muhafazası için Birleşmiş Milletler Anayasası ile İnsan Hakları Beyannamesi’nden hareket edilmesi, onların kültür ihtiyaçlarının sağlanması; can, mal, ırz, namus güvenliği içinde olmaları ve okuma haklarına kavuşmaları konusunda ilgili devletler nezdinde temaslar yapılması gerektiğini vurgulayan Türkeş Bey Doğu Bloğu’nun elinde esir bulunan milletlerinde yakın gelecekte hürriyetlerine ve istiklallerine kavuşacakların belirtmiştir.28 Türkeş Bey bu şekilde resmi yöntemler ve hukuki araçlarla Türk Dünyası’nın yegane savunucusu ve döneminde tek temsilcisi olan Türkiye’yi sıkıntıya düşürmemek kaydıyla savunulması gerektiğine inanmıştır. Bu uğurda yürütülen resmi yöntemlerin yanı sıra gayrı resmi ilişkiler geliştirilmiş özellikle Azerbaycan üzerinden bölgeye kitaplar, yazılar ve yazarlar gönderilmiş ve var olan örgütler desteklenme yoluna gidilmiştir.29 Ancak bu politikalar yürütülürken SSCB’nin etki ve tepki noktasında bir takım sıkıntıların doğuşuna mahal vermek suretiyle Türkiye Cumhuriyeti’ne zarar verilmemeye çalışılmıştır. 1990’lı yıllarda Türk Cumhuriyetleri’nin birer birer bağımsızlıklarını kazanmaya başlamalarıyla özellikle Başbuğ Türkeş’i temkinli ve tedbirli olmaya iten SSCB tehlikesi ortadan kalkmış siyasi faaliyetlerin ve Turan Ülküsünün yolu açılmıştır. 27 28 29 Gül Arıkan Akdağ, a,g,e,s 485 Gül Arıkan Akdağ, a,g,e,s 523 Gül Arıkan Akdağ, a,g,e,s 525 Ülkü Ocakları Genel Merkezi 347 www.ulkuocaklari.org.tr Bölgedeki Türk topluluklarıyla,koparılmaya çalışılan kültürel faaliyetlerin tamiri ve kopmaya başlayan bağların temini için faaliyetler yürütülmüştür. Ülkü Ocakları Eğitim Programı Türk Cumhuriyetleri’nin bağımsızlık mücadeleleri, Başbuğ Türkeş nazarında büyük ilgi ve destek görmüştür. Türkeş Bey bu toplulukları soy ve kültür bakımından kardeş olarak nitelendirmiş ayrıca ortak kültürün gelişiminde( ilk olarak İsmail Gaspıralı Bey ile birlikte ortaya atılan30) alfabe birliği üzerinde durmuştur.31 Türkeş Bey Türk dünyasına öncülük edilmesi Türkiye’nin bu ülkelere demokratikleşme, ekonomik gelişme noktasında yardımlar gerçekleştirmesi gerektiğini belirtmiş, Türk Cumhuriyetleri Ekonomik ve Kültürel İş Birliği Teşkilatları’nın mutlaka kurulması gerektiğini beyan etmiştir. Başbuğ Türkeş’in Türk Cumhuriyetleri’nin bağımsızlıklarını elde edişleriyle birlikte Türk Dünyası’na yönelik politikaları bu ülkelerin bağımsızlıklarının desteklenmesi, Türkiye’nin bu ülkelerle ilişkilerinindüzenlenen kurultay ve dernekler vasıtasıyla geliştirilmesi, Hareket’in gayri resmi olarak yönlendirdiği milliyetçi hareketlerin desteklenmesi olarak belirlenip üç temelde şekillenmiştir.32 Bu üç temelli siyasetin işlerliğinin en açık örneği Karabağ meselesidir. Azerbaycan-Ermenistan çatışmasında Rusya’nın Ermenistan taraflı politikaları üzerine dönemin hükümeti sessiz ve tepkisiz kalmış, hükümet bu meseleyi Rusya›nın bir iç meselesi olarak gördüklerini açıklamıştır. Bunu üzerine dönemin hükümetini tepki ile karşılayanBaşbuğ,Karabağ meselesinin Rusya’nın iç meselesi olmadığını Azerbaycan’ın yanında olunması hatta askeri müdahalede bulunulması gerektiğini vurgulamıştır.33 Alparslan Türkeş Türk Dünyası’na yönelik uyguladığı politikaları hasebiyle bölgede etkin birotorite konumuna yükselmiştir. Öyle ki bu dönemde Türkiye politikası onun öngörüleri ve idaresi doğrultusunda şekillendirilmiştir. 27 Nisan 1992’ tarihinde dönemin Başbakanı Süleyman Demirel ile yedi Türk Cumhuriyeti’ne yedi günlük bir geziye iştirak etmiş, Bakü’de yüz bin Azeri Türk’üne seslenmiştir.34 21 Mart 1993 tarihinde Türkeş Bey öncülüğünde Türk Devlet ve Toplulukları Dostluk ve İş Birliği Kurultayı toplanılmış, Türk Cumhuriyetleri Yüksek Konseyi ve Türk Parlamentoları Çalışma Gurubu örgütlerinin oluşturulması kararı alınmıştır.35 SONUÇ Alparslan Türkeş Türk Dünyası’nın Başbuğ’u, büyük devlet adamı, hayatının her anını Türkiye ve Türklüğe adamış ve bu uğurda çeşitli çileler çekmiş fikir, siyaset adamı... Her konuda olduğu gibi bu çalışmanın araştırma konusunu oluşturan dış politika alanında da millilik ilkesini benimsemiş dış politik meseleleri milli çıkarlar çerçevesinde değerlendirmiştir. 30 Turgay Uzun ,İlk Türk Aydınlanma Hareketi: Ceditçilik ve İsmail Gaspıralı, http://www.ismailgaspirali. org/yazilar/tuzun.htm 31 Rıza Müftüolğu, Derin Sayfalarıyla Milliyetçi Hareket, Ankara, 2004, s 153-162 32 Gül Arıkan Akdağ, a,g,e,s 525-526 33 Gül Arıkan Akdağ, a,g,e,s 525-527 34 Gül Arıkan Akdağ, a,g,e,s 528-529 35 Gül Arıkan Akdağ, a,g,e,s 529 348 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı Dış politikaya gerçekçi bir bakış açısıyla yaklaşmış,dış siyaseti çıkarlar doğrultusunda oluşturulan iş birlikleri olarak tanımlamıştır. Dış siyasetin iki şekilde yönetilmesi gerektiğine inanmış ve bu iki türlü siyasetin ilkini ana politika ikincisini ise gündelik politika olarak belirlemiştir. Ana politika ülkenin asli siyaseti olup yüz veya yüz elli yıllık planlar çerçevesinde hazırlanan devlet politikası, ikinci politika ise bu politikaya hizmet eden gündelik politikadır. Başbuğ Türkeş’e göre dış politikada barışçı ve akılcı siyaset izlenmeli ve geliştirilen her türlü siyaset Türkiye›yi sıkıntıya sevk etmemelidir. KAYNAKÇA Akdağ Gül Arıkan, Alparslan Türkeş,Türk Dış Politikasında Liderler, Yay haz Ali Faik Demir, İstanbul , 2007 MüftüolğuRıza,Derin Sayfalarıyla Milliyetçi Hareket, Ortadoğu Yayınları, Ankara, 2004 Türkeş Alparslan, Dış Meselelerimiz,Ergenekon Yayınları,İstanbul, 1974, Türkeş Alparslan , Dış Politikamız ve Kıbrıs, Kutluğ Yayınları,1974, Türkeş Alparslan, Gönül Seferberliğine, Hasret Yayınları, Ankara, 1979 Türkeş Alparslan,Temel Görüşler, Dergah Yayınları, İstanbul, 1975, Türkeş Alparslan,Yeni Ufuklara Doğru, Kutluğ Yayınları, İstanbul, 1976, Uzun Turgay, ,İlk Türk Aydınlanma Hareketi: Ceditçilik ve İsmail Gaspralı, http://www. ismailgaspirali.org/yazilar/tuzun.htm www.ulkuocaklari.org.tr Ülkü Ocakları Genel Merkezi 349 Ülkü Ocakları