¾ËWh¸?Âh¸??¾lG ´A ÅBÆjI A ÓËçA ÅAjZJºA ľ ¾ËWh¸?Âh¸??¾lG “Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına” ³@ÄAÅiH@Òʦ@Ä@iYI¹@ý ÀÍYjºA ÄjºA A ÀnI ² @ÃAÄhH@ÑÉÁ¥@Ã@hYI¸@¼ ¿mH Ramazan, Kur’ân’ın indiği, Peygamberimize peygamberliğin verildiği aydır. Bu yüzden onun oruç ayı olarak seçilmesi rastlantı değildir. Adeta oruç ibadetiyle, tüm insanlığa bu nimetlerin verilmesi kutlanmaktadır. Nitekim Peygamberimizin hayatında bu ay, her bakımdan diğer aylardan farklı olmuştur. Şöyle ki, her zaman cömert olan Hz. Peygamber Ramazan’da daha cömert olur; her zaman Kur’ân okuyan Hz. Peygamber, Ramazan’da daha çok Kur’ân okur, daha çok ibadet ederdi. Müslüman gücü nispetinde bu rahmetten daha çok pay almaya çalışmalıdır. Diyelim ki bizler Ramazan dışında da namazını kılan, Kur’ân’ı okuyan, hayırını yapan müslümanlarız. Ramazan da bunların üzerine bir şeyler koyabilmeliyiz. Hiç namaz kılmayan bir kimse Ramazan’da namaza başlıyorsa; namaz kılan biri olarak bizim Ramazan’da namaz kalitemiz artmalıdır. Aksi takdirde herkese bir şeyler kazandıran Ramazan, bize bir şey kazandırmamış olacaktır. Ramazan’daki Kur’ân okumalarımızda diğer aylardan farklı olmalı. Anlayarak, özümseyerek okumalarla tanışmalıyız Ramazan’da. Elbette bu, Ramazan hatimlerimize engel olmamalıdır. Kur’ân’ı anlama işi, bir aya sığmayacak kadar büyük bir iş, ama Ramazan bizim bu hayırlı işe başlama ayımız olamaz mı? ¿ÌXi¹@Ãi¹@@¿mH ¾ËXh¸@Âh¸@@¾lH Dünyanın pek çok yerinde çok sayıda insanın ibadet kervanına katılmasıyla Ramazan, amel ve rahmet panayırına dönüşmektedir. Bunun sonucunda Ramazan’da bir ibadet ve rahmet yoğunluğu yaşamaktadır. Bu yoğunluktan her seviye ve konumdaki her insan nasibini alabilmektedir. Bu yüzden Ramazan’da suç işleme oranları en aza inmekte, ibadet yerleri dolup taşmaktadır. Ramazan ayı, Allah’ın rahmetini hak edenlere rahmetiyle gelir, onların ibadetlerini bereketlendirdiği gibi, zaman, rızık ve çalışmalarını da bereketlendir, bağışlanmayı hak edenlerin de bağışlanmasına sebep olur. Bu yüzden rahmet, bereket ve mağfireti hak etmek gerekir. Kim ne kadar hak ederse, bu erdemlere ne kadar layık olursa, o ölçüde payını almış olur. Ramazan ayının hayatımızda özel bir yeri olmalıdır. Çünkü o, sıradan bir ay değildir. O, ibadet ve taatta pek çok insanın yoğunlaştığı, sürekli rahmetin yağdığı bir aydır. Her İbadet, müslümanın her zaman yapması gereken bir yükümlülüktür. İbadet, ölüm gelinceye kadar devam eder. Ramazan ayı ise, ibadetlerin sevap çarpanlarının katlandığı aydır. Bu yüzden her Müslüman Ramazan’da daha çok ve seviyeli ibadet yapmaya çalışmalıdır. Ramazan ayı, bizleri hayata hazırlayan bir okul, bir kamp zamanıdır. O, bizi manen güzelliklerle tanıştırır, iyiliklerle donatır. Önemli olan ise, onun bize kazandırdıklarını Ramazan’dan sonra da sürdürebilmektir. Zira müslümanlık bize her zaman gerekli olan bir değerdir. İslamî güzellikler de her zaman bize yakışan erdemlerdir. Bu nedenle Ramazana Elveda, Ramazan güzelliklerine elvedaya dönüşmemelidir. İçindekiler ; < < 3 , + = + Rahmet Ayı RAMAZAN 4 , + Yrd. Doç Dr. Mustafa KARABACAK ' ' 2 7 Hz. Peygamber’in Oruç Günlüğü 8 + / 2 1 / " = 8 9 8 / Prof. Dr. ALİ AKPINAR 8 5 ? # 2 " : ( ' Liberal Toplumun Oruç Fotoğrafı 12 Murat TÜRKER Zaman ve İnsan 14 Abdullatif ACAR @ B " 0 D E Ötekine Benzeyerek Ötekileşmek - 6 0 + - $ % % / " + $ # , 5 1 + ' 4 6 5 > 0 A C < = + : + 3 - 9 # # 0 # % 2 : ( 1 + % * , " ) : = 5 # 3 ( 5 0 3 ; / * ' . 3 $ ! # & " 22 Yrd. Doç. Dr. Ebubekir SİFİL @ F Hayatın İslam’a Göre Tayin Edilmesi G / 9 $ P Q R W ^ ; h ! m * # * U : : | ! * : Bağlamında Ehl-i Sünnet 0 I Hz. Pîr Seyyid Ahmed er-Rufai (k.s) 38 U u X X 7 O K $ w , # V l > V V + Y R + * \ T - # ' l > , + * - % ' V 7 # q g - j p / j p 9 @ < v N M / % a Osmanlı Devleti’nde Enerji 40 N g > * % j j Gemileri Karadan Yürüten Sultan 47 Gültekin YILMAZ Yeryüzü Müslümanlara Emanettir 48 Ersan BİLGİN j Seçilmiş Mursi’ye Selam Olsun 52 s N x v K x w v Hızır Dostu 54 < y ' ( % + { < Memduh ERGİN K $ * v v 7 z Yrd.Doç.Dr.Abdulkadir DEVELİ + + x w 9 y R + Y W * + $ > ' , W O t ' 1 \ & p F 6 * # = I , I # K v : % v > 7 R V Hikmet Damlası j p ' o f # l V 2 V Dr. İhsan ŞENOCAK 2 ] [ + g \ : g [ # g % g * C + { < Aydın BAŞAR ( ( } ` ~ P R a a I b a ` S T T [ \ P Q _ P a P b [ R a [ R O w R T ^ T a v s W K K P ` b ` \ \ \ a P ~ M. Emin KARABACAK K Salih AYDIN R P R a \ ^ a P \ [ R _ e R a W Hz. Üsame b. Zeyd (r.anh) 65 R 3 T O Q Q _ a _ e R K 8 * ` R a f + / h ` - 8 f Q \ + : ~ P _ R U _ T Hazır Çorba gibi Çocuk Yetiştirenler 60 5 5 ` ] < e R U # u / % ~ d . K 7 d % ' > 3 3 K < G 3 | 3 > ` < 7 $ < V * + | K @ r 7 # Y _ % V @ % I > @ / P I i " * / ( ' c i L U " n $ < * I k 5 # * * 4 2 b * ' 3 P : 3 a k % ! M I O > ' W E : M V U ` Z : B $ 1 O X Z U # 5 G ? N U ' h " / D M _ % / Tasavvurunun Yeniden İnşası 30 ] < . L , T ' 5 S 1 K # 5 U W 5 ( * I ( % H I 5 C J % H ~ \ R R ` G _ ~ } b P _ R S } ~ Q \ ` _ \ R P ` a Q ` b R _ Q Q } R d S T _ ` T \ P b a [ R a \ ` \ \ P ` [ a R ~ Burhan Çocuk 70 [ ` Musa KARACA b a R b f a R a f R \ ~ R ` b \ ` P _ \ ` _ R P S S P ` \ P f ` S a ` \ P _ Gördün Felek (şiir) 72 Zelilî 8 Hz. Peygamber’in Oruç Günlüğü Prof. Dr. ALİ AKPINAR 14 Liberal Toplumun Oruç Fotoğrafı Murat TÜRKER 40 Osmanlı Devleti’nde Enerji Yrd.Doç.Dr.Abdulkadir DEVELİ 52 Seçilmiş Mursi’ye Selam Olsun Memduh ERGİN Rahmet Ayı RAMAZAN Yrd. Doç. Dr. Mustafa KARABACAK rivâyet ) . a . r ( ’den s.a.v.): üreyre ( H h a l û l b E ûlü re Ras nı ö g e n i sevabı e v k a edildiğ ar zan m inan i k r Rama e k e “H r e çk le y nin ge tan be ’ e h s a l m l i k A tarsa o u t u n edilir.” ff a ı orucu r na h l a miş gü 4 Ramazan ayı İslam inancının kendisine yüklediği önem sebebiyle halk arasında “On bir ayın sultanı” ve “Şehr-i Mübârek” (Mübârek Ay) olarak kabul edilmiştir. Ramazan ayı Müslümanların değerlendirmek için adeta yarış yaptığı en önemli aydır. Bu ay halk tarafından değer atfedilen üç aylardan birisi olduğu gibi aynı zamanda Kur’an-ı Kerim’in nâzil olduğu aydır. “Ramazan ayı, doğruyu eğriden ayırma, gidilecek yolu bulma konusunda açıklamalar ve insanlara rehber olarak Kur’an’ın indirildiği aydır.” Ramazan ayı cahiliye döneminde de bilinen bir aydı. Cahiliye döneminde kendisine bir kutsiyet atfedilmemiş yani kan dökülmesi ve savaşılması yasak edilmemişti. Bu ayın ayrıcalıklı olması İslâmiyetle birlikte olmuştur. Bu ay on iki ay içinde ismi Kur’an’da anılan tek aydır. Kur’an’ın bu ayda indirilmesi, bin aydan hayırlı Kadir Gecesi’nin bu ayda olması, İslâmın temel ibadetlerinden birisi olan orucun tutulması, terâvih kılınması, mukâbele okunması, iftar Haziran yapılması, sahura kalkılması, itikâfa girilmesi ve fıtır sadakasının verilmesi gibi ibadetlerin bu ayda yapılması, İslam dininin dolayısıyla Müslümanların bu aya ayrı bir önem vermesine neden olmuştur. Ramazan ayı bütün hayırları ve bereketleri içerisinde toplamıştır. Yıl içerisinde kişiye ulaşan her bereket ve hayır, sonsuz olan Ramazan ayının bereket denizinden bir damladır. Bu ayda oluşan birlik, yıl boyunca oluşacak birliğin sebebidir. Bu ayda oluşan tefrika/ayrılık, yıl boyunca oluşacak tefrikanın sebebidir. Bu ayın faziletiyle ilgili hadislerde değişik rivayetler vardır. Bunlardan bazısı şöyledir: Mübârek Bir Ay Ramazan ayı gelince bazı değişimler olmaktadır. Bunlardan bazısı, semâ kapılarının açılması, cehennem kapılarının kapanması, şeytanların zincire vurulması vb. “Ramazan ayı gelmiştir. O mübârek bir aydır. Allah o ayda size orucu farz kıldı. O ayda cennet kapıları açılır; cehennem kapıları kapanır ve şeytanlar zincire vurulur. Onda bin aydan hayırlı bir gece vardır. Kim Kadir Gecesi’nin hayrından mahrum kalırsa, her hayırdan mahrum kalmıştır.” Ayların Efendisi Ebû Saîd el-Hudrî’den rivâyet edildiğine göre: “Ayların efendisi Ramazan, saygı bakımından en büyüğü ise Zilhicce ayıdır.” Abdullah b. Mes’ûd rivâyetinde ise: “Ayların efendisi Ramazan, günlerin efendisi Cuma günüdür.” şeklindedir. Aynı konu ile ilgili İbn Abbâs’ın rivâyeti şöyledir: “Ayların efendisi, Ramazan ayı geldi. Sıhhat, mukâfât ve hayır ayı hoş sefa getirdi. O sabır ayıdır. O ayda şeytanlar zincire vurulur, rahmet iner, çokça tevbe edilir, cehennem kapıları kapanır ve cennet kapıları açılır.” Kutsal Kitapların İndiği Ay Vâsile b. el-Eska’dan rivâyet edildiğine göre Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “İbrahim’in (a.s.) sahifeleri Ramazan ayının ilk gecesinde indirildi. Tevrat Ramazan ayının altısında indirildi. İncil Ramazan ayının on üçünde indirildi. Kur’an da Ramazan ayının yirmi dördünde indirildi.” Ramazan ayı aynı zamanda Rasûlüllah’ın (s.a.v.) Cebrail’e (a.s.) Kur’an’ı arz ettiği aydır. “Rasûlüllah (s.a.v.) her yıl Ramazan ayında Cibril’e (a.s.) Kur’an’ı arz ederdi. Vefât ettiği yıl iki defa arz etti.” Yardımlaşma Ayı Selman el-Fârisî’den rivâyet edildiğine göre Rasûlüllah (s.a.v.) Şâban ayının sonunda hutbede şöyle buyurdu: “Ey İnsanlar! Mübârek ayın gölgesi üzerinize düşmüştür. Onda bin aydan hayırlı bir gece vardır. Allah onda (Ramazan ayında) orucu farz kılmış, gece ibadetini de tavsiye etmistir. Kim Ramazan ayında nafile bir ibadet yaparsa, diğer aylarda farz bir ibadeti yapmış gibidir. Kim Ramazan ayında farz bir ibadeti yaparsa, diğer aylarda yetmiş farz ibadeti yapmış gibidir. O sabır ayıdır. Sabrın karşılığı da cennettir. O yardımlaşma ayıdır ve o ayda mü’minin rızkı artar. Kim bir oruçluyu iftar ettirirse bir köle azat etmiş gibi olur ve günahları için de bağışlanma olur.” Dediler ki: Ey Allah’ın Rasûlü! Hepimiz oruçluyu iftar ettirecek bir şey bulamıyoruz? Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Allah bu sevabı, oruçluya bir yudum süt içirene, bir hurma yedirene veya biraz su ikram edene de verir. Kim bu dünyada bir oruçluyu doyurursa, günahları için bir bağışlanma olur ve Allah kıyamet günü ona benim havuzumdan su içirir, bir daha su- “Ramazan ayı, doğruyu eğriden ayırma, gidilecek yolu bulma konusunda açıklamalar ve insanlara rehber olarak Kur’an’ın indirildiği aydır. Haziran 5 samaz nihayet cennete girer. Şu da var ki, ona oruç tutanın ecri gibi vardır. İftâr ettirenin sevabından bir şey eksilmez. Bu ayın evveli rahmet, ortası mağfiret, sonu ise cehennemden kurtuluştur. Kim emri altındakilerin yükünü o ayda hafifletirse, Allah onu cehennemden kurtarır.” Kulların Senenin Tamamının Ramazan Olmasını İstedikleri Ay Ramazan ayı gelince Rasûlüllah (s.a.v): “Kullar Ramazan ayında olan hayrı bilselerdi, senenin tamamının Ramazan olmasını isterlerdi.” buyurdu. Huzâa kabilesinden bir adam: Ey Allah’ın Nebîsi, anlatmaya devam et, dedi. Rasûlüllah (s.a.v.): “Ramazan ayının girmesiyle cennet seneden seneye süslenir. Hûriler derler ki: Ey Rabbimiz, bu ayda bizler için kullarından eşler yarat ki, onlarla bizim, bizimle de onların gözleri aydın olsun” buyurdu. Herkesin Amelinin Karşılığını Eksiksiz Aldığı Ay Ebû Hüreyre’den (r.a.) rivayet edildiğine göre Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Ramazanda önceki ümmetlere verilmeyen beş özellik benim ümmetime verildi: Oruçlunun ağız kokusu Allah katında misk kokusundan daha güzeldir. Oruçlu için iftar edinceye kadar melekler istiğfarda bulunur. Allah onlar için her gün cennetini süsler ve (cennete) şöyle der: Kullarımdan sıkıntı ve ezanın gitmesi ve sana gelmesi yakındır. Şeytanların azgınları bağlanır, Ramazanın dışında yaptıklarını yapamazlar. Ramazanın son gecesinde mü’minler bağışlanır.” Denildi ki: Ey Allah’ın Rasû- Cennet Kapılarının Açıldığı Ay Ebû Hüreyre’den rivâyet edildiğine göre Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Ramazan ayı gelince semânın kapıları açılır; cehennemin kapıları kapanır ve şeytanlar zincire vurulur.” Müslim’in yine Ebû Hüreyre’den bir rivâyetinde “Rahmet kapıları açılır.” bir rivâyetinde de “Cennet kapıları açılır.” şeklindedir. Tirmizî ve İbn Mâce’nin haber verdiklerine göre Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Ramazan ayının ilk gecesi olunca cinlerin âsileri ve şeytanlar zincire vurulur. Cehennem kapıları kapanır ve ondan hiçbir kapı açılmaz. Cennet kapıları açılır; ondan hiçbir kapı kapanmaz. Bir münâdi şöyle nidâ eder: Ey hayır murad eden! Geri dön. Ey şer murad eden! Yavaş ol. Allah’ın her gece cehennemden azat ettikleri vardır. Durum her gece böyledir.” Cennet kapılarının açılması Kur’an’da da geçmekte ve semâ kapılarının açılması, cennet kapılarının açılması anlamına gelmektedir. Bağışlanma Ayı Ramazan ayı, bağışlanma ve günahlardan arınma ayıdır. Selmân el-Farisî’den rivâyet edildiğine göre Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Ramazan ayının evveli rahmet, ortası bağışlanma, sonu ise cehennemden kurtuluştur.” Ebû Hüreyre’den (r.a.) rivâyet edildiğine göre Rasûlüllah (s.a.v.): “Her kim inanarak ve sevabını Allah’tan bekleyerek Ramazan orucunu tutarsa o kimsenin geçmiş günahları affedilir.” buyurdu. Bu hadisi açıklar mahiyette ise şu rivâyet zikretmekte fayda vardır. Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Kim Ramazan orucunu tutar, yapılması gerekenleri bilir, korunması gerekenleri korursa geçmiş günahları bağışlanır.” lü! Bağışlanma günü Kadir Gecesi midir? Rasûlüllah (s.a.v.): “Hayır; fakat amel eden amelini bitirdiği zaman karşılığını eksiksiz alır.” 6 Ramazan ayın bağışlanma ayı olduğuna işaret eden ayrıca şu hadis vardır. Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle Haziran buyurdu: “Âmîn, âmîn, âmîn.” Kendisine denildi ki: Ey Allah’ın elçisi! Sen minbere çıkınca “Âmîn, âmîn, âmîn” dedin. Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Cebrail bana, Ramazan ayına yetişip de günahları affolunmayan kişiyi Allah cehenneme girdirsin ve rahmetinden uzaklaştırsın. “Âmîn de” dedi. Ben “Âmîn” dedim.” Sonra Cebrail: “Ana babasına veya onlardan birisine sağlığında kavuşup da onlara iyi davranmadan ölürse Allah onu cehenneme girdirsin ve rahmetinden uzaklaştırsın. “Âmîn de” dedi. Ben “Âmîn” dedim.” Sonra şöyle dedi: Yanında senden söz edilince sana salavât getirmeden ölen kimseyi de Allah cehenneme girdirsin ve rahmetinden uzaklaştırsın. “Âmîn de” dedi. Ben “Âmîn” dedim.” de olması muhtemel Kadir Gecesi ihya edilir, oruçlulara iftar ettirilir ve çalışanların yükü hafifletilir. Bol bol zikir yapılır ve istiğfar edilir. Melekler, iftar edinceye kadar oruçlu için bağışlanma dilerler. Bu mübârek ayda kendimiz için yaptığımız gibi Müslümanların hayrı ve kurtuluşu için dua etmeyi unutmamalıyız. Sıkıntısı olan kardeşlerimiz hakkında özellikle onların gıyabında onlar için dua edelim. Bu aynı zamanda meleklerin bize dua etmesinin de bir yoludur. “Her kim orada hazır olmayan bir din kardeşi için dua ederse kendisine tevkil edilmiş olan melek, “amin” ve onun bir misli senin için olsun der.” Selam ve dua ile… ........................................................................ Ebû Hüreyre’den rivâyet edildiğine göre Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle *Aksaray Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi Öğretim Üyesi. Kaynaklar buyurdu: “Ramazan ayı gelince semânın kapıları açılır; cehennemin kapıları kapanır ve şey- 1 Bakara, 2/185. 2 İmâm Rabbânî, Mektûbât, s. 57- 58, (4. Mektup). 3 Ahmed b. Hanbel, II, 230, 385, 425; Nesâî, Savm, 3. 4 Beyhakî, Fezâilü’l-evkât, I, 335; Şuabü’l-İmân, V, 310. tanlar zincire vurulur.” 5 Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, IX, 205. 6 Ebû Tâhir es-Silefî, İntihâb, I, 20, (Hadis no:19). 7 Ahmed b. Hanbel, IV, 107. 8 Buhârî, Menâkıb,25; Müslim, Fedâil, 50;Fedâiİnsanların sahip olması gereken bazı hasletler lu’s-Sahâbe, 98,99; İbn Mâce, Cenâiz, 64. vardır. Yardım sever olmak, cömert olmak, merha- 9 İbn Huzeyme, Sahîh, III, 191; İbn Ebi’d-Dünya, Fezâilu Ramazan, I, 69, (Hadis no: 41). metli olmak gibi. Bu hasletlere sahip olmak her za- 10 Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat, VII, 44; el-Mu’cemü’l-kebîr, XIII, 37. man güzel olmakla birlikte bunları Ramazan ayında 11 Ahmed b. Hanbel, II, 292; Tahâvî, Müşkilu’l-âsar, IV, 142; Heyartırmak daha güzeldir. Bu ayda yapılan nâfile semî, a.g.e.,, III, 140; İbn Hacer, el-Metâlibu’l-âliye, I, 274-275, (Hadis no:932). ibadet farz gibi farz ibadet de yetmiş farz iba12 Buhârî, Savm,5; Müslim, Sıyâm, 1-2. det gibi değerlendirilmektedir. Yine bu ayda 13 Tirmizî, Savm, 1; İbn Mâce, Sıyâm, 2. sadaka vermek ve umre yapmak kat kat sevap 14 Sâd, 38/49- 50. getiren ibadetlerdir. Enes’ten (r.a.) rivâyet edilen 15 el- A’râf, 7/40. 16 Sââtî, Fethu’r-rabbânî, IX, 233. bir hadiste, Rasûlüllah (s.a.v.) “En faziletli sada- 17 Buhârî, Salâtü’t-Terâvîh,1; Savm,6;Müslim, Salatü’l-Müsâfirîn, kanın Ramazan ayında verilen sadaka”, Buhârî 175,176. ve Müslim’de rivâyet edilen bir hadise göre “Rama- 18 Ahmed b. Hanbel, III, 55;İbn Hıbbân, Sahîh, V,182- 183, (Hadis zanda umre yapmanın hacca eşdeğer” veya Hz. no: 3424); Münzirî, et-Tergîb ve’t-terhîb, II, 91. 19 İbn Hıbbân, Sahîh, II, 131, (Hadis no:904); Ahmed b. Hanbel, II, Peygamber’le “beraber haccetmeye eşdeğer” ol- 254; Buhârî, el-Edebü’l-müfred, (Hadis no: 644,646); Münzirî, et-Terduğu belirtilmiştir. gîb ve’t-terhîb, II, 93, 506- 508. 20 Müslim, Taharet, 14- 16; Tirmizî, Salat, 46. Ramazan ayında Müslümanların bağışlanması 21 Tirmizî, Zekât, 28; Ali el-Muttakî, Kenzü’l-ummâl, VI, 399; Suyûtî, el- Câmiu’s-sagîr, I, 50;Münâvî, Feyzü’l-kadîr, II,38. için birçok sebep sayılabilir: Gündüzleri oruç tu- 22 Buhârî, Umre, 4; Müslim, Hac, 221- 222. tulur, geceleri ibadet edilir. Son on gecesin- 23 Müslim, Zikr ve’d-Dua, 87. Bir başka hadiste Ebû Hüreyre’den (r.a.) rivâyet edildiğine göre Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Beş vakit namaz, iki Cuma ve iki Ramazan büyük günahlardan kaçınıldığı takdirde aralarında işlenen küçük günahlara keffârettir.” Haziran 7 Hz. Peygamber’in Oruç Günlüğü Prof. Dr. Ali AKPINAR Yüce Allah, Kur’ân’ında onu bize ‘Üsve-i hasene/‘en güzel örnek’ diye tanıtmıştır. O, her konuda bizim için en güzel örnek ve önderdir. O’nun Ramazan farklılıkları ve oruç günlüğü de bizim için örnektir. ra k ber ola m a g y k r pe ı olara ualı bi t d a s ı r z ı f ğ a A : ı da du n ı r ederdi a l a n u a d r e a yl ift ir ve şö r i d n oruç n i e ç l i r e n ğ i e d sen , yalız nip m ı h a a güve n “All a s e ı, sadec la iftar n ı k z tuttum ı in r . ve sen dolsun m ı m d a n h a n a i h’ .” “Alla landı, s m ı ı t r ç a l a ar mı 2] ti, dam t i g .”[1 i k t u ş l e z l u n esi Sus evap k s h a l l inşa 8 Onun hayatında Ramazan’ın ayrı bir yeri vardı. Zira ona vahiy Ramazan’da gelmeye başlamıştı. O, Vahiy meleği ile bu ayda müşerref olmuştu. Bu ayda inmeye başlayan Kur’ân, insanlığı Marifetullah bilinci demek olan takvaya erdirmek için gelmişti. İçerisine riya karışmayan, hep ve yalnız Allah için tutulan ve bu ayda farz kılınan orucun hedefi de takvalı insan yetiştirmekti. Peygamberimizin Ramazan ve Oruç günlüğünü şu şekilde özetlememiz mümkündür: Ramazan, onun için bir rahmet, bereket, mağfiret ayı; hayır ve güzellikler pazarı; kullukta yoğunlaşma fırsatı idi. O, bu konuda “Ramazan’a eriştiği halde, günahlarından bağış- Haziran lanmayıp cehenneme girene yazıklar olsun!”[1] buyurarak Ramazan’ın farkına dikkatlerimizi çekmişti. Ramazanı kulluk fırsatı olarak değerlendiren Peygamberimiz, Ramazan ve ondaki güzelliklerle ilgili şöyle buyurarak bu ayı en güzel şekilde değerlendirmeye teşvik etmiştir: “Ramazan ayı girdiği zaman cennetin kapıları açılır, cehennemin kapıları kapanır ve şeytanlar da zincire vurulur.”[2] “Ademoğlunun her ameli katlanır. Hayırlı ameller en az on misliyle yazılır, bu yedi yüz misline kadar çıkar. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: Oruç bu kaideden hariçtir. Çünkü o sırf benim içindir, onu ben mükâfatlandıracağım. Kulum benim için şehvetini, yiyeceğini terketti.” “Oruçlu için iki sevinç ânı vardır: Biri, orucu açtığı zamanki sevincidir, diğeri de Rabbine kavuşup orucunun sevabını aldığı zamanki sevincidir. Oruçlunun ağzından çıkan koku, Allah indinde misk kokusundan daha hoştur.”[3] “Oruçlunun uyuması ibadet, susması tesbih, çalışması bereket, duası makbul, günahı bağışlanmıştır.”[4] “Cennetin Reyyan adlı bir kapısı vardır, oradan yalnızca oruç tutanlar girer.”[5] O, diğer ayları gibi Ramazan’ı da her türlü günahtan uzak bir şekilde geçirirdi, tuttuğu oruçların sevabını gıybet, dedikodu, yalan ve boş söz gibi günahlarla azaltmazdı. Yine O, orucu uykuya hapsetmezdi, oruçtan en yüksek puanı/sevabı alabilmek için çabalardı. Hepimiz için en güzel hayat modelleri sunan Peygamberimiz günlük olarak nafile ve farzlarıyla namazlarını kılardı, ama Ramazanda bu namazlarına teravih namazlarını da ekler ve şöyle buyururdu: “Yüce Allah, size Ramazan orucunu farz kıldı, ben de Ramazan gecelerinde (teravih namazıyla) kıyamı sünnet eyledim...”[6] Onun için Ramazan ayı, önce teravih namazı kılınarak başlar ve bu şekilde ertesi günün orucu namaz temeli üzerine bina edilir. Bunun içindir ki bizler onun gül hatırı için teravihlerimizi kılmaya şu sözlerle başlarız: Efendimiz Muhammed’e salat ile selam olsun/ O’na izzet ile ikram, teravihe kıyam olsun! O, bugün bir çok insanın yaptığı gibi namazı yalnızca Ramazan’a ve teravihe hasretmezdi. Çünkü beş vakit namaz O’nun gözünün nuru idi. O, diğer aylarda oruç tutardı, ama Ramazan tümüyle Onun oruç ayı idi. Yani O, oruç gibi yüce ibadetten Ramazan dışında da kopmazdı. Çünkü O, oruçlu iken amellerinin Rabbine arzedilmesini çok isterdi. Onun orucu, yalnızca midenin aç susuz kalmasından ibaret değildi. O, mide başta olmak üzere tüm organlarına oruç tuttururdu. O, orucu gönlü, beyni, dili ve tüm hücreleriyle tutardı. Ve o, bu konuda şöyle uyarmıştı bizleri: “Nice oruç tutanlar vardır ki, tuttukları oruçlarından onlara kalan sadece aç ve susuz kalmalarıdır.”[7] “Kim yalan ve iftirayı terk etmezse bilsin ki, onun yiyip içmesini bırakmasına Allah’ın ihtiyacı yoktur.”[8] “Oruç perdedir, koruyucu kalkandır. Biriniz bir gün oruç tutacak olursa kötü söz sarf etmesin, bağırıp çağırmasın. Birisi kendisine yakışıksız laf edecek veya kavga edecek olursa ‘ben oruçluyum!’ desin ve ona bulaşmasın.”[9] “Oruçlu için iki sevinç ânı vardır: Biri, orucu açtığı zamanki sevincidir, diğeri de Rabbine kavuşup orucunun sevabını aldığı zamanki sevincidir. Oruçlunun ağzından çıkan koku, Allah indinde misk kokusundan daha hoştur.”[3] Haziran 9 O, oruç için sahur yapmayı bereket görür ve iftarda acele ederdi: “Sahur yemeği yiyin, zira sahurda bereket vardır.”[10] “İnsanlar iftarda acele ettikleri müddetçe hayır üzere devam ederler.”[11] Bugün bazılarının yaptığı gibi, iftarı ve sahuru terk etmez ve geçiştirmezdi. Onları vaktinde ve özenle yapardı. Ağzı dualı bir peygamber olarak iftar anlarını da dua fırsatı olarak değerlendirir ve şöyle dua ederdi: “Allahım, yalız senin için oruç tuttum, sadece sana güvenip inandım ve senin rızkınla iftarımı açtım.” “Allah’a hamdolsun. Susuzluk gitti, damarlar ıslandı, inşallah sevap kesinleşti.”[12] Bu yüzden oruçlu iken de oruçsuz iken de O’nun ağzından hayır ve haktan başka bir şey sadır olmazdı. Oruçluya iftar ettirmek O’nun Ramazan güzellikleri arasındaydı. Bu konuda şöyle derdi: “Kim bir oruçluya iftar ettirirse, kendisine onun sevabı kadar sevap yazılır. Üstelik bu sebeple oruçlunun sevabından hiçbir eksilme olmaz.”[13] O, iftar sofralarında aşırılığa kaçarak israf sofralarına dönüştürmez ve yalnızca zenginlerin birbirlerine ödünç yaparcasına ağırlandığı sofralara çevirmezdi. O’nun mütevazı sofralarında zengin fakir herkese yer vardı. O’nun hayatında Ramazan, beslenme ayı da değildi, diyet ayı da, eğlence ayı da, festival ayı da değildi O’nun cevapları yaşanabilirdi. Dini anlatırken taviz de vermezdi, muhataplarını çıkmazlara da götürmezdi. O, her zaman cömertti, Ramazan’da daha cömert olurdu.. O, Vahiy meleği ile karşılaştığında hayır ve infakta, esen yellerden daha cömert olurdu.[14] O’nun cömertliği Ramazan ile sınırlı değildi. Verirken fakirlerin nurlarını korur, sahip olduğunun en güzelinden ve sevgiyle verirdi. Onun, zahidane bir hayatı vardı; ama o, Ramazanda daha bir zahiddi. Çünkü bu ay Onun i’tikaf ayı, mescidin bir köşesinde on gün, kendini Yüce Allah’a verme ayı idi. Hz. Peygamber, kendisine peygamberlik gelmeden önce Hıra mağarasında münzevi bir hayat yaşardı. Ama Kur’ân ayetlerinin inmeye başlamasıyla O, Hıradan toplum içerisine indi ve tebliğ görevini sürdürdü. Fakat O, insanlardan ve dünya nimetlerinin cazibesinden geçici bir süre de olsa uzak kalmayı tamamen ihmal etmedi. Bu sefer halkın içinde, mescidinde O, Ramazanın son on gününü itikafla geçirirdi. O, oruç tutuyorum diye hayattan kopmaz, yapması gereken işleri hakkıyla yapmaktan geri kalmazdı. Nitekim Bedir savaşına o, bir Ramazan ayında çıkmıştı. O, halk içinde Hakla beraber olur, ibadetlerini asla hayattan ve insanlardan kopmaya, onlarla ilişkilerini kesmeye ara yapmazdı. Ne orucu uykuya tutturur ve ne de orucu işini savsaklama aracı yaparak istismar ederdi. O, her zaman Allah’ı zikrederdi, Ramazan’da daha çok zikrederdi. Bu kutlu ayda dualarına dua katardı. Oruçla ilgili kendisine yöneltilen sorularda, her zamanki gibi kolaylaştırıcı bir yöntem izler ve alternatif çözümler sunardı. O, sürekli Kuran okur ve Kur’ân’lı bir hayat yaşardı, ama Ramazanda daha çok Kur’ân okurdu. Onun orucu, yalnızca midenin aç susuz kalmasından ibaret değildi. O, mide başta olmak üzere tüm organlarına oruç tuttururdu. O, orucu gönlü, beyni, dili ve tüm hücreleriyle tutardı. Ve o, bu konuda şöyle uyarmıştı bizleri: “Nice oruç tutanlar vardır ki, tuttukları oruçlarından onlara kalan sadece aç ve susuz kalmalarıdır.”