ünite 1 zaruret hâli günümüz fıkıh problemleri

advertisement
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
GÜNÜMÜZ FIKIH PROBLEMLERİ
ORTAYA ÇIKIŞ SEBEPLERİ VE ÇÖZÜM
YOLLARI
• Çağdaş İhtiyaçlar ve Fıkıh
• Günümüz Fıkıh Problemleri
Kavramı
• Günümüz Fıkıh Problemlerinin
Ortaya Çıkış Sebepleri
• Günümüz Fıkıh Problemlerinin
Çözüm Yolları
• Günümüz Fıkıh Problemlerinin
Çözümünü Amaçlayan Bireysel ve
Kurumsal Çalışmalar
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• Fıkıhın çağdaş ihtiyaçlara cevap verebilecek
özelliğe sahip olduğunu anlayabilecek,
• Günümüz fıkıh problemi kavramı hakkında
bilgi sahibi olacak
• Günümüz fıkıh problemlerini ortaya çıkaran
sebepleri anlayabilecek
• Fıkıh problemlerini ortaya çıkaran sebepleri
anlayabilecek
• Günümüz fıkıh problemlerinin çözüm yötemini
kavrayabilecek
• Konuyu ilgilendiren bazı kavramları
öğrenebileceksiniz.
GÜNÜMÜZ FIKIH
PROBLEMLERİ
İSLAM
İNANÇ
ESASLARI
Prof.Dr. Saffet KÖSE
ÜNİTE
ÜNİTE
10
1
Günümüz Fıkıh Problemleri Ortaya Çıkış Sebepleri ve Çözüm Yolları
ÖNSÖZ
Fıkıh, dinin hükümleriyle uğraşan ilmin adıdır. Ana kaynakları
Kur’an ve sünnettir. Bu iki ana metin, evrensellik ve süreklilik arzeden
özelliği dolayısıyla zaman ve mekân üstü bir yapıya sahiptir ve son derece
dinamik, canlı özelliğe sahiptir. Bu şu anlama gelir: Ortaya çıkan hiçbir
sorun, Kur’an ve sünnette çözümsüz değildir. Önemli olan çözümü
bulabilecek bakışa ve iradeye sahip olmaktır.
Yapısı icabı zamanın hareketli ve değişken oluşu yeni sorunlara
zemin hazırlamakta ve yeni problemler üretmektedir. Özellikle günümüzün
teknolojik gelişmeleri ve sanayideki ilerlemeler, yeni meseleler doğurduğu
gibi eskilerin de yapısını bütünüyle değiştirmiştir. Dolayısıyla tarım toplumu
özelliği taşıyan dönemlerdeki problemlerin bir çoğu ya bütünüyle
değişmiştir ya da yeni boyutlar kazanmıştır. Bunların yeniden ele alınıp
çözüme kavuşturulması zorunluluğu vardır. Mesela tıp ve sağlık alanındaki
gelişmeler, genetik biliminin aldığı mesafe, elektronik ortam, finans sistemi,
bankacılık ve borsa alanında atılan adımlar, iletişim sektöründeki hamleler,
modern savaş teknolojisinin doğurduğu olumsuzluklar, çevre felaketleri,
toplumlar arası yakın temas ve uluslararası ilişkilerin kazandığı yeni
boyutlar, gıda sektöründe oluşan yeni durumlar, ibadet ve aile hayatımızı
etkileyen gelişmeler burada örnek olarak zikredilebilir. Bütün bu
gelişmelerin doğurduğu yeni meselelerin belli bir metot doğrultusunda din
ile bağlantısını kurup çözümlemek fıkhın görev alanına girmektedir ve onun
söyleyeceği mutlaka bir söz vardır. Bu söz Hanefîlerin terminolojisiyle
söylemek gerekirse dini açıdan farz, vacip, mendup, haram, tahrîmen
mekruh, tenzîhen mekruh, mubahtan biridir. Bir şeyin caiz olup olmaması da
ibaha kavramı çerçevesinde görülmelidir. Akitler ve ibadetlerde ise sahih,
fasit veya batıl da işlemin hukuki sonucunu belirleme faaliyetidir. Aslında
içtihat, bir anlamda, ortaya çıkan olayın ya da meselenin naslarla bağlantısını
kurarak bu hükümlerden hangisini ilgilendiriyorsa onu tespit etmekten
ibarettir. İhtiyaç duyulan hususlarda yasağa düşmeden hukuk içinde
bulunacak çözümler de fıkhın sahası içindedir.
Günümüzde zaman, muhatap ve meseleler özü itibariyle tamamen
değişmiştir. Sahip olduğumuz muazzam boyuttaki fıkhî mirasımızı da göz
ardı etmeden İslam’ın getirdiği evrensel ilkeleri / prensipleri işleterek belli
bir yöntem çerçevesinde, yaşanan probleme en münasip çözümün bizzat
yaşayanlarca bulunması asıldır. Çünkü problemin muhatabı doğrudan
kendileridir. Bu, hem problemi bütün boyutlarıyla kavrama imkânı sağlarken
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Günümüz Fıkıh Problemleri Ortaya Çıkış Sebepleri ve Çözüm Yolları
çözümün isabetini artıracak hem de varılan sonucun pratik hayat açısından
olumlu olup olmadığı hususunda test etme fırsatı verecektir.
Geçmişte yaşanmamış ve bugün ortaya çıkmış bir meselenin
hükmünü araştırırken, üst ilkelerden yola çıkmak yerine sadece geçmiş
içtihatlarla sınırlı bir tutum takınmak ya da onlar arasındaki küçük bir
benzerlikle ilinti kurup buradan hareketle çözüm çabası içine girmek hem
geçmiş ulemaya hem de bugünün insanına haksızlıktır.
Günümüz fıkıh problemleri, insanı ve toplumu dolayısıyla hayatımızı
doğrudan ilgilendiren bir çok sorun ve olayla yakından ilgilidir. Bu derse
ilişkin konular daha önce tartışılmış olup da hâlâ farklı görüşlerin devam
ettiği meselelerin yanı sıra klasik dönemde olmayıp bu gün ortaya çıkmış
yeni problemlerden seçilmiştir. Konular da az önce bahsedilen metot
doğrultusunda ele alınmıştır. Varılan sonuçlar içtihadın hükmüne tabidir ve
buradaki meselelerle ilgili hükümler zann-ı galipten ibaret olup Allah’ın
mutlak muradını temsil etmemektedir. Dolayısıyla İmam Mâlik’in Hz.
Peygamber’in kabrini işaret ederek söylediği şu söz gibi: “Şu kabirde yatan
dışında herkesin sözü kabul edilebilir de reddedilebilir de.”
Bu kitapta ele alınan konular hem bazı meselelerde öğrencilerimize
bir fikir verecek hem de fıkhın hayatla bağlantısını kurabilecek bir
dinamizme sahip olduğunu gösterecektir. Bu iki husus da fıkha bakış
noktasında önemlidir.
Bütün öğrencilerimize başarılar diliyoruz.
Editörler
Prof.Dr.H.İbrahim ACAR
Prof.Dr.Saffet KÖSE
Erzurum 2012
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Günümüz Fıkıh Problemleri Ortaya Çıkış Sebepleri ve Çözüm Yolları
GİRİŞ
İlahiyat disiplinlerinden her birisi dinin bir boyutunu kendisine özgü
yöntemle ele almayı hedefler. Bunlardan birisi olan fıkıh, dinin ibadet ve hukuku ile
ilgilenir. İbadetler, birçok disiplinin inceleme alanı olmakla birlikte fkıh onun
hükümlerini konu alır.
Fıkıh, dinin hayatla buluştuğu dinamik ilişkiyi ifade eder. İmam Şâfi‘î’nin
(ö.204/819) “İnsanın karşılaştığı her bir meseleyle ilgili Allâh’ın mutlaka bir hükmü
vardır. Bu hüküm açıkça belirlenmişse ona aynen uymak gerekir, eğer hüküm açık
değilse içtihat yoluyla keşfedilir.” sözü (er-Risâle, s.477, nr.1326) fıkhın işlevini
ortaya koyarken günümüz fıkıh problemlerinin alanına da işaret etmektedir. Buna
göre güncel fıkıh problemleri denildiğinde, günümüz insanının karşılaştığı ve fıkhın
iki temel kaynağı Kur’an ve sahih sünnette açıkça hükmü belirlenmemiş olan
dolayısıyla hükmü içtihat yoluyla tespit edilmesi gereken meseleler anlaşılır. Bu
problemler de üç şekilde olabilir:
Bunlardan birincisi tarihi süreç içerisinde ortaya çıkmış ve tartışılarak belli
bir çözüme kavuşturulmuş olan meselelerdir. Zamanın ve muhatabın değişmiş
olması o olayın boyutlarını da değiştireceğinden önceki çözümlerin yeni zamanlar
için yetersiz kalmasına sebep olabilir. Bu nedenle mesele güncel boyutlarıyla
yeniden değerlendirilerek ele alınmalıdır.
İkincisi daha önce tartışılmış olmakla birlikte günümüzde de farklı
yaklaşımların devam ettiği meselelerdir.
Üçüncüsü ise daha önce yaşanmamış olup günümüzde ortaya çıkan yeni
meselelerdir. Bunların da fıkhın temel kaynaklarından belli bir metodoloji
doğrultusunda çözümlenmesi gerekir.
Günümüz
fıkıh
problemlerinin
ilgilendiği
meseleler
içtihada
açık
konulardan oluşur. Bu konularda da her zaman görüş birliği sağlama imkânı yoktur.
Ancak usulüne uygun her bir içtihat bir değere sahiptir ve birisi diğerini geçersiz
kılmaz. Konuyu ele alan bir müçtehidin ulaştığı bilimsel sonuç ile ya da halkın /
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Günümüz Fıkıh Problemleri Ortaya Çıkış Sebepleri ve Çözüm Yolları
avamın bu görüşlerden birisini tercih etmesiyle mesele kendileri açısından
çözülmüş demektir. Bununla birlikte farklı görüş sahipleri açısından bilimsel
tartışmalar devam eder.
Bu bölümün amacı, İslam’ın evrensellik ve süreklilik özelliği ile bunu
sağlayan dinamiklerini belirlemek, İslam dininin ahkâmını konu alan fıkhın güncel
sorunları çözümleme kabiliyetini ortaya koymak, günümüzün fıkhî meselelerini
ortaya çıkaran sebepleri ve çözümünde gözetilecek ilke ve yöntemleri ele almaktır.
DİN OLARAK İSLÂM VE ONUN AHKÂMINI KONU ALAN
İLİM: FIKIH
İNSAN VE DİN
Din duygusu fıtrîdir. Bu sebeple evrensel bir olgu olarak sürekli
aktüalitesini korumuş bir gerçekliktir. İnsan çok farklı sebeplerle de olsa güçlü
olduğunu kabul ettiği insan üstü bir varlığa bağlanma, onu kutsama ve onunla
bütünleşme gereğini daima hissetmiştir. Dinler Tarihi araştırmaları geçmişte ve
günümüzde dinsiz bir topluma rastlanmadığını tespit etmiştir (Tümer-Küçük, 1997,
27 vd.).
Din, insanın hayatına yön veren en önemli olgudur. Dinin dil, edebiyat,
sanat gibi kültürel unsurların yanı sıra insanın çevresiyle olan bütün ilişkilerinde –
mesela giyim-kuşam, yeme içme gibi gündelik ihtiyaçların giderilmesindeki
tercihlerinde, aile ve diğer insanlarla olan ilişkilerinde, devlet ile münasebetlerindetesiri olduğu kabul edilmesi gereken bir hakikattir. Dolayısıyla hayattaki her
gelişme dini açıdan değerlendirilmek durumundadır.
İLÂHÎ DİNLER VE İSLAM
İlahi dinler, Allah-insan ve insan-alem ilişkisini bütün yönleriyle düzenleyen
kanunlar mecmuasıdır. Kur’ân-ı Kerîm, Allâh’ın ruhlar aleminde bütün insanları
karşısına alıp, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye sorduğu, onlardan gelen,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Günümüz Fıkıh Problemleri Ortaya Çıkış Sebepleri ve Çözüm Yolları
“Evet sen bizim Rabbimizsin, biz buna şahidiz.” cevabıyla da bir ulûhiyet-ubûdiyet
sözleşmesi yaptıklarından bahseder (A‘râf, 7/172). Buna göre din, insanların rabbi
olan Allah’ın vahiy meleği Cebrail (a.s.) vasıtasıyla peygamberlerine bildirdiği
onların da ümmetlerine tebliğ ettiği sözleşme hükümlerinden ibarettir denilebilir.
Bu hükümler insanın yaratılış amacı olan kulluğun (Zariyat, 51/56) nasıl yapılacağını
düzenleyen esaslardan oluşur. Dünya ve ahiret maslahatını elde etmek bu
hükümlere uygun davranmakla elde edilebilir.
İlahi dinler birbirlerini tasdik ederek gelmiştir (Bakara, 2/53, 185; Âl-i
İmrân, 3/4; Enbiya, 21/48; Furkan, 25/1). Bu, bütün semavi dinlerin temel
esaslarda müşterek olduğuna işaret eder (bk. Tümer, 1994, 313). İnsanların zaman
içinde bu hükümleri tahrif etmesi sebebiyle bizzat Allah tarafından yeni
peygamberler gönderilerek bunlar düzeltilmiştir. Bu sözleşme hükümlerinin en son
ve en kâmil hali Kur’an-ı Kerîm’dir, dinin adı da İslam’dır (Âl-i İmrân, 3/19, 85;
Mâide, 5/3), Peygamberler zincirinin en son halkası ise Hz. Muhammet (s.a.s.)’tir
(Ahzâb, 33/40). Diğer din mensuplarının İslâm’ı kabul ile mükellef tutuluşlarının
ana sebebi, İslâm’ın onların dinlerinin bozulmamış asıllarını, orijinalitesini temsil
etmesi sebebiyledir.
İSLÂM: EVRENSELLİK-SÜREKLİLİK
İslam bütün insanlığa gelmiş son ilahi dindir. Bu ifadeyi açmak gerekirse
onun bütün insanlığa gelmiş olması bir başka ifadeyle bütün insanlığı kendisine
uymaya davet edişi evrenselliğine, kendisinden sonra bir başka dinin gelmeyecek
oluşu da sürekliliğine delalet eder. Şu ayetler onun evrenselliğinin delilidir:
“De ki: Ey insanlar! Gerçekten ben göklerin ve yerin hükümranlığı kendisine
ait olan O’ndan başka tanrı bulunmayan, dirilten ve öldüren Allah'ın hepinize
gönderdiği elçisiyim.” (A‘râf, 7/158);
“Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (Enbiyâ’, 21/107);
“Âlemlere uyarıcı olsun diye kuluna Furkân’ı indiren Allah ne kutludur.”
(Furkân, 25/1);
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Günümüz Fıkıh Problemleri Ortaya Çıkış Sebepleri ve Çözüm Yolları
“Biz seni ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak bütün insanlara gönderdik;
fakat insanların çoğu bunu bilmek istemiyorlar.” (Sebe’ 34/ 28).
Şu hadis de aynı gerçekliği ifade eder: “Diğer peygamberler sadece kendi
kavmine
gönderilirken
ben,
insanların
tamamına
gönderildim.”
(Buhârî,
“Teyemmüm”, 1, “Salât”, 56; Nesâî, “Gusl”, 26; Dârimî, “Salât”, 111).
Hz. Muhammet’in (s.a.s.) peygamberlerin sonuncusu oluşunu (Ahzâb,
33/40); Allah nezdinde hak dinin İslam olduğunu (Âl-i İmrân, 3/19) bu sebeple de
Allâh’ın sadece ondan razı olacağını (Maide, 5/3); İslam’dan başka bir dinin asla
kabul edilmeyeceğini (Âl-i İmrân, 3/85); Kur’an’ın da Allah’ın koruması altında
bulunduğunu (Hicr, 15/9; Fussilet, 41/41-42) beyan eden ayetler de onun
sürekliliğine delalet eder.
İslâm’ın evrensellik iddiası bütün insanlığın ihtiyaçlarını karşılayabilecek,
sürekliliği de dünya hayatı devam ettikçe ortaya çıkan meselelere çözüm
üretebilecek özelliklere sahip olmasını gerektirir. Bunu sağlayacak olan da fıkıhtır.
Fıkıh, İslâm’ı hayatla buluşturan ilimdir.
Kur’ân-ı Kerîm peygamberin insanlara ayetleri okumak (tilâvet), onları yüce
ahlak ile donatmak, iç dünyalarını temizlemek (tezkiye), kitabı ve hikmeti öğretmek
(ta‘lîm) şeklinde dört vazifesi olduğunu ifade eder (Bakara 2/129; Cumâ 62/2). Hz.
Peygamber’in bu görevleri ifası sırasındaki yaşantısına, sözlerine (hadis), bir
başkasının amelini görüp de sükût edişine (takrîr) bir bütün olarak sünnet denir.
sünnet, ilâhî kelâmın / vahyin, beşer formuna bürünmüş örnekliğidir. Hz. Âişe’nin
ifadesiyle sünnet, Rasulullah’ın yaşadığı Kur’an’dır (Ahmed b. Hanbel, V, 188). Bu
sebeple de O, kemâlâtı şahsında cem etmesi sebebiyle (Kalem, 68/4) kulluğun
yegâne modelidir (Ahzâb, 33/21). Buna göre Kur’an-ı Kerîm ve sünnet, İslam’ın iki
ana kaynağını oluşturur. Bunların metinlerine yani ayet ve hadislere fıkıh
literatüründe nass denir. Buna göre herhangi bir fıkıh metninde dini nasslar
denildiğinde anlaşılması gereken ayet ve hadislerdir. Fıkhın iki ana kaynağı da bu
metinlerdir.
Allah (c.c.), insanlığa bir lütuf ve ihsan olmak üzere Kitabını korumayı bizzat
üstlenmiş (Hicr, 15/9; Fusssılet, 41/42), Müslüman âlimler de hiçbir ümmete nasip
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Günümüz Fıkıh Problemleri Ortaya Çıkış Sebepleri ve Çözüm Yolları
olmayacak bir hassasiyetle Hz. Peygamberin sözlerini, yaşantısını / sünnetini tespit
edip nesilden nesile aktararak kalıcılığını sağlamışlardır. Bu sebeple bütün
insanlığın ihtiyaç duyduğu bu iki ışık, kaynağı hiç kesilmemek üzere kıyamete kadar
yaşayacak şekilde sabitlenmiştir. Ne var ki Kur’an ve sünnetin insanlığın yolunu
aydınlatabilmesi ve sonuçta hayat açısından değeri, onun sağlıklı şekilde
anlaşılmasına ve bu doğrultuda yaşanmasına bağlı bir husustur. Bunun için
Müslüman (r.a.) âlimler bir yandan Kur’an’ı lafız olarak muhafaza edip sünneti
tedvin ederken aynı zamanda bu iki kaynağı anlama yönünde bir metodoloji de
geliştirmişlerdir. Bu fıkıh usûlü’dür. Fıkıh, bu metodoloji çerçevesinde hayatın
nasslarla bağlantısının kurulması, onların tutarlı şekilde yorumlanması faaliyetinin
genel adıdır.
FIKIH İLMİ
Ebû Hanîfe’nin, fıkhı, inanç ve ahlakı da içine alacak biçimde “Kişinin hak ve
vazifelerini / sorumluluklarını bilmesidir.” şeklinde tanımladığı nakledilmektedir.
Ebû Hanîfe, itikâdî fıkıh (inanç esasları), vicdânî fıkıh (ahlak ve tasavvuf) ve amelî
fıkhı aynı kavram içinde tasavvur ediyordu. İleriki dönemlerde İslâmî ilimlerin
tasnifiyle birlikte, tanıma, amelî yönden (amelen) kaydının eklenmesiyle alanı
ibâdât, mu‘âmelât ve ukûbât ile sınırlandırılmıştır. Nitekim Mecelle 1. maddesinde
fıkıh ilmini, “Mesâil-i şer‘iyye-i ameliyyeyi bilmektir.” şeklinde tanımlamaktadır.
Bu ayrım da sadece konuları itibariyle yapılmıştır. İslam’da inanç, ahlak ve
ahkâm iç içe geçmiş bir bütünü oluştururlar. İnanca dayanmayan ahlakın ve ahlakı
oluşturulmamış ahkâmın kaba güce bağlı kalacağı ve işlevselliğinin istenilen
düzeyde olamayacağı aşikârdır. Bu sebeple İslam’ın geldiği ilk yıllarda (Mekke
dönemi) önce inanç doğrultusunda ahlak oluşturulmuş, Medine devrinde de bu
ikisiyle birlikte fıkhî hükümler (ahkâm) konulmuştur.
Fıkhın konu edindiği ibâdât; temizlik bahisleri (tahâret), namaz, oruç,
zekât, hacc ve kurban gibi bütün ibadetleri kapsamına alır. Mu‘âmelât; helalharamın yanı sıra toplumun bireylerinin birbirleriyle, bireyin devletle ve devletlerin
kendi aralarındaki hukuki, siyasi, ekonomik bütün ilişkilerini ele alır. Suç-ceza
bahisleri ise ukûbât’ın kapsamında yer alır. Her hangi bir klasik fıkıh kitabına
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Günümüz Fıkıh Problemleri Ortaya Çıkış Sebepleri ve Çözüm Yolları
bakıldığında bu tasnifte yer alan bütün bölümleri görmek mümkündür. Fıkıh bütün
bu alanlarda hüküm üreten disiplinin adıdır. Bu faaliyeti yürüten âlime fakîh denir.
Fıkıh, bütün amelî meselelerde şer‘î hükmü açıklamayı, keşfetmeyi
hedefler. Sırf bilimsel kriterlere göre harici etkilerden uzak biçimde gelişen, sivil bir
çabanın ürünü oluşu onun temel özelliğini oluşturur. Tarihi süreçte resmi
otoriteden bağımsız olarak kendi tabii seyrinde gelişmiş olması ona güven
kazandırmıştır.
Güncel / Çağdaş İhtiyaçlar ve Fıkıh
Fıkhın, kaynağı itibariyle vahye dayanmış olması bir başka ifadeyle dinin
hukukunu oluşturması bir çok araştırmacının dikkatini çekmiştir. Bunlar arasında
özellikle bazı Batılı yazarlar ve bir kısım Türk hukukçusu bunu bir olumsuzluk olarak
değerlendirmiş ve fıkhın statik (durağan/donuk) olduğu, çağdaş ihtiyaçları
karşılayabilecek bir özelliğe sahip olmadığı tezini işlemişlerdir. İddialarının özü
şudur: “Din kuralları sabittir, değişmez (statik/donuk). Hayat ise sürekli gelişme ve
değişme hâlindedir. Değişmeyen din kurallarıyla sürekli dinamik, hareketli,
değişken hâlde bulunan hayatın ihtiyaçlarını karşılayamayız. Bu sebeple din
kuralları geldiği dönemde günün ihtiyaçlarına cevap verse bile bu günün
problemlerine çözüm getiremez. Bundan dolayı din kurallarına uymak demek her
türlü gelişme ve ilerlemeye kapalı olmak, modern hayatı çözümsüzlüğe götürüp
dondurmak demektir. O hâlde din sadece ibadet hayatını düzenlemeli, hukukunu
insanlar kendileri yapmalıdır.” (bu görüş sahipleri ve iddiaları için bk. Köse, Çağdaş
İhtiyaçlar 11-37).
“Dinin terakkiye (gelişmeye, ilerlemeye) mani olduğu” tezinin fıkıhla ilgili
boyutunu oluşturan bu iddianın arka planında dinle sorunlu bir kültürde doğup
büyümüş olan seküler Batılı zihnin kendi zihniyetinin dar çerçevesinden bakarak
yaşadıkları problemleri İslam ve Müslüman toplumlarda da görme eğilimlerinden
kaynaklandığını
(yattığını)
belirtmeliyiz.
İslam’ı
kendi
kaynaklarından
inceleyebilecek donanıma sahip olmayan bir kısım Türk aydınının da bu iddiaları
tekrarladığını söylemeliyiz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Günümüz Fıkıh Problemleri Ortaya Çıkış Sebepleri ve Çözüm Yolları
Fıkıhın objektif bir gözle incelendiğinde bu iddiaların tam aksine hem
kaynağı hem de yapısı itibariyle dinamik bir yapıya sahip olduğu ve çağdaş
ihtiyaçları karşılayabilecek bir özelliğinin bulunduğu görülecektir. Nitekim Ağustos
1936 yılında Lahey’de toplanan Uluslararası Modern Hukuk Kongresinde iki
Müslüman hukukçunun İslam hukuku ile ilgili sunduğu tebliğden sonra şu üç karar
alınmıştır:

İslam hukuku (fıkıh) orijinaldir, hiç bir hukuk sisteminden
etkilenmemiştir.

İslam hukuku dinamiktir, güncel ihtiyaçları karşılayabilecek bir
özelliğe sahiptir.

Bu özellikleriyle İslam hukuku çağdaş hukukun kaynaklarından
birisidir.
Batılı hukukçuların bu itirafı yukarıdaki iddia sahiplerinin konu hakkında
yeterli bilgiye sahip olmadıklarının izahı gibi gözükmektedir.
Fıkha dinamizm kazandıran üç ana özellik vardır:
Birinci Dinamik Temel İlkeler
Fıkhın iki temel kaynağı Kur’an ve sünnet; ibadetler, evlenme ve boşanma
ile ilgili bazı hususlar, bazı cezalar, miras hükümleri gibi kendilerindeki maslahatın
sabit olduğu nadir meseleler dışında ayrıntıya girmemiş ve yeterli miktarda temel
ilkeleri / genel prensipleri ihtiva edecek şekilde gelmiştir. Evrensel karakter taşıyan
bu genel çerçeveli prensipler, şekilleri farklı fakat gayeleri aynı başka hükümler
çıkarmaya uygun hikmetler ve maslahatları içermektedir. Bu genel esaslar, zaman
ve mekâna bağlı olmaksızın hukuka konu olan ilişkileri düzenleme hususunda
yeterli bir temel teşkil edebilmek için, çok çeşitlilik arzeden fiil ve olayların ortak ve
sabit karakterlerini bünyesinde taşımaktadır. Bu da fıkhın olaylara daha iyi
intibakını, esnekliğini ve dinamizmini sağlamaktadır. Bu sebeple, her türlü
problemin çözümü için bu esaslarda bir temel bulunabilmektedir. Bu
özelliklerinden dolayı İslam, temel esasları ve getirdiği genel prensipleriyle sıkıntı
ve zorluk olmaksızın çeşitli durumlara kolaylıkla tatbik edilebildiği gibi çeşitli
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Günümüz Fıkıh Problemleri Ortaya Çıkış Sebepleri ve Çözüm Yolları
asırlarda yaşamış toplumların ve farklı milletlerin durumlarını değiştirebilmiş, hayat
tarzlarını kolaylıkla kendi hükümleri çerçevesinde inşa edebilmiş ve kendisinin bir
parçası hâline getirebilmiştir.
Kur’an ve sünnet’in getirmiş olduğu bu temel ilkelerin zengin muhtevası
sebebiyle Allah Teala Kur’an-ı Kerîm’de (Mâide, 5 / 101; ayrıca bk. Bakara, 2/66-71)
ve Hz. Peygamber de hadislerinde (Buhârî, “İ‘tisâm”, 3; Müslim, “Fezâil”, 130, 132,
133; Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 6) insanların görüş alanını daraltıp onları darlığa
düşüreceği için fıkıh düşüncesini dondurucu nitelikte soru sorulmasını, diğer bir
söyleyişle teferruata ait her meseleye teşri kaynağından cevap aramayı
yasaklamışlar; ortaya çıkacak meselelerin çözümünü, kendilerinin yeterli gördüğü
bu temel esaslara havale etmiş ve bilinçli boşluklar bırakmışlardır. Bununla bir çok
şey zaman ve mekânın icabına terk edilmiş ve çeşitli uluslara, topluluklara yeni ve
değişen şartlara ayak uydurabilecekleri geniş bir hareket alanı bırakılmıştır. Bunun
yanı sıra, Hz. Peygamber özel konuları ve cüz'i meseleleri ilgilendiren bir çok
soruya, cevabın içinde bulunduğu temel prensip ifade eden hadisleriyle cevap
vermiştir. Bundan dolayı, O’nun bir özelliği de cevâmi‘u’l-kelim (az söz ile çok geniş
ve derin manalar ifade edebilme) olmasıdır. Mesela bir kadınla evlenmek niyetiyle
hicret eden şahsın konumunun sorulması üzerine Hz. Peygamber “Amellerin değer
ölçüsü niyetlerdir. Herkesin eline geçecek olan da niyet ettiğidir.” şeklinde genel bir
kaide koyduktan sonra bu çerçevede o özel soruyu cevaplandırmıştır (Buhârî,
“Bed’ü’l-vahy”, 1 “İmân”, 41, “Nikâh”, 5; Müslim, “İmâre”, 155; Ebû Dâvûd,
“Talâk”, 11). “Bir işten maksat ne ise hüküm ona göredir.” şeklinde bir küllî kaide
olarak Mecelle’de ifadesini bulan (md.2) bu esası İslâm alimleri kapsamlı bir hukuk
prensibi olarak işletmişler, hukukun bir çok alanında zengin hükümlere
ulaşmışlardır.
Sınırsız olayların, sınırlı nasslarla (Şehristânî, II, 37-38) çözümlenebilmesinin
sırrı bu ilkelerdedir. Örnek kabilinden günlük hayatın neredeyse her anını kaplayan
akitlerle ilgili şu esasları zikredebiliriz:

Akitler karşılıklı rızaya dayanır (Nisâ’, 4/29).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Günümüz Fıkıh Problemleri Ortaya Çıkış Sebepleri ve Çözüm Yolları

Akit güvenliği açısından akitler bağlayıcıdır (Mâide, 5/1). Başka bir
ilkeye bağlı istisnaları vardır.

Hukuka aykırılık taşımayan şartlar bağlayıcıdır (Buhârî, “İcâre”, 14;
Ebû Dâvûd, “Akdiye”, 12; Tirmizî, “Ahkâm”, 17).

Tarafların akit esnasında konuşmadığı ayrıntılarda örf geçerlidir
(Mecelle, md. 36-37, 43-45).

Akitlerin kuruluş ve ifasında hüsniniyet ilkeleri geçerlidir. Akdi
yapanların başvurduğu her türlü hile, aldatma, yanıltma, karşı tarafın
gafletinden yararlanma gibi eylemler karşı tarafa muhayyerlik hakkı
verir (Buhârî, “Büyû‘”, 48).
Bu hususu hukukun diğer alanlarında da görmek mümkündür.
İkinci Dinamik İçtihat Zorunluluğu
Fıkhın iki temel kaynağının ortaya koyduğu genel prensiplerin yaşanan
hayat açısından bir değer taşıması onların işletilmesine bağlıdır. Bu ilkeleri,
insanların bütün ihtiyaçlarını karşılayabilecek durumda olan, anahtarı insanlara
verilmiş, yeri ve yolları gösterilmiş büyük bir hazineye benzetmek mümkündür.
Hazine değerinden hiçbir şey kaybetmemekle beraber insan açısından bir anlam
taşıması, yoluna düşüp anahtarıyla kapısından içeriye girip almaya bağlıdır. İşte bu
hazine nassların temel prensipleri, anahtarı da içtihattır. İçtihat, benimsenen metot
doğrultusunda karşılaşılan meselenin Kur’an ve sünnet’teki temel ilkelerle
bağlantısını kurarak şer‘î hükme ulaşma çabasından ibarettir. Kitap ve sünnette
yeni bir olayın açık hükmü bulunamayınca, genel prensipler ve dinin ruhundan
hareket ederek varılan hüküm re’y olarak isimlendirilmektedir. Re’y sübjektif bir
yargı değil, metodik bilgiye dayalı olarak nassı anlama çabasıdır.
Sınırsız olayların şer‘î hükümlerinin temel ilkelerden çıkarılmasını sağlayan
dinamik güç içtihattır. Bundan dolayı içtihat dinî bir görev ve hayati bir zarurettir.
Çünkü, her olaya dinin koyduğu bir hüküm mevcuttur ve çoğu zaman bu hükümler
de açık değildir. Bu da, içtihadın zorunluluğunu ortaya koymaktadır. İçtihat yapmak
yerine göre “farz-ı ayn” yerine göre de “farz-ı kifâye”dir. Bu sebeple İslam
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Günümüz Fıkıh Problemleri Ortaya Çıkış Sebepleri ve Çözüm Yolları
hukukunun dinamizminin pratik hayata yansımasının sırrı onun içtihada verdiği
önemde saklıdır. Hatta Kur’an-ı Kerîm’in savaş hâlindeki bir topluluk içinden, bir
grubun savaşa katılmayarak dinin inceliklerini anlamak (tefakkuh) için ilimle meşgul
olmalarını emretmesi (Tevbe, 9/122) Allah yolunda savaşma ile dini anlamak üzere
ilim yapmayı eşit tutması, Hz. Peygamberin de içtihat melekesini elde etmiş
âlimlerin (müçtehit) görüşünde hataya düşmesi hâlinde bile bir ecir kazanacaklarını
bildirmesi (Buhârî, “İ‘tisâm”, 20, 21; Müslim, “Akdiye”, 15; Ebû Dâvûd, “Akdiye”, 2)
onun önemini ortaya koymaktadır. Bu, İslam dininin hayata intibakının bu yolla
sağlanacağının ve fıkhın dinamizminin içtihat yoluyla ortaya çıkacağının bir
ifadesidir.
Hz. Peygamber’in, halkına dini hükümleri öğretmek ve yargı görevini ifa
etmek üzere Yemen’e gönderirken Muaz b. Cebel’e sorduğu soruya onun Kur’an ve
sünnette açık bir hüküm bulamadığı olaylarda içtihatla sonuca varacağını söylemesi
üzerine Hz. Peygamber’in Allah’a hamdetmesi de (Ebû Dâvûd, “Akdiye”, 11;
Tirmizî, “Ahkâm”, 3) içtihadın işlevi sebebiyle ona verilen değerin bir ifadesidir.
Dini nassların yeni problemlere cevap vermesini sağlamada, değişen
zamanın ve farklılaşan coğrafyanın ihtiyaçlarına uygun çözüm üretmede, böylece
fıkhın gelişmesinde içtihat güçlü bir faktör olmuştur.
Yeni olaylara içtihat yoluyla yeni çözümlerin üretilememesi, fıkhın olayları
takip edeceği yerde hadiselerin fıkha uydurulmaya çalışılması fıkhın hayatın
önünde engel oluşturması anlamına gelir ki bu, kabul edilebilir bir şey değildir.
İçtihadın bu hayati fonksiyonu sebebiyle hicri IV. asırdan sonra içtihat
kapısının kapandığı iddiasının tutarlı tarafı yoktur. Tarihi olarak da bu mümkün
gözükmemektedir. Hicrî IV. yüzyıldan itibaren sonraki dönemlere doğru kronolojik
olarak ilgili literatürü inceledikten sonra Wael b. Hallaq bu iddiayı dört açıdan
reddetmektedir:

Hemen hemen her dönemde içtihat yapabilecek bilgi birikimine
sahip âlimler mevcut olmuştur.

Fıkıh ekollerinin oluşumundan sonra furûu fıkhı (positive law)
geliştirmek için içtihat kullanılmıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Günümüz Fıkıh Problemleri Ortaya Çıkış Sebepleri ve Çözüm Yolları

Hicrî 500 yılına kadar “içtihat kapısının kapandığı (fi’nsidâdü bâbi’lictihâd) tabirine ya da içtihadın sona erdiğini ima edecek herhangi
bir ifadeye rastlanmamaktadır.

İçtihat kapısının kapandığı ve müçtehitlerin kalmadığı
noktasındaki tartışma fukahanın, içtihadın sona erdiği
konusunda bir görüş birliğine varmalarını engellemiştir (“Was
the Gate of ijtihad closed”, s. 4).
Bununla birlikte içtihat kapısının kapandığına dair görüş mecazi olarak
kabul edilebilir. O da şudur: Fıkhın müçtehit imamlarla birlikte kurumsal yapıya
kavuşmasından sonra o kadar çok içtihat yapılmıştır ki o günkü hayatın akışı içinde
her bir olayın yakın karakter arzetmesi sebebiyle bunlardan birisiyle çözüme
ulaşılması artık içtihada gerek kalmadı anlamında bir fikrin doğmasına sebebiyet
vermiş olabilir. Yoksa içtihat kapısının kapandığını söylemek geniş anlamda kendisi
bir içtihattır ki çelişkili bir durum ortaya çıkar.
Üçüncü Dinamik Hükümlerde Esneklik (Murûnet)
Bundan maksat bazı hükümlerin zamana, mekâna ve şartlara göre
değişebilmesidir. Bu, İslam’ın evrenselliğinin de bir sonucudur.
Nassların daha sonraki asırlarda ortaya çıkan yeni ihtiyaçlar ve çevre
şartları içerisinde yorumlanması ve bu boşlukların doldurulması faaliyetinde anlayış
ve metod farkından dolayı aynı meselede farklı görüşler ortaya çıkabilmiştir.
Kaynak, temel çerçeve ve öz aynı olduğundan hukuki değer açısından bu görüşler
arasında bir fark yoktur ve her bir görüş fıkhın bir parçasıdır. Bu da İslâm hukukuna
bir zenginlik kazandırmıştır. Değişik kültür ve hayat tarzlarının hakim olduğu coğrafi
bölgelerdeki insanlar bu görüşlerden kendi meselelerine en uygun çözümü tercih
edebilecekleri gibi yeni içtihatlarla içinde bulundukları duruma daha uygun
çözümler de üretebileceklerdir. Said Ramazan’ın ifadesiyle hukûki görüşler
arasındaki bu çeşitlilik şeriatın esnekliğinin açık bir delilidir (İslam Hukuku, 45).
Hükümlerin esnekliğine delalet eden temel özellik zaruret hâli, özür,
ihtiyaç, sıkıntı, ikrah hali, acziyet ve zaaf durumu gibi fertlerin ve toplumun karşı
karşıya kaldığı olağanüstü durumları dikkate alıp güçlüğü kaldıracak, bu
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Günümüz Fıkıh Problemleri Ortaya Çıkış Sebepleri ve Çözüm Yolları
durumlarda kolaylık sağlayacak ve bazı mükellefiyetleri hafifletecek istisnai
kaideler vazetmesi, insanların örf-adetlerini dikkate alması ve maslahata riayet
etmesidir.
Öte yandan İslam dininde hükümlerde zorluğun kaldırılması, kolaylığın esas
alınması ilkesi de fıkıhta esnekliği sağlayan unsurlardan birisidir. Allah’ın kullarına
kolaylık istediğini, zorluk istemediğini (Bakara, 2/185); dinde zorluk kılmadığını
(Hacc, 22/78), insanın yapısını dikkate alarak Allah’ın onun yükünü hafifletmek
istediğini (Nisâ’, 4/28) bildiren ayetler ile Hz. Peygamber’in iki şey arasında
muhayyer bırakıldığında günah olmadıkça kolayını tercih ettiği (Ebû Ya‘lâ, elMüsned, Dımaşk 1404/1984, VII, 345) yönündeki rivayet, Allah’ın sırf insanlara
rahmet olsun diye bazı sorumluluklar yüklemekten vazgeçmesi (Dârekutnî, esSünen, Beyrut 1386/1966, IV, 183, 297) İslam’ın bu özelliğini açıkça gösterir.
Hz. Peygamber’in kendisine çok soru sorulmasını yasaklamasının
sebeplerinden birisi de ümmetin yükünü artırarak onları sıkıntıya sokma
endişesidir (Müslim, “Fezâil”, 130). Bunların yanı sıra bizzat Hz. Peygamber’in
ümmetine “Kolaylaştırın, zorlaştırmayın.” (Buhârî, “İlim”, 11, “Megâzî”, 60;
Müslim, “Cihâd”, 4) şeklinde bir talimatı vardır. “Zorluk kolaylığı getirir.” (Mecelle,
md. 17) ve “Darlık zamanında genişlik gösterilir.” (Mecelle, md. 18) kaideleri de az
önceki nassların kaideleşmiş şeklidir. Hastalık, yolculuk, ikrah, hata, unutma, uyku
hâli gibi durumlarda bir takım ruhsatların bulunması bu esasa dayanmaktadır.
Bunun yanı sıra insan takatini zorlayan hükümlerin dinde yer almayışı da kolaylık
ilkesinin gözetilmesinin bir sonucudur.
“Dinin yasak ettiği bir şeyi yapmaya veya yemeye zorlayan, iten durum”
anlamına gelen zaruret hâli (Ali Haydar, I, 76, 79) kolaylık ilkesinin özel bir
uygulamasıdır. Kur’an-ı Kerîm bu durumlarda zaruret hâlini savacak ölçüde
haramların çiğnenmesine izin vermiştir (Bakara, 2/173; Maide, 5/3; En‘âm, 6/119,
145; Nahl, 16/115). “Zaruretler yasakları mübah kılar.” (Mecelle, md. 21) şeklinde
külli kaideyle ifade edilen bu hükmün, “Zaruretler kendi miktarınca takdir olunur”
(Mecelle, md. 22) kaidesiyle de sınırları çizilmiştir. Buna göre zaruret hâlinde
haramdan yararlanma sadece mecbur kalınan durumu giderecek miktarla sınırlıdır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Günümüz Fıkıh Problemleri Ortaya Çıkış Sebepleri ve Çözüm Yolları
Bu durumu aşmak caiz değildir. Söz gelimi açlık sebebiyle ölüm tehlikesi geçiren
birisi bulduğu domuz etinden sadece ölmeyecek miktarda yiyebilir.
Bir özür için caiz hâle gelen şeydeki serbestlik o özrün ortadan kalkmasıyla
son bulur (Mecelle, md. 23).
İslam’ın geldiği ilk yıllarda bireysel ya da toplumsal bünyenin bağımlılığı
sebebiyle bir anda kaldırma imkânı bulunmayan mefsedetlerden kurtulmanın
zamana yayılarak belli bir tedrîc sürecinden sonra hâlledilmesi de hükümlerde
esnekliğin bir başka göstergesidir. Bünyenin bir anda kopmaya izin vermediği
alışkanlıkların radikal bir kararla bir anda yasaklanması, bütün dengeleri alt üst
ederek ya beklenen neticeyi vermeyecek ya da bünyenin çöküşüne sebep olacaktı.
Bu ise, istenen bir durum değildi. Dolayısıyla kemal noktasına ulaşma yolunda
tedric siyaseti izlenmiştir. Bireysel anlamda içkinin (sırasıyla: Nahl, 16/67; Bakara,
2/219; Nisâ’, 4/43; Maide, 5/90-91), toplumsal anlamda faizin dört aşamada
(sırasıyla: Rûm, 30/39; Nisâ’, 4/160-161; Âl-I İmrân, 3/130; Bakara, 2/278-279) belli
bir eğitim sürecinden sonra yasaklanması bunun örneğidir. Günümüzde de aynı
yöntem geçerlidir. Nitekim uyuşturucu bağımlılarına da benzer bir tedavi
uygulanmaktadır.
Uyuşturucu
bağımlısına
bünye
ondan
kopamadığı
için
uyuşturucu tedrici olarak azaltılarak bizzat hekim tararfından verilmekte ve bünye
onsuz yaşayabilecek hâle geldiğinde de kesilmektedir.
Hükümlerin Değişmesi
Hükümlerin değişebilirliğini ve değişmenin sınırlarını belirleyen iki külli
kaide mevcuttur. Mecelle’de yer alan 39. maddede ifade edildiği üzere zamanın
değişmesiyle hükümlerin de değişmesi inkâr götürmez bir gerçekliktir (Ezmânın
tegayyuruyla ahkkamın tegayyuru inkâr olunamaz). Ancak her hüküm değişebilir
nitelikte değildir. Belli bir illete ve örfe bağlı olarak gelmiş olan hükümler, o illet
veya örfün değişmesiyle değişirler. İllet, hükmün kendisine dayandığı açık, standart
(değişkenlik göstermeyen) vasıf demektir. Mesela içkinin yasak kılınmasının illeti,
sarhoş edicilik (iskâr) vasfına sahip olmasıdır. İçkinin bu özelliğinin kaybolması
mesela sirkeye dönüşmesi hâlinde haram hükmü değişir ve yeni sıvı bu hâliyle helal
hâle gelir. Örf ise insanların çoğunluğunun benimseyip alışkanlık hâline getirdikleri
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Günümüz Fıkıh Problemleri Ortaya Çıkış Sebepleri ve Çözüm Yolları
eylemler veya belli bir anlam yükledikleri sözlerdir. “Taze et yiyesiniz diye denizi
emrinize veren o Allah’tır.” (Nahl, 16/14) ayetinde deniz ürünleri mesela balık “et”
olarak isimlendirilmiştir. Eğer belli bir yörenin örfünde beyaz et ve balık kendi
isimleriyle anılır hâle gelmiş ve et ifadesi sadece kırmızı ete tahsis edilmişse balık ya
da tavuk yemekle yemin bozulmuş olmaz ve Kur’ân’da balığa et denildiğinden
hareketle yeminin bozulduğuna hükmedilmez. Böyle bir ayrımın olmadığı yerde ise
yemin bozulmuş olur. Burada hükmün farklı olmasının sebebi örftür. Diğer bir
örnek olarak şunu zikredebiliriz: Satın alınan bir beyaz eşyayı eve kimin teslim
edeceği alıcı ile satıcı arasında akit esnasında karara bağlanmamışsa bunun kimin
sorumluluğunda olduğunu belirleyen örftür. Bu, bir şehirde alıcıya diğer bir şehirde
satıcıya ait olabilir ya da aynı şehirdeki bir uygulama bir müddet sonra başka bir
hükme dönüşebilir. İki şehirdeki ya da farklı zamanlardaki hüküm farkının sebebi
örftür. Mecelle’nin “Adet muhakkemdir / Örfün hakemliği esastır.” (md. 36);
“Örfen şart kılınan şey konuşularak şart kılınmış gibidir; ya da ya da örfle belirlilik
kazanan şey konuşularak belirlenmiş gibidir.” (md.43, 45) maddeleri bu hususta
belirleyici kuralları ifade eder.
Fıkıh kitaplarında benzer meselelerde farklı hükümlerin yer almasının
sebebi daha çok yörelerin örfünden ya da zaman içinde örfün değişmesinden
kaynaklanmaktadır.
Hükümlerde değişmeye kapalı olan kısmı da Mecelle 14. maddesinde
belirlemiştir. Buna göre nassın açıkça belirlemiş olduğu konular içtihada kapalı
olduğundan değişiklik söz konusu olmaz (Mevrid-i nassda içtihada mesağ yoktur).
Dolayısıyla hem sübûtu kat‘î/kesin hem de manaya delaleti kesin olan hükümlerde
değişiklik söz konusu değildir. Bunlar ayetlerle belirlenmiş olan ve illeti akılla
kavranamayan (te‘abbüdî) kesin hükümlerdir. Bu sebeple bu tür hükümlerde
aslolan istenilen şeyi eksiksiz, noksansız yerine getirmek ve istenildiği şekilde
yapmaktır. Bu gibi konularda herhangi bir yoruma gitmek ve hükmü esnetmek de
mümkün değildir. İnanç esasları (i‘tikâdât), ibadet hükümleri (ibâdât), haramlar ve
helaller, miktarı belirlenmiş olanlar (mukadderât-ı şer‘iyye) bu alana dâhildir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Günümüz Fıkıh Problemleri Ortaya Çıkış Sebepleri ve Çözüm Yolları
İnanç esasları bütün dinlerin ortak noktasını oluşturan ve dinlerin
gönderilişinin esas amacı olan tevhid akidesi ile ilgilidir ve sırf Allah hakkıdır. Bu
sebeple değişmezler.
İbadetler de kulun Allah’a karşı bağlılığını gösteren ve sırf O’nun emri
olarak yerine getirilen sözlü ya da fiili eylemlerdir. İbadetlerin miktar ve şekilleri
bizzat Allah tarafından belirlenmiş, ümmetine de peygamberi tarafından
öğretilmiştir. Gösterilen miktar ve şekil dışında insana tasarruf yetkisi
verilmemiştir. Dolayısıyla ibadetlerin özü ile ilgili bir değişiklik ya da ilave bid‘at
(uydurulmuş yenilik) ve dalâlet (sapıklık) kabul edilerek reddedilmiştir (Müslim,
“Cumu‘a”, 43; Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 6; İbn Mâce, “Mukaddime”, 7).
Miktarı bizzat Allah ve Resulü tarafından belirlenen hükümler tartışma ve
değişmeye kapalıdır. Bunlara fıkıh dilinde mukadderât-ı şer‘iyye denir. Hadd
cezalarındaki miktarlar, miras hükümleri, kocasından ayrılan kadına ait bekleme
süreleri (iddet), namaz rekatları, ramazan orucu, zekâtta nisap ve yükümlülük
miktarları, kefaretler, evlenme ve boşanmayı sınırlayan sayılar, îlâ’ müddeti gibi
sürelerin illeti anlaşılamadığından değişim sahasının dışında yer alırlar.
Helal ve haram kılma konusunda tek yetkili Allah Te‘âlâ’dır. İlke olarak
O’nun helal kıldığı bir şey haram; haram kıldığı da, helal kılınamaz. Bu yüzden
Kur‘ân-ı Kerîm, helal-haram kılma konusunda kendilerini yetkili gören din
adamlarını “rab” edinen önceki ümmetleri tenkit eder (Tevbe, 9/31).
Bu alanda oruç gibi bizzat kendileri esas amaç olan (makâsıd) veya ezan
gibi sembol (şi‘âr) değeri taşıyan hükümlerde değişme söz konusu olmasa da vasıta
(vesâil) kabilinden öngörülen hükümlerde değişme olabilir. Çünkü bu hükümler
bizzat kendileri maksat değildir, amacın gerçekleşmesinde aracı konumundadırlar.
Mesela ramazan hilalinin başlangıç ve bitişinin tespitini hilalin çıplak gözle
görülmesine (rü’yet) bağlayan hadis (Buhârî, “Savm”, 11; Müslim, “Sıyâm”, 4, 18,
19, 20; Tirmizî, “Savm”, 25) bu açıdan ele alınmalıdır. Bizzat hilalin tespiti ibadet
değil, ibadetin vasıtasıdır. Hz. Peygamber döneminde de hilalin tespitinde bir başka
yol da mümkün değildi. Nitekim Hz. Peygamber bunu bir hadisinde açıklamaktadır:
“Biz okuması yazması olmayan bir toplumuz. Hesap yapmayı da bilmeyiz. Ay şöyle
şöyledir. Yani bir kere yirmi dokuz, bir kere otuz” (Buhârî, “Savm”, 13; Müslim,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Günümüz Fıkıh Problemleri Ortaya Çıkış Sebepleri ve Çözüm Yolları
“Sıyâm”, 15; Ebû Dâvûd, “Savm”, 4); “Hilali görmedikçe oruç tutmayız ve onu
görmedikçe oruca son vermeyiz. Hava bulutlu olursa siz onu takdir ediniz.”
(Muvatta’, “Sıyâm”, 1). Allah’ın Kur’ân-ı Kerîm’de her şeyi bir ölçüye göre
yarattığını ay ve güneşin belli bir sistem (hesap) dahilinde hareket ettiklerini
(Rahman, 55/5) bildirmiş olması evrendeki mükemmel nizamda bir düzensizlik ve
sapmanın söz-konusu olmayacağının (Mülk, 67/3-4) açıklanmış olması da hilalin
tespitinde hesabın esas alınabileceğini göstermektedir. Kaldı ki bugün bu durum,
ay ve güneş tutulmalarının tarih, saat ve bölgesinin önceden haber verilmesinde
pratik olarak da gösterilmiştir.
Buna göre Ramazan hilalinin çıplak gözle görülmesi teabbüdî bir emir
değildir. Hz. Peygamberin bu yöndeki ifadeleri o günün şartlarında Ramazan
hilalinin hesapla tespit edilemeyeceği gerçeğinden hareketle öngörülen pratik bir
çözümden ibarettir. Nitekim bunun illetinin hesap bilmeme olduğu hadisten açıkça
anlaşılmaktadır. O halde illet veya vasıta değiştikçe illete bağlı hükümlerde de
değişiklik sözkonusu olacaktır. Burada önemli olan vaktin tayinidir. Rü’yet de,
hesap da vaktin belirlenmesi için birer vasıtadır.
Ezan da vakit bildiren bir vasıtadır. Ancak sembol karakterinden dolayı aynı
zamanda makasıd özelliği de taşımakta olduğundan değiştirilemez özelliğe sahiptir.
Günümüz fıkıh problemlerine sebep olan meselelerden birisi de vesailmakasıd ayırımındaki zihniyet farkıdır.
Te‘abbüdî hükümler toplumun gelişme ve değişmesine mani olmayan ve
değişmesine de ihtiyaç duyulmayan, özünde bulunan hikmetlerin kıyamete kadar
geçerlilik arz ettiği, insanlar açısından kendilerindeki maslahatın sabit olduğu
esaslardan oluşur. Bunlarda değişikliğe gidilmesi, toplum düzeninin ahengini bozar.
Ta‘lîl edilebilir nitelikteki hükümlere de te‘abbüdîlik özelliğinin yüklenmesi hayatın
önünde önemli bir engel oluşturur. Bu gün hala fıtır sadakasının ifasında malın
değeri üzerinden değil bizzat aslının mesela buğdayın verilmesinin te‘abbüdî bir
hüküm olduğunu savunan Hanefiler dışındaki üç mezhebin görüşü böyle bir
probleme sebep olmaktadır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Günümüz Fıkıh Problemleri Ortaya Çıkış Sebepleri ve Çözüm Yolları
Özellikle mu‘âmelât alanına giren hükümler ta‘lîl edilebilir niteliğe
sahiptirler ve ilke olarak içtihada açıktırlar.
Hükümlerde ta‘lîl edilebilirlik esas, te‘abbüdîlik istisnadır.
Güncel Fıkıh Problemleri ve Nevâzil Kavramı
Nevâzil, Arapça bir kelime olup nâzile’nin çoğuludur. Sözlükte “Sonradan
meydana gelen, insanlar için zorluk veya sıkıntı doğuran durum, insanın başını
derde sokan olay” anlamında kullanılır. Klasik fıkıh eserlerinde daha çok mezhep
imamları döneminden sonra ortaya çıkmış meseleleri; modern dönemde ise yeni
fıkhî problemleri ifade eder. Zaman zaman fetâvâ ile eş anlamlı olarak kullanılırsa
da az önceki anlamıyla nevâzil ondan daha dar kapsama sahiptir. Zira fetva, genel
anlamda herhangi bir fıkhi meselenin hükmünün açıklanması anlamına gelir.
Klasik literatürde nevâzil yerine vâkı‘ât ve havâdis, günümüzde de kadıyye
(çoğulu kadâyâ) kavramları da kullanılmaktadır.
Mâlikî fıkıh çevrelerinde bu kavrama yüklenen anlam ise tamamen
farklıdır. Buna göre nevazil, bu mezhebe mensup kadıların yargı görevi sırasında
karşılaştıkları bazı olayları ve Mâlikî mezhebinin hakim olduğu bölgelerdeki
amelleri de kapsayan bir muhtevaya sahiptir. Bu tür eserler hukuk tarihi açısından
ve sosyolojik doneler taşıması itibariyle son derece önemlidir.
Klasik Hanefi ve Maliki literatüründe nevazil alanına giren önemli eserler
kaleme alınmıştır. Bu eserler döneminin sosyolojik şartlarına ışık tutan özelliğe
sahip olduğundan hukuk tarihi açısından oldukça değerlidir. Bunlar arasında Hanefî
ulemasından Ebü’l-Leys es-Semerkandî’nin En-Nevâzil’i; Mergînânî’nin Et-Tecnîs
ve’l-Mezîd’i; Nâtıfî’nin El-Vâkı‘ât’ı; Keşşî’nin Mecma‘u’n-Nevâzil ve’l-Vâkı‘ât ve’lHavâdis’i bu türün klasik örnekleri arasında önemli bir yere sahiptir. Mâlikî
literatürü açısından da İbn Ebî Zemenîn’in El-Müntehab fi’l-Ahkâm’ı; Îsâ b. Sehl’in
El-İ‘lâm bi-Nevâzili’l-Ahkâm’ı; İbn Âsım’ın Tuhfetü’l-Ahkâm’ı; Venşerîsî’nin ElMi‘yâru’l-Mu‘rib’i zikre değer eserlerdendir.
Günümüz fıkıh problemlerini konu alan fıkhu’n-nevâzil başlığını taşıyan
eserler de neşredilmiştir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Günümüz Fıkıh Problemleri Ortaya Çıkış Sebepleri ve Çözüm Yolları
Günümüz Fıkıh Problemlerini Ortaya Çıkaran Sebepler
Kur’an-ı Kerîm, evrende mükemmel denge ve düzenin bulunduğuna işaret
ederek insanlardan bu bilinçli tasarımı araştırmalarını talep eder. Çünkü evrendeki
düzenin incelenmesi, sebep-sonuç ilişkilerinin tespit edilmesi, bu yöndeki İlahî
kanunların keşfedilmesi Allah’a götürecek yollardan birisi kabul edilir (mesela bk.
Mülk, 67/3-5). Klasik literatürde bu mükemmel nizama kevnî ayetler denir. Esasen
insana, bu gerçekleri görebilecek idrak kabiliyetleri (basâir) de verilmiştir (En‘âm,
6/104). Öte yandan insanın gizli olanı bulmaya dönük merakı da bu alanda bilimsel
faaliyetlerin itici gücünü oluşturmuş ve evrendeki sebep-sonuç ilişkilerinden bir
kısmı yani kevnî ayetlerden bazısı keşfedilerek maddeye uygulanmış ve modern
teknoloji de buradan doğmuştur.
Teknolojik imkânlarla birlikte bambaşka bir güç ortaya çıkmıştır. İnsan ve
hayvan gücünün yerine makine gücünün devreye girmesi olayların boyutlarını
baştan sona değiştirdiği gibi yeni problemlere de zemin hazırlamıştır. Özellikle
modern iletişim ve ulaşım araçları hem insanı çok hareketli ve dinamik bir sürecin
içine itmiş hem de farklı kültürleri buluşturarak etkileşimi artırmıştır. Bunun
yanında ülkelerin sahip oldukları farklı kaynaklar değişik toplumları neredeyse
birbirine bağımlı hâle getirmiş ve ikili ilişkilere yeni boyutlar kazandırmıştır.
Elde edilen teknolojinin tabii sonucu olarak insan, hayatını kolaylaştıran
kanunlar yarattığı, bunları çözebilecek akli güç ve yetenek verdiği için Allah’a
şükredeceği yerde teknolojiyi nimet olmaktan çıkarıp zaman zaman eziyet hâline
dönüştürmüş, zulüm ve haksızlığa vasıta kılmıştır. Ömer b. Abdülazîz’in “İnsanların
ortaya çıkardıkları kötülükler oranında hükümler meydana gelir.” sözünde de
görüldüğü üzere bu yeni problemlere dair çözümler üretmek zaruri hâle
gelmektedir. Hatta teknolojik imkânlar ahlaki ölçüler doğrultusunda insanlığın
iyiliğine ve faydasına kullanılsa da yine de caiz olup olmadığı araştırılmaktadır.
Modern savaş aletleri, elektronik bankacılık ve ticaret, yeni akit tipleri,
modern finans ve borsa, paradaki değişim, yeni şirket türleri, çok katlı yapılardaki
mülkiyet sorunları, tıbbi gelişmeler, gıda alanındaki yenilikler, hayvan kesimiyle
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
Günümüz Fıkıh Problemleri Ortaya Çıkış Sebepleri ve Çözüm Yolları
ilgili yeni teknikler, genetik bilimindeki gelişmeler, çevre sorunları, göç dalgası,
modern eğlence ve spor kültürü, farklı din ve kültürlere mensup ülkelerde ikamet
eden ve oralarda azınlık olarak yaşayan (mesela Müslüman ülkelerde
gayrımüslimler,
gayrımüslim
ülkelere
yerleşen
Müslümanlar)
diğer
din
mensuplarının karşılaştıkları güçlükler, iş hayatındaki yapısal değişiklikler ve işçiişveren münasebetlerindeki farklılaşma, kadının toplumsal hayatta ve iş yaşamında
artan rolü, siyasal sistemler ve kurumlarla ilgili gelişmeler, özgürlüğün değişen
muhtevası bunlar arasında sayılabilir. Bunların her birisinin içinde çok farklı ve
önemli dini meseleler vardır ve bu kitapta bunların bir kısmı görüleceği için
detayına girmeye gerek görülmemiştir.
Günümüz fıkıh problemini oluşturan sebeplerden birisi de farklı kültürlerin
kendi sorunlarına ürettikleri çözümlerin arka planı ve onu ortaya çıkaran sebepler
dikkate alınmadan diğer bir topluma olduğu gibi taşınması dolayısıyla o sorunların
da beraberinde gelmesidir. Bu durum doku uyuşmazlığı sebebiyle o toplum için
yeni problemlere sebep olmaktadır. Mesela bugünün yükselen değerleri arasında
yer alan ve neredeyse her türlü siyasi, felsefi ve hukuki tartışmanın merkezine
yerleştirilen insan hakları sınıfsal çatışmaların yoğun olarak yaşandığı ve din ile
sorunlu Batılı zihnin ürettiği bir kavramdır. Bir insan olarak Müslümanın bu haklara
bütünüyle karşı olması elbette düşünülemez. Ancak bu konuda hem Müslüman
zihniyeti değişik hem de tarihi tecrübe ve toplumsal yapı Batınınkinden farklıdır.
BM İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 2/1. maddesi ile Avrupa İnsan
Hakları ve Ana Hürriyetleri Korumaya Dair Sözleşmenin 14. maddesinde açıkça
belirtildiği üzere insan hakları denildiğinde coğrafi sınırlar dikkate alınmaksızın
içinde yaşadığı toplum ve mekândan bağımsız bir varlık olarak insanın dini, ırkı, dili,
cinsiyeti, milliyeti, sosyal statüsü, siyasi ve diğer kanaatleri ve rengine bakılmaksızın
sırf insana insan olduğu için tanınan haklar anlaşılır.
Tanımda da görüldüğü üzere sırf insana insan olduğu için verilen bu haklar
dinden bağımsız olmayı da gerektirmektedir. Çünkü Tanrı adına hareket eden din
adamları sınıfının bulunduğu bir Batılı Hıristiyan için bu çok önemli bir kazanımdır.
Ancak bir Müslümanın dinden bağımsızlığı hak olarak görmesi düşünülemez.
Mesela
bu
haklar
çerçevesinde
farklı
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
din
mensuplarının
birbirleriyle
22
Günümüz Fıkıh Problemleri Ortaya Çıkış Sebepleri ve Çözüm Yolları
evlenebilmeleri mümkündür. Oysa bir Müslüman açısından bu mutlak bir hak
değildir ve bazı yasaklar mevcuttur. Bu sebeple Müslüman ülkelerden bir çoğu
Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin kabulünde bir takım
çekinceler koymuşlardır. Hatta Suudi Arabistan İnsan Haklarıyla İslam’ın
hükümlerinin çatıştığı noktalarda İslam Hukukunun hükümlerinin esas alınacağı
yönünde genel bir çekince koymuştur.
Burada bir başka temel sıkıntı, modern dünyanın yaşadığı problemlerin
oldukça karmaşık bir yapı kazanması sebebiyle tanınmasının doğurduğu güçlüktür.
Olaylardaki bu kompleks yapı, İslam’ın temel ilkeleriyle onun bağlantısının sağlıklı
şekilde kurularak isabetli çözümün sunulmasını zorlaştıran bir özellik arz
etmektedir. Çünkü sağlıklı ve isabetli hüküm, problemi farklı boyutlarıyla tanımak,
hangi delil ile ilgili olduğunu tespit etmek ve olayla delil arasındaki bağı sağlıklı bir
şekilde kurmakla mümkün olabilir. Bunlardan birinde ortaya çıkacak zaaf, çözümü
zorlaştırır. Bu durum günümüzde alanlara göre ihtisaslaşmayı ve din bilginleriyle o
sahanın uzmanları arasında kolektif çalışmayı zaruri kılmaktadır.
Teknolojinin uygulandığı alanların bir kısmının canlı sağlığı ve çevre
üzerindeki etkileri ise belli bir süreçten sonra anlaşılabilecektir. Dolayısıyla bazı
meselelere fıkhi çözüm bulmak da zaman alacaktır.
Günümüz Fıkıh Problemlerinin Çözümünde Temel Yaklaşımlar
Tarihi süreç içerisinde ortaya çıkan problemlerin çözümünü mezhepler
üstlenmiş ve problemin yaşandığı bölgedeki hakim mezhebin benimsediği yöntem
doğrultusunda o mezhebe mensup alimlerce meseleler hâlledilmiştir. Bu sebeple
teşekkül döneminden itibaren mezhepler bir yandan günlük hayatta dinin hayatla
bağlantısının kurulması ve yeni meselelerin çözümlenmesi konusunda çok önemli
görevler ifa ederlerken diğer yandan devletin resmi kanununu da oluşturmuşlardır.
Mesela Osmanlılar döneminde Hanefi mezhebinin böyle bir işlevi bulunmaktadır.
Sanayi devrimi öncesi problemlerin tarım toplumuna özgü karakter
taşıması ve belli ölçüde benzer özelliklere sahip oluşu çözümü kolaylaştırmış hatta
tahrîc ve tercîh gibi mezhep içi yöntemlerle meseleler çözüme kavuşturulabilmiştir.
Özellikle talebeye fıkıh melekesi kazandırabilme amacıyla uç örneklere varıncaya
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
Günümüz Fıkıh Problemleri Ortaya Çıkış Sebepleri ve Çözüm Yolları
kadar hiç olmamış farazi meseleler üzerindeki tartışmaların çoğalttığı içtihatlar bazı
insanların zihninde “Artık her konuda içtihat yapıldı bu açıdan içtihada gerek
kalmadı.” anlamında mecâzî olarak içtihat kapısının kapandığı gibi bir intibaya bile
sebep olmuştur.
Günümüzde
özellikle
sanayi
devrimi
sonrası
yaşanan
teknolojik
gelişmelerin olayların boyutlarını değiştirmesi ya da tarihte benzeri yaşanmamış
yeni problemleri ortaya çıkarması, küreselleşme sonucu meydana gelen kültürel
etkileşim tarihi süreçte oluşan fıkıh mirasımız içinde mevcut bulunan içtihadi
hükümlerin bu olaylara uyarlanmasını imkânsız kılmış ve yeni arayışlara itmiştir. Bu
çerçevede bazı yaklaşımlar ortaya çıkmıştır. Bunlar şu şekilde özetlenebilir.
Geçmiş İçtihatları Kutsayan Muhafazakâr Yaklaşım
Geçmiş ulemadan nakledilegelen fıkhî mirasın mevcut sorunları çözmede
de yeterli olduğunu düşünen ve bunlarla yetinmek gerektiğini, yeni içtihatlara
gerek bulunmadığını savunan yaklaşımdır. Daha çok taklit taraftarlarının dile
getirdiği böyle bir düşünce, te‘abbüdî konularda büyük ölçüde kabul edilebilir
gözükse de ta‘lîlî meselelerde savunulabilir bir tarafı yoktur. Mesela günümüzün
kimi araştırmacılarının konuyla ilgisiz hadislere ve geçmiş fukahanın bazı
içtihatlarına dayanarak organ naklinin ve otopsinin caiz olmadığı yönündeki
görüşü, sigorta kurumu ile müvâlât akdi arasında bağlantı kurmaları, nükleer,
kimyasal ve biyolojik silah üretimi ve kullanımı konusunda geçmişteki basit ve yalın
meselelere verilmiş içtihadi hükümlerden yola çıkarak çözümlenmeye çalışmaları
örnek olarak zikredilebilir.
Gelişen ve değişen hayatı geçmişin şartlarına uydurma anlamına gelen bu
zihniyetin dinamik bir süreci yönetmesi mümkün değildir. Bu yüzden bu yaklaşım
ilim çevrelerinde çok fazla rağbet görmemiştir.
Tarihselci-Modernist Yaklaşım
Özellikle Kur’an ahkâmını sosyolojik ve antropolojik açıdan okumaya tabi
tutarak Kur’ân hükümlerinin geldiği dönemin toplumsal şartları içinde oluştuğunu
savunan ve te‘abbüdîlik özelliği de taşıyan bir çok hükmü ta‘lîl edilebilir sınıfına
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
Günümüz Fıkıh Problemleri Ortaya Çıkış Sebepleri ve Çözüm Yolları
sokarak içtihadın dolayısıyla değişmenin sahasını oldukça geniş tutan bir
yaklaşımdır.
Bu anlayışın oluşmasında üç hususun etkili olduğu gözlenmektedir:
Birincisi tarihsel olduğu iddia edilen bazı hükümlerin, muhatap alınan tarihi
şahsiyetlerle ve topluluklarla sınırlı tutulması.
Kur’an-ı Kerîm’deki hiçbir şahıs ya da topluma, sadece tarihi malumat
amacıyla yer verilmemiştir. Kişiler, model olma özellikleri ya da belli bir davranış
kalıbının tiplemesi olarak anlatılırken, toplumlar da yaşantılarındaki ibretlik
davranış modelleri ve bir takım sosyolojik doneler, veriler taşımaları sebebiyle
anlatılmıştır. Bu özellikleri itibariyle kişi ve kavimler tarihsel olsa da davranış ve
yaşam biçimiyle verilen mesaj evrensel nitelik taşır. Mesela Hz. Peygamber’in
eşlerinin açık bir kötülük işlemelerine iki kat ceza; iyiliklerine ise iki defa ecir
verileceğini bildiren ayet (Ahzâb, 30-31) onların model özelliklerine işaret eder. Bu
yönüyle Hz. Peygamber’in eşleriyle sınırlı değildir. Aynı konumda olan, toplumda
model özellik taşıyan ve davranışları örneklik arzeden ya da bir davayı temsil eden
kişilerin eylemleri de aynı sonuca tabidir.
Bu açıdan tarihi şahsiyet ve kavimlerin tarihselliği tutarsızdır.
İkincisi modernitenin meydan okuması karşısında bazı ahkâmın modern
değerlerle çatışması sonucu baskın kültürün etkisi.
Kur’ân-ı Kerîm en son ilahî kitaptır ve orijinalliğini muhafaza etmektedir.
Allah katından geldiği şekliyle evrensellik ve süreklilik özelliğini de sürdürmektedir.
Bu sebeple onun herhangi bir hükmü kendi sistem bütünlüğü içinde ve uygulanma
şartları açısından ele alındığında sürekliliği söz konusudur ve tutarlı bir zemine
oturmaktadır. Esasen bunda da bir sorun gözükmemektedir.
Batı toplumları, kilise ile problemleri sebebiyle uzun mücadeleden sonra
dinden özgürleşme yönünde önemli sonuçlara ulaşmışlar ve tanrının yerine
insanın, vahyin yerine aklın, mabedin yerine mektebin, dinin yerine bilimin egemen
olduğu bir zihniyetin temsil ettiği hayat tarzını benimsedikleri bugünkü noktaya
gelmişlerdir. Aslında bu süreç, Tanrının insan formuna büründüğü (tanrı adına
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
Günümüz Fıkıh Problemleri Ortaya Çıkış Sebepleri ve Çözüm Yolları
hareket eden din adamları sınıfı) ve kilisenin temsil ettiği Hıristiyanlıktan, insanın
tanrılaşıp dinden özgürleştiği bir görüntünün resmidir. Bu da beşer aklının dine
egemen kılınmasının, fıkıh tabiriyle aklın nassa tahkiminin görüntüsüdür.
Meselenin bir başka yönü de tarihselci yaklaşımın diğer kutsal metinlere
mesela İncillere uygulanmasının tarihi bir zorunluluk olduğudur. Çünkü bu kitaplar
otantik metin olma özelliklerini kaybettiklerinden belli bir tarih diliminin şartlarının
etkisini taşımaktadırlar. Dolayısıyla evrensellik ve süreklilik özelliklerine sahip
değillerdir. Kur’an ise otantik yapısını koruduğu gibi Hz. Peygamber’in hadisleri de
tespit edilmiş ve bu iki kaynağı anlama yönünde tutarlı bir metodoloji
geliştirilmiştir. Bu iki kaynak da özellikleri itibariyle çağlar aşan dinamizme sahiptir.
Sonuç olarak hem İslam’ın kendi bütünlüğü hem de temel kaynaklarının
sağlam ve güvenilir oluşu sebebiyle tarihselci yaklaşıma kapı aralayacak bir
hususun olmadığı açıktır.
Üçüncüsü de Hz. Ömer’in bazı karar ve uygulamalarının bağlamından
koparılarak yorumlanması.
Tarihselci yaklaşımın en fazla cesaret aldığı kişi Hz.Ömer’dir. Onun
Kur’ân’da sabit bir takım hükümleri maslahat gerektirdiği için askıya aldığı veya
farklı bir uygulamaya gittiği tarihselcilerin dayanak noktalarından birisidir. Bunlar
içinde en fazla kullanılan örneklerden birisi onun zekatın verileceği sekiz sınıf insanı
sayan Tevbe suresinin 60. ayetindeki müellefe-i kulûb’a zekatı vermediği yönündeki
iddiadır. Oysa Hz. Ömer’in zekâtı kestiği kişiler müellefe-i kulûb özeliğini kaybetmiş
olan şahıslardı. Hüküm illete dayandığına göre illet değiştiğinde hüküm de değişir.
Dolayısıyla bu uygulamada Kur’an hükmü değişmemiş o kişiler ayetin kapsamı
dışında kalmışlardır. Bu husus zekât alabilen bir fakirin zenginleşmesi sebebiyle
zekât alabilecek konumunu kaybetmesi gibidir. Burada bahse konu olayda
Hz.Ömer etkili gözükse de olay Hz. Ebû Bekir döneminde olmuştur ve onun da
onayı bulunmaktadır.
Hz.Ömer’in diğer uygulama ve kararlarında da fıkıh usulünde öngörülen
ilkelere aykırı bir husus söz konusu değildir. Bu sebeple tarihselci yaklaşıma temel
teşkil edecek bir uygulamadan bahsedilemez.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
26
Günümüz Fıkıh Problemleri Ortaya Çıkış Sebepleri ve Çözüm Yolları
Çağdaş Selefî Yaklaşım
Geleneksel fıkıh birikimine itibar etmeyen ve asli kaynaklar olan Kur’ân ve
Sünnete dönerek saf İslam’ı yaşama iddiasında bulunan uç bir akımdır. En önemli
özelliği birçok uygulamayı abartılı biçimde bid‘at ve şirk kavramlarıyla ölçmesi ve
kültürel değerlere karşı sert tavır takınmasıdır. Zahiriliğin çağdaş biçimi olarak
görüntü vermektedir.
Bugün özellikle bazı Müslüman ülkelerde, Avrupa ülkelerinde, Balkanlarda
ve bağımsızlığını yeni kazanmış Türk Cumhuriyetlerinde etkili olan bu akım bir
yandan asli kaynaklar doğrultusunda içtihadı savunurken diğer taraftan nassların
zahirine tutunup maksatlarını ihmal ederek bir çelişki içinde bulunmaktadır.
Bu akımın açmazı esasen şuradadır: Din, toplumda kültürel formlarıyla
hayat bulur ve onun genişlemesini, dinamizmini sağlayan da bu yönüdür. Rafine
olmuş gelenek şeklinde yaşayan bu kültürel değerlerin temelinde dinin ana ilkeleri
ve değerleri vardır. Bu doğrultuda her toplum bu tür uygulamaları kendi tabii
ortamında oluşturur. Bunların yerel özellik taşımasının, farklı toplumlara göre
değişiklik arzetmesinin bir Müslüman açısından sorun teşkil etmesi bir yana tam
aksine bunlar İslam’ın evrenselliğini ve dinamizmini de gösteren zenginliklerdir.
Çünkü şekiller yerel motif taşısa da değer sabit, kök ve menba birdir. Bu açıdan
Türk toplumunun kandil kutlamaları, mevlit geleneği, kabir ziyaretleri, yöresel bazı
evlilik merasimleri, giyim-kuşam biçimleri, cemaatle kılınan namazlardaki
müezzinlik uygulamaları, bazı yörelerde cumanın gelişini haber verme anlamında
Perşembe salaları, Cuma namazına belli bir süre kala namazı hatırlatıcı salalar
İslam’da bulunmadığı gerekçesiyle yok sayılamaz. Burada dikkat edilmesi gereken
husus kültürel değerlerin din hâline gelerek onun yerini alan bir yaşam biçimine
dönüşmemesi ya da İslam’ın ruhuna ters, nasslarla açıkça çatışan bir uygulama
halini almamasıdır. Değerleri çerçevesinde sanatını, estetik anlayışını, edebiyatını,
külütürel ilişkilerini oluşturmamış kuru bir dindarlık anlayışı insanı bir bütün
hâlinde ne kadar kavrayabilir, ona ne kadar hitabedebilir, tartışılır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
27
Günümüz Fıkıh Problemleri Ortaya Çıkış Sebepleri ve Çözüm Yolları
Bilimsel Yaklaşım
Taklitçi zihniyet gibi geleneği kutsamadan ya da modernistler gibi yok da
saymadan imkânlar ölçüsünde ondan yararlanmakla birlikte makâsıdü’ş-şerî‘a
doğrultusunda nass-olgu ilişkisini kurarak çözümlemeyi hedefleyen verimli bir
yaklaşımdır.
Bu yaklaşım hem çözüm ruhuna hem de mezhep imamlarının tavrına uyan
bir zihniyeti temsil eder. Bizzat mezhep imamlarının sözlerinden ve hayatının akışı
içinde oluşan gerçekliklerden de anlaşılacağı üzere önceki âlimlerin günümüz
problemlerine makul çözüm üretmelerini beklemek hem onlara haksızlık hem de
gerçek çözümden uzaklaşmak anlamına gelir. Çünkü bir meseleyi isabetli şekilde
çözümleyebilmenin en etkili yolu öncelikle o meseleyi çeşitli boyutlarıyla bilmekten
geçer. Onu da en iyi yaşayan bilir. Bir çok âlimin her asırda mutlaka bir müçtehit
bulunması gerektiği ve bir asrın müçtehitsiz geçmesinin caiz olmadığı yönündeki
görüşleri bu açıdan oldukça anlamlıdır.
Bu yöntem daha tutarlı ve işlevseldir. Bugün üniversitelerde ve Fıkıh
Akademisi gibi kurumlardaki fıkhî araştırmalarda öne çıkan yöntem budur.
Günümüz Fıkıh Problemlerinin Çözümünde Gözetilmesi
Gereken Esaslar
Günümüzün fıkıh problemlerinden önemli bir kısmı Kur’an ve sünnette
açık hükmü yer almayan, yeni ortaya çıktığı için de fıkıh kitaplarında cevabı
bulunmayan meselelerdir. Bu sebeple yeni bir içtihatla çözüme kavuşturulacaktır.
Yeni meseleler çözümlenirken fıkıh usûlü kitaplarında ayrıntılı şekilde sayılan
içtihat şartları yanında özellikle şu hususlar önem arzeder:

Allah’ın dini göndermedeki maksadı kulların maslahatını
gerçekleştirmektir. Koyduğu her hükümle ya onların bir
menfaatini temin (celb-i menâfi‘) ya da onlardan bir zararı
kaldırmayı (def-i mefâsid) hedefler. Fıkıh siyaseti açısından
elde edilen hüküm bir mefsedete sebep olmamalıdır. Bunun
için özel meselenin ilgili olduğu delilin yanı sıra İslam
hukukunun genel maksatları da gözetilmelidir. Meseleyi
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
28
Günümüz Fıkıh Problemleri Ortaya Çıkış Sebepleri ve Çözüm Yolları
çözüm yolunda varılan sonuç bütün semavi dinlerin ortak
hedefleri arasında yer alan din, can, nesil, mal ve akıl’ın
korunması ilkesini ihlal edici bir nitelik arzetmemelidir. Böyle
bir sonucun doğması hâlinde te’vil yoluyla dinî olduğu iddia
edilse bile o hüküm şer‘î değildir.

Bir problemin çözümünde dört noktadaki bilginin doğruluğu
hükümde isabet oranını arttırır:
Birincisi farklı boyutlarıyla meseleyi kuşatıcı bilgiye sahip olma
İkincisi meselenin bağlantılı olduğu delilin seçiminde isabet
Üçüncüsü istidlal yönteminin tutarlı olması
Dördüncüsü de meseleyi ele alan kişide fıkıh melekesinin bulunması ve
muhakemesinin güçlü olmasıdır.
Bunların, günümüzün bütün alanlardaki fıkıh problemlerini kuşatacak
ölçüde bir kişide bir bütün hâlinde bulunması neredeyse imkânsızdır. Özellikle
günümüzün çok boyutlu ve karmaşık meselelerini bilebilmek bir insanın gücünün
üzerindedir. Bu durumda fıkıh âliminin sadece soruyu soranın verdiği bilgiyle
yetinmesi amacı gerçekleştirmeyebilir. Buna göre iki yolun izlenmesi hükümlerde
isabet kaydetmede yardımcı olabilir:
Birincisi fıkıh alanında çalışma yapanların farklı alanlarda ihtisaslaşması;
İkincisi konunun uzmanları ile fıkıh bilginlerinin buluşturularak interdisipliner çalışma ortamının oluşturulması. Burada sadece meselenin ilgili olduğu
alanın uzmanlarından değil aynı zamanda fıkıh dışındaki din bilimlerinden de
yararlanma yoluna gidilmesi çözüme katkı sağlar.
Birincisi ile alakalı olarak ilgi alanlarına göre bir ihtisaslaşma nadir de olsa
mevcuttur. İkincisini de ülkemizde ve dünyada belli kurumlar uygulamaktadır.

Kur’an ve sünnet’ten hareketle bir meseleye çözüm aranacaksa ya
da geçmişte ya da günümüzde bir ictihadi hükmün isabetli ya da
hatalı veya tutarlı ya da tutarsız olduğu tartışılacaksa şu altı
noktaya dikkat edilmelidir:
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
29
Günümüz Fıkıh Problemleri Ortaya Çıkış Sebepleri ve Çözüm Yolları
Birincisi Kur’ân ve hadislerde yer alan ilgili kelimelerin etimolojisi
İkincisi aynı konudaki ayetlerin nüzul sırası (kronoloji) ve ilgili ayetler
arasındaki ilişki (Kur’ân’ın iç bütünlüğü)
Üçüncüsü ayetlerin nüzul ve hadislerin vürud sebepleri (ayetler nüzûl,
hadisler vürûd sebepleriyle sınırlı olmasa da onları anlamada yardımcı unsurlardır.)
Dördüncüsü ayet ve hadisler arası bütünlük (Kur’ân-Sünnet bütünlüğü)
Beşincisi nassların yorumu doğrultusunda tarihi süreç içerisinde ortaya
çıkan uygulamalarda etkili olan çevresel şartlar
Altıncısı günümüz fıkıh problemleri ile ilgilenen ilim adamlarının takip
ettikleri metod.
Günümüzde tartışılmaya devam eden mesela özellikle cihad ayetlerinin
anlaşılmasında ve mürtedin öldürülmesi meselesinde bu esaslar dahilinde varılacak
sonuçlar isabeti arttıracaktır.

Fıkhi hükümler insan ilişkilerindeki en alt düzeyi belirler.
Mükellefin sorumlu olduğu miktarla sınırlıdır. Mesela bir kimsenin
alacağını zamanı geldiğinde talep etmesi hakkıdır. Ama ödeme
sıkıntısı bulunan borçluya süreyi uzatmak Allah’ın hoşuna giden bir
davranıştır.
Borçlu
açısından
zamanında
ödemek
onun
yükümlülüğündedir. Ama imkânı olanın ifa zamanından önce
ödemesi Allah’ın sevdiği bir tutumdur. Dolayısyla toplumsal
hayattaki ilişkiler çok yönlü olduğundan mesele çözümlenirken
İslam’ın ruhuna uygun olarak din-ahlak-fıkıh bütünlüğü gözetilmek
zorundadır.

Nassların tefsirinde lafız-mana ilişkisi kurulurken makul denge
gözetilmelidir. Bunlardan birisi lehine bozulacak denge mesela
mana ile bağlantısız biçimde lafza gereğinden fazla vurgu zâhirîlik
ve lafzı ihmal ederek manaya aşırı saplantı bâtınîlik şeklinde iki
farklı uca savuracaktır. Bu dengenin kurulamayışı sonucunda
ortaya çıkacak gerilim sosyal hayatta bir takım olumsuzluklara
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
30
Günümüz Fıkıh Problemleri Ortaya Çıkış Sebepleri ve Çözüm Yolları
sebep olacak, dinin amaçları ile örtüşmeyen sonuçların doğmasına
yol açacaktır. Tarihte ve günümüzde bunun örnekleri vardır.
Günümüz Fıkıh Problemlerinin Çözümünde Bireysel Faaliyetler
ve Fetva Geleneği
Dünyanın herhangi bir yerinde bir Müslümanı ilgilendiren her bir
problemin mutlaka bir çözümü vardır. Tabiat boşluk kabul etmediğinden mevcut
meselelerin usulüne uygun şekilde çözümlenememesi hâlinde onu yaşayan kişi
kendi yöntemine göre çözümleme yoluna gider. Böyle bir keyfiliğe meydan
vermemek için bu yöndeki ihtiyaçları karşılamak üzere uzman kişileri yetiştirmek,
amaca hizmet edecek kurumları oluşturmak İslam ümmetine farz-ı kifaye’dir. Tarihi
süreçte olduğu gibi günümüzde de bu görevi ifa etmek üzere bireysel ve kurumsal
çalışmalar verimli şekilde devam etmektedir. Her dönemde bu görevi üstlenmiş
bulunan bir fetva kurumu ya da âlimler mutlaka bulunmuştur.
Diğer taraftan yaşanan devrin ilim kurumlarında güncel meselelerin
müzakeresi eğitimin bir parçası kabul edilmiştir. Fıkıh tarihinin en önemli
şahsiyetlerinden Ebu Hanîfe’nin (ö.150/767) fıkıh okulunda talebeye verilen ders
konularından birisinin mesâil-i nâzile olduğu nakledilir (Şibay, 22). Bununla hem
meselenin çözümü hem de öğrenciye fıkıh melekesi kazandırma amaçlanmıştır.
Fıkıh kitapları yazıldıkları dönemlerden itibaren aynı zamanda fetva
ihtiyacını da karşılamışlar ve fakihler, dönemlerinde ortaya çıkan sorulara da
cevaplar vermişlerdir. Bu alanda zengin de bir literatür oluşmuştur. Söz gelimi
Samanoğulları dönemi vezirlerinden aynı zamanda büyük Hanefî fakihi olan Hâkim
eş-Şehîd el-Mervezî (ö.334/945) fetva verirken müftülerin yararlanmaları, karar
verirken kadıların esas almaları, günlük işlerinde halkın müracaat etmeleri için
İmam Muhammed’in Zâhiru’r-Rivâye kitaplarını birleştirerek tekrarları çıkarmış ve
El-Kâfî adıyla yeni bir eser meydana getirmiştir. Bu kitap, fıkıh tarihinin en kıymetli
çalışmalarından birisidir. Bunun yanında her mezhebin fıkıh kitapları âlimlerinden
günümüze ulaşan çok değerli fetva koleksiyonları mevcuttur. Günümüzde de aynı
gelenek devam etmektedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
31
Günümüz Fıkıh Problemleri Ortaya Çıkış Sebepleri ve Çözüm Yolları
Günümüz fıkıh problemlerini ele alan araştırmacılar kitaplarında genellikle
iki kavramı öne çıkarmaktadırlar. Bunlardan bir grup problemi esas alarak çağdaş
meseleler anlamına gelen kadâyâ mu‘âsıra ifadesini; diğer bir grup ise, cevabı öne
çıkararak fetâvâ kavramını kullanmaktadırlar.
Bireysel anlamda fetvaları yayımlanmış günümüz araştırmacılarından
bazıları şunlardır:
Muhammed Reşid Rıza, El-Fetâvâ, Beyrut 1970-72, I-VI;
Mahmûd Şeltût, El-Fetâvâ, Beyrut 1983;
Ali Tantavi, El-Fetâvâ, Cidde 1987;
Şerbasî, Yes’elûneke fi’d-dîni ve’l-hayât, Beyrut 1977-81, I-VII;
Abdülhalim Mahmûd, El-Fetâvâ, Kahire 1988, I-II;
Mustafa Ahmed Ez-Zerkâ’, El-Fetâvâ, Dımaşk 1420/1999;
Muhammed Ebû Zehre, El-Fetâvâ, Kahire 1427/2006;
Câdelhak Ali Câdelhak, Buhûs ve Fetâvâ İslâmiyye fî Kadâyâ Mu‘âsıra,
Kahire (el-Ezherü'ş-Şerif), I-II;
Muhammed Salih Useymin, El-Fetâvâ, Riyad 1991, I-II.
Muhammed Tahir b. Âşûr, El-Fetâvâ, Dübey (Dubai) 1425/2004;
Yûsuf el-Karadâvî, Min Hedyi’l-İslâm: Fetâvâ Mu‘âsıra, Mansure 142124/2000-2003, I-III;
Vehbe ez-Zuhaylî, Fetâva’l-Asr fi’l-İbâdât ve’l-Mu‘âmelât ve Hâcâti’n-Nâs
ve İstifsârâtihim, Dımaşk 1426/2005;
Ali Cumu‘a, El-Kelimü’t-tayyib: Fetâvâ ‘asriyye, Kahire 1427/2006.
Said Ramazan El-Bûtî, Kadâyâ Fıkhiyye Mu‘âsıra, Dımaşk 1994;
Ali Ahmed Sâlûs, El-İktisâdü’l-İslâmî ve’l-Kadâya’l-Fıkhiyyetü’l-Mu‘âsıra,
Devha 1996, I-II;
Behî el-Havlî, El-İslâm ve’l-Kadâyâ’l-Mer’etü’l-Mu‘âsıra, Kuveyt 1984.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
32
Günümüz Fıkıh Problemleri Ortaya Çıkış Sebepleri ve Çözüm Yolları
Son asırda Eski Suudi Arabistan Müftüsü Abdülazîz b. Bâz’ın da içinde
bulunduğu bir grup âlimin fetvaları Mevsû‘atü Fetâvâ Mu‘âsıra (Kahire, elMektebetü’t-Tevfîkiyye) başlığıyla yayımlanmıştır (I-IV).
Ayrıca özel alanları konu alan fetvaların yer aldığı çalışmalar da
yayımlanmıştır. Mesela kadınları ilgilendiren konuları içeren fetva mecmuaları,
Fetâva’n-nisâ’; Fetâva’l-mer’eti’l-müslime gibi isimlerle neşredilmiştir. Ekonomiyi
ilgilendiren meselelerde, El-Fetâva’ş-Şer‘iyye fi’l-Mesâili’l-İktisâdiyye (Beytü’tTemvîli’l-Kuveytî yayını I-IV); tıbbî konuları ele alan el-Fetâva’l-Müte‘allika bi’t-Tıbb
ve Ahkâmi’l-Merdâ; ibadetlerin belli alanlarını konu alan mesela oruçla ilgili
fetvalar Fetâvâ Ramazân, Fetâvâ Ramazâniyye; gayrımüslim ülkelerde yaşayan
Müslümanları ilgilendiren sorunlar fıkhu’l-ekalliyyât, aileyi ilgilendiren meselelerde
el-Fetâva’l-mu‘âsıra fi’l-hayâti’z-zevciyye gibi başlıklarla yayımlanmıştır.
Ülkemizde günümüz meselelerini ele alan eserler ve yazarları şunlardır:
Hayreddin Karaman, İslamın Işığında Günün Meseleleri, İstanbul 2001, I-III.
aynı müellif, Günlük Hayatımızda Helaller Haramlar, İstanbul 1995.
Halil Günenç, Günümüz Meselelerine Fetvalar, İstanbul, ts. (İilim Yayınları).
Nihat Dalgın, Gündemdeki Tartışmalı Dini Konular, Samsun 2003.
Faruk Beşer, Fıkıh Penceremizden Sosyal Hayatımız, İstanbul 1993, I-II;
aynı müellif, Fıkıh Penceresinden Fetvalarla Çağdaş Hayat, İstanbul 1997.
aynı müellif, Hanımlara Özel Fetvalar, İstanul 1995, I-II.
Dünyanın bir çok Müslüman ülkesinde yayımlanmakta olan İslam Hukuku
Araştırmaları Dergilerinin yanı sıra genel nitelikli periyodiklerde güncel fıkıh
meselelerini konu alan makaleler de yayımlanmakta, üniversitelerde başarılı tezler
hazırlanmaktadır.
Burada fetvâ kavramı ile ilgili bazı hususlara değinmek gerekir. Fetvâ,
kelime olarak bir olayla ilgili hükmü açıklayan kuvvetli cevap anlamına gelir. Çoğulu
fetâvâ veya fetâvîdir (fetvâlar). Bir fıkıh terimi olarak sözlük anlamıyla yakınlık arz
eder ve bir meselenin dini hükmünü yazılı veya sözlü olarak açıklayan cevap
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
33
Günümüz Fıkıh Problemleri Ortaya Çıkış Sebepleri ve Çözüm Yolları
manasında kullanılır. Fetvâ verme işlemine iftâ, cevabı açıklayana yani fetva verene
müftî, soruyu sorup cevabını isteyene de müsteftî denir. Aynı konuda verilen bir
çok fetva içinde tercihe esas alınan görüşe ise müftâ bih denir ki daha çok mezhep
içi ihtilaflarda kullanılan bir kavramdır. Fetva verirken uyulması gereken kurallara
da genellikle âdâbü’l-müftî veya âdâbü’l-fetvâ adı verilir.
Herhangi bir mesele ile karşı karşıya gelen kişi hükmünü Kur’ân ve
Sünnetten çıkarabileceği bilgi birikimine sahip değilse bilene sorması Kur’ân’ın
emridir (Nahl, 16/43; Enbiyâ’, 21/7). Çünkü Hz. Peygamber’in hadisinde belirttiği
üzere “Bilgisizliğin (cehâlet) ilacı sormaktır; (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, I, 330).
Fetva istenen mesele yeni olabileceği gibi soru sahibinin cevabını bilmediği
eski bir mesele de olabilir.
Günümüz araştırmacılarından bir çoğuna gelen soruların yeni oluşu ve bu
sorularla birlikte verilen cevapların toplandığı kitapların az önce de geçtiği üzere
genellikle el-Fetâvâ (fetvalar) adıyla yayımlanması güncel fıkıh meseleleriyle fetva
arasında az önce bahsedildiği şekilde bir ilişkinin bulunduğunu gösterir.
Fetva, dinin açık hükmünün bulunduğu bir konuda isteniyor ise bu hükmün
aktarılması/beyan edilmesi, açık hüküm bulunmayan konularda ise istinbat/ictihad
yoluyla verilir. Buna göre gerçek anlamda müftî, ictihad şartlarını taşıyan âlim
demektir. Bir başka ifadeyle müftî ile müçtehit aynı anlama gelir. İçtihât bir çok
şartı bulunan bilimsel bir faaliyettir ki usûl-i fıkıh kitaplarında bu şartlar geniş
şekilde sayılır. Dolayısıyla müçtehit derecesinde birikimi bulunmayan ve mevcut
fetvaları ya da içtihatları aktaran kişiye (mukallit) ancak mecazi anlamda müftî
denilebilir.
Karşılaşılan bir meselenin hükmünün sorulması sonucu soruya muhatap
olanın fetva vermesi ya da dini bir meseleyi aydınlatması ehli açısından ne kadar
büyük bir sevap getiriyorsa yeterli birikim ve donanıma sahip olmayanların fetva
vermeye yeltenmesi de o derece günaha sebep olur ve haramdır. Hz. Peygamber:
“Bilgisi bulunmadığı hâlde fetvâ veren onun günahını üstlenir” (Ebû Dâvûd, “İlim”,
8); “Sizin fetva vermeye en cüretkâr olanınız, cehenneme atılmaya en cesaretli
olanınızdır” (Dârimî, “Mukaddime”, 20); “Yüce Allah ilmi, kullarının kalbinden çekip
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
34
Günümüz Fıkıh Problemleri Ortaya Çıkış Sebepleri ve Çözüm Yolları
almak şeklinde değil âlimlerin ruhunu almak suretiyle kaldırır. Nihayet hiçbir âlim
kalmayınca halk kendilerine cahil birtakım kimseleri önder (reis) edinir. Bunlara
mesele sorulur. Onlar da ilimleri olmadığı hâlde fetva verirler de hem kendileri
sapıklığa düşer hem de diğer insanları saptırırlar.” (Buhârî, “İlim”, 34; Müslim,
“İlim”, 13) şeklindeki hadisleriyle uyarıda bulunmuştur. Bu sebeple büyük
âlimlerden birçoğu bilmedikleri meseleler kendilerine getirildiğinde bilmiyorum
diyebilmişler ve onun sorumluluğu altına girmemişlerdir. Hatta “Lâ edrî nısfü’l-‘ilm
( bilmiyorum sözü ilmin yarısıdır.) ifadesi ulema arasında meşhur olmuştur.
Denizler mürekkep olsa hatta onun bir misli daha getirilse Allah’ın ilmini yazmaya
yetmeyeceğine göre (Kehf 18/ 109) insanın her şeyi ihata etmesi elbette mümkün
değildir. O hâlde kişinin bilmediği bir konuda bana göre deyip fetva veren,
söylenen her sözün kayda geçtiğinin ve mutlaka hesabının verileceğinin (Kâf,
50/17-18) farkında olmalıdır.
Fetva, bütün dini meselelerde şer‘î hükmü açıklamayı hedefler ve sırf
bilimsel kriterlere göre harici etkilerden uzak gelişen sivil bir çabanın ürünü olarak
ön plana çıkar. Günlük hayatta bir Müslümanın karşılaştığı her türlü dinî soru ya da
sorun bu sahayı ilgilendirir, ancak sorunun sorulduğu âlim açısından verdiği cevap
bağlayıcı olmakla birlikte soranın aldığı cevaba uyma zorunluluğu yoktur, vicdanını
ilgilendirir. Fetvayı kazadan ayıran da bu özelliğidir. Kaza, yargı alanını ilgilendirdiği
için devlet otoritesini temsil eden kadı’nın mahkemeye intikal eden davada verdiği
kararı ile ilgilidir. Bu karar şer‘î hükmü açıklamış olsa da aynı zamanda resmîdir ve
tarafları bağlayıcı karakter arz eder. Bununla birlikte tarihi süreçte kadıların hüküm
verirken fetvalardan faydalandıkları ve müftülerle istişare ettikleri bilinen bir
husustur.
8- Günümüz Fıkıh Problemlerinin Çözümünde Kurumsal
Faaliyetler
Bütün Müslüman devletler, tarihi süreçte karşılaşılan yeni meselelere
çözümler üretmek üzere kurumlara sahip olmuşlardır. Mesela Osmanlılar
döneminde Meşîhat (Şeyhulislamlık) makamı bu vazifeyi ifa etmiş, zaman içinde bu
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
35
Günümüz Fıkıh Problemleri Ortaya Çıkış Sebepleri ve Çözüm Yolları
müesseseye bağlı bir fetva merkezi (Fetvâhâne) oluşturulmuş ve gittikçe
kurumsallaşan bir seyir takip ederek önemli hizmetler görmüştür. Osmanlı
şeyhulislâmlarının ve müfülülerinin bir kısmının fetvaları da yayımlanmıştır. Fetâvâyı Ebussuûd Efendi, Fetâvâ-yı Ali Efendi, Behcetü'l-fetâvâ, Fetâvâ-yı Feyziyye,
Netîcetü'l-fetâvâ, Fetâvâ-yı Abdürrahîm, Fetâvâ-yı Ankaravî, el-Fetâvâ'1-hayriyye,
el-Fetâvâ’l-Hâmidiyye, Fetevâ-yı Minkarizâde gibi fetva mecmuaları en muteber
kaynaklar olarak kabul edilmiştir.
Aynı gelenek büyük ölçüde bugün de devam etmektedir. Mesela Mısır ve
Suudi Arabistan İftâ Teşkilatları (bünyesinde yer alan fetva komisyonlarınca verilen
fetvalar yayımlanmaktadır. Mısır Müftülüğünün ki el-Fetâva’l-İslâmiyye min Dâri’lİftâi’l-Mısriyye (Kahire 1980-97, I-XX); Suud İfta Teşkilatınınki ise Fetâva’l-lecneti’ddâime li’l-Buhûsi'l-İlmiyye ve’l-İftâ’dır (Riyad 1992-2003, I-XXIII). Aynı şekilde Dubai
(Dübey) Vakıflar Dairesi ve İslami Meseleler (Dâiretü’l-Evkaf ve’ş-Şuûnü’l-İslâmiyye)
kurumu da fetvalarını yayımlamaktadır (Fetâvâ Şer‘iyye, Dubai 2001-2003, I-VI).
İslam dünyasında bazı özel kurumlar da kendi alanını ilgilendiren
hususlarda karşılaştıkları problemleri konu alan toplantılar düzenlemekte ve
yayımlamaktadır. Mesela el-Bereke (Albaraka) adlı finans kurumu Suudi
Arabistan’da bankacılık ve finans meselelerini konu alan 1981-2001 yılları
arasındaki bir dizi toplantısının sonuçlarını Fetâvâ Nedevâti’l-Bereke adıyla
yayımlamıştır (Cidde 1997). Bu çalışma Abdüsselam Arı tarafından Türkçe’ye
tercüme edilmiştir (İslam Ekonomisi ile İlgili Fetvalar 1981-2001/1403-1422,
İstanbul 2010). Ülkemizde İslami Araştırmalar Vakfı neredeyse her yıl bu tür ulusal
ya da uluslararası sempozyumlar düzenleyerek sunulan bildiri ve müzakereleri
neşretmektedir.
İslam dünyasının en eski eğitim messesesi kabul edilen Mısır el-Ezher
Üniversitesine bağlı olarak Cumhurbaşkanı Cemal Abdünnasır’ın önerisiyle 6
Temmuz 1961 tarihinde çıkarılan bir kanunla kurulan İslam Araştırmaları
Akademisi’nin (Mecma‘u’l-Buhûsi'l-İslâmiyye) aynı yönde bilimsel faaliyetleri
bulunmaktadır. Akademi 1964-77 yılları arasında güncel dini meseleleri konu alan
sekiz bilimsel toplantı düzenlemiş ve sunulan tebliğler ve müzakereleri ile alınan
kararları yayımlamıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
36
Günümüz Fıkıh Problemleri Ortaya Çıkış Sebepleri ve Çözüm Yolları
Günümüzde de güncel fıkıh problemlerini çözümlemeyi hedefleyen en
önemli kurumlardan birisi 25-28 Ocak 1981’de Suudi Arabistan’da toplanan III.
İslam Ülkeleri Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesinde alınan kararla kurulan ve
merkezi Cidde’de bulunan İslâm Konferansı Teşkilatına bağlı Mecma‘u’l-fıkhi’lİslâmî (Fıkıh Akademisi)’dir. Temel amacı modern hayatın ortaya çıkardığı
problemlere fıkha uygun çözümler üretmektir. Akademinin üyeleri ve uzmanları
başta fıkıh olmak üzere iktisat, tıp vb. gibi modern disiplinlerde ihtisas sahibi
kişilerden ve diğer ilim adamlarından oluşmaktadır. Üye ülke temsilcilerinin yanı
sıra İslam ülkelerindeki fıkıhla ilgili kurumlardan da temsilciler bulunmaktadır.
Her yıl düzenli olarak toplanan kurulun çalışma sistemi önceden belirlediği
güncel problemi belli bir hazırlık devresinden sonra fıkıh mütehassıslarıyla
meselenin uzmanlarını İslam ülkelerinden herhangi birisinin bir kentinde bir araya
getirip tartıştırmak ve bir karara ulaşmaya çalışmaktır. Üzerinde ittifak edilen
sonuçlar Akademinin kararı olarak yayımlanmakta, ayrıca sunulan tebliğler de
akademinin Mecelletü’l-Mecma‘i’l-fıkhi’l-İslâmî adlı dergisinde neşredilmektedir.
Akademi bugüne insan hakları, yiyecek maddelerinin ve ilâçların kimyasal
katkı maddeleri sebebiyle geçirdiği değişiklikler, klonlama ve orucu bozan
maddeler, iktisadî ve malî konularda ortaya çıkan güncel meseleler, İslâmî açıdan
genetik mühendisliği ve genetik tedaviler, alacakların ve hisse senetlerinin zekâtı,
rü’yet-i hilâl, tüp bebek, süt bankaları, organ nakli, sigorta ve reasürans, kaparo,
modern iletişim vasıtasıyla akitler, Müslüman-gayrımüslim evliliği gibi konuları
tartışmıştır. Akademinin oturumlarında alınan kararlar ve yapılan tavsiyeler bir
kitapçık hâlinde Arapça olarak yayımlanmakta olup İngilizce, Fransızca, Urduca,
Türkçe ve Farsçaya da tamamen veya kısmen çevrilmiş bulunmaktadır.
Dünya İslam Birliğine (Râbıtatü’l-‘Âlemi’l-İslâmî) bağlı 1396/1976 yılında
Mekke’de kurulmuş bulunan bir Fıkıh Akademisi (Mecma‘u’l-Fıkhi’l-İslâmî) daha
mevcuttur. Son devir ulemasından bir çok uzmanın üye olduğu bu kurum da bir çok
meseleyi tartışarak sonuçlandırmaya çalışmış ve 1395-1405 yılları arasında
gerçekleştirdiği yedi toplantının kararlarını neşretmiştir. Bir öncekine benzer bir
çalışma sistemine sahiptir. Tıbbî, iktisâdî ve ibadetlerle ilgili bazı konulardaki güncel
fıkhî problemlerin yanı sıra masonluk, komünizm, kâdîyânîlik, bahâîlik gibi siyasi,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
37
Günümüz Fıkıh Problemleri Ortaya Çıkış Sebepleri ve Çözüm Yolları
dini ve ideolojik akım ve sistemleri de tartışmıştır.
Kuzey Amerika İslam Toplumu/Islamic Society of North America (ISNA)
Islamic Society of North America (ISNA) yaklaşık 40 yıldır Amerika Birleşik
Devletleri’nde bulunan Müslüman topluma yönelik çalışmalar yapan bir kuruluştur.
Özellikle yılda bir yaptığı toplantı ile Amerika’daki Müslümanları bir araya
getirmeyi, tecrübe ve bilgi aktarımını sağlamayı hedefleyen ISNA, aynı zamanda
Müslümanlar ile başka inanç grupları arasında da bir köprü olma vazifesi
görmektedir. ISNA, kendisine bağlı alt birimler ile Amerika dışında kalan bölgelerde
Müslümanların karşılaştıkları sorunları çözme hususunda bazı organizasyonlar
düzenlemektedir. Kurum, bir çok organizasyona ilave olarak özellikle Amerika’da
yaşayan Müslümanların karşılaştıkları bazı dini meselelere fetvalar da vermektedir.
ISNA’ya bağlı olarak faaliyet gösteren The Fiqh Council of North America (FCNA) bu
vazifeyi yürütmektedir. Bu kurul, Amerika’da yaşayan Müslümanların bireysel ve
toplumsal yaşantıları ile ilgili mevzular başta olmak üzere, resmi kuruluşlara da
fıkhî konularda fetva ve görüş bildirmektedir. Muzammil Siddiqi başkanıdır. Üyeleri
arasında İslam Hukukçusu Y. Ziya Kavakçı da bulunmaktadır.
Avrupa Fetva ve Araştırma Konseyi / European Council for Fatwa and
Research (ECFR)
Merkezi Dublin’de bulunan ve başkanlığını Yusuf el-Karadavî’nin genel
sekreterliğini de Hüseyin Muhammed Halawa’nın yaptığı ECFR, Federation of
Islamic Organisations in Europe’un önderliğinde 1997’de Londra’da kuruldu.
ECFR’in temel amacı özellikle Avrupa’da yaşayan Müslüman ilim adamlarını bir
araya getirerek fıkhî meselelere kurul üyelerinin ortak fetvaları ile çözümler
üretmek, Avrupalı Müslümanların sorunlarını ele alan yayınlar yapmak ve
araştırmalara öncülük etmektir.
Bu amaçları yerine getirirken aşağıdaki yöntemleri takip etmektedir:

