EDİTÖR Yıl 5 Sayı 56 Mayıs 2010 Bismillahirrahmanirrahim Bir bebeğin, anne karnındaki teşekkülünün ilk döneminden başlanarak helal ve meşrû rızıkla beslenmesi fevkalâde önemlidir. Öyle ki, çocuğun gelişme sürecinde, Allah’a bağlama mecburiyetinde olduğumuz herhangi bir hadisedeki kopukluk, negatif bir vâkıa olarak çocuğa akseder. Anne-babanın damarlarındaki bir parça haram, çocuğun muvakkat veya müebbet kayma sebeplerinden biri olabilir. Ebu Vefa Hazretleri bu mevzuyu anlatırken şahsî hayatından ve kendi çocuğunun bir huyundan misal verir: Hazret’in oğlu sürekli elinde bir çuvaldızla dolaşmakta ve devamlı surette tulumlarla su taşıyan insanların tulumlarını delmektedir. Ebu Vefa Hazretlerinin üzülmesine gönülleri razı olmayan ahâlî bu durumu uzun süre gizli tutar ve şikayetçi olmazlar. Fakat, zamanla iş çığırından çıkar ve çekilmez hale gelir; halk mecburen meseleyi Hak dostuna açar ve oğlundan şikayetçi olurlar. Hazret, oğlunun yaptıklarını öğrenince gerçekten çok üzülür ve bir o kadar da şaşırır. Durumu eşine anlatır; bunun sebebinin ikisinden biri olduğunu söyleyip hanımından çocuğa hamileyken yanlış bir harekette bulunup bulunmadığını sorar. Anne düşünür taşınır ve eşine şunları söyler: “Çocuğun doğmasından birkaç ay evvel komşunun evine gitmiştim. Orada portakal ve nar gibi meyveler gördüm. Canım çok çekti ama istemeye de utandım. Komşum görmeden elimdeki örgü tığımı meyvelere saplayıp saplayıp ağzıma götürdüm ve böylece onları tadarak meyve arzumu giderdim.” Ebu Vefa hazretleri bunu duyunca “İşte tığını meyveye saplayıp birkaç damla da olsa izinsiz ve haram olan meyve suyunu tatman, evladımızda tulumları delme şeklinde tezahür etti. Şimdi huzur-u kibriyaya yönel, ağla ki Allah günahını affetsin.” der. Annenin, kabahatini anlayıp ağlayarak dua dua yalvardığı ve sonra da komşusundan helallik aldığı aynı anda, çocuğunun içini bir pişmanlık hissi doldurur ve “Bu yaptığım iş bana hiç yakışmıyor. Artık, böyle bir şey yapmayacağım” diyerek elindeki çuvaldızı atar. Hâsılı, kendimiz ve çocuklarımız hakkında en çok korkmamız gereken hususlardan biri de haram yemek olmalıdır. Zira, Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), “Haram lokma ile beslenip büyüyen bir insana ateş daha layıktır.” buyurmuştur. Her haram, ya yiyip içenden ya da onun çoluk çocuğundan burada olmazsa ötede mutlaka çıkacaktır. Evet, helal, kalbin cilası olduğu gibi, haram da onun karasıdır. İbadetlerinin mûteber, dualarının makbul ve çocuklarının salih birer kul olmasını arzu edenler, helal dairesinden ayrılmamaya azamî îtîna göstermelidirler. HEDİYE KİTABIMIZ Abonelerimize hediye edeceğimizi duyurduğumuz “Seyyid Ahmed er Rufai Hazretlerinin Hayatı” adlı eserimizi inşallah mayıs ayı içerisinde abonelerimize ulaştıracağız. Bu eseri, dergimize abone olan ve iki bin on yılının abone bedelini ödeyen abonelere gönderebileceğiz. Dergimizi aylık bedel ödeyerek alan okurlarımıza bu eseri veremeyeceğiz. Takdir edersiniz ki bu dergimize büyük maddi bir yük getirmektedir. Bu yükün altından kalkabilmemiz ancak abonelerin ödemelerini geciktirmeden yapmalarıyla mümkündür. Allah’a emanet olunuz… içindekiler AYLIK İLİM KÜLTÜR DERGİSİ Yıl: Sayı: 56 Mayıs 2010 SAHİBİ Burhan Basın Yayın 4 HZ. CÂBİR’İN YEMEĞİNİN 42 Dava Adamı Bediüzzaman BEREKETLENMESİ Aydın BAŞAR Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN Eğitim ve Tur. Ltd. Şti. SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ Serdar TAŞAR 7 Hadis-i Şerifler 46 DÜNYA HAYATIYLA MUTMAİN OLMAK Prof. Dr. Veysel GÜLLÜCE YAYIN DANIŞMANLARI Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN Yard. Doç. H. Murat KUMBASAR 8 HELAL KAZANÇ Mehmet TALU YAYIN KURULU Mâliku'l-Mülk Olan Allah'ın Elindedir Yusuf ELİBOL Muhammed Ali es-Sâbûnî Ramazan ÇAKIR Aydın BAŞAR Salih AYDIN Musa KARACA 16 Üzümü Yemeden Önce Burhan Ajans Asim AYDOĞDU 0538 233 5000 18 “HELAL VE TEMİZ OLARAK YİYİN” Tek Sayı: 6 TL 6 Aylık Abone: 36 TL Yurtdışı 56 Muhabbet Bahçesi Yusuf ELİBOL Fuat TÜRKER Fiyatı 1 Yıllık (12 Sayı) Abone: 72 TL (Çev: Ömer Faruk Tokat) Nihat MORGÜL GRAFİK TASARIM DAĞITIM ORGANİZASYONU 48 Cennet Kimsenin Tekelinde Değil; 22 TASAVVUF FIKIH 58 PEYGAMBERLER…(9) Osman KARABULUTOĞLU Dr. Ebubekir SİFİL 1 Yıllık Abone: 75 Euro Abonelik İçin Hesap Numaraları Posta Çeki No: 5091167 Türkiye Finans Sultanbeyli Şubesi 29 Hadis-i Şerif 60 ŞİMDİ TAM ZAMANIDIR Ayşe BAĞCİVAN Burhan Basın Yay.Eğt.Tur.Ltd.Şti. Müşteri No 291928 IBAN No TR67 0020 6000 6300 2919 2800 01 Ziraat Bankası Sultanbeyli Şubesi Hesap No: 1673–44165588-5002 30 İhsân 62 Özgürlüğün Tutsaklarına Seyyid Ahmed er Rufai Hazretleri Özgürlük! IBAN TR690001001673441655885002 Şeyh Raid SALAH YAYIN VE İLETİŞİM ADRESİ Mehmet Akif Mah. Kuran Kursu Cad.No: 87 Sultanbeyli / İST. 32 Tasavvuf Dinin Özünün Özüdür Sezgin ÇAKIR Tel: +9 (0216) 498 94 00 Musa KARACA Faks: +9 (0216) 498 94 00 İNTERNET ADRESİ burhandergisi@hotmail.com burhandergisi@mynet.com 35 DİN İLE BARIŞMAK Hasan BAŞAR www.burhandergisi.com Milsan A.Ş. 0212 697 1000 38 Mehmet Nuri Eminler: YAYIN TÜRÜ “Hakikatten huruç etmiş kimselerle tevhidi bir toplum inşa edilemez.” Gönderilen yazılarda editör ve yayın kurulu değişiklik yapabilir. Gönderilen yazılar iade edilmez. Yazılardan kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir. Yayınlanan reklamlardaki ürün ve hizmetlerin sorumluluğu reklam verene aittir. 72 Beni (Ey Rüzigar) Aşık Reyhani BASKI Aylık Süreli Yayın 70 Burhan Çocuk Röportaj: Aydın BAŞAR Hz. Câbir’in Yemeğinin Bereketlenmesi 4 Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN Tasavvuf Fıkıh Dr. Ebubekir SİFİL 32 Mehmet Nuri Eminler: “Hakikatten huruç etmiş kimselerle tevhidi bir toplum inşa edilemez.” Röportaj: Aydın BAŞAR 46 Cennet Kimsenin Tekelinde Değil; Mâliku'lMülk Olan Allah'ın Elindedir Muhammed Ali es-Sâbûnî (Çev: Ömer Faruk Tokat) 62 22 Tasavvuf Dinin Özünün Özüdür Sezgin ÇAKIR 38 Dünya Hayatıyla Mutmain Olmak Prof. Dr. Veysel GÜLLÜCE 48 Özgürlüğün Tutsaklarına Özgürlük! Şeyh Raid SALAH Başyazı HZ. CÂBİR’İN YEMEĞİNİN BEREKETLENMESİ z. Peygamber efendimiz ve ilk Müslümanlar, İslâm’ın doğduğu şehir olan Mekke’den Medîne’ye hicret ettikten sonra Medîne şehrinde bir İslâm devleti kurdular. Mekkeli müşrikler, bu devleti daha kurulmadan yıkmak ve yok etmek istiyorlardı. Bedir, Uhud ve Hendek savaşlarını bunun için yaptılar. Bu savaşların her birinde de mağlûb oldular. Bu savaşlar, hem Müslümanları hem de müşrikleri maddî bakımdan zayıflattı. Bu savaşların üçüncüsü olan Hendek savaşı sırasında Müslümanların maddî durumu çok zayıftı. Karınlarını doyurmakta güçlük çeken Müslümanlar, Mekke’den dört bin kişilik büyük bir ordu ile yola çıkan müşrikleri engellemek için kısa zamanda Medîne şehrinin etrafına geniş ve derin hendekler kazmak mecbûriyetinde kaldılar. Her sahâbî, kendisine verilen bölümü kazıyor ve kısa zamanda işini bitirmek istiyordu. Bin kişi kadar olan Müslümanlar, cihâd heyecanı ile açlığı unutmuş, kendilerini işe vermişlerdi. Medîne’nin yerlisi olan Hz. Câbir (r.a), o günlere âit bir hâtırasını şöyle anlatır: H Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN - “Hz. Peygamber efendimiz, sana ne kadar yemeğimiz olduğunu sordu mu?” dedi, ben de: “Evet, sordu.” dedim. O da: “Biz, Hendek Savaşı gününden önce, Medîne şehrinin çevresine hendek kazıyorduk. Önümüze son derece sert bir kaya 4 Mayıs 2010 çıktı. Sahâbîler, Nebî sallâllahu aleyhi ve sellem'e gelip: - “Ey Allah’ın elçisi! Kazdığımız hendekte önümüze bu sert kaya çıktı.” dediler. Bunun üzerine Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem: - "Ben, bu hendeğe ineceğim" diye buyurdu, sonra da ayağa kalktı; açlıktan karnına taş bağlamıştı. Biz üç gün müddetle yiyecek hiçbir şey tatmaksızın orada aç kalmıştık. Peygamber sallallâhu aleyhi ve selem, kazmayı eline aldı ve o sert kayaya öyle bir vuruş vurdu ki, o kaya un ufak olup kum yığınına döndü. Ben, Hz. Peygamber efendimizin açlıktan karnına taş bağladığını görünce çok üzüldüm ve: oğlak var.” dedi. Ben oğlağı kestim, derisini çabucak yüzdüm ve etini parçaladım; eşim de arpayı öğüttü. Eti tencereye koyduk. Hamur kıvamını bulup ekmek yapılacak bir duruma geldiği ve tencere de ocakta pişmeye başladığı bir sırada ben, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem'i dâvet için hendek kazılan yere geldim. Yalnız evden çıkmadan önce eşim bana şöyle demişti: - “Bak, görüyorsun yemeğimiz az; sakın beni Hz. Peygamber efendimize ve yanındakilere karşı utandırma, zor durumda bırakma! Peygamberimizin kulağına eğil ve dâvetini kendisine gizlice bildir, kimse duymasın, çünkü yemeğimiz az.” Ben de eşimin bu uyarısına uyarak Hz. Peygamber’in kulağına eğildim ve: - “Ey Allah’ın elçisi! Lütfen, bana evime kadar gitmeme izin veriniz.” dedim. O da izin verdi. Eve gidince de eşime: - “Ey Allah'ın Rasûlü! Birazcık yemeğim var, bir-iki kişiyle birlikte bize gidelim!” dedim. Rasûl-i Ekrem: - “Ben, Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem'i dayanılmayacak bir halde gördüm. Açlıktan karnına taş bağlamıştı, evimizde yiyecek bir şey var mı?” diye sordum. Eşim de: - "O yemek ne kadar?" diye sordu. Ben de evde olanı söyledim. Bunun üzerine: - “Dağarcıkta biraz öğütülmemiş arpa ile bir de - "Ooo! Hem çok, hem güzel! Git, hanımına söyle de, ben eve gelinceye kadar tencereyi ateşten indirmesin, hamuru da ekmek yapmasın!” buyurdu. Sonra ashâbına: - "Ey hendek halkı! Câbir, bir ziyâfet hazırlamış; bizi dâvet ediyor, haydi buyurun, hep birlikte gidelim!" dedi. Muhâcirler ve ensar hep birlikte kalktılar. Ben telaşla koşarak eşimin yanına varıp: - “Vay başımıza gelenler! Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem, yanında muhâcirler, ensâr ve beraberlerinde olanlarla birlikte bize geliyor.” dedim. Karım: - “Ah seni seni!” dedi. Ben de eşime: “Aynen senin dediğin gibi yaptım, Hz. Peygamber efendimizin kulağına eğilip kendisini ve birkaç kişiyi dâvet ettiğimi söyledim.” dedim. Bu sefer eşim: - “Hz. Peygamber efendimiz, sana ne kadar yemeğimiz olduğunu sordu mu?” dedi, ben de: “Evet, sordu.” dedim. O da: Mayıs 2010 5 riyordu. Onların hepsi doyuncaya kadar, ekmeği koparıp üzerine et koymaya ve arkadaşlarına vermeye devam etti. O gün Hz. Peygamber ile evimize gelenler yaklaşık bin kişiydi (üç yüz ve sekiz yüz rivâyetleri de vardır). Allah’a yemin ederim ki, onların hepsi yediler ve doydular. Neticede bir miktar yiyecek arttı. Rasûlullah sallalâhu aleyhi vesellem, karıma: - "Bu artanı hem sen ye, hem de konu komşuya hediye et, çünkü insanları açlık perişan etti." buyurdu ve sonra da ashâbı ile birlikte ayrılıp gitti. Onlar giderken tenceremiz fokur fokur kaynıyor, kadınlar da ekmek pişirmeye devam ediyorlardı.” (Kaynaklar: Buhârî, Meğâzî 29; Müslim, Eşribe 141) - Aziz okuyucu! Elbette ki bu olay, Hz Peygamber efendimizin bir mûcizesidir. Peygamberlerin mûcizeleri olduğu gibi müminlerin de kerâmetleri vardır. Müminlerin kerâmeti, aynı zamanda peygamberin mûcizesidir. Peygamberlere mûcizeleri, müminlere de kerâmetleri lütfeden elbette Yüce Allah’tır. Bu olay, Hz. Peygamber efendimiz için mûcize; Hz. Câbir, eşi ve müminler için de bir kerâmettir. - “Öyle ise tasalanma! Allah ve Rasûlü her şeyi daha iyi bilir.” dedi. Onun bu sözleri bendeki sıkıntıyı biraz dağıttı ve rahatladım. Biz böyle konuşurken, Rasûlullah sallallâhu alehi ve sellem ve beraberindekiler geldiler. Evimizin kapısına vardıklarında Hz. Peygamber, sahâbîlere: - "Giriniz ve birbirinizi sıkıştırmayınız!" diye buyurduktan sonra evimize girdi ve eşime hitap ederek: - “Sen ekmeği hazırla, eti bana bırak! Bir ekmekçi kadın çağır, o da sana yardım etsin!” diye buyurduktan sonra, ete ve hamura üfledi. Bunların bereketli olması için Yüce Allah’a duâ etti. Daha sonra kadınlar, fırında pişirdikleri ekmeği Hz. Peygamber’e veriyorlar, O da ekmekten bir parça koparıyor, üzerine et koyuyor, fırının ve tencerenin ağzını kapatıyor, hazırladığı lokmayı ashâbından birine veriyordu. Sonra tekrar ekmeği alıyor, tencerenin ağzını açıyor ve sıradaki şahsa bir lokma ve- 6 Aziz okuyucu! Bugün yediklerimizin her biri problemli ve şüphelidir. Ben, yediğimiz şeylerin özelliğinin bozulduğundan, bize hormonlu şeyler yedirildiğinden bahsetmiyorum. Bu gibi konuları uzmanlarına bırakıyorum. Ben, evlerimizden ve yemeklerimizden bereketin kaybolduğundan söz ediyorum. Kazancımızdan ve yemeklerimizden mücâhidlere pay ayırmadığımız için, yetimleri ve yoksulları arayıp bulmadığımız için bereketi kaybettik. Bereketi olmayan kazançlarımızın hayrını göremiyoruz. Bereketi olmayan yemeklerimiz bize şifa olmuyor, zehir oluyor, bir türlü hastalıktan kurtulamıyoruz. Şüpheli ve sıkıntılı olan yiyeceklerimize bir de bereketsizlik karışınca problemler artıyor. Üzerinde ciddî bir şekilde düşünmemiz gereken eksikliklerimizden birisi de budur. Biraz da bu konuya yoğunlaşalım. Çok kazanmayı, çok yemeyi, çok harcamayı düşündüğümüz kadar bereketi de düşünelim. Kaybettiğimiz bereketi, yeniden bulmayı ve kazanmayı düşünelim. Mayıs 2010 Ebu Râfî’ (r.a)’dan rivayet edildiğine göre Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurdular: “Herhangi birinizi tahtına koltuğuna yaslanmış olup benim emrettiğim veya yasakladığım bir husus ona intikal edince (umursamadan) bilemem (Kur’an’dan başka bir şey tanımam ve tabi olmam) Biz Kitabullah’da ne bulduksa ona tâbi olduk. (Artık hadise tâbi olmayız) diyecek durumda bulmayayım.” (İbn Mace, 13) Enes ibn Mâlik (r.a)’dan rivayet edildiğine göre Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu. “Bir kimse evinden çıkar da şöyle derse: Allah’ın adıyla başlarım, Allah’a güvendim, Allah’a ibadete, günahtan kaçmaya ancak Allah’ın yardımı ile güç yeter, o kimseye şöyle denir: Bu durumda hidayet olundun, senin adına, düşmanlarına kafi gelinecek ve korunmuş olacaksın. Ayrıca şeytanlar ondan uzak dururlar.” (Ebu Davud, 5095) Ebudderda dedi ki, ben Resûlullah (s.a.v)’in şöyle buyurduğunu işittim: “Kim bir yola girer orada ilim tahsil ederse Allah (c.c) onu cennete giden yollardan birine girdirir, melekler ilim tahsil edenlerden memnuniyetlerinden dolayı kanatlarını (talebelerin ayaklarının altına) sererler. Âlimler için gökte ve yerde olanlar ve suyun içinde bulunan balıklar istiğfar ederler. İlim sahibinin ibadet sahibine üstünlüğü, ondördüncü günde ayın diğer yıldızlara olan üstünlüğü gibidir. Gerçekten ilim adamları Nebilerin varisleridirler. Hakikatte Nebiler, altın ve gümüş miras bırakmadılar. Lâkin ilim mirası bıraktılar, kim ilim öğrenirse peygamberlerin mirasından hissesini fazlasıyla almış olur.” (Ebu Davud, 3641) Ebû Hüreyre radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, "Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur" dedi: "Her kim bir dostuma düşmanlık ederse, ben ona karşı harb ilân ederim. Kulum, kendisine emrettiğim farzlardan, bence daha sevimli herhangi bir şeyle bana yakınlık sağlayamaz. Kulum bana (farzlara ilâveten işlediği) nafile ibadetlerle durmadan yaklaşır; nihayet ben onu severim. Kulumu sevince de (âdeta) ben onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Benden ne isterse, onu mutlaka veririm, bana sığınırsa, onu korurum." Mayıs 2010 7 HELAL KAZANÇ azanç mutlaka ama mutlaka helal ve temiz olmalıdır: Çünkü Mü’min bir kimse her şeyden önce helal ve temiz olan şeyleri tüketmek zorundadır. Yediği veya kullandığı şeylerde maddî ve manevî bir kir bulunduğu takdirde yaptığı ibadetlerin kabul edilmeyeceğini, Ebû Hureyre (R.A.) den rivayete göre Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz şöyle haber veriyor: K Mehmet TALU “İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki, faiz yemeyen hiç¬bir kimse kalmayacaktır. Öyle ki, doğrudan yemeyene de tozu-buharı bulaşacaktır.” 8 “Ey insanlar! Şüphesiz ki ALLAH Teâlâ tayyip yani her türlü noksanlıklardan beridir, temizdir. Tayyipten başka bir şey kabul etmez. ALLAH Teâlâ’nın Mü’minlere emrettiği şeyler, Resullere emretmiş olduklarının aynısıdır. Nitekim ALLAH Teâlâ peygamberlere: ‘Ey Peygamberler! Tertemiz ve helal olan şeylerden yeyin; salih ameller yapın. Ben sizin yaptıklarınızı hakkıyla bilmekteyim.’[1] emretmiş, Mü’minlere de: ‘Ey iman edenler! Size verdiğimiz rızıkların tertemiz ve helal olanlarından yeyin, eğer siz yalnız ALLAH Teâlâ’ya kulluk ediyorsanız, O’na şükredin.’[2] diye emirde bulunmuştur. Sonra seferi uzatıp, saçı-başı dağınık, toztoprak içinde kalan ve elini semaya kaldırıp: ‘Ey Rabbim, ey RabMayıs 2010 bim’ diye dua eden bir yolcuyu zikredip, buyurdu ki: Bu yolcunun yediği haram, içtiği haram, giydiği haramdır ve netice itibarıyla haramla beslenmektedir. Peki böyle bir kimsenin duası nasıl kabul edilir?”[3] Görülüyor ki, Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz hac, cihad, sıla-i rahim, rızık kazanmak ve müstehap olan ziyaretler gibi itâatlerden birini yapmak için uzun yola çıkan, fakat yediği, içtiği herşeyi haram olan, yâni haramdan beslenen bir kimsenin dua ve itaatının kabul edilmeyeceğini beyân buyurmuştur. Bu bakımdan Müslüman bir kimse önce yiyip-içtiğinin maddî-manevî temizliğine çok dikkat etmelidir. Aksi takdirde duası ve ibadeti kabul edilmeyecektir. Bu noktada bütün ibadetlerin ALLAH Teâlâ katında bir nevi dua olarak yükseldiğini hatırlamamız gerekir. Öyle ise maddî ve manevî temizlik olmadı mı, ibadetlerimizin hiçbiri makbûl olmayacaktır. Bu sebeple Müslüman helâl mal kazanarak, helâlinden yemeli ve helâlinden yedirmeli; haram maldan sakınmalıdır. Hadis-i şerifte geçen âyet-i kerimelere göre, ta Hz. Âdem (A.S.) dan beri bütün peygamberlere ve dolayısıyla insanlara helal ve temiz şeylerin yenmesi emredilmiştir. Müslüman bir kimse, haram kazanç ve servetten ateşten kaçtığı gibi kaçar. Çünkü haram para ve kazanç ateştir, yakar. Helal ve tertemiz az para, az mal; haram ve necis çok paradan, çok maldan bin kere, milyon kere hayırlıdır. Bir materyalist dinsiz, haram ile helal arasındaki farkı ayırt edemez, Müslüman ayırt eder. Bir adama radyasyonlu beşi bir yerde altınlar verseler, aklı varsa bunları almaz. Çünkü radyasyon onu öldürür. Haram para ve servet de böyledir. Talip olmayınız, manen ölürsünüz, cehenneme düşersiniz, ebedî saadetinizi yitirirsiniz. Daha açık konuşayım: Belânızı bulursunuz. İslâm dini, insanın mal kazanıp zengin olmasına engel olmaz. Tam aksine, çalışıp çabalamayı, elinin emeğiyle geçinmeyi ve başkasına muhtaç duruma düşmemeyi tavsiye eder. Bütün bu konularda koyduğu tek prensip, malı ve mülkü helâl yollardan kazanmak, haram yollara sapmamak ve malın hakkını vermektir. Fakat sadece meşru yollardan kazanmakla iş bitmemekte, kazancın nereye ve nasıl sarf edildiğinin de bilinci içinde olunması gerekmektedir. Bunlar yerine getirildiği takdirde, kişinin Allah huzurunda hesap verebilmek için üzerine düşen asgarî şatlara uyduğu söylenebilir; istenilen de bundan ibarettir. Helal rızık için çalışmak, her Müslüman için farzdır. Ebu Seid (R.A.)den rivayete göre Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurdu: “En faziletli amel helal kazançtır.”[4] Abdullah b. Abbas (R.A.)den rivayete göre Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurdu: “Helali aramak, taleb etmek cihattır. Muhakkak ki, ALLAH Teâlâ sanatkâr Mü’min kulunu sever.”[5] Enes b. Malik (R.A.)den rivayete göre Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurdu: “Helalin ne olduğunu öğrenip onu kazanmaya çalışmak her müslümana vaciptir.”[6] Es-Seken (R.A.)den rivayete göre Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurdu: “Helali ara- Mayıs 2010 9 ve helâl yoldan kazanılmaya çalışması emredilmektedir. Herkes kendisine takdir ve tâyin edilmiş olan rızkının tamâmını almadıkça ölmiyeceğine göre bunun gecikmesi, sahibini mutedil yoldan saptırmama-lıdır. Mü'minler rızıklarını helâl yoldan ve olgunluk içinde aramalıdır. Haramdan sakınmalıdır. Ebû Humeyd es-Sâidî (R.A.)den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurdu: “Dünya malını taleb etmekte dikkatli ve güzel davranınız. Çünkü herkes kendisi için yaratılmış olan dünyalığa müyesser yani kazanmaya hazırlatılmış durumdadır.”[9] Abdullah (R.A.)den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurdu: “Helal rızık aramak dini yükümlülüklerden bir farzdır.”[10] Hz. Ali (R.A.)den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurdu: “Şüphesiz ALLAH Teâlâ, helal rızık arama yolunda kulunu yorgun düşmüş görmekten hoşlanır.”[11] MÜSLÜMAN HELAL KAZANMALI, HARAM KAZANÇTAN SAKINMALIDIR yıp taleb etmek; ALLAH Teâlâ’nın yolunda kahramanca savaşmak gibidir. Helali arayıp taleb etmekten dolayı yorgun geceleyen kimse, ALLAH Teâlâ kendisinden razı olmuş olduğu halde gecelemiş olur.”[7] Cabir b. Abdullah (R.A.)den rivayete göre Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurdu: “Ey insanlar! ALLAH'tan korkunuz ve dünyalığı isteme hususunda dikkatli ve güzel davranınız. Her türlü aşırılıktan, ifrad ve tefritten sakınınız. Çünkü hiçbir kimse, rızkı gecikse bile ALLAH'ın kendisine taktir ettiği rızkını tamamlamadan ölmeyecektir. O halde rızık talebinde ALLAH'tan korkunuz.. Ve dünyalığı isteme hususunda dikkatli ve güzel davranınız, gayr-ı meşru yollara sapmayın. Helal olan dünyalığı alınız ve haram olanı terkediniz.”[8] Bu hadis-i şerifte, dünya malı ve rızkı taleb edilirken çok dikkatli olunması, yani talepte kusur edilmemesi ve aşırı hırsa da kapılmaması, bunun meşru 10 “Mallarınızı aranızda haksız sebeplerle yemeyin. Kendiniz bilip dururken, insanların mallarından bir kısmını, yalan yere yemin ve şahitlik gibi haram yollardan yemeniz için o malları hakimlere, reislere, yetkili idarecilere, mahkeme hakimlerine el altından vermeyin.”[12] Bu âyet-i kerimede işaret edilmek istenen mana, daha ziyade rüşvet ve çıkarcılıktır. Binaenaleyh aldatma ve dalavere ile elde edilen bütün kazançlar haramdır. Havle el-Ensariyye (R.A.)den rivayete göre Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurdu: “Birtakım adamlar vardır, ALLAH’ın mülkünden haksız bir surette mal elde etmeye girişirler. Halbuki bu, kıyamet günü onlara bir ateştir, başka değil.”[13] Müslümanın en başta gelen vazifelerinden biri helal dairede yaşamak, helal kazanmak ve helal yolda harcamaktır. ALLAH Teâlâ bizi imtihan etmek için bazı şeyleri haram, bazılarını da helal kılmıştır. Fakat Mayıs 2010 helal dairesini o kadar geniş tutmuştur ki, harama girmeye ne ihtiyaç, ne de mecburiyet vardır. Sonra haram daireyi mayınlı bölge gibi tehlikelerle doldurmuş, helal daireyi de meyvelerle dolu güllük gülistanlık bir bahçeye döndürmüştür. Numan b. Beşir (R.A.) den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurdu: “Şüphesiz helal belli, haram da bellidir. Ama ikisi arasında helal mı haram mı belli olmayan birtakım şüpheli şeyler vardır ki, onları insanlardan bir çoğu bilmez. Şimdi bu şüpheli şeylerden her kim sakınırsa ırzını yani haysiyetini de dinini de kurtarmış, korumuş olur. Her kim de bu şüpheli şeylere dalarsa her an harama düşebilir. İçine girmek yasak olan koru etrafında davarlarını otlatan bir çobanın davarlarını oraya kaçırması çok yakin olduğu gibi. Dikkat edin, haberiniz olsun ki: Her padişahın kendisine mahsus bir korusu vardır. Dikkat edin, gözünüzü açın... ALLAH'ın yeryüzündeki korusu da haram ettiği şeylerdir. Dikkat edin, agâh olunuz... Bedende bir et par- çası vardır ki, bu parça iyi olursa bütün beden de iyi olur. Bozuk olursa, bütün beden bozulur. Dikkat edin... İşte o et parçası kalbdir.”[14] Ulemanın beyanına göre bu hadisin yüksek mertebede olmasına sebeb: Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin bunda yiyecek, içecek, giyecek gibi şeylere, nikâh ve saireye tenbih buyurmuş olması ve bunların helâlden olmasına dikkat çekmesi, helalın nasıl bilineceğine irşad buyurması, şübheli şeyleri terketmeye teşvik etmesidir. Resûlullah (S.A.V.) efendimiz bunları korunan bir yeri misal olarak izah etmiş, sonra dikkati gereken en mühim noktaya temas ile bunun kalb olduğunu bildirmiştir. Selman-ı Farisî (R.A.)den rivâyete göre, Resûlullah (S.A.V.) Efendimize yağ, peynir ve hayvan derilerinden yapılan elbiseleri giymenin hükmü soruldu da şöyle buyurdular: “Helal ALLAH Teâlâ’nın kitabında helal kıldığı şeylerdir. Haram da; yine ALLAH Teâlâ’nın kitabında haram kıldığı şeylerdir. Hakkında sükut ettiği şey ise affedilmiştir. Onun hakkında sual külfetine girmeyiniz.”[15] Bu hadis-i şerif, haramların ve helallerin miktarını, neler olduğunu sadece Kur’an-ı Kerim’in beyanlarına bağlamaktadır. Bu husus Kur’an-ı Kerim’de Mayıs 2010 11 ya açık bir surette ya da mücmel olarak gelmiştir. Ayet-i kerimede: “ALLAH’ın Resûlü size her ne getirdi, size ne verdi ise onu alın, her neden de yasakladı ise onu terk edin, ondan sakının.”[16] buyrulmuştur. Bu ayet-i kerimede Kur’an-ı Kerim’de açık olarak zikri geçmediği halde Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz tarafından beyan edilen haramlar da mücmel olarak ifade edilmektedir. Ebu Hureyre (R.A.) den rivâyete göre, Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz: “İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki, o devirde kişi ele geçirdiği malı helâldan mı, yoksa haramdan mı kazandığına hiç aldırmayacak.”