KAPAK DOSYASI İRAN’IN TAKRİB-İ MEZAHİB POLİTİĞİ Hamanei’nin son döneminde İran, mezkur idealizmden uzaklaşarak pahası ne olursa olsun ulusal, bölgesel ve ekonomik çıkarlarını tamamen pragmatik saiklerle herşeyin üstünde tutan bir ülke haline dönüşmüştür. Bunun karşılığı, takribçilik karşısında Ehl-i Beytçiliğin güç kazanması ve sözü edilen dengenin bozulmasıdır. Mehmet Ali BÜYÜKKARA İ slam İşbirliği Teşkilatı zirvesi için Türkiye’ye gelen İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani, Türkiye Cumhurbaşkanı’nın zirvedeki sözlerini tekrarlar biçimde “esas kimliklerinin mezhep değil İslam olduğunu” belirttikten sonra, İslam birliğine vurgu yaparak “mezheplerin yakınlaştırılması” gerektiğini açıkladı. Sünniler Nezdinde Takrib Daha çok Şii-Sünni yakınlaşmasının bir ifadesi olan takrib-i mezahib (mezheplerin yakınlaşması), baştan beri Sünnilerden ziyade Şii dünyanın önemseyip kullandığı bir kavram oldu. Sünni dünyada takribi mesele edinen çevreler, genellikle ümmetin birliğini idealize eden ıslahat yanlısı İslamcılar olmuş, geniş kesimlerin temsilcileri gelenekçi dini çevreler ise bu kavrama mesafeli durmuştur. Zira ortada ciddi tereddütler bulunmaktaydı. Gerçekten Şia’nın takrib faaliyetleri samimi bir gayretin mi ürünüdür? Yoksa bu, mezhepsel takiyenin bir tezahürü olarak kendini sevimli ve zararsız göstermenin, ayrıca destekçiler edinmenin bir yolu mudur? Böyle bir görüntü vermenin daha ötesinde, Şiiliği yaymanın gizli bir öncü kolu mudur? 22 Bu tereddütler öyle güçlüydü ki, Şii alim Muhammed Taki Kummi öncülüğünde 1946’da Mısır’da kurulan Cemâ‘atü’t-Takrîb adlı kurum, Şiilerin samimiyetine inanmayan ve bu metodla olumlu bir noktaya ulaşılamayacağı kanaatine varan Sünni alimlerin ilişkilerini kesmeleriyle, 1970’lerden sonra kendi kendine kapanma durumunda kaldı. Suriye İhvanı’nın kurucusu Dr. Mustafa Sıbai, 1960’ların başında takribi değerlendirirken, bunun iki mezhebi birbirine yakınlaştırmaya değil, Ehl-i Sünnet’i Şia’ya yakınlaştırmaya yönelik bir gayret olduğunu söyleyecektir. Devrim sonrası İran’ında 1990 yılında Tahran’da tesis edilen Mecme‘ü’l-‘Âlemî li’t-Takrîb (Uluslararası Takrib Konseyi) adlı benzer bir kurumun, önemli Sünni şahsiyetler nezdinde vardığı son nokta da ortadadır. Bu kurumun en tanınmış aktif üyelerinden el-Ezherli alim Yusuf el-Kardavi’nin 2007 yılında Doha’daki takrib konferansında söyledikleri bu bakımdan önemlidir. Konuşmasında Kardavi, İran’ın Şiilik üzerinden sürdürdüğü yayılmacılık politikasını ağır bir şekilde eleştirmiş ve sözü takribe getirerek, bu faaliyetlerde şimdiye kadar yapıldığı şekilde hoş sözlerle birbirini idare etmenin (mücâmele) değil karşılıklı Mayıs-Haziran 2016 Cilt: 8 Sayı: 74 içtenlik ve dürüstlüğün (musâraha) hakim olması gerektiğini söylemiştir. El-Kardavi benzer görüşlerini 8-9 Eylül 2008’de el-Mısrü’l-Yevm gazetesine verdiği röportajda da dile getirdi ve Şiiliğin, Sünnilerin gösterdikleri müsamahanın konforu içinde ve İran’ın verdiği devlet desteği sayesinde Sünni ülkelerde agresif bir yayılma gayreti içinde olduğunu belirtti. Sudan’da 2014 Eylül’ünde vuku bulan hadise, Kardavi’yi haklı çıkaran bir gelişme olarak kaydedildi. Takrib çalışmalarını da koordine eden başkent Hartum’daki İran Kültür Temsilciliği, Sudan hükümeti tarafından ‘sosyal ve düşünsel’ güvenliği tehdit ettikleri gerekçesiyle kapatıldı. Bu merkezlerin Muhammed Ticani es-Simavi’ye ait meşhur Sümme İhtedeytü (Ve Hidayete Erdim) adlı polemiksel kitabı neşredip dağıtması nedeniyle teşeyyü’ (Şiileştirme) çalışması içinde oldukları ileri sürüldü. İran Için Takrib Ne Ifade Etmektedir? İran’ın öncelikle kültür diplomasisinin parçası ve bir yumuşak güç aygıtı olarak takribi istihdam