[7] 10 Haziran Onun mukabelelerine Vahiy meleği ve ashabın seçkinleri eşlik ederdi. Onun vahiy meleği ile karşılıklı Kur’ân okuyup ezberini sağladıkları ay da Ramazan’dı.[15] O’nun Kur’ân okumaları anlamak ve en iyi şekilde yaşamak içindi. O, asla Kur’ân okumayı dünyalıklara alet etmedi ve adete dönüştürmedi. O, Ramazan’ın son on günü içerisinde, dua, istiğfar, zikir ve ibadet fırsatı olan Kadir gecesini arar ve kadir gecesini ihya etmeye teşvik ederdi: “Kim inanarak ve sevabını Allah’tan bekleyerek kadir gecesini ihya ederse, geçmiş günahları bağışlanır.”[16] Kısaca O, Ramazan’da kulluk ve dua yoğunluğu içerisinde olurdu. Ve Ramazan’da sergilediği bu güzellikleri Ramazan’dan sonrasına taşır ve bunu ümmetine tavsiye ederdi. Yani on bir ayın sultanı Ramazan, onun on bir ayını da yönetirdi: “Kim Ramazan orucunu tutar ve ona şevval ayından altı gün ilave ederse, sanki yıl orucu tutmuş olur.”[17] “Resûlullah Zilhicce’den dokuz günle Aşûra günü oruç tutardı. Bir de her aydan üç gün, ayın ilk pazartesi ile perşembe günü oruç tutardı.”[18] Tüm bu Ramazan güzellikleriyle o bizleri aydınlatmaya, gönüllerimizi ısıtmaya, beyinlerimizi ışıtmaya, sözlerimizi güzelleştirmeye, davranışlarımızı hep hayır ve güzelliklere yönlendirmeye devam ediyor. O’nun ümmeti olarak O’nu özlemeye, hayatımızın her alanında O’na benzemeye, O’ndaki güzellikleri yaşamaya ve yaşatmaya var mısınız? O, bizleri, Mahşerde buluşma yerimiz olan Kevser havzının başında bekleyip durmakta. Ramazanda daha çok Kur’ân okurdu. Onun mukabelelerine Vahiy meleği ve ashabın seçkinleri eşlik ederdi. Onun vahiy meleği ile karşılıklı Kur’ân okuyup ezberini sağladıkları ay da R amazan’dı. Çünkü O’nun için Ramazan, bir eğitim kampı, bir yenilenme fırsatı, bir donanım ve dolum ayı idi. O, Ramazan’dan aldığı enerji ile Ramazan sonrası hayatını şekillendirirdi. O, bayramını tekbir ve namazla başlatırdı. Tekbir ve namaz üzerine kurulan Haziran bayram sonrası hayat, tekbir ve namaz doğrultusunda devam ederdi.ﻓﻔــﻒ Salat ü selam, her türlü ihtiram O’na ve O’nun bağlılarına olsun. ________________________________________ [1] El-Münzirî, et-Terğîb, II, 215-216. (Hakim) [2]Buhari, Savm: 5, Bed’ü’l- Halk: 11, Müslim, Sıyâm: 2, (1079); Nesâî, Sıyâm: 5, (4, 129); İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: IX, 426. [3] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte , IX, 419. [4] Muhtâru’l-Ehâdisîn, No:1287 (Taberânî) [5] (Buharî, Müslim, Nesâî) Ali en-Nâsıf, et-Tâc, II, 48. [6] (Nesâî, Ahmed) Ali en-Nâsıf, et-Tâc, II, 46. [7] (İbn Mace, Ahmed, Hakim) Ali en-Nâsıf, etTâc, II, 61. [8] Buhari, Savm: 8, Edeb: 51; Ebu Dâvud, Savm: 25, (2326); Tirmizî, Savm: 16, (707); İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte, IX, 503. [9] Buhari, Savm: 2, 9, Libas: 78; Müslim, Sıyâm: 164 (1151); Muvatta, Sıyâm: 58, (1, 310); Ebu Dâvud, Savm: 25 (2363); Tirmizî, Savm: 55, (764); Nesâî, Sıyâm: 41, (2, 160-161); İbnu Mâce, Sıyam: 1, (1638), Edeb: 58, (3823); İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte, IX, 420. [10] Buhari, Savm: 20, Müslim, Sıyâm: 45, (1095); Tirmizî, Savm: 17, (708); Nesâî, Savm: 18, (4, 141); İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte, IX, 490. [11] Buharî, Savm: 45; Müslim, Sıyân: 48, (1098); Muvatta, Sıyâm: 6, (1, 288); Tirmizî, Savm: 13, (699); İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte, IX, 499. [12] Ebu Dâvud, Savm: 22, (2357). İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte, IX, 500. [13] Tirmizî, Savm: 82, (807); İbnu Mâce, Sıyâm: 45, (1746); İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte, IX, 426. [14] (Buharî, Müslim) Ali en-Nâsıf, et-Tâc, II, 62. [15] Cibrîl, her Ramazan Peygamberimize gelir ve o ana kadar inen ayetleri karşılıklı okurlardı. “Arza” diye isimlendirilen bu karşılıklı okuma (mukabele) Peygamberimizin vefat edeceği sene iki defa tekrarlanmıştı. Bkz. Buhari, Bedü’l-Vahy 5, Fedâilü’l-Kur’ân 7; Müslim, Fedâil 50; Zerkeşî, el-Bürhân, I, 232; İbnü’l-Esîr, en-Nihâye, III, 212; Bilmen Ö. Nasuhi, Büyük Tefsir Tarihi, I, 21. [16] El-Münzirî, et-Terğîb, II, 229. [17] Müslim, Sıyâm: 204, (1164); Tirmizî, Savm: 53, (759); Ebu Dâvud, Savm: 58, (2432); İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte, IX, 471. [18] Ebu Dâvud, Savm: 61, (2437); Nesâî, Savm: 83, (4, 220); İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte, IX, 472. 11 Liberal Toplumun Oruç Fotoğrafı Murat TÜRKER İçki servisi yapan veya içki satan mekânların camlarına astığı “Ramazan münasebetiyle kapalıyız” yazılarının yerini son yıllarda “Ramazan’da açığız” levhaları almış. e a yerin d m a l n or; şahsî a n i t i artıy e s d i t s e İba b er lan lirlik s i b e l dete o i a r b i e geti r gö lâm’ın r kavle s i İ b , k a t a t ha Anc eliyor. s k n şeâir a ü l y o e u d r su ilgi bir un ri) m i h ü ahürle z e t , i çok m r etle k vşekli ’ın işar e m g â r l i s İ b ( hiş a müt d n u r. s konu zanıyo a k e ivm Üstelik, bu “Ramazan’da açık” olan yerler arasında, muhafazakâr insanların sahip olduğu bazı kafe ve mekânlar da bulunuyormuş. Bu tespitlere şaşırmalı mıyız; yoksa her fikrin ve tutumun kendini ifade adına özgürleşmesi gerektiğinin bu ölçüde tartışılmaz bir argüman haline getirildiği bir vasatta tüm bunları normal mi karşılamalıyız? Kendi hesabıma ben, ikinci gruptayım, yani olan bitenden rahatsız olmakla beraber, bunları bir sürpriz olarak karşılamıyorum, bu gidişin böyle bir neticeye müncer oluşuna şaşırmıyorum. Ne bekliyorduk ki!? 12 Haziran Şimdi önümüzde duran sosyal fotoğrafı netleştirelim ve somutlaştıralım. (Eskiden bunun yerine ‘müşahhaslaştıralım’ denilirdi ama böyle yazınca artık anlaşılmıyor; dille gelen tahrip ne korkunçtur!) O fotoğrafta, oruç tutanların artık bu şahsî ibadetlerini daha rahat, en azından konjonktür sayesinde amirden, patrondan vs çekinmeden yerine getirebildiklerini gösteren bir boyut var. (Gerçi oruç tutanların sayısında artma mı azalma mı olduğu meselesi de oldukça tartışma kaldıran bir bulanıklık içeriyor ama bu şimdi bizim konumuz değil) Fotoğrafta var olan diğer boyut ise, yazının başında telmihte bulunduğumuz “Ramazan’da açığız” muhabbetiyle ilişkili olan, oruç tutmayanların artık bunu ifşa etmekte hiçbir beis görmeyecekleri bir sosyal vasata ulaşmış olmamız. Denilebilir ki, oruç tutmayanlar zaten hep vardı ve bunu açıktan zaten sergiliyorlardı. Doğrudur ama ben, bu tavrın artık neredeyse hiçbir mahcubiyet emaresi olmaksızın ortaya konulmasında ifadesini bulan rahatlıktan ve bu rahatlığın her geçen gün gitgide artış göstermesinden söz ediyorum. O halde iki yönünü tasvir ettiğimiz bu fotoğrafın adını da doğru koyalım. Olan şudur: İbadetin şahsî anlamda yerine getirilebilirlik serbestisi artıyor; hatta bir kavle göre ibadete olan ilgi de yükseliyor. Ancak, İslâm’ın çok mühim bir unsuru olan şeâir (İslâm’ın işaretleri, tezahürleri) konusunda müthiş bir gevşeklik ivme kazanıyor. İşte muhafazakâr pratik, topluma tam da böyle bir dindarlık tasavvuru zerk ediyor. İbadette kısıtlamaların ortadan kalktığı ama İslâm’ın şiarlarının, yani Din’in toplumsal boyutunun tedricen rafa kalktığı bir içtimâî atmosfer… Elbette, bir toplumun itikadına ve imanına sahip çıkmasının, esasen bu şeaire sahip Haziran çıkmakla son derece alâkalı olduğu gerçeği de dikkatle gözden kaçırılıyor. Şahsî bir ibadet olan oruç kadar, oruca saygının da -bir şiar olması yönüyle- dindarlığımıza şekil veren olmazsa olmaz bir unsur olduğu hakikati sümen altı ediliyor. Ve bu mantığı oruç özelinden çıkarıp genele teşmil ettiğimizde de, ibadetlerin ferdî boyutunun canlılık kazandığı ama toplumsal işleyişte sokağın Müslümanlığını temin eden İslâm’ın hüküm ve değerlerinin aziz olmaktan çıkartılıp, hürmetlerinin ihlâl edildiği ve rahatlıkla tahkir/ tezyif edilebildikleri bir atmosferin yükselişte olduğu anlaşılıyor. Müslümanların liberal-demokrat eğilimlere teşne kılınmasının doğal sonucu, İslâmî şeâirin böylesine ucuzlatılması ve İslâm’ın kıymet hükümlerinin yok sayıldığı bir kurguya Müslümanların hiç yüksünmeden dâhil edilebilir hale gelmeleridir. Elbette bu yazının ana fikri, ‘oruç tutmayanlara müdahale edelim, edilsin’ vs değildir. Böyle anlamak, yazının mesajını hiç kavramamış olmaktır. İşaret etmek istediğimiz husus, Müslüman zihin ve kalplerde meydana gelen ve alttan alta seyreden şuur boşalmasıdır. Neyi kazanç, neyi kayıp olarak görmemiz gerektiği noktasındaki ciddi kafa karışıklığıdır. ‘Kaşıkla verip kepçeyle alma’ deyiminin capcanlı örneğini görüyor, hatta yaşıyor olmamıza rağmen, kaşıkla aldıklarımız için zafer türküleri tertip eden bilinç kaybıdır, gündeme getirmeye çalıştığımız… ‘Muhafazakâr’ belediyeler eliyle Ramazan’ın içinin boşaltılması ise apayrı bir yazı konusu… Ona hiç girmeyelim! 13 Zaman ve İnsan Abdullatif ACAR ysa ki: “O r o y u r u an, lla buy bulun ş i m l Yüce A ge z, i eceli d n e teleme r k e h e a l l l k A nli ryi kesi e s aberda h m i n k a ç i d h ız ıkların t p a y un,11) g i f Allah a n ü dır.” (M Zaman, insan için en kıymetli bir nimet, paha biçilmez bir değerdir. Hayatın ta kendisidir. O yoksa hayat yok, o varsa her imkan vardır. Yaşamın adıdır zamana sahip olmak. O, Yüce Yaradandan insana tanınan bir fırsattır. Herşeye onun varlığıyla sahip olursunuz. Yaşamınızda. Onun ya varlığından söz ederek fırsatların değerlendirilmesi temennilerinde bulunursunuz yada yetmediğinde, dillerinize dolarsınız yakına yakına. Her imkana sahip olsanız da, o imkanları değerlendirme alanınız, kullandığınız gerçek sermayeniz, işlediğiniz tezgâhınız, sergilediğiniz salonunuz yine odur. Onunla iç içe; ne ondan ayrı ne de ondan gayrısınızdır. Ahmet Hamdi Tanpınar bunu ne güzel ifade etmiştir. “Ne içindeyim zamanın Nede büsbütün dışında Yekpare geniş bir anın Paçalanmaz akışında” Necip fazılda zamanla ilgili: 14 Haziran Otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum Gök yüzünden habersiz, uçurtma uçurtmuşum.” diyerek akıp giden zamanı ve zamandan habersiz insanı anlatmıştır. Akıp giden bu zaman içerisinde, “Azıcık zamanım olsaydı, halledecektim, Zaman Müsaade etmedi, keşke önceden bunu düşüne bilseydim” gibi sözlerle önceliklerini gerçekleştirmek isteyen insanların zamana olan muhtaçlıklarını ve iştahlarını duymuşsunuzdur. Yada ilerde nice hayalleri hedefine koyup zamanları yetersiz olduğundan, ömürleri elvermediğinden bu dünyadan göçüp gidenlerle ilgili: “Daha gencecik yaşındaydı, hayatının baharındaydı, hayallerini gerçekleştiremedi” gibi sözlerle ansızın zamanın bitişine sitem edenlerin serzenişine şahit olmuşsunuzdur. Bazen de böyleleri için teselli babından, “Yapılacak bir şey yok, ne gelir elden ömür bitmiş, Allah taksiratını affetsin, sizede sabır versin.” dediğimiz zamanlar olmuştur. Ne gariptir ki bazen de zamanın çokluğundan şikayet edenlere, onu adeta sırtında yük görenlere şahit olursunuz. Günlerini nasıl geçireceklerinin telaşını yaşayan böyle insanlarla doludur bu dünya. “Nereye tatile gitsek, nasıl bir meşguliyet bulsak, iyi ki geldin de zaman geçirdik gibi...” Bazen olur ki daha da ileriye gidip kahırlar okunur varlığından zamanın, isyan sözcükleri dökülür insanın dilinden: “Görmeseydim, yaşamasaydım, keşke bu günleri ”... Peygamberimiz (s.a.v.), insanın en fazla aldandığı, sağlığın ve boş zamanın, değerlendirilmesi, pişmanlığın yaşanmaması, günaha, isyana dalınmaması için bizleri uyararak buyuruyor ki: “İnsanın çoğunun faydalanma hususunda aldandığı iki nimet vardır. Bunlar, sağlık ve boş zamandır.” (Buhari, Rikak, 1) Aşırı ihtiraslarla dünyaya bağlanan, nefislerinin sınırsız isteklerini gerçekleştirmek için zamanı kısıtlı gören, yada bu dünyaya boş yere geldiğini zannedip hayatın içerisinde kendine rol bulmaktan aciz, yapılacak işlerin çokluğundan habersiz olan insanlar Allah’ın şu buyruğunu düşünemiyorlar ebetteki: “Bizim, sizi boşuna yarattığımızı ve tekrar huzurumuza döndürülüp hesap vermeyeceğinizi mi sandınız.” (Müminun, 115) Evet, zaman mefhumu imanın ve islamın emrettiği bir anlayış ve bakış açısıyla değerlendirilmediğinde, “zaman benim zamanım, hayat benim hayatım, mal benim malım, şu dünyaya bir daha mı gelecem, anlayışıyla teslimiyetten ve hakikatten yoksun bir hayat sürüyoruz çoğu zaman. İnsan her şeyi doğrudan kendinin görünce onu, sınırsız bir şekilde harcama yetkisine sahip olduğunu zannediyor. Zamanı öldürmeyi dahi bir kazanç kabul ediyor. Başka türlü geçiremediği zamanı, adeta günahla, isyanla, gıybetle, dedikoduyla, malayani ve fuzuli işleklerle geçirmenin normal bir davranış olduğunu düşünüyor. Sorumsuzluk ve delaletin içerisindeki insanı, zamanın kıymetine ve önemine işaret babından onun üzerine yemin ederek, -felaha ve kurtuluşa ermenin de yolunu göstererek- yüce Allah şöyle buyuruyor: “Asra( zamana) yemin olsun ki insanoğlu hüsrandadır, ancak iman edip salih amel işleyenler birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesnadır”(Asr süresi) “Asra( zamana) yemin olsun ki insanoğlu hüsrandadır, ancak iman edip salih amel işleyenler birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesnadır”(Asr süresi) Haziran 15 Felaha ve kurtuluşa kavuşabilmek, ancak meselenin ciddiyetini kavramak, sorumluluk içerisinde hareket etmekle mümkündür. Böyle bir seviyeyi yakalayabilen insanın seviyesiz, anlamsız, faydasız işlerle uğraşması düşünülemez. Çünkü ortaya koyduğun en değerli şey ömründür, hesabı sorulacak zamandır. Öyleyse zararı olan, sana fayda sağlamayacak işlerle uğraşmak akıllı bir davranış olmasa gerek. Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor ki: Kişinin kendisini ilgilendirmeyen şeyleri terk etmesi, müslümanlığının güzel olmasındandır. (Tirmizi,Züht, 11) Böyle erdemli insanlarla ilgili yüce Allah’ta: “Onlar boş ve faydasız işlerden yüz çevirirler” (Mü’minun,3) buyuruyor Zamana hükmedemeyen onu kontrol altına alıp disipline edemeyen, ibadet ve itaatle anlamlı hale getiremeyenleri, zaman etkisi altına alır, anlamsız ve gayesi olmayan insan haline getirir; “zaman sana uymuyorsa sen zamana uyacaksın” anlayışıyla, her ortam, yeni ve farklı her gün, adeta günahlar işlemek adına kötü bir başlangıç olur, mazeretlerin önü arkası kesilmez. Gördüğün nimetlere, yaşadığın hayata karşı kapalı bir girdabın içerisine girer, duyarsız, anlayışsız düşünemeyen, hikmetleri okuyamayan, sonuçları kestiremeyen adeta yaşayan bir ölü haline gelirsiniz. Evet, hiç bir şey anlamsız olmadığı gibi gayesiz de değildir. Her şeyin bir hesabı var; bakkaldan aldığın bir ekmeyin ücretini ödüyorsun, bedava değil, arabana benzin doldurduğunda o istasyon sahibi elini uzatıyor, çünkü bedava değil, bir lokantada karnını tıka basa doyurup çıkarken lokanta sahibi senin gözünün içine bakıyor, bedava değil. Bütün bunlar bir gaye için sana hizmet ediyorlar, O ömrün, hayatın niye bedava olsun, istediğin gibi, ölçüsüz kuralsız kontrolsüz bir şekilde kullanabilesin diye niye verilmiş olsun. Allah’ın, kimsenin yaptığı ibadetlere, ettiği şükürlere ihtiyaca yoktur. O, bütün noksanlıklardan münezzehtir. Buna muhtaç olan insandır. O, senden sadece kul olmanı istiyor, ibadet etmeni emrediyor. Seni görüp gözetiyor; yedirip, içiriyor, bütün herşeyi emrinin altına amade kılıyor, meleklerle takip ediyor. Zikirle fikirle şükürle yaptığın ve yapmadığın şeylerle karşılık bekliyor. Merhametiyle hesap gününü hatırlatıyor ve uyarıyor: “Nihayet o gün nimetlerden elbette ve elbette hesaba çekileceksiniz”(Tekasür ,8) Peygamberimiz (s.a.v.)de buyuruyor ki: Kıyamet günü dört şeyden sorgulanmadıkça kulun ayakları yerinden kımıldamaz. 1- Ömründen: onu ne ile geçirdi 2- Gençliğinden. Onu nerede çürüttü 3- Malından: onu nerede kazanıp nerede sarf etti 4- İlminden: onunla ne yaptı (Tirmizi, Kıyame ,1) Akıp Giden Sermaye Kullarına bahşettiği en kıymetli zaman sermayesiyle ebedi alemi nasıl kazanabileceğimizi Yüce Allah bizlere göstermiştir. O, akıllıca kullanır, rıza-i ilahi doğrultusunda değerlendirilirse kar üstüne kar edilir. Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor ki: Kişinin kendisini ilgilendirmeyen şeyleri terk etmesi, müslümanlığının güzel olmasındandır. (Tirmizi,Züht, 11) 16 Haziran Onun için hayatı uyanık geçirmeli. Çünkü sen uyur- bir şey kalmamıştır artık. Ah vah etmenin faydası olken zaman uyumuyor, sen yorulurken o yorul- mayacaktır. Ömrünü heba eden, Allah için geçirmemuyor, sen dururken o durmuyor. Her geçen yenlerin ahiretteki pişmanlıklarını, feryadı figanlarını saniye ömründen alıp götürüyor, imkânların yüce Allah bir ayetinde şöyle anlatıyor: tükeniyor. Zaman akıp giderken de sonsuz aleme “Onlar, orada imdat istemek için: “Ey doğru aslında, senin yaptıklarını ve yıktıklarını taşıRabbimiz bizi buradan çıkarıp, dünyaya geri yor sırtında. O zaman sermayesiyle, ömür tarlasına gönderde daha önceden yaptıklarıibadet ve itaat ektinse mükâfat, isyan mızdan başka salih ameller yave günah tohumu attınsa da ceza ve palım.” diye feryat ederler.. Allah’ü Allah’ü teala onlacefa biçeceksin unutma. teala onlara şöyle buyurur: “Biz ra şöyle buyurur: “Biz size, düşünüp ibret alacak ve Atalarımız “vakit nakittir” dersize, düşünüp ibret alahakikati görecek kimsenin düken, zamanın nakitten daha değerli cak ve hakikati görecek şünebileceği kadar bir ömür verolduğuna işaret etmişlerdir. Çünkimsenin düşünebimedik mi? Hem size peygamberkü vakitle nakit kazanılır, nice mala leceği kadar bir ömür ler gelip ikaz etti, öyleyse tadın mülke ve servete sahip olunur. Anvermedik mi? Hem azabı, zalimlerin hiç bir yardımcak nakitle bir saniyeyi dahi satın size peygamberler gecısı yoktur.”(Fatır,37) alamaz, geçen bir günü geri getiremezsiniz. Hasan-ı Basri Hazretleri geçmişte şahit olduğu, zamanının kıymetini bilen insanların durumunu şöyle anlatıyor: lip ikaz etti, öyleyse tadın azabı, zalimlerin hiç bir yardımcısı yoktur.”(Fatır,37) “Öyle zaatlara eriştim ki, sizin nakitlerinizi harcamaktan çekindiğinizden daha fazla vakitlerini harcamaktan çekiniyorlardı. Yani ya okuyorlardı, ya yazıyorlardı, ya da ibadetle meşgul oluyorlardı. Tek dakikalık vakitlerini dahi boşa harcamıyorlardı”. Hala nefes alıp vermeniz bu fırsatın elinizden alınmadığın göstergesidir. Öyleyse her saatimizi Yüce Allah’ın emirleri doğrultusunda geçirmeliyiz. Yoksa akşam olduğunda, hayat güneşi battığında, kar ve zarara oturduğumuzda ne demet taşları başımıza balyoz gibi inip kalkacaktır. Ancak, o zaman yapılacak Onun için peygamberimiz (s.a.v.) bizi uyarıyor, kendimize gelmemizi istiyor, fırsatlar elden gitmeden önce o fırsatı değerlendirmemiz gerektiğini emir buyuruyor: “Beş şey gelmeden beş şeyin kıymetini bilin: İhtiyarlık gelmeden gençliğinin, Hastalık gelmeden sıhhatinin, Fakirlik gelmeden zenginliğini, Meşguliyet gelmeden boş vaktini, Ecel gelmeden hayatını”.(Hakim, Müstederek, 7846) Yine, Peygamberimiz (s.a.v.)’in. “iki günü eşit geçen ziyandadır” sözünü kulaklarımıza küpe etmeliyiz. Her günün sonunda o günün hesabını gözden geçirmeli, bir sonraki günü daha karla kapatmanın planını ve programını yapmalıyız. Yüce Allah: “Bir işi bitirince diğerine koyul”( İnşirah, 7) buyurarak müminin boş zamanın olmayacağına işaret ediyor. Hz. Ömer(r.a.) her gün için defter tutar, yapıp ettiklerini yazardı, akşam olunca hesaba oturur, nefsini sıkı bir şekilde sığaya çekerdi. İbni Mesud’da(r.a.):“Her hangi bir hayırlı amel işlemediğim gün, güneş batarken pişman olduğum kadar hiç bir şeye pişman olmadım. O gün geçti fakat ben amelimi artıramadım” der. Haziran 17 layı basmış, onlar temizlenecek, taşı kayası ayıklanacak, sonra imanın gücüyle iradenin çubuğuyla, ihlas ve samimiyetle o tarla sürülecek, oraya ibadet ve itaat tohumları ekilecek, ahlak meyveleri dikilecek, zikirle sulanacak, yapılacak çok iş var değil mi, ancak zaman az. Yarın Yaparım Deme! İmam Gazali her nefesi bir cevhere benzetmiş ve şöyle demiştir. “İnsanın kendisinden gafletle çıkan tek bir nefesi için, ömrü boyunca ağlaması lazımdır. Zira nefeslerinden her biri değeri biçilmez bir cevher kabilindendir. Eline bahsedilen tek bir tane geçipte, ondan yararlanmayarak zayi eden kimsenin hali nice olur”. Peygamberimiz (s.a.v.) bir hadis-i şerifinde, ahirette, Cennet halkının bile, ibadet ve itaatsiz geçen günlerin kaybına nedamet ve hasret duyacaklarını şöyle ifade ediyor: “Cennet halkı başka bir şeye değil, sadece dünyada Allah’ı zikretmeksizin, geçirdikleri anlara, hasret ve nedamet duyacaklardır.”(Haysemi) Evet, kardeşim, zaman en kıymetli hazinendir, unutma! Onu haram olan, boş ve anlamsız şeyler uğruna saçıp savurma! o ‘zaman’ senin cennetinde olabilir cehenneminde, felaketinde olur saadetinde. Her geçen gün senin aleyhinedir. Gelecek zamana ulaşacağın belli değildir, senin için en önemli zaman bulunduğun andır. O anı iyi değerlendir. Allah’ın, seni her an görüp gözettiğini unutma! Ona göre otur ona göre kalk, ona göre davran. O zaman, belki her anını ibadetle en iyi bir şekilde değerlendirme bahtiyarlığına ermiş olursun, her yaşadığın zaman diliminde hayatından zevk alırsın. ‘Yapılacak iş yok, ne yapıyım’ deme. Bu dünya ahiretin tarlasıdır; bak yabancı otlar o tar- İnsan ne yemek yemeyi, su içmeyi ne uyumayı ne gezmeyi tozmayı, ne evlenmeyi, ne de çoluk çocuk sahibi olmayı erteler, maişetini temin için işine gitmeyi de unuttuğu pek olmaz. Bir ev alabilmek için para biriktirmeyi, okuyup makam sahi olmak adına senelerce dirsek çürütmeyi akıllılık saydığı gibi bunları ertelemeyi de eksiklik addeder. Çünkü Hedefi ve hayalleri vardır, ‘Kavuşacağı belli olmayan’. Kendince kıymet biçtiği meşguliyetleri ertelerken beynini yorarcasına düşünür, “Bugünün işini yarına bırakma!” sözünün büyüklerin, düşünemeyenlere, karını ve zararını hesap edemeyenlere söyledikleri nasihat olarak anlarız. Ancak bunu, dünyevi menfaatlerini temin için sarf ederken unuttuğumuz ebedi alem adına niye kullanamadığımızı sorgulamayız bile. Kazanmanın ve kayıp etmenin şartını kurallarını kriterlerini geçici şu dünyanın mihengine kalıbına soktuğumuz kadar bile, ebedi alem için yormayız kendimizi. Çünkü ahiretle ilgili, ebedi alemle alakalı, kulluğumuz söz konusu olduğunda ibadetlerimizin hemen yapılmasının zaruri olmadığını düşünür, nasıl olsa ilerde yapılabileceği düşüncesiyle, ertelemekten çekinmez, onun ızdırabını da yaşamayız maalesef. İlk önce özgürce hayatı kendi arzularımız doğrultusunda yaşamayı, sonrasında ise kendimizi ümitsiz, hayattan yorgun argın bir halde hissettiğimiz de, geçmiş günleri, ibadet ve itaatle o son zaman dilimine sıkıştırarak telafi etmeye çalışırız. Allah’ın mağfiretini teselli kaynağı görerek, yine bildiğimiz şeylerin peşine sürüklenir. “İlerde yaparım” diyerek o Allah’ın sonsuz affını kendimizce yorumlamaya kalkışırız. İmam Gazali her nefesi bir cevhere benzetmiş ve şöyle demiştir. “İnsanın kendisinden gafletle çıkan tek bir nefesi için, ömrü boyunca ağlaması lazımdır. Zira nefeslerinden her biri değeri biçilmez bir cevher kabilindendir. Eline bahsedilen tek bir tane geçipte, ondan yararlanmayarak zayi eden kimsenin hali nice olur”. 18 Haziran Kulluk öyle ertelenebilecek bir şey de değildir, böyle bir özellik onun mahiyetine zıttır. Nasıl ki hayatın devamı için hava, su neyse, bunları ertelemek mümkün değilse. Ruhumuzun ihtiyaçlarını da ertelemek mümkün değildir, ibadet ve itaati her zaman yerine getirmeli, onları ertelemek gibi bir vahamete düşmemeli, bir an olsun Allah’tan gafil olmamalıyız. nım yok”, bir doktorun “muayeneyi şimdi yapamam” zira fabrikada dükkânda kasapta işlerim yoğun demelerinden daha vahimdir. Halbuki eşrefi mahluk olan insanın asli vazifesi yaratılış gayesi “Ben insanları ve cinleri bana ibadet etsinler diye yarattım” (Zariyyat ,56) buyruğunda ifadesini bulduğu gibi, Allah’a ibadet etmektir. Bu böyle olunca hayatın anlamı, ne sadece doğup büyüyüp, sonrada ihtiyarlanıp zaman bittiğinde ölmektir. Nede yiyip içip istediğince ölçüsüz ve pervasızca yaşayarak insanın şerefini haysiyetini değerini, banka, yemekhane tuvalet, arasında heba etmektir. Bu dünyadaki asıl görev ve sorumlulukları yerine getirememenin bahanelerini bulmaya çalışmak, çeşitli mazeretlerle ibadetin ertelenebileceğine inanmak ancak insanın kendi kendisini aldatmaktan başka bir işe yaramaz. Çünkü Allah’tan hiç bir şeyin gizlenmesi mümkün değildir; o kalplerde olanı en detaylı bir Hayatın devamı şekilde bilendir, insanların açıiçin hava, su neyse, bunğa vurdukları da gizledikleri de ları ertelemek mümkün onun için birdir, sözlerin arkasındaki niyetlere de aşinadır. değilse. Ruhumuzun ih- tiyaçlarını da ertelemek Hayatı anlamlı kılan, insanı değerli hale getiren, insanın asli görevine geri dönmesi, ibadet ve itaati, “Sana ölüm gelinceye kadar Rabbın’a ibadet et.”