845 SOSYOLOJİ`NİN ORTAYA ÇIKIŞ KOŞULLARI VE NİTELİĞİ

advertisement
SOSYOLOJİ’NİN ORTAYA
ORTAYA ÇIKIŞ
SOSYOLOJİ’NİN
ÇIKIŞ KOŞULLARI
KOŞULLARI VE
VE
11
NİTELİĞİ ÜZERİNE
Prof. Dr. Muammer TUNA
Muğla Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Sosyoloji Bölümü
GİRİŞ
Henüz genç bir sosyal bilim disiplini olan sosyolojinin ortaya
çıkış koşullarının anlaşılması, günümüzdeki birçok toplumsal sorunun
anlaşılması açısından da büyük bir önem taşımaktadır. Modern
toplumların bilimi olarak bilinen sosyoloji; toplumu, toplumsal
davranışı, toplumsal yapıyı, işleyişi, değişimi ve dinamikleri inceleyen
bir sosyal bilim disiplinidir. Bu anlamda sosyoloji disiplininin tarihsel
süreçte ortaya çıkışı ve gelişimi açısından belirtilmesi gereken
hususlardan birisi, sosyolojinin çok geniş bir kapsam ve çalışma
alanına sahip olmasıdır denilebilir. Bu geniş kapsamlı olma durumu,
sosyolojinin ne olduğu ve niteliği açısından kısmi bir belirsizlik
durumu yaratmaktadır. Bu kısmi belirsizlik durumu sosyolojinin diğer
sosyal bilim disiplinleri ile yakın ilişkide bulunması hatta iç içe
geçmişliği ile de ilgilidir. Bununla birlikte bu durum, sosyolojinin
diğer sosyal bilim disiplinlerinden farklı olmadığı anlamına da
gelmez. Sosyolojinin diğer sosyal bilim disiplinlerinden farklı ya da
ortak yönleri bu bölümde yer alan tartışmalardan farklı bir tartışmadır.
Ancak şu kadarını ifade etmek gerekir ki, sosyolojinin diğer birçok
sosyal bilim disiplini ile ortak yönleri vardır. Diğer sosyal bilim
disiplinleri toplumsal davranışın belirli bir kısmını daha ayrıntılı
olarak incelerken, sosyoloji toplumsal davranışın hem özel alanlarını
inceler hem de toplumsal davranışın tarihsel arka planı ile birlikte
genel görünümü inceler. Bu anlamda sosyoloji bir bakıma diğer sosyal
bilim disiplinlerinin sahip olmadığı genel ve genelleştirici bir bakış
açısına sahiptir denilebilir. Dolayısıyla bu anlamda sosyoloji disiplinin
amaçlarından birisi, sosyoloji disiplini ile ilgilenenlerde sosyolojik bir
bakış açısı kazandırmaktır. Sosyolojik bakış açısı ise toplumsal
1
Bu bölüm, Muammer Tuna, Sosyolojiye Giriş (Detay Yayınlan, Ankara,
(2012) kitabının “Giriş” bölümünün geliştirilmesinden oluşmuştur.
849
845
davranışı anlamak ve anlamlandırmak anlamına gelmektedir.
Sosyolojik bakış açısı, toplumsal davranışın görünen yüzünün arka
planında yer alan ve doğrudan görünmeyen yüzünü de görebilmeyi
ifade etmektedir. Toplumsal davranış doğrudan, dışarıdan gözlem ile
bilinebilmesi ve anlaşılabilmesi mümkün olmayan bir davranıştır.
Toplumsal davranışa dışarıdan, doğrudan, çıplak gözle bakıldığında
yanıltıcı bir görünüm ortaya çıkabilir. Dolayısıyla toplumsal davranışı
dikkatli bir gözlemle izlemek gerektiği gibi aynı zamanda, bu
davranışı anlamlandıracak bir bakış açısına da sahip olmak gerekir.
İşte bu bakış açısı sosyolojik bakış açısıdır.
Sosyolojik bir bakış açısı kazanabilmek aynı zamanda tarihsel
bir bakış açısı kazanabilmeyi de gerektirir. Sosyolojik anlamda
tarihsel bir bakış açısı kazanabilmek ise sosyolojinin ortaya çıkış
koşullarını anlamayı gerektirmektedir.
Bu bölümde özellikle sosyolojinin ortaya çıkış koşulları
tartışılmıştır. Günümüz sosyolojisi ile sosyolojinin ortaya çıkış
koşulları arasında sıkı bağlantılar olduğu ve günümüz toplumunu ve
günümüz sosyolojisini anlamanın sosyolojinin ortaya çıkış koşullarını
anlamak ile yakından ilgili olduğu düşünülmektedir. Diğer
niteliklerinin yanında sosyolojinin önemli bir niteliği tarihselliktir.
Sosyolojik olaylar ancak, tarihsel bir bakış açısı ile ve tarihsel arka
planı ile birlikte anlaşılabilir ve anlamlandırılabilir.
XIX. Yüzyılın ilk yarısında ortaya çıkmış bir sosyal bilim
disiplini olan sosyoloji, yaklaşık son ikiyüz yıldan beri, yaşamakta
olduğumuz hızlı toplumsal değişme süreçlerini anlamamıza ve
anlamlandırmaya çalışmamıza yardımcı olmaktadır. Bu anlamda
modern toplumların bilimi olarak da adlandırılan sosyolojinin, modern
bir toplum bilim disiplini olarak XIX. Yüzyılda ortaya çıkmış olması
hiç kuşkusuz tesadüf değildir. Endüstrileşme, kapitalizm ve kentleşme
olguları ile modern toplumun somut bir hal alması XIX. yüzyıl başına
rastlamakta ve sosyoloji bir bakıma bu gelişmelerin sonucunda ve bu
gelişmeleri anlamak ve anlamlandırmak amacıyla ortaya çıkmıştır
denilebilir. Dolayısıyla sosyolojinin ortaya çıkışı ile modern toplumun
somut bir hal alması arasındaki ilişkiyi öncelikle anlamak
gerekmektedir. Bu noktadan hareketle bu çalışmada; modernleşme,
endüstrileşme ve kapitalizm ile sosyolojinin ortaya çıkışı arasındaki
ilişkinin sağlam bir şekilde ortaya konması amaçlanmıştır.