Eğitim Programı BAŞBUĞ ve EĞİTİM Mehmet Berat Arslan Eğitim; çocukların ve gençlerin toplum yaşayışında yerlerini almaları için gerekli bilgi, beceri ve anlayışları elde etmelerine, kişiliklerini geliştirmelerine okul içinde veya dışında, doğrudan veya dolaylı yardım etme, terbiye şeklinde açıklanmaktadır. Bu tanımdan yola çıkılarak eğitimin bir insanın hayatını idamesi için gereken sosyal, kültürel ve tabii insani değerlerin öğretilmesi ile oluşan bir birey var etme çabası olduğu görülmektedir. Her insan toplum içinde var olabilmek için ahlaki ve insani değerleri edinme noktasında eğitime ihtiyaç duyar. Eğitim ile aktarılmış bilgilerin sosyal hayatın bir gereği olarak insana fayda sağlaması, yeteneklerini keşfetmesine yardımcı olması ve mensup olduğu millete hizmet edebilme kabiliyeti kazandırması gerekmektedir. İnsan olmanın gereğince toplumsal hayata uyumlu, mantık ve ahlak çizgisinde bir birey olmanın ve eğitimin temeli aile müessesinde başlamaktadır. Aile içinde başlayan gelişim süreci okullar yardımıyla desteklenerek bilimsel ve mesleki eğitim ile bireyin toplumsal hayata kazandırılması sağlanır. Toplumun ve bireyin başarılı olabilmesi okullarda uygulanan eğitim sisteminin millet yararına olmasıyla mümkündür. İnsan topluluklarının millet olabilmesi de ancak tarih ve kültür birliği ile mümkündür. Ortak tarihe ve hedeflere sahip insanlar milleti oluşturur. Millet olma onuruna sahip insanların bir bütünlük içinde bekası da milli bir eğitimle mümkündür. Milli eğitim, ortak değerleri olan millete mensubiyet bağıyla bağlı her ferdin doğru temeller üzerine kurulu bir eğitim anlayışı ile millet yararına yönlendirilmesi, ahlaki, manevî, tarihî ve kültürel değerleri en arı ve akılcı şekilde öğrenmesidir. Her manada yüksek önem arz eden eğitimin en önemli ve makul olanı milli eğitimdir. Bir millet bünyesinde yaşayan her ferde toplumsal hayatın doğrularını, ahlaklı ve erdemli insan olma meziyetleri açık ve gizli yollarla öğütlemektedir. Her insan bulunduğu toplumda uygun ve güzel karşılanan hal ve hareketleri milli bir eğitim ile edinmektedir, toplum tarafından kabullenilen doğruların mutfağı yine toplumun kendisi yani millettir. Başbuğ’un Eğitim Hayatı Başbuğ Alparslan Türkeş eğitim hayatına doğum yeri olan Kıbrıs’ta başlamıştır. İlköğrenimini Kıbrıs’ta tamamlamış ve 1933 yılında kaydolduğu Kuleli Askeri Lisesinden 1936’da başarı ile mezun olmuştur. Hemen aynı yıl Harp Okuluna kabul edilmiş 1938 yılında asteğmen olarak mezun olmuştur. 350 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı Memleket için hep daha iyi olmak kararlılığı ile tutuşan Başbuğ, atış okuluna girerek buradan teğmen rütbesinde mezun olmuştur. Görevi süresince her türlü askeri ve bilimsel gelişmeyi takip eden Başbuğ, iyi bir puan alarak kazandığı Harp Akademisini 1944 yılında bitirmiştir. Genelkurmay Başkanlığınca açılan sınavlarda gösterdiği başarı ile kendisi ve ülkemiz adına hayırlı işler yapacağı görülen Başbuğ Alparslan Türkeş,iki yıl süreyle Amerika Birleşik Devletlerine gönderilmiş, burada devlet bursu ile Amerikan Harp Akademisive Piyade Okulunda eğitim görmüştür. Mezuniyetin ardından Kurmay Binbaşı olan Başbuğ Alparslan Türkeş Washington’da bulunan NATO Daimi Komitesinde Türk Genelkurmayı’nın temsil heyetine tayin edilmiştir. Görevi süresince bir yandan da University of America’da Uluslararası Ekonomi eğitimi almıştır. 1959 yılında Almanya’da bulunanAtom ve Nükleer Okuluna gönderilen Başbuğ Alparslan Türkeş başarıyla eğitimi tamamlayarak Kurmay Albaylığa yükselmiş ve Kara Kuvvetleri Komutanlığı NATO Şube Müdürü olarak atanmıştır. Başbuğ’un Eğitim Anlayışı ve Söylemleri Türk Milletinin Başbuğu Alparslan Türkeş yüksek bir millet olmanın yolunun, sağlam bir gençlikle mümkün olacağını ve bu gençliğin her manada donanımlı, eğitim hususunda hassas ve milli benliğini çok iyi bilen gençlik olduğunu vurgulamıştır. Eğitim konusunda hep millilik ve millet yararına olmak şartını belirtmiştir. “Eğitimin vazgeçilmez karakterimilli olmasıdır. Sosyal bir mesele olarak eğitim, “milli verasetin” geliştirilerek genç nesillere aktarılmasıdır. Türk’ü Türk yapan hiçbir değerimizi ihmal edemeyiz. Türk tarihinden süzülüp gelen ortak ve milli tecrübelerimizi genç nesillere aktaramayan bir eğitim, bize hizmet etmez.” Her konuda milli olmanın Türk Milletinin ebediliği için önemini en temel husus olduğunu kabul eden Başbuğ, milletimizin milli eğitimden uzak, milli kültürüne yabancı olmasını isteyen aklı bulanık sözde aydınlara karşı “Türk aydınları için Batı›nın sığınması olmak bir ideal olarak benimsenmiştir. Milletimiz için bundan korkunç felaket düşünülemez.” sözüyle milletimizi uyarmıştır. Başbuğ Alparslan Türkeş hayatı boyunca hep eğitim hususunda hassas davranmış her zaman eğitime dair meselelerin takipçiliğini milletimiz adına kendine vazife saymıştır. Türk milletinin her kademeden, yaştan, statüden her bireyinin eğitim hakkını savunma noktasında büyük bir kararlılık göstermiştir. Katıldığı tüm programlarda ülke meselelerinin kısa ve uzun vadede kesin çözümünün milli ve modern eğitim ile mümkün olduğunu bildirmiştir. Başbuğ 1969 yılı Eylül ayında dönemin iktidarına açık mektup olarak yayınlamış olduğu on maddelik tavsiye mektubu durumundaki önergesinde yükseköğrenime dair sorunları şu sözlerle dile getirmiştir; “Milletimizin geleceğinin temsilcileri gençliktir. Özellikle Yüksek Öğrenim gençliği yarının aydınları ve önderleri olarak çok iyi yetiştirilmelidir. Adalet Partisi iktidarının bilgisiz, korkak ve vurdumduymaz davranışları gençliğimizin perişan hallerinin devamına sebep olmuştur. Yüksek tahsil konusunda fırsat eşitliği sağlanması ve çocuklarımın tam bir fazilet ve ilimle yetiştirilebilmeleri için MHP olarak biz, aşağıdaki hususların yapılmasını gerekli saymaktayız. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 351 www.ulkuocaklari.org.tr “Gençliğimizi büyük bir savaş beklemektedir. Bozgunculuğa, tembelliğe, ahlaksızlığa, cehalete, yalancılığa karşı büyük bir savaş.” Ülkü Ocakları Eğitim Programı 1. Memleketimiz planlı kalkınma dönemine girmiş, çeşitli sektörlerde ihtiyaç duyulan vasıflı eleman miktarı planda gösterilmiştir. Yüksek tahsildeki öğrencilerin dağılımı buna uygun olması gerekirken, plansız dönemdeki bozuk düzen devam etmekte ve eğitim imkânları heder olmaktadır. Bu sebeple beş yıllık planlarda gösterilen ihtiyaç miktarları ve nitelikler göz önünde bulundurularak yükseköğrenimin planlanması, 2. Türkiye’nin şartlarına uygun yeni bir üniversiteler kanunu çıkarılması ve bütün üniversitelerin tek kanunla idare edilmesi, 3. Eğitim metot ve programlarının “Türk’e göre, Türk için, Türk tarafından” ilkesine uygun şekilde yeniden ele alınıp düzenlenmesine, 4. Öğrencilerin yurt, dershane, yemekhane meselesinin yeniden ele alınması ve yurtların Yurtlar ve Krediler Kurumundan alınıp üniversitelere verilmesi, kapasitesinin öğrencilerin tamamını alacak miktara çıkarılarak sefaletin önlenmesi, Ders kitapları ve kütüphane konusunun tekrar gözden geçirilerek kitapların, maliyet fiyatı üzerinden, fakir öğrencilere ise parasız verilmesi, öğrenciye mecburi kitap satışının önlenmesi ve kütüphanelerin öğrenci ihtiyacını karşılayacak duruma getirilmesi, 5. Üniversiteye bağlı bir film ve radyo merkezi kurularak her fakültenin öğrenim konusu ile ilgili yayın yapmak ve film çevirmekle görevlendirilerek öğrencilerin yetişmelerine yardımcı olunması. 6. Yurt dışına tahsil, ihtisas ve diğer ilmi faaliyetleri için gidenlerin seçimi memleket menfaatlerine uygun şekilde yapılmamaktadır. Öğrenci seçiminin tarafsız bir ilmi heyet tarafından iki hususa bilhassa dikkat edilerek yapılması: a. Milli şuura sahip olmak, b. Bilgi ve kabiliyet sahibi olmak. Memleket dışına gönderilen öğrencilerimiz çoğunlukla milli şuurlarına tam sahip olmadıklarından, gelişmiş ülkelerin ihtişamı karşısında şahsiyetlerini koruyamamaktadırlar. Ayrıca yabancı memleketlerdeki çalışmalarının kontrolünün idari yönünün Milli Eğitim Bakanlığınca, ilmi yönünün de üniversitelerce yapılması, 7. Üniversiteler üstü “Türk Bilimler Akademisi’nin” kısa zamanda kurulması ve böylece memleketimizin ilmi gelişmesini sağlayacak birinci sınıf ilim adamları kadrosunun teşekkül ettirilmesi, 8. Üniversitelerde tercüme işiyle uğraşmak üzere aktif çalışan “Tercüme Büroları” kurulması ve bunlar yoluyla yurt dışındaki en son ilmi araştırmaların süratle öğretim üyelerine ve öğrencilere ulaştırılması, 352 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı 9. Araştırma yapmak isteyen öğretim üyelerine üniversiteler, devlet, banka, belediye ve özel müesseselerce kolaylık gösterilmesi hatta hizmet edilmesi ve bunun kanunla mecburiyet haline konması, 10.Her öğrencinin kendi sahasında staj yapması ve staj yapmayan öğrenciye kamu sektöründe görev verilmemesi.” Türk milletinin asil evlatlarının kavgalara, kumpaslara çekilmesinden endişe duyan Başbuğumuz okullarda ve sokaklarda en üstün eğitime sahip olan insanların biz Ülkücü Gençler olmamızı istemiştir. Her türlü dış menşeili fikre ve ideolojiye karşı olan milli savunmamızın yolunun da ancak o fikirlerden üstün fikir yürütmek olduğunu “Bir fikre, bir ideolojiye, kendisinden daha üstün bir fikirle karşı çıkılır. Karşı fikir kaba kuvvetle ezilemez.” sözüyle bizlere öğütlemiştir. Her bir gence bir bayrak olarak temiz kalmayı, bir bayrak gibi kutsal olmayı, vatan uğruna verilen canı ve asil kanı taşımak şerefini layık gören Başbuğumuz şüphesiz ki en büyük örneğimizdir. Ülkücü gençler olarak eğitimimizi akademik ve insani eğitim noktasında en değerli silahımız olarak görmekle yükümlüyüz. Her zaman öncü, her daim önder olan biz ülkücü gençler, Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v) Efendimizin ve Başbuğumuz Alparslan Türkeş’in en kıymetli gördüğü ilim sancağının emanetçileriyiz. Allah (cc) yar ve yardımcımız olsun… Kaynakça: www.mhp.org.tr www.ulkuocaklari.org.tr Başbuğ Türkeş, (2. Baskı Ocak 2015), Kripto Yayınları Ülkü Ocakları Genel Merkezi 353 Ülkü Ocakları Eğitim Programı BAŞBUĞ ve YABANCI İDEOLOJİLER Tolgahan Turaman ‘‘Demokratik milliyetçiliği reddeden her sisteme karşıyız. Türk Milleti’ni sınıf veya mezheplere, halklara veya bölgelere bölen, Türk Milleti’ni “Türkiye Halkları” sloganı altında parçalamak isteyen yabancı ideolojileri şiddetle reddederiz.’’ Alparslan Türkeş Her şey Türk milleti için, Türk milleti ile beraber ve Türk milletine göre sözleriyle özetlenebilecek; Türklük gurur ve şuurunu İslam ahlak ve faziletleri doğrultusunda benimsemek ve benimsetmek, Türk milletinin ruhuna, örf ve adetlerine uygun yüksek varlığını korumayı ve geliştirmeyi öngören esaslara dayanan fikir sistemi olan ülkücülük ve Türk milliyetçiliği elbette ki kökü dışarıda olan hiçbir düşünceyi kabul etmeyecektir. Yabancı ideolojiler, Türk milletinin mayasına zarar veren ve aziz milletimizi Türklükten uzaklaştırmayı gaye edinen birer zararlı cemiyet olarak telakki edilmelidir. Bu sebeplerden ötürü Başbuğumuz Alparslan Türkeş, Türk milletinin ve Türk milliyetçiliğinin karşı karşıya kaldığı bu gibi kökü dışarıda olan ideolojilere karşı bizleri uyarmış, Türk devletinin bekası için bu zararlı düşüncelerle ömrünün sonuna kadar mücadele etmiştir. Ülkücülerde, bu mücadeleyi devam ettirmeye mecburdurlar çünkü başbuğumuzun bir emaneti de budur. Şimdi bizde bu yazımızda Türklüğü bu topraklardan silmeyi tek hedef olarak görmüş, milli manevi değerlerimize saldırmış olan yabancı ideolojileri ve Başbuğumuzun bu yabancı ideolojiler karşısında takındığı tavrı ele almaya gayret göstereceğiz. Komünizm Başbuğ Alparslan Türkeş :’’Düşman (Komünizm) üniversite gençliğini çalıp götürmek üzere idi,Milliyetçi Hareket Partisi olarak kurduğumuz Ülkü Ocakları ile gençlerimizi uyardık,onlara komünizmin bir bela olduğunu anlatarak,komünizmin bir düşman silahı olduğunu anlattık.Onun yerine bizim için benimsenecek olan şeyin herşeyden evvel İslam imanı İslam ahlak ve fazileti ile Türk Milliyetçiliği ülküsü olduğunu anlatarak bu aşkı onlara vererek üniversite gençlerimizin tümünün onların eline geçmesine engel olduk’’ demiştir. 