(Hicr,99) diye Yüce Allah’ın buyruğunda olduğu gibi, her zaman diliminde olmak üzere asla ertelemeden, hayatın tam orta yerine koyup, diğer meşguliyetleri buna ayarlamasıdır. Namazı kılmamayı boş vaktimümkün değildir, ibanin olmayışına endeksleyen, hacca det ve itaati her zaman gidememeyi, daha çocukların evleyerine getirmeli, onları neceğine, ev bark sahibi olması geertelemek gibi bir vahaHem yarın yaparım demek rektiğine bağlayan, cuma namazına mete düşmemeli, bir an samimiyetten yoksun bulunan gidemeyişini patronun izninin olmainsanlara ait bir özelliktir. Doğmasına yamayan, orucu tutmamayı olsun Allah’tan gafil olrudan insanları ibadet etmekten basit bir hastalığına iliştiren, zekât ve mamalıyız. engelleyemeyen, şeytanın ikinci ve sadakayı verememeyi kuran okuyaen etkili planı olan bir aldatmadır mamayı zikir yapamamayı ve daha nice ibadet ve itaatleri yerine getirememeyi ve ertele- bu. Böyle bir düşüncene tamamen masumdur, nede meyi, çeşitli dünyevi kılıflara giydiren bir müslümanın inandırıcı bir şeydir. Zira senin, bugünün işini yarına ertelemen seni, bugünün sorumluluğundan muaf durumu: hale getirmez bir defa. Bugün yapılacak görevler Öğretmenin: “Bugün ders verecek vaktim mevcutken, yarında yapılacak daha başka görevyok”, bir mühendisin “Proje çizmek için zama- ler vardır. Hâlbuki yarın olduğunda da daha başka yarınları gösterirler böyle insanlar. Bugünde, dünün yarınıydı, yarında bir sonraki günün bugünü, sonuç olarak, böyle bir düşüncenin neticesi helak olmak, ahireti kayıp etmektir. Yüce Allah bir ayeti kerimesinde buyuruyor ki: “Hiçbir şey hakkında “ ben bunu yarın mutlaka yapacağım deme, Ancak Allah dilerse (inşaallah yapacağım de). (Kehf, 23-24) Çünkü her şey onun dilemesiyle mümkündür. Yarına çıkacağımızı da, yarın için başımıza ne geleceğini de yine ondan başka kimse bilmez, öyleyse Ona Haziran 19 bağlanmalı, ona güvenmeliyiz. Ona olan ahdimizin gereğini yerine getirmeli, ibadetlerimizi erteleyerek şeytanın tuzağına düşmemeliyiz. Yine başka bir ayette Yüce Allah: “Ertelemek ancak inkarda artıştır..” (Tevbe, 37) diye buyurarak işin ne kadar ciddi bir mesele olduğuna vurgu yapılıyor. Peygamberimiz (s.a.v.) de bir hadis-i şerifinde: “Yarın yaparım, yarın yaparım diyen helak olmuştur”(İmam Rabbani) buyuruyor. Hz. Ali de: “Yarına bırakma, bakarsın yarın olurda sen olmasın” diyerek uyarmıştır Mevlana Celaled’din Rumi ibadetlerini erteleyenlerin tutarsızlığı için; “Yarın yaparım diyorsun kaç tane yarın geçti hayatında. Kaç tena yarın geçti ne yaptın ki yarın yarım diyorsun” demiştir. En önemli ibadetlerini yarına erteleyenler İslami ve ahlaki olmayan yaşantılarından memnun olduklarını -farkında olmadan- ima ederlerken, güya böyle çıkmaz hallerini bu şekilde bastırıp teselli bulacaklarını zannederler. Ne işledikleri günahtan uzaklaşmayı, nede güya dinden diyanetten kopmayı arzu ederler. Ancak neyi erteleyerek, aslında nelere sebebiyet vereceklerini, onun acı sonuçlarını neler olacağını kestiremeyerek bile bile kendilerine zulmeden, ahiretlerini heba eden bir konuma düşerler. Yüce Allah böyleleri hakkında şöyle buyuruyor. “Zalimlere kendi mazeretlerinin hiçbir yarar sağlamayacakları gün; lanette onlarındır, yurdun en kötüsü de.”(Mümin,52) Her verilen zamanın hesabı bizlerden mutlaka sorulacaktır. Aldığımız nefesi nerede aldığımızın dan tutunda, attığımız adımın tuttuğumuz ellin, baktığımız, duyduğumuz bütün davranışlarımızın hesabını vereceğiz teker, teker. Her günü bir fırsat aralığı olarak düşünmeli, belki yaşadığımız günü son gün olarak farz edip, ibadet ve itaati zirvelerde yaşamalı, çünkü fırsat insanın eline bir defa geçer, gidince de geri gelmesi imkânsızdır. 20 Ne geçmişe takılıp, kendimizi karamsarlığa sürüklemeliyiz, nede bizler için geleceği belli olmayan yarın için ibadetleri ertelemeliyiz. Geçmiş zaten geçmiştir, yaptığıyla, yıktığıyla, kazandırdığı ve kayıp ettirdiğiyle, gelecekte zaten belli değildir. Öyleyse dem bu dem, saat bu saattir. Hızla ahirete sevk ediliyoruz, bölük bölük. Tanıdığımız, tanımadığımız nice insanlar yanımızdan bir ağacın yaprakları gibi düşüyor toprağım kara bağrına, geldiğimiz gibi gidiyoruz. Yüce Alla buyuruyor ki: “Oysa Allah kendi eceli gelmiş bulunan, hiç kimseyi kesinlikle ertelemez, Allah yaptıklarınızdan haberdardır.”(Münafigun,11) Her insan gibi, ecelin oku bir gün bizi de vuracak, bizim içinde selalar verilecek, er kişi veya hatun kişi niyetine diye namazımıza durulacak, “nasıl bilirsiniz” sözüne herkes “iyi bilirdik” diye cevap verecek belki, ancak büyük hesap gününde günah işlediğimiz her azamız aleyhimize şahitlik edecek, o zaman ertelediklerimizden hesaba durduğumuzda ertelenmeyen bir adaletin tecellisinden nereye kaçıp kurtaracağız. Yüce Allah bu hususta da şöyle buyuruyor: “İşte o an geldiğinde,(artık her) insan önceden taktim ettiklerini ve ertelediklerini bilip öğrenmiştir”(İnfirah,5) Allah bizleri ertelenmeyen ölüm için ibadetlerini erteleyerek helak olanlardan eylemesin. Sırat-ı müstakim üzere yaşayan, samimiyet ve ihlas üzere olan ve o şekilde Rabbının huzuruna çıkan kullarından eylesin. (Amin) Haziran Bu yolda yalnız Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’e tabi olana uymak gerekir. Hak yolu arayanlar, Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’e tabi olanı bulmalıdırlar. Kendini beğenmiş olanlara ve kuru iddia sahiplerine uyulmaz. Hz. Pir Seyyid Ahmed er-Rufai Hazretleri Haziran 21 Ötekine Benzeyerek Ötekileşmek Yrd. Doç. Dr. Ebubekir SİFİL yunca o b h i r tar nu manla ü l s nsubu e ü m M ç n ave ina n i d çalışm r e i y e m hiçb et e benz ayann i m r l e o l i n ma kend i müslü a r mesin i e Z z . n r ı e t ra b mış manla ü l ltürel, s ü ü k , M l a n as ları yal, siy s yol o s , k alanda k isteme o ç k t î… pe a, fıtra n a y r hukuk bi k rmaşa a k ı ulama ğ b a c a l a ı ç t a bâ hakkı a d n ı plan tir. demek 22 Modern dünya zihinlerimizin işleyiş biçimi ile birlikte, kültürümüzü, kıyafetimizi, yeme içme tarzımız ve alışkanlıklarımızı da değiştirdi. Bizim uğradığımız bu değişim hiç şüphesiz üzerimizde yapılan bilinçli bir çalışmanın neticesi. ‘Bu değişime karşı koymak neden önemli?’ sorusunun cevabını aramak adına, Ebubekir Sifil Hoca’nın meselenin ehemmiyetine dair yazısını “Milâdi Yılbaşı”nın yaklaşıyor olmasını vesile bilerek sizinle paylaşıyoruz.. İslam’ın diğer din ve inanç sistemleriyle fazlaca ayrışmadığını, ortak yönlerin hayli fazla olduğunu ispatlamak, modernist Müslümanların en fazla hassasiyet gösterdiği konulardan birisi olmuştur hep. Müslümanlarla gayrimüslimlerin yüzyıllar boyunca bir arada yaşamış bulunmasını, İslam’ın engin hoşgörü anlayışına sahip olduğu tezine dayanak yapan modernistler, İslam’ın sadece hoşgörülü yanına vurgu yapmakla yetinmez, bunun yanında onun “çoğulcu”, “kapsayıcı” ve “ötekileştirmeyen” bir din olduğunu söylemekten ayrı bir haz alırlar. Haziran Yukarıdaki son cümlede tırnak içinde verdiğim üç kelime (çoğulculuk, kapsayıcılık, ötekileştirme) aslında üç “kavram”dır ve bilincimize modern zamanlarda musallat olmuştur. Biz farkında olalım ya da olmayalım, modern dönemde bilincimiz, yüklendiği olumlu çağrışımlar sebebiyle zıddını otomatik olarak mahkûm eden bu ve benzeri kavramlar vasıtasıyla bulandırılıyor. İslam’ın ötekileştirmeyen, kapsayıcı ve çoğulcu bir din olmadığı anlamına gelen cümleler kurduğunuz zaman, “İslam tekilci (başkasına tahammülü olmayan), diğer din ve inanç sistemlerini dışlayan bir dindir” demiş oluyorsunuz ve buna önce Müslümanlar itiraz ediyor! “Tahammülsüzlük”, “dışlayıcılık” ve “benmerkezcilik” ne kadar olumsuz çağrışımlar yapan kelimeler değil mi?! Hz. Peygamber (s.a.v) döneminden itibaren Müslümanların değişmez uygulaması olmuştur. Her şeyden önce gayrimüslimlerin, Müslümanların dinî kimliklerine ve buna dayalı olarak gelişen kültürel hususiyetlerine dikkat etmesi, bu alanda onlara benzememesi temel ilkedir. Bilhassa “şiar” özelliğindeki göstergeler titizlikle muhafaza edilir ve bu alanda bir “karışma”ya asla izin verilmez. Gayrimüslimlerden istenen, “kendileri olarak” var olmalarıdır; inançlarıyla, örf-adetleriyle, kılık-kıyafetleriyle…[1] İslam, bir yandan gayrimüslimlerden kendilerini Müslümanlara benzetmemelerini isterken, diğer yandan da Müslümanları onlara benzemekten, dolayısıyla onlarla “kaynaşma” anlamına gelebilecek her türlü hareket ve uygulamadan şiddetle men etmiş, bunun büyük bir “münker” olduğunu ilan etmiştir. Müslümanlar dinlerini, tarihlerini, inanç ve kimliklerini de Batılıların uygun gördüğü/tayin ettiği tarzda algılama konusunda ne kadar yetenekli olduklarını dünya âleme göstermenin yarışı içindeler… Oysa hakikatin yalanla, hakkın bâtılla karıştırılması kadar büyük bir cürüm var mıdır? İstedikleri kadar mürekkep yalamış olsunlar, bunlar ve benzeri kavramları düşüncesizce dile dolayanlar, gerçekte hak ve hakikate karşı ihanet içinde olanlardır… Kavramların bu şekilde uluorta kullanılması, kaçınılmaz olarak o kavramların ait olduğu inanç, düşünce sistemi ve kültürle zihnen yakınlaşmayı doğuracak ve sonunda bu süreç, Din algısından pratik hayata kadar her alanda “ötekine benzeme”yle neticelenecektir. Müslümanlar’ın geçmişte farklı din ve inanç sistemlerinin müntesipleriyle bir arada yaşadığı doğrudur. Ancak işbu “birlikte yaşama”nın mahiyetine baktığımız zaman meselenin öyle “yok aslında birbirimizden farkımız” tarzı söylemlerle çarpıtılamayacak kadar önemli temellere oturduğunu görürüz. Sözgelimi Müslümanların diğerleriyle “içiçe” yaşadığını söylemek kocaman bir yalandır. Araya görünür-görünmez perdeler koymak, aynı coğrafyayı paylaşmakla birlikte kesinlikle “içiçe” yaşamamak, Haziran Bu sebeple İslam’ın, gayrimüslimleri “asimile etmek” gibi bir hedefi hiçbir zaman olmamıştır. Aslolan ayrışmadır ve aynı coğrafyada yaşıyor olsalar da herkesin kendi dünyasında kendi değerleriyle yaşaması esastır. Bu söylenenlerin en sadık şahidi yüzyıllarca Müslümanların hâkimiyeti altında kalmış coğrafyalarda yaşayan gayrimüslimlerin kimliklerini bugüne kadar muhafaza edebilmiş olmasıdır. Ortadoğu denen coğrafyada hangi dinden olursa olsun bütün gayrimüslimlerin dinlerini, âdet, gelenek ve kültürlerini bugüne kadar yaşatabilmiş olmasına mukabil, mesela Endülüs’te 8 asır devam eden Müslüman varlığı, Endülüs’ün düşüşünden sonra bıçakla kesilir gibi kesilmiştir. Bu nokta, aynı zamanda İslam’la diğerleri arasındaki en temel farklardan birisini ortaya koymaktadır. Burada bir noktanın altını çizelim: Müslümanların, hâkimiyetleri altında bulundurdukları gayrimüslimlerle kaynaşmaması, elbette onlarla “küs” ya da “düşmanca” yaşadıkları anlamına gelmiyor. İslam devletine cizye vergisi ödeyerek “vatandaş” olma statüsü elde eden gayri- 23 müslimler, vatandaşlığın getirdiği her türlü haktan sonuna kadar istifade etmiştir… Modernleştirme: Kendine Yabancılaştırma İslam’ın bize yüklediği “başkasına benzememe” mükellefiyetinin temelinde bizim fıtrî değerlere bağlılıktan gelen üstünlüğümüzün bulunduğu en temel bir hakikattir. İslam dünyasının bugün yaşadığı, İslam’ın hâkimiyeti temelinde oluşmuş bir durum değil. Ümmet-i Muhammed’in, kendi iradesi dışında verilmiş kararlara uygun davranması için her türlü vasıta devrededir. Kendi kararlarımızı verdiğimizi düşündüğümüz durumlarda dahi aslında fark edemediğimiz “yönlendirme” mekanizmalarının etkisiyle hareket ediyoruz. Dolayısıyla “geçmişte bir arada yaşadığımız gibi bugün de yaşayabiliriz” diyerek “çoğulculuk” türküsü söyleyen kesim ve kimseler, kimin/hangi değerlerin çizdiği sınırlar içinde çoğulculuk oyunu oynamamızı teklif ettiklerini de dürüstçe ve açık yüreklilikle söylemelidirler! “Herkes kendi değerlerini yaşasın, Müslüman olmayanlar Müslümanlara benzemeye çalışmasın” diyen İslam, bu anlamda evet “ötekileştiren” bir dindir. Çünkü herkesin kendisi olarak kalmasını isteyen bir dindir İslam. Yukarıda da belirtildiği gibi Müslümanlar tarih boyunca hiçbir din ve inanç mensubunu kendilerine benzetmeye çalışmamıştır. Zira müslüman olmayanların Müslümanlara benzemesini istemek, sosyal, siyasal, kültürel, hukukî… pek çok alanda yol açacağı karmaşa bir yana, fıtrat planında hakkı bâtıla bulamak demektir. Batılı insanın, dünyanın geri kalan kısmını türlü metotlarla kendisine benzetme (modernleştirme) güdüsü, “içeridekilerin” Batılı gibi olmayı “amentü” ilkesi gibi belleyip belletme gayretine eklendiğinde ortaya çıkan durumsa bunun 180 derece aksi istikameti işaret etmektedir. Batılının tipik “Bana benze, yoksa benzetirim!” tavrı sadece Batılı olmayan toplumların, Batılıların ekonomik beklentilerine uygun tarzda dizayn edilmesini öngörmemekte, aynı zamanda “dinî tahrif ihracı” gibi bir işlev de görmektedir. Adına “küreselleşme” denen süreç bu iki hususun bileşkesiyle vücut bulmakta ve yürütülmektedir. Doğrusunu söylemek gerekirse bugün bu alanda epey mesafe katedilmiş durumda. Müslümanların “Batılılaşmak”tan anladığı şey artık sadece kılık-kıyafette onlara benzemekten ibaret bir yüzeyselliği yansıtmıyor; Müslümanlar dinlerini, tarihlerini, inanç ve kimliklerini de Batılıların uygun gördüğü/tayin ettiği tarzda algılama konusunda ne kadar yetenekli olduklarını dünya âleme göstermenin yarışı içindeler… Şehirlerimiz, sokaklarımız, ilişkilerimiz, cümle kurma ve düşünce aktarma tarzımız, beden dilimiz, değerlendirme ve akıl yürütme biçimimiz, erkek ve kadın algımız, Din ve dünya telakkimiz ve tabii ki kullandığımız araç-gereçler ve onları kullanma biçimimiz… tamamen Batılı değil mi? Bugünün dünyasında özellikle okumuş-yazmış kesimden hangi müslümana saltanatın, ataerkil aile ya- Şehirlerimiz, sokaklarımız, ilişkilerimiz, cümle kurma ve düşünce aktarma tarzımız, beden dilimiz, değerlendirme ve akıl yürütme biçimimiz, erkek ve kadın algımız, Din ve dünya telakkimiz ve tabii ki kullandığımız araç-gereçler ve onları kullanma biçimimiz… tamamen Batılı değil mi? 24 Haziran pısının, erkek-egemen anlayışın öyle ürkütücü şeyler olmadığını, tam tersine bunların Müslümanların tarihsel tecrübesini pratikte mümkün kılan başat unsurlar arasında yer aldığını söyletebilirsiniz? Bunları geçtik, hangi “akıllı” müslümana, İslam’ın diğer dinlerden üstün olduğu gibi, Müslümanın da diğer insanlardan üstün olduğunu söyletebilirsiniz?! Oysa İslam’ın bize yüklediği “başkasına benzememe” mükellefiyetinin temelinde bizim fıtrî değerlere bağlılıktan gelen üstünlüğümüzün bulunduğu en temel bir hakikattir. Hakkı bâtıla bulamak neyse, hak ehlinin kendisini bâtıl ehline benzetmek suretiyle onlara bulanması da odur! Meseleye bu zaviyeden bakıldığında görülen odur ki: Küreselleşmemizin batılılaşma hızımıza bağlı olarak ivme kazandığı ne kadar gerçekse, batılılaştıkça kendimize yabancılaştığımız ve bâtıla benzediğimiz de o kadar gerçek. Hakkı miştir. Tarih boyunca Müslümanların hep “kendine mahsus” bir hayat yaşamış olması, eşya ve olayları bu “mahsus” telakki tarzıyla değerlendirmesi, kökü buraya dayanan “kimlik bilinci”nin tezahürleridir ve bu bilinç modern döneme kadar titizlikle muhafaza edilmiştir. Efendimiz (s.a.v)’in müslüman kimliğinin muhafazası konusundaki hassasiyetinin, neredeyse ibadetlere teşvik derecesine vardığını görmek şaşırtıcı değildir. Zira vahyin hedefi, kendisini başkalarıyla eşitleyen, başkalarına benzemekte bir sakınca görmeyen, hatta bunu adeta “varlığının amacı” sayan birey ve toplum değil, hakkın ve hakikatin şahidi ve temsilcisi, inancından, kimliğinden ve aidiyetlerinden dolayı Yüce Yaratıcı (c.c) nezdinde ayrıcalıklı bir yeri olduğunu bilen, tarihe maruz kalan değil, tarihi yapan ve bâtıla buyazan birey ve toplumdur. lamak neyse, hak ehlinin kendisini bâtıl Efendimiz (s.a.v)’in, Müslümanların gayrimüslimlere benehline benzetmek suzememesi konusundaki ısrarlı ikazları bu çerçevede değerlenretiyle onlara bulandirilmelidir. Tarih içinde hep müsBu ahval ve şeraitte, fiilî esareti ması da odur! lümanlar üstün durumda olduğu altında bulunduğu küresel dünyaya için “Kim kendisini bir kavme karşı “özgürlük mücadelesi” veren benzetirse onlardandır”[2] “BizÜmmet’in bugün, matbaanın Osden başkasına benzeyen bizden manlı ülkesine niçin geç girdiği sodeğildir”[3] gibi Nebevî uyarılar bağrusuna doğru/ikna edici bir cevap bullamında, kılık-kıyafet gibi “görünür” alanlar dışında ması mümkün görünmüyor. Bu cevabı bulmasının, gayrimüslimlere benzeme olgusu pek fazla gündem yürüttüğünü düşündüğü “özgürlük mücadelesi”nin olmamıştır. akıbetini tayin edecek kadar önemli olduğunu fark etmesi de öyle. Meğer ki “ötekine benzememe” hasEvet, bu rivayetler ilk planda dış görüsasiyetinin hikmet-i vücudu hakkında isabetli tesbitler nüşte, kılık-kıyafette kendimizi başkalarına yapabilecek kudret ve kabiliyete ulaşsın! benzetmemizi yasaklıyor. Bu doğru. Ama hepsi bu değil. Hadislerin mutlak ifadesi dikkate alındığında yasaklanan hususun sadece kılık-kıyafetle sınırlı olmadığı, “benzeme” tavrının bilinçli bir tercih olarak tezahür ettiği her alanın bu yasağın çerçevesine dâhil olduğu görülecektir. Bilhassa günümüzde “gayrimüslimlere benzeme”, daha doğrusu “kendisiİslam, hayatın her alanına ve varlığın görü- ni gayrimüslimlere benzetme” illeti, hayatın çok nür-görünmez her boyutuna “kendine mahsus” fazla fark edilmeyen boyutlarında son derece belirledamgasını vuran bir dindir. Müslüman olmanın yici durumdadır. kendine has hüküm, tarz, sembol ve göstergelerinin muhafazası, bu sebeple Efendimiz Ulemamız, mezkûr rivayetleri şerh ederken (s.a.v) tarafından ümmetine titizlikle öğütlen- problemin bu boyutuna dikkat çekmiş ve buradaki “Öteki”ne Benzemeye Çalışmak Haziran 25 “Kim kendisini bir kavme benzetirse onlardandır”[2] “Bizden başkasına benzeyen bizden değildir”[3] gibi Nebevî uyarılar bağlamında, kılık-kıyafet gibi “görünür” alanlar dışında gayrimüslimlere benzeme olgusu pek fazla gündem olmamıştır. “benzeme”nin, ahlakta, tavır ve davranışta, giyim-kuşamda… hasılı hangi konuda ve ne şekilde olursa olsun başkasına özenmeyi, kendine ait olanı terk edip başkasının özelliklerini benimsemeyi ifade ettiğini söylemiştir.[4] Hatta bir düğün yemeğinde –içki içmek gibi– münker fiiller işleniyorsa, orada işlenen münkerata razı olduğumuz anlamına gelebileceği düşüncesinden hareketle ulemamız, o merasime iştirak etmenin caiz olmadığını ve bunun, “Kim kendisini bir kavme benzetirse onlardandır” hadisinin hükmü altına gireceğini belirtmiştir.[5] Şurut-ı Ömeriyye Sistemli olarak ilk defa Hz. Ömer (r.a) tarafından uygulamaya geçirildiğini için onun adına izafeten terminolojiye “eş-Şurûtu’l-Ömeriyye” (veya “Şurut-ı Ömeriyye”) diye geçen tatbikat, toplumsal hayata İslam’ın yön verdiği zamanlarda sadece Müslümanların kendilerini gayrimüslimlere benzetmesinin değil, gayrimüslimlerin de kendilerini Müslümanlara benzetmesinin yasaklandığını göstermesi bakımından son derece önemlidir. Hz. Ömer (r.a) döneminde fethedilen memleketlerde yaşayan ahalinin uymakla yükümlü kılındığı hususlardan konumuzla ilgili olanları şu şekilde özetleyebiliriz: 1. Müslümanların elbiselerine, takkelerine, sarıklarına ve nalinlerine benzer şeyler giymeyecekler. Saç şekillerini onlarınkine benzetmeyecekler; saçlarının ön tarafını tıraş edecekler. 2. Nerede olurlarsa olsunlar kendilerine mahsus kıyafetleri giyecekler, bellerine zünnar bağlayacaklar. 3. Müslümanların diliyle konuşmayacaklar. 4. Onların künyeleriyle künyelenmeyecekler. 26 5. Çocuklarına Kur’anöğretmeyecekler. 6. Koşumlu (eğerli) hayvana binmeyecekler. 7. Mühürlerine Arap harfleriyle ibare kazıtmayacaklar…[6] Bu sözleşmede yer alan hususların, Müslümanların din ve kültür safiyetinin muhafazasını, yani gayrimüslimlerle Müslümanlar arasında herhangi bir şekilde bir “benzeşme”nin vukuunun önüne geçmeyi amaçladığı açıktır. Zimmî statüsündeki (İslam devletinin koruması altında yaşayan) gayrimüslimlerin uymakla yükümlü tutuldukları bu hususlar,“Kim kendisini bir kavme benzetirse onlardandır” hadisinin ve aynı anlamı ifade eden diğer Nebevî beyanların sadece Müslümanlarla ilgili bir tesbit içermediğini, aynı zamanda gayrimüslimler için de söz konusu olan bir durumu dile getirdiğini göstermektedir. İmam Muhammed Zâhid el-Kevserî’nin bu hadis hakkında kullandığı “cevamiu’l-kelim” nitelemesinin ne kadar isabetli olduğu buradan anlaşılmaktadır. Müslümanlarla gayrimüslimler arasında “benzeşme” olmaması için Hz. Ömer (r.a) sadece gayrimüslim vatandaşları birtakım yükümlülüklere muhatap kılmakla kalmamış, aynı zamanda Sünnet tarafından yasaklanan “benzeme” durumunun Müslümanlardan gelmesini engellemek için de, yabancıların (e’âcim, Arap olmayanlar, acemler) dillerini öğrenmemeleri, müşriklerin bayram günlerinde onların ibadet yerlerine gitmemeleri gibi hususları Müslüman ahaliye emretmiştir. [7] Burada belirtmek gerekir ki, halkın yabancıların dillerini öğrenmekten sakındırılmasından hareketle, bizatihi dil öğrenmenin Hz. Ömer (r.a) tarafından sakıncalı bir husus olarak değerlendirildiği sonucu çıkarılmamalıdır. Zira Hz. Peygamber (s.a.v)’in, Zeyd b. Sâbit (r.a)’a İbranice öğrenmesini emir buyurduğu bilinmektedir.[8] Haziran Dolayısıyla yabancı dillerin, ilim ve dirayet sahibi kimseler tarafından öğrenilmesinde zarar değil, fayda vardır. Ancak ilim ve kültür seviyesi düşük halk kesimlerinin yabancı dil öğrenmesi, öğrendiği dilin ait olduğu din ve kültürün etkisi altında kalması tehlikesini her zaman beraberinde taşır. Nitekim günümüzde özellikle “geri kalmış” veya “gelişmekte olan” gibi tabirlerle anılan ülkelerde Batı kaynaklı kültür emperyalizmi vasıtasıyla nasıl bir kimlik erozyonu yaşandığı ve “ötekine benzeme” olgusunun hangi yollarla “bulaşıcı hastalık” gibi toplumun hücrelerine yayıldığı son derece çarpıcı bir şekilde gözlenmektedir. Dolayısıyla Hz. Ömer (r.a)’in bu davranışının, münhasıran halkın yabancı din ve kültürlerin etkisinden korunmasına yönelik olduğunu vurgulamak gerekir. Ateşleri Birbirini Görmesin. Efendimiz (s.a.v), Hâlid b. Velîd (r.a) komutasında küçük bir askeri birliği Has’am kabilesi üzerine göndermişti. Kabileden İslam’a henüz girmiş birkaç kişi Müslüman askerleri görünce müslüman olduklarını göstermek amacıyla secdeye kapandılar. Müfrezede bulunanlar onları da müşrik zannedip, kendileri için secde ettikleri düşüncesiyle öldürdüler. Ancak daha sonra onların Müslüman olduğu anlaşıldı. Efendimiz (s.a.v), öldürülenlerin ailelerine yarımşar diyet verilmesine hükmetti ve “Ben müşrikler arasında ikamet eden müslümandan beriyim” buyurdu. Sahabîler sebebini sorduklarında son derece kısa ve beliğ bir cümleyle mukabele etti: “Ateşleri birbirini görmesin.”[9] Ulema bu hadisi şerh ederken “ateşlerin birbirini görmesin”i, müslümanın bir arada yaşadığı müşrikten etkilenmesi ve ona mahsus hallerle hallenmesi şeklinde açıklamıştır.[10] Başkalarından etkilenebileceği ortamlarda bulunmamak Müslüman için o kadar “tabii” ve “gerekli” bir tavırdır ki, Fukaha, gayrimüslimlerin eline esir düşen bir mü’minin, bulduğu ilk fırsatta tutulduğu yerden kaçıp Müslümanların arasına gelmekle mükellef olduğunu, tutulduğu yerden ayrılmayacağına dair yemin etmiş olsa bile, fırsatı olduğu halde orada kalmaya devam etmesinin helal olmayacağını söylemiştir.[11] Haziran Müslüman, hayatın, başkalarına benzeme durumunun sıklıkla yaşanabileceği alanları bir tarafa, kendine has ibadetlerini yaparken bile gayrimüslimlere benzemekten sakınmakla yükümlüdür. Sözgelimi namaz kılarken kıble istikametinde canlı resmi bulunması Fukahanın ittifakıyla mekruhtur. Buradaki kerahetin sebebi konusunda söylenen şudur: Canlı varlığın resmi karşısında bulunduğu halde secde etmek, müşriklerin putların önünde eğilmesine benzer. Canlı varlık resmine karşı namaz kılan kimsenin, kendisini müşriklere benzetme kastı taşıyıp taşımamasının burada herhangi bir önemi yoktur. Kerahet her hal-u kârda söz konusudur.[12] Şimdi durup düşünelim: Namaz kılarken bile başkalarına –kasdetmeden dahi olsa– benzeme durumunun ortaya çıkması kerahet ifade ediyorken, Din’i ve hayatı “öteki” gibi algılamaya ve yaşamaya kalkışmanın hükmü ne olur? Keler Deliğinden Girmek Efendimiz (s.a.v), bu durumu şöyle ifade buyurmuş: “Karış karış, arşın arşın sizden öncekilerin ardından gideceksiniz. Hatta onlar bir keler deliğinden girse, siz de gireceksiniz.” Sahabe, “Bizden öncekiler Yahudiler ve Hıristiyanlar mı?” diye sorduğunda da “Ya kim?!” diye cevap vermiş.[13] 27 “Teşebbüh” bahis konusu olduğunda pek gündeme gelmeyen, ama aslında konuyla doğrudan bağlantılı olan bu hadis-i şerif bize ahir zamanda kimlere benzeme tehlikesiyle yüz yüze bulunduğumuzu ihtar etmesi bakımından ayrı bir önemi haizdir. Bizim, Ehl-i Kitab’ın arkasından gitmemiz, hatta hiç olmayacak işler yapsalar dahi onları taklitten geri durmamamız nasıl oluyor diye düşündüğümüzde karşımıza onların Din ve dünya algısı çıkıyor. Onlar Hz. Musa ve Hz. İsa’nın (ikisine de selam olsun) tebliğ ettiği İslam’ı nasıl tahrif ettiyse, bu ümmetin arasından İslam’ı aynen öyle tahrif etme yolunda büyük bir cehd ve gayret gösteren kesim ve kimselerin çıkmasına şaşırmamak gerekir… Bid’at ehline benzememe konusunda karşılaştığımız bu büyük hassasiyet bizi, küfür ehline benzememe noktasında ne kadar büyük bir sorumluluğun beklediği konusunda derinden sarsmalıdır. Allame el-Münâvî meselenin hassas noktasına dokunuyor ve şunları söylüyor: “Bir kısım âlimler şöyle demiştir: Başkalarına benzeme durumu bazen itikat ve irade/kasıt gibi kalbî/soyut konularda, bazen de söz ve fiil gibi haricî/somut alanlarda vuku bulur. Aynı şekilde ibadet ve –yemek, elbise, evlenme, toplanma-ayrılma, yolculuk, ikamet, binek… gibi– âdet ve uygulamalarda da benzeme söz konusu olur. Zahirle batın, içle dış arasında irtibat ve münasebet vardır. Efendimiz (s.a.v), bu durumu şöyle ifade buyurmuş: “Karış karış, arşın arşın sizden öncekilerin ardından gideceksiniz. Hatta onlar bir keler deliğinden girse, siz de gireceksiniz.” 28 Bu “zihniyet benzerliği”nin, önemsenmeyen “dış görünüşteki benzeme” ile hiç ilgisi bulunmadığını söylemek mümkün değildir. Gayrimüslimlere mahsus kıyafetler giymenin tek başına kişiyi dinden çıkarmayacağı tezine karşı ulemanın dikkatimize sunduğu hayatî tesbit bu noktada yolumuzu aydınlatan bir kandil gibidir: Kişi, sadece gayrimüslimlere mahsus kıyafetleri giydiği için kâfir olmaz, ama itikadını bozmadan da gayrimüslimlere mahsus kıyafetleri giymez. Dış görünüş deyip geçmemek gerekir. Ulemadan, bid’at ehli tarafından giyilmesi adet olmuş İslamî kıyafetlerin dahi terk edilmesi gerektiğini söyleyenler olmuştur. Bu bağlamda İmam el-Gazzâlî, bid’at ehli tarafından şiar edinilen sünnetlerin terk edileceğini söylemiştir. [14] Yine bir Şafiî olan İbn Ebî Hureyre (Kadı Ebû Ali el-Hasen b. el-Hüseyin el-Bağdâdî) de aynı görüşü benimsemiştir.