850
846
SOSYOLOJİNİN DİLSEL BAĞLAMI
Sosyolojinin ne olduğuna daha ayrıntılı olarak değinmeden önce
sosyoloji sözcüğünün kökenini incelemek gerekir. Sosyoloji,
İngilizce’de yer alan sociology sözcüğünün doğrudan Türkçe’ye
girmesiyle oluşmuş olan ve doğrudan İngilizce kökenli bir sözcüktür.
Socio (toplum) ve logos (bilgi, bilim) sözcüklerinden türetilmiş ve
Türkçe anlam olarak da toplumbilim anlamına gelmektedir. Bilindiği
gibi sosyoloji sözcüğü gibi toplumbilim sözcüğü de Türkçe’de
kullanılmaktadır. Bunun yanında Arapça kökenli olan içtimaiyat
sözcüğü de toplumbilim karşılığı olarak çok yaygın olmasa da halen
kullanılmaktadır. Dolayısıyla Türkçe’de sosyoloji, toplumbilim ve
içtimaiyat olmak üzere, aynı “şey”i ifade etmek üzere halen üç farklı
sözcük kullanılmaktadır. Bu durum kısmen bir kavram kargaşası
yaratıyor gibi görünmektedir. Bu terimlerden hangisinin kullanılması
gerektiğine ilişkin bir kural olmamakla birlikte, yabancı dilden gelmiş
olan sosyoloji ve içtimaiyat sözcüklerinin yerine, toplumbilim
sözcüğün kullanılması daha uygun olabilir. Bununla birlikte sosyoloji
terimi daha yaygın olarak kullanılmakta ve kabul görmüş
görünmektedir. Bu bağlamda hangi terimin kullanılması gerektiğine
ilişkin tartışma, dilsel bir tartışma olup bu bölümün amacını aşan bir
tartışmadır. Bununla birlikte tüm sosyoloji literatüründe sıklıkla
rastlanan yabancı kökenli sözcük, terim ve kavramların kullanımına
ilişkin olarak bir tutum geliştirilmesi ve mümkün olduğunca yabancı
kökenli sözcük, terim ve kavramların yerine, Türkçe kökenli sözcük,
terim ve kavramların kullanılması, evrensel bağlamı olan ve fakat
bununla birlikte yerli bir bilim dili geliştirilmesi açısından son derece
büyük ve yaşamsal bir önem taşımaktadır. Çünkü günlük konuşma
dilinde olduğu gibi, bilim dilinde de yabancı kökenli sözcüklerin
ağırlığının artması gerçek bir bilim dili oluşturulmasını engelleyen
büyük bir engel olarak karşımıza çıkmaktadır. Ayrıca bilim dilinde
yabancı sözcüklerin ağırlığının artması, giderek Türkçe’nin yabancı
dillerin etkisi altına girmesi sürecini hızlandıracak ve aslın da bu da
giderek dilin tümden yabancı dillerin etkisi altına girmesi ve tümden
yabancılaşması gibi son derece olumsuz sonuçlar doğurabilecektir.
Dolayısıyla Türkçe’de yabancı kökenli sözcüklerin kullanılması
sorunu basit bir dilbilgisi sorunu olmanın ötesinde son derece önemli,
varoluşsal bir sorun olarak değerlendirilmelidir.
851
847
SOSYOLOJİK TEORİ
Sosyolojinin ortaya çıkış koşullarını tartışmadan önce,
sosyolojik teoride yer alan temel akımlara kısaca değinmek
gerekmektedir. Sosyolojik teorinin tarihi açısından ilk dönem,
sosyolojik teorinin klasik dönemi ya da kurucu dönemi olarak
adlandırılan dönemdir. Bu bağlamda öncelikle, sosyolojinin XIX.
yüzyılın ilk yarısında ortaya çıkmasının tarihsel ve düşünsel arka
planına değinmek gerekir. Burada, modern batı sosyolojisi açısından
da referans olarak kabul edilen İbni Haldun ve İbni Rüşt gibi İslam
düşünürlerinin hazırlayıcı görüşlerini hatırlamak gerekir. Bunun
üzerine, kısmen Eski Yunan dönemi ve daha yoğun olarak aydınlanma
dönemine vurgu yapmak gerekir. Bu bağlamda aydınlanma dönemi
düşünürleri olan John Locke, David Hume, Jean Jeacque Rousseau,
Montesqueu gibi düşünürlerin katkıları irdelenmelidir. Daha sonra bir
anlamda aydınlanma düşüncesi üzerine yapılanmış olan pozitivizm ve
bir yandan pozitivizmin kurucusu diğer yandan da modern batı
sosyolojisinin öncülerinden birisi olarak kabul edilen Auguste
Comte’un görüşlerine sosyolojinin kuruluşu ve ortaya çıkışı açısından
büyük bir önem taşımaktadır. Bu bağlamda Saint Simon, Le Play gibi
öncüleri de unutmamak gerekmektedir. Daha sonra da sosyolojinin
bağımsız bir bilim disiplini hale gelmesini sağladıklarından dolayı “üç
kurucu baba” olarak adlandırılan Karl Marx, Emile Durkheim ve Max
Weber’i zikretmek gerekmektedir. Sosyolojide klasik dönem olarak
adlandırılan dönem, XX. Yüzyılın başına kadar olan dönemi
kapsamaktadır.
Sosyolojide çağdaş teoriler olarak adlandırılan döneme yakından
bakmak gerekirse, bu dönem XX. Yüzyıl başından başlayarak,
günümüze kadar gelen dönemi kapsamaktadır. Bu bağlamda önce
Frankfurt Okulu, daha sonra Eleştirel Teori, Amerikan, İngiliz,
Fransız ve Alman sosyolojisinde meydana gelen gelişmeleri
hatırlamak gerekir.
XX. Yüzyıl sosyolojisinde ana akım olarak yer alan yapısal
işlevselcilik gibi akımların yanı sıra fenomenoloji, etnometodoloji ve
yapılandırma teorisi gibi sosyolojik akımlar çağdaş sosyolojik
akımlardan başlıcalarını oluşturmaktadır. XX. Yüzyıl sosyolojisinin
önemli aktörleri arasında yer Talcot Parsons, C. W. Mills, Piere
Bourdeu, Herbert Marcuse, Jurgen Habermas, Anthony Giddens,
852
848
George Simmel gibi sosyologlar ilk hatırlanması gerekenler arasında
yer almaktadır.