ettiğini söylemeliyiz. Dolayısıyla takribi, diğer benzer aygıtlardan ayırarak ele almak mümkün olmaz. Velayet-i Fakih Ali Hamanei Takrib Konseyi’yle eş zamanlı olarak 1990’da Dünya Ehl-i Beyt Konseyi’ni de faaliyete geçirmiştir. Bu iki konsey aslından birbirinden bağımsız kurumlar değildir. Bir çatı kurum olarak 1995’te tesis edilen Kültür ve İslami İşler Kurumu, bu iki konseye ilave olarak yurtdışındaki İran Kültür Temsilcilikleri’ni de koordine etmekte, böylece İran’ın yumuşak güç aygıtları görece farklı sahalarda birbirlerini tamamlar şekilde ve eşgüdüm halinde çalışmalarına devam etmektedir. Takrib Konseyi Şii olmayan Müslüman dünyaya hitap ederken, Ehl-i Beyt Konseyi hususen İran dışındaki Şii dünyayı hedeflemektedir. Ehl-i Beyt Konseyi’nin tüm Oniki İmamcı Şiileri Velayet-i Fakih’e yakınlaştırmak gibi bir misyonun sahibi olduğunu söyleyebiliriz. Bu mezhepdaşlar dışında, mezhepsel ve kültürel olarak Oniki İmamcılık’la bazı ortak yönleri bulunan Suriye’deki Nusayriler, Türkiye’deki Aleviler veya Yemen’deki Zeydilerin de bu konseyin ilgi alanında oldukları bilinmektedir. Takrib’ten başlayıp Ehl-i Beyt’te sonlanan bir ‘yumuşak’ süreçte Zeydi Husi hareketinin bugün geldiği ‘sert’ nokta, stratejinin izleğini görmemiz açısından uygun bir gösterge olabilir. Suriye ve Türkiye Nusayrilerindeki Oniki İmamcılığa Mayıs-Haziran 2016 Cilt: 8 Sayı: 74 Takrib Konseyi Şii olmayan Müslüman dünyaya hitap ederken, Ehl-i Beyt Konseyi hususen İran dışındaki Şii dünyayı hedeflemektedir. Ehl-i Beyt Konseyi’nin tüm Oniki İmamcı Şiileri Velayet-i Fakih’e yakınlaştırmak gibi bir misyonun sahibi olduğunu söyleyebiliriz. doğru kayışlar ve bugün İran’ın Suriye politikasına bunun olumlu yansımalarını da bu yumuşak güç siyasetinden bağımsız düşünemeyiz. Ehl-i Beyt Konseyi Şiileri İran’a ‘yakınlaştırırken’ Takrib Konseyi de Sünnileri Şiilere ‘yakınlaştırmak’ gibi bir görevi üstlenmiştir. Bu çalışmanın en verimli neticesi Nijerya’da alınmış, çok uzun sayılmayacak bir süreçte Şeyh İbrahim Zakzaki’nin Sünni İslamcı hareketi Şii bir harekete dönüşmüştür. Bu dönüşüm lider ve mensupların bizzat mezhep değiştirmelerini de kapsamaktadır. Diğer taraftan Lübnan’da Said Şaban, Fethi Yeken gibi İslamcılarla takrib üzerinden kurulan ve sonrasında geliştirilen bağlantılar, bugün itibarıyla bu liderlerden miras kalan hareketlerin Suriye’de İran siyasetini destekler pozisyonda olmalarını açıklar mahiyettedir. Takrib aynı zamanda İran içindeki Sünni azınlığın sahip oldukları ‘iyi şartlar ve özgürlüğün’ dışa vurumunu sağlamakta, takrib üzerinden İran, Sünni ülke ve halklara İran’ın ‘mezhepçi olmayan ümmetçi yüzünü’ göstermiş olmaktadır. İranlı Beluc, Türkmen ve Kürt alimler takrib toplantılarının vazgeçilmez figürleridir. Takribin yumuşak güç aygıtı olarak diğer bir fonksiyonu, İslam birliğine yani ‘vahdet’e en büyük engel ve düşman olarak gösterilen Selefiliğin şeytanlaştırılmasıdır. Takrib toplantılarında ve yayınlarında çok sık olarak Selefilik, İslam’ın ilk asrındaki tekfirci Haricilik’le özdeşleştirilmekte, gayri medeni bir çöl bedeviliğinin yeni tezahürü olarak gösterilmekte, Batılıların ve özellikle ABD’nin Müslümanların birliği ve uyanışına mani olmak için bu akımı kullandığından bahsedilmektedir. Tabii ki bu söylemde İran’ın asıl 23 KAPAK DOSYASI hedefi Suudi Arabistan’dır ve rakibini yanlızlaştırmayı amaçlamaktadır. Öne sürülen algı, Sünni çoğunluğun ve Şiilerin bir tarafta, ABD ile Suudilerin desteklediği Selefiliğin ise diğer tarafta olduğudur. Takrib bu durumda Selefilik karşıtı dayanışmanın bir zemini olmaktadır. Ümmetçilikten Şiiciliğe: Velayeti’nin Yeni Dengesi Takrib ile Ehl-i Beyt faaliyetlerinin arasında nasıl bir denge bulunmaktadır? Söz