Kurula arz edilen meselelerde ihtisas sahibi olan üyelerden oluşan
alt komisyonlar teşkil etmek

İlgili mesele ile ilgili daha önce yapılmış akademik çalışmalar ile
fetvaları incelemek
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
38
Günümüz Fıkıh Problemleri Ortaya Çıkış Sebepleri ve Çözüm Yolları

Resmî makamları kurulun verdiği fetvaların geçerliliği hususunda
ikna etmek

Değişik fıkhî meseleleri ele alan seminerler ve eğitim programları
düzenlemek

Fetva, araştırma ve çalışmaları Avrupa’nın değişik dillerinde
yayınlamak gibi yöntemlere başvurmak.
Fetva verilirken öncelikli olarak Kitap, sünnet, icma ve kıyas delillerine baş
vurulur. Toplumun ihtiyaç duyması hâlinde istihsan, maslahat-ı mürsele, sedd-i
zerâi‘, örf, sahabi kavli ve şer‘u men kablenâ gibi delillere de başvurulur. Fetva
verilirken dört sünnî mezhep kaynaklarının yanısıra başka fakihlerin de görüşlerine
müracaat edilerek ilgili meseleye ve maslahata en uygun olan görüş seçilir. Aynı
zamanda Kurul fetva verirken görüşünü destekleyen delili ortaya koyup ele alınan
meseleye en uygun olan sahih kaynaklara referansta bulunup zorluğa yol
açmayacak bir seçenek sunmaya çalışmaktadır.
Olağan veya acil toplantılarda ele alınan konular ile ilgili fetvalar ya kurul
üyelerinin icmaı yada çoğunluğun kabulü ile Kurul adına verilmektedir. Verilen
fetvaya katılmayan Kurul üyesi, farklı bir görüşte olduğunu belirtebilmektedir.
Kurul başkanı veya üyeler, bir araya gelmeden kurul adına fetva verme yetkisine
sahip olmamakla beraber, Kurul’un adını zikretmeden bireysel fetvalar verebilirler.
Üyelerin seçiminde ise Avrupa’da yaşamak ve İslam hukuku alanında bilgi
sahibi olmak gibi şartlar aranmakla beraber; Kurul üyelerinin çoğunluğunun
kabulüyle Avrupa dışında yaşayan üyeler de seçilebilmektedir. Ancak bunların
sayısı %25’i geçmemelidir.
Yılda bir defa olağan bir şekilde toplanan ECFR, gerekli gördüğü takdirde
ele alınan meseleyle ilgili uzmanları sunum yapmaları için çağırabilmekte; ancak
bunların alınan kararda oy hakları bulunmamaktadır.
Sunulan tebliğler ve kararlarını yaımlamaktadırlar.
İslam Fıkhı Konseyi / The Islamic Sharia Council (ISC)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
39
Günümüz Fıkıh Problemleri Ortaya Çıkış Sebepleri ve Çözüm Yolları
The Islamic Sharia Council, ilim adamlarıyla İngiltere’deki Müslüman
toplum içerisinde faaliyet gösteren bazı kurumların önde gelen isimlerinin çeşitli
sosyal problemler sebebiyle 1982’de Central Mosque of Birmingham’da bir araya
gelerek kurdukları bir müessesedir. Özelde aile ile ilgili sorunlar, genelde ise tüm
dinî meselelerle ilgilenmektedir. Üyeleri, İngiltere’de dini alanda faaliyet gösteren
bilimsel kuruluşlardaki ilim adamlarından oluşmaktadır. Kendilerine gelen
meselelerde dört sünnî mezhep alimlerinin fetvalarına ilaveten Zâhirî mezhebinin
yaklaşımını da dikkate almaktadır. Kurum her türlü dini meseleyi ele almakla
beraber daha çok aile hukuku, ibadetler, miras ve finans konularında fetvalar
vermektedir.
Avustralya Yüksek İslam Konseyi Fetva Kurulu / Darul-Fatwa (High
Islamic Council of Australia)
Avustralya’da bulunan bir kuruluş olup oradaki Müslüman toplumun
ihtiyaçlarına cevap vermeye çalışmaktadır. Kuruluş, birçok faaliyetin yanında
(Avustralyalı Müslümanları ilgilendiren konularda raporlar hazırlamak, İslami
okullar açmak, imamlar yetiştirmek, Kur’an kursları açmak, ailevi meselelerde
danışmanlık yapmak, nikah merasimleri düzenlemek) fıkhî meselelere de cevaplar
vermektedir.
Ülkemizde Diyanet İşleri Başkanlığı bünyeside görev yapan Din İşleri Yüksek
Kurulu güncel fıkhî meselelerle yakından ilgilenmektedir. Bir başkan ve on beş
üyeden oluşan Kurul, toplumu ilgilendiren yeni meseleleri gündemine alarak
tartışmakta, zaman zaman konunun uzmanları ile din bilginlerini, akademik
çevreleri bir araya getiren bilimsel toplantılar düzenlemektedir. Burada sunulan
tebliğ ve müzakereleri yayımlamakta ve ortaya çıkan sonuçları kararlarında
kullanmaktadır. Ayrıca daha çok kurul bünyesinde görev yapan uzmanları yoluyla
günlük olarak da ülkenin her tarafından kendilerine gelen sorulara yazılı ve sözlü
cevaplar vererek bu alandaki boşluğu doldurmaya çalışmaktadır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
40
Özet
Günümüz Fıkıh Problemleri Ortaya Çıkış Sebepleri ve Çözüm Yolları
•Din duygusu fıtrîdir. Bu sebeple evrensel bir olgu olarak sürekli
güncelliğini korumuş bir gerçekliktir.
•İlahi dinler, Allah-insan ve insan-alem ilişkisini bütün yönleriyle
düzenleyen kanunlar mecmuasıdır.
•İlahi dinler esas alındığında din, vahiy meleği Cebrail (a.s.) vasıtasıyla
peygamberlerine bildirdiği onların da ümmetlerine tebliğ ettiği
sözleşme hükümlerinden ibarettir. İslam, bu dinlerin sonuncusudur.
Özelliği evrenselliği ve sürekliliğidir. Kitabı Kur’an dünyadaki tek
değişmemiş kutsal metindir.
•Fıkıh, dinin hayatla bağlantısını kuran disiplindir. Kişinin ameli
yönden hak ve sorumluluklarını konu alır.
•Günümüz fıkıh problemi daha çok geçmişte yaşanmamış olup da
bugün ortaya çıkmış meselelerden oluşmaktadır. Bununla birlikte
tarihi süreç içinde tartışılıp da hâlâ ihtilaf konusu olmaya devam
eden ve bu açıdan güncelliğini koruyan meseleler de güncel fıkıh
problemi çerçevesinde görülmektedir.
•Fıkıh, kaynağı ve yapısı itibariyle dinamiktir ve güncel dini meseleleri
çözümleyebilecek dinamik bir yapıya sahiptir. Ona bu özelliği
kazandıran iki ana kaynak Kur’an ve Sünnetin maslahatın sabit
olduğu bazı nadir hükümler dışında ayrıntıya girmeyip çerçeveyi
çizen temel ilkeler vazetmesi, içtihadı zorunlu kılması ve hükümlerde
esnek bir tavır takınmasıdır.
•Prensip olarak maslahat sabit olduğu için ayrıntılı hükümler ve temel
ilkeler değişmeye kapalıdır. Bunlara te‘abbüdî hükümler denir. Belli
bir örfe ve illete bağlı olarak gelmiş olan hükümler o örf ve illetin
değişmesiyle değişirler. Bunlara da ta‘lîlî hükümler denir.
Hükümlerde ta‘lîl edilebilirlik asıl, te‘abbüdîlik istisnadır.
•Klasik fıkıh eserlerinde daha çok mezhep imamları döneminden
sonra ortaya çıkmış meseleleri, modern dönemde ise yeni fıkhî
problemleri ifade etmek üzere nevâzil kavramı kullanılır. Zaman
zaman fetâvâ ile eş anlamlı olarak kullanılsa da nevâzil ondan daha
dar kapsamlıdır. Nevâzil yerine vâkı‘ât ve havâdis kelimeleri de
kullanılır. Mâlikî fıkıh çevrelerinde ise nevâzil, bu mezhebe mensup
kadıların yargı görevi sırasında karşılaştıkları bazı olayları ve Mâlikî
mezhebinin hakim olduğu bölgelerdeki amelleri de kapsayan bir
muhtevaya sahiptir.
•Modern teknolojinin gücü yeni meseleleri ortaya çıkarmış, önceki
problemlerin boyutlarını değiştirmiş ya da onlara yeni boyutlar
eklemiştir. Dolayısıyla güncel fıkıh problemlerinin ortaya çıkışında
baş rolü oynamıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
41
Özet
Günümüz Fıkıh Problemleri Ortaya Çıkış Sebepleri ve Çözüm Yolları
•Günümüz fıkıh problemlerinin çözümünde dört temel yaklaşımdan
bahsedilebilir.
•Geçmiş ulemadan nakledilegelen fıkhî mirasın mevcut sorunları
çözmede de yeterli olduğunu düşünen ve bunlarla yetinmek
gerektiğini, yeni içtihatlara gerek bulunmadığını savunan
muhafazakâr yaklaşım; özellikle Kur’ân ahkâmını sosyolojik ve
antropolojik açıdan okumaya tabi tutarak Kur’ân hükümlerinin
geldiği dönemin toplumsal şartları içinde oluştuğunu savunan ve
te‘abbüdîlik özelliği de taşıyan bir çok hükmü ta‘lîl edilebilir sınıfına
sokarak içtihadın dolayısıyla değişmenin sahasını oldukça geniş tutan
tarihselci-modernist yaklaşım; geleneksel fıkıh birikimine itibar
etmeyen ve asli kaynaklar olan Kur’an ve sünnete dönerek saf İslam’ı
yaşama iddiasıyla birçok uygulamayı abartılı biçimde bid‘at ve şirk
kavramlarıyla ölçen, bu bağlamda kültürel değerlere karşı sert tavır
takınan, zahiriliğin çağdaş biçimi olarak görüntü veren modern selefi
akımdır.
•Güncel fıkıh problemlerini çözmede tutarlı bir yöntem sunamayan
bu yaklaşımlar, ilim çevrelerinde rağbet görmemiştir. Geleneği
kutsamadan ya da yok da saymadan imkânlar ölçüsünde ondan
yararlanmakla birlikte makâsıdü’ş-şerî‘a doğrultusunda nass-olgu
ilişkisini kurarak çözümlemeyi hedefleyen bilimsel yaklaşım ise
çözüm ruhuna ve mezhep imamlarının tavrına daha uygun bir
zihniyeti temsil etmektedir. Bu sebeple tutarlı bir çizgiye sahiptir.
•Günümüzün fıkıh problemlerinin çözümünde; özel meselenin ilgili
olduğu delilin yanı sıra İslam hukukunun genel maksatlarının
gözetilmesi; farklı boyutlarıyla meseleyi kuşatıcı bilgiye sahip
olunması; meselenin bağlantılı olduğu delilin seçiminde isabet
kaydedilmesi; istidlal yönteminin tutarlı olması; meseleyi ele alan
kişinin fıkıh melekesine sahip bulunması gibi hususlar önem arzeder.
•Tarihi süreçte olduğu gibi günümüzde de fıkhî problemlerin
çözümünde bireysel ve kurumsal çalışmalar devam etmektedir. Bu
farzıkifâye olan bir görevin ifasıdır. Çağımızın problemleri oldukça
karmaşık bir yapıya sahip olduğu için kurumsal ve inter-disipliner
çalışmalara ağırlık verilmesi gerekir. Bu bağlamda Fıkıh Akademileri
bu sahanın başarılı örnekleridir.
•Dini bir meselenin hükmünü yazılı veya sözlü olarak açıklayan cevaba
fetva denir. Kazâ ile şer‘î hükmü açıklama noktasında birleşirler.
Ancak fetva gayr-ı resmi kaza ise resmidir. Fetvaya uyma zorunluluğu
yoktur. Kazada ise kadı’nın kararı olması sebebiyle uyma zorunluluğu
vardır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
42
Günümüz Fıkıh Problemleri Ortaya Çıkış Sebepleri ve Çözüm Yolları
DEĞERLENDİRME SORULARI
Değerlendirme
sorularını sistemde ilgili
ünite başlığı altında yer
alan “bölüm sonu testi”
bölümünde etkileşimli
olarak
cevaplayabilirsiniz.
1. Aşağıdakilerden hangisi fıkhın konusunu belirleyen “amelen” kavramına
dahil değildir?
a)
Nikâh
b)
Hacc
c)
Hırsızlık suçunun cezası
d)
Allâh’a îman
e)
Alış-veriş
2. Mecelle’nin “Ezmânın tegayyuruyla ahkâmın tegayyuru inkâr olunamaz /
Zamanın değişmesiyle hükümlerin de değişmesi kaçılmazdır”
(md. 39) külli
kaidesinin anlamı aşağıdakilerden hangisidir?
a)
Zamanın değişmesiyle değişmeyecek hüküm yoktur
b)
Hayatın dinamizmi sabit hüküm kabul etmez
c)
Belli bir illete veya örfe bağlı hükümler o örf veya illetin
değişmesiyle değişirler.
d)
Bir hüküm belli bir yere ve zamana göre farklılık arzedebilir
e)
1400 yıl önce gelmiş hükümlerin 21. Yüzyılda değişmezlik özelliği
olamaz.
3. Aşağıdakilerden hangisi fıkha dinamizm kazandıran yapısal özelliklerden
değildir?
a)
Mezheplerin bulunması
b)
Evrensel karakterli temel ilkelere sahip oluşu
c)
Hükümlerindeki esnekliği
d)
Ta‘lîl edilebilirliğin esas te‘abbüdîliğin istisna oluşu
e)
İçtihat zorunluluğu
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
43
Günümüz Fıkıh Problemleri Ortaya Çıkış Sebepleri ve Çözüm Yolları
4. Aşağıdakilerden hangisi tarihselci yaklaşımın özelliklerinden değildir?
a)
Batılı bir kavramdır.
b)
Fıkıh mirasına önem verir.
c)
İçtihadın alanını te‘abbüdî hükümleri de içine alacak şekilde
genişletir
d)
Hz. Ömer’in bazı karar ve uygulamalarını hatalı yorumlayarak
ondan güç alır
e)
Maslahat
vurgusuyla
hükümlerde
değişmenin
sahasını
olabildiğince geniş tutar.
5. Te‘abbüdîliğin sınırlarını genişletmek, ta‘lîl edilebilir hükümlerin alanını
daraltmak ya da ta‘lîliî hükümlere te‘abbüdîlik özelliği yüklemek nasıl bir sonuç
doğurur?
a) Samimi dindarlığı güçlendirir
b) Fıkha dinamizm kazandırır
c) İçtihada ehil olmayanları engelleyerek fıkha hizmet eder
d) Fıkhi hükümlerin ihlaline mani olur.
e) Fıkhın durağanlaşmasına ve hayatın önünde engel oluşturmasına sebep
olur.
Cevap Anahtarı
1-D, 2-C, 3-A, 4-B, 5-E
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
44
Günümüz Fıkıh Problemleri Ortaya Çıkış Sebepleri ve Çözüm Yolları
YARARLANILAN KAYNAKLAR
Ahmed, M. Şerif (1979), Tefsîru’n-Nusûs el-Medeniyye, Bağdad: Câmi‘atü
Bağdâd.
Aktan, H. (1990), “İslâm Hukukunun Dinamizmi”, Zihniyet Değişiklikleri ve
Çağdaşlaşma Sempozyumu Bildirileri (16-17 Haziran 1990), İstanbul: Ensar Vakfı, s.
85-91.
Aktan, H. (1997), “Çağdaşlaşma Sürecinde İslâm Hukuku”, İslâm ve
Modernleşme, Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, s. 167-180.
Ali Haydar Efendi (1330), Dürerü'l-Hükkâm Şerhu Mecelleti'l-Ahkâm,
İstanbul, I-IV.
Atar, F. (1985), “İfta Teşkilatının Ortaya Çıkışı”, Marmara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi, sy. 3, s. 19-48, İstanbul: MÜİFV Yayınları
Atar, F. (1995), “Fetvâ”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, XII, 486496, İstanbul.
Baktır, M. (ts.), İslâm Hukukunda Zaruret Hali, Ankara: Akçağ Yayınevi.
Cin, H. (1981), “İslâm Hukukunun Dinamizmi”, Diyanet Dergisi (Hicret Özel
Sayısı), s.16-18, Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları.
Erdoğan, Mehmet (1990), İslâm Hukukunda Ahkamın Değişmesi, İstanbul:
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı.
İbn Âşûr, Muhammed Tâhir (1978), Makâsidü'ş-Şerî'ati'l-İslâmiyye, Tunus:
eş-Şeriketü’t-Tûnisiyye.
İkbal, M. (1984), İslâm’da Dini Düşüncenin Yeniden Doğuşu (trc. M. Ahmet
Asrar), İstanbul: Birleşik Yayıncılık.
Karadâvî, Y. (1989), el-Hasâisü’l-‘Âmme li’l-İslâm, Kahire: Müessesetü’rRisâle.
Karadâvî, Y. (1993), Şerî‘atü'l-İslâm Sâlihatün li-Külli zemânin ve Mekân,
Kahire: Mektebetü Vehbe.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
45
Günümüz Fıkıh Problemleri Ortaya Çıkış Sebepleri ve Çözüm Yolları
Karaman, H. (1992) “Günümüzün Dini problemleri ve Çözüm Yolları”,
İslamın Işığında Gününün Meseleleri, İstanbul: Nesil Yayınları, III, 394-401.
Karaman, H. (ts.), İslâm Hukukunda İctihad, Ankara: Diyanet İşleri
Başkanlığı.
Karaman, H. (1987), Yeni Gelişmeler Karşısında İslâm Hukuku, İstanbul:
Nesil Yayınları.
Karaman, H. (1994), “Din”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, IX,
312-320, İstanbul.
Kaya, E. S. (2007), “Nevâzil”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi,
XXXIII, 34-35, İstanbul.
Koca, F. (1995), “Fetvâhâne”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, XII,
496-500, İstanbul.
Köse, Saffet (2004), Çağdaş İhtiyaçlar ve İslam Hukuku, İstanbul: Rağbet
Yayınları.
Köse, Saffet (1999),“İslam Hukuk Düşüncesinin Bazı Problemleri –Bir
Zihniyetin Eleştirisi”, İslamiyat, c. 2, sy. 1, Ankara. s. 35-50.
Köse, S. (2006), “Hz. Ömer’in Bazı Uygulamaları Bağlamında Ahkâmın
Değişmesi Tartışmalarına Bir Bakış”, İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi, sy. 7, s.1350, Konya: Mehir Vakfı.
Köse, S. (2008), “Kur’an Hükümlerinin Tarihselliği Meselesi”, Kur’ânî Hayat,
I/3, s. 77-81, İstanbul: Anadolu Promosyon.
Muslehuddin, M. (ts.), Phihsophy of Islamic Law and the Orientalists,
Lahore: Islamic Publications.
Nemr, A. (1987), El-İctihâd, Kahire: el-Hey’etü’l-Âmme li’l-Kitâb.
Said Ramazan (1988), İslâm Hukuku (trc. Bayram Can), İstanbul: Leylekli
Yayımcılık.
Schacht, J. (1971), An Introduction to Islamic Law, Oxford: Oxford
University.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
46
Günümüz Fıkıh Problemleri Ortaya Çıkış Sebepleri ve Çözüm Yolları
Sünbüheylî, M. B. (1988), Kadâyâ Fıkhiyye Muasıra, Beyrut: Daru’l-Kalem.
Şafiî, Muhammed b. İdris (1979), er-Risâle (nşr. Ahmed M. Şakir), Kahire:
Dâru’t-Türâs.
Şâtıbî, Ebû İshâk İbrahim, el-Muvâfakât (nşr. Abdullah Dırâz), Kahire: elMektebetü’t-Ticâriyyetü'l-Kübrâ, I-IV.
Şelebî, M. M. (1981), Ta‘lîlü'l-Ahkâm, Beyrut: Dâru’n-Nehdati’l-Arabiyye.
Şibay, H. S. (1997), “Ebû Hanîfe”, İslam Ansiklopedisi, IV, 20-28, Eskişehir:
MEB Yayınları.
Tabbâra, A. A. (1977), Rûhu’d-Dîni’l-İslâmî, Beyrut.
Tahmâz, A. (1991), Mîzâtü’ş-Şerî‘ati'l-İslâmiyye, Dımaşk: Dâru’l-Kalem.
Taştan, O. (1998), “İctihad Sorunu Üzerine Bir Literatür İncelemesi”, İslâmiyât, 1/3, s. 73-91, Ankara: Avrasya Yayıncılık.
Tümer, G.-Küçük, A. (1997), Dinler Tarihi, Ankara: Ocak Yayınları.
Tümer, G. (1994), “Din”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, IX, 312320, İstanbul.
Wael b. Hallaq (1984), “Was the Gate of Ijtihad Closed?”, International Journal of Middle East Studies, London-New York. XVI, 3-41.
Wael b. Hallaq (1986), “On the Origins ot the Controversy About the
Existence of
Mujtahids and the Gate of Ijtihad”, Studia lslamica, LXIII, 129-141, Paris.
Wensinck, A. J. (1936), el-Mu‘cemü’l-Müfehres, Leiden: Brill.
Yaşaroğlu, K. (2003), “Mecma‘u’l-Fıkhi’l-İslâmî”, Türkiye Diyanet Vakfı
İslam Ansiklopedisi, XXVIII, 258-259, Ankara.
Zerkâ, M. A. (1967-68), el-Fıkhu'l-İslâmî fî Sevbihi'l-Cedîd, Dımaşk: Dâru’lFikr.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
47
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
İBADETLERLE İLGİLİ PROBLEMLER I
• Kadınların Özel Hallerinde İbadetler
• Yolculuk (Seferilik) Namazı
• Namazların Kısaltılması
• Namazların Cem Edilmesi
• Namaz Borcu Olanın Nafile Yerine Kaza
Namazı Kılması
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• Kadınların özel hâllerinde ibadet yapıp
yapamayacaklarını öğrenebilecek,
• Sefer hükümleriyle ilgili oluşturulan vatan
çeşitleri hakkında bilgi sahibi olacak,
• Seferilik hâlinde namazların kısaltma
zorunluluğu olup olmadığını kavrayabilecek,
• Namazların hangi şartların mevcudiyeti
hâlinde birleştirilerek kılınabileceğini
anlayabilecek,
• Namaz borcu olanın nafile yerine kaza namazı
kılıp kılamayacağını öğrenebileceksiniz.
GÜNÜMÜZ FIKIH
PROBLEMLERİ
Prof.Dr. H. İbrahim ACAR
ÜNİTE
2
İbadetlerle İlgili Problemler
GİRİŞ
İslam, bütün dinler gibi Müslümanları tazim ve itaatin en yüksek ifadesi
olan ibadetlerle yükümlü kılmıştır. Kuran-ı Kerim’de ”Ben cinleri ve insanları ancak
bana ibadet etsinler diye yarattım.” buyrulmaktadır (Zâriyât,51/56). İnsanların
yaratılış amacı Allah’a kulluk etmeleridir. İbadet ancak Allah için yapılır ve karşılığı
da sadece O’ndan beklenir.
İbadet, imanın bir alameti ve dışa yansıyan görüntüsüdür. İmanla ibadet
birbirinden ayrılmaz bir bütündür. Allah katında insanların değeri ibadet ile doğru
orantılıdır (Furkan,25/77). Bu konuda erkekle kadın arasında bir ayırım söz konusu
değildir; ancak fizyolojik yapılarından kaynaklanan özel hâlleri sebebiyle kadınların
erkekler gibi ibadetlerini ara vermeden sürekli yapıp yapamayacakları günümüzde
tartışma konusu olmaktadır. Bir kısım araştırmacılar kadınların özel hâllerinde
sadece cinsel ilişkiye girmelerinin yasaklandığını, namaz ve orucun Allah’ı
zikretmek olduğunu dolayısıyla özel hâllerinde (hayız ve nifas) kadınların
ibadetlerini
yapabileceklerini,
Kur’an
okuyabileceklerini
söylemektedirler.
Geleneksel bilgi açısından farklılık arz eden bu görüşler tartışmaları da beraberinde
getirmiştir. Bu sebeple bu ünitede kadınların özel hâllerinde namaz ve oruçla
mükellef olup olamayacakları, hac ibadeti esnasında tavaf yapıp yapamayacakları
ve Kuran okuyup okuyamayacakları üzerinde durulacaktır.
Kadınların özel hâlleriyle kasdedilen hayız ve nifastır. Hayız, kadının büluğa
ermesine vesile olan kandır. Hanefi mezhebine göre en az süresi üç gün, en son
süresi on gündür. Üç günden az veya on günden fazla gelen kan, istihaze kanı
olarak değerlendirilir. İstihaze kanı diğer organlardan gelen kan gibidir. Nifas ise
doğum sonrasında gelen kandır. Bu kanın gelmesiyle kadından bazı yükümlülükler
kaldırılmıştır. Nifasın en az süresi için bir sınır yoktur. En uzun süresi ise kırk
gündür. Her ne kadar kadınlara mahsus hâller başlığı altında istihaze kanına yer
veriliyorsa da bu durumda olanlar özürlü kimselere tanınan ruhsat çerçevesinde
ibadetlerini yerine getirebildiklerinden ünitemiz içerisinde bu konuya temas
edilmeyecektir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
İbadetlerle İlgili Problemler
Ayrıca ünite içersinde güncel meseleler çerçevesinde tartışılan yeni değişen
şartlar karşısında seferilik ve seferilikle ilgili hükümlerle, namazların cem edilmesi
ve namaz borcu olanların nafile yerine kaza namazı kılıp kılamayacakları Kuran,
sünnet ve müçtehitlerin görüşleri dikkate alınarak ele alınacaktır.
KADINLARIN ÖZEL HÂLLERİNDE İBADETLER
Namazla İlgili Görüşler
Kur’an-ı Kerim, hak ve sorumluluklar açısından kadın ile erkek arasında bir
ayırım yapmamıştır. Her birini ibadet etmekle yükümlü kılmıştır. Ancak kadınlara
ait bazı özel hâller vardır ki, bu zaman dilimlerinde kadınların ibadet yapıp
yapamayacakları, son yıllardaki tartışma konularından birini oluşturmaktadır.
İlk yıllardan itibaren İslam âlimleri hayız ve nifas kanamasının ibadetin
ifasına engel teşkil ettiği hususunda ittifak etmişlerdir. Günümüze kadar İslam
tarihi içerisinde bu görüşe aykırı bir görüşün savunulduğu bilinememektedir.
Namazın
şartlarından
biri
de
hadesten
yani
hükmi
kirlilikten
temizlenmektir. Namaz kılmakla mükellef olan kadınların hayız ve nifas hâllerinden
temizlenmesi Hanefi ve Şafii mezheplerine göre namazın farz olma şartlarındandır.
Mâliki ve Hanbeli mezheplerine göre ise namazın hem farz hem de sahih olma
şartlarındandır.
Kuran-ı Kerim’de kadınların hayız hâllerinin onlar için bir eziyet olduğuna
işaret edilmekte ayrıca bu günlerde kadınlara cinsel açıdan yaklaşılmaması
istenmektedir (Bakara, 2/222). Burada, kadınların bu hâlleri devam ettiği sürece
namaz ibadetini eda edip edemeyecekleri hakkında bir açıklama bulunmamaktadır.
Ancak Hz. Peygamber ve hanımlarının konuyla ilgili sözlerine baktığımızda özür
hâllerinin ibadetlere etkisi hakkında fikir sahibi olmaktayız.
Hz.Peygamber, kendisine gelerek devamlı kanama geçirdiğini dolayısıyla
temizlenemediğini ifade eden ve bu durumda namazlarımı terk etmem gerekir mi
diye soran Fatma b. Hubeyş’e “ Bu ancak bir damar(kan)dır. Hayız kanaması
gördüğün zaman namazı bırak ve hayız hâlin sona erince, kanı temizleyerek guslet
ve namaz kıl.” demiştir (Buhârî, Hayz, 9, 20, 25; Müslim, Hayz, 14; Ebû Dâvûd,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
İbadetlerle İlgili Problemler
Taharet, 109). Bu sözlerden anlaşılacağı üzere hayız kanaması görüldüğünde
namazların kılınmaması, hayzın sona ermesi hâlinde gusledildikten sonra namaz
kılınması emredilmektedir. Bu hadis ve diğer uygulamalardan hayız gören kadının
namazları terk etmesinin ruhsat değil, emir olduğu anlaşılmaktadır.
Hayız döneminde kılınmayan namazların kaza edilmeyeceği hususunda
İslam âlimleri arasında görüş birliği vardır. Hz. Aişe de bu konuyla ilgili olarak
kendisine yöneltilen “adet gören bir kadın bu dönemde kılmadığı namazları kaza
etmiyor da tutmadığı oruçları niçin kaza ediyor?” şeklindeki soruya şöyle cevap
vermiştir. “Biz Resulullah’ın yanında hayız olurduk da kılmadığımız namazları kaza
etmekle emrolunmadığımız hâlde, oruçları kaza etmekle emrolunurduk.” (Buhârî,
Hayz, 21; Müslim, Hayz, 15; Ebû Dâvûd, Taharet, 105). Bu hadiste anlaşılmaktadır
ki namazların kaza edilmemesi Hz. Peygamber’in onayına ve buna bağlı
uygulamalara dayanmaktadır. Şayet namazın kazası olsaydı Hz. Peygamber
mutlaka onu emrederdi.
İslam âlimleri de hayız halindeki kadınların temizlendikten sonra
namazlarını kaza etmekle yükümlü olmadıkları konusunda ittifak etmişlerdir. Bu
durum Allah’ın kadınlara bir lütfudur. Ayrıca şunu söylemek mümkündür. Namaz
her gün beş defa tekrarlanan bir ibadettir. Hayız hâli ise süreklilik arz eden bir
durum olduğundan namazların kazası buna bağlı olarak zor ve meşakkatli olacaktır.
Allah Teâlâ zorluk ve
meşakkatleri insanların
üzerinden kaldırmıştır.
Allah Teâlâ zorluk ve meşakkatleri insanların üzerinden kaldırmıştır. Nitekim
Kur’an’ı Kerim’de “ ….(Allah) dinde sizin için bir zorluk kılmamıştır…”. buyrulmuştur.
( Hacc, 22/78 )
İslam âlimleri nifas hâlinin de hem namazın farz olmasına hem de kılınınca
sahih olmasına engel olduğu görüşündedirler. Çünkü hayız için geçerli hükümler
nifas için de geçerlidir. İslam hukukçuları bu hükme, nifas hâlini hayız kanına kıyas
ederek ulaşmışlardır. Nitekim bazı hadislerde “nifas “ kelimesi “ hayız” anlamında
kullanılmıştır.
Nifas süresince kılınmayan namazlar da daha sonra kaza edilmezler. Ümmü
Seleme’den nakledildiğine göre “Resulullahın hanımlarından biri kırk gün otururdu
da, Resulullah nifas hâlinde geçen namazlarının kazasını emretmezdi.” (Ebû Dâvûd,
Taharet, 121; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 304).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
İbadetlerle İlgili Problemler
İslam’ın kadınlarla alakalı olarak getirdiği bu ibadet yasağının, onların
aleyhine bir düzenleme olmadığını, aksine kadınların karşılaşabilecekleri meşakkat
ve sıkıntıdan onları kurtaracağını söylemek mümkündür. Bu uygulamadan
kadınların aşağılandığı, ibadet etme özgürlüklerinin kısıtlandığı şeklinde bir sonuç
çıkarmak mümkün değildir. Bunun aksine dinimizin, her ortamda insanlara sıkıntı
verebilecek hususlarda dinî yükümlülük getirmediği sonucuna varılabilir.
Günümüzde Yaşar Nuri Öztürk ve Hüseyin Atay gibi bazı araştırmacılar
hayız ve nifas hâllerinin hükmen kirlilik oluşturmadığı görüşünden hareketle
kadınların bu özel günlerinde namazlarını kılabileceklerini söylemektedirler.
Oruçla İlgili Görüşler
İlk dönemden itibaren kabul edilen görüşe göre hayız hâli, orucun eda
edilmesine engeldir. Hayız hâlinde bulunan bir kadının oruç tutması haramdır. Bu
konuda müçtehidler icma etmişlerdir. Hz. Peygamber bir bayram günü kadınlara
nasihat ederken onlara yönelik olarak “ …bir kadın hayız olduğu zaman namaz
kılmaz, oruç tutmaz değil mi?” dediğinde, kadınlar “evet” diye cevap verdiler.
(Buhari, Hayz,7). Bu rivayetten kadınların özel günlerinde oruç tutmayacakları
açıkça anlaşılmaktadır.
Hayız hâlinde oruç tutmakla mükellef olmayan kadınlar, temizlendikten
sonra tutulmayan farz ve vacip oruçları gününe gün kaza ederler. Müçtehidler de
tutulmayan oruçların kaza edileceği hususunda icma etmişlerdir. Hz. Aişe’nin şu
sözü bu konuda delil olarak kabul edilmektedir. “Biz Resulullah’ın yanında hayız
olurduk da kılmadığımız namazları kaza etmekle emrolunmadığımız hâlde, oruçları
kaza etmekle emrolunurduk.” (Buhârî, Hayz,21; Müslim,Hayz,15; Ebû Dâvûd,
Taharet,105)
Nifas hâlinde bulunan bir kadının oruç tutmayacağı hakkında Hz.
Peygamber’in bir sözü bizlere ulaşmamıştır. Ancak âlimler sünnet verilerini ve ilk
dönem uygulamalarını delil getirerek nifas hâlinde de namazların terk edilmesi
gerektiği hükmüne ulaştıklarından, oruç ibadetine etkisi açısından hayız ve nifasın
aynı olması gerektiğine hükmetmişlerdir. Dolayısıyla kadınların hayız hâliyle ilgili
hükümler nifas hali için de geçerli olmaktadır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
İbadetlerle İlgili Problemler
Oruç tutmakta olan bir kadın bu durumda iken hayız olduğunda orucunu
bozar ve sonradan kaza eder. Aynı şekilde temiz ve oruçlu olarak yatıp uyuyan bir
kadın, uyandığında hayız veya nifas kanaması görürse o andan itibaren adet
görmeye başlamış sayılır ve orucunu açması kendisine vacip olur. Oruç tuttuğu
takdirde orucu geçersiz olur. Ancak bu durumda olan kadının edeben oruçlu gibi
davranmaya devam etmesi uygun olur. Buna mukabil hayızlı bir kadın yatıp
uyandığında temizlendiğini anlamışsa ihtiyaten uyuduğu zamandan itibaren
temizlenmiş sayılır. İmsak vaktinden sonra hayız hâli sona eren bir kadın gün
içerisinde hiç bir şey yiyip içmemiş olsa bile oruç tutmuş sayılmaz.
Günümüzde Yaşar Nuri Öztürk ve Hüseyin Atay gibi bazı araştırmacılar
hayız ve nifas hâllerinin hükmen kirlilik oluşturmadığı görüşünden hareketle
kadınların bu özel günlerinde oruçlarını tutabileceklerini söylemektedirler.
Hacla İlgili Görüşler
Hayız hâlinde iken ihrama giren veya ihrama girdikten sonra hayız gören
kadınlar, hac ibadeti esnasında tavaf dışında hacc ile ilgili diğer bütün hükümleri
yerine getirebilirler. Allah Resulü, Veda Haccı esnasında yolda Serif mevkiine
geldiklerinde hayız görmeye başlayan hanımı Hz. Aişe’ye şöyle
söylemiştir.”….Hacıların yapacakları fiilleri sen de yap; şu kadar ki, temizleninceye
kadar Beyt’i tavaf etme.” (Buhârî, Hayz, 1, 8; Müslim, Hacc, 17).
İslam âlimlerinin çoğunluğu tavaf edebilmek için hükmi temizliğin
bulunmasını farz kabul etmişlerdir. Hayız hâlindeki kadının hükmi temizliği
mümkün olmadığından bu durumda tavaf etmeleri haramdır. Şayet tavaf ederlerse
kendilerine ceza gerekir.
Hz. Peygamber’in “Kâbe’yi tavaf bir namazdır......”
(Dârimî, Menâsik, 32) sözü de burada delil olarak kullanılmaktadır. Çünkü hadisten
anlaşılan tavafın bir namaz olduğudur. Buna göre hükmen temiz olma, namaz için
şart olduğu gibi tavaf için de şarttır.
Hayız hâlindeki kadınla ilgili hükümler nifas hâlindeki kadınlar için de
geçerlidir. Nitekim Veda Haccı için yola çıkan Hz.Ebu Bekr’in hanımı Esma bint
Umeys,
Zülhuleyfe’ye
geldiğinde
oğlu
Muhammed’i
dünyaya
getirmişti.
Hz.Peygamber, hanımının bu durumunu soran Hz. Ebu Bekr’e onun gusletmesi, hac
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
İbadetlerle İlgili Problemler
için ihrama girmesi ve tavaf dışında herkesin yaptığı diğer menasiki yapmasını
söylemiştir(Nesâî, Menasiku’l-Hacc, 27).
Mekke dışından hacca gelenler için sünnet olan kudûm (Mekke’ye geliş)
tavafını yapamayıp Arafat’a çıkan adetli kadınların, kudûm tavafını yapmaları
gerekmez. Haccın son menasiki olup Mekke dışından hacca gelenlere vacip olan
veda tavafını yapmadan hayız olan ve temizlenmeden Mekke sınırlarını geçen ve
dışarı çıkan kadınlardan bu tavaf düşer. Bu hususta Hanefi, Maliki ve Şafiiler
arasında ittifak vardır. Bundan dolayı kurban kesmeleri de gerekmez. Şayet Mekke
sınırlarından çıkmadan temizlenilmişse bu durumda veda tavafının yapılması vacip
olur.
Haccın rüknü olan ve Arafat vakfesinden sonra yapılan ziyaret tavafını
yapabilmek için hayız ya da nifas hâlinde olan kadının temizleninceye kadar
Mekke’de beklemesi gerekir. Temizlenince gusledilir ve tavaf yapılır. Hanefi ve
Hanbeli mezheplerine göre tavaf için temiz olmak, namazın şartı gibi bir şart
değildir. Tavafın temiz bir şekilde yapılması vaciptir. Hayız hâlinde tavaf yapılınca
geçerli olmakla birlikte temiz bulunma şartı yerine gelmediğinden, vacibin ihlali söz
konusu olduğundan bu hatanın giderilebilmesi için ceza kurbanı yani deve veya
sığır kesmek gerekir. İbn Teymiyye ve İbnü’l-Kayyım’a göre hayızlı kadın
temizlenmesini bekleyemeyecek durumda ise bu şekliyle tavaf edebileceği ve bu
hareketiyle tavaf için gerekli olan şeylerde kasten bir eksiklik ve aykırı bir davranış
bulunmadığı için kendisine ceza gerekmeyeceği görüşündedirler. Bu şekildeki
ruhsat, kadına hac ibadetinin özel konumu sebebiyle tanınmıştır.
Hayız halinde bulunan bir kadın gusletmeden Arafat vakfesini yapabilir. Hz.
Peygamber’den rivayet edilen duaları okuyabilir. Çünkü hadesten taharet Arafat
vakfesinin bir şartı değildir.
Mazeretleri dolayısıyla hayız ve nifaslı kadınların yaptıkları sa’y kerahetsiz
olarak sahihtir. Çünkü temiz ve abdestli olmak sa’yin sünnetlerindendir.
Kuran Okumalarıyla İlgili Görüşler
“…..Ona ancak temiz olanlar dokunabilir.” mealindeki Vakıa suresi 79.
ayetle, Hz. Peygamber’in fıkıh ve Kuran öğretmesi için Amr b.Hazm’ı Necran
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
İbadetlerle İlgili Problemler
bölgesine gönderirken kendisine verdiği bir evrakta yazılı bulunan “ Kuran’a ancak
temiz olanlar dokunabilir “ (San’ani, Sübülü’s-Selâm, I, 109) şeklindeki talimatı,
âlimlerin çoğunluğu tarafından Kuran’a abdestsiz olarak dokunmanın yasak
olduğuna delil olarak kullanılmaktadır.
Ayrıca Hz. Peygamber “ Hayız hâlindeki kadın ve cünup olan bir kimse
Kuran’dan hiç bir şey okuyamaz.“ buyurmuştur( Tirmizî, Taharet,98; İbn Mâce,
Taharet,105). Hadiste zikri geçen “hiç bir şey” ifadesi mutlak yani her hangi bir
kayıt getirmediğinden bu deyim bir ayetten az miktarda olanı da kapsamına
almaktadır. Bu delilleri esas alan Hanefi ve Şafii mezheplerine göre cünüp ve hayız
hâlinde olan bir kadın hem Kuran’a el süremez, hem de O’nu okuyamaz. Ancak dua
veya Allah’ı anma niyetiyle dua anlamı taşıyan bazı ayet veya sureleri mesela
Fatiha, Felak, Nas ve İhlas surelerini, Ayete’l-Kürsi’yi ezbere okuyabilir. Bu arada
Kur’an mealini de okuyabilir. Çünkü meal Kuran’ın aslı gibi değildir. Kılıf içerisinde
bulunan Kuran’a hayız veya nifas halinde olan bir kadın el sürebilir veya taşıyabilir.
İlimle uğraşan bir kimse tefsir, hadis ve fıkıh kitaplarını zaruret nedeniyle eliyle
tutabilir.
Bazı Hanefi âlimleri Kuran öğretmeni olan bir kadının öğretimini devam
ettirme ve okuma niyetiyle hayız hâlinde iken Kuran ayetlerini kelime kelime veya
yarımşar ayet şeklinde okuyabileceğini, bu şekilde öğretim yapabilecekleri
görüşünü savunmuşlardır. Hanefi mezhebi âlimlerinden Kerhi’ye göre heceleyerek
harf harf, iki kelimenin arasını keserek kesik kesik, Tahavi’ye göre yarımşar ayet
okunarak öğretim yapılabilir. Çünkü bu türlü okuyuşlarla kıraatten söz edilemez.
İmam Malik ve Ahmed b. Hanbel’e göre hayız ve nifas hâlinde olan bir
kadın ezbere veya el sürmeden yüzünden Kuran okuyabilir. Çünkü hayız ve nifas
hâlinin sona ermesi kişinin gücü dâhilinde değildir. İmam Malik adet halindeki
Kuran öğreticisi ve öğrencilerinin Kur’an-ı Kerim’i ellerine almalarını da öğretme ve
öğrenme zaruretine binaen caiz görmüştür.
Zahiri mezhebi imamlarından İbn Hazm’a göre hayız ve nifas hâlinde olan
bir kadın hem Kur’an’ı-Kerim’i eline alabilir hem de okuyabilir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
İbadetlerle İlgili Problemler
Kerhi ve Tahavi gibi hanefi âlimleriyle maliki mezhebinin görüşlerini dikkate
alarak eğitim veren veya eğitim gören hayız ve nifas hâlindeki kadınların Kuran-ı
okumalarında bir sakınca bulunmadığını söylemek mümkündür. Nitekim Diyanet
İşleri Başkanlığı, 18 Mayıs 2002 tarihinde İstanbul’da yapılan “Güncel Dinî
Meseleler İstişare Toplantısı I”in sonuç bildirgesi 20. maddesinde yer aldığı üzere
Günümüzde özellikle
hafızlık yapan kızlar,
hayız sebebiyle
oluşacak zaman ve
motivasyon kaybını
önlemek amacıyla bu
görüşten
yararlanabilirler.
kadınların özel günlerinde Kuran okuyabilecekleri yönünde karar almıştır. Bu karar
en azından Kuran eğitim ve öğretimi yapan, araştırma yapmaya ihtiyaç duyan
bayanları rahatlatacağı ve bayanların dinî bir hükmü çiğnemenin verdiği iç
huzursuzluğu taşımamaları ve Kuranla irtibatlarını kesmemeleri açısından önem arz
etmektedir. Günümüzde özellikle hafızlık yapan kızlar, hayız sebebiyle oluşacak
zaman ve motivasyon kaybını önlemek amacıyla bu görüşten yararlanabilirler.
YOLCULUK ( SEFERİLİK ) NAMAZI
Yolculuk (seferilik), fıkıh terimi olarak,yolcu sayılabilecek belirli bir
mesafeye gitmek üzere yola çıkmaktır. Hanefilerin çoğunluğuna göre seferin en az
müddeti orta bir yürüyüşle senenin en kısa günlerinde üç günlük ( on sekiz saatlik)
bir mesafeden ibarettir. Orta yürüyüş karada, düz yerde, yaya yürüyüşü ve deve
yürüyüşüdür. Çünkü bunlar mutat olan vasat yürüyüşlerdir. Bir kişinin günde altı
saatlik yolculuk yapabileceği kabul edilince üç günlük yolculuk on sekiz saatlik bir
zamana karşılık gelir. Bu kadar zaman içerisinde kat edilecek mesafe sefer süresi
olarak kabul edilmiştir. Bir saatte beş kilometrelik bir mesafe kat edilirse on sekiz
saatte 90 km’ lik bir yol gidilmiş olur.
Yolculuklarda sıkıntı ve meşakkat olmasa dahi hüküm şahsa değil cinse
göre verileceğinden, sefer hükmü 90 km ve üzeri bütün yolculukları kapsar.
Süyanü’s-Sevri ve Ebu Hanife’den başka bütün fakihler bu şekilde seferilik ölçüsü
olarak mesafe kriterini esas almışlardır. Yolculuk yapanlar günümüz ulaşım
vasıtalarında olduğu gibi bu mesafeyi daha kısa zamanda meşakkat bulunmadan
kat etseler dahi yolcu sayılırlar. Çünkü hükümler hikmetler üzerine değil illetler
üzerine kurulur. Seferilikle ilgili hükümlerin illeti “seferlik” olduğundan yolcu olarak
nitelendirilebilecek bütün insanlar meşakkat bulunsun veya bulunmasın seferiliğin
hükümlerinden istifade ederler.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
İbadetlerle İlgili Problemler
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır artık yaya ve deve yürüyüşüyle üç günlük
yolculuk anlayışının değil, günümüzde yolculuklar için kullanılan mutat seyir
araçlarıyla sürecek üç günlük (on sekiz saatlik) yolculuğun yani zaman kriterinin
seferilik konusunda esas alınması gerektiğini ileri sürmüştür. Bu görüşe göre
örneğin uçak gibi daha hızlı araçlarla on sekiz saatlik süre daha kısa zamanda kat
edilse seferilik hükümlerinden istifade edilemez.
Yazır’ın ileri sürdüğü görüş dikkate alınacak olursa, ülkemizde neredeyse
seferiliğin söz konusu olmayacağı bir döneme gelinmekte olduğunu söyleyebiliriz.
Çünkü günümüzde mutat seyir vasıtası olan otobüsle 18 saatlik süre içinde 1300
km cıvarında bir yol kat edilebilmektedir.
Vatanında veya o hükümdeki bir yerde oturan kimseye “ mukim”, buradan
çıkıp en az onsekiz saatlik mesefeye gitmeye başlamış olan kimseye de “ misafir”
(yolcu) denir. Kişinin misafir olması, onun bir yere gitmesi ile olur ki, misafir
olabilmesi için kendisi ile o yerin arasında zikredilen mesafenin bulunması, o kişinin
o yere gitme niyeti ile şehrin veya köyün evlerini geçmesi gerekir. Seferilik için
belirlenen bir mesafeye gitmek üzere niyeti bulunmayan bir kimse, daha uzak bir
mesafeye yolculuk yapsa dahi seferi sayılmaz. Ayrıca kişi bulunduğu şehirden
çıkmadıkça seferi olamaz. Kişinin seferi sayılabilmesi için ikamet mahallinden fiilen
ayrılması gerekir. Yolculuk hükümleri, o yerleşim biriminin en son evini geride
bırakmakla başlar. Günümüzde büyük şehirlerin yerleşim alanları çok genişlediği
için, yolcunun ikamet ettiği ilçenin belediye sınırları veya limanlar, otobüs
terminalleri, tren istasyonları gibi ulaşım araçlarının hareket yerleri seferin
başlangıç noktası olarak kabul edilebilir.
Yolculuğa çıkan kimse herhangi bir şehir kasaba veya köyde on beş gün
veya daha fazla bir zaman için kalmaya niyet etmedikçe orada yolcu sayılır. Çünkü
geçici olarak bir yerde kalmak isteyen kimse o yerde geçici olacağı için yolculuk
vasfını taşır. Yolculuk vasfından kurtulabilmesi için en az on beş gün kalmaya niyet
etmesi gerekir. Hanefiler bu tespiti yaparken kadının iki ay hâli arasındaki temizlik
süresine kıyas etmişlerdir. Çünkü seferilikle ay hâli arasında müşterek bir vasıf
olduğunu düşünmektedirler. Şöyle ki; ay hâlinde olan kadın, namaz kılamazken
temizlenince namaz kılma yetkisine sahip olur. Yolcu olan kimse de namazlarını
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
İbadetlerle İlgili Problemler
tam olarak kılamazken bir yerde kalmaya niyet edince namazlarını tam kılma
yetkisine sahip olur. Bu sürenin kadının temizlik süresi kadar olduğu İbn Abbas ve
İbn Ömer’den nakledilmektedir.
Malikîlere göre yolcu bir yerde dört gün kalmaya niyet ederse, Şafiilere
göre giriş çıkış günleri hariç gittiği yerde dört gün kalmaya niyet ederse,
Hanbelilere göre ise yolcu dört günden veya yirmi vakitten fazla kalmaya niyet
ederse mukim olur. Yani seferilik sona ermiş sayılır.
Bir misafir birkaç gün kalma niyetiyle bir yere gitse ve orada bugün yarın
gideceğim diyerek on beş günden uzun bir zaman kalsa yine misafirlik hükmünden
çıkmaz. Nitekim İbn Ömer, Azerbaycan’da altı ay kaldığı hâlde namazlarını misafir
hükmünde kılmıştır.
Burada sefer hükümleriyle ilişkili olarak ele alınan vatan kavramından da
bahsetmek gerekir. Bunları şu şekilde sıralayabiliriz;
Vatan-ı Asli
İnsanın doğup büyüdüğü veya evlenip içinde yaşamak istediği ya da
yaşamaya karar verip ayrılmamayı düşündüğü yerdir. Vatan-ı aslide bulunan
kimseler mukim olarak kabul edilirler.
Seferilik hükümlerinden istifade edemezler. Asli vatan ancak kendi misliyle
bozulur, ikamet vatanı ile bozulmaz. Şöyle ki, Bir kimse içinde doğup büyüdüğü
veya evlenip yerleşmeyi düşündüğü yeri terk edip başka bir şehre yerleşse artık
önceki vatanı, asli olmaktan çıkar. Nitekim Hz. Peygamber Medine’ye göç ettikten
sonra, Mekke onun asli vatanı olduğu hâlde kendini orada misafir saymıştır. Bir
kimse asli vatanından geçici olarak çıkıp başka bir yeri ikamet vatanı edindikten
sonra asli vatanına dönse, niyete muhtaç olmaksızın mukim olur.
Vatan-ı İkamet
Bir kimsenin on beş gün veya daha fazla süre kalmaya niyet ettiği yerdir.
Kişi burada mukim olarak kabul edilir. Seferilik hükümlerinden istifade edemez.
Yerleşme niyeti olmadan farklı şehirlere tayini çıkan ve oralarda çalışan kamu
görevlileri veya farklı şehirlere okumaya giden öğrenciler on beş günden fazla
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
İbadetlerle İlgili Problemler
kalmaya niyet ettiklerinde bulundukları yerlerde misafirlik hükümlerinden istifade
edemezler. Burası onlar için ikamet vatanıdır. İkamet vatanı ancak asli vatan ile ve
diğer bir ikamet vatanı ile bozulur.
Vatan-ı Sükna
Bir kimsenin on beş günden az bir zaman kalmaya niyet ettiği yerdir.
Gidilecek olan bu yer, sefer mesafesi uzaklığında ise kişi yolculuk esnasında seferi
sayılır ve misafirlik hükümlerinden yararlanır. Memur da olsa öğrencide olsa
gittikleri farklı yerleşim bölgelerinde bir kaç gün veya bir hafta kalarak asli
vatanlarına dönüyorlarsa bu durumda yolculuk hükümlerinden yararlanırlar.
Sefer mesafesinde yazlık veya devre mülkü olup on beş günden az kalacak
olanlar Ebu Hanife, Sevri ve Evzâi’ye göre yolculuk ruhsatlarından yararlanırlar.
Hanbeli ve Mâliki mezheplerinde ise iki rivayet bulunmaktadır. Bir rivayete göre
ruhsatlardan yararlanır, diğer rivayete göre ise yararlanamazlar.
Seferiliğin Hükümleri
Seferiler (yolcular) hakkında birtakım kolaylıklar ve ruhsatlar söz
konusudur. Bunları kısaca şu şekilde sıralayabiliriz;
1-Namazların kısaltılması
Hanefilere göre yolculukta namazların kısaltılması vaciptir ve aynı zamanda
azimettir. Yolcunun tercih hakkı yoktur. Bilerek namazların tam kılınması
mekruhtur. Şafii ve Hanbelilere göre yolculukta namazların kısaltılması ruhsattır.
Namazlarını kısaltılıp kısaltılmaması kişinin kendi tercihine bırakılmıştır. Malikîlere
göre namazların kısaltılması sünnet-i müekkededir. Yolculuk esnasında sünnet
namazlar vakit genişliği bulunduğunda kılınır, darlık ve güçlük bulunduğunda ise
terk edilir.
2- Namazları birleştirerek kılma
Hanefilere göre Arafat ve müzdelife dışında namazlar birleştirilemez. Şafii,
Maliki ve Hanbelilere göre Arafat ile müzdelife dışında hastalık, yağmur, ihtiyaç ve
sefer gibi mazeretlere binaen birleştirilebilir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
İbadetlerle İlgili Problemler
3- Ramazan orucunu daha sonra tutmak üzere erteleme
Seferilik hâlinde oruç tutmanın veya bozmanın ruhsat olduğu hususunda
ihtilaf yoktur. Yolcu, ramazan ayında orucunu tutmayıp sonraya bırakabilir ve
tutamadığı günler sayısınca sonradan kaza edebilir (Bakara, 2/184). Hanefi, Şafii ve
Malikîlere göre zarar vermiyorsa yolcunun oruç tutması daha faziletlidir.
Hanbelilere göre zorluk ve sıkıntı bulunmasa dahi seferde oruç tutmak mekruhtur.
4- Mest üzerine mesh süresini uzatma
Hanefi, Şafii ve Hanbelilere göre mukim olan bir kimse mestler üzerine bir
gün bir gece, yolcu ise üç gün üç gece meshedebilir. Malikîlere göre mest üzerine
meshin belirli bir süresi yoktur. Kişi ayağından çıkarmadığı veya cünüp olmadığı
müddetçe mest üzerine meshedebilir.
5- Cuma ve bayram namazı ile kurban kesme mükellefiyetinin düşmesi
Yolcu, cuma ve bayram namazlarını kılmak ve kurban kesmekle mükellef
değildir. Bunları dilerse yapar dilerse yapmaz.
6- Kadınların yanlarında bir mahremi olmadan yola çıkmamaları
Kadın, kocası veya mahremi yanında olmadan sefer mesafesinden uzak bir
yere tek başına gidemez.
7-Yolculara zekât verilmesi
Memleketinde malı bulunduğu hâlde yolculuk esnasında parasız kalan ve
memleketine dönebilecek kadar parası bulunmayan kimselere zekât verilebilir.
8-Seferilikle ilgili diğer hükümler
Yolculuğa hangi nedenle çıkılırsa çıkılsın Hanefilere göre mükellef seferilik
hükümlerinden yararlanır. Diğer üç mezhebe göre ise kötü bir niyetle veya haram
şeylerin ticareti için ya da Allah’a isyanın söz konusu olacağı yolculuklara çıkan
kimse seferilik yükümlerinden yararlanamaz.
Sefer hâlinde bulunan bir kimse, kendisine tabi bulunduğu bir şahsın
niyetini, nereye kadar gideceğini bilmediği ve sorusuna da cevap alamadığı
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
İbadetlerle İlgili Problemler
durumlarda üç günlük mesafeye gidinceye kadar namazlarını tam kılar. Ondan
sonra kısaltmaya başlar.
Vakit içinde yolcu, mukim bir imama uyararak namaz kılarsa öğle, ikindi ve
yatsı namazını dört rekât olarak kılar. Yolcu imam olur da mukim vakit içinde dört
rekâtlık farz namazlarda ona uyarsa imam iki rekât kıldıktan sonra selam verir ve
arkasındaki yolcu olmayan şahıs kalkıp namazını dörde tamamlar.
Mukim olan kimse ikamet hâlinde kazaya kalan namazları dört rekât, yolcu
olan kimse seferde kazaya kalan namazları iki rekât olarak kaza eder.
NAMAZLARIN KISALTILMASI
Müçtehid imamlar dört rekâtlı farz namazların kısaltılarak ikişer rekât
kılınmasının caiz olduğu konusunda ittifak etmişlerdir.
Kur’an-ı Kerim’de zikri geçen“Yolculuk ettiğinizde kâfirlerin size bir fenalık
yapmasından korkarsanız namazı kısaltmanızda size bir sorumluluk yoktur….”
(Nisâ,4/101) meâlindeki ayet, namazların kısaltılarak kılınabileceğini ifade
etmektedir. Bu ayette namazların kısaltılması, inkâr edenlerin fenalık yapmasından
korkulması şartına bağlanmış olmakla birlikte âlimler korku durumunun
bulunmaması hâlinde de bu hükmün geçerli olduğunu bildirmişlerdir. İbn Abbas’ın
şu sözü namazların sadece korku hâlinde değil, diğer zamanlarda da
kısaltılabileceğini ifade etmektedir. “Resulullah Medine’den Mekke’ye yola çıktı. Hiç
bir düşman korkusu yokken, sadece Alemlerin Rabbinin korkusu varken namazlarını
iki rekât kıldı.” (Tirmizî, Taksiru fi’s-Sefer, 391; Nesâî, Taksiru’s-Salât,4).
Konumuzla ilgili olarak Ya’la b. Ümeyye, Hz. Ömer’e “Ya Emire’l-Mü’minin
ayette “Yolculuk ettiğinizde kâfirlerin size bir fenalık yapmasından korkarsanız….”
ifadesi yer almaktadır. Şimdi insanlar bu korkudan emin olmuşlardır. O hâlde niçin
seferde namazı kısaltarak kılıyoruz? diye sorunca Hz. Ömer şu cevabı verdi. Bu
senin şaştığın şeye ben de şaştım da Resulullah’a sordum. Resulullah da cevap
olarak “ Bu Allah’ın size ihsan ettiği bir sadakadır. Binaenaleyh siz onun sadakasını
kabul edin. “ buyurdular (Müslim, Salatu’l-Müsafirin, 1). Ayrıca hadis kaynaklarında
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
İbadetlerle İlgili Problemler
zikredilen birçok rivayet Hz. Peygamber ve raşid halifelerin yolculuklarda namazları
hep kısaltarak kıldıkları yönündedir.
Yolculuk ister ibadet için, ister mubah veya masiyet bulunan bir amaçla
yapılmış olsun her türlü yolculuk sırasında namazları kısaltmak caizdir. Mesela, yol
kesmek, meşru olmayan bir eğlence yapmak veya başka bir haramı işlemek için
yolculuk yapan kimse de seferilik ruhsatlarından yararlanır. Çünkü “Yolculuk
ettiğinizde kâfirlerin size bir fenalık yapmasından korkarsanız namazı kısaltmanızda
size bir sorumluluk yoktur…” (Nisâ,4/101) mealindeki ayette yolculuğun meşru
veya gayrimeşru olması arasında bir ayırım yapılmamıştır.
Şafii, İmam Malik ve Ahmed b. Hanbel’e göre hırsızlık yapmak, yol kesmek,
şarap vb. haram şeylerin ticaretini yapmak gibi masiyet ve Allah’a isyanın söz
konusu olduğu yolculuklarda namazların kısaltılması caiz değildir. Kısaltılırsa namaz
sahih olmaz. Çünkü bu gibi kimseler Allah’a isyan için yolculuk yapmış sayılır. Bu
noktada Malikîler farklı düşünerek böyle birinin günahkâr olmakla birlikte
namazının sahih olacağını söylerler.
Namazları Kısaltmanın Hükmü
Dört rekât farz namazlarının kısaltılarak ikişer rekât olarak kılınmasının caiz
olduğu konusunda ittifak eden müçtehitler kısaltmanın hükmü konusunda ihtilaf
etmişlerdir.
Hanefi mezhebine göre yolcu olan kimselere vacip olan, dört rekât farz
namazların iki rekât olarak kılınmasıdır. Namazların kısaltılması azimet olduğundan
yolcunun bu konuda tercih yapma hakkı söz konusu değildir. Hz. Ömer, Hz. Ali,
Abdullah b. Ömer, İbn Abbas, Ömer b. Abdilaziz, Hasanu’l-Basri, Katade’de bu
görüştedir. Yolcunun bilerek namazlarını kısaltmadan tam olarak kılması
mekruhtur. Bu durumda kılınan son iki rekâtlık namaz nafile olur. Ancak yolcu
kendisine vacip olan kasrı terk etmiş ve selamı da geciktirmiş olduğundan günahkâr
olur.
Burada dikkate alınması gereken bir husus da şudur: Normal zamanlarda
kılınan dört rekâtlı bir farz namazda ikinci rekâtan sonraki oturuş ter kedilmiş ve
üçüncü rekâtın secdesi yapılmış ise namazının sonunda yapılacak sehiv secdesi ile
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
İbadetlerle İlgili Problemler
namaz borcu kalkar, yeniden kılınması gerekmez. Ancak yolculuk hâlinde kılınan
namazlarda ikinci rekâttan sonraki oturuş kade-i ahîre (son oturuş) olduğundan
farzdır. Eğer ter kedilir ve üçüncü rekâtın secdesi de yapıldıktan sonra hatırlanırsa
dördüncü rekât da ilave edillir ve bu dört rekâtın tamamı nafile olur, namazın
tekrar kılınması gerekir. Çünkü bu durumda namazın bir rüknü terk edilmiştir.
Hammad b. Ebi Süleyman’a göre seferde namazlarını dört rekât olarak
kılan kimseler o namazları kaza eder. Hattabi’ye göre evla olan yolcunun namazı
kısa kılmasıdır. Çünkü namazın kısaltılarak kılınmasının caiz olduğuna bütün âlimler
ittifak etmişlerdir. Tam olarak kılmanın caiz olup olmadığı hususu ise ihtilaflıdır.
İttifak edilen ihtilafa tercih edilir.
Yolculuklarda kasrın vacip olduğu görüşünde olan Hanefi âlimleri şu
delillere dayanmışlardır.
1- “Hz. Peygamber Mina’da ( dört rekâtlı farz namazları) iki rekât kıldı. Hz.
Ebu Bekir, Hz. Ömer ve halifeliğinin başlarında Hz. Osman’da böyle kıldılar.”
(Buhârî, Hacc, 84).
2- Hz. Aişe’den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir. “Namaz hazarda ve
seferde ikişer rekât olarak farz kılındı. Sonra sefer namazı aynı bırakıldı; hazar
namazına ziyade yapıldı.“ (Müslim, Salatu’l-Müsafirin,1; Ebû Dâvûd, Salât, 270)
3- Hz. Ömer’den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir. “Hz. Peygamber’in
diliyle sabit olduğu üzere (dört rekâtlı ) farz namaz, yolculukta iki rekâttır. Cuma
namazı iki rekâttır. Ramazan ve kurban bayramı namazları ikişer rekâttır. Bu,
kısaltma yapılmaksızın tam olarak böyledir.“ (İbn Mâce, İkametu’s-Salât, 73; Nesâî,
Cuma, 37).
4- Rivayet edildiğine göre Abdullah b. Ömer şöyle demiştir. “Resulullah bize
peygamber olarak geldiğinde bizler sapıktık. Bize her şeyi öğretti. Seferde namazı
iki rekât olarak kılmamızda bu öğretilenler arasındaydı.“ (Müslim, Salâtu’lMüsafirin,1)
5- Abdullah b. Ömer bir rivayetinde şöyle demiştir. “ Hz. Peygamber ile
birlikte bulundum. Yolculukta iki rekâttan fazla kılmadı. Ebu Bekir, Ömer ve
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
İbadetlerle İlgili Problemler
Osman’la da birlikte yolculuk yaptım. Onlar da öyle yaparlardı.” (Buhârî,Taksiru’sSalât,2; Müslim,Salâtu’l-Müsafirin, 8).
Namazı dört rekât olarak kılmak ruhsat değildir. Bilakis günah ve sünnete
muhalefettir. Ebu Hanife bu konuda şöyle demiştir. Kim namazı seferde
tamamlarsa günah işlemiş ve sünnete muhalefet etmiş olur.
Namazların dört rekât olarak kılınmasının ruhsat olmama nedeni şudur.
Ruhsat denilince fıkıh usulünde, arızı bir durumdan dolayı asıl hükmün hafifletici ve
kolay hükme değiştirilmesi anlaşılır. Hâlbuki yolcular ve mukim olanlar için namaz
iki rekât olarak farz kılınmıştır. Bilahare mukim olanlar için iki rekât daha ilave
edilmiştir. Yolcular hakkında namaz başlangıçta olduğu gibi iki rekât olarak
kalmıştır. Dolayısıyla yolcu için hükmün değişmesi söz konusu değildir. Mukim
olanlar için değişiklik vardır. Ancak bu değişiklik kolaylık yönünde değil artış
yönünde olmuştur. Burada hakiki manada ruhsattan bahsedemeyiz. Ruhsat
denilmesi ancak bir değişikliğin bulunması sebebiyle mecazi anlamda olabilir.
Şayet namazı kısaltmak ( Kasır) ruhsat, dörde tamamlamak azimet olsaydı
Hz. Peygamber azimeti sürekli terk etmezdi. Terk edecek olsaydı bazen terk ederdi.
Çünkü azimete uymak daha faziletlidir. Hz. Peygamber amellerin en faziletlisini
seçerdi. Faziletli olanı terk edecek olsaydı ümmetine ruhsatı öğretmek amacıyla bir
veya iki defa terk ederdi. En faziletli olanı sürekli olarak terk etmeye gelince bu
durum Resulullah’ın ömrü boyunca en faziletli olanı zayi etmesi anlamına gelir ki
buna ihtimal söz konusu değildir.
Hz. Peygamber Mekke’de namazı iki rekât olarak kısaltarak kısaltmış ve
onlara şöyle demiştir. “Ey Mekke ehli, namazı tamamlayınız. Çünkü biz seferiyiz.”
Hz. Ömer’de Mekke’ye geldiği zaman cemaata namazı iki rekât kıldırır sonra da
onlara Mekkeliler! Siz namazı tamamlayın, çünkü biz seferiyiz.” derdi ( Muvatta,
Kasru’s-Salâti fi’s-Sefer, 6). Yine Enes b. Malik Hz. Peygamber’le birlikte öğle
namazını Medine’de dört, ikindiyi Zülhuleyfe’de iki rekât olarak kıldığını söylemiştir
(Ebû Dâvûd, Salât, 270). Şayet namazı dört rekât kılmak caiz olsaydı şu iki sebepten
dolayı Hz. Peygamber namazı kısaltmaz tam kılardı. 1- Haremde yapılan ibadete kat
kat sevap verildiği için fazla ibadet etmeyi ganimet bilir ve fazla ibadet ederdi. 2Hz. Peygamber burada imam, arkasında namaz kılan Mekkeliler ise mukim idi.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
İbadetlerle İlgili Problemler
Namazın tamamında kendisinin imamlığının faziletine nail olmaları, dolayısıyla
münferid olarak namaz kılmamaları için geri kalan kısmının tamamlanması
gerekirdi. Buna rağmen Hz. Peygamber’in dört rekât olarak kılmaması kasrın
gerekliliğine delildir.
Şafii ve Hanbeli mezheplerine göre yolcunun namazlarını kısaltması
ruhsattır. Ancak kısaltmak, kılmaktan daha faziletlidir. Çünkü Hz. Peygamber ile
dört halife bu şekilde yapmaya devam etmişlerdir. Kasrın ruhsat olduğunda ittifak
eden bu üç mezhep imamları ruhsatın hükmü hakkında ihtilaf etmişlerdir. Şafii ve
Hanbelilere göre mükellef namazı tam kılma azimeti ile kasretme ruhsatı arasında
muhayyerdir. İki kılabileceği gibi dört rekât da kılabilir. Hz. Osman, Sa’d b. Ebi
Vakkas, Enes b. Mâlik namazlarını yolculuk esnasında tam olarak kılmışlardı. Ebu
Sevr’de bu görüştedir.
Şafii ve Hanbelilerin dört rekâtlık namazların iki rekât olarak kılınmasının
ruhsat olduğu şeklindeki görüşlerinin delilleri olarak da şunları zikredebiliriz.
1- Nisâ Suresi 101. ayette yer alan “ Yolculuk ettiğinizde kâfirlerin size bir
fenalık yapmasından korkarsanız namazı kısaltmanızda size bir sorumluluk
yoktur…” şeklinde ifadeler, namazın kısaltılmasının farz değil, Allah’ın tanımış
olduğu bir kolaylık olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla buradaki ifade mubahlık
anlamını taşır.
2-Ya’la b. Ümeyye, Hz. Ömer’e “Ya Emire’l-Mü’minin ayette “Yolculuk
ettiğinizde kâfirlerin size bir fenalık yapmasından korkarsanız….” ifadesi yer
almaktadır. Şimdi insanlar bu korkudan emin olmuşlardır. “O hâlde niçin seferde
namazı kısaltarak kılıyoruz?” diye sorunca Hz. Ömer şu cevabı verdi. “Bu senin
şaştığın şeye ben de şaştım da Resulullah’a sordum. Hz. Peygamber’de cevap
olarak “Bu Allah’ın size ihsan ettiği bir sadakadır. Binaenaleyh siz onun sadakasını
kabul edin” buyurdular.(Müslim,Salâtu’l-Müsafirin,1). İmam Şafii bu hadisi şöyle
değerlendirmektedir. Hadiste kasr/kısaltma, sadaka olarak takdim edilmektedir.
Sadaka ise ancak karşı tarafın kabulü ile gerçekleşir. Ayrıca Hz. Peygamber kasr için
“sadaka”
kelimesini
kullanmıştır.
Bu
durum
kasrın
mubah
olduğunu
göstermektedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
İbadetlerle İlgili Problemler
3- Hz. Aişe’den gelen bir rivayet şu şekildedir: “Ramazan umresinde
Resulullah ile yola çıktım. Kendisi oruç tutmadı ben tuttum. O namazı kasretti ben
tam olarak kıldım ve kendisine:
“Anam babam sana feda olsun; sen iftar ettin,
ben oruç tuttum. Sen kasrettin ben tamamladım.”dedim. Hz.Peygamber de “İyi
ettin Ya Aişe” buyurdu (Dârekutni, II, 188). Bu ifade de kasrın caiz olduğuna delil
sayılır.
4- Abdurrahman b. Yezid’den şöyle bir rivayet gelmiştir: “Osman b. Affan
bize Mina’da dört rekât kıldırdı. Bu durum İbn Mes’ud’a sorulunca hayret ifadesi
olarak “Allah’tan geldik yine O’na döneceğiz” dedikten sonra şöyle devam etti.
“Resulullah ile Mina’da iki rekât kıldım. Sonra Ebu Bekir ile Mina’da iki rekât kıldım.
Daha sonra Ömer ile de Mina’da iki rekât kıldım. Ah nasibim o dört rekât olacağına
keşke (Allah katında) kabul olunmuş iki rekât olsa” dedi (Buhârî, Taksiru’s-Salât 2;
Müslim, Salatu’l-Müsafirin, 2). Şayet kasr vacip olsaydı onlar Hz. Osman’a
muvafakat etmezlerdi derler.
5- Hz. Enes’den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir. “Biz Resulullah’ın
ashabı yolculuğa çıkıyorduk. Namazları bazen tam kılıyor bazen kısaltıyorduk.
Bazen oruç tutuyor, bazen de iftar ediyorduk. Hiç kimse diğerini ayıplamıyordu.“
(Beyhâki, Sünenü’l-Kübrâ, III, 145).
İmam Malik’ten yolcunun namazları kısaltmasının azimet veya ruhsat
olduğu yönünde farklı görüşler nakledilmekle birlikte mezhepte tercih edilen
görüşe göre kısaltarak kılmak müekked sünnettir. Mükellef kasrı terk edip namazı
tam kılarsa sünnet sevabından mahrum olur. Yolcunun mukim imama uyması
mekruhtur. Çünkü bu takdirde yolcu kendisi hakkında sünneti müekkede olan kasrı
terk etmiş olur.
NAMAZLARIN CEM EDİLMESİ
Sözlük anlamı itibariyle “iki veya daha fazla şeyi bir araya getirmek”
anlamına gelen cem kelimesi ile kastedilen, birbirini takip eden namazların
birleştirilerek kılınmasıdır. Bu çerçevede ikindi namazının öğle namazı vaktinde
veya yatsı namazının akşam namazı vaktinde kılınması “cem’i takdim”, öğle
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
İbadetlerle İlgili Problemler
namazının ikindi namazı vaktinde, akşam namazının da yatsı namazı vaktinde
kılınması da “cem’i tehir” olarak isimlendirilmektedir. Bu başlık altında öğle
namazının ikindi namazıyla, akşam namazının da yatsı namazıyla birleştirilip
birleştirilemeyeceği konusu üzerinde durulacaktır.
Namazlardan her birinin kendi vakitlerinde kılınması gerektiğine işaret
eden Kur’an-ı Kerim’de namazların birleştirilip kılınacağına dair her hangi bir ayet
yoktur. Cebrail ( a.s.) iki gün üst üste Hz. Peygamber’e imamlık yaparak beş vakit
namaz kıldırmış ve ona dönerek “Ya Muhammed bu senden önceki peygamberlerin
ibadet vaktidir. İbadet vakti bu iki vaktin arasıdır.” demiştir. Cebrail (a.s.) bu şekilde
Hz. Peygamber’e namaz vakitlerinin başlangıç ve sonunu bildirmiştir. Bu bildirim
içinde bir vakitte iki namazı kılmak yoktur. Ancak Hz. Peygamber’in iki namazı
birleştirerek peş peşe kılması gibi bazı “uygulamaları” olmuştur.
Hz. Peygamber’in Veda Haccı’nda Arafat’ta öğle ile ikindi namazlarını öğle
vaktinde, Müzdelife’de akşam ile yatsı namazlarını yatsı namazı vaktinde
kıldırdığından bu iki vakitte namazların birleştirilebileceği konusunda âlimler ittifak
etmişlerdir.
Arafat ve Müzdelife’de namazların cem edilmesi hac ibadetine mahsus
yolculuk sebebiyle tanınmış bir kolaylık hükmüdür. Hanefi, Şafii, Maliki ve Hanbeli
mezhebine göre Arafat’ta öğle ile ikindi namazını öğle namazı vaktinde cem’i
takdim yapmak suretiyle kılmak sünnettir. Müzdelife’de ise cem’i tehir yaparak
akşam ile yatsı namazlarını yatsı namazı vaktinde kılmak Hanefi mezhebine göre
vacip diğer mezheplere göre ise sünnettir. Hanefilere göre cem’i tehirde cemaat
şart değildir.
Hanefi, Şafii ve Hanbelilere göre Arafat’ta yapılan cem’i takdim esnasında
cem’e niyet ederek öğle ve ikindi namazları öğle vaktinde bir ezan ve iki kametle,
Malikîlere göre ise iki ezan ve iki kametle kılınır. Öğle namazının farzı kılındıktan
sonra son sünnet kılınmadan, yapılacak kametin akabinde ikindi namazının farzı
kılınır. Çünkü ikindi namazı vaktinden önce kılınmaktadır. Bunu cemaate bildirmek
için kamet getirilir. Kamet getirilmediği takdirde cemaat bunu nafile namaz
zanneder ve imamla birlikte kılmazlar. İkindi namazının öğle namazı vaktinde
kılınmasının nedeni hacıların bütün mesailerini vakfeye hasretmeleri içindir. Öğle
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
İbadetlerle İlgili Problemler
namazının son sünnetinin kılınmaması da bu amaca yöneliktir. Ebu Hanife’ye göre
Arafat’ta öğle ile ikindi namazları cem yapılırken cemaatle birlikte kılınmalıdır.
Diğer mezhepler cemaatle kılınma şartını aramamışlardır. Cemaatle veya
münferiden kılanların cem’i takdim yapmaları sünnettir. Ayrıca Ebu Hanife’ye göre
namazın “Arafat hutbesini” okuyan imamın arkasında kılınmış olması gerekir. Diğer
mezheplerle İmam Muhammed ve Ebu Yusuf’a göre Nemire Mescidi’nde hutbeyi
okuyan imamın arkasında cemaatle birlikte kılmaları şart değildir.
Namazlar Müzdelife’de cem’i tehir esnasında bir ezan ve bir kametle
kılınır. Akşam namazı ile yatsı namazı arasında yatsı namazının ilk sünneti kılınmaz.
Cem’i tehirde, birinci namazın vakti içerisinde onu ikinci namazın vaktine tehir
etmeye niyet etmek gerekir. Aksi takdirde namazı vaktinden sonraya ertelemiş olur
ki bu haramdır. Ayrıca Cem’i tehirde cemaat şart değildir.
Bu iki yer dışında namazların birleştirilerek kılınıp kılınamayacağı
hususunda mezhep imamları ihtilaf etmişlerdir. Bu ihtilafın sebebi, namazların
birleştirilmesine cevaz veren ve Hz. Peygamber’in fiillerine dayanan hadislerden bir
kısmının tefsirinde, bir kısmının sıhhatinde farklı görüşlere sahip olunmasıdır.
Örneğin, İbn Abbas’dan rivayet edilen “ Resulullah
hiçbir korku ve yolculuk
olmaksızın öğle ile ikindiyi ve akşam ile yatsıyı birlikte kılardı.” (Müslim, Salâtu’lMüsafirin,6). hadisini Hanefi âlimleri ;“Hz. Peygamber öğle namazını öğle vaktinin
sonunda, ikindi namazını da ikindi vaktinin başında kılardı.” manasına almışlardır.
Cumhur âlimler ise Hz. Peygamber öğle namazını ikindi vaktine bırakır ve iki namazı
birlikte kılardı manasına almışlardır.
Şii-Ca’feri mezhebine göre hiç bir mazeret bulunmadan iki namazın bir
vakitte cem edilerek kılınması caizdir.
Bu genel bilgilereden sonra mezheplerin arafat ve müzdelife dışında
namazların birleştirilmesi konusundaki görüşlerini şu şekilde açıklayabiliriz.
Hanefi Mezhebinin Görüşü
Hanefi mezhebine göre Hac mevsiminde Arafat ve Müzdelife dışında, ister
mukim ister yolcu olunsun hiçbir sebeple, bir vakitte iki namazı birleştirerek kılmak
caiz değildir. Hasan el-Basri, İbrahim en-Nehâi ve İmam Evzâi de bu görüştedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
İbadetlerle İlgili Problemler
Çünkü Kuran-ı Kerim’de “Namaz müminlere belirli vakitlere bağlı olarak farz
kılınmıştır.” (Nisâ,4/103) buyrulmaktadır. Namaz vakitleri mütevatir veya meşhur
naslarla sabit olmuştur. Kuvvetçe kendilerine denk bir delil bulunmadıkça bu
nasları terk etmek caiz değildir. Namazların birleştirilmesi ancak benzeri bir delil ile
caiz olur. Bu şekilde kesin bir delil bulunmadığından namazların vakitleri dışında
kılınması caiz değildir. Çünkü iki ayrı vaktin namazı aynı vakitte birleştirilerek
kılındığında vakit değiştirilmiş olacaktır. Namazların farz oluş sebebi vakit
olduğundan, bir namaz, vaktin öncesinde kılındığında geçersiz olur. Namazı ikinci
bir vakit girinceye kadar geciktirmek ise kusurdur.
Hanefiler görüşlerine şu hadisleri mesnet olarak kabul etmektedirler.
1-Hz. Peygamber, bir savaş dönüşü istirahata çekildikleri yerde uyuya kalıp
sabah namazı kazaya kaldığında şöyle söylemiştir. “Uykudayken kusur olmaz. Asıl
kusur, bir namazı ikincinin vakti girinceye kadar kılmayanın kusurudur.” (Müslim,
Mesâcid,55).
2- Abdullah b. Ömer bir rivayetinde şöyle demiştir. “ Resulullah bir defa
hariç akşam ile yatsı namazını yolculukta asla cem etmemiştir.“( Ebû Dâvûd, Salât,
274).
3-İbn Mes’ud şöyle demiştir;”Resulullah’ın hiç bir namazı vaktinin dışında
kıldığını görmedim. Ancak iki namaz arasını cem ettiği vakit müstesna.
Müzdelife’de akşam ile yatsı namazlarını birleştirdi. Ertesi günde sabah namazını
vaktinden önce kıldı.” (Buhârî, Hacc,100; Müslim, Hacc,48; Ebû Dâvûd, Menâsik,
65).
Bununla birlikte Hz. Peygamber’in öğle namazını vaktinin sonunda ikindi
namazını da ilk vaktinde kıldığı olmuştur. Hz. Peygamber bu davranışıyla vakit
bakımından olmasa bile fiili olarak namazları birleştirmiştir. Bu şekilde yapılan cem,
yukarda tanımı verilen gerçek anlamda bir cem değildir. Bu uygulamada vakit değil
fiil birleştirilmektedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
İbadetlerle İlgili Problemler
Şafii, Mâliki ve Hanbeli Mezheplerinin Görüşü
Şafii, Hanbeli ve Mâliki mezheplerine göre Arafat ve Müzdelife dışında da
yolculuk, yağmur, dolu, kar vb. belirli bazı sebeplerin bulunması hâlinde iki namaz
birleştirilebilir. Bu sebepleri şöylece sıralayabiliriz.
Yolculuk
Hanefi mezhebi dışındaki diğer mezhepler seferi olunması yani yolculuk
hâlinde iki namazın birleştirilerek kılınmasının caiz olduğu hususunda ittifak
etmişlerdir. Muaz b. Cebel, İbn Abbas, İbn Ömer Ebu Sevr, Mücahit, İkrime’nin de
bu görüşte olduğu nakledilmektedir. Diğer sebepler konusunda ise ihtilaf
etmişlerdir.
Şafii ve Hanbeliler kasr yapılabilecek her yolculukta cem’i caiz görürlerken
Malikîler mubah bir yolculuk olma kaydıyla kısa mesafeli yolculuklarda bile cem’i
caiz görmektedirler. Ayrıca Malikîlere göre yolculukta namazların cem edilebilmesi
için yolcunun acele gitmesi gereken kimse olması gerekir (Muvatta, Kasru’s-Salati
fi’s-Sefer,1). Şayet yolcunun acele gitmesi gerekmiyorsa namazları cem edemez.
Yolculuk halinde namazların birleştirilmesi hususunda şu hadisler delil
olarak kullanılmaktadır.
1-Said b.Cübeyr’in anlattığına göre İbn Abbas bir rivayetinde şöyle
demiştir; “Tebuk Savaşı’nda Resulullah ile birlikte çıktık. Öğle ile ikindiyi bir, akşam
ile yatsıyı da bir kılardı.” Bunun üzerine “Neden böyle yaptı?” deyince İbn Abbas
“Ümmetini sıkıntıya sokmak istemedi.” dedi ( Müslim, Salâtu’-l Misafirin,6).
Benzer bir rivayet de şu şekilde gelmiştir. Ebu Tufeyl, Muaz b. Cebel’in
şöyle dediğini rivayet etmiştir. “ Tebuk Savaşı’nda Resulullah ile birlikte çıktık. Öğle
ile ikindiyi bir, akşam ile yatsıyı da bir kılardı. “Neden böyle yaptı?” dedim. Dedi ki:
“Ümmetini sıkıntıya sokmak istemedi.” ( Müslim, Salâtu’-l Misafirin,5).
2- İbn Abbas’tan rivayet edildiğine göre “ Resulullah yolculuk hâlinde iken
öğle ile ikindiyi birleştirirdi. Akşamla yatsıyı da birleştirirdi.” (Buhârî, Taksiru’sSalât,13).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
İbadetlerle İlgili Problemler
Bu hadisi Hanefiler öğle namazını öğle vaktinin sonunda ve ikindi namazını
ikindi vaktinin başında kılardı manasına almışlardır.
3- Enes b. Malik’den rivayet edildiğine göre “Resulullah zevalden önce
yolculuğa çıktığında öğle namazını ikindi vaktine bırakır sonra inip ikindi vaktinde
her iki namazı birlikte kılardı (Buhârî, Taksiru’s-Salât,15).
4-Abdullah b. Ömer’den rivayet edildiğine göre “Hz. Peygamber hızlı
hareket edip yol almaları gereken seferlerinde akşamı geciktirip akşamla yatsıyı bir
arada kılardı.“ (Ebû Dâvûd, Namaz,274; Tirmizî, Sefer, 394).
5- Muaz b. Cebel’in rivayetine göre “ Hz. Peygamber Tebük Savaşı’ndaydı.
Güneşin batıya meyletmesinden önce yola çıkacak olursa öğle namazı ile ikindi
namazını cemaatle kılar sonra yola çıkardı. Akşam vaktinden önce yola çıkacak
olursa yatsıyla birlikte kılıncaya kadar akşam namazını ertelerdi. Akşam vaktinden
sonra yola çıkacak olursa yatsı namazını erkene alır ve akşamla birlikte kılardı.”
(Ebû Dâvûd,Namaz,274; Tirmizî, Sefer, 394).
Bu delillerden hareketle Şafii, Maliki ve Hanbeli mezheplerine göre
yolculukta namazlar cem edilebilir. İki namazın bir vakitte kılınması şeklindeki
ruhsat sadece hac ibadetine özgü değildir.
Yağmur, Kar, Dolu
Şafii, Mâliki ve Hanbeli mezheplerine göre yağmurlu havalarda namazlar
birleştirilebilir. Çünkü eve gidip tekrar camiye dönmek zor olacaktır. Bu bakımdan
bu ve benzeri sebepler sadece mescitte cemaatle birlikte cem yapmayı caiz hâle
getirmektedir. Abdullah b. Ömer, Said b. el-Müseyyeb, Ömer b. Abdilaziz’in de bu
görüşte olduğu nakledilir. Abdullah İbn Ömer’den rivayet edildiğine göre Hz.
Peygamber Medine’de yağmurlu bir günde öğle namazı ile ikindi namazını cem
etmiştir.
Şafii mezhebine göre elbisenin ıslanması, dolayısıyla rahatsızlık duyulması
hâlinde yağmurun az veya çok olmasına bakılmaksızın namazların birleştirilmesi
sadece cem’i takdim şeklinde olur.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
İbadetlerle İlgili Problemler
İmam Mâlik’e göre yağmur olmasa bile çamur ve karanlığın bulunması
hâlinde sadece akşam ile yatsı namazları cem edilebilir. Yağmur yağdığında da yine
namazlar birleştirilebilir.
İmam Mâlik’in öğrencilerinden İbnü’l-Kasım’a “yağmur ve çamurun
bulunması hâlinde akşamla yatsıda olduğu gibi öğle namazı ile ikindi namazı da
birleştirilebilir mi?” diye sorulmuş o da: “İmam Malik’e göre yolculuk dışında öğle
ile ikindi birleştirilemez. Bu iki namaz akşam ile yatsı gibi görülemez.” cevabını
vermiştir.
Hanbelilere göre çamur, yağmur sebebiyle, hatta elbiseyi ıslatacak kadar
olsa bile akşam namazı ile yatsı namazı birleştirilebilir. Aynı anlamı taşıdıklarından
kar da yağmur gibidir. Sahih olan görüşe göre öğle namazı ile ikindi namazının
birleştirilmesi caiz değildir.
Hastalık
İmam Mâlik’e göre namazları birleştirmek hastaya kolaylık sağlayacaksa
öğle namazı ile ikindi namazını öğle vaktinin ortasında birleştirir. Çünkü hasta ayrı
ayrı vakitlerde namaz kıldığında yolcudan daha fazla sıkıntı çeker. Meşakkat ve
zorluğu sadece yolculara mahsus görenler hastaların namazlarını cem etmelerine
cevaz vermemektedirler. Hâlbuki hasta yolcudan daha bitkin ve sıkıntılı olur.
Bir hasta her namazı kendi vaktinde kılması hâlinde zarar göreceği
şiddetteki hastalıklarda namazlarını birleştirebilir.
Hanbelilere göre namazların birleştirilmesini mubah kılan hastalık,
namazları vaktinde kılmayı zorlaştıran hastalıktır. Ahmed b. Hanbel’e bu yönde bir
soru sorulmuş ve O da hastalıktan doğan güçsüzlük bunu gerekli kılıyorsa
birleştirebilir.” cevabını vermiştir.
Aynı şekilde adet dışı kanaması olan kadın ile idrarını tutamayanlar ve
bunlara benzer durumda olanlar da birleştirebilirler. Hz. Peygamber istihaze kanı
gören bir kadına iki namazı birleştirmesini emretmiştir. Hanbeliler özürlü kimseyi
de istihaze kanı gören kadın gibi değerlendirmişlerdir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
İbadetlerle İlgili Problemler
Şafii mezhebine göre hastalık namazların birleştirilmesi için bir gerekçe
olarak gösterilemez. Dolayısıyla hastalık sebebiyle namazların birleştirilmesi caiz
değildir.
İhtiyaç
Alışkanlık veya devamlılık hâline getirmeme şartıyla yolcu olmayanlar
ihtiyaç hâlinde cem yapabilirler. İbn Şübrüme, İbn Sirin, Eşheb, İbnu’l-Münzir,
Şafiilerden Şaşi, Ebu İshak el-Mervezi ve bir gurup hadis âlimi bu görüşte olup İbn
Abbas’tan gelen şu rivayeti delil olarak kabul etmektedirler. “Resulullah öğle ile
ikindiyi, akşam ile yatsıyı birleştirdi. Ne bir korku vardı ne de yağmur”. İbn Abbas,
bunun nedeni kendisine sorulduğunda“ Ümmetini sıkıntıya sokmak istemedi.“
cevabını vermiştir. İbn Abbas burada hastalığı veya başka bir şeyi sebep olarak
göstermemiştir.
Hanbeli âlimlerinden Ebu Ya’la’ya göre cuma ve cemaatle namazının terk
edilmesini caiz kılan her sebep cem’i de caiz kılar.
Diğer Sebepler
Cem konusunda en geniş görüşe sahip olan Hanbelilere göre emzikli kadın,
su kullanamayan ve teyemmüm edemeyen, vakti bilemeyecek durumda olan,
cuma veya cemaate gitmemelerini mubah kılan bir özrü olan, can, mal ve namus
güvenliği hususunda endişesi olan, aşçı ve fırıncı gibi malının bozulması
endişesinde olan, rızık ve maişetini sağlamakta bir zararla karşılaşacağından endişe
edenler namazları birleştirebilirler.
Bu birleştirmeler cem’i takdim şeklinde yapıldığında tertibe uymak gerekir.
Önce öğle kılınmalı, ikindi peşinden kılınmalıdır. Cem’i tehirde ise tertibe riayet
etmek gerekmez. Bu durumda yatsı namazı akşam namazından önce kılınabilir.
NAMAZ BORCU OLANIN NAFİLE YERİNE KAZA NAMAZI
KILMASI
Namaz dinin önemli rükünlerinden biri olup belli vakitlerde yerine
getirilmesi istenen bir ibadettir. Akıllı ve ergenlik çağına ulaşan her müslümana
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
26
İbadetlerle İlgili Problemler
farzdır. Mazeret bulunmadan tembellik veya ihmal yüzünden vaktinde namaz
kılmayan bir kimse günâhkar olmuş olur. Bu bakımdan geciktirmeyi caiz kılan
meşru bir mazeret olmadıkça namazın vaktinde eda edilmesi gerekir. Vaktinde
kılınamayan namaz, kaza edilmekle yerine getirilmiş olur. Ancak kaza etmek
vaktinde yerine getirmeme sorumluluğundan kurtarmaz. Bununla birlikte günahın
bağışlanması için tevbe etmek ve Allah’tan bağışlanmayı dilemek de gerekir. Meşru
bir mazeret sebebiyle vaktinde eda edilmeyen bir namazın imkân bulunduğu en
kısa zamanda kaza edilmesi hâlinde her hangi bir sorumluluk söz konusu olmaz.
Meşru mazeretlere rızık temini ve farz-ı ayn olan ilmi tahsil etmeyi örnek olarak
verebiliriz.
Kaza namazı olan bir kimse öncelikle günlük namazlarını kılacak, sonra kaza
namazlarını kılacaktır. Günlük namazların yalnız farz ve vacip olanları kılınırken,
Hanefilere göre kuşluk,
tesbih, tahiyyetü’lmescid gibi namazlarla,
namaza bağlı düzenli
sünnetler, kaza namazı
kılmak gerekçesiyle terk
edilmemelidir.
sünnet namazların kılınıp kılınmayacağı, bu esnada önce sünnet namazların,
akabinde kaza namazların mı kılınması gerektiği, yoksa sadece kaza namazının mı
kılınması gerektiği konusu tartışılmıştır. Aslında burada tartışma konusu olan kaza
namazının sünnet kılacak kadar bir vakit daha tehir edilip edilemeyeceğidir.
Hanefilere göre kuşluk, tesbih, tahiyyetü’l-mescid gibi namazlarla, namaza
bağlı düzenli sünnetler, kaza namazı kılmak gerekçesiyle terk edilmemelidir.
Düzenli kılınan sünnet namazların müekkede veya gayri müekkede olması arasında
fark yoktur. Kaza borçlarının ödenmesi geciktirilmiş olsa bile nafilelerin kılınması
daha faziletlidir. Kaza namazı olanlar bunların dışında kalan diğer nafile namazları
kılabilirler, ancak diğer nafile namazları kılmaktansa kaza namazlarıyla meşgul
olmaları daha faziletlidir. Bu bakımdan kazaya kalmış namazı bulunan kimseler,
vakit namazlarını, sünnetleriyle beraber kılmalı, vakit buldukça da kaza namazlarını
kılmalıdır. Aksi takdirde bu şekilde davranmayanlar hem bir kısım vakit namazlarını
kazaya bırakarak hem de diğer bir kısım vakit namazlarını kendilerini tamamlayan
sünnetlerden ayırarak iki ayrı kusur işlemiş olacaklardır.
Mâlikilere göre kaza namazı bulunanlar, sabah namazının sünneti ve
tahiyyetü’l-mescid gibi sünnet namazlar dışında diğer nafile namazlarla meşgul
olmalarından dolayı kaza namazını geciktirmeleri hâlinde günâhkar olurlar.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
27
İbadetlerle İlgili Problemler
Hanbelilere göre beş vakit farz namazlarla birlikte kılınan sünnetleri kılmak
her ne kadar caiz ise de kazası çok olanların bunun yerine kaza namazı kılmaları
daha faziletlidir. Kaza namazı bulunanların bu namazlarını kaza edecekleri yerde
sabah namazının sünneti dışında diğer nafile namazları ile meşgul olmaları
haramdır.
Şafii mezhebine göre kaza namazı olan kimseler, hangi çeşitten olursa
olsun (ister müekkede olsun ister gayri müekkede olsun), geçmiş namazların
hepsini kaza etmedikçe bayram ve vitir namazları dâhil hiç bir nafile namazı
kılamazlar. Çünkü terk edilen kaza namazını kılmak farzdır, diğer namazları kılmak
ise farz değildir. Nafile namazları kılarak kaza namazlarını geciktirmeleri haramdır.
Kısaca, Şafii dışındaki diğer mezheplere göre kaza namazı bulunan kimseler
imkân nispetinde önce sünnet namazlarını kılmalıdır. Hatta Hanefilere göre bu
durum efdaldir. İlk fırsat bulduklarında da kazaya kalan namazlarını kılmalıdırlar.
Şafiiler kaza namazı olanların nafile namaz kılmalarını dolayısıyla kaza namazını
geciktirmelerini caiz görmemişlerdir. Bunun nedeni kaza borçlarının bir an önce
tamamlanması değil, nafile namaz kılacak kadar bir zaman bile kaza borçlarının
geciktirilmesinin caiz olmadığı şeklindeki görüşleridir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
28
İbadetlerle İlgili Problemler
Özet
•Kadınlara mahsus olan hayız ve nifas hâllerinin mevcudiyeti
hâlinde ibadet edip edemeyecekleri günümüzde tartışma konusu
yapılmaktadır. Kuran-ı Kerim, eziyet olarak nitelendirdiği bu
günlerde sadece cinsel ilişkiyi yasaklamaktadır. İbadetlerle ilgili
bir açıklama yapmamaktadır. Hz. Peygamber ve hanımlarından
bazılarının sözleri ve müctehidlerin görüşleri dikkate alındığı
zaman kadınların bu özel hâlleri devam ettiği sürece namaz
kılamayacakları,
oruç
tutamayacakları,
Kabe’yi
tavaf
yapamayacakları ve Kuran okuyamayacakları sonucuna varılır. Bu
özür hâlleri sona erdiğinde kadınlar namazlarını kaza etmezler,
ancak oruçlarını kaza ederler. Kuran eğitim ve öğretim
faaliyetlerinde bulunanlar zaruret sebebiyle eğitimlerine ara
vermeden devam edebilirler. Bu durum kadınlara verilen bir
eziyet değil onlara tanınan bir kolaylıktır.
•İslam’ın tanımış olduğu bir diğer kolaylık, on beş günden fazla
kalmama niyetiyle yolcu sayılabilecek mesafeyi kat edenlere
tanınan ruhsattır. Bu durumda olan yolcular dört rekatlı
namazları ikişer rekât olarak kılarlar, iki namazı birleştirerek
kılabilirler. Bu tür kolaylıklar meşakkat değil, yolculuk sebebiyle
olduğundan yapılan yolculuklarda meşakkat söz konusu olmasa
bile belirli mesafeyi katedenler kolaylık getiren bu hükümlerden
yararlanırlar.
•Hz. Peygamber tarafından dinin temeli olarak nitelendirilen
namaz mutlaka vaktinde kılınmalıdır. Mazeret bulunmadan terk
edilemez. Şayet terk edilmiş ise en kısa zamanda kaza edilerek
telafi edilmesi gerekir. Hanefi mezhebine göre kuşluk, tesbih,
tahiyyetü’l-mescid ve vakit namazlarıyla birlikte kılınan nafile
namazlar dışında, kazaya kalan namazları kılmak, nafile namazları
kılmaktan daha faziletlidir. Şafii mezhebine göre kaza namazı
bulunan bir kimse nafile namaz kılamaz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
29
İbadetlerle İlgili Problemler
DEĞERLENDİRME SORULARI
Değerlendirme
sorularını sistemde ilgili
ünite başlığı altında yer
alan “bölüm sonu testi”
bölümünde etkileşimli
olarak
cevaplayabilirsiniz.
1. Hayız ve nifas hâlinde olan bir kadın Hac ibadeti esnasında
aşağıdakilerden hangisini yapamaz?
a) Arafatta vakfe
b) Sa’y
c) Tavaf
d) İhram
e) Şeytan taşlama
2. Şafii mezhebine göre aşağıdakilerden hangisi namazların cem edilme
sebebi değildir?
a) Arafat
b) Hastalık
c) Yolculuk
d) Yağmur
e) Kar
3. Kaza namazı bulunan bir kimsenin nafile namaz kılmasını kabul
etmeyen mezhep aşağıdakilerden hangisidir?
a) Hanefi
b) Hanbeli
c) Maliki
d) Şafii
e) Caferi
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
30
İbadetlerle İlgili Problemler
4. Hanefilere göre yolculuk esnasında namazları kısaltmanın hükmü
aşağıdakilerden hangisidir?
a) Ruhsat
b) Azimet
c) Farz
d) Vacip
e) Mekruh
5. Şafiilere göre bir yolcu namazlarını kısaltabilmek için gitmiş olduğu
yerde kaç gün kalmaya niyet etmelidir?
a) Giriş çıkış günleri hariç dört gün
b) Dört gün
c) On beş gün
d) Dört günden fazla
e) On gün
Cevaplar Anahtarı
1.C - 2.B- 3.D - 4.B - 5.A
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
31
İbadetlerle İlgili Problemler
YARARLANILAN ve BAŞVURULABİLECEK KAYNAKLAR
Apaydın, H.Y.(tsz).”Namaz”,İlmihal I (İman ve İbadetler), İstanbul, İsam.
Aktan, H.(1997).”Seferilikte Zaman ve Mesafe Kriteri”, Seferilik ve Hükümleri, Ensar
Neşriyat.
Aynî, (tsz).Umdetü’l-Kâri Şerhu Sahihi’l-Buhâri.
Aynî,(1990). el-Binâye fi Şerhi’l-Hidâye,Beyrut.
Bâcî, (1983).el-Müntekâ Şerhu Muvatta, Beyrut.
Baktır,M.(1997).”Seferilikte Azimet ve Ruhsat”, Seferilik ve Hükümleri, Ensar
Neşriyat.
Bardakoğlu,A.(tsz).”Temizlik”,İlmihal I (İman ve İbadetler),İstanbul,İSAM.
Bayındır.A.(1997).”Seferilikte Namazların Birleştirilmesi”, Seferilik ve Hükümleri,
Ensar Neşriyat.
Beyhâkî,(tsz).es-Sünenü’l-Kübrâ, Hind.
Bilmen, Ö. N.(1990). Büyük İslam İlmihali, İstanbul.
Cezîrî, A.(1986).Kitâbu’l-Fıkh alel Mezâhibi’l-Erbaa, İstanbul.
Dalgın, N.(2007). “Özel Günlerindeki Kadınların İbadeti”, İslam Hukuku
Araştırmaları Dergisi, 9,Konya.
Dalgın, N.(2004). Gündemdeki Tartışmalı Dini Konular, İstanbul, Etüt Yayınları.
Din İşleri Yüksek Kurulu Kararı (22.09.2005 Tarihli )
Günenç, H.(1989). Günümüz Meselelerine Fetvalar, İstanbul.
Günenç, H.(1986). Büyük Şafii İlmihali, İstanbul.
İbn Âbidîn,(1987). Reddü’l-Muhtâr ale’d-Dürri’l-Muhtâr, Beyrut.
İbn Hazm,(1970). el-Muhallâ, Mısır.
İbnü’l-Hümâm,(tsz.) Fethu’l-Kadîr, Beyrut.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
32
İbadetlerle İlgili Problemler
İbn Kayyım el-Cevziyye, (tsz.). İ’lâmü’l-Muvakkıîn an Rabbi’l-Alemîn, Beyrut.
İbn Kesir,(1966). Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azim, Beyrut.
İbn Kudâme, (1972).el-Muğnî, Beyrut.
İbn Rüşd, (1985). Bidâyetü’l-Müçtehid ve Nihâyetü’l-Muktesid, İstanbul.
Karaman, H.(1998). İslamın Işığında Günün Meseleleri II, İstanbul.
Kâsânî, (1986). Bedâiu’s-Sanâi’ fi Tertibi’ş-Şerâi’,Beyrut.
Dâmâd.(tsz).Mecmau’l-Enhûr fi Şerhi Mültekâ’l-Ebhûr.
Mehmet Zihni,(1979).Nimet-i İslam, İstanbul.
Merdâvi,(1957).el-İnsâf, Beyrut.
Merğinânî,(1986).el-Hidâye Şerhu Bidâyeti’l-Mübtedi, İstanbul.
Mevsılî, (tsz.). el-İhtiyâr li Ta’lîli’l-Muhtâr, İstanbul.
Nevevî.(tsz).el-Mecmû’ Şerhu’l-Mühezzeb.
San’âni,(1987).Sübülü’s-Selâm Şerhu Bulü’i’l-Merâm, Kahire.
Serahsî,( 1986). Kitâbu’l-Mebsût, Beyrut.
Seyyid Sabık,(1993). Fıkhu’s-Sünne, Kahire.
Şâfiî,(tsz). el-Ümm.
Şerbâsi, Ahmed,(1977). Yeselûneke fi’d-Dîni ve’l-Hayât, Beyrut.
Şevkânî,(tsz).Neylü’l-Evtâr, Kahire.
Tahtâvi, Ahmed b. Muhammed.(1985). Haşiye alâ Merâki’l-Felâh, İstanbul.
Yaylalı,D.(1997).”Seferilik Hükümleri”,Seferilik ve Hükümleri, Ensar Neşriyat.
Yazır.E.M.H.(tsz.).Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
33
İbadetlerle İlgili Problemler
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
34
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
İBADETLERLE İLGİLİ
PROBLEMLER II
• Muhazâtü’n-Nisâ
• Orucu Bozan ve Bozmayan Tedavi Yöntemleri
• Meşakkatli/Ağır İşlerde Çalışanların Oruç
Tutması
• Zekât Mükellefiyeti Açısından Temel Zaruri
İhtiyaçlar
• Ev, Araba vb. Temel Asli İhtiyaçlar İçin
Biriktirilen Paranın Zekâtı
• Nisab Konusunda Hz. Peygamber Döneminin
Günümüzle Mukayesesi ve Nisabın
Değişkenliği
• Ziynet Eşyalarının Zekâtı
• Sadaka ve Benzerlerinin Kurban Yerine
Geçip Geçmemesi
GÜNÜMÜZ FIKIH
PROBLEMLERİ
Prof.Dr. H. İbrahim ACAR
• Zekâtla ilgili temel konuları kavrayabilecek ve
Hz.Peygamber Dönemi ile günümüzü
kıyaslayabilecek
• Kurban ibadeti İle İlgili sağlıklı bilgileri
Öğrenebilecek
• Oruç İbadetiyle ilgili öne çıkan bazı konuları
anlayabilecek
ÜNİTE
3
İbadetlerle İlgili Problemler II
GİRİŞ
Bu ünitede öncelikle bir önceki ünitede yer alan namazla ilgili bahislerin
devamı olarak kadınlarla erkeklerin birlikte cemaatle namaz kılmak istemeleri
hâlinde saf düzenini nasıl oluşturmaları gerektiği ve namazı yan yana kılmaları
hâlinde bunun geçerliliği konusuna temas edilecektir.
Muhazâtü’n-Nisâ
konusunun
akabinde
oruçla
ilgili
bahislere
yer
verilecektir. Özellikle ramazan aylarında oruçla ilgili yöneltilen soruların
çoğunluğunu tedavi yöntemlerinin oruca etkisi ve meşakkatli işlerde çalışanların
oruçla mükellef olup olmayacaklarıyla ilgili olduğundan bu konular üzerinde
durulacaktır. Ayrıca zekât konusu da sıkça gündeme gelmektedir. Bununla ilgili
olarak hangi mallardan ne miktarda zekât verilmesi gerektiğinden ziyade, zekâtla
mükellef olabilmek için hangi oranda mala sahip olunması gerektiği, ziynet
eşyalarına ve temel asli ihtiyaçlar için biriktirilen paraya zekâtın gerekip
gerekmediği üzerinde durulacaktır. Bu hususlar çok önemlidir. Doğru tespitlerin
yapılamaması hâlinde fakir olarak mütalaa edilmesi gereken insanlar, zekât
vermekle mükellef tutulabileceklerdir.
Son olarak kurban bayramı günleri öncesinde sıklıkla tartışma konusu
yapılmaya çalışılan sadaka ve benzerlerinin kurban yerine geçip geçmeyeceği
üzerinde durulacaktır.
MUHAZÂTÜ'N-NİSÂ
Sözlükte, kadınlarla bir hizada bulunmak anlamına gelen Muhâzâtü'n-Nisâ,
terim olarak cemaatle kılınan bir namazda kadınların erkeklerle birlikte aynı hizada
veya onların önünde bulunmaları anlamına gelmektedir.
Kadınların erkeklerle yan yana namaz kılmaları meselesi ilk dönemlerden
itibaren çeşitli sebeplere bağlı olarak gündeme gelmiştir. Günümüzde de özellikle
bazı camilerde cenaze namazlarında ortaya çıkan görüntü bu hususun tekrar
tartışılmasına zemin hazırlamış hatta uzun süre de kamuoyunu meşgul etmiştir. Bu
sebeple konunun ele alınması uygun düşmektedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
İbadetlerle İlgili Problemler II
Cemaat hâlinde kılınan namazlarda kadınların nerede saf tutacakları
sünnetle belirlenmiş ve bu çerçevede zengin bir içtihat ortaya çıkmıştır. Buna göre
Hz. Peygamber’in Enes b. Mâlik’le birlikte bir kadına imam olduğunda Enes’i
sağına, kadını da onun arkasında durdurması (Ebû Dâvûd, Salât,69), bir erkekle bir
kadının imamla birlikte namaz kılmak istemeleri hâlinde nasıl saf tutacaklarını
göstermektedir. Ayrıca Hz. Enes’in yetim bir çocukla birlikte Hz. Peygamber’in
“… kadınların saflarının
en hayırlısı en son
saffıdır. Sevabı en az
olanı da en öndeki
saffıdır. “
arkasında, yaşlı bir kadının da (Hz. Enes’in ninesi Müleyke ) kendi arkalarında saf
tuttuklarını söylemesi de saflarda yerlerin belirlenmesi açısından önem arz
etmektedir (Buhârî, Salât,21; Müslim, Mesâcid, 266).
Hz. Peygamber “ Benim arkamda akıl baliğ olan erkekler dursun, sonra
onlara yakın olanlar, daha sonra onlara yakın olanlar dursun. “ (Ebû Dâvûd, Salât,
95, İbn Mâce, İkametu’s-Salât,45) buyurarak imamın arkasında önce erkeklerin,
daha sonra erkek çocukların, bilahare de kadınların durması gerektiğine işaret
etmiştir. Buna göre kadınlar, aralarında erkeklerin de bulunduğu cemaatle birlikte
namaz kılmak istediklerinde erkeklerin arkasındaki saflarda yer almalıdırlar. Hz.
Peygamber’in “… kadınların saflarının en hayırlısı en son saffıdır. Sevabı en az olanı
da en öndeki saffıdır. “ (Müslim, Salât,132; Ebû Dâvûd, Salât, 97) şeklindeki sözü de
bu görüşü desteklemektedir.
Zikredilen bu hadis ve Peygamber uygulamalarından anlaşıldığına göre
kadın, cemaatle kılınan namazda erkeklerin arkasında durmalıdır. Erkeğin hizasında
veya önünde durması hâlinde, Hanefi âlimlerine göre erkeğin namazı istihsanen
fasit olur, kadının ki olmaz.
Hanefilere göre kadınlarla aynı hizada yan yana namaz kılan erkeklerin
namazının bozulabilmesi için şu şartların bulunması gerekmektedir.
1. Namaz, mutlak namaz yani rükû ve secdesi olan bir namaz
olmalıdır. Rükû ve secdesi bulunmayan cenaze namazında
kadınlarla aynı hizada bulunmakla namaz bozulmaz. Bununla
birlikte kadın-erkeğin birbirlerinin tenini hissedecek şekilde
bulunmaları uygun değildir. Ayrıca cenaze namazı daha çok ölüye
dua karakteri taşıyan bir ibadettir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
İbadetlerle İlgili Problemler II
2. Kadın, bulüğ çağına ulaşmış olmalıdır.
3. Kadınlarla erkeklerin aynı namazı aynı imama uyarak kılıyor
olmaları gerekir. Bu bakımdan yan yana durarak aynı namazı tek
başlarına kılmaları hâlinde erkeğin namazı bozulmaz. Aynı şekilde
taraflardan biri imama uyduğu hâlde diğeri aynı hizada münferid
olarak kılacak olsa yine erkeğin namazı bozulmaz.
4. Namaz, eda yönünden de müşterek olmalıdır. Şöyle ki kadın, ya
kendisi ile aynı hizada bulunduğu erkeğe veya her ikisi diğer bir
erkeğe uymuş olmalı ve aynı namazı beraber başlayarak kılmış
olmalıdırlar. Erkekle kadın bir veya birkaç rekat kılındıktan sonra
imama uyar, bilahare imam selam verdikten sonra kılamadıkları
rekâtları kılarlarken aralarında muhazat meydana gelirse bununla
erkeğin namazı bozulmaz.
5. Kadınla erkek arasında muhazata engel bir durum olmamalı.
Erkekle kadın arasında bir arşın yüksekliğinde bir engel veya
aralarında bir kişi sığacak kadar bir boşluk veya aralarında bir
perde ya da duvar bulunmamalıdır.
6. Erkek ve kadının namaz kıldıkları mekân bir olmalıdır. Buna göre
biri mescidin üst katında diğer alt katında aynı hizada namaz
kılacak olsalar bu durum namazın sıhhatine engel teşkil etmez.
7. İkisinin de yönleri bir olmalıdır. Karanlık bir gecede yapılan
araştırma sonucunda farklı yönlere doğru yönelerek veya Kabe
içinde her biri başka yöne dönerek cemaatle namaz kılacak olsalar,
meydana gelen muhazat namazı bozmaz.
8. Muhazat, namazın rükünlerinden birini eda edecek süre miktarı
devam etmelidir. Bundan az olursa erkeğin namazı bozulmaz.
9. İmam, namaza başlarken kadınlar için de imamete niyet etmelidir.
Çünkü niyet bulunmadığı takdirde kadınların imama uymaları sahih
olmaz. Eğer imam kadınlar için niyet etmemişse kadının erkekle
aynı safta durması hâlinde erkeğin namazı bozulmaz. Hanefi
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
İbadetlerle İlgili Problemler II
imamlarından Züfer’e göre imam niyet etmese dahi kadınlar erkek
cemaatle birlikte namaz kılabilirler.
10. Kadın, temyiz gücüne sahip, akıllı ve namazın ne olduğunu
bilmelidir. Kıldığı namazın şuurunda olmayan veya rasgele cemaata
uyan akıl hastası bir kadının aynı hizada bulunması erkeğin
namazını bozmaz.
Sayılan bu şartların hepsi topluca bulunduğu takdirde ister mahremi olsun
ister mahremi olmayan kimse olsun erkeklerle aynı safta namaz kılan bir kadının iki
yanında bulunan birer erkeğin ve kadının tam arkasında bulunan bir erkeğin
namazı bozulur. Erkeklerin safında iki kadın bulunduğunda, sağ ve sol taraflarında
bulunan birer erkekle sadece kadınların arkasındaki iki erkeğin namazı bozulur. Üç
kadın bulunduğunda ise yine sağ ve sol taraflarında bulunan birer erkekle arka
taraflarındaki her safdan üç erkeğin namazı bozulur. Kadınların erkeklerin önünde
saf tutmaları hâlinde de arkada bulunan bütün erkeklerin namazı bozulur.
Diğer mezhep imamlarına göre bir kadının imamın arkasında erkeklerle
birlikte aynı hizada namaz kılması hâlinde kıyasa göre erkeğin namazı bozulmaz.
Kadının namazı bozulmadığına göre erkeğin namazının da bozulmaması gerekir.
Ancak bu şekilde namazın kılınması mekruhtur. Ayrıca namazın dışında bulunan
kadınlar erkeklerin namazını bozmadıkları gibi namazda da erkeklerin namazını
bozmazlar. Hatta namazda olmayan bir kadının namaz kılmakta olan bir kimsenin
önünde durması mekruh değildir. Bu görüş sahipleri Hz. Aişe’nin: “Yatağım Hz.
Peygamber’in namaz kıldığı yerin önünde idi.” şeklindeki sözü ile konu ile ilgili
ondan nakledilen benzer rivayetleri delil alırlar. Mesela bunlardan birisine göre Hz.
Peygamber secdeye vardığında ayakları onun kıblesine gelerek uyuyan Hz. Aişe’yi
hafifçe iteklediği ve onun da ayaklarını geri çektiği rivayeti bunlar arasındadır.
Özellikle hac sırasında ve kalabalık umre zamanlarında Mescid-i Harâm'da
ve Mescid-i Nebevî'de muhazat konusunda çoğunluğun görüşüne uyulması büyük
kolaylık sağlamaktadır. Nitekim benzeri bir uygulama olarak namaz kılan kimsenin
önünden geçilmemesi hususunda hassasiyet gösteren Hz. Peygamber'in Mescid-i
Harâm'da namaz kılarken sütre koymayıp önünden insanların geçtiği rivayet edilmekte (Ebû Dâvûd,Menâsik, 88) ve Hanefiler'in de içinde bulunduğu pek çok
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
İbadetlerle İlgili Problemler II
fakihin bu doğrultuda bir yaklaşım sergilediği görülmektedir.
Kadınların cemaatle birlikte namaz kılmaları durumunda arkada yer
almalarının daha çok karşılıklı etkileşimi öneleme, namazın huşu ve huzur içinde
eda edilmesini sağlamaya yönelik bir tedbir olarak öngörüldüğü anlaşılmaktadır.
Bu, hem insanın fıtri yapısı hem de ibadetin özelliği açısından oldukça yerinde bir
uygulamadır. Dolayısıyla bunun herhangi bir ayırımcılığı ya da kadına bakıştaki
olumsuzluğu gösteren bir uygulama olarak yorumlanması isabetli değildir.
ORUCU BOZAN VE BOZMAYAN TEDAVİ YÖNTEMLERİ
Sağlık problemleri sebebiyle birçok kimsenin tedavi görmekte olduğu
herkes tarafından bilinmektedir. Tedavi gören hastaların bir kısmı da bu esnada
oruç tutmayı arzu etmektedirler. Hz. Peygamber döneminde bulunmayan pek çok
tedavi yöntemleri ortaya çıktığından bu yöntemlerin oruca zarar verip vermediği
günümüzde önem arzetmektedir. Bu konuda Din İşleri Yüksek Kurulu Kararını da
özetleyerek şu değerlendirmelerde bulunabiliriz.
Astım Hastalarının Kullandığı Sprey:
Akciğer hastalarının kullandıkları spreyler bir kullanımda çok az miktarda
sıkılmakta, bunun da önemli bir kısmı ağız ve nefes boruları kenarında emilerek yok
olmaktadır. Geriye kalan miktarın mideye ulaştığı konusunda ise kesin bir bilgi
bulunmamaktadır. Buna mukabil oruçlu bir kimsenin abdest esnasında ağzına
aldığı sudan bir kısmının mideye ulaşması hâlinde orucun bozulmayacağı
hususunda hem hadis (Darimî, Savm,21) hem de İslam âlimlerinin icması vardır.
Ayrıca bazı kırıntıların mideye kaçması kaçınılmaz olduğu halde Hz. Peygamber’in
oruçlu iken misvak kullandığı da bilinmektedir (Buhârî, Savm, 27; Tirmizî, Savm,29).
Bu itibarla astım hastalarının rahat nefes almalarını sağlamak amacıyla
oruçlu iken ağza püskürtecekleri oksijenli ilaç orucu bozmayacağından, oruç
tutmalarını engelleyecek başka bir hastalıkları da yoksa, oruçlarını tutabilirler.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
İbadetlerle İlgili Problemler II
Göz Damlası:
Göze damlatılan ilaç çok az miktarda olup bunun bir kısmı da göz
kırpılmasıyla dışarı atıldığından göz damlasının orucu bozmayacağı söylenebilir.
Burun Damlası:
Tedavi amacıyla burna damlatılan ilacın bir kısmı burun çeperleri
tarafından emildiğinden ve çok az bir kısmı mideye ulaştığından mazmazada
olduğu gibi af kapsamında değerlendirilebilir.
Kalp Hastalarının Dil Altı Kullanması:
Bazı kalp rahatsızlıklarında dil altına konulan ilaç, ağız içinde emilip yok
olduğundan mideye bir şey ulaşmamaktadır. Bu itibarla, dil altı kullanmak orucu
bozmaz.
Endoskopi, Kolonoskopi Yaptırmak, Makat Veya Ferçten
Ultrason Çektirmek:
Mideyi görüntülemek veya mideden parça almak için yaptırılan
endoskopide, ağız yoluyla mideye tıbbi bir cihaz sarkıtılmakta ve işlem bittikten
sonra çıkarılmaktadır. Kolonlardaki hastalığı teşhis etmek amacıyla, bağırsak içini
görüntülemek veya parça almak için yapılan kolonoskopide, makattan bağırsaklara
cihaz gönderilmekte ve işlem bittikten sonra çıkarılmaktadır. Kolonoskopide,
hemen daima, endoskopide de genellikle, incelenecek alanın temizliğini sağlamak
amacıyla cihaz içinden su verilmektedir.
Endoskopi veya kolonoskopi yaptırmak; makat veya ferçten ultrason
çektirmek; yeme, içme anlamına gelmemekle birlikte, çoğunlukla cihaz içinden su
verildiği için oruç bozulur. Ancak söz konusu işlemlerde cihazların kullanımı
sırasında sindirim sistemine su, yağ ve benzeri gıda özelliği taşıyan bir madde
girmemesi durumunda endoskopi, kolonoskopi yaptırmak, makat veya ferçten
ultrason çektirmek orucu bozmaz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
İbadetlerle İlgili Problemler II
Anestezi:
Lokal, bölgesel ve genel anestezi olmak üzere, üç türlü anestezi vardır.
Küçük ameliyatlarda ameliyat bölgesinin yakın çevresine ilaçların verilmesi ile
oluşan anesteziye lokal anestezi denir. Vücudun daha geniş bölgelerine ilaç
verilerek oluşturulan anesteziye bölgesel anestezi denir. Hastanın uyutulması
şeklindeki anesteziye de genel anestezi denir. Anestezi, nefes yolu veya iğne ile
vücuda ilaç verilerek oluşturulmaktadır. Nefes yolu veya iğne ile yapılan anestezi,
mideye ulaşmadığı gibi, yeme-içme anlamı da taşımamaktadır. Ancak bölgesel ve
genel anestezide, acil durumlarda ilaç ve sıvı vermek amacıyla damar yolu açılarak,
bu açıklık işlem süresince serum vermek suretiyle sağlanmaktadır. Bu itibarla, lokal
anestezi, orucun sıhhatine engel değildir. Bölgesel ve genel anestezide serum
verildiği için oruç bozulur.
Kulak Damlası ve Kulağın Yıkattırılması:
Kulak ile boğaz arasında bir kanal bulunduğundan ve kulak zarı bu kanalı
tıkadığından su veya ilaç boğaza ulaşmaz. Bu sebeple kulağa damlatılan ilaç veya
kulağın yıkattırılması orucu bozmaz.
Kulak zarının delik olması hâlinde damlatılacak ilaç orada emileceğinden
ilaç, mideye ya ulaşmayacak veya çok az miktarda ulaşacaktır. Az olan bu miktar da
oruçta affedilmiştir.
Kulak zarının delik olması hâlinde kulak yıkattırılırsa bu esnada suyun
mideye ulaşması mümkündür. Orucu bozacak kadar suyun mideye ulaşması
hâlinde de oruç bozulur.
Fitil Kullanmak, Lavman Yaptırmak:
Kadının ferci ile sindirim sistemi arasında bir bağlantı bulunmadığından
kadınların fercinden alınan fitiller orucu bozmaz. Makattan kullanılan fitiller ise,
her ne kadar sindirim sistemine dahil olmakta ise de sindirim ince bağırsaklarda
tamamlandığı, fitillerde gıda verme özelliği bulunmadığı ve makattan fitil almak
yemek ve içmek anlamına gelmediği için orucu bozmaz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
İbadetlerle İlgili Problemler II
Lavman yaptırmak (kalın bağırsakların temizlenmesinde kullanılan etkili bir
yöntem) konusunda ise, iki durum söz konusudur; kalın bağırsaklarda su, glikoz ve
bazı tuzlar emildiği için gıda içeren sıvının bağırsaklara verilmesi veya orucu
bozacak kadar su emilecek şekilde verilen suyun bağırsakta kalması durumunda
oruç bozulur. Ancak, suyun bağırsaklara verilmesinden sonra bekletilmeyip
bağırsakların hemen temizlenmesi durumunda, verilen su ile birlikte bağırsaklarda
bulunan dışkının dışarıya çıkarıldığı ve bu esnada emilen su da çok az olduğu için
oruç bozulmaz.
İğne Yaptırmak:
Ebu Yusuf, İmam Muhammed ve İmam Şafii’ye göre vücudun herhangi bir
yerini delmek veya yırtmak suretiyle fıtri olmayan bir yerden bir şey zerk etmek
orucu bozmaz. Ebu Hanife’ye göre ise fıtri olmayan bir yerden bir şey zerk etmek
orucu bozar. Bu bakımdan mümkünse gece vakitlerinde iğne yaptırılmasına gayret
edilmelidir. Bu mümkün olmadığında gündüz vakitlerinde iğne yaptırmanın orucu
bozmayacağı söylenebilir.
Ayrıca iğnenin orucu bozup bozmayacağı kullanılış amacına göre de
değerlendirilebilir. Genelde enjeksiyon ağrıyı dindirmek, tedavi etmek, vücudun
direncini arttırmak ve gıda amaçlı yapılmaktadır. Gıda ve keyif verici olmayan
enjeksiyonlar yeme ve içme anlamına gelmediğinden, karın ve dimağa
ulaşmadığından, ulaşmışsa ancak deri yoluyla ulaşmış olacağından
orucu
bozmayacağı, buna mukabil gıda ve keyif verici enjeksiyonların orucu bozacağı
söylenebilir. Buna göre tedavi amaçlı kullanılan iğneler orucu bozmaz. Karın
boşluğuna ulaşıp ulaşmaması hükmü değiştirmez. Çükü karın bölgesine giren şey
doğal giriş yerinden alınmamış olmaktadır.
Diyaliz:
Böbrek yetmezliği hastalarına uygulanan diyaliz, periton diyalizi,
hemodiyaliz olmak üzere iki çeşittir. Periton diyalizi, karın boşluğuna verilen özel
bir solüsyon aracılığı ile, hastanın kendi karın zarı kullanılarak kanın zararlı
maddelerden arındırılması ve sıvı dengesinin sağlanması işlemidir. Hemodiyaliz ise,
kanın vücut dışında bir makina yardımı ile temizlenip vücuda geri verilmesi
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
İbadetlerle İlgili Problemler II
işlemidir. Kan bir iğne aracılığı ile hastanın kolundan alınır. Hemodiyaliz makinası,
diyalizör denen bir filtreden kanı sürekli geçirerek zararlı maddeleri ve fazla suyu
filtre eder. Filtre edilen temiz kan ikinci bir iğne ile hastanın damarına geri verilir.
Bu işlem yapılırken bazen, gıda içerikli sıvı verilmesi gerekmektedir. Buna göre
hastaya herhangi bir sıvı maddesi verilmeden gerçekleştirilen hemodiyalizde oruç
bozulmaz. Diğer diyaliz çeşitlerinde ise, vücuda gıda içerikli sıvı verildiği için oruç
bozulur.
Anjiyo Yaptırmak:
Halk arasında anjiyo olarak bilinen operasyon, teşhise yönelik (anjiyografi)
ve tedaviye yönelik olarak uygulanmaktadır. Anjiyografi vücut damarlarının
görüntülenmesi demektir. Damar içine damarların görünür hâle gelmesini sağlayan
ve kontrast madde olarak tanımlanan ilaç verilerek, anjiyogram adı verilen filmler
elde edilir. Anjiyografi sayesinde organları besleyen damarlar görüntülenerek
damar hastalıkları veya bu damarlardan beslenen organlara ait tanı koydurucu
bilgiler edinilir. Tedaviye yönelik olarak uygulanan anjiyonun klasik yöntemi
anjiyoplastidir. Bu ise, dar veya tam tıkalı damarların balon ya da stent denilen özel
araçlarla tekrar açılması için yapılır. Bu bilgiler ışığında gerek anjiyografi, gerekse
anjiyoplasti operasyonlarında yemek ve içmek anlamı bulunmadığından, oruç
bozulmaz.
Biyopsi Yaptırmak:
Tahlil amacıyla vücudun herhangi bir organından parça alınması (biyopsi),
orucu bozmaz.
Kan Aldırmak:
Oruçlu bir kimsenin tahlil veya kan verme amaçlı olarak kan aldırması
orucu bozmaz. Çünkü Hz. Peygamber oruçlu iken kan aldırmıştır ( Buhârî, Savm, 32;
Ebû Dâvûd, Savm, 29 ). Ayrıca Hz. Peygamber bir hadisinde “ Üç şey vardır ki orucu
bozmaz. Hacamat olmak (kan aldırmak), kusmak ve ihtilam olmak” (Tirmizî, Savm,
24) buyurmuştur. Ancak oruçlunun kan aldırması hâlinde orucunu koruyamayacak
şekilde zayıf düşmesinden korkulursa kan aldırmak mekruh olur. Enes b. Mâlik de
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
İbadetlerle İlgili Problemler II
kan aldırmayı oruçluyu zayıf düşüreceğinden dolayı hoş karşılamamıştır (Buhârî,
Savm, 32).
Merhem Ve İlaçlı Bant:
Deri üzerindeki gözenekler ve deri altındaki kılcal damarlar yoluyla vücuda
sürülen yağ, merhem ve benzeri şeyler emilerek kana karışmaktadır. Ancak cildin
bu emişi, çok az ve yavaş olmaktadır. Diğer taraftan bu yeme içme anlamına da
gelmemektedir. Bu itibarla, deri üzerine sürülen merhem, yapıştırılan ilaçlı bantlar
orucu bozmaz.
MEŞAKKATLİ /AĞIR İŞLERDE ÇALIŞANLARIN ORUÇ
TUTMASI
Dinimiz insanlara meşakkat vermeyi hiç bir zaman hedeflememiştir. Bilakis
reddetmiştir. Teklif olunan hükümlerin, mükellef tarafından yapılabilir olması
gerekir. Çünkü tekliften maksat istenen hususların yerine getirilmesidir. Fiil
mükellefin gücü dâhilinde değilse, onun yerine getirilmesi düşünülemez.
Bununla ilgili olarak Kuran ve sünnette bir çok delil bulunmaktadır.
1. Hacc suresi 78. ayette “…Allah din konusunda size hiçbir zorluk
yüklemedi.…” buyrulmaktadır. Bu Allah’ın kullarına tanıdığı bir kolaylıktır. Mazeret
sahipleri için zorluk olmasın diye hükümlerde hafifletme söz konusudur. Burada
insan gücünü aşan hususlarda sorumluluğun nefyedilmesi söz konusudur. Allah,
kişiye ancak gücünün yeteceği kadar yükler, her nefsi ancak gücünün yettiği kadar
sorumlu tutar. Bu Allah’ın biz kullarına bir lütfu ve ihsanıdır.
2. Hz. Peygamber dini “kolaylıkla” vasıflandırmış ve bundan istifade
edilmesini şu şekilde emretmiştir. “Şüphesiz bu din kolaylıktır. Dinde kim kendini
zora sokarsa altında kalır (ezilir ve büsbütün ibadetten kesilir). O halde orta yolu
tutunuz.” (Buhârî,İman,29). Buhârî bu hadisin bab başlığında "İslam dini
kolaylıktır." ve Hz.Peygamber'in: "Allah'a en sevgili olan din, semahat ve kolaylık
üzerine kurulmuş olan, hanif İslam dini'dir" hadisini zikreder. İmam Ahmed’in
rivayet ettiği “Ben haniflik ve hoşgörüye dayalı (bir şeriatla) gönderildim.” Ahmed
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
İbadetlerle İlgili Problemler II
b.Hanbel, VI,116, 223; V,266) hadisi de bu cümledendir. Burada din, ihtiva ettiği
rahatlık
ve
kolaylaştırmadan
dolayı
hanif
ve
müsamaha
dini
olarak
isimlendirilmiştir.
Oruç tutmak İslam’ın beş şartından biridir. “ Ey İman edenler! Oruç sizden
öncekilere farz kılındığı gibi size de farz kılındı….” (Bakara,2/183) mealindeki ayetle
farz kılınmıştır. Oruç ibadetinin farz olabilmesi için müslüman, akıllı ve ergenlik
çağına ulaşmış olmak gerekir. Bu özelliklere sahip olan kadın erkek herkese, sağlıklı
ve mukim oldukları sürece oruç tutmak farzdır. Ancak bazı mazeretlerin bulunması
hâlinde orucun tutulmaması mubah hâle gelir. Onları kısaca şu şekilde
sıralayabiliriz. 1-Sefer 2-Hastalık 3-Hamilelik ve Çocuk Emzirmek 4-Yaşlılık 5-Hayız
ve Nifas Hali 6-Şiddetli Açlık ve Susuzluk 7- Zor ve Meşakkatli İşlerde Çalışmak
Konu başlığımız olan “meşakkatli/ağır işlerde çalışanların oruç tutması”
konusu değerlendirilirken sıhhat konusunu gözardı etmek mümkün değildir.
Nitekim Kuran’da zikredilen oruç tutmamayı mubah kılan özürlerden bir tanesi de
hastalıktır (Bakara,2/184-185). Hastalıktan veya hastalığın artmasından ya da geç
iyi olmasından korkan kimse oruç tutmaz veya niyetlenmişse orucunu bozar. Bu
durumda olanlar imkân bulduklarında tutamadıkları günler sayısınca oruçlarını
kaza ederler.
Oruç tutmamayı mubah kılan diğer özürler ise yolculuk ve oruca güç
yetirememedir. Bu durumların ortak özelliği her ne kadar meşakkat ise de, her
meşakkatin mevcudiyeti hâlinde oruç tutulmayacağını söylemek mümkün değildir.
Çünkü meşakkat objektif değil, subjektif ve izafi bir kavram olduğundan bunun
algılanışı kişiden kişiye değişiklik arz edebilir. Birileri için meşakkat olmayan bir
durum başkaları için meşakkat olabilir.
Burada meşakkatle ilgili kriterler hakkında şunları söyleyebiliriz. Meşakkat
insanlar arasında umumi olan bir olay hakkında olmalı, nadiren vuku bulmamalıdır.
Çünkü meşakkat, insanlar arasındaki umumi bir olay hakkında olursa şüphesiz
dikkate alınır. Şayet hususi olursa, buna itibar edilmez. Usul kaynaklarında ifade
edildiği gibi teşri, hususi bir şahıs veya hususi bir grup için olmaz. Bu, İslam dininde
tasavvur edilmeyen bir şeydir. Ancak hususi teşri, Hz. Peygamber’e mahsustur veya
Hüzeyme’nin şahitliği gibi, Hz. Peygamber bunu sahabelerinden birine has kılmıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
İbadetlerle İlgili Problemler II
Teşri’nin Hz Peygamber’e veya onun tarafından sahabelerinden birine has kılınması
da nübüvvet zamanına aittir. Yine meşakkatin nazar-ı itibara alınması ile şeri’
nassların çatışmaması gerekir.
Meşakkatleri
tespit
kuralları,
müçtehidin
içtihadına
bırakılmalıdır.
Müçtehid doğruya ancak kendisiyle mükellef tutulan fiilin derecesine ve fiilin kendi
Oruçlu bir kimse,
tecrübesine, bir
alamete veya ilmine
güvenilen müslüman bir
doktorun sözüne
dayanarak açlıktan,
susuzluktan dolayı
helak olacağından ya da
aklına noksanlık
geleceğinden korkarsa,
bu kimse orucunu daha
sonra kaza etmek üzere
bozabilir.
zatındaki önemine, mükellefe dokunacak zorluk ve zararın miktarına bakmakla
ulaşır. Yine fiile sürekli devam ettiği takdirde, mükellefin amelden kopmasına veya
ondan nefret etmesine, onu yapanın kendisinde hâlinde veya durumlarından
herhangi bir durumda, bozukluğun meydana gelip gelmediğine bakarak zikredilen
şartları ve kuralları da göz önüne alarak, hata ve sapmalardan sakınarak meseleyi
dikkatlice tetkik etmelidir.
İzafi bir kavram olan meşakkat dikkate alınarak hüküm verilmesi
ruhsatların kötüye kullanılmasına sebebiyet verebilir. Mükelleflerin kişisel
insiyatiflerini kullanması, mazeretleri içlerine sindirmedikleri sürece oruçlarını terk
etmemeleri, isabetli olacaktır.
Şayet zor ve meşakkatli işlerde çalışmak kişinin sağlığını tehdit edecekse,
işinden ayrıldığında geçim sıkıntısının çekilmesi kesin veya kuvvetle muhtemel ise
oruç tutulmayabilir, tutulmayan oruçlar ise bilahare fırsat bulunduğunda kaza
edilir. Kaza etme imkânı da bulunmuyorsa mutlaka fidye verilmelidir.
Oruçlu bir kimse, tecrübesine, bir alamete veya ilmine güvenilen
müslüman bir doktorun sözüne dayanarak açlıktan, susuzluktan dolayı helak
olacağından ya da aklına noksanlık geleceğinden korkarsa, bu kimse orucunu daha
sonra kaza etmek üzere bozabilir. Sağlığının bozulacağından ve ölüm tehlikesine
düşeceğinden korkan kimse de iftar edebilir.
ZEKÂT MÜKELLEFİYETİ AÇISINDAN TEMEL ZARURİ
İHTİYAÇLAR
Zekâtın farz olma şartlarından biri, elde bulunan malın temel zaruri
ihtiyaçların dışında olmasıdır. Kişinin kendisi ve bakmakla yükümlü olduğu
kimselerin temel zaruri ihtiyaçlarını karşılamaya yetecek miktardaki malları için
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
İbadetlerle İlgili Problemler II
zekât verme yükümlülüğü yoktur. Zira ihtiyaç kapsamında olan mal ile zenginlik
meydana gelmez. Zengin, ihtiyacı olmayan kimse olduğuna göre, zenginlik ancak
ihtiyaçtan fazla bir mala sahip olmakla mümkün olur. Hz. Peygamber’de “ Zekât
ancak gerçek anlamda zengin olandan alınır.” (Buhârî, Kitâbu’z-Zekât,19)
buyurarak zekâtın farz olmasının şartlarından birinin zenginlik olduğunu
bildirmiştir.
Bir kimsenin, temel zaruri ihtiyaçları karşılanmadan herhangi bir malını
gönül hoşnutluğu ile başkasına vermesi mümkün değildir. Çünkü vereceği mala
öncelikle kendisinin ihtiyacı vardır. Muhtaç durumda olan bir kimse ise zengin
sayılmaz. Hz. Peygamber “ Mallarınızın zekâtını gönül hoşluğu ile ödeyin.” (Ebû
Dâvûd, Zekât, 5) buyurarak öncelikle zekât verecek kimsenin zengin olması ve bunu
gönül hoşluğu ile vermesi gerektiğine işaret etmiştir. Kişi ancak zengin olduğunda
gönül hoşluğu ile malını verebilir.
Kuran ve sünnette temel zaruri ihtiyaçların neler olduğu açık bir şekilde
bildirilmemiş, sadece şu şekilde genel bilgilerle iktifa edilmiştir. “…iyilik yolunda ne
harcayacaklarını sana sorarlar. De ki: ‘ihtiyaçtan fazlasını….’(Bakara,2/219). Hz.
Peygamber’e bir adam gelerek “Yanımda bir dinarım var, ne yapayım?” dedi. Hz.
Peygamber, “kendine harca.” buyurdu. “Yanımda bir dinarım daha var.” deyince
“hanımına harca.” buyurdu. “Yanımda bir dinarım daha var.” deyince, “Çocuklarına
harca.” buyurdu. “Yanımda bir dinarım daha var.” deyince, “Hizmetçine harca.”
buyurdu. Adam “Yanımda bir dinarım daha var.” deyince, “Sen daha iyi bilirsin.”
(Müslim, Zekât, 32) buyurdu. Bu nasslar, öncelikle kişinin kendi şahsi ihtiyaçlarıyla
birlikte, ailesinin ve bakmakla yükümlü olduğu kimselerin temel ve zaruri
ihtiyaçlarını karşılaması gerektiğine işaret etmektedir. Hangi tür malların ihtiyaç
kapsamına gireceği hususunda ise tespitler yapmamaktadır.
Genel olarak temel zaruri ihtiyaçları, ashabın yaşantılarını bildiren
rivayetlerden ve ilim adamlarının toplumun refah seviyesiyle ilgili olarak ileri
sürdükleri fikir ve içtihatlarından öğrenmekteyiz. Kişilerin ihtiyaçlarına sınır
getirmek mümkün olmadığından ve ihtiyaçlar kişilere göre farklılık arz
edebileceğinden dolayı bu konuda Hanefi âlimleri objektif kriterler getirmişlerdir.
Bu âlimler temel ihtiyaçların tespitinde kişinin normal ve onurlu bir şekilde hayatını
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
İbadetlerle İlgili Problemler II
sürdürmesini, huzur, sağlık ve güvenlik içinde yaşamasını, ihtiyaç maddelerinden
gelir elde edilmemesini dikkate almışlardır. Buna göre temel zaruri ihtiyaçlar, keyfi
ve lüks harcamalarda bulunmadan kişinin kendi ve bakmakla yükümlü olduğu
kimselerin hayatını devam ettirebilmesi için sahip olunması gereken mallardır
diyebiliriz.
Bu çerçevede bir yıllık süre esas alınarak ailenin sosyal ve ekonomik
seviyesine göre ihtiyaç duyulan elbiseler, gıda harcamaları, içinde oturulan normal
değerde ev ile ev için gerekli eşyalar, kira harcamaları, ısınma harcamaları, hizmetçi
masrafları, sağlık giderleri, seyahat harcamaları, esnafın ticaret için kullandığı
dükkân, tezgah, atölye ve benzeri tesisler, sanat ve mesleğe ait bütün alet ve
makineler, ziraatla uğraşan kimselerin traktör, biçer döver ve benzeri vasıtaları,
yakıt harcamaları, hayvancılıkla uğraşan kimselerin yaptırdıkları tesisler, ısınma
harcamaları, kişinin kendisi ve aile fertlerinin eğitim harcamaları, çocukların evlilik
harcamaları, ilim, sanat ve kültür insanlarının zihni ihtiyaçları, araştırma giderleri ve
yıl içinde yapacağı araştırma gezileri, hatta o yıl ödenecek borçlar ve vergiler, orta
halli bir otomobil ile benzin ve mazot vb. onun giderleri gibi hususlar, temel zaruri
ihtiyaçlar çerçevesinde değerlendirilmiş ve onlar nisaba (dinen zengin sayılmanın
sınırı ve ölçüsüne) dâhil edilmemiştir. Ancak yukarda bahsi geçen alet ve
makinelerle başkalarına iş yapılıyorsa veya binalardan kazanç elde ediliyorsa
bunların gelirleri nisaba dâhil edilir ve zekâtları verilir. Bu durum bize gösteriyor ki
zengin sayılabilmek için küçümsenmeyecek miktarda mali güce sahip olmak
gerekmektedir.
Hanefi mezhebi dışındaki diğer mezhep âlimleri, temel ihtiyaçların
bilinemeyeceğinden, değişken olmasından ve ihtiyaç fazlası malların tespitinin
mümkün olmadığından hareketle, bir insanın ve bakmakla yükümlü olduğu
kimselerin muhtaç olduğu temel ihtiyaç maddelerinden fazla nisab miktarı mala
sahip olmayı zekâtın vücub şartlarından biri olarak görmemişlerdir. Dolayısıyla
nisab miktarı parası olanlar, gerek kendileri gerekse bakmakla yükümlü oldukları
kimselerin ev, sağlık, yiyecek, giyecek vb. zaruri ihtiyaç maddelerinin temini için bu
paraya ihtiyaç hissetseler bile zengin sayılmakta ve zekât vermekle mükellef
olmaktadırlar.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
İbadetlerle İlgili Problemler II
Zekât nisabına ölçü alınan bu maddeler taabbudi değildir. Yani üzerinde
düşünülebilen, içtihat alanına giren konulardandır. Zaman ve şartlara bağlı olarak
değiştirilmesi, geliştirilebilmesi mümkün olabilen konulardandır. Esasen temel
zaruri ihtiyaçlar, muhit ve durumun değişmesiyle değişir ve gelişir.
Asli ihtiyaç, herkes için sabit bir mal veya sabit değeri olan mallar demek
değildir. Yaşanan yere ve yapılan işe göre zaman içinde değişebilen yiyecek
maddeleri ve kullanılacak eşya topluluğudur. Çağdaş araştırmacılar temel
ihtiyaçların zaman, çevre vb. şartlara bağlı olarak değişip gelişebileceğine
inandıklarından hangi tür ve ne miktar malın temel ihtiyaç gurubunda yer alacağı
hususunu tespitin, hem toplumun genel iktisadi seviyesine, hem de kişilerin sosyal
çevrelerine ve toplum şartlarına bağlı olarak ilim adamlarının rey ve içtihatlarına ve
yetkili mercilerin takdirine bırakılması kanaatini taşımaktadırlar.
Mesken ve bunun için gerekli eşyalar temel zaruri ihtiyaçlardan biri
olmakla birlikte, bunların temininde lüks ve israfa kaçmamak gerekir. Lüks ve israf,
her ne kadar izafi bir kavram ise de insanların ihtiyaçlarına bir sınır getirmek
imkânsız olduğundan bu konuda hem kişilerin, hem de içinde yaşanılan ülkenin
iktisadi seviyesi dikkate alınmalıdır. Kullanılan ev ve eşyalar, kişilerin gelir, konum
ve makam durumları, kısaca toplum içindeki statüleri ile doğru orantılı olmalıdır.
Elbette gelir durumu iyi olan kimse ile geliri daha az olan kimsenin kullanacakları ev
ve eşyalar aynı değerde olmayacaktır. Birileri için lüks sayılmayan şeyler diğerleri
için lüks sayılabilir. Ancak toplumun önemli kesiminin fakir olduğu ülkemizde
özellikle gelir durumu iyi olanlarla, üst düzey görev yapan şahıslar, kendi ekonomik
şartlarına uygun harcama yapmalıdırlar. Aksi takdirde yaptıkları harcamaların israf
kategorisinde değerlendirilebileceğini, bu harcamaların caiz olmayacağını ve lüks
farkının zekâta dâhil edilebileceğini söyleyebiliriz.
Kiralık bir evde oturan, ancak gelir düzeyi yüksek olan kimsenin zekât
verebilmesi için illa da ev sahibi olması gerekmez. Önemli olan bu tür ihtiyaçların
kolaylıkla
karşılanabiliyor
olmasıdır.
Bu
şekilde
temel
gereksinimlerini
karşılayabilen kimse, elinde bulunan ilave mal varlığıyla asgari zenginlik sınırına
ulaştığında zekât vermekle mükellef olur. Elinde ancak ihtiyaçlarını karşılayabilecek
kadar para bulunan kimse ise dinen zengin sayılmaz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
İbadetlerle İlgili Problemler II
Otomobil için de benzer tespitler yapabiliriz. Orta hâlli bir otomobil temel
ihtiyaç maddelerinden olmakla birlikte büyük servet değerinde olan arabaların lüks
farkının da zekâta dâhil edilmesi gerekir. Çünkü otomobil zaruri ihtiyaçlardan
olmakla birlikte, bu ihtiyacı lükse kaçarak gidermek zaruri değildir. İsrafın
yaygınlaştığı, herkesin birbirleriyle tüketim yarışına girdiği günümüzde temel
ihtiyaçların tespiti asgari geçim ve hayat standardına göre belirlenmelidir. Kendi
durumlarına göre makul seviyenin dışına çıkan lüks ve aşırı sayılabilecek
harcamalar zekât kapsamına alınmalıdır.
Temel zaruri ihtiyaçlar çerçevesinde aylık maaş alan kimselerle ilgili şöyle
bir değerlendirme yapabiliriz. 2011 yılının Temmuz ayında Türk-İş ve Kamu-Sen
tarafından dört kişilik aile için açıklanan yoksulluk sınırının ortalama 3.000 TL
olduğunu dikkate alırsak yıllık zaruri ihtiyaçların ortalama 36.000 TL’ye tekabül
ettiğini, bu kadar paranın günümüzde İslam’ın lüzumlu gördüğü normal yaşama
hakkına sahip olmak için temel ve zaruri ihtiyaçlardan olduğunu söyleyebiliriz. Bu
miktardan sonra kişinin elinde nisab miktarı mal veya paranın artması hâlinde
bunlardan zekât vermesi farz olur. Bu durum nisabın alt kısmını rahatlatmakta ve
mükellefi rahat bir şekilde zekâtını verir hâle getirmektedir. Her ne kadar zekât
konusunda meseleye yoksul açısından bakılıyorsa da mükellef açısından da olaya
bakılması gerekmektedir. Hukuk ve hükümler sadece bir taraf için olmamalıdır.
EV, ARABA VB. TEMEL ASLİ İHTİYAÇLAR İÇİN
BİRİKTİRİLEN PARANIN ZEKÂTI
Ev, araba gibi temel asli ihtiyaçlardan birini karşılamak üzere biriktirilen
mal veya paraya zekâtın gerekip gerekmeyeceği hususunda müçtehidler ihtilaf
etmişlerdir. Daha önce ifade edildiği gibi zekâtın farz olma şartlarından biri, elde
bulunan malın temel zaruri ihtiyaçların dışında olmasıdır. Kişinin kendisi ve
bakmakla yükümlü olduğu kimselerin temel zaruri ihtiyaçlarını karşılamaya yetecek
miktardaki malları için zekât verme yükümlülüğü yoktur. Şayet bu miktarı aşan mal
nisab miktarına ulaşmış ve üzerinden de bir yıl geçmişse bu malın zekâtının
verilmesi gerekir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
İbadetlerle İlgili Problemler II
Kâsâni ve İbn Nüceym gibi âlimlere göre temel asli ihtiyaçlardan birini
karşılamak üzere biriktirilen paraya, üzerinden bir yılın geçmesi gibi benzer diğer
şartlar yerine geldiğinde zekât gerekir.
İbn Melek ve Halebi gibi âlimlere göre havaic-i asliye türünden olan
malların temin edilmesi için biriktirilen paraya zekât gerekmez.
Hayreddin Karaman, ev almak, ameliyat olmak, ihtiyaç hâlinde araba almak
veya işinde kullanmak için makine, alet vb malzemeleri almak gibi bir temel ihtiyacı
karşılamak için biriktirilen paranın zekâta tabi olmadığı görüşündedir. Bu konuda
kendisine yöneltilen bir soruya vermiş olduğu cevabı şu şekildedir;“İster kooperatif
yoluyla ister başka şekilde ev yaptıran veya yaptırmak isteyen bir kimse eğer bu evi
oturmak için yaptırıyorsa, hem bu evin yapılmış kısmının değeri üzerinden hem de
bunun için ayırdığı paradan zekât vermez. Ev asli ihtiyaçlardan sayılır. Oturmak için
değil de satıp parasını –temel ihtiyaçlar dışında-başka şeylere sarfetmek için ev
yaptırıyorsa bunun maliyet değerinden ve buna ayırdığı paradan kırkta bir olarak
zekât vermesi gerekir.”
Yunus Vehbi Yavuz’un bu konudaki görüşü de şöyledir. “Bir kimsenin
yaşayacağı bir eve sahip olması birinci derecede ihtiyacıdır. Kişinin gelirinden
tasarrufta bulunarak ev almak üzere bir kenara ayırdığı paralar da eve harcanmış
sayılacağından yok hükmündedir. Lüks ve israfa kaçmayacak şekilde biriktirilen bu
gibi paralardan zekât verme zorunluluğu yoktur. Örfte normal şartlarda bir daire
kaç liraya mal oluyorsa biriktirilen bu kadarlık ev parası zekâttan muaftır.”
NİSAB KONUSUNDA HZ. PEYGAMBER DÖNEMİNİN
GÜNÜMÜZLE MUKAYESESİ VE NİSABIN DEĞİŞKENLİĞİ
Hanefi fakihlerinden Serahsî’nin tespitine göre Hz. Peygamber devrindeki
piyasa koşulları dikkate alındığında zekâta tabi mallarda hemen hemen eşit bir
uygulamanın olduğu söylenebilir. Serahsî’ye göre bir koyunun o devirdeki kıymeti
beş dirhem, iki yaşındaki dişi bir devenin kıymeti ise kırk dirhemdi. Buna göre o
zamanlar ortalama beş dirheme bir koyun alındığı gibi, kırk dirheme bir deve veya
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
İbadetlerle İlgili Problemler II
sekiz koyun alınabiliyordu. Yine iki yüz dirhem, yirmi dinara eşit olduğu gibi, kırk
koyun veya beş deve ya da otuz sığıra da eşitti.
Hz. Peygamber zamanında belirlenen nisab miktarlarına bakıldığında
malvarlığının satın alma gücünün hayli yüksek olduğu görülmektedir. O dönemde
altınla gümüş veya diğer zekâta tabi mallar arasında satın alma gücü bakımından
günümüzde olduğu gibi büyük fark yoktu. Bu asgari sınırlar, o dönem İslâm
toplumunun ortalama hayat standardını ve zenginlik ölçüsünü göstermektedir.
Nisab miktarının belirlenmesinde kullanılan bu malların, o dönemin en yaygın
zenginlik aracı olduğu açıktır. Nisabın bu mallar üzerinden belirlenmesi, sosyal ve
ekonomik şartların fazla değişmediği ileriki dönemlerde de aynen korunmuştur.
Günümüzde altına göre gümüşün değerinde önemli ölçüde düşüş meydana
gelmiştir. Hz. Peygamber döneminde yaklaşık 1/10 olan değer farkı, günümüzde
1/40’a kadar gerilemiştir.Yani bir gram altın yaklaşık olarak kırk gram gümüşe eşit
hale gelmiştir. Buna göre gümüş 14 asır süresince altın karşısında büyük oranda
değer yitirmiştir. Bunun açıklaması yeryüzünde gümüş arzının altından kat kat fazla
olduğudur. Bir adım daha ileri gidersek altın arzının da mal arzından çok olduğunu
görürüz. Sonuçta Ağustos 2011 tarihi itibariyle İstanbul Altın Borsası’nın
rakamlarına göre 22 ayar altının gramı 101.43 Tl civarındadır. Bir gram gümüş ise
2201 TL civarındadır. O hâlde 1 gram altın fiyatı yaklaşık olarak kırk altı gram
gümüş fiyatına eşittir. Bir başka açıdan bakarsak günümüzde 200 dirhem gümüş
yaklaşık 1310 TL, yirmi dinar altın yaklaşık 8620 TL ve kırk koyun yaklaşık
600x40=24.000 TL’ lik değere sahiptir. Hz. Peygamber döneminde 85 gr altın 595 gr
gümüşe eş değerdeydi. Bu miktar ile kırk koyun satın alınabiliyordu Günümüzde 85
gram altınla yaklaşık on üç veya on dört koyun alınabilmektedir. Artık bunlar eşit
satın alma gücüne sahip değillerdir. Bu yüzden gümüş nisabını hatta altın nisabını
ölçü almak, makul olmaktan çıkmıştır. Bu bakımdan gerçekte yoksul sayılabilecek
gümüş nisabına malik kişileri zekât yükümlüsü saymak, yoksul kesimin lehine değil,
aleyhine bir uygulama olacaktır.
Şimdi asli ihtiyaçlar çıktıktan sonra yıl sonunda elinde 8620 TL’si kalan mı,
yoksa 1310 TL’si kalan mı zekât verecektir? Hz. Peygamber dönemini düşünürsek
temel ihtiyaçlar çıktıktan sonra elinde 40 koyun satın alabilecek kadar serveti olan
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
İbadetlerle İlgili Problemler II
zekât verecekti. 40 koyun satın alınabilecek meblağ ise ortalama 24.000 TL’dir.
Bunu sığır üzerinden hesaplayacak olursak ortaya çıkan rakam ortalama 30x2.500=
75.000 TL’dır. Deve fiyatlarını dikkate alırsak karşımıza 5x9.500=47.500 TL çıkar.
Dolayısıyla günümüzde zekât nisabının güncel parasal değeri hakkında net bir ölçü
bulunmamakta değişik değerlerde nisab miktarları ortaya çıkmaktadır.
Hz. Peygamber döneminde bir kimse iki yüz dirhem gümüş veya yirmi
miskal altın para ile bir yıl boyunca normal bir aileyi geçindirebiliyor veya
gerektiğinde bununla kırk koyun veya beş deve ya da otuz sığır satın alabiliyordu.
Günümüzde ise yirmi miskal veya iki yüz dirhem gümüş paraya sahip olan kimse,
bahsi geçen malları satın alamamaktadır. Hatta gümüş nisabı asgari ücretin çok
altında kalmaktadır. Altının değeri ise yaklaşık üç aylık geçim standardına denk
gelmektedir. Ancak ayni varlıklar için konulan nisab miktarları Hz. Peygamber
dönemi hayat standartları olmasa bile bugün ayni varlık olarak da değer olarak da
normal bir ailenin yıllık geçimini asgari düzeyde sağlayabilecek orandadır. Mesela,
kırk koyun, beş deve veya otuz sığır yaklaşık olarak bir aileyi asgari ölçüler içinde
geçindirebilir. Sonuç olarak görülüyor ki ayni varlıklarda büyük ölçüde bir değişme
olmamasına karşın Hz. Peygamber dönemi piyasasına oranla paranın değerinde
büyük bir değişim meydana gelmiştir.
Kâmil Miras konuyla ilgili olarak Tecrid-i Sarih şerhinde şunları
söylemektedir. “Bu zenginlik ölçüleri iktisadi vaziyete göre Resul-i Ekrem tarafından
takdir buyrulmuştur. O dönemde iki yüz dirhem gümüş ile yirmi miskal altın satın
alma gücü bakımından bir birine eşit derecede idi. Birçok mali meselelerde Resul-i
Ekrem bir miskal altını on dirhem gümüş ile kıymetlendirmişlerdi. Kırk koyun da iki
yüz dirhem gümüş veyahut yirmi miskal altın değerinde idi. Yarım miskal altın veya
beş dirhem gümüş orta derecede bir koyun satın alabilirdi. Asri saadette gümüş
nisabının 1/40’ı olan beş dirhem ile bir koyun alıp satıldığı halde şimdi nisabın
yarısını ve tamamını kapsamaktadır.
Çağdaş İslam âlimlerinden Kardâvi bu konudaki kanaatini şöyle
açıklamaktadır. “Eşya cinsinden nisab olarak belirlenen beş deve ile kırk koyunun
değeri günümüzde 400 dinar ve daha fazlasına denk gelmektedir. Binaenaleyh din,
4 deve yahut 39 koyuna sahip olan kimseyi fakir, buna karşılık bir koyun dahi satın
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
İbadetlerle İlgili Problemler II
alamayacak kadar değeri düşük olan gümüş nisabına sahip kimseyi nasıl zengin
kabul eder ve zekât vermeyi ona nasıl farz kılar? Bu kadar önemsiz bir miktar
paraya sahip kimse nasıl zengin sayılır? Bu bakımdan ayni mal varlıklarından koyun
nisabının esas alınması suretiyle para nisabının belirlenmesi gerekmektedir.
Günümüz araştırmacılarından Yunus Vehbi Yavuz ise, Hz. Peygamber dönemindeki
nisab mallarının ortalaması alınmak suretiyle standart bir ölçünün belirlenmesi
görüşündedir.
Hz. Peygamber döneminde 10.000 dirhem kıymetinde ev, ev eşyası, silah,
zırh, hizmetçi vs. malvarlıkları bulunduğu hâlde ashaptan zekât alanların varlığı
düşünüldüğünde temel zaruri ihtiyaçların dışında da olsa altın veya gümüş nisabına
malik olanların zengin olduklarını söylememiz kolay olmasa gerek. Hele hele temel
zaruri ihtiyaçlarını karşılayacak geliri bulunmadığı hâlde damlaya damlaya göl olur
misali sıkıntı çekerek ilerde lazım olabilir düşüncesiyle 595 gram gümüş veya 85
gram altın değerinde para biriktiren yoksul kimselerin, üzerinden bir yıl geçince
zekât vermeleri gerektiğini söylememiz zekâtın ruhuna aykırılık taşıyacaktır.
İnsanlar diledikleri miktarda harcama yaparlar, arta kalan miktar nisaba ulaşırsa
zekât vermeleri gerekir şeklinde verilecek hükümler de isabetli olmayacaktır. Zira
gelir düzeyi düşük olup harcamada bulunmayan kimseler, gelecekteki hayatlarını
kurtarma amacını taşımaktadırlar.
Hz. Ömer’in develerde diyet tazminatı için belirlenen hayvanların
pahalandığını ileri sürerek diyet cezasında ödenecek parayı hayvanların kıymetine
denk olarak 800 dinardan 1000 dinara, 8000 dirhemden de 10000 dirheme
yükseltmesi, nisapla ilgili tespitler konusunda bize yol gösterecektir.
Altın ve gümüş oranlarındaki değişme ile birlikte tüketim standartlarındaki
gelişme ve gelir dağılımındaki bozulma, nisab miktarının yeniden tespit edilmesini
zorunlu kılmaktadır. Mükellefler, kendilerini ve bakmakla mükellef oldukları
kimseleri başkalarına muhtaç hâle getirecek bir zekât ibadetinde bulunamazlar.
Ayrıca bilinmektedir ki zekât, tüm yönleriyle taabbudi bir ibadet değildir. Ekonomik
hayat ve piyasa şartları ile de yakından ilgilidir. O bakımdan Hz. Ömer örneğine
kıyasla nisabı günümüz şartlarına göre yeniden ele almamız gerekmektedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
İbadetlerle İlgili Problemler II
Tarım toplumunda zenginlik ölçüsü olarak kabul edilen miktar, bugün
sanayi toplumunda çok sembolik bir ekonomik değer olarak göründüğünden, dinar
ve dirhemlerin nisabı belirlenirken Hz. Peygamber dönemindeki satın alma güçleri
tespit edildikten sonra, çağdaş parasal değeri ortaya konmalıdır. Şimdiye kadar ileri
sürülen şartlar Hz. Peygamber’in kendi dönemindeki sosyal refah şartlarını ifade
etmektedir.
Bilindiği üzere İslam kolaylıktan yanadır. Bunun için de dinimiz kişinin
zorlanarak zekât vermesini istemez. Zekât vermekle mükellef olanlar gerçekten
zengin olmalıdır. Yoksulluk sınırının dört kişilik aile itibariyle ortalama aylık 3.000
TL, yıllık 36.000 TL olduğunu düşünürsek temel zaruri ihtiyaçları dışında 36.000
TL.lik yıllık geliri olan veya kendisine zekât tahakkuk edebilecek ayni ya da nakdi
malların değeri bu miktarda olan kimselerin nisaba malik olduklarını ve zekât
vermekle mükellef olduklarını söyleyebiliriz. Zekâta tabi olup nisab miktarına
ulaşan eşya ve hayvanların fiyatlarını toplayıp ortalamasını aldığımızda da nisab
yaklaşık olarak bu miktarlara tekabül edecektir. Aksi takdirde zekât verme sınırının
çok aşağılarda kalacağını ve gerçek anlamda zengin olmayanların zekâtla mükellef
tutulacaklarını söyleyebiliriz.
ZİYNET EŞYALARININ ZEKÂTI
Altın ve gümüşten yapılan kadınların süs için kullandıkları bilezik, gerdanlık
ve kolye gibi ziynet eşyalarına zekâtın gerekip gerekmediği hususunda açık ve sarih
bir ayet gelmemiştir. Bu konuda mevcut olan nasslar sübutu ve delaleti hususunda
âlimlerin ihtilaf ettikleri hadislerdir. Bu nedenle bunların zekâta tabi olup
olmadıkları hususunda müçtehitler ihtilaf etmişlerdir. İhtilafın bir başka nedeni de
süs için kullanılan altın ve gümüşün evin diğer eşya ve araçlarından mı sayılacağı
yoksa alım satımlarda alıp verilen para cinsinden mi sayılacağı konusundaki farklı
görüşlerdir.
Ebu Hanife ve arkadaşlarına göre, kadınlar tarafından süs için kullanılan
bütün ziynet eşyaları, paralara zekâtın gerekli olduğunu bildiren lafızların umum
ifade etmesinden, ziynet eşyaları ile diğerleri arasında bir fark söz konusu
edilmediğinden ve para cinsi olarak görülmesinden hareketle zekâta tabidir. Bunlar
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
İbadetlerle İlgili Problemler II
da diğer altın ve gümüşler gibi alışverişlerde alıp verilen para cinsindendir.
Abdullah b. Mes’ud, Abdullah b. Abbas, Süyanu’s-Sevri, Evzâi ve Said b. el
Müseyyeb, Said b.Cübeyr, Ata, Mücahid ve Zühri’den de bu görüş rivayet
edilmiştir.
Bu müçtehitler, annesiyle birlikte yanına gelen kızın kolunda iki tane altın
bilezik gören Hz.Peygamber’in “Bunun zekâtını veriyor musun?” sorusuna kızın
“Hayır!”cevabını vermesi üzerine “Kıyamet gününde Allah’ın onların yerine sana
ateşten iki bilezik takması hoşuna gider mi?” şeklindeki cevabını da görüşlerine
delil olarak kabul etmektedirler (Ebû Dâvûd, Zekât,4).
Hadis kaynaklarında bulunan Hz.Peygamber’in şu sözleri de delil olarak
kullanılmaktadır. Ümmü Seleme Hz.Peygamber’e altından işlenmiş bir ziynetiyle
ilgili olarak “Bu kenz midir?” diye sorunca “Zekât verecek dereceye ulaştığında
zekâtını verirsen kenz değildir” buyurmuştur.(Ebû Dâvûd, Zekât, 4). Ümmü Seleme
burada “…..Altın ve gümüşü biriktirip Allah yolunda sarf etmeyenlere can yakıcı bir
azabı müjdele.“ mealindeki Tevbe suresi 34. ayetlerin hükmüne dâhil olup
olmadığını öğrenmek istemiştir.
Yine birgün Hz. Aişe’nin elinde gümüşten yapılmış büyük yüzükler gören
Hz. Peygamber “Bu nedir? Ya Aişe!” deyince Hz.Aişe “Bunları sana karşı süslenmek
için yaptım Ya Resulullah! cevabını verdi. Bunun üzerine Hz.Peygamber “Onların
zekâtını veriyor musun?” diye sorup “Hayır!” cevabını alınca “Bu sana ateş olarak
yeter.” buyurmuştur (Ebû Dâvûd, Zekât, 4).
Hanefi mezhebinin bu görüş ve delillerine mukabil Şafiî, Mâliki, Hanbeli
mezhepleri ile Ebu Sevr, Leys b.Sa’d, Şa’bi ve Katâde’ye göre, altın ve gümüşten
yapılan ziynet eşyaları, Allah tarafından kadına süs olarak mubah kılındığı
(Nahl,16/14) ve kadının temel asli ihtiyaçlarından sayıldığından ayrıca evin sair
eşyaları gibi kabul edildiğinden zekâta tabi değildir. Bu mezhep imamları şu
rivayetleri delil olarak kullanmaktadırlar.