SOSYOLOJİNİN ORTAYA ÇIKIŞ SÜRECİ
Yukarıda sayılan teorilerin tarihsel arka planına bakıldığında
şöyle bir görünüm ortaya çıkar. XIX. Yüzyılın ilk yarısında ortaya
çıkmış bir sosyal bilim disiplini olan sosyoloji, yaklaşık son ikiyüz
yıldan beri, yaşamakta olduğumuz hızlı toplumsal değişme süreçlerini
anlamamıza ve anlamlandırmaya çalışmamıza yardımcı olmaktadır.
Bu anlamda modern toplumların bilimi olarak da adlandırılan
sosyolojinin, modern bir toplum bilim disiplini olarak XIX. Yüzyılda
ortaya çıkmış olması hiç kuşkusuz tesadüf değildir. Endüstrileşme,
kapitalizm ve kentleşme olguları ile modern toplumun somut bir hal
alması XIX. yüzyıl başına rastlamakta ve sosyoloji bir bakıma bu
gelişmelerin sonucunda ve bu gelişmeleri anlamak ve anlamlandırmak
amacıyla ortaya çıkmıştır denilebilir. Dolayısıyla sosyolojinin ortaya
çıkışı ile modern toplumun somut bir hal alması arasındaki ilişkiyi
öncelikle anlamak gerekmektedir. Bu noktadan hareketle, sosyolojinin
niteliğinin ortaya konması açısından temel olarak; modernleşme,
endüstrileşme ve kapitalizm ile sosyolojinin ortaya çıkışı arasındaki
ilişkinin sağlam bir şekilde ortaya koması gerekmektedir. Dolayısıyla
bu bölümde yer alan tartışmalar büyük ölçüde, yukarıda belirtilen bu
temel ilke üzerine olmuştur.
Sosyolojinin ortaya çıkış koşullarına daha yakından bakmak
gerekirse şöyle bir görünüm ortaya çıkar. Tarihte ilk kez
endüstrileşme, kapitalim ve kentleşme süreçleri ile birlikte özellikle
batılı toplumlarda, nüfusun giderek artan bir oranı kapitalist yeniden
üretim biçiminin hakim olduğu kentlerde yaşamaya ve irili ufaklı
fabrika ya da atölyelerde çalışmaya başlamıştır. Modern kapitalizm
öncesi dönemde, kırsal kesimde dağınık, hatta birbirinin varlığından
bile çok fazla haberdar olmayan bir şekilde yaşayan insan toplulukları,
ilk kez endüstrileşme süreci ile birlikte yaygın bir şekilde kentlere göç
etmeye ve fabrika ve atölyelerde çalışmaya ve büyük topluluklar
halinde yaşamaya başlamışlardır. Bu yaşam biçimi aslında bir bakıma
modern anlamda “toplum” denilen yaşam ve örgütlenme biçiminin de
ilk kez ortaya çıkmasını ifade etmiştir. Dolayısıyla ilk kez modern
anlamda “toplum” ortaya çıkmış olduğu için, bu toplumu inceleyen
bilim olan toplumbilimin (sosyoloji) bu dönemde ortaya çıkmış olması
853
849
bu anlamda tesadüf değildir.
Sosyolojinin ortaya çıkış koşularına özel bir vurgu yapılmasının
nedeni, sosyolojinin ortaya çıkış koşulları ile sosyolojinin niteliği
arasında sıkı bir olmasıdır. Çünkü sosyoloji diğer bilim disiplerinden
daha fazla oranda tarihsel anlamda birikimseldir ve sosyolojinin
ortaya çıktığı ortamsal koşullar ile günümüzdeki ortamsal koşular,
şüphesiz aynı olmamakla birlikte, önemli ölçüde benzerlikle
göstermektedir. Günümüzde yer alan sosyolojik problemlerin ancak,
sosyolojinin ortaya çıkış koşullarının anlaşılması ve günümüzde
yaşanan sosyolojik problemler ile sosyolojinin ortaya çıkış koşulları
arasında mantıksal bir bağ kurulması ile mümkün olacağı
düşünülmektedir. Mevcut sosyolojik bakış açılarının en azından bir
kısmında, genellikle yukarıda değinilen bağlantının açık bir şekilde
kurulmadığı görülmekte ve bu eksiklik günümüzde yer alan sosyolojik
sorunların anlaşılması açısından da bir eksiklik olarak ortaya
çıkmaktadır.
Modern toplumların bilimi olarak ortaya çıkmış olan
sosyolojinin, XIX. yüzyılın ortalarına doğru bağımsız bir bilim
disiplini olarak kabul edilmeye başlandığı genellikle kabul gören bir
görüştür. Bununla birlikte hemen belirtilmelidir ki sosyolojinin ortaya
çıkışı açısından hazırlayıcı nitelikte düşüncelere sahip olan XII. ve
XIII Arap-İslam düşünürleri olan İbni Rüşt ve İbni Sina’nın katkıları
da genellikle kabul görmektedir. Ancak burada asıl vurgulanması
gereken, sosyoloji niçin modern toplumların bilimi olduğu ve niçin
XIX. yüzyılda ortaya çıkmış olduğudur. Bunun için sosyolojinin
ortaya çıkış koşullarına ya da ortaya çıkış nedenlerine ayrıntılı olarak
değinmek gerekmektedir.
Sosyoloji’nin ortaya çıktığı dönem olan XIX. yüzyıl başları,
Batı Avrupa’da köklü toplumsal değişimlerin oldukça belirgin hale
gelmeye başladığı bir dönemdir. Bu dönemde Batı Avrupa’daki
toplumsal yeniden üretim biçimi büyük ölçüde değişmiş, feodalizm
büyük ölçüde tasfiye olmuş, hatta ticari kapitalizmin yerini endüstriyel
kapitalizm almaya başlamıştır. İşte sosyoloji bu ortamsal koşullarda
ve bir anlamda bu koşulların ürünü olarak ortaya çıkmıştır.
Dolayısıyla bu toplumsal dönüşümler ile sosyolojinin ortaya çıkışı
arasında çok yakın ilişkiler vardır. Bundan dolayı sosyolojinin ortaya
çıkışını anlamak, öncelikle söz konusu toplumsal dönüşümleri
anlamayı gerektirmektedir. Aslında tersinden ya da başka bir ifade ile
854
850
ifade etmek gerekirse, bir bakıma aslında sosyoloji yukarıda sözü
edilen toplumsal dönüşümleri anlamak amacıyla ortaya çıkmıştır
denilebilir.
