tc çukurova üniversitesi sosyal bilimler enstitüsü felsefe ve din

advertisement
T.C.
ÇUKUROVA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
FELSEFE VE DİN BİLİMLERİ ANABİLİM DALI
ADANA ORGANİZE SANAYİ BÖLGESİNDE SANAYİLEŞME VE DİN
İLİŞKİLERİ
Yakub Ömer YANBAY
YÜKSEK LİSANS TEZİ
ADANA -2009
T.C.
ÇUKUROVA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
FELSEFE VE DİN BİLİMLERİ ANABİLİM DALI
ADANA ORGANİZE SANAYİ BÖLGESİNDE SANAYİLEŞME VE DİN
İLİŞKİLERİ
Yakub Ömer YANBAY
Danışman, Yrd. Doç. Dr. Abdullah ALPEREN
YÜKSEK LİSANS TEZİ
ADANA -2009
Çukurova Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğüne,
Bu çalışma, jürimiz tarafından Felsefe ve Din Bilimleri Anabilim Dalında YÜKSEK
LİSANS TEZİ olarak kabul edilmiştir.
Başkan, Yrd. Doç. Dr. Abdullah ALPEREN
(Danışman)
Üye, Doç. Dr. Asım YAPICI
Üye, Yrd. Doç. Dr. Hayri KAPLAN
ONAY
Yukarıdaki imzaların, adı geçen öğretim elemanlarına ait olduklarını onaylarım.
…/…/2009
Prof. Dr. Nihat KÜÇÜKSAVAŞ
Enstitü Müdürü
NOT, Bu tezde kullanılan özgün ve başka kaynaktan yapılan bildirişlerin, çizelge, şekil
ve fotoğrafların kaynak gösterilmeden kullanımı, 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri
Kanunu’ndaki hükümlere tabidir
i
ÖZET
ADANA ORGANİZE SANAYİ BÖLGESİNDE SANAYİLEŞME VE DİN
İLİŞKİLERİ
Yakub Ömer YANBAY
Yüksek Lisans Tezi, Felsefe ve Din Bilimleri Anabilim Dalı
Danışman: Yrd. Doç. Dr. Abdullah ALPEREN
Ocak 2009, 231 Sayfa
Bu çalışma ile sanayileşme ve din ilişkileri bağlamında işçi dindarlığı Adana
Organize Sanayi Bölgesi örneğinde açıklanmaya çalışıldı. Bu bağlamda ilk olarak
çalışmaya ilişkin olarak kuramsal yapı üzerinde duruldu. Bu çerçevede sosyal
tabakalaşma içerisinde işçiler Karl Marx, Max Weber ve Emile Durkheim’in kuramsal
çerçeveleriyle değerlendirildi. Sanayileşme, toplumsal tabakalaşma ve din ilişkisi
açıklanmaya çalışıldı. Daha sonra araştırma ve yöntemle ilgili bilgiler sunularak işçilere
uygulanan anket çalışmasının sonuçları değerlendirilerek varsayımlar ve hipotezler
ışığında ulaşılan sonuçlar açıklanmaya çalışıldı.
Anahtar Kelimeler: İşçi Sınıfı, Toplumsal Tabakalaşma, Sanayileşme, Din, Dindarlık,
Din ve Toplum, İşçi Dindarlığı
ii
ABSTRACT
THE RELATIONSHIP BETWEEN INDUSTRIALIZATION AND RELIGION IN
ADANA ORGANIZED INDUSTRIAL ZONE
Yakub Ömer YANBAY
Master Degree Thesis, The Department of Philosophical and Religious Sciences
Supervisor: Yrd. Doç. Dr. Abdullah ALPEREN
January 2009, 231 Pages
In this study, we tried to explainthe religionship of the workers in the context of
ındustrializm and religion. For this, firstly, we reviewed the artifical background. In this
perspective, the workers were evaluated according to social classes in Karl Marx, Max
Weber and Emile Durkheim’s theories. We tried to explain the relationship between
social classes, İndustrialization and religion. After that, the information aboutthe
method and the study were given. Then we evaluated the questoonaries that have been
applied to the workers and arguedthe results in the context of the theories.
Keywords: Worker Class, Social Class, Industrialization, Religion, Religionship,
Religion and Social, Worker Believing Style
iii
ÖNSÖZ
Sanayileşme ve din ilişkisini işçilerden yola çıkarak araştırdığımız bu çalışma,
alanındaki dini yaşayış gerçeklerini ortaya çıkarma amacını gerçekleştirme idealini
taşımaktadır.
Batı toplumlarında başlayan sanayileşme sürecinin diğer etkenlerle birlikte daha
önce rastlanmayan bir dönüşüme yol açması ve bunun etkilerinin tüm dünyayı sarması
sonucunda ortaya çıkan durum sosyolojik olarak analiz edilmeye başlanmış ve bu analiz
belirli kuramsal çerçevelerle sunulmuştur.
Sanayileşmenin ortaya çıkardığı değişim ve dönüşümün etkilerinin sosyal
hayatın her yanını kapladığı ve geleneksel hayatın tüm alanlarına müdahale ettiği
gerçeğiyle karşı karşıya bulunmaktayız. Modernleşme yoluyla kendisini sosyal olarak
ifade eden sanayileşmenin bu bağlamda, farklı kültürlerde algılanması, ifade edilmesi
ve sonuçlarının değerlendirilmesi farklılaşmaktadır. Batı toplumlarının gelişme süreci
içerisinde ortaya çıkan sanayileşmenin kültürel temellerini bu toplumların dayandığı
dini-dünya görüşleriyle ifade etmenin ortaya çıkaracağı sorunların mevcudiyetinin
yanında günümüzde sanayi olgusunun aldığı durum özellikle sonuçları bağlamında
sosyologlar tarafından değerlendirilmekte ve sanayileşmenin her ne kadar Batı’da
başlayan bir süreç olsa da evrenselleşmesi ve ortaya çıkardığı problemlerin ekolojiden
bireye bireyden topluma uzanan bir düzlemde cereyan etmesi nedeniyle, farklı
branşlarda ki bilim insanları değişik saiklerle olaya eğilerek çözüm üretmeye
çalışmışlardır.
Bu
noktada
sanayileşmenin
sadece
ekonomik
bir
problem
olarak
algılanmamasının yanında sanayi toplumu olma yolunda ortaya çıkan problemlere de
sadece batı ideolojisinin ürünü ve diğer toplumların meselesi değil şeklinde bakılması
da doğru değildir. Ayrıca sanayi devriminin nedenlerini ve sonuçlarını tek bir kültürel
bağlamla ifade etmenin problemleri daha da zorlaştıracağı ortadadır.
Sanayileşmenin kültürel temellerini batıyla özdeşleştirmenin ortaya çıkardığı
problemlerin başında benzerlikleri yakalama sorunu var olmakta öte yandan tarihsel
sürecin özellikle bu yönde tek bir bakış açısıyla farklılaşmanın alabildiğine mevcut
olduğu dünyamıza aktarılma süreciyle karşı karşıya kalmaktayız.
Çağdaş sanayi toplumları, süreci kendi dinamikleriyle işletmeye ve çözmeye
çalışırken dünyanın geri kalanı özellikle sanayileşme yolunda olanlar bu süreci aktarma
iv
çabasına girmekte ve tam da bu noktada toplumsal hayatın dinamiklerinde olumluolumsuz farklılaşmalar ortaya çıkmaktadır. Ama her halükarda değişimin sancılı
olmadan gerçekleşmediği bir sürecin var olmadığı dünyamızda böylesine farklı bir
durumun meydana getirdiği dönüşümün etkisi muhakkak ki şiddetli olacaktır. Fakat
süreç içerisinde durumun daha sağlıklı değerlendirilmesiyle problemler ve çözüm
yollarına dair üretkenlikler daha mantıklı ve uygulanabilir şekilde ortaya çıkacaktır.
Sanayileşmenin kültürel temellerinin yanında bir de toplumsal sistemde ortaya
çıkardığı toplumsal işbölümüne bağlı olarak beliren statülerde farklılaşmıştır.
Toplumsal tabakalaşmanın yeni görünümlerini ifade eden bu statülerin, rollerde ortaya
çıkardığı dönüşümlerin yanında daha önce görülmeyen kesimleri de hayatımıza
sokmuştur. Sanayileşme ile birlikte artan nüfusun ihtiyacını karşılamak, modern
kentlere sanayileşmenin sebep ve sonucu olarak yığılan kitleleri donatmak ve
modernleşme çabalarını görünür hale getirmek için kurulan fabrika sisteminin çarkı
yeni bir sınıf olarak çıkan, çıkmaya çalışan veya çıkamayan işçilerin doğuşuna neden
olduğunu görmekteyiz. Fabrika sisteminin kentlerde yaygınlaşmasıyla birlikte insanlar
toplumsal hareketliliğin yönünü buralara çevirmiş ve modernleşme projesinin
problemleri de ciddi boyutlarda kentlileri sarsmaya başlamıştır. Bu noktada
mahrumiyetin pençesinde çırpınan ve kentin yükünü taşımaya zorlanan işçilerin
bilinçlenme süreci ve hak arayışı farklı düzlemlerde cereyan eden mücadelelerle
belirgin bir harekete dönüşmüştür. Araştırmamızda bu hareketlerin ideolojik
boyutlarının yanında insani ve toplumsal alanda kendini görünür kılmanın emellerini
taşımalarına dair değerlendirmeleri çeşitli bağlamlarda ifade edilen açıklamalarla
belirlemekteyiz.
Bunun yanında işçilerin toplumsal tabakalaşma da mevcut konumlarının
farklılaşmasıyla birlikte işçi sınıfına dair öngörülerin değiştiğini ve ortaya çıkan çok
değişik düzlemdeki statülerle birlikte farklılaşmanın yön değiştirdiğini, yine toplumsal
hareketlenmenin baskın bir öğesi olarak ortaya çıkan işçi sınıfının fabrika sisteminin
dışında da değişik alanlarda daha farklı koşullarda temsil edildiğini, öte yandan işçi
sınıfı hareketlerinin yeni toplumsal hareketlerle birlikte bağlam değiştirdiğini veya
birçok işçinin aynı zamanda kendisi için sınıf bilincini aşarak ortaya çıkan çağdaş
hareketlenmelerin ve işçiler için sivil olarak tabir edebileceğimiz yapılanmaların içinde
yer aldığını belirlemekteyiz.
Sonuçta toplumsal hayatın döngüsünü tek bir boyutta değerlendirmelerin
sakıncalarının işçilerin kendi yapısal farklılaşmalarının yanında varlıklarını ifade
v
ettikleri pratiklerde de ortaya çıkan dönüşümlerin özellikle post-modern eğilimlerin
veya farklı bakış açısıyla post-endüstriyel ilerlemenin görünümlerinde dahi mevcut
olduğunu ifade edebiliriz. Bu noktada zamanın hangi süreçleri tersine çevirdiğini ve
ulaşılan durumun toplumsal statülerde ne gibi yeni rolleri beraberinde getirdiğini doğru
okuyabilmek en büyük problemimiz olarak karşımızda durmaktadır.
Bu problemlerin çözümünde ortaya çıkan görüşlerin ideolojik, kültürel ve dinî
yansımaları olmakta ve bunların etkisi toplumsal alanda görülmektedir. Toplumumuzun
kendi tarihsel sürecinin dinî geleneksel boyutu ortaya çıkan bu süreci değerlendirme de
hâlâ başat bir rol oynamakta ve genel olarak küreselleşmenin kültürel boyutlarından da
etkilenerek kendisini konumlandırmaya devam etmektedir. Özellikle modernleşmenin
seküler boyutunun en çok etkilediği sınıf olarak ifade edilen işçilerin Türk toplum
yapısının dinamiklerini kendi bütünsel varlıkları içerisinde barındırmaya devam
etmeleri ve bunun yansımalarını toplumsal alanda ki temayülleriyle belirlemeleri
gözlenen bir durum olmaktadır. Sürecin değişkenlerin gücüne bağlı olarak farklı
boyutlarda kültürlerarası bir düzleme kayıp kaymayacağı veya Türk işçilerinin
kendilerini tanımlama ve tanıtmada varoluşlarında ki kültürel kodlarını sunmaya devam
edip-etmeyeceklerinin işaretleri aslında bu araştırmada da ifade edilen öngörülerle
açıklığa kavuşmaktadır. Bu öngörülerin çerçevesi bilimsel sınırları aşmamak çabasının
bir ürünü olarak değerlendirilmelidir.
Araştırmamız Giriş dâhil üç bölüm, Sonuç ve Kaynakça’dan oluşmaktadır.
Birinci Bölüm’de toplumsal tabakalaşma konusu işçi sınıfı bağlamında farklı
kuramsal çerçeveler değerlendirilerek sunulmaya çalışılmıştır. Ayrıca toplumsal
tabakalaşmanın sanayileşme ve dinle ilgili olan boyutları analiz edilmiştir.
Ayrıca din ve sanayileşme ilişkisi ayrıntılı olarak analiz edilmiştir. Din,
dindarlık, boyutları ve tipolojileri açıklanmaya çalışılmış, din ve toplum ilişkileri
sosyolojik ve din sosyolojik bakış açısıyla incelenmiş ve sonunda da sanayileşme
açıklanarak
din
ve
toplumla
ilişkisi
farklı
tipolojilerde
ki
görünümleriyle
aydınlatılmıştır. Sanayi ve sanayileşmenin sosyolojik olarak ne anlama geldiği ve din
sosyolojik bağlamda değerlendirilmesi bu bölümde yer almıştır.
İkinci Bölüm’de ise araştırmanın konusu, bakış açısı ve problem ortaya
konularak kapsam ve sınırlılıklara değinilmiştir. Ayrıca uygulanan yöntem ve teknikler
belirtilmiş ve araştırmayla ilgili olarak veri toplanması ve değerlendirilmesi süreci
kısaca ifade edilmiştir. Araştırmanın varsayımları ve hipotezleri belirlenerek bu
çalışmanın amacı da aydınlığa kavuşturulmuştur.
vi
Üçüncü Bölüm’de ise işçiler üzerine yaptığımız ampirik çalışmamızın bulguları
verilmiştir. Çalışmanın bulguları yorumlarıyla birlikte sunulmuş ve bulgularla ilgili
açıklamalar yapılmıştır. Sonuçta ise araştırmanın varsayım ve hipotezlerinden yola
çıkılarak değerlendirmeler yapılmıştır. Bu değerlendirmeler çalışmanın bulguları
ışığında diğer benzer çalışmalarda göz önünde bulundurularak yapılmıştır.
Son olarak sanayileşme ve din ilişkisini işçiler bağlamında incelediğimiz bu
eserin ortaya çıkması yorucu bir çabayla gerçekleşmiş ve bu çabaya çok değerli
insanların katkıları olmuştur. Öncelikle çalışmanın hazırlanması bir okuma sürecinin
sonunda gerçekleşmiştir. Bu süreç kıymetli hocam ve tez danışmanım Yrd. Doç. Dr.
Abdullah ALPEREN ve benimle birlikte verimli bir çalışma gerçekleştiren Murat
ÇELİK’le beraber geçmiştir. Hem hocam hem de arkadaşıma destek ve katkılarından
dolayı teşekkür etmek isterim. Çalışmanın anket ve istatistikle ilgili yönü başta olmak
üzere çeşitli vesilelerle yardım ve desteğini gördüğüm hocam Doç. Dr. Asım YAPICI
ve yine desteklerinden dolayı hocalarım Doç. Dr. Hasan KAYIKLIK ve Yrd. Doç. Dr.
Hayri KAPLAN’a da teşekkür ederim. Bu çalışmanın maddi ve manevi destekçileri çok
değerli eşim Buşra Nur’a, aileme, gönlümde yaşayan büyüklerime ve arkadaşlarıma da
müteşekkir olduğumu belirtmek isterim.
vii
İÇİNDEKİLER
ÖZET ............................................................................................................................ i
ABSTRACT................................................................................................................. ii
ÖNSÖZ ....................................................................................................................... iii
TABLOLAR LİSTESİ ................................................................................................ x
GİRİŞ
I. BÖLÜM
KURAMSAL ÇERÇEVE
1.1 Toplumsal Tabakalaşma .......................................................................................... 6
1.1.1. Toplumsal Tabakalaşma ve İşçi Sınıfı ........................................................... 6
1.1.2. Kast Sistemi .................................................................................................. 8
1.1.3. Feodal Sistem ............................................................................................... 9
1.1.4. Sosyal Sınıflar ............................................................................................. 11
1.1.5. Sınıf Kuramları ........................................................................................... 11
1.1.6. Marksizm ve Çatışma Kuramı ..................................................................... 13
1.1.7. Max Weber ve Uzlaşma Teorisi .................................................................. 19
1.1.8. Emile Durkheim ve Toplumsal İşbölümü .................................................... 21
1.2. Toplumsal Tabakalaşma ve Din ............................................................................ 28
1.3. Toplumsal Tabakalaşma ve Sanayileşme .............................................................. 35
1.4. Sanayileşme ......................................................................................................... 39
1.4.1. Sanayi Nedir?............................................................................................. 39
1.4.2. Sanayileşme ve Modernleşme .................................................................... 41
1.5. Din ve Sanayileşme .............................................................................................. 52
1.5.1. Din ve Sanayileşme İlişkisi ........................................................................ 52
1.5.2. Sosyolojik Bakımdan Din .......................................................................... 52
1.5.3. Dindarlık Nedir? ........................................................................................ 61
1.5.4. Dindarlığın Boyutları ................................................................................. 62
viii
1.5.5. Dindarlık Tipolojileri ................................................................................. 65
1.5.6. Din ve Toplum ........................................................................................... 69
1.5.7. Dinin Toplumsal Görünümleri ................................................................... 75
1.5.7.1. Geleneksel Toplumlarda Din ......................................................... 75
1.5.7.2. Modern Sanayi Toplumlarında Din................................................ 78
II. BÖLÜM
ARAŞTIRMA VE YÖNTEM
2.1. Araştırmada Temel Bakış Açısı ............................................................................ 84
2.2. Problem ................................................................................................................ 87
2.3. Araştırmanın Varsayımları ................................................................................... 88
2.4. Araştırmanın Hipotezleri ...................................................................................... 91
2.5. Evren ve Örneklem............................................................................................... 93
2.6. Veri Toplama Teknikleri ve Verilerin Değerlendirilmesi ...................................... 94
2.7. Araştırmanın Sınırlılıkları..................................................................................... 95
2.8. Tanımlar ............................................................................................................... 95
2.8.1. Fabrika ....................................................................................................... 95
2.8.2. Fabrika İşçisi.............................................................................................. 96
III. BÖLÜM
ARAŞTIRMANIN BULGU, DEĞERLENDİRME VE YORUMLARI
3.1. Araştırmaya Katılanların Demografik Özellikleri ................................................. 98
3.2. Araştırmaya Katılanların Öznel Gelir Algıları .................................................... 109
3.3. Araştırmaya Katılanların Öznel Kimlik Algıları ................................................. 112
3.4. Araştırmaya Katılanların Öznel Dindarlık Algıları.............................................. 115
3.5. Araştırmaya Katılanların Dine Verdikleri Önem ................................................. 120
3.6. Araştırmaya katılanların Dini Bilgi Durumları .................................................... 128
3.7. Araştırmaya Katılanların Halk İnançları İle İlgili Durumları ............................... 133
3.8. Araştırmaya Katılanların İnsanî ve Sosyal İlişkilerine Bakışları .......................... 139
3.9. Araştırmaya Katılanların Dinî İnançla İlgili Durumları ....................................... 144
ix
3.10. Araştırmaya Katılanların İbadetle İlgili Durumları ............................................ 161
3.11. Araştırmaya Katılanların Dinin Etkisini Hissetme Durumları............................ 191
IV.BÖLÜM
SONUÇ VE DEĞERLENDİRME .......................................................................... 206
KAYNAKÇA ........................................................................................................... 217
EK ............................................................................................................................ 226
ÖZGEÇMİŞ………………………………………………………………………….231
x
TABLOLAR LİSTESİ
Tablo 1. Örneklem Grubunun Cinsiyete Göre Dağılımı ................................................... 98
Tablo 2. Örneklem Grubunun Yaşa Göre Dağılımı .......................................................... 99
Tablo 3. Örneklem Grubunun Medeni Haline Göre Dağılımı ........................................ 100
Tablo 4. Örneklem Grubunun Öğrenim Durumuna Göre Dağılımı ................................ 101
Tablo 5. Örneklem Grubunun Mesleki Statüsüne Göre Dağılımı ................................... 102
Tablo 6. Örneklem Grubunun İşkoluna Göre Dağılımı .................................................. 104
Tablo 7. Örneklem Grubunun Çalışma Yılına Göre Dağılımı ........................................ 105
Tablo 8. Örneklem Grubunun Günlük Çalışma Süresine Göre Dağılımı ........................ 106
Tablo 9. Örneklem Grubunun İş Memnuniyetine Göre Dağılımı ................................... 106
Tablo 10. Günlük Çalışma Süresine Göre İş Memnuniyeti Durumu (Ki-kare) ............... 107
Tablo 11. Örneklem Grubunun Mesleğini Tercih Etme Sebebine Göre Dağılımı ........... 108
Tablo 12. Örneklem Gurubunun Gelir Düzeyine Göre Dağılımı .................................... 109
Tablo 13. Cinsiyete Göre Öznel Kimlik Algısı (Ki-kare) ............................................... 112
Tablo 14. Cinsiyete Göre Öznel Dindarlık Algısı (Ki-kare) ........................................... 116
Tablo 15. Yaşa Göre Öznel Dindarlık Algısı (Ki-kare) .................................................. 117
Tablo 16. Gelire Göre Öznel Dindarlık Algısı (Ki-kare) ................................................ 118
Tablo 17. Mesleki Statüye Göre Öznel Dindarlık Algısı (Ki-kare) ................................. 119
Tablo 18. Öğrenim Durumuna Göre Öznel Dindarlık Algısı (Ki-kare) .......................... 120
Tablo 19. Cinsiyete Göre Din-Önem Düşüncesi (Ki-kare) ............................................. 121
Tablo 20. Gelire Göre Din-Önem Düşüncesi (Ki-kare) .................................................. 121
Tablo 21. Yaşa Göre Din-Önem Düşüncesi (Ki-kare).................................................... 122
Tablo 22. Mesleki Statüye Göre Din-Önem Düşüncesi (Ki-kare) .................................. 123
Tablo 23. Öğrenim Durumuna Göre Din-Önem Düşüncesi (Ki-kare) ............................ 123
Tablo 24. Öznel Dindarlık Algısı Bağlamında Din-Önem Düşüncesi (Ki-kare) ............. 124
Tablo 25. Örneklem Grubunun Din-Önem Düşüncesinin Sebebine Göre Dağılımı ........ 125
Tablo 26. Cinsiyete Göre Dini Bilgi Yeterlilik Durumu (Ki-kare) ................................. 128
Tablo 27. Öğrenim Durumuna Göre Dini Bilgi Yeterlilik Durumu (Ki-kare) ................. 129
Tablo 28. Örneklem Grubunun Dini Bilgi Kaynağına Göre Dağılımı ............................ 130
Tablo 29. Örneklem Grubunun Dini Problemlerine Çözüm Arama Mercisi ................... 132
Tablo 30. Cinsiyet Bağımsız Değişkeni ile Popüler İnanç Durumu ................................ 134
Tablo 31. Dini Bilgi Yeterlilik Bağımsız Değişkeni ile Popüler İnanç Durumu .............. 135
Tablo 32. Cinsiyete Göre Kabir ve Türbe Ziyareti (Ki-kare) .......................................... 136
xi
Tablo 33. Öğrenim Durumuna Göre Kabir ve Türbe Ziyareti (Ki-kare) ......................... 137
Tablo 34. Örneklem Grubunun Kabir ve Türbe Ziyaret Sebebine Göre Dağılımı ........... 138
Tablo 35. Cinsiyete Göre İnsanî ve Sosyal İlişkiye Bakış (Ki-kare) ............................... 140
Tablo 36. Günlük Çalışma Süresine Göre Sosyal İlişkiye Bakış (Ki- kare) .................... 141
Tablo 37. Gelire Göre İnsanî ve Sosyal İlişkiye Bakış (Ki-kare) .................................... 142
Tablo 38. İş Memnuniyetine Göre İnsanî ve Sosyal İlişkiye Bakış (Ki-kare) ................. 143
Tablo 39. Dini Yaşayışın İnanç Boyutunun Cinsiyete Göre Analizi (t-testi) .................. 149
Tablo 40. Dini Yaşayışın İnanç Boyutunun Medeni Hale Göre Analizi (t-testi) ............. 150
Tablo 41. Dini Yaşayışın İnanç Boyutunun Yaşa Göre Analizi (t-testi) ......................... 151
Tablo 42. Dini Yaşayışın İnanç Boyutunun Öğrenim Durumuna Göre Analizi (t-testi) .. 152
Tablo 43. Dini Yaşayışın İnanç Boyutunun Gelire Göre Analizi (t-testi) ....................... 153
Tablo 44. Dini Yaşayışın İnanç Boyutunun Mesleki Statüye Göre Analizi (t-testi) ........ 154
Tablo 45. Dini Yaşayışın İnanç Boyutunun İşkoluna Göre Analizi (Tek Yönlü ANOVA)
....................................................................................................................... 154
Tablo 46. Öznel Kimlik Algısına Göre İnanç Boyutu (Tek Yönlü ANOVA) ................. 157
Tablo 47. Öznel Dindarlık Algısına Göre İnanç Boyutu (Tek Yönlü ANOVA) ............. 158
Tablo 48. Dine Önem Verme Düşüncesine Göre İnanç Boyutu (Tek Yönlü ANOVA) .. 159
Tablo 49. Çalışma Yılına Göre İnanç Boyutu (Tek Yönlü ANOVA) ............................. 160
Tablo 50. Cinsiyete Göre İbadetleri Yerine Getirme Durumu (Ki-kare) ......................... 162
Tablo 51. Cinsiyete Göre Namaz Kılma Durumu (Ki-kare) ........................................... 163
Tablo 52. Cinsiyete Göre Oruç Tutma Durumu (Ki-kare) .............................................. 164
Tablo 53. Cinsiyete Göre Zekât Verme Durumu (Ki-kare) ............................................ 165
Tablo 54. Cinsiyete Göre Hac İbadeti Durumu (Ki-kare)............................................... 166
Tablo 55. Cinsiyete Göre Kutsal Gün ve Geceleri Değerlendirme Durumu (Ki-kare) .... 167
Tablo 56. Cinsiyete Göre Nafile İbadet Durumu (Ki-kare) ............................................ 168
Tablo 57. Cinsiyete Göre Dinsel Yayınları İzleme Durumu (Ki-kare)............................ 169
Tablo 58. Cinsiyete Göre Dinsel Yayınları Okuma Durumu (Ki-kare) ........................... 170
Tablo 59. Cinsiyete Göre Cenaze Merasimlerine Katılma Durumu (Ki-kare) ................ 171
Tablo 60. Cinsiyete Göre Mevlit, Hatim Gibi Dinsel Programlara Katılma Durumu
(Ki-kare) ....................................................................................................... 171
Tablo 61. Cinsiyete Göre Kur’an-ı Kerim Okuma Durumu (Ki-kare) ............................ 172
Tablo 62. Cinsiyete Göre Dua Etme Durumu (Ki-kare) ................................................. 173
Tablo 63. Cinsiyete Göre Kurban İbadeti Durumu (Ki-kare) ......................................... 174
Tablo 64. Cinsiyete Göre İbadetleri Yapmak İçin Camiye Gitme Durumu (Ki-kare) ..... 175
xii
Tablo 65. Cinsiyete Göre Dindarlığın İbadet Boyutunun Analizi (t-testi)....................... 176
Tablo 66. Medeni Hale Göre Dindarlığın İbadet Boyutunun Analizi (t-testi) ................. 178
Tablo 67. Gelir Durumuna Göre Dindarlığın İbadet Boyutunun Analizi (t-testi) ............ 179
Tablo 68. Yaşa Göre Dindarlığın İbadet Boyutunun Analizi (t-testi) ............................. 181
Tablo 69. Mesleki Statüye Göre Dindarlığın İbadet Boyutunun Analizi (t-testi) ............ 182
Tablo 70. Öğrenim Durumuna Göre Dindarlığın İbadet Boyutunun Analizi (t-testi) ...... 182
Tablo 71. Çalışma Yılına Göre Dindarlığın İbadet Boyutu (Tek Yönlü ANOVA) ......... 183
Tablo 72. İşkoluna Göre Dindarlığın İbadet Boyutu (Tek Yönlü ANOVA) ................... 184
Tablo 73. Öznel Kimlik Algısına Göre Dindarlığın İbadet Boyutu (Tek Yönlü ANOVA)
..................................................................................................................... 185
Tablo 74. Öznel Dindarlık Algısına Göre Dindarlığın İbadet Boyutun (Tek Yönlü
ANOVA) ...................................................................................................... 186
Tablo 75. Dine Önem Verme Düşüncesine Göre Dindarlığın İbadet Boyutu (Tek Yönlü
ANOVA) ...................................................................................................... 188
Tablo 76. Dinî Bilgi Yeterlilik Bağlamında Dinsel Yayınları Okuma Durumu (Ki-kare)
....................................................................................................................... 189
Tablo 77. Dini Bilgi Yeterliliğine Göre Kur’an-ı Kerim Okuma Durumu (Ki-kare) ....... 190
Tablo 78. Cinsiyete Göre Dinin Etkisini Hissetme Durumu (t-testi)............................... 191
Tablo 79. Medeni Hale Göre Dinin Etkisini Hissetme Durumu (t-testi) ......................... 192
Tablo 80. Yaşa Göre Dinin Etkisini Hissetme Durumu (t-testi) ..................................... 192
Tablo 81. Gelir Durumuna Göre Dinin Etkisini Hissetme Durumu (t-testi) .................... 193
Tablo 82. İşkoluna Göre Dinin Etkisini Hissetme Durumu (Tek Yönlü ANOVA) ......... 194
Tablo 83. Öznel Kimlik Algısına Göre Dinin Etkisini Hissetme Durumu (Tek Yönlü
ANOVA) ...................................................................................................... 195
Tablo 84. Öznel Kimlik Algısına Göre Dinin Etkisini Hissetme Durumu (Tek Yönlü
ANOVA) ...................................................................................................... 196
Tablo 85. Dine Önem Verme Düşüncesine Göre Dinin Etkisini Hissetme Durumu (Tek
Yönlü ANOVA) ............................................................................................ 197
Tablo 86. Mesleki Statü Durumuna Göre Dinin Etkisini Hissetme (t-testi) .................... 198
Tablo 87. Öğrenim Durumu Göre Dinin Etkisini Hissetme Durumu (Tek Yönlü ANOVA)
..................................................................................................................... 199
Tablo 88. Çalışma Yılına Göre Dinin Etkisini Hissetme Durumu (Tek Yönlü ANOVA)
..................................................................................................................... 200
Tablo 89. Dini Bilgi Yeterliliğine Göre Dinin Etkisini Hissetme (Tek Yönlü ANOVA) 200
xiii
Tablo 90. Cinsiyete Göre Müslüman Olmayanlara Kız Verme Durumu (Ki-kare) ......... 201
Tablo 91. Cinsiyete Göre Müslüman Olmayan Biriyle Evlenmenin Onun Müslüman
Olmasına Bağlanması Durumu (Ki-kare) ........................................................ 202
Tablo 92. Cinsiyete Göre Hıristiyanlar Tarafından Kurban Edilen Bir Hayvanın Etini
Yeme Durumu (Ki-kare) ............................................................................... 203
Tablo 93. İşçilerimizin Yardımlaşmaya Verdikleri Önem Durumu ................................ 204
Tablo 94. Cinsiyete Göre Yardımlaşma Durumunun Analizi (t-testi) ............................. 204
Tablo 95. Cinsiyete Göre Sıkıntı Altında Kalanlar İçin Üzülme Durumu (t-testi) .......... 205
GİRİŞ
İnsana dair çalışma yapmanın zorluğunu hissetmemek mümkün değildir.
İnsanlığın tarihsel olarak geçirdiği değişimin ve dönüşümün ortaya çıkardığı mevcut
zamanı değerlendirmenin insana yüklediği sorumluluğun ağırlığı doğrulara ulaşma
çabasından kaynaklanmaktadır. İnsan tarihsel süreci farklı açılardan okuyabilir ve
sonuçta insana, yaşamını gerçekleştirdiği topluma ve toplumsal mekânı doğaya dair
kendi argümanlarını hakikat penceresinden aktarabilir. Bu pencerelerin mekânı benliğin
ve toplumun kuramsal özünden bir bakış sunar mı bilemiyoruz ama bildiğimiz hakikatin
özü bu benliğin sırlı dünyasından çok uzaklara ait bir cevher gibi gözükmesidir.
İnsanlığın
parçalanmış
veya
bölünmüş
örüntülerini
hangi
açıdan
değerlendirdiğimiz gerçekten çok büyük önem arz etmektedir. Takdir edilmelidir ki
bilimsel çabaların insani ve toplumsal vicdana yansımaları devrin kuruluşuna öncülük
edebilmektedir. İnsanlık tarihinin süreci bir de bu açıdan değerlendirilmelidir. Eğer
sürece tek bir bakış açısını sunarak o noktadan hakikat ve bilincini insanlara yaşam
felsefesi olarak göstermeye çalışırsak Edward Said’in Marx’a yönelttiği şu eleştiriye
ulaşırız, “O insanlar acı çekmez- onlar doğuludur” (Said, 1995, 155) İnsanlık tarihi bu
bağlamdan sunulan anlayışlarla, baskın grupların kendi hissettikleri acı, sıkıntı ve
yabancılaşma gibi şeyleri, onlara tabi grupların hissetmediğini söyledikleri –ve buna
gerçekten inandıkları!- örneklerle doludur (Nichols & Suğur, 2005, 59).
Araştırmamız bu değerlendirmelerin ışığında sosyolojik bağlamda çalışma,
emek ve üretim sürecinin aktörlerine bakmaktadır. Bu aktörlerin çalışma sürecinin
değerlendirilmesi sosyolojide farklı bağlamlarda gerçekleşmiştir. Durkheim bu durumu
toplumsal işbölümü ve toplumsal dayanışma bakımından değerlendirirken Weber için
ise önemli olan belli rasyonalist formların gelişmesi ve kapitalizmin kökeninde dinin
(yani Kalvinizmin) oynadığı roldür. Marx çalışma hayatına ve işçilere sermaye ile
emeğin, “sömürü ve sınıf bilincinin” oluşumu açısından önem vermekte iken kuramsal
çerçevelerde dinin değerlendirilmesi süreçte kendisine biçilen statü ve rollerde ortaya
konulan farklılaşmayla ortaya çıkmaktadır. Ortaya çıkan değerlendirmelerin meydana
getirdiği yapılanmaların sadece çıktığı bağlam ve değerlendirmelerin yerine göre
kendisini bağlayan düzleminden yayılma gösteren bir eğilemle küresel çapta
gerginliklere yol açması özellikle çalışma hayatının emektarlarını toplumsal alanda
varlık tartışmalarının içerisinde, kendilerini sunma noktasında, mücadele meydanına
2
atılma mecburiyetine sürüklemiştir. Küresel arenada cereyan eden fikri ve kuramsal
mücadeleleri aşan ve yer yer varoluş mücadelesi olarak sunulan bu bakış açısının din
sosyolojisi açısından ifade ettiği anlamı sorgulamaktayız.
Öncelikle işçilere bakış açılarının farklılaşmasının kaynağında tarihsel sürecin
okunmasında ki kuramsal yanlılığı görmekteyiz. Binaenaleyh bu sürecin ortaya
çıkmasında bu kuramların katkısını görmemekteyiz. Yine de her ne kadar insanlar belli
öngörülerle yola çıksalar da objektif değerlendirmelerin bu sürecin insani ve toplumsal
zihinlerde bulduğu karşılıkla ve katkılarla ileriye dönük olarak aşamalar katettiğini ve
kuramın, tarihsel olarak kendisini yerine göre yeniden üretse dahi artık aynı zaman
mefhumunu içermediği veya karşıt-zıt etki-tepkilerin çekim ve itim meydanında yeni
şekillere büründüğü hususu tam da ifade etmek istediğimiz nokta olmaktadır.
18. yüzyıl insanlık tarihinde yeni bir dönem açtı. Bu dönem modern çağın
başlangıcını ifade ediyordu. Bunun temelinde yer alan fabrikalar ve bütün ihtişamıyla
eskiden eşine rastlanmayan makineler ve ürettiği koca binalar insanları şaşkına
çevirmişti. Sürecin sancısı bütün ağırlığıyla milyonları sarıyordu. Taşımanın yük olarak
algılanmadığı bilakis hayatı kazanma olarak görüldüğü insani eylemin tarihsel süreci
yeni bir aşamadan daha geçecekti. Her ne kadar sancılı başlayan bir süreçte ortaya
çıksalar da bu emekçiler aydınlık geleceğin harcı olarak tarihte yerlerini alacaktı.
Kendilerini beş liraya hayatın yükünü taşımaya aday kılan şey toplumsal alanda ki
rollerini ortaya çıkaran statülerinde gizliydi bu insanların. Gerçekten orada çalışıyor
olmak sınıf bilincinin temellerini sarsıyordu ama nedense ekmek beş liranın altında
saklıydı. Sınıf bilinci doyan karınların üzerinde sis perdesi gibi duruyorsa da bu ifade
edilen diyalektiğin manevi alandaki anlamını bize sunmalıydı.
İş yaşamının değiştiğini ifade eden bir çağa girmiş bulunmaktayız. 21. yüzyıl
değişimin yeni bir boyuta evrildiğini ifade etse de sanayileşmenin temellerinde yer alan
anlamlar bu çağa taşındı ve çağın dili bunu yeniden üretme çabasına girdi. Her ne kadar
sanayi küreselleşen dünyanın kültür temellerini de makineleştirdiyse de yine de evrensel
dil makinenin ulaşamayacağı boyutları içerisinde barındırmaya devam edeceğe
benziyor.
Peki, insanın en temel boyutunu ifade eden din, bireysel ve toplumsal alandaki
ifadesini sanayileşmenin makineleştiren etkisinden kurtaran bir söylemle taşımaya
devam edebilecek mi yoksa o da sürecin en temel müdavimi haline mi gelecek. Bu soru
değişimin etkin gücünü ölçebilmek kadar zor bir içeriğe sahip olmakla birlikte yine de
kuramsal temellerin tekellerinde kendisini aletlerin altında mı bulacak. İşte bu noktayı
3
farklı kültürel ve dinsel bağlamlarda ne kadar da değişik şekillerde okusak ta yine
insanın farklı boyutlarını sanayileşmenin makinevari söyleminden ve bu minvalde
üretilmiş
nazariyelerinden
kurtaracak
öngörülere
sahip
olmaya
muktedir
görünmekteyiz.
Sanayileşmenin ortaya çıktığı dönemde geliştirilen nazariyelerin modernleşme
yönünde ki etkisi bugün yeniden tartışılmakta ve farklılaşmaların etkisi ortaya çıkan
kuramsal çerçevelere de yansımaktadır. Özellikle işçiler üzerinden yürütülen kuramsal
tartışmaların heterojen yapı arz eden bu olguya bakışında yeni modeller geçerlilik
kazanmış
ve
işçilerin
evrimci
model
de
tanımlanmasının
gerçekleşmediği
vurgulanmıştır.
Günümüzde sanayileşmenin sadece teknolojik ve ekonomik bir olay olmadığı ve
toplumun tüm kurumlarını değiştiren ve dönüştüren bir olgu olduğu görülmekte ve
bunun işçi kesiminde ortaya çıkan heterojen durumu açıklamakta oluşu durumun tahmin
edilen boyutları aşan yönlerini göz önüne almamızı gerektirmektedir. Modernleşmenin
seküler öngörülerinin bu farklılaşmayı göz önünde bulundurması gerekmekle beraber
olaya normatif yaklaşımların yönlendirme endişeleriyle birlikte bilimsel çerçeveleri
daralttığı ifade edilebilir. Tespit edilen durumun öngörülerin aksine çıkması ulaşılan
bilimsel noktaları da yıkması düşünülemez. Bu noktada işçi sınıfının çözümlenmesinde
işçi sınıfına biçilen rollerin farklılaşması veya toplumsal işbölümünün dayanışmanın
zıtlarını da içinde barındırması veya çalışmanın temellerinin dinsel eğilimlerden
kaynaklanıyor olmasının tek bir dine hasredilerek açıklanması günümüzde ulaşılan
noktanın gerisinde kalmakta ve yerel unsurların gücünün yanında insani eylemlerin
temelindeki faktörlerin net olarak tespit edilememesinde veya farklılaşmanın
dayanaklarını tek bir noktada düğümleme kolaycılığında görünmektedir. Bu hususta her
şeyin merkezi olarak belli bir bağlamın atıf noktası veya istenilen amaca ulaşmada
merkezi çıkış noktası olarak kullanılması adil bir bakış açısından bizleri uzaklaştırabilir.
Çalışma hayatının işçiler bağlamında değerlendirilmesi çok boyutlu bir problem
olarak karşımızda durmaktadır. Öncelikle işçilerin sanayileşmenin hangi boyutunda yer
aldıkları ve ardından toplumsal konuşlanmaları ve nihayetinde bilinçlenmiş bireylerden
oluşan bir toplum olmaları gibi problemler karşımızda durmaktadır. İşçilerin kültürel
algılamalarının temel yönlendirici güç olduğu bu süreçte sanayileşmenin temellerinden
soyutlanan din ve dindarlığın varlığı veya ifadesi de bu noktada farklı anlamlar
kazanacaktır.
4
Fabrika sistemiyle birlikte ortaya çıkan işçi sınıfı sanayileşme sürecinin bir
parçası ve dolayısıyla modernleşmenin temel görünümlerini üzerlerinde taşıyan
örnekler olması değerlendirmelerin bağlamını ifade edecektir. Bu bağlamdan yola
çıkarsak, işçilerin günümüzde nasıl bir görünüm sergilediklerine dair algılamaların
etkisi özellikle dinsel olgularda kendisini göstermektedir.
Batı’da ortaya çıkan ve gelişen sanayileşme olgusunun ve toplumsal
sonuçlarının günümüzde küreselleştiğini ve etkilerinin aynı anda tüm dünyayı sardığını
ifade edebiliriz. Özellikle Batı kaynaklı olarak ortaya çıkan bu etkilerin kendi kültürünü
de tüm dünyaya taşımaya çalışması diğer kültürler üzerinde ciddi bir baskı oluşturmakta
dolayısıyla bu durum kültürel çatışmaların yanında uyum, entegrizm, adaptasyon ve
aynılaşma bağlamlarında değerlendirilmektedir. İşin diğer bir yanı ise bu algılamaların
toplumsal olarak gerçekleşme durumlarıdır. Bu noktada ulaşılan durum da küresel
yapının etkin olduğunu ve artık hiçbir toplumun kendisi olarak kalamadığını
gözlemlemekteyiz.
Sanayileşmeyle birlikte toplumsal hayatın olgularında ortaya çıkan değişimlere
bağlı olarak dini kurumlarında değiştiğini ve genel olarak zayıfladığını ifade etmeliyiz.
Bu durumun nasıl bir sonuca doğru gittiğine dair öngörülerin en önemlisi dinin zamanla
zayıflayıp kaybolacağına dair görüştür. Sanayileşmenin ortaya çıkaracağı rasyonel bakış
açısının sekülerleşme lehine ilerleyeceği ve sonuçta dinin toplumsal alandan
silineceğine dair ileri sürülen görüşlerin özellikle sanayi kesimi işçileri arasında
araştırılması önem kazanmaktadır. Bu noktada dinin modernleşmeyle birlikte ortaya
çıkan algılamalarının tarihsel köklerinin yansımalarını sadece sanayileşme olgusuyla
birlikte açıklamanın farklı toplumlarda ki etkisini göz ardı etmek anlamına gelebileceği
vurgulanmalıdır.
Bunun en temel argümanlarına sosyal hayatın farklı kesimlerinde gözlemlemek
mümkün olmakla birlikte dinî hayatın şiddet ve kesafetine yönelik değerlendirmeler her
zaman için farklılaşmaya devam etmektedir. Araştırmamızın sanayi kesimi işçilerine
yönelik olarak ortaya çıkardığı temel sonuçların dinin anlaşılması ve uygulanmasına
yönelik geleneksel vurgulamaları göz önüne sereceği ifade edilebilir.
Sanayi kesimi işçilerine yönelik olarak Batı’da yapılan çalışmaların sonuçları
genel olarak dine karşı ilgisizliği yansıtmakla birlikte dinin bireysel ve sosyal
görünümlerinin dinin ve toplumun farklılaşmasıyla birlikte bu kesime yönelik olarak ne
gibi değişik görünümleri bize sunacağı önem arz etmektedir. Bu noktada Türk
toplumunda yer alan işçilerin dinsel görünümlerinin anlaşılması önem arz etmektedir.
5
Sanayileşme ile birlikte sosyo-kültürel tabaka ve çevrelerin din olayları
karşısında ki değişik tutumları bu sosyo-kültürel tabakaların oluşum ve gelişim
süreçleriyle dahi birlikte değerlendirilmiş ve özellikle fabrika işçilerinin toplumsal
tabaka içerisinde ki rol ve statüleri dinsel görünümlerine varana değin belirlenmiştir.
Her ne kadar fabrika işçilerinin sürecin başından itibaren dinsel görünümleri farklılaşsa
da bu kuramların olayın kapsamına dair duruşları da değişik görünümler arz etmiştir. Bu
noktada işçilerimizin dinsel görünümlerinin toplumsal tabakalaşma stratejilerine uygun
bir görünüm sergilemekte olup-olmadığı veya ifade edilen kuramların toplumsal tabaka
anlayışıyla uyuşup-uyuşmadığı da araştırmamız açısından önem arz etmektedir.
Araştırmamız toplumsal tabakalaşmanın görünümlerine kuramsal açıdan
yaklaşmakta ve özellikle sanayileşmenin ortaya çıkardığı görünümlerin ana eksenini
oluşturan işçilere dair farklı bakış açılarını sunmaktadır. Weber’den beri kuramsal
olarak çözümlenen farklı tabakalara karşılık gelen dinsel görünümlere dair bakış
açılarının işçi sınıfı veya tabakalaşmanın işçiler açısından görünümü noktasında
farklılaştığı bilinmektedir. Bu noktada işçi dindarlığına dair Türk toplumunda ki
görünümler ölçülmek istenmiştir. Batı’da her ne kadar işçiler dine karşı en ilgisiz kesim
olarak algılansa da Türk toplumunda bu algılamanın farklılaşabileceğini göstermek
amaçlanmıştır.
Bu çalışma işçi sınıfı, din ve dindarlık kavramlarına dair bakış açılarını
sunmakta ve bu noktada işçi sınıfı algılamalarını ve işçi sınıfının dinsel görünümünü
tartışmakta ve sanayileşmeyle birlikte ortaya çıkan dinî toplumsal görünümleri tipolojik
olarak açıklamaya çalışmaktadır. Özellikle Batı’da yapılan çalışmalarda kendilerine has
bir dindarlık görünümü sergilemeyen işçilerin Türk toplumunda ki görünümleri Adana
örneğinde belirlenmeye çalışılacaktır.
Çalışmanın uygulama ve bulgular kısmında ise dinsel hayatın boyutlarının
işçilerin farklı özelliklerinden oluşan değişkenlerle birlikte değerlendirilmesiyle ortaya
çıkan sonuçların anlamlı farklılaşmayı yansıtıp yansıtmayacağı ve işçilerin dinsel
görünümlerinin seviyesinin hangi boyutta olduğunu sunmak amacındayız.
Sonuçta
değerlendirmeleri
işçi
dindarlığının
göz
gösterilmeye çalışılmıştır.
önünde
görünümleri,
bulundurularak
kuramsal
kendi
bakış
kültürel
açılarının
bağlamımızda
I. BÖLÜM
KURAMSAL ÇERÇEVE
1.1 Toplumsal Tabakalaşma
1.1.1. Toplumsal Tabakalaşma ve İşçi Sınıfı
Sanayileşme ve bilimsel devrimlerle ortaya çıkan Batı tarzı bilimsel
çözümlemelerin ilk devrelerinde yeni bir bilim dalı olarak ortaya çıkan sosyolojinin
kuramsal çerçevelerinin oluşumunda farklı sosyologların katkıları olmuştur. O dönemde
ortaya çıkan toplum çözümlemelerinde mevcut Batı toplumlarının durumu bu
sosyologların genel anlamda çıkış noktalarını oluşturmuştur. Ritzer bu noktayı sosyal
etkiyle açıklamakta ve kuramların oluşmasında “politik devrimleri, sanayi devrimi,
kapitalizmin ortaya çıkışı, sosyalizmin ortaya çıkışı, kentleşme, din olgusundaki
değişme, bilimin gelişmesi” gibi durumları belirlemektedir (Ritzer, 1983, 3).
Nitekim Marx’ın kuramsal bakış açısını oluştururken “örneklerini hep
İngiltere’den aldığını, çünkü incelediği hastalığın İngiltere’de en ilerlemiş olduğunu”
ifade etmesi ilginçtir (Sezen, 1990, 219). Sanayileşmeyi anlatırken ifade edeceğimiz
gibi işçi kesiminin o dönemde ifade edilen ülkede ki hali içler acısıdır ve hatta ülkenin
durumu içler acısıdır ve öyle ki milyonlarca insan açlıktan ölmekte ve hükümetin
çıkardığı yoksulluk yasası yeterli gelmemektedir (Hobsbawm, 2005, 73-89). Doğal
olarak Marx’ın kuramı da aynı sertlikte bir karşıt duruş sergilemiştir. Bizim için önemli
olan nokta şudur ki, çatışma kuramının işçi sınıfına uygulanışı ne ifade edecektir ve ne
gibi sonuçlar doğuracaktır? Bunun yansımalarının ülkemiz işçilerinde ne tür bir akis
bulduğu da önemlidir. Diğer bir noktada aşağıda açıklanacak olan tarihsel sürecin
doğurduğu bir toplumsal deneyimin kuramı olan Marksist teorinin dine bakış açısının
bizler için ifade ettiği anlamdır. Bu anlam inceleyeceğimiz işçiler üzerinde nasıl
gerçekleşmiştir bunu yorumlayacağız.
Yine Max Weber’in o dönemde ortaya çıkan sanayileşme hamlelerinden güç
alarak ortaya koyduğu teorinin din sosyolojisi açısından ifade ettiği anlam Marksizm’in
karşısındadır. Ayrıca dine toplumsal açıdan biçtiği rolde teorik olarak bize yol gösterici
olmasının yanında, gerçekten önemli olan ise işçi sınıfı bağlamında ortaya bir ideoloji
koymanın toplumsal anlamı teorik olarak nasıl reddedilebilir bunu göreceğiz.
7
Ayrıca o dönemde Durkheim’in Rönesans ve Reform sürecinin dini kurumsal
olarak toplum hayatının dışına itmiş olmasının verdiği bir bakış açısıyla yeni bir seküler
anlam projesi yaratabilmek için dinin toplumsal konumunun kökenine inerek
araştırmasının yanında ortaya çıkan modern-aydınlanmış toplum çözümlemelerinde
hayatın karmaşıklaşmasına binaen işbölümünde ortaya çıkan değişim, dönüşüm ve
farklılaşmanın işçiler açısından ifade ettiği anlam fonksiyonel bir bakış açısıyla bize
yeni bir yol çizecektir. Bu bağlamda toplum da yeknesak bir düzen arz etmemektedir.
Toplumlarda ilk insanlardan bugüne ulaşan farklılaşmalardan kaynaklanan toplumsal
eşitsizliklerin
yol
açtığı
tabakalaşma
farklı
şekillerde
isimlendirilmiş
ve
değerlendirilmiştir. Tüm bu noktaları da göz önünde bulundurarak tabakalaşma
kavramını ve onun anlaşılma biçimlerini tarihsel sürecinden başlayarak ve farklı
dinlerden ve toplumlardan örnekler vererek inceleyebiliriz.
Sosyolojide tabakalaşma terimi genellikle yapılaşmış toplumsal eşitsizlik
araştırmaları; yani, insan grupları arasında, toplumsal süreçlerle ilişkilerin maksat dışı
sonuçlarından kaynaklanan sistematik eşitsizlikleri inceleyen araştırmalar için
kullanılmaktadır (Marshall, 1999, 710). Tarihi süreç içerisinde toplumlarda gözlenen
farklılaşmalar genel anlamda bu sosyolojik kavram içerisinde değerlendirilmiştir. Fakat
burada terimin ifade ettiği anlama bakacak olursak toplum içerisinde mevcut olan
farklılaşmaların bir değer ifade edecek biçimde vurgulanmasını görmekteyiz.
İnsanlar arasındaki bir eşitsizlik sistemini ifade eden toplumsal tabakalaşma
arzulanan toplumsal ödüllere sahip olmada daha az veya daha çok paya sahip olmaya
dayanır. Bu ödüller servet, gelir, mesleki prestij, eğitim ve de servetin özel bir türü
olarak dinî olabilir. Bu noktada arzu edilen malların az olması ve bu nedenle toplumun
bütün üyelerinin nihai doyuma ulaşamamaları toplumsal tabakalaşma için şart olarak
gözükmektedir (Kehrer, 1996, 70-71).
Bir toplum veya grup içinde sosyal statü farklılaşmalarını ifade eden
(Türkdoğan, 2004, 398) tabakalaşma sert, bariz ve oturaklı veya aksine biraz gevşek ve
çalkantılı olabilir. Kişinin yeteneği, gücü ve becerikliliğinin ölçüt olduğu yerde,
sınıfların kararlılığı daha az bariz olmak eğilimindedir; fakat kriterin sülale veya doğum
olduğu yerde o, donmaya yüz tutar (Wach, 1995, 267).
Ayrıca tabakalaşma olgusunun, esas olarak, gerek “tabii”, gerekse “sosyal”
“eşitsizlik”lerin varlığına dayandığı görülmekte, yine zaman ve mekân itibariyle tüm
toplumlarda görülen, sayısı ve belirleyiciliği değişiklik arz eden çeşitli sosyal faktörlerin
8
etkisiyle ortaya çıkan, nüfusun hiyerarşik bir tarzda farklılaşması olgusu da
kastedilmektedir (Aslantürk & Amman, 1999, 334-335).
1.1.2. Kast Sistemi
Özellikle dar anlamı ile bir Hindu tabakalaşma sistemi, daha geniş bir anlamda
kişileri farklı toplumsal düzeylerde donduran, hiyerarşik ve sosyal bir teşkilata işaret
eden “kast sistemi” bunun tipik örneğini oluşturmaktadır (Nottıngham, 1964, 47; Wach,
1995, 265; Aron, 1992, 17). Hindistan’daki kast sistemi organik bir “çoklu toplum”
oluşturur.(Sprott, 2002, 91). Şöyle ki “Kast, toplumda insanları ırk, etnisite gibi aidiyet
bağlarına veya toplumdaki unvan ve prestij ölçütlerine göre ayıran ve yine kişinin
içinde doğduğu bir durum(ascriptive) olarak algılanan bir sistemdir” (Sezal, 2002, 300).
Sonuçta bu ayrımın toplumsal yaşam içerisinde bir meslekî ayrım olarak görülmesi
yanında özellikle farklı kastlarda yer alan insanların yaşam biçimlerinde de
farklılaşmanın yer aldığını görüyoruz. Yine Hindu inanışında yer alan reenkarnasyon
inancının da kast sistemi içinde ki farklılaşmayı göz önünde bulunduran bir anlayışı
içinde barındırması da önem arz etmektedir. Şöyle ki bu inancın fatalist bir yaklaşımla
insanları, içinde bulundukları durumu tabi karşılar bir yoruma götürmesi hiyerarşik
düzenin devamı için olan bir zemini ifade etmektedir. Sonuçta Hint dininin belli başlı
özelliklerinden biri olarak kastların varlığı, ruh göçü inancıyla desteklenmesinin
yanında boyun eğme anlayışıyla da bütünleşmiştir.
Bu inancın toplumdaki yansıması Hindistan’a has bir durum ortaya
çıkarmaktadır. Hindistan, beslenme imkânları çok büyük değişiklikler gösteren bir
ülkedir. Toplum içinde, toprağın insana değişik beslenme imkânı tanımasının ifadesi de
kast sistemi olacaktır. Su boylarında doğan kimseler nasıl doğuştan Tanrı eliyle
avantajlı oluyorsa üst kastlarda doğanlarda öyle olacaklardır (Sezer, 1981, 49). Çünkü
doğumun doğal bir süreç değil, aynı zamanda doğaüstü güçlerce belirlenen bir süreç
olduğuna inanılıyordu (Erbaş, 2007, 132; Weber, 1998, 162).
Hint uygarlık modelinin teolojik dille ifadesi olan Brahmanizm, kast sistemi ile
içinde geliştiği toplumsal ve ekonomik düzeni ideoloji düzeyinde onaylarken kurulu
düzenin dini olarak görülmektedir. Bu arada Brahmanizm’in “kast dışı” olarak dışladığı
halkın Buddhizm’in kurduğu manastır yaşayışı içinde disiplin altına alınmasından,
kurulu düzenin hoşnut olduğunu görüyoruz. Böylece Buddhizm tarihte özel bir rol
oynayarak Hindistan toplumunda işsiz, üretici olmayan halkların toplumsal intiharlarına
9
araç ödevini yüklenmiştir. Gerçekte Buddhizm “kast dışı” halkın sefaletine manevi bir
destek kazandırarak içinde yaşadıkları perişan durumun sürmesine yol açmakta ve bu
duruma dini bir açıklama getirerek “kast dışı” halkın kabullenmesine izin vermektedir
(Sezer, 1981, 52-55; Kehrer, 1996, 65).
Sosyal tabakalaşma sürecinin olduğu yerde, dini kavramlar, takva şekilleri ve
ibadet teşkilatı, sosyal şartların ve toplumsal değişikliklerin kendilerinde meydana
getirdikleri etkileri tezahür ettirebilirler ve bu sonuncular bir uyarıcı ve bir dini
saiklenmenin etkisinin varlığını tam olarak ortaya çıkarabilirler (Wach, 1995, 263)
derken Wach’da bu duruma işaret etmektedir.
Kısacası, Hind kast sistemi dinî inançlar temeli üzerine oturmuş bulunan bir
sosyal farklılaşma ve tabakalaşma örneğidir ve bu örnekte din, bir toplumsal farklılaşma
veya toplumsal farklılıkları meşrulaştırma fonksiyonu görmektedir (Günay, 2003, 323324; Kehrer, 1996, 64).
1.1.3. Feodal Sistem
Ortaçağ Avrupası’nda görülen feodal sistem de toplumsal tabakalaşmanın diğer
bir örneğini teşkil eder. Asiller, rahipler ve serflerden oluşan bu sistemde her bir grubun
hukuken tanınmış hakları görevleri ve imtiyazları vardır. Bunlar krallık tarafından
saptanan yazılı kanunlarla belirlenmektedir. En üstte krallık, monarşi ve asiller olmak
üzere, krallığa bağlı toprak sahipleri ve derebeyleri bulunur. Geleneksel tabakalaşma
sistemlerinin hepsinde görülen bir özellik olarak, hiyerarşinin en üst basamağında
toprak sahipliği sistemine paralel ancak bu sistemden ayrı olarak yer alanlar; Tanrı’nın
elçileri olarak kabul edilen din adamlarıdır. [Ortaçağda servetin üçte biri ruhban
sınıfının elinde bulunuyordu ve rahipler buralarda köylüleri toprağa bağlı köle olarak
çalıştırıyorlardı.] (Aron, 1992, 18). Son olarak ise büyük çoğunluğunu çalışan kulların
(serfs) oluşturduğu, ancak içinde bağımsız köylülerin, zanaatkârların, küçük ticaret
erbabının da bulunduğu avam tabaka gelir (Sezal, 2002, 301-302; Aslantürk & Amman,
1999, 341-342; Aron, 1992, 16).
Feodalizm’in Avrupa’nın Batı dışı halkların baskısına karşı kendisini korumak
için aldığı bir toplum biçimi olduğunu belirten Sezer, feodalizmin temelinde de belirli
toprak noktalarına yerleşmiş kalelerle korunan ufak üretim birimlerinin yer aldığını
ifade eder. Kölelik düzeninin iç çelişkilerinin feodalizmi hazırlayıcı nedenlerin doğuş
koşullarını çıkardığını kabul eden Sezer, kölelik düzeninin çıkmazlarının, mutlaka
10
belirli bir tarihte Batı Avrupa’da olduğu gibi feodal bir biçimde de çözülmesini
gerektirmezdi, der. Şöyle ki Roma (Batı) üzerine yoğunlaşan barbar baskılarına karşı
kendi kişiliğini bir bütün olarak koruyamayınca kendini koruma içgüdüsüyle küçük
birimlere bölünmüştür. Siyasi güç de, barbar baskısı karşısında üretimin sürmesini
sağlayan, savunma üstünlükleri olan noktaları elinde tutan ve barbarlara karşı küçük
birimler halinde savaş imkânını ortaya çıkaran feodallerin elinde toplanmaktadır.
Serfliğin ise üretim birimleri dışında saldırılardan dolayı üretim yapamayan köylünün
savunulabilir bu alanlardaki toprağa bağlanmasıyla ortaya çıktığını görüyoruz. Serflerin
kölelerden farkı ise mülk olmakla birlikte artık mal olmamasında yatmaktadır. Bir
senyörden diğerine alınıp satılabilen serfler eğer üretici olarak devam etmek istiyorlarsa
toprağı terk edemezlerdi. Serflik zaten köleliğe benzeyen bir şekilde toprağa bağlılık
anlamına gelmektedir (Sezer, 1981, 123-125; Sprott, 2002, 90; Aslantürk & Amman,
1999, 341; Marshall, 1999, 650).
Krala karşı vergi ve asker vermekle yükümlü olan derebeyleri, kullarına toprağı
kullandırır ve onlardan belirlediği oranda vergi alır ve askerlik görevi isterdi (Sezal,
2002, 302).
Weberci terimlerle, feodalizm, geleneksel bir tahakküm tarzı bağlamında
karizmanın rutinleşmesinin bir örneğini temsil etmekteydi. Dolayısıyla iktidar, bir
fieflik sistemiyle desteklenmiş olarak patrimonyal şekilde örgütleniyor ve serflerin
toprağı işleme hakkı karşılığında lordlarına değişen oranlarda ve genellikle çok çeşitli
biçimlerde rant ödemeye zorlandıkları bir sömürü sistemine dayanıyordu. Weber’e göre,
sistemin iç dinamiğini kazandıran etken rant mücadeleleriydi (Marshall, 1999, 243).
Feodal dönemlerde özgür olmayan, bir anlamda özgür olanla karışır, ancak keyfi
bir hat çizer ve bunun üzerinden bakarsak, ya da bütün insanların yasa karşısında özgür
olduğu bir toplumu dikkate alırsak, kölelik görevlerinin varlığı veya yokluğuna değil,
kabul edilen veya hissedilen üstünlük ve aşağılık düşüncelerine dayanan bir
tabakalaşmayla karşılaşırız. Aslında eşitsizlik esas olarak ekonomik değil hukuksaldı ve
büyük servet farklılıklarına karşın, sadece gelire değil, yasal statüye dayanıyordu.
Siyasal haklar bir yana, medeni haklar bile herkes için eşit değildi ve sınıftan sınıfa
farklılık gösteriyordu. (Sprott, 2002, 90-92).
11
1.1.4. Sosyal Sınıflar
Diğer tüm toplumsal tabakalanma sistemlerinden farklı olarak kişinin içinde
doğduğu mevkiyi/statüyü değiştirebilme özelliğine sahip olduğu, bunu da kendi
yetenekleri ve kazanımları ile yapabileceği için (Aron, 1992, 17) değişime ve
dinamizme en açık sistem olarak tanımlanır. Sosyal sınıf, genel olarak ekonomik
kaynaklara aynı uzaklıkta veya yakınlıkta olan, bu ortaklığında üyelerinin siyasi ve
toplumsal yaşam tarzlarını, tercihlerini belirleyen büyük bir topluluk kesiti olarak
tanımlayabiliriz (Sezal, 2002, 303).
1.1.5. Sınıf Kuramları
Toplumsal tabakalaşmanın tarihi süreç içerisinde devam eden bir eşitsizlik
örneği olduğu ve sürecin farklı bakış açılarıyla ve farklı çıkış noktaları sağlayan kültürel
dinamiklerden ve/veya ideolojik perspektiften değerlendirilmeye tabi tutulduğuna şahit
oluyoruz.
Sosyal tabakalaşmanın daima bir eşitsizlik halinin ifadesi olduğu üst tabakalara
gidildikçe insanların alt tabakalarda bulunanlara göre daha fazla hak sahibi olduğu veya
bazı haklardan daha fazla yararlandığı görülmektedir (Aron, 1992, 5).
Şurası bir gerçek ki bütün toplumlarda bazı gruplar, zenginlik, saygınlık ve güç
gibi maddi ve maddi olmayan değerli mallara sahip olma konusunda sistemli olarak
dışlanırlar (Erbaş, 2007, 131).
Basit teknoloji ve üretim sistemine sahip olan toplumlardan başlayan eşitsizliğin,
farklılaşmanın, üretim vasıtalarının alabildiğine çeşitlendiği günümüz toplumuna
uzanan tarihinde farklı boyutlar ve özellikler sergilediğine şahit olmaktayız.
Eşitsizliğin boyutlarının toplumlarda değişik ölçülerde olmasının yanında aynı
şekilde işleyişinde farklılaştığına şahit olmaktayız. Mesela bütün ortaçağ Avrupası’nı
feodal sistem içerisinde ileriye dönük olarak evrilen bir yapı içerisinde görmemiz tek
boyutlu bir bakış açısının sakıncasını taşıyorsa aynı şekilde Hint Toplumu’nun tümünü
de sadece kast sisteminin katı, geçirgen olmayan bir genellemesi içerisinde
değerlendirmemiz de mümkün olmasa gerektir. F. Braudel’in XI. İle XV. yy. arasını
sadece “Feodalizm” ile ifade etmenin yanlışlığına dikkat çekmesi ve “tek bir sistem
değil de sistemler; tek bir hiyerarşi değil, hiyerarşiler; tek bir üretim tarzı değil, üretim
tarzları; tek bir kültür değil, kültürler, bilinçlenmeler, diller, yaşama sanatları. Her şey
çoğul hale getirilmelidir” (Aslantürk & Amman, 1999, 342), sözünün önemli olduğunu
12
düşünüyoruz. Özellikle de bu bakış açısının günümüzde ifade ettiği anlamın, Lenski’nin
ifadesiyle Modern sanayi toplumlarında çok boyutlu çözümlemeye duyulan gereksinime
uyarlanması, çoğulculuğu daha çok içerecektir (Poloma, 1993, 136).
Bu noktada aynı toplum içerisinde yaşayan insanlar arasındaki etkilenmeleri göz
ardı etmemekle birlikte mesela J. Wach’ın Hint kast sisteminden etkilenen
Müslümanların Hindistan’da iki tabakaya (Şerif zatlar, Ajlat zatlar) ayrıldığını
söylemesi ve bunu direk o sistemin devamı içerisinde değerlendirmesi yanlış anlamalara
meydan verebilmektedir (Wach, 1995, 270).
Genel anlamda bakış açısının önemini vurgulayan bu değerlendirmeden sonra
sınıf tartışmalarında da görüleceği gibi sınıf tanımlamalarının ve çeşitli değişkenlere
göre belirlenen sınıf yapılarının farklı bölge, deneyim ve dönem içerisinde bulunan
sosyologlar tarafından özellikle konunun ideolojik boyutdan da etkilenmesiyle
farklılıklar arz ettiğini belirtmemiz gerekir.
Modern zamanlar da, geleneksel ve değişmez kastların yerine daha esnek
zümrelerin geçtiği görülmektedir. Aslında süreç içerisinde en katı toplumsal yapılar bile
yeteneklilerden faydalanmak ister, alt kastta doğup ve gerekli becerilere sahip olanların
sistemi zorladığı görülmüştür. Genel anlamda, objektif veya sübjektif olarak sülale,
meşguliyet benzerliği, zenginlik, eğitim, yaşam biçimi, kavramlar ve duygular, tutumlar
ve davranışlar tarafından karakterize edilen sınıflar ilk önce Batı’da gelişmişlerdir
(Wach, 1995, 270).
“Sınıf” kavramı, ilk kez 19. yy’da Fransız devrimi sonrasında oluşan kargaşa
ortamında ve sanayinin ilerlemesi ile Avrupa toplumunda oluşmaya başlayan yeni
gruplaşmalar onucunda ortaya çıktı. Aslında Wallerstain’in ifadesiyle bu kavram
Yunanlılar zamanında biliniyordu ve 18. yüzyıl Avrupa toplumsal düşüncesinde ve
Fransız Devrimi’nden sonra yazılan eserlerde yeniden ortaya çıktı (Wallerstain, 2007,
141). Nitekim Marx’da, “sınıflar” kavramını ilk kez kendisinin keşfetmemiş olduğunu
ifade ederek bu kavramın ortaya atılışının Fransız tarihçisi Guizot tarafından
gerçekleştirildiğini söyler. Marx’ın çalışmalarını takip eden yıllarda, siyasal bir nitelik
taşımayan akademik sosyolojinin gelişmesiyle sınıf kavramı politik anlamından
soyutlanarak da kullanılmaya başlandı. İçerdiği sosyal bilinç ya da siyasal saflaşma
anlamından uzaklaşarak, üretim süreci içerisinde birbirine benzer roller oynayan
herhangi bir grup anlamı kazandı. Üretim sürecinde yapılan iş ya da mesleki gruplaşma,
bu süreçte alınacak konumun genel bir ölçeği haline geldi (Birnbaum, 2002, 14-15).
13
Modern toplumların başlangıcında 1789 Fransız İhtilâlinin prensiplerinin
neticesi olarak hukuki sınıf ve asalet farklarının kalkması ve sanayi inkılâbının
ekonomik sonuçları sınıf ayrımının da muhtevasını değiştirmiştir.
Bu büyük değişim, sosyal ayrımdaki sertliği azaltmıştır. Ayrım belirli hukuk
kaidelerine, bir siyasi teşkilata hatta dini prensiplere dayanır olmaktan çıkınca, bizzat
ekonomik hayatın kendisi gibi daha yumuşak, daha kararsız bir özellik almış; sosyal
sınıflar arasındaki sınırlar daha belirsiz, bir sınıftan diğerine geçmek daha kolay hale
gelmiştir (Laroque, 1969, 23-25; Sezen, 1990, 26).
Aslında toplumsal sınıflar kesinlikle ekonomik işbölümünün farklılaşmasından
kaynaklanıyor ve onu pekiştiriyor olmakla beraber, iş ilişkileri gibi ekonomik ilişkilerle
direkt olarak sınırlanamaz. Sınıflar, ana babaların çocuklarını nasıl yetiştirdiklerinden
dinsel tutumlara kadar yaşamın bütün alanlarına ilişkin davranışları şekillendirir.
Toplumsal sınıf bu yönüyle işten daha kapsamlı bir şeydir. Hem resmi ve akademik
çözümlemelerde hem de popüler düşüncede on binlerce mesleğin hepsi bir sınıfa
indirgenebilir; çünkü Marx’ın belirttiği gibi “üretim araçlarıyla olan ilişki” çerçevesinde
bazıları işçi bazıları da sahip olarak ortak bir vaziyet alırlar. Yani sınıflar sadece
gözlemcinin kurguları değildir ve sınıflara ait insanlar normalde bu gerçekliğin
bilincindedir (Erbaş, 2007, 140; Öğütle & Çeğin, 2007, 20).
Genel bir gözlem olarak, yirminci yüzyıldan başlayarak Batı dünyasının belli
başlı kapitalist toplumları, asıl olarak, en dikkate değer biçimde kentsel ücretli
emekçiler ile kapitalist girişimciler arasındaki ekonomik sınıf bölünmelerine göre
örgütlemişlerdir. Toplumsal tabakalaşmanın kültürel (hayat tarzları) ve hukuksal-politik
(statü) yönleri, politik ve sosyal olarak, üretim araçlarına sahip olanlar ile emek gücü
sağlayanlar arasındaki temel bölünmeden daha az önemli olmuştur (Turner, 2001, 58).
Bu sınıf değerlendirmelerinin açtığı kuramsal farklılaşmaların toplumsal hayatın
farklı cephelerini aydınlattığını (Wallace & Wolf, 2004, 16) düşünerek kuramsal bakış
açılarına geçebiliriz.
1.1.6. Marksizm ve Çatışma Kuramı
Sınıf kavramı Marksist gelenekte esas olarak sınıf çatışması ve değişme
analizlerinin içeriğine yerleştirilmişti. Sınıf, hem sermaye ve emeğin zıt çıkarlarıyla
oluşmuş toplumsal gerilimlerin yapısal kaynaklarına, hem de bu gerilimlerle
eklemlenen toplumsal kategorilere (bilinçlilik ve örgütlenmenin değişen oranlarına)
14
işaret eder. (Erbaş, 2007, 36). Marx’a göre sınıf, hangi cemiyette olursa olsun, mertebeli
olarak mevcut bulunan grupları ifade eder ve sosyal sınıfların kaynağı da istihsal
organizasyonunda bulunabilir. Ayrıca bu sosyal sınıf kendi şuuruna varır, diğer sosyal
gruplarla münasebetinde ve onlarla mücadele içinde kendi birliğini fark eder. Marx’ın
doktrininin ikinci cephesi ise tarih felsefesidir; merkezinde sınıf kavramı bulunan bu
felsefeye göre her cemiyet, istihsal vasıtalarına sahip olan, siyasi hâkimiyeti elinde
bulunduran ve diğerlerini istismar eden bir hâkim sınıfa sahiptir. Sonuçta kapitalist
cemiyet geliştiği ölçüde çeşitli sosyal guruplar iki esas sınıf etrafında kutuplaşırsa,
burjuvazi ile proleterya arasında mücadele olacaktır ve bütün iş bu iki gruptan birini
tercih etme meselesinden ibarettir (Aron, 1992, 51-68).
Marx insanlık tarihinin sınıf mücadeleleri tarihinden ibaret bulunduğunu söyler
(Fındıkoğlu, 1975, 71, 379). Her cemiyet üretim güçleri ve üretim ilişkilerinin neticesi
olarak ortaya çıkan sınıflar halinde organize olmuştur (Aron, 1992, 7-50; Wallace &
Wolf, 2004, 97; Aron, 1994, 109; Türkdoğan, 2004, 399). Yalnız sınıf, hiçbir zaman tek
bir homojen birlik değil, tam tersine, benzer bir işlevi, değerleri, özlemleri ve çıkarları
paylaşan bir gruplar yani fraksiyonlar kümesidir (Swingewood, 1998, 112). Aslında
Marx, sınıfı daha genel anlamda ekonomik olarak, mülkiyet ile olan ilişkileri birbirine
benzeyen insanlardan oluşan ve bu açıdan da ya mülk sahibi olmayan ya da aynı mülk
tipine sahip olan insanlar olarak tarif etmektedir (Wallace & Wolf, 2004, 97-98; Aron,
1992, 8).
Marx 1946’da yazdığı Alman İdeolojisi’nde insanlık tarihini ifade ettiğimiz
bağlamda kapsayan dört ayrı toplum biçimini saptamıştı, ilkel komünizm, antik ya da
köleci toplum, feodalizm ve kapitalizm. Marx, bu toplum biçimlerinin birbirlerini ne
şekilde izlediklerini de araştırmıştır ve her toplum biçiminde, mülkiyete egemen olan
ideolojilerin üretici güçlerin gelişmesine dayattığı sınırlamalar yüzünden yavaş yavaş
bir takım çelişkiler ortaya çıktığına dikkat çekmiştir. Bu çelişkiler tüm toplumlarda
(komünist toplum hariç) işbölümü örgütlenmesiyle yaratılan sınıflar arasında ortaya
çıkan artı değer -Bir ürün üretilirken onun üretiminde yer alan bütün öğelerin payı
çıkarıldıktan sonra geriye kalan şeydir (Ozankaya, 1976, 135). Artı değer olanağını ise,
işçinin kendini geçindirme değerinin(zaruri emek) normal şartlarda, çalışılan saat
toplamından daha fazla zamanda üretilmesi gerekliliğidir (Marshall, 1999, 184). Marx
mülkiyet esasına dayalı olarak kapitalist toplumları da burjuvazi ve proleterya olarak
tanımladığı iki sınıflı bir toplum modeli içerisinde düşünerek insanlığın esas tabiatını
gerçekleştireceği bir komünist ütopyaya doğru evrimleştiği bir tarih kuramı
15
geliştirmiştir (Marshall, 1999, 478; Swingewood, 1998, 109-110; Wallace & Wolf,
2004, 94-185).
Marx’ın sınıf kuramı, görüldüğü gibi, yalnızca toplumsal yapı kuramı değil aynı
zamanda da değişim kuramıdır (Wallace & Wolf, 2004, 97). Nitekim Marx’ın kapitalist
toplumlar için “sermayenin büyümesi ve proleteryadaki artış aynı sürecin –zıt olsa bilebirbirine bağlı sonuçları olarak görünmektedir” (Munck, 1995, 53) ifadesi de sürecin
devam ettiğine ve işçi sınıfının oluşumuna dair belirlemesine işaret olarak görülebilir.
Marx bir sosyal sınıftan bahsedebilmek için ifade edilen hususların haricinde
kendi birliklerinin şuuruna vararak kendisini diğer sınıflara karşı yürüteceği bir
mücadele alanında gören bir anlayışın olması gerektiğini savunur (Aron, 1992, 52-53).
Herhangi bir sosyal kategorinin sınıf sayılabilmesi için bu kategorideki
insanların sadece üretim vasıtaları bakımından aynı durumda bulunması (objektif sınıf
mevkii) yetmez, aynı zamanda bu grubun kendini başka gruplardan ayrı tutması ve
onlarla zıt menfaat ilişkileri içinde olduğunu bilmesi (sübjektif sınıf şuuru) da gerekir
(Aron,1992, 8).
Burada ifade edilen kendinde sınıf ile kendisi için sınıf ayrımı, Marksist
literatürdeki diğer adıyla sınıf yapısı ile sınıf oluşumu arasındaki ayrıma tekabül
etmektedir. Bu hususta Wright şunu ifade eder: ”Klasik Marksizm’de genel olarak sınıf
yapısı ile sınıf oluşumu arasındaki ilişkinin görece sorunsuz olduğu düşünüldü. Bilhassa
işçi sınıfı analizinde, yapısal olarak tanımlanan proleterya ile mücadele içindeki kolektif
bir aktör olarak proleterya arasında birebir ilişki olduğu varsayıldı çoğu zaman. İşçi
sınıfının kendinde sınıftan (yapısal olarak belirlenmiş sınıftan) kendisi için sınıfa
(kolektif mücadeleye girişmiş sınıfa) dönüşmesi, pürüzsüz ve sorunsuz bir süreç
olmayabilecekse de kaçınılmaz bir süreçti.”
Bu belirlenimciliğe karşı çıkan Wright: ”Sınıf yapısı, tek bir sınıf oluşumu
modeli doğurmaz; daha ziyade o, farklı türlerdeki sınıf oluşumlarına temel olan
olasılıkları belirler” der (Wright, 1998, 29).
Sonuçta Marx’a göre; kendisi için olan sınıf, devrimci bir parti olarak politik
örgütlenmesini gerçekleştirerek kapitalist sistemin çöküşüne yol açacaktı. Görüldüğü
gibi Marx, sınıf ilişkilerinin kültürel, ideolojik ve eğitsel özelliklerinin önemini kabul
etmekle birlikte, kapitalist toplumun ekonomik örgütlenmesine ve sınıfların ekonomik
açıdan tanımlanmasına özel bir önem atfetmiştir. Bu noktada da Marx, genelde, sınıf
içindeki statü farklılaşmalarını önemsiz, geçici ya da ekonomik açıdan üretilmiş olarak
ele aldı (Turner, 2001, 64).
16
Hâlbuki günümüzde emek genel kategorisinin, emek hizmetlerini satanların
piyasa durumlarındaki değişmeleri ve sahip oldukları yaşam fırsatlarını yansıtamayacak
kadar geniş kapsamlı olduğunu görmekteyiz. Sınıf çatışmasının merkezkaç güçlerinin
bütün ara tabakaları ya bir tarafa ya da diğerine itmesiyle burjuvazi ile proleterya
arasındaki boşluğun giderek daralması durumu ortaya çıkmamaktadır.
Ayrıca diğer açıdan modern korporasyonların ortaya çıkışı ve mülkiyet ile
denetimin birbirinden ayrılışından sonra artık ayrı bir kapitalist girişimciler sınıfının
varolmadığı şeklinde görüşlerde vardır. Bu gelişmenin kendisi –en iyi Burnham ve
Dahrendorf’un yapıtlarında ortaya konduğu gibi- sınıf egemenliğinin temel gerçeği
olarak mülkiyet haklarının alınmasına karşı menajeryel (yönetsel) otoriteyi çıkaran
çeşitli kuramların üretilmesine esin kaynağı oldu (Bottomore & Nisbet, 2002, 601).
Marksist çatışma kuramına yöneltilen eleştirilerin özellikle işçi sınıfının
günümüzde aldığı konumlanmaya yönelik olmasının yanında Marksist felsefenin işçi
sınıfına biçtiği kıymet hükümlerine yönelik olduğunu da görüyoruz.
Marx’ın özellikle Hegel’in felsefesinden yola çıkarak ekonomik merkezli
uyarlaması olan yabancılaşma kavramı da sosyolojisinde değerlendirilmeye değer.
Yabancılaşma kapitalizmin toplumsal ve iktisadi düzenlemelerine içkin olan nesnel bir
durumdur (Marshall, 1999, 798). Şöyle ki; Marx, sınıf toplumunun sömürü ve yapay
bilinçliliği
beslemekten
başka,
bu
toplumun
ekonomik
hayatının
yapısının
yabancılaşmayı yarattığına inanır. İş bölümü, özel mülkiyet kurumu ve ticari ilişkilerin
bütün nakit para bağlantıları, insanları yalnız ürettiklerine ve üretim işine karşı değil,
kendilerine ve arkadaşlarına karşı da yabancılaştırır (Wallace & Wolf, 2004, 104;
Kızılçelik, 1994, 307-308).
Emek gücü insanlığı -“tür olma”yı- tanımlar; bu şekilde ihtiyaçların karşılanması
insanların yetilerini ve potansiyelini geliştirir. Fakat üretimin tüm biçimleri
“nesneleşme”yle sonuçlanır ve insanlar bu süreçte, kendi yaratıcı yeteneklerinin somut
ürünleri olan, ancak yaratıcılarından fiilen ayrılmaya başlayan malları imal ederler.
Yabancılaşma, işte insanlığın türsel varlığıyla nesneleşmesinin kapitalizmde büründüğü
çarpık biçimidir (Marshall, 1999, 798). Görüldüğü gibi; emeğin kendisi gibi, emeğin
yabancılaşması da, Marx için, sadece düşünsel ya da tinsel alanda değil, insanın fiziksel
varoluş ve maddi üretim dünyasında yer alan bir süreçtir. “Yabancılaşmış emek”, bazı
insanlara başkalarının zorladıkları bir çalışma, özgür yaratıcı etkinliğe karşıt olarak
“zoraki emek”tir; ayrıca, işçi tarafından onunla üretilenlere, başkalarınca, yani “üretim
sisteminin efendileri”nce el konulan emek türüdür (Bottomore & Nisbet, 2002, 131).
17
Marksist çatışma kuramında işçi sınıfı ise bu noktada “insanlığı yitirtiyor olma”nın
bilincindedir ve bu sorunun üstesinden gelmenin yollarını arayan tek sınıftır. İşçi sınıfı,
deyim yerindeyse, meta’nın kendine yabancılaşmasıdır, fakat kendine yabancılaşarak
bir eleştirel devrimci bilinç, bir sınıf bilinci geliştirir (Löwith, 1999, 161).
Bottomore tarafından aktarılan Marx’ın şu sözüyle çatışma kuramının temel
bakış açısının alt yapı ve üst yapı bağlamında cereyan ettiğini ve sonucun ise kaçınılmaz
bir sonuç gibi sunulduğunu görüyoruz. Öyle ki kuramın insana bakış açısı da,
gördüğümüz gibi, insanın kurtuluşu, yabancılaşma gibi hümanist kavramların bu
düzlemde ifade edilen yorumlarında bilinçli insan öznesini özellikle kitlesel katılımlı bir
varlık anlayışıyla kendisine dayanak yapıyor. “Yaptıkları toplumsal üretimde insanlar
kaçınılmaz ve iradelerinden bağımsız belirli ilişkilere girerler: Bu üretim ilişkileri,
onların maddi üretim güçlerinin gelişmesinin belirli bir aşamasına karşılıktır. Bu üretim
ilişkilerinin tümü, toplumun ekonomik yapısını, yani belirli toplumsal bilinç
biçimlerinin karşılık olduğu ve yasal ve siyasal üst yapıların yükseldiği gerçek temeli
oluşturur. Maddi yaşamın üretim tarzı, yaşamın toplumsal, yasal ve tinsel süreçlerinin
genel niteliğini belirler… Gelişmelerinin belirli bir aşamasında, toplumdaki maddi
üretim güçleri varolan üretim ilişkileriyle ya da –aynı şeyin yasa diliyle anlatımından
başka bir şey olamayan- o zamana dek içinde işledikleri mülkiyet ilişkileriyle
çatışırlar… O zaman bir toplumsal devrim dönemi başlar” (Bottomore & Nisbet, 2002,
132). Bu toplumsal devrim döneminin mantığı işçi sınıfının insanında kendisini gösterir.
Çünkü ücretli işçi, iş gücünü satan ve kahramanlaştıran ve böylece de kişiselleştirilmiş
bir meta olmasıyla burjuva toplumunun anatomisi haline gelir. Sonuçta savunacağı özel
bir çıkarı olmayan evrensel bir katman olarak, işçi sınıfının kendini özgürleştirmesiyle,
özel kapitalist ekonomi ve özel mülkiyetle birlikte, insan varoluşunun niteliklerinin
temel öğelerini oluşturan özel tarz da sona ermektedir. Bu sorun, evrensel insan
topluluğunda, tüm üyelerin katıldığı toplumsal ekonomi ve toplumsal mülkiyetle aşılır.
Burjuva bireyinin saf bağımsızlığı, yerel toplumun en küçük formlar topluluğu, ya da
bireyler arasındaki dolaysız ilişkiler olmayan, ama kamu yaşamının topluluğu
durumunda olan toplumun en ileri aşamada sahip olduğu olumlu özgürlükle yer
değiştirir (Löwith, 1999, 163).
Genel anlamda Marx’ın bu çözümlemelerine eleştiriler gelmiştir. Marx dinin
felsefi eleştirisini üstlenir, sonra politik eleştirisini daha sonra da felsefeyi, politikayı ve
tüm diğer ideolojileri. Tabi ki onun bu eleştirilerinde temel çıkış noktasının ekonomi
oluşu birçok açıdan dinin ve farklı birçok ideolojinin insana bakış açısını
18
yaralamaktadır. Ama sosyolojinin içerisinde kuramsal bir bakış açısı olarak görülen
Marksizm’in özellikle işçi sınıfını içerisine soktuğu tarihi bir etken unsur anlayışıyla
belirlenen yapısıyla mücadele meydanı birçok düzlemde taraftar bulmuştur. Dini açıdan
soyutlanan işçi sınıfı kendisine verilen ve Marx’ta ifadesini bulan ideoloji tarafından
desteklenmeye devam etmekle birlikte özellikle Marx’ın kendi döneminde zamanının
ruhunu aksettiren bir yapılanmayı günümüzde pek mümkün görmemekteyiz. Kuramsal
açıdan işçi sınıfının tarihî konumunu aksettirmekle birlikte özellikle temelde insan
öngörüsünden başlayarak dine biçtiği rol haksız bir durum arz etmektedir. İşçi sınıfının
toplumsal konumunu iyileştirmeye yönelik olarak yaptığı ezenler ve ezilenler
bağlamındaki mücadele vurgusu sadece ekonomik bir çıkış noktasıyla sağlanmamalıydı.
Ayrıca kültürü ve ideolojiyi ekonomik altyapının bir yansıması olarak gören Marx’a
karşın çağdaş toplumbilimciler genellikle üst yapının kendi başına aynı önemde
olduğunu düşünürler. Nitekim Avrupa’da ki birçok Yeni-Marx’çı da, kültürel
faktörlerin, sınıf eşitsizliğini sürdürmekte ve gizil olarak devrimsel değişimi yaratmakta
bağımsız bir rol oynadığına inanmaktadırlar (Wallace & Wolf, 2004, 105; Hamilton,
2001, 95-97). Diğer açıdan Marx’ın sınıf mücadelelerinin sonucunu bir kâhin gibi
belirlemesi de önemlidir. Aron’un da ifade ettiği gibi bu gerçekleşmemiştir. Özellikle
Rusya uygulaması bunun örneğini oluşturmaktadır (Aron, 1997).
Toplumun bir yüzü çatışma diğeri ise işbirliği olan bir madalyona benzeten
Dahrendorf ise, Marx’ı reddederken, ondokuzuncu yüzyıldan bu yana sanayi
toplumlarında ortaya çıkan değişmelerden kimini ele alır. İlk olarak sermayenin
ayrışması yani, üretim araçlarının mülkiyeti ve onlar üzerindeki kontrolün aynı
bireylerde olmayışı, sermayenin mülkiyetini ve kontrolünü elinde tutan burjuvazinin
belirlenmesini zorlaştırmaktadır. İkinci olarak emeğin parçalanması yani, proleteryanın
homojen olmayışı, sınıfsal bir devrimin gerçekleşmesine engel olmaktadır. Son olarak
ta yeni orta sınıfın ortaya çıkışı da öngörüldüğü gibi onları proleteryaya yaklaştırmamış
aksine ayrıştırmıştır. Bu noktada Dahrendorf toplumsal eşitliğin yaygınlaşması ve
toplumsal
hareketliliğin
artışının
çağdaş
kapitalist
toplumlarda
devrimlerin
mayalanmasına engel olduğu görüşündedir.
Dahrendorf sınıfların ortaya çıkmasında hükmetme ve hükmedilmenin ortaya
çıkardığı otorite ilişkilerinden bahseder ve sınıf yapısının da üretim araçlarını
mülkiyetinden daha çok otoriteye dayandığını söyler. Sonuçta çabalar toplumsal
çatışmayı bastırmak yerine, onu etkin bir kurumsallaştırma sayesinde düzenleme
yönünde yoğunlaştırılmalıdır. Çünkü Dahrendorf’a göre de çatışma toplumdan
19
silinemez ve toplumsal yapının değişimi ve gelişimi için işlevseldir. Önemli olan
çatışmanın, bastırılmak yerine etkin bir kurumsallaştırma ile düzenlenmesidir (Poloma,
1993, 116-126; Aslantürk & Amman, 1999, 343).
1.1.7. Max Weber ve Uzlaşma Teorisi
Tek yanlı nedensellik ilkesini benimseyen Marksizm’e karşı, çeşitli ekonomi
olaylarıyla diğer toplumsal olaylar arasındaki ilişkilerin çok daha karmaşık olduğunu
gösteren Weber, gerçeğin bir öğesinin, gerçeğin öteki yönlerinin onlardan etkilenmeden
belirleyicisi olarak değerlendirilmesini reddeder. Bu nokta da Weber, ilk olarak bilimsel
nedenlerle Marksizm’e karşı çıkar; “sıkı ekonomik indirgemecilik, bizatihi ekonomik
olgu konusunda bile hiçbir açıdan sorunu kavramaya yetmez” (Freund, 2002, 187-188).