[15] Her ne kadar tartışılmış ve genel kabul görmemiş olsa da, bu tavrın bid’at ehline benzememe hassasiyetinin göstergesi olarak ne büyük bir anlam taşıdığı ortadadır. “Allah Teala, Hz. Mustafa (s.a.v)’i sünnete tekabül eden “hikmet”le göndermiştir ki, bu, O’na tayin buyurduğu “şir’a ve minhac”dır. Allah Teala’nın bu çerçevede O’na tayin buyurduğu, “kendilerine gazap edilenler”in ve “sapmışlar”ın yolundan farklılık gösteren fiil ve kaviller vardır. Yüce Allah bu hadiste (“Kim kendisini bir kavme benzetirse onlardandır” hadisi, E.S) Hz. Peygamber (s.a.v)’e, dış görünüşte onlara muhalefet etmesini emir buyurmuştur. Her ne kadar (tek başına) dış görünüşte benzeme dolayısıyla bir mefsedet ortaya çıkmasa da bunu emretmiştir. Bunun sebepleri arasında şunlar sayılabilir: Dış görünüşteki benzeme, birbirine benzeyenler arasında bir örtüşme ve uyuşma doğurur. Bu ise ahlakla ve amellerle ilgili hususlarda muvafakate götürür. Bu, tecrübe ile sabit bir husustur. (…) Kişi, sadece gayrimüslimlere mahsus kıyafetleri giydiği için kâfir olmaz, ama itikadını bozmadan da gayrimüslimlere mahsus kıyafetleri giymez. “Bir başka sebep, dış görünüşte başkalarına benzemek, onlarla zahirde ihtilatı doğurur. Öyle ki, hidayete ve rızaya nail olmuşlarla “Bir diğer sebep de şudur: Dış görünüşte başkalarından farklı olmak, başkalarından ayrı ve uzak olmayı getirir. Bu da ilahî gazabı ve dalaleti getiren sebeplerin uzağında olmayı ve ilahî rızaya ve hidayete mazhar olanlara yakın bulunmayı intaç eder. Haziran “kendilerine gazap edilmiş olanlar” ve “sapmışlar”ı zahiren birbirinden ayırt etmek mümkün olmaz…”[16] olur. Hatta bu sadece hak ehlinin zillete düşmesi ile neticelenen bir durum değildir. Hak ehlinin zillete düşmesi, kaçınılmaz olarak bâtıl ehlinin izzete kavuşması demektir. İkisi de aynı anda aziz veya zelil olmaz. Birinin izzeti öbürünün zilletinde, öbürünün izzeti berikinin zilletindedir. [17] Söz buraya gelmişken bu noktada sergilenen bir “alicengiz oyunu”na dikkat çekelim: Bu ümmetin Ehl-i Kitab’ın ardından gitmesi, yani Yahudilere ve/veya Hıristiyanlara benzemesi ve onlara mahsus Başlangıçta kılık-kıyafette benzeme gibi “zararhallerle hallenmesi, uleması üzerinden, ulemasına sız” bir ilişki biçimi olarak telakki edilen süreç, giderek tabiiyet suretiyle olmuyor; tam tersine ulemasına sırt hayat ve din algısının da başkalarının hayat ve din çevirmek, burun kıvırmak suretiyle oluyor. Zira Tev- algısına dönüşmesini intaç eder ki, bundan daha bürat ve İncil’i onların din adamları tahrif etti. Bizde ise yük bir zillet tasavvur edilemez. Kur’an ve Sünnet, “alicengiz oyunu”nu sergileyenlerce Ehl-i Kitap’tan öğrendikleri metotlarla tahrif edilSon iki, iki buçuk asırlık süreçte İslam dünyameye çalışılıyor. Hermenötik tekniksında yaşanan durum, “başkalaleri, tarihselci bakış vb. oyunları bu rına benzemek suretiyle adam ümmetin âlimlerinden öğrenmedikyerine konulma çabası” olarak lerine göre kimin kimin arkasından ifade edilebilir. Oysa adam yerine Kişi, sadece gittiği, kimin kimden ne öğrendiği ve konulmak, kendimiz olmaktan uzakkimin kime benzediği gün gibi ortalaşmamıza bağlıdır; kendisi olmayı gayrimüslimlere mahdadır! başaramamışların da adam yerine sus kıyafetleri giydiği konulması mümkün değildir, ne bu için kâfir olmaz, ama Zikri geçen metotları Batılı fikir dünyada, ne de ötede… itikadını bozmadan da ve zihniyet babalarından öğrenen ______________________________ [1] Gayrimüslimlerin Müslümanlara mahsus gayrimüslimlere mahmodernist tahrifçiler, ibadetler dışınkıyafetleri giymekten sakındırılıp, kendilerine daki alanların değişime açık olduğu sus kıyafetleri giymez. mahsus şiarları taşımakla yükümlü tutulmasının anlam ve önemi hakkında bkz. Zâhid el-Kevserî, ve değişmesi gerektiği, ilahî hitabın Makâlât, 298 vd. tarihselliği, ahkâmın yerelliği… gibi, [2] Ebû Dâvud, “Libâs”, 5; Ahmed b. Hanbel, II, 50, 92; et-Taberânî, el-Mu’cemu’l-Evsat, VIII, Din algısı noktasında Ehl-i Kitap ile 179… İbn Hacer (Fethu’l-Bârî, X, 271) bu rivane kadar benzeştiklerini göstermekyetin hasen olduğunu söylemiştir. Hadisin sıhhat ten başka bir anlam ifade etmeyen iddurumu ve aynı doğrultudaki başka rivayetler için bkz. Muhammed dialarıyla bu Nebevî ihbarın masadakını teşkil etmek- Zâhid el-Kevserî, Makâlât, 85 vd. Ayrıca bkz. el-Albânî, İrvâu’l-Ğalîl, V, 109 vd. ten başka bir iş yapmıyor aslında… [3] et-Tirmizî, “İsti’zân”, 8; et-Taberânî, el-Mu’cemu’l-Evsat, VII, 238. Sonuç İslam, Müslümanları, kılık-kıyafetten inanca, düşünce tarzından örf, adet ve kültüre kadar her alanda başkalarına benzemekten şiddetle sakındırmış, hak ehli ile bâtıl ehlinin birbirine benzemesini hak ile bâtılın birbirine benzemesi olarak görmüştür. Hak ile bâtılın fıtrî olarak birbirinden ayrışması ne kadar tabii ve gerekli ise, hak ehli ile bâtıl ehlinin birbirinden kesin hatlarla ayrışması da o kadar tabii ve gereklidir. İmam-ı Rabbânî’nin de altını çizdiği gibi, hak ehli bâtıl ehline benzediği anda inancından ve mensubiyetinden gelen “izzet”ten uzaklaşmış, zillete düşmüş Haziran [4] İbn Abdilberr, et-Temhîd, VI, 80; el-Münâvî, Feydu’l-Kadîr, VI, 104. [5] el-Aynî, Umdetu’l-Karî, 8/10. [6] el-Beyhakî, es-Sünenu’l-Kübrâ, IX, 202; İbn Asâkir, Târîhu Dimaşk, II, 177-84; İbn Kesîr, Müsnedu’l-Fârûk, II, 489; İbnu’l-Kayyım, Şerhu’ş-Şurûti’l-Ömeriyye, 3-7. Zikredilen kaynaklarda, zimmîlerin uymakla yükümlü tutulduğu diğer şartlar da zikredilmiştir. Bunları ihtiva eden vesikanın güvenilirliği konusundaki bir tartışma için bkz. Ebubekir Sifil, Hz. Ömer ve Nebevî Sünnet, 41 vd. [7] el-Beyhakî, a.g.e., IX, 34. [8] el-Hâkim, el-Müstedrek, III, 476. [9] Ebû Dâvud, “Cihâd”, 95; et-Tirmizî, “Siyer”, 43; et-Taberânî, el-Mu’cemu’l-Kebîr, IV, 114… [10] Ebu’l-Heysem’den naklen Ali el-Karî, Mirkâtu’l-Mefâtîh, VII, 105; el-Hattâbî’den naklen el-Azîmâbâdî, Avnu’l-Ma’bûd, VII, 218. [11] Ali el-Karî, a.g.e., a.y. [12] Bkz. el-Mevsû’atu’l-Fıkhiyyeti’l-Kuveytiyye, XII, 126. [13] el-Buhârî, “Enbiyâ”, 51, “Temenni”, 14; Müslim, “İlim”, 6… [14] İmam el-Gazzâlî, İhyâ, II, 272. [15] Bkz. Mukaddimâtu’l-İmâm el-Kevserî, 413. [16] el-Münâvî, Feydu’l-Kadîr, VI, 104. [17] Bkz. Mektûbât, 163. Mektup. 29 Hayatın İslam’a Göre Tayin Edilmesi Bağlamında Ehl-i Sünnet Tasavvurunun Yeniden İnşası Dr. İhsan ŞENOCAK ün iki r ük ı n ı ğ ı l h var ünnet e illela S h i a l l i a h E : “L a eder n i b .” Müs e h a n l i l r e ü ul üz ı ed Res m ilahlar m a n h ü t u ü M le b ti, irinciy b n bubiye a u r , i t lüm e h ulûhiy , r e ce Alla d e e d a s i redd yet âkimi h . , i y e is eder s irad h a t a Teâlâ’y 30 İslam coğrafyası yaklaşık iki asırdır akidede, ilimde, fikirde sürekli yeni sorunlar üreten bir kriz ikliminde kalmaya mecbur edilmiştir. Siyasi, ictimaî ve iktisadi buhranlara da kaynaklık eden bu iklim, İslam ümmetini metin ve şerh kitaplarını tarihî vesikalar niyetine okuyup tercüme eden gelenekçilerle, Batı’nın buyurgan aklının etkisinde kadimi reddeden modernistler arasında çare aramaya mahkûm etmiştir. İki zıt kutbun, “reddiye” zarfında yürüttükleri “karşılıklı itham savaşları” krizi her geçen gün daha da derinleştirmektedir. İslam ümmeti, tarihi süreç içerisinde günümüzdekine benzer krizler yaşamış fakat bunlar ulemanın ilmî birikimimizi ve tarihi tecrübemizi dikkate alarak yaptığı inşa faaliyetleriyle kısa zamanda aşılmıştır. Farklı medeniyetlerle “tedahül” neticesinde ortaya çıkan zihniyet kirliliğini, vahiy ortamında önce izale sonra ise asla uygun bir surette imar etmek olarak cereyan eden inşa, kriz dönemlerinde Ebû Hanife, Haziran İmam Gazzalî, İmam Rabbanî, Halid Bağdadî (rahimehumullah) gibi büyük ruhlu âlimlerin delaletiyle “ne, niçin, nasıl anlaşılırsa muradı ilahiye muvafık olur?” sorularına cevap üretmiştir. Tabiûn kuşağından günümüze kadar farklı dönemlerde ve coğrafyalarda yaşayan münşî âlimlerin ortak özelliği krizi, vahiy ortamında kalarak yönetip-çözmeleridir. Bu durumun kavramsal ve kurumsal karşılığı olan “Ehl-i Sünnet”, tarihin bu en derin krizini aşabilmenin de yegâne yoludur. Ehl-i Sünnet’in yeniden inşası üzerinde isti’mali fikirde bulunabilmek için önce onun ne olduğunu, Müslümanların neden kendilerini “Sünnî” ya da “Ehl-i Sünnet” kavramlarıyla tanımladıklarını, Ehl-i Sünnet’in hangi alanlarda temsil imkânı bulduğunu, sosyal bir olgunun ürünü mü, yoksa İslam’ın yekün ifadesi mi olduğunu anlamak gerekir.[1] Bazı çağdaş araştırmacılar, Ehl-i Sünnet’in siyasî ve ictimaî gelişmelerin ürünü olduğunu, “bu durumu” algılayacak donanımdan uzak olan ulemanın ise onu İslam’ın yekün ifadesi olarak görme yanılgısına düştüğünü savunmaktadır.[2] Oryantalizm ise, İslam coğrafyasındaki büyük çoğunluğun Ehl-i Sünnet aidiyetini, İslam öncesi Arapların kültürleriyle münasebeti çerçevesinde tanımlamış ve bu çerçevede Sünneti, kendi varlık alanından koparıp -Kur’an-ı Kerim’in hakikati anlayamamanın gerekçesi olarak zikrettiği- atalar geleneğiyle ilişkilendirmiştir. Nitekim Montgomery Watt, göçebe Arapların hayatta karşılaştıkları zorlukları atalarının izinden giderek aşma anlamında kullandıkları “sünnet” kelimesinin, İslam toplumunda Hz. Peygamber’in Sünnetini takip etme şeklinde tezahür ettiğini söylemiştir.[3] Bu kurgu bazı müslümanları da etkilemiş ve İslamî nasslarda karşılığı “istikamet” olarak yer alan “Sünnete ittiba” tam aksi bir içerikte yorumlanmıştır. Bu noktada muasır bir araştırmacı şunları söylemektedir: “Arapların yaşantıları ve kültürlerinde önceden var olan, geçmişten gelenlere bağlılık anlamındaki sünnet telakkisi, dogmatik zihniyetin temsilcisi olan ulema tarafından Kitap, Sünnet, Sahabe ve Tabiûna ittiba şeklinde anlaşılmıştır.”[4] Ehl-i Sünnet’i dogmaların mecmuası olarak gören modernistler, son iki asırda yaşanan tüm krizlerin faturasını ona kesmiştir. Bu yüzden İslam Ümmetine önerdikleri gelecek tasavvurunun özünde Ehl-i Sünnet’ten kopuş vardır. Nitekim Hasan Hanefî’nin bu çerçevede kaleme aldığı eserlerin bir kısmının adı şu şekildedir: “mine’l-Akide ila’s-Sevra” (Akideden Devrime); “mine’n-Nassı ila’l-Vakı’” (Nastan Gerçeğe); mine’l-Fenâ ile’l-Bekâ (Yokoluştan Varoluşa); mine’n-Nakl-i ile’l-İbda’ (Nakilcilikten Yaratıcılığa). Buna göre, akideyi, nassı, yokoluşu ve nakilciliği Ehl-i Sünnet; devrimi, gerçeği, varoluşu ve yaratıcılığı modernizm temsil etmektedir. Merkez meselesini Ehl-i Sünnet’in teşkil edeceği bu makalede, önce mevzunun kavramsal tahlili yapılacak, ardından çağdaş bir müşkil olarak modernitenin mustagriblerin İslam algısına etkisi incelenecektir. Son alarak da akideden amelî boyuta kadar hayatın her şubesinde “Ehl-i Sünnet’in topyekün inşası nasıl olmalıdır?” sorusuna cevap aranacaktır. Ehl-i Sünnet vatanda, ırkta, renkte ve dilde birlikteliğe karşı, akide ve amelde vahdeti önerir. Her toplumu, farklı renk, ırk, dil ve kültürleri içerisinde Müslüman olarak yeniden var eder. Ona, adı ümmet olan yeni bir kimlik verir. Kesrette vahdeti gerçekleştirir. Haziran 31 I. TARİHİ SÜREÇ Ehl-i Sünnet’in[5] kavram olarak ortaya çıkması ile alakalı esasta iki farklı görüş vardır. İslam ulemasının benimsediği birinci görüşe göre kavram, Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’e aittir. Ehl-i Sünnet’in sosyo-politik ortamın ürünü olduğunu iddia eden oryantalistlere ve onlarla fikir birlikteliği içerisinde olan müslüman araştırmacılara göre ise, “sunî” kelimesi ilk olarak hicri dördüncü asırda ya da daha sonraki bir zamanda kullanılmıştır.[6] Konu ile alakalı rivayet ve değerlendirmeler birinci görüşü teyit etmektedir. Zira Allah Resulü “Fırka-i Naciye (kurtulan fırka)”den bahsettiği bir hadisinde, kendisine yöneltilen soru üzerine kurtulanların, “cemaat”,[7] bir başkasında ise, “kendisi ve ashabının benimsediği yolda”[8] sebat gösterenler olduğunu ifade etmiştir.[9] Buna göre “kurtulan”, zarurat-ı diniyye kapsamında değerlendirilen esasları kabul ederek Sahabe ve sevâd-ı azamın yolu üzerinde olandır.[10] Sahabe de kavramı aynı çerçevede kullanmıştır. Nitekim İbn Abbas (radiyallahu anh); “Nice yüzlerin ağardığı, nice yüzlerin de karardığı kıyamet gününü düşün.”[11] mealinde ki ayeti tefsir ederken, yüzleri ağaranların, “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat” olacağını belirtmiştir.[12] Tabiûnden el-Hasanu’l-Basrî (v. 110), Eyyüb es-Sehtiyanî (v. 131), etbau’t-tabiînden de Süfyân es-Sevrî (v. 161)[13] başta olmak üzere pek çok âlim Ehl-i Sünnet kavramını aynı anlam çerçevesinde kullanmıştır. Yukarıdaki ifadeler Ehl-i Sünnet’in Eş’arî ya da Maturidî tarafından kurulan bir mezheb olduğu yönündeki iddiaları da reddetmektedir. Müctehit İmamların da “münşi” olmadıkları sadece mevcudu tedvin ve beyan ettikleri gerçeğini ifade noktasında İbn Teymiyye şunları söylemektedir: “Ehl-i Sünnet, Ebû Hanife, Malik, Şafiî ve Ahmed b. Hanbel yaratılmadan çok önce var olan mezhebin adıdır.”[14] Dış unsurların etkisiyle Hz. Osman devrinden itibaren kendini gösteren “fitne”, kısa zamanda Haricilik, Şia ve Mutezile gibi isimlerle kurumsal bir hüviyet kazanınca[15] büyük kopuşun ardından geride, ümmet yapısı içerisinde kalan bütünü kayıtlarla ifade etme ihtiyacı ortaya çıktı. Sünnetin bid’atin, cemaatin de bölünmenin karşıtı olması, Ehl-i Sünnet’in İslam’ın 32 rükünlerini koruyan, ana bünyesine dahil olmayan unsurları da dışarıda bırakan bir kavram olarak iştihar (şöhret bulması) etmesine zemin hazırladı. Yani Sünnet ve cemaat kavramları İslam’ın ne olduğunu beyan etmenin yanında, İslam içerisinde farklı temayüllerle temayüz eden Harici, Şiî, Rafizî ve Kaderî gibi siyasi ve akidevî kopuş ve oluşların da hangi hususlarda inhiraf içerisinde olduklarını tespit etti. İlerleyen yıllarda fitne ve bid’at, akidevî ve ictimâî anlamda bir karışıklığı ve karşıtlığı anlatırken; Sünnet Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) gibi inanıp yaşamayı, cemaat ise ayrılmadan bütün içerisinde kalmayı ifade etti. Sünnet ve cemaatin; bid’at ve fitneyle tam bir zıddıyet içerisinde olması tarih boyu devam etti ve hâdise literatüre “Ehl-i Sünnet” ve “Ehl-i Bid’at” mezhepler olarak geçti. Modernist Müslümanlar tarafından, ötekileştirme olarak algılanıp eleştirilen bu tasnif, insanların hangi ölçüleri esas almaları durumunda müstakim olabileceklerini, nerede, niçin yer almaları gerektiğini belirlemelerine katkı sağladı. Yukarıdaki ifadelerin bir hulasası olarak Ehl-i Sünnet’i, Kur’an-ı Kerim ve Sünnet bütünlüğü içerisinde şekillenen, Sahabe tarafından da yaşanarak temessül eden “müesses İslam” olarak tarif etmek mümkündür. Nitekim müçtehit imamların kelam ve fıkıh meclislerindeki inşaî beyanlarından Ehl-i Sünnet’in İslam içinde bir bölünme olmadığı, bilakis hayatı Kur’an ve Sünnet’e göre tayin etmek olduğu anlaşılmaktadır. Bu durum, Ehl-i Sünnet’in vaz-ı cedide karşı devam-ı hal için yapılan keşf-i kadim olduğu yönündeki tezi desteklemektedir. Bu anlamda “Ehl-i Sünnet”, fırkalar mahşerine dönen İslam coğrafyasında hangi esaslar dahilin- Haziran de Müslümanca var olunabileceğinin adresi olmuştur. Bu yüzden o, İslam içerisinde yeni bir oluşumun adı değil, İslam’a nisbet edilen inanış sistemleri içerisinde ya da “alternatif İslamlar” arasında Allah’ın indirdiği dinin kendisidir. Bu durumda Ehl-i Sünnet’i sosyo-politik şartların ürünü olarak göstermek mevcudu gerçeğe aykırı bir şekilde tanımlamak olur. kül etmiştir. Zamanla ilim merkezleri kurumsal kimlik kazandı ve İslami disiplinler kökleşti. Ulema halkla nass, devletle nass, harici siyasetle nass arasında nasstan hareketle çözüm ve çareler üretti. Ehl-i Sünnet ilmi disiplinlerle, fıkha, tefsire, kelama, fikre, sanata, mimariye, şiire ve nesire dönüşerek hayatın her şubesinde muşahhas bir hal aldı. Akideden Ameli Hayata Ehl-i Sünnet Ehl-i Sünnet, belli bir zümrenin adı olmaktan ziyade İslam’ın yekun ifadesi olduğuna,[17] bunun da fıkıh, tefsir, kelam, hadis, edebiyat, mimari gibi temel İslami disiplinlerde ve ictimaî hayatta farklı temsil alanları oluşturduğuna göre akidede ya da tefsirde “Ehl-i Sünnet’e göre….” diye başlayan bir ifade “İslam’a göre….” şeklinde başlayan bir ibaEhl-i Sünnet, insareyle ayniyet arz etmektedir. Zira bu nı, şehvet gibi hayvanşekilde başlayan her hüküm Kur’an larla ortak olan husuve Sünnet’ten neşet eden, Sahabe siyeti yerine iman ve tarafından uygulanma imkânı bulan ahlak gibi sadece ona bir rüknün arzıdır. Ehl-i Sünnet’e has olan özellikleriyle göre diye başlayan ifadeler aslında “münzel dine göre…” şeklinde yüceltir. anlaşılmalıdır. Bu durumu yanıltıcı bir beyan olarak görmek[18] ya bir algı yanılması ya da şuur kaybıdır. Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’in dini tebliğ ettiği ilk dönemdeki İslam algısı etrafında oluşturulan akidevî riskler, Ehl-i Sünnet kavramının iştihar döneminde de benzer yoğunlukta olmuştur. Müşrik kültür havzalarında üretilen ideolojilerin ihtiva ettiği tehlikeler müstakim âlimlerin Allah Resulü’nün ve Ashabının[16] sahih tevhit tasavvurunu esas alarak geliştirdikleri risk analizi yöntemleriyle tasfiye edilmiştir. Bu yüzden Ehl-i Sünnet kavramı ilk olarak akide alanında iştihar etmiş, zamanla Hanefîlik, Malikîlik, Şafiîlik, Hanbelîlik gibi amelî mezhepleri de içine alarak, “fırâk-ı dalle/sapık hareketler”e karşı “vahyedilen İslam”ın müesses hali olmuştur. Bu müesses hal neticesinde Kur’an’ı murad-ı ilahiye göre anlama faailiyeti tefsir, Sünnet’i muhafaza ve rivayet etmek hadis, tafsılî delillerden ameli şer’î hükümleri bulup çıkarmak fıkıh, imanın mahiyetine dair kabuller ve düşünceler de kelam başlıkları altında teşek- Ehl-i Sünnet’in İttifak Noktaları Ehl-i Sünnet’e mensup müctehitlerin, asılda aynı olmakla beraber ictihadi hususlarda farklı mutalalara sahip olmalarını onun standart bir öğretisinin olmadığına gerekçe yapmak[19] ya iradî bir yönlendirmeden ya da âdem-i vukufiyetten kaynaklanmaktadır. Ehl-i Sünnet ulemasının Kur’an ve Sünnet çerçevesinde belirlediği esaslar, neyin “tekfir” mevzuu olacağı ya da olmayacağını beyan ederek ümmet arasındaki “temel ihtilaf alanlarını” ortadan kaldırmıştır. Abdulkâhir el-Bağdâdî, kimin “Sünnî” addedileceğini belirtme sadedinde bu esasları şu şekilde hulasa etmektedir: “Âlemin hadis olduğunu, onu yaratanın birliğini, kadim oluşunu, sıfatlarını, Haziran 33 adaletini, hikmetini, hiçbir şeye benzemediğini kabul eden; Allah Resulü (sallalalhu aleyhi ve sellem)’in nübüvvetine, onun evrensel olduğuna, şeriatının ebediliğine, getirdiği her esasın hakikat olduğuna, Kur’an-ı Kerîm’in şer’î hükümlere kaynaklık ettiğine, Kabe’nin namaz için kıble olduğuna inanan ve bu inanca -kişiyi küfre sürükleyecek- bidat karıştırmayan mümine Sünnî denir.”[20] Ehl-i Sünnet - Sünnet İlişkisi Şia, Mutezile, Havaric gibi Ehl-i Sünnet dışı mezheblerin Sünnet’e tabi olma noktasında Ehl-i Sünnet’ten farklı olmadıklarını, dolayısıyla Sünnet’e bağlılık iddiasının Ehl-i Sünnet’le sınırlandırılmasının doğru olmadığını söylemek[21] pek çok yanıltıcı bilgiler ihtiva etmektedir. Zira söz konusu fırkalardan günümüzde en etkin olanı Şia, hadisleri Sahabe üzerinden reddetmiş pek çok Sahabeyi de tekfir ederek onların rivayetlerine itibar etmemiştir. Aynı durum Mutezile’yi teşkil eden isimler için de söz konusudur. Nitekim direkt olarak hadisleri reddedemeyen Mutezile en fazla hadis rivayet eden sahabeleri yalancılıkla itham etmiştir.[22] Ehl-i Sünnet’in Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’in Sünnetini takip eden büyük çoğunluk olduğu gerçeğini yanıltıcı bulan kimi araştırmacılar arasında bazı hadisçilerin de yer alması düşündürücüdür.[23] II. MODERN MÜŞKİL Ortaya çıkan ya da çıkacak olan sorunları Kur’an ve Sünnet’i esas alarak çözen, böylece de “sahih İslam”ın sürekliliğini temin eden Ehl-i Sünnet, ana bünyeyi muhafaza ederek sürekli bir var oluşu hedefler, hayatı, Kur’an ve Sünnet’e göre tayin eder. Bu yüzden İslam’ın ne olduğunu ya da ne olmadığını anlayabilmek için ulemanın İslam kelimesine düştüğü “Sünnet” ve “Cemaat” kayıtları her dönemde olduğu gibi günümüzde de hayati bir önemi haizdir. Ehl-i Sünnet, dış unsurları tasfiye etmeyi, inşanın hareket noktası olarak kabul eder. Bu yüzden onun önerdiği var oluşla modernitenin benimsediği sentez esasta birbirinden farklıdır. Birincisi İslam ümmetinin medeni birikimi ve tarihi tecrübesi içerisinde inşayı/var oluşu önerirken, ikincisi tedahülü tavsiye eder. İnşa ve tedahül Hz. Ali (radiyallahu anh) döneminden itibaren devam eden iki esas ameliyedir. Dolayısıyla mevzunun vuzuha kavuşması için inşa gibi, “fırak-ı dalle”nin ameliyesi olan tedahülün de günümüzde neye karşılık geldiğini ve bu karşılığın nasıl oluştuğunu bilmek gerekir. Kökleri itibariyle Batı’ya ait olan ya da Batı’da kurgulanıp İslam coğrafyasına uyarlanan modernizm, tedahülün muasır versiyonudur. Batı’ya ait bir kurgunun İslam’a uyarlanması, mevcut krizleri çözüp inşaî ruhu uyandırma yerine ilmî ve fikri enkazlara yeni harabeler eklemiştir. Batı, kurgusunu İslam coğrafyasına uyarlarken İslam’ı iman, ahlak ve ibadet esaslarından mürekkeb bir din olarak tanımlamış; Müslümanların Ehl-i Sünnet, akideyle başlayan, tefekkür ve amelle bir bütüne dönüşen bir var oluştur. Akidede, fıkıhta, düşüncede, sanatta, edebiyatta, siyasette, iktisatta,… hasılı cemiyetin her şubesinde İslam’ın hayatı tayin etmesidir. 34 Haziran siyasî, iktisadî ve ictimaî hususlardaki eserlerini ilgili alanların müzelerinde ya da kütüphanelerinde sergilenecek tarihî unsurlar olarak göstermiştir. Batılılar, Mısır gibi İslam ülkelerinde uyguladıkları eğitim sistemi vasıtasıyla -büyük çoğunluk tarafından- İslam’ın sadece belli ibadet, zikir ve ahlak nazariyelerinden ibaret bir din, Kur’an-ı Kerîm’in de teberrük için okunan bir kitap olarak algılanmasını başarmışlardır. Nitekim modern dönem İslam tasavvurlarından dinin hukuk, siyaset, edebiyat, sanat gibi siyasi ve sinaî boyutları hazfedilmiştir. Böylece yegane iktisat, siyaset, eğitim nazariyelerinin mimarlarının Batılılar olduğu, bu yüzden müslüman alimlerin onları taklit etmekten başka çareleri olmadığı hissi uyandırılmıştır. Okullarda İslam’ın ana mevzuları yerine -müsteşriklerin uydurduğu iftiralara dayalı- şüpheler esas konular olarak okutulmuştur. Dünyaya, medeniyeti Romalıların, insan haklarını Fransız devrimcilerin, demokrasiyi de İngiliz halkının hediye ettiği, buna mukabil, İslam’ın “kadını erkeğin yarısı gören, ona yalnızca ev ortamında bir yaşam vaat eden, zekât ve öşürle insanların bir kısmının gelirini diğerlerine dağıtan, hırsızın elini kesen” bir sistem önerdiği, bununla da günümüz dünya sistemleri içerisinde yer almasının imkânsız olduğu telkin edilmiştir. İslam Medeniyeti’ni kendi varlık ortamında öğrenme imkânı bulamayan modernist müslümanlar Batı’nın toplumsal kölelik sistemini sürekli kılabilmek için, kendi sistemini mutlak doğru kabul ederek geliştirdiği mücadele tarzını ıslahat reçetesi olarak benimsemiştir. Sonuçta göremeyen, düşünemeyen, doğruları ancak Batı’nın değer yargıları üzerinden belirleyen, İslam adına sadece tartışılan ya da Batıların eleştiri için gündemde tuttuğu konuları bilen bir nesil oluşmuştur. İslam medeniyetine karşı güven krizi yaşayan bazı müslüman araştırmacılarda Batı’nın kıstaslarını esas alarak İslam’ı okuma iştiyakı oluşmuştur. Bu çerçevede yakın tarihte, Batı düşüncesini eskinin tam aksi istikamette kurgulayan Descartes (1650), Spinoza (1677), Kant (1804) ve Hegel (1831) gibi hür olduğunu zannettikleri isimler aramışlardır. Batı’nın her yaptığını doğru kabul etmekten ya da bir şeyin doğru olabilmesi için Batı ile ayniyet arz etmesi gerektiği inancından kaynaklanan bu arayış, müslüman modernisti meselenin esas problemini görmekten mahrum bırakmıştır. Bu yüzden modernist, Mustafa Sabri Efendi, İmam Kevserî, Yusuf ed-Dicvî gibi âlimleri varlık alanlarının tam aksi istikametinde yani kriz üretme merkezinde görür ve onlardan istifade edemez. Onun nazarında Keşmirî’nin söyledikleri lisans düzeyindeki bir oryantalistin ifadeleri kadar önem arz etmez. Bu yüzden Arap olmayan ilahiyatçılar Batı dillerini öğrenebilmek için yoğun gayret sarf etmektedirler.