XIX. yüzyıl başlarında gerçekleşen toplumsal dönüşümlerin ana
görünümlerini üç ana başlıkta ifade etmek mümkündür. Bunlar
endüstrileşme, kentleşme ve kapitalistleşmedir. Bu üç ana süreç ile
birlikte sınıflaşma, devlet sisteminin değişmesi ve demokratikleşme
süreçlerinden de söz edilmelidir. Genel olarak aslında kapitalistleşme
süreci denilen, ancak somut görünümleri endüstrileşme ve kentleşme
olarak tezahür eden bu değişimler iç içe geçmiş ya da birbirine paralel
giden süreçlerdir. Ancak söz konusu süreçlerin anlaşılabilmesi için,
yukarıda ifade edilen tüm süreçleri ayrı ayrı ve birbirleri ile olan
ilişkileri bağlamında ele almak gerekmektedir. Bu bağlamda
öncelikle, söz konusu toplumsal değişimin ana dinamiğini oluşturan
sanayileşme sürecini ele almak gerekmektedir.
Endüstrileşme üretim biçimindeki temel değişimi ifade
etmektedir. Endüstrileşme ile birlikte artık temel toplumsal üretim
biçimi tarımsal üretimden, endüstriyel üretimine doğru bir değişim
göstermiştir. XIX. yüzyıl başlarında Batı Avrupa’da temel toplumsal
ekonomik üretim biçimi büyük ölçüde endüstriyel üretimine
dönüşmüştür. Bu anlamda endüstrileşmenin ne olduğuna bakmak
gerekirse; endüstrileşme, günlük yaşamın herhangi bir aşamasında
kullanılan malların artık elde ya da elle kullanılan tezgahlarda tek tek
üretilmesinin yerine, motor gücüne dayalı makinalarda çok sayıda ve
seri olarak üretilmesini ifade eder. Tarımcı toplumda, tarımsal
üretimin gerektirdiği basit bir teknolojiye ve asıl olarak insan emeğine
ya da hayvan gücüne dayanan bir tarımsal üretim ve bu tarımsal
üretimin gerektirdiği basit üretim araçlarının gene insan ve hayvan
gücüne dayanan el tezgahlarında tek tek ve yavaş bir üretimi söz
konusudur. Endüstrileşme ile birlikte üretim biçimi köklü bir
değişikliğe uğramış, artık insan ve hayvan gücünün yerini, bir motor
gücüne dayalı olarak çalışan makinalar almıştır. Bununla birlikte artık
sadece mallar, çok sayıda ve seri biçimde üretilmekle kalmamış;
endüstrileşme tarımsal üretime de girmiş, tarım ürünleri de seri bir
şekilde ve büyük miktarlarda üretilmeye başlanmıştır. Endüstrileşme
ile birlikte enerji kullanım yapısı da değişmiş, tarımcı toplumda
doğrudan insan ya da hayvan gücü, üretimde enerji kaynağı olarak
kullanılırken; endüstrileşme ile birlikte, üretim gücünün kaynağını
855
851
oluşturan makinalar doğada hazır olarak var olan kaynakların yakıt ve
enerji kaynağı olarak kullanılması ile çalışmaya başlamıştır. İnsan ya
da hayvan gücünün enerji kaynağı olarak kullanılmasının yerine,
doğal kaynakların yakıt ve enerji kaynağı olarak kullanılmaya
başlanması enerji ve üretim verimliliğini müthiş bir şekilde arttırmış
ve aslında bir bakıma endüstriyel değişimin bir başka deyişle endüstri
devriminin temel dinamiğini oluşturmuştur.
Fosil yakıt denilen kömür, petrol ve doğal gazın enerji kaynağı
olarak kullanılmaya başlanması ile birlikte, üretim müthiş bir şekilde
artmış ve kitleselleşmiştir. Üretim verimliliğinin artmasıyla, başka bir
deyimle, birim zamanda çok daha fazla sayıda üretimin
gerçekleştirilmesi ile birlikte, üretilen malların birim maliyeti
azalmaya, dolayısıyla fiyatı düşmeye başlamıştır. Bu da üretim
verimliliğinin artmasının, malların fiyatları dolayısıyla satın
alınabilirlikleri arasındaki doğrudan bağlantıyı ortaya koymaktadır.
Endüstrileşme ile birlikte seri üretim sonucunda malların fiyatlarının
düşmesi ve satın alınabilirliğinin artması, daha önceleri sadece sınırlı
sayıda üretilen ve tüketilen malların, çok sayıda üretilerek yaygın bir
şekilde tüketilmesinin önünü açmıştır. Bu yaygın üretim ve yaygın
tüketiminin toplumsal anlamdaki etkilerine günümüze kadar
sürmektedir. Yukarıda değinilen toplumsal değişimin, endüstriyel
değişim boyutunu anlayabilmek için öncelikle endüstrileşme ile
birlikte üretim organizasyonunda meydana gelen değişimlere ve
bunun toplumsal bağlamına değinmek gerekmektedir.
Tarımcı toplumdan endüstriyel topluma geçiş sürecine kısaca
endüstrileşme dendiğine ve bu olgunun endüstri devrimi olarak
adlandırıldığına yukarıda değinilmişti. Bununla birlikte endüstri
devriminin sosyolojik anlamı ya da endüstri devrimi ile sosyolojinin
ortaya çıkışı arasındaki bağlantı aslen, endüstri devrimi ile birlikte
üretim organizasyonunda meydana gelen değişimlerde yatmaktadır.
Tarımcı toplumda üretim aslen tarımsal ürünlerin üretimine
dayanmaktaydı. Bu anlamda tarımsal iş gücü (emek gücü) tarımsal
üretimin gerçekleştiği tarımsal arazilerde konuşlanmış, dağınık,
örgütsüz, eğitimsiz, niteliksiz ve bilgi ve teknoloji kullanımı
gerektirmeyen bir yapıda idi. Fiilen tarımsal üretimi gerçekleştiren
(serf) aileleri üretim organizasyonun gereği çalıştıkları toprağa
bağımlı olmak zorundaydılar. Buna karşın endüstriyel üretimin
gerçekleştirilmesi, çok daha karmaşık bir örgütlenme, bilgi, teknoloji
856
852
ve iş gücü organizasyonunu gerekli kılıyordu. Endüstriyel üretim her
şeyden önce iş bölümü ve uzmanlaşmayı gerektiriyor, üretim
sürecinin her bir aşaması ayrı bir bilgi ve beceriyi gerekli ve zorunlu
kılıyordu. Bundan dolayı iş gücü (işçi sınıfı) bilgili, tecrübeli,
becerikli ve donanımlı olmalıydı.