Açıkçası Weber’in özellikle “Kapitalizmin Ruhu ve Protestan Ahlakı” adlı eseri Parsons
tarafından Marksizm karşısında bir kontratak olarak yorumlanmıştır. Weber’in bu
konuda Marksizm’in tarihsel yapıdaki maddi unsurların anlaşılmasına katkıda
bulunduğunu da belirtmeliyiz (Weber, 1964, XX).
Max Weber, sosyolojik ve ekonomik materyalizmin tek yanlı peşin
tasavvurlarına karşı duranların ilki olmuş ve o, “bir dini tutumun karakteristik
özelliğinin, sadece bir sosyal tabakanın tasviri olarak tezahür eden toplumsal
durumunun fonksiyonu olabileceği ve buna göre bu tutumun yalnızca onun “ideolojik”
anlatımı veya maddi ve manevi menfaatlerinin yansıması olacağı” şeklindeki bir
açıklamayı şiddetle reddetmiştir (Wach, 1995, 35).
Weber’in, Marx’tan farklı olarak tarihî materyalizmi reddetmeye ve dinlerin,
altyapısı üretim ilişkileri tarafından belirlenmiş bir toplumun üstyapısı olduğunu
belirtmek yerine ekonomik davranışı dinlerle açıklamaya çalıştığı söylenmiştir
(Hamilton, 2001, 164-165). Marksist söylemde, ekonomi doğrudan doğruya bir üst yapı
kurumu olan inancı biçimlendirmektedir. Marx insandaki psiko-spiritüel güdüleri de
üretim ilişkilerinin etkisine bağlı ele aldığından, her türlü “ideal”, spiritüel verileri
somut yaşam ilişkileriyle açıkladığından, önsel olarak inanç boyutunu reddetmektedir
(Karagöz, 2003, 193-194). İnsan hayatını düzenlemeyi, insan hayatı da toplumsal
düzlemde cereyan ettiği için toplumsal hayatı dönüştürmeyi, toplumsal hayatta doğa
örgüsü içerisinde gerçekleştiği için doğaya çeki düzen vermeyi amaçlayan Marksist
söylem toplumun yapısını yalnızca kısmen özerk sayması –ayrıca kısmen insanın doğal
çevresiyle, daha doğrusu maddi çevresiyle değişen ilişkisinin sonucu olarak görmesi-
20
nedeniyle dinsel inancın mevcut yapısını bireylerle gruplar arasında yapılanmış bir
ilişkinin doğrudan bir yansıması olarak görmez, fakat spesifik etkileşim sürecinden
doğmuş olarak görür. İnsanın çevreyle ilişkisi öyle bir şeydir ki, onu kendi
ihtiyaçlarının hizmetine sokma çabası belirli grup yapıları –özellikle ekonomik üretime
dayanan yapıları- yaratır. Dolayısıyla dinin ortaya çıktığı şartları yaratan da üretim
sürecinin doğası ve üretim sürecine katılan başlıca gruplar (Sosyo-ekonomik sınıflar)
arasındaki ilişkilerdir. Sosyalizm öncesi bir toplumda insanlar kendi üretimlerinin hem
araçlarına hem de sonuçlarına oldukları gibi birbirlerine de yabancı bir ilişkide dururlar.
Böylesine yaygın bir yabancılaşma içinde dinsel inançlar ve pratikler yükselmeye
devam eder. Bunlar, insanın kaderi üzerindeki denetim eksikliğinden kaynaklanan genel
duyguyu karşılarlar; dinin sürmesi de hem geniş kapsamlı yabancılaşmanın bir işaretidir
hem de toplumsal yapıdaki dengesizlikler ve eşitsizliklerin devam etmesini sağlayan bir
“afyon”dur.
Görüldüğü gibi Marksistler dini, insanın teorik olarak yetkin olduğu
toplumsallıktan mahrum olduğu kabul edilen bir durumda bir telafi mekanizması olarak
görürler. Böylece din, insanları Marksistin yetersiz saydığı ilişkiler etrafında
bütünleştirir. Sonuçta dinin zorunlu bulunması ölçüsünce, insanın tamamlanmamış
olduğu ve insan ilişkilerinin toplumsallığının da yetersiz olacağı iddia edilmiştir
(Robertson, 1996, 127-128).
Weber, dinin kültürel sistemler içinde “yaratıcı yenilik“ kaynağı olabileceği
koşulları göstermiştir. Nitekim Weber, çeşitli toplumlardaki insan davranışlarının bu
insanların varoluş konusundaki genel anlayışları çerçevesinde anlaşılabilir olduğunu;
dinsel dogmaların ve bunların yorumlarının dünyanın bu görüşünün ayrılmaz parçası
olduğunu, bireylerin ve grupların davranışlarını ve özellikle ekonomik davranışlarını
anlamak için bunları anlamak gerektiğini kanıtlamak istemiştir. Öte yandan Max
Weber, dinsel anlayışların ekonomik davranışların gerçekten bir belirleyicisi olduğunu
ve bu bakımdan toplumların ekonomik değişimlerinin nedenlerinden biri olduğunu
göstermek istemiştir (Aron, 1994, 359, 367).
Aslında Weber, Marx’ın insan davranışının arkasında, bilinmese bile, çok zaman
ekonomik çıkarlar olduğu görüşüne karşı değildir. Ancak, ekonomik nitelikleri
toplumsal yapının ve insanın hayattaki şanslarının tek ve en önemli belirleyici etkeni
olarak tanımlamasında Marx’ın yanıldığına inanır. Ona göre, insanın dini, eğitimi ya da
politik grubu, onun için bir başarı ve erk kaynağı olabilir.
21
Ayrıca rasyonel bürokrasi kavramını Marx’ın “sınıf mücadelesi” kavramının
karşısına diken Weber, Marx’ın sınıf kategorisine dayanacak yerde, hepsi de insanların
hayatında az çok önemli olan, topluluk örgütlenmesinde ve çatışmada odak noktası
olarak hizmet gören “sınıflar, statü grupları ve partiler” arasında ayrım yapmıştır.
Weber bir sınıf ile Marx’ın tanımına göre, ister mülkiyet ya da pazarlanabilen beceriler
olsun, ekonomik hayatta aynı mevkiyi paylaşan insanları kastetmektedir. Bir parti,
“hukuken birleşmiş bir topluluk içerisinde, aktif üyelerine ideal veya maddi faydalar
temin için liderlerine güç sağlamak üzere” var olan bir topluluktur. Son olarak,
Weber’in “bir kimsenin bulunduğu yer” (stande) terimi karşılığında tercümede
kullanılan statü grupları, ekonomik mevkilerine göre değil, genellikle ortak bir eğitime
sahip olarak paylaştıkları hayat biçimi veya tevarüs edilmiş olan aristokrasi gibi doğuma
ve aileye bağlı saygınlığa dayalıdır (Wallace & Wolf, 2004, 88).
Genel olarak Weber’in bütün nedensel düşüncesi olasılık ya da şans terimleriyle
açıklanır. Çünkü sosyolojinin nedensel ilişkilerini kısmi ve olası ilişkiler olarak anlar.
Şöyle ki gerçeğin belirli bir parçası, bir başka parçayı olası ya da kuşkulu kılar. Din
konusunda bile, dinin toplumsal süreç içerisinde başka şeylere indirgenemeyen
bağımsız bir değişken olup olmaması değil, yaygın toplumsal norm sisteminin dinî ve
ekonomik unsurlarının tesir sahalarını önemli görmüştür (Aron, 1994, 359,367; Kehrer,
1996, 75).
Weber, sınıfın toplumsal değişimle tarihsel bir ilişki içinde olduğu görüşünü de
(toplumsal gelişmenin tarihsel açıdan zorunlu nesnel yasaları bulunduğu anlayışını)
benimsemiyordu. Dolayısıyla bilincin yapısı, kesinlikle, şimdiki zamanda, ampirik
piyasa koşulları içinde şekillenmişti ve Weber’in sosyolojisinin “kendisi için sınıf”
(kendi tarihsel çıkarlarının tamamen bilincinde olan sınıf) gibi nosyonlara aldırış
etmediği apaçıktı (Swingewood, 1998, 221).
1.1.8. Emile Durkheim ve Toplumsal İşbölümü
“İnsani tutkular, sadece saygı duydukları manevi bir güç önünde dururlar. Bu tür
bir otorite olmayınca en kuvvetlinin sözü geçer ve gizli ya da açık savaş durumu
zorunlu olarak sürüp gider… Ekonomik işlevler bir zamanlar ikinci derecede rol
oynarken şimdi birinci sıradadırlar. Askeri, idari, dinî işlevlerin önemleri onların
yanında giderek azalmaktadır. Sadece bilimsel işlevler önem konusunda onlarla
yarışacak durumdadır. Ancak bugün bilim de uygulamaya, yani büyük ölçüde ekonomik
22
uğraşlara hizmet edebildiği ölçüde saygınlık sahibidir. Bu yüzden toplumlarımızın esas
olarak sanayi toplumu olduğu ya da olacağı hiç de nedensiz olmadan söylenebilmiştir.
Toplumsal hayatın bütününde böyle bir yer tutan bir etkinlik biçimindeki düzensizlik
elbette çok derin sorunlar yaratır. Genel bir moral bozukluğunun kaynağı özellikle
budur” (Aron, 1994, 225). Toplumsal işbölümü kitabına bu önsözle başlayan Durkheim,
evrenselleştirici ahlaki normların toplumsal gerçekliği ifade eden ana unsurlar olduğunu
belirleyerek özellikle de toplumsal ve kültürel yaşamın ekonomik güçlerin basit
türevlerini oluşturduğu, toplumsal değişimin maddi koşulların otomatik ürünü olduğu
doğrultusundaki Marksist teze karşıt olarak, “Başlangıçta her şey dinseldir” diye
yazıyordu. Nitekim toplumsal yaşam bunu aşan bir şeydir; dinsel değerler ve fikirler
üstünde yükselen evrensel ön kabullerden oluşan bir ahlaki yapıdır (Swingewood, 1998,
139). Öyle ki dinin tözünü, kökenini bireysel imanda, inançta veya bir tanrıyla olan
bağlantıda bulmayan Durkheim, dini –yani kutsal olanı- toplumdan ayrı düşünmemekte
ve aynı şekilde toplumu dinin diğer yüzü olarak görmektedir (Nisbet, 2002, 126-127).
Sanayi toplumunu ifade ettiğimiz anlayıştan yoksun gören Durkheim’in onda
mevcut olan derin sorunların çözümünde kendi sosyolojik yöntemini çıkış noktası
olarak benimsemesini, toplumsal işbölümünde ortaya koyacağımız temel amacını
göstermesi bakımından da önemsemekteyiz. Metodolojik olarak baktığımızda,
toplumsal süreci yorumlama da tarihsel metodun ince ince işlenerek belli bir kuramsal
amaca binaen yorumlanmasının işbölümü çözümlemelerinde de mevcut olduğu
görülmektedir. Nitekim daha baştan ifade etmek gerekirse Durkheim, işbölümünün
“gerçek” işlevinin “iki ya da daha fazla insan arasında bir dayanışma duygusu
yaratmak” olduğunu söyler (Swingewood, 1998, 140).
Daha açık bir ifadeyle Durkheim’de toplumsal dünya, ahlaki bir varlık olarak
görülmekte ve bu dünyanın yapısı, örgütlenmesi akılcı düşünceyle kavranabilmektedir.
Durkheim’in
bu
düşüncesi
Dinsel
Yaşamın
İlkel
Biçimleri
adlı
eserinde
belirginleşmektedir. Orada ki anlayış toplumun kendi kendini yeniden doğurduğu,
dönemsel toplumsal kaynaşmaların, yoğun toplumsal etkileşim esnasında kutsal-olanı
kendiliğinden yeniden yarattığı ve böylece toplumsal örgütlenmeyi yeniden inşa ettiği
şeklindedir.
Aslında Durkheim’in amacına dönük olarak baktığımızda bu düşüncesini daha
açık ve net bir biçimde de ifade ettiğini görmekteyiz. Şöyle ki, toplumsal yaşamın iki zıt
eylem biçiminin olduğunu öne sürmektedir: Ekonomik yaşam ve dinî yaşam. Ekonomik
yaşam donuk ve tek düzedir; “genel olarak orta derecede bir yoğunluğu vardır” ve
23
toplumsal cemaate güç uygularlar. Merkezden uzak bir yaşamın tekdüze, soluk ve
donuk hale gelmesine yol açan törensel ve dramatik bir nedenle bir araya gelen
cemaatin doğurduğu dinî yaşam tamamen farklı türden bir duygudur, Bu bir festivaldir,
bir coşkunluk dönemidir. Uyarma yönündeki kollektif duygular taşkınlığa varıp
yücelirler; içinde yaşadığımız dünya olağanüstü bir dünyaya dönüşür ve burada
bireylerarası sınırlar ortadan kalkar, dayanışma giderek güçlenir ve bu süreç içinde
birbiriyle çelişen davranışlar bile meydana gelebilir (Durkheim, 2005, 262; Tiryakian,
2002, 233).
Durkheim ekonomik etkinliği sanayi toplumu olan çağdaş toplumların özelliği
olarak düşünür. Anlaşılan o ki ekonominin örgütlenmesi toplumun bütünü üzerinde
kesin bir etki yapmalıdır. Ama toplumsal istikrarın koşulu olan istem birliği, bireysel
çıkarların rekabeti ya da bu çıkarlar arasında önceden uyum sağlamakla yaratılamaz.
Toplum da ekonomik öznelerin sözde akılcı davranışları ile açıklanamaz.
Toplumsal sorun önce ekonomik sorun değildir; özellikle düşünce birliği yani
çatışmaları yatıştıran, bencillikleri frenleyen ve barışı koruyan bireylerde ortak duygular
sorunudur. Söz konusu olan bireyi topluluğun bir üyesi yapmak, toplu yaşam için
zorunlu olan ödevler, yasaklar ve zorunluluklara saygıyı kafasına iyice yerleştirmektir.
Eskiden bütün toplumlarda ekonomik işlevler maddi ve manevi güçlere bağlıydı.
Maddi güçlerin özü, askeri ya da feodal, manevi güçlerin ise dinseldir. Bugün çağdaş
sanayi toplumlarında ekonomik işlevler kendi kendilerine bırakılmışlardır, ne
düzenlenirler, ne de ahlaka uygunluk bakımından yükseltilirler. Bu noktada özellikle
eski güçlerin ekonomik işlevlerin gerekli düzenlemelerine uyum sağlayamadığını
görünce, bu ekonomik işlevlerin kendi kendilerine bırakılmaları gerektiğini ve bunların
bir güce bağımlı olmaya gereksinimleri olmadığını düşünenlerin yanıldığını belirleyen
Durkheim, ekonomik işlevlerin bir güce, hem siyasal hem de ahlakî olması gereken bir
güce bağlı olmaya gereksinimleri olduğunu göstermeye çalışır (Aron, 1994, 262-267).
Görüleceği üzere ekonomik etkinliklerde ortaya çıkan anarşik durumun veya
toplumsal anomi şeklinde ifade edilen çözülmelerin ve kargaşanın temelinde özellikle
günümüz sanayi toplumlarının yeni bir sosyolojik değerlendirmeye tabi tutularak ortaya
konulan çözümlerin ancak ahlaki boyutta gerçekleşmesiyle toplumsal hayatın düzeninin
sağlanacağına olan inanç her zaman vurgulanmaktadır.
Durkheim’in toplumsal dayanışma bağlamında incelediği işbölümünün temel
amacının bu sonuçta görülebileceğini belirterek devam edebiliriz.
24
Nitekim Durkheim’e göre işbölümünün asıl etkisi onun ahlaki sonuçlarında
görülür; yani, bireysel egoizmi, acımasızlığı ve yetkiyi kısıtlaması gereken toplumun
temeldeki dayanışması üzerinde yaptığı etkidir (Marshall, 2003, 357; Swingewood,
1998, 140).
Diğer açıdan ise, bireyin toplumla ilişkisinde bireyin ve toplumun konumunun
bilimsel açıdan izahının spekülatif yollardan ayrılmasına dair yapılan bir çözümlemenin
özellikle toplumsal farklılaşmanın işçi sınıfı bağlamında ortaya çıkardığı işçi ve
toplumsal konumuna dair yapılan hem bireysel hem de sınıfsal konum dayatmalarına
karşılık olarak ortaya konulmaya çalışılan farklı bir sosyolojik perspektifin işlevsel
olabileceğini görmekteyiz.
Özellikle Durkheim’in temel çıkış noktalarından birisi şudur ki; bireyciliğin
yüce yasa haline geldiği bir toplumda ortak bilince yeterince geniş bir içerik ve yeterli
bir otorite verilmesi noktasıdır. Bu amacını özellikle işbölümü çözümlemesinde ortaya
koyduğu dayanışma halindeki bir toplumun sonuçta olabileceği durum hakkındaki
öngörülerinde ifade edilmektedir. Çünkü özellikle “sivil din” anlayışında da
vurgulamak istediği ana noktanın ulaşılan toplumsal süreçte toplum bütünlüğünün yeni
bir hayat anlayışıyla sağlanması çabaları öne çıkmaktadır. Bu bağlamda toplumsal
hayatın yeni görünümleri geleneksel birlikteliği yıkmadan ama mevcut durumda
çözülmeye yol açan ahlakî buhranlara sürüklenmeden nasıl aşılacaktır. Veya toplumsal
hayatın fotoğrafı hangi bakış açısıyla çekilecektir ki bu bakış açısı bilimsellikten ilham
alan akılcılıkla ortaya konulmalı ki, kollektif hayatın parçası olan bireyler yukarıda da
ifade edildiği gibi bilime gereken önemi veren ve çözümlemelerinde birincil sıraya
yerleştiren bir anlayışa ulaşmışlardır. Zaten yukarıda ifade ettiğimiz gibi işbölümünün
asıl işlevine olan vurguyu kitabının sonunda görmekteyiz. Durkheim kitabını: “Kısacası
büyük bir değişikliğe uğrayan toplumların ahlakı henüz tam olarak kurulamamıştır.
Ruhlarımızı derin bir boşluk sarmaktadır. Bu durum karşısında bizlere düşen ödev, bu
yeni ahlakın yönünü belirtmektir. Biz de zaten bunu denedik” (Kösemihal, 2002, 185).
Bu noktayı vurguladıktan sonra işbölümünün başlangıçtan günümüze hangi toplumsal
tiplere tekabül ettiğine ve nasıl bir yapı ortaya koyduğuna bakabiliriz.
Öncelikle Durkheim işbölümü bağlamında ifade etmemiz gereken toplumsal
dayanışmayı iki farklı sosyal tipte incelemektedir. İlk tip, geçmişteki toplumlar siyasal
örgütlenmeden yoksun olan “biçimsiz” toplumlardır ve oradan oraya gezinen akraba
topluluklarından kentlerde yaşayan gruplara kadar uzanırlar; ikinci tip, siyasal
örgütlenme veya devlet ile tanımlanmaktadır ve bu toplum tipi kentlerde ortaya çıkıp
25
son nokta olan büyük çağdaş uluslara kadar uzanmaktadır. Her iki toplum tipi farklı bir
toplumsal dayanışma biçimi taşımaktadır, Biri zihinlerin benzerliğine ve fikirler ile
duygular birliğine, öbürü ise işlevlerin farklılaşmasına ve işbölümüne dayanır. Yine
ikincisinde toplumsal yapı, ileri düzeyde bir karşılıklı bağımlılık, sanayinin gelişmesi,
yüksek nüfus oranı, ahlaki ve maddi yoğunlukla karakterize edilmiştir. İlkinin etkisi
altında bireyler, deyim yerindeyse, kitlenin içerisinde erirler, öbüründe ise her bir
bireyin bütünün refahı için başkalarının yaptığı özel katkılara bağımlı olan kendi eylem
alanları vardır. Durkheim ilkini “mekanik”, ikincisini “organik” olarak adlandırmıştır
(Tiryakian, 2002, 204; Marshall, 2003, 357; Kösemihal, 2002, 182-184).
Her ne kadar biri ilkel, öbürü modern toplumlarda hâkim olsa da bunu analitik
bir ayrım olarak ele alınması gerektiğini belirten Durkheim, toplum ne kadar küçük
olursa, benzerlikler farklılıklardan daha fazla olacağını ve bireylerin zihninin birbirine
benzeyeceğini vurgulamaktadır. Aynı şekilde (hem nüfus, hem toplumsal bağlar
bakımından) toplum genişledikçe bireyler arasındaki kıt kaynaklar uğruna rekabet artar,
hayatta kalmak için önemli olan toplumsal farklılaşma da o aranda gerekli olur ve
böylece “işbölümü toplumsal dengenin en temel koşulu haline gelir.” Toplumsal
dayanışmanın dönüşümlerinin ve tüm tarihin ardında yatan temel faktör, o halde,
“toplumların hacim ve yoğunluklarının aynı anda büyümesidir” (Tiryakian, 2002, 205;
Aron, 1994, 255).
Günümüzde toplumsal benzerlik aracılığıyla sağlanan dayanışmanın yerini,
farklılıkla ve toplumsal bağların kuvvetlendirilmesiyle sağlanan dayanışma almıştır.
Birey artık bütünüyle kollektif bilincin kıskacında değildir, daha fazla bireysellik ve
kişilik
sergilemektedir.
Bu
durumda,
“kollektifin,
orada
özel
işlevlerin
–
düzenleyemediği işlevlerin- yerleştirilebilmesi için, bireysel bilincin bir öğesine açık
yer bırakması” zorunlu olmaktadır. Bu bölge ne kadar geniş olursa, bu dayanışmadan
kaynaklanan birlik de o kadar güçlü olur… Tek tek herkes, iş daha fazla bölündükçe,
topluma çok daha kesin bir biçimde bağımlı hale gelir; öbür yandan, her birinin faaliyeti
de daha fazla uzmanlaşmayla birlikte çok daha kişisel olmaktadır. Kısaca işin
bölünmesi, normal olarak, toplumsal dayanışma, toplumsal karşılıklılık ve ortak ahlaki
değerleri yaratmakta, bunlar da sanayinin ve genel olarak toplum yaşamının çeşitli
bölümlerini düzenlemektedir (Swingewood, 1998, 141-143; Aron, 1994, 263).
Görüldüğü gibi Durkheim’in iddiasına göre, modern toplumlar, inançların ve
değerlerin bireyselliği öne çıkardığı, tek tek bireylerin uzmanlaşmalarını özendiren ve
kurumlar
içindeki faaliyetleri farklılaştıran organik dayanışmanın gelişmesini
26
gerektirmişti. İktisadi işbölümü böyle bir yaşam tarzının kıvılcımını yakmış olabilirdi,
oysa düzenden yoksun olan piyasa bireysel arzuların önündeki kısıtlamaları gevşetiyor,
toplumsal güvenin kurulmasının temellerini yıkıyor ve işbölümünde anormal biçimler
üretiyordu. Durkheim’in anomi olarak vurguladığı husus ve ayrıca sınıf ve siyasal
çatışma kavramlarıyla birlikte anılan mecburi işbölümünün kaynağı budur. İşte bu
noktada organik dayanışma buna uygun bir eğitim sistemini, miras hukukunda ve diğer
adil olmayan sözleşmelerde kısıtlamalar getirilmesini, kişilerin mesleki ve endüstriyel
yaşamla bütünleşmelerini sağlayacak ara kurumların oluşturulmasını gerektirecektir
(Marshall, 1999, 358; Aron, 1994, 262-263; Swingewood, 1998, 144-145).
Organik dayanışmanın bozulduğu durumları “anormal biçimlere” bağlayan
Durkheim, özellikle yaşamda düzensizliğin en belirgin biçimde görüldüğü alan olan
ticaret ve sanayiye dikkat çekmiştir. Nitekim o anormal kavramını, öz olarak modern
sanayi için, ekonomik kriz ve sınıfsal çatışmada örneklenen işbölümünün kapitalist
biçimleri için kullanmaktadır. Böylece Durkheim, toplumsal eşitsizliğin anormal
biçiminin başlıca kaynağını bu şekilde saptıyor, “dışsal eşitsizlik”in, toplumsal statüyle
uyum içinde hareket etmeyi sağlayan doğal yeteneği artık harekete geçiremediği için,
organik dayanışmayı tehdit etmek gibi bir sonuç doğurduğunu düşünüyordu. Hâlbuki
ona göre, normal üretim tarzı, bir kurumda her çalışanın işinin işlevsel düzeyde
koordine edilip birliğin sağlanmış olduğu bir biçimdi.
Bu noktada Durkheim, sınıf çatışması ile sanayideki krizlerden, organik
dayanışmanın yerini alan anomik bir işbölümünün sorumlu olduğunu belirlemektedir
(Swingewood, 1998, 144; Aron, 1994, 263).
Aslında Durkheim organik dayanışmanın egemen olduğu her çağdaş toplumun
dağılma ve anomi tehlikesi taşıdığını kabul eder. Fakat işçi sınıfının çatışmaları
bağlamında günümüz toplumunun temel öğesi olarak, hatta tarihsel gelişmenin gücü
olarak sınıf mücadelesini kabul etmez.
Görüldüğü gibi Durkheim’e göre bu çatışma, çağdaş toplumun düzeltilmesi
gereken örgütsüzlüğünün ya da kısmi bir anominin kanıtıdır. Hiç de tamamen farklı
toplumsal ya da ekonomik bir rejime geçişin habercisi değildir.
Durkheim’e göre buradaki toplumsal sorun hiçbir zaman ekonomik reformlarla
çözüme kavuşturulamaz. Bu hususta o daha da ileri giderek özellikle işçilere tanınacak
hakların, işçilerin isteklerini azaltmayacağını aksine yeni isteklere kapı açacağını
vurgulamakta bunu da isteklerde sınırın olmamasıyla açıklamakta ve eğer sorun bu
şekilde çözülecekse onu çözülemez ilan etmek daha iyi bir iştir demektedir. Fakat bu
27
husus belki onun toplumsal ve ahlaki otoriteye olan vurgusunu pekiştirmek amacını
taşısa da kabul edilebilir bir durum olarak gözükmemektedir. Sonuçta her halükarda
toplumsal dayanışmayı yıpratıcı bu işçi isteklerinin toplumsal ve ahlaki otorite altında
ezilmesi gerekmektedir. Fakat bu noktada Durkheim, toplumsal ve ahlaka uygun
nitelikli reformların zorunluluğuna inanmaktadır (Aron, 1994, 263-267).
Sonuç olarak işçi sınıfı bağlamında ortaya çıkan tartışmaların temelinde işçilerin
içinde bulunduğu şartların nasıl değerlendirileceğine dair farklı bilimsel bakış açılarının
var olduğunu görmekteyiz. Durkheim’in özellikle toplumsal dayanışmaya olan eğilimi
işçilerin mevcut durumlarına rıza göstermelerinin toplumsal düzenin devamı
hususundaki önemine olan vurgusu, onun işbölümünün onları böyle bir konuma
sürüklemesi sonucunda ortaya çıkan yeni duruma bir adaptasyon mantığına sahip
olmaları konusundaki yönlendirmelerini içermektedir. Çünkü toplumsal düzenin devamı
için gereken şey çoğunluğun durumundan memnun olması ve daha fazlasına haklarının
olup olmadığına inanıp inanmamalarıdır. Burada bunu sağlayacak şey bellidir, Ortak
bilincin ortaya çıkardığı ahlak. Tabii ki Durkheim için ahlak toplumsal bir olgudur
(Tiryakian, 2002, 230). Karşılıklı ilişki içinde toplumun belirlediği ahlak normatif
yaşamın ana unsuru olarak bu problemde de düzenin toplum lehine olarak devamını
sağlayacaktır.
Böylece tekrar başta vurguladığımız noktaya dönecek olursak işbölümünün asıl
amacı ahlaki olarak ortaya çıkmakta ve bizde işçileri bu bağlamda değerlendirmek
durumunda kalmaktayız. Fakat burada ahlakın toplumla birlikte genişler nitelikte oluşu
ve kuramsal düzenlemeleri ne olursa olsun ve hangi gelişme aşamasında olursa olsun,
toplumsal düzenin gerçek bir ahlaki olgu olarak ifade edilmesi bize değişik toplumlarda
farklı ahlakilik ve ahlaki olmayan tanımlamalarını ortaya koyacaktır.
Batı toplumlarının tarihsel süreçteki ahlaki farklılaşmalarında sanayileşmenin
ortaya çıkardığı dönüşümün, özellikle sanayileşmenin temel motoru olan işçilerin
toplumsal durumlarına olan bakış açılarındaki eğilime yansımasını yönetecek olan bir
bakış açısıyla karşı karşıya bulunmaktayız. Bu noktada özellikle kendi toplumsal
hayatlarının ürünleri olan işçilerin ahlaki bakış açılarının da farklı toplumlarda
değişiklik arz edeceğini göz önünde bulundurarak kendi durumumuzu değerlendirmek
için sanayileşme sürecini iyi okumamız gerekmektedir. Fakat her halükarda işçiler
toplumsal düzenin içerisinde sömürü ağının parçası olarak mevcut ahlaki normları
reddedecek bir Marksist konumda olmadıkları bilakis toplumsal gövdenin gerçekliğini
oluşturan ilişkilere sahip olarak mevcut yapıya olan katkılarının sadece üretim ilişkileri
28
olmadığının bilincinde olan bir düzlemde bulundukları bilinciyle kendilerini tarih
önünde gerçekleştirecek inanca sahip midirler?
Aslında Türk toplumu bağlamında işçilerin ahlaki bağlamlarını oluşturan temel
argümanlar, toplumsal harcın temel dinamiklerini oluşturan ilkelerdir. Bu noktada
bireyciliği net olarak yaşamayan bizlerin ve ayrıca özellikle Weber’in vurguladığı
bireysel gelişime olan ahlaki-dini katkılara olan eğilimin bizde ki algılanışının farklı bir
süreçte gerçekleşiyor oluşu da bu noktada işbölümünün ortaya çıkardığı dayanışmanın
dinamiklerini farklı okumamız gerektiğine dair bir bakış açısı oluşturmaktadır. Yani
Durkheim’in ahlak normlarına olan vurgusu ilke olarak organik dayanışmanın temelini
ve sonucunu oluşturacak bir açıklamayı tezimizde de gerçekleştirecektir.
1.2. Toplumsal Tabakalaşma ve Din
Toplumsal gerçekliklerin asli öğelerinden olan dini fenomenler, sosyal
tabakalaşma, ekonomik davranış, toplumsal değişme gibi tezahürlerle birlikte tüm
toplumsal sistemin birer parçası durumundadırlar.
Toplumsal hayatta mevcut olan olguların yorumlanması ve bu bağlamda
ilişkilerin çözümlenmesi sosyolojik analizle mümkün olmaktadır. Bu bağlamda
toplumsal tabakalaşma din ilişkisinden tezimiz açısından ne anladığımız kuramsal bakış
açımıza ışık tutacaktır.
Toplumda ortaya çıkan bir takım farklılaşma ve tabakalaşmanın mevcudiyeti
toplumsal bir realitedir. İşçi dindarlığını incelediğimiz bu tezimizde işçilerin farklı bir
tabaka ve farklılaşma sergilediğini görmekteyiz. Her ne kadar işçilerin tabakalaşma
olgusu sınıf, statü veya toplumsal işbölümünün her ne konumda olurlarsa olsunlar
kendilerine yüklediği anlama bakma noktasında değişik bakış açılarıyla yorumlanıyor
olsa da sonuçta bu kesiminde kendilerine has bir yapısal durum sergiledikleri ve bu
bağlamda dindarlıklarının boyutu ve türü noktasında veya farklı bir bilinç sergileyip
sergilemedikleri konularında din sosyolojik bir değerlendirmeye tabi tutulmaları
bilimsel bir gereklilik olarak karşımızda durmaktadır.
Bilindiği gibi toplumsal hayattaki bir takım farklılaşma ve tabakalaşmalar,
toplumun dini hayatına da yansımakta, bu farklılığa paralel olarak toplumun dini
hayatında da farklılaşmalar ortaya çıkmaktadır. Bu sebeple toplumsal farklılaşmaya
paralel olarak toplumun dini hayatında farklı dindarlık tipleri oluşmaktadır (Arslan,
2004, 85). Bu bağlamda işçilerin kendilerine özgü farklı bir dindarlık biçimi sergileyip
29
sergilemedikleri tezimizin sonucunda ortaya çıkacaktır. Fakat kuramsal olarak din ve
tabakalaşma realitelerinin toplumsal alanda karşılıklı duruşlarını farklı yönlerden
incelememiz çalışmamızı yararlı kılacaktır.
Öncelikle sosyal tabakalaşmanın insanlar arası eşitsizlik sistemi olduğunu, bu
sistemin arzu edilen toplumsal ödüllere sahip olmada daha az ya da daha fazla paya
sahip olmaya dayandığını ve bu ödüllerinde; servet, gelir, mesleki saygınlık, eğitim ve
de servetin özel bir türü olarak dini bilgi gibi -ayrı ayrı veya terkip içinde ortaya
çıkabilirler- çeşitli biçimlerde ortaya çıktığını belirlemiştik.
Bu noktada tarihsel süreç içerisinde ortaya çıkan farklı dinlere mensup
toplumların farklı tabakalaşma türleri sergilediğini görmekteyiz. Tabakalaşmanın çok
bariz bir biçimde görüldüğü toplumlardan esnek tabakalaşmaya sahip toplumlara
uzanan değişik çizgilerin hemen hemen hepsinde içinde bulunulan duruma dair dini
meşrulaştırmaların özellikle toplumsal bütünlüğü sağlamada veya dinin bir afyon olma
işlevini sürdürmede ne kadar etkin olduğu şüphe götürmez bir gerçek olarak karşımızda
durmaktadır. Özellikle günümüzde, toplumsal işbölümünün artmasına bağlı olarak
meslekî faaliyetler alanındaki ayrılıklar da kendilerini daha güçlü hissettirdiklerinden,
artık ilkel toplumlardaki gibi tabiî cinsiyet ve yaş farklılıklarının ötesinde kesin sosyal
statü farklılıkları toplumu çeşitli kategorilere bölmekte, bu durum karşısında ise gayri
mütecanis bir toplumdaki sosyal bütünleşmeyi sağlamak ihtiyacı kendini daha da
kuvvetle hissettirmektedir (Günay, 2003, 323). Tam da burada dine yüklenen fonksiyon
veya dinin toplumsal bütünleştirici işlevi devamlı vurgulanan bir nokta olarak karşımıza
çıkmaktadır.
Yine toplumsal olanın Durkheim’in bakış açısıyla kendisini zorunlu olarak kabul
ettirmesi (Durkheim, 2004, 154-155), süreç içerisinde her ne kadar istisnaları olsa da
toplumların kendilerini oldukları gibi ifade etmede mevcut durumlarının kabulüyle yola
çıktıklarını bize göstermektedir. Özellikle toplum hayatında baskın olan sınıfların
ideoloji belirleme eğiliminin doğrusunun hep kendileri tarafından çizilmesi ve sömürü
mekanizmasının kurulması (Aron, 1997, 78) karşısında, bu baskının sonucu olarak sinik
durumu düşen tabakaların kabullenici eğilimleri sanki bu güçsüz tabakaların veya
sınıfların karakteristik bir duruşu gibi gözükmektedir. Dolayısıyla farklı şekillerde
sağlanan konsensüsle birlikte farklı bir toplum olma noktasına ulaşan bir yapıyla
karşılaşıyoruz ki zaten bunu sağlanan fikri çoğunlukta bu şekilde ifade etmektedir. Veya
kendilerini mevcut durumlarıyla kabullenen ve eylemsizlik durumuna geçen tabakaların
oluşturduğu bir yapı olarak toplumu görmekteyiz.
30
Böylece her tabakalaşmanın temel özelliği olarak, mevcut farklılıkların
meşrulaştırılmasını görmekteyiz (Kehrer, 1996, 64). Bu meşrulaştırma meselesinin
toplumun dini sistemiyle veya toplumun dinden ne anladığıyla doğru orantılı olduğunu
özellikle belirgin örnek olan kast sistemiyle ifade etmiştik. Aslında eşitliği temel alan
dinlere mensup olan toplumlar da bile mevcut farklılaşmaların meşrulaştırılması
idealden yoksun bir bakış açısıyla sunulmakta ve bir şekilde yine toplumsal birliktelik
göz önünde bulundurularak dinin bütünleştirici fonksiyonu genel anlamda istisnaları
olmakla birlikte daha ağır basmaktadır. Yine de farklılaşmaların olmadığı bir toplum
özellikle mevcut dünyevi yapıda dinlerin işaret ettiği bir noktaya ulaşamayacak olsa
gerektir. Tabi bu arada farklılaşmaların yönü de dinlerin göz önünde bulundurduğu
temel hususlardan biridir. Özellikle hak ve adalet ölçülerinin yaşanılan hayatta temel
ahlaki ölçütler olarak vurgulanması elde edilen durumdan ziyade sürece vurgu yapsa
gerektir. Tabii ki ilkel dinlerden kompleks dinlere durumun değişim arz ettiğini ve
günümüze yansımalarıyla birlikte bunun devam ettiğini belirlemekteyiz.
Tarihsel süreç içerisinde tabakalaşması dini kriterlere dayanan toplumların daha
az olduğunu görmekteyiz. Bu anlayışta toplumun merkezi değerlerinin özellikle
tabakalaşma bağlamında din tarafından belirlenmesi söz konusudur. Tabi bu yapının
diğer bir veçheside tabakalaşmanın durumuna olan şu noktayı akla getirmektedir.
Tabakalaşma sert, bariz ve oturaklı veya aksine biraz gevşek ve çalkantılı olabilir.
Kişinin yeteneği, gücü ve becerikliliğinin kriter olduğu yerde, sınıfların kararlılığı daha
az bariz olmak eğilimindedir; fakat kriterin sülale veya doğum olduğu yerde o, donmaya
yüz tutuyor (Wach, 1995, 267). Bu bakış açılarıyla aslında tabakalaşmanın nasıl, ne
zaman ve ne şekilde dini kriterlere dayandığından ziyade mevcut durumunda dinin
tabaklaşmayla nasıl bir yapısal bağımlılığa ve bakış açılarında birlikteliğe sahip olduğu
göz önünde bulundurulsa gerektir.
Bu hususta şu ayrıntıyı kaçırmamak gerekir; dini niteliklere dayalı bir
tabakalaşma düzeni ile dini merciler yoluyla mevcut eşitsizlikleri savunma aynı şey
değildir. Aslında ilki diğerini gerektirir durumda ancak dinlerin farklılaşmasının farklı
toplumlarda aynı süreci gerçekleştireceğinden emin olamayız. Şöyle ki, sosyal
farklılaşmalardan etkilenen öncelikle objektif dindir. Bu da farklı toplumlarda sürecin
duruma göre değişeceğini ifade edebilir. Ayrıca diğer açıdan din tarafından belirlenen
her tabaka sisteminin de kast düzenine dönüşeceğini söylemek yanlış olur (Kehrer,
1996, 65).
31
Dinî niteliklere dayalı bir tabakalaşmanın olmadığı tabakalaşmada dinin mevcut
sosyal farklılaşmaya tepkisinin mahiyeti tartışılmıştır. Özellikle mevcut statü
ilişkilerinde bir değişiklik yapmayı deneyerek sosyal değişmeyi sağlamak yerine, dinin
sosyal tabakalaşma için ahlakî temellendirmeler yapması görülen bir durumdur. Tabi bu
durumunun dinlerin ortaya çıkmalarının temel nedeni olduğunu iddia eden çatışma
kuramcılarının yanında bu durumu içerisinde bulunulan düzenin özellikle birey
açısından sosyal bir oluşumun anlamlandırılması ve aynı zamanda kendi statüsünün
tasdiki anlamına geldiğini ifade edenler de olmuştur. Fakat olayın diğer bir yönü ise
dinlerin içerisinde bulunulan durumu her zaman ve her şartta meşrulaştırıp ona anlam
kazandırmak için çeşitli argümanlar üretip üretmediği meselesidir. Nitekim tarihte
mevcut eşitsizlikleri kabullenmeyip sosyal hayatı değişime zorlayan dini hareketlere
rastlamaktayız. Süreç içerisinde, protestocu, reformcu, itizali veya mezhepçi grupların
gelişmesine meslekî, ekonomik ve sosyal grupların iddia ve isteklerinin cesaretlendirici
etkilerini de burada zikretmeliyiz. Karşıt olarak ise özellikle tabakalaşma sistemi
edinilmiş statüye dayanan toplumların, eşitsizliğin açıkça dinî bir meşruiyetini
tanıdıklarını görmekteyiz. Böylece insan, kendi dinî yaşantısı içerisinde, her
tabakalaşmada
bulunan
ahlakî
tutarsızlıklarında
dinî
bir
yorum
kazanması
münasebetiyle mevcut durumu savunmayı öğrenir (Kehrer, 1996, 65-66; Wach, 1995,
295).
Olayın diğer bir yönü ise dinin kendisinin belirlenimi meselesidir. Aslında tarihi
maddecilerin dini sosyo-ekonomik sınıf farklılıklarıyla açıklamaları yanında Durkheim
tarafından toplumsal şartlardan hareketle dini ifade etmek arasında bir fark
görmemekteyiz. Her iki okumanın da insanî öngörüleri aşabilen bir bilimselliğe matuf
olarak değil de mevcut duruma peygamberane bir yön verme çabasının etkileri olarak
gözüktüğünü ifade etmeliyiz. Din toplumsal bir olgudur. Fakat metodolojik olarak
sadece bireysel bilinç durumlarını aşan toplumsal kaynaklı bir olgu (Durkheim, 2004,
222-223) değildir. Özellikle sosyolojik açıklama çabalarının ulaştığı sınırın vardığı
noktanın insan ve toplumu aşabilen yönleri olan bu realiteye (dine) (Günay, 2003, 338)
bu kadar kesin çizgi çizmek doğru olmasa gerek. Diğer yönden toplumun kutsalla
kurulan bağla belirlenen dini realitesi ve onun vasıf ve muhtevasının, içinden çıktığı ve
yaşadığı toplumsal statü ve sınıf farklılıklarının basit bir fonksiyonundan ibaret
olmayacağını belirten Weber, dinlerin farklı toplumsal statü, tabaka ve çevrelerden
kimselere hitap eden yönünü ifade ederken durumun Materyalistlerin ifade ettiği gibi
olmadığını ortaya koymaktadır. Weber’in düşüncesi Marksistlerin aksine burada bir
32
zorunluluk görmemektedir. Şöyle ki zaten o, pek çok durumlarda ekonomik bakımdan
imtiyaz sahibi olan ve durumları gereğince kurtuluş ihtiyacını duymaya en az meyyal
bulunan tüm grupların dine, kendi durumlarını “meşrulaştıran” ve davranışlarının
gerekçesini temin eden bir güç olarak baktıklarını ifade etmiştir. Bununla birlikte
Weber, sosyal mülahazalar üzerine kurulmuş olan dinî programın demagojik, sistematik
ve şuurlu tipi ile bir dinî idealle bir sosyal grup arasında bulunabilen isteksiz, nazik ve
daha az belirlenmiş ilişkiler arasında bir fark gözetmenin yerinde olduğu kanaatindedir
(Wach, 1995, 295).
Dinin ve tabakalaşmanın bu karşılıklı durumlarından sonra hemen ilk anda
toplumsal farklılaşma ve tabakalaşmanın dini tecrübenin anlatımı üzerinde gayet net bir
etkisinin olduğunu fark ediyoruz (Wach, 1995, 293; Weber, 1996, 365). Yalnız Wach’ın
da belirttiği gibi bu etki subjektif din değil objektif din üzerinedir (Wach, 1995, 297;
Günay, 2003, 328) ve özellikle dinin anlaşılması ve yorumlanmasında söz konusudur
(Arslan, 2004, 89). Doğrudan doğruya ferdi ilgilendiren subjektif din toplumsal
farklılaşmadan etkilenmediği içindir ki, aynı devir ve aynı medeniyet içinde yaşayan iki
kişi sosyal mevki, meslek ve zenginlik bakımından farklı da olsalar, benzer dini
tecrübelere sahip olabilmektedirler. Çünkü temel bir hadise olarak dini tecrübe, oldukça
içten bir karaktere sahip bulunan bir birliğin esasını teşkil etmekte ve bütün insanlarda
müşterek olan düşünce, duygu ve heyecanlar tabakasını derinliğine delmek suretiyle
soy, meslek, zenginlik ve mevki bakımından oldukça farklı olan insanları dinî inanç
etrafında birleştirerek bütünleştirmekte, yekvücut hale getirmektedir (Wach, 1995, 292293; Günay, 2003, 327).
Ampirik deliller toplumsal sınıflar arasında dinsel münasebetler, stil ve pratik
konusunda önemli dinsel farkları vurgulamaktadır (Turner,1998, 249). Özellikle Weber,
farklı tabakalara farklı dindarlık tiplerinin karşılık geldiği üzerinde önemle durmuştur.
Tabi bu karşılıklı etkinin zorunlu olmadığını ifade eden Günay, “yine de toplumsal
tabakalaşmanın dini tutum ve davranışlar üzerinde belli bir etkisinin olduğunu önemle
belirtelim” demektedir (Günay, 2003, 329). Yine Weber’in “üstad dindarlığı”nın
tezahürünü, her şeyden önce dindar insanın içinden çıktığı sosyal tabakadan bağımsız
sayması bu hususu daha iyi açıklamaktadır. Bu noktada belli bir tabakaya mensubiyetin,
özel dini tutumlara denk düştüğünü tespit etmek de çok zordur (Kehrer, 1996, 29, 68).
Aslında her din başlangıçta içinde doğduğu toplumsal çevrenin kültürünün etkisi
altındadır. Bu bağlamda özellikle evrensel olmayan dinlerde bariz olarak zümreler ve
sınıflar akidenin biçimlenişinde etkin rol oynarken evrensel dinlerde durum
33
farklılaşmaktadır. Bu dinlerin mensupları başlangıçta belirli toplumsal tabakalardan
gelmelerine rağmen toplumun her meslek ve tabakadan kesimleriyle aynı etkileşimde
bulunmaktadırlar. Max Weber’e göre de bir dinin vasıf ve muhtevası, onun karakteristik
temsilcisi olan toplumsal tabakaların ekonomik ve toplumsal menfaatlerine göre
teşekkül etmez. Çünkü ilkel dinlerin aksine evrensel dinler yayılma eğiliminde olduğu
için, bütün insanlığa hitap eder ve onlara hitap ederken mesleklerine veya toplumsal
tabakalarına göre sınıflandırmaz, bilakis onlara fert olarak hitap eder. Yine Weber bu
süreci ifade ederken “ekonomik ve siyasi olarak belirlenen toplumsal etkilerin, belli
koşullarda dini ahlak üzerinde ne kadar çok ağırlığı olursa olsun, asıl damgasını yine
dinsel kaynaklardan, en başta da o dinin açıklanan amaç ve vaatlerinin muhtevasından
almaktadır” der (Weber, 1996, 342-343).
Ancak diğer açıdan, sosyal tabakalaşma sürecinin olduğu yerde, dini kavramlar,
takva şekilleri ve ibadet teşkilatı, sosyal şartların ve toplumsal değişikliklerin
kendilerinde meydana getirdikleri etkileri ortaya çıkarabilirler ve bu sonuncular bir
uyarıcı ve bir dini saiklenmenin etkisinin varlığını tam bir şekilde açığa çıkarabilirler
(Wach, 1995, 263). Öyle ki zenginliğin, mesleğin ve sosyal mertebenin artan farkları
bile dini düşünce fiil ve teşkilatta mukabil değişiklikleri de desteklemektedirler (Wach,
1995, 153). Böylelikle sosyal ve kültürel farklılaşmanın ilerlediği günümüzde dini
anlatımın şekilleri de bununla doğru orantılı olarak çeşitlenmiştir.
Bu anlamda bugünün büyük dinlerinden hiçbirisi fakir sınıfla, zengin sınıfla, üst
sınıfla yahut işçi sınıfı ile sınırlanmış olmayıp farklı ekonomik, sosyal ve kültürel
gruplarına hitap edebilmek için yeni kavramlar, yeni uygulamalar ve yeni şekiller ortaya
koymuşlardır. Mesela Almanya’da ilk devrimcilerin hala muhafaza eder gibi
göründükleri tüm dini kavramlardan sıyrılmış sınıfsız bir toplum şeklindeki Marksist
düşünce, işçi dünyasının sayısız unsurlarını kazandı ve onları, mevcut toplumsal düzen
içerisinde yeniden bütünleştirmede oldukça ağır kalan devlet kilisesinden uzaklaştırdı.
Buna karşılık Roma Katolikliği, Katolik İşçilerin Hareketi gibi özel girişimler yahut
cemiyetlerin teşkiline müsaade etmiş ve hatta onları teşvik etmiştir. İslamiyet açısından
bakarsak, Hz. Muhammed’in tebliği doğrudan doğruya ve kudretli idi; ümmetin teolojik
normları ve ahlaki kuralları sıkı ve gayet güzel tespit edilmişlerdi. Böylelikle fiiliyatta
İslamiyet, çevrelerin ve şartların bütün bir çeşitliliğine adapte olabilecek esnekliğe sahip
olduğunu temel ilkeleri bağlamında ispat etmiştir. Ve böylece o, kendisi açısından
meşru olan tüm meslekî faaliyet şekillerini ve en geniş zenginlik ve mevki çeşitliliğini
içine alabilmiştir (Wach, 1995, 331-332).
34
Zaten İslam dininin tarihsel süreç içerisindeki uygulamaları da bize batılı
anlamda bir sınıf oluşumuna örnekler vermez. Bu noktada İslam dininin yapısı göz
önünde bulundurulmalıdır. İslam dini, değişen sosyal ve kültürel şartlara ve farklara
uymada harikulade bir intibak kabiliyetine sahip olup, bu dinin akidesinin temelini
oluşturan “Tevhit” yani “Birlik” inancı en mükemmel ve ideal bir sosyal kaynaşma,
kenetlenme, birleşme ve bütünleşme prensibidir.
Profan bir süreçle gelişen batılı sınıfsal yapılar sekülerleşmenin ve dolayısıyla
dinî değerlerin içinin boşaltılması sonucu ortaya çıkan bu sınıf çatışmalarının yarattığı
dinî boşluğu doldurmak istememiş ve toplumu bu bağlamda birleştirecek farklı
argümanlar arama yolunu seçmiştir. Özellikle dinsel değerlerin farklı yapılara uyum
sağlama sürecine vurgu yapan ve bunu sınıf değil de statü farklılıklarının ortaya
çıkardığı anlamlar olarak algılanması gerektiğini ileri süren anlayışlar toplumsal
birlikteliğe farklılaşmış bir yön vermek istemişlerdir.
Bu noktada işçilerin Avrupa toplumundaki sınıf görüntüsü reddedilemeyecek bir
noktaya ulaştığında ve onlara nasyonal sosyalist devlet içerisinde kendi menfaatlerini
temsile yönelik olarak sadece profan prensiplerle hedef çizildiğinde işçilerinde kendileri
için bir tür dindarlığa sahip olabileceği fikri herhalde tutmamıştır. Ayrıca Marksist
eğilimin, belirli dini formları, özellikle doktriner formları, sosyo-ekonomik altyapının sınıflar arasındaki ilişkilerin- yansımaları veya tezahürleridir şeklindeki ciddi
muhalefeti de göz önünde bulundurulmalıdır.
Çünkü bu durum bir tür üst tabakanın, yönetici sınıfların Hıristiyanlığı, dindarlık
anlayışının da etkisinin sanayileşme sürecinde işçiler üzerinde sadece iş ahlakına
(çalışma etiği) olan vurgusu dolayısıyla (Bauman, 1999, 14) işçilerin kendilerine
yönelik bir dindarlık anlayışı sergilemelerine engel olmuştur. Nitekim dinî davranış
beklentilerinin yerine getirilmesi konusunda Avrupa’da yapılan bütün araştırmaların
verilerinden, meslek vasıtasıyla sahip olunan sosyal tabakalaşma ile dinî ilgi ve
davranışla ilgili tabakalaşma arasında sıkı ilişki olduğu sonucu çıkarılabilir. Bu
kriterlere göre kilise cemaatine en yabancılaşmış olanlar işçiler olarak gözükmektedir
(Kehrer, 1996, 60). Ayrıca Günay’da işçilerin şimdiye kadar kendilerine mahsus bir
dindarlık tarzı gösteremediklerini ve modern proleteryanın dine karşı ilgisiz olduğunu
ifade etmektedir (Günay, 2003, 332). Weber’de modern proleteryanın ayırt edici bir dini
pozisyona sahip olduğu ölçüde, bu, modern burjuvazinin geniş gruplarında ortak olan
dine karşı bir kayıtsızlık veya reddedişle karakterize edileceğini vurgulamıştır. Modern
proleterya için, kendi başarılarına güvenme duygusu yerini toplumsal faktörler,
35
ekonomik konjonktür ve hukuk tarafından güvence altına alınan güç ilişkilerine
güvenme duygusuna bıraktı. Böylece dinî olan süreçleri reddeden proleteryanın
rasyonalizmi kolayca dinsel bir karaktere sahip olamaz ve kesinlikle kolayca bir din
meydana getiremez. Bundan dolayı, proleter rasyonalizmi alanında, dinin yerini başka
ideolojik vekiller almaktadır (Weber, 1998, 157).
Özellikle Marksist sınıf teorisyenlerinin dine karşı olan yanlış tutumunun etkisi
bunda her zaman için temel etken olmaya devam edeceğe benziyor. Bu konuda o kadar
ileri gidildi ki dinin sınıflaşma savaşının bir silahı olduğu ve savaştan sonra kılıç ve
zırhın bir köşeye indirildiği gibi bu savaş bittikten sonra dinin de müzeye kalkacağı
ifade edildi. Ayrıca Marx, alt yapı olarak belirlediği iktisadi bütün içinden tekniği
çıkarıp soyutlamış ve onda bazı metafizik güçler aramıştır (Erkal, 1995, 82). Yani
endüstriyi veya teknolojiyi bizzat kendisini besleyen bir güç merkezi olarak kabul etti.
Bu anlamda sosyal değişmeleri ise, üretim araçlarına bağımlı olarak gerçekleşen
değişmeler olarak açıkladı (Duran, 2002, 3). Hatta bu nokta da insanlık tarihinin gelişim
aşamaları bile bir zorunluluk gibi sunularak öyle inanmaya ve davranmaya bilimselliğin
aracı statüsüyle insanlar ikna edilmeye çalışıldı.
Sürecin siyasallaşmasının da durumun değişik görünümler almasına yardım
ettiğini söyleyebiliriz. Ama her halükarda emekçilerimiz emek sarf etmeye o günde bu
günde değişik siyasal yapılar altında da olsa devam etmektedir. İşçilerimizin ürettikleri
artı değerler farklı kalemlerde harcanmaya ve işçilik işçi statüsüyle varolmaya devam
etmektedir. Bu noktada insan olmanın değerlerinin, maddi savaşımların ötesinden bu
âleme aktarılarak kullanım alanı bulmaya çeşitli şekillerde işçilerimiz arasında da
devam etmekte olduğunu görüyoruz. Özellikle dinin sunumu ve anlaşılması noktasında
ki gerekli özenin ve dinin doğru anlaşılması ve uygulanması hususunda ki katkıların
gereği bu konuda daha da bir önem arz etmektedir.
Sonuçta bir sınıf veya statü bağlamında incelendiğinde toplumların sanayileşme
sürecinin ve geleneksel değerlerin sürece olan ahlaki katkısının işçi dindarlığına olan
etkisi
yadsınamaz.
Süreç
Avrupa’da
ve
ülkemizde
farklı
geliştiği
için
değerlendirmelerde bu noktada farklı sonuçlar ortaya koyabilecektir.
1.3. Toplumsal Tabakalaşma ve Sanayileşme
Sosyal tabakalaşmanın tarihsel sürecini inceledikten sonra özellikle sanayileşme
bağlamında ortaya çıkan yeni tabakalaşma türlerinin olduğunu görmekteyiz. Avrupa’da
36
sanayileşmenin başladığı 18. ve 19. yüzyılda eski aristokrasi ve feodaliteye dayalı
tabakalaşmanın yıkıldığı belirtilmişti. Yeni sanayi burjuvazisinin ortaya çıkışı, büyük
bir işçi sınıfının oluşması, büro işçilerinden, memurlardan oluşan bir orta sınıfın
oluşması yeni gelişmelerdi (Freyer, 1954, 23-26).
Sanayi devriminden bu yana gerçekleştirilen ekonomik ve toplumsal gelişmenin
temelinde teknoloji kadar, bilim kadar önemli bir öğenin de yeni bir toplumsal
örgütlenme olduğunun gözden kaçırılmaması gerekir (Ayata, 1991, 211). Özellikle
değişen iş hayatının doğurduğu yeni sosyal yapının sanayi tipi organizasyonlarla farklı
bağlamlarda etkileşime yol açtığı görülmektedir. Böylece toplumda her yönü ile
farklılaşmakta “cemaat” hayatı yerine “cemiyet” hayatı geçmekte yine “kırsal” hayattan
“sanayi-kent” toplumuna geçiş söz konusu olmaktadır. Sonuçta sanayileşmeyle birlikte
ortaya çıkan yeni yapının ana unsurlarını sanayi işçi sınıfı oluşturmaktadır. İşte bu da o
güne kadar görülmemiş yeni bir sosyal tabakalaşmaya işaret etmektedir (Atalay, 983,
24; Eyüpoğlu, 1996, 61-62).
Bu çalkantılı dönemde siyasi, sosyal ve ekonomik gelişmelere bağlı olarak
köylülerin vasıfsız işçi, küçük esnafında yarı vasıflı işçi olarak fabrikalara geçtiğini ve
böylece fabrikaların kurumsallaşmasını sağladığını görüyoruz (Mutioğlu, 1993, 96;
Atalay, 1983, 23). Bunun nedenini Aron, “bir sektörden diğer bir sektöre geçişin; yani
tarımdan endüstriye akışın sebebi, sanayi sektöründe nüfus başına düşen kazancın tarım
sektöründen fazla olması sebebiyle meydana gelmektedir” şeklinde açıklar (Aron, 1997,
116). Yine bu dönemde sanayi devriminin fabrika üretimini ön plana çıkarmasıyla
birlikte, mekanik üretimden geçimini sağlamakta zorlanan zanaatkârlarında bu yeni
işgücü pazarının içerisine çekilmesi söz konusudur (Güzel, 2008, 50-51; Aron, 1992,
19). Böylece sanayileşme, vasıflı işgücünü zanaat hayatından, vasıfsız işgücünü de
kırsal bölgelerden kentlere akın edenlerden devşirerek yepyeni bir sanayi işçi sınıfının
ortaya çıkmasını sağladı.
Bu noktada modernleşmenin temel itici gücünden olan eğitimin, sanayileşme
bağlamında gelişmesinin noktasında yeni organizasyonlarla birlikte yeni statüler de
oluşturduğunu görmekteyiz. Mesela, sanayi işyerinde, fabrikada mal sahibi, yönetici,
yüksek teknik elemanlar şeklinde üst sınıfı teşkil eden farklı “üst statüler” belirmiştir.
Orta seviyede, bazı teknik elemanlar, “beyaz yakalı” işçiler, ustabaşları vardır. Alt
seviyede ise, bütün diğer işçiler, “mavi yakalı” işçiler (ki, bunlar da vasıflı, yarı vasıflı,
vasıfsız veya kalifiye, düz işçi gibi gruplara ayrılır) yer alır. Bunların hepsinin birbiri
arasında farklı hayat şansları, eğitim, yaşayış stili, sağlık, güç bakımından farklılıklar
37
mevcuttur. Şüphesiz, bunların oturdukları mahallelerde gelirlerine göre seçilecek, aynı
sınıf veya statüde olanların eş ve çocukları da yakın yaşayacak ve benzer kültür
oluşacaktır. Böylece “sınıf kültürü bir defa çıkmaya başlayınca bir nesilden diğerine
intikal edecektir”.
Sanayileşmeyle birlikte eski sınıflardan bazıları kaybolup, yeni sınıflar
doğarken, tabakalaşma da giriftlik göstermeye başlamıştır. Olaya Durkheim’in bakış
açısıyla bakarsak işbölümünün farklılaşmayı dolayısıyla hem faaliyet türüne (sanayi,
ziraat, hizmetler gibi), hem de sosyo ekonomik seviyelere (profesyonel, büro işçisi,
vasıflı işçi gibi) göre farklı dağılımları meydana getirdiğini görüyoruz. Yani toplum
karmaşık işbölümüne dayandığı için tabakalaşma da çok basamaklıdır (Atalay, 1983,
25, 39-40).
Sanayi toplumunda ki tabakalaşmanın anlamının yanında yapılan ayrımlarda
farklılaşmalar göstermektedir. Her sosyolog kendi kuramsal bakış açısıyla farklı
sınıflamalar yapmaktadır. Bu noktada ilmi çalışmalara, kalıplaşmış paradigmaların
hâkim olması (Kuhn, 1970, 10) her ne kadar konunun çetrefilleşmesine ve zor
anlaşılmasına neden oluyorsa da özellikle Marx ve kuramsal çerçevesi güçlü olan diğer
kuramcıların, kuramlarını temel bir ilkeye ve önermeye göre meydana getirdiklerini ve
bunu bir düşünce sistemi olarak sunduklarını (Mills, 1970, 33) görmekteyiz. Bu bakış
açısıyla tabakalaşmanın en keskin ve en sistemli sınıflamalarından birinin Marx’a ait
olduğunu görüyoruz.
Marx Kapital isimli eserinde, işgücünün sahipleri, sermaye ve toprak olmak
üzere üç genel toplumsal sınıf saptamakta, bunların kaynaklarının gelir, ücretler, kâr ve
toprak rantından oluştuğunu belirtmektedir. Bunlar “Kapitalist üretim tarzına dayalı
olan modern toplumun üç büyük sınıfı”dır (Swingewood, 1998, 111).
Tabi ki Marx’ın sınıf teorisinin sadece dikotomik olduğuna dair görüşüyle
çelişmektedir bu sınıflandırma ama daha bilimsel ve tarihi incelemelerinde kapitalizm
içerisinde sınıf oluşumunun ve yapısının karmaşıklığını vurgulamış ve basit iki sınıflı
modelin tarihsel bir olgu olduğunu iddia etmemişti. Örneğin Marx, kapitalizmin temel
eğiliminin, kendiliğinden sınıf kutuplaşmasına doğru ilerlemek değil, orta sınıfların,
özellikle de profesyonel gruplar gibi önemli “toplumsal işlevler”i yerine getirenlerin
çoğalması yönünde olduğunu, çünkü bu kesimlerin burjuva toplumunun varlığının
sürdürülmesinde ciddi roller üstlendiğini ileri sürer (Swingewood, 1998, 110-111).
Aynı şekilde Weber’de kapitalist üretim için yeni hizmet işlevlerinin oluşumuyla
ilişkili olarak gelişen yeni bir sınıfın yani ifade edilen “yeni orta sınıf”ın doğuşuna işaret
38
etmiştir. Weber’e göre, bu profesyonel ve yarı profesyonel çalışanlar grubunun ortaya
çıkışı, kapitalist üretim ve dağıtımın artan ussallaşmasına yol açan kapitalist üretim
sistemlerinin giderek bürokratikleşmesiyle yakından ilişkiliydi (Turner, 2001, 66).
Weber ise farklı bir bakış açısıyla, ekonomik sınıflara, yani önemli bir miktarda
sermaye ve endüstriyel üretim veya ticari mal olarak ya da daha somut biçimde
kapitalin sahibi olanların oluşturduğu gruplara ek olarak, tarihsel gelişmeleri
etkileyecek biçimde hareket edebilecek başka gruplarında olmasının kaçınılmaz
olduğunu vurgulamakta ve sosyal statü grupları ile politik partileri bu bağlamda işaret
etmektedir. Görüldüğü gibi Weber, ekonomi kadar insanların sahip oldukları güç ve
saygınlığında önemine değinmekte, hatta bu iki olgunun, farklı bir tabakalaşma sistemi
yarattığını ileri sürmektedir. Bu analiz, farklı toplumsal yapıları çözümleyebilmemiz
açısından, ortak bir yaşam tarzı ve tüketim kalıbıyla nitelenen gerçek topluluklar olarak
statü gruplarını öne çıkarmasından ve gücün dağılımının, tabakalaşmada oynadığı rolü
göstermesi açısından önemlidir (Weber, 1996, 278-289; Güçer, 2005, 5-6).
Sanayileşmenin değişik varyasyonlarını temel alarak tabakalaşma kuramlarını
belirleyen sosyologlardan biriside Dahrendorf’dur. Üretim araçlarının mülkiyeti
bağlamından çıkarak meşru otoriteyi çıkış noktası yapan ve sanayi toplumlarında ortaya
çıkan değişmeleri de göz önünde bulunduran Dahrendorf, sermayenin ayrışması,
emeğin parçalanması ve yeni orta sınıfın ortaya çıkışını Marx’ın reddi için temel olarak
ele alırken yeni bir sınıf kuramı çerçevesinde çabaların, toplumsal çatışmayı bastırmak
yerine, onu etkin bir kurumsallaştırma sayesinde düzenleme yönünde yoğunlaşması
gereğini ifade etmiştir (Poloma, 1993, 115-127). Bu noktada Dahrendorf, toplumsal
yarılmanın birçok biçiminin sınıf çatışması kaynaklı olmadığını da vurgulamaktadır
(Clark & Lipset, 2007, 76) ki bu durum ortaya çıkan heterojen yapının doğallığına işaret
olarak ta yorumlanabilir.
Lenski ise karmaşık sanayi toplumlarının, tarımsal toplumlardan daha az katı
tabakalaştığını düşünür ve bireyler, sınıflar ve sınıf sistemleri dediği üç yapısal birimin
birbirleriyle kıt kaynaklar için verdikleri mücadeleye olan ilişkileri ile varolacağını
belirtir. Modern sanayi toplumlarında çok boyutlu çözümleme taraftarı olan Lenski, “bir
birey mal varlığı açısından orta sınıf, bir fabrikada çalışıyor olmasından dolayı işçi sınıfı
ve aynı zamanda siyah “kastı”nın da üyesi olabilir. Mülkiyet hiyerarşisindeki statüsüyle
birlikte yerine getirdiği başlıca rollerin tümü, hayatta istediği şeyleri elde etme şansını
etkiler ve onu özgül bir sınıfa yerleştirir. Bu kaynaklar arasındaki bağıntının el
vermemesi nedeniyle bir birey bir tek sınıfa yerleştirilemez. Bu bağlamda, teknolojik
39
olarak ilkel toplumlardan gelişmiş toplumlara gidildikçe bu eğilimin daha bariz bir
şekilde ortaya çıkacağını belirtmek uygun düşecektir” (Poloma, 1993, 136). Sonuç
olarak Lenski tabakalaşma sistemi tablosunu, karşılıklı bağlılık ve bağımlılığın açık bir
yapısal işlevselci imajı içinde, “tekerlekler içinde tekerlekler sistemi” olarak
değerlendirir (Poloma, 1993, 137).
Bu ve benzeri görüşlerin sanayi toplumuna olan bakış açısının ötesinde, hizmet
sektöründeki büyüme, bilgi ve haber işleme sistemlerinin artan önemi, bilgisayarın
yükselen egemenliği ve emek gücü içindeki profesyonelleşmenin toplumsal önemi gibi
hususlar, bazı sosyologların post-endüstriyel bir topluma doğru gittiğimizi öne
sürmelerine yol açmıştır.
Bu bağlamda yirminci yüzyılın son on yıllarında, kitle tüketiminin daha ileri
gelişimi ve postmodern kültüre yönelik eğilimle ayrılmış bir başka sosyal ilişkiler
yapısına giriyor gibi görünüyoruz. Kültürel sistem içindeki geleneksel hiyerarşiler,
önceki herhangi bir döneme göre daha parçalanıyor ve değişiyor görünmektedir.
Kültürel alanın, ekonomik ve politik sistemlerle ilişkisi biraz kesilmiş olmakta ve
kültürel alan içindeki rekabetçi mücadele, bir kültürel işaretler ve hayat tarzları
ahenksizliği patlaması üretmektedir (Turner, 2001, 77, 102).
Sonuç olarak işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki klasik çatışma, yirminci yüzyılda
kentsel, endüstriyel işçi sınıfının görece çöküşü, sermaye sahipliğinde yeniden
yapılanma ve liberal demokratik bir çerçeve içinde formel yurttaşlık haklarının
genişlemesiyle ortadan kalkıyor görünmektedir. Sınıflar arasındaki yalın bölünmelerin
yerini, statü toplulukları ile statü bloklarının devletin himayesinde refah pastasından pay
kapmayı içeren çok daha karmaşık bir toplumsal yapı almıştır (Turner, 2001, 73). Bu
noktada ortaya çıkan yeni sosyal hareketlerin sebep ve saiklerinin de modern sanayi
toplumlarının içinde bulunduğu durumu açıklayıcı olduğu ifade edilebilir. Bu bağlamda
dinsel, ırksal, cinsel, çevresel ve diğer sivil hareketlerin daha bir önem kazandığını ve
klasik kuramların öngörülerini aşan bir düzlemde kendilerini sunduklarını görmekteyiz.
1.4. Sanayileşme
1.4.1. Sanayi Nedir?
Dilimizde Latince “Industria” kökünden gelen “Endüstri” ile Arapça “Sana’a”
kökünden gelen “Sanayi” eşanlamlı olarak kullanılan iki kavramdır. Latince’de
“Industria”nın sözlük anlamı maharet, hüner, marifettir. Arapça’dan dilimize geçen
40
“Sanayi”nin sözlük anlamı ise bir şey yapmak, bir eser meydana koymak; bunun için
gerekli bilgiye, maharete, tecrübeye sahip olma; yapma, başarma azmine sahip olma; bir
işi başarılı sonuca ulaştırma gayretine malik olma anlamlarına gelmektedir( Efe, 1997,
43).
Sanayi için bugüne kadar üzerinde karar verilip anlaşılmış bir tanım olmamasına
karşın Türk Dil Kurumu sözlüğünde şu şekilde tarif edilmektedir: ”Hammaddeleri
yapılı bir hale sokmak için uygulanan eylemlerin ve eylemleri uygulamak için
kullanılan araçların tümüdür” (Ağakay, 1973, Sanayi maddesi).
Sanayi kavramının, çağdaş sosyologların çoğunluğu tarafından genel kabul
görebilen tanımlarından birisi şudur: “İnsanların çeşitli ihtiyaçlarını karşılamak için
tabiattan aldıkları hammaddeleri çoğunlukla makine gücüne dayanan araç ve gereçlerle
üretme, biçim ve/veya bazı özelliklerini değiştirerek kullanma faaliyetidir” (Küçük,
1994, 12).
Wilbert Moore ise sanayiyi şu şekilde tanımlamaktadır: “Hammaddelerin cansız
enerji gücü ve kaynaklarına dayanan temel mekanik araçlarla ara mamullere ya da hazır
ürünlere dönüştürülmesidir” (Mutioğlu, 1993, 63). Moore burada, mevcut bir güç
sayesinde doğadan elde edilen “hammaddelerin” ya da “yarımamül” ürünlerin
makineler ve otomasyon ağı vasıtasıyla işlenerek, “yarımamul” ya da “mamul” haline
getirilmesi sürecini sanayi olarak isimlendirirken geçmişten farklı olarak sürecin
makineler vasıtasıyla mekanikleşmesine özel vurgu yapmaktadır.
Çelebi ise şöyle bir tanım öne sürmektedir: “Sanayi bireylerin kendilerinin veya
diğer bireylerin gereksinmelerini karşılamak için birbirleriyle işbirliği yaparak, bir
enerji kaynağından elde edilen güç yardımıyla bir veya birden çok alet(ler) kullanarak,
bilgi ve deneyimlerinin ışığında doğadan çıkardıkları hammaddeleri işleyip yarımamul
veya mamul ürünler haline getirmeleridir. Bu açıdan sanayi, ilk çağlardan günümüze
değin süregelen ve bilim ile tekniğin etkileşimi ile ortaya çıkan teknolojik ilerlemelere
paralel olarak gelişen bir faaliyetler dizisi olmaktadır (Çelebi, 1983, 1).
Sanayi başlıca dört öğeden oluşmaktadır: 1. Doğal kaynaklar: Hammadde ve
enerji kaynaklarıdır. 2. Emek: Nitelikli ve niteliksiz işgücüne bağlı olarak sanayinin
varlığı.
3. Sermaye: Mali kaynağı ifade eder. 4. Yönetim: Hammadde sermaye ilişkisinin
verimli olarak kullanımını sağlar (Küçük, 1994, 13). Aron ise sanayinin karakteristik
özellikleri olarak, üretimin toplumsal birimi olan ve seri üretim yapılan fabrikaya,
41
üretim faktörleri arasındaki ilişkilerin özelliklerine ve ekonomik ve teknik rasyonaliteye
vurgu yapmıştır (Aron, 1997, 65-67).
Sonuç olarak burada geleneksel üretim tarzında olduğu gibi sadece “emeğin” ve
“insan ilişkilerinin” değil, “makinelerin”, “bilgisayarlı otomasyonun” ve günümüzde
bilgi ve iletişim aygıtlarının örgütlenmesinden bahsetmekte ve sürecin gelişmesinin baş
döndürücü bir hızla akmaya devam ettiğini vurgulamaktayız.
1.4.2. Sanayileşme ve Modernleşme
Teknoloji sahasında ilerlemenin ortaya çıkardığı yeni teknik dünya ve bu teknik
yeniliklerle kendine özgü bir biçime kavuşan “Sanayi Devrimi” ile birlikte meydana
gelen sosyal, dini, kültürel ve ekonomik değişmeler insanlık tarihinde eşine ender
rastlanan bir değişim ve dönüşüme işaret etmektedir. Sanayileşme olarak kabul edilen
bu değişime sadece ekonomik faktörlerin değil ama bu bağlamda ortaya çıkan
yeniliklerin diğer bütün toplumsal realiteleri dönüşüme uğratma potansiyel ve gücünü
elinde bulundurur bir durumda olmasıyla karşılaşmaktayız. Sosyolojinin büyük boy
kuramcılarının da, sanayileşmenin ortaya çıkardığı veya sanayileşmeyi doğuran
etkenleri analiz etme çabalarında ana mihver olarak kullandıkları husus sanayileşmenin
kendi içinde barındırdığı değişim ve farklılaştırma özelliğidir.
Öyle ki; sanayileşme bir taraftan işbölümü, zenginlik hiyerarşisi ve sosyal
sınıflar meydana getirirken diğer taraftan da toplumsal farklılaşmanın boyutlarını
değiştirmiştir (Aron, 1997, 73). Toplumsal işbölümünün artışına paralel olarak da, yeni
işkollarının ve mesleklerin ortaya çıkışına neden olmuş böylece toplumsal mobiliteyi
artırarak iletişimin ulaştığı noktayı günümüze ulaşan baş döndürücü boyutlarına
taşımıştır
(Günay,
1986,
54).
Böylece toplumsal
ilişkilerde sosyal hayatın
aktifleşmesine dolayısıyla da statü farklılıklarının değerlendirilmesinde yeni ve farklı
anlayışların ortaya çıkmasına yol açmıştır. Makinelerin yaygınlaşması ile yığın
üretimine geçilmesi sonucu işçi sınıfının oluşumu (Ozankaya, 1976, 364) ve böylece
farklılaşan sınıf ilişkilerinin belirginleşip yoğunlaşmasıyla ortaya çıkan karmaşık
ilişkilerin farklı değerlendirmelerine bu bağlamda şahit olmaktayız.
Halen yaşadığımız sanayileşme ve uygarlık hareketinin tarihteki benzeri
uygarlık ve endüstri atılımlarından farklı bir şekilde “Sanayi Devrimi” olarak
adlandırılmasının birinci nedeni; bu hareketin gerisinde bulunan duygunun ve maşeri
ruhun çok güçlü ve tabana yayılmış olması, ikincisi; sanayileşen toplumlardaki
42
geleneksel dini ve sosyal kurumların fonksiyonel olmaktan çıkması, üçüncüsü;
sanayileşme hareketinin çok hızlı bir şekilde dünyayı etkisi altına alması, dördüncüsü;
bilimsel bilgiyi üretimde ve sanayide kullanma kapasitesinin yüksek olması, beşincisi;
çalışmanın başkaları tarafından tanımlanması, takdir edilmesi, şahsi bir ihtiyaç olmaktan
çıkartılması, bedeni bir eylem olmaktan öte araçlaştırılması, mekanikleştirilmesi,
müşterekleştirilmesi ve kutsallaştırılması, altıncı olarak da sanayinin, milletlerarası
hâkimiyet mücadelelerinin amaçlarını ve ilkelerini, değiştirdiği yapısal ve fonksiyonel
unsurlara bağlı olarak değiştirmesidir (Duran, 2002, 17-18).
Bu kadar büyük etkileri olan ve devrim olarak adlandırılan bu sürecin ne zaman
başladığı kesin olarak belirlenememektedir. Sanayi Devrimi, Britanya’da 18.yüzyılın
ikinci yarısından 19. yüzyılın ilk yarısına kadar olan dönemde gerçekleşen hızlı
toplumsal, iktisadi, demografik ve teknolojik değişiklikleri anlatmak üzere kullanılan
bir terimdir (Marshall, 1999, 632; Hobsbawm, 2005, 32-33). Bilindiği gibi, bugünkü
anlamda bir sanayinin doğuşu ve etkinlik göstermesi 19. yüzyıl Avrupa’sının bir
ürünüdür. Bu sebeple sanayi çağı 18. yüzyıl ile başlatılır. Freyer bu tarihi 1792 yılı
olarak vermektedir (Atalay, 1983, 20). Özellikle Batı Avrupa’da birkaç yüzyıldan beri
oluşmakta olan zihni gelişmenin sonucu sayılan büyük sanayi devrimi (Hobsbawm,
2005, 33; Turhan, 1969, 29) sadece makine tekniğinin doğup gelişmiş olmasıyla
belirlenmemektedir. Onun yanında, iktisadi yaşayış ve çalışma biçiminde, toplum ve
kültür yapısında meydana gelen köklü değişmeleri de belirtmek gerekir (Freyer, 1954,
5-8, 18-25; Hobsbawm, 2005, 32-36, 74).
Öyle ki bu çağın doğup ortaya çıktığı Batı Avrupa toplumlarında insanın değişik
varlık alanlarıyla bağlılıkta insanlar arası bağlanışlarını birkaç yüzyılda kökünden
değiştiren derin sarsılmalar, devrimler (Hümanizma, Reformasyon, Aydınlanma,
Liberalizm v. b.) sanayi çağının kaynağını teşkil etmiş; bu çağın insanlarına
“dinamizm” anlayışını adeta değişmez bir değer olarak vermiştir (Ayas, 1994, 9).
Sonuçta sanayileşme öncesinin gelenekleri, kaçınılmaz biçimde yükselen sanayi
toplumunda varlığını sürdürememiş ve yerini mevcut sürece bırakmıştır (Hobsbawm,
2005, 84).
Yeni dünya görüşü, insanlarda, çalışma ve kazanma hevesini artırmıştır. Üretim
ve imalat görülmedik bir gelişme safhasına girmiştir. Çalışma ve kazanma yollarını
aramaya koyulan insanlar, nispeten kısa bir zamanda, dünyanın o zamana değin
bilinmeyen bölgelerinden önemli bir kısmını bu yolda kullanmağa girişmişler, böylece,
bu faaliyetin merkezi durumunda olan Batı Avrupa ülkeleri aynı zamanda birer bilgi,
43
servet ve refah merkezi durumuna gelmişlerdir. Gittikçe gelişen teknik rasyonellik
yardımıyla iktisadi rasyonellik ilerlemiş, rasyonalite toplum yaşamının bütün alanlarına
yayılıp bir yaşama ve davranış ilkesi olarak benimsenmiştir.
Çağın doğumunu hazırlayan ve bugüne kadar gelen süreç içinde, bilim tekniği
geliştirmiş, teknik de bilimin gelişmesine yardımcı olmuş; her ikisi birden, zihin ve
maddi kültür verilerini, özellikle iktisadi yaratma ve örgütlenme alanlarında görülen
gelişmeleri sağlamış, kültür ve yaşama seviyesi de buna bağlı olarak hızla yükselmiştir
(Ayas, 1994, 9; Atalay, 1983, 22).
Sosyoloji geleneğinde öteden beri ele alınan sanayileşme olgusu, doğal
kaynakların dönüştürülmesi ile yakından ilişkilidir. Doğayı en üstün kazanç sağlayacak
şekilde dönüştürmesinin
sosyal
fenomende
ciddi
bir
birikim
süreci olarak
değerlendirilmesi, sanayi devriminin diğer değişim süreçlerinden farklılığının temel
göstergesidir (Güzel, 2008, 87).
Bu bağlamdan yola çıkarak sanayileşmenin özünü, üretim için gerekli toplam
işgücünü azaltan kompleks makinelerin ve diğer araçların kullanılması şeklinde ifade
edebiliriz (Russell, 1979, 30). Bu da yoğun teknolojiye dayalı ve geniş çapta üretimle
sonuçlanmaktadır. Yani, fabrikalaşma bunun belirgin görüntüsüdür. Fabrika endüstri
devrimi ile şekillenirken, endüstri devriminin toplumsal etkileri de “fabrika ile daha da
somutlaşmıştır.” Bu iki süreç fabrikaların etkisinin sadece üretim süreci ile sınırlı
kalmamasına, toplumsal değişimi de kapsayacak kadar geniş bir alana yayılmasına yol
açmıştır (Güzel, 2008, 88). Ağır teknolojiye dayalı bu fabrikalar ise, çalışanların
fazlalığı, işbölümünün gelişmesi, üretimin büyüklüğü gibi ölçülerle ifade edilmektedir
(Atalay, 1983, 20). Burada ticari toplumun fabrika üretimine dönüşümünü ifade
etmekteyiz (Güzel, 2008, 95; Sarıöz Ete, 2002, 13). Fabrika üretimine dönüşümü ifade
eden sanayi devriminin belirleyiciliği ise “insan-insan ilişkisine göre şekillenen diğer
kurumların aksine insan-doğa ilişkisine göre şekillenmesinden ileri gelmektedir”
(Çelebi, 2001, 86-88).
Fabrikanın sosyal hareketliliğin artması, sermayenin daha geniş kesimlere
yayılarak merkezileşmesi, işgücü pazarlarının öneminin artması, kol gücüne dayalı
üretimden makine gücüne dayalı üretime geçilmesi, ücretli işgücünün yaygınlaşması,
nüfus hareketlerinin artması, yeni endüstri kasabalarının ortaya çıkması, modern pazar
ve endüstri örgütlerinin oluşumu gibi toplumsal sonuçları, büyük ölçüde üretimi tek çatı
altında toplayan girişimcinin
makine üretimine geçmesinden kaynaklanmıştır
(Türkdoğan, 1981, 60). Yine de söz konusu toplumsal etkenlerden hiçbiri, geleneksel
44
dönemdeki mevcut insan kümeleşmesini değiştirerek “proleteryayı” ortaya çıkarması
kadar etkili olamamıştır (Mardin, 1997, 28). Böylece toplumsal yaşamı geniş ölçüde
etkileyen fabrikaların sanayi devrimine ivme kazandıran ana unsurlar olduğunu ifade
etmekteyiz.
Yine bu bağlamda Theodorson’da sanayileşmeyi “güç üreten makinelerin ortaya
çıkması ve yaygınlaşması ile sonuçlanan üretim, ekonomi ve sosyal örgütlenme
yöntemlerinde ki köklü değişmeler ve bunun sonucunda fabrika sisteminin ortaya
çıkması sürecidir” şeklinde tarif etmektedir (Efe, 1997, 44).
Aslında sanayileşme daha geniş anlamda, tarımsal faaliyetlerin veya temelinde
küçük üreticiliğin yer aldığı (Hobsbawm, 2005, 28; Efe, 1997, 44) faaliyetlerin büyük
üretim faaliyetlerine dönüştürülmesinden ziyade modernleşme diye de adlandırılan daha
genel bir süreçle ilişkili olarak değerlendirilmektedir.
Böylece Fransız ihtilali ve sanayi devriminin gerekli kıldığı değişim süreci
“modernleşme”; dönem ise “modern dönem” şeklinde kavramsallaştırılmaktadır.
Modernliğin getirdiği değişim ise hem yaygınlık hem de yoğunluk açısından modern
öncesi değişim süreçlerinden farklıdır. Nitekim sanayi devriminin etkilerinin yukarıda
ifade ettiğimiz üretim süreci ile sınırlı kalmaması bu farklılığı açıkça ortaya
koymaktadır. Literatürün, sanayi devriminden önce sosyal yaşamın bu kadar
farklılaşmadığına dair dikkate değer sayıda örnekler sunması, sanayi devriminin
etkilerinin üretim sürecini aşarak (Güzel, 2008, 72) insan-toplum-doğa bağlamında
cereyan eden bütün süreçlerin öncüllerinden başlayarak sonuçlarına kadar olan her şeyi
farklılaştırması durumun bir göstergesidir.
Modernliğin farklılığı görüşü, büyük ölçüde onu oluşturan büyük dönüşümlerin
gerçekleştiği “toplumsal an”a dayanır. Bu toplumsal anın hazırlayıcısı özelde
aydınlanma çağı düşüncesinde belirginleşen ve büyük bilimsel devrimlerin kendisine
eşlik ettiği paradigma (Shayegan, 2002, 59) ve genelde, geçmişin otoriter yapılarını alt
üst etmenin verdiği devrimci ruhtur. Bu çerçevede modern yaşam biçimi, entelektüel,
siyasal, ekonomik ve kültürel alanlarda gerçekleşen dönüşümlerin etkileşimi aracılığıyla
ortaya çıkmıştır (Sarıöz Ete, 2002, 16). Bu bağlamda ortaya çıkan süreçte
sanayileşmenin itici gücü bu etkileşimleri güçlendirmiş ve süreç içerisinde
modernleşme projelerinde kaynak olarak kullanımında ortaya çıkan verilerin toplumsal
dönüşümdeki etkilerini belirgin hale getirmekle kalmamış, özellikle bu sürece katılmak
isteyen toplumların temel çıkış noktalarını oluşturmanın yanında idealleşen bir konuma
yükselerek bireyciliğin ve bireyselliğin onursal ruhlarına atıf yapan sonul görüşüyle
45
(Wagner, 1996, 26) modernliğin, özgürlük ve özerkliği kentleşme ve demokratikleşme
süreçlerine olan şaşaalı bağlayışıyla kendisine sağlam bir yer edinmiştir.
Blumer de sanayileşme- modernleşme sürecini şöyle ifade etmektedir: “
Geçmişte olduğu gibi günümüzde de sanayileşme, modernleşme çeşitlerinden biri
olarak değerlendirilir. Bu eğilim de endüstrileşme kavramının belirsizliğine yol
açmaktadır. Modernleşmenin gelişmiş dış dünyadan gelen “norm”, “standart” ve
“modeller” olarak değerlendirilmesinden yanayım… (Yine de) modernleşmenin halk
eğitimi, kanunlaşma, yeni tüketim eğilimleri, yeni ilgi alanları, yeni formel kurumlar,
yeni politik düşünceler gibi oldukça farklı anlamları vardır. Bu sayılan yenilikler, bir
bölgeye sanayileşmenin etkisiyle girer. Sanayileşme dış dünyanın etkilerini sanayileşen
bölgeye getirir. Kapılar, insanların değer verdikleri yeni norm, model ve üretimlere
ardına kadar açılır ve sosyal yaşamda da önemli değişmeler görülür. Yeni yaşam
şekilleri bölgeye sanayileşme süreci ile girdiği için “sanayileşme ile modernleşmenin
aynı şeyler” olduğu düşünülür (Blumer, 1990, 22).
Berman’da benzer şekilde sürecin içerisinde değişik unsurların karşılıklı
etkileşiminin bir bütün olarak ortaya çıkardığı yaşam biçiminin farklılaşmasına vurgusu
şöyledir: ”Fiziksel bilimlerde gerçekleşen, evrene ve onun içindeki yerimize dair
fikirlerimizi değiştiren büyük keşifler, bilimsel bilgiyi teknolojiye dönüştüren, yeni
insan ortamları yaratıp eskilerini ortadan kaldıran, hayatın tüm temposunu hızlandıran,
yeni tekelci iktidar ve sınıf mücadelesi biçimleri yaratan sanayileşme; milyonlarca
insanı atalarından kalma doğal çevrelerinden koparıp dünyanın başka bir yerinde yeni
hayatlara sürükleyen muazzam demografik altüst oluşlar; hızlı ve çoğu kez sarsıntılı
kentleşme; dinamik bir gelişme içinde birbirinden çok farklı insanları ve toplumları
birbirine bağlayan, kapsayan kitle iletişim sistemleri; yapı ve işleyiş açısından
bürokratik diye tanımlanan, her an güçlerini daha da artırmak için çabalayan ve giderek
güçlenen ulus devletler; siyasal ve ekonomik alandaki egemenlere karşı direnen, kendi
hayatları üzerinde biraz olsun denetim sağlayabilmek için çabalayan insanların kitlesel
toplumsal hareketleri; son olarak, tüm bu insanları ve kurumları biraraya getiren ve
yönlendiren, keskin dalgalanmalar içindeki kapitalist dünya pazarı” (Berman, 2001, 28).
Bu ifadelerden yola çıkarak modernleşmeyi, genellikle siyasal, ekonomik ve
kültürel görüntüleriyle birlikte tüm toplumsal yapının, gelişen teknolojiye bağlı kalarak
sanayileşmesinin etkileri olarak ele alabiliriz (Kongar, 1979, 249).
Süreci çift taraflı okuyarak bir taraftan bizlere, “serüven, güç, coşku, gelişme,
kendini ve dünyayı dönüştürme olanakları vaat eden,” diğer yandan da “sahip
46
olduğumuz her şeyi, olduğumuz her şeyi yok etmekle tehdit eden bir ortam” yaratan
modernliği, “paradoksal bir birlik, bölünmüşlüğün birliği” olarak tanımlayan Berman,
Marx’ın kavramsallaştırmasına başvurarak, modern olmak; “katı olan her şeyin
buharlaşıp gittiği bir evrenin parçası olmaktır” demektedir. Kendi olumsuzlayıcı
düşüncesinin bu bağlamında modern hayatın “girdabı(nın) birçok kaynaktan beslene
geldiği”ne dikkat çekerek içerisinde sanayileşmenin de yer aldığı yukarıda ki hususları
ifade etmiştir (Berman, 2001, 11-31; Sevil, 1999, 18; Shayegan, 2002, 174).
Giddens’ın da ifadesinde vücut bulan, ”geleneklerin kalıntıları silindikçe,
toplumlar ne kadar çok sanayileşirlerse birbirine o kadar çok benzeyecekler” şeklindeki
görüşler sanayileşme ile modernleşme arasındaki yakın ilişkiye değinmektedir (Sevil,
1999, 54). Aynı şekilde Giddens modernleşmenin ilk olarak, dünyaya karşı belli
yerleşik tutumları insanın müdahalesiyle şekil almaya açık bir dünya fikrini, ikincisi,
ekonomik kurumların karmaşık bir bileşimini, özellikle sanayi üretimi ve pazar
ekonomisini, son olarak da, ulus-devlet ve kitle demokrasisi başta olmak üzere, belirli
siyasal kurumları göstermekte olduğunu vurgulamaktadır (Giddens, 2001, 81). Böylece
modernite, ekonomik, toplumsal ve siyasal boyutlarıyla son yüzyılların teknolojik
buluşlarıyla gündeme getirilen dünyanın dönüşümünü ifade etmektedir. “Bu aynı
zamanda insan bilinci düzeyinde inançları, değerleri ve hatta yaşamın duygusal yapısını
bile yerinden oynatan bir devrim de getirmiştir” (Poloma, 1993, 268).