[24] Batı intelijansiyası, düşünceyi kilisenin baskısından kurtarabilmek için farklı modeller inşa etmek zorundaydı. Zira mevcut dini yapı, ıslah kabul etmediğinden sorunları ancak onu reddederek azaltmış olacaktı. Fakat İslam sahih bir din olduğundan tarihi süreçte yaşanan krizler yeniden ona dönmek suretiyle aşılabilmiştir. Nitekim Ehl-i Sünnet’e mensup büyük münşiler kriz ortamlarında, -yaşadıkları zamanı da dikkate alarak- Kur’an ve Sünnet’i yeniden okumuşlardır. Bu yüzden hale çare arayan Hegel eskiyi reddeder, Şeyhulislam Mustafa Sabri Efendi ise kadimi yeniden okur. Hadisenin bu boyutundan mahrum bir araştırmacı, Hegel’in kayıtlı olduğu düşünce kulübünde Şeyhulislam’ı bulamayınca o ve emsalinin tefekkürünü inkâr eder. Bizdeki redd-i kadimin özünde bu nev’i bir aramadan kaynaklanan yanılgı vardır. Müstakim ilim adamları mutlak doğruların yalnız Kur’an’a ve Sünnet’e ait olduğuna inandıklarından entellektüel birikimlerini de onları anlamaya adamışlar ve neticede bağımsız düşünürler olmaktan ziyade vahiy ortamında vahye bağlı mütefekkirler olmayı tercih etmişlerdir. Bu tercihi imanlarının bir gereği olarak yapmışlardır. Bu yüzden onları esasta birbirinden farklı şeyler söyleyenler olarak düşünmek var oluşlarına aykırıdır. Haziran 35 Batı düşüncesini İslam coğrafyası şartlarında tercüme edip yeniden üretme ödevini üstlenen modernistler bu ameliyeleriyle şunu da telkin etmektedirler: Her şeyin en doğrusu Batı’ya aittir. Dolayısıyla ona entegre olmak tercih edilecek tek yoldur. Modernistlerin telkini neticesinde mustagribler arasında üç ayrı algı oluşmuştur. Birinci algının sahipleri bütünüyle dini reddetmiştir. İkincisi İslam’ı, Batı’nın tayin ettiği anlama disiplini çerçevesinde iman, ibadet ve ahlaktan müteşekkil bir din olarak algılamış, aklı esas alarak dini yenilenmeyi savunmuştur. Dini devletten ya da devleti dinden ayırmıştır. Üçüncüsü ise İslam’ı bir bütün olarak kabul etmiş fakat Batı’nın tenkitine maruz kalan recm, el kesme cezası, başörtüsü gibi hususları farklı yöntemlerle reddetme yoluna gitmiştir. Ehl-i Sünnet, dış unsurların tedahülü ile yaşanan ayrışma karşısında hayatı İslam’a göre tayin etme ödevini modernite karşısında da yaptı. Fakat oryantalist propagandanın etkisiyle varlık alanı, ya sınırlandı ya da yokluğa mahkûm edildi. Ana başlıkta üç, alt başlıklarda ise pek çok fırkaya ayrılan modern dönemdeki parçalanma Hz. Ali (radiyallahu anh) sonrası başlayan kırılmayla benzerlik arz etmektedir. Bu durumda, vahiy ortamında kalarak akideden ameli alana kadar hayatı İslam’a göre yeniden tayin etme zorunluluğu hâsıl olmuştur. III. YENİDEN İNŞA Bugün bütün İslam ülkelerinde, eğitim sistemleri, yönetim biçimleri, siyasi oluşumlar, iktisadi kurumlar, sanatsal aktiviteler, giyim tarzları, tüketim kriterleri esasta Batı’ya aittir. Ehl-i Sünnet, hayatın her şubesinde müessir olma refleksine ve kriz dönemlerinde yeniden İslam’a dönüşün tecrübesine sahip olması hasebiyle bugün yeniden okunmalıdır. Bunun ilk adımı “tevhid”in muhtevasını tahlil etmek olmalıdır. Ehl-i Sünnet varlığını iki rükün üzerine bina eder: “Lailahe illelah Muhammed Resulüllah.” Müslüman birinciyle bütün ilahları reddeder, ulûhiyeti, rububiyeti, iradeyi, hâkimiyeti sadece Allah Teâlâ’ya tahsis eder. Bu şekilde iman 36 eden bir müminin hayatında vahiyden korunmuş bölgeler olmaz. O, akidede, amelde, ahlakta, siyasi duruşta, yaşayışta topyekun müslümandır ve İslam, hayatının her şubesinde müessirdir. Ehl-i Sünnet amelden mücerret bir iman nazariyesi değildir. Bu yüzden müslüman kimliğinin oluşması sürecinde akideyi ibadet ve fiilî var oluş takip eder. Yani o, ne tek başına akidevî bir nazireye ne de sadece ibadetler mecmuasıdır. Eğer bir mümin akidede ve ibadette müslümanca davranıyor, siyasi ve ictimaî hak ve sorumluluklarında ihtiyari olarak modern zihniyeti benimsiyorsa fiilî olarak İslam’ın varlığına dahil olmamış kabul edilir. Bu nev’î insanlar modern toplum içerisinde varlıklarını sürdüren nazariyât müslümanlarıdır. Hayatları gibi duygularını da modern toplumun iniş ve çıkışlarına göre belirlerler. Mesela faizi bir realite olarak gören ve bu doğrultuda ticari işlemler yapan müslümanın sevincine ve hüznüne faizdeki iniş ve çıkışlar tesir eder. Dolayısıyla nazariyât müslümanı kapitalist ya da sosyalist sistemi savunacak, onun için sevinecek ve üzülecektir. Entelektüel birikimini, tecrübesini hep onun daha iyi olması için harcayacaktır. Böyle bir inanış, parçacı olduğu gibi İslam toplum yapısının oluşmasını da geciktirecektir. Allah Resulü’nün İslam’ın cahilliye kültürü ile sentezini reddetmesi gibi, Ehl-i Sünnet de modern zihniyetle tedahüle karşı çıkar. Ehl-i Sünnet vatanda, ırkta, renkte ve dilde birlikteliğe karşı, akide ve amelde vahd eti önerir. Her toplumu, farklı renk, ırk, dil ve kültürleri içerisinde Müslüman olarak yeniden var eder. Ona, adı ümmet olan yeni bir kimlik verir. Kesrette vahdeti gerçekleştirir. Haziran Ehl-i Sünnet, insanı, şehvet gibi hayvanlarla ortak olan hususiyeti yerine iman ve ahlak gibi sadece ona has olan özellikleriyle yüceltir. Efendi, Kevserî (rahimehumullah) gibi ulu hocaların telakkileri de bu minvaldedir. Yani ders halkalarını ve telif edilecek eserleri, Nusûs-i İslâmiyyeyi ve mütûn-u mübârekeyi müesses kaideler çerçevesinde anlayacak ve bu güne aktaracak bir yapıda yeniden inşa etmek kaçınılmazdır. Bunun başarılmasıyla redd-i kadim ve gelenekçilik, târihî birer vâkıa haline dönüşecek ve Ehl-i Sünnet müessir olacaktır. Ehl-i Sünnet’in modern değerlerle iç içe olmayı reddetmesi, onların varlığını dikkate almaması şeklinde anlaşılmamalıdır. Bu gün bir medresede sanayi devrimi öncesi zamanlarda yazılan “muhalled” eserSonuç olarak, Ehl-i Sünnet, akideyle başlayan, leri, dünyadaki değişimi görmeden okumak, Ehl-i Sünnet’in değil onu temsil makamında olduğunu tefekkür ve amelle bir bütüne dönüşen bir var oluşzanneden insanların zafiyetidir.[25] Aslında bu durum tur. Akidede, fıkıhta, düşüncede, sanatta, edebiyatta, dolaylı olarak modernizme hizmet etmektedir. Zira siyasette, iktisatta,… hasılı cemiyetin her şubesinde böyle bir din modern zamanda yaşayan bir insan için İslam’ın hayatı tayin etmesidir. Bu tayin ediş ne ideoloji, ne yeni bir mezheb, ne de meşmüesses bir nizam olmaktan ziyade reptir. Sadece İslam’ı her zaman ve tarihi değere sahip bir mefhum olaSadece İslam’ı her mekânda hayatı yönetebilecek şekilrak algılanacaktır. İki asırdır pek çok zaman ve mekânda hayatı de yeniden okumaktır. Bu anlamda yerde medreselerin ibare okuma ve Ehl-i Sünnet, Keşmirî ve Kevserî’de yönetebilecek şekilde yetercüme etme merkezleri olarak faaliilim, Necip Fazıl’da fikir, Ali Haydar niden okumaktır. Bu anyet göstermesi aslında modernizmin Efendi’de zühd, II. Abdulhamid’te lamda Ehl-i Sünnet, Keşplanlayıcılarının da hedeflediği bir siyaset, İmam Şamil’de cihad, Hamirî ve Kevserî’de ilim, durumdur. İman, ibadet ve ahlak kosan el Benna’da aksiyon olarak teNecip Fazıl’da fikir, Ali nularını ihtiva eden “ilmihal” literazahür eder. türünün imamların da “başvuru kitaHaydar Efendi’de zühd, bı” haline dönüştürülmesi bu planın II. Abdulhamid’te siyaset, Dipnotlar bir parçasıdır. Bununla İslam’ın, kul [1]- Bu sorular farklı kültür havzalarında neş u İmam Şamil’de cihad, Hanemâ bulan zihniyetler tarafından birbirine tam ile Allah arasında bir alana hapsedilsan el Benna’da aksiyon aksi içerikte anlaşılma riskine sahiptir. diği dolayısıyla siyasi, ictimaî ve ikti[2]- Mehmet Evkuran, Sünni Paradigmayı Anolarak tezahür eder. lamak, Ankara Okulu, Ankara, 2005, 99. sadî boyutlarının olmadığı ezberletil[3]- W. Montgomery Watt, Modern Dünyada mektedir. Gerçekte ise Ehl-i Sünnet, İslam Vahyi, ter. Mehmet S. Aydın, Hülbe Yay., Ankara, 1982, 56-57. fıkıh disipliniyle vahiy kıstasını esas alır [4]- Kısmi tasarruf yapılarak alınmıştır. Sönmez Kutlu, “İslam Düşünve fertten cemiyete, evden devlete bütün bir hayatın cesinde Tarihsel Din Söylemleri Olgusu”, İslâmiyât Dergisi, IV, Ankasorunlarını çözmeye talip olur. Bunu da her dönemde ra, 2001, sy., 4, 27-28. [5]- Bk. Ebû İshak İbrahim b. Musa eş-Şatıbî, el-İ’tisâm, Beyrut, metin, şerh, haşiye, talik başlıkları altında eser telif 1997. II, 509. eden fakihlerle pratik çözümlere dönüştürür. Mücte- [6]- W. Montgomery Watt ve Zeki Necib Mahmud’un değerlendirmeleri için bk. Watt, İslam Düşüncesinin Teşekkül Devri, 358; hid sahabelerden günümüze kadar vahyi idrak edip Dâru’n-Nedveti’l-Alimiyye, el-Mavsûatü’l-Müyessere fî’l-Edyân-i hayata tatbik etme ameliyesi bu şekilde tahakkuk et- ve’l-Mezâhib, Riyad, 1424, II, 979. [7]- İbn Mâce, Fiten 17. miştir. Leknevî, Keşmîrî, Kandehlevî, Mustafa Sabri [8]- Tirmzî, Îman 18. [9]- eş-Şatıbî, a.g.e., II, 458-538; Kevserî, a.g.m., 5-7. [10]- Muhammed Zahid Kevserî, “İftiraku’l-Ümme ala’l-Fırak”, (İsferâyinî’nin et-Tabsîr-u fi’d-Din adlı kitabının mukaddimesi), Kahire, ty. 6. [11]- Âl-i İmran (3): 106. [12]- Abdullah Muhammed b. Ahmed Kurtubî, el-Camiu’ li-Ahkâmi’l-Kur’an, Beyrut, 2000, IV, 107. [13]- Celalüddin es-Suyûtî, Miftâhu’l-Cenne fî’l-İhticâci bi’s-Sünne, Mısır, ty., 46; Ebû’l-Ferec İbnu’l-Cevzî, Telbîs-u İblîs, İskenderiyye, ty., 9- 10. [14]- İbn Teymiyye, Minhâcu’s-Sünneti’n-Nebeviyye, Dâru’l-Hadis, Kahire, 2004, II, 266. [15]- Muhammed Abdurrahman el-Mubârekfurî, Tuhfetü’l-Ehvezî, Kahire, 2001, VII, 54; Kevserî, a.g.m., 4. [16]- Bakara (2): 137. [17]- Fazlurrahman Haziran 37 Hz. Pîr Seyyid Ahmed er-Rufai (k.s) den Münacat! Senin artırmayı murad ettiğin şeyler eksilmez. Eksiltmeyi arzuladığın şeyler de artırılamaz. Ne mahlükatı yarattığında senin yanında bir ortak ne, de işleri yönettiğinde bir eş vardı. Diller, senin sıfatlarını açıklamakta yorulmuş, akıllar, ma’rifetinin hakikatini anlamada kısır kalmıştır. Senin sıfatlarının hakikati hakkıyla nasıl tavsif edilebilir ki? Ey Allah’ım! Çünkü sen ezeli ve ebedi, eşi ve benzeri bulunmayan melik ve cebbar olan bir zat-ı akdessin. İnsanlığın ince ve derin tefekkürü, senin melekûtunu anlamada hayrete düşmüştür. Melikler, heybetin karşısında boyun eğmişlerdir. Senin yüceliğin sebebiyle yüzler, boyun eğerek secdeye kapanmıştır. Her şey senin azametine boyun eğip, kudretine teslim olmuştur. Bunun ötesinde lügatler hayrete düşer, sıfatların tasarrufundaki tedbir boşa çıkar. Kim bu konuda kendini düşünmeye zorlarsa, gözleri ve aklı yorgun düşüp şaşkın ve hayretler içerisinde kalır. Ey Allah’ım, en geniş, en kuvvetli, en sağlam ve devamlı, melekûtunda kaybolmayan, dünyada adedi takdir edilemiyecek kadar çok olan, irfanda eksilmeyen hamd sanadır. Yine sayılamıyacak iyiliklerine karşı, gecenin karanlığında, gündüzün aydınlığında, karada ve denizde, sabah akşam ve seherlerde, gece ve gündüzün bütün dilimlerinde hamd sanadır. Allah’ım tevfikinle beni kurtuluşa erdirdin ve beni velin kıldın. 38 Beni tâkatımın üstündeki şeylerden sorumlu tutmadın. Şüphesiz sen kendinden başka ilâh bulunmayan gizli olduğun halde kendisinden hiç bir şeyin gizli kalmadığı, gâib olduğun halde kendisinden hiç bir şeyin gâib olmadığı ve karanlıklardaki hiçbir yitiğin senden gizli kalmadığı Allah’sın. Muhakkak ki Sen, bir şey dilediğinde ona “ol” dersin o da oluverir. Ey Allah’ım, senin kendini övdüğün hamdedenlerin övdüğü, yüceltenlerin yücelttiği, ta’zim edenlerin ta’zim ettiği gibi sana hamdederim. Göz açıp kapayincaya kadar, hatta daha az bir süre içinde bile olsa, hamd edenlerin hamdi, muvahhit ve muhlislerin tevhidi’ ariflerin takdisi, seni tesbih, tehlil edenlerin ve namaz kılanların hamdiyle sana tekbaşına hamd ederim. Ya Rabb! Senin bildiğin hamdle sana hamdederim. Ki sen övülmüş, sevilmiş ve bütün canlı yaratıklardan gizlenmişsin. Sana bir bereket içinde yöneliyorum. Ki o bereket beni, seni övmeden ne güzel konuşturdu. Bana yüklediğin sorumlulukları ne güzel kolaylaştırdı. Sana şükretmeme karşılık bana vadettiklerini ne çok ziyâdeleştirdi. Bana geniş ve bol nimetler verdin. Bu nimetlerine karşılık şükretmemi emrettin. Şükrüme karşılık ise kat kat nimet vadettin. Rızkından bana isteyerek, razı olarak verdin ve benden az bir şükür istedin. Beni zorluk ve sıkıntılardan kurtardın, bana âfiyet verdin. Beni bela ve musibetlerine düşmekten korudun. Vücuduma âfiyet, sıhhat ve huzur bahşettin. Ne istediysem çabucak verdin. Kat kat verdiğin en yüce faziletler sebebiyle bana doğru yolu vâdettin. Yükseleceğimi müjdeledin, davet ve şefaat bakımından peygamberlerin en üstünü Hz. Muhammed’e (s.a.v) ümmet olmakla beni seçtin. 39 Osmanlı Devleti’nde Enerji Yrd. Doç .Dr. Abdülkadir Develi Osmanlı Devleti’nde enerji ihtiyacı ve kullanımı esas olarak sanayileşme adımları ile ön plana çıkmaya başlamıştır. Bununla beraber demiryolu ağlarının 19. yüzyıl ortalarından itibaren örülmeye başlanması da Osmanlı Devleti’n- a kji kayn r e n e inin II. devlet ı l ancak n ı a ğ ı m l s a O ınd oluşir fark a a d d n a ı n n ı ma lar han za t lığa i m a h kında r a f u Abdül nb ldeki Oluşa e . i r t u e t l ş v mu ı de smanl O rası ar a n e 5 1 m 9 ğ ra 5-1 a re 190 ö g karşıy e ı r ş r e l a e k g bel ıyla thalat i l o r t ştır. tan pe kalmı de belli enerji kaynaklarının yoğun şekilde kullanılmaya başlandığını göstermektedir. Aynı zamanda 19. yüzyılda başlayan modernleşme hareketleri ile beraber enerji üretimi ve ithal enerji miktarları da paralel oranda artışlar göstermeye başlamıştır. Özellikle elektrik enerjisinin kullanımında İstanbul 6. Daire-yi Belediye’nin önemli bir yeri vardır. XX. başlarında ise Osmanlı Devleti ithalat sepeti içinde yakıt belirli yüzdelerle görülmeye başlanmış, hatta II. Abdülhamit Han Osmanlı Devleti sınırları içinde petrol haritaları çıkarttırmıştır. Bu çalışmada Osmanlı Devleti’nin enerji konusundaki ilerlemeleri ve son dönemde geldiği noktalar analiz edilecekti 40 Haziran Giriş XIX. yüzyılda Avrupa özellikle sanayileşme anlamında önemli ilerleme kaydetmiştir. Bu ilerlemenin altında yatan temel sebep ise kuşkusuz gerçekleştirdiği “Sanayi Devrimi” olmuştur. Osmanlı Devleti’nde ise sanayi üretimi küçük el zanaatlarına dayalı olarak başlamıştır. 18. Yüzyılın başlarında ise devlet eli ile kurulan fabrikalar ortaya çıkmaya başlamıştır. Özel girişimlerin kuruduğu fabrika ve imalathanelerin ortaya çıkışı ise 1880’lerden itibaren ortaya çıkmaya başlamıştır. Osmanlı Devleti’nin sanayileşme adımlarında ortaya çıkan bir önemli hususta enerji meselesi olmuştur. Bu anlamda yapılan çalışmalarda çok kısıtlı olarak kalmıştır. Bu çalışmada Osmanlı’da enerji kullanımı ve sanayileşme süreci kronolojik olarak incelenmeye çalışılacaktır. Osmanlı Devleti’nin enerji politikaları, enerji üretimi ve enerji ithalatı İpek Yolu’na bağlı kalınarak incelenecek olup, İpek Yolu’nun bu anlamda Osmanlı sanayisi üzerindeki etkisi tartışılacaktır. Osmanlı’nın imalat alanında göze belli başlı birkaç bölge çarpmaktadır. Bunlar İpek Yolu üzerinde de bulunan Balkanlar, Batı Anadolu, Adana ve İzmit bölgeleridir. Bu coğrafyalarda sadece tarımsal üretim değil aynı zamanda sanayileşmeye yakın fabrikalaşmalar ve üretim merkezleri de mevcuttur. Bu imalathane ve fabrikalar XIX. yüzyılda daha da genişletilmiş ya da yenileri kurulmuştur. Osmanlı’nın XIX. yüzyıl sanayi yapısı incelendiğinde, çökmüş bir imparatorluktan ziyade XIX. yüzyılda yenilikleri takip eden ve bunlara uyum sağlamaya çalışan bir yapı görülmektedir. İlerleyen teknoloji, daha ucuz ve kaliteli üretim teknikleri günümüzde bile bazı sanayilerin gerilemesi- ne sebep olurken, paralelinde yeni üretim yapıları ve ürünleri çıkarmaktadır. İşte bu dönemde de Osmanlı üretiminde bazı malların üretiminde gerileme olduysa da, Osmanlı yöneticileri bu durumda talebin yoğun olduğu alanlara yönelmiş ve bu üretimleri teşvik ederek başka üretim alanlarında genişlemeyi sağlamayı başarmışlardır. Belli alanlardaki bu başarıyı de çağın gerekliliği olan doğru enerji kaynaklarını üretim ile bütünleştirerek sağlamışlardır Sanayileşme Adımları ve Kullanılan Enerji Türleri Osmanlı Devleti’nin sanayi alanında en gelişmiş faaliyet gösteren üretim dalı dokumacılık olmuştur. XIX. yüzyıla gelene kadar Osmanlı dokumacılık alanında hem ülke ihtiyacını karşılayabilmiş hem de bu ürünlerin ihracatını yapabilmiştir. XVIII. yüzyılın başlarında devlet eliyle kurulmuş yünlü, ipekli ve yelkenli endüstrileri mevcuttur. Mehmet Genç 18. Yüzyıl başlarında Osmanlı Devleti’nde kurulan 3 önemli fabrikayı işaret eder.1 Bu fabrikalar yünlü, ipekli ve yelkenli tekstili üreten tesisler olup, Osmanlı Devleti tarafından kurulmuştur. Bu üretim tesislerinde kullanılan enerji kaynağına baktığımızda ise, Genç’e göre son teknolojiye göre ithal edilmiş makineler bu fabrikalarda kullanılmaktaydı.2 Fakat bu makinelerin kullanılmasında insan gücü kullanılmıştır. Fakat 19. yüzyılın başlarından itibaren Osmanlı Devleti’nin sanayide ve sosyal hayatta yeni enerji kaynaklarına başvurduğunu görmekteyiz. Osmanlı Devleti’nde ise sanayi üretimi küçük el zanaatlarına dayalı olarak başlamıştır. 18. Yüzyılın başlarında ise devlet eli ile kurulan fabrikalar ortaya çıkmaya başlamıştır. Haziran 41 Osmanlı Sanayisinde Enerji Kaynağı Olarak İnsan Gücü Yukarıda bahsettiğimiz devlet eliyle kurulan fabrikalardan da anlaşılacağı üzere Osmanlı sanayisinin en gelişmiş alanı dokumacılıktır. Fakat 19. yüzyılda Sanayi Devriminin sonuçlarının Osmanlı dünyasına etkisi ile birlikte dokumacılık gerilemeye başlamıştır. Osmanlı imalatının büyük çoğunluğunu küçük ölçekli zanaatkarlar tezgahlardan sağlamıştır. Bu küçük üreticilerin ne kadar ürettiğini tespit etmek oldukça zordur.3 Fakat nüfusun tekstile olan talebi ve kullanma zorunluluğundan belirli çıkarsamalar yapılabilir. XVIII. yüzyılın son otuz yılında ve XIX. yüzyılın ilk yıllarında Osmanlı pamuklu tekstil üretimi yaklaşık 12 milyon nüfusun oluşturduğu iç pazarın ihtiyacını karşılayabilmekteydi. Fakat XIX. yüzyıl başlarında bu alanda da gerileme başlamıştır. Sanayi Devrimi’nin sonuçlarının ortaya çıkmaya başlaması ile birlikte Avrupa’da makine ile üretilen mallar Osmanlı pazarlarına girmeye başlamıştır. Bu malların fiyatları ucuzluğu ile Osmanlı iç tüketiminde önemli bir yer almaya başlamıştır. 1812 senesinde İşkodra’da 200, Tırnova’da 2000 tezgah çalışmaktayken 1831 senesinde tezgah sayısı İşkodra’da 40’a, Tırnova’da ise 200’e düşmüştür.4 Bu düşüş eğilimi yüzyıl boyunca sürmüş fakat yine de tam anlamıyla ortadan kaybolmamıştır. Osmanlı sanayisi bu alanda belli alanlarda rekabet karşısında direnişler göstermiştir. Özellikle yurt dışından ithal edilmeye başlanan ucuz iplikler sayesinde halıcılık ve iplikli dokuma alanında Osmanlı üretimi önemli ilerleme kaydetmiştir. Bu ilerleme sağlanırken kullanılan enerji kaynağı yine insan gücü olmuştur. Osmanlı’nın tarımsal üretimden sonraki en önemli üretim kalemi tekstilidir. XIX. yüzyıl başlarından itibaren Avrupa mallarının piyasaya gir- mesi ile Osmanlı tekstil üretimi önemli bir gerileme yaşamıştır. Bu yüzdendir ki ithal mallar karşısında en çok gerileyen alan tekstil olmuştur. Baskıcı’nın konsolosluk raporlarından tespitlerine göre, Bursa’da İngiliz mallarının rekabeti nedeniyle 1840’lardan itibaren ipekli ve pamuklu imalatıyla uğraşan el tezgâhlarının sayısı azalmıştır.5 1858 senesinde Bursa’da havlu ve bornoz imalatıyla uğraşan 200 tezgâh varken 1861’de bu rakam 86’ya düşmüştür. Trabzon’da evlerde keten bezi dokuyanlar Avrupa ithal malları karşısında zor duruma düşmüştür. Maraş’ta üretim kaba pamuklu ve yünlü kumaşa kaymıştır. Adana’da dericilik gerilemiş ve yine tezgâh sayıları azalmıştır. Yaşanan bu düşüşlerin sonrasında Osmanlı Devleti üretim kapasitesini artırmak ve rekabete cevap verebilmek için insan gücü ile üretim yapan tesislerden vazgeçmeye ve yeni enerji kaynağı olan buhar gücü ile üretim yapan endüstrilere yönelmeye başlamıştır. Osmanlı Sanayisinde Kullanılan Yeni Bir Enerji: Buhar Enerjisi Bu dönemde Osmanlı İmparatorluğu öne sürülenlerin aksine belli sanayi girişimlerinde bulunmuştur. Bu girişimlerin temel üretim hedefi ithal ikamesi alanında yoğunlaşmak olmuştur. Kuşkusuz Osman- Osmanlı Devleti’nin sanayi alanında en gelişmiş faaliyet gösteren üretim dalı dokumacılık olmuştur. XIX. yüzyıla gelene kadar Osmanlı dokumacılık alanında hem ülke ihtiyacını karşılayabilmiş hem de bu ürünlerin ihracatını yapabilmiştir. XVIII. yüzyılın başlarında devlet eliyle kurulmuş yünlü, ipekli ve yelkenli endüstrileri mevcuttur. 42 Haziran lı’nın en önemli harcama kalemini askeri giderler oluşturmaktadır. Bu nedenle askerin gerek kıyafet gerekse araç gereç ihtiyaçları için fabrikalar kurulmuştur. Seyitdanlıoğlu, Tanzimat’a kadar kurulan sanayileri tespit etmiştir: bilen fabrika kurulmuştur. Bu fabrikalar bu dönemde kurulmuş ve daha sonra da dönemin ihtiyaçları göz önüne alınarak değiştirilmiş ya da genişletilmiştir. Bu değişim ve genişlemelerin en göze çarpan özelliği ise, yeni enerji kaynağı olarak buhar gücünün kullanımına geçilmiş olmasıdır. Bu dönemde Osmanlı “1805’te Beykoz’da kağıt ve çuha fabrikaları Devleti buharlı üretim yapan fabrikaları aylık açılarak ülkenin ihtiyacı olan bu ürünlerin yine ülke- 120.000 kuruşluk ödenekler ile desteklemişde üretilmesine çalışıldı. II. Mahmut tahta çıktıktan tir.7 Ayrıca Yabancı ustaların destekleri alınarak çuha yirmi yıl kadar sonra 1827’de Eyüp’te on beş çarktan fabrikası kurulmuştur.8 Osmanlı Devleti buharlı oluşan bir iplik fabrikası kurdu. Ayrıca 1810’da Ham- üretim yapan fabrikaları Muhimmat-ı Harbiye za Bey isimli bir girişimci arafından kurulan Beykoz bütçesinden aylık 125.000 kuruş ve DarphaDeri Fabrikası, 1816’da II. Mahmut tarafından satın ne kaynaklarından 100.000 kuruş göndererek alınarak ordu emrine verildi. 1830’ların başlarında destek vermiştir.9 Bunlara ek olarak, hükümet Bolu Akmise de bulunan fabrikanın bu dabakhane ve kundura fabrikası çalışmaya devam etmesi için aylık yenilendi. Beykoz’da bulunan kağıt Yukarıda bahset150.000 kuruşluk yardımı uygun fabrikasının bir kısmı kumaş fabrikatiğimiz devlet eliyle görmüştür.10 Bu sayede Osmanlı sına dönüştürüldü. Ordunun fes ihtikurulan fabrikalardan hükümetinin buhar enerjisi ile üreyacının karşılanması amacıyla, daha da anlaşılacağı üzere tim yapan fabrikaları desteklediğini sonra kurulduğu yere göre Defterdar Osmanlı sanayisinin görmekteyiz. Fabrikası diye anılan Feshane 1835 en gelişmiş alanı doyılında kuruldu. 1836 yılında da İskumacılıktır. Fakat 19. Osmanlı yöneticileri XIX. yüzlimiye’de bir yün-iplik ve dokuma yüzyılda Sanayi Devyılın ikinci yarısından itibaren sanafabrikası faaliyete geçirildi. Sultan yiye verdikleri önemi artırmışlardır. II. Mahmut saltanatının son yıllarınriminin sonuçlarının Özellikle 1864-1873 yılları arasında da Tophane yakınlarında bir kereste Osmanlı dünyasına kurulan “Islah-ı Sanayi Komisve bakır levha fabrikası inşa etmişti. etkisi ile birlikte doyonu” bu alanda atılan önemli Tophane’ye bağlı Top Döküm Fabrikumacılık gerilemeye adımlardan biri olmuştur. Komisyokası ve Dolmabahçe Tüfek Fabrikabaşlamıştır. nun ilk hedefi esnafların birleşerek sı ilk kez hayvan gücü yerine buhar şirketler kurmasını sağlamaya çalışgücünden yararlanabilecek modern üretim tekniği ile donatılmış ve endüstri devriminin ması olmuştur. Komisyonun diğer hedefi ise mevcut modern üretim tekniği olan buhar gücü ülkemizde de fabrikaların geliştirilmesi ve ihtiyacın olduğu alanlarda yeni fabrikalar kurulmasını sağlamak olmuştur. uygulanmaya başlanmıştır.”6 Yapılan tespitlerden de görüldüğü üzere 18001839 yılları arasında tam 9 adet kitlesel üretim yapa- Haziran Osmanlı İmparatorluğu, Tanzimat ile birlikte bir dizi reformlar başlatmıştır. Bu reformların bir sonucu olarak 1840’lardan itibaren devlet eliyle fabrikalar kurulmaya başlanmıştır. Bu girişimlerin en önemlisi Zeytinburnu bölgesinde kurulan fabrikalar tesisi olmuştur. Buraya “Büyük Fabrika” denilmiş ve burada üretimi yapılacak mamuller demir, demir boru, çelik raylar, pulluk, gem, üzengi, tüfek çakmakları, mızrakbaşı, kılıç, kilit, anahtar, bıçak, ustura, yivli top, havan topu, süvari ve piyade tüfekleri, tabanca, şayak, astar, pamuklu kumaş ve çorap gibi çok çeşitli ürünlerden oluşmuştur.11 Bu tesiste Avrupa kalitesinde savaş silahları üretilmiştir. Ayrıca belirtilen ürünler arasında sadece savaş silahı yerine tekstil mallarının da 43 varlığı göze çarpmaktadır. Bu fabrikada üretilen tekstil ürünlerin büyük çoğunluğu yine ordunun ihtiyaçları için üretilmiştir. Bu tesislerin dışında ayrıca Bakırköy’de bir üretim alanı daha mevcuttur ve burada bir iplik bükme, dokuma ve pamuklu basma fabrikası, iki ocaklı bir demir atölyesi, bir buharlı makine ardiyesi, küçük buharlı gemiler yapan bir tersane olmak üzere 4 fabrika daha kurulmuştur.12 Bu ünitede ilk defa 1848 senesinde buharlı gemi üretilmiş ve denize indirilmiştir. Devlet eliyle kurulan fabrikalar bunlar ile de sınırlı kalmamıştır. Bu dönemde kurulan fabrikalardan bir tanesi de Hereke Fabrikası’dır. İlk olarak özel teşebbüs olarak kurulan 50 pamuklu ve 25 ipekli canfes13 tezgahından oluşan fabrika 1845 yılında devlete geçmiş ve sarayın döşemelikleri için kumaş dokumak üzere 1850’de 100 adet jakarlı el tezgahı14 getirilerek, mevcut pamuklu tezgahları İstanbul Sanayi Kompleksine bağlı Bakırköy fabrikalarına nakledilmiştir.15 1845 senesinde ise Falkeisen isimli İsviçreli sanayici ipek iplik üreten buharlı fabrika kurmuş ve içerideki makineler sayesinde bu tesis hızla büyümüş ve 1876 yılında Bursa’da bu fabrikaların sayısı 14’e çıkmıştır.16 Osmanlı Devleti 1860’lı yıllardan sonra sanayileşme politikalarını değiştirmeye başlamıştır. Yapılan harcamaların bütçe üzerindeki baskıları ve serbest ekonomiye geçiş eğilimleri nedeni ile bu dönemden sonra özel teşebbüslerin fabrika kurmasını teşvik etmeye başlamıştır. İlk önemli özel teşebbüslerde bu bölgede karşımıza çıkmaktadır. Bursa’da 1856 senesinde makineleşmiş 37 ipek fabrikası işletilmektedir.17 Özel sektör bazında teşebbüsler sadece Bursa ile sınırlı kalmamış aynı zamanda Ege bölgesinde de devam etmiştir. J.B. Gout adlı İngiliz girişimci 1863 yılından başlayarak yaklaşık 10 yılda İzmir, Manisa, Aydın, Tire, Bayındır ve Menemen’de on pamuk çırçır fabrikası kurmuştur.18 1853 senesinde, İzmir’de 1000 işçinin çalıştığı bir halı dokuma tesisi ve Konya yakınlarında bir tane daha halı dokuma tesisi mevcuttur.19 Ayrıca Mc Andrews ve Forbes isimli bir şirket 1854-1875 yılları arasında Aydın, Söke, Kuşaklı ve Nazilli’de dört meyan kökü işleme fabrikası açmıştır.20 1852 senesinde Lübnan’da 5’i Fransız, 2’si İngiliz ve ikisi de yerli sanayici tarafından işletilmek üzere 9 iplik fabrikası çalışmıştır.21 Yine Ege bölgesinde önemli bir üretim kalemlerinden sabun ve zeytinyağı içinde üretim tesisleri kurulmuştur. İsviçre sermayesi ile Kartal’da 1 adet konserve fabrikası kurulmuştur.22 Kurulan bu fabrikalar son teknolojiye sahip makinelere sahip olup, buhar gücü ile üretim yapan tesisler olmuştur. Yeni Enerji Kaynağı Olarak Madenler: Kömür Madeni 1861’de çıkarılan Maden Düzenlemesi, imparatorluk sınırları içindeki madenlerin kullanımının tekellerini ortadan kaldırmış ve en yüksek sermayeyi teklif eden kuruluşa ya da bireye satılması öngörülmüştür. Bunun akabinde özel teşebbüsler hemen harekete geçmiş ve Zonguldak kömür madenlerini, Rumeli ve Anadolu’daki demir, kurşun, gümüş, bakır madenlerini, Bursa ve Kastamonu’daki Kuşkusuz Sanayi Devrimi’nin gerçekleşmesinde en önemli enerji kaynağı kömür olmuştur. Osmanlı Devleti’nde kömür üretimine önem vermiştir. 