[17] Buyurdu. Esas mesele mal-para kazanmak değil, helal kazanmak olmalıdır. Haramda hayır yoktur, bereket yoktur. Midelerine girenlerin helal mi, haram mı olduğunu araştıranlar iman bakımından yükselirler. Kazançları-nın helalliğini düşünmeden dünyalık peşinde koşanlar ise önce mide fesadına uğrarlar, sonra da 12 huzurları kaçar, manen yükselemez, alçalırlar. Ne ibadetlerinin,ne de yaptıkları iyiliklerin zevkine varabilirler. Bir kimsenin servetinin nereden geldiğini öğrenmek istiyorsanız, nereye harcadığına bakınız. Çünkü kötü kazançlar israfa harcanır. Kişinin servetinin kaynağını araştırmaması, dâima murakabe üzere bulunmaması dîn zayıflığından ve îmân gevşekliğindendir. Bir de bu aldırmamazlık fitne ve fesadın umûmîleşmesi, ahlâksızlığın halk arasında genişleyip yayılmasından olur. Bu hadis-i şerifte amellerin muhasebesini terk etmekten sakındırma vardır. Çünkü malın insanlar arasında uyandırdığı fitne çok şiddetlidir. Haramlar, ALLAH Teâlâ ile kullarının arasına girer ve dualarının kabûlünü önler, engel olur. Bunun için ALLAH Teâlâ, bütün Peygamberlere ve onların sonuncusu olan Hz.Muhammed (S.A.V.) Efendimize: Mayıs 2010 “Ey Peygamberler! Temiz olan şeylerden yeyin; güzel işler yapın. Ben sizin yaptıklarınızı hakkıyle bilmekteyim.”[18] buyurarak, kendisinin bir lütfu olan güzel ve helal rızıklardan yararlanmalarını, arkasından da salih amelleri işlemeyi emretmektedir. Enes b. Malik (R.A.) şöyle dedi: - Dedim ki, Yâ Rasûlellah! Beni duası kabul edilmiş bir kimse kıl! Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz: “Ey Enes! Kazancını helâl, tayyib kıl ki, duan kabul olsun! Zirâ kişi ağzına haram bir lokma götürürse, duası kırk gün kabul olunmaz.”[19] Buyurdu. Bunun sebebi, vücuda giren bir lokmanın tamamen tasfiyesinin biyolojik olarak kırk günde gerçekleşebilmesi keyfiyetidir. Bu hadis-i şerifler, mü’mini kazanç hususunda dikkatli olmaya, haram bulaşıyor mu bulaşmıyor mu araştırmada bulunmaya sevketmektedir. Dikkatsizlik sebebiyle, haramla bulaşan rızkın tüketilmesi, kişiyi duası kabul edilmeyenler zümresine dahil edebilecektir. Şu halde haramla beslenme de böyle bir neticeye götürecek sebeplerden biri olmaktadır. Rabbimiz muhafaza buyursun. Amin. İbadet ve duaların makbuliyeti yenilen lokmaların manevi durumuyla yakından alakalıdır. Zira helal lokma vücutta kulluk enerjisini meydana getirir. İnsanların isyanının sebebini haram lokmada aramak gerekir. Çünkü haram lokmayla beslenen bir vücudun ibadete meyilli olması mümkün değildir.Haramla beslenen bir vücut, ibadetlere değil, şehvete meyillidir. Haramla beslenenler şehvet tüccarıdır. Şeytan haram yiyenlerin dostudur, onların yoldaşları şeytandır. Şeytan onları gaflete, günaha sevkeder, ibadetlerden uzaklaştırır. Hz.Mevlana'nın diliyle: “Bilgi de hikmet de helal lokmadan doğar; aşk da, merhamet de helal lokmadan meydana gelir. Bir lokmadan haset, hile doğarsa, bilgisizlik, gaflet meydana gelirse sen o lokmanın haram olduğunu bil. Hiç buğdayını ektin de arpa çıktığını gördün mü?”[20] Mayıs 2010 Kemale erenler, ancak midelerine gireni kontrol etmekle kemale erebilmişlerdir. Kişinin dindarlığı ekmeğinin helalliği nispetindedir. Yerken ağıza girene, konuşurken ağızdan çıkana dikkat etmek gerekir. Müslüman mutlaka çalışıp kazanmalı, çevresine faydalı olmalı, alan el değil veren el olmalıdır. Ancak çalışıp kazanma meşru yollarla yapılmalıdır. Kazançta esas olan çokluk değil, helalliktir. Niceleri vardır ki kazandıkları hesapsız servet bir anda yok olup gider, ne kendisine ne de başkasına fayda sağlar. Niceleri de vardırki çok küçük bir kazançla mutlu bir şekilde yaşar, çevresine hesapsız yardımları dokunur. Hz.Aişe (R.Anha) validemizden rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) efendimiz şöyle buyurdu: “Muhakkak ki, kişinin yediği en temiz yemek, kendi kazancından olanıdır. Çocuğu da kendi kazancındandır.”[21] Rafi b. Hudeyc (R.A.)den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) efendimize hangi kazancın daha faziletli, daha hayırlı olduğu sorulmuş, Resûlullah (S.A.V.) efendimiz de: “Kazancın en hayırlısı, insanın kendi eli ile olan amelidir. Sanat ve işidir. Ve her bir mebrur = hileden, hıyanetten beri, iyilik ile beraber olan satış muamelesidir.”[22] Buyurdu. Hadis-i şerif, kişiye en temiz mal olarak, kendi gayretiyle kazandığı malı olduğunu göstermektedir. Bu sanatla olmuş, ticaret veya ziraatle olmuş farketmez. Yeter ki meşru kazanç yollarından biriyle olsun. Hadis-i şerifte ifade edilen ikinci husus, evlad malının anne veya babaya helal olduğu, adeta kendi malı durumunda bulunduğudur. Bir de helal kazanabilmek için haram kazanç yollarını iyi bilmek ve o haram alanın içerisine düşmemek gerekir. Mesela: “Bir şeyin kullanılması, yenilmesi-içilmesi haramsa onun ticareti de haramdır.” Bu haram olanın zıddı ise mübah ve helal olanı oluşturur. Bir mü’min faizden elde edilen kazançtan son derece kaçınmalıdır. Çünkü ALLAH Teâlâ, faizi kesinlikle haram kılmıştır. Şu ayet-i kerime faizin kesin 13 haramlığını ilginç bir benzetmeyle ortaya koymaktadır: “Ey iman edenler! ALLAH'tan korkun. Eğer gerçekten mü’minseniz, eğer gerçekten inanıyorsanız mevcut faiz alacaklarınızı terkedin." "Şayet faiz hakkında söylenenleri yapmazsanız, bunun ALLAH'a ve peygamberine karşı açılmış bir savaş olduğunu bilin. Eğer tevbe edip vazgeçerseniz, sermayeniz sizindir; ne haksızlık etmiş ne de haksızlığa uğramış olursunuz.”[23] Ebu Hureyre (RA.)den rivayete göre Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurdu: “Yedi helâk ediciden sakının!” - Onlar nelerdir, Ya Resûlellah! Bunun üzerine Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz: “ALLAH’a şirk koşmak, sihir, ALLAH’ın öldürülmesini haram kıldığı bir canı haksız yere, şer’i bir hüküm olmaksızın öldürmek, faiz yemek, yetim malı yemek, cihaddan kaçmak ve her şeyden habersiz namuslu mü’min bir kadına zina iftirasında bulunmak.”[24] Buyurarak faizi, kişiyi helâk edici, cehenneme sürükleyici yedi büyük günahtan biri olarak açıkladığı gibi insanlığın gelecekteki faiz batağına saplanmasıyla da ilgili olarak, Ebu Hureyre (RA.) den rivayete göre şöyle buyurdu: “İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki, faiz yemeyen hiçbir kimse kalmayacaktır. Öyle ki, doğrudan yemeyene de tozu-buharı bulaşacaktır.”[25] Faizden tozun-buharın bulaşması, faiz muâmelesine şâhidlik, kâtiplik yapmak veya faiz yoluyla elde edilen kazançtan verilen ziyafetten yemek, böyle bir kazançla satın alınan hediyeyi kabul etmek.. gibi değişik şekillerde olabilir. Bu durumda, öyle bir zaman olacak ki, bu devrede kişi, bilfarz, hakikî fâizden kaçınsa bile, dolaylı şekilde gelecek fâiz bulaşmalarından kendini kurtaramayacaktır. 14 Bu hadis nokta-i nazarından, muâmelâtının esası fâize dayanan banka dâhil, bütün benzer müesseseler mevzuunda mümin Müslümanların dikkatli olmaları gerekir. Şu veya bu mülâhaza ve gerekçelerle, bulaşmak zorunda kalınan veya bulaşmak zorunda kalındığı zannıyle bulaşma şıkkı tercih edilen “fâiz”li muamelelere, hiçbir surette kesin bir ifade ile “fâiz değildir” veya “câizdir” diye fetva vermemek gerekir. Fetva, büyük mesûliyet işidir. Dâima ihtiyat şıkkını tercih etmek en muvafıkıdır. İslâm ulemasının ittifakla benimsediği umumî bir prensip mevcuttur: “Bir meselede helâl ve haram ihtimali beraberce var ve fakat birini tercihe karine yok ise, ihtiyaten haram olma şıkkı esas alınır. Yani şüpheli şeylerden kaçmak esastır. Binâenaleyh, fâiz şüphesi olan muamelelerin “fâiz olduğunu” esas alıp, kaçınmaya çalışmalı, kaçınamıyor isek tevbe ve istiğfarı elden bırakmamalıyız. Her hâl u kârda “haram değil” diye fetva vermekten zinhar kaçınmalıyız, bu ebedî hayatımızı mahvedecek bir hata olur. Bütün ihtilallerin, ictimâî fesadların, huzursuzlukların, ahlâksızlıkların temelinde “sen çalış ben yiyeyim” düşüncesi yatar, bunu da Faiz besler. Faiz atalet verir, çalışma şevkini söndürür. Müslümanlara mutlak bir zarardır. Dinin hükmü: Faiz haramdır! Hakkın yoktur; dönmeli! Dinlemeyen bu emri, yer bir sille. Daha müdhişini yemeden bu emri dinlemeli. Faiz şüphesi olan muamelelere, fetva vermemenin şu dünyevî faydası da gözden ırak tutulmamalıdır: Bu meselede vicdanen huzursuz olan mü'min, vicdanını huzura kavuşturacak müessese arayacak, nazariyat geliştirecek, maddî teşebbüste bulunacak, bu vâdide öncülük edenleri destekleyecektir. Bir kelime ile İslâmî tarzın arayışını devam ettirecektir. Karşısına çıkan iki müesseseden faiz endişesi daha az olan öbürünü tercih edecektir. ALLAH'a binler hamd, mü'minler fâiz mevzuunda bugüne kadar ihtiyat tavırlarını koruyabilmişler ve son zamanlarda kâr ve zarar ortaklığına dayanan yeni banka modellerinin fiiliyata geçmesine zemin hazırlamışlardır. Bu çeşit müesseselerin daha da gelişeceğini ümitle bekleyebiliriz. Özellikle günümüzde faizi meşrulaştırmak için bilgiyi kötü yolda kullanmak isteyen kişiler; “istihMayıs 2010 lak/tüketim”, “istihsal/üretim” faizi ayrımı yaparak dinimizin yasakladığı çeşidin istihlak/tüketim faizi olduğu iddiasında bulunuyorlar. Kur’an ve Sünnete bağlı iktisadi bir projeyi güncelleştiremeyen insanlar, müslümanları değil de yaşadıkları sistemi rehabilite etmek için bu tip fetvalar vermekten sakınmıyorlar. Halbuki ehil olan insanlar içtihadi faaliyette bulunup konuyla ilgili vahiy merkezli çözümler üretseler, mü’min insanlar da böyle bir harama düşmekten kurtulurlar leri bunlarla müjdele.”[27] Ayet-i kerimelerinin işareti ile imanı ve ALLAH için cihad ederek ahiret için yatırım yapmakta olduğunu bilmeliyiz. ......................................................................................... [1] Mü’minûn sûresi:51 [2] Bakara sûresi:172 [3] Müslim, Zekât:65, No:1015, 2/703; Timizî, Tefsir, No:2992 [4] Münavi, Feyzul-Kadir,No:1238; 2/34 [5] Fevaid-i Muhammed b. Mihled, 1/27, No:26, Müsned-i Şihab, 1/83, No:82 [6] Taberani; el-Mu'cemü’l-Evsat: No:8606; 9/278 [7] Beyhaki, Şuabül İman, Babut-tevekkül, No:1232, 2/86 Kısacası: Sağlıklı fertlerden oluşan sağlıklı bir toplum oluşturmak isteyen Dinimiz, helal kazanca büyük bir önem vermiş ve her türlü haram kazanç yolunu yasaklamıştır. Helal bir kazanç için insan gayret gösterirken hiçbir çaba onu: [8] İbniMace,Ticarat:2, 2/725, No:2144; Hakim,Müstedrek,2/4. [9] İbniMace,Ticarat:2, 2/725, No:2142 [10] Taberani, Mu'cemul-Kebir [11] Camiul-Ehadîs, 8/247, No:7233 [12] Bakara sûresi:188 [13] Buhârî, Hums:7, 3/1135, No:2950; Tirmizî, Zühd:41 “Onlar, ne ticaret ne de alış-verişin kendilerini ALLAH'ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoyamadığı insanlardır. Onlar, kalplerin ve gözlerin allak bullak olduğu bir günden korkarlar. [14] Buhari, İman, 39, Büyû; 2 Müslim, Müsakat: 107,108, Ebû Davut, Büyû; 3, Tirmizi, Büyû; 1 Nesai, Büyû; 2 Kudat 1, İbn-i Mace, Fiten 14 [15] Tirmizî, Libas:6, No:1726; İbn-i Mace, Et’ime:60 [16] Haşr sûresi:7 [17] Buhârî, Büyû:7, 23; Nesâî, Büyû:2 [18] Mü'minûn sûresi:51 Çünkü o günde ALLAH, onları yaptıklarının en güzeli ile mükâfatlandıracak ve lütfundan onlara fazlasıyla verecektir. ALLAH, dilediğini hesapsız rızıklandırır.”[26] Âyet-i kerimelerinde buyrulduğu gibi, ALLAH’ı zikretmekten, hakkıyla namaz kılmaktan ve zekatı vermekten tutkuya kaptırıp alıkoyamaz. [19] Aynî, Umdetul-Kârî, 17/260, Deylemî, Firdevs, 5/363, No:8446 [20] Tahirul-Mevlevi, Şerhi Mesnevi,3/832-834 [21] Ebu Davud, Büyû:79; Tirmizî, Ahkam:22; Nesâî, Büyu:1; İbnu Mace, Ticarat:1, , 64 [22] Taberanî el-Mu’cemü’l-Kebir; No: 4411; 4/276, A. b. Hanbel; No: 16814; 4/141 [23] Bakara sûresi:278-279 [24] Buhârî, Vesaya: 24, No: 2615, 3/ 1017; Müslim, İman:145, No:89, 1/92 [25] Ebu Dâvud, Büyû:3. 3/348, No:3331; Nesâî, Büyû:2; İbn-i Mâce, Ticârât:58 [26] Nûr sûresi:37-38 Güçlü olup ve bu gücü ALLAH yolunda kullanmanın önemini mü’minler olarak kavramalıyız ve en büyük ticari kazancın da: “Ey iman edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticareti size göstereyim mi? [27] Saf sûresi:10-13 ALLAH'a ve Resûlüne inanır, mallarınızla ve canlarınızla ALLAH yolunda cihad edersiniz. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. İşte bu takdirde O, sizin günahlarınızı bağışlar, sizi zemininden ırmaklar akan cennetlere, Adn cennetlerindeki güzel meskenlere koyar. İşte en büyük kurtuluş budur.” Seveceğiniz başka bir şey daha var: “ALLAH'tan yardım ve yakın bir fetih. MüminMayıs 2010 15 Üzümü Yemeden Önce slam terbiyesinde, insanın çocukluğunda ilk öğrendiği ilkelerden biri helal ve haram kavramıdır. Helal Allahın yapılmasını onayladığı, istediği, izin verdiği davranışlardır. Haram ise Allahın yapılmasına izin vermediği, yasakladığı fiillerdir. Helal olan işlerde insanın faydasına bir durum varken haramlar mutlaka biz bilelim veya bilmeyelim insanın veya toplumun aleyhinedir. İ Nihat MORGÜL nihatmorgul@gmail.com “Ey Peygamberler! Temiz olan şeylerden yiyin; güzel işler yapın. Ben sizin yaptıklarınızı hakkıyla bilmekteyim. ” Helal ve haram Allahın insan hayatını disipline eden, onu düzenleyen bir otokontrol sistemi gibidir. Helal ve haram Allahın çizgileri ve sınırlarıdır. Bu sınırlara dikkat etmeyenler ve hayatını keyfemayeşa (dilediği gibi), sınırsız ve sorumsuz yaşayanlar, bunu özgürlük zannederek haddi aşarlar. Kendi sınırlarını, alanlarını geçip başkasının hududuna tecavüz ederler. Zaten dünyadaki tüm kavgalar, çekişmeler, kaoslar, zulümler bazı insanların kendi alanlarıyla, imkânlarıyla, dünyalıklarıyla, kendi elindekiyle yetinmeyip başkasının elindekine de sahip olmak istemesinden kaynaklanmaktadır. İnsan başkasının elindekini de her ne yolla olursa olsun elde etmek isteyince zulme, güce, haksızlığa başvurmaktan geri durmuyor. Bu hırs, insanlığa tarihten bu yana kan ve gözyaşından başka bir şey getirmiyor. Nitekim Allah Teâlâ Tekasur suresinin ilk ayetinde “çok kazanma arzusu sizi helak 16 Mayıs 2010 etti” buyuruyor. Hakikaten son iki yüzyıldaki dünyada meydana gelen savaşlar ve acıları göz önüne aldığımızda bunların sebebinin başka milletlerin elindeki yer altı ve yer üstü zenginlikleri elde etmek ve onlara sahip olmak düşüncesinden başka bir şeyin olmadığını görüyoruz. Görüyoruz ve insanın Allah’ın terbiyesine, sınırlarına, uyarılarına ne kadar muhtaç olduğunu anlıyoruz. Toplum ve devletlerin hayatında böyle olduğu gibi tek tek fertlerin hayatında da durum aynı. Bugün herkes toplumda meydana gelen sapkın olaylardan, cinayetlerden, hırsızlıklardan, arsızlıklardan şikâyet etmektedir. Üç kuruş için en yakınlarını canice öldürenleri, soygunculuğu marifet bilenleri medyadan duyuyoruz. Her geçen gün mal, can, namus ve nesil emniyetimizden endişe ediyoruz. Endişe ettiğimiz halde toplum olarak dini, dindarlığı, Allah korkusunu, nesillerimize din eğitimi vermeyi de ihmal ediyoruz. Bunu hafife alıyoruz ve belki yeterince önemsemiyoruz. Oysa fert ve toplumun huzuru yeni nesle Allah korkusunu ve helal – haram duygusunu vermekten geçer. Hiç kuşkusuz, insan eğitiminin, ahlakının, karakterinin oluşmasında yediklerinin de büyük etkisi vardır. Sonuçta yediklerimiz sadece bedenimizi beslemiyor, ruhumuzu ve karakterimizi de meydana getiriyor. Bu manada Allah Teâlâ kuranda birçok ayette helal yiyeceklerden beslenmemiz konusunda bizi uyarıyor. Örneğin bir ayette; “Ey Peygamberler! Temiz olan şeylerden yiyin; güzel işler yapın. Ben sizin yaptıklarınızı hakkıyla bilmekteyim. ” buyuruyor. Bu ayet yiyeceklerle davranışlarımızın arasında direk bir bağ olduğunu da açık bir şekilde ifade ediyor ve bizim dikkatimizi yediklerimize çeviriyor. İyi ve güzel davranışlar ancak helal ve temiz kazançlarla elde edilebilir. Haram ile beslenen vücutlardan Allahın rızasına uygun ameller meydana gelmez. O halde insan terbiyesi insan doğmadan önce annesinin yediklerine dikkat etmesiyle başlar. Anneler babalar helal rızıkla beslenmeli ki salih evlatlar dünyaya getirsinler. Doğan çocuklar erdemli, karakterli, şahsiyetli, imanlı, ihlâslı büyük insanlar, büyük âlimler, büyük fatihler olsunlar. İnsanlığa bu nesiller eliyle huzur gelsin, emniyet gelsin, barış gelsin. Bunun için de çok kazanmak değil, helalinden kazanmak ve helal rızık yemek diye bir ilkemiz, bir derdimiz, bir hedefimiz olmalıdır. Çocuklarımıza da bunu öğretmemiz gerekir. Bizim Türkçemizde “helal lokma yemek” ve “boğazından haram lokma geçmemek” diye iki güzel deyimimiz vardır. İslam terbiyesiyle yetişen insanımız, bu ikisine azami dikkat eder. Bilir ki helal lokma, güzel nesil demektir, ailede huzur demektir, çocuk için ahlak ve saygı demektir, memleket için vefa ve sadakat demektir. Vücuda giren haram lokma ise, ahlaksızlık, ihanet, terbiyesizlik olarak kendini belli eder. Haram lokma yiyen huzur bulamaz, kendine, ailesine ve çevresine huzur veremez. Haram lokma yiyen vatanına, milletine, değerlerine sadık kalamaz, ihanet eder. Haram lokma yiyen annesine, babasına, büyüklerine, âlimlere, fazıllara saygı gösteremez ve onlardan saygı görmez. Haram tatlıdır derler. Şeytan onu insana güzel ve hoş gösterir. İnsan da nasıl olsa geliyor der ve geliş yolunu sormaz. “Üzümü ye, bağını sorma” yanlış anlayışı onu felakete sürükler. Bir müddet sonra bu haram insan vücuduna girip yerleşince insan bundan da rahatsızlık duymamaya başlar. Bu insan giderek haram bataklığına battıkça batar. Bir noktaya gelir ki Allah korusun insanın geri dönüşü de olmaz. Malı, evlatları, kazandıkları, huzuru kaybolur gider. Ancak büyük felaketler, acılar ve ızdıraplar, büyük şoklar insanın aklını başına getirebilir. Allah korusun. Hazreti peygamberimizin tavsiyesine kulak vermeliyiz. "Meşru bir işten helal rızık kazanan kimse o işe devam etsin.” Aşırı hırsların kurbanı olmamalıyız. Üzümü yemeden önce bağını sormalıyız ki huzur bulalım. Unutmayalım ki haram lokma hiç kimseye mutluluk getirmemiştir. Toplumsal ve kişisel problemlerimizin çözümü öncelikle nefsimizi ve neslimizi helal rızık ile beslemekten geçiyor. Allah hepimize helalinden yemeyi nasip etsin. Boğazımızdan haram lokma geçmekten bizi muhafaza etsin. Vesselam. Mayıs 2010 17 “HELAL VE TEMİZ OLARAK YİYİN” Allah'ın size rızık olarak verdiklerinden helal ve temiz olarak yiyin. Kendisi'ne inanmakta olduğunuz Allah'tan korkup-sakının. (Maide Suresi, 88) Fuat TÜRKER ftturker@hotmail.com "Kim, evinin hayır ve bereketini Allah Teala Hazretlerinin artırmasını diliyorsa, yemeğe otururken ve yemekten kalkarken ellerini yıkasın." 18 Sağlık, Allah’ın, Rahman sıfatının tecellisi olarak dünya hayatında insana verdiği en önemli nimetlerden biridir. Kuşkusuz sağlık, iman ile birlikte yaşandığında önemi daha iyi kavranır ve şükür vesilesi olur. Peygamberimiz (sav) sağlığın cennet nimeti olduğunu şu hadisiyle bildirir: Mu'âz bin Abdullah babasından ve amcasından anlatır: "Peygamber(sav) buyurdu ki: "Zenginlik hoştur, takva ile olursa zarar vermez. Sağlık, takva ile olursa, zenginlikten üstündür. Sağlıklı olmak, cennet ni'metlerindendir.”” Müslüman farz kılınan günlük ibadetleri yaparken gösterdiği duyarlılığı, temizlik için de gösterir. Yüce Allah, Kur’an ayetlerinde temizliğin önemine dikkat çeker, temizlenenleri sevdiğini haber verir. Mayıs 2010 Temizliğe bu kadar dikkat çekilmesinin bir nedeni de, temizliğin insan sağlığını korumadaki önemli rolüdür. Mikroplar, kirli ortamlarda rahatlıkla çoğalıp insan sağlığını tehdit eder. Peygamberimiz (sav) de “Temizlik, imandandır.” buyurarak bu konunun önemini vurgular. Din ahlâkından uzak, Kur’an ahlâkının kazandırdığı ince düşünceden yoksun bir insan, maddi ve manevi temizliği gerçek anlamda bilemez. Bu insan muhtemelen temiz olanı kirli olandan ayırt edebilecek ve pis olandan rahatsızlık duyacak bir bilince de sahip olamaz, Kur’an ahlâkını yaşayan insanların temizlik konusundaki duyarlılıklarını anlaması da beklenemez.Toplumda, Kur’an’daki temizlik anlayışına uygun yaşamayan bu insanların, kendilerince geliştirip uyguladıkları birçok mantık vardır: UMURSAMAZLIK Cahiliye toplumu bireylerinde 'birşey olmaz' mantığına çok sık rastlanır. Bu çarpık mantığa göre kişi, doğruyu bildiği halde yanlış olanı seçer. Örneğin manavın, tatması için ken- disine uzattığı meyveyi “birşey olmaz” der, yıkamadan ağzına atar ve yer. Oysa bedenimiz, Allah'ın lütfettiği en büyük nimetlerden biridir; bizler ona özen göstermekle sorumluyuz. Sağlığımızı etkileyen bu sorumluluğu ciddiye almayarak, umursamaz davranmak, Allah'ın beğenmeyeceği bir davranıştır. Bu yapıdaki kişiler, çevrelerine karşı da duyarlı davranmaz; pislik ve dağınıklıktan rahatsız olmaz, temizlemeyi düşünmek bir yana pisliklere aldırış dahi etmezler. ÜŞENMEK Bir başka yanlış düşünce de 'üşenme' mantığıdır. Kuran ahlâkında yeri olmayan üşengeç ahlaka sahip insan, doğru olanı bilir, vicdanen de kabul eder ancak uygulamada tembellik gösterir. Örneğin, yemeğe başlamadan önce ellerin yıkanması gerektiğini herkes bilir. Eğer bir kişi yemek yemeye ya da hazırlamaya ellerini yıkamadan başlıyorsa, bunun en önemli nedeni üşenmesidir. Neden böyle yaptığı sorulacak olsa, muhtemelen az önce ellerini yıkadığı cevabını verecektir. Acaba geçen o süre boyunca hiçbir şeye dokunmamış mıdır? Kuşkusuz buradaki Kur’anî bakış açısı, vicdanının insana ne söylediğidir. Peygamberimiz (sav) de Müslümanların bu konuda özen göstermeleri gerektiğini bir hadisinde şöyle bildirir: Enes İbnu Malik (ra) anlatıyor: Resulullah aleyhissalatu vesselam buyurdular ki: "Kim, evinin hayır ve bereketini Allah Teala Hazretlerinin artırmasını diliyorsa, yemeğe otururken ve yemekten kalkarken ellerini yıkasın." O halde inanan her insan, Kuran ahlâkına uygun olan davranış konusunda, vicdanının göstereceği doğru yolu üşenmeden ve kararlılıkla izlemelidir. ASGARİ TEMİZLİK ANLAYIŞI(!) Bu yanlış düşünceye göre kişi temizlik ölçülerini kendi koyar; ölçüler asgari seviyededir. Koyduğu ölçülere göre kendi temizliğini de ye- Mayıs 2010 19 O, size ölüyü (leşi)-kanı, domuz etini ve Allah'tan başkası adına kesilmiş olan (hayvan)ı kesin olarak haram kıldı. Fakat kim kaçınılmaz olarak muhtaç kalırsa, taşkınlık yapmamak ve haddi aşmamak şartıyla (ölmeyecek oranda yiyebilir), ona bir günah yoktur. Gerçekten Allah, bağışlayandır, esirgeyendir. terli görür. Örneğin, marketten aldığı meyveleri iyice yıkamadan, sadece suyun altından geçirip yer; hatta çevresindeki insanlara da bu şekilde ikram eder. Bu yanlış düşüncedeki kişi, kendi bedeninin temizlik ve bakımına, evinin, yiyeceklerinin ve kıyafetlerinin temizliğine ilişkin ölçüleri de aynı şekilde kolayına gelecek şekilde belirler. Oysa uygun olan, bu konuda titiz olmak; her detayın, Allah'a yakınlaşma vesile olabileceğini umut ederek davranmaktır. BAŞKALARI İÇİN TEMİZLİK YAPMAK Bazı insanlar genellikle –yanlış bir tutum olarak- önemli gördükleri kişiler için bakımlı olmayı ve temiz görünmeyi tercih ederler. Hatta yalnızca bir davete veya toplantıya katılacakları zaman fiziksel bakımlarına özen gösterirler. Yal- 20 nız olduklarında aynı şekilde davranmazlar. Yani temizliği insanlar için yaparlar. Oysa mümin, Kur’ân ahlakı gereği, başkaları için değil, Allah'ın beğendiği bir davranış olduğu ve kendisi de bu şekilde rahat ettiği için temizliği uygular. Yaptığı her temizlikte ibadet bilinciyle hareket eder. Başkalarına gösteriş için temizlik mantığı, genelde ev temizliğinde yaşanır. Misafiri gelecek olan kimse, yalnızca misafirlerin göreceği mekanları temizlemeyi tercih eder. Birçok evde hemen hemen hiç kullanılmayan, yalnızca misafirlere özel ‘misafir odası’ bulunur. Bu oda genellikle misafir gelmeden önce temizlenir ve konuklara hazırlanır. Oysa Allah'ın rızasına uygun olan davranış, evin her tarafının her zaman ve her durumda temiz tutulmasıdır. Çünkü kişinin kendisi ve ailesi bu ortamda yaşar, yemek yer ve uyur. Mayıs 2010 KUR’AN’A GÖRE YİYECEKLERDEKİ TEMİZLİK Müminler, her durumda yiyeceklerin temiz olanlarını seçerler. Bu, Allah'ın Kur’an'da müminler için bildirdiği emridir. Ey insanlar, yeryüzünde olan şeyleri helal ve temiz olarak yiyin ve şeytanın adımlarını izlemeyin. Gerçekte o, sizin için apaçık bir düşmandır. (Bakara Suresi, 168) Allah müminlerin temiz yiyecekleri seçtiklerini Ashab-ı Kehf'in kıssasında da bildirir. ... şimdi birinizi bu paranızla şehre gönderin de, hangi yiyecek temizse baksın, size ondan bir rızık getirsin…" (Kehf Suresi, 19) HARAM KILINAN DOMUZ ETİ VE ZARARLARI O, size ölüyü (leşi)-kanı, domuz etini ve Allah'tan başkası adına kesilmiş olan (hayvan)ı kesin olarak haram kıldı. Fakat kim kaçınılmaz olarak muhtaç kalırsa, taşkınlık yapmamak ve haddi aşmamak şartıyla (ölmeyecek oranda yiyebilir), ona bir günah yoktur. Gerçekten Allah, bağışlayandır, esirgeyendir. (Bakara Suresi, 173) ayetiyle Müslümanlara domuz eti açıkça haram kılınmıştır. Domuz eti yenmesinin sağlığa zararlı pek çok yönü vardır. Herşeyden önce domuz, çiftliklerde, bakımlı ortamlarda yetiştiriliyor da Mayıs 2010 olsa, gerek pislik yemesi gerekse biyolojik yapısı nedeniyle, bünyesi çok fazla antikor üreten bir canlıdır. Vücudunda, diğer hayvanlara ve insana oranla çok yüksek dozda üretilen büyüme hormonu ve antikorlar, dolaşım yoluyla domuzun kas dokusuna da geçerek birikir. Ayrıca domuz eti çok yüksek oranlarda kolesterol ve lipid içerir. Domuz etine dayalı bir beslenme sonucunda, aşırı büyüme hormonuna maruz kalan insan vücudu önce çok fazla kilo toplar, sonra da deformasyona uğrar. Bunların dışında, domuz etindeki sağlığa zararlı maddelerden biri de "trişin" parazitidir. Bu parazit, insan vücuduna girdiğinde doğrudan kalp kaslarına yerleşerek ölümcül tehlike oluşturur. Tüm bu sebepler, Rabb’imizin domuz etini yasaklanmasının hikmetlerini gösterir. Ayrıca Allah’ın bu emri, her koşulda sağlığa zararlı etkileri olan, denetimsiz üretiminde ise ölümcül olabilen domuz etine karşı bir korumadır. Yine de çok sayıda domuz üretim çiftliği bulunduğu ve çok fazla sayıda domuz üretilip kesildiği haberleri medyada yer aldığı için, inanan insanlar bu konuda dikkatli ve uyanık olmalıdırlar. Şüpheli ürünler ve markalara duyarsız kalmamalıdırlar. Temizlik ve hijyenin sağlığımızı birebir etkilediğini unutulmamalıyız. Hepimiz, Rabb’imizin bize lütfetmiş olduğu en büyük nimetlerden biri olan bedenimizi, bir emanet gibi korumak ve gerekli özeni göstermekle sorumluyuz. 