Bu değerlendirmelerden sonra yalın bir süreç olmadığını gördüğümüz
modernleşmenin (Akgül, 2002, 63) temeline ekonomik gelişme kavramını koyduğumuz
zaman (Sevil, 1999, 41) değerlendirmelerimizin çıkış noktasında değer yargılı ve yönü
belirlenmiş olan bir kavrama ulaşmaktayız. Özellikle Batı toplumlarının sanayileşme
süreci ile girdikleri dönüşümün ortaya çıkardığı yeni durumun ifadesinde kullanılan
modernleşme bu anlamda toplumsal değişmenin özel bir yönünü yani batı toplumlarının
ulaştığı yönü ifade etmektedir.
Bu noktada modernleşme sadece bu ekonomik gelişme sonucunda ulaşılan
toplumsal duruma sahip olan batı toplumları için değil bu bağlamda üretilen ilerleme ve
gelişme süreçlerine aday olarak değerlendirilen toplumlar içinde geçerli olabilecek
süreci ifade etmektedir. Böylece modernleşme batılı toplum bilimciler tarafından bütün
gelişmekte olan toplumların, batı toplumlarına benzer merhaleleri geçireceklerine (Efe,
1997, 49) dair bir anlayışı da içerisinde barındırmaktadır.
Sosyologların değişim sürecine dair yapmış oldukları kavramsallaştırmaların
temelinde (Durkheim: Organik toplum ve mekanik toplum; Tönnies: Cemaat ve
47
cemiyet; Marx: Kapitalist toplumdan sosyalist topluma; Weber: Kapitalist rasyonel
toplum) batı’nın vardığı noktalar göz önünde bulundurulmaktadır. Burada hedeflenen,
Batı’nın ulaştığı veya ulaşması gereken düzeydir (Sevil, 1999, 38). Demek ki teknoloji
olarak adlandırılan ve bu denli dillere düşmüş olan şeyin sadece makine ve fabrika
demek olmadığını, Batılı insanın bakışında ve bilincinde meydana gelen değişimin
doğrudan sonucu olduğunu görmekteyiz. Ne ki beraberinde teknolojiyi getiren bakıştaki
değişim yeni bir olgu değildir. 14. ve 15. yüzyıllarda dünyanın büyük uygarlıkları üç
aşağı beş yukarı aynı teknik düzeye sahipken, bu olgunun sadece Batı kültürünün içinde
gerçekleşmesinin nedeni de bu noktada önemlidir (Shayegan, 2005, 271).
Bu bağlamda geleneksel toplumdan modern topluma geçişi ifade eden
modernleşmenin hemen hemen daima eski usullerin yerini yeni ve daha etkin usullerin
alması veya tamamen yeni ürünlerin üretilmesi ve yeni yaşantı tarzlarının ortaya
çıkarılması anlamına gelmektedir. Doğal olarak bu süreç toplumsal değişmenin farklı
toplumlarda veya medeniyetlerde farklı biçimlerde ortaya çıkaracağı değişimleri göz
önünde bulundurmadan sadece batı tipi bir değişim ve dönüşümün anahtarı olarak
değerlendirilebilir.
Nitekim Wallerstain’de, değişmekte olan dünyayı belli sınırlara çekebilmek için
Batılı bilginlerin “gelişmeyi”, “Üçüncü Dünyayı” ve “modernleşmeyi” icat ettiklerini
vurgulamaktadır. Oysa ona göre “modernleşmekte olan bir dünyada değil, kapitalist bir
dünyada” yaşamaktayız (Wallerstain, 1995, 244-245).
Bu noktada Weber’in kuramının tarihsel gelişimi içerisinde Batı’nın bir ürünü
olan kapitalizme özel bir vurgu yapmalıyız. Gerçekte teknolojik rasyonalite bir Batı
olgusudur ve Çin’de, Hindistan’da ya da İslam dünyasında doğamazdı (Shayegan, 2002,
96). Bu noktada ortaya çıkan toplumun yorumu da kendi dinsel geleneğinden
devşirilmiş olacak ve diğer toplumlara “işte durum tam da benim izah ettiğim gibidir”
denilecekti. Bu hususta her ne kadar Bendix, tam anlamıyla modernleşmiş ve de
modernleşmek isteyen bir toplumun, geleneksel unsurlardan arınmış olduğu veya
olması gerektiği anlamsız bir soyutlamadan başka bir şey değildir (Bendix, 1983, 81-82)
dese de Weber, bugünkü sanayi toplumlarının ekonomik başarısının nedenini, Protestan
mezhebinin ahlaki değerleri olarak göstermektedir (Weber, 1997, 34; Lenski, 1962,
113-114).
Hâlbuki olayın “tarihsel rastlantılarla” açıklanamayacak çok farklı boyutları
vardır. Ayrıca sanayileşmenin yegâne unsurları sadece bilimsel devrimler veya coğrafi
keşiflerle ortaya çıkan hammadde ve pazar oluşumu da değildir. Yine sürece katkı
48
yapan iktisadi ve toplumsal gelişmeler farklı yönlerden etkin olmuşlardır. Fakat
bunlarda sonuca dair kesin bildirimlerde bulunamamaktadır. Bu noktada Protestan
Reformu’nun da ne doğrudan doğruya, ne de dolaylı olarak –Protestanlığın neden
olduğu özel bir “kapitalist ruh” ya da iktisadi davranış biçimlerindeki başka bir
değişikliğin- Sanayi Devrimi’ne yol açtığı söylenebilir. Hatta bunlar, Sanayi
Devrimi’nin neden Fransa’da değil de, İngiltere’de gerçekleştiğini bile açıklayamaz. Bu
reform Sanayi Devrimi’nden iki yüzyıl önce meydana gelmiştir. Protestanlığa geçen
tüm bölgelerin sanayi devriminin öncüsü olduğu hiçbir zaman söylenemez ve –çok
belirgin bir örnek vermek gerekirse- Hollanda’nın Katolikliği sürdüren bölümü
(Belçika) Protestanlığa geçen bölümünden (Hollanda) daha önce sanayileşmiştir
(Hobsbawm, 2005, 35; Baykan, 1981, 138-139).
Bütün bu tartışmaların sonucunda modernleşmenin
farklı bağlamlarda
sosyologlar tarafından tahlil ediliyor oluşunda kendi toplumsal durumlarına olan atıf
noktalarını ve görmek istedikleri toplumsal dünyanın çözümlenmesinin yanında anlam
arayışına olan bilimsel katkıyı sunma çabalarının ideolojik boyutlardaki yansımalarının
bilime olan etkilerini müşahade etmekteyiz. Bütün bu sürece rağmen gelişmekte olduğu
söylenen ülkelerin sanayileşme ve dolayısıyla modernleşme serüveninde, Batı
toplumlarının kendi yapısında anlamlı fonksiyonlar oluşturan kültürel unsurlarının
tarihsel tecrübeleriyle birleşerek ortaya çıkardığı teknoloji ve kurumlarının harfi harfine
ve metazori bir sistemle kendi toplumlarına kabul ettirmeye çalışmaları başarısızlığa
neden olmaktadır (Kaya, 1993, 22). Bu yetmezmiş gibi bir de modern uygarlığın
tüketim düzeyine en kestirme yollardan tırmanma kurnazlığı, bir saplantı olarak,
gelişme halindeki ülkeleri kültürden eğitime, siyasetten yönetime, iktisat ve maliye
politikalarına ve dış ilişkilere varıncaya kadar, her alanda kıskacına almıştır (Efe, 1997,
49). Gerçekte ise bütün toplumların kendine has kültürel yapı özellikleri vardır. Bununla
beraber, bütün medeniyetlerin oluşmasını gerçekleştiren, ampirik bilgi birikimini -ki
maddi kültürde ki ilerleme bunun sonucu olarak meydana gelebilmektedir- (Turhan,
!969, 317) kabul etmekteyiz. Yalnız göz önünde bulundurulması gereken önemli
hususlardan birisi de toplumların, tarihsel gelişim süreci içerisinde geliştirdikleri
manevi kültür unsurları da dinleri ile veya dinlerin yeni yorumlarıyla bir bütün halinde
ilişki içerisindedir (Kaya, 1993, 27). Bu ilişkinin farklılaşmasını göz önünde
bulundurarak sürecin tek yönlü ve düz çizgi halinde ve sadece din ve yansımaları
şeklinde değerlendirilemeyeceği açıktır.
49
Bu noktada Batı uygarlığınca hava veya su kadar “doğal” olan kurallar ve algı
dayanaklarından farklı olan kural ve algı dayanaklarının diğer kültürlerde mevcut
olduğuna müşahidiz. Bu noktada her kültürün bireylerinde yöresel-merkezcilik vardır.
Eğer bir sosyolog kendi yöresel merkezci değerlerini çalışmalarında önde tutarak diğer
insanların yöresel-merkezciliğine kabul ettirmeye kalkışırsa, sonuç içinden çıkılmaz bir
karmaşıklık olur (Şerif, 1985, 24-28). Bu hususta sosyoloji toplum mühendisliği olarak
ifade edilmemelidir. Özellikle Comte’un düşüncesinde mevcut olan, “ artık; insanın
tarihsel süreçte edindiği ve günün bilimlerinin kazandırdığı kuramsal bütün bilgileri
birleştirerek dünyaya yeniden şekil vermek ve onu yeni bir düzene koymak gibi, insanın
uygulanımsal çabaları için yol göstericilik vazifesini sosyoloji yüklenecekti” (Çiftçi,
2002, 31) fikri yeni teoloji çabalarının bilimsel kılıfı gibi durmaktadır. Yine Weber’in
yapmak istediği de, “kapitalizmi, çağdaş batı dünyasının uygarlığı olarak anlamaya
çalışmak”tır. Weber’e göre “kapitalist eylemler, toplumlarda evrensel olan bir özellikten
ibarettir.”
Kapitalizmin
biçimsel
tanımlaması
da
onun
böyle
düşündüğünü
göstermektedir, “Endüstriyel arz, özel talepleri gözetmeksizin, bir insan grubunun
ihtiyaçlarını girişimcilik yöntemlerini sağlıyorsa, orada kapitalizm var demektedir
(Sevil, 1999, 30-31).
Görüldüğü gibi modernliğin tarihsel süreci 17 yüzyıl Avrupa’sında başlayan ve
sonrasında hemen hemen bütün dünyayı etkisi altına alan toplumsal yaşam ve
örgütlenme biçimidir. Bu sürecin tanımlamalarına bakarak onu anlamaya çalışmak
sorunlarla doludur. Biz bütün bu algılama sorunlarının üzerinde yine modern
kelimesinin
en
yoğun
olarak
kullanıldığı
alan
olan
endüstriyi
görüyoruz.
Endüstrileşmenin devrimine sahip olan Batı toplumlarının teknik hegemonyalarının
kültürel boyutunu modernleşmenin farklı bağlamlarda ifade edilen kodlarında
aramaktayız. Bilindiği gibi endüstri devriminin inkişafı bu sürecin diğer toplumlar
tarafından
içselleştirilmesiyle
gerçekleşecek
ve
gerçek
mecrasına
yerelliğin
küreselleşme ideolojisi bağlamında kaybolmasıyla tek çizgi halinde ifade edilecek
insanlığın ilerleme ve evrim tarihine olan sıkı bağımlılığıyla ifade edilecektir. Nitekim
Eisenstadt modernleşmeyi “tarihsel olarak Batı Avrupa’da ve Kuzey Amerika’da
geliştirilmiş olan toplumsal ve siyasal sistemlere doğru bir değişme süreci olarak
tanımlarken; Lerner’da “modernleşmenin batılılaşmak olduğunu…” söylerken batı
toplumlarını veri olarak çıkış noktası yapmışlardır (Kongar, 1999, 406). Bu bağlamda
Batı’da ortaya çıkan bütün bu tartışmaların yerel unsurlar tarafından merkeze olan atıfla
mı yoksa kendi yerelliği içinde mi değerlendirileceği yoğun tartışmalar içermektedir. Ve
50
süreç farklı bakış açılarıyla ilerlemeye ama hep de modernizm bağlamında tartışılmaya
devam etmektedir.
Diğer açıdan modernliğin kendi içsel tanımlamalarında da içerdiği çelişkilerin
farklı kuramsal çıkış noktalarıyla değerlendirilmeye devam ettiğine şahit olmaktayız.
Yeni bir modernlik anlayışının tanımlanması gerektiğine inanan Touraine, eğer bunu
yapmazsak: ”Eski düzen’lerin yıkılışı ve sanayileşme sırasında yaşanmış olanlardan çok
daha şiddetli tufanlar yaşayacağız” diye uyarır (Touraine, 1994, 222). Touraine göre,
modernliği en iyi tanımlayan, ne teknik ilerlemeler ne de tüketicilerin giderek artan
bireyciliği değil, özgürlük talebi ve bu talebin insanı mutlak bir araca, bir nesneye ya da
bir yabancıya dönüştüren her şeye karşı kendini savunmasıdır (Touraine, 1994, 222). Ne
ki Touraine, modern olarak adlandırılması gerekenin, “geçmişi ve inançları silip atan bir
toplum değil, eskiyi yıkmaksızın moderne dönüştüren” ama dinin sadece -tanımını
yapmadığı bir- “vicdana çağrı” haline dönüştürüldüğü bir toplumsal yapıdan söz ederek
(Touraine, 1994, 354) aslında ulaşılmak istenen modern hedefe dair seleflerine bir katkı
yapmaktadır (Sezer, 1981, 14-15).
Olayın farklı bir boyutu da modern okumalara karşı çıkan post-modern
süreçlerin yarattığı travmadır. Gerçek bir büyü bozumuna yapısal unsurlardan
başlayarak aslında kendi temellerini de yıkan post modern söylemi ulaşılan kültürel
boyutun naifliğine vurgu yapması bakımından önemsemekteyiz. Çünkü bu söylemde
yapıbozum baskıcı olmayan bir “düzen” anlayışı sunar ve köklere inme anlamında
radikaldir (Rosenau, 2004, 232). Ve bunun modernliğin içerisinde çıkış noktasını
oluşturan özgür bireysel benliğin oluşturulması ve sonucunda Parsons’çu söylemle, bu
bireysel benliğin istikrarlı toplumsal sistem için toplumsal rol ve toplumsal bütünleşme
içerisinde eritilerek (Wagner, 1996, 224) örgütleyici modernliğin kendi toplumsal
kimliğimizin milliyet veya sınıf bilincine gönderme yapan etkin kitle olmanın
sonucunda ulaşılan noktada inşa edilen kitle kültürü olma sürecinin yıkılmasına yol
açan bir anlayışa yol açması da marjinal gruplara, kadınlara, batılı olmayan gruplara vs.
yeni açılımlar sunmaktadır. Fakat bu sürecin sonucunu kestirmek tam da olmasını
istediğimiz
toplumsal
erdemlerin
bitmez
tükenmez
tartışmaların
girdabında
temellendirilemeyen ama sadece yaşanan ve çıkan yeni yapısal anlayışın insani olmayan
bir noktaya bizleri sürüklemesi korkunç sonuçlar doğuracak bir durumdur.
Tarihsel
akışımızı
göz
önünde
bulundurduğumuzda
sanayileşme
ve
modernleşmenin çeşitli bağlamlarda tartışıldığına ve bir sonuca bağlanamadığına şahit
olmaktayız. Mesela Tütengil çalışmalarında az gelişmiş toplumların yapısal sorunlarının
51
çözümü için “Batılılaşmayı” önerirken (Kongar, 1999, 406) Tanyol ise Batılılaşma
hareketinin Türkiye’de kapitalist bir modeli oluşturma çabaları olduğuna dikkati
çekerek, kapitalist modelin toplumsal yapımıza uymadığını ifade etmektedir (Kongar,
1999, 366). Diğer taraftan sanayileşme ve modernleşmenin ayrı süreçler olduğunu ifade
ederek sanayileşelim ama batılılaşmayalım düşüncelerinin yanında Batı’nın bütün
unsurlarının etkileşim içinde olduğunu ifade ederek sanayileşmenin yanında kültürel
unsurların sentezlenerek yapısal unsurlarımızın geliştirilmesi gerektiğini ifade eden
görüşlere de rastlamaktayız. Olayın bir diğer yönü ise toplumların bu süreçten azade
kalamayacağı özellikle küreselleşme bağlamında Batı’nın her türlü unsurlarının tüm
dünyayı sardığı olgusudur. Bu bağlamda Shayegan’ın batılılaşma ve kendine
yabancılaşma durumunda olduğunu iddia ettiği doğu toplumlarına ait olan betimlemesi
kayda değer bulunmaktadır. “Batılılaşma, batı uygarlığının gerçek niteliğinden habersiz
olmaktır. Bu bilgisizlik, durumun dış yüzünü özüyle karıştırmamıza, Batı uygarlığının
görünümlerini onun teknolojik ürünlerinin şaşırtıcı kullanışlılığıyla sınırlamamıza ve bu
ilerlemenin ardında cereyan eden düşünceden gafil olmamıza neden olmaktadır. Bu
gaflet ve bu uygarlığın itici düşüncesini o düşüncenin pratiğinden ayırt etmemek, bizim
deneyimimizin sadece uygulamalı bilimlerin kullanımı çerçevesinde gerçekleşmesine ve
söz konusu bilimlerin kaynağına yol bulamayışımıza neden olmaktadır. Bu müthiş çarkı
döndüren kaynakla irtibat kurmamız mümkün değildir. Çünkü onun ortaya çıkışına yola
açan değişimde bizim payımız yoktur. Biz onunla karşılaştığımızda bu büyük çark
çoktan harekete geçmiş ve bizi de dişlilerinin arasına almıştı. Batı düşüncesinin itici
kaynağına yol bulamayış, hayranlığa yol açar, bu hayranlık da zihinsel felce. Zihinsel
felçte yaratıcı güçlerimizi her alanda durdurarak düşünce yolumuzu tıkar. Bu düşünce
çıkmazı, düşüncenin muhtemelen kendisine açık olan iki yolda da, yani Batı
düşüncesinin itici gücü ve ulusal hatıranın kaynağıyla bağlantı yolunda seyretmesine
izin vermez. Batı düşünce dairesine yol bulmaktaki aczimiz, ulusal hatıramıza sırt
çevirmemiz ve o mirasa yabancılaşmamız, kelimenin tam anlamıyla ne İsa’ya ne de
Musa’ya yaranmamıza yol açar” (Shayegan, 2005, 19-20, 57-62).
Toplumlar kendi kültürlerinin farklılığını bu süreçte nasıl ortaya koyabilecektir.
Batı kültürünü kendi bağlamı içinde tanıyıp, ulusal hatırasının da kavramlarını yeniden
ifade edebilecek (Shayegan, 2005, 277) bir düşünce yapısı ortaya koyabilecek mi?
Böylece Türk Toplumunun da kendi tarihsel köklerini kültürel olarak devam ettirip
ettiremeyeceği de süreç içerisinde görülecektir. Bu tanımlamaların ve çözümlemelerin
ışığında geleneksel ve modern sanayi toplumlarında dinin nasıl bir görünüm arz ettiğine
52
bakabiliriz. Bu görünümlerin işlevsel olarak yapacağımız analiz ve değerlendirmelerde
önem arz ettiğini ve bu değerlendirmelerin tipolojik olarak vurgulandığını belirtmeliyiz.
Bu noktada yapılacak olan analizlerin farklı tarihsel birikimde ve ulaşılan mevcut
görünümde farklılıklara gösterdiğini ve tipolojik analizlerin değişen oranlarda
farklılaşmış olarak ta bulunabileceğini ifade etmeliyiz.
1.5. Din ve Sanayileşme
1.5.1. Din ve Sanayileşme İlişkisi
Bu bölümde genel anlamda din ve sanayileşmenin karşılıklı etkileşimlerinin
teorik olarak incelenmesi amaçlanmaktadır. Din sosyolojisinin temel konularından
biriside din ve diğer ekonomik olayların karşılıklı ilişkilerinin, etki ve tepkilerinin
incelenmesidir. Ekonominin temel çıkış noktalarından birisini oluşturan sanayileşme,
geleneksel toplumsal hayata binaen günümüz toplum hayatında birçok önemli
farklılıklar meydana getirmiştir. Toplumsal farklılaşmanın ileri boyutlara ulaştığı
günümüz sanayi toplumlarında ve sanayileşen toplumlarda dininde bu değişim ve
dönüşümden etkileneceği aşikârdır. Bu noktada dinin nasıl anlaşıldığı ve yaşandığı
hususunda çok çeşitli kuramlar bağlamında araştırmalar yapılmış ve sanayileşmenin
dine etkisi toplumsal bağlamda gözlenmeye ve anlaşılmaya çalışılmıştır. Bu
araştırmanın temel amaçlarından biriside din ve sanayileşmeyi bu bağlamda anlamaya
çalışmaktır. Çünkü sanayileşmeyle birlikte ortaya çıkan gelişmeler insanları geleneksel
bağlardan kopararak farklı çözümlemelere sürüklemiş ve bunun etkisi de tüm toplumsal
alanlarda hissedilmiştir. Öncelikle din nedir, dindarlık ne anlam ifade etmektedir, din ve
toplum ilişkileri nasıldır, modern toplumlarda din, sanayileşme, sanayileşme ve din
ilişkileri problemleri incelenecektir.
1.5.2. Sosyolojik Bakımdan Din
Din; insanın tutum ve davranışlarını, insanlar arası ilişkilerini, fert ve toplum
hayatını etkileyen ve belirleyen temel kurumlardan biridir. İnsan ve toplum hayatında
son derece önemli ve etkili bir kurum olması hasebiyle din, her devirde düşünürlerin,
sosyal bilimcilerin ilgi odağı olmuştur. Nitekim Durkheim’e göre din, bütün insan
toplumlarında karşılaştığımız evrensel sosyal bir fenomendir. Dolayısıyla sosyolojinin
ilgi alanında dinin olması yalnız hakkı değil, aynı zamanda görevidir (Köktaş, 1993,
11). Aynı zamanda insanları ve toplumları doğru anlamanın temel anahtarlarından birisi
53
dindir. Dinin doğru anlaşılmasının toplumunda doğru anlaşılmasına bir katkısı olacağı
muhakkaktır. Çünkü din gerçek anlamını toplumla bize göstermektedir. Bu açıdan
öncelikle dinin ne anlama geldiği ifade edilmelidir.
Din, farklı dinî ve kültürel formlarda farklı anlaşılmış ve tarif edilmiştir. Nitekim
sosyal bilimcilerinde üzerinde hemfikir oldukları bir din tarifi ortaya çıkmamıştır.
Sosyolojisi açısından din kavramının tarifi özellikle bu ilmin ortaya çıkışıyla birlikte
kendi bakış açısıyla farklı bir anlam kazanmıştır. Aslında sosyolojide din, kendisi olmak
bakımından değil de, incelenen toplumsal boyutta ele alınan bir olgu olarak
araştırılmıştır. Bu bakımdan din bilimsel araştırma konusu olan sosyal bir gerçeklik
olarak ele alınmış (Kehrer, 1996, 7) ve dinin objektif toplumsal bir olgu olması göz
önünde bulundurulmuştur (Efe, 1997, 50). Sonuçta din sosyal bir fenomen olduğu
sürece incelenmiştir. Din sosyale tabi bir tezahürdür veya en azından sosyal bir öneme
sahiptir şeklinde anlaşıldığı gibi sosyal hayatın içerisinde din ve diğer sosyal olguların
birbirinden etkilenme düzeyleri veya dinin bağımlı-bağımsız değişken olarak
değerlendirilmesi ise farklılıklar arz etmiştir. Nitekim din gerek ilk ortaya çıktığı
dönemde gerekse daha sonraki tarihsel süreçte bir yandan mevcut sosyo-kültürel
yapıdan etkilenirken, bir yandan da bizzat bu yapıyı etkileyerek şekillenmekte; böylece
aynı dinsel inanış ve algılamalar farklı sosyo –kültürel ve coğrafi alanlarda farklı
anlamlara bürünebilmektedir (Zückerman, 2006, 68).
Bu bakımdan sosyal bilimcilerin görüş birliği içerisinde oldukları bir din tanımı
bulamamaktayız. Çünkü yeryüzünde sayılamayacak kadar çok dinî deneyim (Yıldırım,
1999, 27) ve tecrübenin yanında, objektif bir gerçeklik olarak toplumların bağlandıkları
inanç ve davranışlardan oluşan (objektif din) dinî sistemlerinde tarihsel süreç içerisinde
ve günümüzde farklılaşmasının çokluğunu da göz önünde bulundurarak ve yine bilim
adamlarının değişen paradikmatik duruşlarının ve farklı branşlarından dolayı oluşan
bakış açısı döngüsünün de bu hususta etkili olduğu kanaatini taşımaktayız. Bu nokta da
insani bakış açısının kültürel ve dinî süreçlerden etkilenen sübjektif ve objektif
yönlerinin bilim dünyasına etkisi yadsınamaz bir gerçektir. Çünkü insanların dinden ne
anladığı da en az dinin ne olduğu kadar önem arz etmektedir. Yeni bir din bilimi
metodolojisi oluşturma süreci içerisine giren batılı bilim adamlarının doğal olarak dinin
normatif gücünün şüpheli duruma düşmesi sürecinde dinin kendisini ifade ettiği bakış
açısından ayrılarak dinin kendilerince asıl anlamını keşif sürecine çıkmalarına şahit
olmaktayız. Öte yandan dinin evrenselliğinin, çeşitli şekillerde tezahür etmesi ve
heterojenliği, kapsamlı, yeterli ve özenli bir tanım bulmayı da güçleştirmektedir
54
(Kehrer, 1996, 9). Bu bakımdan sosyolojik din tanımı belli bir dini değil de zaman ve
mekân itibariyle insanlar arasında her yerde ve devirde görülen ilahi olsun olmasın
bütün dinleri göz önüne almaktadır (Günay, 2006, 14).
Bu noktadan yola çıkarak özellikle metodolojik olarak ta tezimizin başında
toplumsal işbölümüne dair sosyolojik katkısıyla faydalandığımız Emile Durkheim’in
“Dini Hayatın İlkel Biçimleri” isimli eserinden dine bakış açısını ve tanımlayışını
çözümleyebiliriz.
Durkheim,
özellikle dinler
söz konusu
olduğunda tarihsel
çözümlemenin en iyi açıklama yolu olduğunu ifade ederken (Kehrer, 1996, 21, 141)
başlangıç noktası olarak dinlerin en ilkelini seçmiştir. “Çünkü ilkel dinler yalnızca dinin
kurucu unsurlarını ortaya çıkarmamıza izin vermekle kalmazlar; onların en büyük
faydaları da, dinin açıklanmasına yardım etmeleridir” der. Fakat burada özenle
vurgulanan hususta şu ki “din şu anda başlamıştır denilebilecek olan kesin bir an
yoktur.” (Durkheim, 2005, 24-25).
Dininde diğer beşeri kurumlar gibi eşyanın doğasında bir temelinin olduğunu
dolayısıyla yalana veya hataya dayanmayacağını ifade ederken Durkheim, “dinin açıkça
toplumsal bir şey” olduğunu genel bir sonuç olarak çıkarmıştır. Ayrıca insanın dinî
doğasının insanlığın temel ve daimi bir yönünü gösterdiğini vurgularken dinin bilim
öncesi düşüncenin bir ürünü olduğu şeklindeki evrimci teorinin özünü kesin olarak
çürütür. Böylece din toplumun yapısal bir elementi olarak görülür ve din sosyal bir
fenomen olduğu sürece toplum da dinî olarak ifade edilir (Durkheim, 2005, 18, 27;
Kehrer, 1996, 22; Topçu, 2006, 103-104).
Çünkü din sosyolojik olarak tabiatüstü, özerk ve toplumdan aşkın bir etkinlik
olmayıp insani bir eylem olarak görülmelidir. Böylece din, toplumların kendilerini
tanıma ve tanıtma aracıdır (Sezer, 1981, 32-34, 212). Sosyal gerçeklikler olarak tezahür
eden din incelenirken de dinî bir bakışın önceliğinden de hareket edilmez (Yıldırım,
1999, 31).
Durkheim tarafından ise din şu şekilde tarif edilmiştir: ”Kutsal şeylere ilişkin
inançlar ve pratiklerden oluşan birleşik bir sistem; kutsal şeyler, ayrı tutulan ve
yasaklanan şeyler; inançlar ve pratikler ise, benimseyenlerin tümünü biraraya getiren ve
kilise/cemaat diye isimlendirilen tek moral bir topluluk halinde biraraya getiren
öğelerdir” (Durkheim, 2005, 67; Kehrer, 1999, 21; Kösemihal, 2002, 191).
Din olayının nesnel karakterlerine dayanılarak yapılan bu tanımla “dinle hiç
ilgisi olmayan birtakım olaylara din demekten ve gerçek din olaylarının yanından
55
geçildiği halde onları fark edememekten” kurtulmuş olunmaktadır (Kösemihal, 2002,
190).
Bu tanımda dikkat çeken önemli noktalardan biri de Durkheim tarafından kutsal
ve kutsal-dışı arasında yapılan ayrımdır. Aslında bu ayrım günümüzde ortaya çıkan
inanç temelli tartışmaların toplumsal boyutlarını belirlemede temel problem olarak ta
ortaya çıkmaktadır. Nitekim dinin özünü bu ayrıma dayandıran Durkheim’de kutsalın
sosyal menşeli olduğunu kabul ederek dinin özünü toplum kalıpları içerisine hapsetmek
suretiyle, dinin süjesini ve objesini birbirine karıştırma hatasına düşmekle itham
edilmiştir.
Durkheim’in tanrı kavramı hakkındaki görüşü de bu durumu ortaya
koymaktadır. Ona göre, insan, dinî bir duyguyla kendisini aşan bir varlık karşısında
korku ve ümit içinde beklerken, aslında Tanrı adı verilen evrenin ötesindeki bir varlık
karşısında değil, kendini çepeçevre saran “toplum realitesi” karşısında durmaktadır.
Dolayısıyla Tanrı fikri, toplumun yaptırım güç ve işlevini gösteren sembolden başka bir
şey değildir (Aydın, 1990, 172).
Bu noktada toplumsal yaşamı asıl itibariyle dinsel olarak ifade eden Durkheim,
dinsel seremonileri de toplumsal yaşamın kutlamaları olarak görmekte ve buna göre de
dinin toplumsal yaşam içerisinde kutsal şeylerle, yani varoluşun dindışı (profane)
zorunluluklarından ayrı olan şeylerle ilgilenmek zorunda olduğunu belirlemektedir
(Kehrer, 1996, 22, 121).
Burada bu durumun daha iyi anlaşılması için vurgulamamız gereken nokta da
şudur; özellikle Marksist eğilim, belirli dinî formları, özellikle doktriner formları,
sosyo-ekonomik altyapının -özellikle sınıflar arasındaki ilişkilerin- yansımaları veya
tezahürleri olarak açıklamaya çalışıyorlardı. Böylece Marksistler dini, insanın teorik
olarak yetkin olduğu toplumsallıktan mahrum olduğu kabul edilen bir durumda bir telafi
mekanizması olarak görürlerken; Durkheimciler ise dini tamamen bu toplumsallığın bir
ifadesi olarak görürler (Kehrer, 1996, 119, 128).
Sonuçta dine olan bu bakış açısının toplumsal olarak ifade ettiği fonksiyon
günümüz din sosyologları arasında temel tartışma noktalarından birini oluşturmuştur.
Özellikle Durkheim’in kutsal şeylerin toplumsal birliğin sembolü olduğunu vurgulaması
ve tüm dinleri aynı sınıfın türleri olarak aynı nesnel anlama sahip olup aynı işlevi yerine
getiriyor olarak belirlemesi fonksiyonel bir din anlayışına olan vurguyu göstermektedir.
Çünkü din sosyal bir fenomen olduğu ölçüde, toplumda dini bir fenomendir
anlayışından yola çıkan Durkheim modern toplumu dahi dinî olarak ifade ederken
56
bunun millî ve politik sembollerde bulunabileceğini göstermiştir (Durkheim, 2005, 21;
Kehrer, 1996, 22; Günay, 2003, 226).
Daha açık bir ifadeyle dinin sosyal dayanışma, birlik ve bütünlüğü sağlayıcı bir
temel faktör ve aynı zamanda dinin bizzat insanın kendisini kuşatan kollektif sosyal
hayata bağımlılığının ve ona boyun eğişinin bir tezahürü olduğu konuları üzerinde
duran Durkheim; dinsel inanç ve etkinliği sosyal sistemlerin tümü için bir önkoşul –
insanları biraraya toplayan ve toplumun istikrarlı işleyişi için temel bilişsel, değersel ve
anlamlı düsturlar sağlayan başat bir güç- olarak görmeye yönelen fonksiyonalist
eğilimli sosyologları etkilemiştir (Kehrer, 1996, 115, 125).
Bu etkilenmelerin karşısında teorisinin özellikle bilgi sosyolojisi boyutundan
başlanarak eleştirildiğine de şahit oluyoruz. Özellikle dini kollektif şuurla açıklarken
bunun dışında bir takım etmenlere dayanması eleştirilmiştir. Şöyle ki zaman, mekân,
nedensellik kavramlarının kökeni hakkındaki açıklamalarında toplumsal etkenlerden
başka etkenlere başvurduğu görülür (Kösemihal, 2002, 194). Durkheim, bu
kategorilerin her birinin çok eski tarihlerden itibaren toplumun birey üzerindeki
egemenliği sonucunda ortaya çıktığını görmemiz gerektiğini savunur. Aklın ve
toplumun olağanüstü otoriteleri zihnin toplumsal boyutundan kaynaklanır. Bu boyut
akılda olan olağanüstü otoritenin kaynağı gibi gözükmekte ve bu otoritenin önerilerini
güvenle kabullenmemizi sağlamaktadır (Bottomore & Nisbet, 2002, 566; Durkheim,
2005, 35).
Gustav Mensching ise Durkheim’i, dini toplumun bir işlevi olarak gören
Comte’un pozitivizminden ilhamını alarak dinin özü ve başlangıcını tamamen akıl
yoluyla açıklamaya çalışmakla suçlamakta ve eleştirmektedir. Mensching’e göre dinin
tek yanlı ve sınırlı karakteri ile yapılacak bir din sosyolojisi, sosyolojik şartlardan
çıkarılacak olan dinin özünü de tamamen bozacaktır (Mensching, 1994, 1-3). Nitekim
Mircea Eliade’da dinin birey ve toplumla ilişkilerini salt işlevleri açısından ele almanın
indirgemecilik olduğunu ifade etmiştir (Günay, 2003, 223). Wach ise daha sert bir
eleştiriyle özellikle dinin sosyolojik yönlerini inceleyenlerin çalışmalarının, kendilerine
dinin tabiatı ve cevherini izaha yeteceğini hayal edenlerin aldandığını ifade ederek Marx
ve Comte felsefelerini ikaz ederken, Durkheim’in ise delilsiz olarak dinî süje ve dinin
objesinin ayniyeti hususunda peşin hükümlere sahip olmasını reddetmiştir. Bu noktada
Wach, kendi metodunu, dinle sosyal olaylar arasındaki karşılıklı pek çok ilişkilerin
incelenmesi sayesinde, dinin belki ilk rolü değil fakat şüphesiz esas rolünün daha iyi
57
takdir edilmesine katkıda bulunacağını ümit ettiği şeklinde açıklamıştır (Wach, 1995,
27).
Ayrıca ifade edilmesi gereken bir başka hususta şudur ki özellikle çalışmasını
dini hayatın ortak temelini bulmaya (Durkheim, 2005, 22) hasreden Durkheim’in ilkel
addettiği dinlere yönelerek bu işlemi, gelişmiş addettiği ve ilkelden tek farkı biraz daha
karmaşıklaşmış olmalarına bağladığı günümüz evrensel dinlerine bir açıklama
getirmeğe çalışarak kendi sivil dinine bir atıf noktası bulmaya çalışması manidar
oluşudur. Çünkü Durkheim, ayinleri ve inanç ilkeleri bilim ötesi ve aynı zamanda
modern toplumun aksiyon temeli ve bütünleşme mekanizması olacak yeni bir dinin, bir
tür “sivil din”in (Rousseau) ortaya çıkacağına inanıyordu. Ona göre milli bayramlar,
politik olarak önemli olayların anılması, geleneksel Hıristiyan ayinlerinin yerine
geçecekti (Kehrer, 1996, 96; Tiryakian, 2002, 197; Turner, 1998, 246).
İlk dinlere başvurmamızın nedeni dini değerden düşürmek gibi bir amaca matuf
değil, aslında onlarda saygındırlar sadece aynı gereksinimlere karşılık verirler, aynı rolü
oynarlar, aynı nedenlere dayanırlar; ayrıca dinsel yaşamın doğasını göstermek ve
sonuçta irdelemek istediğimiz sorunu çözmeye de yardımcı olurlar (Durkheim, 2005,
19) gibi bir öncülle hareket eden Durkheim, gerçekten de bir ceninle olgunlaşmış bir
insanı aynı kategoriye koyuyor gibidir. Ayrıca inanç ve davranışların kökeninin ilkel
toplumlarda bulunabileceğini savunan Durkheim tek kökenli bir bakış açısını
savunmaktadır. Hâlbuki Giambatista Vico bu görüşe karşı çıkarak, inanç ve davranış
benzerliklerinin çok kökenlilikle (polygenesis) pekâlâ bağdaşabileceğini; bilakis her
yerde bu benzerliklerin insanların zihnine yerleşmiş bazı bilgi edinme ve saklama
yeteneklerine işaret ettiğini ve bu yeteneklerin aşağı yukarı aynı coğrafi, sosyal ya da
ekonomik uyarılarla karşı karşıya kalınca benzer sonuçlar doğurduğunu savunmuştu
(Bottomore & Nisbet, 2002, 562).
Sonuçta din, Durkheim ve onun yolundan gidenlerin öne sürdükleri gibi sosyal
hayatın basit bir salgısından ibaret değildir. Zira, yapısı ne olursa olsun her toplumda ve
insan ruhunda bir “yücelme ihtiyacı, transandantal ve ilahi âleme yönelme arzusu ve
eğilimi” mevcuttur ki, bunu sadece fert ya da toplum kalıpları içerisine sıkıştırılmış bir
kutsal kategorisiyle anlamaya ve açıklamaya çalışan her teşebbüsün başarısızlıkla
sonuçlanacağına şüphe yoktur (Günay, 2003, 223). Esasen, din, birey ve toplum
hayatında varoluşsal bir gerçekliğe sahip olmakla birlikte, bu gerçekliğin zamanı ve
mekânı aşan boyutuyla dini, sosyal hayatta ve özellikle maddi hayatta rastlanan olaylara
indirgemek tek yanlı bir bakış açısı olarak değerlendirilebilir. Bu noktada temelinde dini
58
“daha müspet düşünce şekilleri karşısında silinip ortadan kalkmaya mahkûm, ilkel ve
büyüsel bir düşünce tarzı” olarak kabul eden A. Comte ve onun takipçisi pozitivistlerin
görüşü de yanıltıcı, yanlış çıkmıştır. Hâlbuki bugün anlaşılmıştır ki dinin gelecekte
varoluş ve yayılma imkânları konusunda, onun ifadelerinin mantıki statüsü değil,
değişen bir toplumda onun fonksiyonu karar verecektir (Kehrer, 1996, 10).
Din sosyologları kısaca, “korkutucu ve büyüleyici sır” olarak vasıflandırılan
“kutsalın tecrübesi” veya “yaşanması” şeklinde dini tanımlamaktadırlar. Rudolf Otto ve
M. Eliade’nin bu tariflerine Mensching’in, “Din kutsalla hayati bir karşılaşmadır”
sözüyle yaptığı katkıda güzeldir. Dinin bu şekilde anlaşılması dini tecrübenin objektif
özelliği üzerinde ısrar etmekte ve dinin çok boyutlu bir şekilde gerçekleşebileceğine
vurgu yapmaktadır (Günay, 2003, 225; Wach, 1995, 37; Sezen, 1990, 169; Yapıcı,
2007, 10; Kehrer, 1996, 10).
Dine dair yapılan bu özsel tanımın yanında bir de fonksiyonel bir din anlayışına
yönelik olarak yapılan bir tanım vardır. Bu meyanda J. M. Yinger’in “Din, bir halk
grubunun onun vasıtasıyla beşer hayatının temel problemlerine çözümler aradığı bir
inanç ve pratikler sistemidir” şeklindeki din tarifi önemlidir (Günay, 2003, 226; Yapıcı,
2007, 11; Kehrer, 1996, 10).
B. Malinowski ise dini, toplumsal grupların duygusal olarak taşıyamadıkları
gerilimli durumların çözümü olarak görmektedir (Kehrer, 1996, 99). Lane’nin ifadesiyle
gidişine uymak zorunda oldukları bir dünyada psikolojik bir denge kurmanın
yollarından biridir (Mardin, 2005, 30).
Bu tanımlarda din, bir dünyayı anlama ve kendini o dünyada belirli bir yere
yerleştirme modeli olarak fonksiyon görmektedir (Mardin, 2005, 30). Şöyle ki Berger’in
de belirttiği gibi her insan topluluğu bir dünya-kurma teşebbüsüdür. Bu teşebbüste yer
alan çeşitli olgu ve unsurlar arasında din özel bir yer işgal eder (Okumuş, 2003, 98). Bu
tür işlevselci tanım ve yaklaşımların tezimiz açısından ifade ettiği anlam önemlidir.
Özellikle ileride de vurgulanacağı gibi işçilerin din anlayışlarında göze çarpan
noktalardan birisi de onların dine, toplumun ve bireylerin hayatında yer alan temel
harçlardan birisi olarak bakmalarıdır. Bu noktada sanayileşmenin temel itici gücü olan
işçilerimizin dine bu anlamda kendilerini anlamlandırmada ve toplumsal birlikteliği
sağlamanın yanında ortak bir anlayış oluşturmada ortaya çıkan işlevine dikkat ettikleri
görülmüştür. Özellikle kendilerini tanımlamada sınıf bilinci ve diğer unsurlardan ziyade
genel anlamda Türk ve Müslüman kimliğine vurgu yapmaları dikkat çekicidir.
59
Bunu özellikle vurgulamamızın nedeni ise Marx’ın din tanımının işçilerimize
farklı bir işlevsel bakış açısı sunmasıdır. Çünkü Marx dini, “kalpsiz bir dünyanın kalbi
ve halkın afyonu”(Marx, 1998, 120) olarak değerlendirirken dinin özüne değil, sosyokültürel tabakalaşmayı meşrulaştırması ve hayal kırıklıkları, engellenmişlikler yaşayan
insanlara durumu kabullenebilme gücü vermesine atıf yapmaktadır (Yapıcı, 2007, 1213; Kehrer, 1996, 127-128). Nitekim Marx’tan öncede tarihi maddeciler dini iktisadi
hayatın basit bir fonksiyonu, bir “gölge olay”a (epiphenomene) indirgemişlerdi. Ayrıca
dini ilkel ya da geleneksel kültürlerin bir artığı ve dini hayatı bir kültür gecikmesine
indirgeyen ve öyle görenler de olmuştur (Günay, 2006, 19). Ayrıca Marx’ın dine bakış
açısının çok fantastik olduğunu da belirtmek gerekir. Anti Dühring’de dini şöyle ifade
etmiştir: ”Bütün dinler insanların gündelik hayatlarını kontrol eden dışsal güçlerin insan
beynindeki fantastik bir yansımasından başka bir şey değildir ki bu yansımada dünyevi
güçler doğaüstü güçlerin formunu varsayarlar. Başlangıçta sadece doğanın gizemli
güçlerini yansıtan fantastik figürler, bu noktada toplumsal nitelikler kazanır, tarihin
güçlerinin temsilcisi olur. Din, insanların kendilerine hükmeden doğal ve toplumsal
güçlere yabancı ilişkinin dolaysız, yani, duygusal formu var olmayı sürdürebilir.
Bununla birlikte insanlar, kendilerinin yarattığı ekonomik koşullar tarafından,
kendilerinin ürettikleri üretim araçları tarafından sanki bunlar yabancı güçlermiş gibi
yönetilirler. Dinin oluşumuna sebep olan bu yansıtıcı etkinliğin fiili temeli, böylece
varolmaya devam eder ve bununla da dinsel yansıma kendi varoluşunu devam ettirir. Bu
noktada sosyal güçleri toplumun idaresi altına sokmak önce zorunlu olan toplumsal bir
kanundur. Bu toplumsal kanun tamamlandığında, toplum, üretimin bütün araçlarını ele
almak ve onları planlı bir amaçta kullanmak suretiyle, kendini ve bütün üyelerini
kendileri tarafından üretilen fakat karşılarına direnilemeyen bir yabancı güç olarak çıkan
bütün üretim araçlarının esaretinden kurtulduğunda; böylece insan sadece talep etmeyip
aynı zamanda tanzim ettiğinde işte ancak o zaman hala dinde yansıyan bu yabancı güç
yok olacak ve onunla birlikte dinsel yansımanın kendiside yok olacak, çünkü basitçe,
geride yansıyacak bir şey kalmayacak” (Marx, 1998, 125-126).
Bu tür işlevselci tanımların her dini veya genel anlamda dinleri tam olarak
karşılamamasının yanında özellikle farklı tarihi dönemlerde dinin böyle bir fonksiyon
izlemek zorunluluğu altına sokulması gibi bir durumla da karşılaşabiliriz. Nitekim din
tarafından icra edilen fonksiyonlarda zamana ve mekâna göre değişmektedir (Yapıcı,
2007, 17). Ayrıca Wach’ın da ifade ettiği gibi din denen fenomeni toplum ile basit bir
fonksiyon içinde ele alamayacağımızı belirtmekte yarar vardır. Çünkü din pozitivist
60
varsayımın aksine, yalnız zamana bağlı olmayıp, aynı zamanda insanın “ebedi” planına
da uygundur. Belli bir toplumsal yapı ve ekonomik düzenle de kaim değildir (Wach,
1995, 35). Özellikle araştırmamız esnasında dinin kaderci yorumlarının mevcut olanı
algılamaya zorlaması hususundaki din anlayışlarının varlığı yanında işçileri gerektiği
şartlarda çalıştırmamakla birlikte onlara dindar görünerek durumunu meşrulaştırmak
isteyen sermaye sahiplerine de bu bakış açısı teşmil edilebilir. Fakat bu ifade ettiğimiz
tanımın bütün bu algılamaların yanında dine bütüncül bir bakış açısıyla zıt olduğunu
ifade etmemiz gerekir.
Aynı şekilde özsel din anlayışlarının da insan hayatında çokta fark edilmeyecek
anlarda bile kutsal ayrımına zorluyor gibi görünmesinin yanında insanî olanı soyutlayıcı
bir tavra dair oluşu da işçiler tarafından çokta belirgin bir bakış açısına ulaşmamaktadır.
Özellikle deruni bilginin içsel bir dindarlıktan yola çıkılarak dünya hayatında yaşanması
anlamında bir dindarlık, ifade edilen özsel tanımla işçi kesimine çokta yansımamış
görünmektedir. Yine din algısının daha pratik anlaşılmaya çalışılması süreci, kutsal ve
karşıtlarına bölünmeyi zorlaştırmaktadır. Bu anlamda yapılan bu tanımlar belli
noktalarda tespit edilse de özellikle araştırmamız açısından kuşatıcı olmamaktadır.
Son olarak bu bakış açılarından sonra dinin özsel ve işlevsel bakış açılarıyla
tanımını yapanlar da olmuştur. Aslında konumuzun başında tartışmasını yaptığımız
Durkheim’in tanımı dine böyle bir bakış açısını da yansıtır. Yine bu minvalde en iyi
tanımlardan biriside Campiche ve arkadaşlarına aittir. Bu yazarlar dini; “tecrübe üstü
aşkın bir hakikatle bağlantılı olarak belirli bir toplumda bireysel ve sosyal hayatın
yapısal açıdan kararsız karakterine cevap verme kabilinden uyum, kimlik ve kolektif
tecrübenin ifadesi gibi çeşitli işlevlerden birini ya da bir kaçını gerçekleştiren, az ya da
çok organize edilmiş inançlar ve ameller toplamı” şeklinde tarif etmektedirler (Yapıcı,
2007; 15). Dinin varlığı aşan bir boyuttan neşet edişine vurgunun başlangıç noktası
olduğu bu tanımda birey ve toplum hayatındaki işlevinin de ameli olarak ortaya çıktığı
ifade edilmektedir. Özellikle dinin toplumsal görünümüne bakış atan bu tanımların
bağımsız bir bakış açısıyla kendi hareket tarzlarını belirlemek amacıyla sosyal
bilimciler tarafından yapıldığını görüyoruz. Böylece dini, ”insanların veya toplumların
takdis ettikleri birtakım değerler etrafında birleştikleri ve kendilerini ifade ederek bir
yaşam çizgisi oluşturdukları, bireysel ve toplumsal varlık alanı sunan sistemli yapı”
olarak ifade edebiliriz.
Görüldüğü gibi sosyolojik bakış açısıyla yapılan din tariflerinde insanlara ve
topluma dair vurgulamalarla ortaya çıkan kurum ifade edilmektedir. Şu halde insanların
61
dinin objesi olması ve subjektif din yaşayışlarının objektifleşmesi dikkatlerimizi bu çift
yönlü anlaşılan ve sonucunda yaşanan dine çevirmektedir. Böylece dindarlığın
tezimizin ana mihverini oluşturması açısından ne ifade ettiğini, nasıl anlaşılıp
anlatıldığını tartışabiliriz.
1.5.3. Dindarlık Nedir?
Din kavramının tanımı hususunda yaptığımız tartışmaların farklılaşması
dindarlık kavramını tanımlama ve dindarlığı tezahürleri açısından sınıflandırmada da
karşımıza çıkmaktadır.
Dindarlık, yaşama ve hissetme yönüyle bireysel, tezahürleri açısından ise
toplumsal bir olgudur. Bu bakımdan dindarlık, bireysel yönüyle ne kadar sübjektif bir
karaktere sahip ise, sosyal yansımaları açısından da o kadar objektif ve gözlenebilir bir
özelliğe sahiptir (Taş, 2006; 175). Deruni tecrübenin anlaşılması, ancak onun objektif
anlatımının açıklanmasıyla mümkündür. Nitekim “Dinî” diye adlandırdığımız temel ve
gerçek tecrübe çeşitli şekillerde anlatımını bulmaya yahut objektifleşmeye eğilim
göstermektedir. Sonuçta ortaya çeşitli şekillere bürünerek çıkan bu dinî tecrübe
“yaşanan din” olarak tanımlayabileceğimiz dindarlığı ifade etmektedir (Wach, 1995, 38;
Günay, 2006, 22).
Günay dindarlığı; “kutsal olanın yahut onun özel bir formu olmak itibariyle belli
bir dinin muayyen bir zaman ve şartlarda belli bir kişi veya grup ya da toplum
tarafından yaşanması” şeklinde ifade etmektedir (Günay, 1996, 22).
Din sosyolojisi açısından ise yaşayan bir din, tabiatı icabı sosyal münasebetler
yaratmak ve gözetmek zorundadır (Wach, 1995, 54). Dolayısıyla ortaya çıkan ve
yaşanan dinin boyutları bu sosyal münasebetler içerisinde aranmalıdır. Bu açıdan
dindarlığın pratik bir bakış açısıyla toplumda dinî olarak ortaya konulan sosyal
davranışlarda aranması mümkün olmaktadır. Burada ki süreç dini tecrübenin hareketler,
sözler ve fiillerle ifadesinin gerekliliğini vurgulamaktadır. Çünkü sübjektif tecrübe
olarak din, somut bir atmosfer, bir tutum veya bir şekil halinde objektifleşmedikçe
gerçek üzerine etkide bulunamaz. Sırf şahsi olan bir din sübjektifliğin dışına çıkmaya
muvaffak olamaz. Anlaşılmış olmak ve toplumsal bir etki meydana getirmek için,
düşüncenin ve heyecanın çeşitli şekillerde ifade edilmesi gerekmektedir. Aynı
tecrübenin konusu olan iki arasında birliğin mevcut olabilmesi içinse bu tecrübenin
hareket, söz ve fiile dökülmesi lazımdır (Wach, 1995, 76).
62
Her ne kadar genel anlamda dinin dindarlığın kaynağı olduğunu ifade ediyorsak
ta bu süreçte ortaya çıkacak olan değişmelerin etkisinin din ve dindarlığa yaklaşımlarda
bireysel ve toplumsal açıdan dönüşüme ve farklılaşmaya yol açması muhtemeldir. Din
nasıl farklı şekillerde anlaşılıyorsa buradan hareketle dindarlıkta farklı şekillerde
anlaşılmış ve din gibi dindarlıkta istenilen kalıplara sokulmaya çalışılmıştır. Mesela
kendisi açısından tanımladığınız bir dine mensup olanların bu din açısından
yorumlandığında dindar olup olmaması ortaya konmakla birlikte, dini kendi
zaviyesinden tanımlamaları ve ona göre bir dindarlık algısı ve biçimi geliştirmeleri
açısından çok farklı birey ve gruplarla karşılaşabilmekteyiz.
Bu noktada her grubun veya kişinin dindarlık anlayışları farklı olabilmektedir.
Dolayısıyla görece bir kavram olan dindarlığa birbirinden çok farklı anlamlar
yüklenebilmektedir. Çünkü dindarlığın sınırlarını tam olarak belirlemenin ve tüm
yönlerini kuşatacak bir yaklaşım belirlemenin zorluğuna bir de her dini yaşantının farklı
bir kültürel ve sosyo-ekonomik çevrede yer alması eklenince dindarlığın ölçüsünü tam
olarak belirlemekte mümkün olmamaktadır (Taş, 1996, 176-177).
Sonuç olarak belli bir dinin insanlar tarafından ve insan topluluklarında kendi
şartlarında yaşanması anlamında dindarlık beşeri ve fakat aynı zamanda evrensel bir
fenomen olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu şekli altında o, bir yönüyle bireysel, bir
başka yönüyle toplumsal ve kültürel, fakat aynı zamanda hem aşkın ve hem de içkin bir
karakteristiğe sahip bir olgudur. Gerçekte, onun bu çok yönlü özellikleri birbirlerini
tamamlıyor görünmekte, fakat aynı zamanda çelişki ve çatışmalara yol açmaktan da geri
durmamaktadır. Başka bir deyişle dindarlık tüm muhafazakâr eğilimlerine rağmen,
dinamik ve dikotomik bir olgudur. Böyle olduğu için de orada değişim, çeşitlik ve
çatışmalar eksik değildir. Esasen insan topluluklarında dinin evrensel bir fenomen
olmasına karşılık, dinî inanışların, düşüncelerin, tutum ve davranışların yani
dindarlıkların ya da dindar olma yollarının kişiden kişiye, toplumdan topluma, bir
çevreden ötekine, bir devirden bir başkasına farklılıklar arz etmesi ve değişmesi oradan
kaynaklanmaktadır (Günay, 2006, 51).
1.5.4. Dindarlığın Boyutları
Dindarlığın tanımlanmasının ardından araştırma açısından bir diğer önemli konu
dindarlığın boyutları meselesidir. Dindarlığı tek boyutlu kavramlaştırma ve ona göre
63
ölçekler geliştirme sürecinin yanında çok boyutlu bakış açıları da ortaya çıkmıştır
(Yapıcı, 2007, 24).
Dini tecrübenin dinamik ve diyalektik karakteri beşeri ve dünyevi ortamda onun
çeşitli tezahürlere bürünmesine imkân sağlamaktadır. Nitekim tarihî ve sosyolojik
olarak dinler, dinî hayat ve dindarlık, bir toplum ve kültür ortamında, çeşitli iç ve dış
etkenler çerçevesinde bu yapısal unsurların dinamiğine göre şekilleniyor ve hatta
değişime uğrayarak yeni formlara yöneliyor. Bu da dindarlık olgusunun türlü form ve
boyutlarda tezahür ettiğini gösterir (Günay, 2006, 30).
Durkheim’le başlayan gelenek, öncelikle dinin ve buna bağlı olarak dindarlığın
inançlar ve törenler olmak üzere iki farklı görüntüsünün olduğu hususunda ısrar
etmiştir. Durkheim’in bu çok boyutlu yaklaşımı dindarlığın çok boyutluluğuna dikkat
çeken sosyologların ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır (Durkheim, 2005, 56; Yapıcı,
2007, 24).
Wach ise, “Dinî diye adlandırdığımız temel ve gerçek tecrübe çeşitli şekillerde
anlatımını bulmaya yahut objektifleşmeye eğilim göstermektedir” der. Gerçekte yaratıcı
dinî tecrübe nihayetsizdir; o daima yeni ve daha zengin gerçekleştirmelere doğru
uzanmaktadır. Dinî tecrübe ilk anda açık ve seçik bir biçimde anlatımını
bulmamaktadır; bununla birlikte öte yandan, ancak bu tecrübenin büründüğü şekiller
sayesindedir ki, onun özelliğini tam anlamıyla tasvir etmek ve anlamak mümkün
olmaktadır. Peki dinî tecrübenin anlatımının boyutları nelerdir diye sorduğumuzda
Wach’ın anlatımı şu boyutları ifade etmektedir: 1. Teorik Anlatım, Akide (Doktrin) 2.
Pratik Anlatım, İbadet 3. Sosyolojik Anlatım, Dini Cemaat. Aslında bu durum dinî
ifadenin iman, amel ve sosyolojik alan gibi üç temel üzerinde göründüğüne dair bir yol
gösterici haritadır (Wach, 1995, 43-61). Biz de aslında genel anlamda geleneksel
anlamda dinin iman, amel ve toplumsal boyutunun insan hayatında ki temel bölümler
olduğunu
ifade edebiliriz. Doğal olarak İslam Dini açısından temel çıkış
noktalarımızdan birisi olarak bu anlatım tarzını Wach’ın ifade ettiği boyutlarda bulabilir
ve bu şekilde bir yöntem seçebiliriz ki biz de tezimiz de genel anlamda dinin inanç,
ibadet ve sosyal hayatla ilgili kanaatlerinin işçiler üzerindeki görünümünü araştırdık.
Anketle ilgili bulgularımızda da yeri geldikçe bu boyutları açıklayacağız.
Günay ise, Hans Freyer’in, Wach’ın bu dindarlık boyutlarına, Weber’in “dini
zihniyet” veya “ahlak” adını verdiği bir dördüncü boyutu da ilave etmenin önemine
işaret ettiğini belirtirken, kendi din sosyolojisinde de bu yolu takip etmiştir (Günay,
2006, 30; Günay, 2003, 233).
64
Aslında Wach da “Ahlaki düşüncelerin kaynağı, saiklenmesi ve teşkili kararlı bir
dinî tecrübeden sudûr etmektedir” derken özellikle dini doktrinin ilerlemesiyle kanun ve
adetten ayrılan ahlakın, bağımsız bir ahlaki sistem olarak neşet etmesinde kaynağına
işaret ettiği bu dini tecrübenin başka bir boyutuna zımnen atıf yapmaktadır diyebiliriz
(Wach, 1995, 84-85).
Aslında İslam Hukuku’nun tarihsel süreç içerisinde İslam Âlimleri tarafından bir
doktrin olarak sunulmaya başlamasından sonra dinin ahlakî boyutunun bireysel ve
toplumsal yansımalarının farklı bir başlık altında sistemleştirilmesi ve özellikle “ahlak
ve muamelat” diye öğretiminin yapılması bu durumu ifade ediyor olsa gerektir.
Özellikle dinî tecrübenin derûnî boyutuna vurgu yapan tasavvufun temel amaçlarından
birisi olarak ahlakı, dinî tecrübenin asıl vurgusu ve yansıması ve hatta amacı olarak
sunması da ayrı bir durum olarak değerlendirilebilir. Fakat yeni yönelişler bu süreci
tekrar başlangıç noktasına çevirerek ahlakın dinî tecrübenin bu üç boyutunda mündemiç
olduğunu ve ayrı bir tecrübe alanı olmaktan ziyade bu boyutlarda gerçekleşmiş
olmasının dindarlığın kendisini ifade ettiğini çünkü onun teoriden ziyade pratik bir alan
olarak vurgulanmasını ifade etmektedir. Aslında farklı dönemlerde ortaya çıkan derunî
ahlâkî tecrübe girişimlerinin dinin hukukunun hayatta gerçekleştirilmeden yaşanmak
istenmesinin hem bilgi hem de amel boyutunda sapmalara yol açabileceği de ifade
edilmiştir. Her halükarda bizde inanç, ibadet ve sosyolojik dinî anlatımın ahlâkla iç içe
bir gidişat serdettiğini ve ayrılamayacağını en azından pratik olarak vurgulayabiliriz.
Yani ayrı bir ahlâkî yaşantı yoktur çünkü yaşam ifade edilen boyutlarda ahlâkî olarak
yaşanmalıdır vurgusuna teorik olarak katılmaktayız.
Bu nokta da Wach da “dini tecrübenin ahlâkî düşünceler üzerindeki yansıma
derecesi, toplumsal etkileri ve karakteristik toplum anlayışları ve teşkilatı üzerine
tesirleri ile din tarafından empoze edilen emirlerin gerçeği hakkında öğrenmemiz
gereken çok şey bulunmaktadır” ifadesiyle değişik ahlâk anlayışlarının tipleri ve gelişim
üzerinde noksansız incelemeden mahrum olduğumuzu ifade etmektedir. Ayrıca bu
alanda ortaya çıkan aşırı maneviyatçılarla, nazariyeleri “maddi” olayların salt bir
bileşkesine indirgeyen yüzeysel materyalizmin entrikacı iki doktrin olarak ideal ve
gerçek arasındaki tarihi anlayışımızı bozmasına da dikkatlerimizi çekmektedir (Wach,
1995, 85).
Gustave Le Bras ise, Dindarlığın sosyolojisini gerçekleştirme bağlamında dinî
yaşantı içerisinde üç ana boyut ayırt etmektedir ki bunlar “komüniyel”,”sivil” ve
“süpranatürel” alanlardır. Dindarlığın “komüniyel boyut”u, belli bir dinî tecrübe
65
etrafında birleşmiş bulunan “müminler cemaati”ne –ki din sosyolojisi bu cemaatin
terkibi, yapısı ve dinamizmini araştıracaktır-, “sivil boyut” dinin dini olmayan
toplumlarla olan karşılıklı münasebetlerinin yer aldığı alana ve nihayet “süpranatürel
boyut” da Kutsal’ın gözlenebilir tezahürleri aracılığı ile yönelme imkânı doğan
“görülmeyen âlem”e tekabül etmektedir (Günay, 2006, 32).
Bunların haricinde dindarlığın boyutlarını değişik ölçütlerden hareketle farklı
tarzlarda tasnif ve analiz edenler de olmuştur. Bu analizlerin farklı ölçeklerden yola
çıkılarak da gerçekleştirildiği ve sonuçların buna göre değerlendirildiği görülmektedir.
Araştırmamızda dindarlığın inanç, ibadet ve son olarak etki boyutunu tespit etmeye
yönelik olarak üç ölçek kullanıp değerlendirmelerimizi buna göre yaptık. Bu ölçeklerin
haricinde bağımsız bazı sorularla da işçi dindarlığı anlaşılmaya çalışıldı. Sonuçta
tezimizin amacı bakımından ifade ettiğimiz bu ayrımların, işçi dindarlığının
gerçekleştiği boyutları ayırt etme bakımından ifade edilen üç boyuta tekabül ettiğini
ifade edebiliriz. Bu üç boyut Glock’un yaptığı beşli ayrımın üçünü içerisine almakta ve
dinin inanç, ibadet ve etki boyutunu belirleyebilecek sorularla işçi dindarlığı ölçülmeye
çalışılmaktadır (Glock, 1998).
1.5.5. Dindarlık Tipolojileri
Araştırmacılar dindarlığın hangi boyutlarda gerçekleştiği yanında dindarlık
tipleri üzerinde de çalışmalar yapmışlardır. Bu alanda yapılan birçok tipleştirme
olmakla beraber birçoğunu aslında gerçeğin
farklı isimlendirmeleri şeklinde
değerlendirebiliriz. Bu noktada tezimiz açısından hangi dindarlık tipleri gözlenmektedir
bunları da ifade edeceğiz.
Bir toplumda aynı dine inandıkları halde, farklı dindarlık tiplerinin olmasına
şahit oluyoruz. Burada kişilerin şahsiyet ve karakter yapılarındaki farklılıkların yanında
(Uysal, 1996, 85) her insanın genetik özelliklerinin farklı oluşu, alınan din eğitimi
doğrultusunda geliştirilen dini tutum ve davranış (Taş, 2006, 178), farklı dini gelenek
(Yapıcı, 2007, 25), içinde bulunulan sosyo-kültürel ortamın insan üzerinde oluşturduğu
şuur (kollektif din anlayışının etkisi), özellikle günümüzde etkin olan medya ve diğer
basın yayın organlarının yadsınamaz etkisi, ekonomik ve kültürel bağımlılığın süre
giden şekillendirme atakları, bağlı olunan grupların amaçlarına göre şekillendirici etkisi,
hayat boyu öğrenme sürecinin tecrübede yol açtığı değişikliklerin insanda ki yansıması
66
ve son olarak insanın hayat boyu yaşam alanının psikolojik ve sosyolojik olarak değişim
göstermesi etkili olabilmektedir.
Neticede dindarlık yönünden insanların oldukça çeşitlilik göstermesi sebebiyle,
benzer özelliklerden yola çıkılarak dindarlıkları belli sınıflara ayırmak mümkündür.
Dindarlık tipolojileri genel olarak asli ve nitelendirici tarzda yapılır. Birinci
anlayış bizzat dindarlıktan veya din farklılığından hareket ederken, ikinci anlayışta ise,
somut dindarlık şekillerinin analizinde kullanılmak üzere kavramsal bir vasıta
geliştirmek söz konusudur (Köktaş, 1993, 47-48).
Tezimizin içerdiği metot açısından faydalandığımız Max Weber, Farklı
toplumsal tabakalara göre farklı dindarlık tiplerinin olduğunu belirterek, bu ayrımı
”statü tabakalaşması” olarak kavramlaştırmış ve bu doğrultuda değişik meslek
gruplarının ve sosyal sınıfların dindarlığı ile ilgili birçok tipleştirmeler yapmıştır.
Entelektüellerin ve aydınların, köy, şehir, çiftçi, şövalye ruhlu savaşçıların, burjuva,
tüccar ve zanaatkârların, ayinci, büyüsel dindarlık-dindarlığı gibi kategoriler mevcuttur
(Weber, 1996, 277-286).
Nitekim Weber, dinsel farklılaşma olgusundan ve din içindeki bir statü
tabakalaşmasından bahsederken şöyle der: ”Bizim için önemli olan ampirik gerçek,
dinler tarihinin başlarından beri insanların dinsel bakımdan farklı yaratıldıklarının
düşünülmüş olmasıdır. En makul kutsal değerlere, şamanların, büyücülerin, çilecilerin
ve her türlü maneviyatçıların coşku ve hayal kudretlerine herkes sahip olamaz. Böyle
yeteneklere sahip olmak da bir karizmadır ve herkeste değil ancak bazılarında
uyandırılabilir. Dolayısıyla koyu dindarlığın genel eğilimi, karizmatik yetenek
farklarına göre, bir çeşit statü farklılaşması yaratmaktadır. “Virtüose” dindarlık “kitle”
dindarlığının karşıtıdır. “Kitle” ile kastedilen “dinsel” müzikaliteye sahip olmayandır
yoksa dünyevi statü sıralamasında altta yer alanları kastetmiyoruz.” (Weber, 1996, 339).
Weber burada farklı toplumsal tabakalara farklı dindarlık tiplerinin karşılık
geldiğini vurgularken, din içerisinde meydana gelen bir statü farklılaşmasının dindarlık
tiplerine olan karşılığını vurgulamıştır. Dolayısıyla bir toplumdaki dini çeşitliliği
anlamak, “ dini farklılaşma ve tabakalaşma” olgusunu ve bunun sonucu ortaya çıkan
dindarlık çeşitlerini anlamayı gerektirmektedir (Arslan, 2006; 293; Arslan, 2004, 2324). Ayrıca bu noktada belirtilmelidir ki dini ve sosyal bakımdan yaratıcı olan asla
“kitlesel dindarlık” değil, dindar insanın “üstat (Virtüose) dindarlığı”dır. Virtüose
dindarlığın tezahürü, her şeyden önce içinden çıktığı toplumsal tabakadan bağımsızdır
(Kehrer, 1996, 29). Bu özellikle örnek alınan peygamberlerin, velilerin, azizlerin vs.
67
yaşadığı dindarlık şekline karşılık gelir. Günümüzde halkın yaşadığı dindarlık ise kitle
dindarlığına karşılık gelmektedir. Nitekim biz kendi kültürümüz içerisinde de buna
benzer bir ayrım olan, avamın (halkın) ve havassın (seçkinlerin) dindarlığını
görmekteyiz (Yapıcı, 2007, 27).
Weber’in bu ayrımından yola çıkarak değerlendirirsek görürüz ki tarihsel süreç
içerisinde kendilerine has bir dindarlık tarzı gösteremeyen işçileri (Chalfant, Beckley &
Palmer, 1994, 344-368; Günay, 2003, 332) kitlesel dindarlık kategorisinde
değerlendirebiliriz.
Nitekim
biz
işçilerle
yaptığımız
anket
sonuçlarında
da
inceleyeceğimiz gibi işçilerin dini statü tabakalaşmasında kitlesel dindarlığın tipik
tezahürleri ile karşı karşıya kalmaktayız. Bunun yanında dindarlığın farklı boyutları da
işçilerde farklılıklar arz etmesine karşın ifade edeceğimiz dindarlık sınıflamaları
içerisinde de işçi dindarlığına yaklaşımlar değişiklik arz edebilir.
Diğer bir din sosyoloğu Mensching, sosyal sınıfları esas alarak geliştirdiği
tipolojide göçebe ve asillerin, köylü ve burjuvazi dindarlığından bahsetmektedir
(Mensching, 1994, 253-259).
M. Taplamacıoğlu ise, dini hayatın şiddet ve yoğunluğunu ölçü alarak beşli bir
dindarlık tipolojisi oluşturmuştur. Bunlar, namaz kılmayan, oruç tutmayan ve cenaze
törenleri dışında başka bir törene katılmayan gayri amil dindarlar; içinde bulunduğu
topluma göre dini davranışlarını belirleyen idare-i maslahatçı dindarlar; namazlarını
kılan, oruçlarını tutan ve bunların dışında kendi işleriyle uğraşan dini bütün veya amil
dindarlar; sünnet ve bunların yanında nafile ibadetlerini de yerine getiren, vakitlerinin
çoğunu ibadetle geçiren, yenilikleri tenkit eden zarar verici davranışları olmayan sofu
dindarlar; normal karşılanacak çoğu şeyi haram olarak kabul eden, yeniliklere karşı
olan, şüpheci ve karamsar bir tutumla dinin ve imanın dünyadan bu gidişle silineceğini
düşünen softa veya yobaz dindarlar şeklindedir (Taş, 2006, 181).
Günümüzde modernitenin temellerini oluşturan akılcılık, dünyevileşme,
sanayileşme ve şehirleşme olguları bağlamında ortaya çıkan yeni dindarlık biçimlerinin
geleneksel, modern ve bu ikisi arasında bocalayan tranzisyonel (geçiş) toplumlarda
görünümlerinin farklı olduğunu ifade etmek gerekir (Yapıcı, 2007, 31). Bu bağlamda
ortaya çıkan farklı dindarlıkların özellikle Türk toplumu açısından bakarsak
modernitenin ülkemize olan etkilerine karşı ortaya çıkan farklı din anlayışları
bağlamında (Alperen, 2003, 45-59) bu din anlayışlarının yarattığı dindarlık
tipolojilerine de atıf yapılabilir. Özellikle İslam dünyasındaki bölünmüşlüklerin ve dini
yaşam farklılıklarının temelinde modernitenin dine bakış açısının yarattığı travma
68
yanında batılı-oryantalist akımların etkilerinin yarattığı bölünme ve farklılaşmanın
etkisini de vurgulayabiliriz. Fakat günümüzde ortaya çıkan postmodernist akımların
modernitenin paradigmalarına karşı bir yapı-sökümüne girerek farklılıklara olan
vurguyu çoğulculuk şeklinde belirlemesi belki olumlu olsa da nihayetinde dini birliği
daha da farklılaştırıp sonuçta teke ve birliğe yönelik olan dinin yapısını da sarsma
yönünde geliştiğini ifade edebiliriz. Tabiî ki sosyal değişme olgusunun tarihsel süreç
içerisinde başat toplumların kültürleri tarafından yönlendirildiği göz önünde
bulundurulduğunda -ki bugün ibre batılılaşma yönünde Türk Toplumunda cereyan
etmektedir- bunun dindarlıklara olan etkisi de göz ardı edilemez. Sonuçta bütün bu
akımlar bağlamında farklı dindarlıklara vurgu yapılmaya devam edilecektir. Nitekim
Günay bu bağlamda Türk toplumunda ortaya çıkan dindarlıklarda bu noktalardan
hareketle kendi dindarlık tiplerine vurgu yapmıştır. Erzurum’da gerçekleştirdiği
çalışmasında dört farklı dindarlık tipine vurgu yapmaktadır. Bunlar; 1) kültürel yapı
içerisinde geleneksel ve kalıplaşmış unsurların çoğunlukta olduğu geleneksel halk
dindarlığı, 2) İslam bilginlerince hurafe ve batıl inanç diye adlandırılan unsurlara yer
verilmeyen seçkinlerin dindarlığı, 3) dini sadece Allah ile kul arasında kutsal bir bağ
olarak gören ve dinsel düşüncelerini günlük hayatına yansıtmayan kişilerin yaşadığı laik
dindarlık, 4) geleneksel tip ile laik tip arasında geçiş teşkil eden tranzisyonel
dindarlıktır (Günay, 1987, 263-264).
Buna göre sosyal değişme, laiklik ve modernleşme olgularının devreye
girmesiyle birlikte kurumsal dindarlığın zayıflayıp yerine bireysel dindarlık biçimlerinin
ön plana çıkması sonucunda klasik İslâm kültüründe dile getirilen halkın (avamın) ve
seçkinlerin (havassın) dindarlığı şeklindeki ikili tiplemeye laik dindar ve tranzisyonel
dindar tipleri eklenerek dörtlü bir kategori meydana getirilmektedir. Görüldüğü gibi bu
durum sosyo-kültürel yapıda meydana gelen ve insanların dini anlayış ve yaşayış
biçimlerini derinden etkileyen köklü değişimler yeni bir takım dindarlık formlarının
ortaya çıkmasına zemin hazırlamaktadır (Yapıcı, 2007, 31-32).
Yapılan bu dindarlık ayrımların metodolojik bakış açılarıyla araştırma yapılan
alanlara dair bir dindarlık çözümlemesi olduğunu ifade ederken toplumları kategorize
etmede özellikle belirli tipleştirmelerin kullanılması bilimsel araştırmalarda kolaylık
sağlamaktadır. Bu bağlamda biz işçilerimiz üzerine belirli kıstaslardan hareketle direk
belirlemiş olduğumuz tipoloji
içerisinde değerlendireceğimiz dindarlık ölçeği
uygulamadık. Fakat genel anlamda dindarlığın inanç, ibadet boyutunun derecesini
ortaya koymaya çalışmanın yanında kendilerini ve dini nasıl değerlendirdikleri ve bu
69
bağlamda dini-sosyal hayata dair bir takım kanaatlerin kendileri için ne ifade ettiğini
belirlemek amacıyla bir takım sorulardan oluşan bir anket uyguladık. Fakat belirtmemiz
gerekir ki işçiler çalışma hayatının kendine mahsus bir takım problemleri ve sosyal
davranış kalıplarından ötürü kendilerine has bir tabaka dindarlığı dahi geliştirme
amacından yoksun olmalarının gözükmesi özellikle İslam toplumlarında dinin
geleneksel karakterinin kültürasyon sürecine tabi olan insanlara aktarımında ciddi güce
tabi olduğunu düşünüyoruz. Bu bağlamda toplumumuzda baskın din anlayışının toplum
ve devlet birlikteliğiyle insanlara sunuluyor oluşu ve bunun eğitim-öğretim süreciyle
(okul-aile çevre) destekleniyor olması da insanlara sunulan din anlayışının nasıl bir
dindarlık tipi ortaya çıkartacağı malumdur. Fakat özellikle küreselleşmenin getirilerinin
toplumsal değişim ve dönüşüme etkisinin her ne kadar insanlar kendileri eğitilmekten
uzak dursa da eğitici ve dolayısıyla yönlendirici etkisi yadsınamaz bir gerçektir. Bunun
geleneksel halk dindarlığında yapacağı etki özellikle iletişimin çok güçlü etkisiyle
negatif düzeyde cereyan etmektedir. Tabiî ki bunda etkisi olan diğer bir neden de
araştırmamızda da görüleceği gibi dinsel okuma ve iletişimin düşüklüğünün etkisi çok
önemlidir. Özellikle okumanın ve eğitilmenin karşılıklı sabır ve güç gerektiren yönü tek
taraflı modern iletişim araçlarının sunduğu eğitim ve öğretime kendisini terk etmiştir.
Ayrıca özellikle ulaşamadık ama başka din ve inançların eleştirel ve kazanımcı
çalışmaları da dindarlığı negatif yönde etkilemektedir. Yeri gelmişken ifade edilmesi
gereken dindarlaşma eğilimini değiştiren diğer bir süreçte özellikle bağlı olunan çalışma
ortamının ve çalıştırıcıların dinsel eğilimlerinin işçi üzerine yaptığı baskıda öne
çıkmaktadır. Bütün bu sebep-sonuçlara rağmen işçilerimizin yukarıda belirlediğimiz
dindarlık tipolojileri içerisinde özellikle Günay’ın ifade ettiği hususların işçi
dindarlığının çözümlenmesinde işlevsel olabileceği görülmektedir. Bu bağlamda
Günay’ın dörtlü tipolojisi açıklayıcı olmaktadır.
1.5.6. Din ve Toplum
Dinsiz bir toplumun olamayacağı önkabülünden hareket edersek dinin toplumsal
düzlemde cereyan eden bir müessese olarak farklı tarihi, toplumsal süreçlerde ifade
ettiği anlamın yanında nasıl konumlandırıldığı da önem arz etmektedir. Din ve toplum
arasındaki karşılıklı ilişkileri çözümlemek bu tezin kapsamı dışındadır. Yalnız
toplumsal bir tabakanın din anlayışının incelenmesi temelde böyle bir noktayı nasıl
anladığımızı ifade etmemiz hususunda bir gereklilik olarak ortaya çıkmaktadır. Genelde
70
din ve toplum ilişkisi özelde ise işçi tabakasının din anlayışı bu bağlamda açıklanmaya
çalışılacaktır.
İnsanların toplumsal varlık oldukları ve toplu halde yaşadıkları batıdan doğuya
bilim adamları tarafından vurgulanan bir olgudur. Fakat sosyolojik olarak toplum
kavramının bu genellemenin dışında olduğunu vurgulamak gerekir. Bu bağlamda
toplum tanımı üzerine görüşler aynı din tanımında olduğu gibi farklılaşmaktadır.
Marshall tarafından toplum, ortak bir kültürü paylaşan, belli bir toprak parçasında
yerleşik ve kendilerini birleşik ve özgün bir varlık olarak gören insanlardan oluşan bir
grup şeklinde tarif edilmiştir.
Topluma kendi ayakları üzerinde duran bir gerçeklik olarak bakan Durkheim’in
karşısında toplum diye bir şeyin olmadığını bilakis toplum, hakkında bilgi sahibi
olmadığımız ya da doğru anlayamadığımız şeyleri kapsayan yararlı bir terimdir şeklinde
bakan sembolik etkileşimciler de olmuştur (Marshall, 1999, 732).
Marx ve Dahrendorf ise “toplumu uzlaşmaz sınıfların çatışmaları sonunda
belirlenen bir etkileşim süreci” olarak görürler. Ancak Marx’da sınıfların çatışması
sonucu (tez-antitez) birinin diğerini ortadan kaldırması suretiyle yeni bir yapıya
(senteze) geçilirken, Dahrendorf’da sınıfların birbirlerini ortadan kaldırması gerekmez.
Ona göre çatışmayı düzenleyen kurumlar vasıtasıyla sınıflar arası bir dengeye varılır ve
sürekli çatışma halinde bir toplumun bütünlüğü korunur (Aslantürk & Amman, 1999,
174).
Fichter ise toplumu, sosyal gereksinmelerini karşılamak için etkileşen ve ortak
bir kültürü paylaşan çok sayıdaki insanın oluşturduğu birlikteliktir (Fichter, 2004, 86).
Bu tanımlarda dikkat çeken noktaların başında birbirleriyle ilişkiler kuran insanların
etkileşimi sonucu ortaya çıkan bir yapıya atıf yapılması önemlidir.
Sosyolojik olarak bir toplumun olabilmesi için insanlar arasındaki ilişkilerin bir
takım sonuçlar doğurması ve bu sonuçların genel bir çerçeve içerisinde yapı ve
fonksiyonlarıyla ifade edilebilecek bir takım şartları doğurması önemlidir.
Sosyal bir sistem olarak bakabileceğimiz toplumun bir takım kurumlardan
oluştuğuna vurgu yapılması konumuzu açıklamaktadır. Toplumun temel oluşturucu
kurumlarından biri de dindir.
Tarihsel süreç içerisinde inceleyebileceğimiz hiçbir toplumun dinsiz olmadığının
bilakis Sezer’in de vurguladığı gibi her toplumun “kendini tanıma ve tanıtma aracı”
olarak “toplum içinde kişinin ya da doğrudan doğruya toplumun kendisi üzerinde
bilinçlenmesi ve yeryüzünde kendisine bir yer tayin etmesi” (Sezer, 1981, 32, 34, 212)
71
amacıyla bir dine sahip olmasının sosyologlarca değerlendirildiği ve bunun üzerine çok
çeşitli bakış açılarıyla eserler verildiği görülmektedir. Öyle ki hemen her din yaşadığı
toplumun sosyal gerçekliğine uygundur. Hiçbir toplum, sosyolojik dinamikleriyle
örtüşmeyen dinleri benimsememiştir. Toplumca mukaddes sayılan ve değer ifade eden
şeyler, saygınlıklarını yine bizzat toplumun kendisinden almaktadır. Böylelikle din,
toplumsal olarak kurulu bu dünyanın gerçekliğini ve önemini günlük hayatlarını
yaşamakta olan insanların içerisinde/arasında korumaya yardım eder (Berger, 1993, 77).
Toplumsal yaşam içerisinde din faktörünün toplumsal olayları nasıl etkilediğini
ve kendisinin de nasıl etkilendiğini tespite çalışan birçok araştırma vardır. Aslında din
fenomenini çıkış noktası yapan bizim bu araştırmamız da, insanı ve insan toplumlarını
etkileyen
bu
kurumun
sanayileşme
bağlamında
toplumsal
dinamiklerine
ait
görüntülerini ortaya koymaya çalışmamızın temelinde din ve toplumun karşılıklı etki ve
tepkiye sahip olduğunu ve birbirini kendi geniş boyutlarında şekillendirdiği görüşü
bulunmaktadır. Bu noktada metodolojik olarak Durkheim’in bütünleşmeci toplum
modeline olan atfımız özellikle sanayileşme bağlamında ortaya çıkan ilişkilerin din ve
toplum bağlamında nasıl cereyan ettiği ve geleneksel toplumdan modern sanayi
toplumuna geçişte dinin fonksiyonel durumunun tezahürlerinin bu kuramda nasıl
göründüğü bizim için yol gösterici olacaktır. Tabi ki diğer yandan temel toplumsal
yapıların tek bir sistemin parçaları olduğu göz önünde bulundurulduğunda özellikle
sanayileşmeyle birlikte ortaya çıkan toplumsal yapının sistematiği içinde bu yapının
dinle olan karşılıklı fonksiyonel ve yapısal bağımlılığı teorik olarak göz önünde
bulundurulacaktır (Günay, 2003, 234-235). Sonuçta sosyal tabakalaşma, ekonomik
davranış, toplumsal değişme ve din gibi tezahürler birbirinden ayrılmış özerk
fenomenler olmayıp, tüm toplumsal sistemin birer parçası durumundadır (Kehrer, 1996,
63).
Burada dinin sosyal bir fenomen olarak hem toplumsal bir form içinde tezahür
eden bir olgu olduğu hem de aynı zamanda dinî fenomenlerin toplumsal gerçekliğin asli
öğeleri olduğu belirtilmelidir (Kehrer, 1996, 62; Okumuş, 2003, 97). Diğer açıdan ise
Bellah’ın da ifade ettiği gibi din kendine özgü bir gerçeklik olarak durmaktadır (Turner,
1998,243).
İnsan toplumlarının evrensel bir boyutu olarak karşımıza çıkan dinlerin tarihsel
süreç içerisinde çeşitli toplumlarda -özellikle insan toplumlar arasında görülen ilk
farklılaşmalarla ortaya çıkarak (Sezer, 1981, 34)- farklı görünümlere sahip olarak
bulunmuş ve günümüze değin ulaşmış olduğunu görmekteyiz.
72
İnsanlığın din ile olan bu ayrılmazlığı, bizi, dinin insanın hem bireysel hem de
sosyal boyutuyla ilişkisine götürmektedir.
Sosyolojik olarak dinin bu durumunu toplumsal anlamda ifade etmemiz
gerekmektedir. Toplum, objektif verilerle subjektif anlamlar arasında kurulan diyalektik
ilişkileri ifade eder. Toplum, nesnel gerçeklik ve öznel gerçeklikle birlikte ele alınabilir
(Berger & Luckmann, 2008, 92).
İnsanın ferdi ve sosyal yönleri olduğuna göre, insanla sıkı yakınlığı olan dinin
de, doğal olarak insanla hem bireysel hem de sosyal ilişkileri olacaktır. Çünkü din her
iki anlamıyla hem ferdi hem de sosyal bir olgudur. Bu noktada din hem sübjektif hem
de objektif yönleriyle –ki bunlar bir madalyonun iki yüzü gibidir- kendini ortaya
koymaktadır.
Pinard de la Boullaye, subjektif din ve objektif din arasındaki ayrımın analitik ve
suni bir ayrım olduğuna işaret etmekte; objektif olarak din “objektif bir realite veya öyle
bilinen bir realite ile ilgili fakat belli bir ölçüde ve aynı şekilde belli bir tarzda şahsi olan
bir realite; insanın şu veya bu şekilde ona bağlı bulunduğunu kabul ettiği ve onunla
münasebette kalmak istediği realite ile ilgili bir inanç ve uygulamalar (veya uygulamalı
tutumlar) bütününden ibarettir”; sübjektif anlamda din ise “yukarıda işaret ettiğimiz
inançlara ve davranışlara tekabül eden düşünüş, duyuş ve davranış tarzı yani kısacası
zihniyet
şeklinde
anlaşılmak
zorundadır.”şeklinde
bir
tariflendirmeye
bizi
götürmektedir (Günay, 2003, 228; Wach, 1995, 55).
Görüldüğü gibi “dini” diye adlandırdığımız temel ve gerçek tecrübe çeşitli
şekillerde anlatımını bulmaya yahut objektifleşmeye eğilim göstermektedir (Wach,
1995, 38-54). Bu durumda, kutsalla kurulan bağla belirlenen din, yaşanan ve
objektifleşen bir şey olmak nedeni ile bir toplum olayı, sosyal bir realite ve tecrübe
olarak karşımıza çıkmaktadır. Sonuçta her din bir toplum içinde ortaya çıkıp gelişir
(Günay, 2003, 232). Dinî tecrübenin hangi tarzlarda objektifleşerek toplumsal anlatım
şekillerine büründüğüne dinin sosyal boyutlarında değinmiştik. Bu noktada dinin sosyal
boyutlarından
soyutlanarak
anlaşılması
mümkün
görünmemektedir.
Burada
belirtilmelidir ki; dinî bir doktrin, bir dua veya bir mensek, bir kanuna yahut sanayinin
bir ürününe oranla daha az objektifleşmiştir. Sonuçta dinle diğer toplumsal
münasebetlerin karşılıklı tetkiki güçlüklerle doludur (Wach, 1995, 39).
Dinin objektifleşip sosyalleşmesi yani bir topluma mal olması, bir cemaati
ortaya çıkarması demek, dini olaylarında belli ölçülerde ve karşılıklı olarak öteki sosyal,
73
kültürel ve coğrafi değişkenlere bağlı bulunması demektir ki bu durum bizi din ve
toplum ilişkilerine götürecektir.
Din, sosyal hayatın hemen her alanında insanları etki altında bırakır. Wach’a
göre din ve toplum arasındaki karşılıklı ilişki iyi incelenirse, dinin toplum üzerindeki
etkisinin birinci derecede olduğu görülür (Okumuş, 2003, 99). Nitekim H. Bergson da,
“din şu veya bu tarzda tefsir edilebilir, özce veya arızi olarak içtimai olabilir, fakat ne
olursa olsun, bir nokta muhakkaktır, o da her zaman içtimai bir rol oynadığıdır”
şeklinde bir açıklama yapmaktadır (Bergson, 1986, 9).
Dinin insan topluluklarının bilgi, inanç, ahlak ve zihniyetleri ile örgütlenmeleri
üzerinde güçlü etkileri olmaktadır. Bu etkileri geçmiş topluluklarda görmek mümkün
olduğu gibi günümüz modern topluluklarda da çeşitli biçimlerde görmek mümkündür.
Dinin tabii grup veya birlikler üzerinde etkisi olduğu gibi sırf dini olarak adlandırılan
gruplar üzerinde de merkezi etkisi bulunmaktadır. Din, aile, ekonomi, siyaset, eğitim,
boş zamanlar, hukuk ve ahlak gibi kurumlar, sosyal sınıf ve tabakalar, kültür, kimlik,
yerel birlikler, dernek, kulüp, mesleki kuruluşlar vb. üzerinde çeşitli etkileri olan bir
fenomendir (Mensching, 1994, 82-130; Wach, 1995, 89-90; Günay, 2003, 230).
Toplumun da din üzerinde etkileri bulunmaktadır. Din, örneğin dominant kültür
kalıpları tarafından etki altına alınır, Dinin belli bir yerdeki organizasyonu ve teolojisi,
bir ölçüde dinin içinde çıkıp kurumlaştığı toplumun özelliklerince paylaşılır. Nitekim
ABD’de hissedilen komünist tehdit, bir kısım dinsel hareketleri bu tehdide muhalif
yapmıştır Her din başlangıçta içinden çıktığı sosyolojik çevrenin etkisi altında kalır.
Kültürel gelişimin daha sonraki aşamalarında dahi peygamber, dinin kurucusu ve ilk
taraftarları, sosyolojik kökenlerine uygun olarak yumuşak determinizm prensibine
uyarlar. Toplum hayatının az farklılaştığı şartlarda rit, mit, inanç ve ibadetler bariz bir
biçimde toplum yapısının damgasını taşırlar.
Sonuçta din ve toplum ilişkilerine bakıldığında, dinle toplumun ilişkilerinin tek
yanlı olarak din tarafından veya toplum tarafından bakılarak anlaşılamayacağı, zira
dinle toplum arasındaki ilişkilerin karşılıklı olduğu görülmektedir (Günay, 1978, 11).