Endüstriyel üretim kitlesel üretim olduğundan, çok sayıda
çalışanın aynı mekanda belirli bir düzen ve iş bölümü içinde çalışması
gerekiyordu. Bu da yüksek düzeyde bir iş organizasyonunu gerekli
kılıyordu. Başka bir deyimle artık çalıştıkları tarlaların kenarındaki
barakalarda ve sadece kendi ailesi ve birkaç komşu aile birlikte
yaşayan, eğitimsiz, beceri ve teknolojik bilgi ve donanımdan yoksun
köylü (serf) kitlelerinden değil; çalıştıkları fabrikaların iş yurtlarında
ya da fabrikalar civarında yer alan görece konforlu konutlarda
yaşayan, görece bilgili, teknolojik araçları kullanma becerisi ve
donanımına sahip ve aralarından iş organizasyonuna dayanan bir
örgütlenme olan yeni bir üretici sınıftan, işçi sınıfından söz ediliyordu.
İşte endüstri devrimine asıl devrim niteliğini veren ve endüstri
devriminin toplumsal bağlamını oluşturan da aslen sınıfsal yapıdaki
bu değişimdi; temel üretici güç olarak işçi sınıfının ortaya çıkması.
İşçi sınıfının ortaya çıkması toplumsal tarihte çok önemli kırılmaların
habercisi olarak kabul edilir. İşçi sınıfı kitlesel üretimi gerçekleştirdiği
gibi, ürettiği ürünleri aynı zamanda kitlesel olarak da tükettiği için,
daha sonraları tüketim toplumu olarak adlandırılacak olan ve
kapitalizmin yeni bir aşamasını ifade eden bir toplum biçiminin ortaya
çıkışını da haber veriyordu. Endüstrileşme ile birlikte
toplumsal/sınıfsal yapıda ortaya çıkan bu yeni durum sosyolojinin
ortaya çıkış gerekçelerinden ve temel çalışma alanlarından birisini
oluşturuyordu.
Endüstri devrimi ile birlikte ortaya çıkan, yeni üretici güç olan
işçi sınıfına, sınıf olma karakterini kazandıran da üretim
organizasyonundan kaynaklanan örgütlülüğün giderek toplumsal
örgütlülüğe dönüşmüş olmasıdır. Aynı ya da benzer iş yerlerinde ya
da iş kollarında çalışanların, iş bölümünün gerektirdiği örgütlenmeleri
zamanla toplumsal dayanışma örgütlenmelerine dönüşmüş; bu
anlamda işçi sınıfının toplumsal/sınıfsal dayanışma örgütlenmeleri
olan sendikalar ortaya çıkmıştır. Hatta sendikalar giderek siyasal
partilere dönüşmüş ya da siyasal partiler ile çıkar ortaklığına dayalı
yakın ilişkiler kurmuşlardır. Böylelikle endüstriyel toplumda üretim
857
853
araçlarının sahibi olan ve üretimin organizasyonunu gerçekleştiren
burjuva sınıfı ve fiilen üretimi gerçekleştiren ve bu yüzden asli üretici
güç olan, işçi sınıfı olmak üzere iki temel sınıfın varlığından söz
edilebilir. Bu iki sınıf arasındaki ilişkiler son derece karmaşık ve
anlaşılması zor olan ilişkilerdir. İşte sosyolojinin ortaya çıkış
gerekçelerinden birisi de endüstriyel kapitalizmin iki temel sınıfı olan
işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki karmaşık ilişkileri daha anlaşılır
kılmaktır denilebilir.
XIX. yüzyılın başlarında endüstrileşme ile birlikte büyük ivme
kazanmış olan toplumsal dönüşümlerden birisi de kentleşmedir.
Kentleşme tarihsel olarak geçmişi aslında çok eski çağlara dayanan bir
toplumsal olgudur. Kentleşme sürecinin hızlanması aslında
feodalizmin çözülmesi ile olmuştur. Ancak kentleşme sürecinin büyük
bir ivme kazanması, büyük ölçüde aslen endüstrileşme ile birlikte
meydana gelmiştir. Endüstrileşme ile birlikte kırsal alanda yaşayan
nüfus büyük bir hızla kentlere göç etmeye başlamış ve giderek tarihte
ilk kez kentlerde yaşayan nüfusun oranı, kırsal alanda yaşayan
nüfusun oranını geçmiştir. Bunun temel nedeni ise endüstrileşmenin
büyük bir ivme kazanması ile birlikte duyulan iş gücü gereksinimidir.
Endüstrinin duyduğu iş gücü gereksinimi, kırsal alanda işini
kaybetmiş ya da kaybetme riski taşıyan ya da geçinmekte zorluk
çeken köylü ailelerinin kentlere göç etmesiyle karşılanmıştır. Kentlere
göç eden köylü aileleri fabrikalarda iş bulma yollarını aramış ve
bundan dolayı önceleri fabrikalar civarında ve son derece olumsuz
koşullara sahip mekanlarda barınmaya çalışmışlardır. Kırsal kesimden
göç ederek genellikle fabrikalar civarında yerleşmeye çalışan,
dolayısıyla da buralarda yaşayan nüfusun sayıca artması sürecine
kentleşme denmiştir.
Tarihsel süreçte eski çağlarda ortaya çıkmış olan kentlerden
farklı olarak, endüstrileşme ile birlikte ortaya çıkmış olan kentleşme
son derece sancılı bir süreç olmuştur. Genellikle ve çoğunlukla
endüstri bölgelerinde ya da civarında kurulan yeni endüstri kentleri
önceleri son derece olumsuz koşullarda varlığını sürdürebilmiştir. İlk
kurulduğu dönemlerde son derece yetersiz ve yol, su, elektrik, sağlık,
eğitim gibi en temel gereksinimlerin bile karşılanmamış olduğu
mekanlar olan endüstri kentlerinin bu olumsuz koşullarında
yaşayanlar ise sürpriz olmayacak şekilde işçi sınıfıdır. Bir başka
deyimle endüstriyel kapitalizmin kuruluş aşamalarında, endüstri
858
854
kentlerinde yaşanan yoksulluk ve olumsuzluklar ile işçi sınıf adeta
özdeşleşmiş gibidir. Bundan dolayı endüstrileşmenin ilk aşamalarında
işçi sınıfı çok yönlü sorunlar ile mücadele etmek zorunda kalmıştır.