21 TASAVVUF FIKIH slam'ın, insanların algı tarzlarına bağlı olarak farklı şekillerde tezahür ettiğini ve bu farklı görünümlerin hepsinin de İslam'dan onay aldığını söyleyebilmek için İslamî disiplinlerden referans aramak, ya bilgisizlikten ya da kötü niyetten kaynaklanan bir tarz-ı harekettir! İ Dr. Ebubekir SİFİL "Takva'dan daha üstün bir azık, suskunluktan daha güzel bir hal, cehaletten daha zararlı bir düşman ve yalandan daha onmaz bir hastalık yoktur." Her ne kadar tarihsel ve aktüel vakıalara bakarak bu tarz-ı harekete dayanak arama ameliyesini meşru gösterme eğilimleri var ise de, bizzat İslam'ın sabitelerinin buna ne kadar müsamaha ettiğini irdelemekle bu meselenin can alıcı noktası gündeme getirilmiş olacaktır. Her şeyden önce şunu belirtelim ki, İslam'ın Tasavvuf penceresinden farklı, Fıkıh penceresinden farklı göründüğü tezinin makbul addedilebilmesinin önündeki en büyük engel, bizzat bu ekollerin tarihe mal olmuş simalarının ve önde gelen temsilcilerinin duruşlarıdır. O büyük şahsiyetlerin hepsi, Kur'an ve Sünnet'in emirleri/yasakları hayata geçirilmeden Mü'min olunamayacağı noktasının altını çizmekte müttefiktirler. Her hangi bir Sufî "Tabakât" kitabının taranmasıyla bu söylediğimiz hususun gerçeğe ne ölçüde tekabül ettiği anlaşılabilir. 22 Mayıs 2010 Burada özellikle Tasavvuf büyüklerinin bu konudaki sözlerinin hatırlanmasında büyük fayda mülahaza ediyoruz. Aşağıda da üzerinde duracağımız gibi, Zahir/Batın ayrımının belli bir gerçeğin farklı düzlemlerde vurgulanması olarak anlaşılması ve bu iki kategorinin behemehal birbirini tamamlar tarzda mezcedilmesi gerektiğini ortaya koyanların bizzat Tasavvuf büyükleri olması, meseleye getirilmeye çalışılan sathi yaklaşımları kökünden çürütmektedir. Bir diğer ifadeyle Tasavvuf'tan, modern zamanlara özgü "sofistike" bir "hümanizm" çıkarma gayretlerinin önündeki en büyük engel, yine bizzat Tasavvuf büyüklerinin duruşları, tavırları ve sözleridir. Öncelikle şunu belirtelim ki, özellikle erken dönemler itibariyle "Şeriat-Tarikat" ikilisi, yani "Zahir-Batın" ilimleri içiçedir ve bu ilimlerin her birinde temayüz etmiş olan büyük simaların ilmî silsileleri, her iki alanı mezcetmiş üstadlardan süzülüp gelmiştir. Sözgelimi Tasavvuf büyüklerinden Ebu'lKasım el-Kuşeyrî (k.s), hem büyük mutasavvıf Ebû Ali ed-Dekkâk'tan, hem de İbn Fûrek, el-Bâkıllânî ve Ebû İshak el-İsferâînî gibi Hadis ve Kelam ulemasından feyz ve ilim almıştır. (İbnu'l-Mulakkın, Tabakâtu'l-Evliyâ, 258.) Yine bu yolun büyüklerinden Habîb el-Acemî, Tabiun'dan el-Hasanu'l-Basrî ve İbn Sîrîn'e yetişmiş ve bunlardan hadis rivayet etmiştir. (İbnu'l-Mulakkın, a.g.e., 182.) Aşağıda bir eserinden alıntı yapacağımız Ebû Abdirrahman es-Sülemî (k.s), Tasavvuf konusunda olduğu kadar, Tefsir ve Hadis konusunda da söz sahibidir ve bu alanlarda eserler vermiştir. Hakkında "İmam, Hadis hafızı, Muhaddis" nitelemelerinde bulunan ez-Zehebî'nin belirttiğine göre es-Sülemî'nin Tasavvuf konusundaki eserleri 700 cüz, Hadis konusundaki eserleri de 300 cüz hacmindedir. (Siyeru A'lâmi'n-Nübelâ, XVII, 247.) Bu konudaki örnekler bu yazının hacmine sığmayacak kadar fazladır. Ayrıntılı bilgi edinmek isteyenler için "Tabakât" türü kitapları tavsiye ederek bu örneklere son vermek zorundayız. Mayıs 2010 TASAVVUF EHLİNİN "ZAHİRÎ İLİMLER"E BAKIŞI Tasavvuf büyüklerinin, Zahir-Batın ikilisinin birbirinden ayrılmayacağını ve Kur'an ve Sünnet'e uymanın kaçınılmaz bir görev olduğunu gösteren sözlerinden de birkaç örnek zikredelim: Önce bu yazının başlarında zikrettiğimiz "meşru ihtilaflar" dairesi hakkında Ebû Yezîd [Bâyezîd]-i Bistâmî (k.s)'nin bir sözü ile başlayalım: "Mücahede'de otuz yılım amelle geçti; bu süre zarfında ilim öğrenmek ve ilme uymaktan daha zor birşeyle karşılaşmadım. Ulemanın ihtilafı olmasaydı (Şer'î delillerin hangisiyle nasıl amel edilmesi gerektiği konusunda) şaşırır kalırdım. Tevhid [Akaid] ile ilgili meseleler dışındaki konularda ulemanın ihtilafı rahmettir. (es-Sülemî, Tabakâtu's-Sûfiyye, 70.) "Akıl, emrolunan ve yasaklanan hususlara kendisiyle delil getirilen bir araçtır" şeklindeki sözün sahibi Seriy es-Sakatî (k.s): "Sünnet'e uygun şekilde yapılan az amel, bid'at işleyerek yapılan çok amelden daha hayırlıdır." (es-Sülemî, a.g.e., 52.) el-Hâris b. Esed el-Muhâsibî (k.s): "Kulun, dinin kendisine yüklediği görevleri aksatarak veraı araması boşunadır." (es-Sülemî, a.g.e., 58.) Hâtem el-Asamm (k.s): "Cihad üç türlüdür: Birincisi, başkasının bilmeyeceği şekilde şeytanla yaptığın ve onun gücünü kırdığın cihad; ikincisi, aleni olarak farzları yerine getirmek için yaptığın cihad; üçüncüsü ise İslam'ı güçlendirmek için Allah düşmanlarıyla yaptığın cihad." (es-Sülemî, a.g.e., 96.) Ahmed b. Ebi'l-Havârî (k.s): "Sünnet'e ittiba etmeden amel eden kimsenin ameli batıldır." (es-Sülemî, a.g.e., 101.) Ehl-i Tasavvuf'un Kelam ve Fıkıh gibi İslamî disiplinler bakımından nerede durduğu sorsuna gelince; Ehline malum olduğu üzere, Ebû Bekir Muhammed b. İshak el-Kelâbâzî (Gülâbâdî)'nin etTa'arruf adlı eseri, Mutasavvıflar'ın İslamî disiplinler karşısındaki konum ve tutumunu sistematik ve derli toplu bir biçimde zikreden, hacmi küçük fakat önemli bir çalışmadır. Her ne kadar Ehl-i Tasav- 23 vuf'a ait pek çok eserde yukarıdaki tespiti yapmamıza imkân veren malumata, çeşitli konular arasına serpiştirilmiş bir şekilde rastlamak mümkün ise de, onun bu eseri, yukarıda işaret ettiğimiz özelliğiyle ayrı bir öneme sahiptir. Şimdi el-Kelâbâzî (Gülâbâdî)'nin bu eserinde ortaya konan tespitleri birlikte okuyalım: EHL-İ TASAVVUF'UN AKİDEVÎ ÇİZGİSİ el-Kelâbâzî (Gülâbâdî)'nin bu konuda verdiği malumattan hareketle –ki tümünü burada vermek imkânsız olduğu için sadece özet olarak belirtmek durumundayız– şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Ehli Tasavvuf'un Akidevî/Kelamî çizgisi, Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat'in itikadî kabulleri ile "tam anlamıyla" örtüşmektedir. O kadar ki, Ehl-i Sünnet'in imamları ("Ehl-i Sünnet-i Hâsssa" denen Selef alimleri ile "Ehl-i Sünnet'i Âmme" denen müteahhirun alimler) topluluğu arasındaki birtakım cüz'î ve lafzî görüş ayrılıkları, hemen tamamıyla Ehl-i Tasavvuf'un görüşlerine de yansımış bulunmaktadır. (el-Kelâbâzî, a.g.e., 31-94.) Ancak her topluluk arasında ifrat ve tefrida kayanlar bulunabileceği gibi, Ehl-i Tasavvuf arasında da zaman zaman bu türlü kaymalar ve sürçmeler görülmesi de bir ölçüde normaldir. Sözgelimi nasıl Fıkıh mezhebi olarak Hanefîliği tercih etmekle birlikte Akide'de Mu'tezile'nin görüşlerini benimseyenler, yahut Fıkıh mezhebi olarak Hanbelîliği benimsemişken, Akidevî görüşlerinde teşbih ve tecsim inancına kayanlar var ise, Ehl-i Tasavvuf'un yolunu benimseyip de, Akidevî görüşlerinde Ehl-i Sünnet çizginin dışına (Sâlimiyye diye anılan grup örneğinde olduğu gibi) çıkanlar da bulunabilmiştir. (İmam eş-Şa'rânî'nin el-Mîzânu'l-Kübrâ'sı, Müçtehid İmamlar arasındaki Fıkhî ihtilafları "azimet-ruhsat" şeklindeki ayrımın içine oturtarak açıklaması bakımından kayda değerdir. Bu meyanda Ebu'lA'lâ Sâ'id b. Ahmed b. Ebî Bekir er-Râzî'nin –henüz gün yüzüne çıkmamış olan– el-Cem' Beyne'tTakvâ ve'l-Fetvâ fî Mühimmâti'd-Dîn ve'd-Dünyâ adlı eseri, sahasında tek denebilecek bir çalışmadır. Bu türlü çalışmaların tespit ve neşredilmesi ile konu hakkındaki şüphelerin ve malumat eksikliklerinin büyük ölçüde giderilebileceği izahtan varestedir.) İçtihad mertebesine erişmiş olan kimse, Şer'î delillerden kendi içtihadıyla çıkardığı hükümlere göre amel eder; içtihad seviyesine erişmemiş olan ise, ilmine güvendiği bir fakihin fetva ve hükmüne uyar. (el-Kelâbâzî, a.g.e., 95 vd.) Ehl-i Tasavvuf'un Kelam ve Fıkıh ilimleri hakkındaki tutumu konusundaki bu kısa malumattan sonra, şimdi de zahirî ilimlerde söz sahibi ulemanın zühd hayatına bakışları ve Ehl-i Tasavvuf ile münasebetleri üzerinde bir nebze duralım. "ZAHİR ALİMLERİ" VE TASAVVUFÎ HAYAT Bilahare sistemleşip "Tasavvuf" adını alacak olan disiplinin ilk öncüleri, hiç kuşkusuz Hz. Peygamber (s.a.)'in terbiyesinde yetişmiş olan Sahabe'dir. Ancak nasıl Fıkhî mezhep mensupları arasındaki bu türlü kaymalar Fıkhî mezhepler için bir nakisa teşkil etmiyorsa, Tasavvuf ehli arasında görülen bu türlü istisnaî durumlar da Tasavvuf'un aslı ve öğretisi bakımından zedeleyici durum bir arz etmez. EHL-İ TASAVVUF'UN FIKHÎ ÇİZGİSİ Fıkıh alanında Mutasavvıfe'nin genel tutumu, Fukaha'nın icma ettiği görüşlerden ayrılmamak, ihtilaflı konularda ise ihtiyata ve azimete en uygun görüşü almak şeklinde tezahür etmektedir. 24 Mayıs 2010 Onlardan sonra gelen kuşak arasında öne çıkan isimler arasında şunları sayabiliriz: Hz. Hüseyin (r.a)'in oğlu Ali Zeynelabidîn, onun oğlu Muhammed el-Bâkır, onun oğlu Ca'fer es-Sâdık, Üveys el-Karenî (ülkemizde Veysel Karanî olarak telaffuz edilir), Herm b. Hayyân, el-Hasan el-Basrî, Ebû Hâzim el-Medînî, Mâlik b. Dînâr, Abdülvâhid b. Zeyd, Utbe el-⁄ulâm, İbrahim b. Edhem, Fudayl b. Iyâd ve oğlu Ali b. Fudayl, Davud et-Tâî, Abdullah b. el-Mübârek, Süfyan es-Sevrî, Süfyan b. Uyeyne... Burada sadece küçük bir kısmını zikrettiğimiz bu isimlere dikkat edilirse, çoğunluğunun aynı zamanda Fıkıh ve Hadis gibi ilimlerde yed-i tûlâ sahibi oldukları görülür. Hatta bunlar arasında, Müçtehid-i Mutlak derecesini ihraz etmiş olan ve kendi adlarına nisbet edilen Fıkıh mezhebi bulunan –ki bu mezhepler zamanla inkıraza uğramışlardır– simaların mevcudiyeti dikkat çekmektedir. Şimdi bu büyük zatlardan birkaçının konuyla ilgili tavrını birer-ikişer cümleyle nakledelim: "Allah'a yemin ederim ki ey insanoğlu, eğer sen Kur'an'ı okur ve ona iman edersen, dünyada hüznün artar, korkun şiddetlenir ve ağlaman çoğalır" diyen ve devamlı hüzün halinde bulunmasından dolayı, görenlerin sanki az önce başına büyük bir bela gelmiş zannettiği (bkz. Ebû Nu'aym, Hilyetu'l-Evliyâ, II, 156) el-Hasanu'l-Basrî, –o "hüzün abidesi"– hakkında ez-Zehebî, "İlim ve amel bakımından yaşadığı dönemin seyyidi idi" der. (Siyeru A'lâmi'n-Nübelâ, IV, 565.) Yine ez-Zehebî'nin naklettiğine göre onun, birisi evinde, diğeri mescitte olmak üzere iki ayrı ilim halkası vardı. Evindeki özel halkada zühd ve batın ilimleri dışında birşey konuşmaz, mescitteki derslerinde ise Hadis, Fıkıh, Kur'an ilimleri, Lugat ve sair ilim dallarında dersler verirdi. (ez-Zehebî, a.g.e., IV, 579.) İmam-ı A'zam Ebû Hanîfe'nin talebeleri arasında –yukarıda isimleri geçen– Abdullah b. el-Mübârek, Dâvud et-Tâî ve Fudayl b. Iyâd gibi zühd ve vera ehli büyük imamlar vardı. (Bkz. el-Hatîbu'lBağdâdî, Târîhu Bağdâd, XIV, 250.) Hatta İmam Ebû Hanîfe'nin şöyle dediği nakledilir: "(Hal ehli) ulemanın tutumunun ve güzel ahvalinin nakledilmesi bana Fıkh'ın pek çok bahsinden daha sevimli gelir. Çünkü bu nakilMayıs 2010 lerde onların adabı anlatılmaktadır." (Abdülfettâh Ebû Gudde, el-Hâris el-Muhâsibî'nin Risâletu'lMüsterşidîn'ine yazdığı takdim yazısı, 3-4.) Süfyân b. Uyeyne şöyle demiştir: "Bir yerde salih zatlar zikredildiği zaman oraya rahmet iner." (A.g.e., 4.) Selef alimlerinden pek çok büyük imam, meclislerinde gıyaben salih zatlar zikredildiğinde, onlara duydukları edepten dolayı toparlanır ve oturuşlarına dikkat ederlerdi. (A.g.e., aynı yer.) İmam Ahmed b. Hanbel'in –bilindiği gibi– zühd hayatıyla ilgili hadisleri topladığı Kitâbu'zZühd adlı bir eseri vardır. İlginçtir, tarihte ve günümüzde Ehl-i Tasavvuf karşısındaki ifrat tutumlarıyla öne çıkan bir kısım Hanbelî ve Vehhabîler'in aksine, bu büyük imam da salih zatlara karşı edepde kusur etmeyenlerdendir. Birgün hafifçe yan yatmış bir vaziyette otururken, yanında, salih zatlardan olan İbrahim b. Tahmân'ın adı zikredildiği zaman hemen doğrulmuş ve "Salih zatlar zikredilirken bizim yan yatmamız uygun değildir" demiştir. (A.g.e., aynı yer.) Ehl-i Beyt imamlarından, Hz. Hüseyin (r.a)'in torunu Muhammed el-Bâkır: "Allah'ın dininin özü kimin kalbine girerse, o kişinin kalbi ondan başkasından arınır ve sadece onunla meşgul olur. Dünya dediğin nedir? Ha var, ha yok! Dünya, bindiğin binek, giydiğin elbise ve ev- 25 reminle beni affet ey merhametlilerin en merhametlisi!" (Fahruddîn er-Râzî, Menâkıbu'l-İmâm eş-Şâfi'î, 311.) Bu olayı anlatan Muhammed b. Abdillah b. Abdilhakem'in söylemek istediği, İmam eş-Şâfi'î'nin abidlik ve zahidlik yönünün de Zünnûn ve diğer abid/zahidlerle birlikte anılması gerektiğidir. Süfyân es-Sevrî –ki Hadis, Fıkıh gibi ilimlerde "imam" olduğunu ayrıca belirtmeye gerek yoktur ve hatta kendisinin bile kendisi gibi birisini görmediği, döneminin alimleri tarafından söylenmiştir– Fudayl b. Iyâd ile ilmî müzakerelerde bulunduktan, nasihatleştikten ve beraberce ağladıktan sonra şöyle demiştir: "Bu meclisimizin, bereket bakımından meclislerimizin en önemlisi olmasını umarım." (ezZehebî, Siyeru A'lâmi'n-Nübelâ, VII, 268.) lendiğin kadından başka nedir?" (ez-Zehebî, Siyeru A'lâmi'n-Nübelâ, IV, 405.) Yine Ehl-i Beyt imamlarından, Muhammed elBâkır'ın oğlu Ca'fer es-Sâdık: "Takva'dan daha üstün bir azık, suskunluktan daha güzel bir hal, cehaletten daha zararlı bir düşman ve yalandan daha onmaz bir hastalık yoktur." (Ebû Nu'aym, Hilyetu'l-Evliyâ, III, 228.) Muhammed b. Abdillah b. Abdilhakem anlatıyor: "Birgün oturmuş abidler ve zahidler hakkında konuşuyorduk. Söz Zünnûn el-Mısrî'ye geldi. Tam o esnada içeriye Ömer b. Nübâte girdi. Ne konuştuğumuzu sordu, biz de abidler va zahidler hakkında konuştuğumuzu söyledik. Şöyle dedi: Allah'a yemin olsun ki Muhammed b. İdris eş-Şâfi'î'den daha fasih konuşan ve daha fazla vera sahibi olan birisini görmedim. Ben, o ve el-Hâris b. Lebîd Safâ'ya çıkmıştık. elHâris, "Bu, ayrım günüdür. Sizi ve sizden öncekileri bir araya getirdik" (77/el-Mürselât, 38) ayetini okudu. eş-Şâfi'î'nin sarsıldığını ve hıçkırarak ağladığını gördüm. Bir süre sonra şöyle dua etti: "İlahi! Yalancıların ahiretteki yerinden ve gafillerin yüz çevirmesinden sana sığınırım. İlahi! Ariflerin kalpleri sana boyun eğmiş ve müştakların kalpleri seninle dolmuştur. İlahi! Cömertliğinden bana ihsanda bulun, merhametinin örtüsüyle benim kusurlarımı ört, ilahi ke- 26 "Zahirî ilimler"de parmakla gösterilen büyük simalardan sadece birkaçının zühd hayatı ve zahidler hakkındaki tutumuna ilişkin olarak burada verdiğimiz örnekler –tıpkı daha önce zikrettiklerimizde olduğu gibi– konu hakkında zikredilebilecek binlerce örneğin sadece çok cüz'î bir kısmını teşkil etmektedir ve –yine daha önce belirttiğimiz gibi– "Tabakât" ve "Terâcim" kitapları bu tür ibretamiz vakaların anlatımıyla doludur. Bütün bu anlatılanların şu noktanın tebellür etmesine yardımcı olacağını umuyoruz: İslam tarihinde Tasavvuf karşıtı akımların boy göstermesinden önce "zahirî ilimler"de isim yapmış ulemanın Tasavvuf'a karşı olumsuz herhangi bir tavrı söz konusu olmadığı gibi, zahir/batın ayrımının da keskin çizgilerle birbirinden ayrıldığını söylemek mümkün değildir. Bir başka deyişle, genel olarak bir hadisçi ya da fakih aynı zamanda abid ve zahid; zühd hayatında öne çıkmış bir abid de aynı zamanda hadisçi ve fakih idi. Dolayısıyla onların anladığı ve uyguladığı İslam, hiç bir zaman bugün yapılmaya çalışıldığı gibi birbirinden alabildiğine farklı tezahürleri olan farklı anlayışları ifade etmiyordu. Hz. Peygamber (s.a.v)'den Sahabe'ye, onlardan Tabiun'a ve daha sonraki nesillere süzülerek gelen sahih İslam anlayışındaki zahir-batın dengesi, İslamî ilimlerin Fıkıh, Kelam, Hadis, Tefsir, Tasavvuf gibi sistematik disiplinlere dönüşmesinden sonra hem zahirî ilimlerde, hem de batınî ilimlerde zirve noktasına ulaşmış olan –kelimenin gerçek anlamıyla– "alim" zatlarda tecessüm etmiştir. Mayıs 2010 Bunlara örnek olarak, muhtelif mezheplere mensup ulema arasında el-Gazzâlî, en-Nevevî, Fahruddîn er-Râzî, Takiyyuddîn es-Sübkî ve oğlu Tâcuddîn es-Sübkî, Veliyyüddîn el-Irâkî ve oğlu Zeynuddîn el-Irâkî, Cemâluddîn ez-Zeyla'î, Kemâluddîn İbnu'l-Humâm, Sirâcuddîn İbnu'l-Mulakkın, Ali el-Karî, Celaluddîn es-Suyûtî, Abdülvehhâb eşŞa'rânî, Muhammed Zâhid el-Kevserî ve daha binlerce isim sayılabilir. Bütün bu dev simalar, zahir ilimlerde otorite oldukları kadar, batınî ilimlerde ve zühd hayatında da etraflarını aydınlatan birer ışık olmuşlardır. Gerek Sûfiyye'ye, gerekse Hadis ve Fıkıh alimlerine mahsus "Tabakât" kitaplarında, bu türden "zü'l-cenâheyn" alimler hakkında alabildiğine zengin malumat mevcuttur. "ILIMLI İSLAM" MI? Bu yazı boyunca ortaya koymaya çalıştığımız zahir-batın birlikteliğine ve her iki kesimde önderliğini kabul ettirmiş alimlerin İslam anlayışlarının birbirinden farklı olmadığı hususuna şöyle bir muhtemel itiraz ileri sürülebilir: "Madem ki zahir ulemasının temsil ettiği İslam ile batın ulemasının temsil ettiği İslam arasında herhangi bir fark yoktur; o halde zahir ule- masına nazaran batın ulemasının İslam anlayışının "daha yumuşak ve daha insancıl" olduğu kanaati nereden beslenmiştir?" Böyle bir itirazın, her iki kesim alimlerinin tutumları hakkında sağlıklı bilgilere dayanmayan, "imajinatif" bir yanılgıdan kaynaklandığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Zira Tasavvuf büyüklerinin, Hadis ve Fıkıh ile bağdaşmayan bir zühd hayatını reddettiği, yanlış bulduğu nasıl bir hakikat ise, pek çok zahir ulemasının da, zühd, takva, vera, ihlas... üzerine bina edilen "iç denge" olmadan, zahirî ilimleri sadece "bilmek"le Yüce Allah'ın murad ettiği ve razı olduğu İslamî yaşantıya ulaşılamayacağı konusundaki uyarıları da aynı derecede hakikattir ve dikkate alınmalıdır. Yukarıdaki türden itirazların, meselenin – hangi cenah adına olursa olsun– tek taraflı ve yanlı biçimde algılanmasından ve bilgi eksikliğinden kaynaklandığında kuşku yoktur. Hele "Tasavvuf İslamı-Fıkıh İslamı", yahut "Türk Müslümanlığı-Arap Müslümanlığı" gibi bilgi eksikliğinden kaynaklanan, tamamen spekülatif ve ağırlıklı olarak imajinatif kavramları öne çıkararak İslamî meseleler hakkında söz söylemek, –kimse kusura bakmasın ama– bu devasa kültür mirası karşısında "ukalalık" etmekten başka bir şey değildir! Kur'an ve Sünnet'te tecessüm eden ilahî vahyin somut tezahürü söz konusu olduğunda birkaç türlü İslam anlayışının ortaya çıktığının görüldüğü şeklindeki iddianın açılımlarından birisi de şöyle: "Hanefî-Maturîdî çizginin temsil ettiği İslam anlayışı, Şafiî-Eş'arî çizginin temsil ettiği İslam anlayışına kıyasla daha "ılımlı" ve çağın şartlarına uyum bakımından daha elverişli bir duruşu ifade etmektedir." Böyle bir tesbitin iler tutar tarafının bulunmadığı ve hiçbir ilmî veriye dayanmadığı konusunda uzun boylu tahlillere girişmenin gereksiz olduğunu düşünüyoruz. Bununla birlikte bu nokta hakkında birkaç şey söylemeden geçmenin de, konuyu bir tarafıyla eksik bırakmak anlamına geleceği için uygun olmayacağı ortadadır. Her şeyden önce şunu belirtelim ki, Tasavvufî çizgiyi Fıkıh ve Hadis'ten bağımsız, "ılımlı", "hü- Mayıs 2010 27 AKİDEVÎ İHTİLAFLAR VE "KÜLTÜREL ZENGİNLİK" Bir de tarih içinde, özellikle de erken dönemlerde ortaya çıkmış olan Kelamî fırkaların temsil ettiği İslam anlayışlarının bir "zenginlik" olarak algılanması gerektiği tezi üzerinde biraz duralım. Burada kastedilen, Mu'tezile, Haricîler, Mürcie... gibi "bid'at fırkalar"ın ortaya koyduğu anlayışın da yanlışlanmaması gerektiğidir. Ancak burada meseleye "inanç" boyutu müdahil olduğu için bu noktada alabildiğine hassas olmak durumundayız. Zira eğer bu fırkaların tümünün benimsediği –birbirinden farklı– inanç esaslarının hepsinin de doğru olduğunu söylersek, bunun, aslında bu itikadî mezheplerin tümünün yanlış olduğunu tersinden söylemekten hiçbir farkı yoktur. manist", "sofistike" İslam anlayışının temsilcisi olarak görenler ciddi bir yanılgı içindedirler. Zira Tasavvufî geleneğin yetiştirdiği büyük simalar arasında Şafiî-Eş'arî çizgiyi benimseyenlerin sayısı hiç te azımsanamayacak boyutlardadır. el-Gazzâlî'den tutunuz, Fahruddîn er-Râzî'ye, es-Suyûtî'ye, eş-Şa'rânî'ye kadar pek çok ünlü mutasavvıf bu çizginin müntesibidirler. Buna mukabil Hanefî-Maturîdî çizginin yetiştirdiği pek çok ünlü sima da, Tasavvuf müntesibi değildir. Ebû Ca'fer et-Tahâvî'den Bedruddîn el-Aynî'ye kadar birçok Hanefî muhaddis ve fakihin adı bu meyanda zikredilebilir. Her ne kadar bu söylediğimiz, Hanefî-Maturîdî çizgideki bu alimlerin Tasavvuf karşıtı bir tutum içinde olduklarını göstermez ise de, burada bizim için önemli olan, bunların meşrep olarak Mutasavvıf olmadığı gerçeğidir. ŞİMDİ SORMAK DURUMUNDAYIZ Yukarıdaki iki gruptan Şafiî-Eş'arî çizgideki Mutasavvıflar mı, yoksa Ehl-i Tasavvuf olmadıkları halde Hanefî-Maturîdî çizgide yer alanlar mı "ılımlı" ve "hümanist" İslam'ı temsil etmektedirler? Bu sorunun cevabı, tarih boyunca birkaç türlü İslam anlayışının sergilenegeldiğini söyleyenlerin haklılık payını (!) ortaya çıkarması bakımından son derece önemlidir. 28 Zira mesela kabir azabı, şefaat, sırat, mizan, evliyanın kerameti... gibi hususlar ya vardır, ya yoktur. Bunlara "vardır" derseniz, "yoktur" diyenleri yanlışlamış; "yoktur" derseniz, "vardır" diyenlerle taban tabana ters düşmüş olursunuz. Keza Allah Teala hakkında inanılması caiz olan ve olmayan hususlar, Sahabe'nin konumu, Sünnet'in/hadislerin bağlayıcılığı... gibi pek çok konu da aynı minval üzere değerlendirilmelidir. Şu halde burada bir tercih yapmak ve bütün bu fırkalar içinde sadece birisinin doğruya isabet ettiğini, diğerlerinin ise yanıldığını söylemek durumundasınız. Bunu yaptığınız zaman da, "birkaç türlü İslam anlayışının bulunduğu ve bunların tümünün doğru olduğu" şeklindeki anlayıştan sıyrılıp, zorunlu olarak "Ehl-i Sünnet–Ehl-i Bid'at" ayrımına gelirsiniz ki bu da, Ehl-i Sünnet dışındaki bu fırkaların yanılgıya düştüğünün ve ana caddeden ayrıldığının ikrarı demektir... Sonuç olarak, neresinden bakarsak bakalım, "birkaç türlü İslam anlayışı" bulunduğunu söyleyenlerin bu iddiası, daha önce de söylediğimiz gibi ya bilgi eksikliğinden, ya da vakıanın bilinçli bir şekilde çarpıtılması maksadından kaynaklanmaktadır. Tarihe ve olaylara şuurlu olarak ve Müslümanca bakılabildiğinde böyle bir iddianın ciddiye alınır tarafının bulunmadığı rahatlıkla görülecektir... Mayıs 2010 113. Câbir b. Abdullah (r.a.)’tan rivayet edildiğine göre Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır: “Kim bir müslümanı saygınlığının kaybolması, şerefinin elden gitmesi söz konusu olan bir yerde yardımsız bırakırsa, Allah da onu kendisine yardım edilmesini çok arzu ettiği bir yerde yalnız bırakır. Kim de bir müslümana şerefinin elden gitmesi ve saygınlığının yitirilmesi söz konusu olan bir yerde yardım ederse, Allah da ona kendisine yardım edilmesini çok arzu ettiği bir yerde yardım eder.” (Ebu Dâvud, Edeb 36 (4884); Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/39) Mayıs 2010 29 Seyyid Ahmed er Rufai Hazretleri İhsân Bir gün İmam Hüseyin (ra) Efendimiz, namaz için abdest aldığı zaman rengi sarardı ve titredi. İbadetini bitirdikten sonra kendisine bunun sebebi sorulunca şu cevabı verdi: “Arşın Rabbinin divanına duran kimsenin O’nun celalinden utanarak renginin değişmesi lazımdır.” Bir gün Müslim bin Yesar (ra) namaz kılarken, aniden mescidin bir kısmı çöküverdi. Fakat o, bunu hissetmedi. İmam Ali bin Ebû Talip (k.v) yerin ve göklerin taşıyamadığı emaneti eda ederken titrerdi. Bu emanet, namazdır. Sâliha hatunlardan birini, namaz esnasında bir yılan kırk yerinden ısırdı. Ama o, namazdan aldığı tat sebebiyle hiçbir acı hissetmedi. Bir gün Müslim bin Yaser (ra) namaz kılarken, evinin bir köşesi yanmaya başladı. Halk, yangını söndürüp onu kurtarıncaya kadar hiçbir şey hissetmedi. Ceriri der ki: “Ben zorla uyku uyumaya utanırım. Uykum gelip gözlerim kapanıncaya kadar beklerim.” Muaze binti Abdullah (ra) kırk yıl gözünü kaldırıp gökyüzüne bakmadı. Daima şöyle derdi: “Ben Habib (Allah) kendisine bakarken uyuyana şaşarım!” Bazen Hakk’ın celali ve azametini tefekkür ederken kendinden geçerdi. Davut (as) Hakk’ın celalinden duyduğu heybetten ötürü başını gökyüzüne kaldırmazdı. İbn-i Sinan (ra) der ki: “Allah boş yere İbrahim (as)’ı kendisine dost seçmedi. Onun kalbi Hakk’ın celaliyle havada uçan kuşlar gibi çırpınırdı. Said olanların üç alameti vardır: Nebiyy-i Muhtar (sa)’in sünnetine sarılmak. Hakk’ın dostlarıyla birlikte olmak. Melik ve Cebbar olan Allah’tan utanmak. Zebur’da şunlar yazılı idi: “Kulum dua ettiği zaman duasını kabul etmemeyi şanıma yakıştıramıyorum. Kulumun benim davetime icabet etmemesinden ben utanıyoruım!” Resulullah (s.a.v) Efendimiz şöyle buyurdular: “İhsan, Allah’ı görmüyormuşçasına O’na ibadet etmendir. Sen O’nu görmesende O seni görmektedir.” Fudayl bin İyaz (ra) bazen şöyle dua ederdi: “İlahi anlayabilse 30 Mayıs 2010 senden haya etmesinden dolayı konuşamayacak olan kimseye sen rahmet et!” Amir bin Kays (ra) bir gün namaz kılarken, birden aslanlar etrafını sardı. Namazını bitirince, şöyle diyerek eliyle onların sırtını okşadı: “Sizler, Allah’ın yırtıcı hayvanlarıysanız ben de O’nun kuluyum!” Kendisine aslanlardan nasıl korkmadığını hayretle soranlara şu cevabı verdi: “Ben Rabbimden başka bir şeyden korkmaktan utanırım.” Salih Mürri (ra) anlatır: “Bir gece rüyamda Rabbimi gördüm. O’nun yüceliğinin karşısında bir sivrisinek gibi olmuş: “Sana geldim, Sana geldim! Dedim. Bunun üzerine Rabbim bana şöyle dedi: “Beni arzu edenleri bilirim. Onların iniltilerini duyar ve hareketlerini görürüm. Kalplerinden ve iç âlemlerinden haberdarım.” Bu sözlerden sonra O’ndan utanarak kendimden geçtim.” Bir gün Hasan-ı Basri (ra) yüksek bir yere çıkmış ezan okuyordu. “Eşhedü en lâ ilahe illallah” dediği zaman, Hakk’ın celaline dayanamayarak bayılıp düştü. Hz. Aişe annemiz (ra) şöyle anlatır: “Resulullah (s.a.v) bizimle konuşur, biz de onunla konuşur karşılıklı sohbet ederdik. Namaza durduğunda ise sanki birbirimizi hiç tanımıyormuş gibi olurduk.” İrfan sahiplerinden biri, Efendimiz (s.a.v)’in “Namaz gözümün nurudur” hadisinin manası hakkında şöyle demiştir: “Namaz gözünün nuru olmadı. Ancak İhsan, Allah’ı görüyormuşçasına O’na ibadet etmendir. Sen O’nu görmesen de O seni görmektedir, hadisinin sırrı ile namazı kılarken zaman göz bebeği nurlanıp, görmeye başlardı. Fudayl bin İyaz (ra) anlatır: “Zünnûn’un arkasında ikindi ikindi namazı kılmaya durduk. Zünnun tekbir almak isteyip elini kaldırdığında “Allah” deyince, hayretten adeta cansız bir şekilde dona kaldı. Bir süre sonra ancak “ekber” diyebildi. Ben Zünnun’nun heybetli tekbir sedasını duyduğum zaman kalbim yerinden fırlayacakmış gibi olurdum.” Bu meydanda şu şiiri mealen zikredebiliriz: “İnsanların rablerinden utanması azaldı, artık hepsinin takvası görünüşte kaldı. Dünya işlerine dalıp elbisesindeki kire aldırmaz oldu. Ailesinin dargınlığından korkup Mevlânın dargınlığına aldırmaz oldu. Enes bin Malik (ra)’ın rivayet ettiğine göre, Resulullah (sa) Efendimiz, Recep ayına girdi zaman şöyle dua ederdi: “Allah’ım Recep ve Şaban’ı bizim için mübarek eyle, bize Recep ve Şaban’da hayırlar ver ve bizi Ramazan’a kavuştur.” Bu hadis-i şerifin içinde barındırdığı manalardan biri de Salih amel işlemek için uzun ömür istemektir. Ömrünü Allah’a adamak ve Allah için Salih amel işlemek, Allah’ın elçisinin varisleri olan âriflerin gayesi ve takva sahiplerinin hâlidir. Mayıs 2010 31 Tasavvuf Dinin Özünün Özüdür asavvuf, kimi kaynaklara göre “soft”tan, kimilerine göre “Safa”dan, kimilerine göre “suffa”dan geldiği tartışılan bir kavramdır. Bu kelime hicretin ikinci asrında bir şekilde doğup gelişmiş ve Kur’an-ı Kerimdeki “Tezkiye” kelimesinin yerine kullanılmıştır. T Sezgin ÇAKIR sezginckr@hotmail.com Tasavvuf tesbih çekmeyi öğrettiği gibi yeri geldiğinde de küffara karşı nasıl tetik çekileceğini de öğretmiştir. Gönüllü cephe komutanlığı yapan Sanamerli Seyyid Hacı Ahmed Baba Hazretleri gibi doksan üç harbinde ve İstiklal savaşında dergâhlarıyla birlikte savaşa katılan nice mürşidler vardır. 