Din ve toplum ilişkilerine metodolojik olarak bu karşılıklı etkileşim açısından
bakmazsak dinin indirgenmesi söz konusu olur. Dini salt sosyal boyutuna indirgemek;
dinin mahiyetini sosyolojik anlamda dinin toplumsallığına indirgemek, dini, sadece
gerçekliğin sosyal inşasının bir bölümü olarak görmek, dini sosyal gerçekliğin bir ürünü
biçiminde ele almak demektir. Durkheim’in ve Marx’ın yaklaşımında dinin toplumsala
indirgenmesi söz konusudur. Durkheim, dini toplumun minyatürleşmiş modelini veren
74
bir kurum olarak kabul eder. Toplumun tüm varlığını belirleyen düzen ve yapı taşları
dinden kaynaklanır. Dinî töre ve gelenekler ise bu kuralların anayasasını oluşturur
(Türkdoğan, 1998, 142). Yine Sezer’de dinin toplum farklılaşmalarına indirgenmesi
mevcuttur (Okumuş, 2003, 100-102). Fakat her halükarda din ve toplum ilişkileri,
fonksiyonel etkileşimle veya çatışmanın yol açtığı farklılaşmaların etkin üretkenliğiyle
ama nihayetinde toplumların ve dinlerin birbirleriyle kendilerini izah etme eğilim ve
etkileşimleriyle gözlemlenmektedir
Diğer açıdan ise dinin sosyal yapıyı belirlemede önemli bir etken olduğunu
savunan Weber’i vurgulamalıyız. Weber’in çalışmalarının genelinde bu yaklaşımı
kanıtlayıcı bir çaba içerisinde olduğunu görmekteyiz. Nitekim Weber Protestan Ahlakı
ve Kapitalizmin Ruhu adlı eserinde, kapitalizmin gelişmesinde en önemli saik olarak
Protestanlığı görmektedir. Ona göre Protestanlık çalışmayı ve başarılı olmayı bir ibadet
olarak görmekte ve zenginleşmeyi teşvik edip, israf ve lüks içinde yaşamayı da
yasaklayarak müntesiplerinin bir yaşam standardı oluşturmalarında onlara rehberlik
etmektedir (Weber, 1997, 138-140,143; Parsons, 1978, 58-60; Lenski, 1962, 92;
Mardin, 2005, 34-35).
Kısaca, din ve toplum ilişkileri açısından bakıldığında beşerî ve toplumsal
faaliyetin öteki alanlarında olduğu gibi, bir yandan din toplum içinde önemli bir
fonksiyon görür ve başka toplumsal kurumlar ve olaylara etkide bulunurken, öte yandan
da, dinî formlar, kurumlar, tutumlar ve davranışların tabiat ve belli bir toplumda etkili
olan güçler ve atmosfer tarafından koşullandırıldığı, dinî hayat ve onun şekillerinin
farklılaşmasında ve grubun dinî yaşayışının şiddetinin azalıp artmasında toplumsal
güçler, tabakalaşma, hareketlilik ve farklılaşmanın (toplumun cinsiyet, yaş, meslek,
mülkiyet, toplumsal mevki ve prestije bölünmesi) önemli bir payının bulunduğu
görülmektedir. Çünkü din kurumunu toplumsal sistem içinde düşününce, toplumun
yapısı ve kültürüyle dini ilgi, inançlar ve pratikler arasında bir takım ilişkiler vardır
demektir (Günay, 1978, 34). Bu ilişkilerin çözümlenmesinde bütüncül bakış açısının
önemli olduğu ve dini olgu ve olayların toplumsal açıdan konumlanmasının yanında
toplumsal olanın dine karşı durumunun da önemli olduğunu görmekteyiz.
75
1.5.7. Dinin Toplumsal Görünümleri
1.5.7.1. Geleneksel Toplumlarda Din
Sosyologlar toplumları bilimsel yöntemlerle inceleyebilmek için sınıflama veya
tipleştirme yoluna başvurmaktadırlar. Sosyologlar tarafından duyuş, düşünüş ve
davranış şekillerinin farklılaşması açısından genellikle iki farklı toplum tipine dikkat
çekilmektedir. Tabi ki bu ayrım bir ideal tip olarak ele alınmakta ve bu tipleştirmeye
uygun örnekler seçilmekte veya görünümler bu tipleştirmeye uygun olarak
yorumlanmaya çalışılmaktadır. Her ne kadar değer yüklü olmayıp bilimsel bir
ayrışmanın ifadesi olarak sunulsa da bu ayrımlar temelde belli ön kabullerden yola
çıkılarak yapılmaktadır. Örneğin Weber’in tarihteki devrimci güç olarak gördüğü
rasyonalizasyonu,
modern
toplumlarda
ki
dine
baktığımızda
görmekteyiz.
Rasyonalizasyonun etkisi altında dinin hem geniş toplumsal işlevleri hem de toplumsal
içyapısı köklü dönüşüme uğramıştır. Rasyonalizasyonun devrimsel gücüyle toplumun
geleneksel yapıları, gelenekleri ve adetleri tek tek dönüşüme uğrarlar ve amaçlarla
araçların akli/mantıksal tutarlılıkla birbirine bağlı olduğu davranış örgülerine ve
kalıplarına yerlerini bırakırlar.
Bu süreç gayet tabiî ki toplumun ekonomik ve teknolojik alanlarında başlamıştır.
Bu arada dinsel dönüşümün ortaya çıkardığı Protestanlıktaki dünyevi zahitliğin,
“Modern Batı’nın” rasyonalizasyonu üzerinde en kuvvetli etkiyi oluşturduğuna da
inanmalıyız (Berger, 2002, 144-146). Peki, bu tipleştirmenin değer yüksüz olduğunu
hangi argümanlarla ifade edeceğiz? Bu pek mümkün görünmemekle beraber her
tipleştirmenin olayı belli yönlerden aydınlattığına da vurgu yapmalıyız. Bu arada
Durkheim’de her ne kadar ilkel dinler tabiriyle eski dinleri incelemeye başlayarak değer
yüklü kavram olarak kullanmıyorum sadece dinlerin ilk hallerine ulaşmak amacıyla bu
kavrama dayanıyorum dese de ulaşılan sonuçlar ortadadır. Özellikle bizdeki
yansımalarının bu savunmadan ne kadar uzak algılamalarla oluştuğunu ve ifadenin tam
da alçaltıcı bir kavramsallaştırmaya yol açılarak kullanıldığı görülmektedir.
Öyle ki çağımızın belirgin özelliği olan zihni kargaşanın bir sonucu olarak
“gelenek” kelimesi de, hiçbir anlamı olmayan, birbirinden değişik ve çoğunlukla da
önemsiz şeyler için hiçbir ayrım gözetmeksizin kullanılıvermektedir. Yani kargaşa
sadece “din” kavramının farklı bağlamlarda yanlış kullanılması değil eski-yeni her tür
kavramsallaştırmanın
belirlenmiş
bilimsel
yeni
edinilmiş
kalıplarda
ideolojiler
pişirilerek
bağlamında
sunulmaya
değerlendirilerek
çalışılmasında
ortaya
76
çıkabilmektedir. Özellikle modern bilimlerin çıkarsız bilgi peşinde olmayan yönü işin
daha da karmaşıklaşmasına yol açtığına şahit oluyoruz. Şöyle ki endüstri bilimin bir
uygulaması sayılırken bir de bakıyoruz ki endüstri giderek bilimin en önde gelen amacı
ve meşruiyeti olmaktadır. Sonuçta iş insanın araçlar yapan bir araç konumuna
uzanmasına hatta bütün “entelektüel tutkular”ını makineler bulup yapmakla sınırlaması
değil, aynı zamanda, kendisinin de bir makine olup çıkmasına kadar uzanabilmektedir.
Bu bağlamda modern uygarlık niceliksel (kantitatif) bir süreç işlevi görmektedir
(Guenon, 1991, 40, 109-122).
Bu tartışmaların ışığında bu kavrama sosyolojik bir ideal tip olarak bakacağız ve
sadece görünümlerle yetinerek sanayi öncesi dinin genel durumuna dair ışık tutmaya
çalışacağız. Öncelikle “Geleneksel Toplum” genellikle endüstriyel, kentleşmiş ve
kapitalist “modern” topluma karşıt olarak kullanılır (Marshall, 1999, 259). Sosyoekonomik yapısı itibariyle, üyelerinin tabiatın kendilerine sunduğu mallardan doğrudan
doğruya ihtiyaçlarını karşıladıkları ve onları sadece cüzi bir şekilde işledikleri basit bir
yapıya, kendi kendine yeterli bir ekonomiye ve arkaik bir teknolojiye sahip bulunan ve
bu bakımdan da bazı işkollarında ki uzmanlaşmaya rağmen, fazla gelişmemiş bir
işbölümünün rastlandığı, üretimin son derecede sınırlı olduğu, esasen toplumun bizzat
demografik yapısının ve sosyal hareketliliğin oldukça sınırlı bulunduğu toplumsal
organizasyonun genellikle karmaşık bir akrabalık sistemi ve yaş gruplarına dayandığı ve
içerisinde dinî olanla sosyo-kültürel faaliyetlerin birbirine karıştığı global bir durum arz
eden geleneksel toplumun sosyal organizasyonu, kutsalla sıkı bir bağlılık ile karakterize
olmaktadır (Günay, 2003, 394-395). Öyle ki dinî olan ile öteki sosyal faaliyetler
birbirine karışmıştır (Turhan, 1969, 124). Günümüzde olduğu gibi “din ve “…” şeklinde
yapılan ayrımlardan ziyade toplumlarda ki hâkim tezahür dinin kurumsal olarak
belirginleşmemesi veya özelleşmemesi, tersine toplumun genel kurumsal sistemi içinde
gömülü olmasıydı. Bu noktada örneğin Batı medeniyeti tarihi, dinin kurumsal
hususileşmesinin sürekli genişlemesiyle dikkat çekerek (Luckmann, 2003, 86) mecranın
tarihsel yönünü ortaya koyan bir yapıdadır. Böylece bütün insan faaliyetleri dinsel
sembol ya da uygulamalardan dolaylı veya doğrudan etkilenmekteydi. Oldukça erken
dönemlerden itibaren dinsel hizmetlerde uzmanlaşmış kişiler var idiyse de, bugünkü
gibi ayrı bir “din alanı”,”özel bir konu, alan” (Luckmann, 2003, 88) mevcut değildi
(Berger, 2002, 135-136).
Böyle olunca toplumda kutsal ile kutsal-dışı birbiri ile sarmaş dolaş olup, bütün
seviyelerde iktidar, aile akrabalık ve tüm sosyal faaliyetler aynı zamanda dini bir anlam
77
taşımaktadırlar (Günay, 2003, 395). Eliade’nin dediği gibi, yaygın kadim model, küçük
evren olarak toplumun, büyük evren olarak mutlak dinsel evren düzenine bağlanması
şeklindeydi (Berger, 2002, 157). Modernleşmeye doğru akan süreçte sosyal ve dini
faktörler adeta mükemmel bir karışım meydana getiriyormuş gibi görünüyorlar.
Toplumun bütünleşmesine şu veya bu şekilde hizmet eden tüm toplumsal fonksiyonlar,
yüksek değerlere sadakatin ifadesi olarak düşünülebilirler ve sonuçta yarı dinî bir anlam
kazanabilirler (Wach, 1995, 147).
Dinin sosyal hayat içinde en hâkim bir vaziyette bulunduğu (Sezer, 1981, 37) ve
öteki sosyo kültürel faaliyet alanlarının hemen hepsini etkisi altında bulundurduğu
geleneksel toplumda üyeler arasında dini bakımdan tam bir inanç ve ibadet birlik ve
beraberliği mevcuttur. Toplumun her tabakası ve kesimindeki fertlerin dinî emirlere,
yasaklara, ibadet, ayin ve uygulamalara olan riayeti genelde tamdır. Esasen bu toplum
tipinde dinin en önemli toplumsal fonksiyonlarından biri hatta belki de en başta geleni,
grup ahlakının korunması ve ayakta tutulmasıdır. Hakikaten geleneksel toplumda din,
ahlakın, örf ve adetlerin ve kültürün resmi koruyucusudur. Toplum fertlerinin bütün
manevi ve sosyal hayat problemlerinin çözümünü kendisinden bekledikleri din, böylece
geleneksel toplumda grubun ve onun kültürünün, onun vasıtasıyla kemale ermeyi
umdukları ve çalıştıkları ideal olmaktadır. Böyle bir toplumda da din adamı en büyük
manevi ve sosyal otoriteye sahip olmaktadır (Günay, 2003, 395-396; 1987, 47-49).
Bu bağlamda modern öncesi toplumlarda siyasetin, kozmik gücün insanın
faaliyetlerinde kendini göstermesi olduğunu söyleyebiliriz. Böylece siyaset dine en
yakın alansa, ekonomi genel olarak en uzak olanıdır. Bu elbette modern öncesi
toplumlarda ekonomik meselelerin günümüzde ki anlamda dünyevileşip dinden ayrı bir
sahaya kaydığını göstermez; fakat zamanın dinî sembollerden ayrılıp kendine has
ekonomik bir mantık geliştirmeye eğilimi vardır. Ayrıca siyasi alanda mevcut
otoritelerin kendilerini meşrulaştırma ve otorite sağlamada araç olarak dini kullanma
eğilimleri, ekonomik problemlerin ise insanlardan ziyade nesneler üzerinde ve birtakım
rasyonel işlemlerle yoğrulması durumun farklılığını ortaya koymaktadır (Berger, 2002,
139-140).
Bu ve benzeri şekillerde modern öncesi döneme ait tipleştirmelerin bazı
noktalarının bazı dinlerde baskın olmasına ve durumun evrensel veya yerel dinlerde
farklı toplumsal görünümler ortaya çıkarmasına rağmen genel anlamda olgunun
sosyolojik olarak din bağlamında değerlendirilmesi, tipleştirmede ki kuramsal
yaklaşımında burada hesaba katılması daha doğru sonuçlar ortaya koyacaktır
78
kanaatindeyiz. Bu noktada dinin toplumla olan karşılıklı ilişkilerinin evrensel
görünümleri ise küreselleşme bağlamında daha da bir önem kazanmakta olduğu ama
yerelliğin veya farklı dinlerin yerel görüntülerinin her zaman için tipleştirmelerde önem
kazandığı da vurgulanmalıdır.
1.5.7.2. Modern Sanayi Toplumlarında Din
Öncelikle sadece bir halkın siyasi ve sosyal yapısının evrimi ve değişmeleri ve
bunların geleneksel dinde ortaya çıkardığı etkileri yanında, bağımsız dini gelişmelerinde
tarihsel süreçteki değişim ve dönüşümlere ne büyük katkılarının olduğu göz ardı
edilmemelidir.
Sosyal tabakalaşma bağlamında zikrettiğimiz gibi özellikle evrensel dinlerin
kendilerini oluşturmada ki bağımsız etkin süreçlerinin toplumsal yapının işlevleriyle
birlikte istenilen yön ve mecraya akıtılması konusundaki güçlü sosyal mücadeleleriyle
desteklenmesi sonucu oluşan durumlar tarihte her zaman yer etmiştir.
Bu öncüllerin ışığında din-toplum ilişkileri bağlamında ifade ettiğimiz gibi
karşılıklı etkileşimin sanayileşme sürecinde devam etmekte olduğunun önemi sürecin
her zaman farklı bakış açılarıyla okunmasından dolayı değişik görünümler ortaya
çıkarması ve zikredeceğimiz ideolojik eğilimlerin tahmini, spekülatif öngörülerinin
niceliksel değerlendirmelerinin göz ardı ettiği nitelik vurgulamalarının her zaman için
toplumsal hayatın değişen görünümlerine akseden yapısının zorunlu olarak daha farklı
kuramsal bakış açılarına kapı açmasının doğal olduğu ve bilimselliğinde böyle bir
yönde cereyan ettiği gerçeğiyle değişiklikler arz etmesi ve realitenin günümüz
dünyasında kendisini önceki algılamaların üstünde bir aleniyetle göstermesi yolumuzu
aydınlatacaktır.
Bu bağlamda modern sanayi toplumlarında sanayileşme ve onun beraberinde
sürüklediği sosyal değişmelerin, toplumların geleneksel dini yaşayışını etkilediği
(Çiftçi, 2002, 53) temel varsayımından hareket ederek sanayileşmenin ve ona paralel
olarak gözlenen sosyal değişmelerin tezahür alanları olan eğitim-öğretim, mesleki ve
sosyo-ekonomik statü ve kentleşme gibi belli değişkenlerle dinin durumuyla ilgili
ilişkileri açıklamaya çalışacağız.
Geleneksel topluma göre modern sanayi toplumlarının farklı ayırt edici
özeliklerinin dinin durumunda ortaya çıkardığı değişik görünümü toplumsal yapılar,
şartlar ve olgulardaki değişmelerle açıklamaya çalışacağız. Tekniğin son derece geliştiği
79
modern sanayi toplumunda insanla tabiat arasına, makineler, karmaşık teknikler,
bilgiler, fabrikasyon eşyalar, kitle iletişim araç ve yöntemleri karmaşık bir ağ örerek
girmişlerdir.
Üretim ve tüketimin esnekleştiği ve fazlalaştığı bu toplumda sosyal
organizasyonda buna bağlı olarak karmaşık bir yapıya bürünmüştür. Aile, akrabalık ve
yaş grupları eski ve değişik yeni fonksiyonları ile varlığını sürdürmekle birlikte yeni
sosyal organizasyonların da –toplumsal sınıflar, yeni meslekler ve bunlarla ilgili
teşekküller, dernekler, siyasi partiler, sendikalar, öteki menfaat grup ve kuruluşlarıortaya çıkmasıyla birlikte uzmanlaşmış ekonomik, siyasi ve hukuki vs. teşekküllerin ön
plana çıkışına şahit olmaktayız. Böylece bu toplum yapısında kişiler doğuştan kazandığı
statülerden farklı olarak birçok kazanılmış statülere ve mevkilere erişebilmektedir.
Sonuçta kişiler birçok farklı sosyal rolleri üstlenebilmekte ve davranış kalıpları
geliştirebilmektedir.
Toplumsal işbölümünün artışına paralel olarak birçok yeni işkolları ve meslekler
ortaya çıkmakta bürokratlaşma, sosyal sınıfların oluşumu, ekonomik yapının hâkimiyeti
nüfusun da artışına paralel olarak modern kentlerde kendisini göstermektedir. Yatay ve
dikey hareketlilik gelişen ve değişen eğitim imkânlarıyla da doğru orantılı olarak artmış
böylece farklı toplumsal yapı ve organizasyonların gelişimiyle birlikte geleneksel
toplumda ki sosyal münasebetler bambaşka bir manzaraya bürünmüştür. Ayrıca sosyal
farklılaşmanın ileri bir dereceye vararak insan eylemlerinin ve yeni normların teşekkülü
yanında değişik kültürel unsurların yan yana gelmesiyle birlikte heterojen bir yapı
ortaya çıkmış, yine, kutsal ve kutsal-dışının ayrılışı, laikleşme, olayları daima bilimsel
ve akli açıdan değerlendirme eğitim-öğretimin yaygınlaşmasıyla genel bir görünüm
haline gelmiştir (Günay, 1986, 53-55; Kehrer, 1996, 95-96).
Geleneksel topluma nazaran ayırt edici birtakım özelliklerini ideal tip olarak
zikrettiğimiz modern sanayi toplumunun dinle olan ilişkileri de kendisi gibi karmaşık
bir durum arz etmektedir. Sanayileşmenin İngiltere’de başlayıp diğer batı ülkelerini de
etkisi altına alması sonucu ortaya çıkan modernleşme sürecinin sanayileşme bağlamı
kesin olmamakla birlikte farklı ülkelerde değişik görünümler arz ederek hayatiyetini
sürdürmektedir. Sosyo-kültürel yapının farklılaşması sonucu rotanın yönünün de kendi
bağlamından koparılmadan belirlenmiş modern hedeflere sanayileşme, ilerleme, ana
temalarıyla devam ediyor oluşu her zaman sürece hep aynı sosyal dinamiklerle
bakacağımız anlamını taşımamaktadır. Bu noktada J. Nef’in Katolik Kilisesi’ni ve dini,
hayat dışı bırakan sanayi zihniyetini eleştirerek, ele aldığı Katolik kilisesinin sanat ve
80
iktisat anlayışını pek çok Avrupa memleketindeki sanayinin tamamlayıcısı sayarken,
sanayileşmeyi insana ati manevi kuvvetlere bağlamaktan geri durmamıştır (Nef, 1980,
175). Yine Weber’in, Kapitalist veya endüstri toplumunun doğmasında zorunlu şart
olarak gördüğü Protestanlıkta, uygarlık
meydana getirme ruhuyla ekonomik
teşkilatlanmadan önce ideolojik faktörlerin etkisine vurgu yapan bir bakış açısını
yansıtmaktadır (Duran, 2002, 49-52; Bendix, 1998, 211; Kehrer, 1996, 76-77).
İktisadi hayatla sosyal yapı arasındaki derin ve karmaşık etkileşim üzerinde
duran Ülgener’in, Weber’in kapitalist batı toplumu için söylediklerini teyit etmenin
yanında Weberyen metodolojiyle bizde kapitalist bir sürece yol açmayan dinî
anlayışların zihnî arka planını deşifre etmek suretiyle anlamaya ve açıklamaya çalışması
(Yavuz, 2002, 88) ise batıda sanayileşme sürecinin temel dinamikleri hususundaki
çeşitliliği yakalayamamanın, gerçekten ortaya çıkan süreç yeni bir olguya mı işaret
ediyor yoksa farklı dinamiklerin bütüncül bir yansıması mı veya çok farklı etkenler
devreye girmiştir de böyle bir sonuca ulaşılmıştır gibi argümanların devreye
sokulmamasını yansıtıyor gibi durumları göz ardı ettiğini göstermektedir.
Görüldüğü gibi modern toplumun oluşumundaki dinamiklerin farklılaşması
sonuçlarda da kendini göstermekte dolayısıyla dinin mevcut görünümleri farklı sanayi
toplumlarında değişiklikler arz etmektedir. Diğer yandan sanayileşen toplumların genel
anlamda batı kültürel bölgesinden farklı oluşunun dinsel kökenlerde de kendini ifade
ediyor oluşu da bu toplumlarda yoğun tartışmaları özellikle kendi kültürel dinamiklerine
pejoratif yaklaşımların yanında dikotomik bir duruş sergileyenlere veya sürecin
olumsuzluklarıyla nemalanan geri dönüş çabalarına rastlamaktayız. Her halükarda
toplumsal hayattaki dini görünümlerin tranzisyonel (geçiş) toplumlarda daha farklı bir
durum arz etmeye devam ettiğine şahit olmaktayız.
Bu farklılığın anlaşılması ve yorumlanmasındaki değişikliklerin daha işin
başındaki öncüllerden yola çıkılarak sonuçlandırılmaya çalışılması da işin rengini
değiştirmektedir. Bu noktada Ülgener’in bazı dini oluşumların Weber’in Kalvenizm’ini
aratmadıklarını dile getirmesi önemlidir (Ülgener, 1983, 81). Ama her halükarda batı
tipi bir modernleşme ve sanayileşmenin diğer toplumlarda aldığı konumun kendi
kültürel bağlamlarından soyutlanmadan farklı bir yapılaşma arz ediyor oluşu gözden
kaçmamalıdır.
Bu değerlendirmelerin ışığında her ne kadar dini sanayileşmenin temel itici gücü
saysakta sonuçta ortaya çıkan modern yapıda din “özel bir alan, konu” (Luckmann,
2003, 88) olarak çeşitli değişkenlerle farklı boyutlardaki ilişkileriyle ele alınmaya
81
başlamıştır. Öyle ki artık dinin sekülarizasyon (dünyevileşme) sonucu ferdileşerek
(Akdoğan, 2002, 61-62), birçok toplumsal tesirlerinden arınmaya ve kendi öz alanı
olarak ifade edilen belirlenmiş sınırlarına çekilerek kişilerin özel yaşantılarıyla ilgili bir
vicdan ve şahsi seçim hüviyetine bürünmeye başladığına bu süreçte şahit olmaktayız.
Tabi bu süreci oluşturan diğer bir saikte ilkel ve çok tanrılı dinlerin kollektif dindarlık
anlayışına karşılık, evrensel dinlerin dini ferdileştirerek bir vicdan meselesi haline
getirmelerinin, toplum hayatında kutsal ve kutsal-dışı ayırımının ve böylece
laikleşmenin yerleşip kökleşmesi için önemli bir zemin oluşturduğu öngörüsüdür.
Sonucu temelden ifade edersek sanayi devrimi, hem modern sanayi toplumu dediğimiz
toplum tipinin var oluş nedenini ve hem de bu toplumlarda yerleşmiş bulunan
geleneksel dindarlıkların sarsıntıya uğraması, dine karşı ilgisizliğin yaygınlaşması ve
sekülarizasyon süreçlerinin temel faktörü gibi görünmektedir. Bu süreç içerisinde bilim
adamının elde ettiği bilgiler ve teknik elemanın tabiat, hayat ve maddenin güçlerine
hâkim oluşu, toplumda akılcı ve laik bir zihniyeti de beraberinde getirmekte, olaylarla
ilgili tabiatüstü âleme atıf suretiyle yapılan dinî, sıhrî ve efsanevî birçok açıklamalar
yerini bilim ve tekniğin buluşlarına bırakmakta; din kendi öz kutsal alanına doğru
çekilip içe atılarak bir vicdan ve kanaat meselesi haline gelirken, toplumda profan ve
maddi hedeflere yöneliş de büyük bir önem kazanmakta ve hatta temel değerler arasında
ilk sırayı almaktadır (Günay, 1987, 47-50).
Öte yandan, modern sanayi toplumunda dini inançlara ve uygulamalara olan
rağbette eskiye oranla büyük bir düşüş kaydetmiştir. Bu düşüş özellikle şehirlerde hat
safhaya ulaşmıştır. Şehirlerdeki sosyal tabakalar arasından hususiyle sanayi kesiminde
çalışanların arasında dine olan rağbetin düşük olması yine kırsal alanda da sanayileşme
ve şehirleşmenin etkilerine açık olan yörelerde bu nispetin diğerlerine oranla hissedilir
düşüklüğü, sanayileşmenin geleneksel dindarlık şekilleri üzerindeki olumsuz etkilerinin
göstergeleri olmaktadır. Özellikle sanayi kesiminde çalışan işçilerin arasında dine
ilgisizliğin öteki meslek gruplarına nispetle daha yüksek oluşu, sanayileşme ile dine
ilgisizlik arasında bir sebep-sonuç kurmada etkili olmuştur. Nitekim Marx ve Weber de,
modern toplumda dinin, üst tabakaların durumunu meşrulaştırıcı bir fonksiyon görmesi
sebebiyle, işçi kesiminin dine en azından ilgisiz kaldığı vakıasına dikkat çekmektedir
(Günay, 2003, 401; Marx, 1998, 128-129).
Esasen, modern sanayi toplumlarında alt tabakaların ve özellikle de sanayi
işçilerinin dinî ilgilerinin azalması ve de dinin ayırt edici bir türünün taşıyıcısı olmaması
(Weber, 1998, 156; Kehrer, 1996, 60) konusunda çok çeşitli varsayımlar öne sürülmüş
82
bulunmaktadır. Dini teşkilatın ve din eğitiminin yetersizliği ve fonksiyonunu yerine
getirememesi, değişen sosyal şartlarda dini teşkilatın, alt tabakaların ve özellikle
işçilerin ferdi ve toplumsal beklentilerini karşılamak üzere gerekli değişim ve
adaptasyonu sağlayamaması, zaten dinin tarihen şehirlerde yerleşmiş olup, kırsal
kesimlere hiçbir zaman tam anlamıyla ulaşamamış olması ve eski inançlar ve
dindarlıkların oralarda halk dindarlığı şeklinde yaşanmakta oluşu ve sanayi işçilerinin
de oralardan kente göç etmiş kitlelerden oluşması, öteden beri bu çevrelerde antiklerikalizm ve anti- eklezyanizm gibi dine karşı menfi propagandaların yapılmakta
oluşu, işçilerin psikolojik olarak pratik meselelere daha çok ilgi duydukları, din
eğitiminin korkutucu ve ürkütücü bir din imajına göre düzenlendiği ve bunun da alt
tabakadan kişileri dinden soğuttuğu, tekniğin insanları Tanrının inayetine bağlılıktan
kurtarmış olması sebebiyle bu kesimde dini ilgisizliğin arttığı ve nihayet grup
psikolojisinin dinî aidiyet konusunda işçiler arasında olumsuz sonuçlar doğurduğu vs.
şeklindeki görüşler bunların belli başlılarını oluşturmaktadır (Kehrer, 1996, 33; Günay,
2003, 401; 1987, 36-37).
Modern medeniyetle birlikte, şehirlerden hareketle teknik, akılcı ve tenkitçi bir
zihniyet yayılmaya başlamış, endüstri, fabrikalar ve makineler bu zihniyetin yayılıcıları
olmuşlardır. Böylece geleneksel hayat anlayışları, dünya görüşleri, norm ve değer
sistemleri, örf ve adetler, geleneksel toplumsal yapılar ve dayanışma duyguları
sarsılmış, modern toplumda insanların kutsiyete olan inançları azalmaya (veya kutsal
kozmos’u değişmeye yön tutmuştur (Luckmann, 2003, 93; Günay, 2003, 402).
Modern sanayi toplumlarında dinin geçirmekte olduğu bu değişim ve dönüşümü
farklı şekillerde yorumlayarak sürecin akışına dair görüşlerle durumun yönlendirilmesi
hususundaki etkin çabaların sonuçlarına dair fikirlerle sonuca dair öngörülerde
bulunmak istiyoruz. Tarihsel süreç okunduğu zaman dinin farklı dönemlerden geçerek
farklı şekillerde hayatiyetini sürdürdüğü ve sürdürmeye devam edeceği gerçeği
değişmeyeceğe benziyor. Bu bağlamda esasen modern sanayi toplumlarında da dinin
geçirmekte olduğu sarsıntı, sanayileşme, kentleşme ve modernleşme öncesi bir toplum,
kültür ve uygarlık düzeninde hayatiyet bulmuş olan geleneksel dinlerin ve dindarlık
şekillerinin yeni ve modern bir toplum düzenine uyum probleminden başka bir şey
olmasa gerektir (Günay, 1987, 57). Şu halde dini, modernleşmenin tamamen zıddına
değerlendiren kuramların dine biçtiği konum doğru çıkmamakta dinin modernleşmenin
zıddı olmadığı da ortaya çıkmaktadır.
83
Özellikle modernite, bir taraftan geleneksel dini formları dejenere ederken diğer
taraftan dinî canlanmayı doğurmakta, yeni dinî akımlara, yeni dinî formlara ve hatta
fundamentalizme yol açmaktadır (Köse, 2001, 206). Diğer yandan modern dönemde
geleneksel dindarlıkların geçirmekte oldukları sarsıntının bir intibak problemi olduğunu,
sanayileşme öncesi bir kültür ve medeniyet temelleri üzerine oturmuş geleneksel,
taklitçi, şekilci, korkuya dayalı, konformist ve klerikalist dindarlıkların sanayileşme ile
birlikte sarsıntıya uğramasına karşılık, bu günün modern cemiyetlerinde daha şahsi,
daha akılcı ve daha içten yaşanan yeni bir dindarlık şeklinin özellikle şehirlerden
başlayarak yayılma eğilimi göstermesi vakıasında görmek mümkündür (Günay, 1987,
58; 1986, 87).
Sonuçta tarihsel sürecin farklı kültürel bağlamlardan veya ulaşılmak istenen
hedeflerden yola çıkılarak değerlendirilmesi, sosyolojik olarak ortaya çıkan yeni
toplumsal olguları değerlendirmede de kendisini göstermekte ve modern sanayi
toplumlarında dinin varlığı, konumu ve geleceği ile ilgili tartışmalarda kuramsal bakış
açılarının yoğun etkilerinin farklı bilimsel paradigmalarda kendisini sunmaya devam
edeceği görülmektedir. Bu noktada toplumların kendilerine dair çizdikleri hedeflerde
toplumsal olguları şekillendirme güçlerine katkı sunmaya devam etmektedir. Din ve
toplum ilişkilerinin de, kavramın ifade boyutundan başlayarak modern sanayi
toplumlarının başat belirleyici özelliği olarak sunulmaya kaçınılmaz olarak devam
edeceği de ayrıca ifade edilmelidir.
II. BÖLÜM
ARAŞTIRMA VE YÖNTEM
2.1. Araştırmada Temel Bakış Açısı
“Adana Organize Sanayi Bölgesinde Sanayileşme ve Din İlişkileri” isimli bu
çalışmamızda Adana örneğinden hareketle sanayileşme ile din arasındaki karşılıklı ilişki ve
etkileşimleri sosyolojik açıdan ele almayı hedefliyoruz. Özellikle sanayileşmenin bir
sonucu olarak değerlendirilebilecek işçi sınıfının dini hayatının incelenmesi sosyolojik
açıdan önem taşımaktadır. Toplumun diğer kesimlerinden ayrı olarak işçi sınıfının kendine
has bir din anlayışı ve dini hayatından söz edilebilir mi sorusuna cevap aramak
amacındayız. Heterojen bir yapı arz eden işçi sınıfının taşıdıkları vasıflar dikkate
alındığında ne tür farklılıklar tespit edilebilir sorusuna araştırmamız çerçevesinde cevap
aramaya çalışacağız. Sosyolojik açıdan sanayileşme ve din ilişkisi oldukça kompleks ve
geniş bir konudur. Sanayileşmenin din üzerinde etkileri olduğu gibi dinin de sanayileşme
üzerinde etkilerinin olduğunu biliyoruz. Öncelikle dinin sosyal bir olgu olarak
değerlendirilmesi, onun diğer toplumsal olgularla etki-tepki içerisinde olduğunu ve
dolayısıyla dinin bir taraftan sosyo kültürel çevreyle etkileşiminden doğan yeni
yapılanması, değişimi, dönüşümü ortaya çıkmakta, diğer taraftan ise belli ölçülerde sosyokültürel olgulardan etkilenerek biçimlenmesi söz konusu olmaktadır.
İşte, dini olayların bu sosyal özelliği dolayısıyla, modern medeniyetin ortaya
çıkardığı sanayi toplumu ve onun beraberinde getirdiği yeni hayat tarzı, günümüz
toplumlarının dini yaşayışında önemli değişikliklere neden olmuş bulunmaktadır. Zaten
sosyoloji ve özellikle onun sosyal olaylar olarak dini olayları inceleyen uzmanlık dalı olan
din sosyolojisi bile menşelerini, Batı’da büyük endüstrinin ortaya çıkışı sırasında meydana
gelen sosyal değişme gerçeğinin şuuruna eriş ve felsefe ve teolojinin bu değişmeyi
açıklamaktan aciz kalmalarından almaktadırlar.
Bilindiği gibi, bilim ve teknolojinin son birkaç yüzyıl içerisinde kaydettikleri baş
döndürücü gelişmeler, içinde yaşadığımız XXI. yüzyıla erişmiş bulunan günümüz
toplumlarında yeni boyutlara ulaşırken, insanlık da, dünyanın her yerinde benzer hız ve
oranlarda olmamakla birlikte, yeni buluşların beraberinde getirdiği modern medeniyetin
gerekleri karşısında köklü değişmelere sahne olmaktadır. Öyle ki, bu değişiklikler sadece
bilimsel ve teknolojik alanda kalmamakta, fakat aynı şekilde toplumların ekonomik,
85
demografik ve kültürel yapılarında da önemli değişmelere şahit olunmaktadır. Böylece, bir
yandan toplumların öteden beri alışılagelmiş hayat tarzları, özellikle XIX. yüzyılın
başlarından itibaren Batı ülkelerinde ortaya çıkan sanayileşme ve kentleşme süreçlerinin
dinamiği altında sarsılır ve yeni şekillere bürünürken, öte yandan toplum içinde sosyal
hayatın en hâkim noktasında bulunan din de, ister istemez bu değişmelerden
etkilenmektedir (Günay, 1986, 43).
Dinin bu değişimden etkilenmesinin farklı kültür ve medeniyetlerde ki boyutları
farklılaşmakla birlikte, özellikle sanayileşmenin dinamiklerini kendi içerisinde barındıran
ve süreci yönlendiren ülkelerde ki konumlanması daha da bir farklılaşmakta, öte yandan,
sanayileşmeyi temel çıkış noktası yaparsak bunda rol oynayan dini ve kültürel dinamikler
noktasında da farklı bakış açıları doğmaktadır.
Sanayileşmenin çıkmasıyla başlayan değişim sürecinin küreselleşmeyle birlikte tüm
dünyayı etkisi altına aldığını ve özellikle kitle iletişim araçları ve türlü propagandalar
vasıtasıyla sanayileşen ülkelerin kültürleme faaliyetlerinin etkisinin güçlü bir biçimde
hissedildiği günümüzde, farklı kültürel dinamiklerin tek tipleşmeye yüz tuttuğu veya
sadece belli kalıplarla değerlendirildiği görülmekte ve bunun sonuçlarının toplumları belli
yönlere kanalize etmek şeklinde belirdiği ortadadır.
Sanayileşmenin günümüzde aldığı durumunun sosyo-kültürel bağlamlarda nasıl
değerlendirildiği önemli olmakla birlikte öncelikle bu bağlamı oluşturan temellerin aidiyet
noktasında bir atıfla ortaya çıkarılması ve sonucunda belli bir öngörünün oluşturularak
toplumlara sunulması belli bir yaklaşımın ürünü olmaktan ziyade genel düşüncenin
özellikle Batı bilim çevrelerinde oluşan yansımaları olarak gözükmektedir. Bu noktada
sanayileşmenin temellerinden tutunda sürecin ulaştığı farklı boyutlara kadar belli bir
kültürel bağlamda değerlendirilmeye çalışılması ve hatta bunun ideolojilere varan bir
düşünceyle sunulması özellikle bizim ülkemiz gibi durumu geriden takip eden veya geçiş
dönemini yaşayan toplumlarda farklı veya özünden kopan bakış açılarına yol açmakta ve
sonuçta gerçekten kendisine yabancılaşan bir bakış açısı ortaya çıkmaktadır.
Görülen o ki ülkemizde ki sanayileşme sürecinin Batı’da ki gelişim sürecinden
farklı bir yapı ve gelişmeyle ortaya çıktığı, dolayısıyla etkilerinin de farklılaşacağı göz
önünde bulundurulmaktadır. Bu noktada olayı tek boyutlu okumanın veya maddi kültür
temellerini tek bir manevi çıkış noktasıyla tanımlamanın doğru olmayacağı ortadadır.
Böylece Batı toplumlarında sanayileşme ve süreci belli bir görüşle ifade edilmekte ve
özellikle sonuçta ortaya çıkan kültürel bağlamın ifadesi ve yönlendirilmesi söz konusu
olmaktadır. Bu bakış açısının farklı uyarlamaları Batı dışında ki veya batılılaşmaya çalışan
86
ülkeler için de söz konusu edilmekte ve süreç aynı bakış açısıyla okunup, yorumlanıp
mevcut durumda ona göre değerlendirilmeye çalışılmaktadır.
Sanayileşmenin
Türk
toplumunda
ki
gelişim
sürecinin
Batılı
anlamda
değerlendirilemeyeceği çünkü hem maddi olarak aynı yapı ve gelişmeyi içerisinde
barındırmadığı hem de manevi olarak aynı kültür kodlarına sahip olmadığı göz önünde
bulundurulmakta, dolayısıyla sanayileşmenin kültürel boyutlarının Batı’da yaptığı etkiyle
Türk toplumunda yaptığı etkinin farklı olacağı değerlendirilmektedir.. Bu bağlamda her ne
kadar Batı’da sanayileşmenin yapısal unsurları belli manevi kültür unsurlarına bağlansa da
bunların spekülatif ve kendine özgü durumlar olduğu ifade edilmelidir. Fakat olayın
küreselleşme bağlamında değerlendirilmesiyle ortaya çıkan yeni durumun değişik
kültürlerin birbirini etkilemesiyle daha farklı bir boyuta taşındığını da göz önünde
bulundurmalıyız (Yapıcı & Yıldırım, 2003, 117).
Öte yandan sanayileşmeyle birlikte ortaya çıkan ve sanayileşmenin yükünü
omuzlayarak temel itici gücü oluşturan emekçilerin değerlendirilmesi ve belli konumlara
yerleştirilmesi de ayrı bir problem alanını oluşturmaktadır.
Özellikle sanayileşmenin ilk dönemlerinde ki ciddi problemlerin işçilerin
üzerindeki yükü ağırlaştırdığını ve onların çok zor şartlardan geçerek günümüze geldiğini
görüyoruz. Gerçi hala formel ve enformel çalışma koşulları arasında ciddi farklılaşmalar
olsa da ve elde edilen kazanımlar formel sektörde de tatmin edici düzeyde olmasa da yine
de işçiler sanayileşmenin en dinamik kesimi olmaya devam etmektedirler. Özellikle ilk
dönemlerden başlayarak işçileri belli bir toplumsal tabakaya yerleştirme ve çekilen
sıkıntıları belli bir bilince sevk etme çabalarının olduğunu ve bu çabaların işçilerin bireysel
ve sosyal kazanımlarının çok ötesine giderek doktriner bir bilgi yapısıyla insani bir bilinç
oluşumuna öncülük ettiğini görmekteyiz. Diğer yönden bu çıkışlara karşıt duruşların
olduğunu ve toplumsal yapılaşmayı farklı biçimlerde ifade ettiklerini görmekteyiz.
Sanayileşme sürecinin ifadesinde olduğu gibi sanayileşmenin itici gücü olan
işçilerde de farklı ideolojik çıkışlarla yönlendirme ve onları toplumsal alanda maddi ve
manevi olarak konumlandırmaya çalışma çabalarının da olduğunu ifade edebiliriz. Dikkat
çeken husus ise bu çabaların kültürel bağlamının hep Batı kültürüyle donatılmış olmasıydı.
Bu noktada sanayileşme ve işçilerin, bilimsel çabaların ürünü olarak sunulan ve onlara yön
veren bakış açılarının etkisiyle donatılmış olan bir ideolojik bağlamla sınırlandırılmaya
çalışıldığını ifade etmeliyiz.
Araştırmamızda özellikle Türk toplumunda yer alan işçilerin sanayileşmenin
etkilerini hissetme de farklılaştığını ifade etmekteyiz. Şöyle ki sanayileşme ve
87
modernleşme sürecinin toplumumuzun geleneksel dini yaşayışını etkilediği temel
varsayımından hareketle, dinin durumunu, mümkün olduğu kadar geniş sosyografik
detaylara dalmaksızın, işçiler bazında inceleyeceğiz. Bu incelemenin kuramsal çerçevesi
ise dinin, sanayileşmenin toplumsal tabakalaşmayı farklılaştırması ve yeni işbölümlerine
yol açması sonucunda aldığı yeni durumunun görünür olduğunu din sosyolojisi bağlamında
analiz etmek şeklinde olacaktır. Sonuçta bu çözümleme, problemin çözümünde toplumsal
dinamiklerin farklılaşmasında kültürel ve dini bağlamların öneminden yola çıkarak
değerlendirmelerin yapılmasının gerekliliğine de yer yer atıflar içermektedir. Bu noktada
sosyo kültürel tabakalaşmanın da toplumsal kökenlerini o toplumun kendi öz yapısı
içerisinde değerlendirmenin yanında, genel kuramların farklı toplumsal yapıları
çözümlemede etkinliğinin sınırlarını keşfetmede sarf edilecek gayretlerde önemli
olmaktadır.
Özellikle
yaklaşımlarının
yanında
yapısal-fonksiyonel
çatışmacı
kuramların
kuramında
dini
materyalist
açıdan
ve
yine
indirgemeci
indirgeyen
yaklaşımlarından uzak durmaya çalışmaktayız.
2.2. Problem
Sanayileşme olgusu insanlığın gelişme safhalarının en önemlisi olup ortaya
çıkardığı problemler açısından da en şümullüsüdür. Sanayileşmenin insanların ve
toplumların hayatında yol açtığı değişim ve dönüşümler bütün toplumları etkisi altına
almış ve ortaya çıkardığı problemler tüm dünyayı ilgilendirir hale gelmiştir. Özellikle
Avrupa’da başlayan Rönesans ve Reformlarla hızlanan dini ve sosyal değişmeler
sanayileşmenin de güçlü etkisiyle tüm dünyayı sarmış ve bunun etkisi Batı’yla yakın
ilişkileri olan Müslüman toplumlarına da ulaşmış ve onlarda da sosyal değişimlere yol
açmıştır.
Ortaya çıkan bu değişikliklere paralel olarak, toplumun içinde yaşanan dinde de
birtakım değişmelerin ve çeşitlenmelerin, türlü etki ve tepkilerin ortaya çıktığı
görüldüğünden, çeşitli toplumlarda dinin yer ve rolünün de değiştiği dikkat çekmektedir.
Bu bağlamda geleneksel dini yaşayışın bu değişimlerden etkilendiği ve bunun sonucunda
dini açıdan farklı şartlar ve durumların ortaya çıktığı gözlemlenmekte ve genel olarak
geleneksel değer ve müesseselerin boşluk yaratacak biçimde ihmal edilmesi veya
kaybolması dikkat çekici boyutlara ulaşmaktadır. Bu değişimin toplumumuzda yarattığı
boşluğun çeşitli toplumsal problemlere yol açtığı düşünülmekte ve fakat bu problemlerin,
88
dini olayın zaman ve mekân içerisinde birbirinden oldukça farklı şekillerde tezahür
etmesinden ötürü boyutlarının farklılaştığı varsayılmaktadır.
Sanayileşmeyle birlikte ortaya çıkan toplumsal değişimin etkisi toplumsal
eşitsizliklerin farklılaşmasında da kendisini göstermiş ve bu noktada toplumların yeniden
yapılanmalarının yanında yeni işbölümlerine bağlı olarak toplumsal hiyerarşilerde farklı
anlam kalıplarını barındıran farklılaşmış statülerle ifade edilen meslekler belirmiştir. Bu
noktada sanayileşmenin etkin kesimi olan fabrika işçileri ortaya çıkmış ve bunların
toplumsal hiyerarşideki varoluş anlamları çeşitli mücadele alanlarında ifade edilmiştir.
İşçilerin sanayileşmenin ağır koşullarını taşıyan bir konumda olmaları, onlar üzerinden
farklı bakış açılarının meydana getirilmesi çabaları, çeşitli ideolojilerin yanında sosyolojik
değerlendirmelerinde ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu bağlamda işçilerin sanayileşme
içerisinde nasıl bir konumda oldukları, toplumsal açıdan hangi rol ve statüyü taşıdıkları ve
bu
anlamda
bu
rol
ve
statülerinin
bir
sınıf
bağlamında
değerlendirilip
değerlendirilemeyeceği ve ayrıca işçilerin sanayileşmeyle birlikte başlayan dini yaşamdaki
değişimlerden ne derece etkilendikleri ve bu husustaki hissiyatlarının boyutlarını temel
problemlerimiz olarak değerlendireceğiz. İşçilerin toplumsal statü ve yapılarının ne oranda
değer kaybına uğradığı ve gerçekten Batı toplumlarında ortaya çıkan dini analiz
sonuçlarıyla değerlendirilen bir durumda olup olmadıkları ve bu noktada dinî
kaynaklarının ne olduğu önem arz etmektedir.
2.3. Araştırmanın Varsayımları
Sanayileşme süreci farklı toplumlarda farklı boyutlarda olduğu gibi aynı toplumun
bizzat kendi içerisinde de farklılıklar arz etmektedir. Dolayısıyla bu sürecin ortaya
çıkardığı ve değişme, gelişme ve ilerleme bağlamında değerlendirilen dönüşümlerin de
farklı toplumlarda farklı boyutlarda ve şekillerde gerçekleşeceği öngörülmektedir. Farklı
toplumsal dinamiklerin birbirini etkileme boyutunu da bu sürece dâhil edersek
farklılaşmanın görünümlerini değişik olguların akışı içerisinde değerlendirme zorunluluğu
da ortaya çıkmaktadır.
Diğer bir nokta da sanayileşme ile birlikte gelişen modernleşmenin seküler bir
düzlemde cereyan ediyor oluşudur. Bu bağlamda sekülerleşme tartışmalarında önemli bir
yeri olan Berger’in de belirttiği gibi, din sosyolojisi alanında yapılan araştırmaların
verileri, sekülerleşmenin etkilerinin kadınlardan ziyade erkekler, çok genç veya yaşlılardan
ziyade orta yaş tabakasında bulunanlar, kırsal kesimden ziyade şehirler, esnaf ve zanaatkâr
89
gibi geleneksel işlerle uğraşanlardan ziyade “modern sanayi üretimiyle doğrudan ilgili olan
sınıflar, özellikle işçi sınıfı üzerinde daha güçlü olduğunu ortaya koymaktadır (Kirman,
2005, 103-104). Yine Johnstone’da yapılan araştırmalarda din probleminin alt sınıflarda ve
işçi sınıfında daha belirgin olduğunu vurgulamaktadır (Johnstone, 2002, 205). Dolayısıyla
sekülerleşmenin etkilerinin farklı düzeylerde hissedildiği ülkemizde yaşanan toplumsal
değişmenin modernleşme hedefine bağlı olarak değerlendirilmesiyle birlikte, ortaya
özellikle dini olgularda artan düzeyde geleneksellikten uzaklaşma ve modernleşmenin
temel dinamiklerinden olan rasyonelleşmenin de bir eğilim olarak hayatımızı farklı
biçimlerde düzenlemesinin etkilerinin dini alanda da hissedilmesi sonucunda işçi
kesimininde çeşitli değişkenlere bağlı olarak dini inanç, tutum ve davranışların da
farklılaşmalarının yönünün sekülerleşme olduğunu tahmin etmekteyiz. Fakat durum Türk
Toplumu’nun farklılığı göz önünde bulundurularak değerlendirilmelidir.
Bu bakış açısıyla şu varsayımları ifade edebiliriz.
1.
Batı toplumlarında başlayan sanayileşme sürecinin ülkemizde de yaşanmaya
başlamasıyla meydana gelen sosyal değişmeler, geleneksel dini inanç, düşünce ve
davranışları da etkilemiş ve bu alanda da bir dönüşüm ve farklılaşma ortaya
çıkarmıştır. Böylece sanayi alanında çalışan işçilerimizde de dini inanç, davranış ve
kanaatlerde bu durum gözlenmektedir.
2.
Cinsiyetlere ve yaşlara göre, dini inanç, ibadet ve tutumlarda farklılık
görülebileceği; kadınların erkeklerden daha fazla irrasyonel inanç ve geleneksel
dini yaşayışa sahip olacağı ve yine kadınların dinin sosyal boyutuna daha az katılım
sergileyecekleri tahmin edilmektedir. Ayrıca gençlikte de dini yaşayışın diğer yaş
gruplarına nazaran daha zayıf olacağı farz edilmektedir.
3.
Sanayileşme toplumun ihtiyaçları doğrultusunda işbölümüne, ihtisaslaşmaya,
öğrenim seviyesinin yükselmesine neden teşkil ederek, sosyal hareketliliğe ve
tabakalaşmaya yol açmaktadır. Bu bağlamda kendisini farklı tabakalara ait
hissedenlerin eğitim durumlarına bağlı olarak ta dini inanç ve tutumlarda
farklılaşabileceği ve üst tabakalarla eğitim durumu daha yüksek olanların dini
alanda zayıf bir durum sergileyebileceği düşünülmektedir. Fakat özellikle kendisini
alt sınıf veya işçi sınıfı bağlamında değerlendiren işçilerimizde dini inanç, davranış
ve tutumlara dair bir gevşekliğin olabileceği farz edilmektedir. Sonuçta sosyoekonomik statüye bağlı olarak dini inanç, ibadet ve düşüncelerde kısmi
farklılıkların bulunabileceği öncülünü varsayıyoruz.
90
4.
Dinî bilginin seviyesi dindarlık düzeyinde farklılaşmalara neden olabileceği gibi
alınan dini bilginin kaynağı ve bu bağlamda ortaya çıkan ve bilgi otoritesi olarak
görülenlerin farklılığı da dini inanç, ibadet ve tutumlardaki değişim ve seviyeye
etki edeceği varsayılmaktadır.
5.
Okuma eylemini gerçekleştiren işçilerimizde dini inanç ve yaşayışta olumlu tutum
geliştirmenin yanında rasyonel bakış açısının da daha ileri seviyede olduğu
düşünülmektedir. Fakat özellikle işçi kesiminde dini yayınlara ilgisizliğin yanında
asli dini kaynaklara ulaşmada da zayıflığın olduğu varsayılmaktadır. Bu noktada
Kuranı Kerim öğreniminin de düşük olduğunu varsaymaktayız.
6.
Dinle-toplum arasında karşılıklı etki tepkinin, işçilerimiz üzerinde de yoğun
etkisinin olduğunu, bu bağlamda işçilerimizin din ve dini değerlere büyük önem
verdiğini, kendilerini ait oldukları geleneksel dini kalıplarla ifade etme eğiliminin
kimlik edinme veya kendilerini tanıma ve tanıtma aracı bağlamında sundukları
varsayılmaktadır. Özellikle Türk toplumunun geleneksel yapısında etkin bir
konumda olan dinin geleneksel özelliklerini muhafaza ederek modern söylemler
içerisinde ifade edilmesinin işçilerimiz üzerinde de etkin olduğunu varsayıyoruz.
7.
Özellikle dini inançlar noktasında Türk toplumunun da yapısı göz önünde
bulundurularak ifade edilebilir ki; işçiler inançlar noktasında değil de ibadetler ve
düşünceler noktasında yukarıda da vurguladığımız değişkenlere bağlı olarak
farklılaşacaktır ve ibadet seviyesinin çalışma hayatına ve sosyal çevreye bağlı
olarak azalacağı varsayılmaktadır.
8.
Sanayi hayatının gereklerinden olan yoğun çalışma hayatı ve insan-makine ilişkisi,
insani duygu ve düşünceler ve sosyal ilişkileri yer yer zayıflatmaktadır. Böylece
insanların kendilerine ve sosyal değerlere yabancılaştığı varsayılmaktadır.
9.
Sanayi alanında çalışan insanlarımızın özellikle sanayileşmenin ortaya çıkardığı
cemiyet hayatının ferdiyetçi ilişkilerine rağmen sosyal yardımlaşma ve dayanışma
duygusunun dini boyutta cereyan etmesine dair bir olguyu göz önünde
bulundurmaya devam ettikleri ama bu noktada dini öğretilerin teşvik ettiği sosyal
ilişkilere dair daha rasyonel ve seküler bir eğilim sergileyecekleri farz edilmektedir.
Ayrıca bu bağlamda, toplumun temeli olan aile olma eğiliminin de yüksek
olduğunu varsaymaktayız.
10.
Özellikle modernleşmenin yücelttiği hümanizmanın inanç hürriyeti bağlamında da
değerlendirilmesinin toplumsal boyutunu ifade eden laik değerlendirmelerin farklı
inançlara karşı toleransı işçilerimizde de göreceğimizi farz etmekteyiz.
91
11.
Türk Toplumunda da güçlü etkilerini hissettiğimiz evrensel din olan İslam Dini’nin
dünya genelindeki bağlılarına olan dini-duygusal bağlılığın, bir aidiyet düzlemi
içerisinde özellikle dine bağlılıkla doğru orantılı olarak işçilerimizde de cereyan
edeceği düşünülmektedir.
12.
İşçilerimizde kimlik algısının bu bağlamda dini aidiyet noktasıyla birlikte, milli
değerlere inancın yüksek olduğu ve toplumsal birlikteliğin kültürel boyutunun
Batı’ya oranla bireysellikten uzak yaşandığı toplumumuzda ırki aidiyetinde atıf
noktası olarak belirgin biçimde kullanıldığı varsayılmaktadır.
13.
Fakat genel anlamda din atıf noktası olarak kullanılsa da işçilerimizin hayatında
dinin belirgin bir etki alanı oluşturmadığını varsaymaktayız. Bunun dindarlık
algılamalarından ziyade belirginleşen dini seremoni ve ayinle ilgili azalmanın
oluşturduğu görüntü olduğu kanaatini taşımanın yanında dinin belirli özel alanlara
bağlanmasının da genel bir eğilim olarak işçilerde de belirginleştiği kanaatini
taşımamızdır. Bu noktada Türk Toplumunda da belirginleşen kader anlayışının
uygulamalara yansımasının farklılaşmasıyla ortaya çıkan dikotomiyi örnek olarak
verebiliriz.
2.4. Araştırmanın Hipotezleri
Araştırmamızda işçilerle ilgili olarak şu hipotezleri sınamak istiyoruz,
A-
Cinsiyete göre dindarlık düzeyi farklılaşacaktır. Bu bağlamda kadınların; (1) dinin
etkisini hissetme, (2) dine önem verme, (3) öznel dindarlık algısı, (4) popüler dini
inançlar, (5) dinsel yaşayışın ibadet boyutunu gerçekleştirme, (6) namaz kılma,
oruç tutma, hacca gitme, (7) dua ve nafile ibadetler, (8) Kuranı Kerim okuma, (9)
genel dinsel yaşayış durumu bakımından erkeklerden farklılaşacağı, dolayısıyla
kadınların dini hayatın farklı boyutlarında daha dindar bir görüntü sergileyecekleri
öngörülmektedir. Diğer yandan dini hayatın; (10) zekât verme, camiye gitme, (11)
cenaze ve dinsel programlara katılma gibi yönlerden erkeklerin daha etkin bir
görünüm sergileyecekleri öngörülmektedir. Son olarak ise (12) dinsel yaşayışın
inanç boyutunda, (13) diğer din mensuplarına olan tavırla, (14) öznel kimlik algısı
noktalarında
erkeklerle
kadınlar
arasında
herhangi
bir
farklılaşma
öngörülmemektedir. Genel anlamda ise (15) kadın olsun erkek olsun işçilerimizin
çalışma hayatının da etkisiyle dini pratikler açısından zayıf bir görünüm
92
sergileyecekleri
düşünülmektedir.
Ayrıca
(16)
kadınların
erkeklere
göre
sanayileşmenin olumsuz etkilerini daha fazla hissedecekleri düşünülmektedir.
B-
Öznel gelir algılarına göre işçilerimizde dini anlayış farklılaşacaktır. Alt seviyede
gelire sahip olanların; (1) dinin etkisini hissetme, (2) dine önem verme, (3) öznel
dindarlık algısı, (4) kader algısı, (5) dini tecrübenin ibadet boyutunu yaşama
noktalarında orta gelir grubuna göre farklılaşacağı bu kapsamda alt gelir grubuna
sahip olanların daha dindar bir görünüm sergileyeceği, (6) fakat dinin inanç
boyutunda bir farklılaşma olmayacağı (7) yine işçilerin gelir durumu arttıkça sanayi
alanında çalışmanın etkilerini daha olumlu olarak hissedecekleri, (8) ayrıca işinden
memnun olan işçilerin de sanayi alanında çalışmanın etkilerini olumlu olarak
hissedecekleri düşünülmektedir. (9) Son olarak inanç durumunda herhangi bir
farklılaşmanın olmayacağı görülecektir.
C-
İşçilerimizin dini bilgi açısından yetersiz olduğu bu bağlamda özellikle Kuranı
Kerim okuma oranının düşük olduğu bununda özellikle popüler dindarlık
düzeyinde bir artışa ve dinin etkisinde bir azalmaya yol açtığını düşünmekteyiz.
D-
Sanayileşme süreci cemaatvari ilişkileri öğütleyen değer ve müesseselerin önemini
azaltmaktadır. Böylece bireysel temayüllerin artışına paralel olarak sosyal
yardımlaşma ve dayanışma duygusunda bir azalma görülmektedir. Fakat yine de
Türk Toplumunun yapısını da göz önünde bulundurarak dinin sosyal yardımlaşma
yönüne verilen değerin işçilerimizde etkin olduğunu ileri sürülebilir.
E-
Farklı yaş gruplarına sahip işçiler arasında; (1) inanç bakımından bir farklılaşma
görülmeyecektir, (2) yaşla dinsel yaşayışın ibadet boyutu arasında pozitif bir ilişki
olduğundan dolayı yaş yükseldikçe ibadet puanı yükselecektir, (3) yaş yükseldikçe
dinin etkisini hissetme durumunun artacağı. (4) öznel dinarlık algısı ve dine verilen
önemin olumlu yönde farklılaşacağı öngörülmektedir.
F-
Mesleki statünün dindarlık anlayışını farklılaştıracağını; (1) statü arttıkça öznel
dindarlık algısıyla birlikte dine verilen öneminde azalacağı, (2) dini ibadetlerde
düşüş veya ilgisizlik görüleceği, (3) dinin etkisini hissetmenin anlamlı bir şekilde
azalacağı (4) ama inanç konusunda bir farklılaşma olmayacağı öngörülmektedir.
G-
Öğrenim düzeyine göre işçilerimizde; (1) inanç boyutunda bir farklılaşma
olmayacağı, (2) öğrenim düzeyi arttıkça ibadet puanlarının düşeceği, (3) dinin
etkisini hissetme düzeyinin azalacağı, (4) öğrenim düzeyiyle dini bilgi düzeyinin
artacağı (5) dindarlık algısının olumsuz yönde faklılaşacağı, (6) dine verilen
önemin azalacağı öngörülmektedir.
93
H-
Günlük çalışma süresi arttıkça dini ritüellerde bir azalma olacağı, insani ve sosyal
ilişkilerin olumsuz yönde etkileneceği düşünülmektedir.
İ-
Çalışma hayatının süresine göre; (1) dinin etkisinin azalacağı, (2) dine verilen
önemin azalacağı, (3) ibadetlerde düşüş görüleceği öngörülmektedir.
J-
Medeni duruma göre; (1) inanç boyutunda bir farklılaşma olmayacağı, (2)
ibadetlerin evlilerde daha yüksek görüleceği, (3) dinin etkisinin daha fazla
hissedileceği, (4) genel dinsel yaşayış puanının daha yüksek olacaktır.
K-
Öznel dindarlık algısına göre; (1) dinsel yaşayışın inanç boyutunda bir farklılaşma
olmayacağı, (2) ibadet boyutunda algısı yüksek olanların daha yüksek puan alacağı,
(3) dinin etkisini böylece daha fazla hissedecekleri, (4) dine daha fazla önem
verecekleri öngörülmektedir.
L-
Din-önem düşüncesine göre; (1) inanç boyutunda bir farklılaşma olmayacağı, (2)
dinin çok önemli olduğunu düşünenlerin dinin ibadet boyutunda anlamlı olarak
farklılaşacağı, (3) dinin etkisini daha fazla hissedecekleri, (4) dindarlık algılarının
yüksek olacağı, (4) diğer inançlara karşı mesafeli olacakları, (5) genel dinsel
yaşayıştan daha fazla puan alacakları düşünülmektedir.
2.5. Evren ve Örneklem
Bir araştırmanın veya gözlemin alanına giren objeler ya da fertlerin tümü evreni
meydana getirir. Karasar, “evren”i ikiye ayırır. Birisi “genel evren”, öteki ise “çalışma
evreni”dir. Genel evreni soyut bir kavram olduğunu ve tanımlanmasının kolay fakat
ulaşılmasının güç hatta imkânsız olduğunu belirtir. Çalışma evreninin ise, pratikte
araştırıcının ulaşabildiği, ya doğrudan ya da seçilmiş örnek bir küme üzerinde gözlemler
yaparak, hakkında görüş bildirebildiği evren olduğunu açıklar (Karasar, 2004, 115-116).
Çalışmamızın genel evreni, bütün sanayi kollarında çalışan işçiler olup, çalışma
evreni ise Adana organize sanayisinde çalışan işçilerdir.
Örneklem ise, bir bütünün, kendi içinden seçilmiş bir parçasıyla temsil edilmesidir
(Sencer, 1989, 356-357). Örnekleme faaliyeti, incelenecek olan büyük grubun bütün
vasıflarını temsil eden bir küçük nüfusun belirli kurallara uyulmak suretiyle seçilmesi
işleminden ibarettir. Örneklem grubumuzu ise çeşitli fabrikalarda çalışan toplam 301
kişidir. Bu 301 kişinin çalışmamıza katılması ise yalın rastlantılı örnekleme yoluyla
olmuştur. Örneklem grubumuzun sayı açısından temsil yeteneğine sahip ve yeterli
olduğunu düşünmekteyiz.
94
2.6. Veri Toplama Teknikleri ve Verilerin Değerlendirilmesi
Çalışmamız iki ana bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümü oluşturan teorik
kısımda konuyla ilgili olarak yazılı kaynaklardan yararlanılmıştır.
Çalışmamızın
ikinci
ana
bölümünü
ise,
uygulamalı
alan
araştırması
oluşturmaktadır. Çalışmamızın temelini oluşturan bu kısımda ise yazılı kaynakların dışında
veri toplama tekniği olarak, daha dar boyutlu ve daha yalın olması dolayısıyla anket
seçilmiştir. Anket sorularının hazırlanmasında yakın ve uzak çalışmalardan faydalanılmış,
özellikle Kayıklık (2003) ve Yapıcı (2007) tarafından kullanılan üç ölçek kullanılmıştır. Bu
ölçeklerden ilk ikisi Kayıklık (2003) tarafından kullanılan ve dinsel yaşayış ölçeği olarak
adlandırılan ölçeğin inanç ve ibadetle ilgili kısımlarıdır. İbadet boyutuna eklenen birkaç
maddeyle soru sayısı on beşe çıkmıştır. Ölçeğin inanç boyutunda ise on iki soru
kullanılmıştır. Ölçeklerin üçüncüsü ise Yapıcı’dan (2007) aldığımız dinin etkisini hissetme
ölçeğidir. Bu ölçekte iki madde eklem yapılarak kullanılmış daha sonra bu maddeler
gerekli ölçümü yapmadığı için çıkarılmıştır. Sonuçta bu ölçeğimizde toplam on yedi soru
değerlendirilmeye alınmıştır. Araştırmamızın temelini oluşturan anketimizde kullandığımız
ölçeklerden önce toplam yirmi dört soru sorulmuş ve bu soruların birçoğu bağımsız
değişken, bir kısmı ise hem bağımlı hem de bağımsız değişken, bir kısmı ise bilgi toplama
amaçlı olarak sorulmuştur. Bu yirmi dört soru içerisinde dini değişkenlerde yer almıştır. Bu
değişkenler, öznel dindarlık algısı, din önem düşüncesi, öznel kimlik algısı, dini bilgi
yeterlilik durumu, dini bilgi kaynağı ve problem çözme mercii, popüler dindarlık durumları
ve sanayileşmenin insani ve sosyal hayata etkisi olarak yer almıştır. Bazı sonuçlar
Atalay’ın (1983) çalışmasına benzer olarak yüzdelerle verilmekler yetinilmiştir.
Anket verilerinin hem girilmesinde hem de bunların farklı istatiksel tekniklerle
analiz edilmesinde SPSS (12.0) programı kullanılmıştır. Veriler çözümlenirken ise
yüzdelerin verilmesiyle yetinilen sonuçların yanında ki-kare, t-testi ve son olarak tek yönlü
varyans analizi (ANOVA) kullanılmıştır. Tek yönlü varyans analizi (ANOVA)
sonuçlarında p<.05 düzeyinde farklılık görüldüğü zaman, bunun nereden kaynaklandığını
anlamak için öncelikle post hoc scheffe analizi yapılmıştır. Ancak tek yönlü ANOVA,
ortaya çıkan sonucu anlamlılık düzeyine ulaştığını tespit ettiği halde, scheffe analizi
gruplar arasında farklılık göstermediği zaman, gruplar arasında ikili karşılaştırmalar yapan
Tukey HSD analizi değerine bakılmıştır.
95
2.7. Araştırmanın Sınırlılıkları
Bu araştırmadan elde edilen bulgular üç temel sınırlılığa sahiptir. İlk olarak
araştırmamız kapsamında seçtiğimiz örneklemle ilgili sınırlılıklardır. Yaparel’in de
belirttiği gibi “her araştırma bir ölçüde kendi örneklemiyle sınırlıdır” (Yapıcı, 2007, 175)
görüşüne uygun olarak ifade edeceğimiz bu sınırlılığı, yapacağımız genellemelerde göz
önünde bulundurmak durumundayız. Öncelikle sanayi alanında çalışan işçilere ulaşmanın
çok ciddi zorlukları aşmanın sonucunda gerçekleştiğini ifade etmeliyiz. Özellikle fabrika
yöneticilerinin işçilere ulaşmayı zorlaştırması bunda temel etkenlerden biri olarak
ortadadır. Diğer yandan örneklemin temsil ve yeterliliğinden her zaman yüzde yüz emin
olmakta mümkün olmamaktadır. Ayrıca örneklemin kendisini ne derece yansıttığı da ayrı
bir problem olarak karşımızda durmaktadır.
Çalışmanın ikinci sınırlılığı ise boylamsal değil de kesitsel olmasından
kaynaklanabilir. Konusu insan olan birçok araştırmada, boylamsal çalışmanın güçlükleri,
araştırmacıları kesitsel araştırmaya yöneltmektedir (Kayıklık, 2003, 113). Bu noktada
araştırmamız yapıldığı 2008 yılını ve Adana ilini göz önünde bulundurarak yorumlanabilir.
Çalışmamızın üçüncü sınırlılığı ise araştırmamızda kullandığımız veri toplama
araçlarıyla ilgilidir. Öncelikle kullandığımız değişkenler ve ölçeklerle ilgili olarak
geçerlilik ve güvenilirlik sorunudur. Kullanılan ölçeklerin henüz standart ölçekler haline
gelmemesi bu konuda çeşitli soruları beraberinde getirmektedir. Bu ölçeklerin daha önce
kullanılmış olmasına rağmen tamamen standart hale geldiğini hala söyleyemiyoruz.
Özellikle dinsel yaşayışın ibadet boyutuna eklediğimiz ve dinin etkisini hissetme ölçeğinde
ise çıkardığımız sorularla ölçekler değişik bir durumla uygulanmış ve sonuçları
yorumlanmaya çalışılmıştır. Bu noktada standart olmayan ölçeklerin araştırma açısından
sınırlılık oluşturduğunu ifade etmeliyiz. Yine ölçeklerin ve diğer soruların muhteva
açısından problemin çözümüne ne derecede katkıda bulunduğu da ayrı bir problem
oluşturmaktadır.
2.8. Tanımlar
2.8.1. Fabrika
Malzemelerin bir yerde toplanmasını, bağlı sermayeyi ve işgücü topluluğunu
gerektiren bir imalat mekânıdır (Marshall, 1999, 231). Bilindiği gibi sanayi devriminin
ürünü olan modern toplum, yeni bir üretim çeşidini de beraberinde getirmiştir. Böylece
modern toplumu daha öncekilerden farklılaştıran temel ölçütün, üretim faktörlerini tek çatı
96
altında toplayan fabrika olduğu açıkça ortaya çıkar. Bu haliyle fabrika, makine işçi
etkileşimini ön plana çıkaran sosyal organizasyon yapısına denk düşmektedir. Bu sosyal
organizasyonun zaman ilişkisi etrafında belli sürelere göre gerçekleştiğini ve iş yaşamı
içerisinde belirlendiğini ifade etmeliyiz (Goodenough, 1966, 484-488). Bu noktada
fabrikaların oluşmasını sağlayan etkenlerden başlıcaları “girişimci”, “Pazar” ve
“makineleşme”dir. Fabrikayı iki bileşen çerçevesinde açıklamak daha aydınlatıcı olacaktır.
Pazar mekanizması ve girişimcinin rolünü içeren ilk bileşen, fabrikayı ortay çıkaran temel
koşullara denk düşer. Üretimin makineleşmesine ilişkin ikinci bileşen ise, birinci
bileşendeki koşulların gelişmesini sağlayan yan etkenlerdir (Güzel, 2008, 98). Ayrıca
modern-endüstrinin oluşmasında etkin bir rol üstlenen işçilerin önemi bu sistemin iç ve dış
etkenleriyle birlikte değerlendirilmelidir. Gerçek şu ki, modern fabrika üretiminin özelliği
üreticilerin üretim araçlarından kopması veya kopartılması (Ayata, 1991, 124) olarak
karşımıza
çıkmakta
ve
işçiler
sürecin
yerine
göre
pazarı
konumunda
dahi
bulunmaktadırlar. Bu noktada işçileri tanımlayabiliriz.
2.8.2. Fabrika İşçisi
Sanayileşmeyle birlikte ortaya çıkan fabrikaların zanaatkârları tek çatı altında
toplandığını görmekteyiz. Bu yeni durumda, köklü bir dönüşüm süreci olarak
değerlendirilen sanayi devriminin ilk kez modern anlamda “ücretli emek”i ortaya
çıkardığını görmekteyiz. Fabrika işçisi olarak ta ifade edebileceğimiz bu emek gücü sadece
fabrikalardan elde ettiği ücrete bağımlı olarak yaşamını sürdürmektedir. Bu noktada ücret
karşılığı istihdam edilen işçilerin ürettiği oranda kazandığı ve kazandığı oranda da işe ve
işverene bağımlılığının arttığını söyleyebiliriz. Applebaum’un ifadesiyle tanımlamamızı
bağlayabiliriz: “19. yy. endüstrileşme dönemidir. Bilindiği gibi iş endüstri kültürüne göre
şekillenmiştir. Endüstri toplumunda iş, bireyin sosyal yaşamında merkezi öneme sahiptir
ve işçi, ona düzenli olarak ücret ödenen bir organizasyon yapısında çalışır… (Üstelik)
Organizasyonel yapılarda çalışmak, bireye sosyal varlık ve sosyal kimlik kazandırır. İş,
insanların kendilerini diğerleri ile karşılaştırdığı en somut ağ durumuna gelmiştir
(Applebaum, 1995, 59). Sonuçta modern toplumda iş veya çalışma yaşamının iki yönüyle
karşılaşıyoruz. İlk olarak sanayi devriminin gerekli kıldığı fabrika üretiminin modern
öncesi dönemdeki ev içi üretim ve/ ya da malikâne üretiminin şeklini belirgin bir şekilde
değiştirmesidir. İkinci olarak ise iş yaşamının önemini artıran ücret karşılığı çalışmanın
yaygınlaşması ve insanları kitle halinde fabrikalarda çalışmaya başlamasıdır (Güzel, 2008,
97
21). Bu yeni durumda iş yaşamında sürekli istihdama kavuşan işçi, makinelerle etkileşime
girerek üretim yapması sonucu elde edilen gelirden payına verileni alması ve iş hayatının
dışında modern sürecin gereklerini ifade eden bir yaşam sergilemesi beklenen durum
olarak ifade edilmektedir. Bu noktada işçilerin farklı toplumsal düzenlerde farklı kimlik ve
beklentilerle kendilerini ifade etme imkânı bulduklarını görmekteyiz. Özellikle işçi sınıfı
bilincinin günümüzde orta sınıfa yönelik argümanlarla kendisini ifade ediyor oluşu bu
durumu daha iyi açıklamaktadır.
III. BÖLÜM
ARAŞTIRMANIN BULGU, DEĞERLENDİRME VE YORUMLARI
3.1. Araştırmaya Katılanların Demografik Özellikleri
Araştırma grubu hakkında verilecek olan genel bilgiler, araştırmamızın bağımsız
değişkenlerini oluşturmaktadır. Özellikle bu bilgiler verilerin anlaşılmasında ortaya
çıkacak farklılıkların temellerine olan atfımızı oluşturmaktadır. Böylece farklı kullanım
alanlarında konunun anlaşılması için gerekli olan bu bilgilerin konuyu değişik
yönleriyle bize aydınlatacağını ifade edebiliriz.
Tablo 1.Örneklem Grubunun Cinsiyete Göre Dağılımı
Cinsiyet
N
%
Erkek
Kadın
Toplam
259
42
301
86,0
14,0
100,0
Tablo 1’den anlaşılacağı üzere araştırmamıza katılan katılımcıların tamamı 301
kişi olup, bunlardan %86’sını erkek, %14’ünü kadın katılımcılar oluşturmaktadır.
Böylece 259 erkek, 42 kadın işçimize ulaşmış bulunmaktayız. Kadın işçilerimizin
sayısının az oluşu hem ulaşamayışımızdan hem de genelde sanayi kesiminde anket
yaptığımız ortamlarda kadın işçilerin az olmasından kaynaklanmaktadır. Bilindiği gibi
ekonomik zorlukların daha fazla hissedildiği durumlarda erkekler eşlerinin dışarıda
çalışmasına rıza gösterebilmektedir. Ama geleneksel bakış açısının verdiği etkiyle
eşinin dışarıda çalışmasına asla rıza gösteremeyeceğini veya zorla, mecburen rıza
gösterdiğini ifade eden işçilerimizle de karşılaştık.
Kadının dışarıda çalışması göç ve kentleşme süreçlerinde hemen ortaya çıkan bir
durum değildir. Özellikle erkekler kadınlardan geleneksel rollerini geldikleri kentlerde
de sürdürmelerini talep etmektedirler (Nichols & Suğur, 2005, 36, 71-72). Ev hayatının
gereklerini yerine getirmekle sorumlu tutulan ve namus mefhumunun şartlarını üzerinde
taşıyan kadın, başkaları adına emeğini sarf etmemeli ve asıl görevlerini unutmamalıdır.
Ama kent hayatının yüklediği yaşam standartları işbölümünün zorlamasıyla farklı
ihtiyaçların dağılımını ve elde edilmesini farklılaştırmış dolayısıyla “ne yapalım geçim
standardını tek başıma sağlayamıyorum bari eşimde yuvamıza katkıda bulunsun” diyen
99
işçilerimizi ortaya çıkarmıştır. Kadın işçilerimiz ise maaş ödemelerinin getirdiği
ekonomik bağımsızlığın yanında sigorta güvencesini de çalışmalarında bir etken olarak
görmektedirler. Bununla beraber diğer bir yön ise, dışarıda ücretli çalışmanın kadına
evden çıkış olanağı sunması ve ekonomik yönden kendi ayakları üzerinde durabilmenin
getirdiği bir güce kavuşması, toplumsal cinsiyet ilişkilerinde önemli değişimlerin
habercisi olarak karşımıza çıkmaktadır. Nichols ve Suğur’un araştırmalarında da kadın
işçilerin hemen hepsi çalışmaları gerektiğini benzer sebeplerle ifade etmektedirler
(Nichols & Suğur, 2005, 77). Fakat yine de örneklem grubumuzda ki kadınların bazıları
imkânı olduğunda çalışma hayatını bırakacaklarını ifade etmişlerdir.
Tablo 2. Örneklem Grubunun Yaşa Göre Dağılımı
Yaş
N
%
15–25 Yaş
26–35 Yaş
36–45 Yaş
46 ve + Yaş
Toplam
34
160
91
16
301
11,3
53,2
30,2
5,3
100,0
Tablo 2’de görüldüğü gibi örneklem grubumuz 4 ana gruba ayrılmış 15–25 yaş
arası, 26–35 ve 36–45, 46 ve üzeri olarak belirlenmiştir. Katılımcıların %11,3’ünü 15–
25 yaş arası, %53,2’sini 26–35 yaş arası, 36–45 yaş arası ise %30,2’sini oluştururken
son olarak 46 yaş ve üzeri %5,3’tür. Araştırmamızda 16 yaşından küçük kimse
bulunmazken çok yaşlı insanlarda bulunmamaktadır. Bu durum sanayideki istihdam
şartlarının yanında işe göre işçide aranan niteliklerden de kaynaklanmaktadır. Erkekler
yaş sıralamasına göre 34, 160, 91 ve 16 kişiden oluşurken kadınlar 9, 21 ve 12 kişiden
oluşup 46 yaş ve üzeri kadın işçi çalışmamızda bulunmamaktadır. Görüldüğü gibi orta
yaşta olan işçilerimizin sayısı çoğunluktadır.
Yaş insan hayatı üzerinde önemli bir role sahiptir. Gençlikte oluşmaya başlayan
fikri hayatın toplumsal olgulara yönelik bakış açısındaki değişimleri de ortaya
koyacağını düşünmekteyiz. Ayrıca yapmış olduğumuz bu tasnifle belli dönemlerden
geçerek ömrünü tamamlayan insanoğlunun din anlayışındaki farklılaşmalarda ortaya
çıkacaktır. Bu konuda yapılan araştırmalar yaş değişkeninin dini anlayış ve yaşayıştaki
farklılıkların temelinde yer alan önemli bir değişken olduğunu belirtmektedir.
Araştırmamız da da buna dair farklılaşmaları ortaya çıkmaktadır.
100
Tablo 3. Örneklem Grubunun Medeni Haline Göre Dağılımı
Medeni Hal
N
%
Evli
Bekâr
Toplam
233
68
301
77,4
22,6
100,0
Tablo 3’ten de anlaşılacağı gibi katılımcılarımızın %77,4 gibi büyük bir
çoğunluğu evlilerden oluşurken %22,6’sı bekârlardan oluşmaktadır. Evlilerin oranında
erkeklerin çok büyük oranda olduğunu görmekteyiz. Erkeklerin %80’i evliyken %20’si
bekârlardan oluşmaktadır. Kadınların ise %64,3’ü evlilerden oluşurken %35,7’si
bekârlardan oluşmaktadır. Fabrika işçiliğinin belli bir deneyim gerektirmesi yaş
ortalamasının yükselmesine neden olmaktadır. Başka bir tabirle iş hayatın kendisini atan
insanımız ardından evliliği tercih etmekte ve sağlıklı, mutlu yuva kurma hedefine
yönelik olarak çaba sarf etmektedir. Ayrıca toplumumuzda önem verilen aile
kurumunun kurulmasına yönelik olarak ortaya çıkan teşviklerin bir sonucu olarak ta
araştırma yaptığımız fabrikalarda evli oranlarının yüksekliğiyle karşılaştık. Bu sonuçları
da göz önünde bulundurarak işçilerimizin her şeye rağmen nikâhlı bir hayatı büyük
çoğunlukla tercih ettiğini ve evliliğe dair önemi her daim vurguladıklarını belirtmeliyiz.
Bunda insanların medeni statülerinin, onların toplumda oynayacağı rol ve beklentileri
açısından
sonuçları
olması
bağlamında
değerlendirilmesi
de
göz
önünde
bulundurulmalıdır. Bu değerlendirmelerin ötesine uzandığımızda ise evlilik dışı
ilişkilerin de işçiler arasında hoş karşılanmadığına şahit olmaktayız. Araştırmamızda
erkeklerin %35,4’ü evlilik öncesi cinsel deneyimleri kabul ederken, %64,6’sı
reddetmektedir. Kadınların ise %11,9’u kabul ederken, %88,1’i reddetmektedir.
Sonuçta toplam 203 katılımcımız evlilik öncesi dinsel deneyimler haram olduğu için bu
fiillere yaklaşmadığını ifade etmiştir. Bu sonuçlar genel olarak dindarlık algılamalarıyla
paralellik arz etmektedir. Bu noktada Bilgin’in “dindarlaşmanın arttığı oranda nikâhsız
birlikteliğin azalabileceği yönünde” ki din sosyolojik tespitini önemli bulmaktayız
(Bilgin, 1997, 115).
Modernleşme sürecinin toplumsal değişime paralel olarak ev ve aile hayatında
hem evin ve ailenin yapısında hem de aile bireylerinin ilişkileri ve toplumsal
konumlarıyla ilgili olarak rol ve beklentiler farklılaşmıştır (Meriç, 2000, 171). Bu
değişimin boyutları farklı oranlarda kendisini göstermekte ve işçilerin aile durumlarında
101
da modern dönüşümlerin etkisi gözlenmekle birlikte aile yapımızın geleneksel boyutları
genel olarak yaşatılmaya çalışılmaktadır. Görüldüğü gibi işçilerimizin büyük çoğunluğu
kadın-erkek ilişkilerinin bu boyutuna önem vermekte ve toplumca da hoş karşılanmayan
sağlıksız ilişkilere mesafeli durmaktadır. Toplumumuzun aile yapısının oluşmasında
insanların geleneksel anlayışları bu noktada etkin olmaktadır. Özellikle ailenin
oluşumunda görülen uygulamalarda bunu yansıtmaktadır.
Tablo 4. Örneklem Grubunun Öğrenim Durumuna Göre Dağılımı
Öğrenim Durumu
N
%
Okur-Yazar Değil
Okur-Yazar
İlkokul
Ortaokul
Lise ve Dengi Okul
Fakülte veya Yüksekokul
Toplam
4
8
95
70
107
17
301
1,3
2,7
31,6
23,3
35,5
5,6
100,0
Sanayi devrimiyle birlikte ivme kazanan dönüşümlerin eğitim alanına etkisi
büyük olmuş özellikle modernleşme sürecinin etkin itici gücü olarak eğitilmiş insan
figürü ön plana çıkarılarak toplumların sanayileşme ve modernleşme süreçlerinin
bireylerinin anlayışlarındaki köklü değişmelerden kaynaklandığı her zaman bir eğilim
olarak belirlenmiştir.
Böylece eğitim ortaya çıkan girift bir işbölümünün varlığına da bağlı olarak
sanayi toplumu ihtiyaçlarına göre şekillenirken kendisi de bazı toplumsal sonuçlar
doğurmaktadır. Özellikle mesleki hareketlilikte etkin olan eğitimin bu bağlamda sosyal
hareketliliğin de temel etkenlerinden birini oluşturmaktadır. Açık toplumda maharet ve
vasfa dayalı meslek edinme geliştiği için resmi eğitim sosyal hareketliliği
hızlandırmıştır. Öte yandan sosyal tabakalaşma bağlamında eğitimin ortaya koyduğu
sonuçlar sosyal statü ve mesleklerde büyük hareketlilik olarak ta gözükmektedir
(Atalay, 1983, 36-37).
Eğitimin toplumsal statüyü belirlemedeki belirgin etkisinin fertler üzerindeki
toplumsal fonksiyonlarını yerine getirebilmedeki önemine binaen yansıması, her zaman
için bu olgunun insanın gelişmesinde ve toplumun kalkınmasında dinamik bir güç
kaynağı olmaya devam edeceği özellikle bilgi toplumu bağlamında daha iyi
anlaşılmaktadır.
102
Bu minvalde sanayi çalışanlarında da eğitimin, statü belirlemede ve bunun
toplumsal sınıflara olan etkisinde hem sanayi içi hem de dışında ortaya çıkardığı
farklılaşmaların sosyo-ekonomik düzeydeki sınıf ayrımlarına yol açarak dolayısıyla
kültürel ve sembolik ayrımlar yarattığını ve bunun statü ilişkilerini yeniden ürettiğini
ifade edebiliriz.
Sonuçta eğitimin önemi ve işlevlerinin yadsınamaz etkisi işçilerimiz tarafından
da hissedilmekte ve fakat geri dönüş imkânı bulamamaktan, çalışma hayatından
yakınarak mevcut durumları ile yetinmekte veya iş içi eğitimle kendisini doyurmakta
olup asıl eğitim etkinliğini yeni nesillerde daha etkin bir süreç olarak işletme eğilimi
görülmektedir.
Tablo 4’te de görüldüğü gibi işçilerimizin %1,3’ü okur-yazar değil, %2,7’si
okur-yazar, %31,6’sı ilkokul, %23,3’ü ortaokul, %35,5’i lise ve dengi okul, %5,6’sı ise
fakülte veya yüksekokul mezunu olup genli ortaöğretim seviyesindeki işçiler
oluşturmaktadır.
Tablo 5. Örneklem Grubunun Mesleki Statüsüne Göre Dağılımı
Mesleki Statü
N
%
Düz İşçi
Kalifiye İşçi
Usta
Ustabaşı
Toplam
110
91
78
22
301
36,5
30,3
25,9
7,3
100,0
Çizelgemizde görüldüğü gibi işçilerin %36,5’i düz işçilerden oluşurken %30,2’si
kalifiye işçilerden oluşmaktadır. Geri kalan %33,2’si ise usta ve ustabaşlarından
oluşmaktadır.
Böylece işçilerimizin genelde bantlarda çalışan ve fabrika üretimine ait olduğu
bölümün deneyimlerine bağlı olarak katılan vasıflı ve vasıfsız işçilerden oluşan bir
örneklemi temsil ettiğini ifade edebiliriz. Diğer tarafta ise formel olarak kısım şefi ya da
atölye şefi sıfatlarıyla anılan ustabaşlarının yanında ustaların da ifade edilen işçilerden
sonra % 26’lık oranla önemli bir örneklem grubunu temsil ettiğini görmekteyiz.
Geleneksel işletmelerde görülen kategoriler olan çırak, kalfa ve usta sıfatlarının
zanaat üretimine ait özgül bir vasıf ve otorite ilişkisinin tipik temsilleri olduğuna ve
büyük sanayi işletmelerinin ortaya çıkışıyla birlikte bu konumlar biçimsel ve piyasanın
103
iktisadi olarak elverişli olduğu durumlarda konumunu devam ettirse de toplumsal
zeminlerinin yanında özgül içeriklerinin de değiştiğine ve yapısal dönüşümlere
uğradığına şahit olmaktayız (Geniş, 2006, 122-124; Ayata, 1987, 34).
Öyle ki sanayileşme, fabrikaların özellikle zanaatkârların “tek çatı altında
toplanması”nı gerekli kılmıştır. Böylece zanaat hayatının teknik beceriye sahip usta ve
kalfaları yeni oluşan fabrikalarda yarı vasıflı ve vasıflı işçiler haline gelmiştir. Bununla
birlikte sanayileşmenin sürece yayılmasıyla birlikte yeni iş biçimi kendi elemanını
yetiştirmek ve artan işbölümüne bağlı olarak ortaya çıkan farklılaşmaları aşabilmek için
eğitime önem vermeyi gerektirmiş böylece teknik alanda becerili insan yetiştirilerek
fabrika üreticiliğine kazandırılmıştır. Diğer yönden fabrikanın kendi iç dinamiklerinin
de ihtiyacı olan elemanı yetiştirme de önemli olduğunu böylece vasıfsız olarak alınan
işçilerin yukarı yönlü olarak farklı dinamiklere bağlı bir şekilde geliştirildiğini
görmekteyiz. Sanayileşmeyle birlikte çekim merkezleri haline gelen fabrikaların kendi
hiyerarşilerini genellikle mavi yakalılarda bu minval üzere oluşturmaları bizi bu dörtlü
ayrıma götürmektedir. Araştırmamızın temel çıkış noktası açısından ise bireylerin sahip
oldukları mesleki statü ve iş hayatındaki konumlarının bireysel ve toplumsal
yansımalarının dini görünümlerde farklılaşmalar ortaya çıkardığına ve bu işbölümünün
sosyal ve dini yaşayışı temelden etkilediğine şahit olmaktayız.
Ayrıca sınıf tartışmaları bağlamında işçilerin bu şekilde beceri düzeylerine göre
ayrımlaşmaları klasik Marksist öngörüleri bozmaktadır. Marksist bir devrim için, işçi
sınıfı giderek daha kötü koşullara sahip olmalı ve homojenleşmeli; kapitalistlerde işçi
sınıfına karşı bir mücadeleye girişmelidir. Hâlbuki homojenleşme ayrışmalara
dönüşmekte ve işyerindeki statünün toplumsal hayata yansımaları bu farklılığı gelir
düzeyinden ve dolayısıyla yaşam standartları açısından göstermekte ve sonuçta
tabakalaşmanın farklı boyutları ortaya çıkmaktadır. Ayrıca yeni sosyal hareketler
bağlamında iş dışındaki yaşamında bu statü tarafından desteklenen yönleri olmakla
birlikte toplumsal tercihlerin genişlemesi modern hayatın tezahürleri olarak işçileri de
etkilemekte ve bu da işçinin bilincinde bölünmelere veya kendisine önerilen sınıf
bilincine dair bir öngörüsünün olmamasına yol açmaktadır. Dini veya sosyal yaşam
içinde bulunulan bu statü durumundan etkilenmekte dolayısıyla farklı dindarlık
tipolojileri ortaya çıkmaktadır. Sonuçta dine en uzak duran kesim olarak gösterilen
işçiler arsındaki farklılaşmaların yansımaları dini hayatlarında da görülmekte ve bu
hususta yeni dini eğilimli statü gruplarına yönelim sergileyebilmektedirler. Özellikle
Türk toplumunun kendi kültürel ortamı da bu farklılaşmaları desteklemekte ve daha
104
dinsel yönelimli bir işçi görüntüsü ortaya koyabilmektedir.