Kentlere göç eden köylü yığınlarının işçileşme süreci öncelikle
göç ettikleri endüstri bölgesinde iş bulma süreci ile başlamaktadır.
Kente göç eden bir köylü ailesinden yetişkin kadın ve erkek eğer iş
bulabilmiş ise işçi statüsünü kazanabilir. Çünkü iş bulamama olasılığı
da oldukça yüksektir ve iş bulamazsa işçi bile olamayıp, “işsiz”
kalmak zorundadır, bu şartlar altında varlığını sürdürmesi ise çok daha
zorlaşmaktadır. Diğer yandan eğer iş bulabilmişse, işini korumak
zorundadır. Çünkü işini kaybetmesi son derece kolaydır, çünkü hemen
hemen hiçbir iş güvencesi yoktur. Buna karşın çalışma koşulları çok
ağırdır, günde 15-18 saat arasında ve son derece zor ve sağlıksız
koşullar altında, haftanın 7 günü, hafta sonu izni ve yıllık izin
olmadan çalışmak zorundadırlar. Bu zor çalışma koşullarının yanında
işçilerin içinde bulunduğu yaşam koşulları da çok ağırdır. Dolayısıyla
işçiler hem çok ağır ve zor çalışma koşulları ile hem de çok zor yaşam
koşulları ile mücadele etmek zorundadırlar. Yukarıda da değinildiği
gibi, endüstrileşmenin ilk aşamalarında işçilerin yaşam alanları son
derece olumsuz koşular içeriyordu. İşçiler en temel yaşamsal
fonksiyonların eksik ya da yetersiz olduğu kentsel mekanlarda
yaşamak zorundaydılar, hatta en temel sağlık hizmetlerinden bile
yoksun bir şekilde yaşamak zorundaydılar. İşçilerin yaşadığı kentsel
mekanlar, yol, su, elektrik gibi temel yaşamsal fonksiyonlardan uzak
olduğu gibi, bazen bir maden işçisi için bir kalıp sabuna ulaşmak bile
son derece zorlu bir mücadelenin sonucunda mümkün olabilmiştir.
İşte bu XIX. yüzyıl başlarındaki kentsel mekanlardaki yaşam
koşullarının anlaşılması, sosyolojinin ortaya çıkış gerekçelerinden ve
temel araştırma konularından birisini oluşturmuştur. Bu bağlamda
modern sosyolojinin kurucuları olarak kabul edilen, Le Play, Saint
Simon ve Auguste Comte gibi Fransız düşünürlerinin, XIX. yüzyıl
başlarındaki kentsel mekanlarda yaşayanların yaşam biçimlerini
merak eden ve araştıran çalışmaları, sosyolojinin öncü çalışmaları
arasında sayılmaktadır.
Endüstriyel toplumun ve endüstriyel üretim biçiminin en
belirgin politik örgütlenme biçimini oluşturan kapitalizm, endüstriyel
toplumun bir bakıma bütünsel olarak anlaşılmasını sağlayan yapısını
ortaya koymaktadır. Bu arada bir bakıma kapitalizme alternatif olarak
859
855
ortaya çıkmış olan sosyalizmden de bahsetmek gerekir. Kapitalizm ve
sosyalizme ilişkin olarak çok ayrıntılı tartışmalar söz konusu olmakla
birlikte, burada bu tartışmaların ayrıntılarına girilmeyecektir. Ancak
burada bir anlamda sosyolojinin ortaya çıkış gerekçelerinden birisini
oluşturan kapitalizmin temel işleyiş mekanizmasına kısaca değinmek
gerekmektedir. Sözcük olarak kapitalizm, kapital (para, sermaye,
anamal) teriminden türetilmiştir ve anamalcılık, sermayecilik
anlamına gelmektedir. Bugün kapitalizm olarak kullanılan sözcük
aslında teknik olarak endüstriyel kapitalizm anlamına gelmektedir. Bu
anlamıyla kapitalizm, endüstriyel üretim sürecinde sermayenin
(anamal) egemenliği anlamındadır. Endüstriyel kapitalizmde üretim
araçlarının mülkiyetine sahip olan sınıf burjuvazidir. Burjuvazi üretim
araçlarının mülkiyetine sahip olduğu için hem üretimin organizasyonu
sağlar, hem de üretimden elde edilen kazanca tek başına el koyar.
Marx buna “artı değer” der ve burjuvazinin endüstriyel üretimden elde
edilen artı değere el koyması olayını da endüstriyel kapitalizmdeki
sömürünün temeli olarak tanımlar. Buna göre burjuvazi sürekli olarak
artı değere el koyduğundan, giderek daha da zenginleşecek ve işçi
sınıfı da sürekli olarak uğradığı sömürüden dolayı, gerçek anlamda
giderek yoksullaşacaktır. Sömürü ve artı değer gibi kavramlar,
sosyolojinin üç kurucu babasından birisi olarak kabul edilen Karl
Marx’ın sosyolojiye kazandırmış olduğu kavramladır ve bu bölümüm
ileriki alt bölümlerinde ayrıntılı olarak tartışılacaktır.
Ancak kapitalizm açısından burada değinilmesi gereken daha
temel bazı konulara kısaca değinmek gerekmektedir. Kapitalizmin
anamalcılık ya da sermayecilik olduğuna daha önce değinilmişti. Bu
anlamda endüstriyel kapitalizmin sınıfsal yapısına daha yakından
bakmak gerekirse; yukarıda da değinildiği gibi, üretim araçlarının
mülkiyenin sahibi olan sınıf burjuvazi ve asıl üretici güç olan işçi
sınıfından söz edilmelidir. Endüstriyel kapitalizmin ortaya çıktığı ilk
aşamalarda bu iki temel sınıftan söz edilir. Endüstriyel toplumun en
belirgin ekonomik ve politik üretim organizasyon biçimi olan
kapitalizm, bir anlamda işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki ilişki
biçimini de ifade etmektedir. Bir başka deyimle kapitalizmin tarihi,
işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki ilişkilerin de tarihidir ve söz konusu
ilişki biçimleri sosyolojinin ana çalışma konularındadır.