Rivayet edildiğine göre Amr b. Dinar şöyle demiştir: “Cabir b.
Abdillah’a ziynet eşyalarında zekât var mı?” diye sorulduğunda
Cabir, “Hayır! ziynet eşyasında zekât yoktur.” dedi. Adam “Bin
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
İbadetlerle İlgili Problemler II
dinara ulaşsa da öyle midir?” diye sorunca Cabir “Daha fazla olsa
da” cevabını verdi (Beyhâki, Mağrifetü’-Sünen, s.183).

Cabir’in rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber şöyle demiştir:
“Ziynet eşyası zekâta tabi değildir.” (Dârekutni, II,107; İbn Ebi
Şeybe, 3/155).

Abdurrahman b. Kasım babasından rivayet ettiğine göre Hz. Aişe,
himayesine aldığı kardeşinin yetim kızlarının taktıkları ziynet
eşyalarının zekâtını vermiyordu (Muvatta, Zekât,5).
Bu görüş sahipleri ayrıca, zekâtın farz olma nedenlerinden birinin artıcı
özelliği olduğu, ziynet eşyalarında ise büyüme kasdı bulunmadığı görüşünden
hareketle zekât verilmesi gerekmediğini söylemektedirler. Buna mukabil,
biriktirme gayesiyle veya açıkça israf olacak şekilde yani normalin dışına çıkacak
şekilde biriktirilmesi hâlinde zekât vermek gerekir. Burada şu detayı da zikretmekte
yarar vardır. Şafiilere göre ziynet eşyası 200 miskal yani 850 gramı aşarsa zekâta
tabi olur.
Bu konuda Enes’den gelen bir rivayete göre ziynet eşyasının zekâtı ömürde
bir defa verilir. Sonraki yıllarda tekrar zekât vermek gerekmez.
Leys b.Sa’d ziynet eşyalarında bir ayırım yaparak zekâttan kaçırma niyetiyle
elde edilenlere zekât gerektiğini, diğerlerinin bundan muaf olduğunu söylemiştir.
Muasır araştırmacılardan Yusuf el-Karadavi de bu konuda görüşünü süs için
kullanılan ziynet eşyalarında zekât gerekmeyeceği şeklinde açıklamaktadır.
Ziynet eşyaları süs için değil de ticaret amacıyla elde bulunduruluyorsa bu
durumda ticaret eşyası sayılacağından zekât verilmesi gerekir.
Farklı görüşleri delilleriyle birlikte zikrettikten sonra bu hususta şunları
söyleyebiliriz.
Ziynet eşyaları zekâta tabi olmalıdır. Nisaba ulaştığında zekâtın
verilmesi gerekir. Nisabın belirlenmesinde ağırlıklarına değil, piyasa değerlerine
itibar edilmelidir. Ziynet eşyalarının zekâttan muaf tutulması hâlinde birçok insanın
parasını yüklü miktarda ziynet eşyalarına yatırarak zekâttan malını kaçırması
mümkündür Ayrıca 85 gram değerinde altını bulunan bir kimse zekâtla mükellef
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
İbadetlerle İlgili Problemler II
tutulurken onun birçok katı değerinde ziynet eşyasına sahip olanlar zekâttan muaf
tutulacaktır ki bu durum Kuran’ın zekâtla ilgili prensiplerine aykırı düşecektir.
Kullanılması caiz olmayan altın ve gümüşten yapılan eşyalarla, erkekler
tarafından kullanılan altın ve gümüşten yapılan ziynet eşyaları da zekâta tabidir.
Altın ve gümüş dışında ticaret için olmayan pırlanta, yakut, inci, elmas ve
benzeri ziynet eşyaları artıcı özellikte görülmediğinden zekâta tabi mallar arasında
sayılmamıştır. Her ne kadar zekâtın farziyetini bildiren ayetlerde umum ifadeler
bulunsa da sünnet, zekâtın artıcı özelliği olan mallardan verilmesi gerektiğini ifade
ederek umum lafızları tahsis etmiştir. Bu tür mücevherler Nahl suresi 14. ayette de
belirtildiği üzere Allah’ın kadınlara mubah kıldığı ziynet eşyalarıdır. Bu görüş
üzerinde bütün mezhepler ittifak etmiştir. Şayet ziynet eşyası üzerinde inci vb.
taşlar varsa bu durumda taşların değil, sadece altın veya gümüşün zekâtı verilir.
Burada işaret edilmesi gereken diğer bir husus da nisap miktarını aşacak
ölçüde bu türden ziynet eşyası bulunanlar zekâttan muaf olsalar da zengin
sayıldıklarından zekât alamazlar ve kurbanlarını keserler.
SADAKA VE BENZERLERİNİN KURBAN YERİNE GEÇİP
GEÇMEMESİ
Kurban bayramı günlerinde kurban yerine onun adına başka bir şey ikame
edilemez. Yani kurban kesme yerine o hayvanı canlı olarak bağışlamak veya onun
kıymetini vermek yada et alıp fakirlere dağıtmakla kurban mükellefiyeti eda edilmiş
olmaz. Mutlak olarak kurbanın, bayram günlerinde kesilmesi suretiyle bu ibadetin
yerine getirilmesi gerekir. Kurban kesilmedikçe bu ibadet yerine getirilmiş olamaz.
Aynı durum namaz ve oruç için de söz konusudur. Nitekim insanlar sadaka
vermekle namaz veya oruç ibadetlerini yerine getirmiş sayılmazlar. Ancak yaşlılık
veya şifa ümidi olmayan bir hastalık hâlinde oruç tutamayan ve kaza etmesi
mümkün olmayan bir kimse oruç tutamadığı her güne karşılık sadaka-i fıtır
miktarınca bir fidye verir (Bakara,2/184).
Kurban kesme vaktinin kaçırılması hâlinde bunun kazası, şayet zayi
olmuşsa kurban edilecek hayvanın kıymetinin sadaka olarak fakirlere verilmesi ile
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
İbadetlerle İlgili Problemler II
mümkün olur. Ancak kurbanlık mevcut olup hacc günleri içinde kesilmemişse onu
canlı olarak sadaka vermek gerekir.
Aslında kurban kesme ile sadaka vermek birbirlerinden farklı şeylerdir.
Bunlar birbirlerinin yerine ikame edilemezler. Kurban kesmekle mükellef olan
zenginler kurban kesebilecekleri gibi ayrı olarak fakirlere sadakada verebilir ya da
kestiği kurban etinin çoğunu fakirlere dağıtabilirler. Bunu yasaklayan herhangi bir
kurban kesme ile
sadaka vermek
birbirlerinden farklı
şeylerdir.
hüküm bulunmamakta, bilakis yoksullara yardımı teşvik eden birçok nass
bulunmaktadır. Bunların hepsini ayrı ayrı değerlendirmek gerekir.
Kurban (hanefi mezhebine göre) vacip bir ibadettir. Vacip olan bir ibadetin
de mutlaka yerine getirilmesi gerekir. Çünkü vacip muayyen bir fiile taalluk edince
başkası onun yerine geçemez. Onun için kurbanlık hayvanın kesilmeden sadaka
olarak verilmesi caiz olmaz. İslam’ın ilk yıllarında birçok fakir bulunmasına rağmen
Hz. Peygamber ve Hulefa-i Raşidin kurban kesme yerine onun bedelini fakirlere
vermeyi tercih etmemişler, sahabenin de bu yöndeki uygulamalarını bildikleri
hâlde onları kurban kesmekten men etmemiş veya kurban kesme yerine sadaka
verme hususunda onları teşvik etmemişlerdi. Şayet sadaka vermek daha faziletli
olsaydı Hz. Peygamber ve Hulefa-i Raşidin herkesten önce bu uygulamayı kendileri
yapardı. Bu anlayışlardan olsa gerek Ahmed b. Hanbel de kurban kesmenin sadaka
vermekten daha faziletli olduğunu söylemektedir.
Kurbanın vacip oluşunun nedenlerinden biri, sosyal dayanışmayı sağlamaya
yönelik oluşudur. Bu nedenle Kurban hadisesini sadece et meselesi şeklinde takdim
etmek isabetli olmayacaktır. Çünkü kurban sadece fakirlere et yardımında
bulunmak için meşru kılınan bir ibadet değildir. Et yardımında bulunma anlayışının
öne çıkarılması hâlinde kurban ibadeti hedefinden saptırılmış olur. Böyle bir
hüküm, kendi içinde taşıdığı yanlıştan ziyade ona dayanılarak yapılacak yorumlarda
daha başka yanlışlara sebebiyet vermesi bakımından sakıncalıdır, yanıltıcıdır.
Yorumlar bu şekilde yanıltıcı biçimde yapıldığında değişik alternatifler daima
zihinleri meşgul edecektir.
Bununla ilgili şunlar söylenebilir. Madem kurbanın gayesi sosyal
dayanışmayı temindir, öyleyse etten ziyade ilaca ihtiyacı olan bir kimseye ilaç alıp
vermek, kurban yerine geçebilmelidir. Bunun gibi etten ziyade soğuk bir kış günü
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
26
İbadetlerle İlgili Problemler II
yakacağa ihtiyacı olan bir kimseye odun ve kömür alıp vermek de yine kurban
yerine geçmelidir. Bütün bunlar kurbandan daha sevap olsa bile onun yerine
geçmeyecektir. Çünkü bu husus insanların takdirini aşmaktadır.
Ayrıca arzu ettiğinde koyun alıp kesen bir kimsenin, bu koyunun etini veya
kasaptan birkaç kilo et alan kimsenin kendinden fedakarlık yaparak fakirlere et
dağıttığı pek görülmüş bir hadise değildir. Bu kimselerin hareket noktası fizyolojik
ihtiyaçtır. Hâlbuki kurban kesen bir kimsenin hareket noktası ise Allah sevgisidir.
İslam, bayramı bir sokak gösterişi, kuru bir gürültü olmaktan çıkarmış ve
onu herkesin aşına katmıştır. Bu içtimai ruhu herkese madde ile tattırmayı amaç
edinmiştir. Bunu yapabilmek için kurbanın kanını akıtmayı şart koşmuştur. Bunun
için kurbanlık hayvanın kıymetini para olarak dağıtmayı kabul etmemiştir. Öyle olsa
bayramda bir beraberlik olmayacak, kimi kurban eti yerken kimi de aldığı birkaç
kuruşla kalacak ve hatta kurban eti yerine para dağıtan kimse bile kurban eti yeme
zevkinden mahrum kalacaktır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
27
Özet
İbadetlerle İlgili Problemler II
•Cemaatle kılınan bir namazda imamın arkasında önce
erkekler, sonra erkek çocukları sonra da kadınlar saf
tutmalıdırlar. Kadınların erkeklerin önünde namaz kılmaları
hâlinde
erkeklerin
namazı
bozulur.
Aynı
hizada
bulunduklarında, metinde zikredilen şartların mevcudiyeti
hâlinde erkeklerin namazı bozulur. Kadınların namazı
bozulmaz.
•Kur’an-ı Kerim’de orucu bozan hususlarla ilgili bir açıklama
bulunmamaktadır. Ancak hasta olan kimselerin oruç
tutmamalarına ruhsat verilmektedir. Bu durumda olanlar
hastalık süresince oruçlarını tutmayabilir bilahare imkan
bulduğunda kaza ederler. Şayet hastalığın akabinde sıhhate
kavuşamazlarsa tutamadıkları günler sayısınca fakirlere fidye
verirler.
•Sünnette ise sadece yeme, içme, cinsel münasebette
bulunma, kendi müdahalesiyle ağız dolusu kusma ve kan
aldırmanın orucu bozacağı hususunda bilgi bulunmaktadır. Hz.
Peygamber döneminde bulunmayan birçok tedavi yönteminin
orucu bozup bozmayacağı konusu daha çok içtihada
dayanmaktadır. Bu çerçevede gıda ve keyif verici iğne
yaptırmanın, su emilecek şekilde lavma yaptırmanın, gıda
içerikli sıvıların bağırsaklara verilmesinin, bölgesel ve genel
anestezinin, kulak zarı delik olup orucu bozacak kadar su
mideye ulaşacak şekilde kulak yıkatmanın, cıhazları kullanım
sırasında sindirim sistemine su, yağ ve benzeri gıda özelliği
taşıyan bir maddenin girmesi halinde endoskopi ve
kolonoskopi yaptırmanın, periton diyaliz ve damara serum
verilerek yapılan hemodiyalizin orucu bozacağı söylenebilir.
Diğer başlıklarda yer alan durumların mevcudiyeti halinde oruç
bozulmaz.
•Bir kimse zor ve meşakkatli işlerde çalışmak durumunda
kalıyor ve bu durumda oruç tutması hâlinde sağlığı tehdit
altında kalacaksa, işinde ayrıldığında da geçim sıkıntısının
çekilmesi kesin veya kuvvetle muhtemel ise oruç tutmayabilir.
İmkân bulduğunda tutamadığı günler sayısınca orucunu kaza
eder. Sağlığında bu şartların devam etmesi sebebiyle orucunu
kaza etme imkânı bulamamışsa bu takdirde tutamadığı günler
sayısınca fidye verir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
28
Özet
İbadetlerle İlgili Problemler II
•Hanefi mezhebi dışındaki diğer mezhep âlimleri, temel
ihtiyaçların bilinemeyeceğinden, değişken olmasından ve
ihtiyaç fazlası malların tespitinin mümkün olmadığından
hareketle, bir insanın ve bakmakla yükümlü olduğu kimselerin
muhtaç olduğu temel ihtiyaç maddelerinden fazla nisab
miktarı mala sahip olmayı zekâtın vücub şartlarından biri
olarak görmemişlerdir. Dolayısıyla nisab miktarı parası olanlar,
gerek kendileri gerekse bakmakla yükümlü oldukları
kimselerin ev, sağlık, yiyecek, giyecek vb. zaruri ihtiyaç
maddelerinin temini için bu paraya ihtiyaç hissetseler bile
zengin sayılmakta ve zekât vermekle mükellef olmaktadırlar.
•Altın ve gümüş oranlarındaki değişme ile birlikte tüketim
standartlarındaki gelişme ve gelir dağılımındaki bozulma, nisab
miktarının yeniden tespit edilmesini zorunlu kılmaktadır.
Mükellefler, kendilerini ve bakmakla mükellef oldukları
kimseleri başkalarına muhtaç hâle getirecek bir zekât
ibadetinde bulunamazlar. O bakımdan nisabın günümüz
şartlarına göre yeniden ele alınması gerekmektedir.
•Altın ve gümüş dışındaki ziynet eşyaları için zekât gerekmez.
Hanefilere göre altın ve gümüşten yapılan ziynet eşyalarının
zekâtı verilmelidir. Diğer mezhepler ise bu tür eşyalara sahip
olanları zekâtla mükellef tutmamışlardır.
•Kurban bayramı günlerinde mutlaka kurban kesmek suretiyle
bu ibadet yerine getirilmelidir. Kurban kesme yerine hayvanı
canlı olarak bağışlamak veya onun kıymetini vermekle kurban
ibadeti yerine getirilmiş olamaz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
29
İbadetlerle İlgili Problemler II
DEĞERLENDİRME SORULARI
Değerlendirme
sorularını sistemde ilgili
ünite başlığı altında yer
alan “bölüm sonu testi”
bölümünde etkileşimli
olarak
cevaplayabilirsiniz.
1. Aşağıdaki tedavi yöntemlerinden hangisi orucu bozmaz?
a) Bölgesel anestezi
b) Keyif verici enjeksiyon
c) Dil altı kullanmak
d) Periton diyalizi
e) Kulak zarı delik olanın kulağını yıkattırması
2.Aşağıdaki müçtehidlerden hangisine göre zekâttan kaçırma niyetiyle
elde edilen ziynet eşyalarına zekât gerekir?
a) Leys b.Sa’d
b) Süyânu’s-Sevri
c)Abdullah b. Mes’ud
d)Ebu Sevr
e)Katâde
3. Aşağıdaki mezheplerden hangisine göre temel ihtiyaç maddelerinden
fazla nisab miktarı mala sahip olmayı zekâtın vücub şartlarından biri olarak
görmektedir?
a)Şafii
b)Mâliki
c)Hanbeli
d)Hanefi
e)Hiçbiri
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
30
İbadetlerle İlgili Problemler II
4.Muhazâtü’n-Nisâ teriminin anlamı aşağıdakilerden hangisidir?
a)Kadının hayız görmesi
b)Kadının erkeklerle aynı hizada namaz kılması
c) Kadının hasta olması
d)Kadının nifas hâlinde olması
•
e)Kadının erkeklerle aynı mekânda namaz kılmaları
5. Sadaka vermenin kurban yerine geçmemesinin nedeni aşağıdakilerden
hangisidir?
a) Kurbanın vacip bir ibadet olması
b) Kurbanın gayesinin sosyal dayanışmayı temin olması
c) Kurban bayramında asıl olanın para vermek değil, kan akıtmanın esas
olması
d)Kurban Bayramı günlerinde fakirlerin et ihtiyacının karşılanması
e)Hiçbiri
Cevaplar Anahtarı
1-c, 2-a, 3-d, 4-b, 5-a
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
31
İbadetlerle İlgili Problemler II
YARARLANILAN ve BAŞVURULABİLECEK KAYNAKLAR
Acar, H.İ.(2003).“Mali Bir İbadet Olarak Kurbanın Hükmü”, EKEV Akademi
Dergisi,( Sosyal Bilimler), Ankara, Yıl, 7.
Acar, H.İ.(2010).“Zekâtın Önemi, Temel İhtiyaçlar ve Nisabın miktarıyla İlgili
Değerlendirmeler”, İslam Hukuku Araştırmalar Dergisi, Konya, Sayı,16.
Apaydın, H.Y.(tsz).”Oruç”,İlmihal I (İman ve İbadetler), İstanbul, İsam.
Atay, H.(1971).“Kurban Bayramı ve Felsefesi“, Ankara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi, Cilt, XVII, Ankara, 1971.
Aynî, (tsz).Umdetü’l-Kâri Şerhu Sahihi’l-Buhâri.
Aynî,(1990). el-Binâye fi Şerhi’l-Hidâye,Beyrut.
Beyhâki,(tsz), Mağrifetü’-Sünen.
Bilmen, Ö.N.(1990). Büyük İslâm İlmihali, İstanbul.
Cezîrî, A.(1986).Kitâbu’l-Fıkh alel Mezâhibi’l-Erbaa ,İstanbul.
Çeker O.(1997). “Havaic-i Asliye” T.D.V.İslam Ansiklopedisi, İstanbul.
Dalgın,N.(2003).”Zekât Hükümleri”OMÜ İlahiyat Fakültesi Dergisi,Samsun.
Daryal, A. M.(1994). Kurban Kesmenin Psikolojik Temelleri, İstanbul.
Din İşleri Yüksek Kurulu’nun 22.09.2005 Tarihli Kararı
Döndüren, H.(2004). “Müzakere Metni”, Zekât Nisabı ve Fitre Miktarının
Çağdaş parasal Değeri,Mudanya.
Ebu Yusuf,(1302). Kitâbu’l-Harâc, Bulak.
Erdoğan, M.(2004). “Zekât Nisabının Amacı Dikkate alınarak Günümüz
Hayat Standartlarına Göre Yeniden Belirlenmesi “Zekât Nisabı ve Fitre
Miktarının Çağdaş Parasal Değeri, Mudanya.
Erkal, M.(tsz).“ Zekât”, İlmihal I ( İman ve İbadetler ),T.D.V.İSAM, İstanbul.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
32
İbadetlerle İlgili Problemler II
İbn Âbidîn,(1987). Reddü’l-Muhtâr ale’d-Dürri’l-Muhtâr, Beyrut.
İbn Ebi Şeybe, (tsz).el-Kitâbu’l-Musannaf fi’l-Ehâdisi ve’l-Asâr, Hind.
İbnü’l-Hümâm,(tsz.) Fethu’l-Kadîr, Beyrut.
İbn Kudâme, (1972).el-Muğnî, Beyrut.
İbn Manzûr, (1990).Lisânu’l-Arab, Beyrut.
İbn Rüşd, (1985). Bidâyetü’l-Müçtehid ve Nihâyetü’l-Muktesid, İstanbul.
Karaman,H.(2006). Hayatımızdaki İslam2,İstanbul.
Kardâvi, Y.(1981). Fıkhu’z-Zekât I, Beyrut, 1981.
Kâsânî, (1986). Bedâiu’s-Sanâi’ fi Tertibi’ş-Şerâi’,Beyrut.
Kurtûbi,(1987).el-Cami’ li Ahkâmi’l-Kur’an, Mısır.
Merğinânî,(1986).el-Hidâye Şerhu Bidâyeti’l-Mübtedi, İstanbul.
Mevsılî, (tsz.). el-İhtiyâr li Ta’lîli’l-Muhtâr, İstanbul.
Miras, K.(1982). Sahihi Buhârî Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi ve Şerhi,
Ankara.
Nevevî.(tsz).el-Mecmû’ Şerhu’l-Mühezzeb.
Özek, A.(1984). İbadet ve Müessese olarak Zekât, İstanbul, 1984.
Şâfiî,(tsz). el-Ümm.
Serahsî,( 1986). Kitâbu’l-Mebsût,Beyrut.
Şeker, M.(1984). İslâm’da Sosyal Dayanışma Müesseseleri, Ankara.
Şerbâsi, Ahmed,(1977). Yeselûneke fi’d-Dîni ve’l-Hayât, Beyrut.
Şirâzî,(tsz). el-Mühezzeb, Mısır.
Şirbînî,(1985).Muğni’l-Muhtâc,Mısır.
Tabakoğlu,A.(2004).“ Nisab, Para ve Gelir Dağılımı”, Zekât Nisabı ve Fitre
Miktarının Çağdaş Parasal Değeri, Mudanya.
Yavuz, Y. V.(2008). İslam’da Zekât Müessesesi, Bursa.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
33
İbadetlerle İlgili Problemler II
Yavuz, Y. V.(2004). “ Hz. Peygamber Dönemi Hayat Standartlarında
Belirlenen Klasik Ölçüler Dikkate Alınarak Zekât Nisabının ve Fitre Miktarının
Çağdaş Parasal değerinin Belirlenmesi “ Zekât Nisabı ve Fitre Miktarının Çağdaş
parasal Değeri, Mudanya.
Yeniçeri, C.(2004), “Müzakere Metni”, Zekât Nisabı ve Fitre Miktarının
Çağdaş Parasal Değeri, Mudanya.
Zeylâ’i,(tsz). Tebyinu’l-Hakâik Şerhu Kenzi’d-Dekâik, Beyrut.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
34
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
AİLE HAYATI İLE İLGİLİ
PROBLEMLER I
• Kur’ân ve Sünnette Aileyi Kuran ve
Yaşatan Değerler
• Fonksiyon Olarak Nikâh Akdi
• Formalite Nikâhı
• Resmi Nikâh (Devlet Nikâhı)-Gayriresmî
Nikâh (İmam Nikâhı)
• Misyâr Nikâhı
• Mut‘a Nikâhı
• Veliden İzinsiz Evlenme
• Gizli Nikâh
• Müslüman Kadının -Gayrimüslim Erkekle
Evliliği
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• Kur’an ve Sünnet’te aileyi oluşturan temel
değerlerin neler olduğunu anlayacak,
• Dinin nikâha yüklediği anlamı ve nikâhın
fonksiyonlarını öğrenecek,
• Nikâhla ilgili bazı güncel meseleler hakkında
bilgi sahibi olacak,
• Nikâhla ilgili başka yeni meselelerle
karşılaştığında tutarlı şekilde fikir
yürütebileceksiniz.
GÜNÜMÜZ
FIKIH
İSLAM İNANÇ
ESASLARI
PROBLEMLERİ
Prof.Dr. Saffet KÖSE
ÜNİTE
ÜNİTE
10
4
Aile Hayatı İle İlgili Problemler I
GİRİŞ
Aile, insanla başlayan ve en ilkel topluluklardan günümüz modern
toplumlarına varıncaya kadar değer verilen temel kurum olarak insanın hayatında
sürekli yer almış ve fonksiyonları itibariyle bir toplumun en önemli yapı taşları’nı
oluşturmuştur.
Aileyi ilgilendiren hükümler bütün dinlerde olduğu gibi İslâm’ın temel
kaynaklarında kuruluş öncesi, kuruluş sonrasında işleyişi ve sonlanması hâllerini de
içine alacak şekilde ayrıntılarıyla belirlenmiştir.
İnsan, öncelikle mensubu olduğu ailenin biçimlendirdiği bir birey olarak,
yaşadığı toplumun üyesidir. Dolayısıyla bir toplumdaki aile düzeni o toplumundaki
Nikâh, gerekli şartları
taşıyan erkek ve kadın
birlikteliğini meşru kılan
sözleşmedir.
medeniyetin bir göstergesi olduğu gibi aynı zamanda da o toplumun bekasının da
teminatıdır. Bu sebeple her dinin ve onun oluşturduğu toplumun aileye kıymet
vermesi son derece doğaldır.
Bütün semavi dinler gibi İslam da ırz ve namusu bir başkasının söz ve
eylemlerine karşı dokunulmaz kılarak haramlılığı esas aldığı için helal olanları
ayrıntılarıyla açıklamış ve ailenin kurucu unsuru olarak nikâh akdini benimsemiştir.
En genel anlamıyla nikâh, gerekli şartları taşıyan erkek ve kadın birlikteliğini meşru
kılan sözleşmedir.
Müslüman ailenin oluşumunda dinin doğrudan etkisinin yanı sıra dini
değerlerin yön verdiği geleneksel yapı bu kurumu dış şoklara karşı oldukça dirençli
kılsa da modern hayatın ortaya çıkardığı sorunların ya da oluşturduğu zihniyetin
yeni problemlere sebep olduğunu söylemeliyiz. Bu gün özellikle toplumsal
ilişkilerde vazife ve sorumluluk yerine hak merkezli ilişkilerin esas alınması, kadınerkek eşitliğine dayalı modern yaşam biçimi, özgürlüğün tanımındaki değişme,
tüketim zihniyetindeki farklılaşma, ilişkilerde ben merkezcilik, mahremiyet
karşıtlığı, modern iş hayatındaki sorunlar, göçler ve geniş aileden çekirdek aileye
doğru evrilme süreci aile üzerinde bir takım etkiler yapmış ve yeni meselelerin
ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Aile Hayatı İle İlgili Problemler I
Bu ünitede öne çıkan bazı güncel aile meselelerine örnek kabilinden yer
verilecektir. Bu meselelerin çözümü için başta Kur’an ve sünnetin temel esasları
olmak üzere müçtehit ulemanın görüş ve fetvaları esas alınacaktır. Ancak ailevi
sorunların çözümünde referans olmak üzere öncelikle İslâm’ın öngördüğü aile
modeli ile ilgili genel çerçeveyi çizen esaslar sunulacaktır.
KUR’AN VE SÜNNETTE AİLEYİ KURAN VE YAŞATAN
DEĞERLER
Kur’an-ı Kerîm ve Hz. Peygamber’in sünnetinde aile ile ilgili genel esasları
şu şekilde tespit etmiş bulunuyoruz.
Kuruluş Öncesinde
Ailenin mutluluk ve kalıcılık esası üzerine kurulması ana hedeftir. Bu
kalıcılık, eşlerin sevinç ve neşe içinde meleklerin karşıladığı bir törenle /
seremoniyle cennete girecekleri (Ra‘d, 13/23-24; Yâsîn, 36/56; Mü’min, 40/8;
Zuhruf, 43/70) sonsuz bir sürecin ifadesidir. İslâm âlimlerinin bir kısmı nikâhın bu
yönünü ve değerini ifade için onun Hz. Âdem’den itibaren meşru kılınıp da
cennette de devam edecek iki ibadetten birisi olduğu tespitinde bulunur (diğeri
iman).
Ailenin sürekliliği ebeveyn-çocuk arasında da mevcuttur. Eşlerin en temel
beklentilerinden birisi olan (A‘râf, 7/189; Ra‘d, 13/38; Nahl, 16/72) ve aynı
zamanda aileyi birbirine bağlayan çocuk ile anne-baba arasında kopmaz bir bağ
vardır. Bunu sağlayan anne-babanın özellikle daha güçlü biçimde annenin fıtrî bir
güç olarak sahip olduğu ve karşılıksız sevgi anlamına gelen şefkat;çocuk açısından
ise Allah’ın kendisine kulluktan sonra asli görev olarak belirlediği ana-babaya
saygıdır (Bakara, 2/83;Nisâ’, 4/36; En‘âm, 6/151; İsrâ’, 17/22-25; Lokman, 31/1315). Bu manevi atmosferle, anne-babanın her zaman çocuklarına (Bakara, 2/128129; Âl-i İmrân, 3/38; A‘râf, 7/189; İbrahim, 14/40; Furkân, 25/74; Ahkâf, 46/15),
çocukların da anne-babasına (İsrâ’, 17/24) dua ettiği hatta bunu her namazda
tekrarladığı (kade-i ahîre’de okunan İbrahim suresinin 41. ayeti) sürekli ve sıcak bir
iletişim ve güçlü bir bağ oluşmaktadır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Aile Hayatı İle İlgili Problemler I
Küçüklük
döneminde
çocukların,
yaşlılık
döneminde
büyüklerin
ihtiyaçlarının sıcak bir yuva hüviyeti taşıyan ve sevginin örgülediği böyle bir ilişki
ortamında bizzat o ailenin mensupları tarafından giderilmesi profesyonel hizmet
veren özel ya da kamu kurumlarının vereceği aynı tür hizmetten çok daha huzur
veren bir özelliğe sahiptir. Çünkü aile ortamında resmiyet ve bunun sebep olduğu
soğukluk yoktur.
Ailenin mutluluk ve kalıcılık özelliğinin sağlanması için bir takım tedbirler
öngörülmüştür. Bunlardan birincisi tarafların ilke olarak birbirlerine dini, ekonomik
ve sosyal statü ve zihniyet bakımından denk olmaları evliliğin daha mutlu ve kalıcılı
olmasına hizmet eder. Buna fıkıh dilinde kefâet denir. Fıkıhta kefaet, evlenecek
olan oğlanın kıza denk oluşunu ifade eder.
İkincisi, evlenecek kişilerin birbirlerini fiziki olarak görmeleridir. Bazı
ailelerin çocukların birbirlerini görmeden doğrudan evlendirmeleri isabetli değildir.
Hz. Peygamber talip olduğu bir kadınla evlenmek isteyen bir sahabisine onu görüp
görmediğini sormuş; o da görmediğini söyleyince onu görmesini istemiş ve bunun
aile hayatının kalıcılığında ülfet ve sevginin oluşmasında önemli bir rol
oynayacağını ifade etmiştir (Tirmizî, “Nikâh”, 5; Nesâî, “Nikâh”, 17; İbn Mâce,
“Nikâh”, 9). Tarafların birbirlerini beğendikten ve prensip olarak evlenebileceklerini
kararlaştırıp söz kesildikten sonra nişanlılık dönemi başlar. Bir fıkıh terimi olarak bu
sürecin tamamına hıtbe denir.
Nişanlılık, evlenmek isteyenlerin birbirlerini daha yakından tanımaları için
görüşüp konuştukları bir dönemdir ve bu bir evlenme değil evlilik vaadidir.
Anlaşmazlık çıktığı anda taraflar nişanı sona erdirebilirler. Eğer mutlu ve kalıcı bir
evlilik yapabilecekleri kanaati hasıl olursa nikâh yapılır ve evlilik fiilen başlar.
Nikâh akdine gelinceye kadar geçen bütün süreçlerde evlenmek
isteyenlerin rızası esastır. Hz. Peygamber’in bu konuda açık hadisleri mevcuttur.
Nitekim bir babanın, rızasını almadan evlendirdiği dul bir kadının nikâhını iptal
etmiştir (Buhârî, “Nikâh”, 42, “İkrâh”, 3; Ebû Dâvûd, “Nikâh”, 25; Nesâî, “Nikâh”,
35, 36).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Aile Hayatı İle İlgili Problemler I
Kuruluş Sonrasında
Kur’an-ı Kerim öncelikle karı-kocanın birbirlerine karşı konumlarını fıtrat
temelinde belirler. Buna göre eşler birbirlerinin tamamlayıcı unsurudur (Nisâ’,
4/34). Bu gerçeklik taraflar arasında mutlak üstünlük tartışmasını anlamsız kılar.
Kadın üstün yönleriyle erkeğin, erkek de üstün yönleriyle kadının eksiğini tamamlar
ve ayrılmaz biçimde iç içe geçip bütünleşirler (Nisâ’, 4/21). Bu farklılığın getirdiği
üstünlük, doğal olarak karı-kocaya farklı roller yükler. Eşler, ailenin tabii seyrinde
yürümesi ve huzurun kalıcı olması için birbirlerine ait bu doğal / fıtrî rolleri çalma
girişiminde bulunmamalıdır (Nisâ’, 4/32).
Eşler, dış etkilere karşı birbirlerini koruyucu rol oynarlar. Kur’an-ı Kerim
ailede eşleri birbirlerinin elbisesi (Bakara, 2/187) olarak vasıflandırır. Bu elbisenin
kumaşı da Allah’ın emir ve yasaklarına saygı ve sevgiyle bağlılık anlamına gelen
takvâ’dır (A‘râf, 7/26). Bu yapı, giysiye şehevî duyguların etkisine karşı kuvvetli bir
koruma, nefsî zaaflara karşı sert bir direnç gücü kazandırır. İşte bunun için Hz.
Peygamber bağımsız yönelişin ve nefsî arzuların en yoğun ve güçlü olduğu
dönemden geçen gençlere seslenerek imkânı iyi olanların evlenmelerini istemiştir
(Buhârî, “Savm”, 10, “Nikâh”, 2, 3; Müslim, “Nikâh”, 1, 3; Ebû Dâvûd, “Nikâh”, 1).
Bütün İlahi dinlerde nikâhın şehveti kontrol edici ve iffeti koruyucu özeliğine vurgu
yapılır.
Kur’an-ı Kerim, Rûm suresinin 21. ayetinde rahmet, meveddet ve sekînet
olmak üzere üç kavramın aile içi ilişkilerde dikkate alınmasını ister. Mutluluğu ve
kalıcılığı sağlayan bu kavramlardan ilki olan rahmet, İslâm’ı kuşatan temel
dinamiktir ve Allah ile mahlukat arası ilişkilerde dikey karakter taşır, bir ast-üst
ilişkisini ifade eder. O’nun acıması, esirgemesi, lütufta bulunması anlamına gelir.
Esasen bu istenen bir durumdur. Aile içi ilişkilerde ise rahmet iki unsurdan oluşur:
Birincisi incelik, nezâket, zerafet, şefkat anlamına gelen rikkat; ikincisi de gönülden
gelen bir sevgiyle, incitici bir tavır takınmaksızın istenilenden fazlasıyla iyilik etmek
manasındaki ihsândır. İhsân, kelimenin kökü dikkate alındığında iyilikte estetik bir
unsurun bulunduğu ve buna da özen gösterilmesi gerektiği görülür. İstenileni
gönülsüz yapmak, başa kakmak, minnet altında bırakmak, gösteriş amacı taşımak
Allah katında iyilik sayılmaz (Bakara, 2/262-264). Bu sebeple Kur’ân ve hadislerde
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Aile Hayatı İle İlgili Problemler I
iyilik için özellikle güzellik anlamına gelen hasene kelimesi kullanılmıştır (msl. bk.
Bakara, 2/201; Nisâ’, 4/40).
Bu yönüyle rahmet dikey ilişkilerin ana karakterini oluşturduğu acıma
hissinden ayrılır. İnsanlararası ilişkilerde bu yön çok önemlidir. Çünkü davranışlarda
kabalık, ilişkilerde sertlik, sözlerde kırıcılık, hatada hoş görüsüzlük kısacası katı
kalplilik, taş yüreklilik (fazz ve galîzu’l-kalb) ve merhametsizlik sağlıklı bir iletişimi
engellediği için kurumsal yapıyı yıkan ve dağıtan bir niteliğe sahiptir (Âl-i İmrân,
3/159).
Kur’an’ın zikri geçen ayette aile ilişkilerinin merkezine yerleştirdiği diğer
kelime olan meveddet ise muhabbet, ünsiyet, sevgi ve saygı anlamına gelir.
Nezaket ve ihsanın merkeze alındığı ilişkiler ağından böyle karşılıksız bir sevgi
doğar.
Aile yuvasında rahmet ve meveddet’in belirleyici olduğu iyilik merkezli
ilişkiler, istenilen şeyin gönül coşkusuyla fazlasıyla yapıldığı (ihsân), her davranışın
olumluya yorumlandığı, af ve hoş görünün bir lutuf değil vazife telakki edildiği
huzur (sükûnet) ortamını doğurur. İlişkilerin temeline oturan bu zihniyet hak edene
hak ettiğini vermekle sınırlı olan adaleti aşan bir özellik arzeder. Bu da ilişkiler
ağına (eşlerin birbirine ikramı hatta cinsel ilişki) ibadet karakteri kazandırır
(Müslim, “Zekât”, 3, “Vesâyâ”, 9; Ebû Dâvûd, “Tatavvu‘”, 12).
Yuvaya hâkim olan rahmet, meveddet ve sekînet (huzur) atmosferi
buyurgan tavrı, güce dayalı iktidarı, duyguların bencilliğini ortadan kaldıran bir işlev
görür, ilişkilerin yatay biçimde seyretmesini sağlar, fedakârlığı pekiştirir, kendisi
dışındakileri kendisini tanımladığı biçimiyle kabulünü ve onu kendi tercihleriyle
birlikte sevmeyi sağlar.
Bu ruh, aile reisinin kimin olcağı tartışmalarını da anlamsız kılar. Çünkü reis;
yetki kullanan, egemen olan değil sorumluluk üstlenen, naz çeken, her şeye
rağmen aileyi ayakta tutan ve onu temsil konumunda bulunan şahıs (kavvâm)
demektir.
Aile, toplumun en küçük birimi ve çekirdek kurumudur. Bireyleri
ilgilendiren hususlarda istişarenin esas olması sebebiyle (Âl-i İmrân, 3/159; Şûrâ,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Aile Hayatı İle İlgili Problemler I
42/38) bu ilkenin işletilmesi, kurumu temsil edenin despotik tavır takınmasını
engelleyecektir. Bu davranış biçimi karı-koca arasında oluşabilecek bir egemenlik
çatışmasının da önünü alan bir işleve sahip olacaktır.
Kur’ân-ı Kerîm aile içinde en fazla saygıya değer olanın anne-baba
olduğuna vurgu yapar ve onlarla da rahmet odaklı ilişkiler ağı örülmesini ister.
Allah ve Resulünden sonra hürmete en layık olan anne sonra da babadır
(Buhârî, “Edeb”, 2; Müslim, “Birr”, 1, 2; Ebû Dâvûd, “Edeb”, 120). Aile düzeninin
temeli ana-baba saygısıdır. Ailenin korunması ilkesinin başlangıç noktası burasıdır.
Anne ve babaya saygı, iyi davranma hem insanlık hem de atalık borcudur. Onların,
ihtiyaç olması hâlinde aile içinde çocuklarının yanında kalma hakları vardır ve bu
durumda çocukların onlara karşı incitici bir tavır sergilemeleri bir yana bunu ima
etmeleri bile yasaklanmıştır (İsrâ’, 17/24-25). Anne ve babanın müşrik olması dahi
onlara hürmetsizlik sebebi değildir (Buhârî, “Edeb”, 7-8).
Kur’an-ı Kerîm’in bir çok ayette Allâh’a kulluğu ve peşinden de annebabaya iyi davranmayı emretmenin (Bakara, 2/83; Nisâ’, 4/36; En‘âm, 6/151;
Lokman, 31/13-15) özel bir anlamı vardır. Hz. Peygamber bir hadisinde bu ayetlere
paralel olarak Allah’a ortak koşmayı ve peşinden anne-babaya saygısızlığı büyük
günahların en büyüğü sayar (Buhârî, “Edeb”, 6, “İsti’zân”, 35; Müslim, “Îmân”, 143144). Hz. Peygamber’in savaşa katılmak isteyen bir sahabiyi bakıma muhtaç anne
ve babasının olduğunu öğrenince kabul etmemesi ve onlarla ilgilenmesinin
öncelikli görevi olduğunu bildirmesi (Buhârî, “Cihâd”, 138; Müslim, “Birr”, 5; Nesâî,
“Cihâd”, 5) oldukça anlamlıdır.
Kur’ân-ı Kerîm, anne ve baba için çocukların birer imtihan vesilesi
olduğunu (Enfâl, 8/25, 28; Teğâbün, 64/15); aile reisinden çocuklarını ve ailesini
ateşten koruyacak tedbirleri almasını ister (Tahrîm, 66/6). Hz. Peygamber de anne
ve babanın çocuğuna güzel ahlaktan daha değerli bir hazine bağışlayamayacağını
belirterek (Tirmizî, “Birr”, 33; Ahmed b. Hanbel, III, 412; IV, 77, 78) çocuk eğitimine
ve aile reisinin sorumluluğuna dikkat çeker.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Aile Hayatı İle İlgili Problemler I
Anlaşmazlık Çıkması Hâlinde
Aile içinde her zaman sorunlar yaşanabilir. Hatta sorunsuz aile olmaz
demek çok da hatalı değildir. Bizzat Hz. Peygamber’in eşleriyle, kızı Fâtıma’nın da
Hz. Ali ile beşer olmanın verdiği duygu ile bazı küçük çaplı problemler yaşadıkları
bilinmektedir. Esas başarı, sorunu hâllederek aile kurumunu onun etkisinden
kurtarabilmektir.
Herhangi bir ihtilaf durumunda kalıcılığın örselenmemesi için aile içi
mahremiyete saygı çerçevesinde sorunların dışarıya sızdırılmadan yine aynı kurum
dâhilinde çözülmesi esastır. Çünkü dışarı doğru ilerledikçe sorunun çözümünden
uzaklaşılır ve başka boyutların eklenmesiyle problemin hâlli zorlaşır, ilişkilerin
tamiri güçleşir. Üçüncü kişiler nezdinde seslendirilen aile meseleleri onun büyük
yara almasına vesile olur. Bu sebeple Kur’ân-ı Kerîm, aşama aşama içeriden
dışarıya doğru bir çözüm formülü belirler.
Buna göre önce taraflar nezaket ölçülerini çok fazla zorlamadan kol kırılır
yen içinde kalır anlayışıyla kendileri sorunlarını çözmeye çalışırlar (Bakara, 2/226227; Nisâ, 4/34). Eğer başarılı olamazlarsa kadın ve erkeğin birer yakını hakem
tayin edilir (Nisâ’, 4/35).
Hakemlerin yakınlardan olmasının temel sebeplerinden birisi yapıcı tavır
takınmaları ve etkili olmalarının yanı sıra, sır saklamaları ve aile mahremiyetini ihlal
edecek eylemlerden kaçınmalarıdır. Kur’ân-ı Kerîm bu konuya o kadar önem verir
ki Hz. Peygamber’in kendisine verdiği sırrı diğer eşine fısıldayan öbür eşinin
davranışını tasvip etmediğini bildirir (Tahrîm, 66/3).
Ailenin Sonlanması Hâlinde
Taraflar arasında yapılan müzakere ve tedbirlerin fayda vermemesi
durumunda ihsan hassasiyeti gözetilerek (Bakara, 2/229) evlilik birliğinin sona
ermesine izin verilmiştir. Bununla birlikte talak yoluyla sona eren evliliklerde
aradaki sorunların çözülüp tekrar aile birliğini kurtarma ihtimaline karşılık boşama
süreci, dönüşe imkân verecek biçimde kademeli olarak üç talâk şeklinde
belirlenmiştir. Böylece aile birliğinin devamına bir şans tanınmıştır. Bu sebeple
birinci ve ikinci boşamalardan sonra kadının iddeti içinde yeni bir nikaha gerek
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Aile Hayatı İle İlgili Problemler I
kalmadan evlilik birliğinin devamı sağlanabilmektedir ki buna literatürde ric‘î talak
denilmektedir. Bu dönemde kadına yabancı birisinin evlilik teklifinde bulunması bir
yana bunu hissettirmesi bile haramdır.
Bu süreçte aile birliği yeniden tesis edilmemişse bile birinci ve ikinci
boşamalardan sonraki iddet bitimlerinde yeni bir nikah akdiyle bunu temin imkânı
mevcuttur. Buna da fıkıh dilinde küçük bâin talak (beynunet-i suğra) denir.
Nikâh akdi kuruluşundan çok kısa bir süre sonra çözülmüş ve aile dağılmış
olsa bile artık taraflar üzerinde ve onların belli yakınlarında kalıcı etkiler mesela
evlenme engeli meydana getirir. Bunlara dikkat etmek gerektiği gibi tarafların
birbirlerine karşı haklılığını ortaya koyma amacıyla beraberliklerindeki özel anıları
deşifre etmemeleri de dini bir görevdir.
Ayrılan karı-kocanın çocukları olması durumunda çocuk için anne kucağının
alternatifinin olmaması sebebiyle yedi yaşına gelinceye kadar anneye verileceğinde
İslam hukukçularının ittifakı vardır. Bu görüşün temelinde bazı hadisler ve sahabe
tatbikatı vardır. Fıkıh dilinde buna hidâne denir.
FONKSİYON OLARAK NİKÂH AKDİ
Nikâhın, fonksiyonları itibariyle sağlamış olduğu dini ve dünyevî
faydalarından dolayı ibadet karakteri taşıdığı hususunda İslam hukukçularının
büyük çoğunluğu hem fikirdir. Hatta nikâhın nafile ibadetten daha faziletli olduğu
kabul edilmektedir. Bu anlayışın temelinde, nikâhın dini ve dünyevi faydalarının
yanında evlenmeyi terk edip namaz, oruç türünden nafile ibadetlerle meşgul
olacaklarını söyleyen bazı sahabileri uyaran şu hadis vardır: “Nikâh benim
sünnetimdir, kim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir.” (Buhârî, “Nikâh”, 1;
Müslim, “Nikâh”, 5).
Nikâh’ın diğer akitlere göre dini motiflerle bezenmiş özel bir yönünün
bulunduğu bilinmektedir. Bu sebeple bazı fıkıh kitaplarında nikâha dört ibadetten
(namaz, zekât, oruç, hacc) hemen sonra ve muâmelât bahislerinden önce yer
verilmesi yani nikâh bölümünün ibadet konularıyla muamelât bahisleri arasına
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Aile Hayatı İle İlgili Problemler I
yerleştirilmesi bu akdin bir yönden ibadet, diğer açıdan hukuki işlem (muamele)
olmasıyla izah edilmiştir.
Neslin korunması ve güvenli şekilde devamının sağlanması bütün dinlerin
ortak hedeflerinden sayılmış, nikâhla ilgili bütün emir ve yasaklar bu amacı
gerçekleştirmek için öngörülmüştür.
Aile ve aileden beklentiler toplumlara ve kültürlere göre değişiklik arzetse
de değişmeyen işlevleri vardır. Topluma yeni üyeler kazandırmak ve cinsel hazzı
belli bir düzene sokmak bunlardandır. Ancak neslin devamını sağlayan doğumun da
meşru olması gerekir ki bunu sağlayan, nikâh akdidir. Evlilik dışı serbest cinsel ilişki
modeli sadece hayvani bir form değil aynı zamanda eyleminin sorumluluğunu
üstlenmekten kaçınma karakteri taşıdığından ahlak dışı da bir davranıştır. Bir başka
açıdan bakıldığında da nikâhsız birleşme (zina) sonucu doğan çocuğun nesebinin
meçhul oluşu ya da ana-babası bilinse bile gayrimeşru bir yolla dünyaya gelmesi
kendisi açısından son derece incitici / rencide edici, acı verici bir durumdur ve bir
çocuk hakkı ihlalidir.
Bu sebeple kişinin neslinin kendisine nispetinde hiçbir şüphe ve şaibenin
bulunmaması / sahih nesebin korunması ilkesi nikâhla gerçekleşebilir. Bunun için
bütün dinler nikâh yoluyla meydana gelen ailenin oluşturulması hususundaki
esasların dikkatli bir şekilde tespit edilmesine büyük önem vermiş ve özen
göstermişlerdir. Çünkü aile kurumu, neslin oluşturulmasının ve aşağı-yukarı onun
akrabalık bağlarının meydana gelmesinin temelidir (İbn Âşûr, 1985, 155).
Nikâh, şehevi arzuları düzene koyan bir akittir. Şehvet, insandaki en
kuvvetli dürtü; bir başka ifadeyle insanın karşısında en zayıf kaldığı, en inatçı, en
şiddetli, en dirençli, en etkili bundan dolayı da disipline edilmesi en zor olan güçtür.
Bazı ayetlerde de buna açık işaret vardır (Âl-i İmrân, 3/14; Yûsuf, 12/23-24). Bu
hayvani gücün disiplin altına alınması nikâh yoluyla olur ve bundan iffet doğar. Bu
da insanı melekler seviyesine çıkarır. Serbest biçimde kullanımı ise hayvani
karakter taşıdığından insana yakışan bir durum değildir. Bütün İlahi dinlerde
nikâhın iffeti koruyan bir özelliğe sahip olduğu vurgulanır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Aile Hayatı İle İlgili Problemler I
Nikâha sosyolojik anlamda meşruiyet kazandıran ve onu sifahtan / zinadan
ayıran en önemli olay ilandır. Tarihi süreç içerisinde Müslüman toplumlarda bu
yönde güçlü araçlar oluşmuştur. Hz.Peygamber’in bizzat istediği düğün ziyafeti ve
meşru eğlenceler bu kabildendir. Gizli nikâh bahsinde bu konu üzerinde genişçe
durulacaktır.
Nikâh bir akittir. Öyle ki Kur’ân-ı Kerîm’de nikâh için ağır ve mesuliyetli bir
sözleşme (mîsâk-ı galîz) ifadesi kullanılır (Nisâ’, 4/21). Akit, taraflara karşılıklı haklar
sağlayan ve vazifeler yükleyen bir bağdır. Akitler resmiyet kazandırıldığında ya da
ispat güvencesine kavuşturulduğunda tarafların haklarını koruyucu ve vazifelerin
ifasını sağlayıcı bir rol üstlenirler. Çünkü uyuşmazlık hâllerinde yargı yoluna
başvurulduğunda adalet mekanizmasının / mahkemelerin ispat edilememiş hakları
sahiplerine ulaştırması imkân dâhilinde değildir. Bu açıdan İslam’ın iki temel
kaynağı Kur’ân ve Sünnet’in bu hususta da titizlik gösterdiğini belirtmek gerekir.
Nikah akdinden doğan vazife ve sorumluluklar fıkıh kaynaklarında ve konuyu
müstakil ele alan El-Ahvâlü’ş-Şahsiyye kitaplarında geniş şekilde anlatılmaktadır.
NİKÂHLA İLGİLİ GÜNCEL PROBLEMLER
Günümüzde aileyi igilendiren sorunlar, ortaya çıkan meseleler oldukça
fazladır. Bunlardan bir kısmı nikâh akdi diğer bir kısmı da boşanma ile ilgilidir. Bu
ünitede nikâhla ilgili olanların yagın şekilde karşılaşılanlarına yer verilecektir.
FORMALİTE / GÖSTERMELİK NİKÂHI
Tanımlama: Formalite nikâhı; amaç dışı, şeklî evlilik olarak tanımlanabilir.
Akit şekil şartlarını taşımakla birlikte içerik ve amaçlar hedeflenmemiş, nikâh bir
başka maksada basamak kılınmıştır. Nitekim taraflar da karı-koca gibi hareket
etmemektedirler.
Günümüzde ortaya çıkan bu tür nikâhların örnekleri arasında yaygın olanı
yabancı ülkede oturum izni alabilmek ya da vatandaş olabilmek amacıyla o ülke
vatandaşı ya da orada oturma izni bulunan birisiyle evlenerek istenen süre nikâhlı
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Aile Hayatı İle İlgili Problemler I
kalıp maksat hasıl olduğu anda boşanma yoluna gitmek şeklindeki uygulamadır. Bu
süreli bir nikâh olsa da anlaşıldığı kadarıyla cinsel birleşme bulunmayacağı ya da bu
amaçlanmadığı için bu yönüyle mut‘a nikâhından ayrılmaktadır.
Formalite nikâhının diğer bir şekli de yine nişanlı olan bazı çiftlerin daha
serbest hareket edebilmeleri ve daha rahat ortamlarda görüşüp konuşabilmeleri,
baş başa kaldıkları durumlarda harama düşmeyi engellemek amacıyla gerçek
evliliğe kadar kıydıkları nikâhtır. Taraflar nikâhlı olsalar da karı-koca gibi
davranmamaktadırlar. Çünkü ayrılık söz konusu olabilir. Bu sebeple taraflar,
aralarında gerçek nikâh olmadığı inancına bağlı olarak birbirlerinden hak talep
etmemekte ve sorumluluk üstelenmemektedir.
Bir başka formalite evlilik ise dul kadınların hacca gidebilmek için yol
arkadaşı bulma amacıyla akdettikleri nikâhtır. Mahremsiz sefere çıkmama
yasağından kurtulma amacıyla hacca gidecek birisiyle yapılan bu evlilikte şeklî
nikâh dışında bir başka şey yoktur ve hacc dönüşüyle birlikte nikâh sona erecektir.
Hükmü: Bütün akitlerin olduğu gibi nikâhın da birisi şeklî; diğeri özü
ilgilendiren rûhî/derûnî olmak üzere iki farklı boyutu vardır. Bu iki unsur arasındaki
en temel ilişki, şeklin özü koruyucu bir nitelik arzetmesidir. Bu sebeple hukukî
işlemlerde maksat merkezi rol oynar ve şekil ona hizmet etmesiyle değer kazanır.
Hukukun şekle değer vermesinin sebebi; işlemin kesinleştiğini göstermesi,
alenilik sağlaması, ispat güvencesi temin etmesi, aceleciliği önleyerek teennî ile
hareket etmeyi gerçekleştirmesi böylece iradenin sağlamlaşmasına yardımcı
olmasıdır. Bu işlevselliğinden dolayı şekli dikkate almayan bir hukuk düzeni yoktur.
Çünkü şekle riayet edilmeden gerçekleştirilen hukuki işlem büyük ölçüde
korunaksızdır. Bu da kabuksuz yaş meyveye benzer.
Az önceki ifadelerden de anlaşılacağı üzere hukukî işlemlerde ve akitlerde
şekil araç, derûnî/iç boyut ise amaçtır. Bir bakıma şekil kabuk, öz ise meyvesidir.
Şeklin ön plana çıkarıldığı ruhun önemsenmediği bir başka ifadeyle şeklin araç
olmaktan çıkıp amaç hâline geldiği hukuki işlem ve akitlerin cansız bedenden,
kabuğu sağlam olup da içi olmayan ya da çürük olan meyveden farkının
bulunmadığını söylemek mümkündür. Buna göre şekil ruhu koruyorsa anlamlıdır ve
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Aile Hayatı İle İlgili Problemler I
bunun için önemlidir. Bu denge sağlandığında şekil-ruh bütünlüğünden, amaç-araç
birlikteliğinden söz edilebilir. Hukukun aradığı budur ve bu sebeple onun himayesi
altındadır. Nikâh gibi hassas bir konuda şekil-ruh bütünlüğünün sağlanamaması
diğer akitlere göre daha ağır sonuçlar doğurur.
Formalite icabı yapılan akitlerin esas amacı, hukukun izin vermediği bir
menfaati bir başka kuralın arkasına sığınarak elde etmektir. Bir kuralı kullanarak
diğerinden kurtulmak, onun etkisinden ve müeyyidesinden çıkmaktır. Sonuçta da
hukukun hedefinde olmayan bir menfaate ulaşmaktır. Bu tür eylemlerde hukuk
yine kendisiyle etkisiz hale getirilmeye çalışıldığı için toplumsal zarar ve hukukun
zedelenmesi üst düzeydedir. Hukuku derinden yaralayan da bu özelliği sebebiyle
bu tür işlemlerdir.
Aşağıda zikredilecek örneklerde de görüleceği üzere formalite türü
nikâhların mutluluk ve kalıcılık özelliği yoktur. Nikâh şekil olarak var özü itibariyle
yoktur.
Formalite evliliklerin en eskisi ve meşhuru üç talakla boşanmış bir kadının
boşayan eşine yeniden dönebilmesi için Kur’an’ın emrettiği bir başka kocayla
evlenme şartının formalite icabı yerine getirilmesi anlamına gelen Türkçede hülle
nikâhı olarak bilinen evliliktir. Bu konuda önemli deliller bulunduğu için formalite
nikâhı hülle örnekleğinde ele almak mümkündür.
Kur’ân-ı Kerîm cahiliye döneminde sınırsız olan ve kötüye kullanılan
boşama hakkını üçle sınırlandırmıştır. Üçüncü boşamadan sonra karının bir başka
kocayla evlenmedikçe, bu kocanın da onu boşaması ya da ölümüyle meydana
gelen ayrılığın peşinden bekleyeceği iddetten sonra ancak eski kocasıyla
evlenebileceğini hükme bağlamıştır:
“Boşama iki keredir. Her ikisinden sonra ya iyilikle evlilik içinde tutmak veya
güzellikle serbest bırakmak gerekir... İkinciden sonra kocası eşini bir defa daha
boşarsa bundan böyle kadın bir başka koca (zevc) ile evlenmedikçe bir daha
kendisine helal olmaz. Bu kocası da onu boşarsa her ikisi de Allâh’ın çizdiği sınırlar
içinde kalıp geçinebilecekleri kanaatine sahip olmuşlarsa birbirlerine dönmelerinde
bir günah yoktur.” (Bakara, 2/229-230)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Aile Hayatı İle İlgili Problemler I
Ayette özellikle bir başka kişi (racül) ile değil de koca (zevc) ile
evlenmedikçe şeklindeki ifade üç talakla boşanmış olan kadının bir başkasıyla
evlenmesinde evlilik dışında başka bir amacın olmaması gerektiğine işaret eder.
Çünkü kişi hukuki şartları gözeterek daimi yaşamaya niyet etmedikçe koca olarak
isimlendirilmez (Köse, 1996, 361).
Hz. Peygamber boşama ve evlenmede ciddiyetsizliğin Allah’ın kitabı ile
oynamak anlamına geldiğini belirtmiş (Nesâî, “Talâk”, 6) ve hülleciliğe en set
tepkiyi vermiştir. Hadiste üç talakla boşanmış kadınla geçici olarak evlenmeyi kabul
edip hülleciliğe alet olan adamı “teysün müste‘âr = ariyet alınmış teke” olarak
nitelendirerek (İbn Mâce, “Nikâh”, 33) hülle yapanla kendisi için hülle yapılan
erkeğe “Allah lanet etsin” şeklinde bedduada bulunmuştur (Ebû Dâvûd, “Nikâh”,
15; Tirmizî, “Nikâh”, 28; İbn Mâce, “Nikâh”, 33). Rahmet merkezli bir dinin rahmet
Peygamberinin beddua edişinin özel bir anlamı olmalıdır.
Hz. Peygamber’in buradaki benzetmesi oldukça ilginç ve bir o kadar da
serttir. Buna göre üç talakla boşanmış olan kadının, kendini boşayan kocasına helal
olabilmesi amacıyla kıyılan geçici nikâhta (hüllecilik) koca pozisyonunda bulunan
şahıs bir anlamda âriyet olarak alınmaktadır. Âriyet, kısaca bir başkasına ait malı
alıp kullandıktan sonra sahibine iade etmek anlamına gelen bir akittir. Maldan
yararlanma karşılığında ücret ödenmemektedir. Bu özelliği onu icareden (kiralama)
ayırır. Âriyet, tarafların tek taraflı olarak diledikleri zaman sonlandırabildikleri bir
akittir.
Hz. Peygamber, bu kadar ağır biçimde eleştirdiği hülle nikâhını fiili olarak
da nikâhtan saymamıştır. Kocası tarafından üç talakla boşanmış bir kadının
boşayan kocasına dönebilmek amacıyla bir başkasıyla yaptığı formalite evliliği
yeterli görmemiş ve bununla eski kocasına dönüşüne izin vermemiş, eski kocaya
dönüşün ancak ciddi bir evlilikten sonra diğer şartların da oluşmasıyla mümkün
olabileceğini belirtmiştir (Buhârî, “Şehâdât”, 3, “Talâk”, 4, “Libâs”, 6, 23, “Edeb”,
68; Ebû Dâvûd, “Talâk”, 49).
Sahabenin de bu tür evliliklere karşı tavır aldıkları nakledilmektedir. Hz.
Ömer bu yola başvuranları taşa tutmak suretiyle idam etmekle tehdit etmiş,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Aile Hayatı İle İlgili Problemler I
Abdullah b. Abbas da bunun Allah’ı aldatmaya kalkışmak olduğunu söylemiştir
(Köse, 1996, 357-378).
Hülleciliğe karşı Kur’an ve Sünnetin açık yasağı, buna başvuranlara
yöneltilen sert tehditler ve bu çerçevede oluşan zengin fıkhî miras, hülle benzeri
formalite nikâhlara karşı açık bir tavrın bulunduğunu, bu tür nikâhların şekil
açısından sorun taşımasa da asla onun özü ve ruhuyla bağdaşmaması sebebiyle
caiz görülemeyeceğini ortaya koymuştur.
Konuya hülle merkezli yaklaştığımızda şu hususları vurgulamamız gerekir.
İslâm mezhepleri hüllenin dinen haram olduğunu ve hülle şartıyla yapılan evliliğin
önceki kocaya helal oluşu sağlamayacağını ifade etmişler, ancak hukukî işlemlerde
açık ve objektif delil ve verilerden hareket etmek gerektiğinden hülle niyetiyle
yapılan ikinci evliliğin pozitif hukuk açısından değeri konusunda, yani hâkime intikal
edecek maddî deliller bakımından farklı değerlendirmeler yapmışlardır. Bu sebeple
de bir kısım fakih hülle amaçlı evlilikleri dinen haram ve günah saymakla birlikte
niyet açığa vurulmadığı ve amaç tespit edilemediği sürece hukuken geçerli
saymıştır.
İslam’ın aile kurumuna verdiği önem, evlilik akdinin kurulması ve
korunmasına yönelik aldığı tedbirler, hülle evliliğini açıkça yasaklayan ve kınayan
hadisler göz önüne alındığında bu tür bir evliliği İslâm’ın haram ve günah saymakla
kalmayıp önlemek istediği ve asla tasvip etmediği açıkça anlaşılır (Köse, 1998, 475477).
Hukuk siyaseti açısından formalite işlemleri tasvip etmek mümkün değidir.
Çünkü hukuk düzeninin tanımadığı bir menfaat yine hukuk kullanılarak elde
edilmeye çalışılmaktadır. Ancak burada esas problem, şekil-amaç çatışmasında
hangisinin dikkate alınacağıdır. İslam hukukçuları ilke olarak amaç unsuruna ağırlık
vermektedirler. Ne var ki niyet/maksat sübjektif karakter taşıdığı için her zaman
bilinme imkânı yoktur. Bu özelliğiyle onu merkeze almak zaman zaman hukukun
istikrar fonksiyonunu olumsuz etkileyen bir durum arzeder. Çünkü objektif
ölçütlere uygun iki işlemden birisini geçerli, diğerini geçersiz saymak güven
sorununa yol açar. Üstelik amacı tespitte hata da haksızlığı beraberinde getirir.
Fakat her halükârda şekle itibar etmek de bir takım problemler doğurur. Bu
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Aile Hayatı İle İlgili Problemler I
sebeple İslam hukukçuları genel anlamda maksat ve niyetin anlaşılamadığı
hususlarda şekli dikkate alarak işlemi geçerli saysalar da tespit edilemeyen niyetin
hukuka aykırılık arzetmesinin dinen günah ve haram olduğunu, cezasının da ahiret
yurdunda verileceğini belirtmişlerdir. Esasen İslam hukukunda diyânî hüküm-kazâî
hüküm ayırımının ortaya çıkmasının sebebi de budur. Şeklen hukuka uygun olsa da
kanunun maksat ve ruhuna aykırı olan işlemlerde bu husus güçlü karine ve
delillerle tespit edilebildiğinde İslam mezheplerinin büyük çoğunluğu (Hanefîler,
Mâlikîler, Hanbelîler) bunun dikkate alınması ve işlemin hukuken geçersiz sayılarak
tarafların cezalandırılması gerektiği görüşündedirler. Bu konuda oldukça muhalif
görünen İmam Şâfi‘î’nin mezhebine bağlı daha sonraki âlimler de aynı noktaya
gelmişlerdir. Mesela İzzüddîn b. ‘Abdisselâm’ın (ö.660/1262) “Maksadından
uzaklaşmış olan her türlü tasarruf bâtıldır.” ve Tâcüddîn İbnü’s-Sübkî’nin
(ö.771/1369) “Maksadından uzaklaşan her akit batıldır.” şeklinde formüle ettikleri
kaideler bu tezi destekler mahiyettedir.
Bütün bunlardan çıkan sonuca göre örneklerine yer verilen formalite
evliliklerin caiz olmadığını, niyet ve maksat anlaşılabildiğinde hukuken de geçersiz
sayılması gerektiği söylenebilir. Niyetin anlaşılamadığı ya da hukuk sisteminin bunu
dikkate almadığı hususlarda uhrevî cezanın tahakkuk edeceğini de belirtmeliyiz.
Formalite nikâhın belli ülkelerde oturma izni ya da vatandaşlık alabilmek
amacıyla yapılanlarından bir kısmının aile facialarınıa sebep olduğu bilinmektedir.
Özellikle akrabalar arasında Batı ülkelerinden birinde oturma izni bulunan eşini
mahkeme yoluyla boşayıp akrabasına mesela kardeşine resmi olarak formalite
amaçlı nikâhlayıp imam nikâhıyla tekrar kendi nikâhına alması hüllecilikteki lanet
kapsamına giren bir davranış karakteri arzetmektedir. Aynı anda birisi resmi diğeri
gayriresmi iki kardeşe nikahlı bir kadının bu pozisyonun İslam’da caiz olabileceği bir
delili yoktur. Üstelik bu hülleden de kötü gözükmektedir. Kaldı ki bu tür
nikâhlanmalarda bazı aile facialarının da yaşandığı ifade edilmektedir ki konu buna
müsaittir. Yabancı kadınlarla da bu tür hedefler için hatta belli bir para karşılığında
kıyılan nikâhlar da amaç dışıdır.
Nişanlıların bazı beklentilerine cevap olmak üzere formalite evlilik
yapmaları nikâhın suiistimalidir. Nişanlılık döneminde meşru ölçüler içinde görüşüp
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Aile Hayatı İle İlgili Problemler I
konuşma imkânı varken formalite icabı nikâhlanmak bu ölçüleri aşmayı
hedeflediğinden amaçtan sapmak anlamına gelir. Kaldı ki bunun da başka
sorunlara sebep olduğunu belirtmeliyiz.
Hacca gidebilmek için formalite nikâha gerek yoktur. Eğer “Hacc da dahil
olmak üzere mahremsiz sefer miktarı yola gidilemeyeceği” (Müslim, “Hacc”, 413424) şeklindeki nassların zahiri yorumu esas alınarak mahremsiz hacca
gidilemeyeceği kabul ediliyor ve kadın hacca gitmek istemesine rağmen bu imkânı
bulamıyor ise ayette (Âl-i İmrân, 3/97) ve çok sayıda hadiste (Müslim, “Îmân”, 1;
Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 16) belirtildiği üzere bu kadın “hacca yol bulamadığı” için
hacc yükümlülüğü yoktur. Bu niyette oldukça da hacc sevabını alacaktır. Ancak bazı
hadislerden hareketle (Buhârî, “Menâkıb”, 25; Tirmizî, Tefsîr, I/2; Ahmed b.
Hanbel, I, 2; IV, 257, 378) sefer miktarı yola çıkabilmenin güvenlikle ilişkili olduğu
yönündeki içtihat esas alınacaksa kadınlar için tehlikenin olmayacağı bir ortamda
mesela kadınlarla birlikte ya da bir aile ile hacca gitme imkânı mevcuttur. Bu tür
amaç dışı evliliklere gerek yoktur.
RESMİ NİKÂH -GAYRiRESMÎ NİKÂH
Gayr-ı resmî nikâh ülkemizde, daha çok dinî nikâh ya da imam nikâhı olarak
isimlendirilmekte Arap dünyasında ise örfî evlilik (ez-zevâcül-‘urfî) şeklinde
adlandırılmaktadır.
Ülkemizde şu an yaygın bulunan imam nikâhı uygulamasının arka planında
nikaha yüklenen dini boyut yanında Osmanlı döneminde mahkemelerin görevleri
arasında bulunan nikâh kıyma işinin hâkimlere vekaleten imamlarca kıyılması
geleneğinden kalan alışkanlık da vardır. Meselâ Osmanlı döneminde evlenecek
taraflar nikâha mani hâllerinin bulunmadığına dair mahallenin ihtiyar heyetinden
aldıkları belgeyle kadıya müracaat eder ve kadı da mahalle imamına hitaben
nikâhlarının kıyılmasına dair bir izinnâme düzenler, taraflar da bununla imama
müracaat ederek nikâhlarını kıydırırlardı. İzinnâmenin arkasına mu‘accel ve
müeccel mehrin miktarı yazılır ve bu belge imam ile iki tarafın şahitlerince
imzalanarak saklanırdı.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Aile Hayatı İle İlgili Problemler I
O dönemlerde hakimlerin iş yükünün az olması ve imamların da kolay
ulaşılabilir oluşu uygulamada pratiklik sağlamıştır.
İmam nikâhı uygulamasını elbette sadece böyle bir alışkanlığa bağlamak
konuyu tam olarak izah etmez. Bunun yanında dinin nikâha verdiği önem
dolayısıyla çeşitli Müslüman toplumlarda dini motiflerle örgülenmiş bir evlenme
kültürünün oluşması da böyle bir geleneğin yerleşmesinde etkili olmuştur. Nikâhın
imam tarafından kıyılması da bunlardan birisidir. İbn Teymiyye (ö.728/1328) gibi
bazı âlimlerin nikâhlarını imamlara kıydırma geleneği olan gruplardan söz etmesi
hatta onun ifadesinden anlaşıldığı kadarıyla imamların bu işle de görevli olması
dikkate alınırsa bu tatbikatın epey eskilere gittiği söylenebilir.
Nikâha atfedilen bu dini cihet kadar bir de onun akit tarafı bulunmaktadır.
Çünkü nikâhın taraflara yüklediği bir takım vazifeler ya da birbirleri üzerinde
sağladığı haklar vardır. Buna ilaveten nikâh akdi, muharremât hukuku, miras
hükümleri, nesep, nafaka vb. sonuçlarıyla üçüncü şahısları ve toplumu da alakadar
etmektedir. İşte nikâhın bu yönü doğrudan hukuku ilgilendirmektedir.
Akit, taraflara karşılıklı haklar ve görevler yükleyen bir sözleşme olduğuna
göre bu hakların ilgili kamu otoritesince korunabilmesi ve ihmal durumunda
vazifelerin ifasının sağlanabilmesi ispata bağlı bir husustur. Sözlü kültürün daha
ağırlıklı olduğu ilk dönemlerde bile İslam toplumlarında ispat vasıtası olarak nikâhın
iki şahitle akdedilmesine ilave tedbirler öngörülmüştür. Bu bağlamda nikâhın ilanı,
velayet müessesesi, evliliğin nikâha taraf ailelerin vereceği davet (velîme) eşliğinde
kutlanması, şenlik düzenlenmesi, nikâhın dualarla kıyılması gibi yollarla evlenmenin
topluma mal olması sağlanmıştır.
Bunun yanı sıra tarafların gayrimeşru bir iş yaptıkları suçlamasına maruz
kalmamaları için de aleniyet kazanmasına önem verilmiştir. Kur’an-ı Kerîm’in nikâhı
kadına verilen sağlam teminat (mîsâk galîz) olarak tanımlaması (Nisâ’, 4/21),
toplumdaki resmi olanın yanında sivil kontrol mekanizmalarının dinamik yapısı,
evliliğin korunmasında önemli rol oynamıştır. Ayrıca nikâha yüklenen ibadet niteliği
de onu dış etkilere karşı güçlü direnç noktalarıyla donatmıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Aile Hayatı İle İlgili Problemler I
Zaman içinde az yukarıda yer verilen zihniyet dünyası ve geliştirilen
tedbirlere ek bir güvence olarak nikâhın tescili yönünde güçlü bir talep oluşmuştur.
Özellikle mehrin mu‘accel (peşin) ve müeccel (ödemesi sonraya bırakılmış /
ertelenmiş) olmak üzere ikiye bölünmesinden sonra ödeme süresinin uzaması
sebebiyle unutma ve inkâra karşı müeccel olanın yazılı belgeyle kayda geçirilmesi
şeklinde bir uygulama ortaya çıkmıştır. Düzenlenen belge mehrin varlığı ve miktarı
yanında bu borcu doğuran nikâh için de bir ispat güvencesi sağlamıştır. Bu
uygulama çok eskilere uzanır.
Bununla birlikte daha sonraki devirlerde nikâhın devlet kontrolünde amme
velayetini / kamu iktidarını temsilen kadıların sorumluluğuna verilmesine bir
zorunluluk hissedilmiştir. Uygulama da bu yönde gelişmiştir. Osmanlı Devletinin
zirvede olduğu dönemin Şeyhülislamlarından Ebussuûd Efendi’nin (ö.982/1574)
nikâhın kadıların izni ve bilgisi dâhilinde kıyılması hususunda büyük bir titizlik
gösterdiği bilinmektedir. Hatta kendisi el-Muhît adlı eserden kadı’nın izni ve emri
olmaksızın evlenen kimsenin nikâhı caiz değildir şeklinde bir görüş nakletmektedir.
Aynı fetva kendisinden önce Şeyhülislâmlık makamında bulunmuş olan İbn Kemâl
(ö.940/1534) tarafından da nakledilmektedir.
İslam Aile hukukunun kodifikasyonu olan 25 Ekim 1917 tarihli Hukuk-ı Aile
Kararnamesi de 37. maddesinde nikâhlanacak çiftlerden birisinin ikamet ettiği
mahaldeki hâkim veya onun özel bir belge ile yetkilendirdiği bir naib tarafından
kıyılarak tescil edileceğini hükme bağlamış nikâhı kıyan imamlar da dahil buna
riayet etmeyenlere cezalar öngörmüştür. Kanunun gerekçesinde de Osmanlı
topraklarında nikâhların kıyılması düzensiz hâle gelmesinin ve iki şahit bulunduğu
anda nikâh kıyılma yoluna gidilmesinin doğurduğu suiistimaller olduğu
belirtilmiştir.
Fıkhî açıdan nikâhın haram ve helali ilgilendiren yönü vardır. Bu sebeple
gerekli şartları taşıyan nikâhlar resmi olarak tescil edilmese de yok sayılamaz.
Gerekli şartları taşıyan tarafların şahitler huzurunda evlenme iradelerini beyan
etmeleriyle evlilik geçerli olarak doğar. Nikâhın tescil ile resmileştirilmesi ise
sadece ispat güvencesi sağlaması açısından önemlidir. Ancak burada şu hususun da
vurgulanması gerekir. Hakları korumak, vazifelerin ihmalini önlemek veliyyü’lAtatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Aile Hayatı İle İlgili Problemler I
emr’in (kamu otoritesi) en temel görevidir ve dine aykırı olmayan ve kendisine
bırakılmış alanlarda toplum yararını (maslahat) gerçekleştirmek amacıyla alacağı
kararlar herkes için bağlayıcıdır ve uyulması zorunludur. Münker ve ma‘siyeti
emretmedikçe buyruk sahiplerine itaati emreden (Nisâ’ (4), 59; Buhârî, “Ahkâm”,
4; Müslim, “İmâret”, 39, 29, 46) ayet ve hadislerde bu husus oldukça açıktır.
Nikâhın tescili de buna dahildir. Siyaset-i şer‘iyye gereği bu yönde çıkarılacak yasa
hükmü maslahatı gerçekleştirme amacı taşır. Buna uymayanlara tazir kabilinden bir
ceza da öngörülebilir. Kaldı ki akitlerin yazılı belgeyle güvence altına alınması
Kur’ân-ı Kerîm’in teşvik ettiği bir husustur (Bakara, 2/282). Hz. Peygamber de bazı
hadislerinde (Tirmizî, “Nikâh”, 16) nikâhın sadece şahitliğe değil geçerli bir ispat
vasıtasına (beyyine) bağlanmasını istediği görülmektedir. Günümüzde sözlü ispat
vasıtalarının gücünün zayıfladığı ve bu vasıtaların inkâr ya da diğer sebeplerle
yetersiz kaldığı ortaya çıkmıştır. İlişkilerin daha karmaşık hâle gelmesi,
problemlerin çeşitlilik arzetmesi, insanların hareketliliğinin artması gibi sebepler
dikkate alındığında günümüzde resmi belgeye dayalı ispat vasıtalarının sağladığı
güvence daha güçlüdür ve vazifelerin ihmal ya da inkârı ya da hak talebinin reddi
gibi olumsuz durumlarda daha sağlam bir teminat özelliği taşımaktadır. Buradan
hareketle İslam âlimleri, müctehit imamlar döneminden itibaren akitlerin nasıl
tescil edileceği yönünde bilgileri konu alan bugünkü noterliğe tekabül eden şurût
ilmi alanında değerli eserler kaleme almışlardır.
Ancak burada şuna da işaret etmek gerekir ki ululemrin emirleri haramı
helal kılmayacağı gibi yasakları da helalı harama çevirmez. Bu açıdan bakıldığında
nikâh akdi tescil edilmese ve buna binaen devlet bu nikâhı tanımamış bile olsa
bunun müeyyidesi sadece davanın dinlenmemesi ve uygun görülecek bir cezanın
tatbikinden ibarettir. Bu konuda hassasiyet gösteren Ebussuûd Efendi bile akdin
kanun himayesinden mahrumiyeti dışında bir sonuç öngörmemiştir. Devletin ilgili
kurumunun denetim ve gözetiminde kıyılmamış nikâhla evlenen taraflara dini
açıdan evlenmemiş gibi muamele edilemez. Bu birliktelik sonucunda muharremat
hukuku devreye girer ve taraflara gayrimeşru ilişkide bulundukları gerekçesiyle
hadd cezası tatbik edilemez. Ayrılık durumunda dini olarak kadının iddet bekleme
yükümlülüğü ortaya çıkar; kadının miras, mehir, nafaka gibi diğer hakları doğar ve
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Aile Hayatı İle İlgili Problemler I
çocuğun nesebi sabit olur. Ne var ki akdin tescili bulunmadığı için mahkeme davayı
kabullenmeyebileceğinden hakların teslimi kocanın insaf ve vicdanına kalmış olur.
İhmal ederse zulmetmiş olur ve hesap ahiret yurdunda kesilir. Böyle bir evlilik
yapan kadın da buna razı olmuş demektir.
Nikâhın dini karakteri sebebiyle tarihi süreç içerisinde imamların nikâh
konusunda oluşturduğu geleneğin etkisi hâlâ devam etmektedir. Geleneğin
tahakkümüne dini motiflerin eklediği güçlü direnç noktalarıyla imam nikâhı
uygulaması bugün de hoşgörüyle karşılanmakta ve hala sosyolojik bir zemin
bulabilmektedir.
Dinin belli şartlarda izin verdiği birden fazla evliliği Türk hukuk düzeninin
tanımamış olması ve yasağın bu yolla aşılmış olması da imam nikâhının toplumsal
himayeye mazhar oluşunda etkili gözükmektedir.
Burada ilke olarak tescillenmemiş nikâhın din nezdinde geçerli olabileceği
belirtilirken özellikle günümüzde bir takım suiistimallerin bulunduğunu da dikkate
alarak bazı hususların buna göre değerlendirilmesi zorunluluğu ortaya çıkmıştı.
Bugün resmi görevlinin denetim ve gözetiminde gerekli şartları taşıyan şahitler
eşliğinde kamuya açık olarak kıyılan nikâhın fıkhın temel esaslarına doğrudan
uygun olduğunu, bunun ayrıca imam nikâhına ihtiyaç bırakmadığı özellikle
belirtilmelidir.
Burada konu ile ilgili iki hususa daha işaret etmek gerekir: Birincisi
imamların nikâh kıydığı dönemlerde bile akit, resmi nikâhın fonksiyonlarına sahipti.
Çünkü resmi olarak imamlar kadıların naibi (vekili) olarak bu nikâhları
akdediyorlardı. Dolayısıyla imam nikâhının tarihteki yapısı ile bugünkü yapısı
farklıdır. İkincisi de nikâhın ibadet özelliği taşımış olması, bu ibadetin imam
tarafından manevi bir ortamda kıyılmasına bağlı bir şey değildir. İbadet niteliği
nikâhın kıyılma biçiminde değil, fonksiyonundadır.
Nikâhın bahsedilen anlamı ve işlevi sebebiyle, insanımızın ayrıca onun
dualar eşliğinde bir imam tarafından kıyılmasını istemeleri tabiidir. Psikolojik
açıdan, bu nikâhı yapmamış olanlar kendilerini nikâhsız gibi hissediyorlarsa ya da
toplumsal algı aynı yönde bir baskı oluşturarak kınama ve dışlama gibi manevi bir
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
Aile Hayatı İle İlgili Problemler I
müeyyide uyguluyorsa, imam nikâhını da tabii karşılamak gerekir. Ancak bunu
bugün olduğu şekliyle resmi nikâhtan sonra yapma zarureti vardır. Sadece imam
nikâhı ile yetinmek özellikle kadının haklarını korumasız bırakacağından bir takım
mağduriyetlerin doğmasının önünü açacak ya da kadını kocasının insafına terk
Sadece imam nikâhı ile
yetinmek özellikle
kadının haklarını
korumasız
bırakacağından bir
takım mağduriyetlerin
doğmasının önünü
açacak ya da kadını
kocasının insafına terk
ederek suiistimallere
kapı aralayacaktır.
ederek suiistimallere kapı aralayacaktır. Buna imkân vermemek gerekir.
Son olarak şuna da işaret edelim ki günümüz İslam ülkelerinde nikâh
akdinin tescili kanuni bir zorunluluk olarak yürürlüktedir.
MİSYÂR NİKÂHI
Misyâr nikâhı yeni ortaya çıkmıştır. Misyâr, evlenme akdinin bütün rükün
ve şartlarına uygun olarak hukuki sonuçlarını doğuracak biçimde yapılmış olmakla
birlikte kadının bazı haklarından ferağat ettiği bir nikâh şeklidir. Böyle bir nikâhla
evlenen kadın; nafaka, süknâ ve kocasının kendisinin yanında ikamet etmesi gibi
haklarından kendi hür iradesiyle ferağat etmekte; kocası, tayin ettikleri zamanlarda
kendisine
uğramaktadır.
Bu
tür
nikâh
talebinin
kadından
gelebileceği
düşünülebilirse de daha çok kocadan geldiği, ayrıca bu tür evlilikte birden fazla
kadınla evli olan erkeklerin daha aktif olduğu anlaşılmaktadır. Buna göre kocanın
eşiyle anlaşarak onun evine geleceği zamanı belirlemesi, kadının belli haklarından
ferağat etmesi, misyar nikâhının en temel özelliğini oluşturur.
İsimlendirme ve Ortaya Çıktığı Ülke
Bu nikâh için misyâr kelimesinin anlamı ile ilgili farklı yaklaşımlar bulunsa
da halk dilinde (ammice) kısa süreli ziyaret, uğrayıp geçmek anlamına geldiği
görüşü ağırlık kazanmaktadır.
Misyâr nikâhı ilk defa Suudi Arabistan’ın El-Kasîm bölgesinde ortaya çıkmış
ve buradan yayılmaya başlamıştır. Riyad Yüksek Mahkeme hâkimlerinden İbrahim
el-Hudayrî bu nikâhın Suudi Arabistan’ın Necid bölgesinde eski bir geçmişe sahip
bulunduğunu ve kocanın daha çok kuşluk vakti eşine uğraması sebebiyle de kuşluk
nikâhı (en-Nikâhu’d-duhaviyye) olarak isimlendirildiğini belirtir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
Aile Hayatı İle İlgili Problemler I
Misyârın yarım asırlık bir geçmişi vardır ve birden fazla kadınla evlenmek
isteyenlerin gizli olarak evlendikleri bir nikâhtır. Bu sebeple de o dönemlerde bu
evliliğe gizli nikâh da denilmiştir (ez-Zevâcü’s-sirrî/ ez-Zevâcü’l-hafî).
Kocanın genellikle bu nikâhla evlendiği eşine Perşembe günleri uğraması
sebebiyle de Perşembe nikâhı olarak da isimlendirildiği belirtilmektedir (Zevâcü’lhamîs).
Misyâr Nikâhının Ortaya Çıkmasına ve Yayılmasına Zemin
Hazırlayan Sebepler
Bu nikâhın ortaya çıkmasına ve yayılmasına zemin hazırlayan sebepler
arasında evlenme çağı geçmiş bakire kızlar ve ölüm ya da boşanma sebebiyle dul
kalmış kadınların sayısında önemli ölçüde artışın meydana gelmesinin rol oynadığı
belirtilmektedir. Öte yandan bazı evli erkeklerin cinsel problemler, kısırlık, hastalık
gibi eşiyle yaşadığı sorunlarından dolayı kendisinden ayrılmaksızın başka bir eş
edinme arzusu da bu nikâhın ortaya çıkmasında etkili olmuştur. Ticaret erbabının
da sürekli gittiği uzak bölgelerde uzun süre kalması sebebiyle bu tür bir nikâhla
evlenmeye ihtiyaç duyması, kadın-erkek nüfusunda dengesizlik ve ekonomik
sebepler bu nikâhın yapılmasında etken olan hususlardandır.
Misyâr Nikâhının Hükmü Etrafında Ortaya Çıkan Tartışmalar
Misyâr nikâhının caiz olup olmadığı, problemin yaşandığı İslam
ülkelerindeki araştırmacıları meşgul etmiş ve üç görüş ortaya çıkmıştır:
Câiz Görenler
Eski Suidi Arabistan Müftüsü Abdülazîz b. Bâz, Ezher Şeyhi Muhammed
Seyyid et-Tantâvî, Mısır Müftüsü Nasr Ferîd, Suûdî Arabistan İfta, Davet ve İrşad
kurumu üyesi Abdullah b. Abdirrahman el-Cebrîn ve Sa‘d el-Anzî bu nikâhın caiz
olduğunu savunmaktadır.
Bu görüşü müdafaa edenlerin temel dayanakları akdin istenen bütün
şartları taşımış olması ve kadının ferağatı caiz olan bazı haklarından vazgeçmesidir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
Aile Hayatı İle İlgili Problemler I
Hz. Sevde’nin Hz. Peygamberle beraberlik nöbetini (kasm) Hz. Âişe’ye devretmesini
de görüşlerini destekleyen bir delil olarak ileri sürerler. Hatta Riyad Yüksek
Mahkeme Hâkimi İbrahim b. Sâlih el-Hudayrî misyâr nikâhının şer‘î olması bir yana
günümüz şartlarında buna zaruret bulunduğunu savunur. Cevaza kail olanlardan
Nu‘mân Abdürrezzâk es-Sâmerrâî misyârın geçmişte ticaret erbabının yaptığı bir
nikâh türü olduğunu belirtir.
Muhammed Ebû Zehre, Yûsuf el-Karadâvî, Suûdî Arabistan Büyük Alimler
Kurulu (hey’etü kibâri’l-‘ulemâ’) Üyesi ve Mekke Temyîz Mahkemesi Hakimi
Abdullâh b. Menî‘, Vehbe ez-Zühaylî, Mescid-i Harâm’ın İmam-Hatîbi Suûd eşŞüreym de bu nikâhı kerahetle beraber caiz görürler.
Bu görüşte nikâhın şartlara uygun olması ve evliliğin harama vasıta kılınma
amacı taşımaması cevazda, evlenmenin amaçları ve felsefesi açısından nassların
ruhuyla birebir örtüşmemesi de kerahette etkili olmuştur. Bunun yanında
kerahetin ihtiyaç, zaruret ve niyete bağlı olarak gerçekleşeceğini savunan
araştırmacılar da vardır ki Mahmûd Ebû Leyl bunlardandır.
Bu nikâhı caiz görenlerden bir kısmı akdin sahih olduğunu; ve şartlara göre
mekruh olabileceğini söylerken öngörülen şartların geçersiz olduğunu ve kadının
bir takım haklardan feragatinin geçersiz olacağını belirtmektedirler. Ahmed elHuccî el-Kürdi bunlardandır.
Câiz Görmeyenler/Haram Olduğunu Savunanlar
Bu nikâhı caiz görmeyen araştırmacılar arasında ise Muhammed
Nâsıruddîn el-Elbânî, Kuveyt Şeriat Fakültesi Dekanı Uceyl Câsim en-Neşemî, Ezher
Üniversitesi İslam Araştırmaları Enstitüsü Üyesi Muhammed er-Râvî, Kuveyt İslam
Hukuku ve İslam Araştırmaları Fakültesi Dekanı Muhammed Abdülgaffâr eş-Şerîf,
Muhammed ez-Zühaylî, Ummân Sultanlığı Şeriat ve Hukuk Fakültesi Dekanı
İbrahim ed-Debû’nun yanı sıra İslam hukukçularından Cebr el-Fudaylât, Ali
Muhyiddîn el-Karadâğî, Abdullah el-Cubûrî, Ömer Süleyman el-Aşkar, Mahmûd esSertâvî gibi akademisyenler vardır.
Misyâr’ın caiz olmadığını savunanların da üç grupta toplandığını belirtmek
gerekir. Bu grupta yer alan çoğunluk misyâr nikâhını akdin ruhuna aykırılık
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
Aile Hayatı İle İlgili Problemler I
sebebiyle caiz görmemektedir. Batıl şartın akdi batıl kılacağı görüşünü esas alarak
misyâr nikâhını reddedenler de vardır.
Bunun yanında batıl şartın akde etki etmeyeceğini ve şartın batıl, akdin
sahih olduğunu savunanlar da vardır. Son görüşü savunan Ahmed el-Huccî elKürdî’nin ana hatlarıyla görüşü şudur: Nafaka ve kasm’dan ferağat şartı
hükümsüzdür. Nikâh akdi gayrimeşru şartlarla fasit olmaz. Akit sahih ve şart yok
hükmündedir (lağv). Kadın bu şartla akit yapılsa bile kocasından adalete riayet
etmesini talep edebilir ve nafaka isteyebilir. Kocası bu talebe olumlu cevap vermek
zorundadır. Koca akit öncesi şarta dayanarak kadının talebini reddedemez. Vehbe
ez-Zühaylî de aynı düşünceyi savunmaktadır.
Misyâr nikâhının caiz olmadığını savunanların dayanakları şu şekilde
özetlenebilir:

Misyâr nikâhı Kur’an ve sünnet’in evlilik için öngördüğü
maksatlarla örtüşmemektedir. Misyâr’da sadece cinsellik öne
çıkmaktadır.

Kur’an ve sünnet evliliğin rahmet ve meveddet temelleri üzerine
kurulmasını talep etmektedir ki aile içinde huzuru sağlayan da
budur. Kadının yedekte tutulan eş olma gibi bir hissiyata kapılması
ve kocasının kendisinden hevesini alması sonrasında her an
kendisini boşayabilecek endişesi taşıması büyük bir huzursuzluk
kaynağıdır.

Misyâr nikâhı akdin maksatlarına muhalif bazı şartlarla birlikte
yapılmaktadır. Kadının evlilik akidinden doğan nafaka, sükna ve
kocasının kendisiyle gecelemesi gibi bir takım hakları vardır. Eşin
bunlardan feragat etmesi akdin ruhuna aykırıdır. Üstelik bu haklar
kadın için henüz sabit olmamışken şarta konu olmaktadır ki bunun
bir anlamı yoktur. Sabit olmamış bir hak üzerinde tasarrufta
bulunmak batıldır. Bu görüşte olanlar misyâr nikâhının cevazı için
Hz. Peygamber’in (s.a.s.) eşi Sevde’nin (r.a.) geceleme hakkını Hz.
Âişe’ye (r.a.) devretmesinin delil olamayacağını da bu esasa
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
Aile Hayatı İle İlgili Problemler I
dayandırırlar. Çünkü Hz. Sevde böyle bir hakka sabit olduğu
dönemde ondan feragat etmiştir.

Misyâr nikâhı kadının içinde bulunduğu olumsuz şartlardan
yararlanarak onun sömürülmesine ve bir takım hakların suiistimal
edilmesine zemin hazırlayacaktır.

Babanın aile içinde bulunmaması çocukların terbiyesinde olumsuz
sonuçlar doğuracaktır.

İlk eşin haklarının zayi edilmesi ihtimali yüksektir.

Bu tür nikâhlar genellikle gizlilik içinde yapıldığı için nikâhta
aleniyet prensibi ihlal edilmektedir. Yabancı bir bölgede nikâhın
ilan edilmesi de yeterli değildir. İlan özellikle kadının ikamet ettiği
mahallede yapılmalıdır.

Misyâr nikâhında kadını aşağılama ve onu alaya alma anlamı
vardır. Onuı oyuncak hâline getirme, kötü niyetliler elinde
pazarlama konusu yapma söz konusudur. Nitekim bu tür nikâhlar
için aracılar oluşmaya başlamış; hatta, bürolar kurulmuştur.

Misyâr birinci eş üzerine evlilik olduğu için eşler arası adaletin
sağlanmasını zora sokan bir özellik taşımaktadır.

Zengin kadınlar için böyle bir imkânın tanınmış olması fakir kızları
mağdur edecek ve böylece ayırımcılığa sebep olabilecek bir
özelliğe sahiptir.

Sedd-i zerî‘a delili gereğince de bu nikâh yasaktır. Çünkü bir çok
harama vesile olmaktadır. Harama vesile olan vasıtalar mübah bile
olsa haramdır. Misyâr, özellikle kadının cinsel yönden erkeklerce
sömürülmesine, kadının da bu yolla fuhşa kapı aralamasına fırsat
sağlayacaktır.
Başlangıçta
bu
nikâha
olumlu
bakan
bazı
araştırmacılar bu yüzden fikirlerini değiştirmişlerdir.