Araştırmamızda dindarlığın
farklı
boyutlarından
elde edilen
puanların
ortalamadan yüksek oluşu da bu durumu desteklemekte ve fakat dindarlığın işçiler
üzerindeki görünümleri farklılaşmaktadır. Genel olarak dindarlığın içsel olarak ifade
edilmesi
yoğun
bir
şekilde
gözlenirken
bunun
dışavurumu
aynı
oranlarda
gözükmemekte ve işçiler bu noktada kendi aralarında değişkenlerin de etkisiyle
farklılaşmaktadır.
Tablo 6. Örneklem Grubunun İşkoluna Göre Dağılımı
İşkolu
N
%
Gıda
Tekstil
Makine-imalat
Plastik
Yapı-İnşaat
Mobilya
Matbaa-Basım
Toplam
101
48
54
3
46
45
4
301
33,6
15,9
17,9
1,0
15,3
15,0
1,3
100,0
Araştırmamızın gerçekleştirildiği sanayi kolları tablomuzda da görüldüğü gibi
öncelikle gıda sektöründe ki işçiler üzerinde yoğunlaşmaktadır. %33,6’lık bir orana
ulaşılan
bu
alanda
ki
işçilerimizin
anketimizde
temel
belirleyiciler
olarak
gözükmektedir. Gıda sektörünün yanında tekstil, makine-imalat, yapı-inşaat ve mobilya
sektörleri de ortalama % 15’lerle temsil edilmektedir. Bunlara ilaveten az da olsa plastik
ve matbaa sektöründeki birkaç işçiye ulaşma olanağımız da oldu. Toplamda ise tüm bu
işkollarında farklı fabrikalardan ulaşılan işçilerin değerlendirmeleri örneklemimiz
olarak temsil gücünü yansıtmaktadır.
Endüstriyel organizasyonun sadece belirli mal ve hizmetlerin üretildiği bir
faaliyet alanı olmadığını bilakis farklı faaliyet alanlarında ortaya çıkan işbölümünün
işçilerin sosyo-ekonomik hayatına da yansımasının olacağını ve böylece dini bakış
açısının da farklılaşacağını öngörmekteyiz. Toplumsal işbölümünün artışıyla ortaya
çıkan farklı mesleklerin dini tutum ve kanaatlerde, yapılan mesleğin yapısına ve ortaya
çıkan toplumsal görünümüne bağlı olarak farklılaşmaları beraberinde getirdiğine ifade
edebiliriz. Bu bağlamda çalışılan farklı sektörlerin ve fabrikaların dahi kendi kültürünü
ortaya çıkardığına her ne kadar boyutları farklı olsa da şahit olmaktayız. Etkileyen ve
105
etkilenen varlık olan insanın farklı fabrikaların kültürlerine farklı sosyal davranışlarla
uyum veya uyumsuzluk sağladığına şahit olmaktayız. Özellikle dinî davranışlar
açısından olumlu veya olumsuz bir kültürü yansıtan fabrika ortamının ekonomik hayatın
çetin mücadelelerinde çabalayan işçilerimizde farklı etkilere neden olacağını
belirtmeliyiz. Yine fabrikalarda etkin olan sendikaların kendi anlayışlarını işçilere
aktarma çabaları ve bu meyanda çıkan değerlendirmelerin belli bir yönelime neden
olması da değerlendirilmektedir.
Tablo 7. Örneklem Grubunun Çalışma Yılına Göre Dağılımı
Çalışma Yılı
N
%
0–1 Yıl
2–3 Yıl
4–5 Yıl
6–10 Yıl
11–15 Yıl
16 + Yıl
Toplam
13
44
36
97
56
55
301
4,3
14,6
12,0
32,2
18,6
18,3
100,0
Araştırmamıza
katılanların
çalışma
yılları
farklılıklar
arz
etmektedir.
İşçilerimizin yaklaşık olarak % 31’i beş yıllık bir çalışma süresine sahipken, %32,2’si
on yıllık bir çalışma süresine sahip olup geri kalan %37’lik bir oranda ise on yılın
üzerinde bir çalışma süresine sahip olduklarını görmekteyiz. Yukarıda işçilerimizin
yaşıyla ilgili verdiğimiz istatistiki bilgilerde de işçilerimizin genel anlamda genç bir
profil çizdiklerini görmekteyiz. Özellikle Batı ülkelerinin aksine Türkiye’de ortalama
aile büyüklüğünde, genellikle sanayileşme ve kentleşmenin bir işlevi olduğu düşünülen
bir azalma olmasına rağmen, nüfus da, işgücü de nispeten gençtir (Nichols&Suğur,
2005, 234). Bu bağlamda sanayinin yeni müdavimlerinin çoğunlukta olduğu
katılımcılarımızın genel anlamda genç ve dinamik bir görüşün yansımalarını bize
sunacağını söyleyebiliriz.
106
Tablo 8. Örneklem Grubunun Günlük Çalışma Süresine Göre Dağılımı
Günlük Çalışma Suresi
N
%
8 Saat
10 Saat
12 Saat
14 saat
Toplam
181
81
37
2
301
60,1
26,9
12,3
0,7
100,0
Sanayi sektöründeki çalışma koşullarının yorucu ve ağır olduğu bilinmektedir.
Bu bağlamda özellikle emek yoğun sektörlerdeki çalışma koşullarının daha ağır olduğu
ve bantlarda çalışanlarda da sürekli aynı işi yapmanın verdiği bir yorgunluk olduğu
gözlenmektedir. Tabii ki çalışma süresinin belirlenmiş standardı olan sekiz saat genel
olarak uygulanmaktadır (vardiyalı veya sadece gündüz vardiyalı çalışılan işletmeler).
Fakat fazla mesailerin standartlaştığı, enformel çalışma koşullarının gerçekleştiği veya
talep yoğunluğunda artan çalışma sürelerinin gerçekleştiği durumlarda artan çalışma
sürelerine şahit olmaktayız. Öte yandan işyerinde yönetici işçi konumunda olanların
sürelerinin daha da arttığı anlamlı bir şekilde belirlenmiştir. Öyle ki statü arttıkça
çalışma süresi de buna bağlı olarak atmaktadır (ki-kare=p<,030). Sonuçta işçilerimizin
%60’ı sekiz saatlik standart çalışma süresine sahipken, %26,9’u on saat, %12,3’ü on iki
saat geri kalanlar ise on dört saatlik çalışma süresine sahiptir.
Tablo 9. Örneklem Grubunun İş Memnuniyetine Göre Dağılımı
İş Memnuniyeti
N
%
Evet
Hayır
Toplam
251
50
301
83,4
16,6
100,0
Araştırmamıza
katılanların
genel olarak
işlerinden
memnun
olduğunu
görmekteyiz. İşçilerimizin %83,4’ü bu durumda olduğunu ifade ederken, %16,6’sı ise
genel olarak memnuniyetsizliğini belirtmiştir.
Her ne kadar işleri ve işyerleriyle ilgili olarak farklı problemler zikretseler de
özellikle iş bulmanın ve iş sahibi olarak kalmanın zorlaştığı günümüzde mevcut
işlerinden memnun olmanın bir zorunluluk olarak karşılarına çıktığını ifade
etmektedirler. Bunun yanında mevcut durumuyla işini kıyaslayıp memnuniyetini ifade
edenler de azımsanmayacak bir sayıdadır. Ekonominin başat olduğu günümüzde
107
değerlendirmelerinde buna yönelik olarak yapılması göze çarpmaktadır. İşçilerimizle
yaptığımız görüşmelerde genel memnuniyetsizliği genel olarak ücretler kaynaklı olarak
tespit etmekteyiz. Bunun dışında çalışma koşulları, sanayinin yorucu makine ortamı,
daha iyi hayat şartlarına sahip olma özlemine yönelik beklentilerin –özellikle gençlerdeyüksek olması yanında mevcut siyasal-politik ortama yönelik eleştirilerini iş hayatlarına
yansıtmaları, fabrika yönetsel erklerinin baskısının yoğunluğu gibi durumlarda
memnuniyetsizlik sebebi olarak ifade edilmektedir. Ama her şeye rağmen “bir işimiz
var az da olsa geçimimizi sağlayacak konumdayız, ya buda olmazsa” diyerek durumunu
kabullenen işçilerimizin de memnuniyet yönünde tercihte bulunduklarına şahit
olmaktayız. Bu noktada Nichols ve Suğur’un yaptığı çalışmada da işçilerin büyük bir
bölümünün mevcut işlerinden memnun olduklarını göstermektedir (Nichols&Suğur,
2005, 259).
Tablo 10. Günlük Çalışma Süresine Göre İş Memnuniyeti Durumu (Ki-kare)
İş Memnuniyeti
Evet
Hayır
Toplam
Günlük Çalışma Süresi
8 Saat
10 Saat
12 Saat
N
155
65
29
%
85,6
80,2
78,4
N
26
16
8
%
14,4
19,8
21,6
N
181
81
37
2
Chi-Square X =2,306 sd=3 p<,511
14 saat
2
100,0
0
,0
2
Toplam
251
83,4
50
16,6
301
İş memnuniyeti ile çalışma süresi arasında bir ilişkinin olup olmadığı yönündeki
sorumuz böyle bir ilişkinin anlamlı olarak mevcut olmadığını göstermektedir. Her ne
kadar çalışma süresi arttıkça iş memnuniyeti azalsa da böyle bir ilişki anlamlılık
seviyesine ulaşmamıştır. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi iş memnuniyetinin çeşitli
psikolojik ve sosyolojik nedenlerin yanında özellikle ekonomik olanın başat olarak öne
çıktığı bir durum olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu bağlamda ki-kare analizi sonucunda
görüldüğü gibi öncelikle çalışma koşulları veya saatlerinden ziyade diğer nedenler iş
memnuniyetini etkilemede öncelikli olmaktadır. Fakat her şeye rağmen mevcut şartların
durumunu ifade etmelerine bakarak işçilerin bu kadar yüksek oranda memnuniyet
bildirmiş olmaları o anda ki subjektif durumlarının bir yansıması olarak okumaktayız.
Çünkü yaptığımız konuşmalarda genellikle şikâyet konusu olabilecek durumlar dinle de
ilişkilendirilerek anlatılmaktaydı. Mesela “dine, vicdana sığar mı?”,”Allah kabul etmez
108
bu durumu”,”bir de Müslüman olduklarını iddia ediyorlar” gibi tanımlamalarla şikâyet
konularının iletilmesi durumun farklılığını ortaya koyuyor olsa gerektir. Fakat bunun
yanında bir işletme sahibinin de asgari ücretle çalıştırdığı işçilerinin durumundan büyük
üzüntü duyması “ölmeyecekleri kadar işte” diyerek ücret politikalarından rahatsız
olması ve bunun nedeni olarak ta mevcut ekonomik şartları örnek göstermesi ise olayın
işveren açısından da değerlendirildiğini göstermektedir.
Ayrıca yönetici konumda olan işçilerin daha fazla mesai harcadıkları ve genel
olarak imkân ve şartlarının iyi olmasından ötürü memnuniyetlerini ifade etmeleri
anlamlı bir farklılaşmanın ortaya çıkmamasına neden olmamaktadır.
Tablo 11. Örneklem Grubunun Mesleğini Tercih Etme Sebebine Göre Dağılımı
Mesleği Tercih Etme Sebebi
N
%
Bu mesleği çok sevdiğim için
Kısa yoldan hayata atılmak için
Bir meslek sahibi olmak için
Zengin olmak ve daha iyi yaşamak için
Annem-babam istediği için
Başka...
Toplam
37
84
106
16
11
47
301
12,3
27,9
35,2
5,3
3,7
15,6
100,0
Araştırmamızda işçilerin neden işçi olmayı seçtiklerine dair sorduğumuz soruya
%35,2 gibi bir çoğunluk işine bir meslek olarak baktığını gösterir şıkkı işaretleyerek
meslek sahibi olmanın önemine de atıf yapmışlardır. %27,9 oranında ki bir katılımcı ise
kısa yoldan hayata atılmak için işçi olmayı seçtiğini ifade ederken, %12,3’ü mesleğini
çok sevdiğini, %5,3’ü zengin olmak ve daha iyi yaşamak için, %3,7’si ise anne-baba
isteğiyle mevcut işini seçtiğini belirtmiştir. %15,6’lık bir bölüm ise başka seçeneğini
işaretlemiştir. Başka seçeneğini işaretleyenlerden bazıları “zorunluluk”, “hayat şartları
bizi buraya sürükledi”, “kaderimiz itti, ne yapalım” gibi görüşler öne sürmüşlerdir.
Başka seçeneğini işaretleyenlerin kendi iradelerini yok sayan veya kendi ellerinde
olmayan şartlara ağır vurgu yapan dini açıda ise kaderci bir bakış açısını anımsatan
görüşler öne sürmeleri dikkat çekicidir. Diğer bir husus ise iş bulmanın önemli
etkenlerinden birisi olan tavsiye yöntemidir. Bu durumda olan bir işçi “fabrikada ki bir
akrabasının etkisiyle”, başka bir işçi “sendika aracılığıyla” gibi nedenlerle hasbelkader
mevcut işlerine girdiklerini ifade etmişlerdir.
İnsan hayatında ekonominin önemi her zaman başat bir rol oynamış ve belli bir
109
yaştan sonra insanın toplumsal hayatına katkı sağlamak ve daha düzenli ve genel olarak
yaşamak için çalışması öngörülmüştür. Çalışmak insanın onsuz olamayacağı ve insani
olanı dahi aşan bir olgu olarak hayatımızın varoluşuna yerleşmekte ve bize yaşam tarzı
sunmaktadır.
Her ne kadar günümüzde çalışmanın yapısı ve değerlendirilmesi farklılaşmışsa
da yine etken unsur çalışma ve üretme olarak kabul görmektedir. Bu bağlamda iş
yaşamını insan hayatının toplumsal varoluşunu etkileyen bir değişken olarak
görmekteyiz. Bu değişkenin yol açtığı dindarlık farklılaşmaları iş dışı yaşamı da
farklılaştıran bir etken olarak karşımıza çıkmaktadır.
3.2. Araştırmaya Katılanların Öznel Gelir Algıları
Tablo 12. Örneklem Gurubunun Gelir Düzeyine Göre Dağılımı
Gelir Düzeyi
N
%
Alt
Orta
Üst
Toplam
144
157
0
301
47,8
52,2
0,0
100,0
Araştırmamıza
katılanların
gelir
durumlarına
göre
dağılımı
temel
değişkenlerimizden birini oluşturmaktadır. Tablomuzdan da anlaşılacağı üzere
işçilerimiz iki grupta toplanmıştır. Çoğunluk % 52,2 gibi bir oranla kendisini orta gelir
düzeyinde ifade ederken, %47,8’i ise kendisini alt gelir grubunda ifade etmektedir.
Araştırmamıza
katılanların
üst
gelir
grubundan
olmadıklarını
ve
bu
şıkkı
işaretlemediklerini görmekteyiz.
Sanayileşme insanların ve toplumların hayatında çok köklü değişimlerin
taşıyıcısı olmuş bu bağlamda da ekonomik faaliyetlerin ve tartışmaların insan hayatında
merkezi yer edinmesini sağlamıştır. Bugün bilimsel çalışmalar dahi ekonomik katkıları
göz önünde bulundurularak yapılır hale gelmiş ve ekonomi çalışmaların merkezi
konumuna yükselmiştir. Böylece ekonomik hayatın değişimine bağlı olarak insanlar
eski üretim yöntemlerini terk ederek (ekonomik olmadığı için), yeni açılan fabrikalarda
hayatlarını kazanmaya girişmişlerdir. Sanayileşmenin ilk dönemlerinde çekilen
zorlukların (Bkz. Keyder, 1995, 145) uzun mücadelelerden geçilerek aşılmaya
çalışılması sürecinin ortaya çıkardığı tarihsel yükün taşıdıklarıyla işçiler günümüze
birçok sorunla gelmişlerdir. Özellikle dünyamızın geçirdiği büyük yıkımlara yol açan
110
savaşlarda örneğin ülkemizde işçiler iyice köşeye sıkıştırılmış ellerinde ki hakları
kısıtlanarak iş ve işçi koşulları unutulmuştur. Öyle ki Milli Koruma Kanunu
kapsamında ki düzenlemelerle azami ücret belirleme yetkisi hükümete verilmiş ve bu
yetki gerektiğinde ticaret odaları ve sanayiye de devredilebiliyordu. O dönemdeki
sıkıntılarla ilgili olarak Güzel,”işçiler ter döküyor, kapitalistler servetlerine servet
katıyorlardı” şeklinde bir görüş beyan etmiştir (Güzel, 1998, 215; Keyder, 1995, 205).
Tarihsel sürecin içerisinde barındırdığı bu sıkıntıların yanında reel ücretlerinde
ki artışı sağlayabilen ve özellikle modern sanayide imtiyaz elde ederek pazarlığa oturup
ücretlerini ve sosyal haklarını arttırarak işçi aristokrasisinde belli bir noktaya ulaşan
işçileri de göz ardı etmemekteyiz. Buna karşın sermayenin sömürüyü artıran farklı
girişimi ise, fason iş vermekle ve parça başı esasına göre işi dışarıya ihale etmekle, tam
istihdamlı, düzenli, sigortalı ücretli işçilerin toplam istihdamdaki oranını düşürmek
olmuştur. Yine küreselleşmenin artması ve sermayenin hareketlilik kazanması
sonucunda işçilerin pazarlık gücü iyice zayıflamıştır. Öte yandan, işe talip olanların
sayısının mevcut iş imkânlarını kat kat aşması yüzünden herkes iş peşinde koşuyor ki bu
iş ne olursa olsun önemli değil. Bu durumda da uzun vadeli tam istihdamı yakalama
şansı yüksek görünmemektedir (Keyder, 1998, 229, 235, 237; Keyder, 1995, 218-220).
Ülkemizde ve diğer sanayiye sahip ülkelerde bu benzeri durumların analizinde
işçilerin genel emek sürecine katılımı ve üretim ilişkilerindeki olumlu-olumsuz
durumları hakkındaki örneklerin ve yargıların çoğaltılabileceği meselesidir. Öncelikle
işçilerin tarihine katkıda bulunmuş ideolojik yaklaşımların onları belli bir kategoride
kendileri için varolup belli hedeflere kanalize etme çabalarının süreç içerisindeki
başkalaşımlardan etkilendiğini göz önünde bulundurmalıyız. Binaenaleyh onların
kendilerini tanımladıkları gelir algılamalarının sosyo-kültürel süreçlerden etkilenme
derecelerinin bilinç düzeylerini aşan bir konumda gerçekleştiğini ortaya koymaktadır.
İşçi sınıfı bağlamında yönlendirilen emekçilerin sürece olan müdahalelerinin kendi iradî
eylemlerinden etkilenme derecelerinin farklı faktörlerin ortaya koyduğu güç erklerinin
yönlendirmelerine karşın ortaya koyabilecekleri uyum ve/veya uyumsuzluk yönündeki
evrilmelerine olan bakış açımız ideolojik yaklaşımları bazen üst alanlara taşımaktadır ki
bizzat bu ideolojilerce tehlikeli olarak ifade edilen ve asla kabullenilemeyen durumda
bu olsa gerektir.
Özellikle insan düşüncesinin bizzat evrim sürecince de onaylanan durdurulamaz
ilerleyişi emeğe bakışı dolayısıyla da sınıf kavramının yapı, fonksiyon ve boyutlarını
farklılaştırmıştır. Değişen hayatın işçi kesimi üzerinde bıraktığı izlenimlerde tecrübe
111
olarak değerlendirilmekte ve araştırmacılarca da bu farklı biçimlerde okunmaktadır.
Özellikle günümüzde sınıfları sadece ekonomik olarak değil de, aynı zamanda politik,
toplumsal, ideolojik ve kültürel bir süreç olan toplumsal işbölümünde ki rollerine göre
tanımlanırlar (Munck, 1995, 149-151). Emeğin parçalandığı günümüzde emekçi
sınıflarının bölge, cinsiyet, ırk, yaş, istihdam alanı ve dine göre bölündüğünü hesaba
katmamız gerekir. Aslında yaptığımız bu küçük araştırma bile yekpare bir sınıf
bilincinin olmadığını özellikle gelir bağlamında bile göstermektedir. Bu noktada
literatürü diğer yönden değerlendiren Geniş ise işçi sınıfının değişen yapısının klasik
tanımlamaları aştığını ifade etmekte benzer koşullarda ki işçilerin eğitim, yeniden
üretim alanları, ilişkileri ve toplumsal geçmişleri bakımından farklılaştığına dikkat
çekerek bu farklılaşmalara yönelik yeni bir gündeme ihtiyaç olduğunu vurgulamaktadır
(Geniş, 2006, 29-31).
İşçilerin her ne kadar çalışmalarının küçük bir kısmını almalarına rağmen sanayi
kuruluşları içinde biraraya gelmeleri, onları, kendilerini bir disiplin altına sokmaya,
uğradıkları sömürünün bilincine varmaya ve siyasal dayanışmalarını geliştirmeye, ya da
Marx’ın deyişiyle toplumsallaşmaya yöneltiyorsa da (Galbraıth & Salınger, 1991, 39)
bu durum ifade edildiği gibi birbirine yaklaşan işçilerde disiplinli bir güç olarak
çıkmaya ve iktidar olmaya götüren bir sürece girmeye yol açabileceğine dair görüşlere
net olarak kaynaklık edemese gerektir. Özellikle yekpareliğin sosyal dayanışma halinde
oluşması daha başında farklı zihniyetlerle ortaya çıkan sendikal hareketlerde bile ciddi
bölünmelerle ortadan kalkmakta özellikle tarihsel süreçte birçok örneği olan patronaj
ilişkilerine varan bozulmaların mevcut olduğu gözlenmektedir. Tabi bu olumsuzluk
sınıf bilincine engel olsa da işçilerin elde ettiği haklar onları orta sınıfta bile temsil
edebilecek bir konumda göstermektedir. Aslında enteresan olan şu ki ülkemiz işçilerinin
örgütlenme ve grev hakkını mücadeleci bir işçi hareketi sonucunda elde etmemiş
olmasıdır (Keyder, 1995, 271). Ayrıca özellikle büyük fabrikalarda çalışma isteği vasıflı
işçiler için önemli bir hale gelmiştir. Ekonomik, sosyal ve kültürel olanakları onların
işçiler için bir çekim merkezi haline gelmelerine neden olmaktadır. Bu bağlamda formel
sektörde çalışmaları işçileri orta gelir seviyesine çıkarmaktadır.
Sonuç olarak bu tartışmaların ışığında belirlemeliyiz ki işçiler için proleterleşme
gerçekleşmemekte ve işçiler kendilerini bu sürecin içerisinde görmemekteler. Bu alanda
yapılan çalışmalarda da özellikle Nichols ve Suğur’un çalışmasında işçilerde yerleşmiş
sınıfsal-muhalif bilinci rastlanmamaktadır (Nichols & Suğur, 2005, 218, 249). Bu
bağlamda Keyder’de mevcut durumda işçi olmaya aday kişilerin proleter statüsüne
112
kavuşup, evrimci modelde tanımlandığı şekilde bir “işçi” kimliğine kavuşması pek olası
görünmüyor tespitinin ardından çeşitli istihdam ve çalışma şekillerinin ortay çıkacağına
ve çok sayıda grubun sermayenin çekim alanı dışında kalıp, emekçi kesimlerin
heterojen bir yapı kazanacağına dair birtakım işaretlerin ortaya çıktığı hususunda
belirlemede bulunmaktadır (Keyder, 1995, 242). Son olarak Quataert’de ülkemizde ki
büyük bir işçi kütlesinin sınıf bilincinden yoksun olduğunu ve işçi örgütlerinde yer
almadığını vurgulamaktadır (Quataert & Zürcher, 1998, 24). Bu vurgulama da bize
özellikle
işçi
sınıfı
bağlamında
proleterleşmenin
gerçekleşmeyeceğinin
farklı
coğrafyalarda okunmasına rağmen işçi sınıfına seslenişin kuramsal okuyuşların zorunlu
bir yansıması olarak literatüre bağlılık ifadesinin yanında bir taktik olarak gözükmekte
ve bu okuyuşunda sosyal adalet vurgusunun çeşitli görünümleriyle genelleştirilebilmesi
çabalarının farklı düzlemlere aktarılarak sunulması, evrilmelerin yeni yüzyıla bakışta
farklılıklara olan atfın genişliğine dair açılım olarak anlaşılmaktadır. Süreci,
ideolojilerin yeni okuyuşlarla sosyal adalet görünümlerine uyum sağlama çabalarında
savrulmalarını ve maddi bakış açılarının dar kalıplarının insan hayatının bütünsel
noktalarını kaçırmalarının tipik görünümleri olarak okumakta ve insani yaşamın
çıtasının eşit tutulmasına dair saygıyı ideolojilerin farklı kalıplarda eritme çabalarının
üzerinde ve insanlığın fevkinde olarak anlamaktayız. Dinin bu bağlamda ki yerinin
insan hayatının anlaşılması ve değerlendirilmesi açısından ifa ettiği rollerle birlikte
doğru olarak okunabilmesi açısından önemli olduğunu görmekteyiz.
3.3. Araştırmaya Katılanların Öznel Kimlik Algıları
Tablo 13. Cinsiyete Göre Öznel Kimlik Algısı (Ki-kare)
Cinsiyet
Kendinizi ne olarak hissediyorsunuz.
Erkek
Kadın
N
9
3
Türk
%
3,5
7,1
N
44
10
Müslüman
%
17,0
23,8
N
160
21
Müslüman-Türk
%
61,8
50,0
N
46
8
İnsan
%
17,8
19,0
Toplam
N
259
42
2
Chi-Square X =3,024 sd=3 p<0.388
Toplam
12
4,0
54
17,9
181
60,1
54
17,9
301
Araştırmamız da öznel kimlik algısına yönelik olarak sorduğumuz bu soru
113
işçilerimizin kendilerini nasıl gördüğüne dair önemli bir veri olarak karşımızda
durmaktadır.
Bilindiği gibi, insanların belli bir grup, kültür, din, ırk vs.ye aidiyetlerini
belirleyen kimlikler, bireyleri duygusal, bilişsel ve davranışsal açıdan etkilemekte ve
yönlendirmektedir. Bu bağlamda kimliğin belirli bir kültürel yapının oluşumunu ve
devamlılığını sağlama hususunda önemli bir işlev üstlendiğini görmekteyiz. Temelde
ise bireysel kimlikle sosyal kimlik diyalektik bir ilişki içerisinde sürekli birbirini
beslemektedir (Yapıcı, 2006, 207). Sonuçta sosyal kimliğe atıf yaptığımız bu soruda
bireyin dinsel ve etnik aidiyetine yönelik algısını öğrenmekteyiz.
Kimlik sadece bir aidiyet değil, bununla birlikte bireyi varoluşsal açıdan
kavrayan, onun dünyaya bakışını belirleyen, dış dünyada yaşadığı hadiseleri anlama ve
anlamlandırmasını kolaylaştıran bir olgudur (Yapıcı, 2006, 224; Mardin, 2005, 30). Bu
bağlamda din de sadece kutsalla kurulan bir ilişki değil toplumların kendilerini tanıma
ve tanımlamasında bir anlam çerçevesi oluşturma aracıdır. Kendi istediği modele göre
bireyler yetiştirme arzusunda olan dinler, mensuplarının zihinsel yapılarını etkileyerek
öncelikle onlara dış dünyayı ve oradaki sosyal realiteyi yorumlama imkânı sunmakta ve
verdiği kimlik duygusu ile bireyi söz konusu sosyal realite içerisine yerleştirmektedir
(Yapıcı, 2004, 126). Bu noktada İslamiyet’in yalnız bir din olarak değil, bir sosyal
kimlik aracı olarak ta etkin olduğunu görmekteyiz (Mardin, 2005, 77). Bu noktada
özellikle vurgulanmalıdır ki; dinsel kimlik başat bir hale geldiği zaman, ferdin diğer
aidiyetlerinin yönü ve yoğunluğu dinden açıkça etkilenmektedir (Yapıcı, 2006, 223).
Bu çerçeve de sanayileşen ülkemizde geleneksel yapıdan koparak büyük
şehirlere gelen işçilerin fabrika hayatına katılmalarıyla birlikte eski geleneksel
yapılarından soyutlanmakta genel olarak şehrin varoş diye tabir edilen daha düşük
gelirli yerlerinde yaşamaya çalışmakta ve şehrin genel olarak modernleşmeye çalışan
hayatı içerisinde yalnızlaşmaktadır. Özellikle geleneksel bağları aidiyet unsuru olarak
algılayan ve cemaatçi eğilimleri ağır basan bizim toplumumuzda (Kağıtçıbaşı, 1999,
367; Mardin, 2005, 78) modern hayatın yalnızlaştırdığı insanların cemaatçi eğilimlerden
kopmaya, dayanışma bağlarını kaybetmeye doğru bir yönelime sürüklenmekte olduğunu
gözlemlemekteyiz. Dolayısıyla kendisini soyutlanmış hisseden insanlarımızda kimlik
problemi baş göstermektedir. Öte yandan bilişsel olarak kendisini her zaman bir yerlere
ait hisseden insanımızın modern hayatın çelişkileri karşısında savunmacı bir yaklaşımla
kendi aidiyetlerini ifade ediyor oluşlarını doğumlarından itibaren aile, akrabalık
ilişkileri ve eğitimle kazanmış oldukları sosyalleşme olgusunda devamlı suretle
114
vurgulanan ve sosyalleşmelerinin temel direği haline getirilen noktalarda aramaktayız.
Bu bağlamda belli bir kültürün yansımalarının çalışan sınıfta da belirgin olarak
gözüküyor oluşu ifade ettiğimiz (sınıf tartışmaları) farklı aidiyet noktalarının da onlarda
bilinç noktası oluşturmadığını bize göstermektedir.
Tabii ki Batı toplumları ile Türk toplumunu burada ayrı tarihsel süreçten
geçmeleri ve farklı sanayileşme süreçleri yaşıyor olmaları bağlamında değerlendirmek
gerekir. Fakat gözüken o ki batı toplumlarında maşeri vicdanı oluşturan dini ve milli
değerler olurken Türk toplumu çalışanlarının da maşeri vicdanını kendi milli ve manevi
değerleri şekillendirmekte ve kendine has bir bakış açısı ve kimlik algısı ortaya
çıkarmaktadır.
Özellikle
Ülgener’in
bu
bağlamda
zikrettikleri
önem
arz
etmektedir,”İktisadi yaşayış nerede ve hangi yüz yılda olursa olsun, yalnız dış verilerin
bir araya gelişinden ibaret bir madde dünyası değildir. Bütün o yığınların altında ve
gerisinde kendine has tavır ve davranışları ile insan gerçeği yatar. Kapitalizmi,
kapitalizm yapan yalnız dış görünüşü ile para, sermaye akımı, ya da o akımların
gövdeleştirdiği kuruluşlar değil; aynı zamanda ve belki daha önemli ölçüde çağın tipik
insanının davranış biçimi, tercihleri ve bütün bunların toplam ifadesi olan yaşayış
normlarıdır. Pre-kapitalist insan için de aynı şeyler söylenebilir. O da içinde yaşadığı dış
kalıpların basit bir fonksiyonu olmaktan çok çevreye ve eşyaya belli bir bakış açısı ile
kısaca bütün bir iç dünyası ile karşımıza çıkar” (Ülgener, 1981, 12–13).
Bu tartışmaların ışığında anketimizi uyguladığımız işçilerin %4’ü kendisini Türk
olarak görürken, %17,9’u Müslüman olarak görmekte, %60,1 gibi büyük bir çoğunluk
ise kendisini Müslüman-Türk olarak tanımlamakta, geriye kalan %17,9’luk kısım ise
kendisini insan olarak belirlemektedir. Bu arada vurgulamalıyız ki Müslüman-Türk
şıkkının ters çevrilse kendisini daha iyi ifade edeceğini belirten işçilerimizde olmuştur.
Görüldüğü gibi genel olarak din ve aidiyet duygusu kimlik ifadesinde öne çıkmakta ve
din başat olarak etkileyici vasfını sürdürürken etnik aidiyete olan vurgu da belirleyici
olmaktadır. Ayrıca yapılan analizde kadın ve erkekler arasında anlamlı bir farklılığa da
ulaşılmamıştır (p<0.388)
Bu hususta yapılmış önemli araştırmalardan biri olan Mardin’in araştırması
İzmir Sümerbank işçileri üzerine 1960’larda yapılmış olup: “kendinize baktığınızda,
kendinizi
ne
olarak
görüyorsunuz?”sorusuna
deneklerin
%37,5’i
kendilerini
(Müslüman), % 50,3’ü (Türk), % 6’sı (işçi) ve % 3,6’sı da (İzmirli) olarak
algıladıklarının belirtmişlerdir. Şıklarda Müslüman-Türk yer almamakla birlikte çıkan
sonuçların işçilerin kimlik algılamasına yönelik olarak Mardin’e şu yorumu
115
yaptırmıştır: “Sonuçlar dinsel inancın hala bu grup içinde bir “dünya görüşü”
sağladığını gösterdiği derecede çok ilginç olmuştur” (Mardin, 2005, 161–164).Yine
Türkdoğan’ın Gebze, Denizli ve Sakarya’da ki belirlenen fabrikalarda yaptığı ankette
işçilere, “kendinizi ne olarak hissediyorsunuz?” sorusunu yöneterek aldığı cevaplarda,
% 35 gibi bir çoğunluk Müslüman-Türk olarak kendilerini görürken, insan, Müslüman
ve Türk şıkları ikincil olarak işaretlenmiştir. Kendilerini işçi olarak gören ise
çıkmamıştır (Türkdoğan, 1998, 67). Nichols ve Suğur’un yaptıkları araştırmada da genç
işçilerin %18’i kendisini işçi, %20’si muhafazakâr, %58’i ise diğer seçeneğini
işaretleyerek tanımlamıştır. Yazarlar yaptıkları yorumda, “işçilerin, çoğunlukla
kendilerini “işçi” olarak tanımlamayıp buna karşın geleneksel ve muhafazakâr
kimlikleri tercih etmesi bakımından, işçi sınıfının sınıfsal bilincinin yetersizliğine işaret
etmektedir” demektedirler (Nichols&Suğur, 2005, 246).
3.4. Araştırmaya Katılanların Öznel Dindarlık Algıları
Araştırmamıza katılanlara, “Kendinizi ne kadar dindar hissediyorsunuz?” diye
sorulmuş ve “hiç dindar değil”, “biraz dindar”, “dindar”, “çok dindar” seçenekleri
sunulmuştur. Bu soruyla katılımcıların kendilerini ne kadar dindar gördüklerini
öğrenmeyi amaçlamaktayız. Sonuçlar öznel dindarlık algısı olarak değerlendirilmiştir.
Dindarlık kişilerin kendilerini temel almalarıyla ortaya çıkan bir durum olmamakla
birlikte insanların her zaman için kendilerini dini açıdan nasıl gördükleri önem arz
etmektedir. Dinin objektifleşmesi bireylerin kendilerine ait olan subjektif hallerin bir
yansıması olarak gerçekleşmekle birlikte bireysel temayülleri de aşan bir sosyal olgu
olan dinle ilgili yaklaşımlar sosyolojik olarak toplumsal hayata yansıyan yönleriyle ele
alınmaktadır. Bu bağlamda çeşitli değişkenlerle birlikte öznel dindarlık algısı tespit
edilmeye çalışılırken bu algıya sahip olan insanların kullandığımız ölçeklerde elde
edecekleri puanlarla karşılaştırması yapılarak olayın subjektif yönünün olup olmadığı
veya dinin boyutlarıyla kişisel algılamaların uyuşup uyuşmadığı ortaya konulacaktır.
116
Tablo 14. Cinsiyete Göre Öznel Dindarlık Algısı (Ki-kare)
Kendinizi ne kadar dindar
hissediyorsunuz?
Hiç dindar değil
Biraz dindar
Dindar
Çok dindar
Toplam
Cinsiyet
Erkek
Kadın
N
18
4
%
6,9
9,5
N
85
23
%
32,8
54,8
N
128
14
%
49,4
33,3
N
28
1
%
10,8
2,4
N
259
42
2
Chi-Square X =9,826 sd=3 p<0.020
Toplam
22
7,3
108
35,9
142
47,2
29
9,6
301
Katılımcılarımızın büyük çoğunluğunun kendilerini dindar olarak gördüğünü
ortaya toplam %47,2’lik sonuçla söyleyebiliriz. Kadınların %33,3’ü kendilerini dindar
olarak nitelerken bu oran erkeklerde %49,4’e çıkmaktadır. Kadınların %2,4’ü çok
dindar olduğunu, erkeklerin ise %10,8’inin çok dindar şıkkını işaretlediğini
görmekteyiz. Biraz dindarlık seçeneğinde kadınlar % 54,8, erkekler ise %32,8’lik orana
ulaşmıştır. Kadınlar %9,8, erkekler ise %6,9 gibi bir oranla kendilerini hiç dindar değil
kategorisine yerleştirmiştir. Toplamda ise işçilerin %35,9’u kendisini biraz dindar
olarak nitelerken, %7,3’ü ise hiç dindar değil olarak kendisini görmektedir.
Kadınlarla erkekler arasında öznel dindarlık algısı bağlamında anlamlı bir
farklılaşmanın (p<0.020) olduğuna şahit olmaktayız. Erkekler yüzdeler açısından
kadınlardan daha dindar bir algıya sahip gözükmektedirler. Erkeklerde yoğunlaşma
dindar olmada gözlemlenirken, kadınlarda biraz dindar olma da gözlenmektedir. Bu
durumun yansımalarını dindarlığın boyutlarında göreceğiz.
117
Tablo 15. Yaşa Göre Öznel Dindarlık Algısı (Ki-kare)
Kendinizi ne kadar dindar
hissediyorsunuz?
Hiç dindar değil
Biraz dindar
Dindar
Çok dindar
Toplam
N
%
N
%
N
%
N
%
N
15–25
aş
4
Yaş Durumu
26–35
36–45
Yaş
Yaş
10
7
11,8
6,3
7,7
11
62
31
32,4
38,8
34,1
16
72
44
47,1
45,0
48,4
3
16
9
8,8
10,0
9,9
34
160
91
2
Chi-Square X =3,534 sd=9 p<,939
Toplam
46 ve +
Yaş
1
6,3
4
25,0
10
62,5
1
6,3
16
22
7,3
108
35,9
142
47,2
29
9,6
301
Örneklemimizin genelini 26–35 yaş arası oluşturmaktadır. %45’i kendilerini
dindar olarak görürken, %38,8’i biraz dindar, %10’u çok dindar, % 6,3’ü ise hiç dindar
değil seçeneğini işaretlemiştir. Bu oranlar daha küçük yaştakilerde %47,1, %32,4,
%11,8, %8,8 olarak gerçekleşmekte, 46 ve üzeri yaşlarda ise dindarlık seviyesi %62,5’e
çıkmakla birlikte diğer seçeneklerdeki oranlardan dolayı işçilerimizde yaş bakımından
öznel dindarlık algısında anlamlı bir farklılığa ulaşılamamaktadır (p<,939).
Aslında yaş değişkeninin dindarlık algılamalarında önemli bir değişken
olduğunu düşünmekteyken böyle bir sonuçla karşılaşmamı bize iş hayatının genel
olarak bütün işçileri saran bir yaşam olduğunu göstermektedir. Normal hayatta farklı
işlerde çalışan insanların hayatında görülen farklı yaş dönemine ait değişimlerin
özellikle belirgin yaş farklılıklarında görülecek dindarlık algılamalarında da ortaya
çıkacağını düşünmekteyiz. Fakat dindarlık algılamasında seçilen örneklemin yapısından
kaynaklanan nedenler bir yana yapılan analizde iş hayatının insanları belli bir algılama
da tuttuğunu görmekteyiz.
118
Tablo 16. Gelire Göre Öznel Dindarlık Algısı (Ki-kare)
Kendinizi ne kadar dindar
hissediyorsunuz?
Gelir
Alt
Orta
N
12
10
Hiç dindar değil
%
8,3
6,5
N
57
51
Biraz dindar
%
39,6
32,9
N
59
83
Dindar
%
41,0
52,9
N
16
13
Çok dindar
%
11,1
8,4
Toplam
N
144
157
2
Chi-Square X =4,328sd=3 p<,228
Toplam
22
7,3
108
35,9
142
47,2
29
9,6
301
Gelir bağlamında öznel dindarlık algısına baktığımızda alt gelir grubunda
olanların % 41’inin dindar olduğunu ifade ederken %39,6’sı biraz dindar, %11,1’i çok
dindar, %8,3’ü hiç dindar değil şıkkını işaretlemiştir. Orta gelir grubunda ise %47,2
dindar, %32,9 biraz dindar, % 8,4’ü çok dindar, % 6,5’i ise hiç dindar olmadığını ifade
etmiştir. Gelir bağlamında öznel dindarlık algısı anlamlı bir farklılığa ulaşmamıştır. Bu
sonuçlarla aslında farklı değişkenler bağlamında analiz ettiğimiz dindarlık algısından
ortalama aynı sonuçlara ulaşmaktayız. Genel olarak işçilerimizin hangi statüde olursa
olsun içsel olarak dine önem verdikleri ve bunun yanında kendilerini dine önem
verenler olarak dindar, dine saygılı, dini duyguları güçlü, dinî davranışları ifade etmeye
çalışan veya dini kendi hayatında ifadelerine aktaran olarak belirlemektedirler. Fakat
ölçeklerimizde durumun yer yer farklılaşması içsel olanla dışsal olanın veya
düşünülenle uygulananın her zaman aynı olmadığını göstermektedir. Bunda farklı
dindarlık tipolojilerinin varlığını işaret edebiliriz. Her insanın din anlayışı kendisini
bağlamakta ve bunun anlaşılması ve yansıması farklılaşmaktadır.
Dindarlığın içsel ve dışsal olarak yaşanması bu farklılaşmada önem
kazanmaktadır. Günümüzde genel olarak gösterişçi dindarlığın daha dışa dönük bir
eğilim sergilemesi görülürken içe dönük olarak yaşanan ve ya vurgusu pek görülmeyen
dindarlığın hayata yansımaları daha sönük bir durum arz etmektedir. Bu noktada dinin
dışa dönük olarak yaşanması örneklemimizde pek gözlenen bir durum olmazken daha
çok dindarlığın içsel ifadesine önem verilmekte ve dindarlığı dışa dönük olarak yaşayan
insanlarda her zaman için dikkate şayan bir durum arz etmektedir. Özellikle bu
yansımaların çelişkilerle ortaya konulması dindarlık zedelenmelerine yol açmakta ve
119
kötü örnek olarak daha fazla yaygınlık kazanmaktadır. İnsanların bu noktada dindarlık
vurgulamalarında birbirine karşı objektif değerlendirmelerin yanında çelişkilere
düşülme endişesi de önem kazanmaktadır. Öte yandan dönemsel etkilerin bu
yansımaları kökten değiştirebileceğine de şahit olmaktayız.
Tablo 17. Mesleki Statüye Göre Öznel Dindarlık Algısı (Ki-kare)
Mesleki Statü
Öznel Dindarlık Algısı
Hiç dindar değil
Biraz dindar
Dindar
Çok dindar
Toplam
Düz İşçi
Kalifiye İşçi
Usta
N
5
14
2
%
4,5
15,4
2,6
N
35
31
32
%
31,8
34,1
41,0
N
55
42
35
%
50,0
46,2
44,9
N
15
4
9
%
13,6
4,4
11,5
N
110
91
78
2
Chi-Square X =19,242 sd=9 p<,023
Ustabaşı
Toplam
1
4,5
10
45,5
10
45,5
1
4,5
22
22
7,3
108
35,9
142
47,2
29
9,6
301
Mesleki statü bağımsız değişkeni ile öznel dindarlık algısı arasındaki ilişkiyi
analiz ettiğimizde dindar seçeneğini düz işçilerin % 50’si işaretlerken, diğer
statüdekilerde ortalama %45 oranında işaretlemişlerdir. Kalifiye işçilerin %15,4’ü hiç
dindar değil şıkkını en yüksek oranda işaretlerken, düz işçiler %13,6 ile çok dindar
seçeneğini en yüksek oranda işaretlemişlerdir. Bu verilerin ışığında mesleki statünün
farklılaşmasıyla öznel dindarlık anlayışı arasında anlamlı bir farklılık(p<,023) göze
çarpmaktadır.
Araştırmanın diğer sonuçlarında da görüleceği gibi özellikle yönetici konumda
olan işçilerin daha yüksek puanlar almalarına karşın düz işçilerinde yakın puanlar
aldıkları görülmektedir. Bu noktada kalifiye işçilerin dindarlık algılamalarının diğer
statülere göre daha düşük düzeyde olduğunu ifade etmeliyiz. Mesleki statünün işçilerin
dinî yaşantılarında etkili olması her ne kadar diğer değişkenlerden de etkilense de
gözlenen bir durum olmaktadır. Bu noktada sanayinin duayenleri ile sanayide belli
konumlara ulaşmış işçilerin davranışları farklılaşacak ve bu noktada sanayinin yükünü
henüz sırtlayan ve iş hayatına yeni atılan işçilerin durumu da daha farklı olacaktır. Bu
işçilerin iş hayatına alışmaları ve durumlarını kanıksamalarıyla birlikte şartları daha
120
nesnel olarak değerlendirecekleri ifade edilebilir.
Tablo 18. Öğrenim Durumuna Göre Öznel Dindarlık Algısı (Ki-kare)
Öğrenim Durumu
Öznel Dindarlık Algısı
Hiç dindar değil
Biraz dindar
Dindar
Çok dindar
Toplam
N
%
N
%
N
%
N
%
N
Okur
Okur
İlk
Orta
Lise
Değil
1
0
6
7
7
25,0
,0
6,3
10,0
6,5
2
6
31
21
41
50,0
75,0
32,6
30,0
38,3
0
1
42
34
57
,0
12,5
44,2
48,6
53,3
1
1
16
8
2
25,0
12,5
16,8
11,4
1,9
4
8
95
70
107
2
Chi-Square X =26,476 sd=15 p<,033
Toplam
Fakülte
1
5,9
7
41,2
8
47,1
1
5,9
17
22
7,3
108
35,9
142
47,2
29
9,6
301
Araştırmamıza katılanların öğrenim durumu açısından lise ve dengi okullarda
yoğunlaştığı görülmekte ve dindar oranının %53,3 olduğu görülmektedir. Üniversite
mezunlarında bu oran %47,1 olurken ortaokul mezunlarında %48,6 olarak ölçülmüştür.
Ortaokuldan mezun olanların %10’u hiç dindar değil cevabını verirken genel olarak
ilkokul mezunları % 16,8’le çok dindar seçeneğini işaretlemişlerdir. Bu sonuçların
analizine baktığımızda öğrenim durumunun anlamlı bir şekilde (p<,033) öznel dindarlık
algısında farklılaşmaya yol açmaktadır. Yoğunlaşma dindar (47,2) ve biraz dindar
(35,9) seçeneklerinde mevcuttur. Hiç dindar olmayanların oranı % 7,3 oranında
geçekleşirken, kendisini çok dindar olarak görenlerin oranı %9,6’da kalmaktadır.
Eğitimin dindarlığa olan etkisi hususunda sadece resmi olarak gerçekleşen
eğitimle değerlendirme yapmak doğru olmamaktadır. Ülkemizde dini bilgilerin ve
kültürün alındığı özellikle aile ve çevreden anlamlı bir şekilde etkilenildiği açıktır. Bu
noktada yine de eğitim seviyesinin artması bilgi ve anlayışın artmasına ve görüşlerin
keskinleşmesine bunun da algıların farklılaşmasına yol açtığı bilinmektedir. Bu anlamda
dindarlığın bilinç boyutu da eğitimle daha iyi anlaşılacak ve gerçekleştirilebilecek bir
durumdur.
3.5. Araştırmaya Katılanların Dine Verdikleri Önem
İşçilerimize “din sizin için ne kadar önemlidir” ifadesi yöneltilerek karşılığında
“hiç önemli değil, biraz önemli, önemli ve çok önemli” şıklarından birini işaretlemeleri
121
istenmiştir. Böylece işçilerin dine verdikleri önem ölçülmek istenmiştir.
Tablo 19. Cinsiyete Göre Din-Önem Düşüncesi (Ki-kare)
Cinsiyet
Erkek
Kadın
N
3
1
%
1,2
2,4
N
18
6
%
6,9
14,3
N
40
14
%
15,5
33,3
N
198
21
%
76,7
50,0
N
259
42
2
Chi-Square X =12,767 sd=3 p<0.005
Din sizin için ne kadar
önemlidir?
Hiç önemli değil
Biraz önemli
Önemli
Çok önemli
Toplam
Toplam
4
1,3
24
8,0
54
18,0
219
73,0
301
Cinsiyeti kadın olanların %50’si dini çok önemli görürken bu oran erkeklerde
%76,7’ye ulaşmaktadır. Önemli diyenlerin kadınlarda %33’e ulaştığını erkeklerde ise
%15’te kaldığını görmekteyiz. Yine kadınların %14’ü biraz önemli seçeneğini
işaretlerken, erkeklerin %6,9’u bu şıkkı seçmişlerdir. Bu bağlamda dine önem verme
düşüncesinin erkeklerde kadınlardan anlamlı bir şekilde (p<0.005) fazla olduğu
analizden anlaşılmaktadır. Toplamda ise %73 çok önemli görürken, %18 ise önemli
görmektedir. Bu oran dine verilen önemin %90’ları aşması açısından önemli bir oran
olarak gözükmektedir. Aslında yapılan çalışmalarda din kadınlar için daha önemli
görünmekte ve bu özellikle kadınların yapısıyla açıklanmaktadır. Fakat görüldüğü gibi
analizimizde dine önem verme bakımından erkekler anlamlı bir şekilde farklılaşmakta
ve dine önem verme açısından kadınlardan daha fazla bir yüzdeye sahip olmaktadır.
Tablo 20. Gelire Göre Din-Önem Düşüncesi (Ki-kare)
Din sizin için ne kadar önemlidir?
Hiç önemli değil
Biraz önemli
Önemli
Çok önemli
Toplam
Gelir
Alt
Orta
N
3
1
%
2,1
0,6
N
16
8
%
11,1
5,2
N
19
35
%
13,2
22,6
N
106
113
%
73,6
72,0
N
144
157
Chi-Square X2=8,085 sd=3 p<,044
Toplam
4
1,3
24
8,0
54
17,9
219
72,8
301
122
Tablo20’ye göre gelir gurubu bağlamında dine verilen önemi analiz ettiğimizde
yine anlamlı bir sonuçlar (p<,044) karşılaşmaktayız. Alt gelir grubunda olanları %2,1’i
hiç önemli değil derken bu oran orta gelir grubuna mensup olanlarda %0,6’da
kalmaktadır. Alt gelir grubunda biraz önemli diyenlerin oranı %11, orta gelir grubunda
ise %5,2’dir. Din önemli diyenlerin %13,2’s, alt gelir grubuna bağlıyken, %22,6’sı orta
gelir grubuna kendisini ait hissetmektedir. Son olarak din çok önemli diyenlerin alt gelir
grubundaki oranı %73,6’ya ulaşırken bu oran orta gelir grubunda %72’de kalmaktadır.
Bir bütün olarak sonuçları değerlendirdiğimizde orta gelir grubunda olanların din önem
düşüncesi açısından olumlu olarak alt gelir grubunda olanlardan farklılaştığı
görülmektedir. Araştırmamızın diğer sonuçlarında da bu farklılaşmanın boyutları daha
net olarak ortaya çıkacaktır.
Tablo 21. Yaşa Göre Din-Önem Düşüncesi (Ki-kare)
Dine Verilen Önem
Hiç önemli değil
Biraz önemli
Önemli
Çok önemli
Toplam
Yaş Durumu
15–25
26–35
36–45
N
1
2
1
%
2,9
1,3
1,1
N
5
10
7
%
14,7
6,3
7,7
N
5
23
21
%
14,7
14,4
23,1
N
23
125
62
%
67,6
78,1
68,1
N
34
160
91
2
Chi-Square X =9,743 sd=9 p<,372
46 ve +
Toplam
0
,0
2
12,5
5
31,3
9
56,3
16
4
1,3
24
8,0
54
17,9
219
72,8
301
Dine verilen önemi yaş durumu bağımsız değişkeni bağlamında çözümlediğimiz
zaman anlamlı bir faklılığa (p<,372) ulaşmamaktayız. Fakat genel olarak yaş grupları
arasında
farklılaşmalar mevcuttur. Dini hiçi önemli görmeyenlerin gençlerde %3
oranında çıkması ve çok önemli görenler 26-35 yaş grubunda %78’e ulaşması bu
farklılıkları işaret etmektedir. Genel anlamda her yaştan insanın dinin önemi hususunda
belli bir fikre sahip olduğunu ve bununda önemli ve çok önemli görme noktasında
yoğunlaştığını ifade etmeliyiz. Özellikle dine verilen önemin son iki şık temel
alındığında ulaştığı okta %90’ı aşmakta ve bu da dine bakışın değeri yanında dinin
insan hayatındaki ne gibi fonksiyonlar icra edeceğine dair önemli bir atıf noktasını
123
oluşturmaktadır.
Tablo 22. Mesleki Statüye Göre Din-Önem Düşüncesi (Ki-kare)
Din Sizin İçin Ne Kadar
Önemlidir?
N
Hiç önemli değil
%
N
Biraz önemli
%
N
Önemli
%
N
Çok önemli
%
Toplam
N
Mesleki Statü
Düz İşçi
Kalifiye İ.
Usta
2
2
0
1,8
2,2
,0
6
13
4
5,5
14,3
5,1
17
18
11
15,5
19,8
14,1
85
58
63
77,3
63,7
80,8
110
91
78
2
Chi-Square X =16,515 sd=9 p<,057
Ustabaşı
0
,0
1
4,5
8
36,4
13
59,1
22
Toplam
4
1,3
24
8,0
54
17,9
219
72,8
301
Mesleki statünün din önem düşüncesine etki ettiğini gördüğümüz bu analizde
özellikle statüsü usta olanların %80,8’lik bir oranda dini çok önemli görmesi diğer
statülerden onları farklılaştırmaktadır. %60’ı kendisini orta gelir grubunda gören
ustaların bu bakış açısı önemlidir. Orta gelir grubunda olanların dindarlık algıları da alt
gelir grubunda olanlarda olumlu olarak farklılaşmıştı. Fakat %90’ı orta gelir grubunda
olan ustabaşların din önem düşüncesi diğer statülerden daha düşük çıkmıştır. Dindarlık
algısında da durum bu minvaldeydi. Ayıca düz işçilerde kalifiye işçilerden din önem
düşüncesine göre olumlu yönde farklılaştığı da görülmektedir. Sonuçta önemli ve çok
önemli görme noktasında bir yoğunlaşmanın işçilerde görüldüğü ortaya çıkmıştır.
Tablo 23. Öğrenim Durumuna Göre Din-Önem Düşüncesi (Ki-kare)
Öğrenim Durumu
Okur
Okur
İlk
Orta
Lise
Değil
N
1
1
0
0
2
%
25,0
12,5
,0
,0
1,9
N
0
0
6
9
8
%
,0
,0
6,3
12,9
7,5
N
0
2
14
12
23
%
,0
25,0
14,7
17,1
21,5
N
3
5
75
49
74
%
75,0
62,5
78,9
70,0
69,2
N
4
8
95
70
107
2
Chi-Square X =33,714 sd=15 p<,004
Din sizin için ne kadar
önemlidir?
Hiç önemli değil
Biraz önemli
Önemli
Çok önemli
Toplam
Fakülte
0
,0
1
5,9
3
17,6
13
76,5
17
Toplam
4
1,3
24
8,0
54
17,9
219
72,8
301
124
Tablo 23’e göre öğrenim durumu değişkeniyle din önem düşüncesi analizinde
anlamlı bir farklılığın (p<,004) ortaya çıktığını görmekteyiz. Yüksek öğrenim görenlerin
%76,5 oranında dini çok önemli görmelerine karşın bu oran sadece okur-yazar olanlarda
% 62,5’e düşmektedir. Lise öğrenimi görenlerin %17’si dini önemli görürken, bu oran
ilkokul mezunlarında %14,7’ye düşmektedir. Ortaokul mezunlarının %12,9’u dini biraz
önemli olarak değerlendirirken bu oran yüksek öğrenim görenlerde %5,9’a düşmektedir.
Lise mezunlarının %1,9’u din hiç önemli değil derken bu oran diğer öğrenim
görmüşlerde 0 olarak gözükmektedir. Bu bağlamda ortalama olarak farklılaşmalar
mevcut olmakla birlikte katılımcıların %73’ü dini çok önemli görürken, %18’i ise
önemli olarak değerlendirmiştir. Bu oran dine verilen önemin ne kadar yüksek olduğuna
işaret etmektedir. Din az önemli ve önemsiz görenlerin oranı ise %10’larda kalmaktadır.
Tablo 24. Öznel Dindarlık Algısı Bağlamında Din-Önem Düşüncesi (Ki-kare)
Din Sizin İçin Ne Kadar
Önemlidir?
Hiç önemli değil
Biraz önemli
Önemli
Çok önemli
Toplam
Öznel Dindarlık Algısı
Hiç dindar
Biraz
değil
dindar
Dindar
N
2
1
0
%
9,1
0,9
,0
N
9
15
0
%
40,9
13,9
,0
N
4
29
21
%
18,2
26,9
14,8
N
7
63
121
%
31,8
58,3
85,2
N
22
108
142
2
Chi-Square X =89,319 sd=9 p<,000
Çok
dindar
0
,0
0
,0
0
,0
29
100,0
29
Toplam
3
1,0
24
8,0
54
17,9
220
73,1
301
Öznel dindarlık algısı bağlamında katılımcıların dine verdikleri önemi analiz
ettiğimizde dindarlık algısı yüksek olanlarda dine verdikleri önemde yüksek olmaktadır.
Bu noktada ki farklılaşma anlamlılık seviyesine (p<,000) ulaşmıştır. Kendisini dindar
olarak tanımlayanların %15’i dini önemli,%85’i ise çok önemli görürken, kendisini çok
dindar olarak tanımlayanların %100’ü dini çok önemli görmektedir. Kendisini biraz
dindar olarak niteleyenlerin %58’i dini çok önemli, %27’si önemli, %14’ü biraz önemli,
%1’i ise önemsiz görmekte iken bu oranlar hiç dindar olmayanlarda %31,8, %18’2,
%40,9, %9,1 şeklinde gerçekleşmektedir. Sonuçta dindarlık algısı yükseldikçe dine
verilen önem yükselmekte, dindarlık algısı azaldıkça dine verilen önemde azalmaktadır.
125
Ama genel anlamda din önem düşüncesi de dindarlık algısı gibi yüksek bir oranda
gerçekleşmektedir.
Dinin önemli görülmesi dindarlığın algılanmasında anlamlı düzeye ulaşan bir
farklılaşmaya neden olmakta ve bu noktada din önem düşüncesinin her zaman için
dindarlık algılamalarından değil de farklı nedenlerden kaynaklanacağı öngörülmektedir.
Diğer yandan bazı işçilerimiz dini çok önemli görseler de ve dini sevseler de dindar
olmadıklarını veya yeterli, istediği seviyede dindar olamadıklarını ifade etmektedirler.
Aslında bunun nedenlerinin çözümlenmesinde dindarlığın farklı boyutlarından alınan
puanlarda açıklayıcı olabileceği ifade edilebilir. Ayrıca geleneksel olarak dinin Türk
toplumundaki konumlanışının da insanların din önem algılamalarını etkileyebileceği
düşünülebilir. Bu noktada bazı toplumsal davranışların geleneksel-dini bağlamları her
kesimden insanları bağlamakta ve yaşanılan hayatın bir gereği olarak bunlar ifade
edilmektedir.
Tablo 25. Örneklem Grubunun Din-Önem Düşüncesinin Sebebine Göre Dağılımı
Din niçin önemlidir?
1-Her iki dünya için din önemlidir
2-Bu dünyada mutluluk için dinin önemi vardır
3-Din yalnızca öbür dünyada gereklidir
4-Geçmişlerimizden miras aldığımız için
5-Din toplumu bir arada tutan değerdir
6-Din kötü günlerde teselli kaynağıdır
N
%
231
26
11
22
36
8
76,7
8,6
3,7
7,3
12,0
2,7
Katılımcılara din önem düşüncesine olumlu cevap verdilerse bunun nedeni
olarak “din niçin önemlidir” ifadesini yönelttik. Diledikleri seçenekleri işaretlemekte
serbest oldukları bu soruda genel olarak yığılma ilk şıkta gerçekleşmektedir. Bilindiği
gibi din toplumsal hayatta çok önemli fonksiyonlar icra etmektedir. Dini bu
fonksiyonlara irca etmeden genel anlamda insanları dine verdikleri önemin sebebini
araştırdığımız bu soruda katılımcıların %76,7’si “her iki dünya için din önemlidir”
şıkkını işaretleyerek dinin dünya ve ahiret vurgusuna olan katılımlarını ifade
etmektedirler. Mersin’de işçiler üzerine yapılan bir araştırmada ise dini “hem dünya
hem ahiret” için kabul edenlerin oranı %50’lerde seyretmekteyken dine gerek yoktur
diyenlerin oranı %0,68’de kalmıştır (Karaman, 2000, 144). Özellikle İslam Dini
açısından dünya ve ahiret hayatına verilen değerin yansımasının dine verilen önemle
126
birlikte yaşanılan hayatta bir takım etkilerinin farklı boyutlarda görülmesi dindarlığı
farklı biçimlerde de olsa ortaya koymaktadır.
Dinin insan hayatına dair sunduğu bakış açısının olumlu algılanmasında ki bu
önemi, yaşanılan hayatla sınırlı olmayan bir perspektifle kendisini sunmasında
yatmaktadır. İşçiler bağlamında buna olan inancın hayata tek boyutlu değil de ahiret
boyutunu da içeren ve böylece değerlendirmelerde dine önem verilmesi gereken bir
noktada algılanması önemlidir. Dinin bu dünyaya dair dindarlığı vurgulamasının
temelinden ahiret olgusunu dolayısıyla bu soyut inancın somut yansımalarını çekip
alınca geriye farklılaştırılabilecek ve bağlamından koparılıp ideolojiler meyanında
değerlendirilebilecek bir fikirler yığını kalmaktadır. Bu noktada dinin dünyevi ve uhrevi
yönlerinin birlikte değerlendirilip dinin hem bu dünyaya hem de öte dünyaya dair
sunduğu açılımların dine verilen önem bağlamında değerlendirilmesi önem kazanırken
içeriğinin hangi bilinç düzeylerine tekabül ettiğinin ortaya konulması farklı açılımlar
sunacaktır. Özellikle Weber’in bu dünya dindarlığını önemseyerek onu Batı’nın
temeline yerleştirmesi ve ulaşılan seviyenin sebebini de ona bağlaması anlayış olarak
bizde de yansımalar bulmakla birlikte, ortaya çıkan ve sekülerleşme diye ifade edilen
durumda dinin öneminin mevcut fonksiyonuyla anlaşılması ve böyle bir perspektife
hapsedilmesi tehlikesiyle karşı karşıyadır. Her şeyden önce tek tipleştirici din
anlayışının farklı toplumlardaki aynı yansımaları öngörmesine farklı bir bakış açısı
sunsa da uhrevileşen bir dinin dünyevileşmesinin övülmesi fikirlerinin yüceltilmesi
bizde aynı akisleri uyandırmamaktadır. Bunlara binaen işçilerin dünya ve ahiret
açısından dini önemli saymaları kendi geleneğimizde ki insani hayatın bütünlüğünü
yakalama hususundaki dengeli görüşü yansıtıyor olsa gerektir. Öte yandan bilinçlerin
farklı beklentilerle değerlendirdiği dinin kültürel olarak sunumunun da ilke olarak böyle
bir görüşü yansıttığını da iddia edebiliriz. Ama her halükarda dine bakışın genel
anlamda sosyolojik fonksiyonların ötesine taştığı görülmektedir.
Öte yandan dine farklı işlevleriyle bakanlarda mevcuttur. Katılımcılarımızın
%8,6’sı dinin bu dünya da mutluluk için önemli olduğunu, %2,7’si kötü günlerde teselli
kaynağı olduğunu, %3,7’si ise dinin yalnızca öbür dünyada gerekli olduğunu
vurgulamaktadır. Dinin kendi modeline göre yetiştirdiği insanlara mutluluk vaadinin
nihai amaçlarda sunulduğunu görmekteyiz. Fakat İslam Dini açısından din sadece bu
hayatla ilgili olmayıp diğer dünyaya yönelikte bir takım inanç ve etkinliklere insanları
katmak istemektedir.
Dinin insan hayatına bir anlam ve amaç yükleme hususunda çok güçlü bir etkide
127
bulunduğu, dinsel tecrübenin kişiye mutluluk verdiği, dinî inanç ve ibadetlerin kişiyi
içsel huzura götürecek olan bireysel kontrol hissi ve iyimserliği artırdığı yapılan
araştırmalarda özellikle vurgulanmaktadır (Yapıcı & Kayıklık, 2005). Diğer etkilerinin
yanında dinin insanları mutlu kılması işçilerde de algılanan bir durum olmaktadır. Bu
mutluluğun an önemli yansıması insanın kendisini çaresiz ve yalnız hissettiği
durumlarda dinin sunduğu çözümlemeler olsa gerektir. Özellikle ölüm, hastalık, stres
gibi durumlarda dinin temel atıf noktasını oluşturması insanlara inandıkları bir çıkış
noktası sağlamaktadır. Ve böylece din kötü günlerin teselli kaynağı olarak
algılanmaktadır.
Dinin bireysel ve toplumsal öneminin azalması olarak değerlendirdiğimiz
sekülerleşmenin en önemli etkilerinden biri dinin insanlar ve toplumlar üzerindeki
fonksiyonlarının ihmal edilmesi olarak gözükmektedir. Bu bağlamda dinin sadece öte
dünya bağlamında değerlendirilebilecek bir vicdan olgusu olarak kaşımıza çıktığına
şahit olmaktayız. Böylelikle din hayatın sekülerleşmesiyle uhrevi mecrasına çekilmiş ve
sadece öte dünyaya ait bir algılamanın yaratacağı fonksiyonları kültürel olarak icra
etmeye başlamıştır. Bu bağlamda katılımcılarımızın küçük bir kısmı dini yalnızca öte
dünyaya hasretmişlerdir.
Katılımcılarımızın %12’si dini toplumu bir arada tutan değer olarak görürken,
%7,3’ü dini geçmişlerimizden miras aldığımız için değerli görmektedir. Dinin
toplumsal hayatı ortak bir anlam çerçevesi içerisinde düzenleyerek toplumsal birlikteliği
sağlaması önemli işlevlerinden biri olarak değerlendirilmektedir. Her ne kadar
sosyologlar dinin yıkıcı etkilerine değinseler de genel anlamda özellikle Durkheim’de
örneğini gördüğümüz gibi toplumsal bütünlüğü sağlamak gibi en önemli fonksiyonunu
her zaman icra edecek konumda değerlendirilmelidir.
Radcliffe-Brown, dinin toplumsal fonksiyonunu dayanışma duygusunu sürekli
olarak desteklemek yolu ile yerine getirdiğini ifade ederken (Mardin, 2005, 49) Marx’ın
aksine dini bir avutma değil, fakat insanların içinde yaşadıkları toplumsal yapının genel
çizgilerini anlamalarına yarayan bir model olarak belirdiğini göstermekte ve aynı
zamanda dinin, toplumun şeklini destekleyen “duygu”lar yarattığı derecede, toplumun
devamlılığını sağladığını belirlemektedir. Diğer yönden ise dini davranışlar kendi
başına yapısal bir önem kazanabilir ve böylece kendi başına çalışan bir unsur haline
gelebilir
(Mardin,
2005,
49).
Bu
bağlamda
toplumların
kendilerini
anlamlandırmalarında temel harcı oluşturan dinin toplumun bütünlüğünü
ve
devamlılığını sağlama hususunda oluşturduğu ortak değerler bazı işçilerimiz tarafından
128
önemsenmekte ve bu noktaya vurgu yapılmaktadır. Öte yandan insanların kendilerini ait
hissettikleri geçmişlerini referans noktası yaparak dini önemli sayması ifade ettiğimiz
biraradalığın kültürel kökenine olan vurguyu ifade etmektedir. Yine toplumsal
birlikteliğin önemli anları olan bayramların, düğünlerin, cenazelerin ve diğer bazı
birliktelik anlarının toplumumuzda dini kökenleri olan ve bu kökenlere mutlaka atıf
yapılarak anlaşılan ve uygulamalarda da bunun etkisiyle görüntüler sergilenen olgular
olduğunu ifade etmeliyiz. Bu olguların işçilerde ki yansımaları alınan sonuçlarda ifade
edilmektedir.
3.6. Araştırmaya katılanların Dini Bilgi Durumları
Tablo 26. Cinsiyete Göre Dini Bilgi Yeterlilik Durumu (Ki-kare)
Cinsiyet
Erkek
Kadın
N
55
3
Evet, yeterli görüyorum
%
21,2
7,1
N
98
10
Kısmen yeterli diyebilirim
%
37,8
23,8
N
102
29
Yeterli olduğunu düşünmüyorum
%
39,4
69,0
N
4
0
Dini bilgi almanın gereksiz
olduğu kanaatindeyim
%
1,5
,0
Toplam
N
259
42
2
Chi-Square X =13,663 sd=3 p<0.003
Dini bilginizi yeterli görüyor musunuz?
Toplam
58
19,3
108
35,9
131
43,5
4
1,3
301
Dinî bilgi seviyesini öğrenmek için sorduğumuz “dini konular hakkındaki
bilginizi yeterli görüyor musunuz?”şeklindeki soruya katılımcılarımızın % 19,3’ü “evet,
yeterli görüyorum”, %35,9’u “kısmen yeterli diyebilirim”, %43,5’si yeterli olduğunu
düşünmüyorum”, %1,3’ü ise dini bilgi almanın gereksiz olduğu kanaatindeyim”
şıklarını işaretlemişlerdir. Tablomuzda kadınlara erkeklere nazaran dini bilgi açısından
kendisini yetersiz görmektedirler. Bu durumda kadınlarla erkekler arasında ortaya çıkan
farklılaşma anlamlılık seviyesine ulaşmaktadır.
Dini bilginin insanların sahip olacakları inanç, ibadet ve kanaatlerle ilgili temel
argümanları etkileyeceği bir gerçektir. Dini bilgisi yeterli olan insanların dinin
mahiyetini daha iyi kavrayacağı ve böylece bilgiyle donanmış olarak bilinçli bir
dindarlık sergileyecekleri düşünülmektedir. Günümüzde doğru kaynaklardan doğru ve
güvenilir dini bilgi edinmenin önemi daha iyi anlaşılmaktadır. Bu noktada işçilerinde
129
dini bilgi elde etmenin önemini bildikleri ve bu noktada içlerinde bir özlem taşıdıklarını
gözlemekteyiz. Fakat sekülerleşmenin ciddi oranda insanları etkilediği günümüzde dini
bilginin anlam ve mahiyetine bakışlarda farklılaşmış ve görünene meyilli bir dindarlığın
sergilendiği günümüzde bu bilginin karşılığı ve maddi getirileri göz önünde
bulundurularak bakış açıları oluşturulmuştur. Bu da dini elde etmeye dair algılamaları
olumsuz yönde etkilediği gibi bu konuda herhangi bir imkân ve çaba sarf edilmesini de
anlamsızlaştırmıştır. Bu durumların farklı boyutlarda gözlenmesine rağmen ortak olarak
kabul edilen bir şey var ki, o da dinin doğru bilgisinin her şeye rağmen elde edilmesi ve
dinin bu doğru bilgiyle yaşanması ve sunulmasıdır.
Dinin özel bir alan olarak algılandığı günümüzde dini bilgi almanın yol ve
yöntemleri de farklılaşmıştır. Bu farklılıklara binaen elde edilen bilginin çeşitli
ölçütlerden etkilendiği ve bağlamlarının farklılığından ötürü değişiklikler gösterdiği ve
bununda alınan dini eğitimin yeterli olup olmamasına dahi etkide bulunduğu bir
gerçektir. Örneğin dini bilgisini yeterli görenlerin gerçekten yeterli olup olmadığı veya
hangi ölçülerle eğitim aldığı gibi sorular temel problem olmakla birlikte biz verilen
cevapları göz önünde bulundurarak ve bunu bir değişken olarak kullanarak dindarlığın
boyutlarını değerlendireceğiz.
Tablo 27. Öğrenim Durumuna Göre Dini Bilgi Yeterlilik Durumu (Ki-kare)
Öğrenim Durumu
Okur Okur İlk
Orta Lise
Değil
N
0
0
16
15
23
Evet, yeterli görüyorum
%
,0
,0
16,8 21,4 21,5
N
1
2
33
17
47
Kısmen yeterli diyebilirim
%
25,0 25,0 34,7 24,3 43,9
N
3
6
43
37
37
Yeterli olduğunu
düşünmüyorum
%
75,0 75,0 45,3 52,9 34,6
N
0
0
3
1
0
Dini bilgi almanın gereksiz
olduğu kanaatindeyim
%
,0
,0
3,2
1,4
,0
Toplam
N
4
8
95
70
107
2
Chi-Square X =18,335 sd=15 p<,245
Dini Bilgi Yeterlilik Durumu
Fakülte Toplam
4
58
23,5
19,3
8
108
47,1
35,9
5
131
29,4
43,5
0
4
,0
1,3
17
301
Katılımcılarımızın öğrenim durumlarını göz önünde bulundurarak dini bilgi
yeterlilik durumlarını ki-kare ile analiz ettiğimizde anlamlı bir farklılığın (p<,245)
mevcut olmadığını görmekteyiz. Tabii ki dini bilginin boyutlarını ölçmemiz mümkün
olmasa da insanların öznel algılarına güvenerek duruma baktığımızda yeterli ve kısmen
130
yeterli diyenlerin oranı eğitim seviyesi yükseldikçe artmaktadır. Yeterli olduğunu
düşünmeyenlerin oranı ise eğitim durumu azaldıkça artmaktadır. İlkokul ve ortaokul
mezunu olan toplam dört kişi ise dini bilgi almanın gereksiz olduğu kanaatini
taşımaktadır. Bu veriler ışığında dini bilgi yeterlilik durumunun eğitim seviyesi
bağlamında simetrik bir durum sergilediğini söyleyebiliriz. Okullarda verilen din
eğitiminin dini bilgilerde yeterlilik sağlayıp sağlayamadığı hususu kişisel olarak
değişmekle birlikte dini eğitimin alınmasına etki eden faktörlerin çeşitlendiğini göz
önünde bulundurmak gerekir.
Diğer bir yön ise dini bilgi almanın gerekli olup olmadığı hususudur. Bu noktada
olumsuz tavır takınanların yüzdesinin azlığını göz önünde bulundurduğumuzda.%2’lik
bir oranı karşın %98 oranında insanların olumlu bir tavırda olduğu sonucunu
çıkarabiliriz. Şahsiyetin oluşumunda ve topluma kazandırılacak bireylerin sağlıklı
olarak sosyalleşebilmesinde dinî eğitimin önemi yadsınmamakla birlikte doğru
bilgilerin elde edilmesi noktasında birtakım tartışmaların olduğunu bunun yanında genel
olarak işçilerin din eğitimiyle tanıştığına ve bunu çeşitli şekillerde aldığına şahit
olmaktayız.
Tablo 28. Örneklem Grubunun Dini Bilgi Kaynağına Göre Dağılımı
Dini bilgilerinizi en çok nereden aldınız?
N
%
Ailemden
Diyanete bağlı görevlilerden
Okuldan
Dini yayınlardan
Hiçbir yerden dini bilgi almadım
Başka...
192
95
72
27
10
8
63,8
31,6
23,9
9,0
3,3
2,7
Dini bilginin kaynağı göz önünde bulundurulduğunda formel eğitimin %23,9’la
üçüncü sırada yer aldığını görmekteyiz. Önceki tabloda öğrenim durumu ile dini bilgi
yeterlilik durumu arasında ki farklılaşmanın anlamlılık seviyesine ulaşmaması bunu
doğrulamakla
birlikte
eğitim
seviyesinin
yükselmesi
insanların
anlayış
ve
kabiliyetlerine etki etmekte bunun yanında bilgi boyutunun seviyesini daha iyi
anlamlandırmaktadırlar. Öyle ki eğitim seviyesi arttıkça elde edilen bilgilerin yeterliliği
hususunda ki şüpheler artmakta ve bilinmeyenler yanında bilinenlerin ne seviye de
olduğu daha iyi anlaşılmaktadır. Bu bağlam da okuldan elde edilen bilgilerin eğitim
131
seviyesiyle birlikte daha iyi anlaşılacağı düşünülmektedir.
Türk toplumunun güçlü olduğu olgulardan birisi de ailedir. Aile kurumunun
muhafazası hususunda ki çabaların modernleşme sürecinde de aktif bir şekilde
insanlarımız tarafından sürdürüldüğüne şahit oluyoruz. Ayrıca insanlarımız ailenin
kendileri için ifade ettiği anlamı mevcut durumlarıyla kıyaslamakta ve önemine devamlı
atıf yapmaktalar. Bu noktada dini eğitimin de başlangıç noktasını aile kurumu
oluşturmaktadır. Katılımcılarımızın %63,8’i bu durumu ifade etmekte aileden alınan
geleneksel değerlerin sürdürülebilir olduğunu göstermektedirler.
Ailenin sosyalleşmenin temelinde yer aldığı ve insanı yetiştiren ana okullar
olduğu bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır. Hayata gözlerini açan insanların dinle
yoğrulmuş bir kültürle hayata başlıyor oluşu onun ailesine olan kültürel bağlılığı da
sosyalleşme sürecinde aldığına işarettir. Şahsiyetin oluşumunda dinin etkisinin çok daha
fazla olduğu Türk toplumunda ailenin birinci etken olduğunu genel anlamda göz önünde
bulundurmaktayız. Böylece insanlar dinle ilgili bilgilerin büyük bir kısmını aileden
almaktadır. Bu hususu Mardin, özdeşleştirme süreciyle açıklarken Yahya Kemal’in şu
sözlerini aktarmıştır: “Ezansız ve minaresiz semtlerde büyüyen, oynayan Türk çocukları
milliyetlerinden tam bir derecede nasip alabiliyorlar mı? O semtlerde ki, minare
görülmez, ezanlar işitilmez, Ramazan günleri hissedilmez, çocuklar Müslümanlığın
çocukluk rüyasını nasıl görürler? İşte bu rüya, çocukluk dediğimiz bu Müslüman
rüyasıdır ki, bizi, henüz bir millet halinde tutuyor. Bugünkü Türk babaları havası ve
toprağı Müslümanlık rüyası ile dolu semtlerde doğdular, doğarken kulaklarına ezan
okundu, evlerinin odalarında namaza durmuş ihtiyar nineler gördüler, mübarek günlerin
akşamları bir minderin köşesinden okunan Kuran’ın sesini işittiler. Bir raf üzerinde
duran Kitabullah’ı indirdiler, küçücük elleri ile açtılar, gülyağı gibi bir ruh olan sarı
sahifelerini kokladılar. İlk ders olarak besmeleyi öğrendiler. Kandil günlerinin kandilleri
yanarken, Ramazanların, bayramların topları atılırken sevindiler” (Mardin, 2005, 8384).
Ailenin güçlü etkisini vurgulayanlardan sonra katılımcılarımızın %31,6’sı ise
dinî bilgilerini Diyanet Teşkilatı’ndan aldığını ifade etmekte ve bu teşkilat tarafından
açılan kurslardan bilgilerini elde etmeye veya direk din görevlilerinden bilgi almaya
çalıştıklarını belirtmişlerdir. Bilindiği gibi yaz kursları veya yıl boyu açılan kurslarla
halkımıza dini bilgiler verilmekte ve insanlarımız eğitilmeye çalışılmaktadır. Yine
katılımcıların %9’u bilgilerini dini yayınlardan aldığını ifade etmektedirler. Genel
anlamda ölçeklerde de göreceğimiz gibi kitap okuma oranı düşük çıkmaktadır. Bu
132
bağlamda da dini yayınlardan da dini bilgi elde etmenin düşük seyrettiği görülmektedir.
Katılımcıların %3,3’ü hiçbir yerden dini bilgi almadığını ifade etmektedir. Son
olarak ise %2,7’lik bir kısım dini bilgilerini başka yerlerden aldığını ifade etmekte ve
bununla ilgili olarak çeşitli vakıf, dernek veya arkadaş gruplarını ifade etmektedirler.
Tablo 29. Örneklem Grubunun Dini Problemlerine Çözüm Arama Mercisi
Dini konularda problem olursa çözmek için kime
danışırsınız?
Müftü
Cami görevlileri
Din dersi öğretmenlerine
Aile büyükleri
Bu konuda bilgili arkadaşlara
Hiç kimseye danışmam
N
%
84
149
41
63
51
13
27,9
49,5
13,6
20,9
16,9
4,3
İnsanlarımız dinî konularla ilgili her zaman için çeşitli problemlerle
karşılaşmaktadır. Bu problemlerin çözümünde farklı kaynaklara yönelmekte ve çözüm
yolları aramaktadırlar. Bu hususla ilgili olarak sorduğumuz soruya en yüksek oranda
(%49,5) cami görevlileri şeklinde cevap verilmiştir. Günümüzde hemen her mahallede
camiler bulunmakta ve insanlar kolayca onlara ulaşabilmekte ve dini problemlerini
çözmeye çalışmaktadırlar. İkinci sırada ise yine diyanet teşkilatına bağlı olan müftülük
(%27,9 oranında) yer almaktadır. Bu bağlamda problemlerle ilgili olarak telefonla veya
bizzat görüşerek bilgi alınabilmektedir. Katılımcıların %20,9’u ise aile büyüklerine
danışarak problemlerini çözme yoluna giderken, %16,9’u bu konuda bilgili olduğu
arkadaşlarına danışmaktadır. Aslında aile ve arkadaş çevresi özellikle dini konuların
genel olarak mantık çerçevesinde tartışıldığına ve çözüm bulunmaya çalışıldığına şahit
olmaktayız. Bu noktada televizyon programlarının da önemli bir etkisinin olduğu ve
çözümlemeler üzerinde tartışıldığını gözlemlemekteyiz. Araştırmamızda dini bilgiler
din dersi öğretmenlerine %13,6 gibi düşük bir oranda danışılmaktadır. Son olarak
%4,3’lük bir kısım ise hiç kimseye danışmamayı tercih etmiştir.
Bu sonuçlarda dikkat çeken ise din dersi öğretmenlerine dinî konularda danışma
oranının diğerlerine nazaran çok düşük oranda kalmasıdır. Din kültürü öğretmenlerinin
eğitimci yönü bu noktada dini danışma mercisi olmalarının önüne geçiyor olarak
görünmektedir.
133
3.7. Araştırmaya Katılanların Halk İnançları İle İlgili Durumları
Araştırmamızda işçilerin halk arasında kabul gördüğünü düşündüğümüz
birtakım inançlara dair görüşlerini de sorduk. “Aşağıdakilerden hangisine inanırsınız?”
şeklinde ki soruya “nazar, çarpılma ve cinli olma, büyü ve sihir, muska, şans ve uğur,
fal, hiçbiri” şeklindeki şıkları cevap olarak sunduk. Dilediklerini işaretledikleri şıklarda
%56,8’le nazara olan inanç ilk sırayı alırken, fal inancı %0,3’le son sırayı almaktadır.
Bu sonuçlardan sonra işçilerde de popüler dini inançların mevcut olduğunu
görmekteyiz. Binaenaleyh işçilerin sadece %32,9’u bunlardan herhangi birine
inanmadığını ifade etmiştir.
Bilindiği gibi günümüzde halk içerisinde çok çeşitli inançlar mevcuttur.
Geçmişten günümüze zengin bir dini çeşitliliğe sahip olan Türk toplumunun dini hayatı
günümüzde de çok çeşitli ve çok boyutlu olarak cereyan etmektedir. Bu hususta
kuramsal açıdan zikrettiğimiz tabakalaşma da dini çeşitliliği artıran önemli unsurlardan
birisi olmaktadır. Bu bağlamda Weber’in zikrettiği “virtüöz dindarlığın” karşısında yer
alan kitle veya bizdeki adıyla avam dindarlığı içerisinde birçok yerel ve kültürel
unsurları barındırmakta bu da kitabi dindarlığa muhalif birçok unsurlar ortaya
çıkarmaktadır. Her ne kadar dinin birçok toplumsal katmanda olduğu gibi halk
inançlarının
mevcut
olduğu
anlamlandırmaları ve soyut
katmanda
da
bu
inançlarla
insanların
hayatı
durumları cevaplandırabilmeleri açısından
birçok
fonksiyonlar icra ettiği bilinmektedir. Dikkat çekici olan bir husus da İslam
Toplumunun, esas itibariyle, sınırları silik katları belirsiz, yaygın (diffuse) bir toplum
olsa da farklı kesimler arasında, özellikle modern hayatın ortaya çıkardığı bölünmeler
anlayışları ve inançları çeşitli boyutlarda keskinleştirse de sonuçta yine de geleneksel
kökleri sağlam olan ve dini anlamla dopdolu olan bu inançlar varolmaya ve çeşitli
şekillerde yaşamaya devam etmektedirler.
Kuramsal açıdan popüler din içerisinde değerlendirilen bu inançlar, çoğunlukla
kuramsal ve tarihsel bağlamlarından yoksun olarak anlaşılmaya çalışılmaktadır. Popüler
din ise, yüksek tipli, organizeli (İslam, Hıristiyanlık gibi) evrensel dinlerle bir arada
yaşayan, kurumsal olmayan kitlesel inanç, ritüel ve pratikleri tanımlamada kullanılan
bir terimdir. Bu bağlamda popüler din, eski kültür ve dinlere ait inanışlar yanında aynı
zamanda halkın, yaşayan yüksek tipli dinleri anlama düzeylerinin bir sonucu olarak
ortaya çıkmaktadır (Arslan, 2006, 292).
Son olarak bu ve benzeri inançların modernleşme sürecinde de etkin bir şekilde
134
devam ediyor oluşunun geleneksel etkilerin yanında özellikle çözümsüz veya insana
gayb ve merak konusu olan durumlarda çözüm yolu olabileceği inancıyla devam
ettirildiğini müşahede etmekteyiz. Özetle bu inançların, gücünü, sembolik fonksiyonunu
halk katlarında sürdürmesinden almaktadır (Mardin, 2005, 150). Ayrıca dini bilgilerini
aileden alanların, bu inançlara yönelik inançlarının gayet yüksek olduğunu da ifade
etmeliyiz. Arslan’ın yaptığı araştırmada da bu durum büyük oranda doğrulanmaktadır
(Arslan, 2004, 236).
Tablo 30. Cinsiyet Bağımsız Değişkeni ile Popüler İnanç Durumu
HALK İNANÇLARI
Nazar
Çarpılma ve cinli olma
Büyü ve sihir
Muska
Şans, Uğur
Fal
Hiçbiri
N
%
N
%
N
%
N
%
N
%
N
%
N
%
Cinsiyet
Erkek
Kadın
143
28
83,6
16,4
19
1
95,0
5,0
17
15
53,1
46,9
28
11
71,8
28,2
13
2
86,7
13,3
0
1
,0
100,0
92
7
92,9
7,1
Toplam
171
100,0
20
100,0
32
100,0
39
100,0
15
100,0
1
100,0
99
100,0
Genel
Toplam
301
56,8
301
6,6
301
10,6
301
13,0
301
5,0
301
,3
301
32,9
Cinsiyet bağımsız değişkeniyle halk inançlarına baktığımız zaman en yüksek
inanç düzeyinin %56,8’le nazara inanç olduğunu ifade edebiliriz. Kadınlarda erkeklere
oranla daha az oranda nazar inancının olduğunu görmekteyiz. Fakat genel olarak her iki
kesimde de halk inançlarına ilginin yoğun olduğunu ve hemen hemen herkesin bulardan
birine veya birkaçına inandığını görmekteyiz. Çarpılma ve cinli olmaya inananların
oranı %6,6 iken, büyü ve sihire inananlar %10,6, muskaya inananlar %13, şans ve uğura
inananlar %5, fala inananlar %0,3 oranındadır. Bunların hiçbirine inanmayanların oranı
ise %32,9’dur. Görüldüğü gibi katılımcıların %67,1’i bu inançlardan biri veya birkaçına
inanmaktadır. bu sonuçlar toplumun her kesiminde çeşitli şekillerde varolan bu inançları
işçi kesiminde de yoğun bir şekilde var olduğunu göstermekte ve bu noktada dinin
doğru bilgisine her zaman için ihtiyaç duyulacağı ortaya çıkmaktadır.
135
Bu inançların bir kısmının kitabi dindarlıkta ifade ediliş biçimlerinin toplumsal
alanda ki algılanmaları ve uygulamalarında farklılaşmalar ortaya çıkmakta ve bunun
etkileri dönemsel olarak değişmektedir. Halk dindarlığının kitabi dindarlıktaki
yansımalarının tipik görünümlerini oluşturan bu inançların herkes tarafından aynı
algılanmaması da önem arz etmektedir. Nazar’ı etkileme boyutuyla kabul edip inanç
boyutuyla kabul etmeyenlerin yanında aynı şekilde sihir ve büyüyü Kutsal Kitap’a göre
ifadelendirip uygulama olarak reddedenlerde farklılaşmanın boyutlarına örnek olarak
verilebilir.
Tablo 31. Dini Bilgi Yeterlilik Bağımsız Değişkeni ile Popüler İnanç Durumu
Dini Bilgi Yeterlilik Seviyesi
HALK İNANÇLARI
Nazar
Çarpılma ve
cinli olma
Büyü ve sihir
Muska
Şans, Uğur
Fal
Hiçbiri
Evet,
yeterli
Kısmen
yeterli
Yeterli
değil
N
%
N
%
32
18,7
2
10,0
62
36,3
9
45,0
75
43,9
8
40,0
N
%
N
%
N
%
N
%
N
%
2
6,3
8
20,5
3
20,0
8
25,0
10
25,6
3
20,0
22
22,2
35
35,4
22
68,8
21
53,8
9
60,0
1
100,0
40
40,4
Dini bilgi
almak
gereksiz
2
1,2
1
5,0
2
2,0
Toplam
171
100,0
20
100,0
32
100,0
39
100,0
15
100,0
1
100,0
99
100,0
Dini bilgi yeterlilik seviyesine göre popüler inanç durumuna baktığımızda
inananların oranının bilgi seviyesi azaldıkça düzenli olarak arttığını görmekteyiz. Ama
bu durumu bozan diğer inançlardan bağımsız değerlendirdiğimizde “hiçbiri”
seçeneğinde olmaktadır. Nazar’a inananların %18,7’si yeterli dini bilgiye sahipken,
%36,3’ü kısmen yeterli bilgiye sahip, %43,9’u dini bilgisinin yeterli olduğunu
düşünmüyor, %1,2’si ise dini bilgi almanın gereksiz olduğu kanaatindedir. Diğer inanç
durumlarında da bu şekilde simetrik durum gözlenirken, hiçbir inanca sahip olmayanlar
seçeneğinde gözlenen durum rakamsal azlıktan kaynaklanmaktadır. Sonuçta yüzdelik
olarak değerlendirdiğimizde “hiçbiri” seçeneğini işaretleyenlerin %22,2’si yeterli dini
bilgiye sahipken, %35,4’ü kısmen yeterli bilgiye sahip, %40,4’ü dini bilgisinin yeterli
136
olduğunu düşünmüyor, %2’si ise dini bilgi almanın gereksiz olduğu kanaatindedir.