1848 senesinden itibaren kömür üretimi için çalışmalar başlamıştır. 44 Haziran linyit madenlerini, Çanakkale’deki mangan yataklarını almışladır.23 Kuşkusuz Sanayi Devrimi’nin gerçekleşmesinde en önemli enerji kaynağı kömür olmuştur. Osmanlı Devleti’nde kömür üretimine önem vermiştir. 1848 senesinden itibaren kömür üretimi için çalışmalar başlamıştır. Eldem’in tespitlerine göre Osmanlı kömür üretimi Hazine-i Hassa döneminde kömür üretimi 30-50 bin ton, Bahriye devrinin birinci safhasında 65 bin ton, 1875’te 142 bin ton ve 1880 senesinde 56 bin ton olarak gerçekleşmiştir.24 1880 senesinden sonra yabancı sermaye ile kurulan şirketlerinde etkisi ile Osmanlı Devleti’nde kömür üretimi 1882 senesinde yaklaşık 65 bin tondan 1914 senesinde yakOsmanlı laşık 651 bin tona çıkmıştır.25 Osmanlı’da Elektrik Üretimi İthalatı ve Araştırmaları Osmanlı Devleti’nde özellikle II. Abdülhamit Dönemi ile birlikte enerji kaynağı olarak petrole önem verilmeye başlanmıştır. Fakat Osmanlı Devleti’nde Kanuni Sultan Süleyman zamanında bazı bölgelerde petrol (neft) üretilip kullanıldığı görülmektedir.27 Kerkük bölgesinde neft (petrol) varlığı kanuni zamanından bu yana bilinmekte olup, bölgedeki 2 adet maden halk tarafından çıkarılarak, gerek savaşlarda kullanılmak üzere, gerekse de tımarlarda kullanılmak üzere pazarda satılıyordu.28 Fakat petrolün gerçek anlamda sanayiye konu olması ise daha geç dönemlerde gerçekleşmiştir. Osmanlı Devleti’nin petrolü sanayi alanında kullanması ise ticaret kayıtları baz olarak alındığında 1870’lerden sonraya dayanmaktadır. Aşağıdaki tablo belli yıllarda Osmanlı petrol ithalatının değerlerini göstermektedir. Devleti’nde aydınlatma için ilk olarak havagazı kullanılmaya başlanmıştır. Avrupa’da havagazı kullanımı 1820’lerde başlamış olmasına rağmen, Osmanlı Devleti’ne bu enerji türü ancak 1856 senesinde Dolmabahçe Sarayı’nın inşası ile gelmiştir. Osmanlı Devleti’nde aydınlatma için ilk olarak havagazı kullanılmaya başlanmıştır. Avrupa’da havagazı kullanımı 1820’lerde başlamış olmasına rağmen, Osmanlı Devleti’ne bu enerji türü ancak 1856 senesinde Dolmabahçe Sarayı’nın inşası ile gelmiştir. Bu dönemden sonra İstanbul’un belirli yerlerinde havagazı ile aydınlatma kullanılmıştır. Havagazı uygulamasını ise ilk olarak içinde Beyoğlu, Pera gibi yerleri barındıran 6. Daire-i Belediye kullanmıştır. Havagazının enerji kaynağı olarak kullanılmaya başlamasından sonra ise, II. Abdülhamit döneminde elektrik üretimi ile ilgili çalışmalar ve görüşmeler başlamıştır. Bu görüşmeler sonunda somut adımlar atılmış olunsa da, Osmanlı Anonim Elektrik Şirketi ancak 1910 yılında devlet tarafından açılan ihale ile Avusturya-Macaristan sermayeli Ganz Electric Company adlı şirketin ihaleyi kazanması sonucu Brüksel Bankası ve Macar Kredi Genel Bankası’ndan almış olduğu finansal destekle 1911 kurulmuştur.26 Üretilen ilk elektrik ise öncelikle Dolmabahçe Sarayı ve tramvaya verilmiştir. Böylelikle havagazına alternatif bir enerji kaynağı elde edilmiştir. Haziran Osmanlı’da Petrol 7DEOR2VPDQOÕ/LPDQODUÕQGDQøWKDO(GLOHQ3HWUROQ'H÷HUOHULVWHUOLQ ø]PLU/LPDQÕQÕQGDQ 6DPVXQ/LPDQÕQÕQGDQ 7UDE]RQ/LPDQÕQÕQGDQ øWKDO(GLOHQ3HWURO øWKDO(GLOHQ3HWURO <ÕOODU øWKDO(GLOHQ3HWURO 'H÷HUL 'H÷HUL 'H÷HUL .D\QDN%DVNÕFÕ Tablo 1’de verilen rakamlar 3 önemli Osmanlı limanına ithal edilen petrolün değerini gösteren rakamlardır. Bu rakamların daha anlam kazanması için tablo 2’de petrol ithalatının toplam ithalat içindeki yüzdesi gösterilmiştir. 45 7DEOH<]\ÕOGD2VPDQOÕøWKDODWÕQÕQ%LOHúLPL *ÕGD 7HNVWLO 3HWURO 'L÷HU0DOODU <DWÕUÕP0DOODUÕ 6RXUFH(OGHP Tablo 2’ye gore Osmanlı’nın 20. Yüzyılın ilk yıllarında petrol ithalatı toplam ithalat içinde ortalama olarak %4’lük bir paya sahip olmuştur. Bir digger önemli gelişme ise günümüzde ortaya çıkan II. Abdülhamit’in gayretleri sonucu ortaya çıkarılan petrol haritasıdır. Günümüzde büyük tartışmalara sebep olan fakat geçerliliği Kabul edilen bu harita, Osmanlı Devleti’nin enerjiye verdiği önemi göstermektedir. Enerji anlamında Osmanlı Devleti gelişmeleri yakından takip etmiş ve yeni enerji kaynaklarına gecikmeli de olsa ulaşma konusunda yatırımlarını yapmıştır. Sonuç Günümüzde dünya fosil yakıtların yaklaşık %70’i Ortadoğu ve hazar bölgesinde yer almaktadır. 19 yüzyılda adeta bir petrol denizi üzerinde bulunan ve bu bölgeyi kontrol eden Osmanlı devletinin enerji kaynaklarına dair farkındalığı ancak II. Abdülhamit han zamanında oluşmuştur. Oluşan bu farkındalığa rağmen Osmanlı devleti eldeki belgelere göre 1905-1915 arası artan petrol ithalatıyla karşı karşıya kalmıştır. Buna benzer bir şekilde Osmanlı devleti diğer enerji kaynaklarını elde etme ve üretim sürecine katma konusunda geç kalmıştır. Artan enerji üretimine rağmen, yerli enerji kaynaklarının üretim sürecine aktarımı yeterli düzeyde olmamıştır. Sanayi devriminden olumsuz yönde etkilenen Osmanlı devleti 19 yüzyılda 1800–1839 yılları arasında buhar enerjisi ile kitlesel üretim yapabilen fabrikalara sahip olmuştur. Bu kitlesel üretime bağlı olarak 1848 yılımda 30–40 bin ton olan kömür üretimi 1914’de 651 bin ton çıkmıştır. Böylelikle enerjinin bir sanayi girdisi olarak geç kullanımına rağmen, özellikle kömürün buhar gücü olarak sanayi girdisi olarak kullanılması kömür üretiminde ciddi bir artışa yol açmıştır. Elektrik üretimi ise Avrupa’nın çok gerisinde kalmıştır. 19. yüzyılında Londra sokakları elektrik enerjisi ile aydınlatılmaya başlanmışken Omsalı devletinin elektrik kullanımı İstanbul’da ancak yüzyılın sonunda olmuştur. 46 Osmanlı devleti son yüzyılda ekonomik açıdan pekte fazlasıyla olumsuz bir görüntü vermemesine rağmen sahip olduğu zengin enerji kaynaklarını kitlesel üretimde de kullanamamış ve böylelikle sanayi devriminden olumsuz yönde etkilenmiştir. Bu dönemde kontrol edilen bölgenin sahip olduğu enerji kaynaklarının çekiciliği Batıl devletler tarafından da fark edilmiştir. Sahip olunan petrol rezervleri Kanuni Sultan Süleyman döneminde Kerkük bölgesinde neft olarak çıkarılıp ticarete konu oluyordu. Fakat sanayileşme anlamında petrolün kullanılmasın yönelik kayıtlar ancak 1870’li yıllar sonuna kalıyordu. Osmanlı devleti tıpkı Türkiye Cumhuriyeti gibi enerjide dışa bağımlı bir ülke konumundaydı.. Kaynaklar 1 Mehmet Genç, Osmanlı İmparatorluğunda Devlet ve Ekonomi, İstanbul: Ötüken 2000, ss. 238-255. 2 a.g.e., s.241. 3 Şevket Pamuk, Osmanlı Ekonomisinde Bağımlılık ve Büyüme 1820-1913 İstanbul: Tarih Vakfı 2005. s. 127. 4 Mehmet Seyitdanlıoğlu, “Tanzimat Dönemi Osmanlı Sanayii” Ankara Üniv. DTCF Tarih Araştırmaları Dergisi, Cilt:26 Sayı: 46 s.56. 5 Murat Baskıcı, 1800-1914 Yıllarında Anadolu’da İktisadi Değişim Ankara: Turhan Kitabevi 2005. s.170. 6 Mehmet Seyitdanlıoğlu, “Tanzimat Dönemi Osmanlı Sanayii” Ankara: DTCF Tarih Araştırmaları Dergisi, Cilt:26 Sayı: 46 ss. 58-59. 7 BOA, Cevdet İktisat, 30/1483, 1836. 8 BOA, Cevdet İktisat, 6/275, 1805. 9 BOA, Cevdet İktisat, 34/1652. 1835. 10 BOA, Cevdet İktisat, 9/448. 1851. 11 Edward Clark, “Osmanlı Sanayi Devrimi” cev: Yavuz Cezar, Ankara: TTK Belgelerle Türk Tarihi Dergisi 1974, Sayı: 82-83-84, s. 18. 12 Edward Clark, “Osmanlı Sanayi Devrimi” cev: Yavuz Cezar, Ankara: TTK Belgelerle Türk Tarihi Dergisi 1974, Sayı: 82-83-84, s. 18. 13 üzerinde desen bulunmayan ince dokunmuş, parlak, tok, ipekli kumaş 14 Karmaşık desenli dokuma yapabilen tezgah 15 Mehmet Seyitdanlıoğlu, “Tanzimat Dönemi Osmanlı Sanayii” Ankara: DTCF Tarih Araştırmaları Dergisi, Cilt:26 Sayı: 46 ss. 63. 16 Standford Shaw & Ezel Kural Shaw, “History of the Ottoman Empire and Modern Turkey Vol. II” New York: Cambridge University Press 2002. s. 123. 17 Mehmet Seyitdanlıoğlu, “Tanzimat Dönemi Osmanlı Sanayii” Ankara: DTCF Tarih Araştırmaları Dergisi, Cilt:26 Sayı: 46 s. 65. 18 Orhan Kurmuş, “Emperyalizmin Türkiye’ye Girişi” İstanbul: Bilim 1974. s. 19 Standford Shaw & Ezel Kural Shaw, “History of the Ottoman Empire and Modern Turkey Vol. II” New York: Cambridge University Press 2002. s. 123. 20 Orhan Kurmuş, “Emperyalizmin Türkiye’ye Girişi” İstanbul: Bilim 1974 s. 21 Ömer Celal Sarc, “Tanzimat ve Sanayimiz”, Tanzimat I, İstanbul: Maarif Vekaleti Yayınları 1940. 22 Standford Shaw & Ezel Kural Shaw, “History of the Ottoman Empire and Modern Turkey Vol. II” New York: Cambridge University Press 2002. s. 123. 23 Standford Shaw & Ezel Kural Shaw, “History of the Ottoman Empire and Modern Turkey Vol. II” New York: Cambridge University Press 2002. s. 123. 24 Vedat Eldem, Osmanlı İmparatorluğu’nun İktisadi Şartları Hakkında Bir Tetkik, Ankara: TTK 1994, s.49. 25 a.g.e. s.50. 26 Göncüoğlu, Süleyman Faruk, “İlk Elektrik Santrali”. İstanbul’un İlkleri Enleri. İstanbul: Ötüken 2010, ss. 129. 27 BOA, Kerkük Livası Mufassal Tahrir Defteri (Kanuni Dönemi), Ankara, 2003, s.V. 28 BOA, Kerkük Livası Mufassal Tahrir Defteri (Kanuni Dönemi), Ankara, 2003, s.14. Haziran Gültekin YILMAZ Gemileri Karadan Yürüten Sultan 29 Mayıs 1453 milletimizin şanlı tarihinin bir başka sayfasıdır.Hem ne sayfa sadece bizi değil tüm dünyayı etkileyen ,çağ açıp çağ kapatan,yeni dönemlere kapı aralayan .Azmin ve inancın zaferidir olan 29 Mayıs 1453’te nice tecrübeli kralların,imparatorların ,sultanların ,padişahların alamadığını 21 yaşında bir genç padişaha nasip olduğu gündür .İman varsa imkan da vardır sözünün ispatı, inanmış bir insanın önünde hiçbir engel olamayacağının kanıtıdır. Sevgili öğrencilerim değerli okurlar; Fatih nasıl olunur, fetih nasıl gerçekleştirilir konusunu biraz irdelemek istiyorum bu yazımda. Öncelikle Fatih olabilmenin ilk şartı ebeveynlerde saklıdır. Dünyanın sultanlığından vazgeçecek kadar engin gönüllü bir baba (II.Murad), bütün varlığını hayır işlere adayan, evladını abdestsiz emzirmeyen bir annedir ilk şart. Bir de hocaları,üstatları, öğretmenleridir. Fatihi donatacak kişiler. O dönem eğitime, öğretmene verilen ehemmiyeti şu manidar olayda çok net görebiliyoruz. Kızılcık sopa ile derse giren Molla Gürani, şehzade Mehmed’in: o sopayı ne yapacaksınız sorusu karşısında, üstünüze konan tembellik tozlarını sileceğim cevabı. Şehzadenin babası olan sultana şikayeti; II. Murad’ın destursuz sınıfa girişi ile beraber onu sınıftan çıkaran hoca karşısında iki büklüm hürmetle sınıfı terk etmesi ve Fatih olacak Mehmed’in kafasın da beliren bir hüküm: “Hocalık -öğretmenlik ;sultanlıktan daha muteber bir Haziran meslekmiş.” Yani nasıl fetihler Fatihsiz olmazsa, Fatihler de eğitimsiz olmayacağının göstergesidir II.Mehmed. Tahta ikinci gelişinde 19 yaşındadır ve kafasında hep o inanç vardır “ya İstanbul beni alacak ya ben İstanbul’u’ .Bu gaye için çalışmaya daha önce kafasında yaptığı planları hayata geçirmeye başlamıştır.Önce Karaca paşa ile İstanbul’un çevresindeki kaleler fethedilmiş,sonra Rumeli Hisarı üç buçuk ayda tamamlanmış, Şahi topları dökülmüş ve 6 Nisan’da kuşatma başlamıştır. Bütün çabalara rağmen surlar yıkılamıyor top atışlarını biraz daha yakından yapma gereği duyuluyordu.Üstüne üstelik haçlılar da Bizans için toplanmış harekete geçmek üzereydiler. Dışarıda bu olumsuzluklar yaşanırken II. Mehmed divanı toplayıp istişare etmek niyetindeyken, babasının tecrübeli kelli felli vezirleri: vazgeçelim bu sevdadan demektedirler. Tüm bu imkansızlıklara karşı divanda yaptığı konuşmada: “Ben benden öncekilere benzemem” çıkışı ve Haliç’e inme fikrini ortaya koyması herkesi şaşırtmıştır; çünkü Haliç’in önü büyük zincirle kapatılmış gemileri oraya sokmanın mümkünatı görülmemekteydi. Ama II.Mehmed kendisinden öncekilere benzemediğini ifade etmiş bunu ispat edercesine kendisinden önce hiç yapılmamış, gemileri karadan yürütme planını dile getirmiştir. Bu ifade karşısında herkes birbirine bakmış Halil paşa sultana: siz ne dedüğüzü bilmezsünüz gemi dediğin derya da gi- der kara da ne işi ola? ifadelerini şaşkınlık içinde söyleyince, Fatih daha şaşırtıcı bir cevapla karşılık vermiştir: “Ben ne dediğimi bilirim gemiler karadan gidecek, karadan gitmezse, havadan uçacak ama o gemiler o Haliç’e girecek.” İfadesini kullanarak tam inanmış adam nasıl olur onu ortaya koymuştur. Nitekim planını yapmış, projelerini kafada bitirmiş, her şey tam da istediği gibi oluvermiştir. 26 Nisanı 27 Nisan’a bağlayan gece 27 pare kalyon Haliç’in surlarına indirilmiş. Takiben toplu sabah namazı, şahadet niyazları ve taarruzun ardından, Ulubatlı Hasan’ın sancağı konstantinepolis’in surlarına dikmesi ile beraber II.Mehmed’in Fatih oluşu. Bizim aynı tarihin evlatları olarak yeni harikalar ortaya koyma vaktimiz gelmedi mi? Bence geç bile kaldık, madem ki biz Fatih Sultan Mehmed Han hazretlerinin torunuyuz o zaman tıpkı dedemiz gibi biz de bu zulüm, göz yaşı,katliam ve sömürü çağını kapatıp; adalet, hoşgörü ve barışın çağını başlatmak durumundayız. Kim mi yapacak? Biz elbette çünkü biz çok değerliyiz. Bayrak şairimizin dediği gibi: sen de geçebilirsin yardan, anadan, serden, senin de destanını okuyalım ezberden, haberin yok gibidir taşıdığın değerden, el de sensin dilde sen gönüldesin baştasın Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın. Bu dizelere layık olan nesiller olmamız temennisiyle … Saygılarımla… 47 Yeryüzü Müslümanlara Emanettir Ersan BİLGİN Rabbimiz, Müslümanları imanla izzete, İslam’la istikamete, Kur’an’la hidayete sevketmektedir. Hidayet nimeti en büyük nimettir. Ahiret ancak hidayetle kazanılır. t, , şöhre n a ş , am n mak i r e e, Peyl i n l i e r k e k fl e i M ekl n, vs. t ı d elime, a k ğ , a t s e i v ş r se üne iz ; “G ben m i r e ysanız o k gamb e m sol eli vazgeç n a d Ayı da m va n lam da s İ meyda e d k e e r n e i r y ve i, vabını e c akatin .” d a s a mem n ası ya e “Dav v r i” orta o n y i t e r oku cesa nu ve u ş u r du ordu. koyuy 48 İçinde bulunduğumuz zaman diliminde, yeryüzünün en çok neye ihtiyacı vardır diye sorulsa, elbette verilecek ilk cevap, “yeryüzünün Hazreti Muhammed Mustafa (sas)’in imanına, şuur ve duruşuna, ahlakına ihtiyacı vardır” olacaktır. Bir insanın kurtuluşuna vesile olmak, onu Efendimiz’in iklimiyle buluşturmak bütün insanları kurtarmak gibidir. Bir insanın yüreğine girmek, yüreğini fethetmek fetihlerin en büyüğüdür. Bizler Elhamdülillah Müslüman bir toplumuz. Müslüman demek, doğumundan ölümüne kadar yaratan, yaşatan ve yöneten Rabbimiz’in emirlerine kayıtsız şartsız teslim olmuş, Allah’ın yeryüzünde halifesi olan, huzur ve barış insanı demektir. Haziran Kardeşler topluluğu olan, sevgi ve kardeşliğin, hak ve adaletin teminatı olan Müslüman, yaşadığı çağdan sorumlu olan insan demektir. En faziletli Müslüman, şuur, ihlas ve takva sahibi Müslümandır. Takva sahibi yani, sorumluluğunu kuşanmış, görevini bilen ve yapan, fedakar insan… Biz Müslümanlar, inancımız gereği, Müslüman olsun ya da olmasın bütün insanların hak ve hukukunu gözetmekten sorumluyuz. Yeryüzünde insan gibi yaşamak her renkten, her ırktan ve inançtan herkesin hakkıdır. Müslüman, sadece kendini düşünen, sadece ferdi ibadetlerini yerine getiren, sadece namazını kılan, tesbihini çeken insan değildir. Böyle olsaydı Peygamberimiz Efendimiz (sas), Hira’da ferdi ibadetlerine devam eder, Mekke cahiliyye toplumunu İslam’a davete koşmaz, en onulmaz çileleri çekmez, İslam’In hakim olması için çalışmazdı. Ama İnsanlığın Efendisi öyle yapmadı, “kalk ve insanları uyar (uyandır)” emri gereği, şirk ve zulümle mücadele etti, herkesi imana ve tevhide davet etti. Putları, atalarının batıl dinlerini reddetti. Mekke şirk devletiyle mücadele etti. Bu sebeple Mekkelilerden, dün beraber olduğu kimselerden zulüm gördü. Çile çekti, sabretti, yalnız Allah’a teslim oldu. Mekkelilerin makam, şan, şöhret, servet, kadın, vs. tekliflerine, Peygamberimiz ; “Güneşi sağ elime, Ayı da sol elime koysanız ben yine de İslam davamdan vazgeçmem.” cevabını vererek meydan okuyor ve “Davasına sadakatini, duruşunu ve cesaretini” ortaya koyuyordu. Efendimiz sahabesiyle birlikte Allah yolunda, insanlığın iki cihan saadeti için hicret etti, hakkın hakimiyeti için cihad etti. İslam Devleti’ni kurarak, Kur’an ve sünnetin fert, toplum ve tüm otoriteler bazında yaşanmasını ve hakimiyetini tesis etti. Fethi Mübin’i gerçekleştirdi, Mekke’yi fethetti. Hakkı hakim kıldı, batılı yer ile yeksan etti. Böylece İslam hakim oldu. Esenlik, barış, sulh ve selamet geldi. İslam, Müslüman olsun ya da olmasın bütün insanlığa huzuru ve barışı getirebilecek yegâne nizamdır. İslam haricindeki tüm arayışlar insanlığın duvara toslamasıdır. İslam haricindeki her nizamın insanlığa verebileceği kaostur, kandır, gözyaşıdır. Coğrafyamızda 300 yıldır İslam’a, kimliğimize, değerlerimize karşı yürütülen bir kültür savaşı var. 300 yıldır bu toprakların çocuklarına “insan insanın kurdudur” diyen Batı’nın ürettiği paradigmalar sistemli bir şekilde çıkış yolu olarak dayatılmaya çalışıldı. Tertemiz zihinlere yaptıkları yüklemelerle bireyselliği ön plana çıkarttılar, aile hızla çözüldü, hedonist ve konformist bir nesil oluştu. Fedakarlık ve diğergamlık gitti. Rasyonellikten, reel politikten bahsettiler, her şeyin merkezine mülkiyeti-serveti koyan bir nesil oluştu. Sekülerizmi, pozitivizmi merkeze aldılar, ahlak ve maneviyattan yoksun bir nesil oluştu. Evrim teorisini tartışılmaz bir gerçekmiş gibi anlattılar, çıkarları için her türlü tahribatı yapabilecek bir nesil oluştu. Gelişen kitle iletişim araçlarıyla yılın 365 günü 7/24 kablolu, kablosuz televizyonlardan, her türlü ekrandan, internet ağından yeni neslin üzerine her türlü kokuşmuşluğu boşaltıyorlar. Bu milletin pırıl pırıl evlatlarına, henüz masum çocukluk günlerinden yeni çıkmış evlatlarına bu kötülüğü yapanların insanlıktan nasiplerini aldıklarını düşünmüyoruz. Efendimiz sahabesiyle birlikte Allah yolunda, insanlığın iki cihan saadeti için hicret etti, hakkın hakimiyeti için cihad etti. İslam Devleti’ni kurarak, Kur’an ve sünnetin fert, toplum ve tüm otoriteler bazında yaşanmasını ve hakimiyetini tesis etti. Haziran 49 Bugün 1 milyar 500 milyon insanın sağlıklı içme suyundan mahrum olduğu, 925 milyon insanın her gece aç yattığı, her 6 saniyede bir 1 çocuğun açlık nedeniyle öldüğü, her 4 saniyede bir 1 insanın mülteci pozisyonuna düştüğü bir dünyada yaşarken kalbinde merhamet olan bir insanın, kalbinde kardeşlik olan bir insanın, kalbinde paylaşmak olan bir insanın İslam Medeniyetini bırakıp Batı’nın peşinde koşmasından, vicdanları körelten eğlencelerden, dünyaya kul köle olmaktan, zalimlerle beraber olmaktan ve her türlü batıl yollardan uzak durması gerekir. Biz İnsanlığın Efendisi’nden bunu öğrendik, öğreniyoruz. için, iman için, Allah rızası için, yürek fetihleri için, hak hakim olsun diye, yeryüzünün her noktasına koştular. Çünkü yeryüzü müminlere emanettir. Rabbimiz “dünyaya şuurlu-salih kullarının sahip çıkmasını” istemektedir. (Enbiya 105) Allah hepimize Allah yolunda koşmayı, yorulmayı, bu yoldan dönmemeyi ve Allah yolunda koşarken ölmeyi-şehadeti nasip etsin. Bizi batıl davaların peşinde sürüklemesin. Muhammed Suresi 7. Ayeti Kerimede şöyle buyrulmuştur: “Ey İman edenler, eğer siz Allah’a İslam, Müslüman olsun ya da olmasın bütün insanlığa huzuru ve barışı getirebilecek yegâne nizamdır. İslam haricindeki tüm arayışlar insanlığın duvara toslamasıdır. İslam haricindeki her nizamın insanlığa verebileceği kaostur, kandır, gözyaşıdır. Diğer taraftan komşumuz Suriye’de karışıklıklar devam ediyor, Irak’ın ırk ve mezhep ekseninde bölünmüşlüğü devam ediyor. Arakan’dan Orta Afrika Cumhuriyeti’ne yine İslam coğrafyası tarumar bir vaziyette. Bütün bu zulümlerin, haksızlıkların, çürümüşlüğün ve kokuşmuşluğun karşısında İslam’a, İslami şuura ve İslam kardeşliğine sarılmamız lazım. Üstad İmam-ı Rabbani “insanların yolları, aşkları kadardır” demiş. Sekülerleşme ve Dünyevileşme önümüzde duran en büyük tehlikedir. Lüksün ve Konforun rahatlığına zevkine değil imtihanın meşakkatine inanıyoruz. Üç günlük yalan dünyaya değil ebedi bir hayata inanıyoruz. Menfaate, çıkara, kaba kuvvete, işbirlikçiliğe değil, hakka, kardeşliğe, merhamete, adalete inanıyoruz. Duruşumuzu ve istikametimizi bozmayan Allah’a şükürler olsun. Yeryüzü bize, biz Müminlere ve Müslümanlara emanettir ve dünyanın her yeri ile ilgili nihai söz hakkı Müslümanlarındır. Müslümanlar bu yetkiyi, iradeyi ve gücü âlemlerin Rabbi’nden alıyor. “Modernite ve emparyalist dünya düzeni ile hesaplaşacak tek hak sistem, Hz. Peygamberimiz’in Risaleti yani İslam’dır. O’nun risaletini dışta tutarak yol aramak, emperyalizme ömür biçip hayat hakkı tanımaktan başka bir şey değildir. Ferasetli Müslüman ise bu oyuna gelmeyendir.” Allah, Al-i İmran suresi 110. Ayet-i Kerimede şöyle buyurmuştur. “Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder; kötülükten meneder ve Allah’a inanırsınız.” Büyük Yaşayanlar, Başkaları İçin Yaşayanlardır. Büyük hedefler, Büyük fedakarlıklar gerektirir. “İzzet ve şeref, Allah’ındır, Rasulullah’ındır ve Müminlerindir.” Allah bizimledir. Hak mutlaka galip gelecektir. Mekke ve Medine’de 10 bin civarı sahabe kabri var. Veda hutbesini 120 bin civarı sahabe dinlemişti, değil mi? Nerde 110 bin civarı sahabe? Hepsi din “Allah’ın rızası, en büyüktür.” Ve akıbet (güzel sonuç) muttakılerindir… Bir taraftan inkar ve asimilasyon politikaları, diğer taraftan karşı ırkçılık ve mezhepçilik Müslüman kimliğine karşı yöneltilmiş en büyük tehditlerdir. 50 yardım ederseniz, O da size yardım eder ve sizin ayaklarınızı sağlamlaştırır.” Haziran Ey iman edenler! Sizden öncekilere farz kılındığı gibi oruç tutmak size de farz kılındı. Böylece umulur ki takva dairesine girer, fenalıklardan sakınırsınız. Haziran (Bakara Suresi, 2/183) 51 Seçilmiş Mursi’ye Selam Olsun Memduh ERGİN Selam olsun seçilmiş Mursi’ye, selam olsun Rabia meydanında hak davası için can veren yiğitlere, selam olsun hak davası için can verenlere sahip çıkanlara. Selam olsun bütün ümmete. Bizler ki bu yol hak yoldur dönmeyiz, düsturu ile yola çıktık. Bizler kutlu bir davanın neferleri olmaya çalışıyoruz. Kutlu yürüyüşümüz başladı. Elhamdülillah önümüze engeller çıkarmaya çalışanlara inat devam edeceğiz. Zulüm yapan, Allah’ın hak davasını akıllarınca söndürmek isteyen zavallılar bundan önce de oldu bundan sonra olacak. Bu dava kıyamete kadar devam edecek. Evet, bu davada kimimiz gün ışığı görmeyen zindanlarda yatacak, kimimiz ağır işkenceler görecek, kimimiz de yağlı urganlarda can verecek ama yine de yılmayacağız. Bizler biliyoruz ki eninde sonunda kazanan bizler olacağız. Çünkü bizimkisi hak davasıdır. Zalimler ki eninde sonunda kaybetmeye mahkûmdurlar. Onların hem bu dünyaları hem de ahiretleri berbat olmuştur. Zavallı zalimlerin 52 isimleri her anıldığında insanların içini nefret ve tiksinti kaplıyor. Sakın yanlış anlaşılmasın, onlara zavallı dediğim acıdığımdan değil, küçümsediğimdendir. Ey Mursi’ye idam cezası veren zavallılar sözüm sizlere! Ey Mursi üzerinden bizlere mesaj vermek isteyen Sisi’nin efendileri bizleri korkutabileceğinizi mi sandınız? Vallahi de billahi de tallahi de korkmayız. Rabia meydanında insanların üzerlerine kurşun yağarken ölüme koşa koşa giden insanları korkutabileceğinizi mi sandınız? Evet, yeri geldi o meydanları terk ettik ama sanmayın ki ölüm korkusundan. Korktuğumuz doğrudur, ama ölüm değil, kardeşkanı dökmekten. Çok şükür hak davanın neferlerinin elinde kardeşkanı yok. Olamaz da. Müslüman haksız yere kan dökmez. Müslümanın Müslümana kanı haramdır. Sizler böyle cezalar vererek bizleri yıldırabileceğinizi düşünüyorsanız, yanılıyorsunuz. Bizleri yıldıramazsınız. Bizler hak bildiğimiz davamız için o ilmiğe boynumuzu seve seve, kendi ellerimizle Haziran sokarız. Bizler Allah için ölmeye düğüne derneğe gider gibi gideriz. Hatta şehit olmak için can atar, olamadığımızda ise müteessir oluruz. Bizleri tüketemezsiniz. Bizler her ölüşten sonra yeniden çoğalarız. İsimlerimiz değişir, cismimiz değişir ama yine karşınıza çıkarız. Bazen Seyit Kutub olur, bazen Erbakan Hoca olur, bazen Bilge kral Aliya İzzetbegoviç olur, yine de karşınıza çıkarız. Bu sefer de Mursi olarak karşınıza çıktık. Allah’ın izniyle bizleri durduramayacaksınız. Peki, son kahraman bu Mursi kim? Muhammed Mursi, 8 Ağustos 1951 tarihinde, Mısır’ın kuzeyindeki Şarkiye iline bağlı Eladva köyünde doğdu. Beşkardeşin en büyüğü olan Muhammed Mursi ilk eğitimini orada aldı. Babası çiftçi annesi ise ev hanımıydı. Mühendislik lisansını Kahire Üniversitesi’nde aldı (1975 ve 1978). Mühendislik doktorasını Güney Kaliforniya Üniversitesi’nde tamamladı (1982). Northridge Kaliforniya Eyalet Üniversitesi’nde yardımcı doçent oldu (1982-1985). Ardından eğitim vermek için Mısır’daki Zagazig Üniversitesi’ne geldi. İdeolojik bakımdan yakın olduğu Müslüman Kardeşler hareketi içerisinde siyasete atıldı. Mursi 2000 ve 2005 yılları arasında milletvekili oldu. Müslüman Kardeşler’in yasal olarak seçime katılmaları mümkün olmadığından parlamentoya bağımsız siyasetçi olarak girdi. Tam 5 yıl Mısır Halk Meclisi üyeliği yaptı. 