354 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı Ne güzelde söylemiştir Başbuğ o dönemde halkı bir vefa gibi saran komünizm belası Türkiye’yi sarmış ve engellenemez bir hal almıştır.Üniversite gençliği elden gidecek düzeye gelmiş çare bulunamaz olmuş Türkiye günden güne komünizme esir düşmüştür.Türklük ve Türkçülük unutulmuş dile getirende öldürülecek düzeye gelinmiştir.Bu dönemde bu gidişatın Türkiye’yi uçuruma sürükleyip yıkacağını farkeden Başbuğ Ülkü Ocakları ile uyutulan ve kandırılan gençliği uyandırmak için çalışmaya başlamıştır.Komünizmin Türkün en büyük silahı olan Türk-İslam şuurunu yok etmek istediğini söylemiş Türklük ve İslam ahlakını gençlere anlatılmasını sağlamıştır. Önceleri küçük gruplar halinde başlayan seminerler daha sonra büyük ilgi görmüş uyanan gençlik çığ gibi büyümüştür.Ülkü Ocakları kendisine düşen görevi en iyi şekilde yaparak gençliği gelenek ve göreneklerine bağlı,milli ve islami değerlere saygılı bireyler haline getirmiştir.Tabi ki bu dönemde komünizm boş durmamış uyanan Ülkücü gençliğin canını almayı ve onları yok etmeyi planlamıştır.Bu dönemde Türkiyenin uyanışını engellemek isteyenler silahlanmış ve Ülkücü gençliğe kurşun saydırmaya başlamıştır.Bunun sebebi yapılacak olan bir komünist ihtilal ile Türkiyeyi Rus Komünizm sistemine alma planlarının Başbuğ tarafından bertaraf edilmesidir.Başbuğ Türkeş her fırsatta komünizmin bir bela olduğunu ve halkı çalıştırarak halkın mülk sahibi olmadan köle ve burjuvai sistemle sömürülmesinin amaçlandığını dile getirmiştir. Başbuğ Türkeş Türk Milletine Hitaben şöyle diyordu : “Türk milletinin binlerce yıllık tarihi boyunca yenilmez olmasını sağlayan ve bugüne kadar her felaketin üstesinden gelerek, her tehlikeyi çiğneyip üstüne çıkmasını sağlayan bazı millî vasıfları, gelenekleri ve inançları vardır, karakteri vardır. Bunların başında asla yenilmeyi kabul etmemek, asla mağlup olmayı kabul etmemek, boyun eğmeye ve mağlup olmaya karşı çıkmak görüşü ve karakteridir. Teslim olmayı ret, mağlup olmayı ret yenilmezliğin sırrıdır. Durum ne kadar karanlık olursa olsun, ne kadar imkânsızlıklar içerisinde bulunursak bulunalım, asla yenilmeyi kabul etmemek, asla teslim olmayı kabul etmemek Türklüğün ezeli şiarıdır.”.Türk Milleti yenilmemiş Ülkücü Gençlik Türk Milletini komünizm belasından kurtarmıştır.İşkencelerden çatışmalardan yılınmamış mücadeledeki asil kararlılıktan 1 sn bile vazgeçilmemiştir. “Ben Türk Milletini, sokaklarda ıspanak fiyatına satılan demokrasiye, rüşvet ve hile ile çiğnenen, çiğnetilen hukuk düzenlerine, ahlâktan mahrum bir hürriyete, tefeciliğe, karaborsaya yer veren bir iktisadî yapıya çağırmıyorum. Türklük şuur ve gururuna, İslâm ahlâk ve faziletine, yoksullukla savaşa, adalette yarışa, birliğe, kardeşliğe, kısacası hak yolu, Allah yoluna çağırıyorum’’ diyen Türkeş Azmin. Kararlılığın örneği olmuş ve Türk Siyasi tarihine adını altın harflerle yazdırmıştır. Marksizim ve Leninizm temelinde bir yabancı ideoloji ürünü olan Kürkçülük Türkiye Cumhuriyetinin yıllardır uğraştığı ve çözüme kavuşturamadığı bir sorundur.Bu sorunun temel aktörlerinden olan Pkk terör örgütü Türkiye Doğusu Ve Kuzey ırak çevresinde yuvalanmış ve uzun yıllardır Türkiye’ye savaş ilan ederek silahlı mücadele içerisine girişmiştir.Bu dönemde Türkiyede binlerce asker,polis ve sivil öldürülmüş Türkiye büyük zarar görmüştür.Pkk terör örgütü benimsediği yabancı ideolojilerle aslında boş bir hayalin peşinde koştuğunun farkına varamamış ve hep yabancı güçlerin piyonu olmuştur. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 355 www.ulkuocaklari.org.tr Marksizim ve Leninizm Temelindeki Kürtçülük Ülkü Ocakları Eğitim Programı Bunu örgütün elebaşı olarak adlandırılan bebek katili cani abdullah öcalan şu şekilde açıklamıştır: ‘’Ne kadar elverişsiz objektif gücüne ve onun eylem kılavuzu olan bilimine, marksizm-leninizmedaya nmakzorundadırvedikkatedilirsebizimvarlıknedenimiztümüylebugerçeketrafındaoluşmuştur. ... Eğer o aşiret duvarları, o feodal çitler aşılmasaydı, modern düşünce, endevrimci düşünce olan marksizm-leninizm kafalarımıza oturmayacaktı.’’diyerek aslında yabancı güçlere hizmet ettiklerini açıklamıştır.Geçmişten örnek verecek olursak kendilerine ata olarak kabul ettikleri şeyh said Türkiye Cumhuriyeti Devleti Kurtuluş Savaşından çıkmış halk yorulmuş vaziyetteyken Musul meselesi için İngiltereyle pazarlıklar sürdürülmekteydi.Görüşmelerde Türkiye yeniden savaşılabileceği tehditini İngiltereye gösterilmişken Doğu Anadolu bölgesinde yabancı güçlerin kışkırtması ile şeyh said tarafından başlatılan isyan ile Türkiye askerini o bölgeye yoğunlaştırmış,elindeki asker gücününde bir nevi kaybederek Musulu İngiltereye bırakmıştır.Örneklerlede sabit olunduğu üzere Kürtçülük,temelinde Kürt kardeşlerimiz üzerinden Türkiye Cumhuriyetini yabancı eller vasıtası ile yıkmak için kullanılan tamamen yabancı bir ideolojinin ürünüdür. Başbuğ Türkeş kürtçülük adı altındaki bölme,ayrıştırma ve yozlaştırma planını fark etmiştir.Bu konuda verdiği örnekler yaptığı çalışmalar ile Türkiye üzerine oynanan oyunlardan biri olan ‘’Kardeşi kardeşe kırdırma ‘’ politikasının hep karşısında durmuştur.Katıldığı bir televizyon programında dönemin bölücü muhattaplarına şu sözlerle açık bir şekilde yanlış yolda olduklarını ifade etmiştir: Bu işin sonu kötüye varacak. Ben size tarihten de misaller verebilirim. Amerika Birleşik Devletleri’ni de örnek verebilirim. Bugün New York’ta 10 milyon İtalyanca konuşan insan var. Bunlar kalkıp ta biz ayrıyız, kimliğimizin tanınmasını istiyoruz burada bir İtalyan Devleti Cumhuriyeti kuracağız diyemezler. Yahut bir federasyon kuracağız diyemezler… Amerikan vatandaşıdırlar, resmi dilleri de İngilizcedir. Başka şeyler de var. Dakota eyaleti var