32 “O öyle bir Allah (c.c.) ki, önceleri apaçık bir dalalet içinde oldukları halde, ümmilere, kendilerinden, onlara Allah’ın ayetlerini okur, onları tezkiye eder (temizler), onlara kitap ve hikmeti öğretir bir resul gönderdi.” (Cum’a Suresi, ayet:2) Bu tezkiye, nefislerin tezkiyesidir, ruhların tezhibidir. Bu tezkiye, ruhun bütün faziletlerle bezenmesi, nefsin bütün kötülüklerden arınmasıdır. Bu tezkiye, bu temizlik, tarihte eşi bulunmayan, yüksek, faziletli, salah yolunda örnek bir topluluk meydana getiren Ashab- Kiramın ihlâs ve ahlak içinde geçen hayretengiz hayatlarında misallerini bol bol gördüğümüz tezkiyedir. Bu tezkiye cihanda misli bulunmayan asr-ı saadet fert, toplum ve devletini oluşturan bir tezkiyedir. Bizler, Allah’ın elçisinin bu tezkiyeyi “ihsan” kelimesiyle ifade ettiğini görüyoruz. Muttefekun aleyh olan Cibril hadisinde PeyMayıs 2010 gamber efendimize soruldu: “ ihsan nedir, Ya Rasulallah? Buyurdu ki: “Allah ‘ı görüyormuşçasına ibadet etmendir. Eğer sen O’nu göremiyorsan, O seni görüyor.” İhsan, her müminin büyük bir iştiyak ve özlemle beklediği ve uğruna ciddi gayretler sarf edeceği yakînî bir keyfiyet ve derunî bir iç halidir. Bizler, Şeriatı ve Peygamber (s.a.s)’den rivayet edilen şeyleri bir takım “Sözler ve Haller” olarak buluyoruz. Kitaplarda yazılı olanları da iki kısma ayrılmış olarak görüyoruz ki biri: Duygulara hitap eden iş ve hareketlerden ibarettir. Mesela: Kıyam ve kuud, rukü ve sucüd, tilavet ve tesbih, dua ve zikr birçok hüküm ve amel… Bunları rivayet ve tedvin yönünden Hadis; İstinbat ve istihraç yönünden Fıkıh meydana gelmiştir. Muhaddis ve Fakihler bu vazifeyi yerine getirmişler, dinin esaslarını ümmet için korumuşlar ve onların amel etmelerini kolaylaştırmışlardır. İkinci kısım ise, yukarıdaki iş ve hareketlerin (ibadetlerin) edası sırasında onlarla bulunması gereken bir takım Batınî keyfiyettir. Peygamberimiz efendimiz (s.a.s) bunlara, kıyam’da ve kuud’ta rukü, sucüd, dua ve zikir halinde, emredici ve nehyedici durumunda, evinin içinde ve cihad meydanında hep devam buyurmuştur. Bunlar, İhlâs, Allah Muttefekun aleyh olan Cibril hadisinde Peygamber efendimize soruldu: “ ihsan nedir, Ya Rasulallah? Buyurdu ki: “Allah ‘ı görüyormuşçasına ibadet etmendir. Eğer sen O’nu göremiyorsan, O seni görüyor.” İhsan, her müminin büyük bir iştiyak ve özlemle beklediği ve uğruna ciddi gayretler sarf edeceği yakînî bir keyfiyet ve derunî bir iç halidir. Mayıs 2010 nezdindeki ecir, sabır, tevekkül, zühd, gönül enginliği, cömertlik, edeb-hayâ, namazda duyulan huşu ve tazarru, duada hissedilen derunî samimiyet, dünyanın aldatıcı süslerinden el etek çekme, ahireti dünyaya tercih, Allah’a kavuşmaya karşı uyanan şevk vs… Bunlar imanî ahlak ve Batınî keyfiyettendir. Cesede göre ruh ne ise, şeriatın zahirine göre de batını odur. Bu unvan altına müstakil bir ilim, başlı başına bir fıkıh olabilecek bir çok âdab ve erkân, cüz’i ve tafsilî hükümler girmektedir. Eğer birinci kısmın şerhini, izah ve tafsilatını ve buna delalet eden tahsil yollarını tekeffül eden ilme “Zahirî Fıkıh” denirse bu Batınî keyfiyetin şerhini ve ona ulaşan yolları gösteren ilme de “Batınî Fıkıh” denmelidir. Bu anlamda Seyyid Ahmed er Rufai Hazretleri “ Tarikat aynuhu şeriat, şeriat aynuhu tarikattır” buyurmaktadır. Yani şeriat ile tarikatın ilişkisi zarf mazruf ilişkisidir. Ayrı şeyler olarak düşünülmesi asla mümkün değildir. Biz, ister tezkiye diyelim, ister “fıkh-ul batın” diyelim, ister “tasavvuf” diyelim üzerimize düşen vazifenin farkında olalım. O vazifede, nefsin tezkiyesini, nefsin şer’i faziletlerle bezenmesini, nefsanî ve tabiî rezilliklerden arınmasını tekeffül eden; insanı, iman-ı kâmile ve derece-i ihsanın husulüne çağıran; Peygamberimizin ahlakı ile ahlaklanmağa, imanî keyfiyetinde ve Batınî sıfatında bizleri Peygamberimize ittibaya davet eden bu ilme değer vermek ve sahip çıkmaktır. Müslümanların hepsi şunu kabul etmektedirler ki: Tezkiye, İhsan, Fıkh-ı Batın; Kitap ve Sünnetle sabit bir takım dini mefhumlar ve şer’î, ilmi hakikatlerdir. İnsaf ehli herkes Hakka boyun eğerek dinde böyle bir şubenin varlığını, onun erkân-ı İslam’dan bir rukün olduğunu kabul etmek zorundadır. Adına tasavvuf ve ya tezkiye diyin o, şeriatın rühu, dinin özünün özü, hayatın zarurî ihtiyacıdır. Esasen onsuz, ne dinin kemali, ne sosyal hayatın düzelmesi mümkündür; ne de gerçek manası ile İslamî yaşayışın bir tadı vardır. Hayatın kıvamı ancak, dinin “ihsan cephesi”nin ve derunî cephesinin hakikat olarak yaşanmasıyla mümkündür. Hakikî tasavuf ehli, insanları ehl-i sünnet inancına, salih amele davet ederler. Ruhî hayatın bilgisi olan Fıkh-ı Batına ve İhsan derecesine in- 33 Tasavvufun nasıl bir fonksiyon icra ettiğini düşünenler Bosna Hersek örneğine baksınlar. Makedonya örneğine baksınlar. Çeçenistan örneğine baksınlar. Doğu Türkistan örneğine vs. diğer bölgelere baksınlar. Bu kardeşlerimiz zulüm altında bu kadar yıllardır kalmalarına rağmen tasavvufun bereketli nefesiyle şu veya bu şekilde ayakta kalmayı başarabilmişlerdir. sanları çekerler. Her asrın insanları için bu “nefesi nebevî” yi yenilerler. Ümmete İman ve İhsan laboratuarında hazırlanmış yeni bir ruh üfürürler. Kalplerin Allah’a, cisimlerin ruh’a, cemiyetin ahlak’a, ulemanın Rabbaniyete karşı zayıflayan bağlarını yenilerler. Halk arasında, dünya hayatının ziynetine, mal ve evlat fitnesine ve şehvanî ihtiraslara karşı bir mukavemet unsuru olarak bulunurlar. Hiç şüphe yok ki, bu seçkin insanlar – ihsan derecesine ulaşmış bu temiz ruh sahipleri- olmasaydı İslam toplumu, iman ve ruhaniyet cephesinde çoktan yıkılmış; azgın maddiyat dalgaları milletin iman bakiyesini çoktan yutmuştu. Eğer onlar olmasaydı, cemiyetin ahlak bağları kopar; hayatın ruhla olan münasebeti kesilir; kalplerin Allah’a olan bağı yok edilirdi. Eğer onlar olmasaydı ihlâs tamamen kaybolur; manevî hastalıklar ortalığı kasıp kavururdu. Eğer onlar olmasaydı, riya, sum’a, makam mevki hastalığı, riyaset belası ortalığı sarardı. Eğer onlar olmasaydı, dinin en önemli özelliği olan tezkiye-i nefs unutulur ve insanlarda İhsana ulaşma arzusu diye bir sıkıntı olmazdı. Onlar, ümmetin en zor zamanlarında bu ümmete en zor şartlar altında en güzel hizmetleri sunmuşlardır. Mahmud Sami 34 Ramazanoğlu, Mehmed Zahid Koktu, Hacı Şaban Efendi, Ali Haydar Efendi, Alvarlı Muhammed Lütfü Efendi gibi çevresine kandil olan unutulmaz hizmetler sunan mürşidler bunun en güzel örneklerindendir. Tasavvuf tesbih çekmeyi öğrettiği gibi yeri geldiğinde de küffara karşı nasıl tetik çekileceğini de öğretmiştir. Gönüllü cephe komutanlığı yapan Sanamerli Seyyid Hacı Ahmed Baba Hazretleri gibi doksan üç harbinde ve İstiklal savaşında dergâhlarıyla birlikte savaşa katılan nice mürşidler vardır. Tasavvufun nasıl bir fonksiyon icra ettiğini düşünenler Bosna Hersek örneğine baksınlar. Makedonya örneğine baksınlar. Çeçenistan örneğine baksınlar. Doğu Türkistan örneğine vs. diğer bölgelere baksınlar. Bu kardeşlerimiz zulüm altında bu kadar yıllardır kalmalarına rağmen tasavvufun bereketli nefesiyle şu veya bu şekilde ayakta kalmayı başarabilmişlerdir. Sözlerimizi sözlerin en güzeli olan bir ayet-i kerime ile noktalayalım: “Fakat (Allah şöyle buyurur): Kitabı öğretmekte olduğunuz ve ders alıp vermekte bulunduğunuz için Rabbanîler –Bütün fikirlerini Allah’a bağlamış kimseler- olunuz.” (Al-i İmran Surei, 79) Mayıs 2010 DİN İLE BARIŞMAK ültür, belirli bir toplumda ya da toplulukta yetişen insanların öğrendikleri beceri, dil, inanç ve alışkanlıklardır. Her insan topluluğunun kendine özgü bir kültürü vardır. Bu anlamda kültür, bir insanın, yaşadığı toplumdan aldığı tüm beceri ve alışkanlıkları kapsar. Bir milletin, bir halkın ya da toplumun yaşam biçimi olarak da özetleyebileceğimiz kültür, kuşaktan kuşağa aktarılır. (Temel Britannica Ansiklopedisi) K Hasan BAŞAR “Lisede Sophokles okuduk. Klasik Türk Musikisine sövmeyi, divan şiirini hor görmeyi, buna karşılık; kötü çevrilmiş Batı klasiklerine körü körüne hayranlık göstermeyi öğrendik. Kültür bir toplumda geçerli olan ve öteden beri süregelen her türlü duygu, düşünce, yaşam ve sanat anlayış biçimlerinin tümüdür. Batılı anlayışa göre kültür, doğaya karşıt olan değerlerdir. İnsan kültürle hayvanlıktan uzaklaşır ve onun sayesinde gerekli araçları yaratarak doğaya egemen olur. Bir ulusta mevcut bilgiler, dinsel inançlar, sanat, ahlak, hukuk, adet, gelenek ve kişinin toplum üyesi olarak edindiği daha başka yetenek ve alışkanlıklar kültür kavramı içine girer. Bu bakımdan en ilkel toplumların bile kültürü vardır. Toplumların sürekliliğini sağlayan da kültürdür. (Görsel Genel Kültür Ansiklopedisi) Kültür, etnik bir gruba, ulusa, uygarlığa, niteliklerini veren bir başka grupta, bir Mayıs 2010 35 başka ulusta olmayan maddi ve manevi olguların tümüdür. (Büyük Larousse) Kültür, bir topluluğun tinsel özelliğini, duyuş ve düşünüş birliğini oluşturan gelenek durumundaki her türlü yaşayış, düşünce ve sanat varlıklarının tümüdür. (Türkçe Sözlük TDK-1981) Kültür unsurları maddi ve manevi olmak üzere ikiye ayrılır. Manevi kültür, inançlar, değerler, sosyal normlar şeklinde tasnif edilebilir. Manevi kültür, kolayca bir milleti diğer milletlerden ayırt etme imkânı veren örf, adetler, davranışlar, ahlak anlayışı, değerler, sosyal normlar ve zihniyet değişiklikleridir. Maddi kültür ise kullanılan malzemeler ve yapılan aletlerdir. Bütün tanımların ortak noktası kültürün bir toplumun kimliğini oluşturmasıdır. Yani kültür bir toplumun diğer toplumlardan ayrılması ve ayrışmasının yegâne belirtisidir. Peki, bu kültür dediğimiz değerler üç beş yılda oluşabilecek şeyler midir? Hayır. Kültür asırlar boyu süren bir yaşanmışlığın ürünüdür. Bu yaşanmışlıklar toplumun genlerine işler ve nesilden nesile aktarılır. Kültürü oluşturan temel etmenlere gelince bunlar maddi ve manevi etmenlerdir: Coğrafi konum, iklim özellikleri, arazi yapısı, simgeler, dil, din ve inançlar, ahlak kuralları, örf ve adetler, yasalar ve hukuk kurallarıdır. Kültürü oluşturan unsurlar çeşitlilik arz etse de bunların içinde en önemlisi (bu kural bütün toplumlar için geçerlidir) dindir. Din toplumun şekillenmesinde belirleyici bir etmendir. Geleneklerin hâkim olduğu toplumlarda din kültürün yapısını etkiler. Dinin hem bireysel hem de toplumsal düzeyde kimlik inşa etmek gibi bir işlevi bulunmaktadır. Din dünyanın var olduğu günden bu yana dünya üzerinde etkin ve belirleyici olmuştur bundan sonra da olmaya devam edecektir. Bu gerçeği değiştiremeyiz. Bu gerçeği yok saymakta sorunlarımızı çözmez. Bizler bugün batı dünyasını değerlendirirken Hıristiyanlığı göz ardı edebilir miyiz? Hayır. Aynı şey Türk milleti içinde geçerlidir. İslamiyet olmadan Türk toplumunu kültürel anlamda değerlendirmemiz mümkün müdür? Kesinlikle mümkün değil. İslamiyet bizim kültürümüzün en temel noktasını oluşturur. Türk kültürü, İslam dini etrafında şekillenmiştir. İslamiyet’in güzelliği ve inceliği sayesinde kültürümüz zenginleşmiş asırlardan bu yana insanlığa hizmet sunmuştur. Peki, ne oldu da bugün asırlar boyu insanlığa hizmet etmiş kültürümüz eski görüntüsünden çok uzaklaştı. Sanıyorum bunun cevabını son 100- 150 yıllık geçmişimizdeki Batılılaşma çalışmalarında aramalıyız. Tanzimat’la başlayan süreçte aydınımız Batılılaşmayı hep kurtuluş reçetesi olarak yorumladı ve yeni oluşacak kültürü bu temel üzerine oturmayı hedefledi. Batı kaynaklı yeni bir kültürel değer oluşturmaya çalıştı. Ama oluşturmaya çalıştığı bu kültürel değer içinde İslamiyet yok. Üstelik yanlış bununla da sınırlı kalmadı. İslamiyet ilerlemenin önündeki engel olarak ta algılandı. Nüfusunun %99’u Müslüman olan bir toplumda Müslüman’a rağmen İslami değerleri esas almayan bir kültür oluşturmazsın. Oluşturmaya kalkışırsan o zaman karşına mücadele etmen gereken bir kültür çıkar: İslami değerlere sahip Türk kültürü. İşte son yüz, yüzeli yıllık tarihimizin özetidir bu mücadele. Aydınımız kendi kültürünü hor gördü, aşağıladı, yok saydı. Peki, karşısına neyi koydu. Batı kültürünü. Batı kültürünü tam anlamıyla alabildi mi? Hayır. Tam olarak alabilir mi? Hayır. Niye? Çünkü orada da belirleyici unsur Hıristiyanlık. 36 Mayıs 2010 Tanzimat’tan bu yana aydınımızın sorunu bu aslında. Kendi kültürel değerlerini beğenmemek. Onu aşağılamak ve çağın gerisinde kaldığını düşünmek. Aydınımız tam bir kafa karışıklığı içinde ne istediğini bilmeyen bir halde. Ama bildikleri bir şey var o da kendi kültürlerini beğenmedikleridir. Aydınımızın içinde bulunduğu durumu Atilla İlhan ne güzel özetlemiştir: “Lisede Sophokles okuduk. Klasik Türk Musikisine sövmeyi, divan şiirini hor görmeyi, buna karşılık; kötü çevrilmiş Batı klasiklerine körü körüne hayranlık göstermeyi öğrendik. Sanki Sinan, Leonardo’dan önemsiz, Mevlana, Dante’den küçüktü. Itri ise Bach’ın eline su dökmezdi. Aslında kültür emperyalizminin ilmiğini kendi elimizle boynumuza geçiriyorduk.” Son 100–150 yıllık tarihi serüvenimiz incelendiğinde görülecektir ki aydınımız hep halk ve İslamiyet’le mücadele etmiş ve çatışmıştır. Onun inançlarını yok saymış daha da ötesi müdahale alanı olarak görmüştür. Kendi kültürüne karşı çıkan, yerine yenisini koyamayan daha doğrusu ne istediğini bilemeyen aydınımız ortaya çandır bir kültür çıkardı. Oluşturulan bu yeni kültür tabiri caizse ne olduğu belirsiz, yoz bir kültürdür. Oluşturulan bu yeni kültürden kimse memnun değil ve ne yazık ki herkes mutsuz. Aydınımızın kafasındaki kültür, yani yeni oluşturulmaya çalışılan daha doğrusu halkımıza zorla kabul ettirilmeye çalışılan kültür, ne aklımıza ne mantığımıza ne de kalbimize hitap ediyor. Ama sürekli dayatılıyor. Buradan aydınımıza sesleniyorum. Halkın % 99’u Müslüman olan bir milletin dini ve kültürel değerleriyle mücadele etmek yerine onları anlamaya çalışın. Dinle barışın, saygı duyun o zaman bu millete en büyük iyiliği yapmış olursunuz. Evet, bilerek ya da bilmeyerek geçmişimizde hatalar yapmış olabiliriz; ama bu hatalarımızı daha fazla devam ettirmeyelim. Zararın neresinden dönersek kardır. Hiç olmazsa bundan sonraki enerjimizi yozlaştırdığımız kültürümüzü yeniden sağlam temeller üzerine oturtmaya çalışmak için harcayalım. Bunu yaparken de en büyük referansımız, İslami temellere oturtulmuş kendi Türk kültürümüz olmalıdır. İslamiyet’i potansiyel bir tehdit olarak görmeyelim. Unutmayalım ki Türkiye İslamiyetsiz olamaz. O zaman yapılacak en güzel şey toplumu yeniden inşa ederken en büyük referansımız İslamiyet olmalıdır. Mayıs 2010 37 Mehmet Nuri Eminler: “Hakikatten huruç etmiş kimselerle tevhidi bir toplum inşa edilemez.” “Mezar Yeri 47 Yıldır Tartışılan Nur Üstad” adlı kitabıyla tanıdığımız Mehmet Nuri Eminler Bey’le cemaat, taassup ve toplumsal gıybet konuları etrafında bir Risale-i Nur sohbeti gerçekleştirdik. Burhan Dergisi okurlarının istifadesine sunuyoruz. Röportaj: Aydın BAŞAR “Ey ehl-i hak! Ey hakperest ehl-i şeriat ve ehl-i hakikat ve ehl-i tarikat! Bu müthiş maraz-ı ihtilafa karşı birbirinizin kusurunu görmeyerek yekdiğerinizin ayıbına karşı gözünüzü yumunuz.” 38 Muhterem Eminler, sizin Risale-i Nur’u en iyi anlayanlardan birisi olduğunuzu düşünüyorum. Gerek makaleleriniz, gerekse kitaplarınız bunu ispatlıyor. Öncelikle söyleşi talebimizi kabul ettiğinizden dolayı size teşekkür ederim. Müsaadenizle sorularıma başlamak istiyorum. Ben teşekkür ederim. Tabi buyurun. Toplumsal değerlerin aşınmaya yüz tuttuğu bu dönemde ilmi eserlere olan ihtiyacımız da artıyor. Bu meyanda gençlerimizin kökleriyle irtibatının kurulabilmesi için Risale -i Nur gibi büyük eserler önem taşıyor. Bu konudaki görüşleriniz nedir? Dediğiniz hâza hakikat; “Risale” gibi birleştirici eserlere ihtiyacımız açık. Ama asıl meselemiz onu Kur’an ve Hadis istikametinde, Hazret’in yazdığı kelimelere kendi Mayıs 2010 ilmî zaviyemizden bakarak, onun bunun indî tevillerine kulak asmadan, bir külliyat bütünlüğü içinde anlamak ve anladığımızı da eğip bükmeden, “çağdaş yorum” gibi laflarla reforme etmeden yaşamaktır. Yani Nur Üstad’ı doğru takip etmektir. O, Erek Dağı’ndaki münzevî yaşayışındayken eski talebelerine şöyle öğüt vermiştir: “Korkmayınız, ders verdiğim imanî ve Kur’anî yoldan arkamdan geliniz. Ebedi saadet ve selamete erişeceğinizi tekeffül edebilirim. Yalnız ahde vefa gerek. Bu yakînî kanaatım, hususi bir İnayet-i Rabbaniye’ye binaendir.” Okumayan bir toplum olduğumuz bilinen bir gerçek. Böyle bir toplumda medeniyet ve kültür birikimimizi aktarabilmek için başka çarelere de başvurma ihtiyacımız var. Siz modern iletişim imkânlarının yeterince kullanılabildiğine inanıyor musunuz? Resul-ü Kibriya Efendimiz aleyhisselatü ve selam’ın beyanı ne muhteşemdir: “Düşmanın silahıyla silahlanınız.” (Evkamekal) Bunlardan biri de Sinema… Hakkını vererek yapılacak filmlerin büyük inkişaflara, fütuhatlara yol açacağına inanıyorum. Kısaca karşılık vereyim sualinize; oyunu kaidesine göre oynayacaksınız. Ne yaparsanız yapın, hakkını vereceksiniz. Basın yayın konusunda yapılanlar yeterli mi? Meseleye İslami açıdan bakıldığında basın yayında hususen gazetecilikte ne durumdayız? Yapılan gazetecilikleri her grubun kendine dair haberleri vermek üzere çıkardığı bültenler olarak görmekteyim. İşin bir de politik yanı var elbet. Taraftarı olduğu görüşü onun bunun kalbine ilka etme meşgalesinden fırsat bulunup da hakiki gazetecilik yapılamıyor ki… Evet, gazetecilik alanında grup taassubu olduğuna ben de katılıyorum. Bakıyoruz bir grubun gazetesi diğerinin, öteki de öbürünün aleyhine yayınlar yapıyor. Oysa yan yana yaşamak zorunda olduğumuz şu dünyada birbirimize karşı daha iltimaslı olmamız gerekiyor. Kendi aramızdaki sorunların temelinde taassup kaynaklı çekişmeler yatıyor. Bu anlamda cemaatçiliği ve taassubu siz nasıl değerlendiriyorsunuz? Taassup, biliyorsunuz, Arapça menşeli bir kelime. “A’sab”dan müştak ve “asabiyet” mefhumu ile de çok alâkalı. Eğer bahsettiğiniz “grup, cemaat taassubu” ise, bunun ırkçılık ve unsuriyetçilikten bir farkı yok. Bazıları, belki de tıpkı “milliyet” mefhumu gibi bunun da “müsbet” ve “menfi”sinin bulunabileceği diyecektir, öyle düşünecek veya öyle düşünmek işine gelecektir!.. Hâlbuki Risale’de (Mektubat, 540) “menfi ve müsbet” olarak ayrılan husus “milliyet”tir; “milliyetçilik” değildir. Eğer o “bazıları”nın suyunun suyu nevinden tefsirleri doğruysa, müsbet ya da menfi özelliğe sahip mefhum “cemaat ve grup”tur; “cemaatçilik ya da grupçuluk” değildir. Üstad’ın eserlerinde geçen “cemaat” mefhumu hangi anlamdadır? “Cemaat-ı İslamiye.” Yani İslamî cemaat; yani İslam müntesibi mü’minlerin hepsi bir tek cemaattir, “ehl-i sünnet ve’l-cemaat” mefhumundan da anlaşılabilir bu. Bu büyük daireye “hizmet” için ayrı “içtihadi” değerlere sarılmış, metod farklılıkları olan “grupların” varlık realitesi, tıpkı Hucurat Mayıs 2010 39 Suresi’nin 13. Ayet- i Kerime’sindeki “kavim” târifi gibidir. Kavmiyet bir realitedir ve meşrûdur, ama “kavmiyetçilik, ırkçılık” memnûdur, yasaktır; bir “Cebbetü-l cahiliyye”dir. Bundan anladığım şu: Aynı hedefe doğru koşan farklı cemaatler esasında tek bir büyük cemaatin unsurlarıdır. Bu anlamda farklı cemaatlerin olmasında bir mahzur yok; belki bunda Allah’ın bir rahmeti de söz konusu. Fakat “cemaatçilik” mefhumu için aynı şeyi söyleyemiyoruz. Bediüzzaman Hazretleri Münazarat’da, Lemaat’da “hizip”lerin tek çatı altında toplanmasının “atalete”, meseleler karşısındaki vurdumduymazlığa itebileceğini der, İfadenin siyam ve sıbakına bakar ve fili târif eden körlerin hamakatine düşmezsek, oradaki “hizip” mefhumunun “ehl-i hak” olan “amelî mezhepler” mânasına geldiğini görürüz. Mesele 20. Lem’a’da daha da vuzuha kavuşur. “Ehl-i hak” mezheplerin alt birimleri olan diğer mesleklere kadar iner. “Ey ehl-i hak! Ey hakperest ehl-i şeriat ve ehl-i hakikat ve ehl-i tarikat! Bu müthiş maraz-ı ihtilafa karşı birbirinizin kusurunu görmeyerek yekdiğerinizin ayıbına karşı gözünüzü yumunuz.” Takdir edersiniz ki bahsedilen bu “ayıp”, dinî ve imanî kıymetlere karşı işlenen “inhisarcılık, batıl hüküm verme, hakikati tersyüz 40 etme” gibi, - Üstad’ın tâbiriyle- “cinayât-ı azime” değil, ferdî günah ve amel eksiklikleridir. Bireysel gıybetin helalleşme imkânı kolayken, cemaat ve toplumsal gıybetin helalleşme imkânı o kadar kolay olmuyor. Çeşitli gurupların birbiri hakkındaki yerli yersiz sözlerini, ağır ithamlarını nasıl yorumlamalıyız? Gıybet mevzundaki hassasiyetiniz ne müstakim… Bu güzel sohbet havası içinde ilmihali mütearifelerle kimseyi sıkmak istemem ama gıybetin en çirkin olanının fıtrî uzuv eksikliği ya da bünye arızaları olduğunu diyen Allah Resulü’dür. Demek ki “gıybet”, şahsî kusurları söyleyerek, -o insan eğer orada hazır bulunsaydı- darılmasını sağlayacak şeydir. Gıybetin caiz olduğu yerleri sayarken Bediüzzaman Hazretleri, dinî bir kusurdan dolayı ve “istişare sünneti”nin hakkını vermek için kullanılan; ‘Onun ile teşri-i mesai etme. Çünkü zarar göreceksin!’ gibi ifadelerin gıybetin şümulüne girmeyeceğini izah eder ve “İşte bu mahsus – hususimaddelerde, garazsız ve sırf hak ve maslahat için gıybet caizdir” ( Mektubat, s: 467) der. Peki, bir cemaatin gıybeti yapılabilir mi? Hak ve hakikati izah için, umumi bir grup adını misal vermenin gıybet olduğu kanaatinde Mayıs 2010 değilim, ama bahsedilen kayıtlarla: Garazsız olacaksın, sırf hak için olacak niyetin, milletin imanını batıldan muhafaza maslahatını düşüneceksin ki tavrın “livechillah” olsun. Bununla birlikte cemaatlerin topluca “ferdiyetle alâkalı” kusurlarını teşhir, “ehl-i dalalet” ya da “ehl-i zındıka” denen canibin ekmeğine yağ sürmektir. Evet haklısınız bunun için dilimize sahip çıkmamız gerekmiyor mu? Hani mâna olarak Hadis-i Şerif malumdur. Hani bir Sahabi’ye buyuruyorlar: “İnsanı Cehenneme yüz üstü sürükleyen şeyi söyleyeyim mi?” Eliyle dilini göstererek, “İşte buna hâkim olamamaktır.” diye izah buyuruyor. (Evkamekal) Biz bu mânadaki emirleri sadece gıybet etmemek şeklinde anlıyoruz. Elbette şümulünde o da var ama temel talimatın, “dil ile imanın zıddına ve afâki teviller”le söz söylemek olduğunu Hadis müfessirleri beyan ediyorlar. (Mesela İmam-ı Nevevi) Biraz önce maslahat için gıybete cevaz verildiğini söylediniz. İyi ama maslahat adına hakikati incitenler yok mudur? Buna ne dersiniz? Bir anekdotla cevap vereyim: Muhitimizde bir konferans düzenlenmişti birkaç sene evvel. Mevzu; “Peygamberimizden Müjdeler.” Konuşmacı, konferansın bir yerinde “Hâla Hz. İsa’nın inişini bekleyenler var!” gibi bir laf etti heyecana kapılarak; yani Hz. İsa’nın nüzul etmeyeceğini, sadece bir şahs-ı mânevi olduğunu demek istedi. Hâlbuki bütün ehl-i sünnet itikad kitaplarına bakınız, Risale-i Nur’un Mektubat eserinin 15. Mektup’taki izaha bakınız, oralarda Hz. İsa aleyhis selam’ın “semada cism-i beşerisiyle” bulunduğu, “zemin müheyya” olunca “Rahmet-i İlahiye’nin semasından nüzul” edeceğinin izahından başka bir şey göremezsiniz. Konuşmanın sonunda bunları hatırlatınca, kendisinin de bunları bildiğini, ama maslahat için o sözleri etmesi gerektiğini deyince içimden şu Hadis-i Şerif’i hatırladım: “Ya hayır söyle, ya sus!” Maslahat eğer hakikati eğdirip seni batıla atacaksa, susmayı seçebilirsin veya o mevzua hiç temas etmezsiniz, olur biter. Ümmet-i Muhammed’in, yani Ümmet-i İcabe olan biz Müslümanların maslahat için hakikatı ters gösterMayıs 2010 memelerinin, o ideal toplumun inşasındaki “şehrah”, en büyük yol, “cadde-i kübra” olduğuna inanıyorum. Maslahat eğer öyle gerekiyorsa susarsın, seni izleyenleri saptırmamış olursun böylece. Sapmış, hakikatten huruç etmiş kimselerle de tevhidî bir toplum inşa edilemez. “Cemaatta vahid-i sahih”in temini için “ilim” ve “cehaletin izalesi” şarttır. Son olarak şöyle bir soru sormak istiyorum. Biz Müslümanların aramızdaki ayrılıklara sebep olan şey nedir? Nedir birliğimizi bozan? İlim; Kur’an-ı Azimüşşan ve “Kur’an’ın tefsiri mahiyetinde olan sünnet/hadisler”den müteşekkildir. Bedahetle görürüz ki; ihtilafımızın sebebi bunlardan cehaletimizdir, Risale-i Nur’u “müsteşriklerin Mevlana Hazretlerine baktığı gibi” anlamamızın –yani anlamamamızın- sebebi de bu cehalettir. “İttihad cehil ile olmaz” çünkü. 41 Dava Adamı Bediüzzaman ediüzzaman Said-i Nursi hazretleri batıl karşısındaki korkusuzluğu ve İslamî mücadeledeki inatçılığıyla bilinen bir şahsiyettir. İnandığı idealler uğrunda ömrünü tüketmiş bir dava adamıdır. O, kolay zamanda ahkâm kesenlerden değil, zor zamanda hizmet edenlerden olmuştur. İslam’ın izzetini göstermek hususunda en ufak bir zaaf göstermemiştir. Nitekim Sibirya’da esaret altında kaldığı sırada Rus komutanın karşısında ayağa kalkmaması ve “Ben İslam alimiyim, imansızın karşısında ayağa kalkamam” diyerek karşı koyması; sarığını çıkartmasını isteyen Ankara Valisi’ne “Bu sarık ancak bu başla birlikte çıkar” diyerek cevap vermesi; İngiliz Anglikan Kilisesi Başpapazının; “İslamiyet hakkında sorduğum altı soruya altı yüz kelime ile cevap isterim” demesi üzerine “Ayağını boğazımıza basmış vaziyette küstahça soru soran bu papaza, değil altı yüz kelime; değil altı kelime bir tükürük ile cevap veriyorum!” beyanıyla anlamlı bir ders vermesi; Divan-ı Harp’teki mahkemeden berat etmiş olmasına rağmen mahkemeye teşekkür etmeyerek, talebeleriyle birlikte “Zalimler için yaşasın cehennem” sloganıyla Beyazıt’tan Sultan Ahmet kadar yürümesi, onun İslam’ın izzetini en güzel bir şekilde temsil ettiğini ispatlamaktadır. B Aydın BAŞAR “Ayağını boğazımıza basmış vaziyette küstahça soru soran bu papaza, değil altı yüz kelime; değil altı kelime bir tükürük ile cevap veriyorum!” 42 Mayıs 2010 Bediüzzaman hazretleri ömrü boyunca zulme boyun eğmemeyi ve batıl ile mücadele etmeyi kendisine bir vazife bilmiştir. Bu sebeptendir ki çileli ömrünü, zindanlarda ve sürgünlerde geçirmek zorunda kalmıştır. Fakat zindanda bile olsa Yüce Allah’ı tanımanın en büyük nimet olduğunun bilinciyle hiçbir zaman bu durumdan şikâyet etmemiş; bilakis memnuniyetini şöyle ifade etmiştir: “O'nu tanıyan ve itaat eden, zindanda dahi olsa bahtiyardır. Onu unutan, saraylarda da olsa zindandadır, bedbahttır. Hattâ bir bahtiyar mazlum idam olunurken bedbaht zalimlere demiş: Ben idam olmuyorum; belki terhis ile saadete gidiyorum. Fakat ben de sizi idam-ı ebedî ile mahkûm gördüğümden, sizden tam intikamımı alıyorum. Lâ ilahe illallah diyerek sürûr ile teslim-i ruh eder.” DİN KARDEŞLİĞİNİ DÜSTUR EDİNMESİ Bediüzzaman’ın, döneminin siyasal güçleri ile arasının açık olduğu bilinmektedir. Bu sebepten birçok defalar haksızlıklara uğramıştır. Müslümanlığın mayasında din uğrunda haksızlığa uğrayan tüm mazlumlara sahip çıkma ve onlara değer verme erdemi olduğundan Bediüzzaman’ı da diğer mazlum şahsiyetler gibi tanımak ve anlamaya ça- Mayıs 2010 lışmak zorundayız. Kaldı ki bugün Müslümanlar arası fikir ayrılıklarının ve ihtilafın en temel sebeplerinden bir tanesi yeteri kadar birbirimizi tanımamamızdır. Karşılıklı derdimizi anlatmamız ve bir şeyleri paylaşmamız, zannedersem iletişim problemlerinin yol açtığı ayrılıkları da bertaraf edecektir. Nitekim Bediüzzaman Said-i Nursi hazretleri de Müslümanların fikir birlikteliği içinde olmaları gerektiğine inanmış ve din kardeşliğinin önündeki engellerin aşılması için çalışmıştır. Bizler Bediüzzaman gibi fikir dünyamızda iz bırakmayı başarmış ve kitleleri etkileme gücüne sahip müstesna şahsiyetleri tanımada bir acziyet gösterecek olursak, bu durum; aynı dine inanan farklı kitlelerin de birbirlerinden uzaklaşmasına sebebiyet verecektir. Bizim maksadımız, yeni ayrılıklar çıkartmak değil, ayrı düşmüş unsurlarımızı bütünleştirmek olmalıdır. Şüphesiz bu anlayış Müslüman kardeşliğinin bir gereğidir. Üstad’ın bu konudaki şu uyarısı gerçekten de takdire şayandır: “Ey ehl-i iman! Zillet içinde esaret altına girmemek isterseniz, aklınızı başınıza alınız! İhtilafınızdan istifade eden zalimlere karşı “MÜMİNLER ANCAK KARDEŞTİR” kal'a-i kudsiyesi içine giriniz, tahassun ediniz Yoksa ne hayatınızı muhafaza ve ne de 43 hukukunuzu müdafa edebilirsiniz.” Bediüzzaman “Müslüman kardeşliği” ilkesini kendisine düstur edindiğinden dolaydır ki kavmiyetçiliği kardeşliğin önündeki en büyük engel olarak görmüştür. Meseleye bu nokta-i nazardan bakarak şöyle söylemiştir. “Biz Müslümanlar indimizde ve yanımızda din milliyet bizzat müttehiddir, itibari, zahiri, arizi bir ayrılık var. Belki din milliyetin hayatı ve ruhudur.” Bu önemli tespiti bile onun kıymetini bir kez daha gözler önüne sermektedir. MEDENİYETTEN İSTİFASI Bediüzzaman istibdada ve baskıya boyun eğmeyen, özgürlüğünden taviz vermeyen haysiyetli bir kişiliğe sahiptir. Zorlama ve dayatmalarla davasından vazgeçecek veya şartların müsait olmadığını bahane ederek mücadelesini sekteye uğratacak bir kişilik değildir. Öyle ki “Bu mimsiz medeniyette görmediğim hürriyet-i fikir ve serbesti-i kelâm ve hüsn-ü niyet ve selâmet-i kalb, Şarkî Anadolu’nun dağlarında tam mânasiyle hükümfermâdır” diyerek hürriyetsiz bir hayatı insanlık izzetine aykırı bulmuş ve böyle bir hayatın figüranı olmaktansa, Doğru Anadolu dağlarındaki münzevi fakat özgür hayatın başrolünde oynamanın evla olduğunu söylemiştir. Bediüzzaman Said-i Nursi hazretleri medeniyetin kendi öz değerlerimizden beslenmesi gerektiğini düşünmüş ve batıdan devşirilmeye çalışılan sözde bir uygarlığın bizim dallarımıza aşılanmasına kavi bir şekilde karşı çıkmıştır. İslam’ın genlerinin bu toplumun iliklerine kadar işlediğini bilen Üstad, biz “biz” olarak kaldığımız müddetçe böyle bir aşının tutmayacağının da farkındadır. Bu düşüncelerle –haşa- dayatılmış sahte medeniyete kişiliğini kiraya vermek ve onun şartlarına adapte olmaktansa, başına gelecekleri de göze alarak medeniyetten istifasını sunmuştur. Nitekim Mehmet Akif Ersoy’u Mısır’a göç ettiren sebepler Üstad’ın da böyle bir tavır almasını gerektirmiştir. Bediüzzaman, Akif’in “tek dişi kalmış canavar” olarak nitelendirdiği medeniyetten şu sözlerle istifa etmiştir: “Medeniyetten istifam sizi düşündürecek. Evet böyle istibdat ve sefahate ve zillete memzüc medeniyete bedeviyeti tercih ediyorum.” 44 Böyle bir kararı alarak bir nevi kendisini güncel olaylardan soyutlamış ve batıdan gelen fikir akımlarının zehriyle kıvranan İslam gençliğini yeniden imana döndürmek için eserler telif etmeye koyulmuştur. Onun kendisini soyutlama nedeni, denemin fikir açlığı da düşünülürse-, bir nevi bu konudaki ihtiyacı karşılamaya yöneliktir. Zira o, imanın delillerinin yeniden ortaya konulamadığı takdirde, batıl felsefelerle ülkeye giren birçok zehirli akımların büsbütün gençleri ifsat edeceğini düşünmektedir. Her ne kadar gündemi takip etme noktasında, medeniyetten istifasının gereğini yapsa da zaman zaman hükümetin icraatlarını genel ifadeler kullanarak eleştirmekten de geri durmamıştır. Şu ifadeleri bunun bir örneğidir: “Hükûmet-i cumhuriye ne hal kesbettiğini bilmiyorum. El'iyâzü billâh, eğer dinsizlik hesabına, îmanına ve âhiretine çalışanları mes'ul edecek kanunları yapan ve kabul eden bir dehşetli şekle girmiş ise, bunu size bilâ-perva ilân ve ihtar ederim ki: Bin canım olsa, îmâna ve âhiretime feda etmeğe hazırım. Ne yaparsanız yapınız!” Bu sözleri ile İslam şeriatine bağlılığını bildiren Bediüzzaman hazretleri “Şeriatın bir hakikatına, bin ruhum olsa feda etmeye hazırım. Zira şeriat, sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazilettir” diyerek bu konuya bir kez daha dikkat çekmiştir. Bu ve benzeri sözlerinden dolayı defalarca yargılanan ve uzun yıllar soğuk zindanlarda zor şartlar altında yaşayan Bediüzzaman her meseleye İslam nazarından bakmasının sebebini ise şöyle açıklamıştır: “Ben talebeyim; onun için, her şeyi mizan-ı şeriatla muvazene ediyorum. Ben milliyetimizi, yalnız İslâmiyet biliyorum; onun için, her şeyi de İslâmiyet nokta-i nazarından muhakeme ediyorum.” Üstad yönetim alanındaki düşüncelerini söylemekten de çekinmemiştir. Öyle ki yönetim ile ilgili temel görüşünü şu şekilde formülize etmiştir. “Padişah peygamberimizin emrine itaat etse ve yoluna gitse halifedir, biz de ona itaat edeceğiz. Yoksa Peygamber’e tabi olmayıp zulüm edenler padişah da olsalar haydutturlar.“ SİYASET HAKKINDAKİ DÜŞÜNCESİ Tarihçe-i Hayat’ta bildirildiğine göre Bediüzzaman hazretleri siyaseti dine alet etmekle ve gizli Mayıs 2010 siyasi komite kurmakla suçlanmıştır. O bu suçlamalara karşı şöyle cevap vermiştir: “Siyaseti dinsizliğe âlet yapan bazı adamlar; kabahatlerinin setri için, başkasını irtica ile ve dinini siyasete âlet yapmakla ittiham ederler.” Her ne kadar döneminin şartları ve o günkü tek partili sistemde siyasi ortam müsait olmadığından veya iman hizmetinin sekteye uğramaması için tedbir mahiyetinde siyasetin şerrinden Allah’a sığınsa da bu durumu kendi zamanı ile sınırlamıştır. Kaldı ki kendi kullandığı lafızlara baktığımızda bir mukayyetlik görülmektedir. “Şimdilik İstanbul siyaseti, İspanyol hastalığı gibi bir hastalıktır” sözündeki “şimdilik” lafzını ve “Menfaat üzerine dönen siyaset, canavardır” sözündeki “menfaat üzerine dönen” kaydını boş yere söylemediğini düşünecek olursak onun bu konudaki görüşlerini daha da iyi anlarız. Bediüzzaman aynı zamanda talebelerinin Risaleyi Nur namına değil fakat kendi şahısları namına siyasete girmelerinde bir mahzur görmemiştir. Hatta kendi namına siyasete giren talebelerinin Risale-i Nur’un intişarı ve maslahatı hesabına çalışacaklarını söylemiştir. AYASOFYA DAVASI Bediüzzaman’ın en bariz vasıflarından birisi de söyleyeceği sözü eğip bükmeden, İslam’ın izzetine yakışır bir tarzda söyleyebilmesidir. Bir alim olarak yalnızca Allah’tan korkmayı kendisine düstur edinen Bediüzzaman yeri geldiğinde net tepkiler vermekten de geri durmamıştır. En önemli itirazlarından bir tanesini bugün bazı çevrelerce hemen hemen hiç dile getirilmeyen Fatih Sultan Mehmet’in vasiyetnamesi konusunda yapmıştır. O bu vasiyetnamenin ihlal edilmesine karşı çıkmış ve şu sözleriyle tepki göstermiştir: “Ayasofya'yı puthane ve Meşihat'ı kızların lisesi yapan bir kumandanın keyfî, kanun namındaki emirlerine fikren ve ilmen tarafdar değiliz ve şahsımız itibariyle amel etmiyoruz.” Bediüzzaman Said-i Nursi hazretleri kendi döneminin şartlarını çok iyi tahlil edebildiğinden Müslümanların sorunlarına mantıklı çözümler Mayıs 2010 üretme noktasında yol gösterici bir konuma sahiptir. Dost ve düşmanını çok iyi tanımakla beraber, kime nasıl davranacağını da çok iyi bilen birisidir. Ülkedeki dengeleri bozan gizli güçlerin faaliyetlerinin de farkındadır. Onlara karşı gözlerini yumarak veya onları görmezden gelerek sorunların halledilemeyeceğini bilmektedir. Üstad, sorunların temeline inmeyi başarmış ve kardeşlerini de şöyle uyarmıştır: “Aziz Sıddık Kardeşlerim, Sizin sebat ve metanetiniz, masonların ve münafıkların bütün plânlarını akîm bırakıyor” Görüldüğü gibi o, ülkedeki dış mihrakların kuklası olan gizli güçleri inkar etmemiş ve onlarla bir mücadelenin gereğine inanmıştır. Bugün gizli örgütlerden bahsedenleri “komplo teorisi üretmek”le suçlayan bazı kimselerin hayatın tozpembe olmadığını anlayıp, bu güçlere dikkat çeken Bediüzzaman’ın tespitlerine kulak vermeleri elzemdir. SONUÇ Bediüzzaman hazretleri dinin aleyhinde kanun çıkaran hükümeti eleştirmesiyle, masonlara ve onların gizli derneklerine karşı kardeşlerini uyarmasıyla, Adnan Menderes’ten Ayasofya Camii’nin tekrar ibadete açılmasını talep etmesi ve böylece Fatih’in vasiyetine sahip çıkmak istemesiyle ve daha birçok örnek vasıflarıyla büyük bir dava adamı olduğunu ispat etmiştir. 45 DÜNYA HAYATIYLA MUTMAİN OLMAK ünyaya aşırı meyil, onunla yetinmek, ötesini düşünmemek âhireti hatıra getirmemeye neticede onu inkâr etmeye götürebilir. Nitekim, "Huzurumuza çıkacaklarını ümid etmeyen, dünya hayatına razı olup, onunla mutmain olanlar yok mu, işte onların kazanmakta oldukları günahlar yüzünden varacakları yer ateştir" (Yûnus, 7-8), "Hayır! doğrusu siz dünyayı seviyor, âhireti bırakıyorsunuz" (Kıyame, 20-21) âyetlerinin de ifâde ettiği gibi, âhireti inkâr sebeplerinden birisi de, dünya hayatıyla itminândır. D Prof. Dr. Veysel GÜLLÜCE "Dedi ki, bunun (bahçenin) hiç bir zaman yok olacağını zannetmiyorum. Kıyametin kopacağını da zannetmiyorum, faraza Rabbimin huzuruna götürülürsem bundan daha iyi bir akibet bulurum" 46 ""Dünya hayatına razı oldular ve onunla mutmain oldular..." âyeti ifâde ediyor ki, onlar başka dâimî ve daha yüksek bir hayat için düşünüp, fikir yürütmediler. Çünkü dünya hayatına rızâ ve onunla yetinmek, nazarı âhiret hayatına delâlet eden şeylerden uzaklaştırır. Ehl-i hidâyet ise, bu dünya hayatını nâkıs bir hayat olarak görürler. Kendilerinde bu dünya hayatının bulanık hallerinden müberrâ başka bir hayatı arama hissi uyanır... Bu yüzden dünya hayatına razı olmak, zemmedilen ve insanı hüsrân uçurumlarına yuvarlayan bir şey sayılmıştır"1. Çünkü bu âyet mefhûm-u muhâlifiyle, dünya hayatıyla iktifâ etmemeyi emrediyor. Sadece dünya hayatına bağlanıp ötesini aramamaktan sakındırıyor. Denilebilir ki, Yüce Allah hakikatte dünya hayatını böyle Mayıs 2010 nâkıs ve insanı tatmin etmeyecek bir sûrette yaratmış ki, insanoğlu bu hayata nazar ederek, bu hayatın gerçek hayat olmadığını, âhiretin lüzûmunu anlasın, rûhundaki ebediyet arzusunu tatmin edecek başka bir âlem arasın. Fakat dünyaya meyil insanı bu delillere karşı kör ediyor. Böylece “Dünya sevgisi her türlü hatanın başıdır”2 sözünün hükmü tezâhür ediyor. "Dünya hayatı onları aldattı, oyaladı" âyeti de bu manaya işâret etmektedir. Yani bunları dünya hayatı aldattı ve zannettiler ki dünya hayatı devâmlıdır. İman ettikleri takdirde ise, bu hayatın zevâl bulmasından korktular3. Yani imân onlara âhireti, ölümü hatırlattığı için, dünya hayatının devâmlı olduğu vehmi de onları memnûn edip oyaladığı için, imân edip de bu tatlı uykularından uyanmak istemediler... Bazen aşırı refâh ve zenginlik de, insanı şımartıp, dünyaya ebedî kalacakmış gibi meylettirip, âhireti inkâra sebep olabilir. Şu âyet-i kerîme bu gerçeğe işâret etmektedir: "İnsan kendini müstağnî gördüğü zaman azar" (Alak, 6-7). "Dediler ki, biz malca ve evlatca çoğuz ve biz azaba marûz kalacak değiliz" (Sebe', 35) âyetinde de, evlâd ve emvâlin çokluğuyla övünmeden sonra "Biz azaba marûz kalacak değiliz" denilmesi, mal ve çocukların çokluğunun onları aldatıp, onlarla ebedi kalacaklarını zannedip, azabı inkâr etmeye sevkettiğine işâret etmektedir. Nitekim, cahiliyye dönemi Mekke âhalisinin zeki, kabiliyetli, dünya arzusuyla dolu olan zengin tüccarları gelecek hayata, âhirete dâir hiç bir şey öğrenmek istemiyorlardı. Onlara göre böyle bir şey olamazdı. Mekkelilerin Kur'ân'ın tekrar dirilme fikrine karşı olan bu menfi davranışlarında iş adamı olma zihniyetlerinin rolü büyüktür. Bu durum onlarda zengin tüccarların kendine güvenme halini, Kur'ân'ın deyişiyle istiğnâ halini doğurmuştu. Aslında bu istiğnâ durumu sadece Mekkelileri dinden uzaklaştırıcı bir sebep değil, bütün insanlar için geçerli fıtrî bir haldir. Bu yüzdendir ki, Kur'ân-ı Kerîm'de bu durum ifâde edilirken, "İnsan kendini müstağnî gördüğü zaman azar" (Alak, 6-7) buyrulmuştur. Kehf sûresinde kıssası nakledilen, öldükten sonra tekrar dirilmeyi inkâr eden bahçe sahibinin inançlı arkadaşına hitaben söylediği şu ifâdeler de aşırı zenginlik ve mal düşkünlüğünün âhireti inkâra sebep olabileceğini göstermektedir. Şöyle buyruluyor: "Dedi ki, bunun (bahçenin) hiç bir zaman yok olacağını zannetmiyorum. Kıyametin kopacağını da zannetmiyorum, faraza Rabbimin huzuruna götürülürsem bundan daha iyi bir Mayıs 2010 akibet bulurum" (Kehf, 35-36). Bu âyet, sahip olduğu zenginliğin ebediyyen kalacağını veya zenginliğinin kendisini ebedileştireceğini zanneden kimsenin durumunu tasvîr etmektedir. Ekinlerin, meyvelerin, ağaç ve nehirlerin her taraf ve her köşede sürekli olarak devâm edip gitmesi ona böyle bir zan vermişti4. Hatta o, bu şeylerin kendisinden ayrılmayacağına öylesine inanmıştı ki, farazâ âhiret olsa bile, orada da böyle şeylere kavuşacak, değişen bir şey olmayacaktır. Ona göre, madem ki, bu dünyada bu zenginlikleri hak etmiştir, âhirette de bu zenginliklere kavuşmak tabiî bir hakkıdır5. Zenginliğin pek çok insanı bu hale getirmesi, müslüman zenginler için de geçerli olabilmektedir. Nitekim, bazı müfessirler zamanlarındaki müslüman zenginlerin de, dilleriyle söylemeseler de, lisan-ı halleriyle, "bunun hiç bir zaman yok olacağını zannetmiyorum" ifâdesini terennüm ettiklerini ifâde etmişlerdir6. Çünkü bazı zenginler zenginliğin verdiği şımarıklıkla, Allah ve âhiret endişesini ortadan çıkararak, haşa, Allah ve âhiret yokmuş gibi yaşamaktadırlar7. Bir âyette de ifâde edildiği gibi, uzun müddet refâh içinde yaşamak, böyleleri için, Allah'ı ve âhireti unutmaya sebep olan büyük bir musibettir8. Zenginliğin bu tehlikesinden olsa gerektir ki, Hz. Süleymân Allah'a şöyle yalvarmıştır: "Rabbim, bana ve ana-babama in'âm ettiğin nimetlere şükretmeye beni muvaffak kıl..." (Neml, 19) Peygamber Efendimiz (s.a.v) de şöyle duâ etmiştir: "Allahım, Muhammed ehl-i beytinin rızkını yeteri kadar ver"9. "O (arkadan çekiştiren, yüze karşı eğlenen kimse) mal topladı da onu sayıp durdu. Malının kendisini ebedî kılacağını zannediyor" (Hümeze, 2-3) âyetinde de, bu duygu yani cimrilikle toplanmış mal ve kazanılmış zenginliğin insanı nasıl âhiretten oyaladığı ve elindeki para ve malların kendisiyle beraber ebedî olarak kalacakları zann-ı bâtılına düşürdüğü, ulvî bir üslûbla ifâde edilmiştir. "Allah'ın verdiği rızka karşı şükrü, onu yalanlamakla mı yerine getiriyorsunuz?" (Vakıa, 82) âyetinde de, inkârcıların, bir nimet olan rızık ve refâhı, şükür sebebi değil de, inkâr sebebi yaptıklarına işâret ediyor. ................................................................................................ *. Atatürk Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, Tefsir Anabilim Dalı Öğretim Üyesi. Not: Bu makale, Kur’an’da Ahiret İnancının Temelleri adlı eserimizden istifadeyle bazı ilave ve düzenlemeler yapılarak hazırlanmıştır. , 1. İbn Aşûr, XI, 99., 2. Bkz. Alauddin Ali el-Muttakî el-Hindî, Kenzu'l-Ummâl fî Süneni'l-Akvâli ve'l-Ahvâl, Müessesetu'r-Risale, Beyrut, 1979, III, 192. Bu sözün hadîs olması muhtemel olduğu gibi, bazı büyük zatlara da nisbet edilmiştir (bkz. Aclunî, s.412-413). Hadîs olmasa da, manasının doğruluğu açıktır., 3. Kurtubî, VII, 57., 4. Bkz. İbn Kesîr, III, 88., 5. Bkz. Zemahşerî, II, 484., 6. Bkz, Zemahşerî, II, 484; Nesefî, III, 13., 7. Bkz. Veli Ulutürk, Kur’an-I Kerim Allah’I Nasıl Tanıtıyor?, s. 278., 8. Bkz. Furkân, 18., 9. Buharî, Rikâk, 17, VII, 181; Müslim, Zühd, 18, 19, IV, 2281; Tirmizî, Zühd, 38, VII, 101. 47 Cennet Kimsenin Tekelinde Değil; Mâliku'lMülk Olan Allah'ın Elindedir Allah Teâlâ'ya hamd ve âlemlere rahmet olarak gönderilen O'nun değerli elçisi efendimize salât u selâm ederiz. Muhammed Ali es-Sâbûnî (Çev: Ömer Faruk Tokat) "«Yahudi veya Hıristiyan olmayan kimse elbette cennete girme yecek» dediler" "Bu onların bir kuruntusudur. Sen de onlara: «Eğer sahiden doğru söylüyorsanız delilinizi getirin» de" (Bakara, 111) 48 Değerli kardeşim Prof. Dr. Süleyman Ateş'in, Türkçe olarak yayınlanan "İslâmî Araştırmalar" dergisindeki "Cennet Kimsenin Tekelinde Değildir" başlıklı yazısını(*) çevirmen aracılığıyla okudum. Hz. Âdem (a.s.) hasebiyle, kardeşleri olan insanları savunma gayreti sebebiyle kendisini kutluyorum; Mezkur makaleden anlaşıldığı üzere, sayın Ateş hiçbir insanın cehenneme gitmesini istememektedir. Bu, her müminin hatta her aklı başında insanın, beşeriyetin bütün fertleri için arzu ettiği değerli bir insani taleptir. Çünkü bizler, bütün bir insanlık olarak kardeşiz ve Âdem'in çocuklarıyız. Nitekim Allah Teâlâ bunu şöyle ifade eder: "Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan ve ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üretip yayan Rabbinizden sakının" (Nisâ, 1). Dolayısıyla akl-ı selîm bir insanın diğer insan kardeşlerinin kurtulmasını arzu etmemesi düşünülemez. Ancak sayın Ateş'in makalesinin başlığı insanı şaşırtmakta ve dehşete düşürmektedir. Biz Müslümanlar olarak cennetin "tekelimizde" olduğunu hiç öne sürdük mü? Yoksa bu iddia hemcinsleri ve dindaşları hususunda Mayıs 2010 ırkçı, mutaassıp ve tutucu bir karaktere sahip olan Yahudi ve Hıristiyanlara ait değil midir? Cennete girme hususunda "tekelci" bir yaklaşıma sahip olanların Yahûdî ve Hristiyanlar olduğunu Kurân-ı Kerim haber vermektedir: "«Yahudi veya Hıristiyan olmayan kimse elbette cennete girmeyecek» dediler" (Bakara, 111). Yani Yahudîler yalnızca kendilerinin cennete gireceğini, Hıristiyanlar da yine yalnızca Hristiyanlık dinine mensup olanların cennete gireceğini iddia ettiler. Allah Teâlâ ise her iki grubu da yalanlayarak "Bu onların bir kuruntusudur. Sen de onlara: «Eğer sahiden doğru söylüyorsanız delilinizi getirin» de" (Bakara, 111) buyurmaktadır. Yani Allah'ın cenneti diğer insanlara değil, yalnızca size tahsis ettiğine dair apaçık delil ve burhanlarınızı getirin. Eğer "cennete Yahudi ve Hristiyanlardan başka hiç kimse giremez" iddianızın doğru olduğunu düşünüyorsanız delilinizi gösterin buyrulmaktadır. Dolayısıyla Kurân-ı Kerim nassının da açıkladığı üzere, bu iddianın sahipleri, Müslümanlar değil, Yahudi ve Hristiyanlardan oluşan ehl-i kitaptır. Allah'a hamdolsun ki biz Müslümanlar, cennetle ilgili bu "tekelci" iddiadan beriyiz. CENNETE GİRMEK İÇİN KUR'ÂN'CA BELİRLENEN BİRTAKIM ŞARTLAR VARDIR Şüphesiz Cennet kimsenin "tekelinde" ve mülkünde değildir. Yani orası, hiç kimsenin dilediğini oraya sokabileceği, dilediğine de onu yasaklayabileceği özel bir alan değildir. Bilakis o Allah'ın (azze ve celle) yedinde ve mülkündedir. Cennete girmenin Kur'ân'ca belirlenen ve mutlaka uyulması ve yerine getirilmesi gereken birtakım şartları vardır. Malum olduğu üzere Kurân-ı Kerîm güneşin gün ortası parlaklığı kadar açık ve nettir. Dostumuz Sayın Prof. Dr. Süleyman Ateş, benimsediği mezkûr düşünceyle ilgili tutucu ve mutaassıp bir eda sergilemeyerek sağlıklı ve sakin bir tartışmaya hazır olduğunu belirtirse sevinir ve müteşekkir oluruz. Bu tartışmada doğruya ulaşmaktan başka bir hedefimin olmadığını burada bâhusûs belirtmek isterim. Hedefimiz, doğruya ulaşmak ve Kitâb-ı Azîz'in getirdiği saf hakikati hiçbir taassuba ve tutuculuğa mahal bırakmadan bulmak olsun. Kurân-ı Kerîm, gerek Hz. İsâ'nın, gerek Hz. Muhammed'in ve hatta bütün peygamberlerin –Allah'ın salâtı hepsinin üzerine olsun– diliyle, cennete girmek Mayıs 2010 için birtakım şartlar belirlemiştir. Bu şartları şöyle sıralamak mümkündür: Allah'a, kitaplara, peygamberlere, âhiret gününe ve Kurân-ı Kerîm'in getirdiği her şeye, tahrif etmeden, saptırmadan ve değiştirmeden, "işittik ve îman ettik" teslimiyetiyle inanmaktır. Nitekim Allah Teâlâ bunu şöyle açıklar: "Peygamber, Rabbi tarafından kendisine indirilene iman etti, müminler de (iman ettiler). Her biri Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler. «Allah'ın peygamberlerinden hiçbiri arasında ayırım yapmayız. İşittik, itaat ettik. Ey Rabbimiz, affına sığındık! Dönüş sanadır» dediler." (Bakara, 285). Peygamberler arasında ayrım yapmanın manası, onların bazılarına inanıp bazılarına inanmamaktır. Nitekim Allah Teâlâ başka bir ayette bunu şöyle açıklar: "O kimseler ki ne Allah’ı tanırlar ne rasûllerini ve o kimseler ki Allah’ı tanıdığını iddia edip rasûllerini tanımayarak, Allah ile elçilerini birbirinden ayırmak isterler. Ve o kimseler ki «rasûllerin bazısına iman ederiz, bazısını reddederiz» derler ve böylece iman ile küfür arasında bir yol tutmak isterler, İşte bunlar gerçek kâfirlerin ta kendileridir." (Nisâ, 150). Bütün müfessirlere göre bu ayet-i kerîme Yahûdi ve Hristiyanlar hakkında nazil olmuştur. Çünkü peygamberlerin bir kısmını kabul edip bir kısmını reddedenler onlardır; Yahûdiler Hz. Mûsâ'ya iman ederken Hz. İsâ ve Hz. Muhammed'i inkâr etmekte, Hristiyanlar ise Hz. İsâ'ya iman ederken Hz. Muhammed'i reddetmektedirler. Bu yüzden Allah Teâlâ "İşte bunlar gerçek kâfirlerin ta kendileridir" buyurarak onların hepsinin kâfir olduğuna hükmetmiştir. YAHUDÎ VE HRİSTİYANLARIN KÂFİR OLDUĞU KESİN AYETLERLE SABİTTİR Yukarda da belirttiğimiz üzere mezkûr ayet-i kerîme dinsizlerle ve müşriklerle değil, ehl-i kitâb ile ilgilidir. Makalenin yazarı değerli dostumuz Prof. Dr. Süleyman Ateş'e soruyoruz: Yahûdi ve Hristiyanlar Hz. Muhammed'in peygamberliğine imân etmekte ve Kurân-ı Kerîm'e inanmakta mıdırlar? Eğer sayın Ateş'in bu soruya cevabı "evet"se Kurân-ı Kerîm'in onlarla savaşılmasına yönelik hükümleri ve onların küfür ve sapkınlık içinde olduklarını belirten ayetleri nasıl açıklanacaktır? Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Kendilerine kitap verilenlerden oldukları halde, Allah’a da, âhiret gününe de iman etmeyen, Allah’ın ve Resulünün haram kıldığını 49 haram tanımayan, hak dinini (İslâm'ı) din olarak benimsemeyen kimselerle zelil bir vaziyette tam bir itaatle, cizye verinceye kadar savaşın." (Tevbe, 29). Biz Müslümanlar, kıldığımız namazların her rekâtında Fâtiha sûresini okuruz ve bu sûrede "Nimet ve lütfuna mazhar ettiklerinin yoluna ilet. Gazaba uğrayanların ve sapkınlarınkine değil." âyeti vardır. Hz. Peygamber (s.a.v.) buradaki "Gazaba uğrayanları" Yahûdiler; "sapkınları" ise Hristiyanlar olarak tefsir etmiştir. Takdir edersiniz ki, Hz. Peygamber'in bu tefsirinden sonra artık kimseye söz düşmez (Bu açıklama için İbn Kesîr Tefsirine bakınız). Kurân-ı Kerim'de Yahûdi ve Hristiyanları cehennem konusunda müşriklerle eş tutan bir çok ayet vardır: "Gerek Ehl-i kitaptan, gerek müşriklerden olan kâfirler, hem de devamlı kalmak üzere cehennem ateşindedirler. Onlar bütün yaratıkların en şerlisidirler." (Beyyine, 6), Yahûdilerle ilgili şöyle buyrulmaktadır: "Küfürleri ve Meryem hakkında pek büyük bir iftirada bulunmaları sebebiyle (lânete uğramışlardır)" (Nisâ, 156), Hristiyanlarla ilgili şöyle buyrulmaktadır: "Andolsun ki, «Meryem oğlu Mesih, Allah'tır.» diyenler kafir olmuşlardır" (Mâide, 17), "Andolsun ki, «Allah üçten biridir» diyenler kâfir olmuştur" (Mâide, 73). Yine Hristiyan ve Yahûdilerle ilgili şöyle buyurulur: "Yahudiler ve Hıristiyanlar «Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz» dediler. De ki: Öyleyse günahlarınızdan dolayı size niçin azap ediyor?" (Mâide, 18). Bütün bu ayet-i kerîmeler, Yahûdi ve Hristiyanların küfür içinde olduğunu açık bir şekilde belirtirken ve onlar Allah'ı ve Rasûlü'nü yalanlayıp dururken ve hak dîni kabul etmezken biz onların îman sahibi olduklarına ve cennete gireceklerine nasıl hükmedebiliriz? Üstelik Allah Teâlâ Hz. Îsâ'nın diliyle şöyle buyurur: "Oysa Mesih, «Ey İsrailoğulları! Rabbim ve Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin; kim Allah'a ortak koşarsa muhakkak Allah ona cenneti haram eder, varacağı yer ateştir, zulmedenlerin yardımcıları yoktur» dedi" (Mâide, 72). Onları cennete girmekten mahrum bırakan biz değiliz; ancak onlar küfrederek, Üzeyr ve Mesîh'in Allah'ın oğlu olduğu iddiasında bulunarak, Mesîh'in çarmıha gerildiğine inanarak ve ona ilahlık isnad ederek cennete girmekten yüzçevirdiler. 50 Kurân-ı Kerîm onların küfre saptığını, İsâ'yı ilahlaştırdıklarını veya Üzeyr'in Allah'ın oğlu olduğunu veya "üçün üçüncüsü" olduğunu öne sürerek Allah'a ortak koştuklarını anlatmaktadır. Günümüz Yahudi ve Hristiyanları içinde Hz. Muhammed'in (s.a.v) peygamberliğine imân eden ve Kurân'ın doğruluğuna inananlar var mıdır? Böyle birileri varsa bunlar nerede yaşamaktadır? Bizim gezegenimizde mi yoksa Zühre ya da Merih gibi bir yerde mi yaşamaktadırlar? Yahûdi veya Hristiyan olup da Yahûdîlik veya Hristiyanlık dinine bağlı kalan; Allah'ın, cennete girmenin şartı olarak belirlediği bütün kitaplara ve peygamberlere îman eden bir kişiyi bize gösterebilir misiniz ki onun ehl-i îmândan olduğunu kabul edelim? Eğer böyle biri yoksa bu meyanda söylenilen bütün sözler bir takım hayal ve rüyalar olmaktan öte bir anlam ifade etmeyecektir. CENNETE GİRMEK İÇİN HZ. MUHAMMED (S.A.V)'E İMAN ETMEK VE ONA TÂBİ OLMAK ŞARTTIR Değerli dostumuz Prof. Dr. Süleyman Ateş'e demek isteriz ki; cennete girmenin olmazsa olmaz şartı, Hz. Muhammed'e îmân etmek ve Allah'tan getirdiği her şeye tâbi olmaktır. Yoksa sayın Ateş'in – Allah onu affetsin- "Yahûdi ve Hristiyanların Hz. Mayıs 2010 Peygamber (s.a.v)'e, ona vahiy geldiğine ve getirdiklerinin hak olduğuna inanmaları durumunda kendi dinleri üzere ibadet etmeleri cennete girmeleri için yeterlidir; dinlerini terk edip Hz. Peygamber'in dinine tâbi olmaları şart değildir" mealindeki iddiası olabildiğince problemli ve anlamsızdır. Daha önce de belirttiğimiz üzere ne Hristiyanlık inancının lideri Vatikan'daki "büyük Papa", ne de en alt seviyedeki bir papaz ya da haham, yani Yahûdi ve Hristiyanlardan hiç kimse Peygamberimizin ve Kurân-ı Kerîm'in hak olduğuna inanmamaktadır. Bütün Yahûdi ve Hristiyanlar Hz. Muhammed'in peygamberliğini yalanlamaktadır. Farz-ı muhal kabilinden bir an için onların Hz. Muhammed (s.a.v)'in peygamberliğine inandıklarını, Mesîh'in ilahlığını ve Allah'ın oğlu olması şeklindeki inançlarını tashih ettiklerini düşünsek bile bu yeterli değildir. Mutlaka, Hâtemu'l-Enbiyâ ve'lMurselîn olan Hz. Muhammed'e tâbi olmaları ve onun getirdiği dine ters düşen dini terk etmeleri gerekir ki bu Allah Teâlâ'nın yüce kitabında zorunlu kıldığı bir şarttır. Şurası kesin bir vakıadır ki, Hz. Peygamber Yahûdi ve Hristiyanların öne sürdüğü gibi sadece Araplara değil, bütün beşeriyete gönderilmiştir. Yahudi ve Hristiyanlarla Hz. Peygamber'in risâletiyle ilgili tartışmalarımızda kendilerine apaçık deliller getirdiğimizde, "O Arapların peygamberidir dolayısıyla ona tâbi olmak bize vâcip değildir" derler. Ama biz şu an Müslümanlarla ve Müslümanlara tefsir ve diğer şer’î ilimler dersleri veren Prof. Dr. Süleyman Ateş'le karşı karşıyayız. Şimdi onlara soralım: Peygamberimiz Hz. Muhammed'in risâleti Araplarla mı sınırlıdır yoksa bütün insanlık için bağlayıcılık ifade eden bir kapsayıcılık mı ifade etmektedir? Bu sorunun cevabı çok açıktır; "Ey Rasûlüm, Biz seni bütün insanlığa rahmetimizin müjdecisi, azabımızın uyarıcısı olarak gönderdik" (Sebe, 28), "Ey insanlar! Ben sizin hepinize Allah tarafından gönderilen Peygamberim" (A'râf, 158) âyetleri sebebiyle Hz. Muhammed'in peygamberliğinin umûmî olduğunu hiç kimse inkâr edemez. O halde Hz. Peygamber bütün insanlığa gönderilmişse ona tâbi olmanın vâcip olmadığı nasıl söylenebilir? Yoksa Allah Teâlâ ona îmân etmeyi vâcip kılıp daha sonra ona muhalefeti ve tâbi olmamayı mübah mı addetmiştir?! Allah Teâlâ Hz. Muhammed (s.a.v)'e iman etmeyi, onu desteklemeyi ve getirdiklerine tâbi olmayı bütün peygamberlere farz kılmış ve bu hususta onlardan söz (ahd ve mîsâk) almıştır: "Hani Allah, peygamberlerden: «Ben size Kitap ve hikmet Mayıs 2010 verdikten sonra nezdinizdekileri tasdik eden bir peygamber geldiğinde ona mutlaka inanıp yardım edeceksiniz» diye söz almış, «Kabul ettiniz ve bu ahdimi yüklendiniz mi?» dediğinde, «Kabul ettik» cevabını vermişler, bunun üzerine Allah: O halde şahit olun; ben de sizinle birlikte şahitlik edenlerdenim, buyurmuştu." (Âl-i İmrân, 81) O halde, bütün Peygamberler Hz. Muhammed'in dönemine yetişmeleri durumunda ona tâbi olmayı kabul etmişken o peygamberlerin ümmet ve tâbilerinin Hz. Muhammed'in dinine tâbi olmakla mükellef olmadığını söylemek ne kadar gerçekçidir? Şüphesiz bu, garip bir durum ve çok tuhaf bir İslâm anlayışıdır. Allah Teâlâ, Yahûdi ve Hristiyanların îmânının sahih olması için Hz. Muhammed (s.a.v)'e tâbi olmalarını zorunlu kılarak şöyle buyurur: "Onlar ki yanlarında Tevrat ve İncil'de yazılı bulacakları o Rasûle o, ümmî Peygambere ittiba' ederler" (A'râf, 157) Bu ayette sözü edilen peygamber kimdir? Hz. Mûsâ mıdır? Hz. İsâ veya Hz. Nûh ya da Hz. İbrâhim midir? Hiç şüphesiz, burada zikredilen peygamber Hz. Muhammed (s.a.v)'dir. Çünkü ayet-i kerîme o peygamberi ümmîlikle vasfetmiş, Tevrat ve İncil'de adının geçtiğini belirtmiştir. Bu vasıflara sahip olan peygamber de Hz. Muhammed'den başkası değildir. Allah Teâlâ burada peygambere imân etmekten veya risâletini tasdik etmekten değil ona tâbi olmaktan sözediyor. Tâbi olmak ise onun getirdiği şeriatla amel etmek ve dinine sarılmaktır. Yoksa zorunluluk ve ittibâ içermeyen imanın anlamı yoktur. Bu aynı zamanda Allah'ın âlemlere rahmet olarak gönderdiği Peygamber'i tasdik etmenin şartlarından değil midir?! Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Eğer onlar da sizin inandığınız gibi inanırlarsa doğru yolu bulmuş olurlar" (Bakara, 137). Bu ayette de görüldüğü üzere hidayetin şartı Müslümanların îmân ettiği her şeye îmân etmektir ki Müslümanlar son peygamber Hz. Muhammed'e ve onun getirdiği İslâm dînine tâbi olurlar. İSLÂMA TERS DÜŞEN HER DİN MERDÛDDUR Allah Teâlâ Hz. Muhammed (s. a. v)'in getirdiği İslâm dînine ters düşen her dini reddetmiş ve mensupları dinlerini yaşasalar bile o dinlerin kendi indinde makbul olmayıp merdûd olduğunu belirtmiştir. Çünkü Son Peygamber'in gelmesiyle bütün dinler son bulmuştur. Allah Teâlâ İslâm'ın dışındaki dinleri ke- 51 sinlikle kabul etmeyeceğini ifade ederek şöyle buyurur: "Her kim İslam'dan başka bir din ararsa asla kabul edilmez ve o, ahirette hüsrana uğrayanlardan olur" (Âl-i İmrân, 85). Allah Teâlâ bu ayette İslâm'dan başka din arayanların isyan, sapkınlık ve hüsran içinde olduğunu belirtir ve şöyle buyurur: "Allah katında din, şüphesiz İslam'dır" (Âl-i İmrân, 19) Yani Allah'ın, Hz. Muhammed'in getirdiği İslâm dininden başka, kabul ettiği bir din yoktur. İslâm lafzı mutlak olarak kullanıldığında onunla İslâm dininden başka bir din kastedilmez. Nitekim şu ayeti kerîmede bu çok açıktır: "Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm'a razı oldum." (Mâide, 3) Şimdi akıl sahibi bir insan buradaki "İslâm" ile Hz. Nûh'un, Hz. İbrâhim'in, Hz. Mûsâ veya Hz. İsâ'nın Allah'ın hükmüne teslim olmaları manasında Müslümanlar olmaları ve tevhîdi getirmiş olmaları hasebiyle, getirdikleri dinlerin kastedildiğini söyleyebilir mi? Yoksa bu ayetteki "İslâm"dan maksat yalnızca Hz. Muhammed'in getirmiş olduğu din değil midir? Hiç kuşku yok ki, bu ayet-i kerîme Kurân-ı Kerîm'in nüzulünün tamamlanmasından sonra İslâm ümmetini muhatap alarak inmiştir!! Allah Teâlâ ayrıca şöyle buyurur: "Ancak müslüman olarak can verin" (Âl-i İmrân, 102). Burada Hz. Mûsâ ve Hz. İsâ tevhîd mesajını getirdikleri için Yahûdilik ya da Hristiyanlık dinleri üzere can vermemiz mi kastedilmektedir yoksa ayet-i kerimede kastedilen, yalnızca İslâm dini midir? Bütün bunlara rağmen değerli Dostumuz Prof. Dr. Süleyman Ateş, herhangi bir semâvî dine mensup olan kimsenin kendi dini üzere kalsa bile- cennetle müjdelendiğini nasıl söyleyebilmektedir? Cenâb-ı Allah böyle kimselerin hüsrân ve isyân içinde olduğuna ve cehennemde ebedî olarak kalacaklarına hükmetmişken sayın Ateş'in bu sözleri ne anlama gelmektedir? Bu sözlerden hangisi doğrudur? "…O, ahirette hüsrana uğrayanlardan olur" (Âl-i İmrân, 85) buyuran Allah'ın sözü mü yoksa cennetin kapılarını sonuna kadar açan ve bütün dinlerin mensuplarına, "Kendi dîninize bağlı olarak yaşamanız sorun değil. Hâtemu'l-enbiyâ ve'l-murselîn'e tâbi olmasanız bile, buyurun cennete esenlikle ve selâmetle girin" diyen Prof. Dr. Süleyman Ateş'in sözleri mi?!! Doğrusu sayın Ateş'in bu aceleciliğine ve Kitab ve Sünnetîn katî nasslarına olan muhalefetine şaşırmamak elde değil. Değerli dostumuza soruyoruz: Kendisi Hz. Peygamber'in sünnetini reddedenlerden midir yoksa ona inanan ve tasdik edenlerden midir? Ben şahsen sayın Ateş'in böyle bir soruya Sünnetin Sâhibi (s.a.v)'ne saygı göstererek ve hürmet sadedinde başını saygıyla eğerek mukabelede bulunanlardan olduğunu düşünüyorum. O halde İmam-ı Müslim'in Sahîh'inde rivâyet ettiği, Hz. Peygamber (s.a.v)'in şu sözüne kulak verelim: "Nefsimi elinde tutan (Allah'a) kasem olsun ki, bu ümmetten her kim -Yahudi olsun, Hristiyan olsun- beni işitir, sonra da bana gönderilenlere inanmadan ölecek olursa mutlaka cehennem ehlinden olacaktır." Görüldüğü üzere Allah Teâlâ Yahudi ve Hristiyanların inançlarını terk ederek İslâm dinine girmemeleri durumunda cehenneme gireceklerine hükmetmiştir. Hz. Peygamber (s.a.v), hak dine tâbi olup, kendisinin peygamberliğine ve getirdiği kitaba îmân etmedikçe onların cehennemlik olduğunu açıklamıştır. O halde kafamıza göre ahkâm keserek Yahûdi ve Hristiyanların cennete gireceğini söylememiz ve Kitâp ve Sünnete muhalefet etmemiz kesinlikle caiz değildir. Bütün insanların cennete girmesini arzu edebiliriz, ancak cennetin anahtarları ne biz Müslümanların elindedir ne de keşiş ve ruhbânın elindedir. Allah Teâlâ Hz. Peygamber'e muhalefeti gazap ve öfkesine sebep addetmiştir: "O'nun (Peygamber'in) emrine aykırı hareket edenler, başlarına bir belanın gelmesinden veya can yakıcı bir azaba 52 Mayıs 2010 uğramaktan sakınsınlar" (Nûr, 63). Hz. Peygamberin emrine aykırı hareket edenler bile böyle anlatılmışken ona hiç inanmayan ve Allah –azze ve celle-den getirdiklerine tâbi olmayanların durumu nasıl olur? İSLÂM ÜSTÜNDÜR; ONA ÜSTÜN GELİNMEZ İslâm semâvî dinlerin en sonuncusudur. Allah Teâlâ bütün dinlerin kemâlâtını onda toplamış ve elçisi Hz. Muhammed (s.a.v)'i diğer bütün dinleri nesheden, hükmedici bir peygamber olarak gönderdiğini kesin nasslarla bildirmiştir: "O (Allah), müşrikler hoşlanmasalar da (kendi) dinini bütün dinlere üstün kılmak için Resûlünü hidayet ve Hak Din ile gönderendir" (Tevbe, 33). Ayet-i kerîmenin "Bütün dinlere üstün kılmak için" kısmının manası Yahûdilik, Hristiyanlık ve diğer dinlerin hepsinden üstün kılmak için anlamındadır. Müslümanların da Kurân'la amel etmeyi bırakmaları mümkün olur. Oruç emrini veya meselâ cihâd farîzasını bırakarak insanlara kıtâl ve cihâd gibi meşakkatli teklifler yüklemeyen İncil'e tâbi olmalarında bir sakınca görülmez. İncil'de geçen "Bir yanağına vururlarsa diğerini çevir" sözüne göre amel ederek zevk u sefâ içinde yaşayabilirler ki bu görüş hiç bir Müslüman tarafından kabul edilmez. BAKARA AYETİNİ TAMAMIYLA YANLIŞ ANLAMAK Tefsir âlimlerinin önde gelenlerinden Allâme Ebu's-Suûd, tefsirinde der ki: Allah Teâlâ vaadini İslâm dinini üstün kılarak gerçekleştirmiştir. Şöyle ki, islâmı son din yapmış ve onun dışındaki bütün dinleri mağlup ve makhûr kılmıştır (bkz. Tefsîru Ebî's-Suûd). Allah Teâlâ, bir başka ayet-i kerîmede de şöyle buyurur: "Sana da (Ey Muhammed,) önündeki kitap(lar)ı doğrulayıcı ve ona 'bir şahid-gözetleyici-hâkim' olarak Kitab'ı (Kur'an'ı) indirdik" (Mâide, 48). Dolayısıyla Kurân-ı Kerîm, kendisinden önceki kitaplara hükmeden ve onları denetleyen bir kitaptır. Nitekim el-Hâfız İbn Kesîr bu âyetin tefsirinde şöyle der: Kurân-ı Kerîm, önceki kitapların doğru ve muharref yerlerini denetleyen ve onlara şâhitlik eden bir kitaptır. Allah Teâlâ Yahûdi ve Hristiyanların, kitaplarını tahrif ettiklerini şöyle anlatır: "Yahudilerden bir kısmı, (Allah'ın kitabındaki) kelimeleri esas mânâsından saptırırlar" (Nisâ, 46). Hristiyanlarla ilgili de şöyle buyurur: "Kendilerine zikredilen (Kitab'ın) önemli bir bölümünü unuttular" (Mâide, 14). Yani İncil'in hükümlerinden birçoğuyla amel etmeyi bıraktılar. "Bu yüzden Biz de aralarına kıyamet gününe kadar sürecek kin ve nefret bıraktık" (Mâide, 14). O halde gerçek Tevrat nerededir ve kendisine sarılanı cennete götürecek asıl İncil nerededir? Değerli dostumuz Bakara ayetini yanlış anlamıştır. Ayet şöyledir: "Şüphesiz, inananlar, Yahudi olanlar, Hıristiyanlar ve Sâbiîlerden Allah'a ve ahiret gününe inanıp yararlı iş yapanların ecirleri Rablerinin katındadır. Onlar için korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir" (Bakara, 62). Sayın Ateş bu âyete bakarak herhangi bir semâvî dine mensup olan herkesin cennete gireceğini zannetmektedir. Bundan dolayı dergideki mezkûr makalesinde "Bu Kurân, herhangi bir semâvî dine mensup olan, Allah'a ve âhiret gününe inanan ve amel-i sâlih işleyen herkese cenneti müjdelemektedir" demekte ve yukarıdaki ayeti bu iddiasına mesned kılmaktadır. Hâlbuki ayeti kerîmeden böyle bir anlam çıkarmak mümkün değildir. Çünkü ayet inanan grupları sıralayarak Hz. Mûsâ zamanında yaşayıp da kendisine îmân eden Yahûdîlerden, Hz. İsâ'nın zamanında kendisine îmân eden Hristiyanlardan ve Hz. Muhammed'in peygamberliği döneminde O’na inanan müminlerden sözetmektedir. Şüphesiz bu peygamberlere tâbi olanlar yaşadıkları dönem içinde peygamberlerini tasdik edip onlara tâbi olmuşlarsa cennete gireceklerdir. Ancak îmân etmeyenler cehenneme girecektir. Nitekim Allah Teâlâ bunu şöyle anlatır: "İsrailoğullarından bir zümre inanmış, bir zümre de inkâr etmişti" (Saf, 14). Bu yüzden Hz. Muhammed'in bisetinden sonra Hz. Mûsâ'ya veya Hz. İsâ'ya tâbî olmak ve onların kitaplarıyla amel etmek câiz değildir. Bilakis Kurân'a tâbi olmak ve bütün peygamberlere îmân etmek mutlaka gereklidir. Bu yüzden Hz. Peygamber (s.a.v) Hz. Ömer'in Tevrat'tan bazı sayfalar okuduğunu gördüğünde kendisine kızmış ve şöyle demiştir: "Allah’a kasem olsun ki Musa hayatta olsaydı bana tabi olmaktan başka çıkar yol bulamazdı." (el-Hâfız İbn Kesîr'in tefsirine bkz.) Binaenaleyh, Hz. Muhammed'in gönderilmesinden sonra bile olsa, semâvî dinlerden herhangi birine tâbi olan kimse Allah'ın azabından kurtuluyorsa Sayın Ateş (Allah onu affetsin) aynı zamanda Mâide ayetini de yanlış anlamakta ve Hristiyanlar, İslâm'a girmeyerek kendi dinlerine tâbi olmaya devam Mayıs 2010 53 etseler bile Allah Teâlâ'nın kendilerini övdüğünü sanmakta ve ayetin kendisine delil olduğunu düşünmektedir. Yani Hz. Muhammed'e tâbi olmayarak kendi dinine bağlı kalan Hristiyanların ehl-i îmân zümresinden olduğunu ileri sürmektedir. Ayet-i kerîme şöyledir: "Onlar içinde iman edenlere sevgi bakımından en yakın olarak da «Biz Hıristiyanlarız» diyenleri bulacaksın" (Mâide, 82). Şayet sayın Ateş ayet-i kerîmeyi tamamlasaydı, onun Hristiyanlardan belirli insanlar için indiğini görürdü. Şüphesiz ki bu ayet, Habeşistanlı bir grup Hristiyanla ilgilidir. Habeşli bir grup Hristiyan Hz. Peygamber (s.a.v) ile buluşup Kurân-ı Kerîm'i dinlediklerinde çok müteessir olmuş, ağlamaya başlayarak Müslümanlıklarını ilan etmişlerdi. O denli ağlamışlardı ki sakalları gözyaşlarıyla ıslanmıştı. Daha sonra bu insanlar Müslümanlıklarını ilan ederek Necâşî'ye dönmüşlerdi. Ayet-i kerîmenin devamı şöyledir: "Bunun sebebi, onların içinde bilgin keşişlerin ve dünyayı terk etmiş rahiplerin bulunmasıdır ve bunlar büyüklük taslamazlar. Peygambere indirilen Kur'an-ı işitince gerçeği tanımalarının sonucu olarak gözlerinden yaşlar akarken onların şöyle dediğini görürsün: «Ey Rabbimiz, inandık, bizi de gerçeğe şahit olanlar arasında yaz.»" (Mâide, 82-83) Bu ayetler, onların îmân edip Hz. Peygamber'i tasdik ettiklerini açıkça göstermiyor mu?! Sayın Profesör'ün Hz. Peygamber'e tâbi olmayıp İslâm dinine girmeseler bile Hristiyanların kendi dinleri üzere devam etmelerinin makbûliyeti ve cennete girecekleri şeklindeki iddiasına delil olarak Hz. Peygamber'in, anlaşmayı bozdukları için Benî Kurayza'ya Tevrat'la hükmettiği iddiası ise oldukça ilginçtir. İslâmî ilimlere derin vukûfiyeti olan bir hocanın mezkûr hâdiseyi böyle anlaması/aktarması doğrusu anlaşılabilir cinsten değildir. Öncelikle sayın Ateş'in, bu iddiasının doğru olmadığını söylemek durumundayız. Zira bütün müfessir ve siyercilerin de ittifak ettiği üzere onlara Tevrât'ın hükmünce değil Hz. Sad'ın hükmüne göre davranılmıştı; Hz. Sad savaşçı erkeklerin öldürülmelerine, kadınların ve çocukların esir edilmelerine hükmetti. Bunun üzerine Hz. Peygamber Sad'a: "Kuşkusuz sen, yüce Allah'ın yedi kat göğün üstünden verdiği hükmün aynısı ile hükmettin" dedi. (Bkz: İbn Kesîr Tefsiri, Ahzâb Suresi). Hz. Peygamber'in ehl-i kitâb konusunda Allah'ın emrine muhalefet etmesi nasıl tasavvur olunabilir? Allah Teâlâ ehl-i kitapla ilgili olarak "(Sana 54 şu talîmatı verdik): Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet ve onların arzularına uyma. Allah'ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni saptırmamalarına dikkat et." (Mâide, 49) buyurduğu halde Hz. Peygamber'in bu emre aykırı hareket ederek onları Tevrat'la yargıladığını ileri sürmek nasıl bir şeydir? Bu ayete rağmen Hz. Peygamber'in Kurân'ı terk ederek onlara Tevrat'la hükmettiği nasıl söylenebilir? "Kendi kitapları olan ve içinde Allah’ın hükmü bulunan Tevrat ellerinde iken nasıl olup da seni hakem tayin ediyorlar? Sonra ne diye peşinden dönüp senin hükmüne razı olmuyorlar" (Mâide, 43) ayet-i kerîmesine gelince; Allah Teâlâ burada Yahûdileri azarlamaktadır. Onların Tevrat'la hükmetmelerini onayladığını gösteren bir anlam bu ayetten çıkmaz. Aksine burada Yahûdîlerin bu davranışlarının ne kadar tuhaf olduğu vurgulanmaktadır. Zira onlar hak olduğunu iddia ettikleri Tevrat'ı bir kenara bırakarak peygamberliğine inanmadıkları halde, Hz. Muhammed'e gelip aralarındaki anlaşmazlıkları çözmesini ve bir hükme bağlamasını istiyorlardı. Dolayısıyla ayetin anlamı şöyledir: Yâ Muhammed! Nasıl oluyor da o Yahûdîler ne sana, ne de kitâbına îmân etmedikleri halde senin hakemliğine başvurur ve verdiğin hükme razı olurlar? Bu çok tuhaf değil mi? "Doğrusu onlar iman eden kimseler değildirler" (Mâide, 43). Necrân Hristiyan heyeti hâdisesine gelince, Allah Rasûlü onların mescide girip kendi dinleri gereğince ibadet etmelerine izin vermişti. Ancak buradan sayın Profesör'ün iddia ettiği gibi Hz. Peygamber'in onların haçlarını ve Allah'ın dışında bir şeye ibadet etmelerini onayladığı iddiasını çıkarmak mümkün müdür? Bu, tefsir kitaplarında zikredilen bir hadisedir ve hülâsa olarak şöyledir: Necrân Hristiyanlarından bir grup Hz. Peygamber'le tartışmak üzere Medîne-i Münevvere'ye gelir. Boyunlarında haçlar asılıdır. Allah Rasûlü mescide girmelerine izin verir ve onları hoş karşılar. İbadet etmek için Hz. Peygamber'den izin isterler ve izin verir. Doğuya, Beytu'lMakdis istikametine dönerek ibadet ederler ve Hz. Peygamber'le tartışmaya başlarlar: - Niçin Bizim sahibimizle ilgili kötü sözler söylüyorsun? - Onunla ilgili ne söylüyorum? - Onun kul olduğunu söylüyorsun. Mayıs 2010 - Bu kötü söz müdür? O tabii ki Allah'ın kuludur. - Bu nasıl olur? Hâlbuki o, ölüleri diriltiyor, dilsizleri, körleri ve abraşları iyileştiriyordu. Bunun üzerine heyettekilerden kimisi Hz. İsâ'nın Allah olduğunu, bazıları da "üçün üçüncüsü" olduğunu söyleyince Hz. Peygamber (s.a.v): - Siz bilmiyor musunuz ki, Rabbimiz diridir, İsâ ise ölümlüdür? - Evet biliyoruz - Peki bütün çocukların babasına benzediğini bilmiyor musunuz? - Evet biliyoruz. - Peki bilmiyor musunuz ki, yerde ve gökte olan hiçbir şey Allah Teâlâ'ya gizli kalmaz. İsâ ise sadece Allah'ın kendisine bildirdiği şeyleri bilebilir? - Hayır. - Bilmez misiniz ki, Rabbimiz yemez, içmez ve def-i hâcet eylemez. İsâ ise yer içer ve bütün insanlar gibi def-i hâcet eylerdi? - Evet biliyoruz. - Öyleyse nasıl olur da İsâ iddia ettiğiniz gibi ilâh ya da ilâh'ın oğlu olabilir? Necrân heyeti bu son soru karşısında susmuş ve yüz çevirerek inkâra sapmıştı. Bunun üzerine Hz. Peygamber onları mübâheleye (lanetleşmeye) çağırmıştı. Ancak onlar korkmuşlar ve mübâheleden kaçınmışlardı. Bu hâdise üzerine Allah Teâlâ Âl-i İmrân sûresinin şu âyetlerini indirdi: "Elif, Lâm, Mîm. Allah o İlahtır ki Kendinden başka tanrı yoktur. Hay O’dur, kayyûm O’dur… Allah nezdinde İsa'nın durumu, Âdem'in durumu gibidir. Allah onu topraktan yarattı. Sonra ona «Ol!» dedi ve oluverdi. Gerçek, Rabbinden gelendir. Öyle ise şüphecilerden olma. Artık sana bu ilim geldikten sonra, kim seninle Îsâ hakkında tartışmaya girerse de ki: «Haydi gelin oğullarımızı ve oğullarınızı, hanımlarımızı ve hanımlarınızı ve bizzat kendimizi ve kendinizi çağırıp, sonra da gönülden Allah’a yalvaralım da bu konuda kim yalancı ise Allah’ın lânetinin onların üzerine inmesini dileyelim.»" Mayıs 2010 Allah Rasûlü Necrân Hristiyanlarını mübâheleye çağırmıştı. Davetin hikmetli üslubu böyledir. Yoksa sayın Profesör, mesela Papa boynunda haçıyla, Şeyhu'l-İslâm'a gelse, Şeyhu'l-İslâm kendisine, "Çık dışarı ey kâfir! Boynundaki haçı çıkarıp İslâm'a girmedikçe seninle tartışmam" demesini mi beklemektedir? Bu Hz. Peygamber'in yapmadığı bir şey olup aynı zamanda insan aklının ve hikmetin gereği bir davranış da değildir. Ancak (yukarıda geçen) bu hâdiseden Hz. Peygamber'in onların batıl inancını onayladığına dair bir sonuç kesinlikle çıkmaz. Sonuç olarak değerli dostumuz Profesör Dr. Süleyman Ateş'ten, Allah'a iman etmeyip küfre sapanlara karşı rahmet konusunda ifrata düşmemesini diliyoruz. Zira kendileri Allah'ın kulları üzerinde Allah'tan daha merhametli olamaz. Eğer Allah, onların hak din olan İslâmâ girmemeleri durumunda cehenneme gireceğine hükmetmişse bir Âdemoğlunun kalkıp Allah'a muhalefet ederek "kesinlikle cennete girmeliler" demesi mümkün olmadığı gibi gücü dâhilinde de değildir. İnsanların en çok zararda olanı Allah'ın dininden yüz çevirerek dinini dünya ile değiştirendir. ....................................................................................... (*) "Cennet Kimsenin Tekelinde Değildir", İslamî Araştırmalar, Yıl 1989, Cilt III, sayı 1. 