2011 Mısır Devrimi’ne muhalif bir lider olarak destek verdi ve 30 Nisan 2011 tarihinde Müslüman Kardeşler’in kurduğu, Özgürlük ve Adalet Partisi’nin başkanı seçildi. 2012 Mısır cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Müslüman Kardeşler’in aday gösterdiği Hayrat Şatır’ın adaylığı düşünce, yerine Muhammed Mursi seçildi. Yoğun seçim kampanyası yürüttü. İlk turda %25.5 oy aldı ve ikinci tura girmeye hak kazandı. İkinci turda da %51.73 oy alarak, 5. cumhurbaşkanı oldu. 2012–13 Mısır protestoları adıyla bilinen, 3 Temmuz 2013 tarihinde yapılan büyük gösteriler sonucu Mısır ordusu askeri bir müdahale ile yönetime el koydu. Mursi ise darbeyi kabul etmediğini açıkladı Haziran ve yandaşlarına direnmelerini söyledi. Darbenin ardından tutuklanan Muhammed Mursi 16 Mayıs 2015 günü mahkeme tarafından idam cezasına çarptırıldı. (wikibent) Tanıdık bir hayat hikâyesi değil mi? Bir çiftçinin çocuğu olarak dünyaya gel, dişinle tırnağınla oku ve gel kutlu davana sahip çık. Bu dava için yağlı urganları göze al. Ey Mursi’ye idam cezası veren zavallılar biz de daha bunun gibi yüzbinlerce Mursiler var. Tek tek asmayla bizleri bitiremezsiniz. Evet, Mursi idam cezasına çarptırıldı ve Mısır müftüsü onaylarsa belki de idam edilecek. İşte burada söz biz Müslümanlara düşüyor. Ey Müslüman kardeşlerim sizlere sesleniyorum. Ta yıllar öncesinden kaleme alınan Akif’in mısraları ile; “Baksana kim boynu bükük ağlayan. Hakkı hayatındır senin ey Müslüman, Kurtar artık o biçareyi Allah için. Artık ölüm uykularından uyan. Bunca zamandır uyudun kanmadın, Çekmediğin çile kalmadı, uslanmadın. Çiğnediler yurdunu baştanbaşa. Sen yine bir kerre kımıldanmadın.” (Mehmet Akif) Gün bugündür, dem o demdir. Gün mazluma sahip çıkma günüdür. Gün susma günü değildir. Gün zulme, haksızlığa karşı haykırma günüdür. Biz susmayacağız, haykıracağız ki korkak düşmanın yüreğine korku düşsün. Korku düşsün ki bir daha böyle zalimlikler yapmaya cesaret edemesinler. Sözüm herkes için değil elbette. Ama maalesef içimizde ki, bu toplumun büyük bir çoğunluğunu meydana getiriyorlar, bir kere olsun kımıldanmayanlar var. Ve aslında zalimin bu cesareti bizim sessizliğimizden kaynaklanıyor. Ne zaman ki sesimiz gür çıkar işte o zaman bu zulüm biter. Müslümanların bu şuura eriştiği gün zafer bizimdir inşallah. 53 Hızır Dostu Aydın BAŞAR “Kimseler bilmez benim işimi, Bu aşkın yoluna koydum başımı” Ladikli Ahmed Ağa Konya ellerindeyim… Büyük evliya Mevlana hazretlerinin manevî huzurundayım. Burada manın a z ş a sav sanın n i l ı olma e s z a y ü l g a Bu mad ye yasını l e hedi a r d e a k s m a da bir de layan ğ a nlerin n ü i g ç i k ı ı l ğ dı aç ıyine o e v ylaştığ i a n p i ğ e i l t k et öpe in i bir k n i evgim ğ s e n a m l e o y na . ince o n ladım e r n ğ a ı n ı nı ö dığ a olma n u ş o b ağaçlar, çiçekler, böcekler insana gülümsüyorlar. Türbenin taşları şükür etmede, havuzun suları Kur’an tilavetiyle cennet esintileri yaşatmakta. Dallardaki kuşlar zikirleriyle ona eşlik etmekte. Bu bahçede her şey O’nu söylemekte... İman edip hayırlı ameller işleyenler için Konya, öz vatanın özlemini duyurmakta… Kimilerine velilerin menkıbelerini anlatan bu güzel şehir, kimilerine ise daha fazlasını fısıldamakta… Nasibimize ne düşer, ne kadar düşer bilemiyorum ama evliyaların gezindiği bu sokaklar- 54 Haziran da edep kurallarını tarumar etmeden yürüyebilirsek, bu şehrin sahibi bize de bir lütufta bulunacaktır elbette. Günlerce, aylarca bekledikten sonra, kalemi defalarca elime alıp da bir kelime olsun yazmadan geri bıraktığım çok oldu. 1888 yılında Ladik’te doğan Konya velilerinden Ladikli Ahmed Ağa’dan bahsedeceksem, en ufak bir edepsizlik yapmamalıydım. Sabretmeliydim, zamanını beklemeliydim. Ladikli Ahmed Ağa bir şiirinde; “Gecelerde eser senin yellerin” dediğine göre o vakit, bir gece vakti olmalıydı. Evet evet, eğer izin çıkarsa bir gece yarısında harfler kalemimin ucundan dökülüverirdi. Yok, çıkmazsa bir mani, bir engel mutlaka olurdu. Zamanı gelmeden bu işe koyulursam belki en hassas yerimden bir şefkat tokadı yer, bir daha asla vakitsiz çiçek açmamayı öğrenirdim. Onun için hiç acele etmedim. Önce hakkında yazılan bazı makaleleri okudum. Sonra yakın dostu merhum Tahir Büyükkörükçü Hoca’nın vaazlarındaki ilgili yerleri ve oğlu Abdurrahman Büyükkörükçü Hoca’nın her sene Ladik Kasabası’nda yapılan anma merasimlerindeki konuşmalarını izledim. Daha başka zatların, ilgili konuşmalarını da dinledim, fakat bu iki ismi özellikle zikrettim çünkü onların naklettiği bilgilerin referans değeri benim için oldukça yüksek... Bu zata olan ilgime gelince, ferman dinlemeyen bir gönlün sebep belirtmeksizin yönelişinden ibarettir. Yirmili yaşların ortalarındayken ismini duyduğumdan beridir kendisini ruhuma yakın hissederim. Bu güzel insanın savaş zamanında madalyasını madalyası olmadığı için ağlayan bir askere hediye ettiğini ve yine o açlık günlerinde yemeğini bir köpekle paylaştığını öğrenince ona olan sevgimin boşuna olmadığını anladım. Kalpten kalbe giden yollar boş değildir sevgili okuyucu! Haziran Eşrefoğlu Rumi’den bahseden yazımda, Hızır aleyhis selam ile ilgili bir elma ve helva kıssası anlatmıştım. Elma ve helvanın Allahu âlem birer sembol olabileceğini söylemiş idim. O yazıdan birkaç zaman sonra şimdi yeni öğreniyorum ki Ladikli Ahmed Ağa o devirde “Elma” soyadını almış. Bu benim için sübjektif de olsa bir anlam ifade ediyor. Bakalım bunun gibi işaretlerle başka hangi zatlarda karşılaşacağız? Bu sembollerin peşinden gitmeye devam edeceğiz. Nerelere ulaşacağımızı inanın ben de sizin gibi bilmiyorum. Şimdi sizlere dilimin döndüğünce bu güzel zattan bahsetmeye çalışacağım. Kışın Ortasında Yaz Meyveleri Bir şiirinde “Ol Mevlam koymuştur Hüdai adım./ Melekler ederler gökte feryadım” diyerek bir adının da Hüdai olduğunu ifade eden Ladikli Ahmed Ağa aşkla söylenen şiirlerinin yanı sıra daha çok yüzlerce insanın şahit olduğu kerametleri ile tanınan üveysi meşrepli bir zattır. Yani tarikat şeyhi veya dervişi olmayan, bu yolda bir mürşide bağlanmaksızın yürüyen bir velidir. “Bir üstadtan okumadım/ Yol nedir, erkân nedir?/ İlm-i zahir okumadım./ Kalpteki burhan nedir?” mısralarından da anlaşılacağı üzere kendisi okuma yazması olmayan, Kur’an okumayı dahi bilmeyen ümmi bir kimsedir. Onun en çok bilinen ve dikkat çeken özelliği Hızır aleyhis selam ile olan dostluğudur. Kendisi dostunun kim olduğu konusunda isim vererek konuşmamış, genellikle ondan “Hocam” diyerek bahsetmiştir. Yaşadığı küçük köy evinde, gece gündüz hiç misafiri eksik olmayan Ladikli Ahmet Ağa, anlatıldığına göre gecenin bir yarısında misafirlerinin yanından ayrılarak kimsenin bilmediği bir yere gider, sabaha doğru tekrar geri döner, nereye gittiğini soranlara da “vazifeye çağırmışlardı” dermiş. Bazılarına da daha fazlasını anlatır ve geceleyin dolaştığı uzak diyarlardan bahsedermiş. 55 Seracılığın henüz olmadığı o yıllarda kendisini ziyarete gelenlere, kışın ortasında yaz meyveleri ikram ettiği çok olmuş. Mesela merhum Tahir Hoca buna şahit olanlardan birisidir. O bir vaazında ona misafir olduğu bir gece, kışın ortasında elindeki sepetle taptaze üzümler getirdiğini, dışarıda kar kıyamet varken bu üzümleri beraberce yediklerini anlatmıştır. Anahtar Onun o kadar çok kerameti vardır ki onları inkârı kabil olmayacak sayıda kişiler nakletmiştir. Abdurrahman Hoca bir sohbetinde onu tanıyıp da yaşı müsait olanların mutlaka onun kerametlerini gördüklerini söyler. Evliyanın kerametlerinin Resulullah’ın hatırına gerçekleştiğini, sanki onun mucizelerinin bir devamı olduğunu söyleyen Abdurrahman Hoca sözlerinin devamında babasının kendisine anlattığı şöyle bir anıyı nakleder: “Bir gün bir ağabeyimiz babacığıma gelmiş; ‘Hocam ben yeni bir araba aldım, arzu ediyorum ki bununla Ladikli Ahmed amcamızı ziyaret edelim.’ Bunun üzerine ziyareti yapmış, hoş saatler geçirmişler. Tam çıkacakları zaman o ağabeyimiz cebinde arabanın anahtarı olmadığını fark etmiş. Bu abimiz, Ladikli Ahmed Ağa’yı görmenin heyecanıyla olsa gerek, koltuğun üzerine düşürmüş anahtarı… Kapıyı da dışarıdan bilmeden kilitlemiş. Sohbetten sonra bakıyorlar ki anahtar arabanın içinde… O ağabeyimiz ‘eyvah’ diyor; ‘Şimdi açmak için kilidi bozacağız’… Uğraşıyorlar, açamıyorlar. ‘Acaba şu küçük camı mı kıralım’ falan diye düşünürken Ladikli Ahmed Ağa yanlarına geliyor; ‘Hayırdır, nedir bu telaşınız?’ diyor. Meseleyi anlatıyorlar. ‘Dur bakalım, telaş etmeyin’ diyor ve kuşağından küçücük bir çakı çıkartıyor, babacığıma veriyor; ‘Tahir Hoca evladım, bununla aç kilidi’ diyor. Babacığım bıçağı kilide takıyor, bismillah deyip tık diye çevirince kilit açılıyor. Daha sonra bu ağabeyimiz; ‘Benim arabam böyle kel bir çakı ile açılıyor muymuş?’ diye düşünerek evdeki bütün bıçakları kapıda deniyor ama hiçbiri ile açamıyor. Anlıyor ki keramet Hacı babamızın bıçağı ile Allah’ın lütfundaymış. Müfettihal ebvab olan Allah isteyince bütün kapılar açılıyormuş.” Yetmiş Gün Onunla uzun yıllar dostluğu olan Tahir Hoca müftülük vazifesine atanması ile ilgili olarak da Ahmed Ağa’nın bir kerametine şahit olmuştur. Kendisi bu anısını şöyle anlatır: “Ellili yıllardı, bir gün sohbetimizde Konya müftülüğünden söz açılınca; ‘Bir gün gelecek sen de inşallah Konya Müftüsü olacaksın hocam’ dedi bana. ‘Bu kadar âlim hoca varken. Ben onlara abdest suyu dahi dökemezken, nasıl olur da müftü olurum’ dedim. Ve gün geldi Konya müftüsü olduk.” Tahir Hoca bir başka anısını şu cümlelerle nakleder: “Yine bir gün ziyaretine geldim. Odasına doğru ilerlerken bana: ‘Tahir Hocam sizi kederli görüyorum’ dedi. Ben de ‘Biliyorsun altı aydır vaaz edemiyorum. Vazifeden alındım. Hakkımda tahkikat açtılar’ dedim. O da bana: ‘Yetmiş gün daha sabret, iki buçuk ay sonra vazifene döneceksin. Eğer ben hastalanırsam divandaki arkadaşlara vasiyet edeceğim. Vesikanı inşallah alacağız’ dedi. Mahkemeyi kazandık, yetmiş gün sonra vazifeye döndüm.” Kerametlerinden bahsedenler arasında ünlü tarihçi Kadir Mısıroğlu da vardır. O da bir sohbetinde 1960 darbesinden önce Ladikli Ahmed Ağa’nın darbenin olacağını önceden haber verdiğini anlatmıştır. Yine bu konuşmasında onun Hızır aleyhis selam’ın dostluğuna mazhar olmuş bir Allah dostu olduğunu ifade etmiştir. Süleyman Hilmi Tunahan Efendi’nin takipçilerinden Hüseyin Kumaş Hoca da bir sohbetinde, Yaşadığı küçük köy evinde, gece gündüz hiç misafiri eksik olmayan Ladikli Ahmet Ağa, anlatıldığına göre gecenin bir yarısında misafirlerinin yanından ayrılarak kimsenin bilmediği bir yere gider, sabaha doğru tekrar geri döner, nereye gittiğini soranlara da “vazifeye çağırmışlardı” dermiş. 56 Haziran Ladikli Ahmed Ağa’dan bahsetmiştir. Onu Ladik’te ziyaret ettiğini, bu ziyareti esnasında Ahmed Ağa’nın Afyon’daki bir talebe yurdunu sanki görmüş gibi kendisine tarif ettiğini anlatmış, anlattıklarının da aynen doğru olduğunu söylemiştir. Bunun gibi sayısız kerametleri olan Ahmed Ağa’yı, Ramazanoğlu Sami Efendi ve Hacıveysizade Efendi gibi birçok maneviyat büyüğünün yanı sıra Ali Ulvi Kurucu gibi birçok arif ve fazıl kişiler de ziyaret etmişlerdir. Bu güzel zatların hüsnü şahadetleri bile tek başına onun ne kadar doğru sözlü ve muteber birisi olduğunun şahidi olsa gerektir. Ona yetişenlerden birisi de mesnevihanlık geleneğinin son halkası merhum Şefik Can Dede’dir. O da Ahmed Ağa’yı Ladik’teki evinde ziyaret etmiştir. Şefik Can Dede, bu ziyaretinde Ladikli Ahmed Ağa’nın kendisine anlattığı şu sözleri nakleder: şöyle anlatılır: Meşhur Kanal Harekatı esnasında Ahmed Ağa, Gazze dolaylarında İngilizlerle cenk ederken bağlı bulunduğu birlik İngilizler tarafından pusuya düşürülür ve birliğin tamamı makineli tüfeklerle taranır. Kendisi yaralı vaziyette yatmaktayken, şehid olan arkadaşları da üzerine bir bir yığılır. Düşman askerleri onların hepsinin öldüğünü zannederek oradan ayrılırlar. Ahmed Ağa bir taraftan susuzluğun, bir taraftan da yaralarının verdiği ıstırapla bu çöllerde öylece Mevla’sına kavuşmayı beklemektedir. Tam ümitlerin tükendiği bir anda, kanlar içerisinde mecalsiz bir vaziyette yatmaktayken güneşin vurduğu yerden beyaz atıyla mübarek bir zat belirir. Şefkatli bir sesle; “Es selamu Merhum Tahir aleykum! Ahmed ne oldu yaraHoca buna şahit olanlandın mı?” diyerek atından inip lardan birisidir. O bir onun yanına gelir. Üzerindeki şehid vaazında ona misafir bedenlerini bir bir kaldırdıktan sonolduğu bir gece, kışın ra dolu bir matara ile ona su ikram ortasında elindeki seeder. Mübarek ellerini yaralarının petle taptaze üzümler üzerinde gezdirdikçe sızıları hafifler. “Seferberlik zamanında Gazze’de savaşıyorduk. Düşman bizi mugetirdiğini, dışarıda hasara altına aldı. Bir hafta boyunca Sonra onu atının terkisine alır kar kıyamet varken bu ne su, ne yiyecek bulabildik. Daha ve üç günlük mesafede bulunan Susonra yardım ulaştı, kazanlar kaynaüzümleri beraberce yeriye sınırındaki seyyar bir hastaneye maya başladı. Yemek dağıttılar bize. diklerini anlatmıştır. kısa bir sürede götürür. Ahmet Ağa Bir ekmeğin içine tahin koymuşlardı. bu zata; “Efendim sizi bir daha göreBen, ekmeği ısırdım, bir lokma ağzıbilecek miyim?” der. O da: “Ahmed! ma aldım. O sırada karşımda, bir deri Eğer sen Hak rızası için yaşarsan her zaman bir kemik kalmış bir köpek gözlerini bana dikmiş bakıyordu. Biraz ekmek bölüp ona attım. Yanımdaki- seninle beraberiz. Yok, öyle yaşamazsan, bu ler: ‘Ahmed delilik etme, ye yemeğini’ diyorlardı. son görüşmemizdir” dedikten sonra ona şunlaAncak benim gönlüm bu hale elvermedi. Bir rı tembihler: “Askerler gelip seni alınca sana lokma kendim yedim, bir lokma köpeğe ver- inanmazlar. Onlara beni nöbetçi subaya gödim. Gece uykuya dalınca Peygamber Efendimiz sal- türün dersin. Hadiseyi nöbetçi subaya anlat, lallahü aleyhi ve sellem teşrif ettiler, sırtımı sıvazlayıp: benim de selamımı söyle!” ‘Ahmed! Evladım, ben seni sevdim’ buyurdular. Daha sonra uyandığımda Peygamber Efendimiz salKısa bir müddet sonra askerler bir sedyeyle gelallahü aleyhi ve sellem’e karşı büyük bir aşk başladı lip onu karargâha taşırlar. Askerler onun üç günlük içimde. O günden beri bu haldeyim.” yoldan geldiğine inanamazlar ve isteği üzere nöbetçi subaya götürürler. Hal ehli âşık bir kimse olan nöbetçi subay, Ahmet Ağa’yı dinler ve ona inanır. Hemen onu tedaviye sevk eder. Tedavi eden doktor da işin farkına varır ve ona inanmayanlara; “Sizin burnuLadikli Ahmed Ağa’nın hocası Hızır aleyhis nuz hiç koku almıyor mu? Şimdiye kadar hiçselam ile tanışmasına gelince, Mustafa Özdamar’ın bir askerde böylesi güzel bir koku duydunuz hakkında yazmış olduğu kitapta bu konu özetle mu?” diye çıkışır. İlk Tanışma Haziran 57 Yaralı olduğu bu süre zarfınca o mübarek zat iki kere gelir ve onu; “Ahmed, merak etme seni tekrar gelip göreceğim” diyerek teselli eder. On İki Kurt İyileştikten sonra memleketi Ladik’e geri gönderirler. Artık Ladikli Ahmed Ağa’ya bir haller olmuş, aşk ateşi ile yanıp tutuşmaya başlamıştır. Uzun yıllar geçmesine rağmen hocasını bir daha göremediği için de büyük üzüntü ve keder duymaktadır. Hüzünle çevrelenmiş bu aşk ateşi ile evde duramaz hala gelir. Kar kış dinlemeden dağlarda ovalarda gezip dolaşmaya başlar. Bir kış gününde dağda tam on iki tane kurtla karşılaşır ki Allah’ın inayeti ile ona ilişemezler. Bu on iki kurt aslında bu hallerin on iki yıl kadar süreceğine delalet eden bir remizdir. On iki yılın sonunda nihayet beklenen o an gelir ve hocası ansızın teşrif buyurur. O günden sonra hocası artık ona sık sık uğrayacaktır. Zaman gelecek onu odasında ziyaret edecek, zaman gelecek onu adını duymadığı diyarlara götürecektir. Artık Ahmed Ağa gah Mekke’dedir, gah Hindistan’da, gah Endonezya’dadır, gah başka bir yerde... Kimi zaman da hocasıyla iç yüzünü bilmediğimiz manevi toplantılara katılacaktır. Hocasına öylesine alışacaktır ki onu bazı zamanlar göremese evinin damına çıkıp orada bekleyecektir. Beklerken de yanık sesiyle hasret kokan kasideler okuyacaktır. Yine böyle onu göremediği bir günde, özlemini şu dizelerle ifade etmiştir: “Bilirim ki ölüp türab olmadın./ Cihanı gezdirdin ücret almadın./ Şimdiye kadar böyle geç kalmadın./ Çıkıp yollarını bekler bu Ahmed.” Ladikli Ahmed Ağa zuhurat ehlidir. Zuhuratla konuşur, zuhuratla susar. Bu konuları da çoğu zaman gizler. Kimi zaman da “söylememe izin verildi” di- yerekten bazı kimselerle paylaşır. Kimileri ona inanırken, kimileri de onun insanları kandırdığını düşünür. Ne yapsın bazı zavallılar, böylesine saf ve temiz bir insandan yalan sadır olmayacağını idrak edememiştir. Bir seferinde böyle nasipsiz iki üniformalı onu alır ve sorgulamaya götürürler. “Her gece Mekke’ye gidiyormuşsun, hadi herkesi kandırdığın gibi bizi de kandır bakalım” diyerek ona ilişirler. Onların çirkin sözlere bir müddet sabreder. Onlar sözlerinde ısrar edince, celalli bir hal sadırolur ve onlara adeta bir ok fırlatırmış gibi şu dizeleri okur: “Ben de âşık oldum Mekke iline/ Canım kurban olsun hakkı bilene,/ Benle alay edip şöyle gülene/ İntizar edersem başka hal olur.” Bunun üzerine onların kalplerine bir korku düşer ve endişelenerek onu aldıkları yere geri bırakırlar. İncinin Peşinde Sevgili Okuyucu! Bizim burada anlattıklarımız bizzat görerek tanık olduğumuz şeyler olmasa da doğruluğuna güvendiğimiz kaynaklardan nakil ettiğimiz sözlerdir. Bilhassa Hızır aleyhis selam hakkında bunun dışında bir şeyler söylemeye ne haddimiz ne de hakkımız vardır. Hızır aleyhis selamı dilimize pelesenk etmek, sahte bir gizem havası oluşturarak bilmediğimiz bir iklimden bahsetmek bizim gibi bir mücrim için bir hadsizlik olur. Onun ismini öyle rasgele ağzımıza almamız caiz değildir. Ancak belirli ölçüleri aşmadan bir şeyler anlatabiliriz. Malumunuz çevremizde etrafımızda, insanların merak duygularını suiistimal eden, gizemleri kullanarak sözlerine dikkat çeken bir sürü zayıf karakterli insanın olduğu bir gerçektir. Birçokları da bunu bir takım maddi kazançlar için yapıyorlar. Şükür ki Yüce Allah bu tür insanların simalarına meymenetsiz bir ifade koymuş da ehli firaset sayesinde onların tuzak- Onun ahlakını incelerken en başta gözümüze üç kavram çarpıyor. Birincisi ibadet, ikincisi aşk, üçüncüsü gözyaşı… Yunus Emre’nin; “Hakka âşık olan kişi/ Akar gözlerinin yaşı” diyerek ifade ettiği gibi, onun az gülüp çok ağlayan, az uyuyup çok ibadet eden bir zat olduğunu görüyoruz. 58 Haziran larına yakalanmıyoruz. Böyle şeylerden ve her türlü haddini bilmezlikten Allah’a sığınıyoruz. ler artık olarak değil rahmet ve bereket olarak görülürdü.” Bu dua ve niyazdan sonra, şimdi de torunu Mehmed Elma’nın bir anma merasimindeki konuşmasından faydalanarak biraz da onun ahlakı üzerinde durmak istiyoruz. Gelen misafirler içerisinde hacılar, hocalar, şeyh efendiler, arif ve fazıl zatlar olduğu halde, Ladikli Ahmed Ağa bu insanların gözdesiyken bir sefer olsun kibre kapılmamıştır. Dahası Hızır aleyhis selam ile müşerref olduğu halde kendisini hep günahkâr bir kul olarak görmüştür. Onun ahlakını incelerken en başta gözümüze üç kavram çarpıyor. Birincisi ibadet, ikincisi aşk, üçüncüsü gözyaşı… Yunus Emre’nin; “Hakka âşık olan kişi/ Akar gözlerinin yaşı” diyerek ifade ettiği gibi, onun az gülüp çok ağlayan, az uyuyup çok ibadet eden bir zat olduğunu görüyoruz. Ziyaretine gelenlerden Şefik Can Dede’nin naklettiğine göre Ahmet Ağa kendisine; “Bende bir hal yok, ben ümmi bir çobanım” demiştir. Yine başka bir ziyaretçisine; “Seksen yaşımdayım, ömrümüzü boşa geçirmişiz” diyerek iyi bir kul olaMehmed Elma’nın madığından dem vurmuştur. Mehmed Elma’nın şu sözleri bu tespitimizi doğruluyor: “Çocukken şu sözleri bu tespitimibazı geceler dedem bizi odasınGenellikle sohbetlerinin ve zi doğruluyor: “Çocukda yatırırdı. Ne zaman gözümüzü aşkla söylediği beyitlerinin ardınaçsak, dedemizi ya abdest alırken, ken bazı geceler dedem dan kullandığı şu ifadeler ise onya namaz kılarken ya da bir köşede bizi odasında yatırırdı. daki tevazuu göstermesi açısından ağlarken görürdük. Namaz ve abdest Ne zaman gözümüzü manidardır: “Allah hakkımızda konusunda çok hassastı. Abdest alıraçsak, dedemizi ya abhayırlısını versin! İmanımı kurken çok emek sarf ederdi. Namaz dest alırken, ya namaz kılarken gördüğümüzde sanki hiç tarabilirsem ne mutlu bana.” bitmeyecekmiş gibi zannederdik. kılarken ya da bir köşeBütün namazlarını cemaatle kılmayı Onun ahlakını taçlandıran en de ağlarken görürdük. ve camiye on beş dakika kadar erken önemli unsurlardan biri de sağlam gitmeyi adet edinmişti. Camiye gidip bir ümmet şuuruna sahip olmasıdır. gelirken de daima yere bakarak yürür, Müslümanların dertleriyle dertlenen, sanki bir şeyler kaybetmiş de onu arıyormuş gibi dü- üzüntüleriyle kederlenen bir yapısı vardır. Mehmed şünceli bir hali olurdu. Daima ciddî, vakur ve daima Elma’nın anlattığına göre Mısır’daki İslâm âlimlerinin tefekkürlü bir hâl üzereydi.” asılması hadisesinden dolayı müteessir olmuş ve iki Onun ahlakının bir diğer önemli unsuru da misafirperverliğidir. Kırk yıl evine geceli gündüzlü misafir geldiği halde hiçbir zaman bu durumdan şikâyetçi olmamıştır. Aynı hassasiyeti hanımı da göstermiş, bir sefer olsun yüzünü ekşitmemiştir. Allah’a hamd olsun ki bu aile Sevgililer Sevgilisi’nin; “Misafir istemeyende hayır yoktur” buyruğunu işitmiş ve ona göre amel etmiştir. Bu evde her daim misafirlerin baş tacı edildiğini, yemeklerin önce misafirlere ikram edildiğini, sonra kalanların şifa niyetiyle evin çocuklarına yedirildiğini söyleyen Mehmed Elma’nın şu sözü Ladikli Ahmed Ağa’nın ve bu ailenin nimete bakışını çok güzel özetlemektedir: “Ailemizde bu kalan yemek- Haziran gün hasta yatmıştır. 8 Haziran 1969 tarihinde sevgilisine kavuşan Ladikli Ahmed Ağa dünya metaına gözünün ucuyla dahi bakmamıştır. Riyadan ve gösterişten uzak durmuş, öyle ki mezarının bile sade olmasını vasiyet etmiştir. Bugün ondan hatıra olarak, yanık sesiyle okuduğu kasidelerin ses kayıtları ve misafirlerini ağırladığı köy odası kalmıştır. Bunun dışında evladı Zekariya’ya bazı özel emanetler bırakmıştır ki onları vefatından kısa bir süre sonra birisinin yüzü tamamen kapalı olmak üzere üç kişi gelip almıştır. 