Amerika’da. Burada da 7 milyon Almanca konuşan insan var. Fakat bunlar kalkıp özerklik istiyoruz, federasyon istiyoruz veya bağımsız bir Alman Devleti kuracağız resmi bir Almanya olacağız diyemezler… Onun için Türkiye’de sizde Kürtçe resmi eğitim dili olacak, Kürtçe, televizyon dili olacak, ondan sonra bu bölgeye federasyon verilecek, Kürt kimliği tanınsın diyemezsin. Bunu dediniz mi, ülkeyi parçalamaya karar verdiniz demektir. Türkiye’yi parçalatmayacağız. Bunda kararlıyız. Bunu iyi anlayın. Kan dökmek gerekirse vatanımızın bütünlüğü için kan da dökeriz. Devletimizi ayakta tutmak için canımızı da feda ederiz. Bundan haberiniz olsun. Yanlış yoldasınız… Kendinizi düzeltin…”sözleri ile Alparslan Türkeş Marksizim ve Leninizm temelinde Kürtçülüğe karşı olduğunu bir kez daha deklare etmiştir. Irkçılık, Nazizim ve Faşizm Türk milliyetçileri ve MHP öteden beri çeşitli suçlamalara maruz kalmaktadır. Bunların bir taneside ırkçılıktırTürk milliyetçiliği aslında Türk ırkçılığı mıdır? Ya da ırkçılıkla milliyetçilik gerçekte aynı şey midir? MHP, ırkçı mı, yoksa milliyetçi midir? Gibi sorular ile Türk Milliyetçileri yıpratılmaya çalışılmıştır. Evet, tüm bunlara verilecek yanıt sadece ve sadece gerçeği ortaya koymak adına yapılan bir çalışma olarak değerlendirilmelidir. 356 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı Öncelikle milliyetçilik ve ırkçılık arasındaki ayrımı her iki kavramı da tanımlayarak ortaya koyalım. Milliyetçilik; millet adı verilen sosyal topluluğun değerlerini korumak ve geliştirmek için yapılan her türden çalışma ve düşünsel eylemin adıdır. Bir milletin en önemli değerleri ise dili, gelenekleri, yurdu, inançsal ve felsefi kimliğidir. Bu cümleden olarak; Türk milliyetçiliği, Türk milletinin dilini, geleneklerini, Türk vatanını, Türklük inanç ve felsefesini koruyup geliştirme çalışmasıdır. Irkçılık ise var olduğu sanılan bir insan ırkının ırkî / soysal ve genetik açıdan diğer insanlardan üstün olduğu tezine dayanarak o ırkın başka ırklarla karışmasına mani olmaya çalışarak ırksal özelliklerini korumak, diğer ırklar üzerinde her egemenlik kurmak, kendi ırkı dışında bütün insanları ikinci sınıf görmek ve onları köleleştirmeye çalışıp sömürmek amacıyla yapılan her çeşit çalışmanın adıdır. Irkçılık, Avrupa kaynaklı bir harekettir. Avrupa’da özellikle 18. yüzyıl sonlarından başlamak üzere ve 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarında doruğa çıkan pek çok biyolojik, arkeolojik, etnolojik ve sosyolojik çalışmalar yapılmış hatta “üstün ırk” projesi adı altında damızlık kadın ve erkekler seçilmiş, engelli / sakat / özürlü, çelimsiz ve zayıf insanlar koşulları yaşarsa yaşasın, işçi sınıfının Yine ırkçılık düşüncesiyle 2. Dünya Savaşında elli milyona yakın insan hayatını kaybetmiştir. Almanya ve İtalya Avrupa’yı kana bulamıştır. İtalya’da Mussollini ve Almanya’da Adolf Hitler savundukları ırkçılık ideolojisiyle bütün insanlığa tarih boyu görülmemiş bir kâbus yaşatmışlar, böylece Nazizm ve Faşizm denilen iki gaddar hareketi dünya siyasi tarihine sokmuşlardır. Bu iki hareket nedeniyle neredeyse dünyanın her yanındaki meşru milliyetçi hareketler zan altında bırakılmış, milliyetçilik karşıtı ideolojik hareketler Nazizm ve Faşizmi göstererek milliyetçiliği mahkûm etmek istemişlerdir. Türk milliyetçiliği de haksız ve insafsız bir şekilde Nazizm ve Faşizmle irtibatlandırılmak istenmiştir. Oysa Türk milliyetçiliği Alman Nazizmine de İtalyan Faşizmine de doğası gereği karşıdır. Zira Almanların ya da İtalyanların güdümünde bir Türk milliyetçiliği Türk töresine ve Türk’ün yaradılışına aykırıdır. Türk milliyetçiliğine yönelik ırkçılık suçlaması ideolojik saplantılar dışında bazen de dinsel gerekçelere dayandırılmak istenmektedir. Buna göre milliyetçilikle ırkçılık arasında bir fark yoktur ve milliyetçilik İslam dinine aykırıdır. İslam’a ilişkin son derece yanlış bir yoruma dayalı bu düşünce her nedense Araplığa dair ne varsa İslam’la ilişkilendirip kutsamaktadır. Milliyetçilerin savunduğu her türlü değerin karşısına İslami değer denilerek Araplık değerleri çıkarılmaktadır. Türk milliyetçileri “Türk’üm”dedikçe, “Türklük değilMüslümanlık önemlidir, Müslüman’ım demekten başka bir kimlik beyanı ırkçılığagirer…” denilerek Türklük ırkçılıkla müsavi görülmektedir. Türk dilinin öneminden bahsedildiğinde Arapçanın sözde kutsallığından dem vurulmakta; “Arapça cennet dilidir, Kur’an dilidir, peygamber dilidir…” gibi bir yığın öznel ve gayri dinî yargıyla Türk milliyetçileri susturulmaya çalışılmaktadır. Tekraren ifade edelim ki, bunların hiçbiri İslam dininden onay alır düşünceler değildir. İslam, milletler üstü bir dindir ama millet mefhumuna karşı değildir. Tam tersine İslam dininde millet mefhumu son derece olumlu bir sosyal yapı olarak görülmekte, hatta milli kimliğin Allah’ın varlığının delillerinden biri olduğu ifade edilmektedir. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 357 www.ulkuocaklari.org.tr katledilmiştir. Bu konuda özellikle İtalya, Almanya ve İskandinav ülkelerinde tüyler ürpertici deneyimler yaşanmıştır. Binlerce insan engelli olduğu için öldürülmüş ya da kısırlaştırılmıştır. Ülkü Ocakları Eğitim Programı Bu hususta Hz Muhammed (s.a.v) Veda Hutbesinde Arap kavmine hitaben şöyle söylemiştir: Soylarla övünülmez. Araplar, Arap olduklarından Acemlerden; Acemler de, Acem olduklarından Araplardan üstün sayılamazlar. Çünkü Allah Katında en yüce olanınız, ona karşı gelmekten en fazla kaçınanınız (en takvalınız)dır. Ey insanlar dikkat ediniz! Rabbiniz tektir. Arabın, Arab olmayana, Arab olmayanın Arab’a, siyahın kırmızıya, kırmızının siyaha, takvadan öte, hiçbir üstünlüğü yoktur. Şüphesiz Allah Teala Katında en üstününüz, Allah Teala’dan en çok korkanınızdır. (Müsned-i Ahmed b. Hanbel, 5/411) Bu bilgiler ışığında hayatını Türk-İslam Ülküsüne adamış bir Liderin Faşişzm,Nazizm ve Irkçılık gibi avrupa temelli düşüncelere hiçbir şekilde itimat göstermediğini ve bunlara