Bu noktada dini bilgi bağlamında halk inançlarına olan inancın pek te
değişmediği her bilgi seviyesinde insanların bunlara inandığını görmekteyiz. Buna göre
dini açıdan bilgisi yeterli olanların kültürel durumu ile yeterli olmayanların kültürel
durumu birbirini etkilemekte, karşılıklı alışverişler ve kaynaşmalar olmakta dolayısıyla
farklı şekillerde dini birliktelikler belli potansiyelde buluşturulmaya çalışılmaktadır.
Diğer açıdan bu inançlara yönelik bir takım kitabi bilgilerin bulunması da dini bilgi
edinme de etkilenmenin boyutunu da ortaya koymaktadır. Özellikle nazar, büyü-sihir,
muska gibi inançların resmi-kitabi dindarlıkta da ciddi kabul görüyor oluşunun, dini
bilgi alanları ciddi bir biçimde etkilediğini düşünmekteyiz.
Ayrıca bu gibi inançların bilginin ötesine uzanan boyutları her kesimden
insanları sarmakta ve yerine göre çok bilgili olduğunu düşünenle bilgisi olmadığını
düşünen aynı şeylere inanabilmekte veya etkisini hissetmektedir.
Tablo 32. Cinsiyete Göre Kabir ve Türbe Ziyareti (Ki-kare)
Cinsiyet
Kabir ve Türbe gibi mekânları ziyaret
eder misiniz?
Erkek
Kadın
N
225
35
Evet
%
86,9
83,3
N
34
7
Hayır
%
13,1
16,7
Toplam
N
259
42
2
Chi-Square X =,385 sd=6 p<,535
Toplam
260
86,4
41
13,6
301
Kabir ve türbeleri ziyaret etmek toplumumuzda önemli dini davranışlardan birisi
olarak görülmektedir. Popüler dindarlığın önemli görünümlerinden birisi olan kabir ve
türbe ziyaretlerinin bu kadar yoğun gerçekleşmesinin temel nedenlerinin tarihsel süreç
içerisinde hemen bütün toplumlarda görülen ve atalar kültü adıyla kutsallaştırılan
inançların yansıması olabileceği gibi geçmişte yaşamış insanlara duyulan saygı ve
sevginin de olabileceğini ve bu ikisi arasında yaşanılan gitgellerin de çeşitli şekillerde
cereyan edebileceğini görmekteyiz.
Kabir ve türbe gibi mekânlar, kutsal ve mübarek sayıldıkları için günlük
hayattaki gelişmelerin dışında tutulur, başka bir deyişle “tabulaştırılırlar.” Çünkü kutsal
ve mübarek şeyler, cismani ilişkilerden uzak tutuldukları veya kaldıkları ölçüde etkili
olurlar (Arslan, 2004, 311).
137
Cinsiyet bağlamında ziyaretleri değerlendirdiğimizde anlamlı bir farklılığın
mevcut olmadığını (p<,535) görmekteyiz. Kadınların daha fazla ziyaretlerde
bulunacağına dair hipotezimiz gerçekleşmezken bunu sanayi hayatının kadınlarda ki
ağır sorumluluğa bağlamaktayız. Ama genel anlamda kadınlarda da erkekler gibi
yüksek oranda ziyaretlerde bulunmakta ve bu oran %80’leri aşmaktadır. Ziyarette
bulunmayan kadınları oranı ise %16,7 olarak gözükürken, erkeklerde bu oran %13,1’de
kalmaktadır.
Sonuçta toplam katılımcıların
%86,4’ü
ziyaretlerde
bulunurken,
bulunmayanların oranı %13,6’da kalmaktadır.
Tablo 33. Öğrenim Durumuna Göre Kabir ve Türbe Ziyareti (Ki-kare)
Öğrenim Durumu
Kabir ve Türbe Ziyareti
Evet
Hayır
Toplam
Okur
İlk
Orta
Lise
Fakülte
Toplam
N
Okur
Değil
3
7
90
57
90
13
260
%
75,0
87,5
94,7
81,4
84,1
76,5
86,4
N
1
1
5
13
17
4
41
%
25,0
12,5
5,3
18,6
15,9
23,5
13,6
N
4
8
95
70
107
17
301
Chi-Square X2=9,433 sd=5 p<,093
Katılımcılarımızın öğrenim durumlarına göre kabir ve türbe gibi mekânları
ziyaret etmelerinin analiz sonuçlarına baktığımızda anlamlı bir farklılaşmanın
olmadığını (p<,093) görmekteyiz. Fakat genel olarak baktığımızda öğrenim durumunun
artmasına bağlı olarak ziyaret etmeninde azaldığını görmekle birlikte bu oran %23,5’te
kalmaktadır. Katılımcılarımızın ortalama%86,4’ü ziyaretlerde bulunurken, ziyaret
etmeme oranı toplamda %13,6’da kalmaktadır. Kabir ziyaretlerine ilkokul mezunlarının
%94,7’si rağbet gösterirken bu oran yüksek öğrenim görenlerde %76,5’te kalmaktadır.
Hayır diyenlerin oranı ilkokul mezunlarında %5,3’le en az oranda kalırken, bu oran en
yüksek olarak %23,5’le üniversite mezunlarında görülmektedir.
Kabri ziyaretlerine rağbette görülen bu belirgin yüksek oranların sebebini
toplumların aidiyet bağlarına olan düşkünlüğünde arayabiliriz. Her ne kadar
modernleşme sürecinde hurafelerin ve batıl inançların ayırt edilebilirliğinin daha fazla
artması ve yapılan çalışmaların ve uyarılarında etkisiyle bu inançlara olan bakışın
farklılaşması görülse de yine de insanlar farklı şekil ve inançlar altında kabir ve
138
türbelere rağbet göstermektedirler. Fakat yaptığımız bu çalışmada görüleceği üzere
farklı beklentilerle ziyaret edenlerin sayısı hayli azalmış ve buraları ziyaret bir vefa ve
bağlılık duygusunun eseri olarak gözükmüştür.
Bu bağlamda batıl inançlarla buralara yapılan ziyaretlerin dini açıdan açacağı
yaraların süreç içerisinde daha iyi anlaşılmaya başladığı ve yapılan ziyaretlerin gerçek
amacının ortaya çıktığı görülmektedir. Böylece popüler dindarlığın resmi dindarlık
tarafından çeki-düzen verilmeye çalışılan bir yönüne şehit olmaktayız. Dini açıdan
yapılan bu değerlendirmelerin ötesinde toplumların kendilerini buldukları bu
mekânların toplumsal birlikteliğe, geleceğe ilişkin olarak sunulacak bağlamlara ve
kültürel
yeniden
üretimleri
kaynaklık
teşkil
edebilecek
bir
bakış
açısıyla
değerlendirilebileceği düşünülmektedir. Yine sosyalleşme sürecinde kültürel olarak
değeri vurgulanan bu mekânların etkinliğinin toplumların duygusal boyutunda varlığını
sürdürmesinin yanında, farklı tiplerdeki eserleriyle yaşayan veya suni olarak üretilen bu
mekân sahiplerine olan sevgi ve bağlılıkla devam ettiğini görmekteyiz.
Tablo 34. Örneklem Grubunun Kabir ve Türbe Ziyaret Sebebine Göre Dağılımı
Niçin ziyaret etme ihtiyacı hissediyorsunuz?
N
%
Büyük insanlar olduğu için
105
34,9
Bir dileğimin gerçekleşmesi için
30
10,0
Stres ve sıkıntılardan kurtulmak için
13
4,3
Dinimizce iyi bir davranış olduğu için
138
45,8
Baska...
11
3,7
Katılımcıların %34,9’u kabir ziyaretine sebep olarak onları büyük insanlar
olarak görmeleri olduğunu belirtirken bu ziyaretleri dinsel kaynaklı olarak ve güzel bir
davranış kategorisinde değerlendirenlerin oranı%45,8 olarak gözükmektedir. Halk
inançlarının belirgin bir yansıması olan kabir ziyaretinin belirgin etkeni olarak gözüken
dilek dileme ve ihtiyaç tatmini ve çözüm arama inancının etkisi katılımcıların %10’u
tarafından vurgulanmaktadır. Yine stres ve sıkıntılarından kurtulmak için ziyaret
ediyorum diyen katılımcıların oranı da %4,3 olarak görünmektedir. Son olarak başka
seçeneğini işaretleyen %3,7 oranındaki katılımcı vefa duygusuna, gelenek olduğuna,
bayramların veya özel dini günlerin bir mecburiyeti olduğuna vurgu yapmışlardır.
139
3.8. Araştırmaya Katılanların İnsanî ve Sosyal İlişkilerine Bakışları
Yeryüzünde yaşayan insan kendi başına bağımsız ve sorumsuz değildir.
Birtakım görevleri hayatında yüklenmek için varolan insanoğlunun enerjisi de sınırlı
olup bu enerjiyi en verimli bir şekilde arzulanır yollarda kullanması onun faydası
gereğidir. İnsanoğlu tek bir gayeye odaklanmış bir varlık olmayıp çok boyutlu hayatta
farklılıkları bünyesinde taşıyarak varlığını gerçekleştirmek durumundadır. Bu bağlamda
kuramsal çerçevede de tartıştığımız gibi insana sadece üretim ve tüketim ilişkileri odaklı
bir Marksist bakışın yanında hür teşebbüsün kar hırsı ile kamçılanarak teşvik edildiği
kapitalist bakış açısı tek boyutlu olması hasebiyle insanî gerçekleri farklı şekillerde
zorlamaktadır. Bu noktada batı toplumlarında ortaya çıkan sanayileşmenin toplumsal
boyutta ortaya çıkardığı krizlerin yansımaları olarak gördüğümüz bu ideolojilerin
bireysel ve toplumsal etkilerinin farklı toplumlarda gözlemlendiğini ve olumsuzlukların
çeşitli şekillerde tarihe kaydedildiğini görmekteyiz. Bu ideolojilerin insana yüklediği
kaldıramayacağı yükler sanayi toplumlarının krizleri olarak yansımalarını her daim
göstermektedir.
Temel ahlaki ve dini olguları bile kendi toplumsal bağlamlarından kopartarak
insanoğluna biçilen rollerde kaftan gibi kullanılmasının yarattığı anlamsal boşluğun ve
kaymaların her daim farklı düzlemlerde gösterime çıkarılan ideolojik kaymalarda bir
akışkan yapıştırıcı gibi etken unsur haline getirilmesi ifade ettiğimiz yabancılaşmanın
bizzat kendi sonucu sayılabilir.
Üretim ve tüketim ilişkilerinin harcı haline getirilen insani ve sosyal değerlerin
kazanç ahlakına beton haline getirilip inşa edilen binaların sarsıcı buhranlara yol
açması, özgürlüğünü ruhundan alan insanın aşılamayacak bedenlerde depresyona
sokulması gibi gözükmekte ve bu sürecin içinde çıkan farklı boyutlardaki yıkımların her
daim çözüm yolunda kendine döndürülüp yeniden aynı şeylerin başkalaştırılmış
kelimelerle sunulup reklâmlarla yedirilmesi acıları tazelemektedir.
Bu tartışmaların ötesinde sınırlı olan insan enerjisinin temel ihtiyaçlarının
karşılanmasının yanında insani ve sosyal ilişkileri gerçekleştirmede kullanılması
önemlidir. Özellikle sanayileşmenin ortaya çıkardığı makineye bağlı iş hayatının belli
bir düzen ve disiplin içerisinde zamana bağlı olarak sürüyor oluşunun işçiler üzerinde
belli yorgunluklara neden olduğu görülmektedir. Bu noktada işçilerin kendilerinden
kaynaklanan problemlerin yanında iş hayatından özellikle firmalardan kaynaklanan
problemlerde önemlidir. Firmaların istihdam ettiği işçilere ne tür sosyal ve ekonomik
140
olanaklar sunduğu ve bu olanakların geçmişe yönelik olarak değişip değişmediğinin
yanında bu olanakların firma açısından bir istihdam politikasına dönüşüp dönüşmediği
de önem arz etmektedir. Bu noktaya dini olanaklara ulaşma açısından bakarsak birtakım
problemlerin mevcut olduğu muhakkaktır. Kültürel açıdan belli gerçeklere sahip olan
insanımızın bu kültürle alakası olmayan v fakat evrensel olarak kabul edilen birtakım
yönetim metotlarıyla istihdam edilmesi de olayın diğer bir yönüdür. Öyle ki bazı
fabrikalarda Cuma namazları için servisler ayarlanırken bazı fabrikalarda işçilerin
açıkça ibadet edemedikleri görülmektedir. bu hususta Nichols & Suğur’un yaptığı
çalışmada bazı işyerlerinde işverenlerin sekülerlik konusunda aşırı duyarlılığının
olduğunu bazı işverenlerinde çalışmayı da ibadet olarak vurgulayarak bir takım dini
davranışları reddettikleri aktarılmaktadır (Nichols & Suğur, 2005, 29-31).
Modern çalışma hayatında firmalar yeni sosyal kurumlarla ve fabrika ortamının
yanında dışarısıyla ilgili olarakta sundukları sosyal imkânlarla işçilere bir rahatlama ve
kendilerini gerçekleştirme imkânı sunsalar da bunun parasal değeri her firma tarafından
karşılanamamakta ve yeterince sunulamamaktadır. Ayrıca formel çalışma koşulları her
işletmede yeterince işçilere ulaşmakta mıdır? Bu da ayrı bir problemi oluşturmaktadır.
İşçilerin sosyal hayatla ilgili olarak yaşadıkları sıkıntıların kadınlarda daha farklı
hissedildiği görülmektedir. Kadınları çalışma hayatına ilişkin beklentileri özellikle
fabrikalarda ekonomik olmakla birlikte onlarında erkeklerden farklı olmayan sosyal
beklentileri daha iyi yaşama arzusunun yansımaları olarak görülebilir.
Sonuçta işçilerin, kendi değerleriyle birlikte yaşayabilecekleri iş hayatının
özlemleri olduğu görülmekle birlikte, mevcut durumlarını kabullenip bununla tatmin
olabilmenin huzurunu yaşamak durumunda kalmaları da mevcut ortam da durumu
aşamamalarının sonucu olarak değerlendirilmektedir.
Tablo 35. Cinsiyete Göre İnsanî ve Sosyal İlişkiye Bakış (Ki-kare)
Size göre sanayi alanında çalışmak insani
özellikleri ve sosyal ilişkileri nasıl etkiler?
Cinsiyet
Erkek
N
103
%
39,8
Kısmen olumlu etkileyebileceği
N
81
%
31,3%
kanaatindeyim
N
75
Genellikle olumsuz etkilemektedir
%
29,0
Toplam
N
259
2
Chi-Square X =21,027sd=2 p<,000
Kesinlikle olumlu etkilediğini düşünüyorum
Kadın
2
4,8
17
40,5
23
54,8
42
Toplam
105
34,9
98
32,6
98
32,6
301
141
Araştırmamıza katılan erkeklerin %39,8’i sanayi alanında çalışmanın insani
özellikleri ve sosyal ilişkileri olumlu etkilediğini düşünüyorum derken, %31,3’ü kısmen
olumlu etkilediği kanaatinde olup, %29’u genellikle olumsuz etkilediği kanaatindedir.
Kadınlarda olumlu kanaatte olanların oranı %4,8, kısmen olumlu düşünenler %40,5,
olumsuz düşünenler ise %54,8 oranındadır. Genel toplam itibariyle %34,9 kesinlikle
olumlu, %32,6 kısmen olumlu, %32,6 genellikle olumsuz kanaatte olanlardan
oluşmaktadır. Bu sonuçları ki-kare analizine göre değerlendirdiğimizde kadınlarla
erkekler arasında anlamlı bir farklılığın (p<,000) oluştuğunu görmekteyiz.
Bu
sonuçlardan kadınların daha olumsuz görüşler bildirdiğini ve çalışma hayatının
zorluklarını daha fazla hissettiklerini görmekteyiz. Akgül’ün Konya’da küçük
işletmelerde ki erkek işçiler üzerine yaptığı çalışma da evet oranı %23’lerde, geri kalan
ve oranı %58’lerde olan kısım ise hayır diyenlerden oluşmaktadır. Bu durum da
fabrikalarda yaptığımız çalışmada evet oranının nispeten daha yüksek olduğu yönünde
gözükmektedir.
Tablo 36. Günlük Çalışma Süresine Göre Sosyal İlişkiye Bakış (Ki- kare)
Günlük Çalışma Süresi
Size göre sanayi alanında çalışmak insani
özellikleri ve sosyal ilişkileri nasıl etkiler? 8 Saat 10 Saat 12 Saat 14 saat
N
64
27
14
0
Kesinlikle olumlu etkilediğini
düşünüyorum
%
35,4
33,3
37,8
,0
N
60
27
9
2
Kısmen olumlu etkileyebileceği
kanaatindeyim
%
33,1
33,3
24,3
100,0
N
57
27
14
0
Genellikle olumsuz etkilemektedir
%
31,5
33,3
37,8
,0
Toplam
N
181
81
37
2
2
Chi-Square X =5,503 sd=6 p<,481
Toplam
105
34,9
98
32,6
98
32,6
301
Günlük çalışma süresinin etkisini incelediğimizde ise anlamlı bir farklılıkla
(p<,481) karşılaşmamaktayız. Sonuçlar tüm şıklarda ortalama % 30’ların üzerinde
görülmektedir. bu sonuçlarda olumlu düşünenlerin çalışma saatleri fazla olanlarda daha
yüksek olmasına karşın olumsuz düşünenlerde yine en fazla onlar çıkmaktadır. Oran her
ikisinde de %37,8’dir. Günde 10 saat çalışanlarda oranlar hep %33,3 olarak çıkarken, 8
saat çalışanlarda olumlu düşünme daha fazladır. Bu sonuçlar çalışma saatlerinin
uzaması durumunda insani özellikleri gerçekleştirme ve sosyal ilişkilerin azalması
durumunun gözlemleneceğine dair öngörümüzü doğrulamamaktadır. Aslında bu
142
sonuçlarda çalışma süresi artan kesimin genelde yönetici işçi olanlarda olduğu
gözlenmekte diğer yandan çalışma saatleri formel sektörde genel olarak düzenlendiği
için pek problem olmamaktadır. Diğer yönden çalışma süresinin bu duruma bakışta
diğer değişkenlerle birlikte bakıldığı zaman etkileyici olarak çıkabileceği de göz önünde
bulundurulmaktadır.
Tablo 37. Gelire Göre İnsanî ve Sosyal İlişkiye Bakış (Ki-kare)
Gelir
Size göre sanayi alanında çalışmak insani
özellikleri ve sosyal ilişkileri nasıl etkiler?
Alt
Orta
Toplam
Kesinlikle olumlu etkilediğini
N
41
64
105
%
28,5
40,8
34,9
düşünüyorum
Kısmen olumlu etkileyebileceği
N
39
59
98
%
27,1
37,6
32,6
kanaatindeyim
N
64
34
98
Genellikle olumsuz etkilemektedir
%
44,4
21,7
32,6
Toplam
N
144
157
301
2
Chi-Square X =17,775 sd=2 p<,000
Katılımcıların gelir durumu alt seviyede olanlarının %28,5’i olumlu düşünürken
bu oran orta gelir grubunda %40,8’e çıkmaktadır. Kısmen olumlu düşünenler alt gelire
sahip
olanların
%27,1’ini
oluştururken,
orta
gelirde
olanların%37,6’sını
oluşturmaktadır. Olumsuz düşünenlerde ise alt gelir grubuna mensup olanların %44,4’ü,
orta gelir grubuna mensup olanların %21,7’si görülmektedir. Bu sonuçlar gelir
durumuna göre anlamlı farklılaşmanın (p<,000) olduğunu göstermekte ve gelir durumu
yükseldikçe olumlu bakış açısı artmaktadır. Gelir durumunun sosyal ilişkilerde ve insani
özelliklerin ortaya konulmasında bir etken olmasının işçiler üzerinde de sonuçlarını
görmekteyiz.
Bilindiği gibi iş yaşamı, sosyal tabakalaşmanın en belirgin ve en yaygın
göstergesi olmuştur.
Sosyal
güvencesi
arttığında
kendini
orta
sınıf
yaşam
standartlarında gören işçinin iş yaşamının dışında tüketim eğilimine girmesinin yanında
maddi olmayan üretim dışı işlere yönelmesi de görülmektedir. Bu noktada iş, geçimi
sağlama aracı olmanın ötesinde insanların toplumsal hayatta kendilerini ortaya
koyabilmeleri, kimlik algısını sunabilmeleri, boş zaman etkinliklerine katılmaları ve
çeşitli sosyo-kültürel faaliyetlerde etkin olabilmelerini de ifade etmektedir. Eğer iş
yaşamı belli oranda geçimsel tatmin sağlıyorsa diğer alanlara yönelmekte o noktada
mümkün görünmektedir.
143
Gerçekten de insanlar geçimlerini sağlayabildikleri oranlarda hayatın farklı
boyutlarına yönelebilmekte ve dinî, kültürel, sanatsal ve diğer alanlarında daha üretici
olabilmektedir. Sosyal hayatta ise iş yaşamının haricinde ki alanlar da farklılaşmanın
artması özellikle modern kent hayatında maddi imkânların yansıması olarak görünmekte
ve sonuçta maddiyat yaşam tarzlarından tutunda toplumsal hayatın görüntüsünün
değişmesine kadar etkin olabilecek başat güçlerden olmaktadır.
Tablo 38. İş Memnuniyetine Göre İnsanî ve Sosyal İlişkiye Bakış (Ki-kare)
Size göre sanayi alanında çalışmak insani
özellikleri ve sosyal ilişkileri nasıl etkiler?
Kesinlikle olumlu etkilediğini
Memnuniyet
Evet
Hayır
N
96
9
%
38,2
18,0
düşünüyorum
Kısmen olumlu etkileyebileceği
N
92
6
%
36,7
12,0
kanaatindeyim
N
63
35
Genellikle olumsuz etkilemektedir
%
25,1
70,0
Toplam
N
251
50
2
Chi-Square X =38,501 sd=2 p<,000
Toplam
105
34,9
98
32,6
98
32,6
301
İşinden memnun olan katılımcıların sanayi alanında çalışmanın etkilerini
bireysel ve sosyal olarak daha olumlu değerlendirdiğine şahit olurken (olumlu, %38,2,
kısmen olumlu, %36,7, genellikle olumsuz, %25,1), işinden memnun olmayanların
ciddi oranda olumsuz (olumlu, %18, kısmen olumlu, %12, genellikle olumsuz, %70) bir
görüşte olduklarını gözlemlemekteyiz. Belki de işlerinden memnun olmamalarında ki
ana etkenlerden birisi de soruda ifade ettiğimiz durumdur. Bu noktada memnuniyet
durumuyla sanayi alanında çalışmanın sosyal ilişkilere etkisi arasında anlamlı bir ilişki
(p<,000) gözlüyoruz. Bu noktada işini sevmenin ve memnun olmanın hayatın diğer
yönlerine katkısını da görmekteyiz. Çünkü iş ile iş-dışı yaşamı birbirinden net olarak
ayırmak mümkün görünmemektedir.
Diğer bağımsız değişkenlerle bu sorumuzu analiz ettiğimizde anlamlı ilişkiye
rastlamamaktayız. Medeni hale göre p<,700, öznel dindarlık algısı bağlamında p<,680,
dine verilen önem bağlamında p<,127, yaş bağlamında p<,375 sonuçlarına
ulaşmaktayız.
144
3.9. Araştırmaya Katılanların Dinî İnançla İlgili Durumları
Sanayileşmeyle birlikte başlayan hızlı değişimler hayatın tüm alanlarında
farklılaşmalara, değişim ve dönüşümlere yol açmaktadır. Bireysel ve toplumsal hayatın
farklı alanlarında ki bu değişimlerin dini olgularda da, özellikle sanayileşmenin ilk
dönemlerinde etkisi hissedilen bir oranda görülmeye başlaması küreselleşmenin bir
sonucu olarak ülkemizde de çeşitli şekillerde etkisini hissettirmekte, modernleşme ve
sekülerleşme bağlamlarında konu tartışılmakta ve incelenmektedir.
Yaşanılan değişim ve dönüşümlerin din ve dinsel değerlere olan etkisini
incelemeyi amaçladığımız bu araştırmada işçilerin bakış açısını temel almış
bulunmaktayız. Birey olarak işçilerin dinsel değerleri de, diğer yaşam alanlarına bağlı
olarak bu değişimden etkilenmekte ve yeni bir biçim almaktadır. Bu değerlerde ki
değişim ve dönüşümü temel dini argümanları kullanarak ölçmeye çalıştık. Bu bağlamda
öncelikle inanç boyutundan başlayarak, ibadet ve dinin etki boyutunu kullandığımız
ölçeklerle belirlemeye çalıştık. İfade ettiğimiz bu boyutlar ölçeklerimizi de bu şekilde
kullanmamızı gerektirmiştir. İşçi dindarlığını ölçerken bu boyutların birlikte
değerlendirilerek sonuçların elde edilmesi önemlidir.
Şu halde en genel nitelikleri dikkate alındığında bir din, ona inananlarla kutsal
arasında kurulan bağla belirlendiğine göre, toplum içinde objektifleşen ve üyelerin ortak
malı haline gelen dini tecrübe, bir inançlar ve pratikler sistemiyle bir müminler cemaati
içerisinde organize olur. Buna göre her din sisteminin toplum içinde üç türlü anlatımı
söz konusudur ki, bunlar teorik, pratik ve sosyolojik anlatım yani inanç, ibadet ve
cemaattir (Günay, 1978, 52).
İnanç boyutu kategorisi ile dindar her insanın belli inanç ilkelerini kabul
edeceğine yönelik beklentiler ifade edilmektedir. Bu inanç ilkelerinin muhtevasının
kapsamı sadece farklı dinlerde değil, aynı dini geleneğin içinde de farklı olabilir.
Böylece her din, inanç ilkelerinden belli bir sistem kurar ve mensuplarından bu ilkelere
inanmalarını bekler (Glock, 1998, 254).
Böylece dini inanç dinle ilgili, insanın kendi varlığının ve gücünün ötesinde bir
dünya ve değerlerle ilgili belirli bir inanç olması hasebiyle diğer inançlardan ayrılmakta
ve bu noktada dini inancı üç kısma ayırmaktayız. İlk olarak ilahi varlığa olan imandır.
İkinci olarak ilahi varlıkla ilgili olarak savunulan ve korunan inanç ilkelerinin, ilahi
iradenin içeriği ve amacını tartışarak, bir amaca yönelik ilahi irade bağlamında insanın
rolünü tanımlayarak farklılaştırılmasıdır. Üçüncü olarak amaç belirleyen inanç ilkeleri,
145
başka bir yönüyle inanç ilkelerinden üçüncü bir kategori ortaya çıkarır. Bu kategori de
ilahi iradenin amacının yerine gelmesi ve gerçekleşmesiyle ilgilidir.
Her ne kadar değişik dini sistemler içinde farklı inanç ilkeleri farklı biçimlerde
değerlendirilse de, aynı dini sistem içinde de kişisel inanç sistemi, özellikle ilkelerin
gerçekleşmesine yönelik olan veya kişisel inanç sistemi korumayla ve/veya amaçlı ilahi
iradeyle ilgili ifadelere özel bir değer veren insanlar bulabiliriz (Glock, 1998, 259-260).
Bu ve benzeri vurgulamaların ötesinde dini inancın boyutları geleneksel olarak
belirlenmiş öğelerle kitabi bağlamda oluşturulurken bu inancın işlevsel boyutu sınırlı
olarak ölçülmeye çalışılmıştır. Araştırmamız bağlamında kişisel olarak inancın ifade
ettiği anlamın boyutlarından ziyade temel inanç ilkelerinin kişisel olarak inanç ifade
edip etmediği anlaşılmaya çalışılmıştır.
Bilindiği gibi dini inancın önemli bir özelliği, müşahhas bir nesne ile ilgili
olmadığı için tahkik edilemez oluşudur. Ancak kişisel olarak insan, iman konusu
içerisine giren şeyleri objektif olarak ispat edemezse de kendini tatmin edecek şekilde
ispat edebilmesinin ötesinde belli davranış ve ifadelerle bunu ortaya koyar ve aslında
kendisi açısından da kafasında oluşturduğu tatminkâr duygular onun için objektifleşir.
Aslında başkaları için subjektifleşen bu bilginin objektifleştirilmesi ortak dini
duyguların oluşmasına olan sosyolojik etkisinin yanında belli inanç kavramları şeklinde
toplumlara mal edilmektedir. Dolayısıyla davranışlarını inandığı değerler için yapan
insanoğlunun ortak dini inançları bu kavramsallaştırmalar dolayısıyla ölçülebilir
olmaktadır.
Görüyoruz ki her din bir takım inançlara dayanmaktadır. Bu inançlar hangi din
olursa olsun ayrılmaz birer parça durumundadırlar. Esasen, hemen her dinde menşei
dini tecrübe, sezgi, ilham ya da vahiy asgarî bir teorik anlatıma, bir takım inançlar
tasavvurlar ve fikirlere dayanır. Sırf bir dine has olan bu inançlar, tasavvurlar ve
düşüncelerin muhtevası o dine inanan fertleri birbirine bağlayan bir tesir icra
etmektedir. Böylece bu inançlar, o dine inananların müştereken sahip oldukları bir gizli
bilgi, bir sır, bir hakikattir (Günay, 2003, 238).
Bunların yanında dini inanç, yani kutsal bir varlığa inanmak, bağlanmak, insan
için bir ihtiyaç olarak gözükmektedir. Çünkü bu bilgiler en temel sosyal bağı
oluşturmakta ve insanın sosyal olarak ta var olmasını sağlayabilmektedir. Böylece bu
inanma ihtiyacı bu etkilerin ötesinde insanın yapısında, “yaratılışında” vardır. Bu
ihtiyaç nedeniyledir ki, insanlar hangi devirde olursa olsun mutlaka kutsal olarak bir
varlık veya varlıklar kabul etmişler ve o varlık ve varlıklara bağlılıklarının
146
bildirmişlerdir. Sosyolojik araştırmalarda, tarih boyunca dinî inançsız bir toplumun
bulunmadığını ortaya çıkarmıştır (Karaman, 2000, 68-69). Sekülerleşme tartışmalarında
da gördüğümüz gibi dinî inanç günümüzde de etkin olarak varlığını sürdürmekte ve
bilimsel gelişmeler arttıkça, teknoloji geliştikçe, insanlığın ulaştığı ilerleme ve gelişme
düzeyi hat safhaya ulaşsa da o, toplumların temel belirleyici unsuru olarak anlam
kazandırmaya devam etmektedir (Johnstone, 2002, 366-372).
Son olarak dinlerin inanç boyutunu ortaya koyan temel kavramlar her dinde
farklı şekillerde “değişmez temel ilkeler” olarak bilinirler. İslam dininde de temel inanç
esasları Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, ahiret gününe ve kadere (hayır ve
şerrin Allah’tan olduğuna, öldükten sonra dirilmeye inanmak şeklinde kategorize
edilmiş ve “amentü” esasları olarak tanımlanan bu temel ilkeler değişmez olarak kabul
edilmiştir. Bu inanç esasları bağlamında oluşturulan ölçeğimiz, dinin inanç boyutuna
dair işçilerin durumlarını bize gösterecektir.
Öncelikle Allah’a olan inanç bağlamında “Allah yaptığımız her şeyi bilir” ve
“Allah vardır” şeklinde iki soru sorulmuş ve “katılıyorum”, “kararsızım” ve
“katılmıyorum” seçenekleri sunulmuştur. Bilindiği gibi İslam dininin temel inanç
esasları Allah’a inançla başlamakta ve diğer inançlar devamında gelmektedir. İslam dini
bütünüyle Allah’a inanma etrafında şekillenmekte ve inanlara tek olan, hiçbir şeye
muhtaç olmayan, evlat veya baba olmayan, hiçbir şeye benzemeyen Allah’a iman
etmeleri ve O’na gönülden bağlanmaları emredilmektedir. Allah’a inançla ilgili verileri
bazı bağımsız değişkenler bağlamında “katılıyorum (üç puan)”, “kararsızım (iki puan)”,
“katılmıyorum (bir puan)” cevap şıkları sırasıyla verilecektir. İlk olarak “Allah
yaptığımız her şeyi bilir” sorusunda cinsiyet bağlamında çıkan sonuçlarda erkeklerde
durum, %97,7, %2,3’dir. Kadınlarda ise, %97,6, %2,4’tür. Medeni hali evli olanlarda
ise, %97,4, %98,5’tir. Bekârlarda ise %98,5, %1,5 şeklindedir. Mesleki statü
bağlamında ise düz işçilerde %97,3, %2,7; kalifiye işçilerde %95,6, %4,4; usta ve
ustabaşılar da ise durum %100 inanç şeklindedir. Gelir bağlamında ise alt gelir
grubunda durum %96,5, %3,5 şeklinde, orta gelir grubunda ise %98,7, %1,3 şeklinde
olup sonuçlarda “katılmıyorum” cevabı ve anlamlı bir farklılık olmadığı görülmüştür.
“Allah vardır” sorusuna ise cevaplar erkeklerde ve evlilerde aynı sonuçla %99,6 ve
%0,4 şeklinde, kadınlarda ve bekârlarda ise yine aynı sonuçla
%100 şeklindedir.
Mesleki statü açısından düz işçilerde sonuçlar %99,1 ve %0,9 şeklinde kalifiye işçi, usta
ve ustabaşılar da ise %100 oranda katılıyorum denilmiştir. Alt gelir grubunda olanların
%99,3’ü katılıyorum derken, orta gelir grubunda %100 katılıyorum sonucu çıkmış olup
147
istatiksel açıdan anlamlı bir farklılığa ulaşılmamıştır. Görüldüğü gibi Allah inancı ile
ilgili sorduğumuz sorularda ortalama %98 gibi bir sonuçla inanlara rastlanmıştır.
İkinci olarak meleklere olan inanç bağlamında “melekler vardır” sorusu
yöneltilmiştir. Melekler temizliğin ve iyiliğin simgesi olmanın yanında Allah’a
bağlılığında sembolüdürler. Bu bağlamda İslam inancı meleklere inanmayı ve onları
Allah’ın çeşitli görevler için yarattığı saf, temiz ve itaatkâr kulları olarak kabul etmeyi
emretmekte ve bunu meleklerle ilgili yanlış ve batıl olarak addettiği inançları eleştirerek
yapmaktadır. Melek inancı ile ilgili soruya erkeklerde sonuç %98,1, %1,9, kadınlarda
%95,2, %4,8 şeklinde; evlilerde %97,4, 52,6 şeklinde, bekârlarda ise %98,5, %1,5
şeklindedir. Düz işçilerin cevabının oranı %99,1 ve %0,9, kalifiye işçilerin %94,5 ve
%5,5, ustaların %100, ustabaşıların %97,7 ve %4,5 şeklindedir. Alt gelir grubunda ise
bu soruya katılanların oranı %97,9, orta gelir grubunda ise %97,5 olup bütün sonuçlar
göz önünde bulundurulduğuna istatiksel olarak anlamlı bir farklılığa ulaşılmamıştır
(p<,05 düzeyinde anlamlı).
Üçüncü olarak kitaplara inanmak bağlamında İslam dininin kutsal kitabı olan
Kuran’ı Kerim hakkında sorular sorulmuştur. Katılımcılara “Kuran’ı Kerim’in haber
verdiği her şey doğrudur”, “Kuran’ı Kerim Allah’ın emirlerini bildirir”, “Kuran’ı Kerim
Allah’ın gönderdiği kutsal kitaptır” şeklinde üç soru sorulmuş yine “katılıyorum”,
“kararsızım” ve “katılmıyorum” şeklinde sunulan şıkların kendilerine uygun olanını
işaretlemeleri istenmiştir. İlk soruda erkeklerin %97,3’ü, kadınların ise %97,6’sı
katılıyorum şıkkını işaretlemiştir. Evliler %97,4, bekârlar %97,1; düz işçiler %97,3,
kalifiye işçiler %95,6, ustalar %100, ustabaşılar %95,5; alt gelir grubu %96,5, orta gelir
grubu %98,1 oranında olumlu cevap vermiştir. Sonuçlarda istatiksel olarak anlamlı bir
farklılığa ulaşılmamıştır. İkinci soruda erkeklerin %98,1’,, kadınların ise %97,6’sı
katılıyorum şıkkını işaretlemiştir. Evliler %98,3, bekârlar %97,1; düz işçiler %97,3,
kalifiye işçiler %96,7, ustalar %100, ustabaşılar %100; alt gelir grubu %97,2, orta gelir
grubu %98,7 oranında olumlu cevap vermiştir. Sonuçlarda istatiksel olarak anlamlı bir
farklılığa ulaşılmamıştır. Üçüncü soruda erkeklerin %98,1’i, kadınların ise %97,6’sı
katılıyorum şıkkını işaretlemiştir. Evliler %98,3, bekârlar %97,1; düz işçiler %98,2,
kalifiye işçiler %95,6, ustalar %100, ustabaşılar %100; alt gelir grubu %97,2, orta gelir
grubu %98,7 oranında olumlu cevap vermiştir. Sonuçlarda istatiksel olarak anlamlı bir
farklılığa ulaşılmamıştır (p<,05 düzeyinde anlamlı).
Dördüncü olarak Peygamberler inançla ilgili olarak “Hz. Muhammet Allah’ın
peygamberidir” sorusu sorulmuş ve “katılıyorum”, “kararsızım” ve “katılmıyorum”
148
cevap şıkları sunulmuştur. Değişkenler bağlamında sonuçlara baktığımızda bu soruda
erkeklerin %98,5, kadınların ise %100’ü katılıyorum şıkkını işaretlemiştir. Evliler
%98,3, bekârlar %100; düz işçiler %99,1, kalifiye işçiler %96,7, ustalar %100,
ustabaşılar %100; alt gelir grubu %98,6, orta gelir grubu %98,7 oranında olumlu cevap
vermiştir. Sonuçlarda istatiksel olarak anlamlı bir farklılığa ulaşılmamıştır (p<,05
düzeyinde anlamlı).
Beşinci olarak ahiret inancı ile ilgili olarak “Kıyamet günü vardır”, “Mahşer
günü herkes Allah’a hesap verecektir”, “Öldükten sonra ahiret denen sonsuz bir hayat
olacaktır”, “Cennet-cehennem diye bir şey yoktur” şeklinde sorular sorulmuş ve
“katılıyorum”, “kararsızım” ve “katılmıyorum” cevap şıkları sunulmuştur. Değişkenler
bağlamında sonuçlara baktığımızda ilk soruda erkeklerin %96,9’u, kadınların ise
%90,5’i katılıyorum şıkkını işaretlemiştir. Evliler %97,4, bekârlar %91,2; düz işçiler
%98,2, kalifiye işçiler %91,2, ustalar %98,7, ustabaşılar %95,5; alt gelir grubu %94,4,
orta gelir grubu %97,5 oranında olumlu cevap vermiştir. Sonuçlarda istatiksel olarak
anlamlı bir farklılığa sadece medeni hal bağlamında ulaşılmış olup anlamlılık düzeyi
(p<,093) oranındadır. Evli olan işçilerin kıyamete dair inanç konusunda bekârlardan
farklılaştıkları daha çok oranda evli işçinin inandığı görülmektedir. İkinci soruda ise
erkeklerin %96,5’i, kadınların ise %92,9’u katılıyorum şıkkını işaretlemiştir. Evliler
%96,6, bekârlar %94,1; düz işçiler %97,3, kalifiye işçiler %91,2, ustalar %98,7,
ustabaşılar %100; alt gelir grubu %95,1, orta gelir grubu %96,8 oranında olumlu cevap
vermiştir. Sonuçlarda istatiksel olarak anlamlı bir farklılığa ulaşılmamıştır (p<,05
düzeyinde anlamlı). Üçüncü soruda ise erkeklerin %92,7’si, kadınların ise %85,7’si
katılıyorum şıkkını işaretlemiştir. Evliler %94,0, bekârlar %83,8; düz işçiler %89,1,
kalifiye işçiler %87,9, ustalar %98,7, ustabaşılar %95,5; alt gelir grubu %89,6, orta gelir
grubu %93,6 oranında olumlu cevap vermiştir. Sonuçlarda istatiksel olarak anlamlı bir
farklılığa sadece medeni hal bağlamında ulaşılmış olup anlamlılık düzeyi (p<,016)
oranındadır. Evli işçilerin Ahiretin sonsuzluğuna dair inanç konusunda çoğunlukta
oldukları görülmektedir. Diğer sonuçlarda istatiksel olarak anlamlı bir farklılığa
ulaşılmamıştır (p<,05 düzeyinde anlamlı). Dördüncü soruda ise “katılmıyorum”
diyenlerin oranı erkeklerde %96,1, kadınlarda ise %90,5’tir. Evliler %96,6, bekârlar
%91,2; düz işçiler %97,3, kalifiye işçiler %90,1, ustalar %98,7, ustabaşılar %95,5; alt
gelir grubu %94,4, orta gelir grubu %96,2 oranında katılmıyorum cevabını vermiştir.
Sonuçlarda istatiksel olarak anlamlı bir farklılığa ulaşılmamıştır (p<,05 düzeyinde
anlamlı).
149
Son olarak kader inancını ifade eden “bir kimse ne kadar çabalarsa çabalasın alın
yazısını değiştiremez” sorusu sorulmuş ve yine“katılıyorum”, “kararsızım” ve
“katılmıyorum” cevap şıkları sunulmuştur. Değişkenler bağlamında sonuçlara
baktığımızda bu soruda erkeklerin %74,1’i, kadınların ise %61,9’u katılıyorum şıkkını
işaretlemiştir. Evliler %75,5, bekârlar %61,8; düz işçiler %77,3, kalifiye işçiler %63,7,
ustalar %76,9, ustabaşılar %68,2; alt gelir grubu %71,5, orta gelir grubu %73,2
oranında olumlu cevap vermiştir. Sonuçlarda istatiksel olarak anlamlı bir farklılığa
ulaşılmamıştır (p<,05 düzeyinde anlamlı).
İslam dininde inanç esasları olarak ifade edilen hususları genel olarak madde
bazında değerlendirmelerine baktığımızda işçilerin farklı değişkenler bağlamında
anlamlı seviyeye ulaşan farklılaşmalar yaşamadıkları ve en önemli noktada inanç
esaslarına olan katılımlarını belirtmeleridir. %90’lara varan oranlarda ki katılımı farklı
analizlerle alınan puanlarla değerlendirebiliriz.
Tablo 39. Dini Yaşayışın İnanç Boyutunun Cinsiyete Göre Analizi (t-testi)
Dini Yaşayışın İnanç Boyutunun Cinsiyete Göre Analizi (t-testi)
Cinsiyet
n
x
ss
İnanç
Erkek
259
35,2664
2,05978
Durumu
Kadın
42
34,8333
2,19663
sd
t
p
299
1,252
,211
Dini yaşayışın inanç boyutunda ortaya çıkan puanların cinsiyete göre analiz
edildiğinde erkeklerle kadınlar arasında anlamlı bir farklılığın ortaya çıkmadığına (,211)
şahit olmaktayız. Erkeklerin ortalama 35,26 puan aldığı, kadınların ise 34,83 puan aldığı
görülmektedir. Bu bağlamda erkeklerin kadınlara göre dini inanç bakımından
değerlendirildiğin de daha dindar bir görünüm sergilediği görülmektedir. Fakat genel
ortalamanın çok üzerinde neredeyse %98’lere varan bir inancı işçilerimizin sergilediği
görülmektedir. Bu bağlamda en yüksek puanın 36,00 olduğu bu ölçekte alınan puanların
ortalamaları bu inancın yüksekliğini sergilemektedir. Bu bağlamda Gardet’in şu sözünü
aktarmak durumundayız, “Günümüzde doğrudan doğruya dini duygudan en uzak
olanlar, mesela şehirsel merkezde oturan ve Marksizm’in en çok etkilediği işçiler bile
Hz. Muhammed’in cemaatine mensup olmaktan gurur duymaktadırlar” (Mardin, 2005,
74).
150
Görüldüğü üzere insan hayatının her aşamasını etki altına alan hayatı
değerlendirmede, kararlar vermede ve bu kararları ifade tarzı haline getirmede kısacası
söz, fiil ve davranışlarının tümünde temel teşkil eden özelliklerin tümünde yatan genel
eğilimi ifade edilen bu inançlarda görmekteyiz. Toplumsal birlikteliğin temelini teşkil
eden değerlerin rengini belirten bu sonuç bu örneklem bağlamında genel bir anlayışı da
yansıtmaktadır. Örneğin Mersin ve Konya’da işçiler üzerinde yapılan araştırmalarda da
benzer sonuçlar çıkmaktadır (Akgül, 1991; Karaman, 2000).
İnanç durumu bakımından inanmayanlarında toplumumuzda az da olsa mevcut
olup bunu farklı bir din algısına sahip olma, yetişme tarzı, çevresel şartlar veya
psikolojik nedenlerle açıklayabiliriz. Genel anlamda inanmayanlardan ziyade şüpheleri
olan veya inancını netleştiremeyen işçilerin olduğunu ve hatta anket uygulaması
esnasında bu tip sorularla karşılaştığımızı ifade etmeliyiz. Teodise (kötülük problemi)
bağlamında sorulan soruların yanında bazen şüphelerinin oluştuğunu ve bunun inancı
etkilediğini belirten çeşitli sorular görülmüştür. Genel de kelam problemleri, alınan dini
eğitimin düşük olmasının yanında sürekli olarak dönemsel yaşanılan dini problemlerin
çözümlenmemesinin
yoğunlaşmasıyla
ortaya
çıkan
durumlar
olarak
ta
gözlemlenmektedir. Ayrıca farklı yayınların özellikle işçilerin anlayışına yansıması
etkin olmakta ve yine işçilerin haklarını savunanların ideolojik eğilimlerinin inanca ket
vurması etkileyici bir neden olarak ifade edilmektedir.
Tablo 40. Dini Yaşayışın İnanç Boyutunun Medeni Hale Göre Analizi (t-testi)
Dini Yaşayışın İnanç Boyutunun Medeni Hale Göre Analizi (t-testi)
n
x
ss
İnanç
Medeni
Hal
Evli
233
35,3047
2,06715
Durumu
Bekâr
68
34,8676
2,10830
Medeni
hal
insanların
sahip
olduğu
sd
t
p
299
1,527
,128
toplumsal
statü
ve
rollerin
belirginleşmesinde çok önemli bir etkendir. Özellikle Türk toplumunda evli olmanın
önemli
bir
toplumsal
konum
sağladığı,
aileye
verilen
değer
bağlamında
gözlemlenmektedir. Aile olmanın inançları daha da olgunlaştırdığı, düşünceye olan
katkısı nedeniyle toplumsal algılamalara yönelik katılımcı bir tavır geliştirdiği
düşünülmektedir.
151
İnançla ilgili kullandığımız ölçekten alınan puanları medeni hale göre
değerlendirdiğimizde evli olanların ortalama 35,30 puan aldıkları, bekârların ise 34,86
puan aldıkları görülmektedir. Evlilerin inanç ölçeğinden daha yüksek puan aldığı
araştırmamızda evliliğin dini inanç noktasında olumlu bir etkisi olduğunu ortaya
koymaktadır. Özellikle evli insanların bekârlığa göre daha sağlam ve farklı bir bakış
açısı geliştiriyor oluşu bağlamında olgunlaşma ve yaşın da etkisiyle daha farklı bir
düşünceye kapı açması olağandır. Böylece evlilerin aldığı inanç puanlarının ortalaması
bekârlardan yüksek olduğu görülmekte olup yalnız bunun anlamlı bir farklılığa da
ulaşmadığı ortadadır. Binaenaleyh işçilerde de evli olsun bekâr olsun zaten inanç
puanları çok yüksektir.
Tablo 41. Dini Yaşayışın İnanç Boyutunun Yaşa Göre Analizi (t-testi)
Dini Yaşayışın İnanç Boyutunun Yaşa Göre Analizi (t-testi)
Yas
n
x
ss
sd
t
p
15–35 Yaş 195 35,3179 1,52351
İnanç
299 1,267 ,206
Durumu 36 ve + Yaş 106 35,0000 2,83179
Dini yaşayışın inanç boyutunun yaşa göre analiz edildiği tablo 41’de yine çok
yüksek puanlarla karşılaşmaktayız. Anlamlı bir farklılaşma olmamakla birlikte genç
yaşta olanların çok az bir farkla yaşlı olanlara göre daha yüksek puana sahip oldukları
görülmektedir. 15–35 yaş arası işçilerin inanç ölçeğinden aldıkları puanların ortalaması
35,31’ken 36 yaş ve üzerinde olanların aldıkları puanların ortalaması ise 35,00’dır.
İşçiler de yaşa göre inanç bakımından anlamlı bir farklılığın olmayışı diğer
değişkenler bağlamında zikrettiğimiz gibidir. İnançla yetişen bu insanların yaşa göre
inançları klasik bağlamda da olsa devam etmekte ve ömür boyu farklı eğitimlere de tabi
olsa belli kalıplarla anlamlandırılmaya devam etmektedir. bu noktada yaş ilerledikçe
dini inancın derûnî ve sosyal bağlamı değişse de veya özellikle öte dünya algılamaları
farklılaşsa da yine de bu inanç kalıplarının varlığı devamlı tekrarlanmaktadır.
Yaşın insanın belli dini kalıplar hususundaki bilgisinde önemli bir etken
olmasının yanında özellikle değişen yaşam şartlarının etkisinin de hissedilmesinde
belirleyici olması gibi hususları göz önünde bulundurduğumuzda yaşın ilerlemesiyle
birlikte inancın gençlere göre biraz daha etkinliğinin artacağı düşünülmektedir. Gençlik
beklentilerinin yüksek oluşu ve dünya ile ilgili düşüncelerinin yoğunluğu inancına etki
etmekle birlikte görüldüğü gibi araştırmamızda yaş ilerledikçe inanç ölçeğinden alınan
152
puan düşmüştür. Fakat yine de alınan puanlar arasındaki farkın farklılaşmayı
yansıtmaması önemlidir.
Tablo 42. Dini Yaşayışın İnanç Boyutunun Öğrenim Durumuna Göre Analizi
(t-testi)
Dini Yaşayışın İnanç Boyutunun Öğrenim Durumuna Göre Analizi (t-testi)
Öğrenim Durumu
Okur-Yazar Değil, OkurYazar ve İlköğretim
Durumu
Lise ve Dengi Okul,
Fakülte veya Yüksekokul
İnanç
n
177
124
x
ss
sd
t
p
299
1,667
,096
35,3729 1,73760
34,9677 2,47897
Öğrenim durumunun inanç boyutuna etkisi olduğu bir gerçektir. Öğrenim
seviyesi arttıkça dini inancın yapısında ve hayata etkisinde farklılaşmalara yol açacağı
muhakkaktır. Alınan eğitimin kendisi önemli olmakla birlikte eğitimli insanların bilgi
ve değerlendirmeleri de olumlu veya olumsuz yönde dini inancın algılanışına ve
uygulamalara yönelik etkisine kaynaklık etmekte, değişik görüş ve beklentilerin
oynadığı rollerin yanında özellikle seküler kurumların içerdiği kültürün de etkisi bunda
rol oynayabilmektedir. Örneğin fabrikaların inançtan uzak bölgeler olduğuna dair
algılamaların olduğu dönemden bugüne bunun etkisini farklı şekillerde devam etmekte
olduğuna şahit olmaktayız. Diğer açıdan belli eğitim seviyesine ulaşmış insanların
aldıkları pozitivist eğitim anlayışının da etkisiyle dini inançlara karşı olumsuz tutum
sergileyebilmekte bu da bu insanlar arasında ortak bir kültüre yol açarak anlayışlarda
farklılaşmalara neden olabilmektedir.
Tabloda gördüğümüz gibi okur-yazar, okur-yazar değil, ilkokul ve ortaokul
mezunlarının inanç ölçeğinden aldıkları puanların ortalaması 35,37 çıkmıştır. Tam
puana (36,00) yakın olan bu puan inancın ilköğretim düzeyine kadar eğitim görenlerde
çok yüksek olduğuna işaret etmektedir. Lise, fakülte ve yüksekokul mezunları ise inanç
ölçeğinden 34,96 puan almıştır. İlk grubun puanına yakın olan bu puanları analiz
ettiğimizde anlamlı bir farklılığa ulaşmamaktayız. Görüldüğü gibi alınan eğitimin
seviyesi inanç konusunda anlamlı bir farklılığa yol açmamaktadır. Bu sonuçlar bize
Türk toplumunun kültürünün inancın oluşumuna olan etkisini göstermekte ve aslında
dini bilgilerin ve eğitimin toplum tarafından aileden başlayarak aktarılmasına dair
önceki değerlendirmelerimizi doğrulamaktadır. Özellikle dini inanç bakımından diğer
153
araştırmaları da birlikte değerlendirdiğimizde güçlü bir eğilim sergileyen Türk toplumu
bunu kültürleme yoluyla da yeni nesillere ulaştırmaktadır. Kıyaslama açısından Batı
toplumlarına baktığımız da durum farklıdır. Batı medeniyetinin kökleri ve sanayi
inkılâbının çıkışında önemli görevler yapan pozitivist gelişme, kurduğu ve geliştirdiği
maddi kültür unsurlarına, aynı zamanda manevi bir kültür, yani bir üst sistem ideolojisi
de vermiştir. Bu muhteva ile gelişen ve şekillenen sosyal sistem ve yapılar insanların
zihinlerinde ve inançlarında da etkili olmuştur. Netice de semavi unsurlarla
münasebetlerini koparan Batı, bütün hesap ve düşüncelerini dünya üzerine kurmuştur.
Dünya ile sınırlanan vicdanlar da dine ait bütün değerler yok olma durumuna gelmiş ve
dolayısıyla bütün inanç esasları hakkında şüpheler ve inanç boşlukları oluşmuştur. Batı
içerisinde özellikle kültürel farklılaşmaların bu boşluklara etkisi yadsınamaz. Bu
noktada Amerikan toplumunun daha dindar bir eğilim sergilemesi bunu göstermektedir.
Öte yandan bilimsel gelişmeler karşısında din Batı’da kendi öz kutsal alanına doğru
çekilmekte, içe atılmakta ve bir vicdan meselesi haline gelmekte iken, toplumda profan
ve maddi hedeflere yönelişte büyük bir önem kazanmakta ve hatta temel değerler
arasında ilk sırayı almaktadır (Günay, 1986). Bu sonuçlar Türk toplumunda inanç
meselesinin kültürel bağlamlarının farklı olduğunu ve dolayısıyla düşük inanç
sergileyen batı toplumlarında ki bilimsel gelişmelerin etkisinin aynı şekilde
görülmediğini ortaya koymaktadır.
Tablo 43. Dini Yaşayışın İnanç Boyutunun Gelire Göre Analizi (t-testi)
Dini Yaşayışın İnanç Boyutunun Gelire Göre Analizi (t-testi)
Gelir
n
x
ss
İnanç
Alt
144
35,1250
2,10186
Durumu
Orta
157
35,2803
2,06570
sd
t
p
299
-,646
,519
Gelir durumuna göre dinin inanç boyutundan alınan puanların değerlendirilmesi
sonucunda alt gelir gurubuna sahip olanların orta gelir grubuna göre daha az olduğu
görülmektedir. Fakat bu farklılık o kadar az ki anlamlılık bakımından değerlendirmek
dahi mümkün olmamaktadır. Alt gelir grubuna mensup olanlar 35,12 puan alırken, orta
gelir grubuna mensup olanlar 35,28 puan almışlardır. Genel anlamda işçi sınıfı
bağlamında düşük dindarlık öngörülerinin olduğunu ve özellikle alt gelir grubunda
olanların bunda etkin bir duruş sergileyeceğini öngörmekteyiz. Fakat bu öngörülerin
154
Türk toplumunda çokta geçerli olmadığı özellikle inanç bağlamında daha da
belirginleşmektedir. Bu noktada modern sanayi toplumlarında toplumun alt tabakalarına
mensup olanların ve hususiyle büyük ve hatta orta büyüklükteki ve küçük sanayi
şehirlerinde ki işçi sınıfının dine ve dini pratiklere en az ilgi duyan toplum kesimini
meydan getirdikleri bir vakıadır (Chalfant, Beckley & Palmer, 1994, 344-368). Weber
dinin üst tabakaların meşrulaştırıcı durumundan dolayı bunun böyle olduğunu ifade
ederken Marksist nazariyeye yaklaşmaktadır. Fakat bu durumun istisnası Polonya ve
İrlanda gibi bazı ülkelere ülkemizi de katmak gerekmektedir. Özellikle inanç puanları
bu durumu göstermektedir.
Tablo 44. Dini Yaşayışın İnanç Boyutunun Mesleki Statüye Göre Analizi (t-testi)
Dinin İnanç Boyutunun Mesleki Statüye Göre Analizi (t-testi)
Mesleki Statü
n
x
ss
İnanç
Düz, Kalifiye İşçi
198
35,0455
2,41883
Durumu
Usta, Ustabaşı
103
35,5146
1,13642
sd
t
p
299
-1,863
,063
İşçilerin mesleki statülerinin dini inançlarına olan etkisini analiz ettiğimizde
anlamlı bir farklılığa rastlamamaktayız. Düz işçi ve kalifiye işçilerin aldığı puanların
ortalaması 35,04 olup usta ve ustabaşıların aldığı puanların ortalaması ise 35,51
oranındadır. Bu puanlara baktığımızda ustaların aldığı puanların yüksek oluşu dikkate
değer. Bu puanların kendisini orta gelir grubuna mensup sayan ustaların genle
duruşuyla uyumlu olduğunu ifade etmeliyiz. Böylece tabakalaşma bağlamında ifade
ettiğimiz hususlarda da görüleceği gibi dindarlık puanlarının alt gelir grubunda ve
mesleki statüsü düşük işçilerde azalacağı yönünde ki genel görüş ifadesini bulmaktadır.
Diğer yönden bu farklılığın anlamlı bir seviyeye ulaşmaması durumun Türk işçilerde
değiştiğini belirlemektedir.
Tablo 45. Dini Yaşayışın İnanç Boyutunun İşkoluna Göre Analizi (Tek Yönlü
ANOVA)
İş Kolu
N
X
1.Gıda
2.Tekstil
3.Makine-imalat
4.Plastik
101
48
54
3
35,4554
35,3125
35,0185
29,0000
Standart Sapma Standart Hata
1,76932
1,67784
2,21905
10,44031
,17605
,24218
,30197
6,02771
155
Tablo 45.Devamı
İş Kolu
5.Yapı-İnşaat
6.Mobilya
7.Matbaa-Basım
Toplam
Tek Yönlü ANOVA
N
46
45
4
301
X
35,3478
35,0222
35,2500
35,2060
Standart Sapma Standart Hata
1,49395
,22027
1,81520
,27059
,95743
,47871
2,08105
,11995
Kareler
Toplamı
Sd
Kareler
Ortalaması
F
P
Gruplar Arası
126,723
6
21,121
5,296
,000
Gruplar İçi
1172,506
294
3,988
Toplam
1299,229
300
Varyansın kaynağı
Gruplar
arası
anlamlı fark
4 ile
diğerleri
arasında.
Çeşitli işkollarına bağlı olan işçiler üzerinde yaptığımız araştırmamız da işçiler
arasında işkolu bağlamında dindarlık açısından farklılaşma olup olmadığını bize
göstermesi için işkolları ile inanç puanlarının analizini yaptığımızda anlamlı
farklılaşmalarla karşılaşmaktayız. Yalnız bu anlamlı farklılık sadece plastik sektörü ile
diğer sektörler arasında görülmektedir.
Tabloya göre inanç ölçeğinden en yüksek puanı gıda sektöründe yer alan işçiler
almıştır (ort: 35.45). Bunları ise sırasıyla yapı-inşaat (ort: 35.34), tekstil (ort: 35.31),
matbaa-basım (ort: 35.25), mobilya (ort: 35.02), makine-imalat (ort: 35.01) ve plastik
(ort: 29.00) sektörü takip etmektedir. Ölçekten en düşük puan alan plastik sektörü olup
yalnız değerlendirme açısından yeterli sayıyı bize sunmamaktadır. Aynı şekilde matbaa
ve basım sektöründe ulaştığımız işçilerin azlığından dolayı onları da eğer
değerlendirmeye almazsak gruplar arasında tek yönlü varyans analizine (ANOVA) göre
p<,05 düzeyinde anlamlı bir farklılığa ulaşılmamaktadır. Zaten post hoc (scheffe)
analizi çıkardığımız sektörlerden sadece plastikle diğer sektörler arasında anlamlı bir
farklılık olduğunu gösterirken, bu farklılığın alınan puanlarda da açık olarak
göründüğünü ifade edebiliriz.
Ortalamalar açısından ise tüm işçilerin aldığı puanları ortalaması (ort: 35.20)
olarak gözükmekte ve bu ortalamanın üzerinde gıda, tekstil, yapı-inşaat ve matbaabasım sektörleri gözükmektedir. Makine imalat, mobilya ve plastik sektörleri ise
ortalamanın altında gözükmektedir.dindarlığı daha belirgin olarak ifade eden sektörlerin
yanında bunu net olarak ifade edemeyen, belirtmeyen, dindarlığı içe dönük olarak
yaşayanların yanında dini inancı yeteri kadar taşımayan veya çeşitli inanç problemleri
156
olanlarda olabilir. Özellikle Adana şehrinin gelişmiş sanayisine çektiği işgücünün çeşitli
bölgelerden ve çeşitli kültürel alanlardan insanları kendisine çekmektedir. Bu noktada
kozmopolit bir yapı sergileyen Adana işçileri arasında da farklı inancı taşıyanların
yanında farklı değişkenlere bağlı olarak inanç hususunda özellikle de kader algısı ve
hissi bağlamında şüphelerin veya kaderin tanımlanması hususunda değişik görüşlerin –
mezhebi farklılaşma da olabilir- olduğu görülmektedir.
Ayrıca farklı inançların Adana’nın kendi kültürel yapısında mevcut olduğunu ve
bu bağlamda her ne kadar kendilerine ulaşma isteğimize olumlu cevap alamadığımızı
ifade etmeliyiz. Farklı kültürel bağlamların ülkemiz içinde bir zenginlik kaynağı olduğu
artık bilinen bir gerçek olmakla birlikte mevcut önyargıların yıkılması noktasında da
doğru bilginin ne kadar önemli olduğu tartışılmaz bir gerçek olarak karşımızda
durmaktadır. Bu noktada Adana ili için yapılmış olan bir araştırmada da doğru bilgilere
ulaşamamanın
yanında
belli
kalıpların
kültürel
bağlamlarda
oluşturularak
değerlendirmelerin buna göre yapıldığına ve bunların içlerinde birçok yanlışları
barındırdığına dikkat çekmektedir (Yapıcı, 2004).
Farklı kültürlerin birbirini değerlendirmede kullandığı stereotiplerin tarihsel
süreç içerisinde oluşmuş ve toplumların birbirlerini değerlendirmelerinde kaynak olarak
kullandıkları ve daha kolay bir tanımlama sağlayan özelliklerin ifadesi olarak
yansımalarını günümüzde de belirgin olarak görmekteyiz. Küreselleşmeyle birlikte
yaygınlaşan kitle iletişim araçlarının bu tanımlamalarda ki yanlışlıkları düzeltebilme
gücü de sağlıklı iletişim kurabilen toplumlar arasında daha kolay olurken öte yandan
belli güçlere sahip ulusların bu mekanizmalara sahip olmaları süreci kendileri lehine
çevirmeleri ve olumsuzluklarda katkı sağlamaları gözlenmektedir. Bu noktada güçlü
propaganda tekniklerinin süreci çevirmede etkin olmasına rağmen yine de insanların
kendilerini oldukları gibi tanımlamaya devam etmesi önem kazanmaktadır. Sonuçta
farklı inançların kültürel olarak var olmaları toplumsal alanda ki ifade tarzlarına ve
kendilerini sunabilmelerine bağlı olmakla birlikte toplumların tolerans düzeyi de
duruma etki eden ana faktör olarak varolmaya devam edeceğe benzemektedir.
157
Tablo 46. Öznel Kimlik Algısına Göre İnanç Boyutu (Tek Yönlü ANOVA)
35,1667
Standart
Sapma
,83485
Standart
Hata
,24100
54
35,7037
,60281
,08203
3.Müslüman-Türk
181
35,6243
1,10165
,08188
4.İnsan
54
33,3148
3,92296
,53385
Toplam
301
35,2060
2,08105
,11995
Kimlik Algısı
N
X
1.Türk
12
2.Müslüman
Tek Yönlü ANOVA
Varyansın
kaynağı
Kareler
Toplamı
Sd
Kareler
Ortalaması
F
P
Gruplar arası
238,202
3
79,401
22,226
,000
Gruplar içi
1061,027
297
3,572
Toplam
1299,229
300
Gruplar
arası
anlamlı fark
4 ile 1,2 ve
3 arasında
Kimlik tartışmalarının yoğunlaştığı günümüz dünyasında, dinsel ve kültürel
kimlik algılamalarının çok ötesinde farklı kimlik tartışmaları içerisinde kendimizi
bulmaktayız. Kuramsal tartışmasını yaptığımız kimlik algısının dini ve milli olarak
sunulduğu tezimizde öncelikli olarak işçilerin kendilerini hangi kimlikle ifade ettikleri
değerlendirilmiştir.
Modernleşme sürecinin endüstrileşme bağlamında ortaya çıkardığı problemlerin
çözümünde kendi aidiyetlerinden kopmak istemeyen insanlar varoluşlarının temelinde
gördükleri bir kimlik algısının yanında sıfat olarak kullandıkları veya gerektiğinde
sosyal olarak tatmin buldukları bir değerlendirme biçimi olarak ta kimlik algısına sahip
olabilmektedirler
Kimlik algısının ideolojik boyutunun etkisi dini anlayışa da tesir etmekte olup bu
durum değişken olarak ele alındığında farklı dindarlık tipolojileri ortaya çıkarmaktadır.
Özellikle günümüzde kimlik tartışmalarının dinsel boyutunun yoğunlukla belirleyici
oluşu dindarlığa da etki etmektedir. Böylece kimlik inanılan ve yaşanılan dinin bir
ifadesi gibi de sunulmaktadır.
Bu noktada kimlik algısının inanç boyutunda nasıl bir puanlamaya yol açtığını
görmek için yaptığımız tek yönlü varyans analizinde (ANOVA) inanç boyutundan en
yüksek puanı (ort: 35.70) kendisini “Müslüman” olarak görenler almıştır. İkinci sırada
kendisini “Müslüman-Türk” olarak görenler (ort: 35.62) bulunurken, üçüncü sırada
158
kendisini “Türk” olarak görenler (ort: 35.16) bulunmakta, son sırada ise kendisini
“insan” olarak görenler (ort: 33.31) yer almaktadır. Toplamda ise ortalama 35.20 puan
alındığı görülmekte, 2.ve 3. grup ortalamanın üzerinde puan alırken 1. ve 4. grup ise
ortalamanın altında puan almaktadır. Anlamlılık düzeyinde ise yaptığımız tek yönlü
varyans analizinde (ANOVA) (p.<,000) anlamlı bir farklılaşma görülmekte ve bu
farklılaşmanın hangi gruplar arasında olduğunu görmek için yaptığımız post-hoc
(scheffe) analizinde ise 4. gruptaki işçilerin diğer guruplardaki işçilerle inanç
bakımından anlamlı bir şekilde farklılaştığı ortaya çıkmaktadır.
Sonuçta işçilerin kimlik algılamalarının dini inancına olan etkisini alınan
puanlarda görmekteyiz. Öte yandan inanç açısından Türk toplumuna mahsus olan
yüksek oranda ki inanç ortalamalarının kimlik bağlamında yaptığımız analizde de
ortaya çıktığı görülmektedir. Bu durum da kimliğin dini duyguların ardından gelen
sosyal bakış açısını ifade eden öncüller oluşturduğunu belirtebiliriz. Ve bu noktada
inanç ortak kimliği yansıtabilecek oranda etkin ve güçlü olabilmektedir.
Tablo 47. Öznel Dindarlık Algısına Göre İnanç Boyutu (Tek Yönlü ANOVA)
Dindarlık Algısı
Hiç dindar değil
Biraz dindar
Dindar
Çok dindar
Toplam
Tek Yönlü ANOVA
N
X
22
108
142
29
301
31,1818
35,2407
35,6972
35,7241
35,2060
Varyansın
kaynağı
Kareler
Toplamı
Sd
Gruplar Arası
Gruplar İçi
Toplam
398,444
900,785
1299,229
3
297
300
Kareler
Ortalaması
132,815
3,033
Standart
Sapma
5,00130
1,58775
,64125
1,30648
2,08105
F
43,791
Standart
Hata
1,06628
,15278
,05381
,24261
,11995
Gruplar
P
arası anlamlı
fark
,000
1. ile
diğerleri
arasında.
Tablo 47’de inanç ölçeğinden alınan puanların dindarlık algısına göre
farklılaşmaktadır. Kendisini hiç dindar görmeyenlerin aldığı puan (ort: 31.18) biraz
dindar görenlerin aldığı puan (ort: 35.24) dindar görenlerin aldığı puan (ort: 35.69) çok
dindar görenlerin ise aldığı puan (ort: 35.72)’dir. Görüldüğü gibi dindarlık algısı arttıkça
ölçekten alınan puanlarda artmakta ve sonuçta dindarlık algısıyla inanç bağlamında
anlamlı bir ilişki ortaya çıkmaktadır. Tabloda ölçekten alınan ortalama puanın 35.20
olduğunu göz önünde bulundurduğumuzda hiç dindar olmayanların haricinde tüm
159
grupların aldığı puanların ortalamasının yüksek olduğunu görmekteyiz. Bu noktada
gruplar arasında gözlenen bu farklılıkların tek yönlü varyans analizine göre (ANOVA)
p<05 düzeyinde anlamlı olduğunu görüyoruz. Post hoc (scheffe) analizi ise söz konusu
anlamlılığın hiç dindar olmayanlarla, biraz dindar, dindar ve çok dindar olanlar arasında
olduğunu göstermektedir.
Tablo 48. Dine Önem Verme Düşüncesine Göre İnanç Boyutu (Tek Yönlü ANOVA)
Standart
Standart
Sapma
Hata
29,7500
8,95824
4,47912
24
32,0833
3,76386
,76830
Önemli
54
35,2593
1,62742
,22146
Çok önemli
219
35,6347
,95489
,06453
Toplam
301
35,2060
2,08105
,11995
Din önem düşüncesi
N
X
Hiç önemli değil
4
Biraz önemli
Tek Yönlü ANOVA
Varyansın kaynağı
Gruplar arası
Gruplar içi
Toplam
Kareler
Toplamı
393,499
905,730
1299,229
Kareler
Sd
Ortalama
F
P
Gruplar arası
anlamlı fark
43,011
,000
1 ile 2, 3, 4
arasında, 2 ile
3, 4 arasında
sı
3
297
300
131,166
3,050
Katılımcıların dine önem verme açısından değerlendirilmesinin ardından inanç
ölçeğinden alınan puanların da din önem düşüncesine göre analiz edilmesi sonucunda
anlamlı farklılıklarla karşılaşıyoruz. İnanç ölçeğinden dini hiç önemli görmeyenlerin
aldığı ortalama puan 29.75 düzeyinde iken, dini biraz önemli görenlerin aldığı puan
32.08, dini önemli görenlerin 35.25, dini çok önemli görenlerin ise 35.63 ortalama puan
aldıkları görülmektedir. Ölçekten toplam da 35.20 puan alındığı görülmekte ve bu
ortalamanın üzerine sadece dini önemli ve çok önemli görenlerin çıktığı görülmektedir.
Dini hiç önemli görmeyenlerle biraz önemli görenlerin ise bu ortalamanın altında
kaldığı görülmektedir. Görüldüğü gibi din önem düşüncesi arttıkça inanç ölçeğinden
alınan puanlar artmakta ve farklılaşmalar meydana gelmektedir. Bu noktada gruplar
arasında gözlenen bu farklılıkların tek yönlü varyans analizine göre (ANOVA) p<05
düzeyinde anlamlı olduğunu görüyoruz. Post hoc (scheffe) analizi ise söz konusu
160
anlamlılığın dine hiç önem vermeyenlerle dine biraz önem verenler, dine önem verenler
ve dine çok önem verenler arasındadır. Ayrıca dine biraz önem verenlerle dine önem
verenler ve çok önem verenler arasında da farklılıkların anlamlılık seviyesine ulaştığına
görmekteyiz. Tüm grupların aldığı puanların yüksekliği ise işçilerde farklı değişkenler
bağlamında dahi olsa inancın yüksek bir eğilime sahip olduğunu ve dine önem
vermeseler dahi dini inancın bulunduğunu görmekteyiz. Özellikle çeşitli ideolojiler
bağlamında işçilerin düşük bir inanç sergileyecekleri düşünülebilir. Fakat görüldüğü
gibi dinin faklı nedenlerle önem arz etmemesi onların belli esaslara olan inancını ifade
etmelerine engel olmamaktadır. Dindarlığın inanç boyutunun bu dışavurumu kültürel
bir unsurun yansımaları olabileceği gibi bizzat dinin kendi etkisi olma ihtimali özellikle
dine az önem verenlerde gözlenen bir durum olmaktadır.
Tablo 49. Çalışma Yılına Göre İnanç Boyutu (Tek Yönlü ANOVA)
Standart
Çalışma Yılı
N
X
Standart Hata
0–5 Yıl
93
35,3118
1,65489
,17160
6–10 Yıl
97
35,4021
1,39687
,14183
11-+ Yıl
111
34,9459
2,77599
,26349
Toplam
301
35,2060
2,08105
,11995
Sapma
Tek Yönlü ANOVA
Varyansın kaynağı
Gruplar Arası
Gruplar İçi
Toplam
Kareler
Toplamı
12,277
1286,952
1299,229
Sd
2
298
300
Kareler
Ortalaması
6,138
4,319
F
P
1,421
,243
Gruplar
arası anlamlı
fark
Anlamlı fark
yoktur.
Çalışma yılının dini inanca etki edebileceğini farz ederek oluşturduğumuz bu
analiz sonucunda işçiler arasında anlamlılık seviyesine ulaşan bir farklılaşmayla
karşılaşmamaktayız. Çalışma yılına göre üç gruba ayırdığımız işçilerin 0-5 yıl arasında
çalışanlarının aldıkları puanların ortalamasının 35.31 olduğunu görüyoruz. 6-10 yıl
arasında çalışanların inanç ölçeğinden aldıkları puanların ortalamasının ise 35.40
olduğunu görürken 11 ve üzeri yıldır işçilik yapanların aldıkları puanların ortalamasının
ise 34.94’e düştüğünü görmekteyiz. Bu noktada ölçekten alınan puanların ortalamasının
en yükseğini 6 ile 10 yıl arasındaki çalışanlarda görürken ikinci sırada 1 ile 5 yıl
161
arasında çalışanlarda görmekte son olarak ise ölçekten en düşük puan ortalamasının 11
ve üzeri yıldır çalışanlarda görmekteyiz.
Ölçekten alınan ortalama puanların toplamı ise 35.20 düzeyinde olup tüm
grupların bu ortalamanın üzerinde puan aldıklarını söyleyebiliriz. Bu da yaş bağlamında
anlamlı bir farklılık olmamasının ötesinde tüm grupların ortalamanın üzerinde bir puan
almaları onların dini inanç düzeyinin yüksekliğine ve güçlü bir ifade tarzına sahip
olduğunu söyleyebiliriz. Türk toplumunda mevcut olan yüksek inanç oranı bu değişken
bağlamında da kendisini göstermiş ve bu oran işçilerin inanç durumunda çalışma yılının
önemli bir etken olmadığını göstermiştir. Dikkat çeken bir husus ise çalışma yılı arttıkça
puanlar da artmaktadır.
Sonuç olarak ise gruplar arasında farklılıklar gözlense de bu farklılığın tek yönlü
varyans analizine göre (ANOVA) p<05 düzeyinde anlamlı olmadığını görüyoruz.
3.10. Araştırmaya Katılanların İbadetle İlgili Durumları
Dinin ibadet boyutu ile ilgili olarak araştırmamızda kullandığımız ölçek toplam
on beş sorudan oluşmaktadır. Bu sorular da dinin pratik yönleriyle ilgili sorulardan
oluşmakta
ve
işçilerin
dini
uygulamalara
verdikleri
önem
tespit
edilmeye
çalışılmaktadır. Öncelikle genel bir ifadeyle, “1. İnancımın gereği olan ibadetlerimi
yerine getiriyorum”’la başlanmış ve tüm ifadelerde de verilecek olan “her zaman”,
“çoğu zaman”, “bazen”, “hiç” şıkları sunulmuştur. Bağımsız değişkenlerle bu ölçeği
değerlendirdiğimizde, inanç ölçeğinden çok daha farklı sonuçlarla karşılaşmaktayız.
Dindarlığın
değerlendirilmesinde
dinin
farklı
boyutları
göz
önünde
bulundurulmuş ve bu bağlamda genel olarak inanç boyutundan sonra ibadet boyutu
ifade edilmiştir. İbadetler bireysel olabileceği gibi toplumsal da olabilir. Diğer yönden
sadece manevi olarak yapılabileceği gibi davranışlarla da ifade edilebilir. Özellikle
inancın yansıması olarak bakılan ibadetlerin dindarlığın dışa dönük olarakta
yaşanmasını ifade etmektedir.
162
Tablo 50. Cinsiyete Göre İbadetleri Yerine Getirme Durumu (Ki-kare)
Cinsiyet
İnancımın gereği olan ibadetlerimi yerine
getiriyorum
Erkek
Kadın
N
20
5
Hiç
%
7,7
11,9
N
132
25
Bazen
%
51,0
59,5
N
61
11
Çoğu zaman
%
23,6
26,2
N
46
1
Her zaman
%
17,8
2,4
Toplam
N
259
42
Chi-Square X2=6,848 sd=3 p<0.077
Toplam
25
8,3
157
52,2
72
23,9
47
15,6
301
Cinsiyet değişkeniyle bu ifadeyi değerlendirdiğimizde erkeklerin %7,7’si hiç,
%51’i bazen, %23,6’sı çoğu zaman, %17,8’i her zaman şıkkını işaretlerken kadınların
sırasıyla, %11,9’hiç, %59,5’i bazen, %26,2’si çoğu zaman, %2,4’ü her zaman şıkkını
işaretlemiştir. Toplam da bu sonuçlar %8,3, %52,2, %23,9 ve %15,6 şeklindedir. Kikare analizine göre kadınlarla erkekler arasında anlamlı bir farklılığa ulaşılmamıştır
(p<,077). Medeni hal bağımsız değişkeniyle bu soruyu ki-kare analizine göre analiz
ettiğimizde yine anlamlı bir farklılığa ulaşamıyoruz (p<,632). Cinsiyet bağımsız
değişkeninde toplam da ortaya çıkan benzer sonuçlarla karşılaşmaktayız. Öğrenim
durumu bağlamında da yaptığımız analizde anlamlı bir farklılığa rastlamamaktayız
(p<,342). Bu durum mesleki statüsü farklı olan işçiler arasında da devam ederken son
olarak gelir durumuyla
yaptığımız analizde (ki-kare) anlamlı bir
farklılığa
rastlamaktayız. Özellikle kuramsal analizlerimizle de örtüşen bu sonuç bize alt gelir
gurubunda yer alan işçilerin daha az bir ibadet durumu sergilediğini ortaya koyacaktır.
İlk sorumuza alt gelir grubunda olanların %12,5’i hiç, %52,8’si bazen, %19,4’ü çoğu
zaman, %15,3’ü her zaman cevabını verirken, orta gelir grubunda olanların %4,5’i hiç,
%51,6’sı bazen, %28’i çoğu zaman, %15,9’u her zaman cevabını vermiştir. Toplamda
ise %8,3, %52,2, %23,9, %15,6 sonucu çıkmıştır. Ki-kare analizine göre anlamlı
farklılık p<,042’dir. Görüldüğü gibi genel anlamda ibadetleri yerine getirme hususunda
yığılma bazen seçeneğinde olmakta ve bu oran %50’yi her zaman aşmaktadır.
163
Tablo 51. Cinsiyete Göre Namaz Kılma Durumu (Ki-kare)
Cinsiyet
Namazlarımı kılıyorum.
Erkek
Kadın
N
60
15
Hiç
%
23,2
35,7
N
122
18
Bazen
%
47,1
42,9
N
35
7
Çoğu zaman
%
13,5
16,7
N
42
2
Her zaman
%
16,2
4,8
Toplam
N
259
42
2
Chi-Square X =5,925 sd=3 p<0.115
Toplam
75
24,9
140
46,5
42
14,0
44
14,6
301
İkinci olarak “namazlarımı kılıyorum” ifadesine yine hiç, bazen, çoğu zaman ve
her zaman seçeneklerini cevap olarak sunduk. Cinsiyet bağlamında yaptığımız
değerlendirmede ki-kare analizine göre anlamlı bir farklılığa (p<,115) ulaşmamakla
birlikte erkeklerin namaz kılma durumu açısından yüzdelerinin kadınlardan biraz daha
yüksek olduğu ortaya çıkmaktadır. Toplam da ise namaz kılma durumu %24,9 hiç,
%46,5 bazen, %14 çoğu zaman ve % 14,6 her zamandır. Medeni hale göre yaptığımız
ki-kare analizinde ise yine anlamlı bir farklılığa (p<,129) ulaşmamaktayız. Fakat bu
analizde yüzdeler açısından erkeklerin namaza daha fazla eğildikleri ortaya çıkmaktadır.
Öğrenim durumuna göre yaptığımız analizin sonucunda öğrenim durumu arttıkça
namaza düzenli devam edenlerin oranı artmakla birlikte sonuçta ki-kare analizine göre
anlamlı bir faklılığa (p<,636) ulaşmamaktayız. Mesleki statü bağlamında yaptığımız
analizde bize anlamlı bir farklılığın (p<,105) olmadığını göstermekte ve hiç namaz
kılmayanlarla (%30) her zaman namaz kılanların (%17,6) çoğunluk yüzdesini kalifiye
işçilerde görmekteyiz. Gelir bağlamında yaptığımız analizde ise yine alt gelir grubunda
olanların daha az namaz ibadetine devam ettikleri anlaşılmaktadır. Alt gelir grubunda
olanların %31,9’u hiç, %40,3’ü bazen, %13,2’si çoğu zaman, %14,6’sı ise her zaman
namaz kılarken, orta gelir grubunda olanların %18,5’i hiç, %52,2’si bazen, %14,6’sı
çoğu zaman ve yine %14,6’sı her zaman namaz kılmaktadır. Toplamda ise %24,9,
%46,5, %14 ve %14,6 gibi bir namaz kılma oranlarıyla karşılaşmaktayız. Yaptığımız kikare analizine göre ise sonuçlardaki bu farklılıklar anlamlılık seviyesine (p<,048)
ulaşmaktadır.
164
Tablo 52. Cinsiyete Göre Oruç Tutma Durumu (Ki-kare)
Cinsiyet
Mazeretlerim dışında Ramazan
ayında oruç tutuyorum.
Erkek
Kadın
N
29
5
Hiç
%
11,2
11,9
N
55
12
Bazen
%
21,2
28,6
N
49
7
Çoğu zaman
%
18,9
16,7
N
126
18
Her zaman
%
48,6
42,9
Toplam
N
259
42
2
Chi-Square X =1,242 sd=3 p<0.743
Toplam
34
11,3
67
22,3
56
18,6
144
47,8
301
Üçüncü olarak katılımcılara “mazeretlerim dışında Ramazan ayında oruç
tutuyorum” ifadesi sorulmuştur. Cinsiyet bağlamında yaptığımız analizde erkeklerin
%11,2’si hiç, %21,2’si bazen, %18,9’u çoğu zaman ve %48,6’sı ise her zaman oruç
tuttuğunu ifade ederken, kadınların ise %11,9’u hiç, %28,6’sı bazen, %16,7’si çoğu
zaman ve %42,9’u her zaman oruç tutmaktadır. Aslında namaz sorusunda da kadınların
erkeklerden daha az olumlu yüzdeliğe sahip olduğunu görmekteyken burada da yine
kadınlar daha az bir oruç tutma oranına sahip olmaktadır. Aslında bu sonuçlar kadın
dindarlığına dair hipotezlerimizle de uyuşmamaktadır. Oruç ibadetine devam hususunda
kadınlarla erkekler arasında böyle bir farklılık olmakla birlikte bu sonuçlar ki-kare
analizine göre anlamlılık seviyesine ulaşmamaktadır (p<,743). Medeni hale göre
yaptığımız analizde evlilerin %8,6’sı hiç, %21’i bazen, %18,5’i çoğu zaman, %51,9’u
her zaman oruç tutma şıkkını işaretlemelerine karşın, bekârların, %20,6’sı hiç, %26,5’i
bazen, %19,’i çoğu zaman ve %33,8’i her zaman oruç tuttuklarını ifade etmişlerdir. Bu
sonuçlarda ki farklılaşmaların anlamlılık seviyesine ulaştığını (p<012) ve evlilerin oruç
ibadetine daha devamlı olduklarını gözlemlemekteyiz. Öğrenim seviyesine göre
yaptığımız ki-kare analizinde ise yine anlamlı bir farklılığa rastlamamaktayız (p<,212).
Yine mesleki statü bağlamında yapılan ki-kare analizi de farklılaşmaların anlamlılık
seviyesine ulaşmadığını (p<,478) göstermemekle birlikte oruç ibadetini yerine getirme
oranlarının en düşüğüne kalifiye işçilerin sahip olduğu görülmektedir. Gelir durumuna
göre yaptığımız analizde ise yine orta gelir grubunda olanların daha fazla oruç tuttukları
anlaşılmakla birlikte bu farklılaşma ki-kare analizine göre anlamlılık seviyesine
(p<,198) ulaşmamaktadır.
165
Tablo 53. Cinsiyete Göre Zekât Verme Durumu (Ki-kare)
Cinsiyet
Erkek
Kadın
N
53
22
Hiç
%
20,5
52,4
N
49
6
Bazen
%
18,9
14,3
N
40
5
Çoğu zaman
%
15,4
11,9
N
117
9
Her zaman
%
45,2
21,4
Toplam
N
259
42
2
Chi-Square X =20,371sd=3 p<0.000
Maddi gücüme göre
zekâtımı veriyorum.
Toplam
75
24,9
55
18,3
45
15,0
126
41,9
301
Dördüncü olarak ise “maddi gücüme göre zekâtımı veriyorum” ifadesi yer
almakta olup bu ifadeye cinsiyet sürekli değişkeni bağlamında baktığımızda erkeklerin
%20,5’i hiç, %18,9’u bazen, %15,4’ü çoğu zaman ve %45,2’si her zaman vereceğini
söylemektedir. Kadınların ise, %52,4’ü hiç, %14,3’ü bazen, %11,9’u çoğu zaman,
%2,4’ü her zaman zekât verdiğini söylerken bu oranların ortalaması toplamda, %24,9,
%18,3, %15 ve %41,9 şeklindedir. Erkekler kadınlar arasında zekât verme bakımından
ortaya çıkan bu farklılaşmanın ki-kare analizine göre anlamlılık seviyesine ulaştığını
görmekteyiz (p<,000). Bu faklılaşmanın Türk toplumunda bu tip ibadetleri erkeklerin
yerine getireceğine dair taşınılan geleneksel durumla irtibatlandırabiliriz. Geleneksel
olarak toplumsal ibadetlere kadınlara erkeklere göre daha az bir katılım sergilemesinin
yanında bazı ibadetlerin erkek tarafına havale edilmesi de bunun etmeni olarak
görülebilir. Yine medeni hal bakımından baktığımız zaman ise evlilerin %20,2, %17,6,
%15,9 ve 46,4 oranında zekât verme durumuna sahipken bekârlarda bu oranlar %41,2,
%20,6, %11,8 ve %26,5 şeklindedir. Görüldüğü gibi bekârların zekât ibadetine yerine
getirme oranlarının düşük olması evlilerle aralarında ki-kare analizine göre anlamlı bir
farklılaşmanın ortaya çıkmasına neden olmaktadır (p<,002). Bu noktada bazı ibadetlerin
genelde yerine getirilme sıklığı aile olunca artmaktadır. İslam dininin evliliğe teşvik
edici yönünün de bu noktanın göz önünde bulundurulmasından kaynaklanıyor olabilir.
Evliliğin faydalarından birisi de ruhî ve bedenî ibadetlere olan olumlu etkisi olabilir.
Zaten genel puanlamada da evliler daha yüksek bir dindarlık puanlarına sahip
olmaktadırlar. Öğrenim durumuna göre yapılan ki-kare analizinde ise öğrenim
durumuna göre anlamlı bir farklılaşmaya rastlanmamaktadır (p<,786). Fakat dikkate
değer bir hususta öğrenim durumu arttıkça zekât verme oranlarının artmasıdır. İşçilerin
166
mesleki statüsünü değişken olarak aldığımız ki-kare analizinde ise mesleki statünün
zekât vermede farklılaşmalara neden olduğunu ve özellikle düşük zekât verme oranına
sahip olan kalifiye işçilerin dikkat çektiğini söylemeliyiz. Bunun yanında statü arttıkça
zekât verme oranı artarken ortaya çıkan farklılaşma (p<,035) anlamlıdır. İşçilerin gelir
durumunu göz önünde bulundurarak yaptığımız analizde ise yine alt gelir grubunun
daha az zekât verme oranına sahip olduğunu görmekteyiz. Yaptığımız ki-kare
analizinde alt gelir ile orta gelir grubu arasında ortaya çıkan bu farklılaşma anlamlılık
seviyesine ulaşmaktadır (p<,001). Çıkan yüzdeler ise alt gelir grubunda %35,4, %13,9,
%13,9 ve 36,8 iken orta gelir grubunda %15,3, %22,3, %15,9 ve %46,5’tir. Görüldüğü
hiçten her zamana ulaşan bu yüzdelerde ki anlamlı farklılaşma ortaya çıkmaktadır.
Toplamda ise %42’si her zaman zekât verirken, %15,3’ü hiç vermemektedir.
Tablo 54. Cinsiyete Göre Hac İbadeti Durumu (Ki-kare)
Cinsiyet
Erkek
Kadın
N
19
4
Hiç
%
7,3
9,5
N
41
6
Bazen
%
15,8
14,3
N
36
8
Çoğu zaman
%
13,9
19,0
N
163
24
Her zaman
%
62,9
57,1
Toplam
N
259
42
2
Chi-Square X =1,132 sd=3 p<0.769
Maddi gücüm uygun olursa,
hacca gitmeyi düşünürüm.