59 Hazır Çorba gibi Çocuk Yetiştirenler M. Emin KARABACAK an rafınd a t ı s a ab ine anne b i y ndiler e e ş k , r a Her kl a u ço c u b okuld n a n l e ı d n i yap kler da emedi n ayatta e v h l ü a g y s so kadar kacak r u o ğ k u n d ol kta k alma u l u l sorum lardır. Lise Öğrencisi: Anneeee! Akşam yemekte ne var? Anne: Fasulye, pilav, salata… Lise Öğrencisi: Yoğurt da var mı? Anne: Var. Lise Öğrencisi: Hazır yoğurt mu? Anne: Hayır, ev yoğurdu. Lise Öğrencisi: Hazır yoğurt yoksa ben yemem! Yarın okula da gitmem! -Se –Sa’lı Yetişen Çocuklar Konuşmanın devamını tahmin etmişsinizdir. Anne ne; “Keyfin bilir.” demiştir ne de çocuk okula gitmemezlik etmiştir. Çünkü günümüz çocukları –se, -sa’larla büyüdükleri için, isteklerini de –se, -sa’larla yerine getirteceklerinden o anne de ne yapıp ne edip o yoğurdu sofraya getirmiştir. Eskiden ne anne babaların ne de çocukların böyle bir şansı yoktu. Çünkü sofralarda bu kadar çeşit olmadığı gibi seçme şansları 60 Haziran da yoktu. Buna çocuk sayılarının fazlalığı da eklenince sofraya konulan hemen biteceğinden beğenmemezlikte edilmezdi. Yemeğe kızıp yemeyeceğini söyleyen çocuğa annenin vereceği cevapta; “… ye!” olacaktır. Günümüzdeki gibi yemeklerin saklanacağı buzdolabı da olmadığı için, artan yemeklerde ya kedinin çanağına ya da yal kovasına (hayvanlar için yemek artıklarının toplandığı kova) dökülürdü. Pireye kızıp yorganın yandığını gören çocukta bir daha sofraya nazlanmadan oturacaktır. Oysa günümüz çocuklarının yedikleri önünde yemedikleri arkalarındadır. Buna rağmen birçok çocuk, önüne konan birçok yiyeceğe burun kıvırmaktadırlar. Yiyecekleri beğenmeyip burun kıvıran bu çocukların gönüllerini hoş etmek içinde pazarlığa girilmektedir. Geriye dönüp şöyle bir baktığımızda çocukların –se, -sa’lar büyütüldüğünü görüyoruz. -Se, -sa’larla büyüyen çocukların geribildirimleri de tepkileri de hep –se, -sa’larla olacaktır. Anne babaların çocuklara karşı –se, -sa’ları en çok kullandıkları durumlar: Uslu uslu oturursan, yemeğini yersen, ödevlerini yaparsan, sınavı kazanırsan, takdir alırsan, çalışırsan, sözümü dinlersen… Yemeğini yemezsen, yaranmazlık yapmazsan, ödevlerini yapmazsan, sınavı kazanamazsan, sözümü dinlemezsen, zayıfsız gelmezsen… Bunlar aklımıza ilk gelenler. -Se, -sa’larla büyüyen çocuklar büyüdükleri zamanda onlarda yerine göre anne babasıyla yerine göre arkadaşlarıyla yerine göre de eşiyle sorumluluklarını yerine getirmede –se, -sa’larla yapacaktır. Seversen(iz), telefon alırsan(ız), tatile götürürsen(iz), araba alırsan(ız), ev alırsa(ız), iyi bir iş bulursan (ız)… Neden –Se, -Sa? Anne babalar, çocuklarla ilişkilerinde –se, -sa’ya bağlı şart kipi cümleler kurmalarının temelinde; istek ve beklentilerini gerçekleşmeme kaygısından kaynaklanmaktadır. Anne-baba ve çocuk arasındaki ilişkilerde –se, sa’ya dayanan sevgiyi Japon yazar Masumi Toyotome üçe ayırmaktadır. Masumi Toyotome bunları da “eğer, çünkü rağmen” olarak adlandırır. Birincisi “Eğer” türü sevgidir. Beklentiler karşılanırsa karşı tarafa verilecek şartlı sevgi. Başka bir ifadeyle isteklerini yerine getirtmek için vaat edilen, karşı tarafı düşünmeyen tek taraflı ve bencil bir sevgi türüdür. Eğer derslerine çalışırsan seni severim, eğer beni üzmezsen seni severim, üniversiteyi kazanırsan seni severim. İkincisi “Çünkü” türü sevgidir. Bu tür sevgide de bir şeylere sahip olunduğu için ya da koşulu taşıdığı veya gerçekleştirdiği için gösterilir. Seni seviyorum çünkü: Derslerine çalıştığın için, beni üzmediğin için, sözümü dinlediğin için, yatağını topladığın için… Üçüncüsü “Rağmen” türü sevgidir. Eğer ve çünkü sevgi türlerinde bir şart ve koşul olmasına rağmen bu tür sevgide böyle bir koşul yok. Sevgiler karşılıksız ve her şeye rağmen sevgi özelliğini kaybettirmez. Çocuklarının yaramazlıklarına ve tembelliklerine rağmen sevebilmek bu tür bir sevgidir. Sonuç olarak; gönül ister ki çocuklara gösteri- Gönül ister ki çocuklara gösterilen sevgiler, rağmen türü sevgi olsun. Ancak birçok anne baba sözünü dinletmek ya da çocukların sorumluluklarını yerine getirtmek için diğer sevgi türlerini kullanmaktadırlar. Haziran 61 len sevgiler, rağmen türü sevgi olsun. Ancak birçok anne baba sözünü dinletmek ya da çocukların sorumluluklarını yerine getirtmek için diğer sevgi türlerini kullanmaktadırlar. “Ne ekersen onu biçersin!” misali çocuklarda anne babalarında gördükleri –se, -sa’lı sevgiyi yine anne babalarına istek ve sorumluluklarını –se, sa’ya bağlayarak getirtmektedirler. Hazır Çorba gibi Çocuk Yetiştirenler Gıdaların genetiğiyle mi oynandı yoksa yeni neslin genetiğiyle mi oynandı bilmem ama anne babalar, çocuk eğitiminin genetiğiyle oynadığı bir gerçek. Eskiden çocuklarını doğal yollarla (anne sütü, ev yapımı yoğurdu, tere yağı,…) beslemeye çalışan anne abalar, günümüzde ise çocukları hazır gıdalarla (hazır mama, hazır çorba, hazır yoğurt, çikolata, cipsi, kola…) beslenmeye çalışmaktadırlar. Her şeyleri hazır olacak olan bu çocukların doğumları da hazır olacaktır. Doktor tarafından anne adayına ağır kaldırmayacaksın deniyor o da bunu en küçük bir iş yapmayacak diye algılıyor ve her şeyi ayağına bekliyor. Sonuçta anne adayı hareketsiz kalınca ister istemez doğumda zor olacaktır. Doğumun zorluğundan korkan anne adayı, normal doğum yerine farklı bir seçeneği düşünecektir. Anne ile çocuk arsındaki duyusal bağları güçlendirecek normal doğum yerine, bugün birçok anne tarafından sıkıntısız olmasından dolayı sezaryen tercih edilmektedir. Oysa normal doğumun hem anne için hem de çocuk için birçok faydası olduğu doktorlar tarafından ifade edilmektedir. Normal doğum yerine sezaryenle hiçbir emek harcamadan dünyaya gelen çocuklar, beslenmeleri de anneyi emerek (ekmek için mücadele) değil de bi- beronla (hazırlığı alıştırma ve hazır mama) yapılınca çocukların fiziksel gelişimlerinin yanı sıra kişilik gelişimleri açısından da bazı sıkıntıları beraberinde getirecektir. Evet, birçok anne değişik mazeretler aldı altında bebeğini emme davranıştan mahrum bırakmaktadır. Anne ile çocuk arasındaki sevgiyi bağlarını güçlendirecek anne sütü yerine, daha çocuk doğar doğmaz biberon ve yalancı emzikle tanıştırılıyor. Çocuğu hazırcılığa alıştırmak biberonla başlıyor. Çünkü çocuk biberonla beslenirken emek harcamıyor. Biberonla beslenmek eskilerin tabiriyle “Armut piş, ağzıma düş!” oluyor. Anneyi emmek; başlangıçta çocuklar için çok zordur ve emek gerektirir. Oysa emmek bebeklerin birçok duygusal ihtiyaçlarını (bedensel temasa bağlı olarak sevgi bağı oluşturma) karşılamaktadır. Zekâ gelişimlerinin yanı sıra çene kaslarının gelişmesi, damak yapısının düzgün olması, diş ve gaz çıkarma gibi birçok faydası vardır. Anneyi emmenin birçok ruhsal ve sağlık faydasını bir yana bıraksak da çocuk emme davranışıyla ekmek için hayatla mücadeleyi öğrenmektedir. Hayatı öğrenmeyi ve hayatla mücadeleyi birçok çocuk, biberon yüzünden öğrenememektedir. Eskiden çocuklarını doğal yollarla (anne sütü, ev yapımı yoğurdu, tere yağı,…) beslemeye çalışan anne abalar, günümüzde ise çocukları hazır gıdalarla (hazır mama, hazır çorba, hazır yoğurt, çikolata, cipsi, kola…) beslenmeye çalışmaktadırlar. 62 Haziran Hazırcılığa alıştırma sadece biberonla beslenmekle de kalınmıyor. Birçok çocuk bebeklikten çıkıp kocaman olmalarına rağmen yemeğini kendisi yemiyor ya da yiyemiyor. Karnını iyice doyuramaz ya da üst başını kirletir diye eline kaşık verilmeyen bu çocuklar, dökmeden yemesini de öğrenemeyeceklerdir. Yemekleri anne babaları tarafından yedirilen bu çocuklar, kendilerine güvenmedikleri içinde kendi kararlarını veremeyeceklerdir. Bu yüzden çocuğun ekmek için hayatla mücadeleyi öğrenmesinin önüne bir kez daha geçilmiş olacaktır. mutfağı bana bırakan annem, bugünün annelerine sanki bir mesaj yollar gibiydi. Çocuğun mutfağa girmesini mutfağı karıştırmak olarak algılayan günümüzün titiz anneleri, çocuklara bırakın mutfakta bir şey hazırlamalarına müsaade etmek, sen git dersine çalış diyerek de mutfağa sokulmamaktadır. Bugün üniversite okuyan birçok kız öğrenci yemek yapmasını, lise öğrencisi de çay yapmasını bilmemektedir. Erkek çocuklarının da kız çocuklarından kalır tarafı yok. Birçok erkek çocuğu her şeyi otomatik olan ocağı kullanması dahi bilmemektedir. Kendi yemeğini yiyemeyen, üstünü giyemeyen, okul çantasını anne babasına taşıtan çocukların hallerini gördükçe bir eğitimci bu çocuklara üzülürken kendimi de şanslı Yardım etmek niyeolarak hissediyorum. Köyde büyüyenler bilir. Bağ bahçe zamanında genelde herkes bağ bahçeye gittiğinden evde kimse olmaz. Bizlerde okul zamanında öğle tatilinde yemek için eve geldiğimizde yemeğimiz kendimiz hazırlardık. Günümüzdeki ocaklar gibi ocağımız otomatik değildi. Ocağı çakmakla yakar çayı ocağa koyardık. Çayla birlikte sofraya koyduğumuz zeytin, peynir, yoğurt ve kümesten getirip yağda pişirdiğimiz yumurtaları da yer okula tekrar geri dönerdik. tiyle yaptığımız birçok durumlarda çocuklara kötülük yapıyoruz. Sonrasında da kendi ayakları üzerinde duramayıp kendi kararlarını veremeyen çocuklara “Kocaman oldun hala bensiz bir iş yapamıyorsun!” sitemini yapıyoruz. İkindi vakti okuldan geldiğimizde rahmetli anneme nazlanmak adına acıktığımızı söylediğimizde; “Oğlum mutfağı sırtımda bahçeye götürmedim. Canı ne çektiyse alıp yeseydin.” diyerek Çocukları hazırcılığa alıştırma konusunda yürümeyi öğrenirken de devam etik. Çocuklar doğru dürüst emekleme davranışını kazanmadan bu seferde düşmeden yürümesini öğrenmeleri için örümceklere bindirdik. Yürümesini örümceklerde öğrenen çocuklar, yolları düşe kalka yürümek yerine ya ana kucaklarında ya da çocuk arabalarında geçmektedirler. Yürürken de kendi başına yürümek isteyip elimizden tutmak istemeyen çocuklara da düşer diye her şeye rağmen izin vermedik. Başka bir ifadeyle düştükten sonra kalkma davranışını öğrenmemeleri için elimizden geleni fazlasıyla yaptık. Bir gün baba ile oğlu kırlarda gezerken kelebeklerin kozadan çıkışlarına şahit olurlar. İlk defa böyle bir şeyle karşılaşan çocuk, babasıyla birlikte kelebeğin kozadan çıkışını seyretmeye başlar. Çocuk, kelebeklerin kozadan sıkıntı ve emek harcayarak çıktıklarını ve ardından da hemen uçtuklarını görür. Çocuk bu ya; kelebeklerin kozadan çıkarken çırpınmalarına ve sıkıntı çekmelerine acır. Bizim çocuklara iyilik olsun düşüncesiyle yaptıklarımızı çocukta kelebeklere iyilik olsun diye yapar. Elindeki değnekle onların yollarını açar. Hatta ağlarının önünü de açarak kelebeklerin kolayca kozadan çıkmalarını sağlar. Haziran 63 Çocuklarımızı yetiştirip eğitirken onlara ne kadar müdahale edersek; büyüdükleri zamanda kendi ayakları üzerinde durmakta o kadar zorluk çekeceklerdir. Çocuk, kozadan kolayca çıkan kelebeklerin havada uçmaya başlamalarının ardından 2-3 saniye sonra düşerek öldüklerini görür. Çocuk, garibine giden bu durumu öğrenmek için babasına sorar. Baba da oğluna: “Kelebekler, uzun ve yorucu bir mücadeleden sonra kendi çabalarıyla kozadan çıkarlar. Bunun nedeni olarak da Allah, onların uçmalarını sağlayacak kanat ve bacak kaslarının gelişmesi için bu evreyi yaratmıştır. Kozadan kanat ve bacak kaslarını güçlendirerek çıkan kelebekler, uçmayı da kolayca öğrenmektedirler. Oysa senin onlara iyilik adına yapmış olduğun şey, onların sonu oluyor. Senin yardım ettiğin kelebekler, bacak ve kanat kaslarını geliştiremedikleri için yani sana göre bu sıkıntılı evreyi yaşamadıkları için uçamadan ölmektedir.” Düşmek bana çocukluğumda çok şey hatırlatır: Bisikletten düştük, eşekten düştük, ağaçtan düştük, merdivenden düştük, dereye düştük, oyun oynarken düştük ve en önemlisi bu hayat oyununda kalkıp tekrar oyuna devam edebilmek için düştük. Düştük çünkü toprağa düşen tohum gibi yeniden dirilmek için düştük. Bu anlamda düşmek (yerinde ve zamanında) demek tekrar ayağa kalkabilmeyi ve tek başına da olsa yoluna devam edebilmeyi öğrenebilmek demektir. Almanya I.Dünya Savaşı’nda, Japonya ise II. Dünya Savaşı’nda ekonomileri büyük yara almalarına rağmen bugün ekonomik olarak adlarından söz ettiriyorlarsa düştükten sonra kalkmasını öğrendikle- 64 ri içindir. Biz I.Dünya Savaşı’nda aldığımız yarayla II. Dünya Savaşı’na katılmamamıza rağmen bugün Almanya ve Japonya gibi güçlü ekonomimiz yoksa bu, düştükten sonra kalkmasını öğrenemediğimizden kaynaklanmaktadır. Bugün çocuklara, düştükten sonra da kalkmasını öğretmiş olsaydık çocukların ne sınavlarını ne de işlerini düşünür olurduk. Çocukları o kadar düşündük ki onların düşünmelerine bile gerek bırakmadık. Bir zamanlar Metin Akpınar’ın oynadığı bir aşı reklâmı vardı: “…bu çocuk niye hastalandı anlamadım gitti. …canı acımasın diye onun aşısını dahi kendime yaptırdığım halde…” Çocukları o kadar düşündük ki dün tek başına yürüyemez diye yürümesine yardım ettiğimiz çocuğa bugünde tek başına yiyemez diye yemek yemesine yardım ediyoruz. Okulda ödevlerine, lise ve üniversite de tercihlerine sonra iş bulmasına ve evlenmesine en sonunda da boşanmasına yardım ediyoruz. Sonuç olarak; yardım etmek niyetiyle yaptığımız birçok durumlarda çocuklara kötülük yapıyoruz. Sonrasında da kendi ayakları üzerinde duramayıp kendi kararlarını veremeyen çocuklara “Kocaman oldun hala bensiz bir iş yapamıyorsun!” sitemini yapıyoruz. Sonuç olarak çocuklarımızı yetiştirip eğitirken onlara ne kadar müdahale edersek; büyüdükleri zamanda kendi ayakları üzerinde durmakta o kadar zorluk çekeceklerdir. Her şeyi anne babası tarafından yapılan bu çocuklar, kendilerine güvenemediklerinden okulda olduğu kadar sosyal hayatta da sorumluluk almaktan korkacaklardır. Kendilerine güvenemeyen, kararlarını vermekte zorlanan bu çocuklar, büyüdükleri zaman bağımlı bir kişi olacaklarından hayatta hep birilerinin gölgesinde yaşayarak, yönetmekten çok yönetilmeye müsait kişiler olacaklardır Haziran Hz. Üsame b. Zeyd (r.anh) Salih AYDIN e’yi sev m a s Ü in, et (s.a.s)’ r e b s rivay i m d a a g h y r Pe bi . r şöyle i a same b d Ü e z n i i s ğ e i d üph dir: “Ş e t k n sevim e e n m l ı i r d a e nl aa, insa n a en olm b d d z i n i Ze y iler kında izin iy k S a . h r i n d nu lisi um. O z” r o y u ununu l u b e sını um sind n Abb avsiye İ t ; k 9 i l 7 i iy ., I, r, a.g.e î s E l 6). ’ (İbnü .e., I, 7 g . a , r r di’l-Be Haziran Üsame b. Zeyd b. Hârise b. Surâhîl ashabın ileri gelenlerinden biri olup, RasûlüllahB’ın azadlı kölesi Zeyd b. Hârise’nin oğludur. Künyesi, Ebû Muhammed’dir. Değişik rivayetlere göre; Ebû Zeyd, Ebû Yezîd ya da Ebû Hârice olarak da çağırılmaktaydı (İbn Abdi’l-Beri, el-Istiâb fi Marifeti’l Ashâb, Kâhire; I, 75 t.y, İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe f-Marifeti’s-Sahabe I, 79) Üsame’nin annesi Ümmü Eymen (ki, asıl adı Bereke’dir) Râsulûllah (s.a.s)’ın babası Abdullah’ın cariyesi ve aynı zamanda Peygamberimizin dadısı idi. Abdullah vefat edince, Rasûlüllah onu azad etti. Zeyd b. Hârise b. Surâhîl de Hz. Hatice’nin kölesiydi. Hz. Hatice Peygamberimizle evlenince, Zeyd’i kendisine hediye etti. Rasûlüllah (s.a.s) de onu azad edip Ümmû Eymen’le evlendirdi. Üsame, işte bu evlilik sonucu dünyaya geldi (İbn Sa’d, et-Tabakâtu’l-Kübrâ, Beyrut 1957, VIII, 223; İbn Abdi I-Berr, a.g.e., I, 75; İbnü’l Esîr, a.g.e., I, 79). 65 Üsame ile Eymen, aynı anadan kardeştirler, fakat babaları ayrıdır. Üsame, islâm döneminde, muhtemelen Rasulüllah (s.a.s)’ın risâletinin dördüncü yılında Mekke’de doğdu. El-isâbe’de kaydedildiğine göre, Hz. Muhammed (s.a.v), vefat ettigi zaman Üsame 18-20 yaşlarında bulunuyordu (el-isâbe, Beyrut, t.y., I, 29). Rasûlûllah (s.a.s), Üsame ve babasını çok severdi. Bu nedenle kendisine; “Rasulüllah’ın sevdiği” anlamına gelen “Hibbu Rasûlüllah” ya da “el-Hibbu İbnü’l-Hubbi” denirdi. Peygamber (s.a.s)’in, Üsame’yi sevdiğine dair şöyle bir hadis rivayet edilmektedir: “Şüphesiz Üsame b. Zeyd bana, insanların en sevimlisidir. Sizin iyilerinizden olmasını umuyorum. Onun hakkında iyilik tavsiyesinde bulununuz” (İbnü’l-Esîr, a.g.e., I, 79; İbn Abdi’l-Berr, a.g.e., I, 76). Hz. Âişe’den rivayet edilen şu hadise de Rasûlüllah (s.a.s)’ın daha çocuk iken dahi onu ne kadar sevdiğini gösteriyor. Hz. Âişe (r.an) diyor ki; “Bir gün Üsame’nin ayağı kapının eşiğine takılarak yere düştü ve yüzü yaralandı. Allah’ın Rasûlü bana; “Yüzündeki pisliği temizle” dedi. Ben onu kirli görerek denileni yapmadım. Bunun üzerine Rasûlüllah (s.a.s); “yüzündekileri emerek tükürmeye başladı” (İbnü’l-Esîr, a.g.e., I, 80). Yine, Urve İbnü’z-Zübeyr’den rivayet edildiğine göre, Peygamberimiz, Üsame’nin gelmesini bekleyerek Arafat’tan inmeyi tehir etti. Üsame çıkıp geldiğinde, onun siyah, basık burunlu bir çocuk olduğunu gören Yemenliler, onu küçümseyerek; “Biz bunun yüzünden mi hapsedildik?” dediler. Râvî, Yemenlilerin, Hz. Ebû Bekir zamanında bu yüzden irtidat edip islâm’dan çıktıklarını söyler (İbn Abdi’l-Berr, a.g.e., I, 76). Üsame de bir çok sahâbî gibi, küçük yaştan itibaren savaşlara katılmayı arzulamıştır. Nitekim Uhud günü onbeş yaşından küçük olmasına rağmen kendi yaşıtları olan, Abdullah b. Ömer, Zeyd b. Sabit, Berâ b. Âzib, Arcir b. Hazm ve Üseyd b. Zühayr’le beraber savaşa iştirak etmek istemiş, fakat, Rasûlûllah (s.a.s) yaşları küçük olduğu için bu isteklerini kabul etmemiş ve savaş başlamadan onları Medine’ye geri göndermiştir. Hendek günü ise savaşmalarına izin verdi (İbn Hişam, es-Siretü’n-Nebeviyye, Mısır 1955, II, 66). Üsame, Uhud savaşından sonraki tüm savaşlara katıldığı gibi, bir çok seriyyede de önemli görevler üstlenmiştir. Huneyn gazvesinde; Müslümanlar darmadağın olup sağa sola kaçışırlarken, Rasûlüllah (s.a.s)’ın çevresinde sayılı birkaç sahâbî kalmıştır ki, bunlardan biri de Üsame b. Zeyd’dir (İbn Sa’d, a.g.e., II, 151; İbn Hişam, a.g.e., II, 443; İbnü’l-Esîr, el- Kâmil fi’t-Târîh, Beyrut 1965, II, 263). Üsame’nin kendisinden rivayet edildiğine göre; katıldığı seriyyelerin birinde, düşman safında Müslümanlara karşı savaşan birine karşı kılıç çekince, o sahıs; “Eşhedü en lâ ilâhe illallah” diyerek şehâdet getirdi. Fakat Üsame yine de onu öldürdü. Dönüşte, durumu Rasûlüllah (s.a.s)’e haber verince, Allah Rasûlü, “Lâ ilâhe illallah” diyen birini ne diye öldürdüğünü sorar. Üsame; “Ey Allah’ın Rasûlü! O ölümden kurtulmak için böyle söyledi dedi. Fakat, Rasûlüllah, bu soruyu aynı şekilde defalarca sordu. Üsame, neredeyse Müslümanlığından şüpheye düşecek hale geldi. Kendi kendine; “Allah’a söz veriyorum, bundan böyle lâ ilâhe illallah diyen hiçbir kimseyi öldürmeyeceğim” dedi (İbn Sa’d, a.g.e., II,119; İbnü’l Esîr, Üsüdü’l Gâbe, I, 80; İbn Hişam, a.g.e., II, 622; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, II, 226) Hz. Âişe (r.an) diyor ki; “Bir gün Üsame’nin ayağı kapının eşiğine takılarak yere düştü ve yüzü yaralandı. Allah’ın Rasûlü bana; “Yüzündeki pisliği temizle” dedi. Ben onu kirli görerek denileni yapmadım. Bunun üzerine Rasûlüllah (s.a.s); “yüzündekileri emerek tükürmeye başladı” (İbnü’l-Esîr, a.g.e., I, 80). 66 Haziran İfk olayında Rasûlüllah (s.a.s) ashabından bazılarına danışarak Hz. Âişe hakkında görüşlerini öğrenmek istedi. Bu arada Üsame’ye de düşüncesini sordu. Üsame, Hz. Âişe’den övgüyle bahsederek, onu böylesi çirkin bir iftiradan tenzih etti (İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, II,197; İbn Hişam, a.g.e., II, 301). Rasûlüllah (s.a.s) H,11. yılda, büyük bir ordu hazırlayarak Üsame’yi bu orduya kumandan tayin etti. Üsame’nin komutası altında ashâbın birçok ileri gelenleri vardı. Bunlardan bazıları; Ebu Bekir, Ömer, Ebu Ubeyde, Sa’d b. Ebî Vakkas, Saîd b. Zeyd, Katâde b. enNu’mân ve Seleme b. Eslem’dir. Bunun üzerine, dirhem kendi oğlu Abdullah’a ise ikibin dirhalktan bazı insanlar; “Peygamber, ilk muhacirle- hem verdi. Abdullah babasına “Neden Üsame’ye re bir çocuğu komutan tayin etti!” diyerek ileri bana verdiğinden daha fazla verdin? Halbuki geri konuşmaya başladılar. Bunu duyan Rasûlüllah, onun katılmadığı savaşlara ben katıldım” dedi. çok kızdı ve minbere çıkarak cemaate şöyle seslendi: Buna karşı Hz. Ömer: “Allah Rasûlü Üsame’yi “Üsame hakkındaki sözleriniz bana ulaştı. Siz senden daha çok severdi. Üsame’nin babasını onun komutanlığını tenkid ettiğiniz gibi, daha da senin babandan daha fazla seviyordu” diyerek oğlunu susturdu (İbn Abdi’l-Berr, önce babasının kumandanlığını a.g.e.; İbn Sa’d, a.g.e., III; 296, 297; da tenkit etmiştiniz. Gerçek şu Rasûlüllah, çok ki, o komutanlığa layıktır. Niteel-Askalânî, a.g.e., I, 29; İbnü’l-Esîr, kızdı ve minbere çıkakim babası da komutanlığa laÜsdü’l Gâbe, I, 80). rak cemaate şöyle seslenyıktı” (İbn Sa’d a.g.e., II, 189,’ 190; di: “Üsame hakkındaki el-Askalânî, a.g.e., I, 29). Üsame; Hz. Osman (r.a)’ın ölsözleriniz bana ulaştı. dürülmesiyle ortaya çıkan fitnelere Siz onun komutanlığıÜsame, söz konusu ordusuybulaşmamış, Hz. Ali’ye de bey’at etnı tenkid ettiğiniz gibi, la hareket etmek üzereyken, Aldaha önce babasının memiş, onunla herhangi bir savaşa lah Rasûlü dâr-ı bekâya irtihal etti. kumandanlığını da tenkatılmamıştır. Bu çekimserliğini; “Lâ Bunun üzerine Üsame, Medine’ye kit etmiştiniz. Gerçek ilâhe illallah” diyen bir kimseyi geri dönerek, Rasûlüllah (s.a.s)’ın şu ki, o komutanlığa öldürmeyeceğine dair ettiği yeminle yıkanması, teklif ve defnedilmesi işlayıktır. Nitekim babası izah etmiştir (İbn Abdi’l-Berr, a.g.e., lerinde Hz. Ali’ye yardım etti. Defin da komutanlığa layıktı” I, 77; İbnü’l-Esîr, Üsüdil’l-Gâbe, I, işi tamamlandıktan sonra, Üsame 80). ordusunun başına geçerek ,Şam’a doğru hareket etti (İbn. Sa’d a.g.e., Hz. Ali ile Muaviye arasında meydana gelen II,189,190, 277, 279; el- Askalânî, a.g.e., I, 29; İbçatışmalar sırasında Üsame bir süre Şam civarında nü’l-Esîr, el-Kâmil, II, 332). bir beldede oturdu. Sonra Vadi’l-kura’ya geldi. Bir Üsame, Ebu Bekir (r.a) ve Ömer (r.a) zamanın- müddet de burada oturdu, ardından Medine’ye gitda yapılan birçok savaşa iştirak etmiştir. Bunlardan ti ve Muaviye’nin hilafetinin sonlarına doğru biri, Müseylemetü’l-Kezzab’a karşı yapılan savaştır ki, Curf denilen yerde vefat etti. bu muharebede Halid b. Velid ile beraberdi (İbn Sa’d a.g.e., IV, 316). Hz. Ömer (r.a) divan teşkilatını kurunca, Rasûlüllah (s.a.s)’e yakınlık derecelerine ve savaştaki başarılarına göre, Müslümanlara ulûfe dağıtmaya başladı. Bu arada Üsame b. Zeyd’e dört bin veya beşbin Haziran Vefat tarihi çeşitli rivayetlere göre, H. 54, 58, ya da 59’ dur. Ebû Hüreyre, İbn Abbas, Ebû Osman et-Hindî, Urve İbn Zübeyr, Ubeydullah b. Abdillah b. Utbe, Ebû Vâil ve başkaları Üsame’den hadis rivayet etmişlerdir (İbn Abdi’l Berr, a.g.e., I, 77; İbnü’l Esir Usdü’l - Gâbe, I, 81; el- Askalâni, a.g.e., I,129). 67 Hacı Şaban Efendi Vakfı(HAKEV) Ankara Şubesi Açıldı 16 mayıs 2015 günü HAKEV Ankara şubesi açıldı. Gölbaşı ilçesinde bulunan şubenin açılışı yoğun bir katılım ile gerçekleşti. Açılışa HAKEV genel başkanı Sezgin ÇAKIR genel merkez yönetim kurulu üyeleri Bahattin ELÇİ, Nazir DUMAN ve Naci MERT ile birlikte Gölbaşı belediye başkanı Fatih DURUAY, Gölbaşı müftüsü Yüksel KAYMAK, Siirt üniversitesi rektör yardımcısı Prof. Dr. Yakup BASMACI hazır bulundu. Gölbaşı müftüsü Yüksel KAYMAK’ın açılış duası ile başlayan programda HAKEV ankara şube başkanı Yrd. Doç Dr. Abdulkadir DEVELİ vakfın açılış amacını ve hedeflerini açıkladı. Abdulkadir DEVELİ yaptığı konuşmada gençlerimizin günümüz dünyasında karşılaştığı tehditlere karşı alınacak tedbirleri ve bunun için vakfın yapacağı çalışmalar hakkında bilgi verdi. Vakfımız bünyesinde özellikle gençler için Kur’an, ilmihal, tefsir gibi derslerin yanında İngilizce ve Osmanlıca derslerinde verileceğini belirtti. HAKEV vakfı genel başkanı Sezgin ÇAKIR da yaptığı konuşma da vakıf kültürünün bizim toplumumuza has bir uygulama olduğunu vurgulayarak genel merkez olarak İstanbul’da yakın zamanda 700 kişilik bir aşevi açılacağını da belirtti. Program davetlilere yemek ikramı ile sona erdi. 68 69 Musa KARACA Sevgili arkadaşlar, büyük bir heyecanla beklediğimiz yaz tatili 12 Haziran’da başlıyor. Bir hafta sonra da on bir ay hasretle beklediğimiz Ramazan ayı başlamaktadır. Ramazan, rahmet ayıdır. Çünkü kutsal kitabımız Kur’an-ı Kerim, bu ayda indirilmeye başlanmıştır. Kur’an-ı Kerim’de bin aydan daha hayırlı olduğu bildirilen “kadir gecesi”, yine bu ay içinde kutlanır. Ayrıca İslam’ın temel ibadetlerinden olan oruç da bu ayda tutulur. Bu nedenle Ramazan ayı, Müslümanlar için en kutsal aydır ve ona “on bir ayın sultanı” denilmiştir. Ramazan ayında bir başka heyecan yaşarız. İşlerimizi ibadetlerimize göre ayarlarız. İmsak vaktinde, uykunun yoğun olduğu bir vakitte kalkmak zor olsa da, sahur yapmakla başlayan ibadet aşkı; gün boyu tutulan oruçla rahmete dönüşür. Öyle ki, oruçlunun ağzındaki açlık kokusu; Allah katında misk kokusundan daha değerli sayılır. İftar vakti ise Rabbimizin oruçluya sevaplarını sunduğu andır. Teravih namazıyla devam eden rahmet, ertesi günün sahuruna kalkılmasıyla rahmet döngüsüne dönüşür. Tam bir ay bu rahmet döngüsü devam eder, en son Ramazan Bayramı’yla taclandırılır. On bir ayda bir gelen bu fırsat kaçar mı? Tabii ki, kaçmaz. Öyleyse şimdiden Ramazan’ı en güzel şekilde değerlendirebilmek için planınızı yapın ve kendinizi bu rahmet ayına hazırlayın. Bu rahmeti kaçırmak istemeyen küçük kardeşlerimizi “Orucu tutabilir miyim?” diye biraz tereddütlü görüyorum. Merak etmeyin. Siz de sahura kalkın, gücünüzün yettiği vakte kadar orucunuzu tutun. Yani “tekne orucu” tutun. Namazlarınızı ve teravih namazını ihmal etmeyin. İnşallah, Rabbimiz sizlere de aynı rahmeti verecektir. Neler yapabiliriz, derseniz size biraz ipucu verebilirim: Sahura kalkın, orucunuzu tutun, yaz tatiliyle birlikte başlayan Kur’an kurslarına mutlaka devam edin. Ramazan, Kur’an ayıdır. Kur’an, bu ayda inmiştir. Kursta okuduklarınızı yeterli bulmayıp evde her gün bir cüz okuyarak Ramazan ayı sonuna kadar bir hatim yapınız. Camilerde okunan mukabeleleri takip ediniz. Peygamber Efendi’mizin: “Oruç bir zırhtır, bir kalkandır. Oruçlu kimse, kötü söz söylemesin. Eğer herhangi bir kimse kendisine sataşırsa ona: ‘Ben oruçluyum.’ desin.” hadisini unutmayınız. Şimdiden hayırlı Ramazanlar. Bu aya hürmet gerek Nîmete şükür gerek Mübârek Ramazan’da Hakka ibâdet gerek. 70 Göz aydın hepimize Mübârek günler bize On bir ayın sultanı Hoş geldin evimize Hava sıcak terlerim Birçok mâni derlerim Davet verdim bu akşam. Sizleri de beklerim. Ne uyursun ne uyursun Bu uykudan ne bulursun Al abdesti kıl namazı Cenneti alayı bulursun. BİLMECELER İstanbul’un en küçük ilçesi neresidir? Yere düşer paslanmaz suya düşer ıslanmaz. Bir yarışmada, ikinciyi geçen yarışçı kaçıncı olur? Bir eliyle 10 tonluk kamyonu kim durdurabilir? Kimler sürekli olarak havadan sudan konuşur? Yeter Çektiğim! En çok hap nerede satılır? Cevaplar:1-Bebek 2-Güneş 3-İkinci 4-Trafik polisi 5-Meteoroloji uzmanları 6-Fotoğraf makinası 7-Ağrı’ da 1234567- Bulmaca 1- Tan yerinin ağarmaya başladığı zamandan güneş batıncaya kadar ibadet maksadıyla yeme içmeden uzak durma. 2- İmsak vaktinden önce, oruca hazırlık amacıyla yenilen yemek. 3- Orucun başladığı vakit. 4- Orucu açmak. 5- Ramazan aylarında birden fazla minareli camilerin iki minaresi arasına asılan ışıklı yazı veya resimlerin adıdır. 6- Cami veya evlerde, Kur’ân’ın hatmedilmek üzere her gün bir cüz okunması. 7- Temel ihtiyaçlarının dışında belli bir miktar mala sahip olan Müslümanların, kendileri ve bakmakla yükümlü oldukları her kişi için ramazanda vermeleri gereken sadaka. 8- Ramazan ayında yatsı namazı ile vitir namazı arasında kılınan namaz. 9- Ramazan ayının son on gününde, gece gündüz bir camide kalınarak yapılan ibadet. 10Sürekli bulunan bir hastalıktan veya yaşlılıktan dolayı oruç tutamayanların tutmaları gereken her gün için bir fakiri doyuracak miktarda sadaka vermeleri. Cevaplar:1.Oruc 2.Sahur 3. İmsak 4. İftar 5. Mahya 6. Hatim 7. Fitre 8. Teravih 9. İtikaf 10. Fidye Ses Deneme Temel köyde imamlık yapmaktadır. İftar saati yaklaşmış. Bütün köylü de oturmuş iftar açmak için ezanı beklemektedir. Temel minareye çıkmış: - Allahuekber! Allahuekber! Köylü Temel’in sesini duyunca “Bismillah!” diyip oruçlarını açmış.. Biraz sonra minareden Temel’in sesi gelmiş: - Allahuekber! Allahuekber! Ses deneme 1-2-3! Ses deneme! 71 Kaleardılı Hacı Ahmet Baba Hz. (1885-1948) Askerde babamın hastalığını duydum ve bunu yazdım gönderdim: Duydum haberini can çilesinde Ta tepemden çıktı dumanım baba Hasta mı vücudun yoksa sıhhatte Tuttu semavatı figanım baba Sanki neşter vurdun bu aciz cana Yaşardı gözlerim düştüm figana Keşke gelmez olsa idim cihana Duymazdım bu halı cananım baba Kalbim mahzun oldu titredi yürek Sana kavuşmaktır Huda’dan dilek Gayretin Mevla’ya zay olmaz emek Yetişir derdime lokmanım baba Olacak ahvali eyledim tekfir Kalbim Hakk’a bağlı dilimde zikir Kıyamı hayata eyle bir fikir Der zelil yolunda kurbanım baba Zelilî (Mehmet ÇAĞLAYAN) 1927-1982 Mehmet ÇAĞLAYAN (1927-1982)