ne denli karşı olduğunu görmekteyiz. Türk milliyetçiliği, köklerini Türk tarihinden alır. Ta İskitlerden ve Hunlardan bu yana Alper Tunga, Oğuz Kağan, Bilge kağan Attila, Cengiz Han, Ertuğrul Gazi, Osman Gazi, Mehmet Emin Resulzade, Alparslan Türkeş, Ahmet Yesevi gibi emsalsiz Türk büyüklerinin bıraktığı siyasi, kültürel ve inançsal izlerle tarihin belleğine nakşedilen Türklük duygusu ve Türk kimliğinin bilinç ve eylem hali olan Türk milliyetçiliği bağımsız ve özgür bir harekettir. Türk milliyetçiliği için, Türk milletinin çıkarlarından daha üstte bir kıymet olamaz. Hal böyleyken Türk milliyetçiliğinin Alman Nazizmi ve İtalyan Faşizmiyle ilişkilendirilmesinin ne denli gülünç ve gerçek dışı olduğunu daha fazla anlatmaya lüzum var mıdır? KAYNAKÇA: Alparslan Türkeş, Dokuz Işık Doktrini, Kamer Yayınları, 1.Baskı 358 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı Ülkü Ocakları Tarihçe www.ulkuocaklari.org.tr Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Eğitim Programı Ülkü Ocakları Genel Merkezi 359 Ülkü Ocakları Eğitim Programı BİZ KİMİZ 360 Fikri Eğitim www.ulkuocaklari.org.tr Ülkü Ocakları Eğitim Programı Ülkü Ocakları Genel Merkezi 361 Ülkü Ocakları Eğitim Programı 362 Fikri Eğitim www.ulkuocaklari.org.tr Ülkü Ocakları Eğitim Programı Ülkü Ocakları Genel Merkezi 363 Ülkü Ocakları Eğitim Programı 364 Fikri Eğitim www.ulkuocaklari.org.tr Ülkü Ocakları Eğitim Programı Ülkü Ocakları Genel Merkezi 365 Ülkü Ocakları Eğitim Programı Dokuz Işık Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Eğitim Programı 366 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı DOKUZ IŞIK DOKTRİNİ Gaye olarak düşündüğümüz şeyi evvela belirtmek ve ondan sonra bu gayenin gerçekleşmesini sağlayacak yolları görüşmek isabetli olacaktır. Gaye Türk milletini, insanca usullerle, en kısa yoldan, kendi gücüyle ayakta durabilecek, kuvvetli, müreffeh, mutlu, hak ve şereflerine sahip bir millet hâline getirmek ve modern uygarlığın en ön safına geçirmektir. İnsanlar nasıl her şeyden önce kendi kendilerine hürmetkâr olmak, kendi benliklerini hürmet duygusu ile hissetmek mecburiyetinde iseler, milletlerin de kendi kendilerine hürmetkâr olmaları, kendi varlıklarına güvenmeleri ve kendi varlıklarına duyulan saygı ve güvenle çalışmaları sayesinde mutluluğa ermeleri mümkündür. Bir insanın, kendine saygısı yoksa, kendini aşağı görürse, kabiliyetsiz hissederse, o insanın büyük iş yapması, içinde bulunduğu çevreye yararlı olması mümkün olamaz. Bir insan bir hendeğe doğru “Ben bu hendeği atlayamam, gücüm yetmez, kabiliyetim yoktur” endişesiyle ümitsiz ve tereddütlü gelirse, o hendeği aşamaz, atlayamaz. Bir insan kendine güvenerek “Ben kuvvetliyim, ben bu hendeği hiç yüksünmeden atlayabilirim” diye korkusuzca gelirse atlar. Zafer, hiçbir zaman mahvolduklarını zannedenler tarafından kazanılamaz. Milletlerin hayatı da böyledir. Milletler kendi varlıklarının değerini hissederler, kendi kudretlerine inanç duyarlar, kendi izzetinefislerini her şeyin üstünde tutabilirler ve kendi varlıklarına saygı duyarlarsa, uygarlık âlemine büyük varlık gösterirler, büyük eserler meydana getirirler ve aynı zamanda kendi toplumları içinde yaşayan bütün insanları mutluluğa, refaha erdirirler. Bundan dolayıdır ki, biz prensiplerimizin başına milliyetçiliği koyuyoruz. MİLLİYETÇİLİK Milletler arasındaki bu rekabet ve karşılıklı yarışma, milleti meydana getiren insanların müşterek duygular hâlinde birleşmeleri ve müşterek bir millî şuur etrafında toplanarak kendi toplum varlıklarını belirli hedeflere yöneltmek şuuruna sahip olmalarıyla mümkündür. Milletlerin faaliyetlerinde, yükselmelerinde ve kendi toplumlarını refaha kavuşturmak, geliştirmek çabalarında milliyetçilik şuuru ve milliyetçilik duygusu başlıca tesir yapan faktör olmaktadır. Milliyetçilik duygusundan yoksun olan bir toplumun millet manzarası göstermesi mümkün değildir. Milliyetçilik duygusuna sahip olmayan, millî şuura sahip olmayan bir topluluğun bir arada yaşaması mümkün değildir. Böyle bir duygudan ve şuurdan mahrum toplulukların dış olayların en ufak bir tesirine karşı kendilerini koruyamadıklarını, hatta dış tesirler olmasa dahi kendi kendilerine dağıldıklarını ve belirli vasıfları olan, belirli hedefleri olan bir topluluk hüviyetinden çıktıkların görmekteyiz. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 367 www.ulkuocaklari.org.tr Dünya üzerinde insan toplulukları milletler hâlinde yaşamaktadırlar. Her millet kendi özelliklerini korumaya, geliştirmeye gayret etmekte ve kendi topluluğunu diğer milletlerden daha ileri, daha yüksek, daha refahlı yapmaya çalışmaktadır. Ülkü Ocakları Eğitim Programı Türk milletini yükselmesi ve tehlikelerden korunması, Türk milletini meydana getiren kişilerin teker teker millî şuur sahibi olmasına ve kalplerini millet sevgisi, vatan sevgisi ile çarpmasına bağlıdır. Bunun için millî doktrin Dokuz Işık’ın birinci ilkesi olarak milliyetçiliği koymuş bulunmaktayız. Şüphesiz burada bahis konusu edilen milliyetçilik Türk milliyetçiliğidir. Türk Milliyetçiliği ne demektir? Türk Milliyetçiliği, Türk milletine karşı beslenen derin sevgi, bağlılık duygusunun, müşterek bir tarih ve müşterek hedeflere yönelme şuurunun ifadesidir. Türk milliyetçiliği insani duygularla beslenen bir anlayıştır. Türk milliyetçiliği kine garazı esas kalmayan, sevgiyi esas alan bir düşünce tarzıdır. Milliyetçilik, milletinin sevmek, vatanının sevmek ve milletinin tehlikelere karşı korunması için her fedakarlığı göze almak duygusu ve düşüncesidir. Türk milliyetçiliği bütün Türkleri kardeş sayan bir düşüncedir. Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan ve kendisini Türk milletinin bir mensubu kabul eden herkesi kardeş sayan bir düşünce ve görüştür. Türk milliyetçiliği Türk milletinin gözüyle olayları görmek ve değerlendirmek zihniyetini ifade etmektedir. İster Türkiye içinde olsun, ister Türkiye dışında olsun, cereyan eden her olayın Türk milletine zarar getirmemesini istemek, düşünmek ve bunun için çalışmak duygusu ve şuuru, Türk milliyetçiliğinin bir başka ifadesidir denilebilir. Bunun yanı sıra Türk milletinin gerek Türkiye’de gerek Türkiye dışında meydana gelen olaylardan azamî ölçüde yararlanmasını istemek,meydana gelen her olayın Türkiye’ye azami ölçüde yarar sağlamasını düşünmek ve bunun için çaba harcamakta Türk milliyetçiliğinin bir gereği olarak görülmelidir. Millet tarifini ele almakta Türk milliyetçiliğini belirlemek için yarar vardır. Türk millet dediğimiz gerçek nedir? Bugün Türk milleti dediğimiz gerçeği şu şekilde tarif etmek mümkün. Müşterek bir tarihten gelen ve müşterek bir tarih şuuruna sahip bulunan, aynı dine mensup, aynı kültürle yoğrulmuş, aynı devleti kurmuş, yaşatmış ve bugün de aynı devletin sahibi ve bayrağı altında yaşayan, sınırları içinde yaşayan insan topluluğu Türk milletini teşkil etmektedir. Yani Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan ve Türklüğü benimseyen, aynı tarihe mensup, aynı tarih şuurunu taşıyan ve aynı kültürle yoğrulmuş, aynı dine mensup insan topluluğu bugünkü milletimizi meydana getirmektedir. Türk milleti tarifi, bu çizilen çizgilerin dışına ayrıca taşmaktadır. Türk Milleti büyük bir millet olduğu için bugün dünya yüzerinde geniş sahalara yayılmış ve dağılmıştır. Bugün dünya üzerinde yaşayan aynı dine mensup, aynı tarihe mensup ve aynı dili konuşan Türk topluluklarının sayısı yüz yirmi milyon civarında tahmin edilmektedir. Bunların ancak üçte biri Türkiye sınırları içinde bulunmaktadır. Bugünkü Türkiye sınırları dışında kalan Türkleri Türk milletinden saymayacak mıyız? Bugünkü Türkiye Cumhuriyet sınırları dışında kalan Türkler de Türk milletindendir. Onlar da Türk milleti deyiminin içindedirler. Ancak Türkiye Cumhuriyeti sınırları dışında kalan Türkler başka topraklarda, başka milletlerin idaresi altında bulunmaktadırlar. Bugün dünya üzerinde biricik bağımsız Türk Devleti olarak Türkiye Cumhuriyeti bulunmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti bütün Türklük meselelerini sahibi ve temel varlığıdır. Bu bakımdan Türkiye Cumhuriyetinin birinci plânda ele alınması ve korunması, yüceltilmesi başlıca konuyu teşkil etmelidir. Türk milletinden olmak, Türk milletini sevmek ve Türk devletine sadakatle hizmet aşkı taşımak, vatana bağlılık duygusu içinde bulmak ve Türk Milletinin yükselmesi için elinden gelen her fedakârlığı yapmak ve çalışmak duygusu ve şuurudur. Bu duygu ve bu şuuru taşıyan herkes Türk’tür. 368 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı Kalbinde yabancı başka bir milletin özlemini özentisini taşımayan,kendisini Türk hisseden Türklüğü benimseyen ve Türk milletine, Türk devletine hizmet aşkı taşıyan herkes Türk›tür. İşte Türk milliyetçiliğinin temel görüşü budur. Bu görüş ışığında olayları değerlendirmek zorunluluğu vardır. Türk Milliyetçileri sadece Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde bulunan Türklerle mi ilgilenecektir? Türkiye Cumhuriyeti sınırları dışında kalan Türklerle münasebetlerimiz ve bunlara karşı tutumumuz ne olmalıdır? Bu sorulara verilecek cevap şudur: Türk milliyetçiliği, dünya üzerinde nerede Türk varsa onlarla ilgilidir. Onlara karşı derin bir sevgi ve ilgiyle doludur. Dünyanın neresinde Türk varsa bu Türklerin iyi durumda olmaları, bu Türklerin yükselmeleri, korunmaları, kendilerine mümkün olan her çeşit yardım ve desteğin sağlanması Türk milliyetçiliğinin şaşmaz düsturudur. Ancak Türk milliyetçiliği Türkiye Cumhuriyeti sınırları dışında bulunan Türklerle ilgisinde ve münasebetlerinde, bu ilgi ve münasebetlerin Türkiye Cumhuriyeti’ni tehlikeye sokmayacak, Türkiye Cumhuriyeti’ne zarar vermeyecek şekilde yürütülmesi prensibini esas alır. Yurdumuzda iç politika mücadeleleri, politika menfaatleri dolayısıyla Türk milletinin yüksek davaları çiğnenmiştir; zarara sokulmuştur. Türkiye’de Turancılık görüşleri hakkında yalan yanlış iddialar ortaya atılmış ve Turancılık düşüncesi, Turancılık fikri kötü, zararlı bir düşünce olarak Türk milletine tanıtılma yoluna gidilmiştir. Yunanlılar için Enosis neyse, Ruslar için Panislâvizm neyse, Almanlar için Alman Birliği neyse, Araplar için Arap Birliği neyse, İranlılar için Panaryanizm neyse, Türkler için de Turancılık odur. Bunun yanında Türkçülük kelimesini de ilâve ediyoruz: Milliyetçiyiz, Türkçüyüz. Neden Türkçüyüz? Çünkü milletimiz Türk Milletidir. Türkçülük ne demektir? Türkçülük, Türk milletinin hayatının her safhasında yapacağı her şeyin Türk ruhuna, Türk geleneğine uygun olması ve Türk’e yararlı olması amacının, fikrinin ön plânda tutulmasıdır. Türkçe konuşacağı, Türkçeyi daimaher şeyin üstünde tutacağız. Yapılacak her işte Türklük ruhuna, Türk’ün özelliğine uygun ve Türk milletine yararlı olması şartını göz önünden kaçırmayacağız. Türkçülüğün de kısaca tarifi budur. Birinci prensibimiz olarak aldığımız Milliyetçilik ve Türkçülük, kısaca yaptığımız bu izah ve tarifle işte bu şekilde ortaya konmuş oluyor. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 369 www.ulkuocaklari.org.tr Milliyetçilik, Türk milletine karşı beslenen derin sevginin ifadesidir. Kalbinde başka bir ırkın gururunu taşımayan ve kendisini samimî olarak Türk hisseden ve Türklüğe adayan herkes Türk’tür. Biz; Türk milletine mensup olduğumuza göre, bu milletin içinden çıkmış insanlar olduğumuza göre, elbette ki kendi milletimize karşı derin bir bağla bağlı olacağız ve bu milletin yükselmesi için, bu milletin haklarını daima her çeşit tesirlerden uzak, her şeyin üstünde bulundurulması için çalışmayı görev tanıyacağız. İşte bu sebeplerden dolayı bizim milliyetçiliğimiz, Türk milletine karşı duyulan derin, köklü bir sevgi ve Türk milletinin içinde bulunduğu müşkül durumdan bir an önce, en modern uygarlığın en ön safına geçirilmesini sağlamak duygusundan kuvvet alır. Milliyetçiliğimiz başkalarına karşı kin, garez duygularıyla beslenmez. Demek ki, Türk milliyetçiliği, Türk milletine karşı