Muhammed Abdülgaffâr eş-Şerîf misyâr nikâhını nefsine mağlup
olmuş zayıf kişilikli insanların evliliğin getirdiği bir takım
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
26
Aile Hayatı İle İlgili Problemler I
sorumluluklardan kaçmak amacıyla uydurduğu bir bid‘at olarak
niteler.
Kararsız Kalanlar ve Beklemeyi Yeğleyenler (Tevakkuf Edenler):
Bazı araştırmacılar ise misyâr nikâhının cevazı konusunda kararsız kalmışlar
ve sonuçlarını görmek için beklemeyi (tevakkuf) tercih etmişlerdir. Çünkü bu akit
şartlara uygun gözükse de ortaya çıkaracağı olumsuzluklar aile kurumuna büyük bir
darbe vuracak niteliğe de sahiptir. Bazı kişilerin bu konuda çizilen sınırların dışına
çıkarak suiistimal yoluna gittikleri bilgisi bu görüş sahipleri tarafından dile
getirilmektedir. Buna bağlı olarak misyâr nikâhının caiz olduğunu savunan bazı
araştırmacılar olumsuzluklar ortaya çıkınca bu görüşlerinden vazgeçmişlerdir.
Kararsız kalıp beklemeyi tercih edenler arasında Suudi Arabistan Büyük
Âlimler Kurulu üyesi Muhammed Sâlih b. Useymîn, İmam Muhammed b. Suûd
Üniversitesi Usûlüddîn Fakültesi öğretim üyesi Ömer b. Suûd el-‘Îd, İhsan ‘Âyiş,
Yermûk Üniversitesi öğretim üyesi Muhammed Fâlih Mutlak vardır.
Genel Değerlendirme
Misyâr nikâhı, şeklî yönüyle, nikâhın amaç ve özünü ilgilendiren boyutuyla,
ruhuyla ve toplumsal veçhesiyle birlikte bir bütünlük hâlinde ele alınarak
değerlendirilmesi gerekir. Nitekim konuyla ilgili tartışmalara bakıldığında bu farklı
hususlardan birisinin merkeze alınarak sonuca gidilmek istendiği görülmektedir.
Belirtilen açılardan ya da diğer noktalardan bakıldığında bu nikâhın olumlu ve
olumsuz tarafları elbette vardır. Bir tarafa ağırlık vermek yerine bütününe bakarak
konuya yaklaşmak lazımdır.
Misyâr nikâhı ile ilgili tartışmalarda bir hususun belirlenmesi gerekir. O da
şudur: Bu nikâha olumsuz bakan araştırmacıların bir kısmının ona yükledikleri
anlam ve işlev farklıdır. Özellikle bazı araştırmacıların bu nikâhı mut‘a ve hülle
nikâhlarıyla temellendirip sırf şehevi arzunun tatmini ile ilişkilendirmeleri tutarlı
değildir. Misyâr nikâhına bakıldığında kuruluşu sırasında tarafların rızası, velinin
izni, şahitler, mehir; evliliğin işleyişi sırasında talak vb. hükümler; sonlanmasında
miras, iddet gibi sonuçlara saygı aynen kabullenilmektedir. Hepsinden önemlisi
gerçek bir evlilik niyeti mevcuttur. Burada sadece kadının bazı kişisel ve mali
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
27
Aile Hayatı İle İlgili Problemler I
haklarından feragatı söz konusudur. Hatta Suudi Arabistan Şer‘î Mahkeme
hâkimlerinden bazıları çoğu kere akit belgesinde bu şartların yer almadığını,
tarafların bunları kendi aralarında konuştuklarını ifade etmektedir. Bu yönüyle
misyâr nikâhı, mut‘a ve hülle nikâhından ayrılmaktadır.
Sonuç olarak misyârın ortaya çıkışında istisna kabilinden bir takım
sebeplerin etkili olduğu anlaşılmaktadır. Bu sebeplere bağlı olarak misyarın olumlu
olarak görülebilecek yönleri bulunsa da olumsuz tarafları da gözükmektedir. Bunlar
şartlara göre değişkenlik arzetmektedir. Dolayısıyla bu nikâha ilke olarak cevaz
vermek yerine onu bu tür sebeplere ve şartlara bağlı olarak değerlendirmek
gerekir.
İdeal anlamda nikâhın ruhuna pek uygun gözükmeyen bu tür evliliğin
ortaya çıkmasında etkin olan sebeplerin ortadan kaldırılması için çaba sarf etmek
esastır. Bireysel ya da toplumsal özel hâller dışında böyle bir nikâhla evlilik
yapmaktan kaçınmanın, yaygınlaşmasını önleyici tedbirlerin alınmasının daha
isabetli olacağı belirtilmelidir. Bu konuda en temel esas özel durumlara bağlı olarak
misyâra izin verilmemesi hâlinde ortaya çıkacak zarar, izin verilmesinden daha fazla
olacak ise iki fesâd teâruz ettikte ehaffı irtikâb ile a‘zamının çaresine bakılır ya da
ehven-i şerreyn ihtiyâr olunur (Mecelle, md. 28-29) kaideleri gereğince onun
cevazına hükmedilebilir. Nitekim Suudi Arabistan’da bu nikâhın ortaya çıkışına en
temel sebep evde kalmış kızlar ile dul kadınların sayısında meydana gelen artışlar
olduğu belirtilmektedir. Ama bir azimet hükmü olarak kabul edilmesi İslam
hukukunun ruhuna çok uygun gözükmemektedir. Zira Kur’ân-ı Kerîm’in karı-koca
için öngördüğü bütünleşme böyle bir nikâhla gerçekleşmemektedir. Buna göre
misyâr nikâhına izin verildiği durumlarda da az yukarıda yer verilen olumsuzlukların
oluşmaması için gerekli tedbirleri ele almak gerekir.
MUT‘A NİKÂHI
Mut‘a nikâhı, aslında tarihi köklere dayanan bir konu olmakla birlikte
günümüzde de gündeme de olma niteliğini yitirmemiştir. Bu sebeple ele
alınmalıdır. Aile zihniyetine bakışı ilgilendirmesi açısından da aile ile alakalı her
meselede ele alınma zarureti gözükmektedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
28
Aile Hayatı İle İlgili Problemler I
Mut‘a, nikâh türü olarak belli bir ücret/mehir mukabilinde belli süreliğine
evlenmek demektir.
Mut‘a nikâhını caiz gören sadece Şiî-Caferi mezhebidir. Bu mezhep dışında
mut‘ayı caiz gören bir başka mezhep yoktur. Bu mezhebe göre mut‘a nikâhında
sadece sürenin ve mehir olarak isimlendirilen ücretin belirlenmesi yeterlidir. Süre
için bir alt ve üst sınır yoktur. Bir dakikalığına olabileceği gibi on yıllığına da olabilir.
Ücret de son derece basittir. Bir avuç buğday olabileceği gibi üç-beş lira da olabilir.
Akit sürenin dolmasıyla otomatik olarak son bulur. Akdin devam ettiği sürede
kocanın boşaması geçersizdir.
Bir erkek aynı anda daimi nikâhla dört kadınla evli bile olsa dilediği kadar
kadınla mut‘a yapabilir.
Süre ve mehir dışında kalan ve daimi nikâhta aranan şartlar müstehaptır.
Akdi doğrudan ilgilendirmez. Mesela şahit tutmak böyledir. Çünkü şahit daimi akit
için gerekli bir ispat vasıtasıdır. Bu da çocuk sebebiyledir. Erkeğin zina töhmetine
maruz kalmasından endişe etmesi hâlinde iki şahidin huzurunda akdi yapması
müstehaptır.
Mut‘a nikâhı süresinin dolmasıyla ayrılmış kadına karşı ayrıldığı kocasının
nafaka yükümlülüğü yoktur.
Mut‘a nikahının karı-koca arasında mirasçılık doğurup doğurmayacağı
tartışmalıdır ve bu konuda Caferî mezhebinde dört ayrı görüş nakledilmektedir.
Nikah süresinin bitiminde meşhur olan görüşe göre kadının bekleme süresi (iddet)
iki hayız süresi dir. Hayız görmeyen kadınınki ise kırk beş gündür. Vefat iddeti de iki
rivayetten güçlü olanına göre dört ay on gündür. Esasen bu müddet Kur’an-ı
Kerim’in kocası ölen kadınlar için öngördüğü bekleme süresidir (Bakara, 2/234).
Hamile olan kadının iddeti (Talâk, 65/4) çocuğunu doğurmakla son bulur. Mut‘a,
daimi nikâh gibi evlenme engeli doğuran bir özelliğe sahiptir.
Buraya kadar anlatılanları özetlemek gerekirse mut‘a, sadece süre ve
ücretin belirlenmesine bağlı bir akittir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
29
Aile Hayatı İle İlgili Problemler I
Mut‘a Nikâhını Câiz Gören Caferilerin Delilleri
Mut‘a nikâhını sadece Caferiler savunmaktadır ve bu konuda mezhep
ulemasının icmaı vardır. En önemli delilleri Nisâ suresinin 24. ayetidir. Bu ayeti: “O
hâlde onlardan yararlanmanıza karşılık, kesilen ücretlerini bir hak olarak
kendilerine verin!” şeklinde anlarlar ve bunun mut‘ayı caiz kıldığını düşünürler.
Ayrıca sahabeden Abdullah b. Abbas’ın bu nikâhı caiz gördüğünü iddia ederler.
Keza onun ve Abdullâh b. Mes‘ûd’un kıraatında yer alan “Belli bir vakte kadar
yararlanmışsanız” ifadesini de kendilerini destekleyen bir delil olarak öne sürerler.
Tahrîm suresinin 3. ayetini esas alarak Hz. Peygamber’in de mut‘a yaptığını, keza
Hz. Ali’nin de Kûfe’de bir kadınla mut‘a nikâhıyla evlendiğini ileri sürerler.
Şii-Caferiler arasında mut‘ayı yetkisiz biçimde Halife Ömer’in yasakladığı
inancı hakimdir ve Hz. Ali’nin (ö.40/661) “Eğer Ömer mut‘ayı yasaklamasaydı
isyankâr/şakî dışında kimse zina etmezdi.” sözüyle bunu teyit ederler.
Bunlar dışında mezhebin imamlarından gelen rivayetler de mut‘anın cevazı
konusunda önemli deliller arasında sayılmaktadır. Cafer es-Sâdık’a nisbet edilen
“Ric‘atimize inanmayan ve mut‘amızı helal saymayan bizden değildir.” şeklindeki
sözü mut‘aya iman derecesinde bir mertebe kazandırmış gözükmektedir.
Bunlar dışında hadis kitaplarında mut‘ayı teşvik eden rivayetlerin yanı sıra
mezhebin imamlarından da nakiller mevcuttur.
Değerlendirme
Öncelikle şu hususun tespit edilmesi gerekir. Caferîler, Nisâ’ suresinin 24.
ayetini kadınlardan yararlanmanızın karşılığı olarak ücretlerini verin şeklinde
anlayarak mut‘ayı kiralama mantığına oturtmaktadırlar. Bunun tam anlamı
belirlenmiş ücret karşılığında belirlenen sürede kadından yararlanmaktır.
Mezhebin imamları bunu açık bir şekilde ifade ederler. Mut‘a nikâhının cevazına en
güçlü delil kabul edilen Nisâ suresinin 24. ayeti de bu tür bir zihniyetle
yorumlanmaktadır. Oysa mehir, kadından yararlanmanın karşılığı değildir. Mehir
doğrudan Allâh’ın kadına bahşşettiği bir haktır. Kur’ân bunu açıkça ifade eder
(Nisâ’, 4/4). Yine ayetin mut‘ayla da bir ilgisi yoktur. Ayet mehirle ilgili bir ayrıntıya
yer vermekte ve zifafın vaki olduğu evliliklerde tam mehrin gerekli olduğunu beyan
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
30
Aile Hayatı İle İlgili Problemler I
etmektedir. Çünkü mehrin tam veya yarım olarak verileceği yerler olduğu gibi hiç
tahakkuk etmediği durumlar da vardır. Nikâh yapılmış ve akit sırasında mehir
belirlenmiş ancak zifaf vaki olmadan ayrılık vuku bulmuşsa kadın mehrin
(müsemmâ) yarısını alacaktır (Bakara, 2/237). Bu durumda kadına mehir
ödenmesinden mehirin kadından yararlanmanın karşılığı olmadığı açıkça
anlaşılmaktadır. Şayet mehir belirlenmeden nikâh yapılmış da zifaf meydana
gelmeden ayrılık söz konusu olmuşsa kadına müt‘a (gönül alma kabilinden giysi vb.
türünden hediye) verilecektir (Bakara, 2/236). Görüldüğü gibi ayetler mehir ile ilgili
bir bütünün parçalarıdır ve birleştirildiklerinde fotoğraf tamamlanmaktadır.
Şi‘a’nın ucûr kelimesini sadece mut‘ada kullanılan mehre özel kabul etmesi
de tutarlı değildir. Aynı kelime Kur’an’da mehir anlamında kullanılır ve Hz.
Peygamber’in evliliğinde de konu edilir: “Ey peygamber! Biz, mehirlerini
(ücretlerini) verdiğin eşlerini sana helâl kıldık.” (Ahzâb, 33/50).
Şî‘anın bazı kesimlerinin iddiasının aksine Hz. Peygamber’in mut‘a yaptığı
tarihi olarak sabit olmadığı gibi iddia edilen konuya dayanak kılınan Tahrim
suresinin 3. ayetinin mut‘a konusuyla bir bağlantısı yoktur.
Şia’nın Hz. Ali’nin mut‘a yaptığı yönündeki iddiaları tarihi gerçeklere
aykırıdır. Mut‘a nikâhını yasaklayan hadisin ravisi Hz. Ali’dir ve bu hadis Caferîlerin
muteber kitaplarında da geçmektedir (Tûsî, El-İstibsâr, III, 149; a.mlf., Tehzîbü’lAhkâm, VII, 226). Hatta Hz. Peygamber’in mut‘anın kıyamete kadar yasaklandığını
bildiren hükmün insanlara ilan edilmesini bizzat Hz. Ali’ye emretmesi de mucize
niteliği taşımaktadır. Bu hadis Şia’nın muteber kitaplarında, Zeyd b. Ali’nin ElMecmû‘unda, ehl-i sünnetin muteber hadis mecmualarında yer almıştır. Şianın bu
hadisi takıyye’ye hamletmesi bir tutarsızlıktır. Abdullah b. Abbas’a mut‘anın
yasaklanmış olduğunu bildiren de Hz. Ali’dir. Bundan sonra onun görüşünden rücû
ettiği nakledilmektedir.
Mut‘ayı, caiz olmasına rağmen Hz. Ömer’in yasakladığı ve Hz. Ali’nin bu
sebeple zinanın yaygınlaştığını ima eden sözünün bu nikâhın Şiî muhitlerde
yaygınlaşmasında önemli bir etken olduğu anlaşılmaktadır. Hz. Ömer, sadece mut‘a
yasağını o dönemde bundan habersiz olanlar için teyit etmiştir. Hz. Ali’nin bu sözü
de doğru değildir. Eğer böyle olsaydı halife olduğu dönemde bizzat serbest
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
31
Aile Hayatı İle İlgili Problemler I
bırakırdı. Kaldı ki Hz. Ali, Hz. Ömer’in danışmanları arasında yer alıyordu. Onunla
Hz. Ömer arasında bu konuda bir konuşma nakledilmemiştir.
Şiî-Caferî geleneğine mensup âlimler hem mut‘anın cevazı konusunda hem
de Hz. Ali, Hz. Ömer, İbn Mes‘ûd, İbn Zübeyr ve İbn Ömer (r.a.) gibi sahabeden
nakledilen mut‘anın haram olduğu, Abdullah b. Abbas’ın da görüşünden rücu
ettiğine dair rivayetlere mezhep içi icmaı delil göstererek karşı çıkarlar. Eğer bu
konuda icmaın bir anlamı varsa, dört mezhep dahil kendileri dışındaki bütün
alimlerin de mut‘anın haramlılığı hususunda icmaı vardır ve bu daha da güçlüdür.
Abdullah b. Abbas’ın mut‘ayı caiz gördüğü yönündeki rivayet de Şianın
tutunduğu önemli delillerden birisidir. Bu konuda ondan mutlak anlamda helal
olduğu; zaruret hâliyle sınırlı olduğu; mut‘anın helal olduğu görüşünden rücû ettiği
yönünde üç görüş nakledilmiştir. Esasen bu üç rivayet mut‘anın serüveniyle
yakından ilgili gözükmektedir. Hz. Peygamber’in bazı hâllerde mut‘aya izin verdiği
bilgisi kaynaklarımızda yer almaktadır. İbn Abbas’ın mut‘anın mübah olduğuna dair
görüşü bu devri kapsayan bir anlayışı yansıtmaktadır. Mut‘aya izin verilen
ortamların savaş dönemi ile ilgili olmasını ve bu konuda izin isteyen sahabilerin zor
durumda kaldıklarını beyan ederek talepte bulunmalarını dikkate alarak da
ibahanın sebebini şiddetli zaruret hâline dayandırmaktadır. Nitekim kendisine
mut‘aya cevaz verdiği ve insanların bunu kullandığı hatırlatılınca: “Sübhânallâh!
Ben bu şekilde bir fetva vermedim ki! Benim dediğim şudur: Mut‘a tıpkı leş, kan ve
domuz eti yemek gibidir. Ancak böyle bir çaresizlik anında/zaruret hâlinde
helaldir.” Onun bu cevabı mut‘a yasağını duymamış olabileceğine dair kanaati de
güçlendirmektedir.
Kaynaklarda yer alan bilgilerden anlaşıldığı kadarıyla Abdullah b. Abbas’ın
görüşünden döndüğü yönündeki bilgi (Tirmizî, “Nikâh”, 28) zaruretle ilişkili olduğu
görüşünden de rücû etmiş olabileceğini göstermektedir. Bunu sağlayanın da Hz.
Ali’nin mut‘anın Hz. Peygamber tarafından yasaklandığına dair ikazıdır (Buhârî,
“Nikâh”, 31; Müslim, “Nikâh”, 30-32; Tirmizî, “Nikâh”, 28). Hatta bazı rivayetlerde
bu uyarının biraz da sertlik taşıdığı anlaşılmaktadır (Müslim, “Nikâh”, 29; Nesâî,
“Nikâh”, 71).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
32
Aile Hayatı İle İlgili Problemler I
Abdullah b. Abbas’ın mut‘anın caiz olduğu görüşünden rücû edip etmemesi
de çok da önemli değildir. Neticede sahabî de olsa görüşü kendisini bağlar. Hz.
Ali’nin mut‘anın yasaklandığını kendisine bildirmesi ve bu hadisin de hem Sünnî
hem de Şiî ve Zeydî kaynaklarda sahih hadis kategorisinde yer alması onun
görüşünden daha önemlidir. Ayrıca buradaki şâzz kıraatın Kur’ân’ın öngördüğü
temel bir ilkeye doğrudan aykırılığı söz konusudur. Çünkü mehri kadından
yararlanmanın karşılığı saymaktadır. Oysa daha önce de geçtiği üzere mehir
kadından yararlanmanın bir karşılığı değildir (Nisâ’, 4/4).
Tûsî’nin iddia ettiği gibi Abdullah b. Mes‘ud’un kıraatinde Nisâ suresinin
24. ayetinde “belli bir vakte kadar” ilavesi bulunmuş bile olsa bunun bir delil değeri
yoktur. Çünkü bu mütevatir değil şâzz kıraattir. Kaldı ki Abdullah b. Mes‘ud’un
talak, iddet ve miras ile igili ahkâmın mut‘ayı neshettiğine dair görüşü kaynaklarda
yer almaktadır. Buna göre kıraatla görüş arasında çelişki vardır.
Caferîler Dışındaki Fakihlerin Delilleri
Şiî-Caferiyyenin dışındaki mezheplere göre mut‘a nikâhı caiz değildir. Bu
görüşün bir çok delili vardır.
İslam âlimleri şu ayetlerin mut‘anın caiz olmadığını gösterdiğini savunurlar:
“Şüphesiz mü’minler kurtuluşa ermişlerdir…Ki onlar iffet ve namuslarını korurlar.
Cinsel arzularını sadece zevceleri/eşleri ve cariyeleriyle giderirler. Çünkü ancak
böyle yaptıkları zaman kınanmazlar. Ama kim bunun ötesine geçerse işte onlar
sınırı aşanlardır.” (Mü’minûn, 23/5-7; Me‘âric, 70/29-31)
Bu ayetler kadınlardan helal yoldan yararlanmanın iki yolu olduğunu
göstermiştir. Bunlar eşler (hür kadınlar) ve malik olunan cariyelerdir. Bunun
dışındaki yollar haram kılınmış, yasaklanmıştır. Devamındaki ayet bu iki yolun
dışına çıkmayı haddi aşmak olarak nitelemektedir ki mut‘a bunlardan birisidir.
Mut‘a nikâhı, sahih bir evlilik olmadığı gibi cariye statüsünde bir beraberliği de
kapsamamaktadır. Açıkça görülmektedir ki mut‘a kadını, zevce değildir. Çünkü
mut‘a kuruluşu sırasında sahih bir evliliğin şartlarını gerektirmediği gibi evliliğin
sonuçlarını da doğurmamaktadır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
33
Aile Hayatı İle İlgili Problemler I
Aslında bu ayetlerin mut‘aya imkân vermediği ortadadır. Fakat zikri geçen
ayetlerin Mekke devrinde nazil olması, konuyla ilgili izin ve yasağın ise Medîne
döneminde yaşanması sebebiyle Caferîler mut‘aya karşı yapılan bu istidlali kabul
etmezler. Ancak muvakkat evlenmelerin cahiliye Arap toplumunda uygulandığı
dikkate alınırsa muhtemelen Mekke dönemininin ortalarında inen Me‘âric ile son
yıllarında nazil olan Mü’minûn suresinde tekrarlanan mezkûr ayetlerin bu tür
evlilikleri hoş karşılamadığını ve reddettiğini en azından ahlâkî açıdan tasvip
etmediğini açık bir şekilde belirterek zihinsel dönüşüm anlamında kesin yasağa
giden yolda çok önemli bir adım attığını ifade etmek mümkündür. Nitekim bu
ayetlerin Cahiliye devrinde mevcut bulunan geçici evlenmeleri ortadan kaldırmayı
hedeflediği ve bu amaçla nazil olduğu yönünde rivayetler vardır.
Sosyolojik olarak daimi evliliğe bir anda geçip vazifeler örgüsünde sıcak bir
yuva oluşturacak şartları tam anlamıyla sağlamanın mümkün gözükmediği bir
ortamda daimi evliliğe zemin hazırlama sürecinin bir ön tedbiri olmak üzere bu
ayetlerin nazil olduğunu söylemek uygun olur. Konu ile ilgili ayetlerin Me‘âric ve
Mü’minûn surelerinde ayrı ayrı iki defa nazil olması problemin boyutlarını
göstermesi açısından da son derece dikkate değer bir husustur. Konuyu da içine
alan ayetlerin Hz. Peygamber tarafından tekrar okunup hatırlatılabileceği hâlde
bizzat Allah Teâlâ’nın aynı ayetleri yeniden göndermiş olmasının elbette tekit ve
dikkat çekme açısından bir anlamı olmalıdır.
Mut‘ada çok evlenip ayrılma vaki olduğu için İslam’ın talâk konusundaki
tavrı da bu hususta belirleyici bir özelliğe sahiptir. Hz. Peygamber (s.a.s.) -Şianın
muteber kaynaklarında da yer aldığı üzere- Allah’ın hiç sevmediği ve buğzettiği
hâlde ihtiyaçtan dolayı talaka izin verdiğini bildirmekte (Ebû Dâvûd, “Talâk”, 3; İbn
Mâce, “Talâk”, 1), herhangi bir sebep olmaksızın sırf zevk düşkünlüğü sebebiyle
boşanıp tekrar tekrar evlenen erkek ve kadına Allah’ın buğz veya lanet ettiğini,
Allah’ın talâk kadar buğzettiği başka bir fiilin bulunmadığını açıkça beyan
etmektedir. Hz. Ali de oğlu Hasan’ın çok evlenip boşanmasına mani olamayınca
minberden Kûfe’lileri uyarmış ve Hasan’ın çok evlenip boşandığını bu konuda Hz.
Peygamber’in lanetinin bulunduğunu, kızlarıyla Hasan’ı evlendirmemelerini
istemiştir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
34
Aile Hayatı İle İlgili Problemler I
Mut‘anın hadislerce yasaklandığı bilinen bir husustur. Zamanıyla ilgili
tartışmalar bulunsa da haram kılındığı kesindir. Hz. Peygamber’in az yukarıda
değerlendirilen bazı toplumsal ve bireysel şartları dikkate alarak kısa süreli mut‘aya
izin verdiği bilinmektedir. İzin dönemlerinin hangi olaylarla ilintili olduğu tartışılsa
da savaş zamanları olduğu konusunda ittifak vardır ve bu da sadece bir-iki defa ile
sınırlıdır. Burada esas önemli nokta yasağın zamanlamasından daha da önemlisi
mut‘anın kıyamete kadar kaldırılmış olmasıdır. Hz. Peygamber şöyle buyurur:
“Ey İnsanlar! Ben kadınlarla mut‘a yapmanız konusunda size izin
vermiştim. Dikkat edin! Allah onu kıyamete kadar haram kılmıştır. Bu sebeple kimin
süresi dolmamış böyle bir evliliği varsa hemen kadına yol versin/bıraksın. Onlara
verdiklerinizden de bir şey almayın!” (İbn Ebî Şeybe, IX, 299; Müslim, “Nikâh”, 21;
İbn Mâce, “Nikâh”, 44; Dârimî, “Nikâh”, 16; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, III, 406).
Bu hadiste dikkat çeken önemli hususlardan birisi şudur; Hz. Peygamber’in
izin vermiştim demesi o toplumun bu nikâhı bildiğini ve uygulamalarının
bulunduğunu gösterir. Çünkü izin bilinen konuda olur. Üstelik Hz. Peygamber’den
bunun dışında şartları ve diğer hükümleriyle ilgili bir açıklama gelmediğine göre
geçici evlenme Araplarda bilinen bir husustur. Yoksa mut‘a Hz. Peygamberin bizzat
baştan kendisinin ortaya koyduğu bir uygulama değildir. Bu hadis artık bilinen bu
uygulamanın kıyamete kadar yasaklandığını ilan etmektedir.
Sonuç olarak mut‘a evliliği cinsel hazzı esas aldığından mutlu ve kalıcılık
ilkesine aykırıdır. Mesela Cafer es-Sadık’tan geldiği iddia edilen şu rivayette bu
husus aydınlanmaktadır: “Allah bizim taraftarlarımıza (şî‘atünâ) sarhoş edici bütün
içecekleri yasaklamış onun yerine geçmek üzere mut‘ayı meşru kılmıştır.” Oysa sırf
cinsel haz ve zevk amacıyla çok evlenip boşanana Allah’ın lanet ettiğini belirten
hadisler mezhebin muteber kaynaklarında mevcuttur.
Bütün bu noktalar değerlendirildiğinde iki hususta ikilem ortaya
çıkmaktadır: Birincisi, ehl-i sünnet uleması yapı ve işlevsellik açısından mut‘ayı
zinaya eşdeğer görürken; Şia, sevap kazandıran ve rahmete vesile olan bir araç
olarak telakki etmektedir. İkincisi de Şianın ikilemi ve çelişkisidir. Mut‘ayı zinaya
engel bir tedbir olarak değerlendirirlerken hem teorik hem de pratik alanda fuhuş
ile örtüşen bir yapı arzedecek görüntü vermektedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
35
Aile Hayatı İle İlgili Problemler I
Kur’an ve sünnetin evliliğin kalıcılık ve mutluluk esası üzerine kurulması
felsefesine rağmen Şiî-Caferî gelenekte mut‘a neredeyse bir iman esası gibi kabul
edilmiş ve büyük teşvik görmüştür. Cinselliğin yapısında bulunan cazibeye dinin
motive edici gücü de dâhil edilince mut‘a uygulamasının bazı Şiî çevrelerde oldukça
rağbet gördüğü anlaşılmaktadır. Özellikle Kur’ân ve Hz. Peygamber mut‘aya izin
vermemesine rağmen Hz. Ömer’in yasakladığı iddiası eklenince Sünnilik ve Ömer
karşıtlığı temelinde ideolojik bir zemin de oluşturularak mut‘anın kökleşmesi
sağlanmıştır.
Mut‘anın İslam açısından tecvizi mümkün gözükmemektedir. Bu konuda
Şianın ileri sürdüğü delillerin tutarsız olduğu dikkati çekmektedir. Bunların
değerlendirilmesine az önce yer verildi.
Nikâh akdinde cinsellik ulvi gayeler için bir araç iken mut‘ada amaca
dönüşmüştür. Bu açıdan nikâhın amacına aykırılık vardır.
VELİDEN İZİNSİZ EVLENME
İslâm hukukuna göre bulûğa ermiş olan kişi eğer ehliyetini daraltan veya
ortadan kaldıran bir arıza söz konusu değilse haklarını kullanma yetkisine sahip ve
görevleriyle de muhatap duruma gelmiştir. Bu sebeple haklarını bir başkasının
iznine gerek kalmadan kullanabilir ve yaptıklarından da mesûl tutulur. Ancak
İslâm’da evlilik akdinin diğerlerine oranla daha büyük bir önemi haiz bulunması
sebebiyle İslam hukukçuları tam ehliyete sahip olan kızların evlenmesinde veli’nin
yetkisi üzerinde durmuşlar ve bu noktada önemli tartışmalar ortaya çıkmıştır.
Dolayısıyla tarihi eskiye dayansa da günümüzde de problem olarak devam eden
konulardan birisi ergenlik çağındaki kızların evliliğinde velinin rolü ile ilgilidir. Belli
şartların oluşması halinde velinin izninin gerekmediği görüşü ile velinin izninin
gerekli olduğunu savunan çoğunluğun görüşünün suiistimaller sonucu önemli
problemlere sebep olduğu konu ile ilgili araştırmalarda dile getirilmektedir (bk.
Köse, S. (2003), “Velayet”, s. 101-102).
Bu sorunlardan birisi velinin izninin gerekmediği yönündeki Ebu Hanife’nin
içtihadını esas alarak kızların iki şahit huzurunda ailelerinden habersiz anlaştıkları
birisiyle evlenmeleridir. Bir müddet sonra da bu evliliklerin bir kısmının boşanma
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
36
Aile Hayatı İle İlgili Problemler I
ile neticelendiği dikkate alınırsa böyle bir evliliğin hem taraflar hem onların aileleri
hem de toplum açısından doğurduğu problemler inkâr edilemez. Mesela bu
durumda resmi nikâh olmadığı için belli bir süre beraber yaşadıktan sonra ya oğlan
boşayıvermekte ya da kız boşanmak istediği hâlde oğlan boşamamakta. Bir başka
husus
da
ailenin
bu
evlilikten
haberdar
olmasından
sonra
cinayetler
işlenebilmektedir.
Kızların evliliğinde veli iznini arayan Maliki, Şafiî ve Hanbeli mezheplerine
göre veliden iznin alınmadığı evlilikler geçersizdir. Bu görüşün uygulamada olduğu
İslâm toplumlarında velinin otoritesinin egemen olduğu ve kızların bundan mağdur
duruma düştüğü çeşitli çalışmalarda dile getirilmektedir. Gerçi bu üç mezhepte
dengi çıktığında ve emsal mehrinin ödenmesi söz konusu olduğunda kızın istemesi
halinde velisinin onu evlendirmekle mükellef bulunduğu, aksi takdirde evlendirme
velayetinin bir diğer veliye geçeceği görüşü benimsenmiştir. Ne var ki Hz.
Peygamber’in bazı hadislerinde ve bütün klasik kaynaklarımızda kızların utangaç
olduğu ve evlenme iradelerini izhar etmekten kaçınacakları, bundan dolayı evliliğe
rızalarının bulunduğuna delalet edecek susmalarının izin sayıldığı kaydedilmiştir. O
zaman bu psikoloji içinde bulunan kız, dengi çıktığında ve kendisine talip olanla
evlenmek istediği halde buna geçit vermeyen velîsine karşı nasıl itiraz
edebilecektir. Bu da önemli bir problemdir.
Konu ile ilgili bir başka problem de evlenmede cebrî velâyet yetkisidir.
Malikilere göre baba, Şafiîlere göre baba ve dedenin evlendirme yetkisi vardır.
Hanbelîlerde bu konuda iki görüş vardır. Kızın bir ömür geçireceği damat adayına
ısınamamasına rağmen çeşitli saiklerle velisi tarafından zorla evlendirilmesi evlilik
kurumu açısından gerçekten tartışılmaya değer bir konudur. Nitekim Fas’ın önde
gelen devlet ve fikir adamlarından Allâl el-Fâsî (ö. 1974) ülkelerinde uygulanan bu
yöndeki Mâlikî görüşünün acilen ıslah edilmesi zaruretinden bahsetmekte ve
kızların bundan büyük zarar gördüğünü dile getirmektedir. Bu görüşte ısrarın “Eğer
siz Allah’ın emirlerini yerine getirmezseniz yeryüzünde bir fitne ve büyük bir fesat
olur” (Enfâl, 8/23) ayetine ve bu yöndeki hadise (İbn Mâce, “Nikâh”, 46) telmihte
bulunarak fitne ve fesattan başka bir şey getirmediğini söylemektedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
37
Aile Hayatı İle İlgili Problemler I
Bu noktada bir başka önemli problemin de velilerin, aile bütçesine
katkıda bulunmaları ya da anne-babasına biraz daha hizmet edebilmeleri
için kızlarının evliliklerini engellediği yönündedir. Hatta velîlerin sırf makammevki ve zenginlikleri sebebiyle kızlarının değil kendilerinin istediği birisi ile
evlendirdikleri yönünde bilgiler bulunmaktadır (Köse, S. (2003), “Velayet”, s.
101-102).
Bir başka sorun da velilerin kızlarının evliliğine izin için damat adayının belli
bir ekonomik güce ulaşması ve bazı imkânları elde etmesini şart koşmaları
sonucunda gençlerin evliliğinin zorlaştığı ve geciktiği bunun da bazı sorunlara yol
açtığı ifade edilmektedir.
Kızların evliliğinde velinin yetkisi ile ilgili görüşleri hulasa ettikten sonra
değerlendirme yapmak isabetli olacaktır. Ebu Hanife, Züfer (ö.l58/775) ve ilk
görüşünde Ebu Yusuf’a göre hür, büluğa ermiş, akıllı (tam ehliyetli) olan kızlarla, dul
kadınların evliliği konusunda veli’nin yetkisi yoktur. Bunlar velileri izin vermese de
kendi başlarına evlenebilirler. Ancak evliliklerinde aileyi rencide eden bir durum
bulunmamalı, velinin hakkı korunmalıdır. Bu da kızın dengiyle ve emsallerinin aldığı
mehirle evlenmesidir. Bunlardan birisinin bulunmaması hâlinde belli şartlarla veli
nikâha itiraz ederek feshettirebilir.
Malikiler, Şafiîler, Hanbelilere göre velinin izninin bulunmadığı evlilik
geçerli değildir. Bu görüşü savunanlar da velînin bu yetkisini suistimal edebileceğini
dikkate alarak velînin kızın evlenmesini haklı bir sebebe dayanmaksızın
engelleyemeyeceğini dile getiriler. Aksi takdirde bu yetkilerini kötüye kullanmış
olacaklarından velayet hâkime geçecektir. Hanbelîlerin bir görüşüne göre ise bir
sonraki veliye geçer. Böylece bu üç mezhep velayet yetkisinin getireceği
olumsuzluğu aşmayı ve kızın haklarını teminat altına almayı amaçlamışlardır. Kızın
emsal mehrini alması ve dengi ile evlenmesi hâlinde de velinin hakkı korunmuş
olacaktır. Bu durumda veli izin vermekle yükümlüdür. Görüldüğü gibi her iki görüş
de aynı noktada birleşmektedir. Ebu Hanife sadece formaliteyi kaldırmaktadır.
Burada bir hususa daha işaret etmek gerekir ki Ebu Hanife bu görüşüyle asla
veliden habersiz evelenmeye cevaz vermiş değildir. O sadece velinin yetkisini
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
38
Aile Hayatı İle İlgili Problemler I
kötüye kullanmasına karşı çıkmaktadır. Kızın velisinden habersiz evlenmesi ise
günümüzde aileyi rencide eden en önemli hususlardan birisi olduğu için bu da kızın
suistimaldir.
Tam ehliyetli kızların evliliğinde velinin izinini gerekli gören Cumhur ile karşıt
görüşü savunan Ebu Hanife’nin bir takım delilleri vardır ki bunlar fıkıh kitaplarında
geniş şekilde ele alınmaktadır.
Görüşler arasında bir değerlendirme yapmak gerekirse şunları söylenebilir.
Fukahanın görüşleri dikkatle incelendiğinde bütün mezhepler evlenme akdinde
velâyete büyük önem vermişlerdir. Evlilik akdinin “ağır ve mes’uliyetli bir sözleşme”
(mîsâk galîz, Nisa 4/21) oluşu, evlilikte kalıcılık ve mutluluğun sağlanması hedefi
dikkatli adım atmayı zorunlu kılmaktadır. Bunun için bu ağır sorumluluğun
paylaşılması yükü hafifletecek, doğacak problemlerin çözümünü kolaylaştıracaktır.
Velinin tecrübesi duygusallığın getireceği olumsuzlukları telafi edebilecek bir
mekanizma işlevi görecektir. O sebeple nikâhta veli her zaman önemlidir.
Bütün mezhepler kızın emsal mehri ve dengi ile evlenmesi hususunda
hassasiyet göstermektedirler. Aksi durum o dönemlerdeki anlayışta “ahlakı düşük
kız” intibaı verdiği için veliyi rencide edici özellik taşımaktadır. Bununla veli
korunmak istenmiştir. İkinci olarak mehir tespit edilmeden evlenen kızların
mehirleri emsallerine göre tespit edileceği için mehrin düşük oluşu aynı zamanda
onlara zarar vermektedir. O sebeple bu görüşle onların da haklarının koruması
hedeflenmektedir. İlk şart örfîdir. Zamana ve mekâna göre değişebilir. İkincisi
süreklilik arzetmektedir.
Buna göre kızının evliliğinde veliyi rencide edici, aileyi küçük düşürücü bir
durum yoksa veli itiraz etmemelidir. Bu durumlarda kızın tercihi esas alınmalı,
yetkinin diğer velîye geçmesi gibi bir formalitenin aile içi çekişmeleri beraberinde
getirebileceği de düşünülerek velinin velayeti sona ermiş olmalıdır. Bir ömür
geçireceği eşini seçme konusundaki karar ya da izin elbette sadece veli’nin elinde
olmamalıdır. Ama iyi niyetli bir velinin tecrübesinden yararlanmanın da kurulacak
yuvanın selameti ve huzuru açısından önemli olduğu unutulmamalıdır. Kızlar da
ailesi için olumsuz görüntü verecek davranışlardan sakınmalıdırlar.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
39
Aile Hayatı İle İlgili Problemler I
Günümüz toplumları müçtehit imamlar dönemindekinden farklı bir
yapıya sahiptir. Bu sebeple daha önceki içtihadi hükümleri değerlendirirken
mevcut şartları da dikkate almak zorundayız. Her içtihadi hüküm ortaya
çıktığı dönemin boyutları ile ilgilidir. Olayların boyutları değişmiş ya da ona
Bundan başka nikâh
akdi kadının haklarını
güvence altına
almalıdır. Bu noktada iki
tedbir önem
arzetmektedir: Birincisi,
evlenmek isteyen
gençlerin mutlaka
ailelerine haber
vermeleri ve evliliği ilan
edip duyurmaları;
ikincisi de, nikâhın tescil
ile resmiyet kazanması
ve hukukî güvenceye
alınmasıdır.
yeni boyutlar eklenmiş ise bunları da değerlendirmeye alma zarureti vardır.
Bu sebeple Hanefi mezhebine göre nikâhta veli’nin izni şart değildir diyerek
onların haberi olmaksızın sadece iki şahidin huzurunda yapılan evlilikleri
İslam’ın değerleriyle bağdaştırmak zordur. Hz. Peygamber nikâhın ilanı
üzerinde çok durmuş ve o dönemlerde düğün ziyafeti ve eğlence ile nikâhın
ilanını istemiştir.
Bundan başka nikâh akdi kadının haklarını güvence altına almalıdır. Bu
noktada iki tedbir önem arzetmektedir: Birincisi, evlenmek isteyen gençlerin
mutlaka ailelerine haber vermeleri ve evliliği ilan edip duyurmaları; ikincisi de,
nikâhın tescil ile resmiyet kazanması ve hukukî güvenceye alınmasıdır.
Evliliğin daha sonra ayrılma ile sonuçlanması halinde velinin evlilikten
haberdar olması kızın problemlerinin ailesi ve toplum tarafından kabulünü daha
kolay hale getirecek; tescil ile de kadının hakları güvenceye alınmış olacaktır.
İslâm’ın evlilik konusunda gözettiği en temel hedef, kalıcılık ve mutluluk
esasına dayanmış olmasıdır. Hatta Allah Teâlâ, Kur’an-ı Kerim’de varlık ve
kudretinin alameti olarak huzur ve sükûna kavuşturan eşleri yaratmasını, eşler
arasına sevgi ve muhabbet koymasını zikretmektedir (Rûm, 30/21). Bu sebeple
eşlerin birbirine ısınamadığı bir evliliğe onları zorlamak İslam’ın ruhuna uygun
düşmemektedir. Zira daha başlangıçta sevgiden yoksun bir biçimde ve mutluluk
vadetmeyen tarzda bir evliliğin kalıcı olması düşünülemez. Cebrî velâyet kızın
evliliğinde kendisi ve ailesi açısından bir sorun bulunmadığında ve kızın da aslında
istekli olduğu fakat cesaret edemediği hâllerde “Tamam verdik.” demekten
ibarettir. Bu da ıstılah anlamında bir cebir değil, ona bir yardımdan ibarettir. Hz.
Peygamberin kızların rızası alınmadan evlendirilemeyeceğine dair hadisi açıktır
(Buhârî, “Nikâh”, 42, “İkrâh”, 3, “Hiyel”, 11; Ebû Dâvûd, “Nikâh”, 25; Nesâî,
“Nikâh”, 35, 36).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
40
Aile Hayatı İle İlgili Problemler I
GİZLİ NİKÂH
Nikâh bir akittir ve bireyi ilgilendiren yönü olduğu kadar toplumsal boyutu
da vardır. Bu sebeple evlenenlerin bilinmesine ihtiyaç vardır.
Nikâhın gizli yapılması muharremât hukukuna riayeti zora soktuğu için
zarûrât-ı diniyyeden neslin muhafazası ilkesine ve ırz ve namusun korunması
prensibine ters düşer. Bu da aile kurumuna zarar verir. .
Nikâhta aleniyet, tarafları gayrimeşru ve ahlak dışı ilişkilerde bulundukları
yönündeki zandan kurtarır. Ayrıca tarafların evli olduklarının bilinmiş olması
kendilerine yapılacak evlenme tekliflerinin de önünü alır. Bütün bu vb. sebeplere
binaen Hz. Peygamber (s.a.s.) defle bile olsa nikâhın ilanını talep etmiş (Tirmizî,
“Nikâh”, 6; İbn Mâce, “Nikâh”, 20; Ahmed b. Hanbel, IV, 5, 78), nikâhta helal ile
haramın (sifâh/zina) arasını ayıranın def ve ilan (es-savt/meşru eğlence) olduğunu
bildirmiştir (Tirmizî, “Nikâh”, 6; Nesâî, “Nikâh”, 72; İbn Mâce, “Nikâh”, 20). Nitekim
kendisi ashaptan bazı kişilerle birlikte Benû Zurayk kabilesinin şarkı ve oyunla
eğlendiklerini görünce sebebini sormuş düğün eğlencesi olduğunu öğrenince de:
“Dini kemale erdi. Bu nikâhtır, sifâh/zina değildir. Gizli nikâh da değildir. Def’in
işitildiği
dumanın
tüttüğü
(ziyafetin verildiği) nikâh
gizli
evlilik
olarak
nitelendirilemez.” buyurmuştur (Beyhakî, VII, 790). Hz. Âişe’nin (r.a.) nikâhlarda
ariyet olarak verdiği bir “def”inin bulunduğu (Serahsî, V, 31) ve düğünlerde
söylenen şarkı sözlerinin (İbn Mâce, “Nikâh”, 21; Ahmed b. Hanbel, III, 91; IV, 78)
bize kadar ulaştığı dikkate alınırsa bu yönde bir kültürün oluşmuş olduğunu
belirtmek gerekir.
Bu anlayış çerçevesinde daha sonraki dönemlerde de gizli evlilik
konusunda sert tepkiler oluşmuş; mesela Hz. Ömer bu tür evlilik yapanları zina
suçu işlemekle itham etmiş ve taşa tutmak suretiyle idam edeceğini duyurmuştur.
(Mâlik, el-Muvatta’, “Nikâh”, 26).
Nikâhta şahit bulundurma zorunluluğu (Buhârî, “Şehâdât”, 8; Ebû Dâvûd,
“Nikâh”, 19; Dârimî, “Nikâh”, 11) ispat güvencesi yanında aleniliği de sağlama
amacına yönelik bir tedbirdir. Keza velîme olarak bilinen düğün ziyafetlerine başta
Hz. Peygamber ve sahabe olmak üzere Müslüman toplumlarda büyük önem
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
41
Aile Hayatı İle İlgili Problemler I
verilmesi evlenen çiftlerin sevinç ve mutluluklarına ortak olma yanında evlenmede
aleniyeti sağlamak, nikâhın önemli bir iş olduğunu hissettirmek ve toplumsal
meşruiyeti temin amacına matuftur.
Nikâhın mescitlerde ilan edilmesi talebi de (Tirmizî, “Nikâh”, 6) nikâhın
toplum tarafından bilinilirliğini sağlama maksadına yöneliktir. Çünkü ilk
dönemlerde kamuya açık tek alan ve toplanma yeri, önemli meselelerin
duyurulduğu yegâne merkez mescitlerdir. Hz. Peygamber de bu amaçla mescidi
kullanmış ve kendisinden sonra râşid halifeler de aynı yönde hareket etmişlerdir.
Zaten herhangi bir çağrıya gerek kalmadan günde beş defa insanların orada
toplanmış olmaları pratiklik sağladığı gibi duyurunun geniş kitlelere ulaşmasını da
temin etmekteydi. Belli dönemlerden sonra camilerin ibadet
dışındaki
fonksiyonları özel kurumlara devredilmiştir. Nikâh da bunlardan birisidir. Bugün
evlendirme daireleri bu yönde faaliyetleri icra etmektedirler.
Nikâh hangi şartlarda gizli sayılır? Fukaha arasında bu husus tartışmalıdır.
Hanefîler, Şafi‘îler ve Hanbelilere göre gizli nikâh, iki şahidin bulunmadığı nikâhtır
ve batıldır. Taraflar akdin gizlenmesi hususunda anlaşmış olsalar bile nikâhın
şahitler huzurunda kıyılması onu gizlilikten çıkarır. Çünkü veli, iki şahit ve evlenen
iki kişinin olduğu bir yerde gizlilikten söz edilemez. Kaldı ki bu kişilerden mesela
şahitlerden gizleme talebi bir anlam ifade etmez. Bu görüşte olanlara göre Hz.
Peygamber’in def çalınmasıyla ilanını istemesi ise ek bir tedbirdir ve menduptur.
Malikilerdeki meşhur görüşe göre ise akit esnasında şahitlerden, diğer görüşe göre
ise şahitler dışındaki taraflardan mesela evlenen çiftler ve veliden nikâhı
gizlemelerinin istenmesi hâlinde gizli nikâhtan söz edilir. Bu durumda zifaf vaki
olmamışsa nikâh feshedilir; olmuşsa taraflar ayrılırlar (tefrîk). Bu sebeple Mâlikiler
zifaf öncesi nikâhın ilanına önem verirler. Diğer mezheplere göre şahitler
huzurunda akdedilen ve gizlenmesi istenen nikâh geçerlidir; ancak mekruhtur.
Hanefiler dışındaki üç mezhebe göre velinin izni alınmadan dolayısıyla veliden
habersiz kıyılan nikâhın da batıl olduğunu belirtmeliyiz. Ebu Hanife de reşit kızların
evliliğinde veli iznini gerekli görmese de bu evlilikten rencide olması ya da
ayıplanması hâlinde veya zarar ortaya çıkması durumunda nikâha müdahil
olacağını ve feshettirebileceğini savunmaktadır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
42
Aile Hayatı İle İlgili Problemler I
Hz. Peygamber’in nikâhın ilanına ne kadar önem verdiği belirtilmişti.
İnsanların bu kadar hareketli olmadıkları ve genellikle herkesin birbirini tanıdığı,
kimin kiminle evli olup olmadığının bilindiği dönemlerde dahi nikâhın aleniyetinin
mümkün olan bütün araçlarla sağlanması yönünde çaba sarfedildiğini gördük.
Günümüzde özellikle öğrenciler arasında bu tür evliliklerin yaşandığını hatta bazı
ülkelerde oldukça yaygın olduğu dikkate alınırsa gizli nikâhın İslam’ın ruhuyla
bağdaşmadığı belirtilmelidir.
Gizli nikâhın zina olduğunu belirten Hz. Peygamber ve sahabenin bu
yöndeki uyarılarını dikkate almak gerekir. Günümüzde nikâhın sadece iki şahidin
huzurunda akdedilmesi büyük bir fesada sebebiyet vermektedir. Herhangi bir
sebeple nikâhın toplumdan gizlenmesi arzu ediliyorsa evliliğin en azından tarafların
aileleri tarafından bilinmesi gerekir.
MÜSLÜMAN KADININ-GAYRİMÜSLİM ERKEKLE EVLİLİĞİ
Özellikle son dönemlerde uluslararası ulaşım ve iletişimin tarihte
görülmemiş biçimde yaygınlaşması farklı din mensuplarının da birbirleriyle evlilik
ilişkilerine girmelerine zemin hazırlamıştır. Bu olgu müslümanın gayrimüslimlerle
evliliğini de yeniden gündeme getirmiştir. Müslüman bir erkeğin ehlikitap’tan iffetli
bir kadınla evlenebileceği ayet hükmüyle (Maide, 5/5) sabit iken Müslüman kadın
için aynı hakkın bulunmaması sorgulanmaya başlanmıştır.
Ülkemizde Müslüman bir kadının ehl-i kitap erkekleriyle evlenebileceklerini
dile getiren Hüseyin Atay’a yakın zamanda bazı araştırmacılar eklenmiş
durumdadır. Yaşar Nuri Öztürk, Abdülaziz Bayındır ve M. Hayri Kırbaşoğlu bunlar
arasındadır. Bunlardan bir kısmı akli izahlarla bunun meşruiyetini savunmakta,
ihtiyaç gerekçesine dayanmakta, bir kısmı da Kur’anda bunu yasaklayan açık bir
hükmün bulunmadığından hareket etmektedir.
Müslüman bir kadının Müslüman olmayan bir erkekle evlenemeyeceği
hususunda geçmiş alimler arasında icma bulunduğu için aksi görüşte olan bir âlim
ismi zikredip onun görüş ve delillerine yer vermemiz mümkün gözükmemektedir.
Bu sebeple böyle bir evliliğin niçin caiz olamayacağını izahla yetinmek gerekecektir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
43
Aile Hayatı İle İlgili Problemler I
Bu konuda üç husus önemlidir:
Birincisi evliliğin haram ve helali ilgilendiren bir yönü vardır ve bu konuda
tek yetkili olan bizzat Allah Teâlâ’dır. Onun dışında hiç kimse haram ve helali
belirleyemez. Bu, Allah hakkıdır, te‘abbüdîdir.
İkincisi evlenme ve boşanmayı ilgilendiren hususlarda ayrıntı esastır ve ana
noktalarda içtihada açık bir yön yoktur. Bu ayrıntılardaki maslahat sabittir.
Üçüncüsü “Irzlarda asıl olan haramlılıktır” külli kaidesidir. Bunun anlamı
şudur: Allah Te‘âlâ helal olanları açıklamıştır. Helal olarak belirlenenler dışında
kalmış olanlar haramdır ve onun haramlılığı için ek bir delile ihtiyaç yoktur.
Müslüman
kadının
ehlikitaptan
birsiyle
evlenemeyeceği
hususunda
İslam
âlimleri arasında icma
oluşmuştur.
Bu açılardan bakıldığında Maide suresinin 5. Ayetinde hüküm açıktır:
“Mümin kadınlardan iffetli olanlar ile sizden önce kendilerine kitap verilenlerin (ehli kitap) iffetli kadınlarıyla gayrimeşru ilişkide bulunmak veya gizli dost tutmak şeklinde değil de mehirlerini vererek meşru bir nikâhla evlenmeniz size helâl kılınmıştır.
Bu ayete göre Müslüman bir erkeğin ehlikitaptan iffetli bir kadınla mehrini
vererek evlenmesi helal kılınmıştır. Ancak daha hassas olmasına rağmen Müslüman
bir kadının ehlikitaptan bir erkekle evliliğine temas edilmemiş olması evlenme
yasağına delalet eder. “Irzlarda asıl olan haramlılıktır.” kuralına göre helal olduğu
açıklanan dışındakiler haramdır. “Muharremâtta asıl olan te‘abbüdîliktir” kuralı da
bu konuda içtihat edebilmeye açık bir kapı bırakmamaktadır. Bu sebeple Kur’an-ı
Kerim’de “Ehl-i kitap erkekleriyle Müslüman kadının evlenmesini engelleyen bir
hüküm yoktur.” denemez. Görüldüğü gibi vardır. Buradan hareketle de “Önemli
olan iffettir ya da insanlıktır veya uyumdur.” denilerek Müslüman kadınlar ehlikitap
erkeklerle evlenebilir şeklinde bir fetva verilmesi tutarsızdır, anlamsızdır.
Müslüman kadının ehlikitaptan birsiyle evlenemeyeceği hususunda İslam
âlimleri arasında icma oluşmuştur.
Müslüman
olmayan
karı-kocadan
birisinin
Müslümanlığı
seçmesi
durumunda takip edilecek yol klasik fıkıh eserlerinde yer almaktadır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
44
Özet
Aile Hayatı İle İlgili Problemler I
•Aile bir toplumun en önemli kurumudur. Ailenin kurucu unsuru
nikâhtır. Nikâh mutluluk ve kalıcılık esası üzerine kurulur. Bunun
için kuruluş öncesi bir takım tedbirler öngörülmüştür: Denklik,
görüşme, nişanlılık bunlardandır.
•Aile kurulduktan sonra kalıcılık ve mutluluğu sağlayan üç temel
değer vardır. Bunlar rahmet, meveddet ve sükûnettir. Rahmet
nezaket ve ihsandan oluşan iki unsura sahiptir. Meveddet
karşılıksız sevgi demektir. Bunlardan da huzur anlamına gelen
sükûnet doğar.
•Bütün dinler gibi İslam da nikâhla ilgili konularda ayrıntılı
hükümlere yer vermiştir. Bunlar te‘abbüdîdir.
•Bütün İlâhî dinlerde nikâh, şehveti kontrol ederek iffeti sağlayan
doğuma meşruiyet kazandıran bir fonksiyona sahiptir.
•Nikâhın ibadet arzeden bir yapısı vardır ve bütün dinlerin ortak
noktalarından olan nesli koruyan bir işleve sahiptir.
•Formalite nikâhı, amaç dışı şekli evliliktir ve İslâm’ın tasvip
etmediği bir uygulamadır.
•Resmiyet kazandırılmamakla beraber diğer şartları taşıyan nikâh
dinen geçerlidir. Ancak resmiyet kazanmadığından hakların
korunması ve yükümlülüklerin ifası kanun himayesinden
mahrumdur. Dolayısıyla mahkemeler böyle bir davayı
dinlemediğinden çoğu kere kadınlar bundan mağdur olurlar.
•Misyâr nikâhı ile ilgili olumlu ve olumsuz görüşler vardır. Bu
sebeple doğrudan cevaz vermek yerine şartlara göre
değerlendirmek gerekir.
•Mut‘a nikâhı mutluluk ve kalıcılık ilkesine aykırılık taşıdığından
caiz değildir.
•Veliler ve aileler kendilerini rencide edici bir durum
bulunmadığında kızlarının istedikleri ile evliliklerine engel
olmamalılar. Kızlar da ailelerin hassasiyetlerini dikkate
almalıdırlar. Günümüz Türkiye’sinde aileden habersiz gizli
evlilikler aileyi rencide edici özelliğe sahiptir.
•Müslüman kadınların gayrimüslim erkeklerle evliliğinin caiz
olmadığında icma vardır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
45
Aile Hayatı İle İlgili Problemler I
DEĞERLENDİRME SORULARI
Değerlendirme
sorularını sistemde ilgili
ünite başlığı altında yer
alan “bölüm sonu testi”
bölümünde etkileşimli
olarak
cevaplayabilirsiniz.
1.Aşağıdakilerden hangisi Kur’an ve sünnetin öngördüğü aile modelini
oluşturan ilkelerden değildir?
a)
Mutluluk ve kalıcılık esası üzerine kurulması
b)
Doğal / fıtrî rol paylaşımını öngörmesi
c)
Aile içi ilişkilerde rahmet-meveddeti esas alması
d)
Aile reisini buyurgan yetkilerle donatması
e)
Ailevi sorunlarda aile içi dinamikleri öncelemesi
2.Mut‘a nikâhını caiz gören tek mezhep hangisidir?
a)
Zeydilik
b)
Cafeiîlik
c)
Hanefîlik
d)
Malikilik
e)
Şâfi‘ilik
3. Kızlar hangi durumdaki evlilikte velisinin hakkını korumuş olur?
a)
Zengin birisiyle evlendiklerinde
b)
Statüsü yüksek birisiyle evlendiklerinde
c)
Örfe göre velisini rencide edecek ve aileyi küçük düşürecek
davranışlardan kaçındıklarında
d)
Özgürce evlenebildiklerinde
e)
Mehirlerini yüksek aldıklarında
4. Tescil edilmemiş nikâhın olumsuz sonucu nedir?
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
46
Aile Hayatı İle İlgili Problemler I
a)
İhtilaf durumunda mahkeme davayı dinlemediği için haklar
korunamaz.
b)
Böyle bir nikâh dinen geçersizdir.
c)
Böyle bir evlilikten doğan çocuk meşru değildir.
d)
Kocanın nafaka yükümlülüğü yoktur.
e)
Kadının mehir isteme hakkı yoktur.
5. Aile hukuku alanında “Irzlarda aslolan haramlılıktır.” kuralı ile ilgili
aşağıdakilerden hangisi yanlıştır?
a) Helallik istisnadır.
b) Helaller ayrıntılı olarak belirlenmiştir.
c) Evlenilmesi yasak olanlarda esas te‘abbüdîliktir.
d) Müslüman bir kadın gayrimüslim bir erkekle evlenemez.
e) Haramların sınırları içtihat yoluyla genişletilebilir.
Cevap Anahtarı
1-D, 2-B, 3-C, 4-A, 5-E
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
47
Aile Hayatı İle İlgili Problemler I
YARARLANILAN KAYNAKLAR
Acar,H.İ.(2000), İslam Hukukunda Evliliğin Sona Ermesi, Erzurum:
Ekev Yayınları.
Acar,H.İ.(2005), “İslam Hukuku Açısından Nişanlanma”, Atatürk
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi,sy. 23, Erzurum.
Ahmed İbrahim Bek-Vasıl Alaüddin (2003), Ahkâmü’l-Ahvâli’şŞahsiyye fi’ş-Şerî‘ati’l-İslâmiyye
ve’l-Kânûn, Kahire:
el-Mektebetü’l-
Ezheriyye.
Aydın, M. A. (1985), İslam-Osmanlı Aile Hukuku, İstanbul: Marmara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları.
Beyhakî (1994), Es-Sünenü’l-Kübrâ (nşr. M. Abdülkadir Atâ), Mekke:
Mektebetü Dâri’l-Bâz.
Dalgın, N. (2003), “İslam Hukuku Açısından Müslüman Bayanın Ehl-i Kitap
Erkekle Evliliği”, İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi içinde (sy. 2, Konya, 2003), s.
131-156.
Ebû Zehre, M. (1950), El-Ahvâlü’ş-Şahsiyye, Kahire: Dâru’l-Fikri’l-Arabî.
Ebû Zehre, M. (2006), El-Fetâvâ, Dımaşk: Dâru’l-Kalem.
Güngör, E. (1995), Ahlâk Psikolojisi ve Sosyal Ahlâk, İstanbul: Ötüken
Neşriyat.
İbn Âşûr, M.T. (1985), Makâsıdü’ş-Şerî‘ati’l-İslâmiyye, Tunus: eş-Şeriketü’tTûnisiyye.
Karaman, H. (1996), Mukayeseli İslam Hukuku, İstanbul: (Nesil Yayınları)
Köse, S. (1996), İslam HukukundaKanuna Karşı Hile, İstanbul: Birleşik
Yayıncılık.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
48
Aile Hayatı İle İlgili Problemler I
Köse, S. (1997), “Teşekkül Devrinde Fıkhın Dünyevîliği Fikri ve
Günümüzdeki Yansımaları”, İLAM Araştırma Dergisi, İstanbul: İlmi
Araştırmalar Merkezi, II/2, 195-220.
Köse, S. (1998), “Hülle”, DİA, İstanbul: TDV Yayınları, XVIII, 475-477.
Köse, S. (2003), Hanefî Fakîhi İmâdî’nin Lum‘a fî Ahvâli’l-Mut‘a
Risalesinin Tahkikli Neşri” İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi içinde, Konya:
Mehir Vakfı, sy. 2, s. 242 vd.
Köse, S. (2003), “İslam Hukukuna Göre Evlenmede Velayet” İslam
Hukuku Araştırmaları Dergisi, sy. 2, Konya 2003, s. 101-116.
Köse, S. (2003), Hanefî Fakîhi Hâmid el-İmâdî’nin “Lum‘a fî Ahvâli’l-Mut‘a”
Risâlesinin Tahkîkli Neşri (edition critiqué), İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi
içinde (sy. 2, Konya, 2003), s. 227-261.
Köse, S. (2008) “Ca‘ferîlikte Mut‘a ve Ona Karşı Sünni Duruş”, Marife,
VIII/3, Konya 2008, 75-120.
Köse, S. (2008), “İslam Açısından Ebeveynin Çocukları Üzerindeki Hakları
Veya Çocukların Ebeveynine Karşı Vazifeleri”, İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi,
sy. 12, Konya 2008, s.345-368.
Köse, S. (2009), “Ailede Meşruiyet Temeli Olarak Nikâh”, Türkiye Diyanet
Vakfı Kutlu Doğum Sempozyumu: Küreselleşen Dünyada Aile, Balıkesir Nisan 2009,
Ankara 2010, s. 124-166.
Köse, S- (2009), “Misyâr Nikâhı –Kur’ân ve Sünnetin Çizdiği Aile Modeli
Çerçevesinde Bir Yaklaşım-”, İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi, sy. 13, Konya
2009, s.13-34.
Köse, S. (2010), “Günümüz Türk Aile Dokusunda Zihniyet Değişikliği
Üzerine Gözleme Dayalı Bir Analiz”, İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi, sy. 15,
Konya 2010, s.151-174.
Köse, S. (2010), “Religious, Moral and Pyschological Value of Marriage”,
International Conference, Family as a Value in Terms of Religion, Tradition and
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
49
Aile Hayatı İle İlgili Problemler I
Modernity, 26-27 November 2010 Rixos Tekirova-Antalya, conference articles, s.
183-205.
Mevdûdî, (1996) Tefhîmü’l-Kur’ân (trc. M. Han Kayani), İstanbul: İnsan
Yayınları.
Serahsî (1324), El-Mebsût, Kahire: Matbaatü’s-Se‘âde.
Kâsânî (1910), Bedâi‘u’s-Sanâi‘, Kahire: Dâru’l-Kitâbi’l-‘Arabî.
Sayis, A.-Şeltût, M., Mukârenetü’l-mezâhib fi’l-fıkh, Kahire.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
50
İÇİNDEKİLER
AİLE HAYATI İLE İLGİLİ
PROBLEMLER II
• Fıkhî Olarak Evliliğin Sonlanma Yolları
• Talak ile İlgili Güncel Meseleler
GÜNÜMÜZ
FIKIH
İSLAM İNANÇ
ESASLARI
PROBLEMLERİ
HEDEFLER
Prof.Dr. Saffet KÖSE
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• Evliliğin sonlanma yollarını bilecek,
• Boşama yetkisinin kime ait olacağını anlayabilecek,
• Aynı anda (tek celsede) boşamanın hükmünü
öğrenebilecek,
• Boşamada şahit bulundurmanın hükmünü
kavrayabilecek,
• Gayriiradi boşamaların sonucunu görebilecek,
• İddetin gerekli olduğunu anlayabilecek,
• Şarta bağlı boşamanın geçerliliğini bileceksiniz.
ÜNİTE
ÜNİTE
10
5
Aile Hayatı İle İlgili Problemler II
GİRİŞ
İslam, evlilikte kalıcılığı / devamlılığı öngörmüştür. Ancak bu devamlılık
rahmet, meveddet ve bunların doğurduğu huzur (sekînet) ortamında sağlanabilir
(Rûm, 30/21). Fakat her hangi bir sebep veya sebeplere bağlı olarak bu beraberlik
çekilmez bir hâl alabilir. Bu durumda eşler ya huzursuz olarak birbirlerine kin dolu
vaziyette beraber olacaklar ya evlilik akdi devam ettiği hâlde birbirlerinden kopuk
olarak bulunacaklar ya da evliliğe son vereceklerdir. En azından beraberliğin
şiddetli sıkıntılara sebep olduğu, birlikteliğin çekilmez hâl aldığı bu gibi durumlarda
ayrılık aileler için bir çare ve kurtuluş niteliği taşır. Bunun için her iki tarafın zarar
görmemesini temin maksadıyla üçüncü şık olan talak meşru kılınmış ve kitapsünnet tarafından bu konuda düzenlemeler yapılmıştır.
İslâm’ın evliliğin bozulmasını hoş karşılamadığı bilinmektedir. Hz.
Peygamber talakı Allah katında en sevimsiz helal olarak tanımlamıştır (Ebû Dâvûd,
“Talak”, 3; İbn Mâce, “Talak”, 1). Bununla birlikte İslam, ihtiyaç sebebiyle ayrılmaya
izin vermiş, evliliğin taraflardan birisi veya her ikisi için de çekilmez hâle gelmesi
durumunda tarafların ayrılıp kendilerine yeni bir hayat kurmalarına imkân
tanımıştır.
Ayrılma talebinin en azından ahlaki olarak haklı bir nedene dayanması,
basit sebeplerle suistimal edilmemesi Müslümana yakışan bir tavırdır. Hz.
Peygamber’in sebepsiz yere keyfi boşamaları Allah’ın sevmediğini belirterek bir
sahabiyi bu sebeple uyardığı nakledilmektedir (İbn Ebî Şeybe, nr. 19536).
Evliliğin sona ermesi ile ilgili tarihte yaşanan ve günümüzde de hâla
tartışılan bazı meseleler vardır. Aynı anda üç boşama, iddet zorunluluğu, boşamada
şahit bulundurma, boşamanın tescili, talak yetkisi, sarhoş iken boşama vs. bunlar
arasında sayılabilir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Aile Hayatı İle İlgili Problemler II
FIKHÎ OLARAK EVLİLİĞİN SONLANMA YOLLARI
Karı-koca birlikteliğinin her şeye rağmen ölüme kadar devam etmesini
istemek aile kurumunun doğal yapısına aykırıdır. Nitekim Katoliklik “Allah’ın
birleştirdiği iki insanı kullar ayıramaz.” diyerek boşanmaya imkân tanımamış ve
zaman içinde bu mezhebe mensup olan evli çiftler boşamaya izin veren ülke
vatandaşlığına geçerek boşanma yoluna gitmişlerdir. Bu sebeple boşama istenen
bir durum olmamakla birlikte ihtiyaç durumunda başvurulması gereken bir çıkış
yoludur. Bu yoların neler olabileceği bu kısımda kısaca ele alınacaktır.
En yaygın ayrılma yolu talaktır. Tek taraflı irade beyanıyla boşama
anlamına gelir. İlke olarak bu yetki kocaya aittir. Koca, bu yetkiyi eşine de
devredebilir.
Cahiliye Araplarının sınırsız olarak kullandıkları ve süistimal ettikleri talak
yetkisini İslam üçle sınırlandırmıştır (Bakara, 2/229-230). Birinci ve ikinci
boşamalarda kadın iddetini dolduruncaya kadar kocasının evinde bekler ve bu süre
Sünnî boşama sünnete
uygun şekilde yapılan
boşama; bid‘î boşama
ise sünnette
belirlenene uygun
olmayan boşamadır.
içinde koca eşine yeni bir nikâha gerek kalmadan doğrudan doğruya dönebilir.
Bununla birlikte koca talak haklarından birisini kullanmış olur. Buna fıkıh dilinde
ric‘î talak (dönülebilir boşama) denir. Eğer koca iddet içinde karısına dönmemiş ve
iddet de dolmuş ise kocasının eşiyle yeni bir nikâhla evlenme imkânı vardır. Ancak
kadın bir başkasıyla da evlenebilir. Bu boşamaya da küçük bâin (ayrılık / boşama
(beynunet-i suğra)) denir. İki boşamadan sonra koca eşine dönmüş ise tek talak
hakkı kalmıştır. Bunu da kullanırsa artık kadın bir başka koca ile evlenip onun
boşaması ya da ölmesiyle ondan olan iddetini de bekledikten sonra, ancak o zaman
eski kocasıyla yeni bir nikâhla evlenme imkânına sahip olur (Bakara, 2/230). Bu
boşamaya da büyük bâin (ayrılık / boşama (beynunet-i kübrâ)) denir. Bu şartın
şeklen yerine getirilmesine hülle denir ki bu da caiz değildir.
Boşamanın sünnete uygun yapılıp yapılmamasına göre de sünnî ve bid‘î
şeklinde ayırımı söz konusudur. Sünnî boşama sünnete uygun şekilde yapılan
boşama; bid‘î boşama ise sünnette belirlenene uygun olmayan boşamadır. Mesela
hayız hâlinde boşama böyledir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Aile Hayatı İle İlgili Problemler II
Kur’an-ı Kerîm’de ayrılığa imkân veren diğer bir yol muhâla‘a (hul‘)’dır. Bu,
karı-kocanın kadının ödeyeceği bir bedel (mesela aldığı mehirin iadesi gibi)
mukabilinde karşılıklı olarak anlaşıp evliliğe son vermeleri anlamına gelir (Bakara,
2/229). Bu yolla ayrılma talebi çoğu kere kadından gelmektedir.
Muhâla‘a sonucunda meydana gelen ayrılığın talak mı yoksa nikâh akdinin
feshi mi olduğu konusu tartışmalıdır. Bu ayırımın pratik sonucu muhâla‘anın talak
sayılması hâlinde boşama hakkından birisinin kullanılmış olması, fesih olursa talak
sayısının eksilmemesidir. İslam âlimleri arasında ağırlık kazanan görüş muhâla‘anın
talak olduğu ve bunun da bâin sınıfına girdiği yönündedir. Bu durumda koca iddet
içinde doğrudan eşine dönemez ve tekrar evlenmeye karar verirlerse yeni bir nikâh
gerekir.
Evliliği sona erdiren diğer bir yol da tefrîk’tir. Tefrik, evliliğin mahkeme
kararı ile sona ermesidir. Cinsel hastalık, fena muamele ve geçimsizlik, nafakanın
temin edilememesi vb. sebeplerle mahkemenin ayrılığa hükmetmesi İslam
hukukçularınca kabul edilen bir yoldur. Ancak Hanefîler bu alandaki sınırı oldukça
dar tutarlarken Mâlikîler ve Hanbelîler mahkemelere daha geniş yetki tanırlar.
Mesela Hanefîler iktidarsızlık gibi cinsel hastalıklar konusunda mahkemeye yetki
tanırken, nafakanın temin edilememesi ya da fena muamele ve geçimsizlik
durumunda böyle bir yetkiyi uygun görmezler. Mâlikîler ve Hanbelîler ise bu
durumlarda da mahkemenin yetkisinin bulunduğunu savunurlar.
Kur’an-ı Kerim karı-koca geçimsizliğinde uyuşmazlığı kendi aralarında
giderememeleri durumunda ailelerinden birer hakemle konuyu hâlletmelerini
önerir (Nisâ’, 4/35). İmam Mâlik’e göre hakemler boşamaya da muhâla‘aya da
yetkilidir. Ebû Hanîfe ve ve Ahmed b. Hanbel ise hakemlerin sadece tarafların
kendilerine boşama yetkisi verdiği hâllerde bu yetkiye sahip olduğunu savunurlar.
Bunlar dışında karı-kocanın ayrılığını gerektiren bazı özel durumlar da
vardır. Bunlardan biri kocanın, karısını zina hâlinde yakaladığını ya da doğan
çocuğun nesebini reddedip de iddiasını ispat edememesi durumunda kocanın
karısıyla birlikte hakim huzurunda lanetleşerek ayrılmalarıdır (Nûr, 24/5-9). Fıkıh
dilinde buna li‘ân veya mulâ‘ane denir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Aile Hayatı İle İlgili Problemler II
Bu durumda karısına zina isnat edip ispat edemeyen koca hakim
huzurunda doğru söylediğine dört defa Allah’ı şahit tutar. Beşincisinde yalan
söylüyor ise Allah’ın lanetinin üzerine olmasını diler. Peşinden kadın da kocasının
yalan söylediğine dört defa Allah’ı şahit tutar. Beşincisinde eğer kocası doğru
söylüyor ise Allah’ın gazabının kendi üzerine olmasını diler. Bundan sonra hakim
karı-kocayı ayırır ve doğacak çocuk varsa annesinin nesebine geçirir. Koca yalan
söylediğini itiraf ederse tekrar evlenebilirler. Ancak karısına zina iftirası sebebiyle
Kur’an’da öngörülen cezayı çeker (Nûr, 24/4).
Kur’an-ı Kerîm’de bahsi geçen bir başka ayrılık sebebi de îlâ’dır. Cahiliye
Araplarının uzun süreli olarak karılarıyla cinsel ilişkiye girmeyeceklerine dair yapmış
oldukları yemin anlamına gelen îlâ’yı, Kur’an-ı Kerîm dört ayla sınırlandırmış
(Bakara, 2/226-227) ve cahiliye Arap toplumunun zulüm aracı olarak kullandıkları
bu yemini, aile içi uyuşmazlıklarda bir yöntem olacak şekilde ıslah etmiştir.
Kocanın îlâ’da bulunması hâlinde dört ay içerisinde karısına dönerse evlilik
hayatı devam eder ve yemin etmiş ise yeminini bozduğundan keffaretini yapması,
nezretmiş ise onun gereğini yerine getirmesi gerekir. Îlâ’dan sonra kocanın eşine
dönüşüne Kur’an-ı Kerîmdeki kullanılışa uygun olarak (Bakara, 2/226) fıkıh dilinde
fey’ denir.
Dört ay içerisinde koca, karısına dönmediği takdirde Hanefilere göre
doğrudan doğruya Şafiîler ve Hanbeliler’e göre mahkeme kararıyla talak (boşama)
meydana gelir. Bunun sonucu Hanefilerle Hanbeliler’e göre bain talak, Malikilerle
Şafiîlere göre ric‘î talak’tır.
Koca îlâ’da bulunmaksızın sırf zarar vermek ve zulmetmek maksadıyla
karısını ihmal ederse böyle bir tutum kadının kocasından ayrılık talebi için meşru
bir gerekçedir ve bu durumun dört ay devam etmesi hâlinde kocasından ayrılma
hakkı doğar.
Cahiliye Araplarının başvurdukları diğer bir zulüm aracı da eşine “Sen bana
annemin sırtı gibisin.” diyerek yaptıkları yemin idi. Buna fıkıh lisanında zıhar denir.
Bu yemin sonucunda kadın kocasına ebedî olarak haram hâle geldiği gibi bir
başkasıyla evlenmesi de söz konusu olamıyordu. Artık onun evlilik hayatı bütünüyle
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Aile Hayatı İle İlgili Problemler II
kapanmış bulunuyordu. İşte bu uygulama, kadını haram kılma konusunda
boşamanın en sert şeklini ifade ediyordu. O dönemde toplumsal hayat erkek
egemen anlayış üzerine kurulduğu için onun evlenip boşanma konusunda herhangi
bir sıkıntısı yoktu. O dilediği kadar evlenebilir ve boşanabilirdi. Kur’an-ı Kerîm böyle
bir yeminde bulunan kocanın eşine dönebilmesine imkân tanımış; ancak onu ağır
bir keffarete mahkûm etmiştir. Bunu yapan kişinin eşine dönmeden önce bir köle
azat etmesi, buna imkân bulamayanın da iki ay peş peşe oruç tutması
gerekmektedir. Buna da gücü yetmez ise 60 fakiri doyurması gerekir (Mücâdele,
58/3-4).
Bu hükmü yerine getirmediği takdirde kocanın eşine dönmesi söz konusu
değildir. Bu konuda dört mezhebin ittifakı vardır. Koca keffarette bulunmamakta
direnir ise kadın mahkemeye başvurabilir. Bu durumda hakim kocanın ayetteki
seçeneklerden hangisini yapabilecekse onunla keffareti yerine getirmesini ister,
aksi takdirde kadının ayrılık hakkı doğar.
Îlâ’ ve zıhâr, aynı anda on kadını bir nikâh altında toplayabilen ve sınırsız
cariye sahibi olabilen cahiliye Araplarının, eşlerinden bazısının yokluğunun
kendisini etkilememesi sebebiyle yaptıkları eziyet ve zulmün görüntüsüdür. Kur’anı Kerîm bu uygulamaların zulüm aracı olmasına son vererek bunları ıslah etmiştir.
Karı-kocanın ayrılmasından bazı hukuki sonuçlar doğar. Bunlar arasında
iddet, nafaka, daha önce ödenmemişse mehir, varsa çocuğun bakım ve terbiyesi
(hidâne) sayılabilir.
TALAK İLE İLGİLİ GÜNCEL MESELELER
Evlenme ve boşanma ile ilgili meselelerden bir çoğu tarihi süreçte
tartışılmış olup bugün de ihtilaf konusu olmaya devam etmektedir. Aslında
evlenme ve boşanma hususunda Kur’an ve sünnette ayrıntılı hükümler gelmiş
olduğu ve bu sebeple te‘abbüdî nitelik arzettiği için temel noktalarda bir problem
gözükmese de bazı detaylarda tartışma devam etmektedir. Yeni teknolojik
imkânlar da en azından bazı insanların zihninde bazı hükümlere bakışta bir
farklılığa sebep olmuştur. Ancak bunlarla ilgili de mutlaka önceki içtihatlarda bir
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Aile Hayatı İle İlgili Problemler II
görüş bulunmaktadır. Bu sebeple talak meselelerinde konular selefin fikrî mirasına
da başvurarak ele alınacaktır.
BOŞAMA YETKİSİ
Talak, tek taraflı irade ile evliliğe son verme eylemidir. Talak, evliliğin
çekilmez hâl alıp işkenceye dönüşmesi hâlinde tarafların yeni bir aile düzeni
kurmalarına imkân tanımak amacıyla meşru kılınmış son derece kolay bir çıkış
yoludur. İlke olarak boşama yetkisi kocanın elindedir. İsterse bunu kısmen veya
tamamen eşine devredebilir. Buna fıkıh dilinde tefvîzü’t-talak veya kısaca tefvîz
denir. Bununla birlikte karısına boşama yetkisi veren kocanın boşama hakkı da
devam eder.
Fakihler, boşama yetkisinin kocanın elinde oluşunu bazı nasslardan
hareketle roller bağlamında değerlendirirler. Buna göre kocanın birinci derecede
aileyi ayakta tutmaktan (kavvâm) ve geçimi teminden (nafaka) sorumlu oluşu,
kadınların bu tür bir yükümlülüklerinin bulunmayışı bu yetkinin kocada olmasını
gerektirmiştir.
Yaratılış gerçekliği
(fıtrat)
itibariyle
duygusallığın
egemen
olmasından dolayı kadın psikolojisinin talak yetkisini kaldırabilecek bir güce sahip
olmadığı, erkeklerin ise kadınlara göre olaylar karşısında daha soğuk kanlı, daha sağ
duyulu, duygularına daha fazla hâkim ve özellikle aile birliğinin sonlanması gibi
hassas bir noktada krizi yönetmede daha başarılı olmalarının talak yetkisinin
kocada kalmasında etkili olduğu belirtilmiştir.
Diğer bir husus da boşama sonrası bazı vecibelerin ifasının gerekli hâle
gelmesi (ödenmemişse mehir gibi) ya da iddet içinde nafaka yükümlülüğü gibi
sorumlulukların devreye girmesi de boşama yetkisinin kocaya verilmesinin
sebepleri arasında sayılmıştır.
Boşama yetkisinin erkeğe verilmesi, eşitlik ilkesine aykırı olduğu
gerekçesiyle eleştirilere konu olmuş ve nikâhta olduğu gibi boşamanın da iki tarafın
ortak iradeleriyle gerçekleştirilmesinin daha adil olacağı iddia edilmiştir.
Bunun yanı sıra bir taraftan talak yetkisinin kocaya ait oluşunun kadının
mağduriyetine sebep olduğu diğer taraftan da ailenin sağlam temeller üzerine
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Aile Hayatı İle İlgili Problemler II
oturtulmadığı ve bunun için gerekli emniyet tedbirlerinin alınmadığı ileri
sürülmüştür.
Boşama yetkisinin, aile açısından daha sağlıklı olacağı gerekçesiyle hakime
devredilmesinin daha uygun olacağı yönünde de bir takım görüş ve düşünceler de
ortaya çıkmıştır.
Hukuk sistemli bir değerler bütününden oluşur. Onun bir meselesini ele
alırken kendi değerler bütünlüğü içinde, parçacı yaklaşımdan uzak olarak
değerlendirmek gerekir. Hepsinden önemlisi bir sistemin kendi bütünlüğü içinde
tutarlı zemine oturan bir hükmünü diğer bir dünya görüşünün verilerini esas alarak
tenkide tabi tutmak bilimsel olarak tutarlı gözükmemektedir. Meseleye bu açıdan
baktığımızda konu ile ilgili şunları söyleyebiliriz.
Birincisi İslam’ın değerler bütünlüğü içinde ailenin sürekliliği esas alınmış,
talak istisna kabul edilmiştir. Meşru bir sebep olmaksızın yapılan boşamalar dini
olarak günah sayılmıştır; Çünkü evlilik bir nimettir, talak ise nimeti kaldıran bir
özelliğe sahiptir. Nimetten vazgeçmek ise bu özelliğinin ortadan kalkması hâlinde
caiz olur. Bu sebeple fukaha nezdinde talakta asıl olanın ondan uzak durma,
kaçınma (hazr) olduğu görüşü ağırlık kazanmıştır.
İkincisi nikâhta olduğu gibi talakta da eşler arası karşılıklı rıza esas alınması
hem talakın yapısı hem de işin özü gereği mümkün değildir. Çünkü İslam hukuku
açısından talak bir akit değil tek taraflı irade ile gerçekleşen hukuki işlemdir.
Boşamayı kararlaştırmış bir kocaya karşı eşinin rızasının aranması mesela
eşin de buna razı olmaması durumunda bunun aile içinde kadın açısından zulüm ve
eziyet dışında bir sonuç doğurmayacağı açıktır. Oysa herhangi bir sebeple kocasının
boşamasından sonra evlilikler oldukça kolay tutulduğu için kadının yeniden mutlu
bir hayat kurma imkânı her zaman vardır. Şayet kadının haklı bir sebebe bağlı
olarak kocasından ayrılma niyeti varsa ilke olarak mahkeme yoluyla boşanabilme
imkânı her zaman vardır. Hanefiler bu sebepleri sınırlı tutsa da Malikiler ve
Hanbeliler oldukça geniş tutmuşlardır. Bu sebepler zaman içinde adaleti tesis ve
maslahatı temin esasına bağlı olarak gerekli görüldüğünde yeniden belirlenerek bir
standarda kavuşturulabilir. Fıkhi olarak bu her zaman mümkündür.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Aile Hayatı İle İlgili Problemler II
Bunun yanı sıra Malikilere göre haklı bir sebep varsa kadının hakem yoluyla
da kocasından ayrılma imkânı vardır. Ayrıca muhâla‘a yolu da her zaman açıktır.
Kadının evlendiği anda kocasında evliliği olumsuz etkileyebilecek
beklemediği ve evlilik öncesinde bilmediği bir eksiklik ve kusur söz konusu ise yine
kadının bu sebeple muhayyerlik hakkı vardır ve kocasından ayrılma imkânı
mevcuttur. Dolayısıyla talakın tek taraflı hukuki işlem olarak kocaya verilmiş
olması, haklı olduğu durumlarda kadının kocasına mahkum olduğu gibi bir sonuç
doğurmamaktadır.
Burada şuna da işaret etmek gerekir ki ailenin kuruluşu, işleyişi ve gerektiği
hâllerde sonlanması durumlarında hukuku aşan bir çok boyut vardır. Aileyi kurup
yaşatmayı sadece hukukun görevi saymak ona şekli bir meşruiyet kazandırmaktan
başka bir anlam ifade etmez. Çünkü bazı hukukçuların isabetle belirttiği gibi hukuk
asgarî ahlaktır. Aileyi kuran, yaşatan, gerektiğinde sonlandıran dini değerler, bu
çerçevede oluşan ahlak ve en son da bunların arka planını oluşturduğu hukuktur.
Bu bütünlüğü sağlayamamış kocaya karşı kadına hangi haklar verilirse verilsin çok
fazla bir pratik sonucu olmayacaktır. Bu sebeple İslam’ın, geldiği dönemlerde
Mekke devrinde ahlakı oluşturulmuş, Medine’de de ahkâmı konulmuştur.
Üçüncüsü eşitlik ilkesine bağlı olarak boşamada kadının rızasının aranması
durumunda kadının buna razı olmadığı hâllerde boşamanın gerçekleşmemesi
hedefleniyorsa ailenin rahmet-meveddet-sekînet değerleri üzerine kurulu sıcak
yuva hüviyetinin tesisi bununla sağlanamaz. Bu sebeple uyuşmazlık hâlinde aile
içinde kadının mutlu olması ya da huzurlu kalabilmesi mümkün değildir. Eğer
kocada vicdan gibi ahlaki kontrol mekanizmaları tam olarak devrede değilse
hukuken kadına belli ölçüde inisiyatif tanınmasının kazandırabileceği çok fazla bir
şey yoktur. Üstelik bu onun daha fazla mağdur olmasına da zemin
hazırlayabilecektir. Eğer bu konuda kadına bir pazarlık şansı tanınmak isteniyorsa
boşanma ile birlikte zaten ona verilmiş belli haklar vardır. Mehir, iddet içinde
nafaka, ortak malların bölüşümü, şahsi eşyalarının kendisine aidiyeti, hidâne vb.
hakları mevcuttur.
Dördüncüsü İslam, karı-koca arasında eşitlikten ziyade tamamlayıcılığı ve
fıtrata dayalı rol paylaşımını esas almıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Aile Hayatı İle İlgili Problemler II
Modern kültürün en temel kavramlarından birisi olan “eşitlik” kadın ve
erkeğe ait geleneksel rol paylaşımının, erkeğin üstünlüğüne dayalı erkek egemen
kültürün etkisiyle kadın aleyhine işlediği kabulüne bağlı olarak gelişmiştir. Özellikle
Batı dünyasındaki kadına bakışın serüveni incelendiğinde bunun haksız ve yersiz bir
fikir olduğu da iddia edilemez. İslam’ın değerler bütünlüğü içerisinde ve bu
doğrultuda oluşan Müslüman kültüründe kadının özel bir yeri vardır ve Batılı
anlamda bir kadın karşıtlığı olmamıştır.
Kur’an-ı Kerîm’in nikâhı, kocanın karısına verdiği mîsâk-ı galîz ( sağlam söz,
teminat) (Nisâ’, 4/21) olarak tavsif etmesi, Hz. Peygamber’in: “Siz onları Allah’ın
kelimesiyle helal edindiniz.” (Müslim, “Hacc”, 147; Ebû Dâvûd, “Menâsik”, 56; İbn
Mâce, “Menâsik”, 84) şeklindeki ifadesi de kocanın eşine karşı sorumluluğunun
mahiyetine çok hassas bir vurgudur. O sebeple Hz. Peygamber’in veda hutbesinde:
“Kadınlar konusunda Allah’tan korkun. Çünkü siz kadınları Allah’ın emaneti olarak
aldınız.” (Ebû Dâvûd, “Menâsik”, 56; İbn Mâce, “Menâsik”, 84; Dârimî, “Menâsik”,
34) şeklindeki hadisi kocanın eşine karşı ne kadar ağır bir sorumluluk yüklendiğini
göstermesi açısından son derece önemlidir. Emanete riayetsizlik ihanettir ve bu
hadise göre ihanet, eşten önce Allah’a karşı yapılmıştır. Çünkü kadını emanet eden
O’dur. Dolayısıyla emanet günlük dildeki algılanışıyla sığıntı anlamına gelmez, tam
aksine çok ağır bir sorumluluğu ifade eder.
Kur’an-ı Kerîm başka bir ihtimale yol vermeyecek açıklıkta “Kadınlarınıza iyi
davranın!” (Nisâ’, 4/19) emriyle özellikle erkekleri uyarırken Hz. Peygamber de her
alanda olduğu gibi (Ahzâb, 33/21) bu konuda da en güzel model olmuştur. Nitekim
bir hadisinde: “Allah katında sizin en hayırlınız kadınlara karşı iyi davrananınızdır.
Bu konuda en iyi örneğiniz de benim.” buyurmuştur (İbn Mâce, “Nikâh”, 50; Dârimî,
“Nikâh”, 55). Mü’minlerin annesi Hz. Âişe de bunu tasdik ederek Onun eşlerine ve
hizmetçilerine asla kötü davranmadığını açıkça ifade etmiştir (İbn Mâce, “Nikâh”,
50-51).
Geleneksel “aile reisliği” rolünün gücün despotik biçimde kullanımının
sembolik ifadesi olduğu, bunun eşitlik fikrinin doğuşunda belli ölçüde etkili olduğu
iddia edilebilir. Ancak burada şuna işaret etmek gerekir ki sosyolojik yapıların belli
ölçüde buna zemin hazırladığı düşünülse de İslam’ın öngördüğü aile modelinde
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Aile Hayatı İle İlgili Problemler II
kavvâm kelimesiyle ifade edilen aile yöneticiliğinin (Nisâ’, 4/34) despotizmi
doğurması mümkün değildir. Çünkü diğer alanlarda olduğu gibi ailede yöneticiliği
ifade eden kavvâm, yetki kullanmayı değil sorumluluğu merkeze alır ve kelimenin
sözlük manası da dikkate alındığında aileyi ayakta tutabilmek için her türlü çabayı
gösterme, gerekli fedakârlıkta bulunma anlamına gelir.
Kurumsal yapılarda sorumlu bir idarecisinin olmaması onun doğasına
aykırıdır. Aile de bir kurum olduğuna ve onun bir düzeni bulunduğuna göre onun
da bir yöneticisinin olması kaçınılmazdır. Ama burada önemli olan kurumu kimin
yönettiğinden çok nasıl yönettiği, hangi ilkelere göre hareket ettiğidir. Burada
sadece işin özünü ilgilendirmesi bakımından şuna işaret edelim ki hangi kurum
olursa olsun onun sorumluluğunu alan kişinin meseleleri ilgililerle istişarede
bulunarak çözmesi ana ilkelerden birisidir ve bu Kur’an’ın emridir (Âl-i İmrân,
3/159; Şûrâ, 38/42). Buna göre aileyi ilgilendiren konuların aile bireyleri arasında
istişare edilerek karara bağlanması esastır. Despotik tavrı engelleyen de bu ilkenin
usulüne uygun biçimde işletilmesidir. İstişare sonucunda aile bireyleri ortak bir
karara varırlarsa bunu uygulamak kolaylaşır. Ancak arada farklı görüşler bulunur ve
ortak karara varılamazsa kurumsal yapıyı ilgilendiren hususlarda son sözü kocanın
söyleyeceği durumlar daha ağırlıklıdır. Çünkü aileyi ayakta tutma görevi öncelikle
ona aittir ve alınan kararın doğurduğu sonuçlardan sorumlu olan odur. “Erkekler
için kadınların üzerinde bir derece vardır.” (Bakara, 2/228) ayetini, bağlamını
gözeterek eşine dönme meselesiyle sınırlandıranlar olsa da üslup itibariyle
umumilik ifade ettiği dikkate alınırsa az önceki husus da bu ayetin kapsamı dışında
gözükmemektedir. Ancak kadının daha iyi bildiği hususlarda ya da kendisini
doğrudan ilgilendiren bir konuda her şeye rağmen sırf erkek olmak ona son sözü
söyleme yetkisi vermez. Koca “Bilmiyorsanız, bilenlere sorun.” ayetinin (Nahl,
16/43; Enbiyâ, 21/7) kapsamı dışında değildir.
İstişare dışında aile içi ilişkileri düzenleyen rahmet-meveddet-sükûnet’in
despotizmi ve yetkiyi kötüye kullanmayı engelleyici bir özellik arzettiğini söylemek
gerekir.
Bütün bu çerçeveye bir bütün olarak bakıldığında talak yetkisinin kocanın
elinde oluşunun doğuracağı bir olumsuzluk gözükmemektedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Aile Hayatı İle İlgili Problemler II
Beşincisi boşama yetkisinin mahkemeye devri Kur’an’ın emri olan ihsân
derecesinde bir boşanmaya engel olacaktır.
Kur’an-ı Kerîm boşamanın bile güzellikle ve incitici bir tavır takınmadan
yapılmasını ister (Bakara, 2/229). Ayrıca aile içi anlaşmazlıkların aile dışına
taşırılmamasına özen gösterilmesini talep eder. Boşama yetkisinin mahkemeye
bırakılması
durumunda
taraflardan
birisinin
boşanmak
üzere
müracaatı
neticesinde hâkimin talebin haklı olup olmadığını ya da haklılıkların ortaya
çıkarılmasını sağlamak amacıyla bir dizi aile içi meseleleri sorgulama yoluna gitmesi
kaçınılmaz hâle gelecektir. Taraflardan her birisi kendisinin haklılığını karşı tarafın
haksızlığını ortaya koyabilmek için; karalama, lekeleme, sudan sebepleri abartma
gibi yollara başvurabileceğinden bu kin ve nefreti beraberinde getirecek dolayısıyla
Kur’an’ın ihsân merkezli boşama talebini işlemez hâle getirecektir. Neticede
davanın günlerce hatta aylarca sürmesi sonucu askıda kalan bir kadın görüntüsü
ortaya çıkacaktır. Çünkü evli olduğu için bir başkasıyla evlenme imkânı yoktur.
Evliliği de aile hayatına uygun değildir. Bu durumda iki eziyet arasında bekleme
zahmetini çekecektir. Bu acıklı hayattan çıkabilmek için evlenmenin yanında gerekli
şartlar oluşmuşsa boşamanın da kolaylaştırılması en uygun yoldur.
İlişkilerin sadece hukukla belirlendiği sistemlerde bir takım hak ve
yetkilerin kötüye kullanılması her zaman mümkündür. Arka planında dini
değerlerin ve bunun oluşturduğu ahlakın bulunmadığı hukuk düzenleri sadece
şekilsel olarak belli sorumlulukların yerine getirilmesine hizmet eder. Tarihte ve
günümüzde bir çok İslam ülkesinde bununla ilgili örnekler mevcuttur. İnsanın
olduğu her yerde bu tür problemlerin ortaya çıkması da tabiidir. Talakın suistmali
de böyledir. Önemli olan bu tür kaçakların sistemli hâle gelmemesi ve zulüm göreni
eziyetle baş başa bırakmama konusunda hassasiyet gösterilmesidir.
AYNI ANDA (TEK CELSEDE) BOŞAMA
Boşamanın üçle sınırlı olduğu Kur’an hükmüyle sabittir. Prosedürü de
bellidir. Buna göre usulüne uygun boşama, her bir boşamanın kadın hayızlı
değilken yani temiz iken, cinsel ilişkiye girmeden bir talakla yapılanıdır. Ancak üç
talakla boşamanın aynı anda yapılması sahabe döneminden bu yana görülmüş ve
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Aile Hayatı İle İlgili Problemler II
hükmü tartışılmıştır. Günümüzde de çoğu kere bir anlık öfke ile aynı yönde
eylemler sürmekte ve insanlar bir müddet sonra pişman olup buna çözüm
aramaktadırlar. Bu sebeple aynı anda üç talakla boşama bir problem olarak eski de
olsa güncelliğini korumakta ve hükmü ile ilgili ihtilaflar bugün de sürmektedir.
Aynı anda üç boşama etrafında üç görüş oluşmuştur.
Birincisi bu, Kur’an ve sünnete uygun bir boşama olmadığı için bid‘î
boşamadır ve hükmü yoktur. Bu şekilde boşama vaki olmaz.
İkinci görüşe göre aynı anda üç talakla boşama üç olarak değer kazanır.
Dört mezhep imamının da dahil bulunduğu fukahanın çoğunluğu bu görüştedir.
Artık bir evlilik için tanınan boşama yetkisinin hepsi kullanıldığından bain kübra
gerçekleşmiş olur ve kadın bir başka koca ile evlenip ayrılmadıkça bu kocanın
yeniden ona dönüş imkânı ortadan kalkar. Bu görüş sahipleri talakla ilgili Bakara
suresinin 228-229. ayetlerinin mutlak olarak nazil olduğunu herhangi bir kayıt
taşımadığını dolayısıyla aynı anda üç talakla boşamanın üç olarak geçerliliğine
delalet ettiğini savunurlar. Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Abdullah b. Mes‘ûd gibi
fakih sahabilerin bu yönde fetva verdiklerini iddia ederler.
Üçüncü görüşe göre ise aynı anda birden fazla boşamalar bir talak sayılır.
Bu birinci ve ikinci boşama ise talak ric‘î’dir. Bazı fakih sahabiler; Tâvûs b. Keysân,
Atâ b. Ebî Rabâh, Câbir b. Zeyd, Muhammed b. İshak, Mukatil er-Râzî, Davud ezZâhirî, Amr b. Dînâr, Bakî b. Mahled; bazı Hanefî, Mâlikî ve Hanbelî âlimleri,
Şevkânî ile çağdaş âlimlerden Muhammed Abduh, M. Reşid Rıza, Ali Sâyis,
Mahmûd Şeltût, Muhammed Ebû Zehre, Mustafa Ahmed ez-Zerkâ’, Hayreddin
Karaman bunlardandır.
Talakın serüvenine bakarak sonuç belirlenebilir. Şöyle ki:
İslam’dan önce cahiliye döneminde boşamaya herhangi bir sınır yoktu. Bir
erkek karısını istediği kadar boşayıp iddet bitmeden tekrar alabiliyordu. Erkek,
talak vasıtasıyla karısına zulüm yapıyordu ve kadın erkeğin elinde bir oyuncak
hâline gelmişti. Çünkü koca karısını boşuyor, iddetinin dolmasına az bir süre kala
tekrar ona dönüyor ve bir daha boşuyordu. Bu eziyet sürüp gidiyordu. Böyle bir
durumda Ensar’dan bir sahabi karısını tekrar tekrar boşayıp iddet bitmeden geri
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Aile Hayatı İle İlgili Problemler II
almıştı. Bu haksızlığa maruz kalan kadın: “Aile hayatımız devam etsin, etmeyecekse
beni boşa.” dedi. Kadının bu haklı isteğine kocasının verdiği cevap: “Allah’a yemin
ederim ki seni ne alırım ne de boşarım.” şeklinde olunca talak hükümlerini
düzenleyen şu ayetler nazil oldu:
“Boşama iki keredir. Her ikisinden sonra ya iyilikle evlilik içinde tutmak veya
güzellikle serbest bırakmak gerekir. Allah’ın koyduğu kurallara uymamalarından
endişe etmediğiniz sürece onlara verdiğiniz mehirden hiçbir miktarı geri almanız
sizin için helal olmaz. Eğer Allah’ın kurallarına uymamalarından endişeniz olursa,
kadının evlilikten kurtulmak için verdiği meblağda taraflara bir vebal yoktur. Bunlar
Allah'ın koyduğu kurallardır, bu sebeple onları çiğnemeyin. Her kim Allah’ın
koyduğu kuralları çiğnerse işte onlar zalimlerin ta kendileridir. İkinciden sonra koca
eşini bir daha boşarsa, bundan sonra kadın, boşayandan başka bir koca ile
evlenmedikçe ona helal olmaz. İkinci koca da onu boşarsa, birinci kocası ile bu
kadının, Allah’ın kurallarına riayet edeceklerini zannederlerse, tekrar evlilik
hayatına dönmelerinde bir sakınca yoktur. Bunlar Allah'ın kurallarıdır, bilmek
isteyenler için onları açıklamaktadır.” (Bakara, 2/229-230).
Bu ayetler boşamanın üçle sınırlandırıldığı ve üç talakla boşanmış bir
kadının boşayan kocası ile tekrar evlenebilmesi için bir başka kocayla fiilen evlenip
bu ikinci kocasının da onu kendi rızasıyla boşaması veya ölümü neticesinde kadının
serbest kalmasını şart koşmaktadır. Bundan sonra da kadın iddet müddetini
bekleyecektir. Allah Teala’nın üçüncü boşamadan sonra kadını, kocasına haram
kılması bir cezadır. Bu gereksiz yere boşamayı önlemeyi hedeflemektedir. Bu
sebeple talakta asıl olan hazr’dır (kaçınma / sakındırma). Dolayısıyla ihtiyaç
miktarınca boşanmaya müsaade edilmiştir ki bu da üçtür. Böyle üç talakla
boşanmış bir kadını ilk kocaya helal kılmak maksadıyla yapılan şekli evliliğe hülle
veya tahlîl denilmekte, üç talakla boşanmış kadını, boşayan bu kocasına helal
kılmak için evlenen kişiye de muhallil denir. Üç talakla karısını boşayan ve kendisi
için hülle yapılan kocaya da muhallelün leh denir.
Kur’an-ı Kerîm ve Hz. Peygamber ailedeki süreklilik ilkesinin tabii sonucu
olarak genellikle aile birliğinin devamı yönünde tutum takınmışlardır. Bu sebeple
gerek Hz. Peygamber ve gerekse Hz. Ebu Bekir dönemi ile Hz. Ömer’in hilâfetinin
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Aile Hayatı İle İlgili Problemler II
ikinci yılına kadar boşama ile ilgili tatbikat Kur’an ve sünnetin çizdiği çerçevede
devam ediyordu. Bir temizlik dönemi içerisinde aynı anda gerçekleştirilen üç talak
bir kabul ediliyordu. Bu dönemlerde Müslümanlar talak konusunda oldukça hassas
davranıyorlardı.
Bir sahabi hata eseri karısını bir defada üç talakla boşayıp bunun
gerçekleştiğini zannederek karısına dönüş yolunun kapandığını sanmış ve Hz.
Peygamber’e gelerek olayı arzetmiş. Resulullah da bunun bir talak ifade ettiğini ve
karısına dönebileceğini söylemişti. Bazı rivayetlere göre de aynı anda üç talakı
birden kullandığını söyleyen sahabiye kızarak: “Ben aranızdayken Allah’ın kitabıyla
mı oynanıyor?” şeklinde tepki göstermişti (Nesâî, “Talak”, 6).
Yine Rükâne b. Abdi Yezîd karısını üç talakla boşamış sonra pişman olmuş
ve Hz. Peygamber’e gelerek durumu arzetmiş; Resulullah da “Bir defada mı?” diye
sormuş, “evet” cevabını alınca, “karına dön!” buyurmuştur (Ebû Dâvûd, “Talak”,
10).
Hz. Ömer döneminde uygulamada bazı değişiklikler oldu. Halife, aynı anda
Kur’an-ı Kerîm,
mü’minlerden, eşlerini
boşamaya son çare
olarak başvurmalarını
(Nisâ’, 4/34-35) aynı
anda değil zamana
yayarak üç talak
şeklinde kullanmalarına
(Bakara, 2/229) işaret
eder.
gerçekleştirilen üç talakı bir talak sayma konusundaki müsamahayı halkın kötüye
kullandığını gördü. Eşine kızan bir çok koca onu bir talakla boşayabileceği hâlde üç
talakla boşamaya başladı. Bunun Cahiliye devrinde olduğu gibi talakın yaygın hâle
gelmesine sebep olmaya başladığını tespit etti. Buradan hareketle, bu konuda
halkın birbirlerini izleyeceğinden endişe eden Halife Ömer (r.a.) fakih sahabilerin
üyesi bulunduğu şura heyetine konuyu arzetti ve “İnsanlar kendilerine genişlik
gösterilmiş olan bir konuda acelecilik gösterdiler. Bu yaptıklarıyla onları bağlayıcı
kılsak yani aynı anda üç boşamayı üç saysak ne dersiniz?” diye bir teklifte bulundu.
Yapılan istişareler sonucunda bir defada gerçekleştirilen üç talak, bir yerine üç
sayılarak geçerli kılındı (Müslim, “Talak”, 15, 17; Nesâî, “Talak”, 8; Ahmed b.
Hanbel, I, 314). O andan itibaren bu görüş İslam Hukuk doktrininde genel hüküm
olarak benimsendi ve Hanefiler, Malikiler, Şafiiler ve Hanbeliler tarafından kabul
edilerek tatbik edildi.
Kur’an-ı Kerîm, mü’minlerden, eşlerini boşamaya son çare olarak
başvurmalarını (Nisâ’, 4/34-35) aynı anda değil zamana yayarak üç talak şeklinde
kullanmalarına (Bakara, 2/229) işaret eder. Çünkü ayet, “Talak ikidir.” değil “İki
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Aile Hayatı İle İlgili Problemler II
defadır.” buyurmaktadır. Bu ifade tekrarı gerektirir. Bu sebeple boşamada ana ilke
bir temizlik dönemi içinde bir boşamanın yapılmasıdır.
Hz. Ömer döneminde onun teklifiyle şurâda alınan kararın serüveni
incelendiğinde aynı anda üç boşamayı üç saymanın amacının insanları buna uygun
davranmaya zorlamak olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü Hz. Ömer, insanların Kur’an-ı
Kerîm’in ilgili ayetleri ve Hz. Peygamber’in sünneti çerçevesinde belirlenmiş
bulunan boşama prosedürünün dışına çıkarak eşlerini bir talakla boşayabilecekleri
hâlde aceleci davranarak üç talakı aynı anda gerçekleştirme alışkanlığı kazandıkları
ve bunun da yaygınlaşma eğiliminde olduğunu tespit etmiş; bunun da mefsedete
sebep olduğunu görmüştür. Zira aynı anda üç talakı bir lafızla gerçekleştirmek
Allah’ın koyduğu sınırları aşmak, kendisine zulmetmek ve Hz. Peygamberin
hadisinde belirttiği üzere Allah’ın kitabıyla oynamak (Nesâî, “Talak”, 6) anlamına
geliyordu. Bu ise cezayı hak etmek demekti. Bunun için Hz. Ömer’in hukuktaki
önleyicilik (zecr) ilkesinden hareketle geçici cezai bir tedbir olarak aynı anda üç
talakla boşamayı üç olarak öngördüğü anlaşılmaktadır. Hz. Ömer’in konuyu şûrâ
heyetine getirdiği esnada söylediği sözler buna delalet etmektedir.
Buna göre aynı anda üç talakla boşamayı üç kabul etmenin amacının
delilden hareketle ulaşılan hukuki anlamdaki nihai sonuç değil, insanları Kur’an ve
sünnetin
öngördüğü
boşama
prosedürüne
uymaya
zorlamak
olduğu
anlaşılmaktadır. Yani esas amaç asli hükmü korumak ve böyle bir müeyyide ile
bunu sağlamaktır. Buna göre aynı anda üç talakla boşamayı üç kabul etmek İslam
hukukunun
yasama
öngörülebilecek
organına
geçici
bir
tanımış
zecrî
olduğu
tedbir
ta‘zîr
mahiyetinde
cezası
kapsamında
olmalıdır.
Çünkü
kaynaklarımızda Hz. Ömer’in aynı anda üç talakla boşamayı suç saydığı ve bu yola
başvuranları da dayakla cezalandırdığı yönünde bilgiler mevcuttur (Sa‘îd b. Mansûr,
1985, I, 264). İbn Hacer el-Askalânî (ö.852/1448). Bu rivayetin senedinin sahih
olduğuna vurguda bulunur. Muhtemelen Hz. Ömer bu şekilde karısını boşayana Hz.
Peygamber’in: “Ben aranızdayken Allah’ın kitabıyla mı oynanıyor?” şeklinde tepki
ifade eden hadisinden hareket etmiştir. Bir müddet sonra dayak cezasının yeterli
gelmemesi sebebiyle de böyle bir tedbire başvurmuş olması kuvvetle muhtemeldir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Aile Hayatı İle İlgili Problemler II
Ancak zaman değişmiş ve ahlak bozulmuştu. Tarafların basit sebeplerle
talakı bir yerine üç olarak gerçekleştirmeleri sonuçta bunun da geçerli sayılarak
dönüş imkânının ortadan kalkması insanları bir darlığa düşürmüş ve böyle bir
durumda bundan kurtulmanın yollarını aramaya yöneltmişti. Çünkü hukuk
kaidelerinin özünde insanın bazı hürriyetlerinin kısıtlanması söz konusudur. Bunun
üzerine bir kısıtlama daha getirilince insanlar iyice darlığa düşmüş olacaklardır.
İnsanlar boşama konusunda sınırsız hakka sahipken üçle sınırlandırılması alanı
daraltmıştı. Aynı anda gerçekleştirilen üç talakın da üç kabul edilmesiyle talak
hakkının bire indirilmesi sonucu alan tamamen daralmış bulunuyordu. Bu da
insanları iyice sıkıntıya düşürmek anlamına geliyordu. Bunun akabinde insanlar
böyle bir durumdan kurtuluşun çarelerini aramaya yönelmişlerdi. Mesela, karısını
üç talakla boşayan bir adam çare aramak üzere Abdullah b. Abbas’a (ö. 68/687)
gelerek durumu anlatmış ve “Kim Allah’ın emir ve yasaklarına saygılı davranırsa
(takvâ) Allah ona bir çıkış yolu gösterir.” (Talak, 65/2) ayetini okumuştu. O da
cevaben: “Sen Allah’ın emir ve yasaklarına saygılı olmadın ki, bu sebeple senin için
bir çıkış yolu bulamadım, Rabbine asî oldun karın da senden ayrıldı” demiştir. Hz.
Ali (ö. 40/661) de insanlar talakla ilgili hükümlere riayet etselerdi karılarını
boşamaktan dolayı pişman olmazlardı” demiştir. Bu sözlerden de anlaşılıyor ki
insanlar bu konuda iyice daralmışlar ve arayışa girmişlerdi, işte bunun neticesinde
Hz. Peygamber ve sahabe döneminde görülmeyen boşanmış kadını kocasına helal
kılabilmek için başvurulan “hülle” kapısı açıldı. Hz. Peygamber döneminde böyle bir
olaya muttali olmuş ve hülleciyi kiralık tekeye benzeterek sert bir tepki ile bu kapıyı
kapatmıştı. Bu tür teşebbüs ortaya çıktığında Hz. Ömer de aynı sertlikte tepki
vermişti. İbn Teymiyye (ö. 728/1327) ve talebesi İbn Kayyim el-Cevziyye (ö.
751/1350) gibi bazı âlimler belli bir gerekçeye dayalı olarak Hz. Ömer’in tatbik
ettiği bu uygulamanın artık maksada kâfi gelmediğini hülle gibi hilelere meydan
vermemek için asli hükme dönüşün gerekliliğini savunmuşlardır. Hatta İbn
Teymiyye, “Hz. Ömer, Müslümanların üç talakla boşanmış bir kadını eski kocasına
helal kılmak için uğraştıklarını görseydi Hz. Peygamber dönemindeki hükme
dönerdi.” demektedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Aile Hayatı İle İlgili Problemler II
Mahmûd Şeltût ve Ali Sâyis bu konuyu da inceledikleri Mukarenetü’lMezahib adlı eserde talakta belli bir disiplini sağlamayı amaçlayan Hz. Ömer’in
uygulaması ile daha sonra bunun ortaya çıkardığı mefsedeti mukayese ederek aynı
anda üç talakla boşamanın bir boşama sayılmasının maslahata daha uygun olacağı
sonucuna varmışlardır. Bu iki muasır âlim eserlerinde aynı anda üç talakla
boşamayı üç saymanın çirkin bir yol olan hülleciliğe kapı araladığını, helalı haram
kıldığını, aileyi yıktığını, çocukları perişan ettiğini bunların da dinin hoş
karşılamadığı sonuçlar olduğunu söyledikten sonra aynı anda verilen üç talakla
boşamayı bir saymanın kadının kocasına bir başkasıyla evliliğe gerek kalmadan
dönüşüne imkân vermek anlamına geldiğini ve İslam’ın ruhuna daha uygun
düştüğünü söylerler. Bu iki âlime göre bu görüşün tercihiyle ailenin yapısı
muhafaza edilmekte, çocukların perişan olması önlenmekte ve hülleye başvurup
haramı helal kılma yoluna gidilmemektedir. Netice itibariyle bir talakın vaki
olacağını kabul etmek üç talakın vaki olacağını söylemekten daha az mefsedet’e
sahiptir. Böyle durumlarda bütün âlimlerce kabul edilen ve dinin gerektirdiği
muhkem kaide, iki zarardan daha hafifini ve mefsedet yönünden daha az olanını
tercih etmektir.
Son dönem âlimlerinden Muhammed Ebû Zehra (ö. 1974) da aynı görüşe
iştirak etmektedir. Ona göre Hz. Ömer, döneminin gerektirdiği bir tedbir almıştır.
Bu onun içtihadıdır. Bunu bir talak sayan Hz. Ömer’e değil Resulullah’a tabi
olmuştur. Resulullah kendisine uyulmaya daha layıktır. Nihayet Hz. Ömer de bir
müçtehit olarak masum değildir; isabet ettiği gibi, hata da edebilir.
Hayrettin Karaman da hem nakli delilleri güçlü hem de aile hayatını
korumaya daha elverişli olduğu için aynı anda birden fazla boşamanın bir kabul
edilmesinin tercihe şayan olduğu sonucuna varmaktadır.
Mısır şer’î mahkemelerinde tatbik edildiği gibi bugün bazı İslam
ülkelerindeki uygulamalarda Hz. Peygamber dönemindeki aynı anda gerçekleşen
üç talakın bir kabul edilmesi esasını benimsemişlerdir.
Sonuç olarak aynı anda üç talakla boşamanın tarihi serüvenine
baktığımızda, üç talakla boşamayı üç veya bir saymanın doğurduğu sonuçlar
dikkate alındığında ve hepsinden önemlisi Kur’an ve Sünnetin evlilik birliğinin
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Aile Hayatı İle İlgili Problemler II
muhafazası yönünde tavır takındığına bakıldığında aynı anda birden fazla
boşamanın bir sayılmasının İslam’ın ruhuna daha uygun düştüğü söylenebilir.
BOŞAMADA ŞAHİT BULUNDURMA
Kur’an-ı Kerîm boşama sırasında şahit tutulmasını ister. Ancak bu talebin
teklifi
hükümlerden
hangisine
delalet
ettiği,
boşama
sırasında
şahidin
bulunmayışının boşamayı nasıl etkilediği hususunda tartışmalar vardır. İlgili ayetler
şöyledir: “Bekleme sürelerinin sonuna yaklaştıklarında onları ya güzelce tutun ya
da onlardan iyilikle ayrılın. İçinizden adaletli iki kişiyi de şahit tutun. Şahitliği de
Allah için özenle yerine getirin. İşte bu Alâh’a ve ahirete iman edenlere verilen bir
öğüttür. Kim Allah’ın yasalarına saygılı davranırsa Allah ona bir çıkış yolu lütfeder.
Kur’an-ı Kerîm boşama
sırasında şahit
tutulmasını ister.
Onu ummadığı yerden rızıklandırır ve kendisine güvenip dayanan herkese Allah
yeter…” (Talak, 65/2-3).
Dört büyük mezhebin de içinde bulunduğu fukahâ çoğunluğuna göre bu
ayette boşamada şahit bulundurmak tavsiye edilmiştir (mendup). Dolayısıyla
şahitsiz boşama geçerlidir. Caferîler ve Zâhirîler ise ayetin boşamada şahit tutmayı
farz kıldığı içtihadından hareketle iki şahit huzurunda yapılmamış boşamanın vaki
olmadığı görüşünü savunmaktadırlar
Sahabeden Hz. Ali, İmrân b. Husayn, Tâbiûndan Atâ b. Ebî Rabâh, İbn Sîrîn
ve İbn Cüreyc’in de boşama sırasında şahit bulundurmanın farz olduğu görüşünde
bulundukları nakledilmektedir.
Çağımızda da Muhammed Ebû Zehre, Abdurrahman es-Sâbûnî, Ahmed
Muhammed Şâkir, Muhammed Yusuf Mûsâ ve Ali el-Hafîf gibi âlimler boşamayla
ilgili iki şahit tutmaya yönelik emrin vücûb ifade ettiğini kabul ederler ve ayetin bu
şekilde anlaşılmasının hak ve menfaatleri koruma açısından maslahata daha uygun
bulurlar.
Mısır ve Suriye’nin birleştiği yıllarda iki ülke hukukçularının ortak
hazırlayacakları kanunlar için komisyonlar kurulmuştu. Mustafa Ahmed ez-Zerkâ’
başkanlığında kurulan komisyonca 1959-61 yılları arasında hazırlanan ve taslak
hâlinde kalan İslam Aile Kanununun 79. Maddesi bu görüş doğrultusunda biraz da
güncelleştirilerek hazırlanmıştır. Bu maddeyle resmi yolla belgelendirilmedikçe
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Aile Hayatı İle İlgili Problemler II
(mesela noter kanalıyla) talakın geçerli olmayacağı kabul edilmiştir. Kocanın
boşamasının tescilinden sonra da eşine bildirilmesi hükme bağlanmıştır. Komisyon
maddenin izahında bu çağda bu içtihadın yürürlük kazanmasında büyük bir
maslahat bulunduğunu belirtmektedir. Bununla boşamada aleniyet ve kesinliğin
sağlanacağı, bir anlık öfkenin sonucunda meydana gelebilecek boşama
hadiselerinin böylece önünün alınacağı şeklinde bir izah getirmektedir. Çünkü bu
süreç içinde kocanın öfkesinin dineceği ve sakinleşeceği gerçekten boşama niyeti
olanın tescil için ilgili kuruma gideceği yorumunu yapmaktadır.
Şahit bulundurmamanın talakı etkilemeyeceği ve vaki olacağını savuna
çoğunluk âlimler ise Kur’an’ın iç bütünlüğünü gözetip şahitlikle ilgili diğer ayetleri
de dikkate alarak bu ayetteki emrin farz ifade etmediği ve Sünnette de şahitliği
zorunlu kılan bir uygulamanın bulunmadığı düşüncesinden hareket ederler.
Talak’ın yapısı ve şahitliğin işlevine bakıldığında boşanma sırasında
geçerlilik açısından şahit bulundurma zorunluluğunu nakli bir delile (nass)
dayandırmak güç gözükmektedir. Talak bir akit değil, tek taraflı hukuki işlemdir.
Şahitlik ise bir ispat vasıtasıdır. Dolayısıyla şahitlik boşamanın gerçekleşip
gerçekleşmemesinde değil ondan doğan karşı tarafın hakları ve bu tasarrufta
bulunanın yükümlülüklerinin ispatı ve üçüncü kişilerin haklarını koruma açısından
gereklidir. Bu sebeple 25 Ekim 1917 tarihli Hukuk-ı Aile Kararnamesi 110.
maddesiyle eşini boşayan kocanın bunu hâkime bildirmesi zorunluluğunu
getirmiştir. Bir anlamda boşamanın tescili anlamına gelen bu uygulamayla nikâhta
olduğu gibi boşamada da devlet kontrolünün sağlanması böylece boşamada bir
disiplinin oluşması hedeflenmiştir. Bununla daha çok kadının haklarını himaye ve
kocanın vazife ve sorumluluklarını ifa etmesini sağlama amaçlanmıştır. Çünkü karıkoca arasında nikâh bağının kopmasıyla birlikte bazı hukuki sonuçlar doğmaktadır.
Kocanın üç talak yetkisinin eksilmesi, birinci ve ikinci boşamalardan sonra kocanın
iddet içinde kendisine dönebilmesine dair ahkâm, bu sırada koca tarafından
kadının mesken ihtiyacı ve nafakasının karşılanması, ölmesi hâlinde mirasa hak
kazanması, ödenmemişse mehir borcunun eda edilmesi, çocuğun bakım ve
terbiyesi (hidâne), hamilelik durumunda doğacak çocuğun nesebinin sübutu bunlar
arasındadır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Aile Hayatı İle İlgili Problemler II
Boşamaya dair bu hükümlerin işletilebilmesi için kanun himayesine gerek
duyulabilir. Çünkü herkes vicdanının sesine kulak vererek sorumluluk bilinci içinde
hareket etmeyebilir. Hukuk da bu kişiler için vardır. Yasaların devreye girebilmesi
ve az önce bahsedilen hakların güvenceye alınması ispatı gerektirir. Bunun için
talakın gerçekleştiğinin bilinmesine ihtiyaç vardır. Bütün bunlar için boşama şahit
huzurunda yapılırsa ya da boşama sonrasında mahkemeye bildirilirse iş kolaylaşmış
olur. Bu konudaki düzenleme yasama organına aittir.
GAYRİİRADİ BOŞAMALAR
Sözlü tasarruflarda açıklanan irade ile gerçek irade arasında meydana
gelen uyumsuzluklar eski bir tartışma konusudur. Bugün bu tartışma çerçevesinde
ele alınabilecek önemli konular vardır. Tartışma eski de olsa, güncelliğini koruyan
bazı problemler mevcuttur.
Boşamanın hukukun aradığı çerçevede sonuç doğuracak şekilde ifade
edilmesiyle birlikte boşama amacının bulunmaması hâlinde nasıl bir sonuç doğar?
Sözü söyleyenin amacı ve niyeti gizli olması sebebiyle dışarıdan her zaman onu
bilme imkânı yoktur. Bu durumda ya söyleyenin sözü ya niyetini açıkladığı ifadesi
esas alınacak ya da bazı karineler yoluyla amaç tespit edilmeye çalışılacaktır. Bazı
hâllerde bu karineler oldukça açıktır ve onu anlamada ek bir çabaya gerek kalmaz.
Mesela filmlerde ya da tiyatrolarda rol oynayanların gerçek bir evlenme ve
boşanma niyetlerinin olmadığı açıktır. Çünkü onlar yazılan senaryonun oyuncuları
olarak kendilerine biçilen rolleri oynamaktadırlar. Sarhoşun boşamasında da keza
içinde bulunduğu hâlin etkisi görülmektedir. İkrah hâlinde boşama zor altında
yapılmıştır ve bu da açıktır. Öfkeli şahsın boşamasında da kızgınlığın etkisi vardır.
Burada bir başka sorun da lafzın açık (sarîh) olması hâlinde niyete itibar
edilmeyeceği meselesidir. Özellikle Hanefîler tek taraflı irade ile gerçekleştirilen
işlemlerde maksattan çok lafza itibar etmektedirler. Mesela ikrah hâlinde talakı
geçerli saymaktadırlar. Bu sebeple kısaca bazı meselelere değinme zorunluluğu
mevcuttur. Ancak aşağıda ele alınan konulara bir temel olması açısından iki ilkeyi
hatırlamamız uygun olur. Birincisi sözlü tasarruflarda gerçek irade ile beyan
arasında uyum esastır. Uyumsuzluk durumunda gerçek iradeye itibar edilmelidir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
Aile Hayatı İle İlgili Problemler II
İkincisi imkânlar ölçüsünde aile birliğinin muhafazası yönünde tavır almak esastır.
Şimdi bu doğrultuda şu dört meseleye değinelim:
Rol İcabı Boşama: Filmlerde ya da tiyatrolarda rol oynayan sanatçıların evlenmeleri
ve boşanmaları günümüz araştırmacılarının dikkatini çekmiştir. Rol icabı arkadaşına
evlenme teklif eden birisine olumlu cevap veren diğer arkadaşı evlenmiş olurlar mı
ya da aynı senaryoda rol oynayan kocanın sahnede rol arkadaşı olan gerçek karısını
rol icabı boşaması geçerli midir? Bu dikkate değer bir konudur. Aslında klasik fıkıh
eserlerinde benzeri konular öğrenim hayatıyla ilgili olarak ele alınmakta ve
öğretmen veya öğrencinin tekrarladığı boşama beyanları hükümsüz görülmektedir.
Roller de buna benzemektedir. Çünkü öğretmen veya öğrenci öğrenim esnasında
normal şartlarda evlenme veya boşama ifade eden sözleri gerçek olarak değil
öğrenme amacıyla tekrarlamaktadırlar. Sanatçılar rol icabı, sahnedeki evlenme ve
boşama ile ilgili irade beyanlarıyla evlenme veya boşanma amacı gütmemekteler;
sadece, yazılan senaryoda kendilerine biçilen rolleri canlandırmaktadırlar. Bir başka
ifadeyle, irade, sözün sonucuna yönelmiş değildir. Bu sebeple onların sözlerine
herhangi bir hukuki sonuç bağlanamaz.
Sarhoşun Boşaması: Sarhoş, aldığı maddenin etkisiyle ne dediğinin bilincinde
olmayan kişidir. Sarhoşluk iki yoldan meydana gelebilir. Birincisi mübah olanıdır. Bu
da sarhoşluk veren maddenin bilmeden veya zaruret hâlinde yahut ikrah altında
alınmasıyla orta çıkar. Alınan ilaç vb. maddelerin etkisiyle oluşan sarhoşluk da aynı
kategoridedir. Bu durumdaki kişinin boşaması geçerli değildir.
İkincisi haram yoldan meydana gelen sarhoşluktur. Talakın bu durumda
geçerli olup olmadığı hususunda görüş ayrılıkları vardır. Hz. Osman, Ömer b.
Abdülaziz, zamanında Basra’nın önde gelen âlimlerinden Osman el-Bettî, mutlak
müçtehitlerden Leys b. Sa‘d, İbn Kayyım el-Cevziyye’nin nakline göre son
görüşünde Ahmed b. Hanbel, Hanefi mezhebi fakihlerinden Tahâvî, Şâfi‘î mezhebi
fakihlerinden Müzenî, Zâhirîler ve Caferîler, sarhoşun boşamasının geçerli olmadığı
görüşünü savunmuşlardır. Hanefiler, Malikiler ve Şâfiiler ise sarhoşun talakının
geçerli olduğu görüşündedirler.
Haram yoldan sarhoş olanın boşamasını geçerli sayan fakihlere göre bazı
ayetlerde (Nisâ, 4/43) sarhoşların muhatap alınmasının, sarhoşken geçirdikleri
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
Aile Hayatı İle İlgili Problemler II
namazların kazasıyla yükümlü tutulmalarının sarhoşluğun sorumluluğa engel
olmadığına delalet ettiğini savunurlar. Ayrıca bu fakihler sarhoşun aklının gitmesini
kendi iradesiyle sağladığından cezasız kalmaması ve sonucuna katlanması
gerektiğini de ifade ederler.
Sarhoşun talakını geçerli saymayan fukaha ise Mâiz’in zina itirafında
bulunup cezasını çekmek üzere kendisine müracaat ettiğinde Hz. Peygamber’in
ona sarhoş olup olmadığını sormasını, ikrarının muteber olmayacağı şeklinde
yorumlarlar ve sarhoşluğun mükellefiyete engel oluşturduğunu düşünürler. Yine
sarhoşun dinden çıkmasına itibar edilmemesinin talak için de geçerli olması
gerektiğini dile getiriler.
Bunun yanı sıra Hz. Osman gibi bazı fakih sahabilerin sarhoşun talakını
geçerli saymadıkları ve ona bir itirazın gelmemesini görüşlerini güçlendiren bir delil
olarak görürler. Sarhoşun boşamasını geçerli sayan fakihlerin görüşlerine esas
aldıkları delilleri de çeşitli açılardan tenkide tabi tutarlar.
25 Ekim 1917 tarihli Hukuk-ı Aile Karanamesinin 104. maddesinde de
sarhoşun talakının muteber olmadığı hükme bağlanmıştır. Bu maddenin esbâb-ı
mûcibe layihasında sarhoşun boşamasının akıl hastasının boşamasıyla aynı sonuca
tabi olduğu düşüncesinden yola çıkılarak kocanın geçici cinnet hâlinde söylediği
sözüne hiçbir fıkhî sonuç bağlanmaması gerekirken bir ailenin mahvına yol açacak
şekilde onun sözüne itibar edilmesinin anlamsız olduğu vurgulanmıştır.
Günümüz İslam hukukçularından Abdülkerim Zeydan da iki tarafın
delillerini inceledikten sonra sarhoşun boşamasının geçerli olmadığı yönündeki
görüşü daha isabetli bulmaktadır. Çünkü sözün muteber oluşu maksat ile olur.
Sarhoşun aklı gitmiş olduğundan sözünün bir maksadı yoktur. Mustafa Ahmed ezZerkâ’ da aynı görüştedir.
Kur’an ve Sünnetin genellikle aile birliğinin yönünde tavır aldığı ve
mümkün olduğu ölçüler içinde bu birliğin muhafazasının sağlanmasının gerekli
olduğu esas alınırsa sarhoş olmuş birisinin aklı başından gittiği bir dönemdeki
boşamasını geçerli saymak bu ilkeye pek uygun düşmemektedir. Bunun yanı sıra
sarhoşun boşamasını geçerli saymak sadece kendisi değil eşi ve çocuklarını da
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
Aile Hayatı İle İlgili Problemler II
mağdur duruma düşürecek bir tercihtir. Bu sebeple Hukuk-ı Aile Kararnamesinin
tercihi ve izahı oldukça tutarlı gözükmektedir. Kaldı ki talak bir ihtiyaçtan dolayı
meşru kılınmıştır. Sarhoşun ise ihtiyacı takdir edebilecek bir hâli yoktur.
Öfke Hâlinde Boşama: Öfke ve hiddet, derecesine göre insanın aklını başından alan
ve iradesinin dışına çıkaran en azından niyet ve iradesini etkileyen olağanüstü
hâldir. Talak da genellikle öfke hâllerinde meydana gelen bir tasarruftur. Bu
sebeple öfkenin boşamaya etkisi sürekli güncelliğini koruyan bir meseledir.
İbn Kayyım el-Cevziyye müstakil bir eserde öfkenin talaka etkisini incelemiş
ve üç kategoride ele almıştır:

İnsanın aklını başından alan ve sağlıklı düşünüp karar vermesini
engelleyen, ne dediğinin bilincinde olmadığı bir anlamda sinir
krizine tutulduğu öfkenin zirve noktasıdır. Tartışmasız bu kişinin
talakı geçerli değildir.

Kişinin bilincinin, tasavvurunun ve algılama melekelerinin yerinde
olduğu bu özelliğiyle irade ve akli fonksiyonlarını etkileyecek
düzeye çıkmamış başlangıç hâlindeki öfkedir. Bu durumda kişi
söylediği sözün anlamını bilerek konuştuğu için yapılan boşama
geçerlidir.

Bu ikisi arasında yer alan öfke hâli. Öfke başlangıç merhalesini
aşarak kişiyi hükmü altına almıştır. Bununla birlikte bütünüyle
aklını başından alarak onun iradesini ortadan kaldırıp kastını /
niyetini engelleyecek seviyeye de ulaşmamıştır. Öfkesi dindikten
sonra yaptığına pişmanlık duymuştur. Bu hâlde iken yapılan
boşamanın geçerli olup olmadığı tartışmalıdır. İbnü’l-Kayyim elCevziyye bu durumda da talakın vaki olmayacağı görüşündedir.
İslam âlimlerinden bir kısmı ise talakın vaki olduğu görüşünü
benimsemişlerdir. Hanefîler bu görüştedir. Ancak İbn Âbidîn gibi
bazı Hanefî fakihleri öfkenin kişiyi normal davranışından çıkarması
bu sebeple de niyetinde olmayan bir şeyi söylemesine sebep
olması hâlinde sözlerinin bir anlamının olmayacağı görüşündedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
Aile Hayatı İle İlgili Problemler II
Öfke hâlinde talakın geçerli olmayacağının delili Hz. Peygamber’in “İğlâk
hâlinde talak yoktur.” şeklindeki hadisidir (Buhârî, “Talak”, 11; Ebû Dâvûd, “Talak”,
8; İbn Mâce, “Talak”, 16). İğlâk kelimesi genel olarak öfke, gazap hâli olarak
anlaşılsa da bazı âlimler daha genel anlamıyla ikrâh, öfke, panik, korku gibi insan
iradesini örten bütün hâlleri kapsamına aldığı görüşündedirler. Çünkü iğlâk, kelime
olarak örtmek anlamına gelir.
Öncelikle kocanın boşama sözünü kullanmaktan kaçınması gerekir. İkincisi
sözler kalpte olana tercüman kılınmıştır. Eğer dil ile kalpte olan arasında bir
uyumsuzluk varsa ve harici etkiler dilin niyette olmayan bir şeyi söylemesine sebep
olmuş ise gerçek irade olmadığından bu hâllerde talakın vaki olmaması maslahata
ve ailenin kalıcılığı yönünde tavır alma ilkesine daha uygun düşmektedir. Abdullah
b. Abbas’ın da görüşü esas alınarak denilebilir ki talakın vaki olması, her türlü dış
etkiden uzak bir şekilde tamamen gerçek iradenin tezahürü şeklinde belirdiğinde
mümkün olabilmelidir.
İkrâh (Zorlama ve Tehdit) Hâlinde Boşama: İkrah kişiyi kendi hâline bırakıldığında
yapmayacağı ve razı olmayacağı bir işe zorlamak demektir. Öldürme, bir organı
kesme ya da toplumda belli bir itibara sahip olan kişiyi küçük düşürücü muameleye
maruz bırakma tehdidi şeklinde gerçekleşeni mülci ikrah; kısa süreli hapis, dövme
gibi sabredilebilecek tehditler ise gayr-ı mülci ikrahtır.
Bu ayırım bazı tasarruflarda etkili gözükse de Hanefî mezhebine göre her
iki ikrah hâlindeki talak da geçerlidir. Malikiler, Şafi‘iler ve Hanbelilere göre ise
sözlü tasarruflarının hiç birisi geçerli değildir. Her iki taraf da kendi görüşleri
doğrultusunda bazı sahabilerin isimlerini zikrederler.
Hanefiler zorlama sonucu yapılan eylemlerde kişinin rızasının bulunmasa
da tercihinin (ihtiyar) bulunduğu ve sözlü tasarruflarda konuşanın zorlayana alet
kabul edilmesinin mümkün olamayacağı mesela başkasının diliyle konuşamayacağı
fikriyle görüşlerini temellendirirler ve çeşitli akli-nakli deliller ileri sürerler.
Hanefîlere göre, nikah, talak gibi feshi kabil olmayan sözlü tasarrufların hükümlerini düzenleyen nasslar, tahsis ve takyîd edilmeden âmm ve mutlak olarak
gelmiştir. Bu nasslar bu tür tasarrufların sonuçlarının ortaya çıkması için zorlananın
durumu ile normal şartlar altındaki kişinin hâli arasında fark gözetmemiştir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
Aile Hayatı İle İlgili Problemler II
Hanefîler bu nasslardan bir çok örnek zikrederler. Ayrıca Hz. Peygamber’in bu tür
talakı geçerli saydığı hadis ve uygulama örneklerinin yanı sıra bu görüşte olduğunu
iddia ettikleri sahabe ve tabiundan önemli isimler zikrederler.
İkrah altındaki talak vb. sözlü tasarrufların geçerli olmadığını savunan
çoğunluk fukaha bu delillere dayalı istidlali reddederler ve Hanefilerin görüşlerine
delil aldığı hadislerin zayıf olduğunu savunurlar. Kendi görüşlerini de ayet ve
hadislerle desteklerler. Bu bağlamda ikrah altında Allah’ı inkâr edenin sözlerinin
dikkate alınmayacağını belirten ayet (Nahl, 16/106) ile buna benzer diğer ayetleri
delil getirirler. Ayrıca sözlü tasarruflarda gerçek iradeye vurgu yapan hadisleri
temel alırlar.
Hanefilerin de bu delillere karşı tenkitleri vardır. İkrah altında küfrün
dikkate alınmamasının itikadi bir mesele olduğunu ve ameli konulardaki sözlü
tasarruflarla bir ilgisinin bulunmadığını, karşı tarafın naklettikleri hadislerin de delil
almaya uygun olmadığını ileri sürerler.
Muhammed Ebû Zehre, Abdülkerim Zeydan, Ali Muhyiddin Karadâğî,
Zekiyyüddin Şaban, Mustafa Ahmed ez-Zerkâ, Hüseyin Halef Cübûri gibi muasır
İslam hukukçuları zorlama ile karısını boşayanın boşamasının geçerli olmadığı
görüşünü benimsemişler; 25 Ekim 1917 tarihli Aile Hukuku Kararnamesinin 57.
maddesi ikrah ile vuku bulan nikahı fasit olarak, 105. maddesi de böyle bir talakın
muteber olmadığını hükme bağlamıştır.
Başta Hanefiler olmak üzere ikrah hâlindeki sözlü tasarrufların geçerli
olduğunu söyleyen âlimlerle bu tür tasarrufların geçerli olmadığını savunan
cumhurun görüşlerine temel aldıkları delil ve değerlendirmeler incelendiğinde
cumhurun delillerinin daha sağlam, dikkate aldıkları gerekçelerin daha tutarlı
olduğu görülmektedir. Ayrıca ikrah hâlindeki sözlü tasarrufların geçerli olduğu
şeklindeki görüşün tatbikatta doğurduğu olumsuz sonuçlara bakıldığında
cumhurun görüşünün daha isabetli olduğu ortaya çıkmaktadır. Gerçekten insanlar
hür iradelerine baskı yaparak bir başkasının iradesi doğrultusunda hareket etmeye
sevketmenin neticesinin hukuken tanınmış olmasını İslam hukukunun genel yapısı
ve temel prensipleriyle bağdaştırmak oldukça zor gözükmektedir. Bu durumda
güçlü olan kişiye insanların iradesine hükmetme fırsatı verilecek, haksızlıklar ortaya
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
26
Aile Hayatı İle İlgili Problemler II
çıkacak ve toplumda kargaşa meydana gelecektir. Bu ise hukukun temel
fonksiyonlarına aykırı bir durumdur.
İDDETİN GÖZETİLMESİ VE SAYILMASI
Nikâh bağının çözülmesi sonucu karı-kocanın ayrılmasının en önemli
hukuki neticelerinden birisi iddettir. İddet, herhangi bir sebeple evliliği sona eren
kadının yeniden evlenebilmesi için beklemesi gereken süre anlamına gelir. Bu süre,
evlenme yasağının yanı sıra değişik kesimleri yakından ilgilendiren mesken, nafaka,
nesep, mirasçılık gibi birçok hak ve yükümlülük için de ölçü kabul edilmiştir.
İddet, özellikle bütün dinlerin ortak ilkelerinden olan neslin korunmasını
hedefleyen bir tedbirdir. Esas amaç da kadının hamile olup olmamasının açığa
çıkmasıdır. Bu gün ulaşılan teknolojik gelişmelerle hamilelik tespit edilebildiğine
göre kocasından ayrılmış bir kadının, son derece basit tıbbi tekniklere başvurması
sonucu hamile olup olmadığını öğrenmesi durumunda öngörülen süreyi
beklemeden evlenebilir mi, sorusu önem arzetmektedir. Bu soruyu cevaplamadan
önce çeşitli durumlara göre kocasından ayrılan kadın için belirlenen bekleme
sürelerini hatırlayalım.
Geçerli evlenmeden sonra zifaf veya sahih halvet; fâsid evlenmeden sonra
zifaf, iddet yükümlülüğü doğurur; mücerret nikâh akdi ise iddeti gerektirmez
(Ahzâb, 33/49).
Boşanmış olup da hayız gören kadınların beklemesi gereken süre üç
kurû’dur (Bakara, 2/228). Arap dilinde kar’ (ç. kurû’) kelimesi hem hayız hem de iki
hayız dönemi arasındaki temizlik anlamına geldiği için Hanefîler ve Hanbelîler
kelimenin hayız; Malikilerle Şafiiler ise temizlik (tuhr) anlamını tercih etmişlerdir.
Kocası ölen kadının hamile olamaması hâlinde beklemesi gereken süre dört
ay on gündür (Bakara, 2/234). Hamile ise onun iddeti doğumla biter (Talak, 65/4).
Yaşının küçüklüğü sebebiyle hayız görmeyen veya yaşlılığı dolayısıyla
hayızdan kesilmiş kadınların iddeti ise talak, fesih veya tefrik tarihinden itibaren üç
kamerî aydır (Talak, 65/4).
Bilinmeyen bir sebepten dolayı hiç hayız görmeyen veya bir ya da iki defa
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
27
Aile Hayatı İle İlgili Problemler II
görüp daha sonra görmemeye başlayan kadınların bekleyecekleri iddet süresi
fakihler arasında tartışmalıdır. Hanefilere ve yeni görüşünde Şafii dâhil fakihlerin
bir kesimine göre bu durumdaki kadınlar hayız görünceye veya hayız görmeyecek
yaşa ulaşıncaya, mesela Hanefilere göre elli beş yaşına kadar bekler; ardından
tekrar üç ay iddet bekler.
Sınırlı tıbbî bilgi ve bazı sahabi fevalarına dayanan bu görüş, bir takım
olumsuz sonuçlar doğurmaktadır. Koca, boşandıkları hâlde karısına iddet nafakası
ödemeye devam edecektir. Bu koca için son derece mahzurlu ve meşakkatli bir
iştir. Ayrıca kötü niyetli kadınlar için de suistimal edilmeye açık bir yoldur.
Ağırlığını Maliki, Hanbeli ve Caferi fakihlerinin oluşturduğu ikinci gruba
göre ise bu durumdaki kadınların iddeti sadece on iki aydır. On iki ay, hamileliğin
tabii süresi olan dokuz ayın geçmesini müteakip üç ay daha iddet bekletilmesi
sonucu ortaya çıkmıştır.
25 Ekim 1917 tarihli Hukuk-ı Aile Kararnâmesi’nde, iddet konusunda
genelde Hanefî mezhebinin görüşü takip edilmekle birlikte bu konuda Mâlikî
mezhebinden istifadeyle, iddet esnasında hayız görmeyen veya bir iki defa
gördükten sonra üçüncüsünü görmeyen kadınların yaşı normal menopoz
dönemine varmışsa bu tarihten itibaren üç ay, değilse iddetin gerekmesinden itibaren dokuz ay iddet beklemesi öngörülmüştür (md. 140). Kararnamenin bu hükmü diğer İslam ülkeleri kanunlarına da tesir etmiştir.
Döl yatağından sürekli kan gelmesi sebebiyle özürlü durumda olan
(müstehâza) kadınlar, normal zamandaki hayız ve temizlik süreleriyle ilgili şahsî
bilgilerini esas alarak üç dönem beklerler.
İddetin taraflara ve topluma yüklediği en temel sorumluluk, kadının iddet
süresince evlenmesinin yasak oluşu ve diğer insanların bunu esas alarak onu hiç bir
şekilde rahatsız etmemeleridir. Kur’an’da, kocası ölüp de iddet bekleyen kadınlarla
ilgili olduğu anlaşılan âyette geçen: “Farz olan bekleme müddeti dolmadan onlarla
evlenmeye kalkışmayın!” (Bakara, 2/235) şeklindeki yasak, bu konuda genel bir
hüküm içerdiği için ne tür olursa olsun iddet bekleyen kadınla yabancı bir erkeğin
evlenmesi dinen haram ve hukuken de geçersiz sayılır. Ancak sadece kocası ölen
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
28
Aile Hayatı İle İlgili Problemler II
kadınlara iddet süresi içinde üstü kapalı biçimde evlilik talebi üstü kapalı şekilde
söylenebilir (Bakara, 2/235).
Kadının iddet içinde evlenmesinin yasak oluşu sadece hamile olup
olmadığının anlaşılmasına yönelik bir tedbir midir, Yoksa başka sebepleri de olabilir
mi, eğer amaç bu ise bu hükümler vesâil türünden midir yoksa makâsıd kabilinden
midir?
Evliliğin sona ermesinin ardından kadın için getirilen iddet yükümlülüğü, ilk
planda kadının önceki kocasından hamile olup olmadığının anlaşılması ve böylece
nesebin karışmasının önlenmesi amacına yönelik bir tedbir gibi görünür. Ancak iddetin, ric‘î talakta kocaya, bâin talakta iki tarafa birden yeniden düşünme imkânı
vermesi, kadını etrafında oluşabilecek kötü zan ve niyetlere karşı koruması, evliliğin
kocanın ölümüyle sona ermesi hâlinde ölen kocanın hatırasına saygı ve yuvaya
bağlılığı simgelemesinin yanı sıra, kadının yeni bir hayata ve muhtemel bir evliliğe
kendini hazırlamasına imkân vermesi gibi başka önemli amaç ve hikmetleri de
vardır. İddet aile bağını koruyucu, evlilik kurumunun önemini hatırlatıcı bir işleve
de sahiptir. Böyle olunca iddetin sadece hamileliğin tespiti ve nesebin karışmasının
önlenmesi amacıyla sınırlandırılması doğru olmaz ve bu konuda Kurân’da
öngörülen süreler makasıd özelliği taşıdığından dinin taabbüdî nitelikte
hükümlerinden sayılır. Dolayısıyla kadının hamile olmadığının anlaşılabildiği
durumlarda iddet beklemeye gerek bulunmadığı ileri sürülemez (Acar, 2000, 467).
ŞARTA BAĞLI BOŞAMA
Dört mezhep âlimlerinin çoğunluğu, boşamanın üç yoldan birisiyle
yapılabileceği görüşündedirler. Bunlar, tencîz, izâfet, ta‘lîk’tir.
Tencîz, kocanın boşamaya yönelik irade beyanını kayıtsız ve şartsız
doğrudan kullanması demektir. Bu durumda talak vaki olur. “Eşimi boşadım”,
“Eşim boştur.”, “Boşsun!”, “Seni boşadım!” boşama kastıyla “Babanın evine git!”
gibi ifadeler buna örnektir. Talakın gelecekteki değil hâlen gerçekleşmekte olan ya
da geçmişte olmuş bitmiş bir olaya bağlanması da tencîz demektir. Çünkü bunlar
şart sayılmaz. Bir kocanın karısına: “Gök üstümüzde, yer altımızda ise sen boşsun!”
demesi buna örnek olarak zikredilebilir. Bu sözü söyleyenin karısı o anda boşanmış
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
29
Aile Hayatı İle İlgili Problemler II
olur ve boşamadan doğan hükümler o anda yürürlüğe girer. Bu tür talaka
müneccez talak denir.
Talakın gelecekte gerçekleşmesi kesinlikle bilinen bir olaya bağlanmasına
izâfet denir. Mesela “Önümüzdeki ayın başında ya da yarın olduğunda eşim
boştur!” gibi ifadeler bunun örneğini oluşturur. Hanefiler, Şafiiler ve Hanbelilerden
oluşan fukaha çoğunluğuna göre o tarih geldiğinde karı boşanmış olur. Ancak
Mâlikîlere göre “bir seneden sonra boşsun”, “öldüğüm gün boşsun” gibi talakın
gelecek zamana izafe edilmesi hâlinde boşama o anda vuku bulur. Caferiler ve
Zâhirîler ise nasslarda böyle bir hüküm bulunmadığı için hem zaman kaydının hem
de boşamanın yok hükmünde olduğunu savunurlar.
Talakın halihazırda mevcut olmayan ve gelecekte muhtemel bir olaya
bağlanmasına ta‘lîk denir. Kocanın: “Bu yeri terk ederse”, “Falana borç verirse”,
“Bu gün yağmur yağarsa” eşim boştur; yahut “Bu gün evden çıkarsan”, “Falanca ile
konuşursan”, “Bu gün şu işi yapmazsan sen boşsun” gibi ifadeler bunun örneğidir.
Şart koşan koca talakın gerçekleşmesini sözün söylendiği ana değil şart koştuğu
şeyin yapılmasına bağladığı için şart gerçekleştiğinde karı boş olur. Bu konuda dört
mezhebin görüş birliği vardır. İzafette bu zaman gelene kadar ve talîkte bu şart
gerçekleşene kadar nikâha bir zarar gelmez.
Koca “Falan kişi ile konuşursan seni boşarım!” gibi şart koştuğu şeye riayet
edilmemesi hâlinde karısını boşayabileceği yönünde bir ifade kullanmışsa bununla
talak vaki olmaz. Çünkü o bu sözüyle kadının boşanmasını bir seçenek olarak
söylemiştir
ve
bunu
kullanıp
kullanmamak
kendisine
aittir.
Olay
gerçekleştirildiğinde koca boşama yetkisini kullanırsa boşama vaki olur. Aksi
takdirde boşama meydana gelmez.
Son dönem İslam ülkelerinde yapılan kanunlarda boşamanın şarta
bağlanmasının
boşama
anlamına
gelmeyeceği
yönünde
tercihler
dikkat
çekmektedir.
İslam’ın ilk asırlarından itibaren talakın belli bir olayın gerçekleşmesine ya
da gerçekleşmemesine bağlanması bir kararlılık ifadesi olarak yemin anlamında
kullanılmıştır. Bir müddet sonra bunun çığırından çıkarak bir suistimale dönüştüğü
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
30
Aile Hayatı İle İlgili Problemler II
gözükmektedir. “Arkadaşım şu bardaktan içmezse ya da şu yemekten yemezse
boşsun!” ifadesinde olduğu gibi talak başkasının fiiline de bağlanmaya
başlanmıştır. Bu şartın vukuuyla talak da gerçekleşmiş olmaktadır.
Bu durum özellikle Emeviler döneminde siyasi amaçlı olarak da
kullanılmıştır. Mesela Haccâc, Abdülmelik b. Mervan adına bey‘at alırken halkın
isteksiz davranması üzerine bey‘at ettiğine yemin ettirmiş, sözünden dönmelerini
engellemek için de “Eğer bey‘atimden dönersem karım boş olsun, malım Allah
yolunda sadaka olsun, köle-cariyelerim azad olsun, yalın ayak başı açık Ka‘beyi
tavaf etmek üzerime borç olsun!” şeklindeki ifadelerle sözlerine bağlı kalmalarını
sağlamaya çalışmıştır (Köse, 1996, 162-163).
Ahlaki yozlaşmanın hakim olduğu ve güvenin kalmadığı bazı zamanlarda da
verilen haberin gerçekliğini ispat, sözün kuvvetine destek için kullanılmıştır. “Eğer
bu haber doğru değilse karım boş olsun!” ifadesinde olduğu gibi.
Haccâc’ın Abdülmelik b. Mervân’a aldığı bey‘atleri talakla güçlendirmesi
yoluna gidişinde ikrâh hâli bulunduğu için Hanefiler dışındaki fukaha açısından
geçerliliği yoktur. Hanefiler de ikrâh hâlinde geçerli kabul ettikleri bu tür talaklar
için çeşitli çıkış yolları ortaya koymuşlardır. Bununla birlikte 25 Ekim 1917 tarihli
Hukuk-ı Aile Kararnamesi 105. maddesiyle ikrah altında vaki olan talakların geçerli
olmadığı yönünde düzenlenmiştir. Diğer durumlarda ise daha önce belirtildiği
üzere talak amaç dışı kullanılsa da fukaha çoğunluğuna göre geçerlidir. Az önce
sözü edilen Kararname’nin 106. ve 107. maddeleri de bu doğrultuda
düzenlenmiştir.
Fukaha çoğunluluğunun aksine şarta bağlı boşamalarda, şart gerçekleşse
dahi boşamanın geçersiz olduğunu savunan âlimler vardır. Hz. Ali, Atâ b. Ebî Rabâh,
Tâvûs b. Keysân, Ebû Sevr, İkrime, Şureyh, İbn Hazm, İbn Teymiye ve İbn Kayyım elCevziyye bunlardandır.
Suriye ve Mısır’ın birleştiği yıllarda son asır İslam hukukçularından Mustafa
Ahmed ez-Zerkâ’nın başkanlığında İslam hukukçularından oluşan komisyonca
hazırlanan
İslam
Aile
Kanunu
tasarısının
76.
maddesinde
bu
görüş
kanunlaştırılmıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
31
Aile Hayatı İle İlgili Problemler II
Bu görüşte olan fukahaya göre, özetle, talak şarta ve zamana bağlanamaz.
Çünkü boşama şarta veya zamana bağlandığı anda vaki olmamıştır. Şart
gerçekleştiği anda ya da zaman geldiğinde de talak iradesi beyan edilmemiş veya
yenilenmemiştir. Şartın gerçekleşmesi ve zamanın gelmesi ise boşama anlamına
gelmez.
İslam hukuku açısından İslam toplumlarında yasama organı, usulüne uygun
olarak yapılmış içtihatlardan masalahata uygun gördüğü birisini yürürlüğe
koyabilir; bu konuda herhangi bir mezhep görüşüyle bağlı değildir. Mevcut
içtihatlardan uygun çözün bulunamaması hâlinde de yeni bir içtihatla mesele
çözüme kavuşturulabilir. Hanefi mezhebini tavizsiz uygulayan Osmanlı Devleti’nin
son dönemlerinde hazırlanan Hukuk-ı Aile Kararnamesi bunun örneklerinden
birisidir. Mezkur mezhebin dışında bir çok görüş kanunlaştırılmıştır. Resmi olarak
uygulamada tek bir mezhebin alınması hukukun fonksiyonlarında istikrarı sağlama
ve karmaşayı önleme amacına yöneliktir.
Günlük hayatta da istisnai durumlarda bir Müslüman oyuncak hâline
getirmemek ve şer‘î bir hükmü düşürmemek kaydıyla diğer mezheplerde bulduğu
çıkış yollarından yararlanma imkânına sahiptir. Bu, büyük mezhep ulemasının
görüşüdür. Çünkü içtihadi hükümler zann-ı gâlipten / güçlü kanıdan ibarettir.
Bunun pratik sonucunu da “ictihad ile ictihad nakzolunmaz.” (md. 16) şeklindeki
küllî kaide ile Mecelle özetlemiştir. Yani bir içtihat diğer bir içtihadı geçersiz kılmaz.
Hanefî âlimi Haskefî’nin (ö.1088/1677) şu sözü konuyu açıklayıcı özelliğe
sahiptir: “Bizim mezhebimizin görüşü isabetlidir, fakat hataya ihtimali vardı;.
Muhalifimizin mezhebinin görüşü hatalıdır, ama isabetli olmaya ihtimali vardır.”
Bu sözün şerhinde İbn Âbidîn (ö.1252/1836) de şunu söyler: “Bizim
mezhebimizin görüşü kesin olarak isabetlidir diye iddia edemeyiz. Keza
muhalifimizin mezhebi de kati olarak hatalıdır şeklinde bir iddiada bulunamayız.
Bunun dayanağı şudur; Allah’ın her mesele hakkında muayyen bir hükmü vardır. O
hükmü aramak gerekir. O hükme isabet eden doğruyu bulmuş olur, isabet
edemeyen de hata etmiş olur. Hata eden de (çabasının karşılığı olarak) ecre nail
olmuştur.”
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
32
Aile Hayatı İle İlgili Problemler II
Bu görüşlerden de anlaşılacağı üzere bir içtihadi hüküm isabet ve hata
ihtimallerini beraberce taşımaktadır. Bu sebeple İslam âlimleri içtihadi hükümlerin
Allah’ın muradını açığa çıkarma, onu bulma eylemi olarak görmüşler ve mutlak
hakikati temsil edemeyeceğini belirtmişlerdir. Buna göre usulüne uygun olarak
yapılmış içtihadi hükümler hiçbir zaman batıl addolunamazlar ve sadece ilmi
tenkide açık olabilirler.
O hâlde bu tür durumlarda maslahata uygun hükümlerden yararlanmak da bir
çözümdür.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
33
Özet
Aile Hayatı İle İlgili Problemler II
•İslam, evlilikte kalıcılığı / devamlılığı öngörmekle birlikte herhangi bir
sebep veya sebeplere bağlı olarak bu beraberlik çekilmez bir hâl
aldığında evlilik birliğinin sonlanmasına da izin vermiş, tarafların
ayrılıp kendilerine yeni bir hayat kurmalarına imkân tanımıştır.
•En yaygın ayrılma yolu Talaktır. Tek taraflı irade beyanıyla boşama
anlamına gelir. İlke olarak bu yetki kocaya aittir. Koca bu yetkiyi
kısmen veya tamamen eşine de verebilir. Buna fıkıh dilinde tefvîzü’ttalâk denir.
•Boşamanın sünnete uygun yapılıp yapılmamasına göre de sünnî ve
bid‘î şeklinde ayırımı söz konusudur.
•Kur’ân-ı Kerîm’de ayrılığa imkân veren diğer bir yol muhâla‘a
(hul‘)’dır. Bu, karı-kocanın kadının ödeyeceği bir bedel mukabilinde
karşılıklı olarak anlaşıp evliliğe son vermeleri anlamına gelir.
•Evliliği sona erdiren diğer bir yol da tefrîk’tir. Tefrik, haklı bir sebebe
bağlı olarak karının talebiyle evliliğin mahkeme kararı ile sona
ermesidir. Bu sebepler mezheplere göre değişiklik arzetmektedir.
•Kur’ân-ı Kerim karı-koca geçimsizliğinde uyuşmazlığı kendi aralarında
giderememeleri durumunda ailelerinden birer hakemle hakem
konuyu halletmelerini önerir (Nisâ’, 4/35). İmam Mâlik’e göre
hakemler boşamaya da muhâla‘aya da yetkilidir.
•Bunlar dışında karı-kocanın ayrılığını gerektiren bazı özel durumlar
da vardır. Bunlardan birisi kocanın, karısını zina hâlinde yakaladığını
ya da doğan çocuğun nesebini reddedip de iddiasını ispat
edememesi durumunda kocanın karısıyla birlikte hâkim huzurunda
lanetleşerek ayrılmalarıdır. Fıkıh dilinde buna li‘ân veya mulâ‘ane
denir.
•Kur’ân-ı Kerîm’de bahsi geçen bir başka ayrılık sebebi de îlâ’dır.
Kocanın îlâ’da bulunması hâlinde dört ay içerisinde karısına dönerse
evlilik hayatı devam eder ve koca yemin etmiş ise yeminini
bozduğundan keffâretini yapması, nezretmiş ise onun gereğini
yerine getirmesi gerekir. Îlâ’dan sonra kocanın eşine dönüşüne fıkıh
dilinde fey’ denir.
•Cahiliye Araplarının başvurdukları diğer bir zulüm aracı da eşine “Sen
bana annemin sırtı gibisin.” diyerek yaptığı yemin idi. Buna fıkıh
lisanında zıhar denir. Kur’ân-ı Kerîm böyle bir yeminde bulunan
kocayı eşine dönebilmesine imkân tanımış; ancak ağır bir keffarete
mahkum etmiştir. Bu hükmü yerine getirmediği takdirde kocanın
eşine dönmesi söz konusu değildir. Bu konuda dört mezhebin ittifakı
vardır. Koca keffarette bulunmamakta direnir ise kadın mahkemeye
başvurabilir. Bu durumda hâkim kocaya ayetteki seçeneklerden
hangisini yapabilecekse onunla keffareti yerine getirmesini ister; aksi
takdirde, kadının ayrılık hakkı doğar.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
34
Özet
Aile Hayatı İle İlgili Problemler II
•Karı-kocanın ayrılmasından bazı hukuki sonuçlar doğar. Bunlar
arasında iddet, nafaka, daha önce ödenmemişse mehir, varsa
çocuğun bakım ve terbiyesi (hidâne) bunlar arasında sayılabilir.
•Talak, tek taraflı irade ile evliliğe son verme eylemidir. Fakihler,
boşama yetkisinin kocanın elinde oluşunu bazı nasslardan hareketle
ve fıtrî roller bağlamında değerlendirirler. Bu açıdan tutarlı bir
hükümdür. Bununla birlikte kadının mağdur olduğu hâllerde
kocasından ayrılabileceği yollar vardır.
•Kur’ân ve Sünnetin temel ilkeleri ve ilgili deliller incelendiğinde aynı
anda birden fazla boşamanın bir sayılması İslam’ın ruhuna daha
uygun gözükmektedir. Hz. Ömer döneminde bir mefsedeti
engellemek için öngörülen aynı anda üç boşamanın üç kabul
edilmesi hükmü bir müddet sonra lanetli bir yol olan hülleciliğe
sebep olması sebebiyle kendisi mefsedet olmaya başladığından Hz.
Peygamber dönemindeki asli hükme dönülmesi bugün için en uygun
yoldur.
•Boşama sırasında şahitlerin bulunmayışı talakın vukuunu engelleyen
bir durum değildir. Şahitlik bir ispat vasıtası olduğundan hakların
ispatı ve vazifelerin ifasını sağlama açısından önem arzeder. Bu
açıdan bir ispat vasıtası olarak talakın gerçekleştiğini belgelemek için
gereklidir.
•İrade dışı boşamalar geçersizdir. Rol icabı vaki olan talak, sarhoşken
veya şiddetli öfke hâlinde ya da ikrah altında gerçekleşen boşamalar
geçersizdir.
•İddet, te‘abbüdî bir hükümdür ve çoklu amaca sahiptir. Sadece
vasıta kabilinden (vesâil) bir hüküm olmadığı için onun işlevinin
teknik imkânlarla sağlama imkânı yoktur. Bu sebeple Kur’an-ı
Kerim’de çeşitli durumlara göre belirlenen bekleme sürelerine itibar
etmek esastır.
•Tencîz, izâfet, ta‘lîk yoluyla gerçekleşen boşamalar geçerlidir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
35
Aile Hayatı İle İlgili Problemler II
DEĞERLENDİRME SORULARI
Değerlendirme
sorularını sistemde ilgili
ünite başlığı altında yer
alan “bölüm sonu testi”
bölümünde etkileşimli
olarak
cevaplayabilirsiniz.
1.Kocanın boşama yetkisini kısmen veya tamamen eşine devretmesi
anlamına gelen kavram hangisidir?
a)
Tencîz
b)
Ta‘lîk
c)
İzâfet
d)
Zıhâr
e)
Tefvîz
2.Hakemlerin karı-kocanın evliliğine son verme yetkisinin bulunduğunu
savunan mezhep hangisidir?
a)
Zeydilik
b)
Caferilik
c)
Hanefîlik
d)
Malikilik
e)
Şafi‘ilik
3. Aşağıdakilerden hangisi bid‘î boşamanın tanımıdır?
a)
Talakın Kur’an ve Sünnetin belirlediği ölçülere uygun yapılması
b)
Talakın Kur’an ve Sünnetin belirlediği ölçülere uygun yapılmaması
c)
Talakın Kur’an’a uygun yapılması
d)
Şahit huzurunda yapılan boşama
e)
Hakem yoluyla boşama
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
36
Aile Hayatı İle İlgili Problemler II
4. İddetle ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi hatalıdır?
a)
Kadının
hamile
olup
olmadığı
teknik
imkânlarla
anlaşılabileceğinden yeniden evlenebilmesi için artık belirlenen süreleri beklemesi
gerekmez.
b)
İddet te‘abbüdîdir.
c)
Hamileliğin açığa çıkması amçlardan birisidir.
d)
Kadının yeni evliliğine sağlıklı karar verebilmesi için rahatsıa
edilmemesi.
e)
İddet makasıd hükümlerindedendir.
5. Karının kocasına ödediği belli bir meblağ sonucunda vaki olan ayrılığa
fıkıh dilinde ne denir?
a) Mehir.
b) Zıhar
c) Muhâla‘a
d) Îlâ’
e) Bain talak.
Cevap Anahtarı
1-E, 2-D, 3-B, 4-A, 5-C
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
37
Aile Hayatı İle İlgili Problemler II
YARARLANILAN KAYNAKLAR
Acar, H.İ. (2000). İslam Hukukunda Evliliğin Sona Ermesi,Erzurum,EKEV
Yayınları
Acar, H. İ. (2000), “İddet”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, XXI,
466-471, İstanbul.
Acar, H. İ. (2010), “Talak”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, XXXIX,
496-500, İstanbul.
Aydın, M. A. (1985), İslam-Osmanlı Aile Hukuku, İstanbul: Marmara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları.
Ebû Zehre, M. (1957), el-Ahvâlü’ş-Şahsiyye, Kahire: Dâru’l-Fikri’l-Arabî.
Erturhan, S. (2002), “İslam Hukuku Açısından Öfkeli Şahsın Talakı”,
Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, VI/2, s. 207-222, Sivas.
İbn Hacer el-Askalânî (ts.), Fethu’l-Bârî, Medîne: el-Mektebetü’s-Selefiyye.
İbnü’l-Kayyim el-Cevziyye (1988), İğâsetü’l-lehfân fî Hükmi Talaki’lGadbân, Beyrut: el-Mektebetü’l-İslâmî; Tercmesi (2009): “Öfkeli Şahsın Talakının
Geçersizliğine Dair”, İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi (trc. Muhammet Ali
Danışman), sy. 9, 247-282, Konya: Mehir Vakfı Yaynları.
“İşhâd”, (1394), Mevsû‘atü’l-Fıkhi’l-İslâmî, XII, Kahire: el-Meclisü’l-a‘lâ li’şŞüûni’l-İslâmiyye.
Karaman, H. (1996), Mukayeseli İslam Hukuku, İstanbul: (Nesil Yayınları).
Köse, S. (1996), İslam Hukukunda Kanuna Karşı Hile (Hile-i Şer‘iyye),
İstanbul: Birleşik Yayıncılık.
Köse, S. (1996), “İslam Hukukunda İkrahın Sözlü Tasarruflara Tesiri
Konusundaki Tartışmalar ve Sosyal Hayattaki Yansımaları”, Diyanet İlmi Dergi,
XXXII/2, s. 35-53, Ankara: DİB yayınları.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
38
Aile Hayatı İle İlgili Problemler II
Mayer, E. A. (1991), Islam and HumanRights: Tradition and Politics, Oxford.
Sa‘îd b. Mansûr, Es-Sünen (1985), Beyrut.
Suvâr, V. (1998), Et-Ta‘bîr ‘ani’l-İrâde, Amman: Dâru’s-Sekâfe.
Şeltût, M.-Sayis, A. (1953), Mukârenetü’l-Mezâhib, Kahire: Subeyh.
Tahâvî (1978), Şerhu Me‘âni’l-Âsâr, Beyrut.
Türcan, T. (1994), “İslam Hukukunda Boşanmada (Talak) Şahit
Bulundurma Zorunluluğu”, SDÜ İlahiyat Fakültesi Dergisi, sy.1, s. 257-276,
Isparta: ;Üniversite yayını.
San‘ânî (1959), Sübülü’s-Selâm, Beyrut.
Zerkâ’, M. A. ve dğr. (1996), Meşrû‘u Kânûni’l-Ahvâli’ş-Şahsiyye elMuvahhed li’l-İklîmeyni’l-Mısrî ve’s-Sûrî fî Ahdi’l-Vahdeti Beynehümâ,
Dımaşk: Dâru’l-Kalem.
Zeydan, A. (1994), el-Vecîz, Beyrut: Müessesetü’r-Risâle.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
39
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
İKTİSADİ HAYATLA İLGİLİ
PROBLEMLER I
• Vadeli Satış ve Vade Farkı
• Mevcut Olmayan Şeyin Satışı
• Hak ve Menfaatlerin Satışı
• Dince Yasaklanan Şeylerin Ticareti
• Ticarette Kârın Üst Sınırı
GÜNÜMÜZ FIKIH
PROBLEMLERİ
Prof.Dr.Nihat DALGIN
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• Vade farkının faizle ilişkisinin olup
olmadığını kavrayabilecek,
• Mevcut olmayan şeyin satışı ile ilgili fıkhi
tartışmaları kavrayabilecek,
• Dince yasaklananlar dışındaki hak ve
menfaatlerin birer mal sayıldığını
değerlendirebilecek,
• Bazı şeylerin satışının neden yasaklandığını
anlayabilecek,
• Ticaret malının fiyatını piyasanın
belirleyecek olması dolayısıyla İslam’ın
ticaretteki kâr için bir üst sınır koymasının
gerekmediğini değerlendirebileceksiniz.
ÜNİTE
6
İktisadi Hayatla İlgili Problemler1
GİRİŞ
İnsanların tarih boyunca ihtiyaç duydukları ve ellerinde bulunmayan eşyayı
temin etmek için tercih ettikleri yollardan biri alışveriştir. İlk dönemlerde insanlar
ellerinde fazla olan mallarla ihtiyaç duydukları malları trampa ederek bu
ihtiyaçlarını karşılamışlardır.
Bütün dinlerde alışveriş helal görülmüş ise de, bu yolla karşı tarafın
kandırılması, hile yapılması ve neticede ona bir şekilde zarar verilmesi
yasaklanmıştır. Bu maksatla, satılacak malın mevcut olması; fiyatının malın
kıymetiyle paralel olacak şekilde belirlenmesi; satış vadeli olacaksa vadenin ve
ödeme planının belirlenmiş olması; ticaret malının birey ya da topluma zarar
verecek olması hâlinde alışverişinin yasaklanması gibi temel kriterler konmuştur.
Bu kriterler tarafların rızasının bozulmamasını hedeflemektedir. Çünkü akitlerde
tarafların rızası ve gönül hoşnutluğu temel esaslardandır; onu yok edecek
olumsuzluklara müsaade edilmemelidir.
Alışveriş şekillerinin her geçen gün çeşitlenmesi sebebiyle, ortaya çıkan bazı
ticaret türlerinin yukarıda sıralanan kriterlerle çelişip çelişmediği günümüz
İlahiyatçılarının ele aldığı sorunlardandır. Bu ünitede bu problemlerden birkaç
tanesi ele alınacaktır.
VADELİ SATIŞ VE VADE FARKI
İnsanların başvurduğu alışveriş türlerinden biri vadeli satıştır. Bir eşyaya
ihtiyaç duyan ancak onu peşin olarak satın alacak gücü bulunmayan kimseler vadeli
olarak bu malı almak isterler. Zira her insanın ihtiyaç duyduğu eşyayı peşin olarak
satın alacak güce her zaman sahip olması imkânsızdır. Bazen de elinde parası
olduğu hâlde kişi ihtiyaç duyduğu malı istediği an bulamamaktadır. Buna göre,
vadeli alışveriş insanların çoğunun ihtiyaç duyduğu bir alışveriş şekli olduğu için
bütün hukuk sistemlerinde olduğu gibi İslam Hukuku’nda da mal peşin, parası
veresiye demek olan vadeli alışverişe ve parası peşin mal veresiye şeklinde cereyan
eden selem alışverişine müsaade edilmiştir. Söz konusu alışveriş çeşitlerinin
meşruluğu Kitap ve sünnetle sabittir.
Günümüzde alışveriş, çoğunlukla bir para türü ile bir eşyanın alınıp
satılması şeklinde gerçekleşmektedir. Yani alışverişler genellikle para karşılığında
yapılmaktadır. Veresiye/vadeli alışveriş deyince de genelde malın peşin olup
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
İktisadi Hayatla İlgili Problemler1
karşılığı olan paranın veresiye olması şeklinde anlaşılmaktadır. Alışverişin para ile
yapılacak olması hâlinde her tür malın veresiye olarak satışı yapılabilecektir.
Takas İşlemi
Para ekonomisine geçilmeden önceki dönemlerde bir ürün karşılığında
diğer bir ürünün satışı, yani mal-mal (trampa) ekonomisi hâkimdi ve insanlar
genelde mallarını ihtiyaç duydukları diğer bir ürün karşılığında satıyorlardı. Bu tür
satışa “mübadele”, “takas” ve “trampa” denmektedir.
Hz. Peygamber özellikle malı ve piyasayı bilmeyen insanların aldatılmasını
ve istismar edilmesini önlemek amacıyla olmalı ki takas şeklindeki alışverişlerde
para ile yapılacak alışveriş için koyduğu kurallardan daha hassas kurallar
koymuştur. Buna göre takas şeklindeki alışveriş, özellikleri farklı ama aynı cins
mallar arasında cereyan edecekse, fazlalık ve vade yasaklanmıştır. Bu tür mallar
ancak peşin ve eşit olarak takas edilebilecektir. Bunun dışına çıkılması yasaklanmış
olup bu tür satış faiz olarak nitelendirilmiştir. Bir mal farklı türden bir başka mal
karşılığında takas edilecek olduğunda ise fazlalık caiz olup vade yine yasaklanmıştır.
Bazı çağdaş araştırmacılar Hz. Peygamber’in bu tutumunun, Medine Devleti’nde
mal-mal ekonomisinden, mal-para ekonomisine geçişin hızlanmasına katkı
sağladığını düşünmektedirler.
Bu açıklamadan sonra şunu söyleyebiliriz: Gerek mal peşin, parası veresiye
olsun; gerekse parası peşin, mal veresiye olsun bir para karşılığında herhangi bir
malın veresiye olarak satışının caiz olduğunda hiçbir kuşku yoktur. Hz.
Peygamber’in yasakladığı vadeli satış, takas şeklindeki satıştır ki, günümüz ticareti
çoğunlukla para ile mal satışı şeklinde gerçekleştiğinden, Efendimizin yasakladığı
vadeli satış kapsamına girmemektedir.
Vadeli Satışta Şartlar
İslam Hukuku’nda, vadeli satış, yukarıdaki açıklamalar çerçevesinde meşru
kabul edilmekle birlikte bazı şartlar ileri sürülmüştür. Söz gelimi; vadeli satışta
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
İktisadi Hayatla İlgili Problemler1
mutlaka malın fiyatı, vadesi ve ödemenin nasıl yapılacağı tereddüde meydan
vermeyecek biçimde belirlenmiş olmalıdır. Bunların yanında, vadeli alışverişlerde
şahit bulundurulması ya da yazılı bir vesika düzenlenmesi istenmiştir. Söz konusu
şartlardan birinin ya da birkaçının eksik olması hâlinde, vadeli satış yapan tarafların
hukuken suç; dinen günah işlemiş olduklarına da dikkat çekilmiştir. Çünkü fıkıh
kaynaklarında belirlenmiş olan bu şartlar Allah ya da Peygamberi’nin emir ya da
tavsiyelerine dayandığından, herhangi bir işte onların muratlarını gözardı etmek
Müslümanlar için mümkün değildir. İslam âlimlerinin bir kısmı (âlimlerin cumhuru)
şartlarından biri eksik olan vadeli satışı batıl olarak (hukuken yok olarak)
değerlendirirken; bir kısmı da (Hanefiler gibi) bu tür vadeli satışın fasit (kısmen
hükümsüz) olduğunu savunmuşlardır ki bu durumda söz konusu vadeli işlemin
eksik şartları giderildiğinde sahih hâle dönüşmesi imkân dâhilindedir.
Vade Farkının Hükmü
Esnafın vadeli olarak satacağı malı peşin fiyatından satmasını beklemek
ticaretin ruhuyla örtüşmemektedir. Bu durumda esnaf, vadeli olarak satacağı mala
vade farkı koyabilecek midir? İslam âlimleri bu hususu tartışmışlar ve iki farklı
görüşe ulaşmışlardır.
Birinci görüşe göre;

Malın peşin fiyatı belli olduğunda, vadeli olarak o malı alacak
müşteriden vadesine göre bir fiyat farkının istenmesi faizdir. Nitekim faizin bir şekli
alışverişteki karşılıksız fazlalıktır ki vadeli satışta da vade sebebiyle müşteriden
alınacak olan fazla paranın maldan bir karşılığı yoktur.