55 Muhabbet Bahçesi ÜÇ SUAL ÜÇ CEVAP ÜÇ MESELE Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmi’ye felsefecilerden bir grup geldi. Suâl sormak istediklerini bildirdiler. Mevlânâ hazretleri bunları Şems-i Tebrîzî’ye havâle etti. Bunun üzerine onun yanına gittiler. Şems-i Tebrîzî hazretleri mescidde, talebelere bir kerpiçle teyemmüm nasıl yapılacağını gösteriyordu. Gelen felsefeciler üç suâl sormak istediklerini belirttiler, Şems-i Tebrîzî; - "Sorun!" buyurdu. İçlerinden birini başkan seçtiler. Hepsinin adına o soracaktı. Sormaya başladı - Allah var dersiniz, ama görünmez, göster de inanalım." Şems-i Tebrîzî hazretleri; - "Öbür sorunu da sor!" buyurdu. O; - "Şeytanın ateşten yaratıldığını söylersiniz, sonra da ateşle ona azâb edilecek dersiniz hiç ateş ateşe azâb eder mi?" dedi. Şems-i Tebrîzî; - "Peki öbürünü de sor!" buyurdu. O; - "Âhirette herkes hakkını alacak, yaptıklarının cezâsını çekecek diyorsunuz. Bırakın insanları canları ne istiyorsa yapsınlar, karışmayın!" dedi. Bunun üzerine Şems-i Tebrîzî, elindeki kuru kerpici adamın başına vurdu. Soru sormaya gelen felsefeci, derhâl zamânın kâdısına gidip, dâvâcı oldu. Ve; - "Ben, soru sordum, o başıma kerpiç vurdu." dedi. Şems-i Tebrîzî; - "Ben de sâdece cevap verdim." buyurdu. Kâdı bu işin açıklamasını istedi. Şems-i Tebrîzî şöyle anlattı: - "Efendim, bana Allahü teâlâyı göster de inanayım, dedi. Şimdi bu felsefeci, başının ağrısını göstersin de görelim." O kimse şaşırarak; - "Ağrıyor ama gösteremem." dedi. Şems-i Tebrîzî; - "İşte Allahü teâlâ da vardır, fakat görünmez. Yine bana, şeytana ateşle nasıl azâb edileceğini sordu. Ben buna toprakla vurdum. Toprak onun başını acıttı. Hâlbuki kendi bedeni de topraktan yaratıldı. Yine bana; - "Bırakın herkesin canı ne isterse onu yapsın. Bundan dolayı bir hak olmaz." dedi. Benim canım onun başına kerpici vurmak istedi ve vurdum. Niçin hakkını arıyor? Aramasa ya! Bu dünyâda küçük bir mesele için hak aranırsa, o sonsuz olan âhiret hayâtında niçin hak aranmasın?" buyurdu. Felsefeci, bu güzel cevaplar karşısında mahcûb olup, söz söyleyemez hâle düştü. İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleri rh.a., hac için yola çıkıp Medine\"ye ulaştığında karşılaştığı Seyyid Muhammed Bâkır Hazretleriyle arasında şöyle bir konuşma geçer. Seyyid Muhammed Bâkır: 56 - Sen kendi aklınca kıyas yaparak, Peygamber dedemin dinini ve hadislerini değiştiriyorsun, der. - Böyle bir şey yapmaktan Allah\"a sığınırım efendim. Lütfen oturunuz. Rasulullah\"a olduğu gibi benim size de hürmetim var, der İmam-ı Azam. Seyyid Muhammed Bâkır\"a yer gösterir. Her ikisi de yerini aldıktan sonra Ebu Hanife Hazretleri söze başlar: Üç mesele soracağım. Birincisi şu: Erkek mi daha güçsüz kadın mı? - Kadın erkekten güçsüzdür. - Mirasta adamın payı kaç, kadının kaçtır? - Erkeğin mirastaki payı iki, kadının birdir. - İşte bu ceddin Peygamber s.a.v.’in sözüdür. Eğer onun dinini değiştirmiş olsam, benim akıl ve kıyas yoluyla, kadın daha zayıf olduğu için ona iki pay, erkeğe bir pay düşer derdim. Ebu Hanife Hazretleri tekrar sorar: - Namaz mı daha üstün, oruç mu? - Namaz oruçtan üstündür. - İşte bu da deden Rasulullah’ın sözüdür. Eğer ceddinin dinini akıl ve kıyasla değiştirmiş olsaydım, âdet halindeki kadının kılamadığı namazları kaza et mesini, orucu kaza etmemesini emrederdim. Ebu Hanife Hazretleri üçüncü soruyu sorar: - Sidik mi daha pis, meni mi? - Sidik meniden pistir. - Eğer deden Peygamber s.a.v.’in dinini kıyasla değiştirmiş olsaydım, sidikten dolayı gusletmek gerektiğini ve meniden dolayı da sadece abdest almak gerektiğini söylerdim. Fakat akıl ve kıyasla bu dini değiştirmekten Allah’a sığınırım. Seyyid Muhammed Bâkır Hazretleri yerinden kalkar ve Ebu Hanife’yi kucaklar. Tebrik edip ona ikramda bulunur. Mayıs 2010 Yusuf ELİBOL SODOM VE GOMORE Hz Lût (a.s), Arap yarımadasını puta tapıcılıktan alıkoymak, ortaksız ve tek bir Allah’ı tanıtmaya çağıran ve bu mukaddes yolda büyük başarılar kazanan Hz. İbrahim’in amcasının oğludur. Ömrü ve peygamberliği bugün Ürdün devletinin sınırları içinde bulunan Lût gölü çevresinde geçmiştir. Günümüzde tuzlu suların doldurduğu orta büyüklükte olan su saha, eskiden toprakları oldukça verimli bir vadi idi ve o günün önemli şehirlerini sinesinde barındırıyordu. Bu şehirlerin ikisinin adını bugün de biliyor ve yapılan ilmi kazılar sonunda izlerine rastlıyoruz. Şehirler; Şezum (Sodom) ve Omore (Gomore) şehirleridir. Hz. Lût (a.s) Şezum şehrinde oturuyordu. Şimdi size bu çevrenin ve bu çevrede dosdoğru Allah yolunun sözcülüğünü ve yılmaz mücadelesini yapan Hz. Lût’un son günlerine ait bir hikayeyi kısaca anlatacağız... İnsanoğlu, yolun doğrusundan bir kere çıkmaya görsün; düşmeyeceği sapıklık ve yuvarlanmayacağı uçurum yoktur. Hz. Adem’in oğlu Kabil’e yeryüzünün ilk cinayetini, üstelik öz kardeşinin canına kıydırmak suretiyle işleten şehvet hırsı, Hz. Lût’un kavmini büsbütün başka ve yüz kızartıcı bir ahlak düşkünlüğüne sürüklemiştir. Bu sonsuz kavim erkek erkeğe cinsi birleşmeyi (livata) vazgeçilmez, sapıkça bir huy haline getirmişlerdi. Hz. Lût’un dosdoğru yolu temsil eden bir Allah resulü sıfatıyla durmak ve yorulmak bilmez bir gayret göstererek yaptığı bütün ikazlar ve verdiği bütün acı-tatlı öğütler bu ahlak düşkünlerine zerrece bir tesir etmiyordu. Nihayet her şeyi daha başından bilen Ulu Allah’ın kesin ve değişmez hükmünün günü geldi. Hz. Lût’un sapık kavmi, Allah’ın başlarına vereceği karşı durulmaz bir fela- Mayıs 2010 ketle, toptan mahvolacak ve yokluğun karanlıklarına gömülecekti. Ulu Allah (c.c) bu kesin kararını bildirmek ve kendisine inanmış birkaç yakını ile birlikte, son günlerini yaşayan günahkar şehirden ayrılmasını söylemek üzere Hz. Lût’a günün birinde üç tane melek göndermişti. Melekler; genç ve yakışıklı erkek kılığına girerek yeryüzüne inmişlerdi. Şezum (Sodom) şehrine vardıklarında doğruca Hz. Lût’un evine yöneldiler. Şehvet sapıkları şehre üç tane genç ve yakışıklı delikanlının geldiğini duyunca bir anda yollara dökülerek gelenleri görmek istediler. Meleklerin geçtiği yolun hir iki yanı, ahlak düşükleri tarafından doldurulmuştu. Tap taze erkek kılığına girmiş meleklere bakarken hepsi şehvet kururganlıkları içinde kıvranıyor; ağızlarından salyalar akıyordu. Azgın kalabalığın arasında yollarına devam eden melekler, Peygamber Lût’un evine vardılar. Kudurmuş ahlaksızların hiçbirisi, ele geçirip azgın şehvetlerini bir anlığına tatmin edebilmek için arkalarından kıvrandıkları gençlerin, şehirlerini ve çevrelerini toptan yok etmeyi kararlaştıran Allah’ın emri ile birlikte gelmiş melekler olduğunu bilmiyor ve düşünmüyorlardı. Melekler Lût’un evine varınca önce kim olduklarını söylemediler. Arkalarına takılan kalabalık evin kapısına dayanmıştı. Anlaşılmaz sözlerle bağırışıyorlar ve Hz. Lût’un evine aldığı genç delikanlıları ellerine vermesini istiyorlardı. Hz. Lût (a.s) gelen misafirlerinden utanıyordu ve kapıda bağrışan kalabalığın azgın hırslarından endişe ediyordu. Bir ara evinin kapısına çıktı; kudurmuş kalabalığa dündü "ey azgınlar, soysuzlar, gelenler benim olduğu kadar kendinize de aziz misafirlerdir; yani hepinizin misafirleridir. Bu kadar da mı insanlığınızı unuttunuz? Bir parça olsun kendinize geliniz." diye söze başladı. Kalabalıktan homurtulu gülüşmelerin geldiğini duyunca "size iki tane genç ve güzel kızımı vereyim. Gözlerinizi bürüyen şehvetinizi onlarla tatmin edin de tek beni misafirlerim karşısında rezil etmekten vazgeçerek buradan uzaklaşın" diye teklifte bulundu. Fakat kendinden geçmiş kalabalık hiçbir söz dinlememekte ve hiçbir teklife yanaşmamaktadır. Evin kapılarını arka arkaya zorluyor ve içerdeki gençleri istiyorlardı. Ağlamaklı bir çehre ile içeriye dönen Hz. Lût’a kapıdakilerin ısrarla istediği genç misafirler; melek olduklarını, Allah’ın emri üzerine geldiklerini bildirdiler ve dediler ki; "Allah’ın emri artık kesindir. Yıllardan beri söz dinletemediğin bu beyinsiz halkın artık sonu gelmiştir. Birkaç saat sonra topuna gökten ateş ve ölüm yağacak ve şehirleri ile birlikte yokluğa kavuşacaklardır. Onların başlarına gelmek üzere olan bu felaket, ısrarla Allah’ın emirlerine karşı gelenlere ve Peygamberler’in verdiği öğütlerine arka dönen sapıklara bütün devirler boyunca ibret dersi olacaktır. Allah’ın sana emri böyledir: Gece olunca sana inananları ve yakınlarını alacak ve ölüm kokan şu lanetlik şehirden habersizce uzaklaşacak ve şu sapık halkı lanetlik akibetleri ile baş başa bırakacaksın. Sana bunları söyleme geldik." Allah’ın emri üzere Hz. Lût (a.s) ile inanmış yakınları meleklerin dediklerine uyarak Sodam ve Gomere’yi o gece yarısı, sezdirmeden terkettiler. Sabahın ilk ışıkları ile birlikte lanetlik şehirlere ve sapık halkına gökyüzünden görülmemiş bir Allah gazabı boşalmaya başlamıştı. Ahlaksız soysuzlar neye uğradıklarını anlayamadılar. Yüce Allah (c.c.) ulu sabrını iyice kötüye kullanarak günden güne daha da azgınlaşanlara yakıcı kükürt alevleri ile taşlar yağdırıyordu. Bir kaç saniyelik afet ve ölüm saçan bir yağmur sonunda, halkın yekünü ile birlikte bütün şehirlerini ilerdeki insanlığın gözleri önüne bir ibret dersinin örneği olmak üzere harabeye çevirmiş ve yerle bir etmişti. 57 PEYGAMBER LER…(9) zaman bu kitaplarda ilmi araştırma yapana düşen, sağlam bir ölçü ortaya koymak, ihtilaf ve ittifak edilen hususları okuyucuya arz etmek, bu mikyasa uyanları kabul etmek. Diğerleri eğer araştırma yapılır cinsindense araştırma konusu yapmak gerekir” (Hayatı Muhammed, Heykel Paşa S.48,49) O Osman KARABULUTOĞLU ‘İslam devletlerinde siyasi ve siyasi olmayan çığırtkanlıklar ortaya çıktıktan sonra olaylara kılıf hazırlamak için aslı faslı olmayan rivayetler, uydurma hadisler bu hadiselerin ifşasının tuzu biberi oldu.’ 58 ‘Selefin bu kitaplarda yazdıklarını araştırmak, ilmi ve ince bir elekten geçirmenin sebeplerinden biri de bu kitapların en eskisi Nebi’nin (S.A.) vefatından yüz yıl veya daha ziyade zaman dilimi içerisinde yazılmış olmasıdır.’ ‘İslam devletlerinde siyasi ve siyasi olmayan çığırtkanlıklar ortaya çıktıktan sonra olaylara kılıf hazırlamak için aslı faslı olmayan rivayetler, uydurma hadisler bu hadiselerin ifşasının tuzu biberi oldu.’ ‘O zaman, bu sıkıntılı, karışık ve ızdıraplı günlerde, yani sonra yazılanlar hususunda sizin aklınıza ne gelir? İşte bu siyasi münakaşalar, hadis toplayanların münakaşasına sebep olmuş ve onlar kalp gördüklerini reddetmiş araştırma sonrası o rivayetlerden sahih olduğuna inandıklarını ise bir araya getirmişlerdir.’ Mayıs 2010 ‘Konuyla alakalı olarak imam Buhari’nın büyük meşakkatlerle, muhtelif İslam devletlerini tarayıp araştırarak hadis toplaması sanırım sana kifayet eder, yine o bu meşakkatli araştırmasından sonra altıyüzbine ulaşan hadisin dörtbinden fazlasını sahih bulmaması manidardır sanırım. İmamın bu tavrının manası şudur: O,150000 hadisten sadece birini sahih bulmuş.’ ‘Ebu Davut ise dercettiği beşyüzbin hadisten, dörtbinsekizyüzünü sahih bulmuş, diğer hadis toplayanların durumu da bundan farklı değil.’ ‘Kaldı ki bu imamlar nezdinde sahih addedilen birçok hadis, araştırmalar neticesi ulama indinde tartışma konusu olmuş ve birçoğu reddedilmiştir. Çok büyük gayretlerle bir araya toplanan hadisin konumu bu olursa sonradan yazılan tarih hususunda yazılanların durumu nice olur? İlmi araştırma yapılmadan bunları almak nasıl doğru olur?’ (Hayatı Muhammed Heykel Paşa) Bende diyorum ki: Hadisi Nebevinin araştırılması, güvenilir olanının olmayanından ayırt edilmesi, bu hususta en uygun yolu seçiş zor olsa da hiçbir kişi veya topluluk için, geçmiş ulamanın sırf rızai ilahiyi gözeterek, bu araştırmanın hakkını vererek, gereğini yerine getirerek, yaptığı tetkik gibi bir tetkiki yapmak mümkün değildir; hele özellikle son asırlarda maddi olandan gayrisini gözü görmeyenler için ise hiç mümkün değildir. Burada ikinci kez M‘ari’nin sözünü yazalım: Nasın korkusu sadece Allah’tandır; Tenkitçinin elinde tenkit ziyadeleşince. Eğer ben meselenin ehemmiyetini dikkate alarak ve yine ilimde alem olmuş o ulumanın hadis tenkidi ve seçimi hususunda gösterdikleri azami gayreti şerh etmeye kalksam, hadis kitapları ve onların şerhi ve t‘alikatı hacminde kitaplar yazmam gerekir. O kitaplar ki, gerek şarkiyatçı ve gerekse İslami kitapların deveranı hadis tetkikleri ile doludur. Çünkü hadis kitaplarının hepsi tenkit ve seçişten ibarettir. Heykel Paşanın bizatihi söyledikleri zaten yeter der artar bile o ne diyor: ‘Sadece İmam Buhari topladığı altıyüzbin hadisten dörtbinini seçmiş, Sahihi Buhariye yazmış, Ebu Davut sünenine, derlediği beşyüzbin hadisten sadece dörtbinsekizyüzünü almış.’ Şimdi soruyorum: Hangi büyük azimkâr altıyüzbin hadis derleyecek, onlardan eleyip dörtbinini seçecek! Ve yine hangi gayretkeş beşyüzbin hadis toplayacak, onları ince elekten geçirip yaklaşık beşbinini seçecek! Var mı bugün böyle bir babayiğit? İşte yukarıda anılan bu büyük hadis âlimlerinin, ahadisi nebeviyi seçişteki, büyük azmi, gayreti insan aklını hayrete düşürüyor. Öyle ki: Heykel Paşa övünülmesi gereken bu hususu, insanların kalplerinde hadis kitaplarına karşı onların güvenini sarsmak için kullanıyor. Ayrıca öyle bir takdim ediyor ki, sanki İmam Buhari ve Ebu Davut’un bu tetkik ve konuyu mevsuk hale getirişlerindeki örnek davranışları art niyetli gibi gösteriliyor. İnsan konuyu tersyüz edip hadis kitaplarının güvenilirliği aleyhine kullanma hususunda Allah’tan korkar. Sayın Heykel anılan bu iki imamın hadis toplayışındaki metodunu tefsirde cidden uygun olmayan bir yorum yapıyor. Örneğin diyor ki: ‘ …. Bu söylenenlerden anlaşılıyor ki, mezkûr imamların indin de toplanan 150 hadisten sadece biri sahih bulunmuş.’ (Devam edecek) Mayıs 2010 59 ŞİMDİ TAM ZAMANIDIR imdi tam zamanıdır yeni bir şeylere başlamanın ya da vicdan aynamızı avuçlarımızda tutmanın… Mesela uzun süredir kırgın olduğumuz eski bir dostun eskimeyen sesine “merhaba” demenin, sesinde eskimenin tam zamanıdır… Dostta gerçek dostu bulmanın. Ya da dostu olduklarımızın gerçek dosta ulaşmasına vesile olmanın tam zamanıdır… Evet, şimdi tam zamanıdır; Ş Ayşe BAĞCİVAN Kırgını olduğumuz bir sese “merhaba” demenin… Mademki kul fani bu dünyada baki değil ve madem faniye yapılan her tür iyilik bizi Baki olana götürecek o halde ruhumuzu da Baki de bakileştirmenin zamanıdır… Ahmed-er Rufai olup tevekkül elbisesini giymenin zamanıdır şimdi… İstemenin tam zamanıdır mesela... Maddeyi reddedip manada soyutlaşmanın, ilahi aşka teslim olmanın tam zamanıdır. Aşkı hücrelerimize kadar içimize çekmenin, aşkı solumanın, Yudum yudum, nefes nefes Hakkı zikretmenin, aşkının sarhoşu olmanın tam zamandır… Yunus olup diyar diyar Hakk’ı aramanın, tecelli ettiği güzelliklerde Hakk’ı düşünmenin tam zamanıdır. Yunus nidasıyla : 60 Mayıs 2010 “Aşkın aldı benden beni Bana seni gerek seni Ben yanarım dünü günü Bana seni gerek seni “ Diyerek Hak’tan aşkını dilenmenin... Cennetten ve cennettin nimetlerinden de geçip: “Cennet cennet dedikleri Birkaç köşkle birkaç huri İsteyene ver onları Bana seni gerek seni…” Demenin sadece hakkın aşkını dilemenin zamanıdır… Zamanıdır şimdi ruhu Hakk’ın aşkına kavuşturmanın. Ruhu arındırıp kirlerinden Hakk’ın huzurunda Hak’la yanmanın tam zamanıdır… Mahmud Hudai olup mevkiyi makamı bırakıp yalnız O’na gönül bağlamanın zamanıdır şimdi… Makamdan geçip aşkın sırrına ermenin, adını kalpte titretmenin zamanıdır şimdi. Gözyaşlarını Yaratan için akıtmanın kalbe adını işlemenin bu adla inlemenin zamanıdır şimdi… Evet, Mahmud Hudai olmalı çıkarıp sırttan dünyanın şaşalı kürkünü, giymeli her nakşı aşk olan hırkayı. Bürünmeli garip bir sessizliğe, dalmalı aşkın sesine… Zamanıdır şimdi bir rüzgâr olmanın bir kuru yaprak olmanın… Rüzgâr olup esmeli aşk adına. Kuru bir yaprak olup bırakmalı kendini aşkın rüzgârına… Ahmed-er Rufai olup tevekkül elbisesini giymenin zamanıdır şimdi… Aşkın kanatlarıyla sonsuzluklara uçmanın, kalbi yaratanın aşkına boyamanın zamanıdır… Ahmed-er Rufai olup dili zikir örtüsüne örtmenin zamanıdır şimdi. Her görünen güzelliğin zahirinde Yaratanı görmenin gözleri güzelliğinin sırrına erdirmenin zamanıdır şimdi. Beşerlikten sıyrılıp aklın ve hayalin erişemeyeceği nurlara akmanın, zamandan ve mekândan geçerek her adı aşk olan denize akmanın zamanıdır şimdi… Ahmed-er Rufai olup peygamber şefkatine bürünmenin kendini incitenleri bile Yaratan için sevmenin zamanıdır şimdi… Seherlerde aşkın sarhoşluğuyla secdeye kapanmanın elleri semaya kaldırıp aşk ile yalvarmanın zamanıdır şimdi… Kâinatın gözlerini kapadığı bir saatte aşk ile gözleri yalnız O’nun için açmanın aşkı ile sızlanmanın zamanıdır şimdi… Süleyman Hilmi Tunahan olup Yaratanın aşkı ile kuranın sırrına ermenin, Kelamıyla konuşmanın zamanıdır şimdi. Bediüzzaman Said Nursi olup hakkın davasına benliği adamanın. Hakkın yarattığı bedeni davası için yine hakka sunmanın zamanıdır şimdi… Mehmet Emin Tokadi olup divit kalemi aşkla tutup Hakkın adını yazmanın, adım adım manaya yürümenin zamanıdır şimdi… Şimdi tam zamanıdır Yunus Emre olmanın, Mahmud Hudai olmanın. Ahmed-er Rufai olmanın, Süleyman Hilmi Tunahan olmanın, Bediüzzaman Said Nursi olmanın, Mehmet Emin Tokadi olmanın. Onların sevgisiyle sevgimizi Hakka sunmanın… Varlık sahasından kaçıp yokluk sahasına teslim olmanın. Ahmed-er Rufai olup peygamber şefkatine bürünmenin kendini incitenleri bile Yaratan için sevmenin zamanıdır şimdi… Şimdi tam zamanıdır erenlerle ermenin, Yaratanın aşkını âşıklarının aşkıyla istemenin âşıklarının hallerine ermenin… Şimdi tam zamanıdır Mayıs 2010 61 Özgürlüğün Tutsaklarına Özgürlük! u söylediğimiz ve halen söylemekte olduğumuz bir gerçektir. Özgürlüğü, özgürlük güneşinin tadını çıkarmayı, evlerimizde, çocuklarımız ve torunlarımızın yanında olmayı, onları sarıp sarmalamayı, oynamayı, gülmeyi, dudaklarının üzerine gülücükler bırakmayı, yanaklarındaki gözyaşlarını silmeyi, gözlerini mutlulukla sürmelemeyi, ana babalarımızla sohbet etmeyi, sabah öğle akşam onlarla sofra başına oturmayı, onlarla el sıkışmayı, sarılmayı, şakalaşmayı, anılarını, öğütlerini dinlemeyi, eşlerimizle bayram mutluluğunu ve her sene çocuklarımızın eğitim yolculuğuna katılma mutluluğunu yaşamayı istiyoruz. Onların anaokulu seviyesinden başlayarak okuldan eve evden de bahçelerimize, sebzeliklerimize ve su arklarımıza gittiklerini görme mutluluğunu yaşamak istiyoruz. B Şeyh Raid SALAH İsrail zulmüyle olan mücadelemiz hakkın batılla olan kavgasından başka bir şey değildir. Hakkın batıla galip gelmesi Allah’ın değişmez, ebedi sünnetlerinden biri olduğu için hakkımız İsrail batılını yenecek, adaletimiz İsrail zulmünü, direnişimiz İsrail hapishanelerini yenecek. 62 Hapishanelerden, hapishane parmaklıklarından, zindanlardan, zincirlerden de nefret ediyoruz. Ama hapishaneden, parmaklıklarından, zindanlarından ve zincirlerinden korkmuyoruz. Hapsedilmekle değerlerimiz, Kudüs’ümüz ve Aksa’mızdan taviz verme arasında seçim yapmak zorunda kalsaydık mutlulukla "merhaba haMayıs 2010 pishaneler, parmaklıklar, zindanlar ve merhaba zincirler! En ufak değerimizden, Kudüs’ümüzün bir tek taşından, Aksa’mızın bir karış toprağından taviz vermeyeceğiz" derdik. Bizler annelerimizin hür doğurduğu bir milletiz, bizi köleleştirebileceğini zanneden olmadı, hür doğduk, hür yaşarız ve hür öleceğiz. Bu nedenle İsrail bilmelidir ki, hapishanelere sahip olabilir bizi hapsedebilir ama irademizi zincire vuramaz. İrademiz bütün İsrail hapishanelerinden, parmaklıklarından, zindanlarından ve zincirlerinden daha güçlü kalacaktır. İsrail bizi takip edebilir, işkence edebilir, bizi gözetleyebilir ama bizi korkutamayacak, şevkimizi kıramayacak, kararlılığımıza karşı duramayacak, emelimizi boşa çıkaramayacak, hakkımızı elimizden alamayacak ve hedefimize ulaşmamıza engel olamayacak. İsrail zulmüyle olan mücadelemiz hakkın batılla olan kavgasından başka bir şey değildir. Hakkın batıla galip gelmesi Allah’ın değişmez, ebedi sünnetlerinden biri olduğu için hakkımız İsrail batılını yenecek, adaletimiz İsrail zulmünü, direnişimiz İsrail hapishanelerini yenecek. Her evde bir erkek kalacak, bu adam güçlüdür ama hapishanede daha güçlü olur, temizdir orada daha temiz olur, saftır orada daha saf olur, gururludur hapishanede daha gururlu olur. O işkence görüyor, acı çekiyor ama o hapishaneden önce, orada olduğu sürede ve sonrasında İsrail’in işkencesine, azabına ve eziyetine galip gelecektir. Zikrettiğim bu müjde verici kanaate canlı bir örnek vermek için –ki siyasi esirlerin dosyası bunlarla doludur- halen demir parmaklıklar ardında bulunan siyasi tutuklu Muhammed Ali İbrahim’den kısaca bahsedeceğim. Onu 14.9.2007 tarihinde yazmış olduğu bir mektup yardımıyla anlatacağım. Mektubun girişinde şöyle diyor: 1968 yılı aralık ayıydı daha 17 yaşına girmemiştim. Bir Yahudi meslek lisesinde okuyordum. Okuldaki atmosfer özellikle de 67 savaşından ve Arap ordularının yenilmesinden sonra Araplara karşı ırkçılık ve nefretle doluydu. O zaman bunun sebebinin işgal olduğuna inanmıştım. İşgale karşı arkadaşımla birlikte yazılı yayın hazırladık. Yakalandık, bizi tutukladılar ve sorguladılar. Arkadaşım suçunu itiraf etti ve beni de ele verdi. Onu bir süre tutuklu sakladılar onlar için casusluk yapmayı kabul etmesinden sonra onu serbest bıraktılar. Soruşturma esnasında bana bunu itiraf etti. Ama ben aşağılanmayı ve onların kuklası olmayı şiddetle reddettim. İstihbaratta çalışanlar beni en şiddetli cezaya çarptırmakla tehdit etti. O dönem kanununa göre verilebilecek en yüksek ceza suçuma göre 6 aydı. Ama Hayfa’daki mahkemede beni yargıladıklarında yaşım 17 olmamış olmasına rağmen 2 sene hüküm yedim. Ebu Basil 2 seneyi hapiste geçirdikten sonra özgürlük güneşini gördü ancak İsrail istihbarat teşkilatı tarafından sürekli gözetim altında tutuldu ve takip edildi. Mektubunda şöyle diyor: "Bana karşı yapılan takibat ve provokasyon çalışmaları devam etti. Soruşturma için sürekli olarak çağrıldım, daha sonra da Doğu Kudüs ve Golan Tepeleri de dâhil olmak üzere 1697’de işgal edilen topraklara girişimi engellediler." Bu baskıya rağmen Ebu Basil sarsılmaz bilinçli bir bakışla sözüne sadık kaldı. O dönem ekmeğini kazanmak için Hayfa’ya gitti. Orada merhum mücahit Davut Türkî ile tanıştı. Basil o Mayıs 2010 63 dönem Türkî’nin başında olduğu gizli örgüte katılmamış olmasına rağmen İsrail istihbaratı –örgütün elemanlarını tutukladıktan sonra- Türkî’nin verdiği ifadede sadece adı geçti diye kendisini ikinci defa hapiste buldu. Mektupta bunu şöyle anlatıyor: "1972’nin sonlarında polis, istihbarat ve ordudan oluşan büyük bir kuvvet geldi. Tepeden tırnağa kadar silahlıydılar. Barbar bir şekilde eve girdiler ve sözde silahları aramaya başladılar. Beni iğrenç taş zindanlara koydular, soruşturma esnasında onlarla yardımlaşma teklifinde bulundular, tekliflerini sert bir şekilde reddettim. Bunun üzerine beni 6-8 yıl hapis cezasıyla tehdit ettiler. Onlara buna karar verecek olanın onlar değil mahkeme olduğunu söyledim. İstihbarattan biri beni sorgu odasının dışına çıkardı ve yukarı bakmamı istedi sonra da "üstümüzde ne var?" diye sordu. "Gökyüzü var" dedim. Bana "biz istihbaratçılar senin ölünceye dek gökyüzünü görmene engel olabiliriz, biz kanunuz, hâkimiz, her şeyiz" dedi. Bu adamın kanunu, hâkimi ve mahkemeyi avucunun içine aldığından emin olduğu görünüyordu. Bu nedenle Hayfa’daki yerel mahkeme Ebu Basil’i 6 yıl hapse mahkûm etti. Hüküm süresini doldurmaya başlayınca bu süre fiili olarak 2 yıla uygulamanın durdurulmasıyla da 3 yıla indirildi. Böylece Ebu Basil ikinci defa Ramle ve Damon Hapishanesinde 2 yıl hapis yatmış oldu. de ona "istediğini yap, kendime ve halkıma ihanet etmektense ölmeyi yeğlerim dedim. Kızdı ve tehditler savururken hızlıca odadan çıkarılmamı" istedi. Tahmin edileceği gibi Ebu Basil’in üçte birlik dönemi kısaltılmadı. 