Bu anlamda endüstriyel kapitalizmin ilk kuruluş aşamalarında
son derece “sert” ve hatta “kanlı” olan burjuvazi ile işçi sınıfı
860
856
arasındaki ilişkiler, giderek daha ılımlı, ödün verici ve hatta uzlaşmacı
bir hal almıştır. Endüstriyel kapitalizmin dönüşümünü de ifade eden,
işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki ilişki biçiminin dönüşüm tarihi; bir
bakıma sosyolojinin de dönüşümünü ifade etmektedir. Bundan dolayı
işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki ilişki biçimine daha yakından
bakmak gerekmektedir. Daha önce de değinildiği gibi,
endüstrileşmenin ilk aşamalarda son derece sert ve kanlı olan
burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki ilişkiler, kapitalizmin ileri
aşamalarında giderek daha ılımlı bir forma dönüşmüştür. İşçi sınıfı
endüstrileşmenin ilk aşamalarında, üretim alanlarında (fabrikalarda)
çok ağır çalışma koşulları altında burjuvaziye karşı adeta var olma
mücadelesi vermek zorunda kalmıştır. İşçi sınıfı bu mücadelesini ilkin
sendikalarda örgütlenerek ve kanlı direnişler şeklinde vermiştir. Bu
bağlamda çok sayıda kanlı çatışma ve direnişten söz etmek
mümkündür. Günümüzde son derece normal bir sosyal hak olarak
görülen sekiz saatlik iş günü için, işçi sınıfı çok sayıda direniş ve
çatışmayı göze alabilmiştir. Hatta günümüzde işçi bayramı olarak
kutlanan 1 Mayıs da, Amerika’da işçi sınıfının sekiz saatlik iş günü
için ortaya koyduğu direnişe müdahale edilmesi sonucunda çıkan
çatışmada, çok sayıda işçinin yaşamını yitirmesinin, her yıl
anılmasından ortaya çıkmıştır. Ancak giderek 1 Mayıs işçi sınıfının
birlik ve dayanışma gününe dönüşmüş ve resmi bayram olarak
kutlanır hale gelmiştir.
Endüstriyel
kapitalizme sınıf mücadeleleri açısından
bakıldığında belki de tüm XIX. yüzyıl işçi sınıfı ile burjuvazi
arasındaki kanlı çatışmaların tarihidir denilebilir. Günümüzde sosyal
devlet ilkesinin gereği olarak kabul edilen birçok sosyal hak da XIX.
yüzyılda işçi sınıfının verdiği kanlı direniş ve mücadeleler sonucunda
elde edilmiştir.
Yukarıda değinildiği gibi önceleri son derece sert ve hatta kanlı
bir ilişki biçimi olan işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki ilişkiler,
giderek ılımlı ve karşılıklı ödünleşmeye dayanan bir ilişki biçimine
dönüşmüştür. Daha önceleri sendikalarda ve daha çatışmacı bir
mücadele biçimine sahip olan işçi sınıfı, daha sonraları sendikaların
politik partilere dönüşmesiyle, parlamento zemininde ve yasal bir
çerçevede sürdürülen bir ilişki biçimine sahip olmaya başlamıştır. Bu
bağlamda parlamentoda burjuvazinin çıkarlarını temsil eden burjuva
partileri ve işçi sınıfının çıkarlarını temsil eden işçi sınıfı partileri
861
857
oluşmuş; bununla birlikte, işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki ilişkiler
ya da mücadeleler sert sınıf çatışmalarından çok, görece daha
yumuşak mücadelelere ve hatta uzlaşmalara dönüşmüştür. Bu
bağlamda, Batı Avrupa toplumlarında ortaya çıkmış olan parlamenter
demokrasinin, yukarıda bahsedilen işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki
parlamento zemininde gerçekleşen mücadelelerle gelişim gösterdiği
ve daha sağlam bir zemine oturduğu ifade edilebilir. Demokrasinin
gelişmesi ile birlikte partiler, temsil delege sistemleri daha da
gelişmiş, yasalar parlamentoda tartışılarak, zaman zaman çatışma ile
zaman zaman uzlaşma ile oluşturulmuştur. Başka bir deyimle
demokratik kurumların ve demokrasi kültürünün oluşması süreçleri;
hep yukarıda değinilen, işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki mücadele
biçiminin, çatışmacı bir formdan görece uzlaşmacı bir forma
dönüşmesi ile mümkün olabilmiştir. Kapitalizmin gelişmesi ve
dönüşmesi ile birlikte, demokrasi ve demokratik kurumların gelişmesi
ve bununla birlikte devlet ve toplumun değişmesi de sosyolojinin
çalıştığı önemli konular arasındadır.
Bu bağlamda endüstriyel kapitalizmin ilk kuruluş yıllarında
ortaya çıkan, işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki daha çok sert ve
çatışmalara dayanan mücadele biçiminin, zamanla daha yumuşak ve
karşılıklı uzlaşmaya dayanan mücadele biçimine dönüşmesi,
kapitalizmin de nitelik değiştirmesine yol açmıştır. Başka bir deyimle
aslında kapitalizmin nitelik değiştirmeye başlamasıyla işçi sınıfı ile
burjuvazi arasındaki mücadele biçimleri de değişmeye başlamıştır.
Bu bağlamda Marx’ın öngördüğü biçimdeki sınıf çatışmasının
yerini, giderek sınıf uzlaşması almıştır. Ayrıntıları başka bir
tartışmanın konusu olmakla birlikte, Marx’ın işçi sınıfı ile burjuvazi
arasında gerçekleşmesi gereken mutlak bir olgu olarak öngördüğü,
sınıf çatışması düşüncesine daha yakından bakmak gerekmektedir.
Çünkü Marx’ın görüşleri XX. yüzyılda meydana gelen toplumsal
dönüşümleri çok yakından etkilediği ve hatta bir ölçüde belirlediği
gibi, XIX. ve XX. Yüzyıl sosyolojisini de çok yakından etkilemiştir.
Bu bağlamda XX. yüzyıl sosyolojisinin önemli çalışma konularından
birisi, Marx’ın görüşleri doğrultusunda ortaya çıkmış olan toplumsal
dönüşümleri da anlamak ve anlamlandırmak olmuştur. Bu anlamda
sosyoloji bir yandan, içinde yaşadığımız toplumu daha iyi anlamamıza
ve anlamlandırmamızı sağlarken; diğer yandan, toplumsal değişime de
bir ölçüde sağlayabilmiştir.