Hz. Peygamber; bir akit içinde iki akit yapmayı yasaklamıştır.
Simak, hadisi açıklarken dedi ki: “Bu, satıcının, ‘peşin alırsan bu fiyat, veresiye
alırsan şu fiyat’ demesidir.” (Ahmed b. Hanbel, I, 398). “Malın peşin fiyatı şu, vadeli
fiyatı bu” dendiğinde satış işleminde bir belirsizlik söz konusu olacaktır. Hâlbuki
akitlerdeki belirsizlikler akdi olumsuz etkiler. Bu durum Hanefilerin benimsediği
görüşe gore vadeli satışı ifsad eder. Nitekim aynı gerekçeyle söz konusu biçimde
gerçekleşen vadeli satışları es-Serahsî ve el-Kâsânî‘de fasit olarak değerlendirmiştir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
İktisadi Hayatla İlgili Problemler1

Vadeli satışta vade farkına cevaz vermek, esnafın ihtiyaç sahibi
müşterileri istismar ederek yüksek bir fiyat belirlemesine sebep olacaktır ki bu da
haksız olarak malların yenmesini yasaklayan ayetin kapsamına girecektir. Bu
nedenle, kötü bir sonuca sebep olan vade farkı uygulaması yasaklanmalıdır.
İslam âlimlerinin büyük çoğunluğunun benimsediği ikinci görüşe göre ise;

Konuyla ilgili olarak Hz. Peygamber’in “Bir satışta iki satış yapmayı
yasakladı.” (Mâlik, Muvatta, II, 663); “Kim bir satış içinde iki satış yaparsa satıcı için
ya bu iki fiyattan az olanı ya da riba vardır.” (Ebû Dâvûd, Büyu’ 53) şeklindeki
hadisleri Hanefi ekolü müçtehitlerince “satış bedelinin belirsiz kaldığı” veya “satışla
birlikte ödünç isteme veya sattığı evde bir süre oturma şartı gibi, bir taraf lehine
üstün yarar sağlayan bir şartı öne sürerek satış yapma” olarak değerlendirmişlerdir.
Yani birçok âlim söz konusu hadisleri “vade farkı ile satış” şeklindeki satışı
kapsamadığı görüşündedirler. Bu duruma göre, satıcı müşterinin hangi şartlarla
alabileceğini öğrendikten sonra vade durumuna göre tek fiyat söyler ve pazarlık
bunun üzerinde yapılırsa, vadeli fiyatın malın peşin fiyatına göre farklı olmasına
bakılmaksızın satış işlemi caiz olur.

Veresiye satıştaki vade farkı faiz değildir. Çünkü para ile bir mal
gerek peşin gerekse veresiye satıldığında fiyat farkı faiz sayılmaz. İslam’ın faiz
anlayışı buna müsait değildir. Burada faizden bahsedenler satılan malı aradan
çıkararak peşin fiyat olarak belirlenen mal ile veresiye satım esnasında belirlenen
para arasında mukayese ediyorlar ve sanki peşin satım için belirlenen 100 liranın
veresiye satım için belirlenen 110 lira karşılığında satıldığını varsayarak bunun faiz
olduğunu iddia ediyorlar. Hâlbuki gerçek bunun aksine olup vadeli satışta paranın
para ile satımı söz konusu değildir; dolayısıyla konu faizin alanı dışındadır.

Faizde borç verilen paranın borç verildiği an herkesçe bilinen bir
değeri vardır, borcun sonunda da aynı değerdeki para –enflasyonun sıfır olması
hâlinde- alacaklısına iade edilmektedir. Buna göre, borçludan alınacak olan fazlalık,
verilen borçta karşılığı olmayan bir fazlalık olduğu için yasaklanmıştır. Ancak satımı
yapılan bir malın sabit fiyatı yoktur. Esnaf aynı malı sabahleyin pazarda farklı bir
fiyattan, akşamleyin farklı fiyattan satabilecektir. Bu satışların her birinde
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
İktisadi Hayatla İlgili Problemler1
belirlenen para ile satılan mal arasında bire bir eşleştirme yapmak mümkün olup
karşılıksız bir fazlalık söz konusu değildir.

Veresiye satımdaki fiyat farkının yalnızca belirlenen vadenin
karşılığı olarak görülmesi de uygun değildir. Zira değişik etkenler veresiye şeklinde
gerçekleşen satıştaki fiyatın peşinden daha fazla olmasını gerekli kılmaktadır.
Örneğin bunlardan birisi ilave külfettir; yani malını peşin olarak satıp parasını alan
kişi işini bitirmiştir; malını veresiye satan esnaf ise alacağını yazmak, takip etmek,
tahsil etmek, bunun için masraf etmek gibi külfetlerle karşı karşıyadır ki bütün
bunlar fiyat farkını gerektirir.

Esnafın vadeli satışta müşterinin ihtiyaç duygusunu sömürerek
fiyatı yüksek belirleme riskinin olması sebebiyle vadeli satışta vade farkının
yasaklanmasını savunmak, ihtiyaç sahiplerinin işini daha da zorlaştıracaktır. Şöyle
ki; vadeli satış yasaklanınca tüccar malını peşin fiyatla satmaya yönelecek, mala
ihtiyacı olup elinde parası olmayan kimseler ödünç para arayacak, borç
bulamayınca faizle para almaya kalkacaktır. Bu tarz haram yolu kapatmak için de
vade farkı ile satışı helal görmek gerekmektedir.
Vadeli satışta, vade farkı almanın caiz olup olmadığı yönündeki görüşlerin
delillerine bakıldığında, bir malı veresiye olarak vade farkıyla satmanın caiz
olduğunu gösteren delillerin daha güçlü olduğu görülmektedir. Bu nedenle İslam
âlimlerinin çoğunluğu, bu tür satışın caiz olduğuna hükmetmişlerdir.
MEVCUT OLMAYAN ŞEYİN SATIŞI
İslam âlimleri, insanlar arasında malların haksız yere, batıl yollarla
yenmesini yasaklayan ancak karşılıklı gönüllülük esasına ve rızaya dayanan
alışverişler yapılmasını öneren ayet (Bkz. Nisâ 4/29) ve benzer içerikli hadisler
(Buhârî, Büyu’ 19-27) sebebiyle alışverişle ilgili hukuki kurallar belirlerken hayli
hassas davranmışlardır. Bu maksatla söz konusu ilahî mesajlardaki temel felsefeyi
ihlal edebilecek durumları alışveriş sözleşmesi için fasit ya da batıl şart ve durum
olarak belirlemişlerdir.
Naslarda yer alan temel kriterlerden hareketle klasik dönem fakihleri, satış
konusu malda bulunması gereken özellikler arasına “malın mevcut olması” şartını
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
İktisadi Hayatla İlgili Problemler1
koymuşlardır. Bu sebeple, “mevcut olmayan/yok olan şeyin (ma‘dûmun) satışının
caiz olmadığı” bir ilke hâline gelmiştir. Ancak bu ilkenin doğruluğu ve kapsamının
ne olduğu ya da nasıl anlaşılması gerektiği tartışılmıştır. Zira günümüz sanayi
toplumlarında yapılan birçok satışın “yok olan şeyin satışı” şeklinde gerçekleştiği
dikkate alınırsa, bu türden yapılan satışların topluca batıl olup olmadığı; bu türden
alışveriş yapanların günahkâr olup olmadığı cevap bekleyen birer sorudur.
Mevcut Olmama/Ma’dûm Terimi
Ma’dûm; yokluk,
mevcut olmama, bulunmama; bir şeyin yok olması,
kaybolması gibi anlamlara gelmektedir. Kuran ve hadislerde yer almayan bu
kelime, terim anlamını sonraki dönemlerde kazanmıştır.
Mecelle Şârihi Ali Haydar Efendi ma’dûmu, “Henüz zuhur etmeyen
meyveler, doğmadan önceki yavru ve sözleşme anında satıcının mülkünde mevcut
olmayan ve ileride bayiin mülküne girecek olan mal” şeklinde örneklendirmek
suretiyle tanımlamıştır (Ali Haydar, Beyrut: I, 153- 156). Buna göre, henüz
annesinden doğmamış olan yavruya, vücut bulmamış çiçekteki meyve ve benzeri
şeylere ma’dûm denildiği gibi, satıcının mülküne girmemiş hükmen yok sayılan
şeyler de ma’dûm kapsamında görülmektedir.
Neticede ma‘dûmu şu şekilde tanımlamak uygun olacaktır: Hukukun
hakikaten veya hükmen yok saydığı, tarafları anlaşmazlık ve çekişmeye götürecek
derecede kapalı olan; teslimi garanti edilemeyip zarar ve ziyan içeren; varlığı
ihtimalli şeylere ma’dûm denir.
Mevcut Olmayan Şeyin Satışının Caiz Olmadığı
İslam âlimlerinden bir kısmı (Örneğin bkz. Kâsânî, Bedâiu’s-Sanâi’, VI, 481
ve diğer klasik dönem fıkıh eseri müellifleri) hadislerde zikri geçen ve satışı
yasaklanan şeylerden hareketle “malın satım esnasında mevcut olmasının gerekli
olduğu, satım esnasında mevcut olmayan yani, yok olan ya da yok olma tehlikesi
taşıyan şeylerin satışının caiz olmadığı” sonucuna ulaşmışlardır. Bu görüşü
savunanlara göre, mutlak anlamda “yok olan şeyin (=ma’dumun) satışı” yasaktır.
Hatırlatmak gerekir ki bu görüşte olanlar ma’dûm tabirini genelde yoklukla eş
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
İktisadi Hayatla İlgili Problemler1
anlamda kullanmış; daha sonraki dönemlerde ma’dûmdan anlaşılan ve kapsamı
daha geniş olan anlamı kasdetmemişlerdir. Buna göre de birçok satış türü, onlara
göre ma’dûmun satışı kapsamında olup yasaklanmıştır.
Hz. Peygamber’in yasakladığı birçok şeyin ortak özelliği, ya henüz vücut
bulmamış olması ya da satıcının elinde olmamasıdır. Örneğin; Hz. Peygamber,
hayvanın karnındaki yavrunun satışını; hayvanın doğuracağı yavrunun doğuracağı
yavrusunun satışını; henüz kendisinden istifade edilir hâle gelmemiş meyvenin
satışını; memedeki sütün satışını yasaklamıştır. Yine Hz. Peygamber “kabz
edilmeyen malın satışını” yasaklamış; bir defasında sahabilerden birine “Yanında
olmayan şeyi satma” demiştir (Buhârî, Büyu’ 55; Müslim, Büyu’ 30,32).
Bu görüşte olan âlimler, satış esnasında elde olmadığı hâlde, bayiin alacak
olduğu toptancının elinde bulunan, emanette bulunan, yolda olup henüz esnafın
teslim almadığı türden malların satışını da yasak kapsamında görmüşlerdir.
Özellikle sanayi devrimi öncesindeki zirai toplumlarda bu hüküm ciddi
manada insanlara sıkıntı vermemiştir. Burada özellikle müşterinin verdiği para
karşılığında, sözleşmesini yaptığı malı teslim almasının her türlü riskten
korunmasının hedeflendiği dikkat çekmektedir.
Ancak oluşturulan bu ilkenin bazı zirai mahsüllerin satışında insanlar için
ciddi sıkıntı çıkaracak olması nedeniyle, İslam müçtehitleri muhtemel bu sorunu;
mevcut olanlara tabi kılarak henüz vücut bulmamış meyve ve sebzelerin de
satılabileceğine hükmederek çözümlemişlerdir. Örneğin bu görüşü benimseyen
Hanefilere göre, henüz vücut bulmamış şeylerin satışı helal olmadığı gibi, bu
hükmün dışına çıkılması için insanların bir ihtiyacı ya da zarureti de – kendi
dönemleri açısından- söz konusu değildir. Zira zirai mahsüllerde, vücut bulan bir
asla tabi olarak diğerlerinin satışına cevaz verilerek insanların sıkıntısı giderilmiştir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
İktisadi Hayatla İlgili Problemler1
Sözleşmeyi Etkileyen Şeyin Sadece Yokluk Olmadığı
Gerek klasik dönem âlimlerinden İbnü’l Kayyım gibi bazıları, gerekse
çağdaş İslam âlimleri (Bkz. Senhûri, Masâdiru’l-Hak, III, 40) hadislerde yasaklanan
şeylerin ortak özelliklerinin, yokluktan öte, “müşteriye malın teslim edilmesinin
ciddi manada risk taşıması ya da imkânsız olması” olgusu olduğu kanaatiyle, mutlak
manada satışı yapılacak malın sözleşme esnasında yok olmasının ya da esnafın
elinde bulunmamasının sözleşmeyi iptal etmeyeceğine hükmetmişlerdir. Bu
durumda satışı yapılan malın müşteriye tesliminde yaşanabilecek riske bakarak
satışın caiz ya da haram olduğuna hükmedilmesinin daha uygun olacağı
kanaatindedirler. Buna göre, satış esnasında mevcut olmamakla birlikte, satışı
yapılan malın sonradan üretilip müşteriye teslimi kesin ya da kuvvetle muhtemelse
satış caiz; satış esnasında henüz ortada olmamakla beraber, satışı yapılan malın
sonradan üretilip müşteriye teslim edilmesi imkânsız ya da büyük risk taşıyacaksa o
tür malın satışı caiz değildir. Diğer taraftan bayiin mülküne girmemiş olsa da satış
sonrasında bayiin sipariş sözleşmesini yaptığı malı satın alıp müşteriye teslimi
kesin/garanti ise satış caizdir. Sözleşmeyi etkileyen risk, az olan risk değil; ciddi
sayılabilecek boyuttaki risktir. Yoksa az orandaki risk her tür sözleşmede söz
konusu olabilir ki onun sözleşmeleri olumsuz şekilde etkilemesi söz konusu
değildir.
Bu görüş sahiplerinin delillerini şöylece sırlamak mümkündür:

Mutlak manada “ma‘dûmun satışını” yasaklayan ne bir ayet ne de
bir hadis mevcuttur. Bir kısım müçtehidin ilgili hadislerden hareketle “ma‘dûmun
satışının yasaklandığı” şekilde bir ilkeye ulaşmaları isabetli değildir.

Hz. Peygamber’in “kabz edilmeyen malın satışını yasaklaması”
veya “Yanında olmayan şeyi satma” buyurmasına iyice bakıldığında yasaklanan
satışın konusu olan malın esnafın elinde değilse de mevcut olduğu, ancak buna
rağmen yasaklandığı açıktır. Öyleyse, ilgili hadislerdeki yasaklama nedeninin
başkaca bir sebebi olmalıdır.

Hadislerin de meşru gördüğü ıstısnâ (sipariş usulü alışveriş), selem
(para peşin mal veresiye, üstelik satın alınacak mal satıcının elinde yok, henüz
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
İktisadi Hayatla İlgili Problemler1
vücut bulmamış bir malın satışı) gibi alışveriş türleri, henüz mevcut olmayan şeyler
üzerinde yapılmaktadır ve caiz olduğunda hiçbir ihtilaf yoktur.

Satış esnasında satıcının elinde/mülkiyetinde olmaması yanında,
akde konu olan malın vücut bulma ihtimali de ciddi anlamda riskli/ğararlı ise, bu
tür malların satışı caiz değildir. Yani hadislerde yasaklanan asıl şey gararlı satıştır.
Dış dünyada mevcut olmakla beraber, henüz yakalanarak mülkiyet altına
alınmamış av hayvanları, denizdeki balık; ya da mülkiyeti bir şahsa ait olduğu hâlde
elden kaçırılan arı, dana, koyun ve keçi gibi hayvanların satışı, satılan şeyin
müşteriye teslim edilme ihtimali az olduğundan dolayı yasaklanmıştır.

Hz. Peygamber’den nakledilen hadislerdeki yasaklamalar genelde
malın müşteriye tesliminde riskin var olup olmadığı yönüyle incelenerek
yasaklamadaki gerçek maksada ulaşılmalıdır. Buna göre, sözleşme esnasında
ortada bulunmayan mal hakkında hukuki bir hükme varılabilmesi için, malın ileride
müşteriye teslimindeki ihtimaller önem arz etmektedir.

Yasaklanan alışveriş türlerine topluca bakarak bunlar içerisinde
malın mevcut olduğu ancak tesliminin ihtimalli olduğu örneklerin varlığından da
hareketle şu sonuca ulaşmak mümkündür: Bir malın/ürünün müşteriye teslimi
mümkün olması hâlinde, satım esnasında o malın gerek elde bulunmaması gerekse
henüz vücut bulmamış olması, bu tür satışın yasaklanmasının sebebi olamaz.
Satılan malın imal edilmesi, inşa edilmesi ya da satın alınarak müşteriye teslim
edilmesi sektörel bir faaliyet hâline gelmişse - ki sanayi devrimi sonrasında
fabrikaların çalışma sistemi genellikle önce talebin toplanıp sonrasında malın
üretilmesi şeklindedir-, bu durumda henüz mevcut olmayan malın satılması da caiz
görülecektir.

Riskin/Gararın akitlere etkisi alanında müstakil çalışması bulunan
Sıddîk M. Emin ed-Darîr söz konusu ilkenin şu şekle dönüştürülmesini
savunmaktadır: “Gelecekte vücut bulma ihtimali meçhul olan ve henüz mevcut
olmayan/yok olan malın satışı caiz değildir; bir malın gelecekte mevcut olma
imkânı kesin ise, bu mal satış esnasında henüz vücut bulmamış da olsa satışı
caizdir.”( Darir,s. 358). Buna göre, kampanyası olan bir ürünü katalog üzerinden
satın almak caizdir. Bu durumda müşteri genelde borcunun bir kısmını ödemiş
olmakta, geri kalan borç ise malın tesliminden sonra ödenmektedir. Aynı şekilde,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
İktisadi Hayatla İlgili Problemler1
proje üzerinden daire satmak da caizdir. Keza, esnafın devamlı sattığı bir malın
tükenmesi durumunda, yeni sipariş verdiği malın kendisine teslim edilmesi hâlinde
müşterisine teslim etmek üzere satış yapması da caizdir.
Yukarıda değişik örnekleriyle gördüğümüz satış türlerinde, malın müşteriye
tesliminde yaşanacak olan olumsuzlukların varlığı ve bunun ciddi oluşu satışın
hükmüne etki etmektedir. Satılan malın teslim edilememesi taraflar arasında
nizaya sebep olabilecektir. Bu durumda alınan paranın iade edilmemesi toplumsal
huzursuzluğa da sebep olabilecektir. Ayrıca, karşılığında herhangi bir mal
ödenmeden alınan para esnaf için haksız bir kazanç olacaktır.
Bu tür olumsuz sonuçların doğma ihtimaline bakarak satım esnasında elde
bulunmayan malın kesinlikle satışını yasaklamak ise, başka türden olumsuzluklara
neden olabilmekte, hatta günümüzde değişik sektörlerin felç olması anlamına
gelmektedir. Bu sebeple, satım esnasında elde olmayan şeyin satışının
yasaklanmasındaki maksadın çok iyi anlaşılarak sağlıklı bir zemine oturtulması ve
kapsamının maksada aykırılık taşımayacak şekilde belirlenmesi günümüz ticari
hayatı için önem arz etmektedir.
Bu tür satışlarda müşterinin korunması için “görme muhayyerliği” ve “ayıp
muhayyerliği” gibi haklar bulunmaktadır. Bunun dışında bazı durumlarla ilgili özel
şartlar koşularak malın teslimiyle alakalı risklerin çok daha aşağıya çekilmesi imkân
dâhilindedir.
Sanayileşmeye bağlı olarak mal imal eden sektörlerin işleyişinin bu tür
satışlara bağımlı olması ve buralardaki risklerin öngörülebilir ve kontrol altına
alınabilir türden olması sebebiyle, bu türden satışların caiz olarak görülmesi
gerekmektedir. Bu bakışın, ilgili hadislerde var olan hükümlerin konuluş maksadıyla
çelişmediği, aksi bir anlayışın toplumsal gelişmeye engel olacağı söylenebilir.
HAK VE MENFAATLERİN SATIŞI
İslam âlimleri alışverişe konu olacak şeyin “mal” olmasını gerekli
görmüşlerdir. Bu nedenle alışverişi: “Bir malın diğer bir mal ile karşılıklı mülk
edinmek
maksadıyla
değiştirilmesi/mübadelesi”
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
şeklinde
tanımlamışlardır.
11
İktisadi Hayatla İlgili Problemler1
Hanefiler malı; “elle tutulan ve gözle görülebilen, insanların kendisine rağbet
ettikleri, ekonomik bir değeri olan, fiziki varlığa sahip eşya” olarak ifade
etmişlerdir. Buna göre modern iktisatçıların eşya olarak tanımladıkları şeyler,
Hanefilere göre mal olarak nitelendirilmiştir. Tabiidir ki bu tanım, menfaatleri ve
hakları mal kapsamı dışında bırakmıştır.
Menfaat ve hakların satışa konu olup olmayacağı hususu İslam âlimlerince
şöylece tartışılmıştır:
Hanefilerin başını çektiği bir grup müçtehit, menfaatlerin bizzat
mütekavvim mal olmadığını, ancak kira akdi sebebiyle kiralanan mala tabi olarak
mütekavvim hâle geleceğini söylemişlerdir (Serahsi, el-Mebsut, XI, 78; Merğinâni,
el-Hidâye, IV, 120). Yani, bir mal ile beraber olmaları hâlinde menfaatlerin de satışa
konu olabileceğine hükmederek kira sözleşmelerini meşru görmüşlerdir. Zira kira
işleminde satışı yapılan şey malın kendisi değil onun kullanım hakkıdır; diğer bir
tabirle malın menfaatidir/ondan yararlanılmasıdır. Bu ilkenin verdiği sıkıntıyı aşmak
için özellikle sonraki dönem Hanefi âlimleri birçok hâlde menfaatleri mal kabul
etmişlerdir.
Hakların bizzat somut varlığı olmadığı için onlara göre mütekavvim mal
sayılamayacak, neticede satışa konu olamayacaktır. Ancak yine bu ilkeye rağmen,
örneğin satılan akara tabi olarak irtifak haklarının mal vasfı kazandığına
hükmetmişlerdir.
Özellikle ilk dönem Hanefi âlimleri, hakların mal olmadığı gerekçesiyle
satışa konu olamayacağını savunurken, Malikîler başta olmak üzere diğer İslam
müçtehitleri (Bkz. Şirbînî, Muğni’l-Muhtâc, II, 3; İbn Kudâme, el-Muğni, IV, 39-40)
farklı görüşü savunmuşlardır. Bu çevrelerde menfaatler ve bir mala tabi olan haklar
genelde mal kabul edilirken, herhangi bir mal ile ilişkisi bulunmayan ve müstakil
olarak elle tutulan ve gözle görülen bir varlığı da bulunmayan hakların satışa konu
olup olmayacağına fazlaca yer vermemişlerdir. Muhtemelen bunda o dönem
itibariyle hakların satımının yaygın olmaması önem arz etmiştir.
Şunu belirtmek gerekir ki müçtehit imamlar döneminde diğer kültürler de
de menfaat ve haklarla ilgili benzer tartışmalar yapılmıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
İktisadi Hayatla İlgili Problemler1
Günümüz dünyasına gelindiğinde gerek modern iktisatçılar gerekse İslam
âlimleri ittifak hâlinde ekonomik değeri olan, hukuken yasaklananlar dışındaki mal,
menfaat ve hakların maddi olmayan mütekavvim birer mal olduğuna
hükmetmişlerdir. Buna göre devri mümkün olma, hukuken yasaklanmamış olma
gibi şartlarla sınırlamalar söz konusu ise de hakların ve menfaatlerin satışı
yapılabilecektir.
Fikir ve Sanat Eserleri Üzerindeki Hakların Satışı
İslam âlimleri fikir ve sanat eseri sahiplerinin haklarının mali birer hak olup
olmadığını tartışmışlardır.
Birinci görüşe göre; fikir ve sanat eserleri üzerinde sahiplerinin mali hakları
vardır, bu hak şer’an maddi bir kıymet ifader eder. Buna göre sahibinin bu hak
üzerinde tasarruf hakkı vardır. Yani, bu hakkını korumaya, maddi bir karşılık alarak
ya da karşılıksız olarak bu hakkını bir başkasına devretmeye yetkilidir. Bu görüş
Osmanlı Devleti’nde çıkarılan Telif Nizamnamesi’nde düzenlendiği gibi muasır
araştırmacılar tarafından da benimsenmiştir. Örneğin, Hasan en-Nedvi, Mustafa ezZerkâ, Yusuf el-Karadâvi, Ali el-Hafif bu görüştedir.
İkinci görüşe göre, fikir ve sanat eserleri üzerinde sahiplerinin mali hakları
yoktur; fikir ve sanat eserleri üzerinde sahiplerinin hakları şer’an maddi bir kıymet
ifade etmez; dolayısıyla bu hakları satma karşılığında bir bedel alınamaz. Ayrıca,
eser sahiplerinin bu eserleri kopyalamak ve bunları aynen basmak isteyenleri
engelleme hakları da yoktur. Bu görüşe sahip araştırmacılardan bir kısmı, özellikle
dinî ilimlere ait eserlerden ücret alınmasının yasak olduğunu savunmuşlardır.
Örneğin, Ahmed el-Hâci el-Kürdi, Halil Günenç bu görüştedir.
Üçüncü görüşe göre, fikir ve sanat eserleri sahiplerinin bizzat kendileri veya
eseri birlikte neşrettikleri yayınevi sahipleri, bu eserlerden maddi kazanç
sağlayabilirlerse de bu eserlerin telif hakkının satımı ya da kiralanması caiz değildir.
(Görüş sahipleri için bkz. Şehrâni, Hukuku’l-İhtira’, s. 238 vd.).
Yukarıdaki görüşlerden birinci görüşün tercihe şayan olduğu ifade
edilebilir. Çünkü, modern iktisatçıların da dediği gibi, fikir ve sanat eserleri
üzerinde sahiplerinin hakları vardır ve bu haklar edebî haklardan ayrı olarak bir
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
İktisadi Hayatla İlgili Problemler1
başkasına devredilebilir. Böyle bir işleme insanlar tarafından rağbet ediliyorsa
karşılığında para almak da caiz olmalıdır. Çünkü, tıpkı eşya satışında olduğu gibi, bir
eserin telif hakkını satın alan kişi vereceği para karşılığında maddi bir kıymet ifade
eden bir hakkı satın almış demektir. Telif hakkını satın aldığı eseri çoğaltarak satıp
kazanç sağlayabilecektir. Alışverişte asıl olan, müşterinin satın aldığı şeyden istifade
edebilir olması ve bu istifadenin ihtimale, riske dayanmamasıdır. Fikir ve sanat
eseri üzerindeki hakkın satımında satın alınan eserin müşteriye teslim edilememe
ihtimal ya da risk söz konusu değildir. Böyle bir satış şer’an yasaklanan satışlar
arasında olmadığı gibi, örfe ve adaba aykırı bir sonuç doğuran bir satış da değildir.
Bütün bunların yanında bu tür satışı “batıl yollarla mal elde etme şekli” görmek de
mümkün değildir.
Bir şey üzerinde hakkın varlığı kabul edildiğinde, o hak üzerinde
sahiplerinin tasarrufunu kabul etmek kaçınılmaz olur. Ancak söz konusu hakkın
satışa konu olup olmayacağı, aksine bir nass olmadığında insanların örfüne
bırakılmalıdır. Nitekim ilk dönemlerde satışa konu edilmeyen birçok hak sonraki
dönemlerde satışa konu edilmişse, hukukun bunu meşru görmesi gerekir. Zira
burada aldatma, kandırma ve yasaklanan bir şeyin satışı söz konusu değildir.
Alışveriş alanında temel hükmün, naslarda aksine bir yasaklama olmadığında ve
herhangi bir nassın lafzına ya da ruhuna aykırılık oluşturmadığında, insanların
istifade edebileceği her şeyin satışının helal olmasıdır. “Aslî ibaha” prensibi
gereğince fikir ve sanat eserleri üzerindeki mali hakların, satışa konu olabileceği
kabul edilmelidir.
Fikir ve Sanat Eseri Sahiplerinin Haklarının Sınırlandırılması
İslam âlimleri fikir ve sanat eserleri üzerindeki hakların süresini de
tartışmışlardır. Benzer tartışma modern iktisatçılar arasında da mevcuttur. Burada
şöyle bir soru akla gelmektedir: Bir menkul ya da gayr-i menkul mala sahip olan
şahsın söz konusu malvarlığı üzerindeki hakkı hayatı boyunca kendisine, öldükten
sonra ise süresiz olarak mirasçılarına geçerek el değiştirmekteyken, fikir ve sanat
eserleri üzerinde sahibinin hakkı niçin sınırlandırılmaktadır?
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
İktisadi Hayatla İlgili Problemler1
Bu soruya verilen cevaplar şu noktada yoğunlaşmaktadır: Telif hakkı bir
mal/eşya üzerindeki haktan farklıdır. Bu nedenle telif hakkı mülkiyet hakkı gibi
sınırsız olmamalıdır. Telif edilen eserin oluşmasında müellifin yaşadığı çevrenin,
içinde yetiştiği kültürün etkileri söz konusudur. Müellif bir taraftan eseri üzerinde
tekelci bir hakka sahipken, diğer taraftan yaşadığı topluma karşı sosyal
sorumluluğu bulunmaktadır. Bu nedenle de eserleri üzerindeki hakkı kendisi ve
sosyal çevresi arasında dengeli olmalıdır ki bu durum telif hakkının sınırlı olmasını
gerektirir.
Bireylerin sahip olduğu şeyler üzerindeki haklarının gerektiğinde toplum
lehine sınırlandırılabileceği hususu kişilerin sahip olduğu bütün şeyler için
geçerliyse de fikir ve sanat eserleri üzerindeki hakların toplum lehine
sınırlandırılması biraz daha belirginlik kazanmaktadır. Bunun sebebi, fikir ve sanat
eserlerinin oluşumunda diğer fiziki malların oluşumuna, elde edilmesine nazaran
daha çok sosyal çevrenin ve kültürün katkısının bulunuyor olmasıdır. Ayrıca, ortaya
konan fikir ve sanat ürününe toplum diğer fiziki mallardan daha çok ihtiyaç
duymaktadır. Bütün bunlar birlikte düşünüldüğünde eser sahibinin eseri üzerindeki
hakkı gözardı edilmemekle birlikte, bu eserin kaprisli insanların/mucitlerin kötü
emellerinden kurtarılarak, toplum hizmetine sunulabilmesi için, yeteri kadar
toplum lehine, eser sahibinin hakları sınırlandırılmaya tabi tutulmuştur. Bu
sınırlama bir açıdan hakkın süresiyle ilgiliyken, diğer taraftan sahibinden izinsiz
olarak eserden iktibasta bulunma; bilimsel amaçlı olarak yararlanma vb. konularda
olmuştur.
Fikir ve Sanat Eserleri Üzerindeki Hakların Süresi
Fikir ve sanat eserleri üzerindeki hakların süresiyle ilgili yaklaşımlar
şöyledir:

Osmanlı Devleti’nde 1857 yılında yürürlüğe konulan Telif
Nizamnamesi’ne göre, yazarın eseri üzerindeki hakkı 40 yıl olarak sınırlandırılmıştır.
Tercüme eserlerde ise bu süre 20 yıldır. Bu süreler sona erdiğinde eser üzerinde
ne yazarın ne de mütercimin hakkı kalmamakta, eser kamu malı olmaktadır. Bu
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
İktisadi Hayatla İlgili Problemler1
durumda başkalarının bu eserlerin eski sahiplerinden izin almaksızın bunları
çoğaltarak satmaları mümkündür.

Çağdaş İslam araştırmacılardan bazıları (Bkz. Şehrânî, Hukuku’l-
İhtira, s. 367) telif hakkının sınırsız olduğunu savunmaktadırlar. Onlara göre, tıpkı
gayr-i menkul mülkiyetinde olduğu gibi, hayatı süresince malikinin, ölümü
sonrasında ise veresenin telif edilen eserin üzerindeki hakkı devam etmektedir.

Bazı İslam âlimleri ise, telif haklarının süreli olması gerektiğini
savunmuşlar ve bu süre için de şu kriteri getirmişlerdir: Eser sahibinin eseri
üzerindeki hakkı, müellifin/sanatkarın yaşadığı müddetçe devam etmekte olup
ölümü sonrasında en çok 60 yıl sonunda bu hak son bulmalıdır. Bu sürenin ağaç
dikmek ya da bina yapmak için vakıf arazisinin en uzun kiralama süresinden
esinlenerek elde edildiği ifade edilmektedir (Bkz. Vehbe Zuhayli, el-Muamelat elMaliye, s. 586).

Eser sahiplerinin eserleri üzerindeki haklarının süreli olmasını
savunanlardan bazıları, bu süreyi daha kısa tumakta ve şöyle demektedirler: Örfen
belirlenen süre esas alınmalı ve eser sahipleri eserlerini oluşturmak için yaptıkları
masraflarını eserlerini satarak elde ettiklerinde bu eserler üzerindeki mali hakları
son bulmalıdır. Bu sayede ilmin daha geniş kitlelere belki daha ucuz fiyatlarla
ulaşması sağlanabilecektir. Buna engel olunması doğru değildir, aksi davranış
ilimde tekelleşmeyi ve karaborsayı doğuracaktır.

Türkiye Cumhuriyeti’nde yürürlükte olan Fikir ve Sanat Eserleri
Kanunu mad. 27’e göre; “Koruma süresi eser sahibinin yaşadığı müddetçe ve
ölümünden itibaren 70 yıl devam eder. Sahibinin ölümünden sonra alenileşen
eserlerde koruma süresi ölüm tarihinden itibaren 70 yıldır. İlk eser sahibi tüzel kişi
ise, koruma süresi aleniyet tarihinden itibaren 70 yıldır”.
Görüldüğü gibi, eser sahiplerinin eserleri üzerindeki haklarının sınırlı süreli
olması gerektiği görüşü genel kabul görmüştür. Şüphesiz bu kabul, farklı şekillerde
tartışma konusu edilebilirse de burada bu tartışmaya girilmeyecektir. Ancak
sürenin belirlenmesinde farklı kriterler dikkate alınarak farklı sonuçlar çıkmıştır. Bu
sürelerin 50- 60 yıl olduğu şeklinde kabuller de mevcuttur.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
İktisadi Hayatla İlgili Problemler1
DİNCE YASAKLANAN TİCARET ŞEKİLLERİ
Alışveriş, hukukun ilgi alanına giren bir işlemdir. Zira gerek İslam fıkhı,
gerekse modern hukuklar evlenme, boşanma, miras, ceza gibi konular yanında
kişiler ya da devletler arasındaki ticari ilişkileri de ilgi alanlarında görmüşlerdir.
Klasik kaynaklarımızda en uzun yer tutan bölümlerden biri alışverişler (Kitâbü’lBüyu’) kısmıdır.
Ticari alanda İslam âlimlerince benimsenen temel ilke; aksine bir
nass bulunmadığı sürece bütün ticaret şeklinin helal olduğudur. Yani burada helal
alan çok geniş tutularak kıyamete dek toplumların ihtiyaçlarına cevap verilmek
istenmiştir. Burada, yasaklanan çok az şey bulunmaktadır. Bunlardan bir kısmı açık
naslarla yasaklanmışken, bir kısmı ise yoruma açık naslara dayanan içtihatlar
sebebiyle yasaklanmıştır.
“Allah alışverişi helal kıldı, faizi haram kıldı.” (Bakara,2/275) şeklindeki
ayetten dolaylı olarak anlaşıldığına göre, yasak kılınan birkaç kısım dışında ticarette
serbestlik esastır. Bir ticaret şeklinin caiz olup olmadığını tespit için nas aranmaz;
aksine o ticaret şeklini yasaklayan bir nas bulunmadığında; o ticaret şekli,
yasaklanan ticaret şekilleriyle ortak özellikler taşımadığında söz konusu ticaretin
caiz olduğuna gönül rahatlığıyla hükmedilebilecektir.
Yasaklanan Ticaret Şekilleri
İslam bazı ticaret türlerini yasaklamıştır. Bunların yasaklanma sebeplerini
şu şekilde tasnif etmek mümkündür:

Tarafların alışveriş yapma ehliyetine sahip olmamaları: Satıcı ya da
müşteri sözleşme yapma ehliyetine sahip değilseler, bunların yaptıkları alışveriş
geçersizdir. Ehliyetsizlik, yaş küçüklüğünden olduğu gibi, temyiz gücüne sahip
olamama, akıl hastası olma gibi nedenlerden de kaynaklanabilecektir. Alışverişte
tarafların ergen olmaları şart değilse de temyiz çağına ulaşmış bulunmaları ve
temyiz melekesine sahip olmaları gereklidir. Yine hacr altına alınmış bir kimsenin,
izinsiz olarak yapacağı alışveriş de sahih olmayacaktır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
İktisadi Hayatla İlgili Problemler1

Alışverişe konu olacak şeyin İslam açısından isitifade edilebilir
olmaması: İslam, bir şeyin yenmesi ve içilmesini yasaklamışsa, o şeyden yeme içme
dışında istifade etmek de söz konusu olmadığında, o şeyin ticaretinin yapılması da
yasaklanmış demektir. Bu maksatla, alışverişe konu olacak şeyin mal olması yeterli
olmayıp “mal-i mütekavvim” olması, yani şer’an kendisinden istifade edilmeye
müsaade edilmiş mal olması gerekmektedir. Örneğin alkollü içki türleri, domuz eti
birer mal ise de İslam fıkhı bunların alışverişe konu olmalarına müsaade
etmemiştir. Çünkü İslam bunların yenilip içilmesini yasaklamıştır. Bunlardan
başkaca istifade etmek de söz konusu olmadığından, bunların alışverişinin
yapılması da yasaktır. Keza, kendiliğinden ölmüş hayvan etinin satılması da
böyledir.

Alışverişe konu olacak şeyin insan sağlığına zararlı olması: İslam
insanın sağlığını koruma altına almış, onu insanın kendisinden bile korumuştur.
Sağlığa zararlı olacak şeyin satın alınmasına yasak getirmiştir. Örneğin sigaranın
insan sağlığına zararı açıkça ortadadır; buna göre sigara içimi yasaklandığı gibi
sigara satışı da dinen yasaktır ( Bkz. Mevsua el-Fıkhu’l-İslami el-Muasır, II, 561;
Karadâvi, Fetâvâ Muasıra, I, 661-666)).

Muzır neşriyat diye tabir edilen gazete ve dergilerin, CD’lerin
satışı: İslam fıkhı bunların satışını yasaklamıştır. Zira toplumun birliği ve düzeni
insan sağlığı kadar önemlidir. Toplumun birliğine, dirliğine zarar verebilecek
yayınların satışı bu sebeple yasaklanmıştır.

Gasbedilmiş bir malın ya da hakkın satışı yasaktır. Zira gasp
zulümdür, suçtur. İslam’a göre gasp ve hırsızlık meşru olarak kabul edilmiş mülkiyet
edinme yollarından biri değildir. Buna göre, gayrimeşru yollarla ele geçirilen
şeylerin satışı da caiz değildir. Korsan kitap ve cd satışında, bunları satan kadar alan
da suçludur ve günahkârdır.

Alışverişe konu olacak şeyin aşırı saygın olması: İnsan yaratıkların
en saygınıdır. Bu nedenle alışverişe konu edilemez. Buna göre insan satışı yasaktır.
Aynı mantıkla birçok âlim (Bkz. İbn Kudâme, eş-Şerhu’l-Kebîr, IV, 14) insan
ürünlerinin ve insan organlarının satışının da yasak olması gerektiğini
savunmuşlardır. İnsan satışına karşı çıkmakla beraber bazı âlimler; süt, saç, kan gibi
insan ürünlerinin ve insanın ölümüne neden olmayacak bazı organlarının; dinen
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
İktisadi Hayatla İlgili Problemler1
temiz olmaları ve insanın saygınlığına halel getirmeyeceği gibi gerekçelerle satışının
caiz olacağını savunmuşlardır.

Satılan şeyin müşteriye tesliminin ihtimale dayanıp müşterinin
verdiği paranın karşılığını alamayarak zarar edebilecek olması: İslam fıkhında buna
riskli satış anlamında “garar satışı” denmiştir. Burada, satın alınan malın tesliminde
risk söz konusudur; bu sebeple yasaklanmıştır. Aynı şekilde, satılan şeyin vücut
bulmasında da aşırı risk söz konusu ise o da yasaklanmıştır.

Bazı ticaret türleri siyaseten yasaklanmıştır: Örneğin, Allah’tan
başkası adına kesilen hayvanın eti yenmez; bu hayvanın eti satılamaz da. Keza
dinden çıkan mürtedin kestiği hayvan da yenmez ve satışa konu olamaz.

Yasaklanan zamanda yapılan ticaret: Kuran’da açıkça cuma namazı
esnasında kendilerine cuma namazı kılmak farz olan kimselerin alışveriş yapmaları
yasaklanmıştır.

Karşı tarafın aldatıldığı ve ona hile yapıldığı ticaret türleri de
yasaklanmıştır. Akitlerde karşılıklı rıza esastır. Bu rızayı ihlal eden her tavır ve
hareket dince yasaklanmış; neticede ise yapılan alışverişin batıl ya da fasit
olduğuna hükmedilmiştir. Üstü kuru olduğu hâlde, altı yaş olan gıda maddesinin
satımı, altı çürük olduğu hâlde üstü sağlam olan meyve ya da sebzenin satımı
yasaklandığı gibi, ölçü ve tartıda hile yapılan satışlar da yasaklanmıştır.
Esnafın malın kalitesi hususunda müşteriyi yanıltıp akabinde yüksek fiyatla
malını satması da yasaklanmıştır.

Malın piyasaya girmesine engel olunması yani, piyasada malın
fiyatının ucuzlamasına engel olmak maksadıyla, ürün sahiplerinin pazarın dışında
karşılanarak, mallarının ucuz - pahalı alınması yasaklanmıştır.
Bu açıklamalardan sonra şunlar söylenebilir: İslam, ticaret dâhil, her alanda
doğruluk ve dürüstlükten ayrılmamayı emretmiştir. Aksi davranışları ahlaken ya da
hukuken cezalandırmıştır. Haksız yollarla mal yemenin her türünü yasaklamış;
insanları kandıranın, insanları aldatanın İslam ümmeti ile ilişkisinin kesileceğini
ifade etmiştir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
İktisadi Hayatla İlgili Problemler1
TİCARETTE KÂR ve ÜST SINIRI
İslam ticaret mallarının fiyatının arz –talep neticesinde serbestçe
oluşmasını benimsemiş, bu sebeple gerek arz, gerekse talep önüne konulacak
engelleri ise hoş karşılamamıştır. Örneğin üreticinin pazara ulaşmasının
engellenmesini, alışveriş esnasında müşterinin yanıltılmasını, piyasadan malın
toplanarak karaborsacılık yapmak için fiyatların yükselmesinin beklenmesini
yasaklamıştır.
Aynı malı 100 liraya satan birkaç esnaf düşünelim: Bunlardan biri malı 60
liraya aldığı için 40 lira kâr ederken, diğeri 70 liraya aldığı için 30 lira kârla
satmaktadır; diğer bir esnaf aynı malı kendisi üretmiş/dokumuş ve 40 liraya mâl
etmiş olsa o da 60 lira kârla satmış olacaktır. Görüleceği gibi bu esnafların kâr oranı
farklı olup bir tanesinin kârı % 100’ün üzerindedir.
Tüccar satın aldığı malın fiyatına, kendisi ödemişse, taşıma/kargo ücretini,
ticarethane için verdiği kiranın ve çalıştırdığı işçinin ücretini, ödeyeceği vergileri
ekleyerek malın kendisine maliyetini hesaplar. Sonrasında ise, üzerine kâr koyarak
malı satar. Belirleyeceği kâr için de malın satış sürümünü de dikkate alarak esnafın
aile fertlerinin geçimi ve sosyal ihtiyaçları için aylık/yıllık gerekli olan parayı
sağlayabilecek şekilde satışa arz ettiği kalemlerin kâr oranını belirler. Kârını
belirlerken ayrıca içinde yaşadığı toplum fertlerinin alım gücünü, çalışıp kazanma
oranlarını ve elinin emeğiyle çalışan farklı grupların aylık/yıllık kazançlarını da
dikkate alır. Kendi mesleğini hiçbir zaman farklı bir meslek görüp kendisini
ayrıcalıklı bir konumda görmez. Bunlar İslam’ın ticaret ahlakı adına esnaflardan
beklediği şeylerdir.
Sattığı mal için kâr belirlerken, kendisini düşündüğü kadar müşterilerini de
düşünen esnaf adına devletin bir kâr oranı belirlemesi tabii ki gereksizdir.
Piyasalarda malların fiyatlarının her zaman aynı kalmaması, zaman zaman
normalden daha ucuz ya da daha pahalıya malların satılması, ekonomideki
istikrarsızlığın ya da mal üretimindeki veya tüketimindeki olağan dışı hareketlerin
etkisiyledir. Bu durumun farkında olunmadığından, fiyatların yükseldiği bazı
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
İktisadi Hayatla İlgili Problemler1
dönemlerde Hz. Peygamber’den pazardaki malların fiyatlarını sabitlemesi istenmiş,
o bunu uygun bulmamıştır.
İslam âlimleri temelde Hz. Peygamber’in duruşunu örnek olarak
benimsemekle birlikte, tüccarın ağız birliği yaparak; suni gündem oluşturarak
fiyatları kasıtlı olarak yükseltmeleri, dolayısıyla kârlarını normalin üzerine
çıkarmaları hâlinde, devlet yetkililerinin buna müdahale edeceği görüşündedirler.
“Her kim yiyecek
maddelerini kırk gece
(fiyatı yükselsin diye
satmayarak) saklarsa,
Allah ondan; o da
Allah’tan uzaktır.”
(Ahmed b. Hanbel, II,
33)”.
Nitekim bu tür spekülatif hareketler hadislerde de yasaklanmıştır:
Örneğin hadislerde; “Her kim yiyecek maddelerini kırk gece (fiyatı yükselsin
diye satmayarak) saklarsa, Allah ondan; o da Allah’tan uzaktır.” (Ahmed b. Hanbel,
II, 33)”; “Malı piyasaya sürüp satan kazanır, saklayıp stok eden lanetlenir.” (İbn
Mâce, Ticaret 6); “Kim fiyatların yükselmesini ümit ederek Müslümanlara mal
satmayıp karaborsacılık/ihtikar yaparsa hata etmiştir.” ( Müslim, Müsâkât 130)
buyrulmuştur.
İslam âlimleri ticaretteki kârın üst sınırıyla ilgili olarak iki farklı görüşe ayrılmışlardır.

Birinci görüşe göre, ticarette kârın üst sınırı yoktur. Bu, İslam
âlimlerinin çoğunluğunun benimsediği bir görüş olup günümüze kadar uygulama
da bu şekilde olmuştur. Konuyu özel bir oturumda ele alan İslam Fıkıh
Akademisi’nin 1988’de Kuveyt toplantısında aldığı karar şöyledir: 1- Ayet ve
hadisler, şerî kaideler, insanları alışveriş yapmalarında ve malları üzerinde
tasarrufta bulunmalarında İslam’da belirlenen genel çerçeveler içinde kalmak
şartıyla hür bırakmıştır. Söz konusu genel çerçeve ise; “Ey inananlar! Mallarınızı
batıl yollarla yemeyiniz, ancak karşılıklı rızaya dayanan ticaret yoluyla mallarınız el
değştirebilir..” (Nisâ 4/29) şeklindeki ayette belirlenmiştir. 2- Tüccarın ticaretteki
kârı için belirlenmiş bir üst sınır yoktur. Tüccar İslam’ın öngördüğü adap, müşteriye
karşı şefkat, kanaat ve hoşgörü ilkeleri çerçevesinde kârını belirlemede serbesttir.
3- İslam şeriatı,
ticari muamelelerde özellikle haramlara vesile olabilecek;
müşteriyi aldatma, ona hile yapma, müşteriyi yanıltma, müşteriyi gafil avlama,
gerçek kârını söylerken yalan konuşma, karaborsacılık yapma gibi işlemlerden
sakınılması hususunda ısrarla durmaktadır. Zira bu tür tavırlar hem bireyler hem de
toplum için zararlı sonuçlar doğurmaktadır. 4- Devlet başkanı/yetkililer, ticari
piyasalarda açıkça
bir spekülasyon yapıldığına kanaat getirmedikçe, tüccarın
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
İktisadi Hayatla İlgili Problemler1
kârına müdahele edemezler. Ancak, piyasalarda fiyatların serbestçe oluşumuna
mani olanlar ya da fiyatların suni olarak yükseltilmesi için oluşturulmuş bir kısım
tuzak ve spekülatif hareketler tespit edildiğinde, bunları kaldırmak, aşırı fiyata
müdahale etmek ve piyasaların normal hâlini almasını sağlamak amacıyla gerekli
müdahaleyi yapabilirler.

İkinci görüşe göre, ticarette kârın üst sınırı %100’dür. Buna göre,
bir tüccar 100 liraya aldığı malı en fazla 200 liraya satabilir, bundan fazla bir fiyatla
satamaz. Bu görüş İslam âleminde taraftar bulmamış bir görüştür. Bu görüşü
savunanlardan Osman Eskicioğlu görüşün kaynağıyla ilgili olarak şu yorumu
yapmaktadır: “Bilindiği üzere Ebu Hanife Hazretleri murabaha alışverişinde kâr
sermaye kadar olduğu zaman, satışı yapılan böyle bir mal üzerinden tekrar kâr
sağlamayı caiz görmez. Yani İmam Azam bu durumda sermaye kadar, en çok
sermaye miktarı kadar kâr elde etmeye izin vermiş oluyor. Rizikoya giren sermaye
olduğuna göre, helal olan en çok kâr nispeti de o kadar olmalıdır. Şu hâlde, bir
milyon liraya alınan bir mal, İmam Azam’a göre en çok iki milyon liraya satılabilir,
bundan fazlası caiz değildir, diyebiliriz. Onun için bizim (Eskicioğlu) kanaatimiz de
budur. Çünkü bu güzel bir akıl yürütmedir.” (Eskicioğlu, 119).
Hileli Yollarla Aşırı Kâr Elde Etme
Yukarıda belirtildiği gibi, İslam fıkhına göre, ticarette kârın üst sınırı yoktur.
Meşru yollardan ticaret yapılması ve müşteriye karşı olabildiğince şeffaf olunması
şartıyla, elde edilen her orandaki kâr, helaldir. Ancak İslam’ın karşı çıktığı kâr,
gayrimeşrû yollar kullanılarak elde edilen kârdır ki burada bu yollara kısaca
değinilecektir.
Müşterinin Aşırı Şekilde Aldatılması Suretiyle Elde Edilen Kâr
Aşırı şekilde aldatılan müşterinin haklarını şöylece hülasa etmemiz
mümkündür:
Fıkıhta gabn-ı fâhiş olarak bilinen durumda müşterinin aşırı aldanması söz
konusudur. Müşterinin aşırı şekilde aldanmış olduğuna hükmedebilmek için,
müşteri peşin veya vadeli olarak satın aldığı mala, malın satıldığı piyasa fiyatının
üstünde para ödemiş olması gerekmektedir. Örneğin, piyasada 95- 100 -105 lira
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
İktisadi Hayatla İlgili Problemler1
arasında satılan bir malı müşteri 130 lira vererek almışsa bakılır; müşteri malın
piyasasını bilerek bu fiyata satın almışsa yapılacak bir şey yoktur. Ancak müşteri,
malın piyasasını bilmediğinden aldanmış ise, bu durumda bayiin kendisini aldatıp
aldatmadığı ve aldatmanın aşırı (fâhiş) olup olmadığı önem arz etmektedir. İslam
âlimleri arasında hangi düzeydeki/orandaki aldatmanın aşırı aldanma görülüp
görülmeyeceği hususunda netlik bulunmuyorsa da, Hanefî âlimlerince benimsenen
ve Mecelle’de de kanunlaştırılan oran şöyledir: Eşyada/ticaret mallarında %5;
hayvanlarda %10; gayr-i menkulde ise %20 ve daha yukarısı aşırı/fahiş aldanmadır.
Bundan aşağı orandaki aldanmalar az/yesîr aldanma olarak nitelendirilmiştir.
İslam âlimleri, bayiin aldatması neticesinde fahiş aldanma söz konusu
olduğunda, müşterinin de satış sırasında aldatıldığını bilmemesi ve fahiş bir fiyatla
kendisinin aldatıldığını öğrendiğinde buna rızasının olmadığı ortaya konulduğunda,
müşterinin “alışverişi bozma muhayyerliğine” sahip olduğunu benimsemişlerdir.
İslam Hukuku’nda, bir insana zarar vermek caiz olmadığından, bâyiin
müşteriyi ve müşterinin de bâyii fâhiş gabn ile aldatması aldanan kişi hakkında bir
zarar olup meydana gelen zararın giderilmesini gerektirmektedir.
Burada bir durumun - yanlış anlamaya mahal vermemek için - açıklanması
faydalı olacaktır: Aşırı aldatmanın yasaklanması ve yukarıdaki şartlar dâhilinde bu
durumda müşteriye alışverişi bozma muhayyerliği tanınması, İslam fıkhında,
alışverişteki kâr için belli bir sınır konulduğu anlamına gelmemelidir. Zira, yukarıda
da belirtildiği gibi, âlimlerimizin genel kabulüne göre, İslam tüccarın sattığı maldan
ne kadar kâr ettiğine karışmaz. Örneğin, pazarda 100 liraya satıldığında 15-20 lira
kâr edilen bir malı, esnaftan birisinin 30-40 liraya evinde imal edip 100 liraya
satarak 60 ila 70 lira kâr etmesi mümkündür. Bu tacirin diğer esnafa nazaran elde
ettiği aşırı kâr meşrudur. Ancak, pazar esnafı bir malı, üzerine kârlarını da koyarak
100 liraya satarken, aynı pazardaki esnaftan birinin, müşterinin malın özelliklerini
bilmemesi ve piyasadan da habersiz olmasını istismar ederek yukarıda belirtildiği
oranda aşırı aldatma sayılabilecek fiyattan (örn. 125 liraya) satması doğru
bulunmamıştır. Çok tabiidir ki böyle bir durumda müşterinin satın aldığı mala
gereğinden fazla para vermesinin ötesinde, esnafa karşı güveni de zedelenmiş
olacaktır. Bu durumun önlenmemesi durumunda ise, ticari piyasalardan habersiz
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
İktisadi Hayatla İlgili Problemler1
kimseler sıklıkla kandırılmakla yüz yüze kalabileceklerdir. Burada karşı çıkılan şey,
tüccarın müşterisini yanıltması ve sonuçta ona piyasa değeri üzerinden mal satarak
onu aldatmasıdır.
Esnaf açısından bunun arka planına bakıldığında, sattığı maldan aşırı kâr
elde etme düşüncesi bulunmaktaysa da, İslam mutlak anlamda aşırı sayılabilecek
kâra karşı değil, aksine tasvip edilmeyen şey; kişilerin bilgisizliklerini kullanarak,
onları yanıltarak kazanç elde etmektir. Yani aldatma ve hileli yollara
başvurulmaksızın elde edilen kâr meşru iken aynı oranda, fakat aldatma, hile
yapma gibi ticaret ahlakıyla bağdaşmayan usullerle elde edilen kâr haram
görülmüştür.
Bu tür ticaretin, ticaret ahlakı açısından uygun olmadığının belirtilmesi
yanında, Hz. Peygamber’in değişik hadislerinde bu tür uygulama yasaklanmıştır.
Örneğin, ilgili birkaç hadis şöyledir:
“Hz. Peygamber, ekonomik olarak ciddi sıkıntı içerisinde bulunan/muztar
kişinin malını satması ve bu kimsenin malının satın alınmasını, tağrirli satışı
(aldatmayı)…yasaklamıştır.” ( Buhârî, Büyu’ 11; Müslim, Büyu’ 13); “Nebi, neceşi –
hileli müzayedeyi- yasakladı.” (Buhârî, Büyu’ 68); “Müslümanın müslümanı
aldatması helal değildir”.
Ayrıca, Hz. Peygamber’e sahabeden Haban b. Munkız (r.a)’ın, ticaret
yaparken sık sık aldatıldığından şikayette bulunması üzerine ona: “Bundan sonra
alışveriş yaparken aldatma yok de. diye tavsiyede bulunması ve ona alışverişleri
sonrasında üç gün muhayyerlik hakkının olduğunu belirtmesi (Buhârî, Büyu’ 48),
İslam hukukçuları nezdinde, müşteriyi bu tür aldatmadan korumayı amaçlayan ve
müşteriye yaptığı bu alışverişi belirli süre içinde bozma hakkı tanıyan, “aldanma
muhayyerliği” şeklinde bir ilkenin geliştirilmesini sağlamıştır.
Yalan Konuşarak Elde Edilen Kâr
Esnafın, müşterisine; “Bu mal bana şuna mal oldu ve şu kadar bir kârla
sana satıyorum” şeklinde bir beyanda bulunmasına rağmen, esnafın verdiği
bilgilerin yanlış olduğu tespit edildiğinde “Maliyetine satış yapıyoruz.” denen bir
mağazadaki malların maliyetinin üstünde satıldığı ya da “zararına satış”, “indirimli
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
İktisadi Hayatla İlgili Problemler1
satış” şeklinde reklamlar yapılmasına rağmen, gerçekte bu mağazadaki malların
söylenilenin aksine olarak her hâlükârda belirli bir miktar kâr konularak satılıyor
olması hâlinde bile müşteri yanıltılmış olduğundan, müşteriye akdi bozma hakkı
tanınmaktadır. Görüldüğü gibi piyasa fiyatları çerçevesinde satılması, karaborsacılık
yapılmaması ve müşterinin yanıltılmaması hâlinde, esnafın elde ettiği kâr meşru
görülmektedir. Esnafın, malını zararına ya da maliyetine satması istenemez ise de
kendisi “Maliyetine satış yapıyorum.” diyorsa maliyetine; “Zararına satış
yapıyoruz.” diyorsa gerçekte zararına satmalıdır ki, müşterisini yanıltmış olmasın.
Karaborsacılık Yapılarak Elde Edilen Kâr
Karaborsacılık; özellikle yokluk döneminde ortaya çıkan, yasadışı ve gizli
olarak yapılan ticarettir.
Piyasada satılan malların fiyatlarının, normalin üzerine çıkmasının belli
başlı nedenleri arasında şunlar sıralanabilir: Arz edilen ürünün az olmasına rağmen
talebin yüksek oluşu; esnafın vereceği ortak bir kararla fiyatların yükseltilmesi - bu
çok nadir kullanılan bir yöntemdir-; esnaf içinden bir ya da birkaç kişinin piyasadaki
malların tamamını satın alarak eline geçirmesi, sonrasında yüksek fiyatla piyasaya
arz etmesi; esnafın üreticinin ürettiği malı pazara getirmesine engel olarak üretim
alanında malın piyasası oluşmadan kendi belirlediği ucuz fiyatla alması, piyasaya
ise kendi belirlediği yüksek fiyattan sunması; bir diğer yöntem ise, mal sahiplerinin
ürünlerini piyasa fiyatını yükseltmek amacıyla satışa arz etmeyerek belirli bir süre
depolarda bekletmeleri şeklinde gerçekleşir (ihtikâr).
Burada şunu söylemek durumundayız: İslam’ın fert ve cemiyetin huzuru
için getirmiş olduğu esaslara inanarak onları içselleştirmiş olan müslüman
bireylerden oluşan toplumlarda suni fiyat artışlarının hiçbir şekliyle olmaması
gerekir. Zira müslüman tacir/üretici Hz. Peygamber’in şu mesajlarına kulak vermek
zorundadır: “Bir kimse yiyecek maddelerini toplayıp onları günün piyasa
değerinden satsa onu tasadduk etmiş gibi olur.” ( İbn Mâce, Rühun 16); “Bir kimse
kırk gün ihtikar/karaborsacılık yapsa, sonra pişmanlık duyarak elindeki malları
sadaka olarak dağıtsa bile, ihtikar yapması nedeniyle işlediği günahına bu hareketi
kefaret olamaz.” (Ahmed b. Hanbel, II, 33).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
İktisadi Hayatla İlgili Problemler1
İslam Hukuku’na göre, aşırı kâr elde etmek uğruna halkın ihtiyaç duyduğu
malları piyasadan çekip depolamak suretiyle halka sıkıntı çektirmek yasak olduğu
gibi, dinen de bu hareket haram kılınmıştır. Nitekim Hz. Peygamber buyuruyor ki:
“Bir kimse müslümanların yiyeceğini depolar ve onları piyasaya sürmezse, Allah
onu cüzzam hastalığı ve iflasla karşı karşıya getirir." (İbn Mâce, Ticârât 6). Diğer bir
hadiste ise; “Alışveriş yapmak şeklinde malı piyasaya sürerek onun sürümünü
sağlayan kişi rızıklanmış; elinde mal olduğu hâlde, malı piyasaya sürmeyerek
karaborsacılık yapan ise lanetlenmiştir.” (Zürkânî, IV, 244) diyerek karaborsacılığın
ne kadar kötü bir davranış olduğuna dikkat çekmiştir.
Şüphesiz, üreticinin ürettiği malını hasat mevsiminde satmayıp fiyatların
yükseleceği ümidiyle bir müddet bekletmesi –şayet o dönemde halk ihtiyacı olan
bu malı piyasada bulabiliyorsa- karaborsacılık sayılmayacak; tüccarın da kış
mevsiminde, filan malın fiyatı ileride bir miktar yükselir düşüncesiyle o maldan
fazla alıp depolaması, -ihtiyaç olduğu hâlde malı yok satması hâli dışındakaraborsacılık sayılmayacak ve bu işlem hadislerde kınanmış, yasak bir hareket
Esnaf, sattığı malın
fiyatını tespitte,
kantarın topuzunu
kaçırıp aşırı kâr
tamahıyla tekelcilik
yapıp, fiyatları
astronomik şekilde
yükselttiğinde, devletin
olaya müdahale etme
ve ticaret mallarının
fiyatlarını belirleme
yetkisi vardır.
olarak görülemeyecektir.
Tüccarın sun’î olarak fiyatları artırma teşebbüsleri, ahlaki açıdan yapılan
tavsiyelerle ve uhrevi azap tehditleriyle önlenemediğinde, hukuken iki şey
yapılabilecektir: Bunlardan biri, fiyatlara devletin müdahale etmesi (narh koyması);
diğeri ise, karaborsacılık için piyasadan topladığı malı satışa sunmayan esnafın
mallarının devlet tarafından rayiç fiyat üzerinden satılmasıdır.
Sözü edilen durumlarda, devletin yukarıda zikredilen türden piyasaya
müdahale hakkının bulunup bulunmadığı hususundaki tartışmaları burada
aktararak teknik tartışmaya girmek yerine, İslam âlimlerinin çoğunluğu tarafından
kabul edilmiş olan şu sonuçları vermeyi yeterli görüyoruz.
Esnaf, sattığı malın fiyatını tespitte, kantarın topuzunu kaçırıp aşırı kâr
tamahıyla tekelcilik yapıp, fiyatları astronomik şekilde yükselttiğinde, devletin
olaya müdahale etme ve ticaret mallarının fiyatlarını belirleme yetkisi vardır. İslam
tarihi boyunca zaman zaman devlet bu yetkisini kullanmış olup, bu şekilde esnafın
tüketicilere zulmetme teşebbüslerine engel olmuştur.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
26
İktisadi Hayatla İlgili Problemler1
Devletin fiyatları belirleme kararına esnafın vereceği tepkilerden biri, stok
ettikleri malları belirli müddet satmaktan kaçınmak olabilir. Bu tepki karşısında ise
devlet, esnafı malını rayiç fiyattan satmaya zorlar ve aynı tavrı tekrar
sergilememesi için uyarır. Esnaf sonraki dönemlerde benzer tavır sergilerse
kendilerine ceza uygulanabilir. Örneğin bu durumda esnafa tazir cezası verilebilir
ya da esnaflık yapma belgesinin iptal edilmesi gibi bir ceza uygulanabilir.
Konuyla ilgili olarak Hz. Ömer’den nakledilen şu ifadeler dikkat çekicidir:
“Çarşı ve pazarlarımızda karaborsacılık yapılamaz. Elinde fazla mal olan kimseler
fiyat yükseltmek maksadıyla bize karşı ihtikar (karaborsacılık) yaparak mallarını
saklamazlar. Ancak, yaz ve kış demeyip ticaret için koşturup mallarını günün
fiyatlarından bizlere ulaştıran her tacir Ömer’in başının tacı ve misafiridir…” (Mâlik,
Muvatta’, Büyu’, 24; ayrıca bkz. Şafak, 1989:107).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
27
Özet
İktisadi Hayatla İlgili Problemler1
• İslam, insanların dünya ve ahiret saadeti için gönderilmiştir. Din insanlara
meşakkat olsun diye gönderilmemiştir. İnsanlar, ihtiyaç duydukları eşyayı peşin
olarak alma imkânı bulamadıklarında, vadeli alışveriş yaparak bunları edinmeleri
mümkündür. Vadeli satışta eşyanın vade farkı konularak satılması, faizli işlem
değildir. Zira vadeli satışta belirlenen fiyatın, satılan maldan bir karşılığı
bulunmaktadır. Faizli işlemde ise faiz olarak nitelendirilen farkın, borç ya da mal
tarafından bir karşılığı bulunmamaktadır.
•Alışverişte aslolan karşılıklı rızadır. Bunun için satılan malın belli olması,
zamanında tesliminin mümkün olması, fiyatında anlaşılmış olması gibi kriterler
önem taşımaktadır. Alışveriş esnasında, satım konusu malın esnafın elinde
olmaması, müşteriye teslim etmede bir risk doğurabilecektir. Satışı yapılan
malın henüz imal edilmemiş olması ya da bina edilmemiş olması gibi
durumlarda ise bu risk daha da büyük olabilecektir. İşte âlimlerimiz satılan şeyin
müşteriye tesliminde yaşanabilecek riskin azlık ya da çokluk durumuna gore,
esnafın elinde mevcut olmayan şeyin satışı hususunda farklı görüşler
belirtmişlerdir. Bu görüşlerin ortak yanı; malın müşteriye teslimi ciddi bir risk
içermeyecekse henüz mevcut olmayan ya da esnafın elinde bulunmayan şeyin
satışının caiz olacağı, aksi durumda ise satışın caiz olmayacağı şeklindedir. Buna
göre, günümüzde fabrikaların kampanya yaparak katalog üzerinden mal
satmaları sünnette yasaklanan satış kapsamına girmeyecektir.
•Mal deyince akla gelen, elle tutulup gözle görülen ve insanların kendisine rağbet
edip ihtiyaç anı için biriktirdikleri eşya akla gelse de, zaman içinde soyut varlıklar
da mal kapsamına girmişlerdir. Buna göre, ekonomik değeri olan her şey, maddi
bir cismi olsun ya da olmasın, mal olarak nitelendirilmiş olup haklar ve
menfaatler de bu kapsama dâhil edilmiştir. İslam fıkhında, ilk dönemler satışa
konu olabilecek şeyler sadece maddi varlığı bulunan mallar olarak
sınırlandırılmışken; sonraları maddi varlığı olmayan şeyler de bu kapsama dâhil
edilmiştir. Son duruma göre, naslarda açıkça yasaklanmamış olan, toplum
düzenini bozucu olmayan her mal, hak ve menfaatlerin satışı caizdir.
•İslam, ticaret alanında genel prensip olarak, naslarla yasaklanmamış olan her
şeyin ticaretinin caiz olduğunu benimsemekle birlikte, ferde veya topluma
zararları olması sebebiyle bazı ticaret şekillerini yasaklamıştır. Bunlar istisna
kabilinden özel durumlar olup, genel serbestliğin yanında çok az denebilecek
sayıda ticaret şekilleridir.
•İslam, ticaret malının fiyatını belirleme hususunu piyasalara bırakmış; “Malın
fiyatını piyasası belirler” şeklinde bir ilke edinmiştir. Buna göre, İslam fıkhı
kişilerin kârları ile ilgilenmez. Ancak, piyasadaki istikrarın sağlanması;
tekelleşmenin kırılması ve gerek malın gerekse müşterinin piyasaya inmesi
önündeki engellerin kaldırılmasında İslam Devleti'nin etkisi görülür. Yani
ticarette, kârın üst sınırı yoktur. Ticaret ahlâkına sahip esnaf, uygun bir kârla
satış yapar; bundan hem kendisi hem de müşteri memnun kalır. Malın piyasa
fiyatı belirlendikten sonra esnaf, piyasada benzeri bulunan bir malı aşırı bir
fiyatla satacak olursa İslam bunu hoş görmez ve müşteriye malı iade etme,
alışverişi bozma gibi farklı haklar tanır. İslam, ticarette şeffaf olmayı, kanaatkâr
olmayı, müşteriyi aldatmamayı ve yalan konuşmamayı tavsiye eder.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
28
İktisadi Hayatla İlgili Problemler1
DEĞERLENDİRME SORULARI
Değerlendirme
sorularını sistemde ilgili
ünite başlığı altında yer
alan “bölüm sonu testi”
bölümünde etkileşimli
olarak
cevaplayabilirsiniz.
1. Aşağıdakilerden hangisi İslam Hukuku’nda vadeli satış için
öngörülen şartlarla ilgili yanlış bir bilgidir?
a) Malın fiyatının önceden belirlenmiş olması gerekir.
b) Vade belirlenmeli; ödemenin nasıl yapılacağı netleştirilmelidir.
c) Aranan şartlardan bir ya da birkaçının eksik olması, akdi
etkilemez.
d) Vadeli satışla alakalı olarak belirlenen şartlar, Allah ya da
Peygamber’inin emir ve yasaklarına dayanır.
e) Takas şeklindeki alışveriş özellikleri farklı ama aynı cins mallar
arasında cereyan edecekse vade yasaklanmıştır.
2.
İslam
Devleti’nin
ticaret
anlayışıyla
alakalı
olarak
aşağıdakilerden hangisi söylenemez?
a) Ticaret yaparken İslam âlimlerinin çoğunluğunca benimsenen,
kârdaki %100 üst sınıra riayet etmek gerekir.
b)İslam’da ticaret malının fiyatını piyasa belirler.
c)İslam fıkhı kişilerin kârları ile ilgilenmez.
d)İslam Devleti’nin görevi, piyasada istikrarın sağlanmasıdır.
e)İslam’ın esnafa yönelik tavsiyeleri: kanaatkâr olmak, aldatmamak,
şeffaf olmaktır.
3. Menfaatlerin mütekavvim mal olup olmadığına dair aşağıdaki
görüşlerden tercihe şayan olanı hangisidir?
a)Haklar değilse de menfaatler maddi olmayan mallardır.
b)Menfaatler bizzat mütekavvim mal değillerdir. Ancak kira akdi ile
mütekavvim hâle gelirler.
c)Menfaatler değilse de haklar kendi başına mütekavvim maldır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
29
İktisadi Hayatla İlgili Problemler1
d)Akara tabi olan irtifak hakları mütekavvim bir mal niteliğinde olup
satılabilecektir.
e)Menfaatler mütekavvim mal değillerdir.
4. Fikir ve sanat eserleriyle alakalı olarak yapılan yorumlardan tercihe
şayan olanı hangisidir?
a)Fikir ve sanat eserleri maddi bir kıymet ifade ederse de bunlarda
sahibinin tasarrufu caiz değildir.
b)Fikir ve sanat eserleri şer’an maddi bir kıymet ifade etmezler.
c)Sahiplerinin bu eserleri kopyalayanları engelleme hakları yoktur.
d)Fikir ve sanat eseri üzerindeki edebî haklar bir başkasına
devredilebilir, kiralanabilir.
e)Fikir ve sanat eserleri sahipleri de bu eserleri neşreden yayınevi de
bu eserlerden gelir sağlayabilir.
5.
Aşağıdakilerden
hangisi
“ma’dûm”
kapsamında
değerlendirilemez?
a)Yalnızca bir kısmının görülme imkânının bulunduğu mallar
b)Hukukun hakikaten ya da hükmen yok saydığı mallar
c)Akdin taraflarını anlaşmazlığa götürecek ölçüde kapalı mallar
d)Tesliminin garanti edilemediği mallar
e)Varlığı ihtimalli olan mallar
Cevaplar Anahtarı
1.C 2.A 3.D 4.E 5.A
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
30
İktisadi Hayatla İlgili Problemler1
YARARLANILAN ve BAŞVURULABİLECEK KAYNAKLAR
Ahmed b. Hanbel, (1981). el- Müsned, İstanbul: Çağrı.
Ali Cadi el-Hak, (2004). Buhûs ve Fetâvâ İslamiyye fî Kadâyâ Nuâsıra, Dâru’l-Hadis.
Ali Haydar(tsz). Düreru’l-Hukkâm Şerhu Mecelleti’l-Ahkâm, Beyrut.
Bardakoğlu, A. (1996). “Gabn”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, İstanbul.
Buhârî, M. (1981). El-Câmiu’s-Sahih, İstanbul, Çağrı.
Çakmak, D. “Osmanlı Telif Hukukuyla İlgili Mevzuat”, Türkiye Araştırmaları Dergisi,
sy. 9.
Dalgın, N. (2010). Gündemdeki Tartışmalı Dinî Konular, Samsun: Etüt.
Darir, M.E. (1990). el-Garar ve Eseruhu fi’l-Ukud. Beyrut, Darul’l-Fikr.
Dûri, A. (2000). el-İhtikâr ve Eseruhu fi’l-Fıkhi’l-İslâmi, Dâru’l-Furkan.
Ebû Dâvûd, (1981). es-Sünen, İstanbul: Çağrı.
Erdoğan, M. (2007). Fıkıh ve Hukuk Terimleri Sözlüğü, İstanbul, Rağbet.
Eskicioğlu, O (1999).İslam ve Ekonomi, İzmir.
Günenç, H.(tsz). Günümüz Meselelerine Fetvalar, İstanbul.
İbn Kudâme, (1992).el-Muğnî, Kahire.
İbn Mâce, (1981). es-Sünen, İstanbul, Çağrı.
Karaman, H. (1989), “Vadeli Satışın Cevazı”, İslam Hukukuna Göre Alışverişte Vade
Farkı ve Kâr Haddi, İstanbul, Ensar.
Kâsânî, (1986). Bedâiu’s-Sanâi’ fi Tertibi’ş-Şerâi’,Kahire.
Mâlik, (1981). el-Muvatta’, İstanbul, Çağrı.
Müslim, (1981) . el-Câmiu’s-Sahih, İstanbul, Çağrı.
Nesâî, (1981). es-Sünen, İstanbul, Çağrı.
Özsoy, İ (1995) , “Faiz”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, İstanbul,İSAM.
Senhûri, A.(tsz). Masâdîru’l-Hak fi’l-Fıkhi’l-İslâmî, Beyrut.
Şafak, A. (1989). “İslam Hukukunda Alışverişte Kâr Haddi”, İslam Hukukuna Göre
Alışverişte Vade farkı ve Kâr Haddi, İstanbul: Ensar.
Şehrâni, H. (2004). Hukûku’l-İhtira’ ve’t-Te’lîf fi’l-Fıkhi’l-İslâmî, Riyad.
Tirmizî, (1981). es-Sünen, İstanbul, Çağrı.
Yılmaz, E. (2005). Hukuk Sözlüğü, Ankara,Yetkin.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
31
İktisadi Hayatla İlgili Problemler1
Zerkâ, M. (1967-68). el-Fıkhü’l-Amm fî Sevbihi’l-Cedid (el-Medhal), Dımeşk.
Zuheylî, V. (1992). İslam Fıkhı Ansiklopedisi, terc. Heyet, İstanbul.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
32
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
İKTİSADİ HAYATLA İLGİLİ
PROBLEMLER II
• Hisse Senetleri ve Tahviller
• Altının Veresiye Satışı
• Karz-ı hasenle İlgili Şartlar
• Enflasyon Farkı
• Hava parası
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• Menkul kıymetlerin faizle ilişkisini
kavrayabilecek,
• Altının diğer ticari mallar gibi veresiye
alışverişinin yapılıp yapılamayacağını
anlayabilecek,
• Faizsiz borç veren ve borçlu arasındaki
ilişkinin nasıl olması gerektiğini, para
borçlarında enflasyon farkını almanın caiz
olup olmadığını kavrayabilecek,
• Hava parasının haksız bir kazanç olup
olmadığını değerlendirebileceksiniz.
GÜNÜMÜZ FIKIH
PROBLEMLERİ
Prof.Dr.Nihat DALGIN
ÜNİTE
7
İktisadi Hayatla İlgili Problemler 2
GİRİŞ
Çağdaş toplumlardaki hızlı değişim alışverişin konusu olan malın da
özelliklerini değiştirmiş, satışı yapılan yeni ürünler ortaya çıkarmıştır. Bunlardan ilk
akla gelenleri hisse senedi, hazine bonosu ve tahvillerdir. Hatta bunlar için özel
piyasalar bile kurulmuştur. Ancak bu kıymetli evrakın alışverişe konu edilmesi
İslami kriterler açısından hâlâ tartışılmaktadır. Günümüzde altının tedavülde para
olarak kullanılmıyor olması, altın madeninin külçe olarak ya da ziynet eşyası olarak
diğer ticari eşya gibi vadeli olarak satılıp satılamayacağı sorununu doğurmuştur.
Çünkü İslam fıkhına göre iki taraf da para olduğunda satış işlemi sarf diye
nitelenmekte olup bu taktirde vadeli satış caiz olmamaktadır. Ancak taraflardan
birinin mal olması hâlinde vadeli de satış yapılabilmektedir. Bu açıdan altının satışı
önem arz etmektedir.
Faizsiz borç anlamına gelen karz-ı hasen İslam’ın teşvik ettiği erdemli bir
davranıştır. Ancak, bu durumda tarafların dikkat etmesi gereken bazı hususlar
vardır. Aksi hâlde karz-ı hasen adı altında faizli işlem yapılmış olur ki faizli işlem
yapmak ise kesin bir şekilde yasaklanmıştır. Bu ünitede sözü edilen hususlara da
yer verilecektir.
Özellikle enflasyonun yüksek seyrettiği dönemlerde para borçlarının nasıl
ödenmesi gerektiği sorun oluşturmaktadır. Maddi bir kazanç sağlama düşüncesiyle
borç vermek doğru değilse de borç veren kimse, alacağının değer kaybını almayı
arzu etmektedir. Bu durum faizle ilişkilendirilmekte, enflasyon farkını almak
isteyen, faiz istiyormuş muamelesi görmektedir. Konularımız arasında enflasyon
farkını
almanın
hükmüne
yer
verilecek
ve
konuyla
ilgili
tartışmalar
aldatma
düşüncesi
değerlendirilecektir.
İslam,
tarafların
birbirlerini
yanıltma
ve
bulunmadığında, karşılıklı rıza ile olması şartıyla nelerin alışverişe konu olabileceği
hususunda bireylere hayli geniş alan bırakmıştır. Bunun örneklerinden biri hava
parası uygulamasıdır. Ticaret erbabı arasında hayli yaygın uygulaması olan hava
parası maddi bir şeyin karşılığı değilse de; manevi ya da hükmi bir karşılığının
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
İktisadi Hayatla İlgili Problemler 2
olduğu bilinmektedir. Buna göre, mutlak anlamda hava parası, haksız kazanç olarak
değerlendirilmemiştir. Konu, ünitemizde son başlık olarak ele alınacaktır.
HİSSE SENETLERİ VE TAHVİLLER
Hisse senedi; bir anonim şirketin sermayesinin eşit paylara bölünmesi
sonrasında bu paylardan her birini temsil eden kıymetli evraktır. Bu senet hem bir
ortaklığı hem de mülkiyeti temsil eder. Şirketler özellikle sermaye artırımı için
senet ihraç ederler. Şirketlerin bu senetlerini satın alan her şahıs bu şirketin ortağı,
senetler de ortaklık belgesi olarak kabul edilir. Şirket kâr ettiği sürece ortaklar da
kâra iştirak edecekler, ellerindeki senetlerin değeri artacaktır. Aksi hâlde şirketin
zararına ortak olacaklar ve zarar etmeleri hâlinde büyük bir ihtimalle ellerindeki
senedin değeri düşecektir.
Hisse senetleri isme ya da hamiline yazılı olduğu gibi, hisse senetlerinde bir
kupon bulunabilir ve bu kupon kârdan pay hakkını ifade eder ve hamiline yazılıdır.
Hisse senedi sahibine şu hakları sağlar: Şirket kârından pay alma hakkı,
şirket yönetiminde oy kullanma hakkı, sermaye artırımında yeni sermayeden eldeki
hisseler oranında yeni hisse alma hakkı (rüçhan hakkı), tasfiyeden pay alma hakkı
ve şirket faaliyetlerini takip etme hakkı.
Hisse senetleri için iki tür değerden bahsedilebilir: Nominal değer ve piyasa
değeri.
Tahvil; kamu kuruluşları veya özel şirketlerin ödünç para bulmak için
çıkardıkları, bir yıldan uzun vadeli olan borç senetleridir. Vadesi bir yıldan az olan
devlet iç borçlanma senetlerine hazine bonosu denir.
Devlet tahvilleri; Maliye Bakanlığı tarafından çıkarılan iç borçlanma
tahvilleri ve hazine bonolarıdır. Özel sektörden ise sadece anonim şirketler tahvil
ihraç edebilirler.
Tahviller sabit faiz oranlı borçlanma senetleri şeklinde olabilecekleri gibi,
bilanço kârından pay veren kâra iştirakli tahviller şeklinde de olabilir. Bunlar hem
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
İktisadi Hayatla İlgili Problemler 2
faiz hem kâr payı veren, ya faiz ya da kar payı veren ve yalnızca kar payı veren
tahviller şeklinde üç çeşittir.
Tahvillerin üç türlü değeri vardır:
Nominal değer; tahvilin üzerinde yazılı olan değer olup hiçbir zaman
değişmez.
İhraç değeri; tahvilin ilk çıkarıldığı andaki satış değeridir. Bu değer, tahvilin
itibari değerinden daha yüksektir.
Piyasa değeri; tahvilin piyasada o gün itibariyle geçerli olan ve vadesine
kadarki getirisine göre hesaplanan fiyatıdır. Bu değer piyasa şartlarına göre
değişiklik gösterebilmektedir.
Hisse Senetlerinin Alışverişi
Hisse senetleri, küçük tasarruf sahiplerine, büyük işletmelere ortak olma
imkânı vermesi ve dolayısıyla bir işletmeye ortak olmanın herhangi bir mahzuru
yok gibi görünmekte ise de, hisse senedi alışverişinin dinî hükmü tartışılmaktadır.
Bir şahsın, sermayesini
artırmak için senet
ihraç eden bir işletmeye
giderek imkânları
ölçüsünde senet satın
alması meşru bir
davranıştır.
Şüphesiz, bir şahsın, sermayesini artırmak için senet ihraç eden bir
işletmeye giderek imkânları ölçüsünde senet satın alması meşru bir davranıştır.
Artık senet sahibi, aynı zamanda bu işletmenin ortağı olduğu için, işletmenin kârına
da zararına da ortak sayılacaktır. Ancak günümüzde hisse senetleri ortaklık senedi
olmaktan çıkmış; müstakil bir değer hâline gelmiştir. Bu nedenle şirketin kâr payı
dağıtımından çok; senetlerin alışverişinden kâr beklenmektedir. Senetlerin bir
ortaklık belgesi olarak değil de bağımsız bir mal olarak alınıp satılması meşru olup
faizli işlemle bir ilgisi bulunmamaktadır. Bununla birlikte, konu sadece faizle ilgili de
değildir. Hisse senetlerinin ticaretini etkileyen başka hususlar da vardır. Örneğin;
hisse senedi ihraç etme yetkisine sahip olan şirketlerin yapısındaki bazı
bozukluklar;
hisse
senetlerinin
değerinin
belirlenmesinde
yapılan
bazı
usulsüzlükler; senet çıkaran kuruluşların çalıştıkları alanlar ve bu senetlerin satıldığı
yer olan borsadaki spekülatif hareketler, hisse senedi ticaretinin hükmünü
etkileyen önemli tartışma noktalarıdır.
Hisse senetlerinin borsadan alım satımıyla ilgili görüşler şöyledir:
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
İktisadi Hayatla İlgili Problemler 2
Hisse Senetlerinin Borsadan Alım Satımının Caiz Olduğu
Durumlar

Bu görüş, İslam âlimlerinin çoğunluğu tarafından benimsenmiş
olup hisse senedinin kâr ve zararı ile birlikte şirketin malvarlığına ortaklığı temsil
ettiği düşüncesinden hareketle, onlara göre; kural olarak, borsada hisse senedi
alım satımı caiz görülmektedir.

Bu görüş sahipleri, hisse senedinin sağlayacağı hakları ve bu
hakların kullanım şeklini kanun ve anlaşmaların belirleyeceğini ifade ederek
borsaların işleyişinden kaynaklanan olumsuzlukları hisse senetlerinin satışının
meşruluğunu etkileyecek boyutta görmemektedirler.

Hisse senedinin bir “ortaklık belgesi” değil de “bağımsız bir mal”
şekline dönüşerek bu hâliyle alım satımının yapılıyor olmasından hareketle, bu
satışın caiz olmadığını söylemek doğru değildir. Muamelelerde mubahlık asıl
olduğundan, kendi başına bir mal hâline gelmiş alım satımıyla kâr hesaplanan bir
hisse senedinin caiz olmasını engelleyen güçlü bir gerekçe mevcut değildir.

Ancak bu âlimler de şirketin faiz, içki imali, yalan ve aldatma gibi
haram yollarla kazanç sağlaması hâlinde bu şirketin ihraç edeceği hisse senedinin
satışının caiz olmayacağını belirtmişlerdir.
Hisse Senetlerinin Borsadan Alım Satımının Mekruh Olduğu
Durumlar

Bazı İslam âlimleri borsaların işleyişiyle ilgili olarak sayılan
olumsuzluklara rağmen, haramlığına dair kesin delil bulunmadığından hisse senedi
satışının haram sayılmayacağını; belki bu olumsuzluklar nedeniyle satışın mekruh
görülebileceğini ifade etmişlerdir.
Hisse Senetlerinin Borsadan Alım Satımının Caiz Olmadığı
Durumlar

Bazı İslam âlimleri, faaliyet alanları meşru olmakla beraber,
borsadan hisse senedi satın almanın caiz olmadığı görüşündedirler. Bu
araştırmacılara ( Örneğin, Ali ŞAFAK, Abdülaziz BAYINDIR) göre, borsada kurumlar
arası bilgi sızdırmalar, hileli ve spekülatif davranışlar ve ekonomik krizler bu
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
İktisadi Hayatla İlgili Problemler 2
kıymetlerin reel değerlerine rahatça tesir etmektedir. Bunlardan da önemlisi
borsada kıymetli evrakın fiyatları serbest iradelerle teşekkül etmemektedir. Burada
açıkça biri lehine diğeri aleyhine haksız kazançlar söz konusu olmaktadır. İslam
buna razı olmadığı gibi, hukuk bile hakkın suistimaline müsaade etmez. Buna
sistemin gereğidir de denilemez. Zira bu bir sistem değil kumar işidir. Buna göre,
borsadan hisse senedi alım satımı caiz değildir.
Tahvillerin Alım Satımının Faizle İlişkisi
Tahvil ve hazine bonoları birer faizli borç senedidir. İslam fıkhında yerleşik
hâle gelmiş olan kurala göre, borç veren lehine borçtan fazla bir menfaat şartı
içeren her borç faizdir ve yasaklanmıştır. Bu nedenle çağdaş İslam âlimleri tahvil ve
hazine bonosu almayı caiz görmemişlerdir. Ayrıca bunlar kısa ya da uzun vadeli
faizli borçlanma özelliği taşıdığından, devlet kurumları ya da özel sektör tarafından
çıkarılmaları bunların hükmünü değiştirmez. Bundan dolayı getirisi hangi oranda
olursa olsun, bu tip evrakları yatırım aracı olarak kullanmak, alım satımını yapmak
caiz değildir.
Kâra iştirakli tahviller: Kâr-zarar ortaklığı belgesi. Bu belgeler faiz ödeme
yükümlülüğü değil kâr elde edilmesi hâlinde kâr payı verme yükümlülüğü getirir.
Ayrıca zarar edilmesi hâlinde, zarar payı bu belgelere yansıtılır. Kâr ve zarar
ortaklığı belgeleri daha çok tasarruflarını faiz yoluyla değerlendirmek istemeyen
tasarrufçular için çıkartılmıştır.
Gelire endeksli devlet tahvili: Devlete ait bir kurum ve kuruluşun gelirine
ortak olunması için çıkarılan senetlerdir. Kiralama ve gelir ortaklığı veya diğer
ifadeyle kâr - zarar ortaklığı senetleri birer intifa senedidir. Zira halktan sağlanan
ödünç para karşılığı altı aylık veya bir yıllık bir gelir payı senet sahiplerine
verilmektedir. Verilen bu gelir, kesinlikle enflasyon oranının üzerindedir. Adı her ne
kadar kâr ve zarar ortaklığı ise de uygulamada hep kâr kısmının çalıştığı görülür.
Ayrıca bu senetlere devlet tahviline yakın bir “kâr ödeme güvencesi” verilmektedir.
Gelire endeksli senetlerin/tahvillerin faizle ilişkisi hususunda iki farklı görüş
bulunmaktadır:
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
İktisadi Hayatla İlgili Problemler 2
Gelire Endeksli Senetlerin Faiz Olduğu

Bazı İslam âlimleri bu tür senetler alınırken ödenen paranın süre
bitiminde fazlasıyla/kârıyla geri ödendiğinden hareketle, bu tür senetlerin faizli bir
borç senedi olduğu ve gelirinin de vadeli borç alıp verme neticesinde elde edilen
gelire/faize benzediği görüşündedirler.

Bu görüş sahipleri, senet satımında ifade edilen “kâr zarar
ortaklığı”, “devlet güvenceli intifa satışı” veya “gelire endeksli senet” şeklindeki
nitelemeleri akdin hükmünde olumlu bir sonuç doğurmayacağını iddia etmişlerdir.
Onlara göre bu senedi çıkaran ve alanların gerçek maksatları faizli kredi alıp
vermek olup bu senetleri faizli bu işlemi kamufle etmek için çıkarmışlardır.

Bu senetler devlet tahviline de benzemektedir. Çünkü bu tür
senetlerde devletin belli oranda kâr getireceği hususunda garantisi vardır. Bu
açıdan bu senetler faizli devlet tahvillerine benzemektedir. Her ne kadar senet
sahibine verilen fazlalık, kâr olarak anılıyorsa da bu bir faizdir.
Gelire Endeksli Senetlerin Caiz Olduğu

Hayrettin Karaman’ın önceki kanaati gelire endeksli senetlerin
faizle ilişkisinin olmadığı, yani caiz olduğu yönünde olup gerekçesi de şöyleydi:
“Devletin bu tür senet çıkarmaktan maksadı vatandaşından borç para almak
değildir. Aksine devlet, belli ve İslam’a göre geliri meşru olan bazı gelir
kaynaklarındaki hasılatın bir kısmını geçici olarak özel şahıslara bedeli karşılığında
peşin olarak veriyor/satıyor. Bu gelir kaynaklarındaki devlet payını, senet alanlara,
belli zaman dilimlerinde hisseleri nispetinde paylaştırıyor. Devletin vatandaşına
devrettiği geliri sınırlamasında bir problem yoktur. Ancak senet sahibine
“Devrettiğim gelir şu kârdan aşağı olursa farkını ben karşılayacağım.” dediğinde
problem oluşmaktadır.
Eğer senet, borç senedi olsaydı; bu fazladan ödemenin faiz olduğu
rahatlıkla söylenebilirdi. İnsanlar bu senetlere rağbet etsinler diye devlet, kurum
yararını ve devletin ihtiyacını gözeterek “Bu gelirler şu kadara ulaşmazsa üstünü
ben tamamlarım” dediğinde, bu durum teşvik ödemelerine benzer. İslam fıkhına
göre, genel olarak mali hakların devamlı olarak ya da geçici bir süreyle satımı,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
İktisadi Hayatla İlgili Problemler 2
kiralanması ve devri caizdir. Nitekim Osmanlı tarihinde bunun benzerleri
görülmüştür. Gelire endeksli senetler mali bir hakkın satımını belgeleyen senetler
olup faizle ilişkisi bulunmamakta, bu nedenle de caiz görülmektedir.” (www.
HayrettinKaraman.net).
Karaman’ın son görüşüne göre Gelire Endeksli Senetler, Gelire Endeksli
Tahvil mahiyeti taşımakta ve bunlar faiz içermektedir. Karaman’ın bu görüşe
gelmesinin nedeni şöyledir: 2009 yılında bu tür senetler satışa arz edilirken,
Karaman’ın yorumuna göre bu senetler devletin meşru bir gelir kaynağındaki
hakkının bedel karşılığında vatandaşlarından bazılarına satılmasıdır. Buna göre, söz
konusu senetler borç senedi olmadığı için caiz olmalıdır. Ancak bu senetlerin
adlarının gereçeğe uygun olarak GOS yani “Gelir Ortaklığı Senedi” olmasını
savunmuştu. Geçen süre içerisinde meselenin hazine tarafından kendi düşündüğü
gibi yorumlanmadığı ve bu nedenle de isim değişikliğine gidilmediği görülmüştür.
Zira bu ürünü çıkaranlarca bu ürün bir borç senedi mahiyetinde görülmüş yani,
gelire ortaklık senedi değil de gelire endeksli borç senedi olarak ifade edilmiştir.
Durum böyle olunca, zaten Hoca’nın daha önceki düşüncelerinde de görüleceği
gibi, bu durumda bu senetlerin diğer tahvillerden farkı kalmayacaktır. Nitekim son
günlerde bu görüşünü açıkça beyan etmiştir.
Karaman’ın bu görüşü neticesinde yüklü miktarda GES satın alarak
mudilerinin paralarını buralarda değerlendirmek isteyen katılım bankaları bu
senetleri ellerinden çıkararak bu yolla mudilerinin tasarruflarını değerlendirmeden
vazgeçmişlerdir.
ALTININ VERESİYE SATIŞI
İslam fıkhına göre faiz iki çeşittir. Birisi ürünle ürünün değişimi yani takas
biçimindeki alışverişlerde cereyan eder; diğeri ise borç işleminde cereyan eder.
Bunlardan birincisine fazlalık faizi/ribe’l-fadl, diğerine ise gecikme faizi/ribe’n-nesîe
denir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
İktisadi Hayatla İlgili Problemler 2
Biz burada altın ve gümüşün veresiye olarak satılıp satılamayacağı
hususunu açıklayabilmek için faiz konusundan maksadımızı anlatmaya kâfi gelecek
miktarda bilgi vermekle yetineceğiz.
Faiz malları olarak hadiste yer alan altı madde - altın, gümüş, buğday, arpa,
hurma, tuz (Müslim, Müsâkât 81; Tirmizî, Büyu’ 23) birbirleriyle takas şeklinde
alınıp satılacaksa şu kurala uyulmalıdır: Altın altın karşılığında, gümüş gümüş
karşılığında ya da hurma hurma karşılığında (=ribevi olanlar kendi cinsleriyle)
satılacaksa/takas edilecekse, alınan ve satılan eşit ve peşin olmak zorundadır. Altın
hurma ile, tuz gümüşle takas edilecekse, peşin olmak şartıyla farklı miktarlarda
satım/takas yapılabilecektir.
Buradan anlaşılan şey, altın ve gümüşün kendi cinsiyle satımında eşit ve
peşin olarak takas/satım işleminin yapılacak olması; bunun dışına çıkılması hâlinde
işlemin faiz hükmünü almasıdır.
Özellikle alışveriş görüntüsü altında faizli işlem yapmanın yolu Hz.
Peygamber tarafından kapatılmıştır. Sahabe döneminde de bazı sahabiler Hz.
Peygamber’in
konuyla
ilgili
olarak
ortaya
koyduğu
hassasiyete
muttali
olmadıklarından, altın ve gümüş kap satımında hatalı işlem yapmışlar; ancak
arkadaşları tarafından uyarılmışlardır. Örneğin; Hz. Muaviye altın ve gümüşten bir
su tasını, ağırlığından fazlasına satmış, bunu gören Ebu’d-Derda şöyle demişti:
“Allah Resulü’nün böyle bir şeyi yasakladığını işittim; misli misline olursa başka.”
Muaviye, “Bunda bir şey görmüyorum.” deyince, Ebu’d-Derda; “Muaviye’yi bana
karşı kim savunabilir? Ben Allah’ın elçisinden haber veriyorum, o kendi görüşünü
söylüyor. Seninle aynı yerde kalamam.” demiştir. Sonra Ebu’d-Derda, Hz.Ömer’e
gelerek olanları anlatmış, o da Muaviye’ye; “Misli misline ve aynı ağırlıkta
olmadıkça bu satışı yapma” diye mektup yazmıştır”(Mâlik, Muvatta’, Büyu’ 16;
Nesâî, Büyu’ 47).
İslam’da vadeli alışveriş caiz olduğuna göre, altının vadeli/veresiye satışı
niçin problem oluşturmaktadır? Burada problemi oluşturan noktalardan biri altın
ve gümüşün para mı mal mı olduğu; diğer bir hususu ise bunların diğer ticari
mallarla aynı satım kurallarına tabi olup olmayacaklarıdır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
İktisadi Hayatla İlgili Problemler 2
Ziynet Altının Para ile Veresiye Satışının Caiz Olmadığı
Kâğıt paralara itibari para denmekte olup, bu paraları gerçek para gibi
görenler olduğu gibi gerçek para olarak görmeyenler de vardır. Altın ve gümüş ise
hakiki/gerçek para olduğu için, altının kâğıt para ile satımı, cinsleri farklı da olsa, iki
para arasında bir satım/takas olacağı için, böyle bir satışın mutlaka peşin olması
gerektiğine hükmetmişlerdir. Yani altın ve gümüşün, ziynet eşyası da olsa, para ile
satımı, İslam fıkhında ayrı bir satım şekli olarak kaynaklarda yerini alan “sarf
işlemine” tabi olmalıdır. Buna göre de vadeli olarak altın ya da gümüşün satımı caiz
olmayacaktır. Aynı zamanda hem altın ve gümüşte hem de günümüzdeki
banknotlarda/itibari paralarda para olma özelliği ağır bastığından, bunların kendi
cinsleriyle olan değişiminde/takasında karşılıksız fazlalık yasaklanmış olan faizi
oluşturmaktadır. Buna göre altının altınla, gümüşün gümüşle, Türk lirasının Türk
lirasıyla değişiminde hem eşit hem de peşin olma ilkesine uyulmalıdır; cinsler
değiştiğinde ise, yani altın gümüşle veya Türk lirasıyla değişildiğinde/satıldığında,
eşit olmak gerekli değilse de peşin olma ilkesine uyulmalıdır.
Ziynet Altının Para ile Veresiye Satımının Caiz Olduğu
Günümüz paralarını gerçek para görmeyip kâğıt paraları mal ya da para
dışında başka bir şey olarak değerlendirenler, kâğıt paralarla altın ya da gümüş
arasında para olma özelliği açısından beraberlik olmadığını savundukları gibi; kâğıt
paralar ölçülme, tartılma gibi klasik dönem âlimleri tarafından altın ve gümüşte
faizin cereyan etmesinin illeti olarak tespit edilen özellikleri de taşımadığından,
kâğıt paralarla altın veya gümüşün vadeli satımını caiz görmektedirler. Zira onlara
göre bu tür satımın bir tarafında altın ve gümüş var, diğer tarafında eşya/mal vardır
ki diğer şeylerin vadeli satımı caiz olduğu gibi, altın ve gümüşün de günümüzdeki
nakit paralar karşılığında vadeli satımı caiz olmalıdır.
Altın ve Gümüş Para Özelliğini Kaybettiğinden Veresiye Satışın
Caiz Olduğu Durumlar
Günümüzde konuyla ilgili farklı bir bakış açısı daha oluşmuştur. Buna göre
banknotlar gerçek para olarak görülse de, altın ve gümüşün günümüz dünyasında
para olma özelliğini kaybedip etmediği hususu irdelenmelidir. Bu tartışmayı
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
İktisadi Hayatla İlgili Problemler 2
başlatanlar şunu ifade etmektedirler: Para olmak ve diğer malların değerlerini
ölçmek için yaratılmış olan ve uzunca yüzyıllar bu özelliğini koruyan altın ve gümüş,
günümüzde para vasfını kaybedip birer ticari mal hâline gelmişlerdir. Zira artık
bütün toplumlarda tedavülde kulanılan paralar ne altın ne de gümüş olup kâğıt ve
değeri fazla olmayan madenlerden üretilmişlerdir. Buna göre kâğıt paralarla vadeli
olarak diğer yiyecek, giyecek maddeleri satın alınabildiği gibi, külçe hâldeki altın ve
gümüş madenleri de bilezik, kolye, çeyrek gibi takı maddeleri de vadeli olarak
satılabilecektir. Zira diğer madenlerden darp olunan madeni paralarda olduğu gibi,
paranın tedavülde kullanımı sona erdiğinde, kendisi antika değeri olan normal bir
eşya olur; para olma özelliğini kaybeder. Altından darp edilen dinarlar da gümüşten
kesilen dirhemler de böyledir. Onların da para olma özelliği yok olduğunda diğer
kıymetli madenlerden farkı kalmamalıdır. Bu görüşü benimseyenlere göre,
günümüzde altın ve gümüşün diğer madenler veya diğer mallar gibi vadeli olarak
satılmasında dinen bir sakınca yoktur.
Görüşlere Yöneltilen Eleştiriler

Yukarıda sahabe döneminden verilen örneklerde de görüldüğü gibi
altından yapılmış tas, kap gibi kullanım eşyası olan altın ile tedavüldeki altın
para/dinar ya da gümüş para/dirhem arasındaki veresiye satış ve fazlalıklı satış
yasaklanmıştır. Rivayetlerdeki yasaklanan satışta dikkati çekmesi gereken şey;
satılan şeyin altından ya da gümüşten bir tas olması ve bunun tedavüldeki
altın/dinar ya da gümüş/dirhem ile satın alınacak olmasıdır. Yani, söz konusu
satışta iki taraf da para değildir. Bir başka deyişle günümüzde altının tedavülde
para olarak kullanılmaması, onun tedavüldeki para cinsleriyle vadeli olarak
alınmasını caiz kılmaz. Aksine, yukarıda verilen örnekten, hiç de zorlanmadan
böyle bir alışverişin o gün de yasaklanmış olduğu anlaşılmaktadır.