2 sene hapiste kaldıktan sonra özgürlüğüne kavuştu. Ancak takip ve baskı silsilesi daha sonra da peşini bırakmadı. Mektupta şöyle deniyor: "1977 senesinin başında Ülkenin Evlatları Hareketinin bir şubesini kurdum. Casusları aracılığıyla aleyhimde ucuz propagandalar yaymaya başladılar, benim casus olduğumu iddia ettiler ve bana eşlik eden herkesi baskıyla tehdit ettiler. Benimle olan çok sayıda genç soruşturmaya alındı, aşağılandı ve işkence gördü. Bu konudaki liste uzundur." Ebu Basil bu çirkin yöntemlerden etkilenmediği için bazı istihbarat servisleri onu tuzağa düşürüp sonra da uzun süreliğine hapse atmak için peşine casus taktılar. Örnek olarak Ebu Basil mektubunda şuna yer veriyor: "Bir defasında yanımdaki bir müteahhidin işini kullanmaya çalıştılar. Bu bir alüminyum müteahhidiydi. Yaptığı iş karşılığında ödemem gereken ücretten benim lehime vazgeç- Basil, komite vaktinin yaklaşmasını mektubunda şöyle anlatıyor: "Bölgemizden sorumlu iki istihbarat çalışanı geldi ve bunlardan biri beni kendi saflarına katma amacıyla uzun uzun konuştu ve üçte birlik dönemi kısaltmama imasında bulundu. Bu aptalca sözleriyle alay ederek teklifini kesin bir şekilde reddettim. Bana yurt dışındaki üniversitelerde eğitim masraflarımı karşılama karşılığında vatandaşlığımdan feragat etmem ve bu ülkeden bir daha dönmemek üzere çıkmam için bir belge imzalamayı teklif etti. Ona "bu ülkeden sen çık" dedim. Öfkelendi, sandalyesinden kalktı ve eliyle duvara vurdu ve benim de "duvar gibi kalın kafalı olduğumu, hapisten çıktıktan sonra da peşimi bırakmayacaklarını, işimde bana baskı uygulayacaklarını, rızkımı elimden alacaklarını" söyledi. Ben 64 Mayıs 2010 mesi için onu ikna ettiler. Beni tuzağa düşürmesi karşılığında da ona benden alacağından daha fazlasını ödeyeceklerini söylediler." Ama bu kişi ilk adımı atıp ona borç verdikten sonra hiçbir şeyden haberi olmadığına dikkat etti ve Ebu Basil’e istihbarat servisinin onu tuzağa düşürmek için kullandığını itiraf etti. Basil başka bir örnek anlatıyor: "İstihbarat teşkilatı Ülkenin Evlatları Hareketinin bayan üyelerinden birini sorguya aldı ve ondan beni tuzağa düşürmesini istedi. Bu kız istihbarat teşkilatında başına gelenleri bana açıkça anlattı ve yaptığını ifşa etmemem, onlar tarafından aşağılanmamak ve bunun üniversite eğitimine zarar vermemesi için bana ricada bulundu." Üçüncü örnekse şöyle: "İlk intifada yıllarında istihbarat bir gece yanlarında bir kızla bir grup genci bana yolladı. Bu gençler intifada için çalıştıklarını ve benimde yardım komitelerinde olduğumu duyduklarını iddia ettiler. Amaçlarını ve onları kimin yolladığını anladıktan sonra onları kovdum." Dördüncü örnek: "Halk Cephesi adına yazılı yayın dağıtımı ve ayaklanma çalışmaları yapılıyordu. Bu faaliyetlerin arkasında benim ve karımın olduğu haberleri yayılmaya başladı. Karakolda sorguya çekmek için beni çağırdılar. Ümitleri boşa çıktıktan sonra beni serbest bıraktılar. Bir süre sonra bu faaliyetlerin arkasındaki grubu tutukladılar. Bu grupla yapılan soruşturma esnasında Shin Bet görevlileri onlara benim bu işte parmağım olduğunu itiraf etmeleri için baskı yaptı. Bunun sebebi beni hapse atmaktı. Ama bu gruba bağlı üyelerin vicdanı bunu yapmalarına izin vermedi." İşte Basil’in evine girilmesi, soruşturma için çağrılması, tehdit edilmesi, onun ve onunla birlikte olan kişilerin gözetlenmesinden başlayıp son tutuklanma olayına kadar devam eden başarısız çalışmalar böyle sürüp gitti. Ebu Basil mektubunda şunları söylüyor: "25.9.2005 tarihinde karanlık bir gece ordu, polis ve istihbarattan oluşan büyük bir grup gürültü çıkararak silahlarını çekmiş bir halde evime beni tutuklamaya geldiler. Alçak casusların verdiği bilgilere dayanarak sözde silahları bulmak için evin dışını, içini ve atölyemi aradılar. Tabi bir Mayıs 2010 şey bulamadılar ve her zamanki gibi hayalleri suya düştü. Sonra beni nezarete aldılar. Onlara açıklayacak bir şeyim yoktu. Söyleyeceklerimi mahkemede söyleyeceğim dedim. Soruşturma esnasında anladım ki, onlar benim atölyemde çalışmış 83 doğumlu Tulkeremli birisini beni daha uzun süre hapse atmak için kullanmışlardı. Burada çirkin ırkçı komplo kanununa ve suçlamak için tek bir şahidin sözlerine dayanıyorlardı. Bu kanunda tehlikeli olan durum, özellikle Arap direnişçilerine baskı uygulamak için koyulmuş ve Shin Bet'e basit herhangi bir insanı satın alma ve kendisi aleyhine kötülük yapmayı planladıkları kişi için şahitlik yapmaya ikna etme fırsatı veren bir kanun olmasıdır." Ebu Basil’in marangoz atölyesinde çalışan bu genç onun aleyhinde birçok suçlamada bulundu ve yalancı şahitliği kaydedildi. Yalancı şahit olarak mahkemeye sevk edildi. Peki, İsrail mahkemesi ne yaptı? Ebu Basil, şahit mahkemede vicdanının rahat olmadığını, Shin Bet'in isteği ve komplosu doğrultusunda bunları yaptığını ve karakolda verdiği ifadendin yalan olduğunu söylemesine rağmen İsrail mahkemesinin onu doğrucu Davut ilan ettiğini söyledi. Buna karşılık İsrail mahkemesi gerçeği söyleyen ve şahitlik yapanların sözlerini reddetti. Polisin tutanaklarında yer alan çelişkili sözleri ve yalan ifadeleri dikkate almadı. Böylece aslında adalet üzere kurulmamış devlette adaletin düştüğünü söyleyebiliriz. Mesele Arap nezarethanesiyle alakalı olunca adalet ve mantık ortadan kayboluyor ve mahkeme koridorlarında Shin Bet'in dişleri ortaya çıkıyor. Avukatların ortaya çıkardığı bütün yalanları ve dolapları görmezlikten geliyorlar. Ebu Basil mektubunda böyle diyor. İsrail mahkemeleri bu şekilde birer komediye ve oyun alanına döndü. İsrail Mahkemesi sabırlı, direnen ve mücadele eden Muhammed’i bu şekilde a’dan z’ye düzmece olan bir dosyayla 12 yıla mahkûm etti. İşte Ebu Basil 2005’ten bu yana demir parmaklıklar ardında bulunuyor. Shin Bet, halen onu takip ediyor ve onu parmaklıklar ardında tutmakta ısrar ediyor. Ama bütün bu iğrenç tuzaklara rağmen işte Ebu Basil mektubunu onurlu ve değerli nasihatlerle bitiriyor: 65 "Bu çağrıda sadece kişisel olarak yaşadıklarımdan bahsetmek istemiyorum. Shin Bet'in şerefli, vatansever ve onların politikalarına ve direktiflerine boyun eğmeyi reddedenlere darbe indirmek için kullandığı cehennem planlarına ve kör kin tufanına karşı şereflileri uyarmak istiyorum. Direnişçiler! Halkımızın şerefli insanları özellikle de 48 toprakları içinde yaşayanlar! Hedef alma siyaseti ve istihbarat saldırılarının fazlalaşması devletteki en yüksek makam tarafından yani hükümet tarafından desteklenmektedir. Bu bir tesadüf değildir aksine işgalci, saldırgan ve ırkçı politikanın devamı aynı zamanda ırkçı, çirkin kanunlar koymak için baskı unsurlarının geliştirilmesidir. Yuval Diskin’in ırkçılık kokan açıklamaları bizim için devlet üzerindeki stratejik bir tehlikedir. Bu halk ve Filistin’i dert edinmiş öncüler olarak bizi bekleyen tehlikeyi göstermektedir. Bu politika bizi korkutmayı, hakkımız, vatanımız ve topraklarımız için sürdürdüğümüz mücadeleyi felce uğratmayı hedef almaktadır. Biz ise bu vatana muhacir olarak değil ancak ve ancak asıl sahipleri olarak geleceğiz. Diskin’e, onun gibiler ve onun hükümetine verilecek cevabın onların bizim ve dünya için tehlike oluşturduğu olmalıdır. Dünya için bütün uluslar arası ve insani kanunları hiçe sayarak tehdit oluşturmaktadırlar." Ebu Basil zalim hükümdarın yüzüne hakkı haykırarak mektubunu bitiriyor: "Bana karşı yürütülen bu çirkin saldırıya kaya gibi sert kartal gibi izzetle cevap vereceğim. Ülkenin Evlatları Hareketi'ndeki kardeşler haydi! İnsan haklarını savunan bütün siyasi hareketler, kurumlar ve örgütler haydi! Sizlerden onların yalanlarını ortaya çıkarmak ve sizden birinize gelebilecek darbeye karşı koymak için uluslar arası ve yerel düzeyde adli bir kurum önünde bu dosyayı yeniden açmanızı istiyorum. Pes etmeyin ve asla durulmayın. Bu sadece bir kişinin değil hepimizin özgürlüklerinin çiğnenmesi demektir. Vakit geçmeden önce uykunuzdan uyanın da “beyaz öküzün yenildiği gün yenilmiştim” diyen öküzün başına gelenler bizim de başımıza gelmesin." İsrail hapishanelerinin parmaklıkları ardında başı dik, sabırlı ve direnen Filistinli bayan esirler 66 var. İsrail’in zalim eli, 1967 yılındaki işgalden bu yana kendini Filistinli kadınları tutuklamaya verdi. O zamandan bu zaman kadar bu zalim el en ufak bir vicdan azabı duymaksızın Filistinli kadınları tutukladı. Bu kadınlardan yaklaşık 600’ü 2000 yılı Aksa İntifadası’nda tutuklandı. Bu kadınların 100’den fazlası halen Telmond, Ramle ve Jalama hapishanelerinde bulunuyor. Şunu bilin ki; İsrail’in zalim eli 2000 yılında başladığı Filistinli kadınları tutuklama devresinde 18 yaşını doldurmamış iki kızı tutuklamıştır. Bunlar el-Halil’den Ayşe Ganimat ve Ayat Debabse’dir. Bu kızlar tutuklandıklarında henüz 15 yaşındaydılar. Aynı zalim el 29 Filistinli anneyi daha tutukladı. Bu kadınlar tutuklandıkları zaman küçük çocukları vardı. Bu çocuklar da zalim el annelerini dirilerin mezarında diri diri gömdükten sonra hükmen yetim kaldı. Şunu bilin ki; 2000 yılında tutuklanan esirlerin 3’ü çocuklarını hapishanede doğurdu. Bunların sonuncusu 27.4.2007’de oğlu Bera’yı doğuran Semer Sabih’tir. İsrail Bera’yı annesinin karnındayken suçlu bulmuş ve sanki hapis cezası verilmiş gibi dünya ışığına gözlerini açamamış bu nedenle mahpus olarak doğmuş, bebekliğini annesinin kucağında mahpus olarak geçirmiştir. Kim bilir doğduğu zaman elleri ince ve narin olmasaydı İsrail bu ellere ve hapishaneden kaçmasın diye ayaklarına da zincir vururdu. Şunu bilin ki; 2000 yılından bu yana devam eden tutuklama evresinde tutuklanan en kıdemli esir 13.4.1997’de tutuklanan ve 12 sene hapis cezası verilen Kalkilyalı Suna el-Rai’dir. Şunu bilin ki; Halen İsrail hapishanelerinde olan Filistinli esirler arasından 4’ü Filistin içinden. Arraba Buttof köyünden Lina Cerbuni’ye 18.4.2002 tarihinde 17 sene hapis cezası verildi. Tayra’dan Verde Kasım 4.10.2006’da 6 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Arrab Buttof’tan Verde Bekravi 16.10.2003’te 8 yıla mahMayıs 2010 olduğu anlamına gelmektedir. Örneğin Kudüslü Âmine Muna uzun aylar boyunca bu cezaya çarptırılmıştır. Bilen biri var mı içimizde? Duyan var mı? Uyanan var mı? kûm edildi. Aylut köyünden Hatice Ebu Ayyaş ise 22.1.2009’da 3 yıla mahkûm edildi. Ama her zaman sorulan ve sorulmaya devam edecek olan soru şudur: İçimizde gece ve gündüz bu esirlerin nasıl işkence gördüğünü, İsrail hapishanelerinin parmaklıkları ardındaki bu esirlerin günlerini nasıl geçtiğini bilen var mı? Bu soruya cevap olarak ben şu noktalara değineceğim. Belki de böylece Filistinli esirlerin yaşadığı trajik durumu hepimiz anlarız: 1- Hapishanedeki bazı esirler hücre hapsine maruz kaldı. Hücre hapsi İsrail hapishaneler idaresinin esirlere karşı uyguladığı en şiddetli işkencelerden sayılıyor. Erkek ya da kadın esir uzun süreliğine karanlık ve dar bir zindanda tutuluyor. Bu süreçte diğer esirlerle görüşmesine izin verilmiyor. Bu cezanın en tehlikeli yanı ise hücre hapsinin belirli bir zaman diliminin olmaması. Bu ceza, süresini İsrail istihbarat teşkilatı ve hapishaneler idaresindeki güvenlik teşkilatının belirlediği meçhul bir cezadır. Esir burada cehennemi andıran dayanılmaz koşullarda yaşamaktadır. Esirler en düşük insani ve yaşam hakkı standardından bile yoksundurlar. Aşağılanma ve dayağa maruz kalırlar. Bu süre senelerce sürebilir ve bazılarının psikolojik ve ciddi fiziksel hastalıklara yakalanmasına sebep olabilir. Bu da hücre hapsinin İsrail askeri hapishanelerinin esirleri ezip aşağılamayı hedefleyen intikam politikası çerçevesinde dayattığı ek bir ceza Mayıs 2010 2- Filistinli bazı esirler İsrailli soruşturmacılar ya da işgal kuvvetleri tarafından kötü muameleye ve şiddetli azaba maruz kalıyor. Bayan ve erkek esirlerin çoğu dondurucu soğukta uzun süre elleri ve ayakları bağlı bir şekilde bırakılmaları, lavabo kullanmalarına izin verilmemesine ek olarak tutuklanma ya da soruşturma sırasında dayaktan barbarca saldırılara kadar gördükleri işkencenin canlı örneklerini sunuyorlar. Bazı esirler hamileyken tutuklandı, soruşturma esnasında şiddetli baskıya maruz kaldı, çocuklarını düşürmeyle tehdit edildi, soruşturma esnasında kadın doktor bulunmasına izin verilmedi ve hamile kadınlar özel yiyeceklerden mahrum bırakıldılar. Bilen biri var mı içimizde? Duyan var mı? Uyanan var mı? 3- Arap el-Dahil gazetesi 3.7.2009 tarihinde İsrail barosundan uzman avukatların hazırladığı bir rapor yayınladı. Bu raporda kadın esirlerin hücre hapsinde yaşadıkları koşulları anlatırken tüylerimiz diken diken oluyor. Burada bu cezanın uygulandığı odaların çok küçük olduğu ve insan kullanımına elverişli olmadığı görülüyor. Yine tuvaletlerin odanın içinde ve alaturka olduğu ve odanın içinin kötü koku yayan şeyden temizlenmesinin zor olduğu, banyo musluğunun tuvaletin 50 cm üzerinde olduğu bu nedenle esirin banyo yapmak için kötü kokulu tuvaletin üzerine çömelmesi gerektiği ortaya çıkıyor. Banyo ve tuvaletin uyunulan yere yakın olması ve aralarını ayıran bir şey olmaması nedeniyle esir su ve kanalizasyon suyuyla ıslanmış yatakta uyumak zorunda kalıyor. Ayrıca odalarda güneş ve hava girecek pencere bulunmuyor bu da kokuların keskinliğini artırıyor ve tahammül edilemez hale getiriyor. Bundan daha vahimi hapishane idaresi 12 saat süresince esirleri ellerinden ve ayaklarından yatağa bağlıyor. Çoğu zaman gardiyanlar esirlerin tuvalete gitmek için zincirlerinin çözülmesi isteğini reddediyor ve bu nedenle onlar da ihtiyaçlarını elbiselerinin ve yatağın üzerinde gidermeye mecbur 67 gereği sağlanacağı sözünü verdi. Ama Natur mektubunda bu sözün fiiliyata dökülmeyeceğinin anlaşıldığını açıkladı. Bilen biri var mı içimizde? Duyan var mı? Uyanan var mı? kalıyor. Hapishane idaresi de daha sonra bu yatağı değiştirmiyor. Esirler de günlerce bu yatakların üzerinde uyumak zorunda kalıyor. Aynı şekilde temizlik maddelerinde ve kadınların kullandığı petlerde de büyük eksiklik yaşanıyor. Raporlar bayan esirlerden birinin banyo yapmak için sabun yerine çamaşır deterjanı kullandığını ve her yerinin yandığını aktarıyor. Gardiyanlar ise ihtiyaç giderme esnasında kendi ihtiyaçlarını giderdiklerini kanıtlamak için esirleri avret yerlerini açmak zorunda bırakıyor. Bilen biri var mı içimizde? Duyan var mı? Uyanan var mı? 4- Sonara Gazetesi’nin 20.3.2009 tarihinde yayınladığı habere göre, Filistinli esirleri boğan bu trajedik durum Yüksek Temyiz Mahkemesi Başkanı Ahmet Natur’u İsrail Hapishane İdaresi Komiseri Penny Kinyal’e Damon hapishanesindeki Filistinli kadınların durumu ve dini haklarından mahrum bırakılmaları hakkında protesto mektubu göndermeye sevk etti. Mandela Esir ve Tutukluları Koruma Vakfının raporuna göre; mektupta hapishane yönetiminin Müslüman esirlerin Kuran okumasına ve namaz kılmasına izin vermediği ve içeriye kitap sokulmasının yasaklandığı yer alıyor. Ahmet Natur, İsrail hükümeti yargı müsteşarından Müslümanlara hapishanelerde bütün dini hakların tanınması için hapishaneler idaresine talimat vermesini istediğini söyledi. Müsteşar hapishane idaresine gitti ve Natur’a dini hakların İslam hükümleri 68 5- Esir Muhammed’in eşi Nur’un bize anlattığı canlı tanıklığa kulak verelim. Arap el-Dahil Gazetesinin 20.2.2009 tarihinde yayınladığı haberde Nur şunları söylüyor: “Eşim halen idari gözaltında tutuluyor. Ben de tutuklandığım günden beri burada idari gözaltı kapsamında bulunuyorum. Yaklaşık bir sene önce 20.2.2008 tarihinde yüksek mahkemede düzenlenen celse kapsamında Ürdün’e sürülmemi önerdiler. Son celsemde ise idari tutukluluk süremin 3 ay daha uzatılmasını istediler. Bu seferki bahane gizli bir dosyaydı. Benim insanları devletin güvenliğine karşı kışkırttığımı iddia ettiler. Tutukluluk süremde 2 kere açlık grevine girdim. Bunların ilki 12.12.2006 tarihindeydi. Bu süre zarfında 27 gün Telmond hapishanesinde hücre hapsine maruz kaldım. Hapishanenin avlusunda dolaşmama bile izin vermiyorlardı.” Nur devam ediyor: 6- Beni zindana soktuklarında içerisi camlarla doluydu. Hava soğuk ve camlar kırıktı. Zindandaki camların ortalıktan kaldırılmasını reddettiler ve benim temizlememe de karşı çıktılar. Açlık grevinin 22. gününde ağzımdan kan gelirken bana tuz vermediler. Dilim şişmişti, ağzımdan ne olduğunu anlamadığım maddeler geliyordu. Nur bütün bu koşullara rağmen idari tutukluluğu sonlanıncaya kadar grevi bırakmamakta ısrar ettiğine işaret ediyor ve hapishane müdürünün 3.12.2008 tarihinde onu serbest bırakma sözü verdiğini sözlerine ekliyor. Böylece Nur grevine son veriyor ama bu vaat yalan çıkıyor. İdari tutukluluk süresi yeniden 6.8.2008 tarihine kadar uzatılıyor. Nur şöyle diyor: “ Ben 6 çocuk annesi bir kadınım. Buraya gelmeden önce Hişaron hapishanesi 12. kısımdaydım. 12.3.2008’de serbest bırakılma ümidim kayboldukta sonra el-Cezire kanalının yayınında çocuklarımın benim serbest bırakılmam için söz verildiğini ama serbest bırakılmadığımı söylediklerini duydum. O günden sonra ikinci grevime başladım. Bu grev 6.4.2008’e kadar devam etti.” Nur gardiyanların tepkisinin onu hücre hapsine koymak, avluda dolaşmasına izin vermemek Mayıs 2010 ve Hişaron hapishanesindeki zindana koymak olduğunu söyledi. “Zindanı su basıyordu ve tuvaletle zindan arasında bölme yoktu. Pencerelerde perde olmadığı ve oda açık olduğu için banyo yapamıyordum.” Bu esir 16.3.2008’de mahkemeye çıktığını ve bundan bir gün önce de kan kustuğunu doğruladı. “Ağrının şiddetinden bağırıyordum. Çok hastaydım. Beni gece 3’te Hişaron’dan çıkardılar ve Ramle hapishanesine götürdüler. Otobüste gece 3’ten sabah 7’ye kadar uyudum. Elim ve ayaklarım bağlıydı. Mahkemede idari tutukluluğumun 3 ay uzatılmasına karar verildi. Mahkemeden sonra beni zindana geri getirdiler. Ellerim ayaklarım bağlı şekilde akşam 6’ya kadar zindanda kaldım. Banyoya gitmem izin vermediler. Daha sonra beni Hişaron’a götürdüler. Gece 10’da oraya vardık. Oraya vardıktan sonra hapishane müdürüne yalancı olduğunu, serbest kalacağıma dair söz verdiğini ama yapmadığını söyledim. Ramle hapishanesinde hücre hapsine konulmama karar verdiler. Eşyalarımı aldılar (su, tuz, elbise ve Kuran) 8 gün boyunca aynı elbiselerle zindanda kaldım. Onlardan eşyalarımı istedim ama vermediler. Sürekli olarak kan ve yeşil su kusuyordum. Bu, zindanın kokusunu ölü kokusu haline getiriyordu ve zindana gelen gardiyanlar maske takıyorlardı.” Nur, hapishane idaresinin açlık grevi yaptığı için onu muayene etmeye karar verdiklerine işaret etti. O bunu reddetti çünkü yorgunluktan ayakta duracak hali yoktu. Muayene için ısrar ettiklerinde eşyalarını geri vermeleri şartıyla muayene olmayı kabul etti. Ama onlar eşyalarını vereceklerine onu gece yarısı Jalama hapishanesine naklettiler. Orada da açlık grevine devam etti. Sabrı ve direnişi İsrail hapishaneler idaresini çocuklarını, eşini ve kardeşini görmesi ve telefonla annesi ve çocuklarıyla konuşması için izin vermeye mecbur etti. İsrail zulmüne karşı bu sabırla direnen mücadelesi olmasaydı annesi ve çocuklarıyla konuşamazdı. Esir şöyle diyor: “Şuan sağlık olarak çok bitkin ve yorgunum. Safra kesem ve böbreklerimde ağrılarım var. İlk grevimde ciğerimde ağrı vardı. Son dönemde ise görüşüm zayıfladı.” Bilen biri var mı içimizde? Duyan var mı? Uyanan var mı? Bütün insan hakları kuruluşları ve tıbbi örgütler durmadan İsrail hapishanelerindeki Filistinli esirlerin özellikle de esir İsra Imarane’nin kurtarılması için acilen harekete geçilmesi çağrısında bulundu. İsra’nın ailesi Vaid cemiyetine kızlarının diş teli nedeniyle şiddetli dişeti iltihabı geçirdiğini ve hapishane yönetiminin gerekli ilacı vermediğini, hapishanedeki doktorun ne olduğunu bilmediği haplar ve ağrı kesiciler verdiğini, kızlarının bu ilacı aldığında ağrıyı kısa bir süreliğine geçirdiğini hissettiğini bildirdi. Bilen biri var mı içimizde? Duyan var mı? Uyanan var mı? 8- Başka bir gazetenin Filistinli bir esirin ağzından yayınladığı ve tüyleri diken diken eden bir olaya bakalım şimdi de. “Yahudi gardiyanların biri tarafından dövüldüm. Bu gardiyan yönetime çok yakın olan kişilerdendi. Onu şikâyet ettiğimde elbiselerimi çıkardılar, beni zincire vurdular ve hayızlı olmama rağmen beni hücre hapsine koydular. Gardiyanlardan en azından elbiselerimi vermelerini istedim. Buna aldırış bile etmediler.” Yahudi mahpuslardan biri saldırgan bir Yahudi mahpus hakkında şunları söyledi: “Arap esiri döven Yahudi mahpus hapishane yetkilileri tarafından övgü aldı.” Bilen biri var mı içimizde? Duyan var mı? Uyanan var mı? 9- Bu nedenle nasihat, uyarı ve hatırlatma babında kendime ve sizlere diyorum ki; içimizden birinin İsrail hapishanelerinin dikenli binalarının önünden geçerken sanki hiçbir şey görmemiş gibi gözlerini yummaması aksine bu binaya uzun uzun bakması ve kendi kendine şöyle demesi gerekiyor. “Bu parmaklıkların, duvarların ve tellerin ardında benim onurum ayaklar altına alınıyor. Şerefim gardiyanların ayaklarının altında çiğneniyor. Orada benim esir annem, kardeşim, esir kızım gece gündüz sabah akşam acı çekiyor ve hala yardım dileniyor. Ben, sen, bizler ve sizler bu biricik esirler için ne yaptık? “Özgürlüğün tutsaklarına özgürlük! Özgürlüğün tutsaklarına özgürlük!” çağrısı içimizde yankılanırken bizler ne yaptık? ................................................................................................. 7- Hak ve Özgürlüğün Sesi gazetesinin 28.11.2008’de Vaid Esirler ve Özgürler Cemiyetinin ağzından yayınladığı başka bir drama bakalım. Mayıs 2010 İslami Hareket Lideri Şeyh Raid Salah'ın Pls48.net'te yayınlanan "Özgürlüğün Tutsaklarına Özgürlük! " başlıklı bu yazısı Gülşen Topçu tarafından İsra Haber için tercüme edildi. 69 BURHAN ÇOCUK Musa KARACA mkaraca_rehber@hotmail.com ALLAH’I (C.C) TANIMAK Arkadaşlar insan muhteşem bir varlıktır. Şu vücudunuza bakın fazla veya eksik bir organınız var mı? Asla her bir organımız bir sanat eseri gibi vücudumuza nakış nakış işlenmiştir. Her bir organımız o kadar kıymetlidir ki hangi organınızı satabilirsiniz? Böyle bir soruyu sorana inanılmaz tepki gösteririz değil mi? İşte bu durum bize rabbimizin güç ve kudretini göstermektedir. Ya doğanın dengesine bakın. Çalışmak için gündüzü, dinlenmek için geceyi yaratmış. Güneşi, ayı, denizleri ve ormanları yaratmış hepsi bir ölçü içerisinde hareket ediyorlar. Bunların hepsi Allah (c.c) güç ve kudretiyle olmaktadır. Bizlerde bu dengeyi anlayabilmemiz için Allah (c.c) tanımamız gerekmektedir. Peki bizleri yoktan var eden Allah (c.c) nasıl tanıyabiliriz? Sevgili arkadaşlar öncelikle Allah'ın en güzel doksan dokuz ismini öğrenmemiz gerekir. Sonra Allah’ın zati ve sübuti sıfatlarını öğrenmemiz gerekir. Bizde ay konumuzu Allah’ın zati ve sübuti sıfatlarına ayırdık. Bulmacamızda Allah’ın zati sıfatlarının anlamını verdik sizden karşılıklarını bulmanızı istedik. Bence Allah'ın sübuti sıfatlarının anlamını iyi öğrenin bir sonraki sayımızda bulmaca olarak karşınıza çıkabilir. Bu sayımızın Allah'ın en güzel doksan dokuz ismini, Allah’ın zati ve sübuti sıfatlarını öğrenmek için bir başlangıç olması dileğiyle Allah’a emanet olun arkadaşlar. BİLGİ DAĞARCIĞI Allah'ın Sübuti Sıfatları 1. Hayat: "Diri ve canlı olmak" demektir. Yüce Allah diridir ve canlıdır. Her şeye, kuru ve ölü toprağa can veren O'dur. 2. İlim: "Bilmek" demektir. Allah her şeyi bilendir. Olmuşu, olanı, olacağı, gelmişi, geçmişi, gizliyi, açığı bilir. 3. Semi: "İşitmek" demektir. Allah işiticidir. Gizli, açık, fısıltı halinde, yavaş sesle veya yüksek sesle ne söylenirse Allah işitir. 4. Basar: "Görmek" demektir. Yüce Allah her şeyi görücüdür. Hiçbir şey Allah'ın görmesinden gizli kalmaz. Saklı, açık, aydınlık, karanlık ne varsa Allah (c.c) görür. 5. İrade: "Dilemek" demektir. Allah dileyicidir. Allah varlıkların konumlarını, durumlarını ve özelliklerini belirleyen varlıktır. Allah'ın dilediği olur, dilemediği olmaz 6. Kudret: "Gücü yetmek" demektir. Allah sonsuz bir güç ve kudret sahibidir 7. Kelâm: "Söylemek ve konuşmak" demektir. Allah bu sıfatı ile peygamberlerine kitaplar indirmiş, bazı peygamberler ile de konuşmuştur. 8. Tekvîn: "Yaratmak, yok olanı yokluktan varlığa çıkarmak" demektir. Yüce Allah tek yaratıcıdır. 70 Mayıs 2010 GÜLÜCÜK BİLMECELER 1. Çaydanlık demliğe ne demiş? 2. Yurdumuzun en hasta ili hangisidir? 3. İnsanların en çok bakakaldığı yer neresidir? 4. Adamın biri gökdelenin tepesinden karpuzcuya ne diye seslenmiş? 5. Sürahi, bos bardağa ne demiş? Cevaplar: 1- Tepemde hoplayıp zıplama, 2- Ağrı, 3- Bakkal, 4- Şu bezelyeden 2 kilo tartar mısın? 5- Sen de olmasan içimi kime dökerim NE ALIRSINIZ? Yahya Kemal bir yokuşu çıkıncaya kadar nefes nefese kalır. Yokuşun sonundaki lokantanın önünde dinlenmek ister. İçeriden bir garson seslenir: - Buyrun beyim ne alırsınız? Yahya Kemal tebessümle: - Evlat, müsaade edersen bir nefes alacağım. KISSADAN HİSSE Kötü karakterli bir genç varmış. Bir gün babası ona çivilerle dolu bir torba vermiş. "Arkadaşların ile tartışıp kavga ettiğin zaman her sefer bu tahta perdeye bir çivi çak" demiş. Genç, birinci gün tahta perdeye 37 çivi çakmış. Sonraki haftalarda kendi kendini kontrol etmeye çalışmış ve geçen her günde daha az çivi çakmış. Nihayet bir gün gelmiş ki hiç çivi çakmamış. Babasına gidip söylemiş. Babası onu yeniden tahta perdenin önüne götürmüş. Gence bugünden başlayarak tartışmayıp kavga etmediğin her gün için tahta perdelerden bir çivi çıkart, sök" demiş. Günler geçmiş. Bir gün gelmiş ki her çivi çıkarılmış. Babası ona "aferin iyi davrandın ama bu tahta perdeye dikkatli bak. Çok delik var. Artık geçmişteki gibi güzel olmayacak" demiş. Arkadaşlar Allah’ın Zâtî Sıfatlarını bulmacamıza yerleştirelim 1.Allah’ın var olması 2.Allah’ın varlığının ezelî olması, başlangıcının evvelinin, öncesinin olmaması 3.Allah’ın sonsuza deşin ebedî olarak var olması 4.Allah’ın bir ve tek olması 5. Allah’ın varlığının kendisinden olması 6. Allah’ın sonradan olanlara benzememesi Mayıs 2010 71 Beni (Ey Rüzigar) Ey rüzigar gider isen canana söyle beni Lütfünde keremi varsa yakmasın böyle beni Ben bu aşka düş olalı bana Mecnun dediler Ben nasıl Mecnun’um bilmem aramaz Leyla beni Ben bu aşka düş olalı gönlüm telaşta benim Sinemi sitem bürüdü gözlerim yaşta benim Ne dizimde kuvvet kaldı ne aklım başta benim İpsiz bağladı bu felek bir kaşı yayla beni Reyhani der çok kişiler arzeder han olmayı Hiç düşünmez mi gafiller bir kabristan olmayı İstemem senden muhtelif tahta sultan olmayı Ko bana köle desinler yanında eyle beni Aşık Reyhani 72 Mayıs 2010