duyulan derin sevgi, bağlılık ve onu güç durumdan, baskıdan uzak, şerefiyle yaşayan, müreffeh, mutlu ve modern uygarlıkta en ön safa geçmiş bir hâle getirmek isteği ve bu isteğin yarattığı duygudur. Birinci prensibimiz olan milliyetçiliğimizin özet olarak tarifi budur. Ülkü Ocakları Eğitim Programı ÜLKÜCÜLÜK Ülkücülük batı dillerinden dilimize giren idealistlik kelimesiyle aynı olan bir anlam belirtmektedir. Ülkücülük veya idealizm insan kafasının içinde elde edilmesi, varılması en mükemmel, en güzel, kendisini mutlu edecek hedeflerin tasarlanması ve bu hedeflerin gerçekleştirilmesi için arzu gösterilmesi ve çalışılması anlamını taşır. İnsanlar arasında idealistler yetişmeseydi insanlık bugün dünyayı aydınlatan birçok gelişmelerini, birçok alanlardaki yükselişlerini sağlayamazdı. Her gerçek, her fikir önce insanların kafasında bir hayal olarak doğar. İnsanlar hayal ederler. Hayal kurarlar. Bu hayalleri kendileri için iyi olan, kendilerinin özledikleri, elde etmekle mutluluk duyacakları birtakım istekleri, birtakım özleyişleri belirtir. İnsanlar hayalleriyle büyük ölçüde insan olurlar. İnsanlar hayâlleriyle diğer canlılardan bir ayrıcalık gösterirler ve gerçekten insanlık vasfını kazanmış olurlar. İşte ülkücülük de yani idealizm de insanların ve insan toplulukların kendileri için varılması mutluluk sağlayacak, varılmasıyla en gelişmiş, en yükselmiş bir durum sağlayacak, bir hayalin düşünülmesi ve insan beyninde tasarlanarak şekillendirilmesidir. Her toplumda idealistler vardır, ülkücüler vardır ve ülkücülerin, idealistlerin bulunuşu toplumlar için bir saadettir; büyük bir talihtir! Türk milleti için bizim düşündüğümüz ülkü nedir? Türk milleti için tasarladığımız ideal nedir? Her şeyden önce Türk milletinin ahlâkta, maneviyatta, insanlık duygularında en yüksek seviyede bulunması, yaşaması ve ilimde, teknikte dünyanın en ileri gitmiş varlığı hâline gelmesi ve ekonomik açıdan kalkınmış, tarımını modern tekniğe göre geliştirmiş ve modern sanayii kurulmuş, refahlı bir toplum hâline gelmesi, Türk toplumu için bir Türk milliyetçisinin düşüneceği ülkünün esaslarından mühim bir kısmını teşkil etmektedir. Türk milliyetçiliğini, ülkücülüğünün sınırları içinde sade bunlar mı vardır? Sade bunlar değil başka düşünceler, başka hedefler de vardır. Bu hedefler Türk milletinin hiç kimseden merhamet dilenmeyecek bir duruma gelmesi, kendi gücüyle ayakta duran, kendi gücüyle varlığını koruyabilen ve sözünü dünyanın her yerinde saydırabilen bir varlık hâline gelmesi düşüncesidir. Bunun yanı sıra Türk milletinin haklarını her zaman dünyaya tanıtabilmesi, dünyaya duyurabilmesi düşüncesidir ve bunun yanı sıra bütün Türklerin kölelikten, yabancıların buyruğu altında yaşamaktan kurtulmaları ve Self Determination, yani kendi mukadderatına kendilerinin hâkim olması kutsal prensibine göre, hepsinin bağımsız hâle gelmeleri, bağımsız olmaları Türk ülkücülüğünün bir diğer görüşü, düşüncesidir. Bunun için millî doktrinin önemli bir ilkesi olarak ülkücülüğü almış bulunmaktayız. Türk milliyetçilerinin ülkücülük tarifinin sınırları içinde bulunacak görüşleri, fikirleri ancak genel olarak işaret etmiş bulunmaktayız. Türk ülkücülüğünün hedef aldığı düşünceler genel olarak belirtilmiş olan bu fikirlerden ibaret değildir. Ülkücülüğümüzün içerisinde her mesleğe mensup Türk milliyetçilerinin kendi mesleklerinde en ileri, en yüksek ve gerek kendi milletimiz için. gerek insanlık için en çok yararlı neticeleri elde etmek görüşü de yer alacaktır. Bir Türk Milliyetçisi kendi toplumu için, kendi milleti için idealizmi daima göz önünde bulunduracak, bu genel idealizm prensipleri ile birlikte kendi sahası, kendi branşı ile ilgili çalışmalarında da bu temel ve genel mahiyetteki ülkücülüğün esaslarına uygun, 370 Fikri Eğitim Ülkü Ocakları Eğitim Programı onunla bütünleşmiş bir hâlde kendi branşı ile ilgili ülkücülüğünü de tespit edip güdecektir. Ülküler uzak hedeflidir, uzun vadelidir. Bir ülkünün hemen yarın gerçekleşmesi mümkün oImayabilir. Ülküler önümüzdeki yılları, önümüzdeki yüzyılları kapsayabilir. Ama ülkü insanının kalbini aydınlatan bir ışıktır. Ülkü insanlara yönünü tayin etmesini sağlayan bir kılavuzdur. Milletler için de millî ülkü, milletin kılavuzu, milletin yolunu aydınlatan güneşidir. Ülküsüz insan çamurdan bir varlık gibidir. Ülküsüz insan dümensiz, pusulasız bir gemi gibidir. Bunun için her Türk milliyetçisi, her Dokuz Işıkçı mutlaka ülkücü olacaktır, mutlaka ülkü sahibi bulunacaktır. Hem millî ülkü sahibi olacaktır, hem insanî ülkü sahibi olacaktır, hem de kendi mesleğiyle ilgili ülkücü bir kişiliğe sahip olacaktır ki, hem de kendi mesleğinde başarılı, yararlı bir kişi olarak gelişsin hem de mensup olduğu topluma, milletine yararlı hizmetler yapsın, insanlığa yararlı faaliyetler gösterebilsin. Bunun için Dokuz Işık doktrininin çok önemli ilkelerinden olan ülkücülüğe büyük değer vermekteyiz. Ülkücüyüz! İnsanlık ailesi, yeryüzünde yaşayan bütün insanlar, milletler denen aynı aynı üyelerin bir araya gelmesinden meydana gelir. Bir insan, insan olmak isterse, insanlığa hizmet etmek isterse, evvelâ kendi milletine hizmet etmeli, kendi milletini yükseltmeye, kendi milletini mutlu kılmaya çalışmalıdır. Bunu yaptığı takdirde aynı zamanda insanlığa da hizmet etmiş olur. Çünkü bir insan kendi ailesini düşünür ve ona karşı vefalı kalırsa, insanlık duyguları en olgun seviyeye erişeceği için, kendi ailesi dışındaki insanlara karşı da yararlı ve vefalı olur. Bir insan kendi milletine faydalı olamaz. kendi milletine karşı bağlılık duymazsa, onun insanlığı düşünmekten bahsetmesi nihayet bir fantazi olur. İnsan, yetiştiği toprağın, yetiştiği milletin refahını, iyiliğini, saadetini ve şerefini temin etmelidir. Bunu yaptığı takdirde, o millet insanlığın bir parçası olduğu için, dolayısıyla insanlığa da hizmet etmiş olur. Ülkücülüğümüz nedir? Ülkücülüğümüz; Türk milletini en kısa yoldan en kısa zamanda modern uygarlığın en üst seviyesine