konusu yumuşak gücün bu iki yüzünü bir elmanın iki yarısı farzedebiliriz. Yapılan görevlendirmeler ve kurumlar arası geçişler, iki kurumun da sahibinin aynı olduğunu göstermektedir. Mesela Ayetullah Teshiri 9 yıl Ehl-i Beyt Konseyi başkanlığı yaptıktan sonra Takrib Konseyi başkanlığına atanmış, bu makamda çok uzun yıllar hizmet etmiştir. Asıl olarak İmam Humeyni’nin Devrim ve sonrasındaki idealist ümmetçi/devrimci hedefleri açısından bakıldığında takrib ve vahdet söyleminin çok önemli bulunduğunu görürüz. Ancak vefatının akabinde bu hedefler tedricen bir devlet politikası olmaktan çıkarılmış, 2000’li yıllarda ise artık büyük ölçüde arka planda kalmıştır. Hamanei’nin son döneminde İran, mezkur idealizmden uzaklaşarak pahası ne olursa olsun ulusal, bölgesel ve ekonomik çıkarlarını tamamen pragmatik saiklerle herşeyin üstünde tutan bir ülke haline dönüşmüştür. Bunun karşılığı, takribçilik karşısında Ehl-i Beytçiliğin güç kazanması ve sözü edilen dengenin bozulmasıdır. Bu değişimde Ali Ekber Velayeti’nin damgasını farketmememek mümkün değildir. 16 yıllık Dışişleri Bakanlığı tecrübesinden sonra Dünya Ehl-i Beyt Konseyi başkanlığına getirilen ve hâlen bu görevini sürdüren Velayeti, aynı zamanda Hamanei’nin dışişlerinden sorumlu danışmanı ve İran’ın devlet politikalarını belirlemede ağırlığı olan Stratejik Araştırmalar Merkezi’nin Hasan Ruhani’den sonraki başkanıdır. Böyle olunca, tüm bu bu yumuşak güç aygıtlarının muhafazakar politik kimliğiyle bilinen Velayeti’nin kontrolüne geçtiği, dengelerin onun tarafından kurulduğu söylenebilir. İran’ın Ortadoğu’daki sert gücü ve Şiici-mezhepçi politikaları ile birlikte yumuşak güç unsurlarının da etkin biçimde devreye sokulduğu görülmektedir. Fakat bu yeni dönemde 24 Takribin yumuşak güç aygıtı olarak diğer bir fonksiyonu, İslam birliğine yani ‘vahdet’e en büyük engel ve düşman olarak gösterilen Selefiliğin şeytanlaştırılmasıdır. takrib haliyle önceki ağırlığını kaybetmiş, Ehl-i Beyt misyonunun gölgesinde kalmıştır. Yaklaşımların Rekabeti Takrib çalışmalarının ister istemez beraberinde getirdiği toleranslı yaklaşımların, Oniki İmamcı mezhepsel dogmaları tahrip ettiğini düşünen muhafazakar bir ulema-yönetici zümresi öteden beri mevcuttu. Bu yeni dengenin bu kesimi memnun ettiği muhakkaktır. İyi bir gözlemci, takribçi idealler etrafında kurulan Kum’daki Dinler ve Mezhepler Üniversitesi’nin kadro ve eğitim programlarının görece liberal çehresi ile, aynı şehirdeki Şii idealizminin yüksek öğretimdeki uluslararası meşhur markası el-Mustafa Üniversitesi’nin muhafazakar çehresini mukayesede fazla zorlanmaz. Ehl-i Beytçilik el-Mustafa özelinde devlet desteğiyle gerçekten dev bir tüzel kimlik ortaya çıkartırken, takribçi idealler diğerinde kısıtlı imkanlarla işini yürüten bir vakıf teşebbüsünün eline bırakılmıştır. Örnekleri çeşitlendirmek mümkündür. Bunun diğer anlamı, aynı gayeyi hedefleyen devlet aygıtlarının, kurumsal dengeleri tümden bozabilecek bir rekabeti içten içe taşıdıklarıdır. Birinin bir kazanımı diğerinin zararına algılanabilmektedir. Buradaki belirleyici, İran’ın iç siyasal dengelerinin muhafazakar mı yoksa daha liberal bir zeminde mi kurulacak olmasıdır. Bunun dışarıya yani Şii olmayan dünyaya yansıması ise, takrib idealinin Sünni zihinlerde epeyce yozlaşmasıdır. Ne yazık ki İran’ın son yıllardaki dış politikası, bir asırdır İslam birliği idealinin bir parçası haline gelmiş ‘takrib-i mezâhib’e Müslümanlar nezdinde son darbeyi indirmiştir. Ümmetçi-İslamcı çevreler açısından bile bu vakitten sonra takribin saygın bir karşılığı muhtemelen olmayacaktır. Prof. Dr., İstanbul Şehir Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi Mayıs-Haziran 2016 Cilt: 8 Sayı: 74