Özellikle günümüzde altın, para olarak tedavülde kullanılmıyorsa
da para olma özelliğini tamamıyla kaybetmiş değildir. Altın, güncel, alelade işlerde
para olarak kullanılmasa da beynelmilel para olma özelliği devam etmektedir.
Dünyanın neresinde olursa olsun, istendiği zaman kuyumcuya gidilerek altın ve
gümüş madeni, altın veya gümüş takılar, liralar kâğıt paraya/ülkenin tedavüldeki
parasına ya da bir başka paraya çevrilebilmektedir. Bir Amerikan dolarının veya
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
İktisadi Hayatla İlgili Problemler 2
Avrupa para birimi olan Avro’nun da küçük bir köy bakkalında geçmiyor olması,
onun para olma özelliğini yok saymamızı gerektirmeyecektir. Buna göre, özünde
takı ve süs eşyası olarak kullanılma özelliğini de barındırmakla birlikte, altın ve
gümüş hâlen para olma özelliği taşıdığından, itibari para sayılan ve ülkelerde
tedavülde olan diğer para çeşitleriyle satılmak ya da satın alınmak istendiğinde,
sarf işlemi kuralları uygulanmalıdır, yani altının ve gümüşün peşin olarak satılmak
zorunluluğu vardır. Aksi takdirde, yapılan işlem Hz. Peygamber’in hadislerinde
açıkça yasaklanmış olan faizli bir işlem olur ve taraflar günahkâr olur.

Söz konusu hadiste geçen ve altın anlamına gelen kelimenin “ez-
zeheb”, gümüş anlamına gelen kelimenin “el-fıdda” şeklindeki kullanımından
hareketle de yasaklanan veresiye satışın yalnız altın ve gümüş paralarda değil, altın
ve gümüş madenleri arasında da söz konusu olacağını savunanlar da mevcuttur.
Onlara göre, yasaklama altın ve gümüş paralar ile sınırlı olsaydı, hadiste altın para
anlamında “dinar” ve gümüş para anlamında “dirhem” ifadesi kullanılırdı. Buna
göre, günümüzde altın ve gümüş paralar tedavülde olmasalar da altın ve gümüş
madeninin satışında veresiye caiz değildir.
KARZ-I HASENLE İLGİLİ ŞARTLAR
İslam faizli borç/ kredi işlemini yasaklarken bunun alternatifi olarak
ortaklaşa iş yapmayı ya da faizsiz borç vermeyi önermiştir. Faizsiz borç anlamına
gelen “karz-ı hasen” tabiri bizzat Kuran’da geçmektedir. Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: “Kim Allah’a faizsiz bir borç verirse Allah ona karşılık olarak çok
daha fazlasını öder…” (Bakara 2/245).
İslam, faizi borçtan para kazanmak olarak değerlendirmiş ve bu
düşüncenin insani olmaması nedeniyle borçtan para kazanmayı yasaklamıştır.
İmkânı olanların, darda kalmış olanları ödünç ya da borç sebebiyle sömürmemesi
gerektiği gibi, borçlu olanlar da kendilerine borç verenlerin iyi niyetini istismar
etmemelidir. Borç verme alışkanlığı azaldığında ihtiyaç sahipleri ya faizli bankaların
ya da tefecilerin ellerine düşecektir. Bu nedenle yaşamsal ihtiyaçlarından fazlasına
yetecek parası olan kimseler imkânlarının belli bir oranını borç için ayırmalı, karz-ı
hasen kurumunun yaşamasına katkı sağlamalıdır. Borç alan kimse de zamanında
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
İktisadi Hayatla İlgili Problemler 2
borcunu
ödemeye
çalışmalı;
sudan
bahanelerle
borcunu
ödemeyi
savsaklamamalıdır. Aksi hâlde imkân sahiplerinin borç para vermekten
kaçınmalarına sebep olurlar.
İşte borçlu ve alacaklı arasında gerçekleşme ihtimali bulunan bütün bu
durumları ayet ve hadislerin ruhuna uygun bir şekilde kurala bağlamayı düşünen
İslam âlimleri karz-ı hasenle ilgili aşağıdaki ilkeleri geliştirmişlerdir.

Hz. Peygamber; “İki defa borç vermek bir kere sadaka vermek
gibidir.” buyurmuştur ( İbn Mâce, Sadakât 10).

Borç olarak alınan para borçları için belirlenmiş olan ödeme
zamanı borç veren için bağlayıcı değildir. Buna göre, bir yıllığına borç veren şahıs,
ihtiyacı olması hâlinde birkaç ay sonrasında da alacağını isteyebilir. Borç, sonunda
ödenecek de olsa bir yardımlaşma olduğu için, kişinin ihtiyacı oluştuğunda borçlu
bir şekilde borcunu ödemelidir. Şu da var ki alacaklının gerçekten ihtiyacı
oluşmadığında verdiği borcu anlaştıkları zamandan önce istemesi en azından
ahlaken uygun görülmemiştir. Zira bu durumda hem sözde durmamak hem de
borçluya beklenmedik bir sıkıntı vermek söz konusudur. Sözde durmamak ve
insanlara sıkıntı vermek değişik naslarda kınanmıştır.

Borçlu, borcunu zamanında ödemekle yükümlüdür. Yani, borç
alırken anlaşılan müddet borçlu için bağlayıcılık arz eder. Ciddi bir sıkıntısı olmadığı
müddetçe borcunu zamanında ödemelidir. Borcun zamanında ödenmemesi ile
ödenememesi ilgili naslarda ayrı ayrı değerlendirilmiştir.

Yine Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “İmkanı olan borçlunun
borcunu zamanında ödememesi zulümdür.” (Buhârî, Havalât 1-2, Müslim, Müsâkât
33). İslam âlimlerinin ceza verilmesini gerekli olan borçlu, bu borçludur. Ne tür bir
cezanın verilmesi tartışılmışsa da nerdeyse bütün âlimler, imkânı olduğu hâlde
borcunu ödemeyen kimseye ceza verilmesini gerekli görmüşlerdir.

Borcunu ödeme imkânı bulamayan borçluyu alacaklının sıkıştırması
uygun değildir. Bazı âlimler böyle bir tutumu haram olarak değerlendirmişlerdir
(Bkz. Kurtubî, el-Camî, III, 375).

Eli darda olan borçlu için yapılabilecek birkaç şey vardır. Bunlardan
biri; borcunu ödemesi için yeteri kadar zaman tanınmalı, mühlet verilmelidir. Bu
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
İktisadi Hayatla İlgili Problemler 2
konuda Hz. Peygamber, “Bir yoksula genişlik sağlayana Allah da dünya ve ahrette
genişlik sağlar.” buyurmuştur (İbn Mâce, Sadakât 14). Konu Kuran’da da dile
getirilmiştir (bkz.Bakara 2/280). Diğer bir aşama olarak borçluya zekât fonundan
pay verilerek borcunu ödemesi sağlanır (bkz.Tevbe 9/60).

Son aşama olarak da ya borçtan indirime gidilir ya da borç, sadaka
sayılır. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurur: “Kim bir yoksula vade tanırsa veya
borcundan indirim yaparsa Allah onu kendi gölgesinde gölgelendirecektir.”
(Müslim, Zühd 74). Ödeme imkânından mahrumiyeti devam edecek olan borçluya
alacağın sadaka olarak verilmesi tavsiye edilmiştir (Bakara 2/280).
Alacaklının Borçtan Bir Menfaat Sağlaması
İslam âlimleri, ittifakla, borç sözleşmesinde özellikle alacaklı lehine konulan
ve borçtan çıkar sağlamayı amaçlayan şartın haram olduğunu kabul etmişlerdir. Şu
söz İslam âlimleri arasında meşhurdur: “Menfaat şartı içeren her karz/borç faizdir.”
(İbn Cüzey, el-Kavânînü’l-Fıkhiyye, s. 248). Buna göre, borç veren verdiği bu borç
sebebiyle borçludan başkaca bir yarar sağlamayı düşünmemeli, ancak verdiği kadar
meblağı geri almayı hedeflemelidir. Zira karz-ı hasen bir ticaret şekli değil; bilakis
yardımlaşma ve dayanışma şeklidir. Belki bu noktada karz sebebiyle borçludan
değil de Yüce Allah’tan bir karşılık beklenebilir ki bu da Allah’ın takdir ettiği
miktarda dünyada ya da ahirette elde edilebilecektir.
Borç işlemini faizli işlem hâline getiren “menfaat”, borç işlemi yapılırken
baştan, genellikle “alacaklı lehine” şart koşulmuş karşılıksız bir menfaat şeklinde
anlaşılmalıdır. Yoksa, alacaklının hiçbir beklentisi olmadan, borcunu ödeyen
borçlunun ayrıca bir de hediye olarak alacaklısına bir şeyler vermesi, bu gerek
borcun cinsinden olsun gerekse başka cinsten bir şey olsun haram değildir. Aksine
böyle bir davranışı Hz. Peygamber hem tavsiye etmiş hem de Cabir’e borcunu
öderken fazlasıyla ödeyerek gerçekleştirmiştir. Buna fıkıhta borcun daha güzeliyle
ödemesi denir ki bu caizdir.
Özellikle Hanefi fıkıhçıları, bu çeşit ödemeyi örf hâline gelmemiş olmak
şartıyla caiz görmüşlerdir. Örf haline gelmesi durumunda borçlunun bundan zarar
görecek olması sebebiyle caiz görmemişlerdir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
İktisadi Hayatla İlgili Problemler 2
Zamanında Ödenmeyen Borç Sebebiyle Alacaklının Doğan
Zararının Tazmin Edilmesi
Yukarıda belirtildiği gibi borçlunun görevi, borcunu aldığı şekliyle
anlaştıkları zaman dolunca alacaklıya ödemesidir. İmkânı olmadığı için borcunu
ödeyemeyen kimseler hakkında yapılması gerekenler önceki başlıklarda ele
alınmıştı. İmkânı olduğu hâlde borcunu zamanında ödemekten kaçınan kimsenin
hem hukuken hem de ahlaken suçlu olduğu kabul edilen bir gerçektir. Borcun
zamanında ödenmemesi hâlinde alacaklının bir kısım maddi sıkıntıya düşmesi ya da
maddi zararının olması kaçınılmazdır. Alacağın geç ödenmesi sebebiyle doğacak
zarar; alacaklının esnaf olması hâlinde kazançtan kayıp şeklinde görülebileceği gibi
paranın
enflasyon
sebebiyle
değer
kaybetmesi
şeklinde
de
kendisini
gösterebilecektir. İşte bu durumdaki alacaklı, alacağını zamanında alamaması
sebebiyle zarara uğradığında borçlunun bu zararı tazmin etme gibi bir sorumluluğu
var mıdır? Bu konu çağdaş İslam âlimleri arasında ciddi şekilde tartışılmıştır.
İlk dönemlerde paralar altın ya da gümüş gibi değerli madenlerden
basıldığından enflasyon yok denecek kadar azdı ve borç işlemlerinde ciddi sorunlar
yaşanmıyordu.
Günümüzde
ise
konu
her
iki
yönüyle
de
gündemden
düşmemektedir.
İslam âlimlerinin bir kısmı borcun zamanında ödenmemesi sebebiyle
enflasyondan oluşan zararı telafi ettirmek maksadıyla, para borçlarının misliyle
değil de kıymetiyle ödenmesi gerektiğini ifade etmişlerdir. Bu görüşün ilk
dönemlerden öncülüğü yapan müçtehit, Hanefilerden Ebu Yusuf’tur. Buna göre
borç alınan para ödenirken, borç alındığı miktarıyla değil de, borç alındığı gün ne
kadar bir alım gücüne sahip ise, o kadarla ödenmesi gerekecektir. Zahirde ödenen
borç miktarında bir fazlalık görüntüsü varsa da gerçekte bu miktar karşılıksız bir
fazlalık değildir; aksine alınan borçla ödenen borç dengesi için buna gerek vardır.
Diğer âlimler ise bunun zahirde de olsa bir fazlalık oluşturması sebebiyle
cahiliye faizine benzeterek bu işlemin caiz olmayacağını benimsemişlerdir.
Verdiği borcu zamanında alamayan esnafın uğradığı kârdan kaybının borçlu
tarafından tazmin edilmesi hususunda da Şafiî âlimleri olumlu görüş belirtirken,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
İktisadi Hayatla İlgili Problemler 2
diğer bazı alimler buradaki sözü edilen kârın hayal olduğu, ihtimale dayanarak
alacaklının verdiğinden fazla almasının faiz olacağı gerekçesiyle bu nevi zarar ziyanı
ve tehir zammını faiz olarak değerlendirmişlerdir.
Bu tartışmalar günümüzde gerek kamu kurumlarına gerekse özel sektöre
olan borçların zamanında ödenmemesi hâlinde uygulanan gecikme zammının faiz
olup olmadığı doğrultusundaki tartışmalara da zemin teşkil etmektedir. Yine bu
farklı anlayışlar kredi kartı borcunun zamanında ödenmemesi hâlinde kartın sahibi
olan bankanın aldığı gecikme zammının faiz olup olmadığı; katılım bankalarının kart
kullanan müşterilerine borçlarını zamanında ödememeleri hâlinde gecikme zammı
uygulayıp uygulamayacakları hususundaki tartışmaları doğurmuştur.
İmkânı olduğu hâlde borcunu zamanında ödemeyen borçludan hangi
gerekçeyle olursa olsun gecikme zammı almanın faiz olacağını savunan âlimler,
bununla birlikte, alacaklının mülkiyetine geçmemesi şartıyla para cezası
verilebileceğini, alınan paraların fakir ve yoksullara dağıtılması gerektiğini; sonraki
borçlarının aciliyet kazanması şeklinde bir ceza verilebileceğini; borcun iki katıyla
alınarak borçlunun geciktirdiği kadar bir müddet paranın çalıştırılarak kârının
alınmasını aslının geri verilmesi gibi yollar önermişlerdir. Ancak bunların her birisi
farklı açılardan eleştirilmiştir.
Borçların zamanında ödenmesini sağlama işini, günümüz insanının
vicdanına bırakmak birçok olumsuz sonuçlara sebep olmaktadır. Bunların en
başında
alacağını
zamanında
alamayan kimse
bir
daha
borç
vermeyi
düşünmemekte, neticede gerçek ihtiyaç sahipleri tefecilerin kucağına düşmektedir.
Bu ve benzeri olumsuzlukları gidermek maksadıyla, caydırıcı bir güç olduğu
kanaatiyle, imkânı olduğu hâlde borcunu ödemeyen kimse, alacaklının uğradığı
gerçek zararını tazmin etmelidir. Bunun borçtan kâr sağlamaya çalışmak anlamına
gelmeyeceği; dolayısıyla faiz olarak değerlendirilemeyeceği düşüncesindeyiz.
ENFLASYON FARKI
Günümüzde cereyan eden faizin, çoğunlukla kredi/para borçlarında söz
konusu olduğu bir gerçektir. Dünyanın çoğu ülkesinde kabul gören kapitalist iktisat
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
İktisadi Hayatla İlgili Problemler 2
anlayışına göre, ekonominin belkemiği faizli kredidir. Bu nedenle, günümüz
ekonomileri için “kredi ekonomisi” denmektedir. İslam’ın önerdiği iktisat
anlayışında ise, faizli kredi, yani ticarî amaçlı borç vermek yasaklanmıştır. Alışveriş
helal kılınırken faiz haram kılınmış; borç vermek ise; karz-ı hasen yani
karşılıksız/faizsiz olmak şartıyla teşvik edilmiştir.
Bizim burada ele almayı düşündüğümüz husus, enflasyonun söz konusu
olduğu; bu sebeple de paranın her geçen gün değer kaybettiği bir ortamda, alınan
faizsiz para borcunu öderken enflasyon farkının istenmesinin faiz sayılıp
sayılmayacağıdır. Hakikaten enflasyonun yüksek seyrettiği dönemlerde “enflasyon
farkının alınıp alınamayacağı” meselesi ciddi bir sorun oluşturmaktadır.
Borçla ilgili şu kural unutulmamalıdır: Borç işleminde borcun konusu ne ise
onu aynen vermek, ödemek ve yapmakla borç ifa edilmiş olur.
Klasik Dönemde İslam Fıkıh Ekollerinde Borcun Ödenme Şekli
Klasik dönemde yazılmış fıkıh kaynaklarımızda verilen bilgiye göre “borç
verilen şey mislî mallardan ise ödeme anında mislinin verilmesi gerekmekte olup,
borç alınan eşyanın fiyatının artması veya eksilmesi gibi değişikliğe uğraması
borçluyu etkilemeyecektir. Ancak borç/ödünç olarak alınan malın sağlam olması
hâlinde, borçlu ayıplı mal ile ödemede bulunamaz.”
Borcun Aynı Miktarla Ödenmesi
Önceki dönem İslam hukukçuları, paradaki değer dalgalanmalarının
borçlara etkisi konusuyla ilgilenmeye fazla ihtiyaç duymamışlardı. Özellikle altın ve
gümüş paranın tedavülde olduğu dönemlerde, paranın değeri, ciddi dalgalanmalar
geçirmemiştir.
Sadece değeri düşük metallerden kesilmiş bozuk/ufak paralar
(fülus) hakkında birtakım problemler yaşanmış ve bunlara ilişkin çözümler
tartışılmıştır. Ancak kâğıt para sistemine geçilmesinden sonra İslam hukukçuları, bu
konuyla eski dönemlere nazaran daha fazla ilgilenme ihtiyacı duymuşlardır. Buna
bağlı olarak da çeşitli görüşler geliştirilmiştir.
Borç olarak verilenin para olması ve dönem içinde değerinin düşmesi/alım
gücünün düşmesi hâlinde; âlimlerin çoğunluğu bu durumu bir ayıp olarak
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
İktisadi Hayatla İlgili Problemler 2
görmediklerinden,
paranın
aynı
miktarda
geri
verilmesi
gerektiğine
hükmetmişlerdir. Bu durumu, ödünç alınan buğdayın dönem içerisinde fiyatının
değişmesine benzetmişlerdir. Onlara göre, borç verilenin buğday olması ve ödeme
yapılana kadar buğdayın fiyatının düşmesi hâlinde, yine aynı miktarda buğdayla
ödeme yapılacağına göre, para borçlarında da aynı işlem gerçekleşecektir.
Borcun Kıymetiyle Ödenmesi
Ebû Yusuf’un günümüzde ciddi bir sorun olan enflasyon olgusuna ışık
tutacak görüşleri mevcuttur. Ona göre; kıt ve pahalı iken ödünç alınan bir kile
buğday; bol ve ucuz olduğu zaman bir kile buğday olarak ödenirse haksızlık olur.
Bunu önlemek için bir başka cinsten, o buğdayın değerini ödemek gerekir. Bu
açıklamaya göre Ebû Yusuf’un prensibinin şu olduğu söylenebilir: “Fiyatların
yükselmesi veya başka bir sebeple, ödünç alınmış mislî malların kıymetleri artar
veya eksilirse, bunların borç alma günündeki kıymetlerini ödemek gerekir.”
Yine Ebû Yusuf’a göre; felsler veya mağşuş paralarla alışveriş yapılır veya
borç alınır da sonra paranın değerinde düşme veya yükselme olursa; borçlunun,
alışverişin yapıldığı veya borcun alındığı günkü değer/kıymet üzerinden ödeme
yapması gerekir.
Buna göre, altın ve gümüş dışındaki paralarla yapılan borçlanmalarda; bu
paraların endeksli bulunduğu altın veya gümüş paraya göre hesaplanacak olan “
değer farkı” faiz kapsamına girmez.
Malikî mezhebinde de değer değişiminin fazla olması hâlinde, bunun
dikkate alınarak ödeme yapılması gerektiği yönünde bir görüş vardır.
Çağdaş Dönem İslam Hukukçularına Göre Borcun Ödenme Şekli
Günümüz dünyasında tedavülde olan banknotların ve madenî paraların
aslen maddi değerleri önemsizdir. Çünkü bu paralar ne altın ve gümüş gibi kıymetli
madenlerden ne de daha başka pahalı madenlerden üretilmişlerdir. Bu sebeple,
günümüzde kullanılan paraların itibari değerleri vardır ve enflasyon sebebiyle de
bu itibari değerleri bazen azalmakta ve deflasyon nedeniyle ise itibari değerleri
artmaktadır. Kıymet artışı ya da eksilişi paraların imal edildiği kâğıt veya
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
İktisadi Hayatla İlgili Problemler 2
madenlerden mütevellit olmadığına göre, para borçlarında zaman içinde paranın
değer kaybetmesi hâlinde ödemenin alınan miktar şeklinde mislî olarak mı; yoksa
borç verildiği günkü alım gücüne eşit olacak şekilde kıymet olarak mı ödenmesi
gerektiği günümüzün de tartışma konusudur.
Çağdaş âlimlerin görüşlerine bakıldığında, onların da bu hususta ikiye
ayrıldıklarını görmekteyiz:
Para Borçlarının Alındığı Miktarla Ödenmesinin Uygun Olduğu
Kadri Paşa, Muhammed Halim Ömer gibi bazı çağdaş araştırmacılarımız
alınan para borçlarının, paranın değerinin düşmesine bakılmaksızın, alındığı miktar
ile ödenmesi gerektiğini şu şekile savunmuşlardır. Ödünç ya da borç olarak alınan
şeyin kendi miktarından daha fazlasıyla ödenmesi, hangi sebeple olursa olsun,
caizdir dersek; bu görüş fukahanın icmaına aykırı düşer.
Zira dört mezhebin
görüşü, “para borçlarında kıymet ne kadar düşerse düşsün, borcun kendi miktarıyla
ödeneceği” şeklindedir. Örneğin İmam Malik’in, el-Müdevvene adlı eserinden şöyle
bir görüşü nakledilir: Şayet fülus olarak (yani asli değeri olan altın değil de piyasada
dolaşan banknot olarak) borç almış olan kimse, bu paranın değeri daha evvel/borç
alınırken 10 iken, sonraları 100 olmuşsa; borcu ödeyecek olan, bunu aldığı şekliyle
10 olarak ödeyecektir. Bu mesele yeni bir mesele değildir; geçmiş çağlarda da
olmuştur. Borç verme olayı dünyevi bir nemalandırma hadisesi değildir, uhrevi
hayat için bir fayda elde etme hadisesidir. Borç veren insanın parası, bu dönem
içinde değer kaybetmişse, bunun ecrini ahirette kendi ecir hanesine Allah yazacak
demektir. Bankada cari hesap açıyorsunuz, böylelikle bankaya borç vermiş
oluyorsunuz. Peki hangi banka sene sonunda ya da para çekmek istenildiğinde,
geçmiş döneme ait oluşan enflasyon farkını müşterisine veriyor!
Borç işlemlerinde, ödeme esnasında, enflasyon farkının alınmasının caiz
olduğu şeklinde kapı aralamanın başka problemleri beraberinde getireceğini ve
İslam Hukuku’nun diğer ilke ve düzenlemeleri açısından önemli sakıncalara yol
açacağını dikkate alan İslam Konferansı Teşkilatı’na bağlı İslam Fıkıh Akademisi, 1015 Aralık 1988 tarihli 5. genel kurul toplantısında şöyle bir karar almıştır:
“Herhangi bir para birimine göre belirlenmiş olan borcun artık – paranın değer
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
İktisadi Hayatla İlgili Problemler 2
kaybetmesi ya da değer kazanması dikkate alınmaksızın- belirlenen bu miktara
göre ödenmesi gerektiği, kaynağı ne olursa olsun zimmette sabit bir borcun piyasa
fiyatlarına göre ayarlanmasının caiz olmadığı…”. İslam Kalkınma Bankası’nın 1993’
te düzenlediği para meseleleri ile ilgili toplantıda da bu karar tasvip edilmiştir.
Şurası unutulmamalıdır ki bu yöndeki kararın, alacaklının haklarını
görmezden gelme fikrine değil; paranın enflasyon sebebiyle uğradığı kaybın
telafisinde, enflasyon nispetini esas almanın getireceği sakıncalara dayalı olduğu
dikkatlerden uzak tutulmamalıdır. Ayrıca bu görüş sahipleri “Akitlerinize riayet
edin.” şeklindeki ayetin amir hükmü yanında; faiz cereyan eden şeylerin
değişiminde her ne sebeple olursa olsun fazlalık alınmasını yasaklayan hadisi delil
olarak getirmişlerdir. Bunlar yanında akli delil olarak da şöyle demişlerdir. “Paranın
kıymetinin değişmesi, fiyatının değişmesi bizzat kendisinin değişmesi anlamına
gelmez. Bu harici bir iştir. Dolayısıyla bu paranın kıymetinin ödenmesini gerektiren
bir ayıp sayılmaz”.
Para Borçlarının Alındığı Gündeki Kıymetiyle Ödenmesinin Uygun
Olduğu
Çağdaş araştırmacılardan Yusuf el-Karadâvî, Abdulfettah Ebu Gudde, Ali
Muhyiddin Karadâğî, Hamdi Döndüren, Halil Günenç ve Abdulaziz Bayındır gibi
araştırmacılara göre borç para veren kimsenin, enflasyon nedeniyle verdiği paranın
değerinin düşmesi hâlinde, borçludan borç verdiği günkü para değeri üzerinden
alacağını tahsil etmesi uygundur. Buna göre borçlunun ödemeyi, borç aldığı günkü
paranın kıymetinden/alım gücünden hesaplayarak ödemesi gerekmektedir ki ancak
bu şekildeki ödeme ile, aldığı miktara eşit şekilde borcunu ödemiş olacaktır. Bu
takdirde, alınan borç ile ödenen borç arasında miktar açısından/ nominal olarak
fazlalık varmış gibi gözükse de bu gerçek bir fazlalık olmadığından, borç işleminde
yasaklanmış olan karşılıksız bir fazlalık sayılmayacak; bu nedenle de ödenen
nominal fazlalık faiz olmayacaktır.
Bu görüşü savunan âlimler borcun dengi ile/kendi misliyle ödenmesi
gerektiğini, borç işlemindeki karşılıksız fazlalığın faiz olduğunu benimsemektedirler.
Ancak onlara göre para borçlarında “borcun aynıyla karşılığını/mislini –fazlalıksız ve
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
İktisadi Hayatla İlgili Problemler 2
eksiksiz olarak- geri ödemek” şeklindeki ilke, özellikle itibari paralarda ve enflasyon
ortamlarında imkânsızlaşmaktadır. Yani, enflasyonun olduğu bir ekonomik
ortamda borç alınan 100 lira aynıyla 100 lira olarak ödenirse, zahiren denklik
gözükse de gerçekte borç olarak alınan 100 lira tamı tamına alacaklıya geri
ödenmiş olmayacaktır. Çünkü, borç veren şahıs 100 lirayı verirken, o para ile bir
çuval şeker alabiliyorsa, aradan geçen sürede enflasyonun paranın değerini
düşürmesi sebebiyle, bir çuval şeker fiyatı 120 liraya çıkmış ise, alacaklı borç olarak
verdiği 100 lirayı 100 lira olarak geri aldığında, verdiği borç paranın alım gücünü
geri alamamış olacaktır. Borçlanma sebebiyle tarafların birbirlerine haklarının
geçmemesi ve borcun aynıyla geri ödenebilmesi için alınan borç misliyle değil de
kıymetiyle ödenmelidir. Yani 100 lira alan, daha sonra borcunu verirken 120 lira
vermeli ki aldığı paranın alım gücünü ödemiş olsun ve alacaklının hakkını gizlice
gasp etmiş olmasın. Enflasyon ortamında alınan borç para misliyle ödendiğinde, iki
para arasındaki denkliği/eşitliği yakalamak imkânsız olup para borçlarında kıymetçe
(alım gücü şeklinde) ödemede bulunularak ancak eşitlik sağlanabilmektedir.
Bu görüşü benimseyen hocalarımızdan Hamdi Döndüren, eserinde
konuyla ilgili olarak şöyle demektedir: “Günümüzde önemli ölçüde enflasyona
“Günümüzde önemli
ölçüde enflasyona
uğrayan kâğıt para
sistemlerinde, bir aydan
fazla uzun süreli
borçlanmalarda, altın
gibi sağlam bir birime
endekslenerek
hesaplanacak bir
“değer kaybı”nın faiz
kapsamı dışında
tutulması hakkaniyete
uygun düşer”.
uğrayan kâğıt para sistemlerinde, bir aydan fazla uzun süreli borçlanmalarda, altın
gibi sağlam bir birime endekslenerek hesaplanacak bir “değer kaybı”nın faiz
kapsamı dışında tutulması hakkaniyete uygun düşer”.
Burada şu hususun altını çizmek isteriz: Altın, gümüş, buğday, pirinç, şeker
gibi yiyeceklerin ya da kıymetli madenlerin değer kazanması ya da kaybetmesi
gerçek değerdir, madenin/ürünün değeridir. Dolayısıyla bunlarla yapılan
borçlanmalarda alınan borç, aynı şekilde, alındığı miktarıyla ödenmeli; kıymetinin
çıkmasına ya da düşmesine bakılmamalıdır. Ancak kâğıt paraların değer kazanması
ya da kaybetmesi itibar bir değerdir; zira kâğıt paralar adedî mal (sayıyla alınıp
satılan mal) değildir. Kâğıt parayı mislî mal saymak zorunda kalsak da bunun ölçü
birimi; satın alma gücüdür. Bu nedenle paranın değerinin düşmesi sebebiyle değer
farkının verilmesi gerekli görülmektedir.
İlk dönem İslam âlimleri ile günümüz âlimlerinden çoğunluğun borçlarda
enflasyon farkının alınması hususunda farklı düşünmelerinin sebebi, İslam’ın ilk
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
İktisadi Hayatla İlgili Problemler 2
dönemlerindeki tedavüldeki paralar ile günümüzdeki paraların farklı nitelikte
oluşudur.
Öte yandan günümüz âlimleri; klasik dönemde fülusların değer
kaybetmesi hakkında ortaya konan görüşün günümüz banknotları için örnek teşkil
edeceğine inanmaktadırlar.
Borç olarak verilen paranın, enflasyon sebebiyle değerinin düşmesi
hâlinde, borç olarak alındığı günkü kıymeti ile verilmesi şeklindeki görüşü;
hakkaniyete daha uygun olması, gerçekte karşılıksız bir fazlalık alma durumu söz
konusu olmaması, borç verenin zararının telafi edilmesi, borç süresi içinde söz
konusu
olan
paranın
borçlu
elinde
bulunması
sebebiyle
bu
paranın
nemasına/çalıştırılıp kazandırılma imkânına sahip olması, borç verirken şart
koşulmuş sabit bir fazlalığın bulunmaması gibi nedenlerle, gerçek anlamda faizli
borç işlemi ile örtüşmediğini düşünüyor ve tercihe şayan buluyoruz. Aksi bir görüşü
benimsemek, kronikleşmiş enflasyon ortamlarında tasarruf sahiplerinin borç
verme alışkanlıklarının yok olmasına neden olacak; borç paraya ihtiyaç duyanlar
ise, zorunlu olarak faizli bankaların ya da tefecilerin kucağına düşeceklerdir.
Borç veren kimselerin, enflasyon farkını alma şeklinde bile hiçbir dünyalık
karşılık düşünmeden, karşılığını sadece ahirette bekleyerek, sıkıntıya düşmüş
insanlara borç para vererek onlara yardımda bulunmaları çok güzel bir haslettir. Bu
kimseler her türlü takdire layık iseler de; borç vermekle beraber elindeki mal
varlığının da korunmasını düşündüğü için, borç vermesinden dolayı enflasyon
sebebiyle uğramış olduğu zararı borçlunun karşılamasını istemesinin, ondan
karşılıksız bir fazlalık isteme anlamı taşımaması nedeniyle, bu talebin yasaklanmış
olan faiz kapsamına girmeyeceği kanaatinde olduğumuzu belirtmek isteriz. Bu
şekilde, enflasyon farkını borçluya tazmin ettirerek de olsa, faizsiz borç verme
düşüncesinin devamlı canlı tutulmasının milletimiz ve toplumumuz için yararlı
olacağını düşünmekteyiz.
Yukarıda da belirtildiği gibi çağımızda birçok araştırmacı, enflasyonun yol
açtığı değer kaybını önleyici ve paranın reel değerini koruyucu tedbirleri faiz
yasağının dışında mütalaa etmektedir. Ancak, paranın enflasyona karşı değerinin
korunması gibi bir kaygı, faizin kural olarak caiz görülmesinin gerekçesi olmamalı
ve enflasyon karşısında alınacak tedbirlerde paranın değerini koruma amacı hâkim
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
İktisadi Hayatla İlgili Problemler 2
kılınıp değişmez bir oran söz konusu edilmemelidir. Bununla birlikte, faizin
enflasyonun önemli sebeplerinden birini teşkil ettiği, bu yüzden vadeli para
borçlarında enflasyon oranına endeksli bir artırımın en azından faiz şüphesi
taşıyacağı da belirtilmelidir (Özsoy, DİA, XII, 119).
HAVA PARASI
Hava parası: Bir ticarethanenin devri durumunda ticarethanenin yeri,
müşterileri, şöhreti gibi nedenler göz önünde bulundurularak asıl değerinin
yanında alınan paradır. Bu paranın gayr-i menkul ya da menkul maldan bir karşılığı
yoksa da iş yerinin tanınması, müşteri memnuniyeti gibi manevi bir karşılığı
bulunmaktadır. Hava parası günümüz ticari hayatının vazgeçilmezlerinden
olduğundan işin dinî hükmü sıklıkla sorulmaktadır.
Burada konuya iki açıdan bakılarak dinî hükmü hakkında bilgi verilecektir.
Kiracının Mal Sahibinden Hava Parası Alması
İslam Hukuku’na göre kiracı ile mal sahibi, karşılıklı rıza ile kira akdinde
anlaşılan müddet bitmeden önce akdi sona erdirme hakkına sahiptirler. Ancak,
kiracının rızası olmadıkça mal sahibi kira sözleşmesini sonlandıramaz. Kira müddeti
devam ederken mal sahibinin, kiracıdan, kirada bulunduğu iş yerini boşaltmasını
istemesi hâlinde, kiracının burayı boşaltmama hakkı bulunmasına rağmen; bir
miktar hava parası karşılığında boşaltmayı kabul etmesi hâlinde, alacağı hava
parası kendisine helaldir. Çünkü boşaltmama hakkını mal sahibinden aldığı bir
bedel mukabilinde ona satmış olmaktadır.
Kiracının belirlenen süre öncesinde dükkânı boşaltmasının ve kira akdini
sonlandırmasının kendisine bir zarar vermiş olma ihtimali bulunmaktadır ki aldığı
hava parası bu zararın tazmini olarak da görülebilir. Bu takdirde kiracının aldığı
hava parasının “kira sözleşmesinden kalan müddetin menfaatinin bedeli” olduğu
ifade edilmektedir. Gayr-i menkulün menfaatine malik olan kiracı, bu hakkından
bedel mukabilinde veya bedelsiz olarak feragat edebilir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
İktisadi Hayatla İlgili Problemler 2
Kira müddeti sona erdiği hâlde, kiracı sırf kanunun kendisine verdiği haktan
istifade ederek kiraladığı dükkânı boşaltmayarak, mal sahibinden hava parası
almayı düşünmesi, onu almadan boşaltmaması doğru değildir.
Çünkü kira
sözleşmesi son bulduğuna göre, kiracı kiraladığı yeri boşaltmakla yükümlüdür.
Ayrıca akit bitince, mal sahibinin, malını istediği kişiye kiraya verme hakkı da
bulunmaktadır.
Kiracının Sonraki Kiracıdan Hava Parası Alması
Bir gayr-i menkulü şartsız olarak kiralayan kiracı, kiraladığı gayr-i menkûlü
kira müddeti içinde istediği bedelle bir başkasına kiralayabilir. Yani kiracı, kiraladığı
yerden kendisi istifade edebileceği gibi bir başkasına – yeni kiracının gayr-i
menkule kendisinden daha fazla zarar verecek bir meslek icra etmesi hâli dışındakiraya verme, ödünç verme hakkına da sahip olduğu, prensip olarak kabul
edilmektedir. Ancak Hanefîler, kiracının kiraladığı yeri bir başkasına daha fazla bir
bedelle kiraya verebilmesi için o gayr-i menkule bakım, onarım gibi bir masraf
yapmış olmasını gerekli görürler. Aksi takdirde, birinci kiracının, kiraladığı yerden
alacağı fazla meblağın/kiranın tasadduk edilmesini önerirler.
Çoğunluğun görüşüne göre, kiracı olarak kiraladığı bir dükkân ya da iş
yerini bir başkasına daha fazla fiyatla kiraya verebilir, yani kiralık gayr-i menkûlün el
değiştirmesi durumunda önceki kiracı sonradan kiralayacak olandan hava parası
alabilir. Bunun gerekçesi olarak şunlar söylenmektedir:
Belirli bir müddet gayr-i menkulün menfaatine sahip olan kiracı, bu
menfaatinden vazgeçmek için para alabilir. Nitekim, İslam fıkhında bir haktan
vazgeçme anlamı taşıyan durumlarda ücret alınması genelde meşru görülmüştür.
Şâfiî mezhebinde bazı vazifelerden feragat etme karşılığında para alınması
müsamaha ile karşılanmıştır. Çağdaş âlimlere göre de kiracının gayr-i menkul
üzerinde ayni hakkı olup bundan vazgeçmesi için ücret alması caizdir. Bütün
bunlar, kira sözleşmesinin devam ettiği süre için söz konusu olup sözleşme bitmiş
ise, kiracının boşaltma yükümlülüğünü yerine getirmemesi bir suçtur. Bu durumda
iken gayr-i menkulü boşaltmak için gerek mal sahibinden gerek ikinci kiracıdan
hava parası istemesi caiz değildir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
İktisadi Hayatla İlgili Problemler 2
Burada şunun hatırlatılmasında yarar vardır: Kira süresi bitmeden önce
mal sahibinin kiracısını meşru bir mazereti bulunmaksızın çıkarmak istemesi
hâlinde; kiracının kiraladığı yeri boşaltması karşılığında mal sahibinden bir miktar
para talep etmesi mümkündür. Bu, kira sözleşmesi gereği kiraladığı yerden istifade
edebileceği menfaatten vazgeçmesi karşılığı olarak görülebilecektir. İslam fıkhında
bu türden olarak kişilerin sahip oldukları bazı haklardan ücret mukabilinde
vazgeçmeleri meşru görülmüştür. Ancak, kiracının kira süresi bittiği hâlde, mal
sahibinden bir şeyler koparabilmek için gayr-i menkulü boşaltmaması doğru
olmayıp bunun karşılığında bir ücret talep etmesi caiz değildir.
Kiracının, kiraladığı yeri, kira süresi içinde bir başkasına kiraya vermesi ya
da ödünç vermesi prensip olarak kabul edilmekte olup burada dikkat edilecek şey
şudur: İkinci kiracı veya ödünç alan, söz konusu olan gayr-i menkulü, birinci kişiden
daha fazla zarar verecek şekilde kullanmamalıdır. Kiraladığı şeyi bir başkasına
kiralayacak olan kimsenin, kendisinin verdiği kiradan daha fazlasına kiraya vermesi
caiz olduğu gibi, belirli miktar hava parası alarak kiraladığı gayr-i menkulü yeni
kiracı için boşaltması ve bu şahsın aynı kira ile bu gayr-i menkulde kiracı olarak
devam etmesi de mümkündür. Buna göre, birinci kiracının kira sözleşmesi henüz
bitmeden, kiraladığı gayr-i menkulü yeni bir kiracıya devretmesi karşılığında alacağı
hava parasının da helal olduğu söylenebilir. Buradaki gerekçe de bir önceki ile aynı
olacaktır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
Özet
İktisadi Hayatla İlgili Problemler 2
• Hisse senetlerinin satışı ya borsadan ya da senet ihraç eden
kurumdan yapılmaktadır. İşletmenin, meşru alanda çalışıyor olması
şartıyla, ihraç ettiği senetlerin gerek yatırım amacıyla gerekse kâr
ve zararına ortak olmak düşüncesiyle satın alınmasında herhangi
bir problem görünmemektedir. Ancak söz konusu senetler borsaya
düştüğünde, bu senetlerin satışı hususu tartışılmıştır. Kimi âlimler
borsaya senet ihraç eden şirketlerin yapısıyla ilgili nedenleri; kimi
âlimler borsanın işleyişini ve ciddi manada spekülatif oyunların
oynanması gerekçesiyle borsadan senet alışverişinin haram
olduğunu savunmuşlardır. Bazı âlimler konuyla ilgili açık nassın
bulunmayışı ve iddia edilen bazı durumların subjektif olduğunu
gerekçe göstererek borsadan senet alışverişini mekruh
görmüşlerdir. Bu durumda bir sakınca olmadığı görüşünde olanlar
da mevcuttur.
•Tahviller faizli iç borçlanma senetleri/belgeleri olduğundan,
âlimlerin çoğunluğu tahvil almanın caiz olmadığı görüşündedirler.
•İslam âlimlerinin algısına göre altın madeni, tedavülde para olarak
kullanılması için yaratılmıştır. Günümüzde altın milli para olma
özelliğini yitirmiştir. Bu açıdan altına bakanlar bugün altının kıymetli
bir eşya olduğu, dolayısıyla vadeli satışının caiz olduğu
görüşündedirler. Bazı âlimler ise altının halen beynelminel para
özelliğini taşıdığını, bu nedenle de vadeli olarak satılamayacağını;
ancak peşin olarak başka paralarla değişilebileceğini
savunmaktadırlar. Bazı araştırmacılar ise, altının normalde vadeli
satılamayacağını benimsemekle birlikte, kredi kartıyla gerek peşin
gerekse vadeli satışının yapılabileceğini söylemişlerdir.
•İslam faizli borç vermeyi haram kılarken verilen borç sebebiyle bir
kazanç sağlamayı düşünmeksizin sırf Allah rızası için borç vermeyi
teşvik etmiştir. Naslarda borçlu ile alacaklı arasındaki ilişkiler detaylı
bir şekilde ele alınmış olup alacaklı imkânları ölçüsünde borçlusuna
kolaylıklar sağlamalı, borçlu ise alacaklısının iyi niyetini istismar
etmemelidir. Alacaklının borçludan, verdiği borcu dışında maddi ya
da manevi her türlü beklentisi yasaklanmıştır. Bu durum fıkıhta;
“Menfaat içeren her borç ribadır.” şeklinde kurallaşmıştır. Buna
göre, alacaklının menfaat elde etmek için koştuğu her menfaat
şartı, faiz olarak değerlendirilmiştir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
26
Özet
İktisadi Hayatla İlgili Problemler 2
• Borç verilen paranın, enflasyon sebebiyle değer kaybetmesi
hâlinde, borç ödenirken enflasyon fakının alınıp alınamayacağı
tartışılmış olup klasik dönem âlimleri bu konuda borcun misliyle
ödenmesi gerektiği ilkesinden hareketle, enflasyon farkını
almanın faiz olduğunu benimsemişlerdir. Ebu Yusuf gibi bazı
müçtehitler ise, enflasyon farkını almanın faiz olmadığını
savunmuştur. Günümüzde konuyu tartışan âlimlerin bir kısmı,
kâğıt banknotların hakiki para olmayıp, itibari para olduğunu
gerekçe göstererek alınan borçla ödenen borç arasında denge
bulunması gerektiği ilkesinden hareketle; bu dengenin borcun
misliyle ödenmesi hâlinde kurulamayacağını, ancak alınan borcun
alındığı günün kıymetiyle/alım gücüyle ödenmesi hâlinde,
dengenin kurulabileceğine dikkat çekerek, enflasyon farkını
almanın faiz olmayacağını savunmuşlardır. Böyle bir görüşün
klasik dönem âlimlerinin ittifakıyla çeliştiğini söylenler de vardır.
•Hava parası almanın hükmüne gelince şunlar söylenebilecektir:
Mal sahibi kiracısına hava parası verdiğinde, onun bir müddet
daha işyerinde kalma hakkını satın almış demektir ki, hak satışı
caiz olduğuna göre bu da caizdir. Aynı şekilde kiracı, kiraladığı iş
yerini bir başkasına hava parası alarak anlaşma süresi içinde
devrettiğinde de, kiracı kiraladığı dükkândaki iş yapma hakkını
satıyor demektir. Hava parası vererek de olsa söz konusu iş yerini
almak isteyen esnafın da bu iş yerinin tanınmış olması, müşteriler
için uygun bir güzergâhta bulunması gibi özellikleri sayesinde, bu
iş yerini kiralamasından fayda sağlayacağı bir gerçektir. Bu
açılardan konuya bakan âlimler çoğunlukla hava parası almayı
meşru bir kazanç olarak değerlendirmişlerdir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
27
İktisadi Hayatla İlgili Problemler 2
DEĞERLENDİRME SORULARI
Değerlendirme
sorularını sistemde ilgili
ünite başlığı altında yer
alan “bölüm sonu testi”
bölümünde etkileşimli
olarak
cevaplayabilirsiniz.
1. Aşağıdakilerden hangisi altının vadeli satışının hükmüyle
alakalı ihtilafların kaynaklarından değildir?
a) Vadeli satışın caiz olmaması
b) Zekât verilirken 96 gr altının esas alınıyor olması
c) Alışveriş adı altında faizli işlem yapmanın yolunun
Hz. Peygamber tarafından kapatılması
d) Sonradan ortaya çıkan, itibari olarak nitelenen kâğıt paralar
e) Altın ve gümüşün günümüzde para olma özelliğini kaybetmesi
2. Ürünle ürünün değişimi şeklindeki alışverişlerde cereyan eden faize
fazlalık faizi/ribe’l-fadl; borç işleminde cereyan eden faize gecikme
faizi/ribe’n-nesîe
denir. Buna göre altının veresiye satışıyla ilgili
aşağıdakilerden hangisi yanlıştır?
a)Altının veresiye olarak günlük fiyatının üzerinde bir fiyata satılması
hadislerde yasaklanan alışveriş faizine neden olur.
b)Visa kartı ile tek çekimle altın ya da gümüş almak caizdir. Çünkü bu
işlem peşin alışveriş hükmündedir.
c)Cumhura göre kuyumcu altını vadeli olarak satamaz.
d)Müşteri, kuyumcuyla başta anlaşması hâlinde, altını vadeli olarak
satın alıp sonra peşin olarak yine kuyumcuya satabilir.
e)Satılan altın ya da gümüşün takı-süs eşyası olması, konuyla alakalı
hükmü değiştirmez.
3. Aşağıda verilen bilgilerden hangisi doğrudur?
a)Altının vadeli satışı konusundaki tartışmalar, altının para olma
özelliğinden kaynaklanır.
b)Karz-ı hasen İslam’ın tavsiye etmediği davranışlardandır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
28
İktisadi Hayatla İlgili Problemler 2
c)Borç ödeme işleminde enflasyon farkının istenmesi, tartışılmaksızın
meşru kabul edilen bir durumdur.
d)Hava parasını uygun görmeyen sahih rivayetler bulunmaktadır.
e)Hazine bonosu, tahvil, hisse senedi gibi kıymetli evrakın satımının
yasaklanması bunların klasik kaynaklarda yerinin olmamasıdır.
4. Hisse senetleriyle ilgili aşağıda verilen bilgilerden hangisi yanlıştır?
a)Küçük tasarruf sahiplerine, büyük işletmelerle ortaklık şansı
tanıdığından dolayı caiz görülmüştür.
b)Senet sahibi, işletmenin ortağı olacağından dolayı kâra da, zarara da
ortaktır.
c)Hisse
senetleri
alışverişinden
elde
edilen
kâr
faiz
olarak
nitelendirilmiştir.
d)Senet çıkaran işletmelerin çalıştıkları alanlar, konuyla alakalı
tartışmanın sebeplerinden biridir.
e)Senetlerin ortaklık belgesi olarak değil de bağımsız bir mal olarak
alınıp satılması meşru bir işlemdir.
5. Aşağıdakilerden hangisi “karz-ı hasen” prensibine aykırı düşen bir
davranıştır?
a)Borçtan indirime gitme
b)Zamanından önce borcun ödenmesini isteme
c)Borcu sadaka olarak sayma
d)Anlaşmaya, menfaat şartı ekleme
e)Borçluya mühlet verme
Cevaplar:
1.B - 2.D - 3.A - 4.C - 5.D
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
29
İktisadi Hayatla İlgili Problemler 2
YARARLANILAN VE BAŞVURULAN KAYNAKLAR
Ahmed b. Hanbel, (1981). el-Müsned, İstanbul, Çağrı.
Aktan, H. (1997). “Borsa Teminat Mektubu, Leasing”, 1. Uluslar arası İslam Ticaret
Hukukunun Günümüzdeki Meseleleri Kongresi (Kongre Metinleri), Konya, Kombad.
Ali Cadi el-Hak, (2004). Buhûs ve Fetâvâ İslamiyye fî Kadâyâ Nuâsıra, Dâru’l-Hadis.
Apaydın, Y. (1995), “Îne”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, İstanbul.
Bayındır, A. (1994). “Türkiye’de Borsa Yapısı ve Borsacılık”, İslam Açısından Borsa,
İstanbul, Ensar.
Behûtî, ( 2003), Keşşafü’l-Kınâ alâ Metni’l-Mukni, Dâru’l-Alemi’l-Kütüb.
Bilmen, Ö.N.(tsz). Hukuk-ı İslamiye ve Istılahat-ı Fıkhıyye Kamusu, İstanbul.
Buhârî, M. (1981). el-Câmiu’s-Sahih, İstanbul, Çağrı.
Çeker, O. (2007). İslam Hukukunda Akitler, Konya.
Döndüren, H. (1983). Delilleriyle Ticaret ve İktisat İlmihali, İstanbul, Erkam.
Ebû Dâvûd, (1981). es-Sünen, İstanbul, Çağrı.
İbn Âbidîn, (2003). Reddü’l-Muhtâr ale’d-Dürri’l-Muhtâr, Dâru’l-Alemi’l-İslami.
İbn Kayyım el-Cevziyye, (1981). İ’lâmü’l-Muvakkıîn an Rabbi’l-Alemîn, Beyrut.
İbn Kudâme, (1992), el-Muğnî, Kahire.
İbn Mâce, (1981). es-Sünen, İstanbul, Çağrı.
Karaman, H. (2006). Hayatımızdaki İslam, İstanbul, İz.
Kâsânî, (2005). Bedâiu’s-Sanâi’ fi Tertibi’ş-Şerâi’,Kahire.
Mâlik, (1981). el-Muvatta’, İstanbul, Çağrı.
Mevsılî, (1980). el-İhtiyâr li Ta’lîli’l-Muhtâr, İstanbul, Çağrı.
Müslim, (1981) . el-Câmiu’s-Sahih, İstanbul, Çağrı.
Nesâî, (1981). es-Sünen, İstanbul, Çağrı.
Özsoy, İ, (1995), “Faiz”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, İstanbul.
Şerbâsi, A. (1988), İslam Fıkhı, terc. Komisyon, İstanbul.
Tirmizî, (1981). es-Sünen, İstanbul, Çağrı.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
30
İktisadi Hayatla İlgili Problemler 2
Yaran, R. (1996). “Hava Parasının İslam Hukuku Açısından Değerlendirilmesi”, 1.
Uluslararası İslam Ticaret Hukukunun Günümüzdeki Meseleleri Kongresi (Kongre
Metinleri), Konya: Kombad.
Zuhaylî,V. (2006), Kadâyâ’l-Fıkh ve’l-Fikru’l-Muasır, Daru’l-fikr.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
31
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
İKTİSADİ HAYATLA İLGİLİ
PROBLEMLER III
•
•
•
•
Faiz- Riba İlişkisi
Üretim ve Tüketim Kredileri
Kredi Kartları
Ticari Sigortalar
GÜNÜMÜZ
FIKIH
İSLAM
İNANÇ
PROBLEMLERİ
ESASLARI
Prof.Dr. Nihat DALGIN
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• Faiz riba ilişkisini doğru bir şekilde
kurabilecek,
• İslam’da üretim ve tüketim ayrımı
gözetilmeksizin faizli kredilerin yasaklandığını
kavrayabilecek,
• Günümüz iktisadi hayatının temel
dinamiklerinden olan kredi kartları ve ticari
sigortalar hakkında hem bilgi sahibi olacak
hem de bunlar hakkında yapılan çağdaş
tartışmaları değerlendirebileceksiniz.
ÜNİTE
ÜNİTE
10
8
İktisadi Hayatla İlgili Problemler III
GİRİŞ
İslam toplumunu diğer toplumlardan ayıran özelliklerin başında iktisadi
farklılık gelmektedir. Diğer toplumlarda ekonominin temel parametrelerinden biri
faizli kredi iken İslam toplumunda ekonomik hayat, mal ve üretime dayanmaktadır.
İslam, üretimde sermaye sahibinin de emek sahibinin de hem riske hem de
kazanca ortak olmasını önermekte; taraflardan birinin riskten muaf tutularak
kârdan pay almasını doğru bulmamaktadır. İslam’ın bu maksadıyla çeliştiği için de
İslam toplumlarında faizli krediler haram kabul edilerek yasaklanmıştır.
Kapitalist sistem, faizli krediyi ekonominin bel kemiği olarak görmekte; bu
nedenle tüm ekonomik ürünleri bir şekilde faizle ilişkilendirmektedir. Bu bakışın
etkisiyle olmalı ki İslam toplumlarında da son yüzyıllarda faiz yasağı tekrar
sorgulanmış ve özellikle faiz, riba, üretim kredisi ve tüketim kredisi gibi ekonomik
ürünlerin faiz yasağı kapsamında olup olmadığı tartışılır hâle gelmiştir. Bunun
temel nedenlerinden biri olarak İslam toplumlarında çağdaş hayatın ekonomik
sorunlarına çözüm sunacak sağlıklı ve kurumsal oluşumların geliştirilememesi
gösterilebilir. Bu bağlamda kurumsallaştırılan Katılım Bankaları gerek kendilerini
bulundukları toplumlara gerçek manada anlatamamaları; gerek bazı işlemlerinin
dinî duyarlılığı olan kimselerde kuşkuya sebep olması gerekse diğer ekonomik
kuruluşların olumsuz politikaları nedeniyle çok fazla rağbet görememiştir.
Çağdaş toplumlarda ortaya çıkan kredi kartları ve ticari sigortalar, bir
taraftan insanların bir kısım ihtiyaçlarına cevap verdiği için olumlu karşılanmış,
hayli rağbet görmüş ise de bu yeni kavram ve kurumların İslam fıkhında kabul
edilen bazı kurallarla çelişkili unsurlar içeriyor olması, söz konusu kurumların
meşruluklarını tartışır hâle getirmiştir. Bu ünitede bütün bu konulara değinilecek,
tartışmaların hangi zeminde yapıldığı ele alınacaktır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
İktisadi Hayatla İlgili Problemler III
FAİZ-RİBA İLİŞKİSİ
Faiz, bir ödünç/borç karşılığında alınan nema, kira, fazla miktar, fazlalık
demektir. Modern iktisat sözlüklerinde faiz şöyle tanımlanmaktadır: “Paranın belli
bir süre kullanılması ve alıkonması sonucu yabancı elin vermekle yükümlü olduğu
kullanma fiyatı.”
İslam, faizin kapsamını genişleterek iki alanda cereyan eden şu iki işlemi
faiz olarak ilan etmiştir: Borç faizi; insanlık tarihi boyunca bilindiği gibi “borç veren
kimsenin borcu dışında alacaklıya ödemeyi şart koştuğu her fazlalıktır.” Alışveriş
faizi; takas şeklindeki alışverişlerde aynı cins malların peşin değişiminde şart
koşulmuş fazlalık demektir. Bununla birliktre, cinsleri aynı da olsa farklı da olsa,
takas işlemi yapılırken konulan vade de alışveriş faizi olarak nitelendirilmektedir.
Riba; Osmanlıcada, muamelede olan “miktarı meşruu mütecaviz, ziyade,
faiz” anlamlarına gelmekte; modern hukuk sözlüklerinde artma, çoğalma, aşırı faiz,
tefecinin aldığı faiz anlamlarında kullanılmaktadır.
Ayetlerde, hadislerde ve klasik kaynaklarımızda “faiz” yerine “riba” ifadesi
geçmekte olup, İslam âlimleri ribayı, yukarıda belirtildiği şekliyle hem borç hem de
alışveriş faizi için ad olarak kullanmışlardır. Ancak, İslam toplumunda son asırlarda
riba ile faiz arasında bir ayrımın yapıldığı da görülmekte olup, buna taraftar
olanlara göre riba; “borç işleminde cereyan eden gayri kanuni faiz demektir”. Bir
başka deyişle riba; murabahacılık ve tefecilik demektir. Faizin fahiş ve gayri meşru
şeklidir (Uludağ, 203) ki bu tanım modern hukukçuların tanımlarıyla aynıdır. Yani,
onlara göre kredi borçlarında borçlunun ödeyecek olduğu ve kanunen belirlenmiş
olan fazlalık faiz olup, kanunca belirlenen oranın üstündeki fazlalık ise ribadır. Bu
görüşü benimseyenlere göre, her riba faizdir; ancak her faiz riba değildir. Onlara
göre haram olma açısından da aralarında fark olup haram olan ribadır, faiz değildir.
Hâlbuki, İslam âlimleri ribanın âmm lafız olduğunu ve mali mübadelelerde iki
taraftan birindeki karşılıksız fazlalık olan her durumu kapsadığı görüşündedirler.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
İktisadi Hayatla İlgili Problemler III
Cahiliye Ribası- Faiz İlişkisi
Faiz yasağıyla ilgili tartışmalarda odak bir terim olan cahiliye ribası
hakkında şunlar söylenebilir: Cahiliye Dönemi’nde bilinen faiz türü anlamına gelen,
“ribe’l-cahiliyye” diye de isimlendirilen bu terimin hangi tür faize ad olarak
kullanıldığında fikir birliği yoktur. İslam âlimleri bu kavramın borç faizi, bir başka
deyişle mutlak anlamda “ribe’n-nesîe” yerinde kullanıldığını düşünmektedirler.
Ancak, kimi araştırmacılar cahiliye ribasını yalnızca “vadesi dolan ödüncü veya
borcu, borçlunun ödemesi gereken ek bir meblağ/faiz karşılığı ertelemekten ibaret
olarak tarif etmektedirler.” Buna göre baştan şart koşularak verilen faizli
borçlar/krediler cahiliye ribasının dışında kalmaktadır. Bu görüş sahiplerine göre
Araplar parayı faizle satmayı, faizli olarak borç vermeyi bilmezlerdi; onlar karz-ı
hasen kabilinden borç verirlerdi, borçlu zamanında ödeyemediğinde ona ek bir
süre verirler, buna karşılık da borcu faizlendirirlerdi. İşte cahiliye ribası bu olup
İslam’ın yasakladığı faiz de bu tür faiz çeşididir.
Hâlbuk, tarihî veriler, cahiliye ribasının, her iki şekliyle de borç faizi
anlamında kullanıldığını; Cahiliye Dönemi’nde de gerek Arapların gerekse bölgede
yaşayan Yahudilerin faizli olarak kredi verdiklerini; yani parayı faizli olarak
sattıklarını doğrulamaktadır.
Ribanın Haram olup Faizin Yasaklanmadığı
Bazı araştırmacılar İslam’ın yasakladığı şeyin riba olduğu (kimileri sadece
cahiliye ribası olduğu kanaatindedir); faizle ribanın aynı şeyler olmadığı
gerekçesiyle faiz yasağının kapsamını hayli daraltmak istemişlerdir. Bu grubun
delilleri şunlardır:

Faiz terimi ribaya göre daha kapsamlı olduğundan, ayet ve
hadislerde yasaklanan/haram kılınan riba ile günümüz ekonomilerinde bilinen
şekliyle faiz, her zaman aynı şeyler değildir. Bu sebeple günümüz bankalarının
verdiği faiz, dinen yasaklanmış faiz kapsamında değildir.

Yasaklanan riba sadece tefecilik yoluyla elde edilen fahiş
miktardaki faizdir. Kuran’da açık ve kesin surette yasaklanan riba “ez’af-ı muzaaf
riba” olup (bkz.; Âl-i İmrân 3/130-131), bu da tam manasıyla fahiş (kanunen men
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
İktisadi Hayatla İlgili Problemler III
edilen) faiz demektir. Buna göre haram kılınan faizin gayrikanuni faiz, murabaha ve
tefecilik olduğunu söylemek en isabetli bir görüştür.

Cahiliye Dönemi’nde insanlar parayı vade karşılığı ilave bir meblağ
ile satma/borç-kredi verme tarzındaki faiz işlemini bilmezlerdi. Onun için “cahiliye
ribası”; vadesi dolan ödüncü veya borcu ek bir meblağ karşılığı ertelemekten ibaret
olduğundan, Kuran’daki açık riba yasağı sadece bu şekildeki faizle ilgilidir.
Riba ile Faiz Arasındaki Ayrımın Yapay Olduğu

Araplar arasında riba kelimesinin kullanımı daha yaygın iken
günümüz Türkçesinde Arapça kökenli olan faiz kelimesinin daha fazla kullanılıyor
olması ötesinde, haram kılınma açısından aralarında bir fark gözükmemektedir.
Hamdi Yazır’ın ifadesiyle riba, “Faiz diye söylenen ziyade-i mahsusanın ismidir.”
( Yazır, Hak Dini Kurân Dili, II, 952).

Riba kelimesi İslami terminolojide kavram olarak yerini alırken;
sünnet kaynaklı açıklamalar sebebiyle, Cahiliye Dönemi Araplarının bu kavrama
yüklediği manadan daha geniş bir manayı içerdiği gözardı edilmemelidir. Bu
Faiz/riba; bir borç
işlemindeki ya da malın
mal ile alım satımı
şeklindeki alışverişte,
şart koşulmuş karşılıksız
fazlalıktır.
sebeple ıstılah olarak riba ile faiz aynı anlamda olmak üzere şöyle
tanımlanmışlardır: Faiz/riba; bir borç işlemindeki ya da malın mal ile alım satımı
şeklindeki alışverişte, şart koşulmuş karşılıksız fazlalıktır.

Modern iktisat literatüründe faiz olarak isimlendirilen sermaye
gelirlerinin önemli bir kısmı İslam Hukuku’nda kira teriminin kapsamında
değerlendirilmekteyse de İslam’da yasaklanan riba anlamında faiz ile ribanın eşit
anlamda kullanılabileceği ifade edilmektedir. Buna göre her faiz riba olarak
isimlendirilemeyecek ise de iddia sahiplerinin kasdettiği şekliyle borç işleminde
cereyan eden ve oranı yüksek olan fazlalığa riba, düşük olanına ise faiz deneceği
şeklinde bir ayrım doğru değildir.

Bilindiği gibi faiz yasağıyla ilgili son noktayı koyan ayette ve
hadislerde “faiz/riba” mutlak anlamda kullanılmış olup kanuni olanı ile gayrikanuni
olanı arasında; oranı az olan faiz ile oranı çok olan faiz arasında hiçbir ayrım
yapılmamıştır. “Kuran’daki ayetlerden hiçbiri, tefecilik olarak bilinen faizi feshedip
de öteki şekillerini muhafaza etmeyi ima etmemiştir.”
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
İktisadi Hayatla İlgili Problemler III

İslam âlimleri hileli, ğararlı, fasit bir kısım alışveriş şekillerini bile
hoş olmaması, taraflar arasındaki rızayı ihlal etmesi açılarından faize benzeterek,
hepsine ribalı satışlar şeklinde isim vererek, ribanın anlam alanını hayli
genişletmişlerdir. Yani bu şekliyle faiz kavramı daha özel bir kapsama sahipken,
riba ise daha genel bir kapsama sahip kavram şeklini almıştır. Ancak kavramlardaki
bu gelişmenin konumuzla birebir alakası bulunmamaktadır.
ÜRETİM VE TÜKETİM KREDİLERİ
Faiz yasağının kapsamıyla ilgili tartışılan konular arasında kredinin hangi
maksatla alındığı/verildiği önem arz etmektedir. Çağdaş araştırmacılardan bazıları
İslam’ın yasakladığı faizin tüketim amacıyla alınan kredilerle ilgili olduğu; üretim
amacıyla alınan/verilen kredilerin yasaklanan faiz kapsamında olmadığını iddia
etmektedirler.
Tüketim Kredisi
Tüketim kredisi; “Bir şahsın yaşamı için gerekli olan ihtiyaçlarını
karşılayabilmek amacıyla aldığı borç” anlamındadır. El-Kardu’l-istihlâkî diye de
isimlendirilen bu borçtan alınan faize er-Ribâ el-İstihlâkî denmektedir. Bu kavram,
tüketim amaçlı olmayan borçlardan faiz alınıp alınamayacağı konusu ele alınırken
kullanılmaktadır. Birçok İslam âlimi, vahiy döneminde insanların genellikle tüketim
amaçlı borçlandıkları, borçlarını zamanında ödeyemediklerinde ise, kendilerine ek
süre verilmekle birlikte faiz alındığı varsayımından hareketle, sadece tüketim
amaçlı borçlananlardan faiz alınmasının yasaklandığını savunmaktadırlar. Bu
sebeple, tüketim amaçlı olarak borçlanan kimseden faiz alınmasının yani ona faizli
kredi verilmesinin haram olduğunda nerdeyse ittifak bulunmaktadır.
Üretim Kredisi
Üretim kredisi “Bir şahsın üretimde kullanmak, yatırım yapmak amacıyla
aldığı borç” demektir. El-Kardu’l-intâcî diye de isimlendirilen bu tür borçtan alınan
faize er-Ribâ el-intâcî denmektedir. Bu kavram, üretim amaçlı borç alan kimseden
faiz alınıp alınamayacağı tartışması esnasında kullanılmaktadır. Çağdaş bazı
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
İktisadi Hayatla İlgili Problemler III
araştırmacılar, Cahiliye Dönemi’nde insanların çoğunlukla tüketim amaçlı olarak
borçlandıkları ve faiz alanların da bu borçlulardan faiz aldıkları varsayımından
hareketle, vahiy döneminde üretim amaçlı borç alıp verme işleminin bilinmediği
dolayısıyla üretim amaçlı verilen borçtan faiz almanın faiz yasağının dışında kalması
gerektiğini savunmaktadırlar. Hâlbuki yine tarihî veriler, Mekke eşrafının hem
tüketim hem de üretim amaçlı borç verdiklerini bize haber vermektedir. Kredinin
mübadeleyle birlikte başladığı; tıpkı mübadele gibi kredinin de paranın ortaya
çıkmasından önce başlamış olduğu kabul edildiğine ve ilk banka Babillilerde
görüldüğüne göre vahiy döneminde Hicaz yarımadasında üretim amaçlı kredi
kullanımının bilinmemesi imkânsız görünmektedir (Orman, 2001: 230).
Üretim Kredilerinden Faiz Alınabileceği
Üretim amacıyla alınan/verilen borçtan faiz alınabileceğini savunan
araştırmacıların delilleri şöyledir:
Aldığı borçla ticaretini geliştirecek olan; yeni bir makine alacak veya
fabrikasını büyütecek ya da daha fazla ithalat gerçekleştirebilmek için nakit
ihtiyacını karşılayacak olan kimseye faizle borç vermek, dinen yasaklanmış bulunan
faiz kapsamına dahil olmamalıdır. Zira böyle bir durum cahiliye Arapları arasında
bilinmiyordu.

Cahiliye Dönemi’nde tamamen fakirler zenginlerden borç alıyordu;
dolayısıyla faizi verenler fakir ve yoksullar, faizi alanlar ise sermaye sahipleriydi.
Günümüzde durum değişmiş olup fakirlerin yaptığı tasarruflar bankalar aracılığıyla
zenginlere faizli borç olarak verilmekte, bu durumda ise faizi alan fakir, veren ise
zenginler olmaktadır. Buna göre, üretim yapmak amacıyla alınan faizli borçlarda
tarafların farklı olması ve faiz alma/verme amacının da değişmiş olması sebebiyle,
bu tür faiz İslam’ın yasakladığı faiz kapsamına girmeyecektir.

İslam’ın ilk dönemlerinde faiz, yoksul ve fakir grubun ihtiyaç
hâllerinin sömürülerek bu ailelerin daha da olumsuz koşullara düşmesine neden
oluyorken, günümüzde faizden hem dar gelirli tasarruf sahipleri hem de zenginler
yararlanmaktadır. Bu nedenlerle, zengin tüccarlara fakirlerin verdikleri faizli borcun
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
İktisadi Hayatla İlgili Problemler III
helal olup bu tür borç vermenin dinen haram kılınan faizli borç kapsamına
girmeyeceği söylenebilir (Bkz. Senhûrî, Masâdıru’l-Hak, III, 233).
Üretim Kredilerinden Alınacak Fazlalığın/Faizin Haram Olduğu
Üretim amacıyla verilen borçtan faiz almayı İslam’ın yasakladığını savunan
araştırmacıların delilleri şöyledir:

Bir ticaret şehri olan, hem ulusal hem de uluslar arası ticaret yapan
Mekkeli tacirlerin tamamen öz sermayeleri ile ticaret yaptıkları kanaati doğru
değildir. Ayrıca, “Onlar hiçbir zaman sermaye artırımı için ya da borçlarını ödemek
için borç almaya ihtiyaç duymamışlardır. Onların her zaman tuzu kuru olmuştur; o
dönemde faizli işlemler tamamen zenginlerle fakirler arasında cereyan etmiştir.”
demek, gerçeğin tamamen gözardı edilmesi anlamı taşımaktadır. Hâlbuki gerçek
bunun tamamen aksi olup belki de ticaret erbabı arasında cereyan eden faizin
hacmi çok daha büyük olmuştur. Ancak, sonuçta hem birey hem de sosyal hayata
etkisi noktasında fakirlerden alınan faiz dramatik sahnelerin çıkmasına sebep
olduğundan olmalı ki tabir yerinde ise, filmin hep bu yönü akıllarda kalmıştır.
Hâlbuki bilimsel araştırma yaparken ve bir konuda hâkim vasfıyla hüküm verirken,
olduğunca duygusallıktan uzak kalınması gerekmektedir.

Faiz yasağının illeti olarak borç alanın borcunun faizini
ödeyememesi sebebiyle ocakların sönmesi; faiz nedeniyle insanların borçlarının
artması sonucunda sıkıntılarının katlanmasını göstermek, buradan hareketle de
yatırım amacıyla alınan faizli kredilerde bu illetin bulunmadığını ifade ederek
yatırım amacıyla verilen ticari kredilere faiz uygulanabileceğini savunmak hatalı bir
yaklaşımdır. Zira yatırım yaparak üretime katkı sağlamak düşüncesiyle alınan
kredilerin her zaman kazanca dönüştürülemediği; yapılan ticari hatalar veya
ülkedeki ekonomik krizler sebebiyle iflas edildiği, neticede ise alınan faizli
kredilerin ödenemediği, borcun ödenebilmesi için son çare olarak ikamet edilen
evlerin satıldığı, borç alan tüccarın/yatırımcının aile fertlerinin perişan bir hâle
düştükleri az rastlanan bir durum değildir. Kaldı ki ocakların sönmesini ve bireylerin
sıkıntılarının katlanarak artmasını, faizin yasaklanma illeti olarak değil de faizin
yasaklanmasının hikmetleri arasında değerlendirmek daha uygun olacaktır. Buna
göre bazı faizli işlemlerde faizin yasaklanma hikmetlerinden bir kısmının
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
İktisadi Hayatla İlgili Problemler III
görülmemesi, o faizli işlemin helal olduğu anlamına gelmez. Şu da ifade edilebilir ki
yukarıda savunulduğunun aksine, üretim amacıyla faizli kredi alan müteşebbislerin
işlerinin garanti altında olduğu, bu kimselerin zarar ziyan etme risklerinin
sıfırlandığını iddia etmek de imkânsızdır.

Zannedildiğinin aksine bugün üretim amacıyla faizli kredi alanlar,
küçük tasarruflarını faizli olarak bankaya yatıran fakir ve dar gelirli vatandaşları
sömürmekte, toplumun daha da fakirleşmesine sebep olmaktadır. Tasarruflarını
vadeli olarak faizli bankalara yatıranlar görünürde sabit bir faiz geliri elde
ediyorlarsa da gerçekte buna bağımlı hâle gelmekte, faiz geliri durumlarını
statikleştirmekte ve dar gelirlilik sarmalından kurtulamayacak bir girdap içinde
dönüp durmaktadırlar. Modern toplumlarda bu kesimin bireysel olarak göz yaşları
görünmüyorsa da faizli kredi almaları değil; aksine faizli kredi vermeleri onları
kronik bir yoksulluğa mahküm etmiştir. Bütün bu olumsuzluklar yanında,
üretimlerine faizli kredileriyle katkı sağlayan patronlar bu kimseleri adam yerine
koymamakta, onların her türlü değerleriyle alay etmekten zevk almaktadırlar.
Faiz yasağı ile ilgili