Toplam
23
7,6
47
15,6
44
14,6
187
62,1
301
Beşinci olarak ise “maddi gücüm uygun olursa, hacca gitmeyi düşünürüm”
ifadesi sorulmuş ve bu düşünceye hiç, bazen, çoğu zaman ve her zaman sahip olanlar
belirlenmeye çalışılmıştır. Değişkenler bağlamında yaptığımız ki-kare analizlerinde
anlamlı farklılaşmalara rastlamadık. Bunda özellikle hac ibadetinin gelenekle
bütünleşmiş bir ibadet olmasının, toplumsal temayüllerin ferdi etkisinin, bireylerin
farklı bir ibadet algılamasının, toplumsal değerlendirmede hac ibadetini yapanlara
yüksek bir saygınlık verilişi gibi toplumsal ve psikolojik ihtiyaçların yanında sadece
dini bir emir telakki etmenin iştiyakının olabileceğini görmekteyiz. Cinsiyet bağlamında
yaptığımız analizde erkeklerin %7,3’ü hiç, %15,8’i bazen, %13,9’u çoğu zaman ve
%62,9’u her zaman demekte, kadınların ise %9,5’i hiç, %14,3’ü bazen, %19,2u çoğu
167
zaman ve % 57,1’i her zaman demektedir. Toplamda ise %7,6 hiç, %15,6 bazen, %14,6
çoğu zaman ve %62,1 her zaman hacca gitmeyi düşündüğünü ifade etmiştir.
Tablo 55. Cinsiyete Göre Kutsal Gün ve Geceleri Değerlendirme Durumu (Ki-kare)
Cinsiyet
Kutsal gün ve gecelerde dua ve ibadet
yapıyorum
Erkek
Kadın
N
27
5
Hiç
%
10,4
11,9
N
88
14
Bazen
%
34,0
33,3
N
44
11
Çoğu zaman
%
17,0
26,2
N
100
12
Her zaman
%
38,6
28,6
Toplam
N
259
42
Chi-Square X2=2,732 sd=3 p<,435
Toplam
32
10,6
102
33,9
55
18,3
112
37,2
301
Altıncı olarak ise “kutsal gün ve gecelerde dua ve ibadet yapıyorum” ifadesi
sorulmuş ve hiç, bazen, çoğu zaman ve her zaman seçenekleri sunulmuştur. Bağımsız
değişkenlerle yaptığımız analizlerde sonuçlarda farklılaşmalar görülmüştür. Cinsiyetler
ekseninde yaptığımız değerlendirmede erkeklerin %10,4’ü hiç, %34’ü bazen, %17’si
çoğu zaman, %38,6’sı ise her zaman, kadınların ise, %11,9’u hiç, %33,3’ü bazen,
%26,2’si çoğu zaman, %28,6’sı her zaman seçeneğini belirterek kutsal gün ve gecelerde
dua ve ibadete yöneliş durumlarını ifade etmişlerdir. Toplamda ise kutsal gün ve
gecelerde ibadet durumuna %10,6 hiç, % 33,9 bazen, %18,3 çoğu zaman, %37,2 ise her
zaman seçenekleriyle yanıt vermiştir. Ki-kare analizine göre anlamlı bir farklılaşmayı
yansıtmayan bu sonuçlar (p<,435) genel anlamda kandil geceleri, cuma geceleri,
ramazan geceleri ile ilgili kadınların ve erkeklerin dua ve ibadet eğilimlerini
yansıtmaktadır. Bilindiği gibi özellikle Türk toplumunda kandil geceleri çok önem
verilen gecelerdir. Bu geceler çeşitli yayınlar farklı bir atmosferde geçirilir. Bunun
işçilerde de akis bulduğuna şahit olmaktayız. Medeni hal değişkeni ile yaptığımız
analizde ise anlamlı bir farklılaşmaya rastlamamakla birlikte (p<,207) yine evlilerin
bekârlara oranla kutsal gün ve gecelere daha fazla önem verdiğini görmekteyiz.
Öğrenim durumunu göz önünde bulundurduğumuzda ise yine anlamlı bir farklılığa
rastlamamaktayız. Ortaokul ve lise mezunları kutsal gecelere daha fazla önem veriyor
gözüküyor, üniversite mezunları ise nispeten onlara yaklaşıyorken okur-yazar ve ilkokul
mezunları daha az önem veriyor gözükmektedir. Mesleki statü bağımsız değişkeninde
168
ise ki-kare analizine göre anlamlı farklılaşmaya rastlamaktayız (p<,023). Düz işçilerin
%8,2’si hiç, %38,2’si bazen, %10,9’u çoğu zaman, %42,7’si ise her zaman kutsal
gecelere önem verirken bu oranlar kalifiye işçilerde, %17,6, %29,7, %26,4, %26,4’tür.
Ustalar da bu oran %5,1, %34,6, %19,2, %41 iken ustabaşılarda ise %13,6, %27,3,
%18,2, %40,9 şeklindedir. Görüldüğü gibi kalifiye işçilerde yine diğerlerinden daha az
oranlara rastlamaktayız. Usta ve ustabaşılarda ise diğerlerine göre nispeten yüksek
oranları görmekteyiz. Gelir durumu bağlamında yaptığımız ki-kare analizi de işçilerin
bu durumunu daha da aydınlatacaktır. Ki-kare analizinde anlamlı bir farklılaşmanın
olduğu görülmekte ve orta gelir seviyesinde olanların kutsal gün ve gecelerde dua ve
ibadet etme oranı da daha yüksek çıkmaktadır. Alt gelir grubunda %13,9 hiç, %36,8
bazen, %13,2 çoğu zaman, % 36,1 her zaman derken bu oranlar orta gelir grubunda
%7,6, %31,2, %22,9, %38,2 şeklindedir. Ölçeğin diğer sorularının analizinde de
görüldüğü gibi orta gelir grubunda olanların ibadetlerle ilgili durumlardan daha yüksek
sonuçlar aldığı ortaya çıkmaktadır.
Tablo 56. Cinsiyete Göre Nafile İbadet Durumu (Ki-kare)
Cinsiyet
Farz ibadetlerim dışında da
ibadet ediyorum.
Erkek
Kadın
N
97
27
Hiç
%
37,5
64,3
N
100
12
Bazen
%
38,6
28,6
N
35
2
Çoğu zaman
%
13,5
4,8
N
27
1
Her zaman
%
10,4
2,4
Toplam
N
259
42
Chi-Square X2=12,061 sd=3 p<0.007
Toplam
124
41,2
112
37,2
37
12,3
28
9,3
301
Yedinci olarak “farz ibadetlerim dışında da ibadet ediyorum” ifadesi
sorulmuştur. İbadetlerin yapılışında hüküm açısından farklılıkların göz önünde
bulundurulduğu muhakkaktır. İslam dinine mensup olan insanlar, öncelikle farz olan
yani din tarafından kesin olarak yapılması istenen ibadetleri yapmakta ve fırsat
buldukça veya dindarlığının derinliğine ve etkinliğine göre diğer ibadetlere de
yönelmektedirler. Bu noktada katılımcılar, farz ibadetlerin dışında diğer ibadetlere de
yöneliyorlar mı bunu gözlemlemek için yaptığımız analizde erkeklerin %37,5’i hiç,
%38,6’sı bazen, %13,5’i çoğu zaman, %10,4’ü ise her zaman derken bu oranlar
169
kadınlarda %64,3, %28,6, %4,8 ve %2,4 şeklindedir. Toplamda ise %41,2 hiç, %37,2
bazen, %12,3 çoğu zaman, %9,3 ize her zaman sonucu çıkmıştır. Bu sonuçlar da ortaya
çıkan farklılaşmanın ki-kare analizine göre anlamlı bir seviyeye ulaştığını görmekteyiz
(p<,007). Evlilerde ise durum yine bekârlardan yüksek çıkmakta, yalnız bu faklılaşma
anlamlılık seviyesine ulaşmamaktadır. Öğrenim durumuna göre de anlamlı bir
farklılaşma ortaya çıkmazken üniversite mezunları bu ibadetlere yönelik davranışlarında
daha belirgin durumdadırlar. Kalifiye işçiler ise bu ibadetlere daha az devamlıyken,
ustalar daha fazla devamlı görünmekte ve fakat bu farklılaşmalar anlamlı bir seviyeye
ulaşmamaktadırlar. Gelir durumuna göre yaptığımız ki-kare analizi anlamlı bir farklılığı
göstermekte (p<,043) ve yine orta gelir grubundakiler farz ibadetlerin dışındaki
ibadetlere daha devamlı görünmektedirler.
Tablo 57. Cinsiyete Göre Dinsel Yayınları İzleme Durumu (Ki-kare)
Cinsiyet
Erkek
Kadın
N
42
10
Hiç
%
16,2
23,8
N
136
26
Bazen
%
52,5
61,9
N
33
5
Çoğu zaman
%
12,7
11,9
N
48
1
Her zaman
%
18,5
2,4
Toplam
N
259
42
2
Chi-Square X =7,611 sd=3 p<,055
Televizyonda yayınlanan dinsel
programları seyrediyorum
Toplam
52
17,3
162
53,8
38
12,6
49
16,3
301
Sekizinci olarak “televizyonda yayınlanan dinsel programları seyrediyorum”
ifadesi sorulmuştur. Erkeklerin %16,2’si hiç, %52,5’i bazen, %12,7’si çoğu zaman,
%18,5’i ise her zaman derken, kadınların ise, %23,8’i hiç, %61,9’u bazen, %11,9’u
çoğu zaman, %2,4’ü her zaman cevabını vermiştir. Toplamda ise %17,3 hiç, %53,8
bazen, %12,6 çoğu zaman, %16,3 ise her zaman demektedir. Kadınlarla erkekler
arasındaki bu farklılaşma ki-kare analizine göre anlamlı bir seviyeye ulaşmakta
(p<,055) ve sonuçta çoğunlukla erkeklerin bu programları izlediği görülmektedir.
Medeni hale göre yaptığımız ki-kare analizine göre de anlamlı bir farklılaşma ortaya
çıkmaktadır (p<,004). Evlilerin bekârlara nazaran daha fazla dinsel yayınları izlediği
ortaya çıkmaktadır. Evlilerin %13,3’ü hiç dinsel yayınları izlemezken bu oran
bekârlarda %31’e çıkmaktadır. Yoğunlaşmaya baktığımızda ise ortalama %54’le dinsel
170
yayınların izlendiğini görmekteyiz. İşçilerin öğrenim durumuna, mesleki statüsüne ve
gelir durumuna baktığımızda ise ki-kare analizine göre gruplar arasında anlamlı bir
farklılaşma görmemekteyiz.
İşçilerin dinsel yayınlara olan ilgisi düşük olmakla birlikte genel anlamda bu
durumun yayınların formatlarından da kaynaklandığını ifade edebiliriz. Günümüzde
kaliteli ve ilgi çekici yayınlarla sunulan dini programların izlenme seviyesi yükselirken,
klasik olarak anlatım yapan dinî programlar tercih edilmemektedir. İşçilerin bu noktada
çalışma hayatının yorgunluğunu atma vasıtaları olan televizyonları daha çok eğlence
temelli izlediklerini birebir görüşmelerimizden edindiğimiz bilgilere dayanarak
söyleyebiliriz.
Tablo 58. Cinsiyete Göre Dinsel Yayınları Okuma Durumu (Ki-kare)
Cinsiyet
Erkek
Kadın
N
92
30
Hiç
%
35,5
71,4
N
105
8
Bazen
%
40,5
19,0
N
31
2
Çoğu zaman
%
12,0
4,8
N
31
2
Her zaman
%
12,0
4,8
Toplam
N
259
42
2
Chi-Square X =19,368 sd=3 p<,000
Dinsel yayınlar okuyorum.
Toplam
122
40,5
113
37,5
33
11,0
33
11,0
301
Dokuzuncu olarak “dinsel yayınlar okuyorum” ifadesi sorulmuştur. Erkeklerin
%35,5’i hiç, %40,5’i bazen, %12’si çoğu zaman ve %12’si her zaman cevabını
verirken, kadınların %71,4’ü hiç, %19’u bazen, %4,8’i ise çoğu zaman ve çoğu zaman
cevabını vermişlerdir. Toplamda ise işçilerin %40’ı hiç dinsel yayınları okumazken
%37’si bazen ve %11’er de çoğu zaman ve her zaman demektedir. Görüldüğü gibi
erkeklerin kadınlara göre daha fazla dinsel yayınları okumaktadır. Gruplar arasındaki bu
farklılaşma ki-kare analizine göre anlamlı bir farklılaşmayı ortaya çıkarmaktadır
(p<,000). Medeni hale ve mesleki statüye göre ise anlamlı bir farklılaşma
görülmemektedir. Öğrenim durumuna göre yapılan ki-kare analizine göre anlamlı
farklılaşmalar ortaya çıkmaktadır (p<,027). Buna göre en yüksek okuma oranı
üniversite mezunlarında görülmektedir. Son olarak gelir durumuna göre dini yayınları
okuma oranlarına baktığımızda ise yine orta gelir grubunda olanların daha fazla yayın
171
okuma oranına sahip olduğunu görüyoruz. Hiç okumayanların oranı alt gelir grubunda
%50 olurken, diğerinde %31’lerde kalmaktadır. Gruplar arasındaki bu farklılaşma kikare analizine göre anlamlı bir farklılaşmaya ulaşmaktadır (p<,010).
Tablo 59. Cinsiyete Göre Cenaze Merasimlerine Katılma Durumu (Ki-kare)
Cinsiyet
Cenaze merasimlerine katılıyorum.
Erkek
Kadın
N
13
2
Hiç
%
5,0
4,8
N
83
16
Bazen
%
32,0
38,1
N
78
18
Çoğu zaman
%
30,1
42,9
N
85
6
Her zaman
%
32,8
14,3
Toplam
N
259
42
2
Chi-Square X =6,352 sd=3 p<0.096
Toplam
15
5,0
99
32,9
96
31,9
91
30,2
301
Onuncu olarak “cenaze merasimlerine katılıyorum” olup bu ifadeye erkeklerin
%5’hariç genellikle gidildiği şeklinde görüş alınırken kadınların ise genel olarak
erkeklerle aynı oranlarda cenazelere katıldığı anlaşılmaktadır. Diğer değişkenler
bağlamında da sonuçları ki-kare analizine göre değerlendirdiğimizde anlamlı
farklılaşmalara rastlamamaktayız. Sadece gelir durumuna göre ortaya çıkan sonuçlarda
orta gelir grubunda olanların cenazelere daha fazla katılım oranına sahip oldukları
ortaya çıkmakta bu da anlamlı bir farklılaşmayı ortaya koymaktadır (p<,030).
Tablo 60. Cinsiyete Göre Mevlit, Hatim Gibi Dinsel Programlara Katılma Durumu (Kikare)
Cinsiyet
Mevlit, hatim gibi dinsel programlara
katılıyorum.
Erkek
N
42
Hiç
%
16,2
N
125
Bazen
%
48,3
N
42
Çoğu zaman
%
16,2
N
50
Her zaman
%
19,3
Toplam
N
259
2
Chi-Square X =9,428 sd=3 p<0.024
Kadın
2
4,8
20
47,6
14
33,3
6
14,3
42
Toplam
44
14,6
145
48,2
56
18,6
56
18,6
301
172
On birinci olarak “mevlit, hatim gibi dinsel programlara katılıyorum” ifadesine
erkeklerin %16’sı hiç, %48,3’ü bazen, %16’sı çoğu zaman, %19’u ise her zaman
derken, kadınların %5’i hiç, %47,5’i bazen, %33,3’ü çoğu zaman, %14,3’ü ise her
zaman cevabını vermiştir. Genel olarak bu tip dini programlara katılımın olduğunu fakat
erkeklerde ki katılım oranının kadınlara göre daha yüksek olduğunu ifade edebiliriz. Bu
farklılaşma ise ki-kare analizine göre anlamlı bir seviyeye ulaşmaktadır (p<,024). Diğer
bağımsız değişkenlerimize göre yaptığımız ki-kare analizlerinde ise anlamlı
farklılaşmalara rastlamamaktayız.
Tablo 61. Cinsiyete Göre Kur’an-ı Kerim Okuma Durumu (Ki-kare)
Cinsiyet
Erkek
Kadın
N
152
29
Hiç
%
58,7
69,0
N
59
9
Bazen
%
22,8
21,4
N
21
2
Çoğu zaman
%
8,1
4,8
N
27
2
Her zaman
%
10,4
4,8
Toplam
N
259
42
2
Chi-Square X =2,407 sd=3 p<0.492
Kur’an-ı Kerim okuyorum.
Toplam
181
60,1
68
22,6
23
7,6
29
9,6
301
On ikinci olarak “Kuranı Kerim okuyorum” ifadesine erkeklerin %59’u hiç,
%23’ü bazen, %8’i çoğu zaman ve %10’u her zaman derken, kadınların %70’i hiç,
%21’i bazen, %4,8’er de çoğu zaman ve her zaman demiştir. Toplam da ise %60 hiç,
%22,7 bazen, %7,6 çoğu zaman ve %9,6 her zaman yanıtı verilmiştir. Bu sonuçlardan
Kuranı Kerim okuma oranının herhangi bir farklılaşma olmaksızın ne kadar düşük
olduğunu görmekteyiz. Medeni hali evli olanları bekârlara göre daha az bir sayıyla
Kuranı Kerim okudukları görülmekte ve bu da ki-kare analizine göre anlamlı
farklılaşmayı göstermektedir (p<,044). Diğer değişkenleri göz önünde bulundurarak
yaptığımız ki-kare analizlerinde ise anlamlı farklılaşmalara rastlamamaktayız. Kuranı
Kerim okuma oranının düşük olmasında ki en büyük etken alfabe sorunu olarak
gözükmekte ve bu alfabenin öğrenilmesi belli bir süreç içinde zamana yaymak suretiyle
gerçekleştiği için işçilerin yeterli vakit ayıramaması gözükmektedir. Diğer yönden
okuyanların ise çocukluklarında bunu özellikle kurslardan öğrendikleri görülmektedir.
Aslında bu neden olayın istek boyutuna değinmemizi gerektirmektedir. Çalışma
173
saatlerinin belli bir standardı olduğu örneklemimizde Kuranı Kerim okuma oranının
düşük olması önem meselesinden de kaynaklanmaktadır. Özellikle günümüzde maddi
bakışa açısının kapsayıcı bir durumda olması manevi durumlara karşı bir isteksizlik
doğurmakta ve bunun sonucu da davranışlara yansımaktadır. Öte yandan Kuranı
Kerim’in normatif yönlerinin insanların algılamalarında ki etkin değişime olan teşviki
nedeniyle geri duruşlarda durumu ifade edecek güçtedir.
Tablo 62. Cinsiyete Göre Dua Etme Durumu (Ki-kare)
Cinsiyet
Erkek
Kadın
N
7
1
Hiç
%
2,7
2,4
N
45
7
Bazen
%
17,4
16,7
N
62
8
Çoğu zaman
%
23,9
19,0
N
145
26
Her zaman
%
56,0
61,9
Toplam
N
259
42
2
Chi-Square X =,619 sd=3 p<0.892
Dua ediyorum.
Toplam
8
2,7
52
17,3
70
23,3
171
56,8
301
On üçüncü ifademiz ise “dua ediyorum”’dur. İşçilerin büyük çoğunluğu bu
ibadeti hayatında önemli görerek yerine getirmekte ve bu konuda herhangi bir
farklılaşma görülmemektedir. Erkeklerin %2,7’si hiç, %17,4’ü bazen, %23,9’u çoğu
zaman ve %56’sı her zaman derken kadınların ise %2,4’ü hiç, %16,7’si bazen, %19’u
çoğu zaman ve %61,9’u her zaman demektedir. Görüldüğü gibi işçilerin % 57’si her
zaman dua ettiklerini ifade etmekte ve sadece %2,7’si hiç dua etmediğini belirtmektedir.
Diğer değişkenleri göz önünde bulundurarak yaptığımız ki-kare analizinde ise gruplar
arasında bir farklılaşmayı sadece öğrenim durumu bağlamında görmekteyiz. İlkokul
mezunlarında diğer öğrenim gruplarına nazaran gözlenen düşük dua etme eğilimi kikare analizine göre anlamlı farklılaşma ortaya çıkarmaktadır (p<,000). Gelir durumunu
göz önünde bulundurduğumuzda ise yine orta gelir grubunda olanların alt gelir grubuna
nazaran daha az dua etme eğilimi sergilediği görülmektedir.
Dua, özellikle insani ihtiyaçların ve ifade tarzının önemli bir yönünü
oluşturmakta iletişimsel olarak kendisini farklı bağlamlara bağlamak ve dünyanın
enginliğinde varlığını geliştirmek saikiyle başvurulan bir ritüel olarak yaygınlık
bakımından en güçlü olma konumundadır. Günümüz toplumlarında özellikle
174
teknolojinin verdiği burukluğu aşmak isteyen dindarların veya her yaştan insanın
başvurduğu temel buluşma noktasında ki varlık olgunlaşmasını ifade etmekte ve bunun
yansımaları
aynı
yöne
el
açan
insanların
bakış
açılarında
ve
toplumsal
konumlanışlarında etkin olarak gözükmektedir. Dua’nın birleştirici gücü aynı noktaya el
açan insanları kardeşliğinde okunabilmektedir.
Tablo 63. Cinsiyete Göre Kurban İbadeti Durumu (Ki-kare)
Cinsiyet
İmkânım olduğunda kurban
kesiyorum.
Erkek
Kadın
N
41
22
Hiç
%
15,8
52,4
N
54
11
Bazen
%
20,8
26,2
N
45
3
Çoğu zaman
%
17,4
7,1
N
119
6
Her zaman
%
45,9
14,3
Toplam
N
259
42
Chi-Square X2=34,641 sd=3 p<,000
Toplam
63
20,9
65
21,6
48
15,9
125
41,5
301
Ön dördüncü ifademiz “imkânım olduğunda kurban kesiyorum”’dur. Erkeklerin
%15,8’i hiç, %20,8’i bazen, %17,4’ü çoğu zaman ve %45,9’u her zaman cevabını
verirken kadınların ise %52,4’ü hiç, %26,2’si bazen, %7,1’i çoğu zaman ve %14,3’ü
her zaman kurban kestiğini ifade etmektedir. İşçilerin genelini göz önünde
bulundurduğumuzda ise %21 hiç, %21,5 bazen, %16 çoğu zaman ve %41,5 ise her
zaman cevabını vermektedir. Görüldüğü gibi genel olarak %80’nin üzerinde bir oranla
kurban ibadeti yerine getirilmektedir. Kurban ibadeti toplumun tüm kesimlerinde
olduğu gibi işçiler nazarında da önemi takdir edilen bir ibadet olarak yerine getirilmekte
ve toplumsal yardımlaşma ve kaynaşmanın temellerinde yer alan bayramlar vasıtasıyla
bu ibadetler ifa edilmektedir. Katılım oranının bu yüksekliğinde bu ibadetlerin
geleneksel kültürle olan kaynaşması da büyük önem arz etmektedir. Ayrıca erkeklerin
kadınlara nazaran kurban kesen oranında anlamlı bir farklılaşmayla ön plana
çıkmasında özellikle toplumsal olarak farz edilen bu ibadetlerin ailenin erkeğine
bırakılması olgusunun ön planda oldu ve diğer toplumsal yönü ağır basan ibadetlerde de
erkeklerin çok daha ön planda olduğu görülmektedir. Medeni hali göz önünde
bulundurarak kurban kesme oranlarına baktığımızda evlilerin büyük farkla kurban kesen
oranında bekârlardan daha fazla çıkmaktadır. Bunda genel olarak ailesinin yanında
yaşayan bekârların aile büyüklerinin bu ibadeti yerine getirmesiyle kendisini bundan
175
azade sayması etken olmaktadır. Dolayısıyla yaptığımız ki-kare analizinde farklılaşma
p<,000 düzeyinde anlamlılığa ulaşmaktadır. Öğrenim durumunun kurban kesmede
anlamlı bir farklılaşmaya yol açıp açmadığına baktığımızda ise ki-kare analizine göre bu
görülmemektedir. İşçilerin mesleki statülerini göz önünde bulundurduğumuzda ise yine
kalifiye işçilerde kurban kesenler az çıkmaktadır. En fazla kurban ibadetini yerine
getirenler ise ustabaşılar olarak gözükmektedir. Gruplar arasındaki bu farklılaşmalar ise
ki-kare analizine göre anlamlı bir seviyededir (p<,019). Gelir durumunun kurban
kesmedeki etkisine baktığımızda ise orta gelir grubunda olanların kurban kesme de daha
fazla olduğu görünmektedir. Yine alt gelir grubu bu ibadete daha az katılmaktadır. Bu
farklılaşma ise ki-kare analizine göre anlamlı bir seviyeye ulaşmaktadır.
Tablo 64. Cinsiyete Göre İbadetleri Yapmak İçin Camiye Gitme Durumu (Ki-kare)
İbadetlerimi Yapmak İçin Camiye
giderim.
N
Hiç
%
N
Bazen
%
N
Çoğu zaman
%
N
Her zaman
%
Toplam
Cinsiyet
Erkek
Kadın
55
33
21,2
78,6
151
9
58,3
21,4
28
0
10,
,0
25
0
9,7
N
259
Chi-Square X2=58,475 sd=3 p<0.000
Toplam
88
29,2
160
53,2
28
9,3
25
,0
8,3
42
301
On beşinci ifademiz ise “ibadetlerimi yapmak için camiye giderim”’dir. Bu
ifadeye erkeklerin %21,2’si hiç, %58,3’ü bazen, %10,8’i çoğu zaman, %9,7’si ise her
zaman cevabını verirken, kadınların ise %78,6’sı hiç, %21,4’ü ise bazen cevabını
vermektedir. Genellikle camiye giden kadın işçiye rastlamadığımız araştırmamızda
bunu iş hayatı kaynaklı olarak değerlendirilmemizin yanında kadınların cami ile ilgili
toplumsal davranışlarında da aramaktayız. Kadınların camiye gidişinin genel olarak
özel dini gün ve gecelere hasredildiği toplumumuzda bunun yansımalarını işçi
kadınlarda da görmekteyiz. Ayrıca camiye gitmek için belli bir zamana ihtiyaç
duyulması, iş hayatının ve diğer görevlerin sorumlulukları kendisini saran kadınlar için
işin daha da zorlaşmasına sebep olduğunu söyleyebiliriz. Bunun ötesinde özel günlerde
kadınlara yönelik yer ayrılması ve toplu olarak kadınların ibadethaneye gitmesi daha da
kolaylaşmaktadır. Bireysel olarak camiye gitmektense özellikle kadınlar için arkadaş ve
176
komşularla camiye gitmek daha da kolaylaşmaktadır. Ayrıca bizim toplumumuzda
kadınların vakit namazlarına gitmesi alışılan bir durum olarak görülmemektedir.
Aslında sanki bu durum kadınların dini olarak yetişme tarzlarında var olarak
gözükmektedir. Araştırmamızın sonucunda yaptığımız ki-kare analizinde kadınlarla
erkekler arasında ki farklılaşmanın anlamlılık seviyesine ulaştığını görmekteyiz
(p<,000). İşçilerin evli olanları da genellikle diğer ibadetlerde olduğu gibi bekârlara
nazaran daha fazla camiye gitmekte olduklarını ifade ederken genellikle camiye gitme
oranları %10’ların altına düşmektedir. Yine de evlilerle bekârlar arasındaki camiye
gitme oranlarındaki farklılaşma ki-kare analizine göre anlamlı seviyededir (p<,003).
Öğrenim durumuna göre camiye gitme oranlarına baktığımızda ise anlamlı bir
farklılaşmaya rastlamamakla birlikte fakülte ve yüksekokul mezunlarının camiye devam
edenlerinin diğerlerinden yüksek oranlara sahip olduğunu görmekteyiz. Mesleki statüye
göre ise camiye gitme oranlarına baktığımızda yine ki-kare analizine göre anlamlı bir
farklılaşmaya rastlamamakla birlikte usta ve ustabaşıların diğerlerine oranla camiye
daha devamlı oldukları gözükmektedir. Son olarak gelir durumuna baktığımızda alt
gelir grubunda olanların %40’ı hiç camiye gitmezken bu oran orta gelir grubunda
%19’a düşmektedir. Görüldüğü gibi iki gelir grubu arasında camiye devam hususunda
büyük farklılık gözlenmekte ve bu farklılıkta ki-kare analizine göre anlamlı seviyeye
ulaşmaktadır (p<,000). Diğer ibadetlerde olduğu gibi camiye gitme konusunda da alt
gelir grubunun ilgisiz kalması işçilerin dine dair ilgisiz durumunu yansıtan genel görüşe
yakın olduğu ifade edilmelidir. Fakat yine de orta gelir grubunun durumu ve oranları da
bu görüşü doğrulamamakla birlikte alt gelir grubunun oranları Batı ülkelerinde ki
işçilerin dini davranışlarıyla ilgili oranlarında yüksek çıkmaktadır. Günay’ın
Almanya’da yapılan araştırmada naklettiği veriler, işçilerin dini pratiklere en az ilgi
duyan grup olduğunu göstermekte ve oranlar ortalama %19’larda seyretmektedir
(Günay, 1987, 36). Genel olarak ibadet oranlarına baktığımızda katılımcıların dini
pratiklere olan ilgisi %19’ların çok çok üzerinde seyretmektedir.
Tablo 65. Cinsiyete Göre Dindarlığın İbadet Boyutunun Analizi (t-testi)
Dini Yaşayışın İbadet Boyutunun Cinsiyete Göre Analizi (t-testi)
İbadet
Hayatı
Cinsiyet
n
x
ss
Erkek
259
38,4672
10,17111
Kadın
42
32,9286
9,22984
sd
t
p
299
3,314
,001
177
Yukarıda ölçekte sunulan ifadeler bağlamında yaptığımız değerlendirmelerden
sonra genel olarak ölçekten alınan ibadet puanlarının çeşitli bağımsız değişkenler
bağlamında değerlendirebiliriz. İlk olarak cinsiyet bağlamında yaptığımız analizde
erkeklerin dinin ibadet boyutundan 38,46 puan aldıkları, kadınların ise 32,92 puan
aldıkları görülmektedir. Erkeklerin kadınlara göre daha fazla puan aldıkları görülmekte
ve bu farklılaşma istatiksel olarak anlamlılık seviyesine ulaşmaktadır.
Cinsiyet değişkeninin insanların dindarlığının farklılaşmasında temel bir etmen
olarak yer aldığı araştırmamızda cinsiyet temelinde kadın ve erkek dindarlığından
kuramsal olarak söz etmemekle birlikte işçilerin cinsiyet bağlamında dindarlıklarının
farklılaşacağını ifade edebiliriz. Bilindiği gibi erkeklerin ve kadınların toplumsal
konumlarının farklılaşması ve ifa ettikleri rollerin hemcins ve karşı cins bağlamında
farklı değişkenlere binaen değişik durumlarda kendisini göstermesi dindarlığın
boyutlarında farklı sonuçlara ulaşmamızı sağlamaktadır. Bu noktada örneğin kadının
sosyal statüsünün dindarlığına etkisi farklı şekillerde kendisini gösterirken bu durum
erkeklerde daha farklı bir durum arz etmektedir. Kadın ve erkek dindarlığının dinin
farklı boyutlarına göre değiştiği ve faklılaşmaların kadının Psiko-sosyal durumundan
ciddi bir biçimde etkilendiği hususunda görüşler olmakla birlikte özellikle MüslümanTürk toplumunun kendi içsel yapısı da duruma farklı bakmamızı gerekli kılmaktadır.
Dinin anlaşılma biçiminde geleneksel yapımızın erkeksi bir yön sergilemesi dindarlığın
da hangi bağlamlarda, nasıl anlaşılacağına etki etmekle birlikte kadınların bu geleneksel
bağlamda anlaşılan dindarlık yapısına göre bir din anlayışına adapte edilmiş olması
önemlidir. Diğer yönden modernleşmeyle birlikte dindarlıkta yaşanan kırılmaların
etkisini öncelikle kadınlarda görmekte ve böylece değişen toplumsal rollerin kadın ve
erkek dindarlığını da ciddi bir biçimde etkilemektedir. Her insanın biyolojik olarak
taşıdığı dini eğilimlerin toplumsal alandaki yansımaları da bazen klikleşme seviyesinde
dahi hissedilmekte ve belli tipolojik dindarlıklara rastlanmakla birlikte karşılıklı dinsel
algılamalar dindarlığı farklı boyutlara çekebilmektedir. Sonuçta farklı metodolojik bakış
açılarıyla cinsiyet bağlamında dindarlıklar farklılaşmakta ve bu araştırmamızda dinin
belirlediğimiz boyutlarından kadınlar daha az puan almaktadırlar. Yapıcı da yayınladığı
bir makalesinde, kadın dindarlığının erkeklere nazaran daha az olduğu yönünde ki
araştırma sonuçlarının olduğuna değinmekte ama kendi yaptığı çalışmada ve diğer bazı
çalışmalarda anlamlı farklılaşmanın olmadığına değinmektedir (Yapıcı, 2008, 21–22).
Bu noktada kadınların erkeklere nazaran seküler akımlara daha meyyal olduğu ve bunun
178
da ortaya çıkan değişim ve dönüşümlere bağlı olarak erkek ve kadın dindarlığı
oranlarını etkilediğini ifade etmeliyiz.
Şahin ise meslek sahibi kadınların dini pratik ve inançlara ilgisinin azaldığına
dikkat çekmekte işbölümünün de kadınları daha dindar hale getirmediğini, onları dindar
bıraktığını ama buna karşın erkeklerin dindarlık eğilimlerini azaltmıştır öngörüsünde
bulunmaktadır (Şahin, 2006,329,334). Bu noktada Çelik’te yaptığı araştırmada meslek
ve gelir durumunun geleneksel anlayışın yanında bazı dinsel inanç ve uygulamalarda
sorgulamalara yol açtığını ve kadın dindarlığında algılamaların farklılaştığını
vurgulamaktadır (Çelik, 2006, 99). Kayıklık ise yaş değişkenine göre dinsel eğilimleri
araştırdığı eserinde kadınların erkeklere nazaran daha dindar olduğuna dair bulguları
destekler mahiyette ulaştığı sonucu ifade etmektedir. Bu sonuçlar kadınların genel
dinsel yaşayış puanlarının daha yüksek olduğunu göstermektedir (Kayıklık, 2003, 146,
158). Bu araştırmalarda görülen o ki kadınların ve erkeklerin dindarlığı farklı
değişkenlerden etkilenmekle birlikte dindarlık kıstaslarına ve uygulanan ortama göre de
farklılaşmalar ortaya çıkmaktadır. Bireysel, toplumsal ve çevresel faktörlerin dindarlığı
etkilediği görülmekte ve sonuçta kadınların veya erkeklerin daha dindar olduğuna dair
sonuçlar ortaya çıkmaktadır.
Sonuç olarak araştırmamızda kadınların aldıkları puanların az çıkmasında
çalışma hayatının kadınlar üzerindeki etkisini ifade edebiliriz. Özellikle fabrika
işçiliğinin kadınlar üzerindeki etkisinin ağır olduğu ve dini yaşam için gerekli zaman ve
çabayı yeteri kadar sağlayamadığı görülmekte, kent yaşamının geçim derdine
dönüştürdüğü hayatları dinsel yaşamdan uzaklaştırdığını ve ayrıca modern yaşamın
hayatı sekülerleştirme yönünün kadınlarda daha fazla hissedildiğini görmekteyiz.
Tablo 66. Medeni Hale Göre Dindarlığın İbadet Boyutunun Analizi (t-testi)
Dini Yaşayışın İbadet Boyutunun Medeni Hale Göre Analizi (t-testi)
Medeni
n
x
ss
Evli
233
38,7597
9,89134
Bekâr
68
34,0441
10,52564
İbadet
Hal
Durumu
sd
t
p
299
3,409
,001
Medeni hale göre ibadet durumunu değerlendirdiğimizde evli olanların aldıkları
ibadet puanlarının toplamının ortalamasının 38,75 olduğu bekârların ise 34,04 puan
179
aldıkları görülmektedir. Ayrıntılı olarak ifadelerin analizinde de değerlendirdiğimizde
de gördüğümüz gibi bekârların dini pratiklere ilgisinin az olduğunu görmekteyiz.
Bekârların gençliğin verdiği bir davranış tarzına sahip olmasının yanında bireysel
eğilimler yönünden de evlilerden farklılaşmakta olup, görüş ve beklentileri daha çok
görünenlerle ilgili olmakta ve bu da seküler eğilimlerin daha baskın olarak hayatlarında
yer etmesine neden olmaktadır. Dinsel açıdan gençlerin dini pratiklere olan ilgisiyle
evlilerin durumu t-testi analizine göre anlamlı bir şekilde farklılaşmaktadır. Aile olmak
toplumun temel unsuru olmanın ötesinde kişinin bireysel ve toplumsal hayatının
düzenlenmesinde de önemli bir etken olmakta ve sağlıklı bir aile yapısı dini açıdan da
kendisini ifade edebilen ve inancını daha sağlam temellere göre düzenleyebilen insanlar
olmak
açısından
çok
önemlidir.
Bilindiği
dindarlığın
farklı
değişkenlerden
etkilenmesinde sağlıklı bir aile de önemli bir yer işgal etmekte ve bu noktada evli veya
bekâr olmanın dini yaşamın farklı boyutlarında kendisini gösterdiği ifade edilmektedir.
Bu noktada gençlerin ergenlik sonucu ortaya çıkan kimlik ve arayış süreçlerinden
etkilenerek farklı dindarlık algılamaları veya geleneksel algılamalara dair protest
duruşlar sergilemeleri olağan durumlardandır. Bu noktada gençlerin daha dışa dönük ve
biraz daha serbest bakış açılarının yanında modern hayata karşı daha eğilimli olmaları
da dini pratiklerde ki azlığa neden olabilir. Sonuçta evli kişiler kendilerine aktarılan ve
çocuklarına aktarmak durumunda oldukları değerleri önemin, daha iyi kavrayıp
yaşarken bekârlarda değerlerin önemini bu derecede görmek her zaman mümkün
olmamaktadır.
Tablo 67. Gelir Durumuna Göre Dindarlığın İbadet Boyutunun Analizi (t-testi)
Dini Yaşayışın İbadet Boyutunun Gelir Durumuna Göre Analizi (t-testi)
İbadet
durumu
Gelir
n
x
ss
Alt
144
36,3264
10,98431
Orta
155
38,9032
9,35295
sd
t
p
297
-2,189
,029
İşçilerin gelir durumuna göre ibadet puanlarına baktığımızda yine anlamlı
düzeyde bir farklılaşmaya rastlamaktayız. İşçilerimizi alt gelir ve orta gelir grubu olarak
iki kısımda görmekteyiz. İbadetlere devam bakımından alınan puanlara baktığımızda alt
gelir grubunda olanlar 36,32, orta gelir grubunda olanlar ise 38,90 puan almışlardır.
180
Görüldüğü gibi orta gelir grubunda olanlar daha yüksek bir ibadet puanıyla alt gelir
grubundan t-testi analizine göre farklılaşması anlamlılık seviyesine ulaşmaktadır.
Dindarlığın diğer değişkenlerde olduğu gibi sosyo-ekonomik düzeye göre de
farklılaşmakta ve genel olarak dinsel yaşayış üst gelir gurubuna doğru daha da
azalmaktadır. Araştırmamızda iki temel grup bulunmakta olduğundan dolayı bunlar
bağlamında değerlendirme yapacağız. Öncelikle kuramsal bağlamda tartıştığımız gibi
dinin sosyo ekonomik hayatla olan değişken ilişkileri değişik bakış açılarına göre
değerlendirilmekte ve genel anlamda bu bakış açıları bu iki duruma biçilen toplumsal
konuma göre değişkenlik arz etmektedir. Her ne şekilde olursa olsun din farklı
toplumsal statüde olan insanların hayatını etkilemekte veya bu insanların hayatlarında
çıkış noktasını oluşturmaktadır. Bu noktada aslında dinin ekonomik hayatla ilişkisini
insanların kendileri belirlemekte ve bu noktada kendilerine değer biçmektedirler.
Onay’ın verdiği bilgiye göre, çeşitli ülkelerde yapılan araştırmalarda tespit
edilmiştir ki; dinsel faaliyetlerle en fazla ilgilenenler ekonomik durum itibariyle “orta”
gelir düzeyine mensup olanlardır (Onay, 2004, 115). Alt gelir düzeyinde olanlar ise
daha çok dinin duygu boyutuyla ilgilenmekte olup yapılan analizlerde kendi
durumlarını din aracılığıyla meşrulaştırdıkları ifade edilmektedir (Kirman, 2005, 177).
Görüldüğü gibi kişilerin toplumsal statüleri onların dini davranışlar hususunda
farklılıklar sergilemelerine neden olmasının yanında farklı boyutlarda değişik inanç
durumları da ortaya çıkarmalarını sağlamaktadır. Bu noktada Batı’da yapılan
çalışmalarda işçiler alt gelir düzeyinde dine en az ilgi duyan ve dini pratikleri en az
sergileyenler olarak görünürken ülkemizde durum farklılaşmaktadır. Özellikle ideolojik
farklılaşmanın yanında yerel olarak Avrupa işçilerinden farklılaşmaları doğal olarak
görünmektedir. Öncelikle Türk işçilerinin proleterya bilinciyle dine yaklaşımlarının
genel olmadığını ve bu noktada geleneksel duruşlarının Türk toplumuyla kaynaşmış
olduğunu ifade etmeliyiz. Vatter’in bu konudaki değerlendirmesi şu şekildedir, “ son
yüz yıldır çok sayıda Ortadoğulu sanayi işçisi sendika kurup greve katılmış olmasına
rağmen, Marks’ın sosyalizmin ön şartı olarak gördüğü devrimci işçi sınıfı siyaseti
içinde yer almış işçi sayısı pek azdır. Yine tipik bir özellik de işçilerin sınıf kimliğini
milli veya dini kimlik içine hapsetmeleri, böylelikle sınıflar arası ilişkilerde
“çatışmadan” ziyade “uyumu” doğal ve arzu edilir görmeleridir. Sınıf bilinci olmazsa
olmaz türünden bir unsur olarak ortay çıkmamaktadır (Vatter, 1998, 76). Türkiye’de
yapılan araştırmaların bazılarında gelir düzeyi arttıkça dine olan ilginin azaldığı
görülmekte, bazılarında ise sosyo-ekonomik durumla dindarlık arasında anlamlı bir
181
farklılaşma bulunmamaktadır (Yapıcı, 2007, 252). Diğer açıdan gelir durumu dışında
diğer değişkenlerinde dindarlık üzerinde etkide bulunarak farklılaşmaya neden
olduğunu görmekteyiz. Bu değişkenler genel olarak değerlendirildiğinde durum
farklılaşmaktadır. Yapıcı ise çalışmasında en dindar olanların “orta” gelir düzeyinde
olduğunu belirlemekte ve ilişkinin eğrisel olduğunu ifade etmektedir. Ayrıca dindarlığın
bazı boyutlarında anlamlı farklılıkların ortaya çıktığını ifade ederek genelleştirme
yapmanın doğru olmadığını ifade etmektedir (Yapıcı, 2007, 252-253).
Tablo 68. Yaşa Göre Dindarlığın İbadet Boyutunun Analizi (t-testi)
Dini Yaşayışın İbadet Boyutunun Yaşa Göre Analizi (t-testi)
Yas
İbadet
Durumu
15–35
Yaş
36 ve +
Yaş
Dindarlığın
n
x
ss
195
38,0051
10,56765
106
37,1226
9,54858
ibadet
boyutundan
sd
t
p
299
,715
,475
yaş değişkenine göre alınan puanlara
baktığımızda 15-35 yaş arasındaki işçilerin 38,00 puan, 36 ve üzeri yaştakilerin ise
37,12 puan aldıkları görülmektedir. Yaş bağımsız değişkeniyle yaptığımız analizlerde
yaşın farklılaşmaya neden olan bir değişken olarak karşımıza çıkmadığını görüyoruz.
Bu
noktada
yapılan
t-testi
analizi
sonucunda
anlamlı
bir
farklılaşmaya
rastlamamaktayız. Bu durum, yani gençlerin daha dindar eğilim sergilemeleri
geleneksel görüşe ters düşmektedir. Yapıcı’nın yaptığı çalışmada da buna benzer durum
ortaya çıkmaktadır (Yapıcı, 2007, 256–257). Fakat Kayıklık’ın yaptığı çalışmada ise
tersi bir durum ortaya çıkmakta yani, yaş ilerledikçe dine eğilim artmaktadır (Kayıklık,
2003, 139,149).Yapılan çalışmalarda genelde yaş ilerledikçe dindarlığın davranışa
dönüşme ihtimalinin yükseldiği görülmekte veya yaş ilerledikçe dine dönüşün artacağı
vurgulanmaktadır. Fakat işçileri incelediğimiz bu çalışmada sonucun farklı çıkmasında
farklı değişkenlerin etkisi olabileceği gibi örneklem grubumuzun tercihinin bu yönde
ortaya çıkması olarak ta değerlendirilebilir.
182
Tablo 69. Mesleki Statüye Göre Dindarlığın İbadet Boyutunun Analizi (t-testi)
Dini Yaşayışın İbadet Boyutunun Mesleki Statüye Göre Analizi (t-testi)
İbadet
Durumu
Mesleki Statü
n
x
ss
Düz, Kalifiye İşçi
198
37,1010 10,84594
Usta, Ustabaşı
103
38,8350
8,80853
sd
t
p
299
-1,400
,163
Mesleki statünün dinsel yaşayışta anlamlı farklılaşmaya yol açmadığını
gördüğümüz tablomuzda düz işçilerin ve kalifiye işçilerin 37,10, usta ve ustabaşıların
ise 38,83 puan aldıkları görülmektedir. Genel olarak ifadelerde de gördüğümüz gibi
dinsel yaşayış açısından en uzak olanlar kalifiye işçiler olarak gözükmekte daha sonra
düz işçiler ve diğerleri gelmektedir. Bu analizimizde de farklılaşma anlamlılık
seviyesine ulaşmamakla birlikte usta ve ustabaşıların daha fazla puan almaları genel
eğilimi yansıtmaktadır. Özellikle işçilerin dine karşı uzak durumda olduklarına dair
görüşler bunu alt gelir grubunda değerlendirmekte ve bu da kendini orta gelir grubunda
değerlendiren ustalar için dini açıdan farklılaşmayı beraberinde getirmektedir. Kısmen
gelir problemini halleden ve belli bir statüde rahat nefes alan ustaların biraz daha dini
pratiklere eğilimli oldukları anlaşılmaktadır.
Tablo 70. Öğrenim Durumuna Göre Dindarlığın İbadet Boyutunun Analizi (t-testi)
Dini Yaşayışın İbadet Boyutunun Öğrenim Durumuna Göre Analizi (t-testi)
İbadet
Durumu
Öğrenim Durumu
n
x
ss
Okur-Yazar Değil, OkurYazar, İlköğretim
Lise ve Dengi Okul,
Fakülte veya Yüksekokul
177
37,1921
10,39544
sd
t
299 -1,019
124
38,4113
p
,309
9,94457
Öğrenim durumu değişkeni ile dini pratiklere katılma durumuna baktığımız da
gruplar arasında anlamlı seviyeye ulaşan bir farklılaşmaya rastlamamaktayız. Öğrenim
durumuna göre lise öğrenimine kadar olanlarla lise ve sonrası öğrenim görenleri
değerlendirdiğimizde yaklaşık bir puanlık farklılaşmayla karşılaşmaktayız. Okur-yazar
olmayan, olan ve ilkokul, ortaokul seviyesinde eğitim görenlerin aldıkları puan 37,19
olarak, lise ve dengi okulla fakülte veya yüksekokul öğrenimi görenlerin aldıkları puan
38,41 olarak gözükmektedir. Sonuçlar farklılaşmanın t-testi analizine göre anlamlılık
183
seviyesine ulaşmamakla birlikte öğrenim durumu arttıkça dindarlığın ibadet boyutuna
devamlılığın arttığı gözlenmektedir. Genel görüşlerin aksine araştırma evrenimizde
öğrenim durumunun dini yaşayışa olumlu katkısının gözlenmesi işçilerin yapısı ile ilgili
olsa gerektir. Özellikle işçi kesiminde eğitimin dini anlayışa önemli katkısının olacağını
düşünmekteyiz. Eğitimsizlik işçilerin anlayış ve davranışlarında ciddi problemlerin
ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Eğitimin görüş ve düşünceleri daha doğru ve
düzgün değerlendirmelerine katkı sağlayacağı ve dolayısıyla farklı görüş ve düşüncelere
karşı daha eleştirel bir tavır takınacakları düşünülmektedir. Aksiyonun daha fazla
gözlendiği iş hayatında farklı ideolojilerin geleneksel hayatın yanında dini düşünce ve
yaşayışa olan olumsuz tavrı işçiler üzerinde ciddi bir biçimde etkin olabilmekte ama
okuyan, kendini geliştiren ve farklı ideolojileri değerlendirebilen işçilerde durum
değişmektedir.
Bu
bağlamda
dinin
neliği
ve
mahiyeti
hususunda
bilgileri
değerlendirmede eğitimin önemli olduğu düşünülebilir. Sonuçta ise genel olarak
baktığımızda işçilerin dini hayat hususunda olumlu bir tavır geliştirdikleri ve Türk
toplumu bağlamında dini yaşayışa dair davranışlara devam ettikleri görülmektedir.
Tablo 71. Çalışma Yılına Göre Dindarlığın İbadet Boyutu (Tek Yönlü ANOVA)
Çalışma Süresi
İbadet
Boyutu
1.0–5 Yıl
2.6–10 Yıl
3.11-+ Yıl
Toplam
Tek Yönlü ANOVA
Varyansın
kaynağı
İbadet
Gruplar
Boyutu Gruplar İçi
Toplam
N
X
93
97
111
301
37,8387
37,9897
37,3153
37,6944
Kareler
Toplamı
26,346
31265,53
31291,88
Kareler
Ortalaması
2
13,173
298
104,918
300
Sd
Standart
Sapma
10,95772
10,46472
9,39340
10,21304
F
,126
P
,882
Standart
Hata
1,13626
1,06253
,89158
,58867
Fark
Anlamlı
farklılaşma
yoktur.
İşçilerin çalışma yılına göre ibadet puanlarına baktığımızda tek yönlü varyans
analizine (ANOVA) göre gruplar arasında anlamlı bir farklılığın olmadığını
görmekteyiz (p<,882). Çalışma yılında 5. yılını dolduranlar 37.83 puan, 10. yılını
dolduranlar 37.98 puan, 11. yıl ve üzeri çalışanlar 37.31 puan almışlardır. Görüldüğü
gibi ibadetlere devam hususunda alınan puanlar çalışma yılına göre çok az
farklılaşmaktadır.
184
Tablo 72. İşkoluna Göre Dindarlığın İbadet Boyutu (Tek Yönlü ANOVA)
İş Kolu
N
X
Standart
Sapma
10,39640
9,76742
10,55696
13,31666
8,18116
10,73614
11,81807
10,21304
Standart
Hata
1,03448
1,40981
1,43662
7,68838
1,20625
1,60045
5,90903
,58867
1.Gıda
101
38,9307
2.Tekstil
48
38,7917
3.Makine-imalat
54
36,1481
İbadet
4.Plastik
3
25,6667
Boyutu
5.Yapı-İnşaat
46
35,0435
6.Mobilya
45
39,3111
7.Matbaa-Basım
4
35,5000
Toplam
301
37,6944
Tek Yönlü ANOVA
Varyansın
Kareler
Kareler
Sd
F
P
Fark
kaynağı
Toplamı
Ortalaması
İbadet
4 ile
Gruplar Arası
1235,410
6
205,902
2,014 ,064
Boyutu
diğerleri
Gruplar İçi
30056,470
294
102,233
arasında
Toplam
31291,880
300
Farklı işkollarında çalışan işçilerin ibadetlerle ilgili kullandığımız ölçekten
aldıkları puanlar tek yönlü varyans analizine (ANOVA) göre anlamlı bir şekilde
farklılaşmamaktadır. Ölçeğimizden gıda sektöründe çalışan işçiler 38.93, tekstil
sektöründe çalışan işçiler 38.79, makine ve imalat sektöründe çalışan işçiler 36.14,
plastik sektöründe çalışan işçiler 25.66, yapı ve inşaat sektöründe çalışan işçiler 35.04,
mobilya sektöründe çalışan işçiler 39.31, matbaa ve basım sektöründe çalışan işçiler ise
35.50 puan almışlardır. Mobilya sektöründe çalışan işçilerin aldığı 39.31’lik puanın en
yüksek puan olduğunu, buna karşın plastik sektöründe çalışan işçilerin ise 25.66 puanla
en düşük puana sahip oldukları görülmektedir. Plastik ve matbaa sektöründe çalışan
işçilerin sayısının azlığı örneklemi temsil edecek düzeye ulaşmamakla birlikte diğer
sektörlerin kendi aralarında ki farklılaşmaya baktığımızda, post hoc (scheffe) analizine
göre, gruplar arasında anlamlı farklılaşmalar görülmemekte ve farklılaşmanın
kaynağının
hep
plastik
sektörleri
ile
diğer
sektörler
arasında
gerçekleştiği
görülmektedir. Sonuçta işkollarının farklı olmasının işçilerin ibadetlerine anlamlı bir
seviyeye ulaşacak biçimde etki etmediğini söyleyebiliriz.
185
Tablo 73. Öznel Kimlik Algısına Göre Dindarlığın İbadet Boyutu (Tek Yönlü
ANOVA)
Kimlik Algısı
Türk
Müslüman
Müslüman-Türk
İnsan
Toplam
Tek Yönlü ANOVA
İbadet
Boyutu
Varyansın kaynağı
İbadet
Boyutu
Gruplar arası
Gruplar içi
Toplam
N
X
12
54
181
54
301
34,3333
41,7037
38,5138
31,6852
37,6944
Kareler
Toplamı
3075,091
28216,790
31291,880
Sd
3
297
300
Standart
Sapma
10,23660
10,60728
9,25359
10,35925
10,21304
Standart
Hata
2,95505
1,44347
,68781
1,40972
,58867
Kareler
F
P
Ortalaması
1025,030 10,789 ,000
95,006
Araştırmamıza katılan işçilerin kimlik algısı noktasında farklılaştığını ve genel
tercihlerini Müslüman-Türk şıkkından yana kullandıklarını gördük. Bu analizimizde ise
kimlik tercihinde bulunan işçilerin ibadetlerden aldıkları puanların ne olduğu ve diğer
tercihte
bulunanlarla
farklılaşıp
farklılaşmadıklarını
bulmaktır.
Genel
olarak
baktığımızda öznel kimlik tercihini Türk olarak ifade eden katılımcıların aldıkları puan
34.33, Müslüman olarak ifade edenlerin aldıkları puan 41.70, Müslüman-Türk olarak
ifade edenlerin aldıkları puan 38.51 ve kendisini insan olarak ifade edenlerin aldıkları
puan da 31.68 olarak görünmektedir. Puanların sırasıyla Müslüman, Müslüman-Türk,
Türk ve insan kimlik algısına göre olduğu görülmektedir. Müslüman ve insan kimlik
algısına sahip olan insanların ibadet puanlarına baktığımızda arada on puanlık bir
farklılaşma görülmekte ve bu da tek yönlü varyans analizine (ANOVA) göre anlamlı bir
seviyeye ulaşmaktadır. Bu anlamlı seviyeye ulaşan farklılaşmanın hangi gruplar
arasında olduğunu görmek için post hoc (scheffe) analizine baktığımızda öznel kimlik
algısı insan olanla diğer gruplar arasında olduğunu görmekteyiz. Yalnız öznel kimlik
algısını insan olarak ifade edenlerle Türk olarak ifade edenler arasında ki farklılaşma
anlamlı bir seviyeye ulaşmamaktadır. Görüldüğü gibi öznel kimlik algısı dindarlığın
boyutlarında farklılaşma da etken olabilmektedir. Bu noktada işçilerimiz öznel kimlik
algılarında dindarlıklarını da göz önünde bulundurmakta ve aidiyet algılamalarında dine
bu şekilde yer vermektedir. Özellikle kendisini milli ve dini kavramlarla ifade etmek
istemeyenlerin davranışlarında bu algılamaların etki ettiğini ve kendilerini bu
kavramlarla kimliklendirmedikleri görülmektedir. Kendisine dini aidiyetine göre kimlik
atfeden insanların ise dini yaşam bakımından bu aidiyetini görünür kılma eğilimi
186
taşıdıkları ve öncelikle bunu ifade edecek bir dindarlık sergiledikleri ifade edilebilir.
Tablo 74. Öznel Dindarlık Algısına Göre Dindarlığın İbadet Boyutun (Tek Yönlü
ANOVA)
Hiç dindar değil
N
22
X
24,6364
Standart
Sapma
6,29849
Standart
Hata
1,34284
İbadet
Biraz dindar
108
33,1389
9,18395
,88373
Boyutu
Dindar
142
41,9718
7,97420
,66918
Çok dindar
29
43,6207
10,10450
1,87636
Toplam
301
37,6944
10,21304
,58867
Dindarlık Algısı
Tek Yönlü ANOVA
Varyansın
kaynağı
İbadet
Gruplar Arası
Boyutu
Gruplar İçi
Toplam
Kareler
Toplamı
9609,158
3
Kareler
Ortalaması
3203,053
21682,722
297
73,006
31291,880
300
Sd
F
P
43,874
,000
Öznel dindarlık algısına göre yaptığımız analizde kendisini hiç dindar değil
şeklinde nitelendirenlerin aldıkları ibadet puanları 24.63, biraz dindar şeklinde
nitelendirenlerin 33.13, dindar şeklinde nitelendirenlerin 41.97 ve çok dindar şeklinde
nitelendirenlerin ise 43.62 olarak görülmektedir.
Görüldüğü gibi öznel dindarlık algısı daha dindar olmaya doğru gittikçe ibadet
puanları da doğru orantılı olarak artmaktadır. Bu noktada kendisini daha dindar
görenlerin daha fazla ibadetlere yöneldiklerine dair sonuçlar aldıkları puanlardan da
ortaya çıkıyor denilebilir. Zaten kişilerin dindarlık algılamalarına dinin yaşamsal
boyutunun ciddi bir biçimde etki ettiği ve yaşanılan hayatın kendisi algılamaları bir
şekilde biçimlendirdiği ve sonuçta algılamalarla insanın kendisini belli bir düzlemde
ifade ettiği anlaşılmakta ama onunda ötesinde olayın idealize edilmiş biçimlerinin ne
kadar gerçekliği yansıttığı veya kişilerin bu noktada kendilerini ne kadar
denetleyebildiği de önem arz eder görülmektedir.
Bu noktada toplumsal hayatın kendisi belli bir ifade tarzında insanları
toparlayabilmekte ve yaşanılan ortam o şekilde bir ifade tarzına insanları
zorlayabilmektedir.
Özellikle
şahsiyetlerin
profesyonel
alanlara
bölünebildiği
günümüzde yaşanılan hayatların ifadesinde idealize edilmiş alanlara yaklaşmaya
187
çalışmak veya kişi açısından kendisini orada görmek ironik bir duruş olarak
anlaşılmakta ve bizleri gerçek sonuçlara ulaşmaktan alıkoymaktadır. Kişilerin
ideallerini ortamlarına göre gerçekler olarak sunmaya kalkışmaları bir problem olarak
gözükürken bunu din alanında ise gayri ciddi bir dindarlık sunumuna yol açtığı aslında
kişinin kendisi tarafından bile anlaşılmaktadır. Bunun yanında yaşanılan hayatı din
konusu ortaya atılınca gayet savunmacı bir yaklaşımla “uyarsa da uymasa da uyar”
şeklinde sunmak cehalet olarak görülebilir. Bu anlamda dini ibadetlerin anlaşılma ve
yaşanma biçiminin bireysel ve toplumsal farklılaşmalardan ciddi bir biçimde
etkilendiğini ve özellikle yaşanılan hayatın dini bir kılıfla sunulabilme becerisinin de
dindarlıklarda farklılaşmalara yol açabildiğini ifade edebiliriz.
Çok farklı biçimlerde farklı bilgi ve yaşam verilerine sahip olan insanların
kendilerini nasıl gördükleri ve nasıl bir dindarlık sergiledikleri her zaman için
kendilerini bağlamakla birlikte genel bir aynileşmeye de yol açabildiğini ve ortak bir
dindarlık tarzını yansıttığını söyleyebiliriz. Bu noktada en büyük problemlerden birisi
olan gösterişçi dindarlığın olumsuz etkilerinin dini anlayış ve yaşamda daralmalara yol
açan etkisidir. Bu olumsuzlukların doğru bilgilenmeyle aşılabileceği bilinmekle birlikte
aslında daha önemli olan toplumsal katılımı zorunlu olan insanoğlunun bireysel
özellikleriyle anlamlı bir şahsiyet olarak kendisini toplumunda ifade edebilmesidir.
Aslında öznel dindarlık algısının etkilendiği temel özne kişinin bu şahsiyet verileridir.
Bu ve benzeri problemlerin etkilediği araştırmamızda şunu da göz önünde
bulundurmaktayız ki kişilerin ideallerine olan düşkünlüğü veya kendisini biran için
orada görme eğilimi sonuçları etkileyebilir. Ama sonuçta ulaştığımız puanların
algılamalarla gerçeklik arasında doğrusal bir sonuç ortaya koymasıdır. Toplam da
ibadetlerle ilgili ifadelerden oluşan ölçeğimizden alınan 37.69 puana ortalama aynı
uzaklıkta bulunan hiç dindar değil ,biraz dindar ve dindar, çok dindar gruplarının
arasındaki farklılaşmanın tek yönlü varyans (ANOVA) analizine göre anlamlı bir
seviyeye ulaştığı görülmekte ve bu farklılaşmanın hangi gruplar arasında gerçekleştiğini
bize gösteren post hoc (scheffe) analizine baktığımızda ise farklılaşma dindar ve çok
dindar gruplarının arası hariç tüm gruplar arasında ortaya çıkmaktadır.
Buna göre hiç dindar olmayanlarla diğer gruplar arasında, biraz dindar olanlarla
diğer gruplar arasında, dindar olanlarla hiç dindar değil ve biraz dindar arasında ve son
olarak çok dindarla hiç dindar değil ve biraz dindar arasında anlamlı seviyeye ulaşan
farklılaşma görülmektedir. Görüldüğü gibi ibadetlere devam hususunda kendisini dindar
olarak görenler de daha bir eğilimli olmalarına karşın kendisini dindar görmeyenler ise
188
daha az ibadetlere devam etmektedirler.
Tablo 75. Dine Önem Verme Düşüncesine Göre Dindarlığın İbadet Boyutu (Tek Yönlü
ANOVA)
Standart
Standart
Sapma
Hata
29,7500
14,93039
7,46520
24
23,1250
5,79589
1,18308
Önemli
54
34,3333
8,00000
1,08866
Çok önemli
219
40,2648
9,34915
,63176
Toplam
301
37,6944
10,21304
,58867
Din önem düşüncesi
İbadet
Boyutu
N
X
Hiç önemli değil
4
Biraz önemli
Tek Yönlü ANOVA
Varyansın
İbadet
Boyutu
kaynağı
Gruplar arası
Gruplar içi
Toplam
Kareler
Toplamı
7403,866
23888,014
31291,880
Sd
3
297
300
Kareler
Ortalaması
2467,955
80,431
F
P
30,684
,000
Dine önem verme düşüncesinin ibadet puanlarında farklılaşmaya yol açtığını
görmekteyiz. Öznel dindarlık algısında olduğu gibi dine önem verme düşüncesinde de
dine önem verme arttıkça ibadet puanlarında da artış görülmektedir. Yalnız bu durum
hiç önemli değil ve biraz önemli diyenlerde farklılaşmaktadır. Dini biraz önemli
görenlerin aldıkları puan hiç önemli görmeyenlere göre yaklaşık altı puan düşmektedir.
Alınan puanlara baktığımızda dini hiç önemli görmeyenler 29.75, biraz önemli görenler
23.12, önemli görenler 34.33 ve çok önemli görenler ise 40.26 puan almışlardır.
Görüldüğü gibi din önem düşüncesi ibadet puanlarında ki farklılaşmaları yansıtmakta ve
gruplar arasındaki bu farklılaşmalar tek yönlü varyans analizine (ANOVA) göre anlamlı
bir seviyeye ulaşmaktadır. Farklılaşmanın hangi gruplar arasında olduğunu gösteren
post hoc (scheffe) analizine baktığımızda ise dini hiç önemli görmeyenlerle çok önemli
görenler arasında, biraz önemli görenlerle önemli ve çok önemli görenler arasında,
önemli görenlerle biraz önemli ve çok önemli görenler arasında, çok önemli görenlerle
diğer gruplar arasında anlamlı farklılaşmaları görmekteyiz. Bu farklılaşmalardan ötürü
dini önemli görmekle ibadet puanları arasındaki ilişkiyi çözümlerken grupların temsil
edilme oranlarına da bakmaktayız. Aslında hiç önemli değil diyen üç kişinin pek temsil
189
yeteneği olmamakla birlikte özellikle biraz önemli diyenlerin yirmi dört kişilik bir
temsille ibadet ölçeğinden düşük puan alması aslında dine bakış açısının ibadetlere
devam durumuna etki ettiğini göstermektedir. Aslında dine önem vermenin farklı
bağlamlardan etkilendiğini görmekteyiz. Özellikle kişilerin sosyal ortamlarının bunda
etkin olduğunu görmekteyiz. Örneğin insanların toplumsal hayatın temellerinde bir harç
olarak gördükleri dini önemli görme eğilimlerinin ibadetlere ne kadar yansıyacağı önem
arz etmektedir. Bunun dışında da farklı kültler içerisinde dini önemli görme eğiliminin
yansımaları ibadet açısından da farklılaşacaktır. Süreç, toplumsal hayatta ortak algılama
farklılıklarının dine biçilen önemli konumlarında kendisinden ziyade size aitmiş gibi bir
durum ortaya çıkarmakta dolayısıyla farklı şekillere koşulan din yorulmakta ve hayatın
çözüm yollarında gerçek mecrasından uzaklaştırılarak kullanılmaktadır. Bu durum
teolojik ve sosyolojik açıdan farklı değerlendirilse de önemli olan dine önem verme
derecesinin bu gibi bakışlardan etkilendiği ve dolayısıyla dinsel olanın bu önem verme
biçimine göre farklılaştırılarak içselleştirildiği veya içselleştirilmeden kullanıldığı
görülmekte sonuçta bu da ibadet boyutundaki farklılaşmaların bizzat kendisinde ortaya
çıkmaktadır.
Tablo 76. Dinî Bilgi Yeterlilik Bağlamında Dinsel Yayınları Okuma Durumu
(Ki-kare)
Dinsel yayınlar
okuyorum
N
%
N
Bazen
%
N
Çoğu zaman
%
N
Her zaman
%
Toplam
N
Hiç
Dini Bilgi Yeterlilik
Toplam
Evet,
Kısmen Yeterli
Dini bilgi
yeterli
yeterli
değil
almak gereksiz
21
32
66
3
122
35,6
29,6
50,8
75,0
40,5
18
50
44
1
113
30,5
46,3
33,8
25,0
37,5
9
16
8
0
33
15,3
14,8
6,2
,0
11,0
11
10
12
0
33
18,6
9,3
9,2
,0
11,0
59
108
130
4
301
2
Chi-Square X = 21,568 sd=9 p<,010
Araştırmamızda işçilerin dinsel yayınları okuma durumu ile dini bilgi yeterlilik
durumları arasında anlamlı bir ilişki olup olmadığını da tespit etmek için ki-kare
analizine başvurduk. Ki-kare analizine göre dinsel yayınları okuma durumu ile dinî bilgi
yeterlilik seviyesi arasında anlamlı bir ilişki ortaya çıkmakta ve genel olarak dini bilgi
190
yeterlilik seviyesi arttıkça dini yayınları okuma oranı da artmaktadır. Fakat her
halükarda dinsel yayınları okumanın yeteri kadar olmadığını görmekteyiz. İşçilerin
toplamda %40,5’i dini yayınlar okumazken %37,5’i bazen, %11 çoğu zaman ve %11’de
her zaman okumaktadır. Dini bilgisini yeterli görenlerin %35,6’sı hiç kitap okumazken
%30,5’i bazen, %15,3’ü çoğu zaman, %18,6’sı ise her zaman kitap okumaktadır. Belli
bir saat ve zaman belirtmediğimiz bu ifademizde genel bir anlamı kastetmekteyiz. Dini
bilgisini biraz yeterli görenlerde ise bu oranlar %29,6, %46,3, %14,8, %9,3 şeklinde
görünürken diğer gruplarda okuma oranları daha da azalmaktadır. Sonuçlar işçilerimizin
okuma oranlarının çalışma hayatının da etkisiyle az olduğunu göstermektedir. Aslında
onun da ötesinde okumanın genel olarak bir kültür olduğunu ve insanların istekleri
tarafından perçinlendiğini ve bunun insanın yetiştirilmesinde kazanılan bir alışkanlık
olarak geleceğe yansıdığını düşünürsek okumanın neden çok düşük seviyelerde
olduğunu anlarız. Bunun yanında sebeplerden birisi olarak ta okuma işi genelde belirli
karşılıklara denk gelecek şekilde yapılmaktadır. İnsanımız mesleği ve ilgi alanına göre
kendisini geliştirmek veya belli alanlarda yetiştirmek için okurken dini bilginin karşılığı
genel olarak hayata yansımamakta veya bu bilgiyi farklı biçimlerde elde etme yoluna
gitmektedir. Bu noktada referanslar da dini bilginin okumayla elde edilmesinde
azalmaya neden olduğunu görmekteyiz.
Tablo 77. Dini Bilgi Yeterliliğine Göre Kur’an-ı Kerim Okuma Durumu (Ki-kare)
Kur’an-ı Kerim
okuyorum.
Hiç
Bazen
Çoğu
zaman
Her zaman
Toplam
N
%
N
%
N
%
N
%
N
Dini Bilgi Yeterlilik
Evet,
Kısmen
Yeterli
Dini bilgi
yeterli
yeterli
değil
almak gereksiz
34
59
85
3
57,6
54,6
65,4
75,0
12
28
27
1
20,3
25,9
20,8
25,0
7
9
7
0
11,9
8,3
5,4
,0
6
12
11
0
10,2
11,1
8,5
,0
59
108
130
4
2
Chi-Square X = 5,664 sd=9 p<,773
Toplam
181
60,1
68
22,6
23
7,6
29
9,6
301
Tablo 77’ye göre ise dini bilgi yeterlilik bağlamında Kuranı Kerim okuma
oranlarına baktığımızda ise anlamlı bir farklılaşmayla karşılaşmamaktayız. Çünkü tüm
gruplarda Kuranı Kerim okuma oranı çok düşük seviyelerde seyretmektedir. Ortalama
191
%60 oranında hiç Kuranı Kerim okumadığını ifade eden işçilerin dini bilgisini yeterli
görenlerde ise bu oranın %58’ varması düşündürücüdür. Bilindiği gibi İslam dininin
temel kaynağı olan Kuranı Kerimden bu kadar uzak olmanın dini bilgi ve ibadet
bakımından eksiklik yaratacağı ortadadır. Ayrıca dini bilgisini kısmen yeterli görenlerin
ise okuma oranlarının yeterli görenlere göre biraz daha yüksek olarak ortaya çıkmasıdır.
Sonuçta toplumsal alanda da mevcut olan Kuranı Kerim okuma oranının azlığı
işçilerimizde de ortaya çıkmaktadır.
3.11. Araştırmaya Katılanların Dinin Etkisini Hissetme Durumları
Katılımcıların dinin etkisini hissetme durumlarını ölçtüğümüz son ölçekte
toplam on dokuz soru sorulmuş ve bunların iki tanesi geçerli ölçümü sağlamadığı için
değerlendirmeye alınmamıştır. Dinin etkisini hissetme ölçeği işçi dindarlığını ölçmeye
yönelik olarak kullandığımız üçüncü ölçektir. Dinin etki boyutunu ölçmeyi amaçlayan
bu ölçeğin işçi dindarlığında ortaya çıkacak olan farklılaşmalara ışık tutacağını ve
işçilerin dinin etkisini hissetme düzeylerini farklı değişkenler bağlamında bize
göstereceğini belirtmeliyiz.
Tablo 78. Cinsiyete Göre Dinin Etkisini Hissetme Durumu (t-testi)
Dini Tutum ve Kanaatlerin Cinsiyete Göre Analizi (t-testi)
Cinsiyet
n
x
ss
sd
Dinin Etkisini
Erkek
259
52,2162
10,87061
Hissetme
Kadın
42
51,2143
10,04511
299
t
,560
p
,576
Tabloya göre cinsiyeti erkek olanların dinin etkisini hissetme bakımından
ortalama 52.21 puan alarak ortalamanın üzerine çıktıkları görülmektedir. Kadınların ise
bu ölçekten ortalama 51.21 puan alarak yine ortalamanın hemen üzerinde oldukları
görülmektedir. bu rakamlar erkeklerin dinin etkisini daha fazla hissettiğini ortaya
koymaktadır. Fakat t-testi analizine göre iki cinsiyet arasındaki bu farklılık anlamlılık
seviyesine ulaşmamaktadır. Yapıcı’nın üniversite öğrencilerine uyguladığı aynı ölçeğin
t-testi analizinde kızların erkeklere göre anlamlılık seviyesine ulaşan bir farklılıkla daha
dindar bir görünüm sergiledikleri görülmektedir (Yapıcı, 2007, 178-179; Kayıklık,
2003, 202-203). Kadın dindarlığı meselesinde de değindiğimiz gibi araştırmalarda
benzer
veya
farklı
sonuçlar
ortaya çıkmaktadır.
Araştırmaların
sonuçlarının
192
farklılaşmasının birçok değişkenden etkilendiği varsayılmakta ve bu bağlamda iş
hayatında aktif olan kadınların da dindarlık açısından daha düşük bir nokta da
olabileceği görülmektedir. Fakat bizim araştırmamızda genel olarak anlamlılık
seviyesine ulaşmayan farklılaşmalarla karşılaşmaktayız.
Tablo 79, Medeni Hale Göre Dinin Etkisini Hissetme Durumu (t-testi)
Dini Tutum ve Kanaatlerin Medeni Hale Göre Analizi (t-testi)
Dinin Etkisini
Hissetme
Medeni
Hal
Evli
n
233
x
52,3391
ss
10,80633
Bekâr
68
51,1765
10,57869
sd
t
p
299
,784
,434
Medeni halin insanların dini yaşamlarında önemli bir değişken olduğunu ve
insanların bireysel ve sosyal hayatında anlamlı farklılaşmalar ortaya çıkardığını ve
bunun etkisinin dini hayatta da belirginleştiğini ve özellikle evlilerin diğer
değişkenlerden de etkilenmekle birlikte bekârlara göre dindarlık açısından daha olumlu
bir duruş sergilediğini ifade edebiliriz.
Medeni hale göre yaptığımız analize göre yine evlilerin bekârlara nazaran daha
yüksek puan aldığı görülmektedir. Evlilerin 52.33 puan aldığı, bekârların ise 51.17 puan
aldıkları görülen analizimizde farklılaşan bu puanları t-testi analizine göre anlamlı bir
seviyeye ulaşmadığı görülmektedir. Diğer ölçek ve analizlerde de benzer sonuçlara
ulaştığımızı ve evlilerin dinin etkisini bekârlardan daha fazla hissettiğini ifade etmeliyiz.
Tablo 80, Yaşa Göre Dinin Etkisini Hissetme Durumu (t-testi)
Dini Tutum ve Kanaatlerin Yaş Durumuna Göre Analizi (t-testi)
Yaş
n
x
ss
Dinin Etkisini
15–35 Yaş
195
52,4923
10,55832
Hissetme
36 ve + Yaş
106
51,3113
11,10072
sd
t
299
,910
p
,363
Tablo 80’e göre dinin etkisini hissetme ölçeğinden alınan puanlara baktığımızda
15–35 yaş arasında olanların 52.49 puan aldıkları, 36 yaş ve üzerinde olanların ise 51.31
puan aldıkları görülmektedir. Yaş sürekli bağımsız değişkeni ile ilgili olarak yaptığımız
analizlerde yaşlı olanların genel olarak düşük puan aldıkları buna karşın gençlerin
anlamlı seviyelere ulaşmasa da daha yüksek puanlar aldıkları görülmektedir. Aslında
193
genel olarak yapılan araştırmalarda tam tersi sonuçlarla karşılaşılsa da bizim yaptığımız
bu araştırma ortalama olarak gençlerle yaşlılar arasında anlamlı farklılaşmaların
olmadığını göstermektedir. Nitekim dinin etkisini hissetme ölçeğinden alınan puanların
farklılaşması t-testi analizine göre anlamlı bir farklılaşma seviyesine ulaşmamaktadır.
Sonuçta yaş değişkeninin farklılaşmaya neden olmadığı çalışmamız boyunca yaptığımız
analizlerde ortaya çıkmıştır.
Tablo 81. Gelir Durumuna Göre Dinin Etkisini Hissetme Durumu (t-testi)
Dini Tutum ve Kanaatlerin Gelir Durumuna Göre Analizi (t-testi)
Gelir
n
x
ss
Dinin Etkisini
Alt
144
52,1667
11,04283
Hissetme
Orta
155
51,8452
10,48818
sd
t
p
297
,258
,796
Gelir durumuna göre yaptığımız önceki analizlere ek olarak işçilerin gelir
durumlarının dinin etkisini hissetmede önemli bir farklılaşmaya neden olup olmayacağı
meselesidir. İnanç ölçeğinde gelir durumuna göre değerlendirmede anlamlı bir
farklılaşmaya rastlamadığımızı ifade etmiştik. Fakat ibadetlerle ilgili yaptığımız
değerlendirmede gelir durumunun genel anlamda bir farklılaşmayı ortaya çıkardığını ve
bunun anlamlılık seviyesine ulaştığını görmüştük.
Dinin etkisini hissetme ölçeğinden alınan puanlara baktığımızda alt gelir
grubunda olanların 52.16 puan aldığı, orta gelir grubunda olanların ise 51.84 puan
aldıkları görülmektedir. Bu farklılaşma ise t-testi analizine göre anlamlı bir seviyeye
ulaşmamaktadır. Bu durum önceki ölçeklerden farklı bir sonuç ortaya koymaktadır.
İnanç bağlamında yaptığımız analizde puanların hemen hemen aynı olmasına karşın
ibadetlerle ilgili analizde orta gelir grubunun daha fazla puan alarak alt gelir grubundan
anlamlı bir şekilde farklılaştığı görülmekteydi. Bu durum alt gelir grubunun dinsel
yaşayışının düşük olacağına dair işçi sınıfı analizlerine uygun bir durum gibi
görünmekteydi. Yalnız sonuçta görüyoruz ki genel olarak Türk işçisi dini yaşayış ve
dinin etkisini hissetme açısından da ortalama bir seviye yakalamaktadır. Bilindiği gibi
yapılan analizlerde işçi sınıfı bilincinin alt gelir grubuna yönelik olarak ortaya çıkacak
proleteryalaşma süreciyle olumlu yönde destekleneceği ve istenen hedefe doğru kendisi
için bir sınıf olarak yürüneceği şeklinde ifade edildiğini görmüştük. Bu bağlamda
kendisine yabancılaşan ve sınıf bilincinden yoksun olan bir işçinin dini yaşama bakış
194
açısı da olumlu görülmemekte ve üst sınıfların meşrulaştırma aracı olan veya hayali bir
sığınak olan din işçinin hayatında yer almamaktaydı. Ama yaptığımız analizlerde
gördüğümüz gibi işçi sınıfı bilincinde bu denli yer almaması gereken dinin tutum ve
kanaatlerin inanç ve ibadet boyutunda da ortalamanın üzerinde kendisini göstermesi
önem arz etmektedir. Nitekim kimlik tartışmalarında da işçilerin kendilerini bir sınıfsal
konumdan ziyade özellikle tarihin başat güçlerini oluşturan dini ve milli aidiyetlere atıf
yapılmaları önemlidir.
Tablo 82. İşkoluna Göre Dinin Etkisini Hissetme Durumu (Tek Yönlü ANOVA)
Dinin
Etkisini
Hissetme
İş Kolu
N
X
Gıda
Tekstil
Makine-imalat
Plastik
Yapı-İnşaat
Mobilya
Matbaa-Basım
Toplam
101
48
54
3
46
45
4
301
54,2772
52,8542
51,7222
34,0000
51,9130
48,3111
49,7500
52,0764
Tek Yönlü ANOVA
Varyansın
kaynağı
Gruplar Arası
Dinin
Kareler
Toplamı
2166,146
Standart
Sapma
10,49392
10,02335
9,81800
10,39230
9,61209
12,75614
6,29153
10,74884
6
Kareler
Ortalaması
361,024
110,528
Sd
Etkisini
Gruplar İçi
32495,097
294
Hissetme
Toplam
34661,243
300
Standart
Hata
1,04418
1,44675
1,33606
6,00000
1,41723
1,90157
3,14576
,61955
F
P
3,266
,004
İşçilerin çalıştıkları işkolunun farklılaşması dinin etkisini hissetmede etkin olup
olmadığı ile ilgili olarak yaptığımız analizde anlamlı farklılaşmaya ulaşmaktayız. Tek
yönlü varyans analizine (ANOVA) göre gruplar arasındaki farklılaşma anlamlılık
seviyesine ulaşmaktadır. Anlamlı farklılaşmaların hangi sektörler arasında olduğunu
görmek için post hoc (Tukey HSD) analizine baktığımızda gıda ile plastik ve mobilya
sektörleri arasında, tekstil ile plastik sektörleri arasında olduğu görülmektedir. Sektörler
arasında ciddi bir farklılığın olmamasın da bu sektörlerin formel olarak işçi
çalıştırmasının yanında işçi çalıştırma şartlarının ciddi olarak farklılaşmamasında
yatmaktadır. İşçilerle mülakatlarımızda gözlemlediğimiz bu durum özellikle anket
yapma imkânı bulduğumuz fabrikalarda gözlemlenmektedir. Genel anlamda dini
195
özgürlüklerin mevcut olduğu bu ortamların, insanların dini yaşam bakımından
kendilerini ifade etmede bir sıkıntı yaşamamalarını sağlamaktadır. Fakat ifade etmek
gerekir ki dini ibadetlerin gerektiği gibi yaşanması ve ifade edilmesi hususunda da
farklılaşmaların olduğunu ve bunun farklı fabrika ortamlarında farklı zorluklarla
kendisini gösterdiğini ifade etmek gerekir.
Tablo 83. Öznel Kimlik Algısına Göre Dinin Etkisini Hissetme Durumu (Tek Yönlü
ANOVA)
Kimlik Algısı
Dinin
Türk
Müslüman
Müslüman-Türk
Hissetme
İnsan
Toplam
Tek Yönlü ANOVA
Dinin
Varyansın
Gruplar arası
Etkisini
Gruplar içi
Hissetme
Toplam
Etkisini
N
X
12
54
181
54
301
51,5833
56,5370
53,0497
44,4630
52,0764
Kareler
4378,922
30282,321
34661,243
Sd
3
297
300
Standart
Sapma
7,34177
8,92466
10,00126
11,86673
10,74884
Kareler
1459,641
101,961
F
14,316
Standart
Hata
2,11939
1,21449
,74339
1,61486
,61955
P
,000
Tablo 83’de işçilerin kimlik algılarına göre dini yaşamın farklı boyutlarında
aldıkları puanların anlamlılık seviyesinde farklılaştığını ve bu farklılaşmanın dinin
etkisini hissetme ölçeğinden alınan puanlarda da kendisini ortaya koyduğunu ifade
edebiliriz. Dinin etkisini hissetme ölçeğinden kendisini Müslüman olarak ifade
edenlerin 56.53, Müslüman-Türk olarak ifade edenlerin 53.04, Türk olarak ifade
edenlerin 51.58 ve insan olarak ifade edenlerin ise 44.46 puan aldıkları görülmektedir.
Alınan bu puanların toplam da ortalaması ise 52.07’dir. Kendisini Müslüman ve
Müslüman-Türk olarak ifade edenlerin aldıkları puanların ortalamanın üzerinde
olduğunu ve dolayısıyla dinsel etkiyi daha fazla hissettikleri anlaşılmaktadır. Diğer
grupların ise kendi içlerinde belirlenen bu ortalamanın altında bir puanda
kalmaktadırlar. Dikkat çeken bir hususta kendisini Türk olarak ifade edenlerin aldıkları
minimum puan kırk olurken diğer gruplarda yirmilerden başlamaktadır. Fakat kendisini
Türk olarak ifade edenlerde maksimum puan 63 olurken diğerlerinde 68 olmaktadır.
Tek yönlü varyans analizine (ANOVA) göre gruplar arasında görülen bu
farklılaşma anlamlı bir seviyeye ulaşmaktadır. Bu farklılaşmanın hangi gruplar arasında
olduğunu görmek için post hoc (scheffe) analizine baktığımızda, insanla Müslüman ve
196
Müslüman-Türk arasında görülen anlamlı bir farklılaşmayla karşılaşmaktayız. Diğer
boyutlarda ortaya çıkan sonuçlarla uyuşan bu sonuçların, kimliğin dindarlığın
boyutlarında değişken olduğunu ortaya koyması açısından önemli bir veri olarak
görmekteyiz. Diğer yönden ise dindarlığın şiddet ve kesafeti kimlik algısına etki
etmekte ve diğer değişkenlerinde etkisi olmakla birlikte genel olarak belirleyici
olabilmektedir. Bu noktada özellikle kimlik aidiyetinin toplumsal ortamlarını da göz
önünde bulundurmaktayız. Farklı toplumsal ortamların kimlik aidiyetini güçlendirdiğini
ve özellikle aynı dünya görüşü etrafında oluşan arkadaş çevrelerinin veya daha büyük
oranda sendikal hareketlerinde bu algılamalarda etkili olduğunu ifade edebiliriz.
Tablo 84. Öznel Kimlik Algısına Göre Dinin Etkisini Hissetme Durumu (Tek Yönlü
ANOVA)
Dinin
Etkisini
Hissetme
Dindarlık Algısı
N
X
Hiç dindar değil
Biraz dindar
Dindar
Çok dindar
Toplam
22
108
142
29
301
39,3182
48,5370
55,2887
59,2069
52,0764
Standart
Sapma
10,98218
9,25993
9,41523
9,60052
10,74884
Standart
Hata
2,34141
,89104
,79011
1,78277
,61955
Tek Yönlü ANOVA
Varyansın kaynağı
Dinin
etkisini
hissetme
Gruplar Arası
Gruplar İçi
Toplam
Kareler
Toplamı
7873,697
26787,545
34661,243
Sd
3
297
300
Kareler
Ortalaması
2624,566
90,194
F
P
29,099
,000
Öznel dindarlık algısına göre dinin etkisini hissetme ölçeğinden alınan puanlara
baktığımızda kendisini hiç dindar görmeyenler 39.31, biraz dindar görenler 48.53,
dindar görenler 55.28 ve çok dindar olarak görenler ise 59.20 puan almışlardır.
Dindarlık algısının dinin etkisini hissetmede önemli olduğu ve farklılaşmalara yol açtığı
görülmektedir. Gruplar arasında ortaya çıkan bu farklılaşmanın tek yönlü varyans
analizine (ANOVA) göre anlamlılık seviyesine ulaştığını görmekteyiz. Gruplar arasında
ki anlamlı farklılaşmanın hangi gruplar arasında olduğunu tespit etmek için post hoc
(scheffe) analizine baktığımızda kendisini hiç dindar görmeyenlerle diğer gruplar
arasında, kendisini biraz dindar görenlerle diğer gruplar arasında, dindar görenlerle hiç
dindar olmayan ve biraz dindar olanlar arasında ve son olarak çok dindar olanlarla hiç
dindar olmayan ve biraz dindar olanlar arasında olduğunu görmekteyiz.
197
Görüldüğü gibi insanların dindarlık algılamalarıyla dinsel yaşayış ölçeklerinden
aldıkları puanlarla dinin etkisini hissetme ölçeğinden aldıkları puanlar örtüşmekte ve
sonuçta algılamaların yaşanılan hayatın bir yansıması olduğu ortaya çıkmaktadır.
Tablo 85. Dine Önem Verme Düşüncesine Göre Dinin Etkisini Hissetme Durumu (Tek
Yönlü ANOVA)
Din önem düşüncesi
Hiç önemli değil
Biraz önemli
Dinin
Etkisini
Önemli
Hissetme
Çok önemli
Toplam
Tek Yönlü ANOVA
Varyansın
kaynağı
Gruplar arası
Dinin
Etkisini
Gruplar içi
Hissetme
Toplam
N
X
4
24
54
219
301
47,2500
40,4583
46,4630
54,8219
52,0764
Kareler
Toplamı
6685,053
27976,18
9
34661,24
3
Sd
3
297
300
Standart
Sapma
22,79437
7,20494
9,07144
9,78251
10,74884
Kareler
Ortalaması
2228,351
94,196
Standart
Hata
11,39719
1,47070
1,23447
,66104
,61955
F
P
23,657
,000
Din önem düşüncesine göre dinin etkisini hissetme ölçeğinden alınan puanların
yine anlamlılık seviyesine ulaşan bir farklılaşmayı ortaya koyduğunu görmekteyiz. Dini
hiç önemli görmeyenlerin aldıkları puanların ortalaması 47.25, biraz önemli diyenlerin
40.45, önemli diyenlerin 46.46 ve din çok önemli diyenlerin ise 54.82 olarak
görünmektedir. Tek yönlü varyans analizine (ANOVA) göre gruplar arasında ki
farklılaşmalar anlamlılık seviyesine ulaşmaktadır. Farklılaşmanın hangi ikili gruplar
arasında olduğunu görmek için post hoc (Tukey HSD) analizine baktığımızda dini hiç
önemli görmeyenlerle çok önemli görenler arasında, biraz önemli görenlerle önemli ve
çok önemli görenler arasında, önemli görenlerle biraz önemli ve çok önemli görenler
arasında ve son olarak çok önemli görenlerle diğer gruplar arasında anlamlılık
seviyesine ulaşan farklılaşmalar ortaya çıkmaktadır.
Dine önem vermenin dini yaşayışta yapacağı olumlu veya olumsuz etkilerinin
sonuçları önemli olmakla birlikte diğer yönden işçilerin genel anlamda dine verdikleri
önemin dini inanç ve ibadetlerde olduğu gibi dinin etkisini hissetme noktasında da
önemli seviyelerde gerçekleşmesidir. Her ne kadar dinin öneminin ve dolayısıyla
toplum hayatında görünürlüğünün kaybolacağını ifade eden kuramlar olsa da ve bu
hususta işçilerin de önemli bir veri ortaya koyacağını düşünseler de görüldüğü gibi
198
araştırma evrenimizde ki işçiler noktasında bu görüşler gerçekleşmemektedir.
Dolayısıyla dine verilen önemin çeşitli seviyelerde devam etmekte ve bunun
yansımaları dinin etkisini hissetmede de açık ve anlamlı bir seviyede görülmektedir.