862
858
Endüstriyel kapitalizmin ilk aşamalarında işçi sınıfı ile burjuvazi
arasındaki çatışmanın daha çok sert mücadelelere dayalı olduğuna
daha önce değinilmişti. Bu bağlamda Marx işçi sınıfı ile burjuvazi
arasındaki sınıf çelişkisinin ve çatışmasının uzlaşmaz bir çelişki ve
çatışma olduğunu öngörerek, bunun mutlak anlamda bir işçi sınıfı
ayaklanması ile sonuçlanacağını ve bu ayaklanmanın sonucunda işçi
sınıfının iktidarı ele geçireceğini öngörmüştür. Bu doğrultuda işçi
sınıfının burjuvaziyi mutlak anlamda düşman sınıf olarak görmesi
gerektiği ve böyle bir sınıf bilinci ile mücadele azmi kazanması
gerektiği öngörülmüştür. Gerçekten endüstriyel kapitalizmin ilk
aşamalarında işçi sınıfının yaşam ve çalışma koşulları son derece
olumsuz olup, işçi sınıfının bu koşulları kabul etmesi imkansızdır.
Bundan dolayı işçi sınıfı bu dönemde çatışmacı ve başkaldırıcı bir
mücadele biçimini kabul etmiştir. Ancak kapitalizmin ilerleyen
aşamalarında işçi sınıfı, mücadeleleri sonucunda elde ettiği haklar ile
“sosyal devlet”in kurulmasını sağlamıştır. Sekiz saatlik çalışma günü,
hafta sonu ve yıllık izinler, sağlık ve sosyal güvenlik hakkı gibi sosyal
devletin temel nitelikleri olan hakları işçi sınıfı yukarıda değinilen ve
tüm XIX. yüzyılda verdiği mücadeleler sonucunda elde etmiştir.
Burjuvazi de, işçi sınıfının daha uzun süre kötü çalışma ve yaşam
koşulların
altında
varlığını
sürdürmesinin,
kapitalizmin
sürdürülebilirliği açısından ciddi bir risk olduğunu kabul ederek; işçi
sınıfının çalışma ve yaşam koşullarında iyileştirmelere gitmeyi kabul
etmiştir. Başka bir deyimle işçi sınıfı devrim yapma idealinden
vazgeçmiş, burjuvazi de işçi sınıfı üzerinde aşırı bir baskı ve zor
kullanmaktan vazgeçmiştir. Bu karşılıklı ödünleşmenin sonucunda her
iki sınıf bir bakıma sosyal devletin kurulması konusunda uzlaşmıştır.
Burada çok özet olarak ifade edilen bu süreç aslında çok karmaşık ve
zorlu mücadeleler sonucunda ulaşılmış olan bir uzlaşmadır ve
sosyolojinin üzerinde çalıştığı temel konulardan birisini
oluşturmaktadır.
İşçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki bu karşılıklı uzlaşma, işçi
sınıfının Marx’ın öngördüğü sınıf bilincinden faklı bir bilince doğru
yönelmesine yol açmıştır. Artık işçi sınıfının amacı bir ayaklanma ve
devrim ile burjuva egemenliğini yani kapitalizmi yıkmak değil,
burjuvazi ile yönetimi olabildiğince paylaşmak, üretilen artı değerden
olabildiğince daha fazla pay almak şekline dönüşmüştür.
Yukarıda kısaca özetlenmeye çalışılan işçi sınıfı ile burjuvazi
863
859
arasındaki bu ilişki biçimindeki değişim, aslında XX. yüzyılda
yaşanmış olan birçok toplumsal devrimin, kanlı mücadelelerin ve
hatta savaşların da özetidir denilebilir. Rus ve Çin Devrimleri
sonucunda sosyalizmin kurulması, bununla birlikte Doğu Bloğunda
meydana gelen yönetim değişimleri ve fakat bu sosyalist devrimlerin
yaklaşık 70-80 yıl sonra yeniden kapitalizme dönmeleri ve hatta I. ve
II. Dünya Savaşları bu bağlamda ele alınabilecek örnekler olarak
değerlendirilebilir. Dolayısıyla bu değişim, sosyolojik teoride yer alan
birçok teorik yaklaşımı derinden etkilemiş, sosyolojik teori üzerine
çalışan birçok sosyolog bu değişimin mekanizmasını anlamaya
çalışmıştır. Bu anlamda burada zikredilmesi gereken en önemli
sosyolojik okul belki de Frankfurt Okulu ve izleyicisi olan Eleştirel
Teori’dir.
XX. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkmış ve içinde
bulunduğumuz XXI. yüzyılda büyük bir ivme kazanmış olan postmodern koşullar ve bu koşulların sosyal teoriye yansımasından oluşan
post-modern teori, sosyolojik düşünce açısından da önemli açılımlar
sağlamaktadır. Bu açılımlar sonucunda ortaya çıkan tartışmalar bu
bölümün kapsamı dışındadır. Ancak, post-modern olarak adlandırılan
koşullar sosyolojinin öneminin azaltmak şöyle dursun, sosyolojiye
yeni olanaklar sağlamakta ve sosyolojiye yeni işlevler yüklemektedir.
SONUÇ
Bu bölümde sosyolojinin ortaya çıktığı ortamsal koşullar, başka
bir deyimle sosyolojinin ortaya çıkış gerekçelerine başlıklar halinde
değinilmeye çalışılmıştır. Sosyolojinin ortaya çıktığı koşullar aynı
zamanda sosyolojinin niteliği ile yakından ilgilidir. Bu bağlamda Batı
Avrupa toplumlarında ortaya çıkmış olan çok özel koşulların bir
sonucu ya da ürünüdür. Bundan dolayı sosyolojinin anlaşılması ve
günümüzdeki sosyolojik sorunların anlaşılması da bir ölçüde
sosyolojinin ortaya çıkış koşullarının, başka bir deyimle, Batı Avrupa
toplumlarında XIX. yüzyılda ortaya çıkmış olan endüstriyel
kapitalizmin anlaşılmasına bağlıdır. Modern endüstriyel toplumun
bilimi olan sosyoloji, modern toplumu daha iyi anlamamızda
kuşkusuz son derece önemli bir işlev görmüş olmakla birlikte, modern
sonrası toplumların anlaşılması açısından son derece önemli bir işlev
görmesi beklenmektedir.
864
860
Download