Tablo 86. Mesleki Statü Durumuna Göre Dinin Etkisini Hissetme (t-testi)
Dini Tutum ve Kanaatlerin Mesleki Statü Durumuna Göre Analizi (t-testi)
Dinin
Etkisini
Hissetme
Mesleki Statü
n
x
ss
Düz, Kalifiye İşçi
198
51,7374
10,92762
Usta, Ustabaşı
103
52,7282
10,41793
sd
t
p
299
-,758
,449
Mesleki statünün dinin etkisini hissetmede anlamlı farklılaşmalara yol açıp
açmadığına baktığımızda t-testi analizine göre anlamlı seviyeye ulaşan bir farklılaşmaya
rastlamamaktayız. Düz ve kalifiye işçilerin aldığı 51.73’lük bir puana karşın usta ve
ustabaşıların 52.72 puan aldıklarını görmekteyiz. Diğer ölçeklerde olduğu gibi yine
yönetici konumda ki işçilerin aldıkları puanlar yüksek çıkmakta ve fakat bu farklılaşma
t-testi analizine göre anlamlılık seviyesine ulaşmamaktadır. Aslında genel olarak
kalifiye işçilerin düşük puanla temsil edildiği araştırmamızda ustabaşılarına doğru
gidildikçe artan bir dindarlık eğilimi görmekteyiz. Bu durum işçi sınıfı arasındaki
farklılaşmaların dini eğilimlerde de kendisini ortaya koyduğunu göstermesi açısından
önem kazanmakta diğer açıdan işçinin statüsünün dini yaşayışına olan etkisine
baktığımızda her ne kadar anlamlı seviyeye ulaşmayan farklılaşmalar olsa da işçi sınıfı
bilincinin kendisini göstermesi gerektiği alt statülerde bile ortalamanın üzerinde bir
sonuç ortaya çıkmakta ve bu durum bir sığınma veya onun ötesinde bilincin ulaştığı bir
değer birlikteliği olabilmekte diğer açıdan ise ideolojileri umursamayan ve kendi
doktrinini anlamlı düzeyde hisseden bir bakış açısıyla geleneksel bir duruş olarak ta
ifade edilebilmektedir.
Dindarlığın mesleki statü bağlamında farklılaşma göstermesi özellikle işçi sınıfı
bütünlüğü bağlamında yakalanan sonuca da işaret etmesine rağmen varolan bilincin her
ne kadar bir avunma veya oyalanma olarak değerlendirilse de aslında bu sonuçlar maddi
imkân bakımından orta da yer alan insanların ne avunma ne avutma süreciyle ifade
edilemeyecek durumuna işaret olarak okunabilir.
199
Tablo 87. Öğrenim Durumu Göre Dinin Etkisini Hissetme Durumu (Tek Yönlü
ANOVA)
Öğrenim Durumu
N
Okur-Yazar Değil
4
Okur-Yazar
8
İlkokul
95
Dinin
Ortaokul
70
Etkisini
Lise ve Dengi Okul
107
Hissetme
Fakülte veya
17
Yüksekokul
Toplam
301
Tek Yönlü ANOVA
Varyansın
Kareler
Sd
kaynağı
Toplamı
Gruplar Arası
720,014
5
Dinin
Etkisini
Gruplar İçi
33941,228
295
Hissetme
Toplam
34661,243
300
57,5000
53,6250
51,7684
53,7143
50,5234
Standart
Sapma
9,53939
7,44384
11,44873
11,81149
9,32773
Standart
Hata
4,76970
2,63179
1,17462
1,41174
,90175
54,8235
11,48496
2,78551
52,0764
10,74884
,61955
X
Kareler
F
Ortalaması
144,003
1,252
115,055
P
,285
Dinin etkisini hissetmede öğrenim durumuna tek yönlü varyans analizi
(ANOVA) ile baktığımızda gruplar arasında anlamlılık seviyesine ulaşan bir
farklılaşmaya rastlamamaktayız. Genel olarak alınan puanların ortalamalarına
baktığımızda okur-yazar olmayanların 57.50, okur-yazar olanların 53.62, ilkokul
mezunları 51.76, ortaokul mezunları 53.71, lise ve dengi okul mezunları 50.52, fakülte
veya yüksekokul mezunları ise 54.82 puan aldıklarını görmekteyiz. Toplam da ise
alınan puanların ortalaması 52.07 olarak görünmektedir. Dolayısıyla sonuçlara
baktığımızda öğrenim durumuna göre dinin etkisini hissetmede işçilerin farklılaşmadığı
ortaya çıkmakta ve öğrenim durumu değişkeninin önemli olmadığı anlaşılmaktadır.
Aslında anlamlı farklılaşma ortaya çıkmasa da fakülte ve yüksekokul mezunlarının
diğerlerine nazaran ulaştığı seviye önemlidir. Aslında bu durum dindarlığın
değerlendirilmesinde özellikle bilginin etkili olduğunu, bilgi ve bilinç arttıkça
dindarlığın ortadan kalkacağını ve yerini sınıf bilincinin alacağını ifade eden görüşlere
zıt bir sonuç olarak ortada durmaktadır. Dini bilginin kaynağında ailenin yüksek oranda
etkisini hissettiğimiz toplumumuzda yetişme tarzının farklı kültürel bağlamları
edinmede etkin bir değişken olarak durmasını ve bu etkenin algılamaları
farklılaştırmasını göz önünde bulundurmaktayız. Yine özellikle dini aidiyeti güçlü olan
toplumumuzda dinin tarihsel bağlamı Batı’da olduğundan farklı bir bilgiyle
değerlendirilmekte ve dine bakış açısı da dinin bu tarihsel bağlamında ortaya çıkan
bilgisinden etkilenmektedir.
200
Tablo 88. Çalışma Yılına Göre Dinin Etkisini Hissetme Durumu (Tek Yönlü ANOVA)
Çalışma Yılı
0–5 Yıl
6–10 Yıl
11-+ Yıl
Toplam
Tek Yönlü ANOVA
Varyansın
kaynağı
Gruplar Arası
Dinin
Etkisini
Gruplar İçi
Hissetme
Toplam
Dinin
Etkisini
Hissetme
N
X
93
97
111
301
52,5699
52,5979
51,2072
52,0764
Kareler
Toplamı
132,893
34528,350
34661,243
Standart
Sapma
11,52822
9,99756
10,74761
10,74884
Kareler
Ortalaması
66,447
115,867
Sd
2
298
300
Standart
Hata
1,19542
1,01510
1,02012
,61955
F
P
,573
,564
Çalışma yılına göre dinin etkisini hissetmeyi değerlendirdiğimizde tek yönlü
varyans analizine (ANOVA) göre anlamlı seviyeye ulaşan bir farklılaşmaya
rastlamamaktayız. Grupların aldıkları puanlara baktığımızda 5 yıla kadar çalışanların
52.56, 10 yıla kadar çalışanların 52.59, 11 yıl ve üzeri çalışanların ise 51.20 puan
aldıklarını görüyoruz. Toplamda ise işçilerin çalışma yılına göre dinsel eğilim
ölçeğinden aldıkları puanların ortalamasının 52.07 olarak ortaya çıktığını görmekteyiz.
Sonuçta çalışma yılının dinin etkisini hissetmede önemli bir etken olmadığını ifade
edebiliriz.
Tablo 89. Dini Bilgi Yeterliliğine Göre Dinin Etkisini Hissetme (Tek Yönlü ANOVA)
Dini bilgi yeterlilik durumu
Evet, yeterli görüyorum
Kısmen yeterli diyebilirim
Dinin
Etkisini Yeterli olduğunu düşünmüyorum
Hissetme
Dini bilgi almak gereksizdir
Toplam
Tek Yönlü ANOVA
Varyansın
Kareler
kaynağı
Toplamı
Gruplar Arası
419,892
Dinin
Etkisini
Gruplar İçi
34241,350
Hissetme
Toplam
34661,243
N
X
58
108
131
4
301
52,7414
53,3148
50,7557
52,2500
52,0764
Sd
3
297
300
Standart
Sapma
10,69606
10,35234
10,96574
14,38460
10,74884
Kareler
Ortalaması
139,964
115,291
Standart
Hata
1,40446
,99615
,95808
7,19230
,61955
F
P
1,214
,305
Tablo 89’da dini bilgisini yeterli görenlerin dinin etkisini hissetme ölçeğinden
aldıkları ortalama puan 52.74, kısmen yeterli görenlerin 53.31, yeterli olduğunu
düşünmeyenler 50.75 ve son olarak dini bilgi almanın gereksiz olduğunu düşünenlerin
201
aldıkları puan ise 52.25 olarak görünmektedir. Gruplar arasındaki bu farklılaşma tek
yönlü varyans analizine (ANOVA) göre anlamlı bir seviyeye ulaşmadığı görülmektedir.
Aslında dini bilgiyle dindar olmak arasında zorunlu bir ilişki bulunmamaktadır.
Görüldüğü gibi dini bilgi yeterliliği dinsel yaşayışa çokta etki etmemekte veya dini
yaşayışı derinliğine etkilemektedir. Zaten dini bilgi olmadan da dindarlığın derinleşmesi
mümkün görünmemektedir. Bu bağlamda ölçeğimiz bağlamında değerlendirdiğimizde
işçilerin dini bilgilere sahip olma veya sahip olduklarını düşünme durumu ile dinin
etkisini hissetme arasında anlamlı farklılaşmayı doğuracak bir ilişki bulunmamaktadır.
Tablo 90. Cinsiyete Göre Müslüman Olmayanlara Kız Verme Durumu (Ki-kare)
Cinsiyet
Kız kardeşimin Müslüman olmayanlarla
evlenmesine müsaade etmem.
Erkek
Kadın
Toplam
N
26
1
27
Kesinlikle katılmıyorum
%
10,0
2,4
9,0
N
29
8
37
Katılmıyorum
%
11,2
19,0
12,3
N
85
20
105
Katılıyorum
%
32,8
47,6
34,9
N
119
13
132
Tamamen katılıyorum
%
45,9
31,0
43,9
Toplam
N
259
42
301
2
Chi-Square X =8,297 sd=3 p<0.040
Tablo 90’a göre işçilerin Müslüman olmayanlara bakışıyla ilgili olarak
sorduğumuz soruya verdikleri yanıtların analizine cinsiyet açısından baktığımızda
anlamlı bir farklılaşmayla karşılaşmaktayız. Erkeklerin %10’u bu ifadeye kesinlikle
katılmazken, %11,2’si katılmıyorum, %32,8’i katılıyorum ve %45,9’u ise tamamen
katılıyorum şıkkını işaretleyerek görüşünü belirtmiştir. Kadınların ise %2,4’ü bu ifadeye
kesinlikle katılmazken, %19’u katılmıyorum, %47,6’sı katılıyorum, %31’i tamamen
katılıyorum yönünde görüş belirtmiştir. Toplamda ise işçilerin %9’u bu ifadeye
kesinlikle katılmazken, %19’u katılmıyorum, %34, 9’u katılıyorum, %43,9’u ise
tamamen katılıyorum şeklinden görüşünü ifade etmiştir. Görüldüğü gibi kız kardeşinin
Müslüman
olmayanlarla
evlenmesine
müsaade
etmeyenlerin
oranı
%80’lere
ulaşmaktadır. Bu ifadeye katılmayanların oranı da azımsanmayacak bir yüzdeye
sahiptir. Sonuçlarda ortaya çıkan bu farklılaşmanın ki-kare analizine göre anlamlı
seviyeye ulaştığını görmekteyiz (p<0,040).
Müslüman kimlik algısında önemli bir veri olarak gördüğümüz bu sonucun
işçilerin kendilerine dair öznel kimlik algılarıyla tutarlı bir sonuç olduğunu ifade
202
edebiliriz. Bu sonucun ortaya çıkmasında geleneksel olarak algılanan değerlerin güçlü
etkisi yanında bir bilgi olarak insanlara aktarılanlarından kaynaklanan bir durum
olduğunu ifade edebiliriz. Özellikle yetişme tarzının geleneksel aile yapımızla olan
güçlü bağlarımızdan kaynaklanıyor oluşundan dolayı, bu sonuçları orda karşılık bulan
etkilerine atıfla açıklamaktayız. Geleneksel aile yapımızın içerdiği dini değerlerin
kültürel olarak içselleştirilmesi, diğer dinlere bakışımızın yanında onlarla oluşacak olan
sosyal bağlarımızda da bu tip sonuçları ortaya çıkaracaktır.
Tablo 91. Cinsiyete Göre Müslüman Olmayan Biriyle Evlenmenin Onun Müslüman
Olmasına Bağlanması Durumu (Ki-kare)
Cinsiyet
Müslüman olmayan biriyle evleneceksen
onun Müslüman olmasını isterim.
Erkek
Kadın
N
20
0
Kesinlikle katılmıyorum
%
7,7
,0
N
26
2
Katılmıyorum
%
10,0
4,8
N
91
26
Katılıyorum
%
35,1
61,9
N
122
14
Tamamen Katılıyorum
%
47,1
33,3
Toplam
N
259
42
2
Chi-Square X =12,504 sd=3 p<0.006
Toplam
20
6,6
28
9,3
117
38,9
136
45,2
301
Tablo 91’de diğer ifadenin devamı olarak sunulan bu yargıya verilen cevapların
cinsiyet bağlamında değişiklik arz ettiğini görmekteyiz. Bir önceki ifade de %22’lere
varan katılmama durumu bu ifade de erkeklerde toplamda %18’e varırken kadınlarda
ise bu oran %5’te kalmaktadır. Yine %80’lere varan katılma oranı bu ifade de %84’lere
ulaşmaktadır. Bu katılma oranı kadınlarda %95’i geçmektedir. Erkeklerde ise bu oran
%83’e yaklaşmaktadır. Kadınlar yüksek oranlarda kendileriyle evlenmek isteyen
birisinin Müslüman olmasını çok yüksek oranlara varan bir sayıyla şart koşarken,
erkeklerde bu oran nispeten gevşemektedir. Bu sonuçlarda erkeklerin daha özgüveni
yüksek bir tavır takınmalarına şahit olmaktayız. Yine de farklı dinlerden olan insanlara
uzak duruşun devam ettiğini görmekteyiz. Her ne kadar kadınlarla erkekler arasında bu
konuda ki-kare analizine göre anlamlı bir farklılaşma düzeyine ulaşılmış olsa da elde
edilen oranların yüksekliği farklı dinler ortaya çıkınca dini kimliğin vurgulanmasının
daha güçlü bir biçimde vurgulanmasının ortaya çıktığına şahit olmaktayız. Özellikle
kimlik algılamalarının ötekinden etkilenmesi ve öteki devreye girince daha güçlü bir
203
biçimde vurgulanması söz konusu olmaktadır.
Tablo 92. Cinsiyete Göre Hıristiyanlar Tarafından Kurban Edilen Bir Hayvanın Etini
Yeme Durumu (Ki-kare)
Cinsiyet
Hıristiyanlar tarafından kurban edilen bir
hayvanın etini yemem.
Erkek
Kadın
N
34
2
Kesinlikle katılmıyorum
%
13,1
4,8
N
50
11
Katılmıyorum
%
19,3
26,2
N
79
17
Katılıyorum
%
30,5
40,5
N
96
12
Tamamen katılıyorum
%
37,1
28,6
Toplam
N
259
42
2
Chi-Square X =4,814 sd=3 p<0.186
Toplam
36
12,0
61
20,3
96
31,9
108
35,9
301
Dini kimlik algısının gücünü görebilmek için değerlendirmeye aldığımız diğer
bir ifade ise “Hıristiyanlar tarafından kurban edilen bir hayvanı etini yemem”dir. Bu
ifadeye katılanların oranı erkeklerde %67,6’ya ulaşırken, kadınlarda %69,1’dir. Bu
ifadeye katılmayanların oranı ise erkeklerde %32,4’e çıkarken, kadınlarda %31’e
ulaşmaktadır. Toplamda ise %67,8 bu ifadeye katılırken, %32,3 bu ifadeye
katılmamaktadır. Sonuçlara baktığımızda cinsiyet bağlamında ki-kare analizine göre
anlamlı bir seviyeye ulaşan farklılaşmaya rastlamamaktayız. Bu sonuçlar ülkemizde
mevcut dini anlayışla yorumlanabileceği gibi kurban kesmenin evlilik gibi
algılanmamasından da kaynaklanıyor olabilir. Genel anlamda ehli kitap olarak
nitelendirilen bu dinin mensuplarının “Allah adına kurban kestikleri gibi bir yorumla bu
ifadelerin değerlendirilmesi ve ona göre yanıtlanması durumu da söz konusu
olmaktadır. Yani dinsel açıdan farklı dinlere bakışın yansımalarını da göz önünde
bulundurmaktayız. Bunun yanında soruya tarihsel tecrübelerin yansımasıyla ifade edilen
stereotiplerle yaklaşan ve olumsuz bakış açısını buna dayandıranlarda mevcuttur.
204
Tablo 93. İşçilerimizin Yardımlaşmaya Verdikleri Önem Durumu
Yardım talep edenlere Allah
rızası için yardım ederim.
Kesinlikle katılmıyorum
N
%
Minimum
Maksimum
Ortalama
13
4,3
1,00
4,00
3,2425
Katılmıyorum
17
5,6
Katılıyorum
155
51,5
Tamamen katılıyorum
116
38,5
Toplam
301
100,0
Araştırmamıza katılanların % 4,3’ü yardım taleplerini kesinlikle reddederken %
5,6’sı ise bu ifadeye katılmadığını belirtmiştir. Katılımcıların %51,5’i bu ifadeye
katılırken %38,5’i ise bu ifadeye tamamen katıldığını belirtmiştir. Ölçek içerisinde
değerlendirdiğimiz bu sorudan ortalama olarak işçilerin 4 üzerinden aldıkları puan ise
3,24 olarak gözükmekte ve bu durum işçiler arasında yardımlaşmanın önemine işaret
etmektedir.
Öte yandan bazı katılımcıların yardım hususunda herhangi bir dini saiklenmeyi
kabul etmediğini ve sadece insan olarak hemcinslerini gördüğünü ve yardım etme
duygusunda bunun etkin olduğunu ifade etmiş ve soruya olumsuz olarak yanıt verse de
genel olarak yardımlaşmayı kabullendiğini belirtmiştir.
Tablo 94. Cinsiyete Göre Yardımlaşma Durumunun Analizi (t-testi)
Cinsiyete Göre Yardımlaşma Durumunun Analizi (t-testi)
Cinsiyet
Erkek
etme
Kadın
Allah rızası için zor
Yardım
n
x
ss
sd
t
p
259
3,2471
,77306
299
,264
,044
42
3,2143
,56464
durumda olanlara yardım etmeyi cinsiyet bağımsız
değişkenini göz önünde bulundurarak yaptığımız t-testi analizinde erkeklerin kadınlara
nazaran daha fazla puan aldıkları görülmektedir. Erkeklerin 3.24 puan aldıkları,
kadınların ise 3.21 puan aldıkları görülmektedir. 4 üzerinden değerlendirdiğimizde bu
puanların katılım oranının çok yüksek olduğuna dair bir veriyi sunduğunu görmekteyiz.
Kadınlarla erkekler arasındaki farklılaşmaya baktığımız zaman ise t-testi analizine göre
anlamlı düzeye ulaşan bir farklılaşmaya rastlamaktayız. Toplumsal olarak yapılan bir
ibadet olan yardımlaşmanın bu farklılaşmaya rağmen diğer bağımsız değişkenleri de
göz önünde bulundurduğumuzda çok büyük kabul gören ve insanımızın duygu
dünyasının bu noktada hassas olan durumunu yansıtmaktadır.
205
Tablo 95. Cinsiyete Göre Sıkıntı Altında Kalanlar İçin Üzülme Durumu (t-testi)
Cinsiyete Göre Sıkıntı Altında Kalanlar İçin Üzülme Durumu (t-testi)
Dünyada sıkıntı altında
Cinsiyet
n
x
ss
kalan Müslümanların
Erkek
259
3,3552
,71344
durumuna üzülme
Kadın
42
3,2619
,54368
sd
t
p
299
,810
,034
Günümüz dünyasında yardımlaşma ve dayanışmanın yüksek bir anlayışın ürünü
olduğu ifade edilmekte ve insanlar buna göre değerlendirilmektedir. Araştırmamıza
katılan işçilerin zor durumda kalan insanlara karşı tutumlarının, özellikle dini saiklerle
de beslenen bir algılamayla, gayet olumlu olduğunu görmekteyiz. %90 gibi bir oranda
Allah rızası için yardım edebileceklerini ifade eden işçilerin sadece %10’u bu ifadeye
katılmadığını ifade etmiştir. Genel puanlamaya baktığımızda ise işçilerin 3.24 puan
aldığını görmekteyiz. Bu sonuçlarda Türk toplumunun geleneksel kodlarında yer alan
yardımlaşma duygusunun bir ifadesini bulurken diğer yanda işçilerin yaratıcı ve var
edici Allah’ın rızası gözeterek yani karşılıksız olarak, hiçbir menfaat duygusu taşımadan
bu yardımları yapabileceği görüşünü görmekteyiz. Ayrıca t-testi analizine göre de
ortaya çıkan sonuçlar her ne kadar kadınlarla erkekler arasında anlamlı farklılaşmalara
yol açsa da alınan puanlar yardımlaşma duygusunun yüksekliğini göstermektedir. Bu
konuda vermek istediğimiz diğer bir sonuçta dünyada sıkıntı altında kalan
Müslümanların durumuna üzülüp üzülmeme ifadesine dair katılımdır. İlk soruya göre
çok az farkla daha yüksek puanların alındığı bu analizde yine erkeklerin kadınlara göre
daha fazla puan aldıkları ortaya çıkmaktadır. Fakat genel anlamda baktığımızda bu
ifadelere katılımın her iki grupta da kesinlik derecesine ulaştığını görmekteyiz. Bu
durum Türk toplumunda mevcut olan insani duyarlılığın bir erdem olarak yerleşmesinin
yanında diğer milletlerden olan ve zor duruma düşen dindaşlarına veya farklı bir dinden
olsa dahi tüm insanlara olan merhamet ve barış duygusunun işçilerde de mevcut
olduğuna işaret etmektedir.
206
IV.BÖLÜM
SONUÇ VE DEĞERLENDİRME
Sanayi devrimi sonrası Avrupa’da başlayan köklü değişmeler tüm dünyayı etkisi
altına almış ve özellikle sanayileşmeye başlayan ülkeleri sanayi toplumuna evirmeye ve
diğer toplumların birçoğunu da hammadde kaynağı ve sömürge olarak dönüştürmeye
başlamıştır. Sanayileşmeyle birlikte toplum yapıları değişmeye başlamış feodal toplumdan
sanayi toplumuna veya tarım toplumundan sanayileşmiş topluma doğru evrimleler
başlamış ve bunun sonucunda nüfus hareketleri baş göstermiş köylerden kente, kırsaldan
şehirlere başlayan işçi akınları kentlerin yapısının yanında sosyo-kültürel havasını da
değiştirmiş ve yeni tip kentlerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Dolayısıyla ortaya çıkan
yapıda modern kentlere doğru bir atılımın gelişmişliğin ölçütü olarak alınmasıyla
kentleşme sanayileşmenin göstergesi olarak görülmüştür. Kentlere doğru gelen işçilerin
oluşturduğu yeni sosyal yapının önceki dönemlere nazaran farklı tabakalaşma tiplerini
ortaya çıkardığını ve statü ve rollerin yeniden tanımlanmasını sağladığını ifade etmeliyiz.
Bu noktada ortaya çıkan yeni yapılanmanın kültürel bağlamları farklılaşmış ve bu noktada
geleneksel değer ve müesseseler sarsılmış ve bir kısmı var olma mücadelesine girişmiştir.
Kuramsal olarak ifade ettiğimiz gibi Batı toplumlarında başlayan sanayileşme
sürecinin ülkemizde de yaşanmaya başlamasıyla birlikte meydana gelen sosyal değişmeler
geleneksel dini inanç ve davranışları da farklılaştırmış ve bu durum sanayi alanında çalışan
işçilerde de gözlenmiştir. Araştırmamızda modernleşmenin güçlü etkilerinin işçilerimiz
üzerinde de mevcut olduğunu görmekteyiz. Bu durum dini inanç ve davranışlarda bir
farklılaşmaya yol açmaktaysa da özellikle inancın ifade edilmesinde geleneksel kalıpların
güçlü etkisi hissedilmekte ve işçilerin inanç bakımından kendilerini ifade etmede bu
geleneksel bağlılığın güçlü etkisi toplumsal bir formda gözlenmektedir.
İşçilerle ilgili olarak batı ülkelerinde yapılmış olan araştırmaların geleneksel
bağlamları göz önünde bulundurmadan yapılan değerlendirmeler Türk işçilerine de şamil
kılınmakta ve bu süreçte işçiler bir bütün olarak değerlendirilmektedir. Her şeyden önce
hiçbir ülkenin kendi tarihsel kökeni kültürel şekillenmede diğer ülkelere aynen
aktarılamayacağı gibi toplumsal katmanların veya rol ve statülerin aynen farklı tarihsel
süreçlerde işleme konulması pek olanaklı görülmemektedir. Nitekim özellikle inanç
bağlamında ortaya çıkan farklılaşmaların farklı sosyo-kültürel bağlamlarda nasıl etkilerinin
olacağı tam olarak kestirilemeyeceği gibi çok teknik olarak olayların birbirine benzetilmesi
de farklı sonuçları içerecek güçte ortaya çıkmaktadır.
207
G. Le Bras’ın işaret ettiği gibi, her din, onun şekil ve muhtevasını etkileyen ve
sırasında dinin de onu etkilediği bir toplumda ortaya çıkar, hayat bulur ve gelişir. Bu
noktada dini olay, zaman ve mekân içerisinde, birbirinden oldukça farklı şekillerde ortaya
çıkmaktadır (Günay, 1986, 48). Bu durum farklı şekillerde ortaya çıkan dini olayın
özellikle farklı toplumlar bağlamında değerlendirilmesiyle de durumu iyice değişmiş bir
görünüme sokmakta dolayısıyla insan ve toplum unsuru da süreci her zaman her yerde
aynılaşmasına engel olmaktadır. Bu noktada işçilerinde dini yaşayışının anlaşılmasında
kendi tarihi ve sosyal dinamiklerinin anlaşılması önem arz etmektedir.
Bu bağlamda işçilerin geleneksel olarak da ifade edilen inançları modern hayatta da
ifade etmekte ve bu inancın temel yansımaları olan veya bireysel ve toplumsal alanda bu
inancı görünür kılan durumları göstermektedirler. Her ne kadar bu durum modernleşme
sürecinin etkisiyle farklılaşmış ve yer yer geleneksel bağlamından soyutlanmış olsa da işçi
kesiminde de görünür olan şey özellikle dinsel olarak görülen ortak ifadelerin
yıpratılmaması veya kutsal alan olarak ifade edilmesidir. Bu noktada geleneksel bir duruş
sergileyen işçi kesiminin çoğunluğu dinsel alanda meyden çıkan farklı kaynaklı kullanım
amaçlarına da kendilerine dair bir duruş sergilemektedirler. Bu duruşun genel olarak siyasi
ifadelerle şekillendiği ve farklı tezahürlerin çeşitli nedenlerle kendisini ifade ettiği
söylenebilir.
Öte yandan dinin diğer boyutlarında ait olunan sosyo-kültürel ortamın aynı toplum
içerisinde dahi farklılaşmaları göz önünde bulundurulduğunda işçilerinde dinin etkisini bu
noktalarda farklı biçim ve boyutlarda hissettiği görülmektedir. Genel olarak dini açıdan
temel argümanlardan birisi olan güzel örnek meselesinin dini alanda boşlukları doldurması
düşünülürken farklı şekillerde dini açıdan kötü örneklerin daha çok boşlukları doldurma
anlamında işçiler tarafından da kullanıldığına müşahade etmekle birlikte dini iyi, doğru ve
güzel yönleriyle ifade edip kendisini konumlandıranlara da şahit olmaktayız. Dinin bu
bağlamda değerlendirilmesine dair tespitlerin genel anlamda sosyolojik olarak bir atıf ve
dayanak noktası oluşturduğu belirtilmelidir (Edwards, 1969, 45). Böylece işçilerin iyi,
doğru ve güzel algılamalarıyla dinin etkisini hissettikleri görülmekte ve bunun etkisi genel
anlamda bir kimlik bağlamında da ifade edilmektedir.
İşçilerin genelinin kimlik bağlamında da ifade ettiği dini aidiyetin işçi kimliğinin
veya işçi sınıfı tartışmalarının hem kültürel ve hem de sosyal olarak önüne geçtiğini ve
kendisini bu noktada ideolojik ifadelerin çokta yakınında bir duruşla belirlememektedir.
Batı toplumlarında doğan ve gelişen işçi sınıfının doğu toplumlarında ortaya çıkışı ve
gelişimi farklı bir konum sergilemekte ve toplumsal tabakalaşmanın yeni ve üstün gücü
208
olarak kendisini ifade etmemektedir. Bu noktada işçilerin tarihsel gelişiminde özellikle
Türk işçilerine baktığımızda bu durumu net olarak görebilmekteyiz. Çünkü belli
kazanımlarla ifade edilen işçi sınıfı tartışmalarının ideolojik bağlamını işçilerimiz kültürel
kodlarına uygun bulmamakta ve bunu davranış olarak ifade etmemektedir. Bu nokta işçi
dindarlığına yönelik olarak yapmış olduğumuz bu çalışmada sunulan verileriyle de
doğrulanmaktadır.
Farklı değişkenlere yönelik olarak değerlendirdiğimizde inancı ifade etmede
farklılıkların pek gözlenmediği genel olarak İslam Dini’nin inanç esasları olarak ifade
edilen hususların geçerli olduğu ifade edilmelidir. Öte yandan özellikle kader inancı
hususunda sorduğumuz soru farklı bağlamlarda değerlendirilmiş ve bazı işçiler olumlu bir
görüş sergilerken bazı işçilerde kavramı inancın berisinde anlayarak asıl kadere değil de
insanın kendi etkinliğine vurgu yapmışlardır. Özellikle insan hürriyeti bağlamında
tartışılan bu konularda kader’in insanı bağlayan yönü veya insanın kader karşısındaki
konumu yanında sahip olduğu imkân ve kabiliyetlerin boyutu da önem arz etmektedir. Bu
noktada modernleşmenin insan hürriyetine yaptığı güçlü vurgu kendisini en çok kader
inancını etkileyerek göstermiş ve bu inancın eskilerden beri tartışılan bağlamı yön
değiştirmiştir. Bu yönü eğer sekülerleşme olarak ifade edersek zaten ortada inanç açısından
tartışılacak bir durum kalmamaktadır. Öte yandan inanç bağlamı göz önünde bulundurulsa
dahi bu inançta yıpranmaların olacağı ve en azından insanın özgürlüğünün kaderin önüne
geçeceği görülebilir. Fakat bu inancı tamamen reddeden ve insanı herhangi bir metafizik
olguyla bağıntılandırmayan görüşlerin de olduğunu ifade etmeliyiz.
İnanç hayatın temellerini oluşturan ve davranışlara yön veren eğilimlerin
kaynağında yer alan olgular olarak işçilerin hayatında yer edinmekte ve bu inancın
yansımaları farklı boyutlarda hissedilmekte ve görülmektedir. Öncelikle dinin ibadet
boyutu işçilerin dindarlığında kendisine farklı şekillerde yer edinmekte ve işçiler dinin
etkisini değişik oranlarda hissetmektedir.
Araştırmanın
hipotezlerini istatiksel olarak
analiz ettiğimizde ulaştığımız
sonuçlarda genel olarak hipotezlerimizi doğrulamakla birlikte bazı noktalarda farklı
sonuçlara ulaşılmıştır. Bazı sonuçlar ise anlamlı farklılaşmaları bize sunmamakla birlikte
bize durumu ifade etmiştir.
Cinsiyete göre dindarlığın
farklılaşacağına
dair
ortaya koyduğumuz
ilk
hipotezimize baktığımızda öncelikle dinin etkisini hissetme düzeyinde kadınlarla
erkeklerin birbirine yakın olduğunu ve anlamlı bir farklılaşmanın görülmediğini
söyleyebiliriz. Dine önem verme, öznel dindarlık algısı bakımından ise erkeklerin daha
209
fazla yüzdelerle temsil edildiğini görmekteyiz. Dinsel yaşayışın ibadet boyutunda
erkeklerin aldığı puanın anlamlı bir şekilde yüksek olduğunu öte yandan dini inanç ve
dinin etkisini hissetme ölçeklerinden yine erkeklerin daha fazla puan almalarına karşın
aradaki farklılaşmanın anlamlılık seviyesine ulaşmadığını söyleyebiliriz. Halk inançları ve
etkileri bağlamında yaptığımız analizde de görüldüğü erkeklerin ve kadınların genel olarak
yüksek oranlarda bu inançlara bağlandıkları görülmekte ve en azından büyük çoğunluğu
“nazar” başta olmak üzere ankette sunulan bir inanca sahip olmaktadır.
Dini ibadetlerin temelleri olan namaz kılma, oruç tutma, hacca gitme, Kuranı
Kerim okuma ve dua etme açısından kadınlarla erkekler arasında anlamlı bir farklılaşmaya
rastlanmamıştır. Nafile ibadetlerde ise erkekler daha önde görünmektedir. Yine zekât
verme, camiye gitme, cenaze ve dinsel programlar gibi toplumsal yönü ağır basan
ibadetlerde erkekler daha öndedirler. Öznel kimlik algısı noktasında önemli bir farklılaşma
olmamakla birlikte diğer din mensuplarıyla ilgili sunduğumuz ifadelerde erkekler kadınlara
göre daha tavizsiz bir görünüm sergilemektedirler.
Sonuçta erkeklerle kadınlar arasında dindarlığın farklı görüntüleri açısından
farklılıklar ortaya çıkmakla birlikte özellikle dinin ibadet boyutunda düşük bir eğilimin
varlığı görülmektedir. Sanayi alanında çalışmanın insani ve sosyal ilişkileri etkilemesine
yönelik olarak kadınların genel olarak olumsuz görüş bildirdikleri ve sanayileşmenin ağır
çalışma şartlarının sosyal ve insani gelişime yönelik olarak onları daha çok etkilediği
vurgulanmaktadır. Bu durumda sanayi alanında çalışan kadınların çalışma hayatında ki
varlıklarına bir zorunluluk ve hayatın şartları olarak bakılabileceği gibi insanımızın hayatın
yüklediği sorumlulukları bütün zorluklara rağmen taşıyabileceğini ve gerekli özveriyi
gösterebileceği şeklinde de anlamaktayız. Anneliğin yüklediği ulvi yükü üzerinde taşıyan
kadınların
birçoğu,
özellikle
sanayi
alanında
çalışmanın
ekonomik
ve
sosyal
zorunluluklarına işaret etmekte ve bu çalışmanın hayatlarından kopardığı genellikle ailevi
yaşamdan, çoluk çocuklarından kopardığı zamana ve ilişkilere atıf yapmaktadırlar.
İşçilerimiz arasında 16 yaşından başlayan ve genelde genç ve orta yaşla ifade
edebileceğimiz bir profile sahibiz. Farklı yaşlarda olan işçilerin yaşlarına binaen ortaya
konulan dindarlık görüntülerinin karşılaştırmasını yaptığımızda yine farklılaşmalara
rastladık. Tabiî ki bu farklılaşma inanç boyutunda gerçekleşmemiştir. Her yaştan işçinin
dini inançlarının mevcut olduğunu görmekteyiz. Geleneksel şemayla sunduğumuz dini
inançlara katılım oranının çok yüksek oluşu farkı değişkenler bağlamında hep ortaya çıkan
bir durum olarak gözlenmektedir. Dinsel yaşayışın ise genel anlamda yaşlara göre
farklılaştığını ama yaptığımız analizlerde anlamlı bir düzeye ulaşan farklılaşmanın
210
olmadığını söyleyebiliriz. Bu noktada genel olarak hipotezimizin tersine genç ve orta
yaşlarda ki işçilerin anlamlılık seviyesine ulaşmasa da daha yüksek puanlar aldığını
görmekteyiz.
Dinin etkisini yaş bakımından genç ve orta yaş seviyesinde olanların daha fazla
hissetmesine karşın yaşlılarla olan bu farklılaşmaları analizlerde anlamlılık seviyesine
ulaşmamaktadır. Yine dine önem verme ve öznel dindarlık algısında da anlamlı bir
seviyeye ulaşmamış olmamız hipotezimizin tersine bir durumu ortaya koymaktadır. Öyle
ki genç ve orta yaşlıların yapılan analizlerde daha fazla puan aldıkları ortaya çıkmaktadır.
Sonuçta yaş değişkeninin dindarlıkla ilgili olarak anlamlı farklılaşmalara yol açan bir
değişken olmadığını söyleyebiliriz.
İşçileri medeni durumlarına göre değerlendirdiğimizde ise dindarlığın inanç
boyutunda herhangi bir farklılaşmaya rastlamamaktayız. Fakat ibadet boyutuna göre
değerlendirdiğimizde evli olan işçilerin olumlu yönde ve anlamlılık seviyesine ulaşan bir
noktada bekâr işçilerden farklılaştığını görmekteyiz. Dinin etkisini hissetme durumuna
baktığımızda evlilerin yine bekâr işçilerden daha yüksek puanlar aldığını görmekteyiz.
Yapılan analizde her ne kadar bu farklılaşma anlamlılık seviyesine ulaşmasa da evli
olanların genel anlamda yüksek puanlar aldıkları ve böylece daha dindar bir görünüm
sergilediklerine şahit olmaktayız. Bu durumda genel olarak bu değişkenle ilgili olan
hipotezlerimiz doğrulanmaktadır.
Öğrenim düzeyinin işçilerin inanç boyutunda herhangi bir farklılaşmanın nedeni
olmadığını görmekteyiz. Dindarlığın ibadet boyutuna baktığımızda, öğrenim düzeyi
arttıkça ibadetlere devam düşmemekte bilakis işçilerin öğrenim düzeyi arttıkça ibadet
puanları yükselmektedir. Yalnız bu farklılaşma anlamlılık seviyesine ulaşmamaktadır.
Dinin etkisini hissetme bakımından neredeyse fakülte veya yüksekokul mezunlarının daha
an yüksek puana ulaştığını görmekteyiz. Yine dine verilen önemin düzeyine ve öznel
dindarlık algısına baktığımızda anlamlı farklılaşmalara ulaşmamakla birlikte ilkokul ve
üniversite mezunlarının diğerlerine oranla daha yüksek puanlar aldığını görmekteyiz. Son
olarak öğrenim durumunun artmasıyla dini bilgi seviyesinin de artacağını ifade etmiştik.
Bu hipotezimiz anlamlı bir şekilde doğrulanmıştır.
Modernleşmeyle birlikte önem kazanan eğitimin statülerin belirlenmesinde ki
etkisini her alanda görmekteyiz. Sanayi alanında çalışan işçilerin de kendi aralarında statü
farklılaşmasının olduğunu ve bunun dindarlık algılamalarında farklılaşmalara yol açtığını
görmekteyiz. Yalnız bu farklılaşma dinin inanç boyutunda değil de diğer boyutlarda
gözlenmektedir. Yalnız her ne kadar dinin ibadet boyutunda ve dinin etkisini hissetmede
211
bir farklılaşmaya rastlıyorsak ta bu farklılaşmanın anlamlılık seviyesine ulaşmadığını
görmekteyiz. Bu farklılaşmaya baktığımız zaman ise usta ve ustabaşıların farklı düzeylerde
özellikle kalifiye işçilerden daha yüksek puanlar aldıklarını görmekteyiz. Bu durum da
hipotezlerimiz tam olarak doğrulanmamakla birlikte özellikle düz işçi ve kalifiye işçilerde
dindarlık düzeyinin çok düşük olduğuna da işaret etmemekte onlarda da Türk toplumunda
geleneksel olarak gözlenen dini yaşam boyutunun belli oranlarda varlığına şahit
olmaktayız. Bu değişkenle ilgili olarak statü arttıkça dine verilen önem ve dindarlık
algısının azalacağına dair öngörümüzde doğrulanmamış bilakis statü arttıkça bu
durumlardaki değerlendirmeler de olumlu yönde farklılaşmıştır.
Öznel gelir algısının hayatı ve hayatın sosyo-kültürel yönlerini değerlendirmede
önemli bir etken olduğunu ve dindarlığın gereklerinin en iyi durumda ekonomik
imkânların belli seviyelere ulaşmasıyla ifade edilebileceğini görmekteyiz. Fakat genel
görünüm imkân ve kabiliyetler arttıkça dindarlık düzeyinde düşüşler gözlenmektedir. Bu
bağlamda öne sürdüğümüz hipotezlerde de gelir durumu arttıkça inançta olmasa da dinin
objektifleşen
yönlerini
hayata
yansıtmada
tersi
bir
sürecin
ortaya
çıkacağını
düşünmekteyiz. Fakat elde ettiğimiz sonuçlarda işçilerin ibadet boyutundan elde ettikleri
puanlara baktığımızda kendisini orta gelir grubunda hissedenlerin anlamlı bir şekilde
farklılaştığını görmekteyiz. Dinin etkisini hissetme düzeyinin ise alt gelir grubunda daha
yüksek olduğunu fakat bu farklılaşmanın anlamlılık seviyesine ulaşmadığını görmekteyiz.
Dine önem verme bakımından orta gelir grubunun anlamlı bir seviyeye ulaşan farkla
yüksek puan aldığını görürken öznel dindarlık algısında ise anlamlı bir farklılaşmaya
rastlamamaktayız. Kader algısının alt gelir grubunda daha güçlü olacağını düşünürken elde
ettiğimiz sonuçlar anlamlı bir farklılaşmanın olmadığına işaret etmektedir.
Günlük çalışma süresinin artmasıyla birlikte dini ritüellerde bir azalmanın
görüleceğine dair hipotezimiz doğrulanmamıştır. İbadet boyutunun bazı ifadelerinde ise
tersi durumlarla karşılaşmaktayız. Zekât verme, kurban kesme, cenaze merasimlerine
katılma, dinsel yayınları okuma ve seyretme ifadelerinde çalışma süreleri daha fazla
olanların daha olumlu yönde farklılaştığı ve bunun anlamlılık seviyesine ulaştığını
belirtmeliyiz. Aslında genel anlamda baktığımızda çalışma süreleri genelde usta kesiminde
artış göstermekte ve bu bağlamda onların aldıkları puanlardan bu sonuçlar etkilenmektedir.
Öte yandan yine orta gelir grubunda olanlar da usta sayısının çokluğu ve daha dindar
görünüm sergilemeleri de yine böyle bir sonuçla bizi karşı karşıya bırakmaktadır. Aslında
normal şartlar altında 8 saatten fazla çalışmak daha yorucu ve ibadetler için daha az zamanı
ifade eder. Ama yine de farklılaşma görünmemekte ve farklılaşma olan ibadetlerde biraz
212
daha maddi durumla alakalı gibi durmaktadır. Nitekim bu sonuçlarda orta gelir grubunda
olanların daha fazla çalışma saatlerini işaretlediğini de göz önünde bulundurmaktayız.
Yine sanayi alanında çalışma saatlerinin fazla olmasının insani ve sosyal ilişkileri olumsuz
etkileyeceğini düşünürken anlamlı bir farklılaşmayla karşılaşmaktayız. İfade ettiğimiz
bağlamlar (orta gelir, usta olma gibi) bu sonucu da etkilemektedir.
Dindarlığın düzeyini etkileyen önemli değişkenlerden birisi de çalışma hayatının
süresi olabilir. Çalışma hayatında eskidikçe dindarlığın farklı boyutlarında azalmaların
olacağını öngörmekteyiz. Çalışma hayatının süresi dine verilen önem de bir azalmaya
neden olmamakta ve bu bağlamda dindarlık algısında da anlamlı bir farklılaşmaya işaret
etmemektedir. Yine dinin inanç ve ibadet boyutlarında da anlamlılık seviyesine ulaşan bir
farklılaşma olmamakta, sadece dinin etkisini hissetme ölçeğinde 11yıl ve üzeri çalışanlar 1
puan civarında düşük almaktalar yalnız bu da anlamlılık seviyesinde bir farklılaşmaya
işaret
etmemektedir.
Görüldüğü
gibi
elde
edilen
sonuçlar
hipotezlerimizi
doğrulamamaktadır. Ve böylece çalışma yılının dindarlıkta anlamlı farklılıklara yol açan
bir değişken olmadığını görüyoruz.
İşçilerimizin çalıştıkları işkollarının farklı olduğunu görmekteyiz. Çalışılan
işkoluna göre dindarlığın ve boyutlarının farklılaşacağını öngörmekteyken böyle bir
farklılaşmanın anlamlılık seviyesine ulaşmadığını görüyoruz. Aslında plastik ve mobilya
sektörü, tekstil ile plastik sektörü arasında ibadet ve dinin etkisini hissetme bakımından
farklılaşma anlamlılık seviyesine ulaşsa da temsil yeterliliğine sahip işçiye bu sektörlerde
ulaşmadığımız için bu farklılığı yorumlamaya gerek görmedik. Yine inanç ölçeğimizde
farklı işkollarında çalışan işçilerin arasında anlamlı bir farklılaşma görülmemiştir.
Din önem düşüncesine göre inanç boyutunda farklılaşmalar olduğu ve bunun
dindarlığın diğer boyutlarında da görüldüğü ifade edilmelidir. Bu noktada dine önem
verenlerin veya dini önemli görenlerin inanç, ibadet ve etki boyutundan daha yüksek puan
aldıkları ve önem vermeyenlere göre anlamlı bir biçimde farklılaştıklarını görmekteyiz.
Ayrıca
dine
önem
verenlerin
dindarlık
algılamaları
doğru
orantılı
olarak
gerçekleşmektedir. Bu sonuçlar hipotezlerimizin doğrulanması anlamına gelmektedir.
Öznel dindarlık algısına göre dinsel yaşayışla ilgili ölçeklerden alınan puanlarda
farklılaşma görülmüştür. Bu farklılaşmanın öznel dindarlık algısına göre doğru orantılı
olarak farklılaştığını görmekteyiz. Dini inanç boyutunda hiç dindar olmayanlardan
başlayan anlamlı farklılaşma çok dindara kadar artan puanlarla devam etmesine karşın
genel olarak kader algılaması dışında inançla ilgili pek problemle karşılaşmamaktayız.
Fakat ifade edilmelidir ki özellikle inanç konusunda her zaman netleşmelerin olmadığını
213
hem ahirete inanıp hem de cennet ve cehennemle ilgili şüpheleri olanlara rastlamakla
birlikte özellikle Uzakdoğu kökenli olan tenasüh inancının da ahiret inancında farklı
düzeylerde bozulmalara yol açtığını görmekteyiz. İnanca dair olan bu farklılaşmanın ibadet
hayatında da gözlendiğini ifade etmeliyiz. Bu noktada dindarlık algısı ibadetlere devam da
önemli bir değişkeni oluşturmaktadır. Yine dinin etkisini hissetmede kendisini dindar
olarak görenlerin aldıkları puan farklılaşmanın temelini oluşturmaktadır.
Özne kimlik algısında da yine kendisini Müslüman olarak görenlerle MüslümanTürk, Türk ve insan olarak görenler arasında alınan puanlara açısından tüm ölçeklerde
anlamlı seviyeye ulaşan farklılaşmalara ulaşmaktayız. Özellikle kendisini insan olarak
görenlerde dindarlık düzeyinin düştüğü ifade edilebilir. Bu sonuçlarla öznel kimlik algısı,
öznel dindarlık algısı ve dine önem verme açısından öne sürdüğümüz hipotezlerimiz
doğrulanmıştır.
Dini bilgi seviyesi açısından ise işçilerimiz arasında anlamlı farklılaşmaların
olduğunu görmekteyiz. Her şeyden önce işçilerimiz dini bilgilerinin kaynağını ailelerine
dayandırmakla dinin geleneksel olarak öğrenildiğini ve dindarlığın boyutlarında bunun
ortaya konulduğunu bize göstermişlerdir. Fakat genel anlamda işçilerde dini bilginin
yeterli olmadığını ve özellikle kadınlarda dini bilginin daha düşük olduğunu
gözlemlemekteyiz. Bu durum Kuran’ı Kerim ve diğer dini kaynakları okumanın düşük
olmasından da kaynaklanmakta ve bilgiler daha çok kulaktan duyma ve basın-yayında ki
çeşitli tartışmalardan elde edilmektedir.
Dindarlığın bilgi düzeyinde gözlenen bu eksikliklerin, inanç açısından farklılıkların
alabildiğine yaygınlaştığı günümüzde, boşlukların bu farklılıklar tarafından doldurulması
gündeme gelmektedir. Arklı isimler altında ülkemize giriş yapan bu inanç ve ideolojilerin
nevi şahsına münhasır dindarlık tipleri ortaya çıkardığını ve bütünlüğünü kaybederek
parçalanmış inançların sapmalara da yol açtığını görmekteyiz. Bu bağlamda dini bilginin
genel olarak halk veya popüler dindarlık örüntüleri olarak da isimlendirilen inançlara karşı
sağlam duruşu da beraberinde getirdiğini ama ortay çıkan eksikliklerde bu tip inançların
insan ve toplum hayatına akın ettiğini görmekteyiz. Sonuçta inançlarda ortaya çıkan
farklılaşmaların temelinde dinin doğru kaynaklardan elde edilmesi problemi başı
çekmektedir. Dini bilgi konusunda dikkat çeken bir problemde İslam Dini’nin ana kaynağı
olan Kuran’ı Kerim okuma oranının bilgi seviyesine göre anlamlılık seviyesinde bir
farklılaşmaya ulaşmamasıdır. Oysa ki, özellikle dini bilgisini yeterli görenlerin anlamlı bir
şekilde farklılaşacağı öngörülmüştü. Fakat dinsel yayınları okuma durumu dini bilgiyle
doğru orantılı olarak artmaktadır
214
Dini bilgi düzeyinin dinin inanç ve ibadet boyutunda farklılaşmalara neden
olduğunu görmekteyiz. Dinin inanç boyutunda dini bilgi almanın gereksiz olduğunu
düşünenlerin dahi az puan almasına rağmen bunun diğerlerinden anlamlı seviyeye ulaşacak
bir farklılaşmayı yansıtmadığını görmekteyiz. Dinin ibadet boyutunda ise dini bilgi
düzeyinin artmasına paralel olarak ibadet puanlarının arttığını görmekteyiz. Bu noktada
dini bilgi düzeyi gruplar arasında tek yönlü varyans analizi (ANOVA) sonucunda anlamlı
bir farklılaşmayı yansıtmaktadır. Her ne kadar sayı açısından az olsa da dini bilgi almanın
gereksiz olduğunu düşünenler tüm gruplarla farklılaşırken diğer gruplar arasında
farklılaşma çok düşük düzeydedir. Sonuçta bu veriler hipotezlerimizi doğrulamaktadır.
Modernleşmenin en önemli etkilerinden birisi de bireyselleşmenin artması ve
bireysel eğilimlerin toplumsal planda önem kazanmasıdır. Bu durumun farklı noktalarda
özellikle bireyler için önemli kazanımlar sunduğu bir gerçek olmakla beraber özellikle
dinsel
hayatın
toplumsal
değer
ve
müesseselerini
yıprattığı
göz
önünde
bulundurulmaktadır. Dinin de bu bağlamda bireysel inanç ve kutsalla kurulan öznel bağa
indirgenmesi söz konusu olmakta ve dolayısıyla birey dışı olan veya bireyi aşan toplumsal
tasavvurlar seküler kalıplarla ifadelendirilmekte ve değerlendirmeler bu çıkış noktasıyla
yapılmaktadır. Bu çıkış noktasının dinsel olanı toplumsal olandan soyutlamakla birlikte
ortaya çıkan boşluklar ya kendisi tarafından veya toplumlar tarafından üretilen tampon
mekanizmalar vasıtasıyla doldurulmakta ve bunun görüntüsü de farklı toplumlarda değişik
görünümler almaktadır. Bu nokta da Türk toplumunun sahip olduğu dinsel inanç ve
görünümlerin seküler olanla ilişkisi başkalaşmakta ve bu durumu kendi geleneksel
algılama biçimleriyle yeniden üretmektedirler.
Seküler olanın her defasında farklılaşan yeniden üretimleri her ne sebeple olursa
olsun varoluşun boyutlarında farklı zaman ve mekânlarda karşılık bulamamakta ve sonuçta
ya bu alanda ki boşluk devam etmekte veya boşluk farklı görünümlerle yine uzaklaştırılan
değerler tarafından doldurulmaktadır. Doldurulan bu değerlerin dinsel olanın yerini
almakta ki mahareti onunla kurduğu ilişkinin biçimine veya kabullerin toplumsal mantıkta
karşılık bulmasına bağlı olmakla birlikte bu durum sosyologlar tarafından farklı şekillerde
ifade edilmektedir. Aslında toplumsal hayattan atılmaya çalışılan toplumsal asli unsurların
veya toplumun kendisi olmadan kendisi olamayacağı unsurlarının cevheri ile olan
ilişkisinin arızi olup olmadığı yaşama şansının ne kadar olduğunu da bize göstermekte ve
bunlara binaen varoluşun boyutları ne seküler ne de dinsel algılamalar ve etkisiyle
uygulamalarda birbirini çekip-itmeye devam etmektedir. Bu gerilimlerin boyutları yine
farklı toplumsal tabakalarda karşılık
bulmakta ve bunun boyutları ölçülmeye
215
çalışılmaktadır. Aslında bütüncül bakış açısı net olarak ayrımlar yapamamakta ve fakat
genel ifadelerle olayın fotoğrafını çekmeye çalışmaktadır.
Bu noktada toplumsal yardımlaşma anlayışının dini saiklerle yönlendirilmeye
devam ediyor oluşu kuramsal bakış açımızı doğrulamakta ve Türk işçilerinin seçtiğimiz
örnekleminde bu durum açıkça gözlenmektedir. Bu noktada Türk toplumunun kendi
geleneksel yapısında yer alan unsurların dini olanla etkileşimine de atıf yapmak sürecin
devam ediyor oluşuna da bir işaret olarak görülebilir.
Atalay’ın (1983) Kırıkkale’de işçilere yönelttiği sorulara aldığı cevaplarda da
benzer sonuçlar aldığını güncel olarak diğer şehirler de yapılan çalışmalarda da bunun
doğrulandığını ifade etmeliyiz. Özellikle Akgül’ün (1992), Karaman’ın (2000) işçiler
üzerine yaptıkları çalışmalarda da işçilerin benzer özellikleri daha yüksek oranda temsil
edildiği görülmektedir. İşçilerin taşıdıkları benzer özelliklerin yaşanılan bölgeye ve şehre
göre farklılaşmasını göz önünde bulundurmakla beraber yaşanılan döneminde işçilerin dini
yaşayış ve anlayışlarına farklı düzeylerde olumlu veya olumsuz etkilerinin olduğunu diğer
yandan işçilerin kendilerini ifade etmek bakımından belirtilen değişkenlerden ki özellikle
belirtmek gerekirse çalışma ortamından etkilenmekte ve cevapları tam olarak istenilen
objektifliğe ulaşmakta veya ulaşmamaktadır. Bütün bunlara rağmen ifade edilen
değişkenlerin araştırmacılar tarafından göz önünde bulundurulduğu ve bu noktada
ülkemizin değişik yerlerinde ve farklı zamanlarında yapılan çalışmalarda yukarıda ulaşılan
sonuçlara benzer sonuçlara ulaşılmaktadır. Bu noktada Nichols ve Suğur’un (2005), Geniş
(2006) ve Güzel’in (2008) yaptıkları çalışmalarda da işçilerin muhafazakâr duruşlarına dair
sonuçlar ön plana çıkmakta ve özellikle ilk çalışmada işçilerin dini ibadetlere dair
gönüllerinde taşıdıkları gereklilik duygusunun %65’leri aşmasına dair sonuçlar
belirtilmekte ve bu arada sanayi alanında dini yaşama dair uygulamaların farklılaşmasına
dair örneklere rağmen bu böyle gerçekleşmektedir. Nichols ve Suğur’un dinî yaşam
hususunda değişik çalışma ortamlarında yaşanan ilginç durumları aktarmakta ve bazı
fabrikaların bu konuda ki seküler tutumlarına vurgu yapmaktadırlar.
Tezimizin varsayımında da ifade ettiğimiz gibi sekülerleşmenin, Berger’in
ifadesiyle; “modern sanayi üretimiyle doğrudan ilgili olan sınıflar, özellikle işçi sınıfı
üzerinde
daha
güçlü
etkilerde
bulunduğunu”
görmeyi
bu
sonuçlardan
sonra
ummamaktayız. Anadolu’nun köylerinden, kasabalarından ve diğer yerlerinden gelen
işçilerin Batı toplumları bağlamında ifade edilen bu sonuçla değerlendirilemeyeceği ortaya
çıkmış olmakla beraber sekülerleşmenin bir proje olarak değerlendirilmesinin ötesine
uzanan bir yaklaşımla, modernleşmenin etkilerinin Türk işçilerini de farklı boyutlarda
216
etkilediğini ve işçilerimizin seküler bir alanda kendilerini belirli düzeylerde gösterdiğini
belirtmeliyiz. Bu durum geçiş sürecini yaşayan ülkemizde tipik olarak gözlenen bir sonuç
olarak ortaya çıkmaktadır.
Araştırmamızın sonucunda genel olarak işçilerimizin dinin etkilerini hissettiklerini,
din ve dinî değerlere önem verdiklerini, kendilerini geleneksel dini kalıplarla ifade
ettiklerini ve bunu içsel veya dışsal olarak farklı boyutlarda gösterdiklerini belirlemekteyiz.
217
KAYNAKÇA
Alperen, A. (2003), Sosyolojik Açıdan Türkiye’de İslam Ve Modernleşme, Adana: Karahan
Yayınları.
Ağakay, M. A. (1973), Türkçe Sözlük, Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları.
Akdoğan, A. (2002), Geleneksel Toplumdan Modern topluma Geçişte Dini Hayat,
İstanbul: Rağbet Yayınları.
Akgül, M. (1992), “Sanayileşme ve Din İlişkilerinin Konya Organize Sanayi Bölgesinden
Seçilen Örnek Bir Grup Üzerinde İncelenmesi”, Yayınlanmamış Yüksek
Lisans Tezi, Konya Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Akgül, M. (2002), Türkiye’de Din ve Değişim-Bir Erol Güngör Çözümlemesi, İstanbul:
Ötüken Yayınları.
Applebaum, H. (1995), The Concept of Work İn Western Thought, Editor, F. C. Gamst;
Meanings of Work, New York: State University of New York Press.
Atalay, B (1982), Sanayileşme ve Sosyal Değişme, Kırıkkale Araştırması, Ankara: Devlet
Planlama Teşkilatı Yayınları.
Ayas, M. R. (1994), Kur’an-ı Kerim’de Çalışma Kavramına Sosyolojik Bir Yaklaşma,
İzmir: Akademi Kitabevi.
Ayata, S. (1987), Kapitalizm Ve Küçük Üreticilik, Türkiye’de Halı Dokumacılığı, Ankara,
Yurt Yayınları.
Ayata, S. (1991), Sermaye Birikimi ve Toplumsal Değişim, Ankara: Gündoğan Yayınları.
Aron, R. (1992), Sınıf Mücadelesi, (Çev, Erol Güngör). İstanbul: Dergâh Yayınları.
Aron, R. (1994), Sosyolojik Düşüncenin Evreleri, (Çev, Korkmaz Alemdar). Ankara: Bilgi
Yayınları.
Aron, R. (1997), Sanayi Toplumu, (Çev, E. Gürsoy). İstanbul: Dergâh Yayınları.
Arslan, M. (2006), “Dindarlık Farklılaşması ve Popüler Dindarlık”, Editör, Ü. Günay &
Celaleddin Çelik; Dindarlığın Sosyo-Psikolojisi, Adana: Karahan Yayınları.
Arslan, M. (2004), Türk Popüler Dindarlığı, İstanbul: Dem Yayınları.
Aslantürk, Z. & Amman, T. (1999), Sosyoloji, İstanbul: Marmara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Vakfı Yayınları.
Aydın, M. S. (1990), Din Felsefesi, İzmir: İzmir İlahiyat Vakfı Yayınları.
Bauman, Z. (1999), Çalışma, Tüketicilik ve Yeni Yoksullar, (Çev, Ümit Öktem). İstanbul:
Sarmal Yayınları.
218
Bendix, R. (1983), “Sanayileşme, Modernleşme ve Kalkınma”, (Çev. İhsan Sezal). Editör,
İhsan Sezal; Sosyoloji Yazıları, Bursa: Ekin Yayıncılık
Bendix, R. (1998), “Max Weber’in Din Sosyolojisi” (Çev, M. Emin Köktaş). Derleyen,
Yasin Aktay & M. Emin Köktaş; Din Sosyolojisi, Konya: Vadi Yayınları.
Berger, P. L. (1993), Dinin Sosyal Gerçekliği, (Çev, Ali Çoşkun). İstanbul: İnsan
Yayınları.
Berger, P. L. & Luckmann, T. (2008), Gerçekliğin Sosyal İnşası, Bir Bilgi Sosyolojisi
İncelemesi, (Çev, Vefa Saygın Öğütle). İstanbul: Paradigma Yayıncılık
Bergson, H. (1986), Ahlak ile Dinin İki Kaynağı, (Çev, M Karasan). İstanbul: Milli Eğitim
Bakanlığı Yayınları.
Berman, M. (2001), Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor, (Çev, Ü. Altuğ & B. Peker).
İstanbul: İletişim Yayınları.
Bilgin, V. (1997), Sosyal Çözülme ve Din, Samsun, Etüt Yayınları.
Birnbaum, N. (2002), Sanayi Toplumunda Kriz, (Çev, Tarkan Karatekin & Filiz Ülgüt).
İstanbul: Babil Yayınları.
Blumer, H. (1990), Industrialization as an Agent of Social Change, A Critical Analysis,
New York: A de Gruyter.
Bottomore, T. & Nisbet, R. (2002), Sosyolojik Çözümlemenin Tarihi, (Çev, Mete Tunçay
& Aydın Uğur). Ankara: Ayraç Yayınları.
Chalfant, H. P., Beckley, R. E. & Palmer, C. E. (1994), Religion in Contemporary Socıety,
İllinois: F. E. Peacock Publishers Inc.
Clark, T. N. & Lipset, S. M. (2007), “Toplumsal Sınıflar Ölüyor mu?” (Çev, Hayriye
Erbaş). Derleyen, Hayriye Erbaş, Fark/Kimlik, Sınıf, Ankara: EOS
Yayınları.
Çelebi, N. (1983), Aydın’daki Küçük Sanayilerin Sosyolojik Açıdan İncelenmesi, İzmir Ege
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları No:26.
Çelebi, N. (2001), Sosyoloji ve Metodoloji Yazıları, Ankara: Anı Yayınları.
Çelik C. (2006), “Kentsel Dindarlık”, Editör, Ünver Günay & Celaleddin Çelik;
Dindarlığın Sosyo-Psikolojisi, Adana: Karahan Yayınları.
Çiftçi, A. & Wuthnow, R. J. & Berger, P. L. (2002), Din ve Modernlik, Toplumbilim
Yazıları I, Ankara: Ankara Okulu Yayınları.
Draz, M. A. (1982), Din ve Allah İnancı, (Çev, Bekir Karlığa). İstanbul: Bir Yayınları.
Duran, H. (2002), Endüstri Çağının Dinamikleri, İstanbul: Değişim Yayınları.
219
Durkheim, E. (2005), Dini Hayatın İlkel Biçimleri, (Çev, Fuat Aydın). İstanbul: Ataç
Yayınları.
Durkheim, E. (2004), Sosyolojik Yöntemin Kuralları, (Çev, Cenk Saraçoğlu). İstanbul:
Bordo Siyah Yayınları.
Edwards, D. L. (1969), Religion and Change, London: Hodder and Stoughton.
Efe, F. (1997), “Geleneksel Toplum, Sanayileşme, Sosyal Değişme ve Din İlişkileri:
Bayburt ve Kocaeli Örnekleri”, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Kayseri
Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Erbaş, H. (2007), “Fark/Kimlik, Sınıf”, Editör, Hayriye Erbaş & M. Kemal Coşkun &
Deniz Yüzüak; Fark/Kimlik, Sınıf, Ankara: EOS Yayınları.
Erkal, E. M. (1995), Sosyoloji (Toplumbilimi), İstanbul: Der Yayınları.
Eyüpoğlu, O. (1996), “Samsun İli Küçük Sanayi Sitesinin Sosyo-Ekonomik Yapısı İçinde
Dinin Konumu”, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Samsun Ondokuz
Mayıs Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Fındıkoğlu, Z. F. (1975), Karl Marx ve Sistemi, İstanbul: Ötüken Yayınları.
Fichter, J. (2004), Sosyoloji Nedir? (Çeviren, Nilgün Çelebi). Ankara: Anı Yayınları.
Freund, J. (2002), “Max Weber Zamanında Alman Sosyolojisi”, Editör, Tom Bottomore &
Robert Nisbet; Sosyolojik Çözümlemenin Tarihi, Ankara: Ayraç Yayınları.
Freyer, H. (1954), Endüstri Çağı, İstanbul: İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Yayınları
Galbraıth, J. K. & Salınger, N. (1991), Ekonomik Yaşamın Güncel Sorunları, (Çev, Özer
Ozankaya). İstanbul: Cem Yayınları.
Geniş, A. (2006), İşçi Sınıfının Kıyısında, Küçük Sanayi İşçileri Üzerine Bir İnceleme,
Ankara: Dipnot Yayınları.
Giddens, A. & Person, C. (2001), Anthony Giddens’la Söyleşiler, Modernliği
Anlamlandırmak, (Çev, Serhat Uyurkulak & Murat Sağlam). İstanbul: Alfa
Yayınları.
Glock, C. Y. (1998), “Dindarlığın Boyutları Üzerine”, (Çev, M. Emin Köktaş). Derleyen,
Yasin Aktay & M. Emin Köktaş; Din Sosyolojisi, Konya: Vadi Yayınları.
Goodenough, W. H. (1963), Cooperation in Change, New York: John Wıley & Sons, Inc.
Guenon, R. (1991), Modern Dünyanın Bunalımı, (Çev, Nabi Avcı). İstanbul: Ağaç
Yayınları.
Güçer, M. S. (2005), “Max Weber’de Sosyal Tabakalaşma Olgusu”, Yayınlanmamış
Yüksek Lisans Tezi, Ankara: Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
220
Günay, Ü. (2003), Din Sosyolojisi, İstanbul: İnsan Yayınları.
Günay, Ü. (1978), “Erzurum ve Çevre Köylerinde Dini Hayat”, Yayınlanmamış Doçentlik
Tezi, Erzurum: Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Günay, Ü. (1986), “Modern Sanayi Toplumlarında Din I.”, Kayseri Erciyes Üniversitesi.
İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı 3.
Günay, Ü. (1987), “Modern Sanayi Toplumlarında Din II.”, Kayseri Erciyes Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı 4.
Günay, Ü. & Çelik, C. (Editör) (2006), Dindarlığın Sosyo-Psikolojisi, Adana: Karahan
Kitabevi.
Güzel, S. (2008), Çalışma Sosyolojisi, Modern İşgücünün Oluşumu, İstanbul: Literatürk
Yayınları.
Güzel, M. Ş. (1998), “İkinci Dünya Savaşı Boyunca Sermaye ve Emek”, Derleyen, D.
Quataert & E. J. Zürcher; Osmanlı’dan Cumhuriyet Türkiyesi’ne İşçiler,
İstanbul: İletişim Yayınları.
Hamilton, M. (2001), The Sociology of Religion, Theoretical and Comperative
Perspectives, New York: Routledge.
Hobsbawm, E. J. (2005), Sanayi ve İmparatorluk, (Çev, Abdullah Ersoy). Ankara: Dost
Kitabevi Yayınları.
Kağıtçıbaşı, Ç. (1999), Yeni İnsan ve İnsanlar, İstanbul: Evrim Yayınları.
Karagöz, E. Ö. (2003), Max Weber’de Anlayış Sosyolojisi Ve Din Olgusu, İstanbul: Derin
Yayınları.
Karaman, R. (2000), Sanayileşmenin Dine Etkisi, Mersin Örneği, Konya: Akın Ofset
Baskısı.
Karasar, N. (2004), Bilimsel Araştırma Yöntemi, İstanbul: Nobel Yayınları.
Kaya, R. (1993), “Sanayileşmenin Sosyo-Kültürel Etkileri, Çerkezköy Araştırması”,
Yayınlanmamış Doktora Tezi, İstanbul: İstanbul Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü.
Kayıklık, H. (2003), Orta Yaş ve Yaşlılıkta Dinsel Eğilimler, Adana: Baki Kitabevi.
Kehrer, G. & Robertson, R. & Durkheim, E. (1996), Din Sosyolojisi, (Çev, M Emin
Köktaş, Abdullah Topçuoğlu). Ankara: Vadi Yayınları.
Keyder, Ç. (1998), “Halk Yığınlarının Bugünkü Durumu”, Derleyen, D. Quataert & E. J.
Zürcher; Osmanlı’dan Cumhuriyet Türkiyesi’ne İşçiler, İstanbul: İletişim
Yayınları.
Keyder, Ç. (1995), Türkiye’de Devlet ve Sınıflar, İstanbul: İletişim Yayınları.
221
Kızılçelik, S. (1994), Sosyoloji Teorileri 2, Konya: Emre Yayınları.
Kirman, M. A. (2005), Din ve Sekülerleşme, Üniversite Gençliği Üzerine Sosyolojik Bir
Araştırma, Adana: Karahan Kitabevi.
Kongar, E. (1979), Toplumsal Değişme Kuramları ve Türkiye Gerçeği, Ankara: Bilgi
Yayınevi.
Kongar, E.(Editor) (1999), Türk Toplum Bilimcileri I, İstanbul: Remzi Kitabevi.
Kuhn, T. (1970), The Structure of Scientific Revolutions, London: The University of
Chicago Press.
Küçük, S. (1994), “Kentleşme Politikalarında Araç Olarak Organize Sanayi Bölgeleri”,
Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul: İstanbul Teknik Üniversitesi
Fen Bilimleri Enstitüsü
Köktaş, E. (1993), Türkiye’de Dini Hayat, İstanbul: İşaret Yayınları.
Köse, A. (2001), “Modernleşme-Sekülerleşme İlişkisi Üzerine Yeni Paradigmalar”,
Günümüz İnanç Problemleri İçinde, Erzurum: İlahiyat Fakülteleri Kelam
Ana Bilim Dalı Sempozyumu (ss. 203–216).
Kösemihal, N. Ş. (2002), Sosyoloji Tarihi, İstanbul: Remzi Kitabevi Yayınları.
Laroque, P. (1969), Sosyal Sınıflar, (Çev, Yaşar Gürbüz). İstanbul: Remzi Kitabevi
Yayınları.
Lenski, G. (1962), The Religious Factor, New York, Anchor Books
Löwith, K. (1999), Max Weber ve Karl Marx, (Çev, Nilüfer Yılmaz). Ankara: Doruk
Yayınları.
Johnstone, R. L. (2002), Religion in Society, A Sociology of Religion, New Jersey: Pearson
Prentıce Hall
Mardin, Ş. (2005), Din ve İdeoloji, İstanbul: İletişim Yayınları.
Mardin, Ş. (1997), Türk Modernleşmesi, İstanbul: İletişim Yayınları.
Marshall, G. (2003), Sosyoloji Sözlüğü, (Çev, Osman Akınhay & Derya Kömürcü).
Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları.
Marx, K. (1998), Din ve İdeoloji, (Çev, Mevlüde Ayyıldızoğlu). Derleyen, Yasin Aktay &
M. Emin Köktaş; Din Sosyolojisi, Konya: Vadi Yayınları.
Mensching, G. (1994), Dinî Sosyoloji, (Çev, Mehmet Aydın). Konya: Tekin Kitabevi.
Meriç, N, (2005), Modernleşme, Sekülerleşme ve Protestanlaşma Sürecinde Değişen
Kentte Dinî Hayat, İstanbul: Kapı Yayınları.
Mills, C. W. (1970), The Sociological Imagination, New York: Oxford University Press.
222
Munck, R. (1995), Uluslararası Emek Araştırmaları, (Çev, Cenk Aygün). Ankara: Öteki
Yayınları.
Mutioğlu, H. (1993), “Sanayileşme-Şehirleşme Açısında Küçük Sanayi İşçisinin SosyoEkonomik Profili, Konya Örneği”, Yayınlanmamış Doktora Tezi, İstanbul:
İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Nef, J. (1980), Sanayileşmenin Kültür Temelleri, (Çev, Erol Güngör). İstanbul: Kalem
Yayınları.
Nichols, T. & Suğur, N. (2005), Global İşletme, Yerel Emek, Türkiye’de İşçiler ve Modern
Fabrika, İstanbul: İletişim Yayınları.
Nottıngham, E. K. (1964), Religion And Society, New York: Random House
Okumuş, E. (2003), Toplumsal Değişme ve Din, İstanbul: İnsan Yayınları.
Onay, A. (2004), Dindarlık, Etkileşim ve Değişim, İstanbul: Dem Yayınları.
Ozankaya, Ö. (1979), Toplumbilime Giriş, Ankara: Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler
Fakültesi Yayınları.
Öğütle, V. S. & Çeğin, G. (2007), Sosyo-Tarihsel Teorinin Sınıfla İmtihanı, İzmir: Duvar
Yayınları.
Parsons, T. (1978), “Religion and The Problem of Meaning”, Edıted by Roland Robertson;
Socıology of Relıgıon, New York: Penguin Books
Poloma, M. M. (1993), Çağdaş Sosyoloji Kuramları, (Çev, Hayriye Erbaş). Ankara:
Gündoğan Yayınları.
Ritzer, G. (1983), Sociological Theory, New York: Alfred A. Knopf Inc.
Rosenau, P. M. (2004), Post-Modernizm ve Toplumbilimleri, (Çev. Tuncay Birkan).
Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları.
Russell, D. & Russell, B. (1979), Endüstri Toplumunun Geleceği, (Çev, Melih Ölçer).
Ankara: Bilgi Yayınları.
Said, E. (1995), Orientalism, Western Conceptions of the Orient, Pantheon: Revised
Edition Penguin
Sarıöz Ete, A. (2002), “Modernlik Çözümlemelerinde Nostaljik Perspektifler, Comte,
Durkheim, Weber ve Simmel”, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi,
Kırıkkale: Kırıkkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Sevil, M. (1999), Türkiye’de Modernleşme ve Modernleştiriciler, Ankara: Vadi Yayınları.
Sencer, M. (1989), Toplumbilimlerinde Yöntem, İstanbul: Beta Yayınları.
Sezal, İ. (2002), Sosyolojiye Giriş, Ankara: Martı Yayınları.
223
Sezen, Y. (1990), Sosyolojide ve Din Sosyolojisinde Temel Bilgiler ve Tartışmalar,
İstanbul: Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları.
Sezen, Y. (1988), Sosyoloji Açısından Din, İstanbul: Marmara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Vakfı Yayınları.
Sezer, B. (1981), Toplum Farklılaşmaları ve Din Olayı, İstanbul, Edebiyat Fakültesi
Matbaası.
Shayegan, D. (2002), Yaralı Bilinç, Geleneksel Toplumlarda Kültürel Şizofreni, (Çev,
Haldun Bayri). İstanbul: Metis Yayınları.
Shayegan, D. (2005), Batı Karşısında Asya, (Çev, Derya Örs). İstanbul: Anka Yayınları.
Sprott, W. J. H. (2002), Sosyoloji, (Çev, Mehmet Karaoğlu & Ülker Yükselbaba). İstanbul:
Seyir Yayınları.
Swingewood, A. (1998), Sosyolojik Düşüncenin Kısa Tarihi, (Çev, Osman Akınhay).
Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları.
Şahin, İ. (2006), “Değişim Sürecindeki Bir Anadolu Kasabasında Kadın Dindarlığı,
Boğazlayan Örneği”, Editör, Ü. Günay & Celaleddin Çelik; Dindarlığın
Sosyo-Psikolojisi, Adana: Karahan Yayınları.
Şerif, M. (1985), Sosyal Kuralların Psikolojisi, (Çev, İsmail Sandıkçıoğlu). İstanbul: Alan
Yayıncılık.
Taplamacıoğlu, M. (1983), Din Sosyolojisi, Ankara: Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Yayınları.
Taş, K. (2006), “Dindarlığın Kriterleri Üzerine Tipolojik Bir Araştırma”, Editör, Ü. Günay
& Celaleddin Çelik; Dindarlığın Sosyo-Psikolojisi, Adana: Karahan
Yayınları.
Tiryakian, E. A. (2002), “Emile Durkheim”, Editör, Bottomore, Tom & Nisbet, Robert;
Sosyolojik Çözümlemenin Tarihi, Ankara: Ayraç Yayınları.
Topçu, N. (2006), Sosyoloji, (Hazırlayan, Ezel Elverdi & İsmail Kara). İstanbul: Dergâh
Yayınları.
Touraine, A. (1994), Modernliğin Eleştirisi, (Çev, Hülya Tufan). İstanbul: Yapı Kredi
Yayınları.
Turhan, M. (1969), Kültür Değişmeleri, İstanbul: Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları.
Turner, S. B. (2000), Statü, (Çev, Kemal İnal). Ankara: Doruk Yayınları.
Turner, S. B. (1998), Sivil Din, (Çev, Yasin Aktay). Derleyen, Yasin Aktay & M. Emin
Köktaş; Din Sosyolojisi, Konya: Vadi Yayınları.
224
Türkdoğan, O. (1981), Sanayi Sosyolojisi Türkiye’nin Sanayileşmesi-Dün-Bugün-Yarın,
Ankara: Töre Devlet Yayınları.
Türkdoğan, O. (2004), Sosyal Hareketlerin Sosyolojisi, İstanbul: IQ Yayınları.
Türkdoğan, O. (1998), İşçi Kültürünün Yükselişi, İş Ahlakı, İstanbul: Timaş Yayınları.
Quataert D.& Zürcher E. J. (Derleyen), (1998), Osmanlı’dan Cumhuriyet Türkiyesi’ne
İşçiler (1839–1950), İstanbul: İletişim Yayınları.
Uysal, V. (1996), Dini Tutum Davranış Ve Şahsiyet Özellikleri, İstanbul: Marmara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları.
Ülgener, F. S. (1983), Zihniyet, Aydınlar ve İzmler, Ankara, Mayaş Yayınları.
Ülgener, F. S. (1981), İktisadî Çözülmenin Ahlak ve Zihniyet Dünyası, İstanbul: Der
Yayınları.
Vatter, S. (1998), “Şam’ın Militan Tekstil İşçileri, Ücretli Zanaatkarlar ve Osmanlı İşçi
Hareketi 1850-1914”, Derleyen, Quataert D.& Zürcher E. J.; Osmanlı’dan
Cumhuriyet Türkiyesi’ne İşçiler (1839-1950), İstanbul: İletişim Yayınları.
Yapıcı, A. (2008), “Kadın Dindarlığı Algısal Bir Yanılgı mı, Yoksa Gerçeklik mi?”,
Ankara, Diyanet Aylık Dergisi Eki, Mart, Sayı, 207.
Yapıcı, A. (2007), Ruh Sağlığı ve Din, Psiko-Sosyal Uyum ve Dindarlık, Adana: Karahan
Yayınları.
Yapıcı, A. (2004), Din, Kimlik ve Önyargı, Biz ve Onlar, Adana: Karahan Kitabevi.
Yapıcı, A. (2006), “Algısal Açıdan Müslüman Kimliği ve Dindarlık”, Editör, Ü. Günay &
Celaleddin Çelik; Dindarlığın Sosyo-Psikolojisi, Adana: Karahan Yayınları.
Yapıcı, A. & Kayıklık H. (2005), “Ruh Sağlığı Bağlamında Dindarlığın Öz Saygı ve Kaygı
İlişkisi, Çukurova Üniversitesi Örneği”, Değerler Eğitimi Dergisi, Cilt,3,
Sayı,9.
Yapıcı, A & Yıldırım, M. (2003), “Küreselleşme Sürecinin Dini Kimliklere Etkisi, Sosyal
Psikolojik Bir Değerlendirme”, Dini Araştırmalar, Ankara: Cilt,6, Sayı,17.
Yavuz, S. (2002), “Sabri F. Ülgener’e Göre “Din-İktisat Ahlak” İlişkisi”, Yayınlanmamış
Yüksek Lisans Tezi, Ankara: Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Yıldırım, E. (1999), Değişen Din Anlayışının Sosyolojisi, İstanbul, Bilge Yayınları.
Wach, J. (1995), Din Sosyolojisi, (Çev, Ünver Günay), İstanbul: Marmara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları.
Wagner, P. (1996), Modernliğin Sosyolojisi, Özgürlük ve Cezalandırma, (Çev, Mehmet
Küçük). İstanbul: Sarmal Yayınevi.
225
Wallace, A. R. & Wolf, A. (2004), Çağdaş Sosyoloji Kuramları, Klasik Geleneğin
Geliştirilmesi, (Çev, Leyla Elburuz & M. Rami Ayas). İzmir: Punto
Yayınları.
Wallerstain, I. (1995), “Toprağı Bol Olası Modernleşme”, (Çev, M. Özel). Derleyen, M.
Özel; Tarih Risaleleri, İstanbul: İz Yayınları.
Wallerstain, İ & Balibar E. (2007), Irk Ulus Sınıf, (Çev, Nazlı Ökten). İstanbul: Metis
Yayınları.
Weber, M. (1998), “Din Sosyolojisi”, (Çev, Mevlüde Ayyıldızoğlu). Derleyen, Yasin
Aktay & M. Emin Köktaş; Din Sosyolojisi, Konya: Vadi Yayınları.
Weber, M (1964), The Sociology of Religion, (Introduction by Talcott Parsons). Boston:
Beacon Press.
Weber, M. (1997), Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu, (Çev, Zeynep Aruoba).
İstanbul: Hil Yayınları.
Weber, M. (1996), Sosyoloji Yazıları, (Çev, Taha Parla). İstanbul, İletişim Yayınları.
Wright, E. O. (1998), “A General Framework for the Analysis of Class Structure”,
Derleyen, Wright, M.; The Debate on Classes, New York: LondonNewyork Verso.
Zuckerman, P. (2006), Din Sosyolojisine Giriş, (Çev, İ. Çapçıoğlu & H. Aydınalp).
Ankara: Birleşik Kitabevi Yayınları.
226
EK, ANKET FORMU
Sayın…
Bu anket fabrika işçilerinin dinî anlayışlarını anlamayı ve dinî yaşantılarını ölçmeyi
amaçlayan sorulardan oluşmaktadır. Hiçbir sorunun yanlış cevabı yoktur. İçinizden gelerek
verdiğiniz cevaplar bizim için çok önemlidir. Adınızı yazmanıza gerek yoktur. Sorular
üzerinde fazla düşünmeden size en uygun gelen şıkkı “X” ile işaretleyiniz. Çalışmamıza
yapacağınız katkıdan dolayı şimdiden teşekkür ederiz.
Yrd. Doç. Abdullah Alperen
1. Cinsiyetiniz,
( ) Erkek
Yakub Ömer Yanbay
( ) Bayan
2. Yaşınız,……
3. Şu an ki medeni durumunuz nedir?
( ) Evli
( ) Bekar
( ) Dul
4. Öğrenim durumunuz (en son bitirdiğiniz okul)?
( )Okur-yazar değil
( )Okur-yazar
( )ilkokul
( )Ortaokul
( )Lise ve dengi okul ( )Fakülte veya yüksekokul
5. Çalıştığınız işkolundaki mesleki statünüz nedir?
( ) Düz İşçi
( ) Kalifiye işçi
( ) Usta
6. Çalıştığınız işkolunun adı nedir? ………………………………………
7. Kaç yıldan beri çalışıyorsunuz? ..................
8. İşyerinde günlük çalışma süreniz ne kadardır?
( ) 8 saat
9. Gelir düzeyiniz?
( ) 10 saat
( ) 12 saat
( ) Alt
( ) Orta
10. İşinizden memnun musunuz?
( ) Evet
( ) 16 saat
( ) Üst
( ) Hayır
( ) Ustabaşı
227
11. Bu mesleği niçin seçtiniz?
( ) Bu mesleği çok sevdiğim için
( ) Kısa yoldan hayata atılmak için
( ) Bir meslek sahibi olmak için
( ) Zengin olmak ve daha iyi yaşamak için
( ) Annem-babam istediği için
( ) Başka…………………………….
12. Kendinizi ne olarak hissediyorsunuz?
( ) Türk
( ) Müslüman
( ) Müslüman Türk
( ) İnsan
13. Kendinizi ne kadar dindar hissediyorsunuz?
( ) Hiç dindar değil
( ) Biraz dindar
( ) Dindar
( ) Çok dindar
14. Din sizin için ne kadar önemlidir?
( ) Çok önemli
( ) Önemli
( ) Biraz önemli
( ) Hiç önemli değil
15. Cevabınız olumluysa, niçin önemlidir?
( ) Her iki dünya için din önemlidir.
( ) Bu dünyada mutluluk için dinin önemi vardır.
( ) Din yalnızca öbür dünyada gereklidir.
( ) Geçmişlerimizden miras aldığımız için.
( ) Din toplumu bir arada tutan değerdir.
( ) Din kötü günlerde teselli kaynağıdır.
16. Dinî bilgilerinizi en çok nereden aldınız?
( ) Ailemden (Anne, baba, dede, nine, amca, hala vs.).
( ) Diyanete Bağlı Görevlilerden (İmam, müezzin, yaz Kur’an Kursları).
( ) Okuldan (Din Kültürü Ahlak Bilgisi Öğretmeninden).
( ) Dinî yayınlardan.
( ) Hiçbir yerden dinî bilgi almadım.
( ) Başka ………………………………..
17. Dinî konular hakkındaki bilginizi yeterli görüyor musunuz?
( ) Evet, yeterli görüyorum.
( ) Kısmen yeterli diyebilirim.
( ) Yeterli olduğunu düşünmüyorum.
( ) Dinî bilgi almanın gereksiz olduğu kanaatindeyim.
228
18. Dinî konularda bir probleminiz olursa çözmek için kime danışırsınız?
( ) Müftü.
( ) Cami görevlileri.
( ) Din dersi öğretmenlerine.
( ) Aile büyükleri.
( ) Bu konuda bilgili arkadaşlara.
( ) Hiç kimseye danışmam.
19. Aşağıdakilerden hangilerine inanıyorsunuz?
( ) Nazar
( ) Çarpılma, cinli olma
( ) Şans, uğur
( ) Fal
( ) Büyü, sihir
( ) Muska
( ) Hiçbiri
22. Kabir ve türbe gibi mekânları ziyaret eder misiniz?
( ) Evet
( ) Hayır
23. Cevabınız eğer “evet” se niçin ziyaret etme ihtiyacı hissediyorsunuz?
( ) Büyük insanlar olduğu için
( ) Bir dileğimin gerçekleşmesi için
( ) Stres ve sıkıntılardan kurtulmak için
( ) Dinimizce iyi bir davranış olduğu için
( ) Başka…………………………………….
24. Size göre sanayi alanında çalışmak insanî özellikleri ve sosyal ilişkileri nasıl etkiler?
( ) Kesinlikle olumlu etkilediğini düşünüyorum.
( ) Kısmen olumlu etkileyebileceği kanaatindeyim.
( ) Genellikle olumsuz etkilemektedir.
Katılıyorum
Kararsızım
Katılmıyorum
Bazen
Hiç
I- Aşağıdaki ifadelerden her birini okuduktan sonra, bu ifadeye ne
ölçüde katıldığınızı gösteren sütuna ait olan ve ifadenin hizasında
bulunan kutucuğun içini X biçiminde işaretleyiniz.
Çoğu zaman
229
II- Aşağıdaki ifadelerden her birini okuduktan sonra, bu
ifadelerdeki davranışların nedenini sütuna ait olan ve ifadenin
hizasında bulunan kutucuğun içini X biçiminde işaretleyiniz.
1. İnancımın gereği olan ibadetlerimi yerine getiriyorum.
2. Namazlarımı kılıyorum.
3. Mazeretlerim dışında Ramazan ayında oruç tutuyorum.
4. Maddi gücüme göre zekâtımı veriyorum.
5. Maddi gücüm uygun olursa, hacca gitmeyi düşünürüm.
6. Kutsal gün ve gecelerde dua ve ibadet yapıyorum
7. Farz ibadetlerim dışında da ibadet ediyorum.
8. Televizyonda yayınlanan dinsel programları seyrediyorum.
9. Dinsel yayınlar okuyorum.
10. Cenaze merasimlerine katılıyorum.
11. Mevlit, hatim gibi dinsel programlara katılıyorum.
12. Kur’an-ı Kerim okuyorum.
13. Dua ediyorum.
14. İmkânım olduğunda kurban kesiyorum.
15. İbadetlerimi yapmak için camiye giderim.
Her zaman
1. Allah yaptığımız her şeyi bilir
2. Mahşer günü herkes Allah’a hesap verecektir
3. Kur’an-ı Kerim’in haber verdiği her şey doğrudur.
4. Kur’an-ı Kerim Allah’ın emirlerini bildirir.
5. Kıyamet günü vardır.
6. Allah vardır.
7. Cennet-cehennem diye bir şey yoktur.
8. Öldükten sonra ahiret denen sonsuz bir hayat olacaktır.
9. Kur’an Allah’ın gönderdiği kutsal kitaptır
10. Melekler vardır.
11.Hz. Muhammed Allah’ın peygamberidir
12.Bir kimse ne kadar çabalarsa çabalasın alın yazısını değiştiremez
1. İnsanlar hayatlarını dine göre şekillendirmelidir.
2. Dindar nesiller yetiştirmek gerekir.
3. Evleneceğim kişinin dindar olmasını tercih ederim.
4. Dinen haram olduğu için içki içmem.
5. Erkeklerle kadınların tokalaşması dinen sakıncalıdır.
6. Arkadaşlarımın dindar olmasını tercih ederim.
7. Evlilik öncesi cinsel deneyimler haram olduğu için bu tür fiillere
yaklaşmam.
8. Sosyal çevrem tarafından iyi bir Müslüman olarak görülmem
hoşuma gider.
9. Yardım talep edenlere Allah rızası için yardım ederim.
10. Dünyada sıkıntı altında kalan Müslümanların durumu beni üzer.
11. Domuz yağı içeren ürünleri kullanmakta bir sakınca görmem.
12. Dini inançlarım siyasi görüşümü etkilemez.
13. Kadın-erkek ilişkilerinde dinin belirlediği ölçülere uyulmalıdır.
14. Dinin emir ve yasaklarına dikkat eden bir insan saygıdeğer
kabul edilmelidir.
15. Kız kardeşimin Müslüman olmayanlarla evlenmesine müsaade
etmem.
16. Müslüman olmayan biriyle evleneceksem onun Müslüman
olmasını isterim.
17. Hıristiyanlar tarafından kurban edilen bir hayvanın etini
yemem.
18. Davranışlarımı Allah’ın her yerde gördüğü bilinciyle yapmaya
gayret ederim
19. İnsanlarla ilişkilerde temel referans din olmamalıdır.
Tamamen
katılıyorum
Katılıyorum
Katılmıyorum
III- Aşağıdaki ifadelere yönelik kanaatlerinizi X ile belirtiniz.
Kesinlikle
katılmıyorum
230
231
ÖZGEÇMİŞ
KİŞİSEL BİLGİLER
Adı Soyadı
: Yakub Ömer YANBAY
Doğum Yeri ve Yılı : Osmaniye, 05 09 1978
Medeni Durumu
: Evli
Telefon
: 0505 624 71 96
Adres
: Güzelyalı M. 81189 S. Başaranlar Apt. 8/15 Çukurova/ADANA
e-mail Adresi
: yanbey@hotmail.com
EĞİTİM DURUMU
2005-2009
: Yüksek Lisans, Çukurova Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Felsefe ve Din Bilimleri Anabilim Dalı, ADANA.
1996-2003
: Atatürk Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, ERZURUM.
1989-1995
: İmam Hatip Lisesi, OSMANİYE.
1984-1989
: Yediocak İlkokulu, OSMANİYE
Yabancı Dil
: Arapça-İngilizce
İŞ DURUMU
2003 -
: Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmeni, Genç İşadamları Derneği
İlköğretim Okulu, Çukurova/ADANA
Download