Abdurrezzak es-Senhûrî ve S. Uludağ’ın da belirttikleri gibi “üretim
vahyin geldiği günlerde
amaçlı borç alandan faiz alınabileceği” şeklindeki görüş,
Arap yarımadasında
uygulama bakımından son derece farazi, hatta hayali görünmektedir. Zira üretimin
tüketim amaçlı olduğu
nerede başlayıp nerede bittiği ve hangi noktadan itibaren tüketimden ayrıldığını
kadar, üretim amaçlı da
belirlemek zordur.
borçlanmalar mevcut
iktisat, maliye ve
Sonuç olarak şunlar söylenebilir: Faiz yasağı ile ilgili vahyin geldiği günlerde
idi. Borçlananın
Arap yarımadasında tüketim amaçlı olduğu kadar, üretim amaçlı da borçlanmalar
maksadına bakmaksızın
mevcut idi. Borçlananın maksadına bakmaksızın Yüce Allah faizi yasaklamıştır.
Yüce Allah faizi
yasaklamıştır.
.
KREDİ KARTLARI
İnsanlık tarihinde malların karşılıklı mübadelesi sonrasında mübadele aracı
olarak önce madeni paralar kullanılmış, daha sonra kâğıt para icad edilerek kolaylık
sağlanmıştır. Günümüzde alışverişlerin daha da kolay hâle gelmesi için senet, çek
ve kredi kartı gibi belgeler para yerine kullanılmaktadır. Kredi kartı, kart sahiplerine
harcamalarında nakit para ödemeksizin mal veya hizmet satın almalarını veya nakit
para çekebilmelerini sağlayan bir ödeme aracıdır. Kredi kartlarının bir kısmı uluslar
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
İktisadi Hayatla İlgili Problemler III
arası alanda geçerliyken, bazıları ulusal, bazıları ise sadece belirli mağazada/iş
yerinde kullanılma özelliğine sahiptir.
Kredi kartı ve çek gibi belgeler genellikle bankalar ya da özel finans
kurumları/katılım bankaları tarafından verilmekte olup sözü edilen kuruluşlar bu
belgelerin güvence kaynağı olmaktadırlar.
Bu tür belgelerin icadı insanların ceplerinde nakit para taşıma
zorunluluğunu kaldırdığı için, alışverişlerde kolaylık sağlamakta; aynı zamanda kısa
vadeli bir kredi kaynağı olması sebebiyle de kişilere ihtiyaç duydukları şeyleri her
zaman satın alma imkânı sunmaktadır. Diğer taraftan ise banka ve finans
kurumlarına bu kartlar bir gelir sağlamaktadır.
Kredi kartı ile yapılan satın almalarda veya ATM’lerden kart kullanarak
gerçekleştirilen nakit çekimlerde, bir tarafta daima faizli ya da faizsiz bir bankanın
bulunuşu, bu tür işlemlerin faizle ilgisinin sorgulanmasını zorunlu kılmıştır.
Banka ile Kart Hamili Arasındaki İlişki
Bankanın Kart Hamilinin Bir Yönüyle Kefili Diğer Yönüyle Vekili
Olması
Bazı çağdaş araştırmacılar banka ile kart hamili arasındaki ilişkiyi bir
yönüyle vekâlet diğer yönüyle kefalet olarak değerlendirmişlerdir. Bankanın
müşterisinden aldığı kart aidatını ve esnaftan aldığı komisyonu da kefalet/vekâlet
ücreti olarak ifade etmektedirler. Bu görüşe göre çözümleme şöyledir:
Banka kart verdiği müşterisinin kefilidir. Elinde kendi kartını bulunduran
üyeleri bu kart ile alışveriş yaptıklarında, banka kart hamilinin borcunu ödemeyi
üstlendiği için kart hamili (müşteri) ile banka arasında kefalet alakası
bulunmaktadır. Bu ilişki, müşterinin borçlarını takip edip onları esnafa ödeme
açısından değerlendirildiğinde ise vekâlet ilişkisi şekline bürünmektedir. Buna göre
müşteri kartını kullandığı bankayı borçlarını takip edip onları ödeme hususunda
vekil tayin etmiş demektir. Banka, her iki tür hukuki ilişki sebebiyle de hizmet
bedeli (kefalet ya da vekâlet ücreti) almaktadır. Bu hizmet bedeli müşteriye kart
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
İktisadi Hayatla İlgili Problemler III
aidatları şeklinde esnafa ise ödeme esnasında kestiği komisyon şeklinde
yansımaktadır.
Kart Hamilinin Bankanın Vekili Olması
Hayreddin Karaman’ın
tahliline göre banka kredi kartı verdiği kişiye,
belirlemiş olduğu limitte kendi adına mal/hizmet satın alma ve bunları kendisine
satma yetkisi/vekâleti vermektedir.
Bu vekâlete göre kart hamili, bankanın
belirlediği (pos cihazı verdiği üye iş yerlerinden) yerlerden bankanın vekili olarak
mal ve hizmet satın almaktadır. Yine bankanın verdiği vekâlete dayanarak bu mal
ve hizmetleri gerek peşin gerekse veresiye/vadeli olarak kendisine satabilmektedir.
Kendisine peşin olarak sattığı mal ve hizmetlerin karşılığını ay sonunda bankaya
yatırmakla yükümlüdür. Banka adına satın alınan mal ve hizmetleri kendisine vadeli
olarak yetkisine binaen satmış olduğunda ise, vadeli fiyattan satın almaktadır. Bir
anlamda banka, kart hamili ile mürabahalı satım işlemi gerçekleştirmektedir. Kartı
veren kurumda vadelere göre fark belli olup bunu müşteri isterse bilebilir.
Neticede müşteri buna göre mal satın alıyor ve ödeme zamanı da vade farkıyla
birlikte ödüyor.
Banka ile Kart Hamili Arasındaki İkraz/Borç ilişkisi
İslam fıkhında Borç Nazariyesi (Nazariyyetü’l-karz fi’l-fıkhi’l-İslâmî) adı ile
doktora çalışması yapan Esad Mahmud, kart hamili ile bankası arasındaki ilişkinin
ne vekâlet ne de kefalet olduğunu; bu ilişkinin borç/karz ilişkisi olduğunu ifade
etmektedir. Ona göre, bu ilişki vekâlet olamaz, zira kart hamili mallarını/ parasını
bankaya emanet bırakarak oradan bankanın borçları ödemesi şeklinde bir
uygulama yapılmamaktadır. Ayrıca, bankanın aldığı komisyon ve kart ücretleri gibi
yükümlülükler de bu mallardan ödenmemektedir. Banka kart hamiline belirli bir
miktar borç para vermekte, bunu karta yüklemektedir; bununla kart hamili üye iş
yerlerinden dilediğini satın almakta, sonrasında ise banka kart hamilinden alacağını
tahsil etmektedir. Kart hamili satın alım yaptığı esnafa olan borcunu bankasına
havale ettiği için de banka ayrıca onu ödemesi sebebiyle esnaftan belirli miktarda
komisyon almaktadır. Yani, bankanın verdiği borç para, kendisine fazlasıyla geri
dönmektedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
İktisadi Hayatla İlgili Problemler III
Nakit Çekme Esnasında Banka ile Kart Hamili Arasındaki İlişki
Bilindiği gibi çoğu visa kartıyla ATM’lerden nakit para çekmek de
mümkündür. Bu para bankanın kart hamiline verdiği borç/kredi olup çekildiği
andan itibaren günlük faiz hesaplanmaktadır. Buna göre, nakit para çekme
durumunda banka ile kart hamili arasındaki ilişki faizli borç alma/verme (faizli karz)
ilişkisidir. Banka, borcu veren, kart hamili ise bu borcu alan durumundadır. Banka
alacaklı, kart hamili borçlu ve ortada ise faizli bir borç bulunmaktadır.
Charge card ihraç eden bankalardan bir kısmı bu kartları nakit çekime
kapalı tutmakta, bir kısmı ise bu kartlarla da nakit çekmeye imkân vermektedir.
Örneğin Kuveyt Türk isimli katılım bankası “Siz Kart” adlı kredi kartlarında,
bankadan belirlenen limit kadar nakit para çekilmesine imkân vermektedir. Aynı
zamanda bu kartlarla tek çekimli olarak/vadesiz mal ve hizmet satın alımı da
yapılmaktadır. Ancak banka, kart hamilinin yaptığı bütün mal ve hizmet
alımlarındaki tek çekimden oluşan borcunu, dörde bölerek bankaya ödeme
kolaylığı sunmakta; bu durumda esnaf alacağını peşin olarak alabilmektedir.
Bu kartlarla nakit avans çekilmişse, buna faiz terettüp ettirilmeyip; borcun
ay sonunda toptan ödenmesi hâlinde, kart hamili ile bankası arasındaki alaka “karzı hasen” olarak nitelenebilir. Kuveyt Türk örneğinde, bankadan nakit para
çekilirken alınan %3’lük komisyon ücreti banka çevrelerince faiz olarak
değerlendirilmediği için bu varsayıma göre buradaki banka ve kart hamili
arasındaki ilişkiyi de karz-ı hasen ilişkisi olarak değerlendirebiliriz. Kart hamilinin
nakit para çekiminden bankanın aldığı komisyonun faiz sayılmayacağı şöyle
açıklanır: Banka gerçekte borç veren değil, borç bulmada aracı olandır. Borç olarak
bulduğu paranın sahibi, cari hesaba bankaya para yatıran banka mudileridir. Borç
para bulan aracının bu hizmeti karşılığında belirli bir ücret/komisyon alması caiz
olup bunun faizle ilgisi yoktur.
Banka ile Esnaf Arasındaki İlişki
Esnafın Bankanın Vekili Olduğu
Çağdaş İslam hukukçularından Hamdi Döndüren, kart çıkaran banka ile bu
kart ile satım yapan esnaf arasında vekâlet ilişkisi bulunduğu görüşündedir. Ona
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
İktisadi Hayatla İlgili Problemler III
göre “Banka post cihazı kullanıcısı esnafa, kendi kredi kartını gösterene satış
yapması için vekâlet vermektedir. Bu sözleşmede satılacak ürünlerin peşin bedeli
üzerine aylık olarak uygulanacak vade farkı miktarı belirlenmekte veya bunlar
ticaret örfüne bırakılmaktadır. Bu durumda pos cihazı kullanan esnafın önünde şu
iki seçenek bulunmaktadır.
Birinci seçenek; esnaf kredi kartı ile sattığı malların karşılığını almada,
bankayı bir aracı olarak kullanmaktadır. Buna göre esnaf, mal, peşin olarak
satılmışsa ay sonunda, vadeli satılmışsa vadesi gelince, müşterinin bankaya
yapacağı ödemeleri gidip teslim alır. Bu durumda bankayı yalnızca bir aracı olarak
kulanmış olur. Banka bu hizmeti karşılığında “hizmet bedeli veya komisyon”
alacaktır ki bunda bir mahzur görülmemektedir.
İkinci seçenek; post cihazı kullanıcısı esnafın, kredi kartı yoluyla yaptığı
bütün satışlarda, finans kurumu veya bankayı, kendisiyle murabaha muamelesi
yaptığı kredi kuruluşu olarak kabul etmesidir. Bu taktirde esnafın, pos cihazı
kullanarak finans kurumu veya bankanın vekili sıfatıyla yaptığı satışları, peşin
bedelle finans kurumuna veya bankaya satmış ve yine onun verdiği yetkiye
dayanarak vadeli bedelle müşteriye devir yapmış olur. Günümüzde sözünü
ettiğimiz bu işlemler, bilgisayar ve internet ortamında çok kısa zamanda
gerçekleşmekte; kayıtlara da bu şekilde geçmektedir. “İnternet ortamında hızlı
murabaha” diyebileceğimiz bu uygulama finans kurumlarında birkaç günde
yapılabilen; peşin mal alıp vadeli satma modeli olan “murabaha” nın çok kısa süre
içinde, daha küçük meblağlar için yapılmasından başka bir şey değildir. Kredi
kartlarıyla satış yapıldıktan sonra, esnafın devreden çıkması, finans kurumu veya
bankanın doğrudan müşteriyi muhatap alması, hatta müşterinin borcunu
ödememesi durumunda, pos cihazı kullanıcısı esnafın kefil olarak bile devreye
sokulmaması, yukarıdaki analizimizi güçlendirmektedir. Anlam olarak gerçekleşen
bu işlemin sözleşmelere ve dosya kayıtlarına daha açık ifadelerle işlenmesi hâlinde,
bu konudaki zihin karmaşasının ortadan kalkacağı umulur.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
İktisadi Hayatla İlgili Problemler III
Bankanın Esnafın Vekili Olduğu
Zuhaylî’nin savunduğu görüşe göre, banka ile esnaf arasında mali sorumluluk
ve vekâlet ilişkisi bulunmaktadır. Banka, esnafın kart hamiline sattıklarının
karşılığını kendine ödeme hususunda mali sorumluluk üstlenmiştir. Esnaf ise,
bankaya sattığı şeylerin karşılığını kart hamilinden alma ve kendi komisyonunu ve
masraflarını kestikten sonra hesabına koyma hususunda vekâlet vermiştir.
Kart Hamili İle Esnaf Arasındaki İlişki
Abdurrahman b. Salih el-Etram gibi bazı araştırmacılar banka, kart hamili
ve üye iş yeri arasındaki ilişkinin kefalet olduğu görüşündedir. Ona göre bankanın
üye işyerine ödeme yapmasından sonra banka ile kart hamili arasındaki ilişki ise
karzdır. Yani bankanın üye işyerine ödediği meblağ, kart hamilinin zimmetinde
borçtur.
Kart hamili ile esnaf arasında ise havale ilişkisinin oluştuğunu söyleyebiliriz.
Zira, kart hamili mal ya da hizmet satın alıyor, borcu bankaya havale ederek esnafa
karşı borç yükümlülüğünden kurtuluyor. Buna göre, esnaf alacağı için bankaya
müracaat ediyor. Charge card ve credit card’larda kart hamilinin bankada baştan
parasının bulunması şart olmadığından, kendisine havale edilen borcu banka kendi
hesabından ödeyecektir. Ancak, ödeme hesap kesiminden sonra olacaksa, kart
hamilinin
hesabından
çekilerek
ödenecektir.
Ödeme
daha
önce
yapılmışsa/yapılacaksa banka kendi öz kaynaklarından kullanarak bu borcu
ödeyecektir. Her hâlükârda esnaf ile kart hamili arasında borçlu-alacaklı ilişkisi
devam etmediği için, kart hamili ile esnaf arasında bey’, icare vb. sözleşmeler
olmuşsa da esnaf alacaklı olarak (muhalün leh) havale akdinin taraflarından biridir.
Borcun başkası tarafından ödenmesi için alacaklıyı bir başkasına havale etmek ise
bilinen bir durumdur.
Kredi Kartıyla Yapılan İşlemlerin Faizle İlişkisi
Kredi kartı sistemindeki işlemlerin hükmünü belirtirken şu farklı durumları
gözardı etmemek gerekmektedir:
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
İktisadi Hayatla İlgili Problemler III
Bankanın Aldığı Kart Ücretinin Hükmü
Organizatör bankanın/kurumun aldığı komisyon veya ücret, üyelik ve
sonraki süreçte vermiş olduğu hizmetlerin karşılığı olarak görülmekte ve fıkhi
açıdan bir sakınca görülmemektedir.
Bankanın kart hamilinden kartın verilişi esnasında ve yenilenmesi
esnasında aldığı ücret, çoğunluğun görüşüne göre bankanın kartı çıkarmak için
yaptığı masrafların ve sunduğu hizmetin bedeli olarak caiz görülürken; bazı âlimler
bu ücreti bankanın kart hamiline kefil olması karşısında aldığını savunmakta ve
bunun caiz olmayacağını iddia etmektedirler.
Kanaatimize göre banka ile kart hamili arasındaki ilişki kredi ilişkisi
olduğundan bankanın kart hamilinden kart bedeli olarak aldığı miktar da maktu
olduğundan, bu ne kefalet karşılığında alınan ücret ne de verdiği kredi karşılığında
aldığı faiz olarak görülemeyecektir. Bu ücret, bankanın kartı çıkarmak ve kartın
sağlıklı çalışması için yapılan hizmetleri karşılığında alınan hizmet bedeli olarak
görülmelidir ve caiz olmalıdır. Alınan bu ücretlerle bankanın kart sistemi için yaptığı
hizmet arasında anormal bir ilişki tespit edildiğinde, devlet bu bedelin düşürülmesi
yönünde müdahalede bulunabilecektir. Nitekim Türkiye’de zaman zaman bu tür
müdahalelere şahit olunmaktadır.
Bankanın Yapılan Bankacılık Hizmeti Karşılığında Aldığı Ücretin
Hükmü
Bankalar genelde verdikleri kart ile nakit çekme, şifre değiştirme, virman,
havale, hesap dökümü alma, bakiye öğrenme, para yatırma, fon ve hisse senedi
alma gibi bankacılık işlemlerinde kullanılması karşılığında belli bir ücret alırlar.
Kartla nakit çekimi dışındaki işlemlerin banka tarafından kart hamiline sunulan
bankacılık hizmeti olduğu, dolayısıyla bu hizmetler karşılığında alınan bedelin caiz
olduğu noktasında ihtilaf yoktur. Zira kart hamili, bankanın herhangi bir şubesine
giderek satın almak zorunda olduğu hizmeti kart yardımıyla şubeye gitmeksizin
gerçekleştirmektedir. Dolayısıyla bankanın sunduğu bu hizmetler karşılığında aldığı
ücretin fıkhi açıdan bir sakıncası yoktur.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
İktisadi Hayatla İlgili Problemler III
Kart Hamilinin Kredi Çekmesi Hâlinde Bankanın Aldığı Ücretin
Hükmü
Kart hamilinin kredi kartıyla bankadan/atm’lerden borç alması/kredi
çekmesi esnasında bankanın aldığı bankacılık hizmeti ücretinin meşruluğu
tartışmalıdır. Zira, bu ücret bir açıdan, menfaat karşılığı borç verme şüphesini
doğurmaktadır. Ancak, miktar ve süresine bakılmaksızın, banka tarafından alınan
hizmet bedeli sayılan ücretin, bütün borçlarda aynı miktarda olup yapılan hizmet
ve kullanılan maliyeti aşmaması kaydıyla, caiz olduğu konusunda genel kanaat
vardır.
Kart Hamilinin Çektiği Kredi Karşılığında Günlük Hesaplanan
Faizin Hükmü
Kart hamilinin kredi kartıyla borç alması esnasında, kart hamilinin çektiği
nakit krediye günlük olarak faiz hesaplandığından, alınan bu paranın faizli borç
olduğu, faizli borç vermek açıkça ayet ve hadislerde yasaklandığı için bankanın bu
şekilde de olsa faizli borç vermesinin caiz olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Faizli
borcu alan kart hamili açısından konuya bakıldığında, çalışmanın önceki
bölümlerinde yer alan, zaruret ve ihtiyaç hâlinde faizli borç/kredi alınıp
alınamayacağı hakkında söylenilenler burası için de geçerlidir. Yani, kart hamili
zaruret hâlinde ise bir başka yerden borç bularak içinde bulunduğu sıkıntılı
durumdan kurtulma imkânı yoksa, ancak bu takdirde böyle bir borcu alabilecektir.
Aksi takdirde bu faizli borcu almak kendisi için de caiz değildir (Zaruret ve ihtiyaç
hâlinde faiz alıp verme bölümüne yeniden bakılması uygun olacaktır).
Bankanın Aldığı Kredi Faizinin Hükmü
Faizli bankaların verdikleri kredi kartlarında genellikle borcun ödenmesi
için kart hamiline iki seçenek sunulmaktadır. Bunlardan birisi peşin ödeme olup bu,
hesap kesim tarihinden yaklaşık 10 gün sonraki ödeme demektir. Diğeri ise, hesap
cetvelindeki borcun yaklaşık %20’sini ödemek şartıyla kalanının taksitlendirilerek
ödenmesi şeklinde olup bu yolla ödemeyi tercih eden kimseden, borcun kalan
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
İktisadi Hayatla İlgili Problemler III
kısmı için takip eden hesap döneminde faiz talep edilir ki buna – borç
kredilendirildiğinden dolayı- “kredi faizi” adı verilir. Nakit çekimi veya alışveriş
sebebiyle doğan borcun hesap özetinde belirtilen, ödenmesi gereken asgari tutarın
son ödeme tarihinde ödenmeyip daha sonraki bir tarihte ödenmesi hâlinde alınan
fazlalığa “gecikme faizi” adı verilir. Kart hamili ile aralarındaki borç ilişkisi nedeniyle
bankaların yukarıda zikredilen adlarla borçludan aldıkları fazlalıkların tümünün faiz
olduğu dolayısıyla haram olduğu hususunda çağdaş İslam âlimleri arasında görüş
birliği vardır.
Bankanın Pos Cihazı Kullanan Üye İşyerinden Aldığı Ücretin
Hükmü
Bankanın üye işyerinden aldığı komisyona gelince, bu konuda da
tartışmalar mevcut olup araştırmacıların bazıları bu komisyonu hizmet bedeli
olarak görürken, bazıları kart hamiline verilen kredinin faizi olarak görmektedir. Bir
kısım âlim ise, klasik dönemde –indirim yap hemen ödeyeyim- şeklinde benzerine
rastlanılan bir uygulama olarak görmekte ve bunu çek kırdırmaya benzeterek caiz
olmadığını savunmaktadırlar.
Kanaatimizce, bankanın üye işyerinden aldığı komisyon hizmet bedeli
olarak görülerek caiz kabul edilmelidir. Zira banka kurduğu kart sistemiyle kart
hamiline olduğu kadar üye iş yerlerine de çeşitli şekillerde hizmet sunmaktadır.
Öncelikle banka üye iş yerine İmprinter (iş yerlerinin kredi kartı uygulamasında
kullandığı mekanik cihaz) ve POS makinelerini kurarak iş yerinin bu cihazlardan
yararlanmasını sağlamaktadır. Kredi kartının kullanımı sayesinde fazla vakit ve
emek sarf etmeksizin hesaplar düzenli bir şekilde tutulmakta, alacağın gerek
müşteriden gerekse bankadan tahsili sırasında işlemler elektronik ortamda, cari
hesaplar arasında gerçekleştiğinden daha hızlı ve güvenli bir şekilde yapılmaktadır.
Banka, iş yerinin alacağını takip edip çeşitli masraflara katlanarak tahsil etmesi
gereken alacağını iş yeri adına takip edip hesabına yatırır. Banka bu işlemleri vekil
ya da aracı sıfatıyla yapmaktadır. Aldığı komisyon da bu sıfatla yaptığı hizmetin
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
İktisadi Hayatla İlgili Problemler III
bedeli olup bu türden bir bedel almasında fıkhi açıdan bir sakınca
bulunmamaktadır. Bu görüş çoğunluğun benimsediği bir görüştür.
TİCARİ SİGORTALAR
Prim karşılığında cana veya mala karşı oluşan risklerin zararlarını tazmin
etme
güvencesi
anlamına
gelen
Sigorta, Türkçeye
İtalyanca “securite”
kelimesinden geçmiştir. Diğer Batı dillerinde de sigorta teyit, tasdik, pekiştirme gibi
anlamlara gelen sözcüklerle anlatılmaktadır. Arapçada kalbe güven ve sükûnet
vermek anlamına gelen “et-te’mîn” kelimesi ile ifade edilmektedir.
Günümüzde sigorta kelimesi; hem sigortalılar ile sigortacı arasında
gerçekleşen bir sözleşmeye isim olarak hem de sigortacılık yapan şirketi veya
derneği anlatmak manasında bir kurum ismi olarak kullanılmaktadır. Hukukta ise
sigorta, “karşılıklı borç doğuran özel bir sözleşme” ismi olarak bilinmektedir.
Sigorta herhangi bir şeyde olabilecek bir zararın parayla karşılanacağının
önceden garanti edilmesidir.
Sosyal bir varlık olan insan, güven içinde yaşamını sürdürebilmek için, tarih
boyunca, karşılaşabileceği birtakım risklere karşı tedbir alma gayreti içinde
olmuştur. Bu tedbirler öncelikli olarak bireysel tasarruflar şeklinde gerçekleşmişse
de zamanla tek başına karşı konulamayacak olan ve ağır mali sonuçlar doğuran
büyük riskler karşısında yardımlaşma grupları oluşturulmuştur.
Sigortanın temelinde, oluşmasından korkulan tehlikenin vukuu hâlinde
meydana gelen zararın sigortalılar arasında müştereken karşılanma fikri
yatmaktadır. Sigortalar sayesinde aynı tehlike ile karşı karşıya bulunan bireyler
birbirleri ile direkt olarak veya bir şirket aracılığı ile yardımlaşarak bireysel olarak
üstesinden gelemeyecekleri büyük rizikolara karşı koyma gücüne erişmektedirler.
Sigorta, muhtemel tehlikenin meydana gelmesi ile oluşan zararı, büyük bir grup
teşkil eden sigortalılar arasında hissedilmeyecek nispette ufak parçalara bölerek
giderme imkânı sağlamaktadır. Buraya kadar söylenen her şey, İslam’da “iyilik ve
takva hususunda yardımlaşın…”(Mâide 5/2); “Müslümanlar bir cesedin uzuvları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
İktisadi Hayatla İlgili Problemler III
gibidir, bir taraflarına diken batsa hepsi ondan üzüntü duyarlar” (Buhârî, Salavât,
88; Mezâlim, 5; Müslim, Birr, 65) gibi ilahî mesajlarla uyum içindedir. Yani, sigorta
düşüncesi, yardımlaşma emrinin hayata geçirilmiş ve kurumsallaştırılmış bir şekli
olarak görülebilir.
Sigorta şirketleri, hem sigortalılar arasındaki yardımlaşmanın sigortalılara
ağır bir yük getirmemesi hem de sigorta şirketinin sigorta tazminatı ödeme
yükümlülüğünü yerine getirirken sıkıntıya düşmemesi, bununla birlikte sigortacılık
işinden elde edilecek kârın beklenenden aşağıya düşmemesi için sigortalıların
ödeyecekleri primlerin hesaplanmasında ihtimalî hesaplardan ve sigortacılık
yapılacak alanla ilgili istatistik bilgilerinden faydalanırlar. Bunlar yanında, sigorta
şirketleri daha büyük sigorta şirketleri nezdinde kendi sorumluluğunu kısmen
sigorta ettirerek (reasürans) kendi yükümlülüğünü yerine getirebilmeyi ve
hedeflenen gayeye ulaşabilmeyi arzularlar. Buna göre sigortalanan risk, yalnız
belirli bir sigortanın iştirakçileri arasında dağılmakla kalmayıp yurt dışına bile
taşabilmektedir. Sigorta şirketleri saklama hadleri dışında kalan tehlike kısımlarını,
mükerrer sigorta (reasürance) suretiyle dağıtmaktadır.
Her çeşidiyle sigortalar, hem sigortalılar hem de sigorta şirketleri arasında
prim karşılığında yardımlaşmayı sembolize etmektedirler. Ancak, sigortalardaki
yardımlaşmanın bir yandan ödenen bir prim karşılığında olması, diğer taraftan
sigorta şirketinin sigortalılar arasındaki yardımlaşmayı organize etmesi sebebiyle
ticari bir kazanç sağlaması gibi özellikler, ticari sigortalardaki yardımlaşmanın
niteliğini değiştirmektedir. Bir başka deyişle, sigorta kurumunun üyelerine sunacağı
maddi güvencenin/tazminatın oluşmasında, sigorta güvencesi alan kimselerin de
katkısı bulunmaktadır. Bu katkı ticari sigorta türlerinde sabitken, karşılıklı/mütüel
sigortalarda ise, her dönem değişkenlik gösterebilmektedir. Sigortalar yalnızca
prim ödeme yükümlülüğü altına giren üyelerine maddi yardımda bulunmakla da
diğer yardım dernekleri ve vakıflardan ayrılmaktadır. Sigortalar, sigortalıların
bedenlerinin ya da mal varlıklarının karşılaşacakları hasarları tazmin ederek onlar
için bir güvence sunma yanında; sosyal güvenliğe belirli oranda katkı sağlamak gibi
bir işlev de görmektedirler. Bu bağlamda, karşılıklı sigortaların sosyal güvenliğe
katkısının ticari sigortalardan daha fazla olduğu iddia edilmektedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
İktisadi Hayatla İlgili Problemler III
Sigorta Çeşitleri
Sigortalar, sosyal sigortalar ve özel/hususi sigortalar olmak üzere iki ana
kola ayrılmaktadır.
Sosyal Sigorta
Muayyen halk gruplarının sosyal güvenliklerini temin amacıyla kanunla
kurulan ve belirli iş kolunda çalışanların iştirak etmeleri çoğu defa mecburi olan bir
sigortadır.
Bir başka ifadeyle sosyal sigortalar, kanunla düzenlenen ve esas
itibariyle mecburi bir teminat sistemidir. Bu sigortalardaki primler işçi, işveren ve
devlet üçlüsünün katkısıyla ödenir. Sosyal sigortaların sunacağı sigorta güvencesi
alanları da kanunla belirlenmekte olup bu sigortalarda üyelerin talepleri ile
kanunda yer almayan bir rizikoyu sigorta kapsamına aldırmak mümkün değildir.
Sosyal sigortalar genellikle üyelerine şu tür risklere karşı sigorta güvencesi
sunmaktadırlar: İş kazaları, meslek hastalıkları, hastalık, analık, sakatlık, yaşlılık,
ölüm ve işsizlik.
Hususi Sigorta
Bireylerin özel menfaatlerinin çeşitli rizikolara karşı teminat altına alınması
için serbest iradeleriyle vücuda getirdikleri bir riziko teminatıdır. Hususi sigortanın
esası iradi/akdî olduğu için çok değişik alanlarda sigorta sözleşmesi yapmak
mümkün olup, hiç kimse kanunen bu sigortalara üye olmaya zorlanmamaktadır.
Primleri Açısından Sigortalar
Hususi sigortalar, sigortalıların ödeyecekleri primin sabit ya da değişken
oluşu açısından ikiye ayrılmaktadırlar.
Sabit Primli Sigorta (Ticari Sigorta)
Bu sigortalarda, sabit olarak belirlenmiş bir sigorta primi karşılığında
sigorta güvencesi sunulmaktadır. Burada sigortalının, sözleşme esnasında
belirlenen primi ödeme dışında başkaca bir maddi yükümlülüğünün bulunmaması
nedeniyle bu sigortalar sabit primli olarak anılmaktadır. Bu tür sigortalarda ne
sigortalı ile sigortacı arasında, ne de sigortalılar arasında sigorta sözleşmesi
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
İktisadi Hayatla İlgili Problemler III
ilişkisinden başka bir hukuki ilişki olmayıp bu sigortalarda sigortacı ile sigortalı
arasındaki ilişki yardımlaşma ilişkisi de değildir. Söz konusu ilişki ticari bir ilişki olup
sigortacı sigortalılardan alacağı prim karşılığında onlara sigorta güvencesi
satmaktadır. Sabit primli sigortalar genelde anonim şirket şeklinde bir araya gelen
grubun yüksek miktarlarda bir sermaye ortaya koyması ile oluşmakta olup bu şirket
ticari kazanç elde etmek amacıyla sigorta güvencesi satışı yapmaktadır. Bu nedenle
bu sigortalara ticari sigortalar da denmekte olup günümüz dünyasında sigorta
sektöründe yer alan ticari sigortalar bu tür sigortalardır.
Değişken Primli Sigorta
Bu sigortalarda sigortalıların ödeyecekleri prim miktarı sözleşme esnasında
sabit olarak belirlenmeyip sigortalıların gerçek yükümlülükleri belirli dönem
sonunda tespit edilebilmektedir. Doğal olarak bu sigortalarda sigortalıların gerçek
yükümlülüğü dönemlere göre değişiklik arz etmekte, bu sebeple de bu tür hususi
sigortalara değişken primli sigortalar denmektedir. Değişken primli sigortalar
kooperatif şirket şeklinde müesseseleştiklerinden, burada sigortacı sigortalılardan
ayrı değildir. Bu sigortalarda sigortalılar arasındaki yardımlaşma hukuki zemine
dayandığından ve bu sigortalarda sigortacılıktan kâr elde etmek gibi bir düşünce de
bulunmadığından, bu sigortalar yardımlaşma sigortaları, dayanışma sigortaları
(=et-te’mînü’t-teavünî, et’te’mînü’t-tebâdülî1)
isimleri ile de tanınmaktadır
(Dalgın, 2010: 546).
Konuları Açısından Sigortalar
Mevzuları açısından ise hususi sigortaları üç grupta toplamak mümkündür:
Mal Sigortası
Mal sigortalarında sigortanın konusu eşyadır. Sigortacının taahhüdü,
sigortalanan malın bozulmasına, kısmen veya tamamen zayi olmasına bağlıdır. Bu
eşya menkul veya gayr-i menkul olabilir. Mal sigortası sözleşmesi yalnızca bir
tazmin sözleşmesi olup sigortalanan malın ya kısmen hasar görmesi
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
ya da
21
İktisadi Hayatla İlgili Problemler III
tamamen malın zayi olması hâlinde zarar sigorta tarafından bütün olarak karşılanır.
Bu nedenle bu sigorta türüne tazminat sigortası da denmektedir. Mal sigortaları
kendi içinde; yangın, hırsızlık, nakliyat, zirai tehlike, sel, deprem…vb. sigortalarına
ayrılmaktadır. Kasko diye bilinen, arabaların belli tehlikelere karşı sigortalanması
da mal sigortası çeşitleri arasındadır.
Can /Hayat Sigortası
Hayat
sigortalarında sigortanın
konusu
insandır.
Bu
sigortalarda
sigortacının taahhüdü, bir şahsın hastalığına, yaralanmasına veya ölümüne bağlıdır.
Sigortalı, kendisinin veya yaşamasında kendisinin maddi veya manevi menfaatinin
bulunduğu bir üçüncü şahsın hayatını sigorta ettirebilir. Sigorta tazminatı açısından
hayat sigortaları mal sigortalarından tamamen farklıdır. Hayat sigortalarında
belirlenen sigorta tazminatı sabit olup sigorta edilen malın kıymeti gibi
değişmemektedir. Ayrıca, sigortalı dilediği kadar sigorta şirketine ayrı ayrı hayat
sigortası yaptırabilir. Ancak malüliyet sigortalarında ödenecek sigorta tazminatı
malüliyet derecesine göre değişmektedir. Kazaya uğrayan şahsın kısmi veya tam
malüliyetinin, düşünülen tazminat üzerinde etkisi bulunmaktadır. Hayat sigortası
çeşitleri olarak ölüme bağlı hayat sigortası, belirli tarihe kadar yaşamaya bağlı
hayat sigortası ve kaza/ malüliyet sigortaları zikredilebilir.
Malî Mesuliyet Sigortası
Mesuliyet sigortasının konusu sorumluluktur. Burada kişi sorumluluğunu
sigortalamaktadır. Bu sigortadaki sigortalanan mesuliyet, akitten ve kusurdan
doğan her iki medeni mesuliyeti de içine almaktadır. Ancak sigortalının fiilinden
doğan suç mesuliyeti ile, şahsın kasdi hata ve hilesinden doğan mesuliyet, suça
teşvik edilmiş olmasın diye bu sigortaların kapsamı dışında bırakılmıştır. Mesuliyet
sigortalarında, sigortalı kendinden kaynaklanan bir kusur sebebiyle başkasına bir
zarar verdiğinde, dilerse önce kendisi zararını öder, sonra verdiğini almak için
sigortasına başvurur; dilerse bu zararın sigortadan karşılanması için direkt olarak
sigortayı devreye sokabilir.
Türkiye’de mecburi olan “zorunlu trafik sigortası” da bir mali mesuliyet
sigorta türüdür. Bunun yanında ticari ve sınai işletmeler, özel meslek grupları da
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
İktisadi Hayatla İlgili Problemler III
mesuliyetlerini
sigortalatmak
amacıyla
mali
mesuliyet
sigortası
yaptırabilmektedirler.
Sigortanın Unsurları
Sigorta sözleşmesi; sigortalı, sigortacı, sigorta menfaati, riziko, sigorta
primi ve sigorta tazminatından oluşmaktadır:
Sigortalı; hayatını, malını veya mesuliyetini sigorta ettirme talebinde
bulunan kimsedir. Sigortalının prim ödeme yükümlülüğü vardır.
Sigortacı; sigortalanan rizikonun oluşması veya sigorta müddetinin bitmesi
hâlinde, sigorta edilen meblağı (tazminat) verme mecburiyetini taahhüt eden
taraftır. Ticari sigortalarda sigortacı sigortalılardan ayrı olarak hakiki veya hükmi
şahıs iken, karşılıklı sigortalarda her birey/üye hem sigortacı hem de sigortalıdır.
Sigorta Menfaati; sigortalının bir rizikonun gerçekleşmesinde gördüğü ya
da umduğu yarar demektir. Bu menfaatin ihlali, zarara uğratılması, menfaat
değerini kaybetmesi veya herhangi bir şekilde eksilmesi, sigortacıyı sigorta bedelini
ödemekle yükümlü kılar.
Riziko; tehlike anlamında olup sigortalanan tehlikeyi şöyle tanımlamak
mümkündür: Tarafların iradesi haricinde, olması muhtemel veya olacağı kesin
olmakla birlikte, vuku bulma tarihi belirsiz olan ve zarar verici özelliği bulunan bir
olay demektir. Sigortanın mevcudiyeti bu tehlikenin mevcut olmasına bağlıdır.
Prim; sigortalanan riskin oluşması hâlinde, sigortacının zararı tazmin etme
taahhüdüne karşılık olmak üzere sigortalının verdiği ücrettir. Ticari sigortalarda
sigortalının ödeyeceği prim sözleşme esnasında belirlenmiş sabit primken; karşılıklı
sigortalarda sigortalının ödeyeceği prim çoğu kez sabit olmamaktadır.
Tazminat; sigorta bedeli olarak da bilinmektedir. Buna göre tazminat,
sigortalanan tehlikenin meydana gelmesi veya sigorta süresinin bitmesi hâlinde,
sigortacının sigortalıya vermeyi taahhüt ettiği meblağdır. Mal sigortalarında sigorta
sözleşmesi bir tazminat sözleşmesi olduğundan, tehlikenin vukuu hâlinde
sigortacının ödeyeceği tazminat miktarı belirli ve sabit değildir. Bu tür sigortalarda
sigortadan beklenen, sigortalının malvarlığını eski hâline döndürmektir. Bu
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
İktisadi Hayatla İlgili Problemler III
sebeple, burada sigortacının vereceği tazminatın miktarı, sigortalının maruz kaldığı
zararın ekonomik değerini ve sigorta poliçesinde belirlenen sigorta bedelini
aşmamaktadır. Can/hayat sigortalarında ise, sigorta sözleşmesi esnasında
belirlenen tazminat miktarı aynıyla ödenmelidir.
Ticari Sigortaların Hükmü
Sigorta, nispeten yeni bir sözleşme ve sigortacılık, yeni bir müessese
olması dolayısıyla ayet ve hadislerde kendisiyle ilgili açık bir hüküm
bulunmamaktadır. Bu nedenle İslam bilginleri, bu müessesenin birey ya da toplum
açısından faydaları, zararları, sigorta akdinin içerdiği unsurların İslam Hukuku’nda
belirlenmiş esaslara uygun olup olmadığı gibi genel kriterler açısından sigortayı
değerlendirirken, genelde sigortaları sosyal sigortalar, primli ticari sigortalar ve
karşılıklı yardımlaşma sigortaları şeklinde üçe ayırarak her birisiyle ilgili müstakil
değerlendirme yapmayı tercih etmişlerdir. Biz de aynı yöntemi takip etmeyi uygun
görüyoruz.
Ticari Sigortaların Bütün Çeşitleriyle Caiz Olmadığı
Birçok İslam âlimi –çağdaş âlimlerin çoğunluğu bu görüştedir- (Örn. Ebu Zehra,
Karadâğî, Büyük Alimler Topluluğu) mevcut haliyle ticari sigorta sözleşmelerinin,
İslam Hukuku’nda benimsenmiş olan klasik sözleşmelere aynıyla uymadığı
görüşünde olup bu sözleşmenin bedelli/ivazlı yeni bir ticari sözleşme olduğunu
kabul etmişlerdir. Sözleşmedeki bedeller ise sigortalıların ödedikleri sigorta
primleri ile sigortacının sigortalanan riskin vukû bulması hâlinde vermeyi taahhüt
ettiği sigorta tazminatıdır.
İslam Hukuku’na göre akitleri ifsad eden garar (akibeti kapalı olan) ve gabn-ı
fahiş (akitte karşılıklar arasında aşırı derecede değer farkının bulunması)
bu
sözleşmede aşırı derecede mevcuttur. Zira, bazen sigortalı, uzunca süredir sigorta
primi ödediği hâlde, sigortalanan eşyaya herhangi bir hasar isabet etmemesi
nedeniyle, sigortalı hiçbir sigorta tazminatı alamamakta; bununla birlikte, birkaç
defa sigorta primi ödenmesi sonrasında sigortalanan riskin oluşması neticesinde
astronomik olarak belirlenmiş bulunan hayat sigorta tazminatını almaktadır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
İktisadi Hayatla İlgili Problemler III
Ayrıca, bu sigortalardaki sigorta priminin ve bunun karşılığında satılan sigorta
tazminatının her ikisinin de nakit olduğu ve bu nakitlerin aynı cinsten (para
cinsinden) olması sebebiyle faizli işlem olduğu ifade edilmektedir. Buna göre,
sigorta primi kadar sigorta tazminatı alınması hâlinde, aradaki gecikme nedeniyle
gecikme faizi (ribe’n-nesîe); birinin diğerinden daha fazla olması hâlinde ise, hem
gecikme hem de fazlalık faizi (ribe’l-fadl) gerçekleşmiş olmaktadır.
Bu âlimlere göre ticari sigorta sözleşmesinde cehalet (yanılma, bilmeme),
tehlike ve gararın varlığının kabul edilmesi hâlinde, bu sözleşmede kumar
unsurunun da varlığının kabul edilmesi zorunluluk arz edecektir. Zira kumarın
haram olması sadece kumarın bir oyun olması sebebiyle değildir.
Aksine bu
oyunlarda tarafların kazanması ya da kaybetmesi şansa yani, aşırı garara
dayandığından, bu oyunların haram kılınma illeti; içerdikleri “ihtimal” ve “garar”
unsurudur. Bu görüşte olanlar, aşırı garar içeren alışverişin de bir nevi kumar
sayılması gerektiği düşüncesiyle, ticari sigorta sözleşmesinin bir nevi kumar olarak
görülmesi gerektiğine inanmaktadırlar.
Bu âlimler, sigortalıların sigorta primi ödemesine karşılık, sigortalanan riskin
oluşmaması hâlinde sigortacının hiçbir tazminat ödememesi sebebiyle, sigortalıdan
alınan primlerin şirket için karşılıksız bir kazanç olacağını savunmuşlar ve bunun da
İslam tarafından yasaklanan batıl yolla başkasının malına el koyma şekli olduğunu
(Bakara 2/188) belirtmişlerdir.
Ticari sigortaların bütün çeşidiyle caiz olmadığını savunan bu âlimler
sigortacılığa değil, sigortanın sırf yardımlaşma amacının dışına çıkarılarak bir
grubun sigortacılıktan ticari kazanç elde etme çabalarına karşı çıkmışlardır.
Neticede bu görüşte olanlar, sigorta güvencesinin bir meta gibi satılmasına;
insanların malları ve kendileri hakkındaki korkularının istismar edilmesine ve
bireylerin ulaşmak istediği güvenin ticari bir meta gibi görülmesine yani, güven
satışına karşı çıkmaktadırlar. Söz konusu görüşte olanlar, toplumun sigortacılığa
olan ihtiyacının karşılıklı sigortalarla sağlanabileceğini iddia etmektedirler.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
İktisadi Hayatla İlgili Problemler III
Ticari Sigortaların Bütün Çeşitleriyle Caiz Olduğu
Mustafa ez-Zerkâ, Muhammed el-Behiy gibi bazı âlimler ticari sigortaların
her türüyle caiz olduğunu benimsemiş olup görüşlerini şöyle açıklamışlardır:
Ticari sigorta sözleşmeleri değişik açılardan klasik dönem İslam fıkhında
kabul edilmiş olan sözleşmelerle benzerlik arz etmekte, dolayısıyla onların caiz
olduğu durumda ticari sigorta sözleşmesinin de caiz olması gerekmektedir. Onlara
göre ticari sigorta akdi va’d, âkile sistemi, mudarebe şirketi gibi klasik fıkıhta meşru
kabul edilen bazı sözleşmelere benzemektedir.
Bu grupta yer alan âlimler, ayrıca sosyal sigortaların meşruiyetinin kabul
edilmesini bu sigortaların da meşru görülmesi yönünde bir delil olarak
sunmuşlardır. Ayrıca bu âlimler, sigortanın klasik dönemdeki bazı akitlerle
benzerliğine rağmen bu sözleşmenin yeni bir sözleşme olduğu ve bunu yasaklayan
açık bir nassın da bulunmaması nedeniyle, ticari sigortaların caiz olması gerektiğini
savunmuşlardır. Bu bağlamda İslam hukukçularınca benimsenmiş olan “akitlerde
asıl olan hükmün mubahlık olduğu” şeklindeki ilke, bunun yanında ticari
sigortaların toplumun maslahatına bir işlev görmeleri, günümüzde sigortalanmanın
umumi bir örf hâlini alması ve günümüz dünyasında sigortacılığın bir nevi zaruret
hâlini aldığı gibi gerekçeler, ticari sigortaların mubah olduğu şeklindeki görüşe taraf
olan bu âlimlerin kullandığı deliller arasında yer almaktadır (Zerkâ, Neccar, 1981:
174 vd.).
Ticari sigortaların mubah olduğu görüşünde olan âlimlerin, ticari sigortalarda
garar, faiz, kumar gibi akdi ifsad eden haram unsurların bulunduğunu iddia eden
âlimlere verdikleri cevaplar ise şöyledir: Ticari sigortalar temelde birer teberru
sözleşmesi üzerine kurulduğundan bu akitlerde gararın ve cehaletin varlığı akde
tesir etmeyecektir. Zira teberru sözleşmeleri birer yardım niteliğinde olduğundan
verilenle alınan arasındaki azlık ya da çokluk faiz veya garar olarak görülemeyecek
ve
bunların
yok
olduğu
bir
yardımlaşma
akdinin
de
kumar
içerdiği
savunulamayacaktır. Grupta yer alan bazı âlimler ise, ticari sigortaların ivazlı akit
olduğunu benimsemekle birlikte, alım satıma konu olan bedellerin; sigortacının
sunduğu güven ile sigortalının ödediği sigorta primi olduğunu kabul ederek sonuç
itibariyle bu akitlerde primin ödendiği ve her prim karşılığında sigortalının sigorta
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
26
İktisadi Hayatla İlgili Problemler III
güvencesini elde ederek iç huzuruna kavuşmuş olduğunu savunmuşlardır. Bu
durumda ise, sigortalının ödediği sigorta primine bir karşılık alıp alamama riskiyle
karşı karşıya kalmadığını ifade etmişlerdir. Buradan hareketle ise hem ticari
sigortalarda gararın bulunmadığını hem de sigortadaki bedellerden birinin soyut,
yani güven, diğerinin ise nakit sigorta primi olması sebebiyle, faizin de söz konusu
edilemeyeceğini iddia etmişlerdir. Bu görüşte olanlara göre ticari sigortalarda
sigortacı ve sigortalı taraflar verdiklerinin karşılığını aldıklarından, bu tür sigortalar
Kuran’da yasaklanan “batıl yolla mal elde etme” şekli olarak görülemeyecektir.
 Ticari Sigortaların Bazı Türlerinin Meşru Bazılarının ise Haram
Olduğu
Bir kısım İslam âlimi ise; ticari sigortaların geneli hakkında tek bir hüküm
vermek yerine, bazıları sigorta sisteminden faizin çıkarılması kaydıyla; bir kısmı bu
sigortaların devlet yönetiminde olması şartıyla ticari sigortaları meşru olarak
benimserken; bazıları ise, hayat sigortaları dışındaki diğer sigorta türlerinin caiz
olduğu, bazıları da sorumluluk sigortası dışındaki ticari sigortaların meşru olmadığı
şeklinde görüş belirtmişlerdir. Bu şekilde ticari sigortaların türleri hakkında farklı
değerlendirmede bulunan âlimlerin kullandıkları deliller, yukarıda sözü geçen
grupların delilleri ile büyük oranda aynılık arz etmektedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
27
Özet
İktisadi Hayatla İlgili Problemler III
•İslam anlayışına göre faiz ile riba arasında sonucu etkileyecek çapta
bir ayrılık bulunmamaktadır. Konuyla ilgili ayet ve hadislerden de
anlaşılan budur. Buna göre hem faiz hem de riba haramdır. İslam,
faizi/ribayı bir zulüm olarak değerlendirmiş olup bu zulmün sermaye
sahibinden ya da sade vatandaştan gelmesi sonucu etkilemeyecektir.
Bunun gibi verilen borç karşılığında alınacak fazlalığın/faizin oranı da
önemli değildir. Buna göre, “faizli kredilerde normal piyasanın
üstünde ya da ilgili kanunların önerdiği oranın üstündeki fazlalık
ribadır; altındakiler faizdir ve İslam ribayı yasaklamıştır. Ancak faizi
yasaklamamıştır.” gibi bir tartışma anlamsız kalmaktadır.
•Günümüzde bazı mahfillerde tüketim amacıyla verilen krediden faiz
alınmayacağı; ancak üretim amacıyla alınan krediden faiz
alınabileceği şeklindeki yaklaşım da İslam’ın faizi yasaklama
gerekçesiyle çelişki arz etmektedir. İslam faize bir ekonomik olgu
olarak makro planda bakarken, maalesef araştırmacıların birçoğu
konuya kredi alan ve veren açısından bakmakta, özellikle de konuyla
ilgili birkaç rivayeti ve birkaç dramatik sahneyi hep canlı tutarak
faizin yasaklanmasında güdülen maksadın ve dolayısıyla haram
kılınan faizin kapsamının günümüze aktarılmasında hatalar
yapılmaktadır.
•Günümüz toplumlarının özelliklerinden biri para yerine kredi kartı
bulundurmasıdır. Kredi kartı ihraç eden banka ile kart hamili
arasında, kart hamili ile esnaf ve esnaf ile banka arasında hukuki
ilişkiler mevcuttur. Bu nedenle, kart kullanmak fıkhen de mümkün
olmakla birlikte, özellikle kartla ATM’lerden borç/kredi almak
zaruret/ihtiyaç dışında uygun değildir. Bankaların kart hamilinden
anlaşmalı olarak kart ücreti almaları; esnaftan yine anlaşmalı olarak
her işlem karşılığında komisyon almaları caizdir. Kartların tüketim
çılgınlığı oluşturmaları, kartlarla yapılan işlemlerin kartı ihraç eden
faizli bankalara destek anlamına geleceği gibi hususlar ayrıca
değerlendirilmesi gereken yönlerdir.
•Çağdaş toplumlar sosyal güvenlikte ticari sigortalara büyük bir alan
ayırmak ve ticari sigortaları bir nevi ticari kurumlar olarak
görmektedir. Sigorta fikri karşılıklı yardımlaşma ve dayanışma
anlayışına dayanmaktaysa da sonraları sigortalar birer ticari
kuruluşlar şeklinde yapılandırılmışlardır.
• Hayli geç bir dönemde sigorta kurumlarıyla karşılaşan İslam âlimleri,
sigortanın klasik dönemdeki sözleşmelerden
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
28
Özet
İktisadi Hayatla İlgili Problemler III
•bazılarıyla benzerliği olsa da yeni bir sözleşme olduğunu
benimsemişlerdir. Ancak bu yeni sözleşmenin klasik fıkıhta bir
sözleşmeyi ifsad eden olgular olarak niteledikleri birçok şeyin
sigortada da bulunduğu gerekçesiyle, mevcut ticari sigortaların
meşru olmadığını savunmuşlardır. Bunun yanında, ticari sigortaları
bütün şekilleriyle caiz olarak kabul edenler olduğu gibi, bazılarını caiz
görüp; diğerlerini caiz görmeyen âlimler de bulunmaktadır.
•Ticari sigortayı caiz görenler de caiz görmeyenler de günümüz
toplumlarında sosyal güvenliği sağlamak maksadıyla hususi
sigortalara ihtiyaç bulunduğunu kabul etmektedirler. Karşı çıkanların
yoğunlaştığı husus, bu kurumların ticari birer sektör hâline gelerek
gerçekten özünde olması gereken yardımlaşma anlayışından
sigortaların uzaklaşmış olmalarıdır. Bu âlimler aynı zamanda ticari
sigortalarda bu sözleşmeleri ifsad edecek düzeyde yasak unsurlar
bulunduğunu savunurken karşı görüşü benimseyenler, söz konusu
unsurların mevcudiyetinin kesin olmayıp tartışılabileceğini ya da
eleştirilen unsurların sigortanın özüyle ilgili olmadığını
savunmaktadırlar. Ticari sigortalara karşı çıkanlar, toplumların
ihtiyacı olacak sigotacılığın karşılıklı yardımlaşma sigortaları ile
giderilebileceği kanaatindedirler.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
29
İktisadi Hayatla İlgili Problemler III
DEĞERLENDİRME SORULARI
Değerlendirme
sorularını sistemde ilgili
ünite başlığı altında yer
alan “bölüm sonu testi”
bölümünde etkileşimli
olarak
cevaplayabilirsiniz.
1. Sigortalarla alakalı olarak aşağıda verilen bilgilerden hangisi doğrudur?
a) Sosyal sigortalar, modern birer yardımlaşma müessesesi olarak
görülerek İslam Hukuku açısından meşru kabul edilmiştir.
b) Sigorta, her çeşidiyle, İslam’da emredilen yardımlaşma emrinin hayata
geçirilmesidir.
c) Mütüel (Karşılıklı) Sigortalar Türkiye’de henüz yasal değildir.
d) Âkile sistemi, ticari sigortaların meşruiyetinin delillerindendir.
e) Sigorta, prim karşılığında cana veya mala karşı oluşan risklerin
zararlarını tazmin etme güvencesidir.
2. Değişken primli sigortalarla ilgili aşağıda verilen bilgilerden hangisi
yanlıştır?
a) Sigortacı ile sigortalı arasında sigorta sözleşmesi ilişkisinden başka bir
hukuki ilişki yoktur.
b) Kooperatif şirket şeklinde müesseseleşmiştir.
c) Sigortalılar arasındaki ilişki vekâlet-kefalet ilişkisidir.
d) Sigortalıların ödeyecekleri prim miktarı sözleşme esnasında sabit
değildir.
e) Sigortacı açısından, sigortalıların üzerinden kâr elde etme düşüncesi
yoktur.
3. Aşağıdakilerden
hangisi
riba-faiz
ayrımının
yapay
olduğunun
göstergelerinden değildir?
a) Araplar arasında “riba” kelimesinin kullanımı daha yaygınken;
günümüz Türkçesinde “faiz” kelimesinin kullanımı daha yaygındır.
b) Âlimlerin bir kısmı, borç işleminde cereyan eden, oranı yüksek fazlalığı
“riba”; düşük olan fazlalığı “faiz” olarak tanımlamıştır.
c) Faiz yasağıyla ilgili naslarda faiz ve riba mutlak anlamda kullanılmış;
ayrım yapılmamıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
30
İktisadi Hayatla İlgili Problemler III
d) İslam âlimleri hileli, ğararlı bazı alışveriş şekillerini faize benzetmiş;
“riba” diye isimlendirmiştir.
e) Istılahta riba ile faiz aynı anlamda kullanılmıştır.
4. Aşağıdakilerden hangisi ticari amaçla alınan faizli borcun yasak
olmadığı görüşünde olanların delillerinden değildir?
a) Üretimde kullanmak üzere faizli borç alınması, yasaklanan riba
kapsamına girmez.
b) Faizin yasaklanma gerekçelerinden olan “fakirin mağdur olması”
durumu bugün geçerliliğini yitirmiştir.
c) Faiz yasağında borç alanın içinde bulunduğu durumdan ziyade borç
veren kimsenin maksadı önemlidir.
d) Üretim amacıyla faizli borç alma işlemi cahiliye Arapları arasında
uygulanmıyordu.
e) Faizli borç alma/verme amacı bugün değiştiğinden bu tür faiz, İslam’ın
yasakladığı faiz kapsamına girmez.
5. Kredi kartı, nakit para taşımaksızın alışveriş yapmayı ya da dilendiğinde
para çekmeyi sağlar. Bu da alışverişlerde kolaylık sağlarken aynı zamanda kişilerin
ihtiyaç duydukları şeylere anında ulaşmalarına yarar. Bankalar ya da özel finans
kurumları tarafından verilir; söz konusu kurumlar, kredi kartlarının güvencesidir.
Böylelikle bu kartlar, ilgili kurumlar için gelir kaynağı olur.
Bu bilgiler ışığında, aşağıdaki yorumlardan hangisi İslam’ın maksadına en
uygun olanıdır?
a) Bunca olumlu özelliği olan kredi kartı için, arada işletilen faizin, İslam’ın
yasak kıldığı türden faiz olduğu iddia edilemez.
b) Kredi kartını veren kuruluş da kullanan kişi de razı ise hüküm
değişmelidir.
c) İslam kolaylığı emreder; çağın sunduğu imkânlardan yararlanmak
gerekir.
d) İşlemin bir tarafında faizli ya da faizsiz bir bankanın bulunması
nedeniyle faizle ilgisi sorgulanmalıdır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
31
İktisadi Hayatla İlgili Problemler III
e) İnsanların diledikleri ürünlere anında ulaşmaları israfı arttıracağından,
kredi kartı kullanmanın caiz olduğu söylenemez.
Cevap Anahtarı
1-A, 2-A, 3-B, 4-C, 5-D
YARARLANILAN ve BAŞVURULABİLECEK KAYNAKLAR
Afzalur Rahman (1996), Siret Ansiklopedisi, çev. Komisyon, İstanbul.
Ali Haydar, (tsz.). Düreru’l-Hukkâm Şerhu Mecelleti’l-Ahkâm, Beyrut.
Bilmen, Ö.N. (1986). Hukuku İslamiyye ve Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu,
İstanbul.
Cessâs, A. (1985). Ahkâmü’l-Kur’ân, Beyrut.
Çeker, O. ((2007). İslam Hukukunda Akitler, Konya.
Dalgın, N. (2010). Gündemdeki Tartışmalı Dinî Konular -2, Samsun, Etüt.
Derveze,İ. (1998). et-Tefsiru’l-Hadis, çev. Komisyon, İstanbul.
Gül, A. R. (2001), Tarihi Bağlamı Çerçevesinde Kur’anda Riba Yasağı,
Ankara (AÜSBE).
İbn Rüşd, (1992). Bidâyetü’l-Müçtehid ve Nihâyetü’l-Muktesid, Beyrut.
Komisyon, (2003). Kur’ân Yolu.
Kurtûbî, (1994). el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân, Kahire.
Orman, S. (2001), İktisat Tarihi ve Toplum, İstanbul: Küre.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
32
İktisadi Hayatla İlgili Problemler III
Öney, A. ( 1978), İktisadi ve Ticari Terimler Sözlüğü, Ankara.
Özsoy, İ. (1995). “Faiz”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi.
Sadr, M. B. (1993). İslam Ekonomi Sistemi, çev. Mehmet Keskin- Saadettin
Ergün, Ankara, Rehber.
Senhûrî, A. Masâdîru’l-Hak fi’l Fıkhi’l-İslâmî, Beyrut.
Tabakoğlu, A. ( 1987). İslam ve Ekonomik Hayat, İstanbul.
Tuncay, A.C, (2002), Sosyal Güvenlik Hukuku Dersleri, İstanbul, Beta.
Uludağ, S. (1988), İslam’da Faiz Meselesine Yeni Bir Bakış, İstanbul.
Yazır, M. H. (tsz.). Hak Dini Kur’an Dili, Eser.
Yılmaz, A. (2001) “İslam Hukukuna Göre Kredi Kartı”, Harran Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi.
Yılmaz, E. (2005), Hukuk Sözlüğü, Ankara,Yetkin.
Zaim, S. (1992). İslam-İnsan, Ekonomi. İstanbul.
Zerkâ, M.-Neccar (1981), İslam’a Göre Banka ve Sigorta, çev. Hayreddin
Karaman, İstanbul.
Zuhaylî, M.(2009). Mevsûa Kadâyâ İslamiyye Muâsıra, Şam: Dâru’lMektebî.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
33
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
SANAT, SPOR VE EĞLENCE İLE
İLGİLİ PROBLEMLER
• Sanat
• Resim ve Heykel
• Mûsiki
• Spor ve Eğlence
• Spor
• Eğlence
• Düğünler
• Bayramlar
• Eğlencenin Dini Hükmü
• Kumar
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• İslam’da resim ve heykelin hükmü konusundaki
tartışmalara katkı sağlayabilecek,
• Sportif aktivitelerin mubah oluş şartlarını
açıklayabilecek,
• Hz. Peygamber dönemindeki eğlence çeşitleriyle
günümüzdekileri karşılaştırabilecek,
• Düğün ve bayramlardaki eğlencenin mubah
oluşunun gerekçesini fark edebilecek,
• Kumarın fert ve toplumsal zararları konusunda
değerlendirme yapabileceksiniz.
GÜNÜMÜZ
FIKIH
İSLAM İNANÇ
ESASLARI
PROBLEMLERİ
Doç.Dr. Tevhit AYENGİN
ÜNİTE
ÜNİTE
10
9
Sanat, Spor ve Eğlence İle İlgili Problemler
GİRİŞ
İslam’ın temel bilgi ve hüküm kaynakları Kuran ve sünnettir. Herhangi bir
konuya İslami açıdan bakıldığında bu temel kaynaklar başlangıç noktası olarak
kabul edilmektedir. Bu kabul herhangi bir konuda sağlıklı bir sonuca ulaşmanın
ancak o konuyla alakalı dinî metinlerin tümünün dikkate alınması ile mümkün
olabileceğine işaret etmektedir. Öte yandan bu temel bilgi ve hüküm kaynaklarında
birbirinden bağımsız değinilen hususlarda da bir uyum ve bütünlüğün var olduğu
bilinen bir gerçektir. Bu durum İslam’ın tevhidi merkeze alan bir din olmasından
kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla bütün bunlar sorumlu bir varlık olan insanın hukuki
ve ahlaki davranışlarının hepsine bu açıdan yaklaşmasının zorunlu olduğunu
göstermektedir.
Dinin muhatabı insandır. İnsan maddi ve manevi yapısında sayısız
özellikleri barındıran bir varlıktır. İnsanın fıtratından kaynaklanan ve hayatını
güzelleştirip kendisini mutlu hissetmesine yarayan ihtiyaçları, bu özellikler
içerisinde önemli bir yer tutmaktadır. Sanat etkinlikleri ana başlığı altında bir arada
değerlendirebileceğimiz faaliyetler bu ihtiyaçların somut hâlini ifade etmektedir.
Sanat etkinliklerini estetik ve eğlence şeklinde iki kategoriye ayırmak
mümkündür. Resim, minyatür, hüsn-i hat, tezhib, heykel, mimari gibi soyutun
somuta dönüştürülmesi ile elde edilen güzel sanatlar daha çok estetikle
bağlantılıdır. Öte yandan müzik, spor, şans oyunları, kumar gibi faaliyetler ise
ağırlıklı olarak eğlence başlığı altında incelenmektedir.
İslam’a göre insan bu dünyaya belirli bir amaç için gönderilmiştir. Bu amaç
nihai boyutları, insanın dinî nasslardaki talepler doğrultusunda bir hayat yaşaması
ve buna bağlı olarak ahiret hayatında saadete erenlerden olmasını içermektedir.
Dolayısıyla insanın sanatsal faaliyetlerinde ve eğlencesinde meşruiyet sınırlarına
uyması, onun dünyaya gönderiliş amacıyla birlikte değerlendirilmektedir. Bu
sebeple insanın maddi ve manevi dünyasını geliştiren sayısız faaliyetler meşru
sayılırken, onun ferdî ve toplumsal hayatı için zararlı olduğu aklı-ı selim sahibi
kişiler tarafından kabul edilen kumar açık ve ağır ifadelerle yasaklanmıştır. Özetle,
İslam ve onun tarihî miraslarından olan fıkıh ilmi, hayatın bütün alanlarında olduğu
gibi sanat, spor ve eğlence alanlarında da meşruiyeti belirleyici birtakım ilkeler
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Sanat, Spor ve Eğlence İle İlgili Problemler
koymuş, onları kendi ilkelerine uyup uymayacağı açısından değerlendirmiştir. Bu
ünitede Sanat ile Spor ve Eğlence ana başlıkları altında, bu konulara ve İslam
âlimlerinin bu hususlardaki değerlendirmelerine yer verilecektir.
SANAT
Sanat kavramı değişik açılardan ve farklı şekillerde
tanımlanabilmektedir. Allah kâinatı bir düzen ve uyum içerisinde
yaratmıştır. Bu açıdan baktığımızda evren bir sanat harikasıdır. Ancak bizim
sanat kavramı ile kasdettiğimiz ve burada değerlendirmeye çalıştığımız,
sanatın beşerî boyutudur. Sanatın temelinde belirli bir işin estetik duyguları
yansıtacak şekilde gerçekleştirme biçimi yer almaktadır. Bu durum sanatın
bediî boyutunu oluşturmaktadır. Mesela sıradan bir yazı yazma yerine onu
en güzel şekilde yazıp süslemek bir sanattır. Öte yandan insanın maddi
ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla bilgisini ve düşüncesini harekete geçirip
yararsız şeyleri yararlı hâle getirmesi de sanat (zanaat) anlamında
kullanılmaktadır. Ancak sanat denildiğinde insanın manevi ve estetik (bediî)
ihtiyaçları ve faaliyetleri kasdedilmektedir. Genel sanat bilimleri açısından
bu estetik sanatlar; mimarlık, heykeltıraşlık, resim, dans, musiki ve şiirdir.
İnsandaki güzellik duygusunu uyandıran bu tür sanat dalı ve eserleri “güzel
sanatlar” olarak isimlendirilmektedir
Sanat eserleri, onu yapanların ürünüdür ve onlar hakkında insanların
değerlendirmeleri sübjektiftir. Sanatsal eserler hakkında mutlak anlamda
evrensel değerlendirmelerde bulunmak zor hatta imkânsızdır. Çünkü bir fert
üzerinde olumlu etki yapan bir eser, diğer bir fert üzerinde olumsuz etki
yapabilir. Bir şeyin sırf sanat eseri oluşu onun iyi ya da kötü oluşunu
belirleyen bir nitelik değildir. Öte yandan belirli bir bölgede veya zaman
diliminde o eser hakkında olumlu şeyler söylenmesi de sanat eserinin
olumlu oluşunu göstermez.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Sanat, Spor ve Eğlence İle İlgili Problemler
İslam dini sanatı tamamıyla yasaklamış, Hz. Peygamber de sanata
savaş açmış değildir. Aksine Peygamberimiz “Allah güzeldir, güzeli sever”
(Tirmizî, Birr, 61) diyerek hemen her alana tatbik edilebilecek bir ölçü
getirmiş ve bununla sanatın meşru sınırlarına işaret etmiştir. Dinimiz, hiçbir
sınırlamanın olmadığı bir sanat düşüncesinin ortaya çıkarabileceği
muhtemel olumsuzlukları önleme adına birtakım ilke ve kurallar ile güzel
sanatları kayıt altına almıştır. Şu hâlde İslami açıdan getirilebilecek ölçü
şöyle olmalıdır: Sanat ile inanç-ahlak prensipleri arasındaki denge
Sanat ile inanç-ahlâk
prensipleri arasındaki
denge korunduğu, dinin
temel ilkeleri, inanç ve
ahlâk prensipleri ihlâl
edilmediği sürece sanat
meşrudur
korunduğu, dinin temel ilkeleri, inanç ve ahlak prensipleri ihlal edilmediği
sürece sanat meşrudur. Diğer bir ifadeyle dinimizin sanata bakışı, sanat ile
inanç ve ahlak prensipleri arasındaki uyum veya uyumsuzluğa göre
belirlenecek, sanatın dinî açıdan hükmü kullanım amacına, tarzına, dinin ilke
ve hükümlerine aykırı olup olmamasına göre farklılık gösterecektir. Bu
itibarla, cinsî tahrike sebep olan, insanların bu tür duygularını, kadın ve
erkeğin cinsel cazibesini sömürü aracı olarak kullanan, insanları kötüye,
yanlışa ve çirkine yönlendiren, psikolojik bozukluk ve anormallikleri
yaygınlaştırmaya çalışan, kavgayı ve bağnazlığı kışkırtan, Allah’ın birliği ve
yüce oluşu inancına aykırı bulunan davranış, şekil ve usullerin sanat adı
altında da yapılsa, dinen doğru görülmeyeceği açıktır.
Diğer taraftan evrensel bir din olarak, İslam’ın âlemşümul insani
değerlerinin ve ahlak prensiplerinin anlatılmasına hizmet etmeyi hedefleyen
ve tevhid inancına ters düşmeyen sanatın teşvik edilmesi, özendirilmesi
gerektiği de ifade edilmelidir. Zira estetik ve güzel sanatlar, insanın kendini
tanımasına, bunun bir sonucu olarak gerek Rabbine karşı daha saygılı ve iyi
bir kul, gerek insanlar arasında uyumlu bir kişi olmasına vesile olabilir. Yani,
nefsani ve şehevi duyguların dışında kalan, Kurân ve sünnetin hoş gördüğü
estetik ve güzel sanatlar, insanı iman ve huzura, ibadet ve mabede
yönlendirecektir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Sanat, Spor ve Eğlence İle İlgili Problemler
Resim ve Heykel
Fıkıh tarihinde ve fıkhi metinlerde heykel kavramı için kullanılan
timsal ve resmi ifade eden suret kelimeleri çoğunlukla bir arada
tartışılmaktadır. Timsal, taş, maden ve altın gibi maddelerden yapılan ve
hacmi olan eşyaları ifade etmektedir. Öte yandan elbise, halı, kilim gibi
eşyalara timsal denildiği gibi, gölgesi olan eşya resimleri de timsal kavramı
ile ifade edilmektedir. Günümüzde heykeller taş, maden, mermer, fildişi,
ağaç, kil, tunç, demir, döküm gibi değişik malzemelerden üretilmektedir.
Resim ise eşya veya canlıların görüntülerini kâğıt, taş, duvar vb. yerlere bazı
araç ve tekniklerle çizmek demektir. Resim ve timsal kelimelerinin ortak
olarak suret kavramı ile ifade edildiğini görmekteyiz.
Klasik fıkıh literatüründe, resim ve heykel konusunda getirilen
hükümler, çoğunlukla “suret” ve aynı kökten türeyen “tasvir” kavramları
etrafında tartışılmaktadır. Aynı yolu takip ederek resim ve heykel konusunu,
bu kavramlara verilen anlamlardan yola çıkarak anlatmak daha sağlıklı
sonuçlara ulaşmamızı sağlayacaktır.
Türkçeleşmiş bir kelime olan suret, Arapçada “şekil, biçim, görünüş
ve resim” anlamını ifade etmek için kullanılmaktadır. Heykel manasında
kullanılan timsal kelimesi de anlam bakımından surete yakındır. Nitekim
bazı hadislerde suret kelimesi yer yer timsalin eş anlamlısı olarak
kullanılmıştır. Bununla birlikte dilciler suretin iki anlama geldiğini
belirtmişlerdir: Birincisi “gölgeli suretler (timsal=heykel)”, ikincisi ise
“resmedilen, çizilen diğer şeyler.”
Ayet ve hadislerdeki kullanımları da dikkate alındığında suret
kelimesinin “kendisine bir şekil verilmiş ve biçimlendirilmiş şey” olarak hem
resim hem de heykeli kapsayacak şekilde anlaşılması mümkündür. Öte
yandan, bazı ayetlerde “şekil ve biçim vermek, manevi özelliklerle bezemek”
gibi anlamlarda kullanıldığı belirtilen tasvir (savvere) kelimesini ise bugün
anlaşıldığı manada sırf “resmetme” ya da “çizim” olarak değil, hem çizim
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Sanat, Spor ve Eğlence İle İlgili Problemler
(resim) hem de bir maddeye şekil ve biçim verme anlamlarını içine alacak
genişlikle anlamakta sakınca yoktur.
Dinî metinlerde heykeli yasaklayan açık ifadeler bulunmaktadır.
Kuran geçmiş peygamberlere ait kıssalarda onların yok olma sebepleri
arasında puta tapmalarını ön plana çıkarmaktadır. Çünkü bütün
peygamberler insanları Allah’a inanmaya ve kendisine ibadet etmeye davet
etmişlerdir. Dolayısıyla Allah’ın birliği ve kendisine ibadet edilecek tek
varlığın Allah oluşu ilkesi ilahî dinlerin temelini oluşturmaktadır. Hz.
Muhammed’e (sav) gönderilen ve son din olan İslam da sağlam bir Allah
inancının gerekliliğini sıklıkla insanlara bildirmektedir. Her türlü batıl inançla
mücadele etmesi onun ana ilkesi olmuştur. Batıl inançların başında puta
tapıcılık gelmektedir.
Puta tapıcılığı yasaklayan ayetlerden bazıları şunlardır:
Nuh (as) kavmini Allah’a kulluk etmeye çağırdıktan sonra, onlar buna
direndiler ve birbirlerini putların isimlerini de sayıp puta tapmaya çağırarak
şöyle dediler:
‫وث َو َيعُوقَا َو َنسْ راا‬
‫ل َي ُغ َا‬
‫ل س َُواعاا َو َ ا‬
‫ل َت َذرُنا َودّاا َو َ ا‬
‫ل َت َذرُنا آلِ َه َت ُك ْام َو َ ا‬
‫َو َقالُوا َ ا‬
Sakın ilahlarınızı bırakmayın; hele Ved’den, Suvâ’dan, Yeğûs’tan, Ye’ûk’tan ve
Nesr’den asla vazgeçmeyin! [Nuh, 71/23].
Hz. İbrahim (as) ve kavmi arasında putlar konusunda şu konuşma
geçmektedir:
“O, babasına ve kavmine: Şu karşısına geçip tapmakta olduğunuz
heykeller de ne oluyor? demişti. Dediler ki: Biz babalarımızı öteden beri
bunlara tapmakta olduklarını gördük. İbrahim (as) “Doğrusu siz de
babalarınız da apaçık bir sapıklık içerisindesiniz, dedi…” (Enbiyâ, 21/52-54).
Hz. Musa’nın kavmi onun yokluğunda buzağı şeklinde bir heykel
yapıp ona tapmaya başlamışlardı. Musa Peygamber kavminin yanına
geldiğinde bu olaya şiddetle karşı çıkmıştır (Bakara, 2/54; Nisâ, 4/153).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Sanat, Spor ve Eğlence İle İlgili Problemler
İslam'ın özellikle ilk yıllarında Hz. Peygamber resim ve resimli eşya
kullanılmasını kesin şekilde yasaklamıştır. Diğer bir ifadeyle ister saygı veya
nefret ister ibadet veya tahkir amaçlı olsun, her tür resim ve tasvir o
dönemde reddedilmiştir. Hz. Peygamber’in şirk ile mücadelesinin yoğun
olduğu o günlerde bu tür bir tavır içerisinde olması gayet doğaldır (Tecrid,
1969, VI, 414 vd.).
Yukarıda puta tapıcılıkla alakalı zikrettiğimiz âyetlerin yanında heykel
konusuyla bağlantılı olarak ele alınan iki ayet daha bulunmaktadır.
Genellikle heykel konusu bu ayetler etrafında tartışılmaktadır.
“Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar, fal ve şans okları şeytan
işi pisliktir, bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz. Şeytan içki ve kumar
yoluyla ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak; sizi Allah’ı anmaktan ve
namazdan alıkoymak ister. Artık bunlardan vazgeçtiniz değil mi?” (Mâide,
5/90-91).
“Onlar Süleyman’a kalelerden, heykellerden, havuzlar kadar geniş
leğenlerden, sabit kazanlardan ne isterlerse yaparlardı.” (Sebe, 34/13).
Maide sûresi 90. ayette geçmekte olan dikili taşlar (ensâb) ile neyin
kasdedildiği hususunda farklı yorumlar yapılmıştır. Bu yorumlardan birine
göre ensâb ile Cahiliye Dönemi Araplarının üzerinde kurban kestikleri ve
ibadet ettikleri taşlar kasdedilmiştir. Diğer bir yoruma göre ise ensâb, ibadet
amacıyla dikilmiş putları ifade etmektedir (Ayrıntı için bk: Şekerci, s. 24-25).
Hangi anlama gelirse gelsin ensâb kelimesini Cahiliye Arapları dinî bir
kavram olarak kullanmaktaydı. Bu sebeple İslam puta tapıcılığın göstergesi
olan bu sembollere açık ve kesin ifadelerle karşı çıkmıştır.
Sebe suresi 13. ayette geçen temasil kelimesi bir şeyin
sureti/heykeli anlamına gelmektedir. Hz. Süleyman’a verilen nimetler
arasında sayılan temasilin hükmü konusunda farklı görüşler bulunmaktadır.
İslam âlimlerinden bazılarına göre temasilin, ağaç, dağ, deniz gibi cansız
varlıkların veya başları olmayan hayvanların resmi üzerinde olan eşyaları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Sanat, Spor ve Eğlence İle İlgili Problemler
ifade etmektedir. Bazılarına göre ise temasil Süleyman Peygamber’in
dininde yasak olmayan bir uygulamaydı. İslam o dinde serbest olan bu
uygulamayı neshetmiştir.
Resim konusuna doğrudan değinen ayet yoktur. Heykel konusundaki
ayetler resimle de ilişkilendirilmektedir. Dolaysıyla bazı ayetlerde yer alan
ve “yarattı” anlamında yorumlanan “savvere” fiili ile resim yapma arasında
doğrudan bir ilişki kurmak mümkün gözükmemektedir. İslam’da resmin
hükmüne dair değerlendirmeler daha çok hadislerdeki ifadelere
dayanmaktadır. Nitekim bazı hadislerde, insan görünümünün resmini
çizenler Allah’ın taklitçisi (tanrılık özentisi içinde olanlar) şeklinde
nitelendirilmekte ve bu yüzden cezaya maruz kalacakları ifade edilmektedir.
Resim konusuna değinen hadis-i şeriflerden bazıları şunlardır:
Hz. Aişe anlatıyor: “Hz. Peygamber, evinde üzerinde salîb (Îsâ’nın
çarmıha geriliş sahnesini tasvir eden resim) bulunan hiçbir şey bırakmazdı.
Onu bozardı veya keserdi.” (Buhârî, Mezâlim, 31; Büyû, 102).
“Namazda iken karşısına gelen ve kendisine dünyayı hatırlattığını
söylediği, üzerinde kuş vb. tasvirler bulunan perdenin göz önünden
kaldırılmasını veya yerinin değiştirilmesini emretmiştir.” (Buhârî, “Libâs”, 93;
Müslim, “Libâs”, 88).
“İçinde resimler (suret) bulunan eve melek girmez.” (Buhârî, “Libâs”,
88, 92, 95).
“Kıyamet gününde bu resimleri yapanlara “Hadi bakalım, yaptığınız
şu suretlere bir de can verin.” denecek. (Buhârî, “Libâs”, 89, 95).
“En şiddetli azaba çarptırılacak olanlar, yaptıkları ile Allah’ın
yaratmasına benzemeye çalışanlardır.” (Buhârî, “Libâs”, 91).
Hz. Peygamber, Hz. Âişe’nin bebek ve kanatlı at şeklindeki
oyuncaklarını ise tebessümle karşılamıştır (Ebû Dâvûd, “Edeb”, 62).
Sahabenin önde gelen âlimlerinden Abdullah b. Abbas da, tasvirler
yaparak (resim çizerek) geçinen ve bunun hükmünü soran bir adama, resim
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Sanat, Spor ve Eğlence İle İlgili Problemler
yapanlara kıyamet gününde azap edileceğini bildiren hadisi hatırlatmış,
ardından da “Eğer sen sanatına devam etmekte mecbur isen ağacı ve ruh
taşımayan şeyleri resimle” demiştir (Buhârî, “Buyû‘”, 104; Müslim, “Libâs”,
99). İbn Abbas’ın bu fetvası şu rivayete dayanmaktadır:
Bir keresinde vahiy meleği Cibrîl Hz. Peygamber’in yanına girmek için
izin istemişti. Allah Resûlü izin verdiği hâlde içeri girmemiş ve şöyle demiştir:
“İçerisinde birtakım at ve insan timsalleri bulunan perde asılı olan bir eve
ben nasıl girerim? Bu resimlerin ya başını koparmalı veya bu perdeyi yere
sermelisiniz. Biz melekler, içinde timsal olan eve girmeyiz” [Tahavî, Meâni’lAsâr, IV, 287. Benzer rivayetler için ayrıca bk: Ebû Dâvud, Libâs 45; etTirmizî, Edeb 44.].
İslam âlimlerinin yukarıdaki hadislerle ilgili değerlendirmeleri ise
kısaca şöyle özetlenebilir:
Konu ile ilgili hadisler dikkate alındığında, resim/tasvir konusunda
ruh sahibi olan canlı ile ruh sahibi olmayan şeyler arasında bir ayrım
yapıldığı görülmektedir. Buna göre ruh sahibi olmayan şeylerin tasvirinin
mubah olacağı ve görünüm itibariyle ruh taşıması mümkün olmayan
canlıların yasak kapsamından çıkacağı ifade edilmektedir. Heykel türündeki
(ecsad) suretlerin haram olduğunda icma bulunduğu kaydedilmektedir.
Hadislerde söz konusu edilen ağır tehditlerden ve Allah’ın yaratmasına
benzemeye çalışma anlamından hareketle canlı (insan ve hayvan) suretini
tasvir etmenin haram ve büyük günahlardan olduğuna dikkat çekilmiştir.
Üzerinde canlı suretleri bulunan şeyler yere serilip çiğnenen bir
yaygı/minder şeklinde ve önemsenmeyecek bir konumda kullanıldığı
takdirde caiz görülmüştür. Bu hükmün hem gölgeli hem de gölgesiz suretler
için geçerli olduğu ifade edilmiştir. Bazı selef âlimleri ise hadislerde söz
konusu edilen yasağın yalnızca gölgeli suretler için geçerli olduğunu,
gölgesiz suretleri yapmada bir sakınca bulunmadığını ileri sürmüşlerdir
(Nevevî, Şerhu Sahîhi Müslim, XIV, 81-82).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Sanat, Spor ve Eğlence İle İlgili Problemler
İslam’da suretin yasaklanmasının gerekçesi, yukarıda zikredilen
hadisler ışığında “Yaratma hususunda Allah’a benzemeye çalışma” olarak
tespit edilmiştir. Bu gerekçenin yanında, öyle anlaşılıyor ki suret yasağının
ana gerekçesi şudur: Cahiliye Araplarının putlara tapma âdeti vardı ve
putları kendi elleri ile tasvir edip sonra bunlara tapıyorlardı. İslam dini ise
puta tapmaya yol açabilecek şeyleri kaldırmak suretiyle tevhid inancının
korunmasında titizlik göstermiştir (İbnü’l-Arabî, Ahkâmü’l-Kur’ân, IV, 15991602).
Arapların eski
alışkanlıklarına
dönebilecekleri
endişesi, çoğu zaman
bizatihi yasaklanan şey
ile birlikte onu
hatırlatacak hususların
da yasaklanmasını
gerektirmiştir.
Arapların eski alışkanlıklarına dönebilecekleri endişesi, çoğu zaman
bizatihi yasaklanan şey ile birlikte onu hatırlatacak hususların da
yasaklanmasını gerektirmiştir. Sözgelimi şarap ile birlikte, şarap üretilen ve
muhafaza edilen kapların kullanımı da yasaklanmıştır. Resim ve timsal
yasağının da bu çerçevede değerlendirilmesi ve bu yolla tevhid inancını her
ne suretle olursa olsun şirk bulaşığından arındırma amacı güdüldüğünün
söylenmesi mümkündür. Netice olarak İslam âlimlerinin yukarıda verilen
açıklamaları da göz önünde bulundurulduğunda, artık günümüzde resim
yapmanın ve resimli eşya kullanmanın, tevhid inancına aykırı bir sonuca
götürme durumu ve endişesi olmadığı sürece, ilk dönemler hakkındaki
yasağın kapsamına girmediği ve dolayısıyla haram olmadığı ifade edilebilir.
Resim ve Heykel Konusundaki Fıkhi Hükümler
Yukarıda resim ve heykelle alakalı bazı ayet ve hadislere yer verdik.
Bu nassları konu ve amaç açısından değerlendiren İslam fıkıh âlimleri
birtakım içtihadi sonuçlara ulaşmışlardır. Bunlardan bazıları ilkesel düzeyde,
bazıları da herhangi bir konuya özgü hükümleri içermektedir. Onlardan
bazıları şunlardır:

Doğa
resimleri
tabiattaki
yapmakta
güzelliklerin,
sakınca
dağların,
yoktur.
Dolayısıyla
nehirlerin,
ağaçların,
denizlerin vs resmi yapılabilir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Sanat, Spor ve Eğlence İle İlgili Problemler

İnsan ürünü olan ve dinî değerlere aykırı olmayan şeylerin
resmi yapılabilir; Mabet, ev, yol, köprü gibi.

Ebru, tezhib, çinicilik, halı dokumacılığı gibi soyut resimleri
yapmak mubahtır.

Kimlik belgelerinde kullanılan resim ve fotoğrafların sakıncası
yoktur.

Üzerinde resim bulunan malzemelerin saygı amacı taşımayan
bir tarzda, mesela halı, kilim gibi sergi amaçlı veya yatak
örtüsü,
yastık
vs.
olarak
kullanılmasında
sakınca
bulunmamaktadır.

Canlı tasvirlerinin çocuk oyuncağı olmasında sakınca olmadığı
söylenmektedir.

İbadet ve kutsama amaçlı resim ve heykel ittifakla haramdır.
Bunların üretmek ve ticaretini yapmakta aynı hükümdedir.

İçeriği ahlak ve genel adaba aykırı olan özellikle müstehcen
resim ve heykeller caiz değildir.

Canlıların
resimlerini
yapma
konusunda
iki
görüş
bulunmaktadır. Hanefi, Şafii ve Hanbelilere göre bu tür
resimleri yapmak yasaktır. Malikiler ise put, tapılan ve
kutsanan şeyler dışında canlı varlıkların resmini yapmada bir
sakınca bulunmamaktadır (Ayrıntı için bk: Haçkalı, s. 146147).
Musiki
Musiki insanlık tarihi kadar eskidir. Her insan duygularını değişik
biçimlerde dış dünyaya yansıtır. Duyguları yansıtma biçimlerinden en yaygın
olanı musikidir. Sevindiğinde türkü söyleyen çoban, cenazesine ağıt yakan
nine, çocuğuna ninni söyleyen anne, eğlence mekânlarında şarkı söyleyen
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Sanat, Spor ve Eğlence İle İlgili Problemler
kişi, duygularını ses ve nağme ile karşısındakilere yansıtmaktadır.
Düğünlerde, eskiden savaş meydanlarında, sevinçte, kederde her zaman
musikiyle insanlar iç içedir. Bu bağlamda musikinin günlük hayat ve kültür
ile sıkı bir bağlantısının var olduğu görülür. Çünkü her kültür kendi müziğini
oluşturmuştur. Bu durum kültürel farklılıklarda önemli bir yer tutmaktadır.
Musikinin hükmü konusu müslüman âlimlerin gündemini yoğun bir
tarzda meşgul eden konulardan biri olmuştur. Bu bağlamda oldukça zengin
bir bilgi ve tartışma birikimine sahip olduğumuzu söyleyebiliriz.
Musiki çeşitleri, içeriği,
icra şekli, icra edildiği
yer, musikiyi icra eden
vs. konunun fıkhi
boyutunu belirlemede
önemli oranda etkili
olmaktadır.
Tartışmalarda musiki yarar ve zarar temelinde bir bütün olarak
değerlendirildiği gibi musikinin çeşitleri, içeriği, icra şekli, icra edildiği yer,
musikiyi icra eden vs. konunun fıkhi boyutunu belirlemede önemli oranda
etkili olmaktadır. Öte yandan mûsikinin toplum ve fert üzerindeki etkisi ve
insanların ibadetlerine engel olup olmaması konusu da bu tartışmaların
yönünü belirlemektedir.
Musiki bir sanattır. Bir duygu, bir düşünce ve fikir veya doğal bir olayı
anlatmak gayesi ile ölçülü ve ahenkli seslerin belirli bir sanat anlayışı
içerisinde, ritimli ya da ritimsiz olarak estetik bir biçimde bir araya getirme
sanatıdır. Musiki ritim ve ses olmak üzere iki unsurdan meydana gelir.
Aslı Yunanca olan musiki kelimesini karşılayacak Arapça bir ifade
yoktur. Arapçadaki “ginâ” kelimesi şarkı söylemeyi, “semâ” da sadece şarkı
dinlemeyi ifade için kullanılmaktadır. Klasik fıkıh literatüründe de musikiyi
tam olarak karşılayacak Arapça bir kelime bulunmamaktadır. Fıkıh ilminde
de güzel sesle yapılan hemen bütün icralar gınâ, bu icraların dinlenmesi ise
semâ ile ifade edilmektedir. Bunun yanında lahn, melâhî, meâzif, neşîd,
inşâd kelimelerinin de musikiyi ifade etmek üzere kullanıldığı görülmektedir.
Hadislerde yer alan musiki ile ilgili temel kavramlar ise “gınâ, meâzif, ve
mezâmir”dir (Apaydın, Musikî, 261) Söz konusu kavramların ve
müştaklarının sesli icra yanında üflemeli, vurmalı veya telli musiki aletleri
hakkında da kullanılabildiği belirtilmektedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Sanat, Spor ve Eğlence İle İlgili Problemler
Hz. Peygamber döneminden önce Araplarda musiki yaygın olarak
icra edilmekteydi. Kaynaklarda bunlarla alakalı geniş bilgi bulunmaktadır.
Hz. Peygamber döneminde yolculuk, bayram, düğün, hac ve yolculuk
dönüşleri gibi vesilelerle musiki icra edildiği görülmektedir. Hz. Peygamber
yolculukları esnasında, kabiliyeti olan kimselere şiirler ve şarkılar
söyletmiştir. Hıdâ adı verilen bu Arap âdeti, develeri coşturur, yolculuğu
hareketlendirirdi. Bir yolculuk sırasında Enceşe isimli sahabi, söylediği
şarkılarla develeri fazlaca hareketlendirince Peygamberimiz “Ey Enceşe,
yavaş ol, yavaş. Fincanları kıracaksın” buyurarak develerin üzerinde
bulunan hanımların incinebileceğini latif bir şekilde ifade etmiştir *Buhârî,
“Edeb” 90, 95+. Hicret esnasında Allah Rasulü’nün Medine’ye ulaştığı sırada
Medinelilerin söyledikleri şarkı ise bugün dahi ilahî olarak söylenmektedir.
Yine kaynaklar, Medine’ye göç eden muhacirlerin, daima Mekke’yi yad eden
şarkılar söylediklerini nakletmektedir.
Hz. Peygamber döneminde bayramlarda da müzik icra edilmiş, defler
çalınarak şarkılar söylenmiştir. O’nun bayramlarda müziğe izin verdiğine dair
örnekler hadis kaynaklarında yer almaktadır. O, kendi hanesinde, def
çalarak şarkı söyleyen iki cariyeye engel olmak isteyen Hz. Ebû Bekir’i “Bırak
onları, her milletin bayramı vardır ve bu gün de bizim bayramımızdır.”
(Buhârî, “ İdeyn” 2; Müslim, “Salâtü’l-‘îdeyn”, 16) sözleriyle ikaz etmiş ve o
günün bayram günü olduğunu hatırlatmıştır.
Yine Hz. Peygamber’in düğünlerde musiki icrasını teşvik ettiği ve
böylece düğünün topluma duyurulmasını amaçladığı bilinmektedir. Nitekim
O “Nikâhı etrafa duyurun, onu mescitlerde yapın ve defler çalın.” (Tirmîzî,
“Nikâh”, 6) buyurmuştur. Bir diğer örnek ise şöyledir: Hz. Peygamber,
yetişmesi ve bakımı ile bizzat peygamber ailesinin ilgilendiği bir genç kız
evlendirildiğinde, düğünde gelinle beraber şarkı söyleyecek birilerinin
gönderilip gönderilmediğini sormuş, gönderilmediğini öğrenince de “Keşke
gönderseydiniz.” demiştir (İbn Mâce, “Nikâh”, 21).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Sanat, Spor ve Eğlence İle İlgili Problemler
İslam dininin genel esasları yanında Hz. Peygamber’in musiki
konusundaki tutumu da şüphesiz İslam âlimlerinin bu meseledeki
görüşlerini belirlemiştir. Bazı müellifler, az sayıdaki istisnalar dışında İslam
âlimlerinin gınâyı kerih (haram veya mekruh) görme hususunda fikir birliği
içerisinde olduğunu ifade ederken bazıları, içlerinde sahâbe ve tâbiîn
âlimleri ile mezhep imamlarının da bulunduğu birçok kimsenin semâyı
mubah saydığını belirtir.
Diğer taraftan fıkıh kitapları yanında konuyu özel olarak ele alan
eserlerde dört mezhep imamının genellikle gınâyı ve bunu dinlemeyi tasvip
etmediği nakledilmekte, mezhep âlimlerinin de bunu günah (mâsiyet, fısk),
haram, harama yakın mekruh veya mekruh olarak nitelediği
belirtilmektedir. Söz gelimi Ebû Hanîfe, gınâyı mekruh görmüş ve günah
saymıştır. Ebû Hanife’nin, “mekruh”u “harama yakın” kabul ettiği dikkate
alındığında onun gınânın tahrimen mekruh olduğu kanaatinde olduğu
görülmektedir (Kâsânî, Bedâi‘, V, 128-129) İmam Mâlik’in gınânın hem
icrasını hem de dinlenilmesini tasvip etmediği ifade edilmektedir (İlmihal II,
s. 106). Ahmed b. Hanbel de gınânın hükmü ile ilgili olarak “kalpte nifakı
yeşertir, ben hoşlanmam.” diye cevap vermiştir (İlmihal II, s. 107). Bununla
birlikte İmam Şâfiî’nin gınâyı mubah, hatta bir kısım Şâfiîlerin bazı
durumlarda mendup saydığı, yine bir kısım Hanefi âlimin ve Hanbeli
fakihinin gınâyı mutlak olarak mubah gördüğü, ayrıca Medineli âlimlerin
gınâ konusunda nispeten ılımlı görüşlere sahip olduğu da kaynaklarda yer
almaktadır.
Düğünde ve savaşta def ve davul çalınması dışında çalgı aletleri
hakkında genellikle olumsuz bir tavır söz konusudur. Zahiriyye mezhebine
göre gınâ ve çalgı aletlerinden yararlanmak mubahtır. Gınânın haramlığı
hakkında hadis bulunmadığını söyleyen İbn Hazm, meseleyi kişinin niyetine
bağlamaktadır. Günah işleme amacıyla dinlendiğinde müzik dinlemek günah
olur. Kişi, Allah’a kulluk davranışlarını güçlendirmek ve kendini hayır işlerine
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Sanat, Spor ve Eğlence İle İlgili Problemler
yönlendirmek maksadı ile müzik dinlerse itaat ve ihsan üzeredir, bu fiil de
dinin tasvip ettiği işlerdendir. İsyan veya taat niyeti taşımadan yaptığında ise
bunun olumlu veya olumsuz bir hükmü yoktur.
Gınâyı haram veya mekruh görenlerin dayandığı belli başlı deliller ve
bunlara verilen cevaplar şöyle özetlenebilir:
1.
Lokman suresi 6. âyetde, Allah’ın yolunu –ayetlerini- alay
konusu yaparak insanları sinsice O’nun yolundan saptıranların söz eğlencesi
satın aldıkları ifade edilmektedir. Bazı âlimler bu ayetteki “lehve’l-hadîs”
ifadesiyle gınânın kasdedildiği görüşündedirler. Bu görüş sahiplerine göre
Kurân’a alternatif olma ve ona ihtiyaç bırakmama amacı taşıyan her şey gınâ
olup “lehve’l-hadîs” kapsamına girmektedir. Karşı görüşteki âlimler ise
burada gınâyı doğrudan yasaklayan bir anlam bulunmadığını ve eleştirilen
davranışın Allah yolundan saptırmak ve onu alaya almak için çaba harcamak
olduğunu, dolayısıyla ister gınâ ister başka bir şey olsun bu amaçla yapılan
her şeyin aynı hükümde olacağını belirtirler.
2.
Bir hadiste, esasen haram olduğu hâlde bazı kimseler
tarafından helâl sayılan şeyler arasında “meazif” de zikredilmektedir
(Buhârî, “Eşribe”, 6). Ancak “meazif” kelimesinin izahı hususunda bir görüş
birliği bulunmamaktadır. Bu hadis yanında müzik karşıtları tarafından delil
olarak getirilen birçok hadisin zayıf olduğu, sahih olanlarının ise bizatihi
gınâyı değil, birçok haramın işlendiği içkili eğlenceleri yasaklama anlamı
taşıdığına dikkat çekilmiştir.
Gınânın haram olduğu fikrine karşı çıkanlar, bu hususta ayet veya
sahih hadis bulunmadığını kaydederek aslî ibaha ilkesine dikkat çekerler
[Gazzâlî, İhyâ, II, 268]. Bunun da ötesinde sahih kabul edilen –ve daha önce
de geçen- şu hadiste gınânın mubahlığına dair delil olduğunu ileri sürerler:
Hz. Ebû Bekir, bir defasında Hz. Âişe’nin evine girip orada iki ccriyenin şarkı
söylediklerini görünce onları azarladı. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem “Onlara
ilişme ey Ebû Bekir, bugün bayram günüdür” dedi. Şayet gınâ haram olsaydı
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Sanat, Spor ve Eğlence İle İlgili Problemler
Resulüllah’ın evinde icra edilmezdi. Ancak Hz. Peygamber’in gınânın
serbestliğini bayram günü ile irtibatlandırması bunun sürekli olarak
yapılmasının mekruh olduğunu, bayram, düğün gibi sebeplerle buna ruhsat
verileceğini göstermektedir (İbnü’l-Arabî, Ahkâmü’l-Kur’ân, III, 1053- 1054.)
Gina konusunda lehte ve aleyhte birbirinden farklı görüşler
bulunmaktadır. Bu görüşler mubah ile haram arasında değişik hüküm
kategorilerini içerisine almaktadır. Mübahlık hükmünü verenler, diğer
mubahlarda olduğu gibi bunun da harama vesile olması durumunda
hükmünün değişeceği görüşündedirler. Bu itibarla içinde isyan, küfür veya
İslam’ın hoş karşılamadığı sözler bulunan yahut cinsel tahrik, müstehcenlik
gibi dinimizce yasak kabul edilen şeylere yol açan müziğin söylenmesi ve
dinlenmesi kesinlikle uygun değildir. Ayrıca, gerek sahabe ve tâbiîn
âlimlerinin gerekse müçtehit imamların şarkı ve çalgı aletleri konusunda
genellikle olumsuz bir tutum içinde oldukları hâlde nikâh, düğün, velime gibi
sevinç zamanlarında veya yol sıkıntılarını azaltmak gibi makul sebeplerle
icrasına cevaz verdikleri bilinmektedir (Apaydın, Mûsiki, s. 262-263).
İslam âlimleri, musikinin bir ihtiyaç olup olmadığı yanında onu amacı
ve sonuçları itibariyle de değerlendirmiş; musikinin cevazı için dinin temel
inanç, amel ve ahlak ilkelerine aykırı olmaması, haramların işlenmesine yol
açmaması, başkalarının hakkını ihlal etmemesi gibi hususları şart
koşmuşlardır. Dinin dolaylı şekilde ilgilendiği ve hüküm koyduğu musiki gibi
konular bir bakıma kişinin dinî hassasiyeti ve ölçüleri içerisinde
çözülebilecek nitelikte olduğundan öteden beri bunu bir tercih ve takva
meselesi olarak değerlendiren âlimler de olmuştur.
İslam dini toplumu ve toplumda olanları kendi değerleri açısından
değerlendirmiştir. Bu anlamda Hz. Peygamber’in tavsiyeleri istikametinde
geleneksel Arap musikisinin içeriğinde önemli değişikliklerin olduğu
bilinmektedir. Putperestlik, ırkçılık, kabile asabiyeti, fuhuş, içki ve günah
işlemeyi hatırlatan ve teşvik eden sözler terk edilmiştir. Bu tür muhtevanın
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Sanat, Spor ve Eğlence İle İlgili Problemler
yerini zamanla tevhid, ibadet, iyiliği teşvik, insanları güzel davranışlara
teşvik gibi fert ve toplum hayatı için yararlı olan ifadeler almıştır.
Musikinin helal veya haram oluşu konusundaki görüşleri
değerlendiren Hayrettin Karaman, Gazzâlî’nin İhya adlı eserine atıfta
bulunarak şu görüşleri dile getirmektedir:
Musiki ister ses ister enstrüman aracılığı ile icra edilsin tek bir hükme
tabi değildir. Yerine göre haram, mekruh, mübah veya müstehab olabilir.




Dünya arzusu ve şehvet hisleri ile dolup taşan gençler için yalnızca
bu duyguları tahrik eden müzik haramdır.
Vaktinin çoğunu buna ayıran, sürekli bununla uğraşan kimse için
mekruhtur.
Güzel sesten zevk alma dışında bir duyguya kapılmayan kimse için
müzik mübahtır, serbesttir.
Allah sevgisi ile dolup taşan, duyduğu güzel ses kendisinde yalnızca
güzel sıfatları tahrik eden kimse için müstehaptır (Karaman, Helaller
ve Haramlar, s. 134])
SPOR ve EĞLENCE
Spor
Sağlık insanların dünya hayatlarının daha rahat ve huzurlu bir
biçimde devam etmesini sağlayan en önemli unsurlardan biridir. Sağlığı
korumanın değişik yol ve yöntemleri bulunmaktadır. Onlardan biri de hiç
İnsanlar ilk
dönemlerden bu yana
değişik spor türleri ile
uğraşmış, bu amaçla
organizasyonlar
düzenlemiş ve
yarışmalar yapmıştır.
kuşkusuz spor yapmaktır. Genel ilke olarak spor yapmanın hiçbir sakıncası
yoktur. Nitekim insanlar ilk dönemlerden bu yana değişik spor türleri ile
uğraşmış, bu amaçla organizasyonlar düzenlemiş ve yarışmalar yapmıştır.
Dolayısıyla spor sadece sağlıklı olma amacıyla yapıldığı gibi, eğlence ve bir
gelir aracı olarak da icra edilebilmektedir.
Spor, fert veya grup olarak birlikte belirli kurallar çerçevesinde
gerçekleştirilen beden hareketlerini ifade etmektedir. Sportif faaliyetler
değişik gerekçelerle icra edilmektedir. Bu gerekçelerden bazılarını şu şekilde
sıralamak mümkündür:
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Sanat, Spor ve Eğlence İle İlgili Problemler

Beden ve ruh sağlığını korumak ve geliştirmek

Eğlenmek ve hoşça vakit geçirmek

Gerginlik ve sıkıntılardan kurtulmak

Vücudu güçlendirmek ve savaş teknikleri öğrenmek
Beden ve ruh sağlığına katkı sağlayan, hayatın monotonluğunu
unutturan, dinlenme ve eğlenme aracı olan ve vücudunu güçlendiren
sporun yararları çoktur. Spor, insanların çalışma hayatlarının daha düzenli
ve disiplinli hâle gelmesine de katkı sağlamaktadır. Bunun yanında ibadet
hayatının sağlıklı olarak devamına da yardımcı olabilmektedir. Ölçülü ve
bilinçli bir şekilde icra edildiğinde hem çalışma hem de ibadet hayatını
destekleyici bir rol üstlenebilir.
Sosyal aktiviteye dönüşen ve toplu olarak icra edilen sportif
etkinliklerin toplum üzerinde olumlu etkileri vardır. Özellikle yarışmaya
dönüşen aktiviteler belirli kurallara uygun gerçekleşmesi durumunda
toplumu rahatlatacağı bir hakikattir. Fıkıh literatüründe “müsabaka” olarak
adlandırılan ve ödüllü ya da ödülsüz olarak gerçekleşen sportif aktivitelerin
hükümleri konusunda görüşler beyan edilmiştir.
Hz. Peygamber Döneminde Spor Aktiviteleri
Hz. Peygamber döneminde spor müsabakalarının yapıldığı, bu
müsabakalarda başarı gösterenlere ödüller verildiği kaynaklarımızda yer
almaktadır. Bu bilgiler, o dönemde spor ve sportif aktivitelerde bulunanların
var olduğunu göstermektedir. Öte yandan Hz. Peygamber’in kendisi de bu
tür etkinliklere katılmıştır. Nitekim Hz. Peygamber, eşi Hz. Aişe ile birlikte
yürürken koşu yarışı yaptığı, bunlardan ilkinde eşinin, ikincisinde ise
kendisinin yarışı kazandığı rivayet edilmektedir (Müsned, VI, 39, 264). Öte
yandan Sevgili Peygamberimizin sahabeyi spora teşvik ettiği ve
arkadaşlarının da bu tür yarışmalar düzenlediği rivayet edilmektedir (Ebû
Dâvûd, Cihad, 68).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Sanat, Spor ve Eğlence İle İlgili Problemler
Kuran’da atlar üzerine yemin edildiği (Adiyat, 100/1-5) ve önemi
hakkında birçok hadis bulunduğu için İslam tarihinde atçılığa özel bir vurgu
yapılmış ve bu konuyla ilgili eserler kaleme alınmıştır. Hz. Peygamber
Medine’de at yarışları düzenlemiş, deve, at ve ok atma yarışmalarında
kazananlara ödüller vererek ödülün caiz olduğunu göstermiştir (Buhârî,
Cihad, 56-59; Ebû Dâvûd, Cihad, 68; Müsned, II, 256, 258). O dönemde iki
farklı amaçla at yetiştirilmekte olduğunu bilmekteyiz: Birincisi, koşu için,
ikincisi diğer amaçlar için. Ticaret kervanlarının gelip konakladıkları yerler at
yarışları düzenlemek amacıyla kullanılmaktaydı.
Hz. Peygamber’in önemle üzerinde durduğu spor dallarından biri de
okçuluktur. Düşmanla mücadele aracı olan ve geçmişi tarihin ilk
dönemlerine uzanan okçuluk, savunmanın ve hayatta kalmanın aracı olarak
kullanılmıştır. Allah Resulü’nün “Onlara karşı elinizden geldiğince kuvvet
hazırlayın.” (el-Enfâl, 60) ayetindeki “kuvvet”i, ok atma (remy) olarak
açıklaması bu gerekçeye dayanmaktadır. Hz. Peygamber’in ok atmayı
öğrenmeyi ve bunu uygulamayı teşvik ettiğine dair birçok rivayet vardır
*Buhârî, “Cihâd”, 78; Müslim, “İmâre”, 169+.
Koşu, binicilik ve atıcılık yanında önem verilen spor çeşitlerinden biri
de yüzmedir. Kaynaklar Hz. Peygamber’in çocukluğunda annesi ile
Medine’ye gittiğinde yüzmeyi öğrendiğinden söz etmektedir. Hz.
Peygamber, çocuklarına yüzme öğretmenin babaların görevlerinden biri
olduğunu belirtmiştir.
Hz. Peygamber zamanında yapılan spor türlerinden biri de güreştir.
O dönemde güreşin güç ve dayanıklılık göstergesi olarak değerlendirildiği
olmuştur. Nitekim ilk kez savaşa katılmak isteyen ve bu konuda hevesli olan
gençleri güreştirerek güçlü ve dayanıklı olduklarını ispat etmeye
çalışmışlardır. Öte yandan Hz. Peygamber’in, kuvveti ile tanınan Rukâne b.
Abdüyezîd adındaki Mekkeli ile güreştiği ve onu mağlup ettiği kaynaklarda
yer almaktadır (Hamidullah, İslam Peygamberi, I, 103-104).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Sanat, Spor ve Eğlence İle İlgili Problemler
Hadis kaynakları incelendiğinde Hz. Peygamber’in bazı sportif
faaliyetleri teşvik ettiği ve sporla ilgili çeşitli tavsiyelerde bulunduğu tespit
edilebilmektedir. Peygamberimiz, yorgunluk hissinin giderilmesi için hızlı bir
tempoda yürümeyi tavsiye etmiştir. Ayrıca atıcılık, binicilik, yüzme, koşu,
güreş gibi sporları ya bizzat icra etmiş veya tavsiye etmiştir.
Allah Resulü (sav) tarafından öncelikle teşvik gören bu sportif
faaliyetlerin, eğlendirme yönünün yanında bedeni geliştirici, hayata ve
askerliğe hazırlayıcı yönlerinin de bulunduğu dikkat çekmektedir. Dinî, millî
ve vatani değerlerin korunması gerekliliği dikkate alındığında savunma
gücüne, maddi ve manevi olarak yetişkin ve sağlıklı iman unsuruna duyulan
ihtiyaç, bunları bünyesinde bulunduran ve destekleyen sportif faaliyetlere
öncelik verilmesini gerekli kılmıştır.
Değerlendirme
Bugün daha öncelerde olmayan birçok spor ve müsabaka şekli
ortaya çıkmıştır. Ferdi ve uluslararası düzeyde ortaya çıkan bu spor türleri
yeni sorunları ve soruları beraberinde getirmektedir. Bunları tek tek
sıralama yerine İslam'ın ve müslüman âlimlerin bu konulara ilişkin
görüşlerinden hareketle bazı kurallar oluşturulabilir. Yeni spor çeşitleri bu
kurallar doğrultusunda değerlendirilebilir. Genel prensip olarak spor mubah,
hatta yerine ve çeşidine göre tavsiye, teşvik ya da emredilen bir aktivitedir.
Ancak bu tür aktivitelerde birtakım değerleri dikkate almak gerekmektedir.

Sporun konusu ve icra biçimi İslam'a uygun olmalıdır. Diğer
mubah alanlarda olduğu gibi sporda da bu tür eylemlerin
İslam'ın temel inanç, değer ve ibadet esaslarına aykırı
olmaması
ve
onlara
aykırı
şekilde
icra
edilmemesi
meşruiyetin ön şartıdır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Sanat, Spor ve Eğlence İle İlgili Problemler

Meşru bir amaç için yapılmalıdır. Meşru amaçlar içerisinde;
sağlıklı olma, hastalığı giderme ve düşmana karşı güçlü olma
ön plana çıkmaktadır.

İnsan onuruna aykırı olmamalıdır. Mesela sportif niteliği
tartışmalı olan ve şiddet içerikli spor dallarına İslam'ın onay
vermediği hatta haram saydığı ifade edilmektedir.

İnsanın temel görevlerine engel olmamalıdır. Ana görevler
arasında ibadetlerle, kendisi ya da bakmakla yükümlü
olduklarının nafakasını temin etme gelmektedir. Bütün
dinlenme ve eğlenme vasıtaları gibi bir yasağın işlenmesine,
bir buyruğun terk edilmesine yol açan sporun da yasak
olacağı açıktır.

Oyun ve spor adı altında hayvanlar öldürülmemeli ve onlara
işkence yapılmamalıdır. Hayvanın hayvanla dövüştürülmesi
*Tirmizî, Cihad, 30+ veya bir insanın bir hayvan ile dövüşmesi
de, sırf zevk ve eğlence olmanın ötesinde hayvanlara eziyet
edildiği ve hiçbir fayda da sağlamadığı için dinimizce uygun
görülmemektedir. Özellikle hayvanların atış hedefi hâline
getirilmesi Hz. Peygamber tarafından yasaklanmış ve
lanetlenmiştir (Buhârî, Zebâih ve Sayd, 25)

Spor müstehcenliğe aracı olarak kullanılmamalıdır. Spor
yapanların iffetlerini korumaları, sporu amacının dışına
çıkararak müstehcenlik ve teşhirciliğin vasıtası hâline
getirmemeleri de dikkate alınması gereken bir ölçüdür.

Spor müsabakaları için ödül konabilir. Ancak yarışmalardaki
ödül uygulamalarının kumara dönüştürülmemesine veya
kumara yol açmamasına dikkat edilmelidir.
İçerisinde kumar ve benzeri yasak hususlar bulunmayan oyunların,
yukarıda belirtilen sınırlar ve çerçeve dâhilinde mubah olduğu ifade
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
Sanat, Spor ve Eğlence İle İlgili Problemler
edilmektedir. Ancak çeşitli düşüncelerle, az önce kaydedilen hadiste
zikredilmiş oyunlar dışındaki oyun nevilerini hoş karşılamayan âlimler de
vardır. Mesela İmam Şâfiî “Ğ,Oyun dindarların ve ağırbaşlı kimselerin sanatı
değildir” diyerek bunları mekruh görmüş, hadiste zikredilen oyunlar
hususunda da aşırıya kaçılmaması gerektiğini bildirmiştir (el-Ümm, VI, 224225)
Sporun bazı ahlaki ve insani ilke ve erdemler dikkate alınarak
gerçekleştirilmesi gereklidir. Hz. Peygamber’in, imandan sonra en üstün
erdem olarak gördüğü dürüstlük ilkesinin (Müsned, III, 413 IV, 383; Müslim,
“Îmân”, 95) spor için de geçerli olacağı, müsabaka içerinde yapılan hilenin
bu ilkeyle bağdaşmayacağı açıktır. Öte yandan, yarışma tarzındaki bir sportif
faaliyette iyi olanın/oynayanın kazanmasını kabullenmek, rakibin başarısını
takdir ve sükûnetle karşılamak da adalet ve hakkaniyet gereğidir. İnsan bir
dalda zirveye ulaşsa bile sürekli orada kalması mümkün değildir. Hz.
Peygamber, yarışlarda hep galip gelen Adbâ isimli devesinin bir bedevinin
devesi tarafından geçilmesine üzülen ashabına her yükselen şeyi geri
döndürmenin Allah’ın kanunu olduğunu söylemiştir (Buhârî, “Rikâk”, 38).
Sonuç olarak İslam’ın temel ilke ve amaçları gözetildiği, haramların
işlenmesine, görevlerin ihmaline ve hakların ihlaline yol açmadığı sürece
sporun her çeşidi caizdir ve hatta teşvik edilmelidir. Öyleyse sadece
eğlenmek, dinlenmek ve zevk için oynanacak; ibadetin ihmali veya
gecikmesine sebep olmayacak hiçbir menfaat beklenmeyecek; oyun
sırasında dinimizin yasakladığı şeyler konuşulmayacak; tesettüre riayet
edilecek; normal dinlenme ve eğlenme ölçülerini aşarak vakit israfına varan
bağımlılık hâlini almayacak ve en önemlisi kumara alet edilmeyecek sportif
aktivitelere katılmakta bir sakınca yoktur.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
Sanat, Spor ve Eğlence İle İlgili Problemler
Eğlence
Eğlence hoşça vakit geçirmek demektir. Hoşça vakit geçirmeyi
sağlayan değişik aktiviteler bulunmaktadır. Bunlar arasında, düğünler,
bayramlar, sportif etkinlikler, musiki, yarışmalar, tiyatro, sinema, dans vs.
yer almaktadır. İnsanlar ilk dönemlerden bu yana değişik biçimlerde
sevinçlerini ifade etmeye çalışmışlardır. Kültürel farklılıkların da etkisiyle her
millet kendisine eğlence şekilleri oluşturmuşlar ve bunu toplumsal birliği
sağlamanın bir unsuru olarak kullanmışlardır.
Eğlence kelimesinin Arapça karşılığı olarak lehv kavramı
kullanılmaktadır. Ancak bu kullanım amaçsız eğlenceyi içermekte ve
olumsuz bir anlamı içerisinde barındırmaktadır. Çünkü Kuran’da ahiret
yurdu ile dünya hayatını karşılaştırma amacıyla kullanılan ve “oyun”
anlamına gelen laib kelimesi lehv ile peş peşe kullanılmaktadır (A‘râf 7/51,
Cum‘a 62/11).
Eğlence hayatın her alanında ve döneminde karşımıza çıkan sosyal
ihtiyaçlardan biridir. Çocukların kendi aralarındaki oyunlarından, kırlarda
piknik yapmaya, sünnet düğünlerinden evlilik merasimlerine, festivallerden
sportif faaliyetlere her an eğlence hayatla iç içedir.
Eğlence, hedefi olmayan ve sadece boşa vakit geçirmeye yönelik bir
etkinlik değildir. İnsanların psikolojik rahatlamaları veya sağlıklarını
koruyabilmeleri için meşru sınırlar içerisinde dinlenmeleri insani bir
zorunluluktur. Eğlenme insani bir ihtiyaç olsa da bazı uygulamalar meşruiyet
sınırlarını aşabilmektedir. Bu durum eğlencenin her çeşidine karşı çıkan
düşüncelerin dile getirilmesi gibi uç bir yaklaşımın oluşmasına sebep
olmuştur. Mademki “Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden ibarettir.”,
öyleyse Hz. Peygamber’in teşvik ettiği durumlar da dâhil, her türlü
eğlenceden uzak durmak gerekir. Öte yandan bu gün postmodern çağın ve
kapitalist üretim ve tüketim anlayışının dayattığı her türlü eğlenceyi hayatın
merkezine alan bir düşünce şekli büyük oranda dünyaya hâkim olmuştur.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
Sanat, Spor ve Eğlence İle İlgili Problemler
İslam dini meşru amaçlarla gerçekleştirilen eğlence türlerini
onaylamış, fert ve toplum için zararlı olanlarını da yasaklamıştır. Meşru
gayeli eğlenceleri, insanların ibadet ve çalışma hayatlarını olumsuz
etkilemeyen, onların ruh ve beden yapılarına zarar vermeyen mubah
etkinlikler olarak değerlendirmek mümkündür (Haçkalı, s. 132).
Hz. Peygamber döneminde değişik eğlence şekillerine rastlamak
mümkündür. Bunlardan bir kısmı Arapların geçmişten tevarüs ettikleri
eğlencelerdir. Hz. Peygamber bunlardan bir kısmını yasaklamış, bir kısmını
yeniden düzenlemiş ve bunun yanında insanların hoşça vakit geçirmelerine
sebep olan yeni birtakım düzenlemeler yapmıştır. Onlardan bazılarına
aşağıda değineceğiz.
Düğünler
Düğün merasimleri evrensel ölçekte kaçınılmaz ve yaygın eğlenme
şekillerinden biridir. Her millet farklı şekillerde de olsa evlilik hayatını
içerisinde mutluluğu barındıran etkinliklerle başlatmaktadır. Düğün
merasimleri ve bunların yapılış biçimleri örf ve âdet ve geleneklere göre
değişiklik arz etmektedir. Dolayısıyla Hz. Peygamber döneminde toplumdaki
örf ve âdetler değişime uğradığından, düğün merasimleri de bundan
etkilenmiştir.
İslam öncesi dönemde de düğünlerde var olan velime (düğün
yemeği) ve def çalma âdeti devam etmiştir. Hz. Peygamber’in düğünlerde
def çalıp şarkı söyleme ve ziyafet verme yanında şeker, hurma gibi şeylerin
halkın üzerine serpilmesi ve bunların kapışılması gibi başka bir eğlence
türüne daha izin verdiği görülmektedir (DİA, “Eğlence”, 484). Öte yandan
Hz. Peygamber “Her kim düğün yemeğine davet edilirse davete katılsın.”
(Müslim, Nikah, 98) sözüyle, düğün yemeği davetlerine katılmayı tavsiye
etmiş, böylece Müslümanların birbirlerinin sevinçlerine ortak olmasını
istemiştir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
Sanat, Spor ve Eğlence İle İlgili Problemler
Hz. Peygamber evlenen çiftlerin düğün yapmalarını tavsiye etmiştir.
Bir yakınını düğün yapmadan evlendirmek isteyen Hz. Aişe ’ye
Peygamberimiz, en sarın eğlenceden hoşlandığını söyleyerek düğün
yapmasının daha uygun olacağını söylemiştir. Ayrıca Hz Peygamber’in, kızını
evlendirmekte olan Es ’ad b. Zürâre’ye ensarın eğlenceyi sevdiğini bu
sebeple düğünde def çalan ve şarkı söyleyenleri (muğanniye) gönderip
göndermediğini sorması, düğünlerde eğlencenin meşruiyetine delil olarak
kullanılmaktadır. Öyle ise düğün eğlencelerinin İslami açıdan
değerlendirilmesinde belirleyici olanın eğlencenin kendisi değil, eğlencenin
şekli olduğunu söylemek mümkün olacaktır. Bazı düğünlerde İslami değerler
açısından yanlışların yapılması, sevinç gününün sıkıcı hâle getirecek
eylemlere dönüştürmenin gerekçesi olarak kullanılamaz.
Bayramlar
Bayramlar insanların sevinç günleridir. Çok eski dönemlerden beri
insanlar bayram adı altında kutlamalarda bulunmaktadırlar. Bayram
kutlamalarına İslam öncesi Araplarda da rastlamak mümkündür. Cahiliye
Dönemi’nde de insanlar “esvâku’l-arab” denen ve haram aylarda
düzenlenen panayırlarda bir araya gelip eğlenirlerdi. Medine döneminde de
İran’ın etkisiyle bayram kabul ettikleri Nevrûz ve Mihricân [Mehrecân]
günlerinde eğlence düzenlerlerdi. Bu uygulamaları gördükten sonra Hz.
Peygamber müminlere şu müjdeyi vermişti:
“Yüce Allah size o iki bayram günlerine bedel olarak daha hayırlı iki
bayram günleri ihsan etmiştir.” *Nesâi, İdeyn, 1+.
Burada kasdedilen ramazan bayramı ve kurban bayramıdır. İşte o
günden itibaren müslümanlar biri ramazan ve diğeri kurban olmak üzere iki
bayramı sevinç, kardeşlik ve mutluluk günleri olarak eğlenceli bir şekilde
kutlamışlardır. Hz. Peygamber’in bayram günü def çalıp mersiyeler söyleyen
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
Sanat, Spor ve Eğlence İle İlgili Problemler
kimseye izin verdiği ve Hâbeşlilerin mızraklarla yaptıkları gösteriyi Hz. Aişe
ile birlikte seyrettiği kaynaklarda yer almaktadır (Buhârî, İdeyn, 2).
Hz. Peygamber, bir bayram günü Hz. Âişe’nin huzurunda def çalıp
şarkı söylemek suretiyle eğlenen cariyeleri azarlayan Hz. Ebûbekir’e “Her
toplumun bir bayramı var, bu da bizim bayramımız.” (Buhârî, ‘İdeyn, 3)
diyerek müdahale etmiştir. Düğünlerde def çalarak eğlenme geleneğinin
Hulefâ-yi Râşidîn döneminde de devam ettiği, ancak özellikle Hz. Ömer’in bu
konudaki aşırılıklara izin vermediği kaydedilmektedir (Abdürrezzâk es-San
‘ânî, el-Musannef, XI, 5).
Hz. Peygamber zamanında yaşlı, genç, çocuk, kadın, erkek bayram
namazı için namazgâhta bir araya gelir, bayram coşkusunu birlikte
yaşarlardı. Bu günlerde insanlar diğer zamanlara göre daha güzel giysiler
giyerlerdi. Yine bu günlerde sevinçlerini daha yoğun yaşar ve hissettirirlerdi.
Hz. Peygamber’den sonraki bir dönemde bayramın coşkusuz geçtiğini gören
İyaz el-Eş’arî’nin “Neden Hz. Peygamber zamanında düzenlendiği gibi
oyunlar düzenlemediniz?” (İbn Mâce, İkâme, 163) şeklindeki tepkisi önceki
bayramların eğlenceli geçtiğine işaret etmektedir.
Eğlencenin Dinî Hükmü
İslam’ın eğlenceye yaklaşımını belirleyebilmek için, Hz. Peygamber
öncesi ve döneminde Arap toplumundaki eğlence türleri ve bunların genel
özelliklerinin tespit edilmesi gerekmektedir. Cahiliye Dönemi eğlenceleri
arasında kumar içerikli oyunlar, tavla benzeri “nerd/nerdeşîr”, satranç ve
dama gibi oyunlar ön plana çıkmaktadır. Öte yandan içkilerin içildiği,
cariyelerin raks ettiği musiki meclislerinin düzenlendiği rivayet edilmektedir.
Bunların yanında binicilik, avcılık, koşu, ağırlık kaldırma ve yüzmenin de
bulunduğu spor ağırlıklı eğlencelerin düzenlendiği ifade edilmektedir.
Şeytan işi birer pislik olarak nitelenen ve insanlar arasına kin ve
nefret soktuğu, onları Allah’ı zikretmekten ve namazdan alıkoyduğu ifade
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
26
Sanat, Spor ve Eğlence İle İlgili Problemler
edilen içki ve kumar doğrudan ve isimli olarak yasaklanmıştır (el-Mâide
5/90-91). Fukaha buradan hareketle doğrudan kumara dayanan veya
içerisine kumarın karıştırıldığı ya da kumarın önemli bir parçası hâline
getirildiği oyunları da bu kapsamda değerlendirilmiştir. İçki ve kumarın
bulunmadığı bazı eğlence ve oyunların ise, her an savaşa hazır olmak, sıkıntı
ve monotonluğu gidermek gibi belli gayelerle icra edildiği ve hatta bizzat Hz.
Peygamber tarafından tavsiye ve teşvik edildiği belirtilmelidir. Nitekim Hz.
Peygamber (sav) at, deve veya insanların katıldığı koşu yarışmaları yanında
binicilik ve atış müsabakaları düzenlemiş, galip gelenleri ödüllendirmiştir.
İslam âlimleri de kumar olarak oynanmaması ve ibadetlerin ihmaline yol
açmaması şartıyla satrancı mubah saymıştır.
Şu hâlde, İslami anlayışa göre eğlencenin amaçsız olmadığı,
amaçsızca harcanan vakit anlamına gelmediği, dinimizce meşru görülen
eğlence türlerinin psikolojik dinlenme, spor yapma, sağlıklı kalma gibi çeşitli
meşru gayelerinin olduğu ifade edilebilir. Hz. Peygamber’in çeşitli oyunlar
ve yarışlar konusundaki uygulama ve tavırları dikkate alındığında, meşru
eğlencede, birtakım faydaların hedeflendiği, ibadet ve çalışma dışında kalan
vaktin verimli bir şekilde değerlendirilmesinin amaçlandığı sonucuna
ulaşılmaktadır.
Eğlencenin toplum psikolojisine olumlu katkılarını, insanlar
arasındaki münasebetlerin güçlenmesini, sosyal kaynaşma ve
dayanışmadaki önemini vurgulayan değerlendirmeler göz önünde
bulundurulduğunda, Hz. Peygamber’in kadın erkek herkesin bayramlara
katılmasını, elbisesi olmayanların dahi arkadaşlarından ödünç alarak bunu
mutlaka gerçekleştirmelerini emretmesi dikkat çekicidir. Bazı İslam âlimleri
de bu mülahazalarla, aşırılığa kaçılmaması şartıyla eğlenceyi, insanın
çalışma, ibadet etme gibi asli ve ciddi görevlerini daha güzel yapmasına
yardımcı bir faaliyet olarak değerlendirmişlerdir. Bazı âlimler ise eğlencede
ölçüyü ayarlamanın zorluğu, Müslüman kimliğinin yabancı kültürlerin
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
27
Sanat, Spor ve Eğlence İle İlgili Problemler
etkisinde kalması gibi çekinceler ile belli eğlence türlerine karşı tavır almış,
sahih olmayan bir kısım hadisler ile bazı ayetleri de müzik ve eğlencenin
haramlığına delil getirmiştir. İbn Hazm, Mutahhar b. Tâhir el-Makdisî gibi
âlimler bu husustaki rivayetlerin sahih olmadığını ileri sürerek
musikiyi/şarkıyı haram sayan görüşleri reddetmişlerdir. Eğlence konusunda
çelişkili görünen rivayetleri/hadisleri değerlendiren İbn Kuteybe de Hz.
Peygamber ve ashabının şakaya ve eğlenceye izin verdiklerini söyler ve bu
türden bir kısım toplantılara katıldıklarını gösteren bazı örnekleri zikreder
[Te’vîlü muhtelifi’l-hadîs, s. 181-184].
Bütün bunlardan sonra, gerek Hz. Peygamber’in zaman zaman bazı
eğlenceleri seyretmesi, ashabını bayram ve düğün gibi özel günlerde
eğlencelere teşvik etmesi, hatta düzenlenen eğlenceleri durdurmak
isteyenlere engel olması, gerek daha sonraki dönemlerde birçok âlimin aynı
yöndeki görüş ve fetvaları ve gerekse İslam tarihi boyunca Müslüman
toplumların kendi örflerine göre değişik şekillerde eğlenceler düzenlemeleri,
ilke olarak eğlencenin meşru ve mubah olduğunu göstermektedir. Bununla
birlikte diğer alanlarda olduğu gibi eğlencede de niyet, amaç ve davranış
biçimi bakımından İslam düşüncesi ve ahlakının ölçü alınması ve dinimizin
kurallarına uyulması gerektiğinde şüphe yoktur.
Sonuç olarak İslami adaba ve genel ahlak kurallarına uygun düşmesi,
içki/uyuşturucu, kumar, fuhuş, kadın-erkek ilişkilerine getirilen düzenleme
ve sınırlamaların ihlâli gibi dinin haram kıldığı şeylerden arınmış olması
şartıyla oyun, musiki ve yarış türünden eğlencelerin meşru sayılması
gerektiği anlaşılmaktadır. İslami ölçülere göre müstehcen sayılabilecek,
doğrudan ya da dolaylı olarak İslam dinini, onun itikat, ibadet, ahlak
esaslarını, düşünce ve hayat tarzını, üstün şahsiyetlerini, kurumlarını ve
şiarlarını tahrif etmeye ya da küçük düşürmeye yönelecek her türlü eğlence
gayrimeşrudur. Ayrıca İslam dininin dokunulmaz saydığı insanların manevi
şahsiyetlerini, namus, şeref ve diğer kişilik haklarını hedef alan eğlenceler
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
28
Sanat, Spor ve Eğlence İle İlgili Problemler
de meşru ve mubah sayılamaz. Bunlar genel anlamda eğlence türleri ile ilgili
esaslar ve eğlencenin çerçevesini belirleyen kurallardır. Aşağıda,
günümüzün yaygın birer oyun ve eğlence aracı olan kumar, tavla ve
satrancın dinî hükmü hakkındaki değerlendirmelere yer verilecektir.
Kumar
Yukarıda değindiğimiz gibi İslam belirli ölçülere uymak şartıyla
eğlenceye izin vermiştir. Ancak kumar ve kumarla bağlantılı eğlenceleri
açıkça yasaklamıştır. Arapçada “meysir” alarak adlandırılan ve kolaylık
anlamına gelen kumar Kuran’da şarapla birlikte yer almaktadır. Dolayısıyla
kumar kolayca kazanılabilen veya kaybedilebilen malı ifade etmiş
olmaktadır. Sırf rastlantıya dayanan ve İslam'ın mal edinme ilkelerine aykırı
kabul edilen kumarda emek, üretim ve hizmet söz konusu değildir.
Kumarla doğrudan ya da dolaylı bağlantılı olabilecek nasslardan
bazıları şunlardır:
‫صابُ َو ْاْلَ ْس ََل ُم ِرجْ سٌ ِه ْي َع َو ِل ال َّش ْيطَا ِى ََاجْ تٌَِبُىٍُ لَ َعلَّ ُك ْن‬
َ ًْ َ‫يَاأَيُّهَا الَّ ِذييَ َءا َهٌُىا إًَِّ َوا ْالخَ ْو ُز َو ْال َوي ِْس ُز َو ْاْل‬
َّ ‫ص َّد ُك ْن َع ْي ِِ ْك ِز‬
‫َّللاِ َو َع ِي‬
ُ َ‫ضا َء َِي ْالخَ ْو ِز َو ْال َو ْي ِس ِز َوي‬
َ ‫ إًَِّ َوا ي ُِزي ُد ال َّش ْيطَاىُ أَ ْى يُىقِ َع بَ ْيٌَ ُك ُن ْال َعدَا َوةَ َو ْالبَ ْغ‬. َ‫تُ ْفلِحُىى‬
َ‫الص َََّل ِة ََهَلْ أَ ًْتُ ْن ُه ٌْتَهُىى‬
“Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar ve şans okları şeytan işi birer pisliktir.
Onlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz. Şeytan, şarap ve kumar yolu ile aranıza düşmanlık ve
kin sokmak ve sizi Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoymak istiyor. Artık (bunlardan)
vazgeçtiniz değil mi?” (el-Mâide 5/90-91)
‫ْلً َسا ِى إِ ََّل َها َس َعى‬
َ ‫َوأَى لَّي‬
ِ ْ ِ‫ْس ل‬
“İnsanın yararına olan, yalnızca kendi öz gayretinin sonucudur.” (en-Necm 53/59).
ْ
‫ض ِه ٌْ ُك ْن َو ََل تَ ْقتُلُىا‬
ٍ ‫يَاأَيُّهَا الَّ ِذييَ َءا َهٌُىا ََل تَأ ُكلُىا أَ ْه َىالَ ُك ْن بَ ْيٌَ ُك ْن بِ ْالبَا ِط ِل إِ ََّل أَ ْى تَ ُكىىَ تِ َجا َرةً ع َْي ت ََزا‬
َّ ‫أَ ًْفُ َس ُك ْن إِ َّى‬
‫َّللاَ َكاىَ بِ ُك ْن َر ِحي ًوا‬
“Ey iman edenler! Mallarınızı aranızda batıl (boş ve haksız) yollarla yemeyin,
ancak karşılıklı rızaya, gönül hoşluğuna dayalı bir ticaret sonucunda yiyin.” (en-Nisâ
4/29).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
29
Sanat, Spor ve Eğlence İle İlgili Problemler
Birinci ayette geçen “meysir” sözcüğü kumar olarak açıklanmaktadır.
Meysirin ilk dönemlerde mevcut olan fakat zamanla yok olan bir kumar
çeşidi olduğu ifade edilse de genel kabul onun her çeşit kumar için
kullanılabileceği yönündedir.
Yine bu ayetlerde meysirin Allah’ı zikretmekten ve namazdan
alıkoyduğu ve insanlar arasında düşmanlık doğurduğu, diğer bir görüşe göre
ise zulüm ve haksızlığa sebebiyet verdiği için haram kılındığı belirtilmektedir.
İkinci olarak zikrettiğimiz ayetten kumar yasağından çıkarılması
gereken bazı mesajlar ise şunlardır: Müslüman’ın kazancı şansa ve tesadüfe
bağlı olmayıp çabasının ve alın terinin bir ürünü olmalıdır.
Yukarıdaki geçen üçüncü ayette, başkasına ait malları meşru
olmayan yollarla alma ve yemenin yasak oluşuna işaret edilmektedir.
Meşru yollarla yapılmadıktan sonra kumarda olduğu gibi, tarafların
görünen rızaları, kumarla elde edilen malı helal hâle getirmez. Aslında
kaybeden taraf verdiğine razı görünse bile, içinden razı olması pek mümkün
görünmemektedir.
Görüldüğü gibi ayetler kumar konusunda genel nitelikli hükümlere
değinmektedir. Dolayısıyla bu kapsama giren ve yeni şekillerde uygulanan
veya daha sonra ortaya çıkması muhtemel kumar türleri de İslam'da aynı
yasağa dâhil edilmektedir.
Kumar, diğer birçok eğlence ve aldatma çeşidi gibi, ekonomik olarak
geri kalmış, işsizlik ve fakirliğin pençesindeki ülkelerde âdeta bir umut
sömürüsü olarak salgın bir hastalık hâlini almakta, bir tarafta büyük bir
kesimi mağdur ederken diğer tarafta emek vermeden zengin olan birkaç
problemli kişiyi daha topluma katmaktadır. Sonuç olarak kumarın taraflar
arasında kin, nefret ve düşmanlığa, bunun yanında pek çok toplumsal yara
ve faciaya yol açması kaçınılmazdır.
Hayat sürekli akıp gitmektedir. İnsanlar sosyal hayatta gerçekleşen
değişikliklere göre yeni eğlence türleri oluşturabilmektedir. Bu durum
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
30
Sanat, Spor ve Eğlence İle İlgili Problemler
kumar sayılabilecek hususlar için de geçerlidir. Dönmelerinde var olan
uygulamaları dikkate alan ve içtihatları bunlara göre şekillendiren
fukahadan bugünkü kumar türlerine değinmeleri elbette beklenemez.
Günümüzde daha önce bulunmayan birçok kumar ve şans oyunları ortaya
çıkmıştır. Bu oyunları da Kuran’da ve fukahanın içtihatlarında yer alan ilkeler
ekseninde değerlendirmek gerekmektedir.
Günümüzde en yaygın olarak kullanılan şans oyunu, hiç kuşkusuz
piyangolardır. Ulusal ve uluslararası ölçekte oynanan piyangoda katılımcılar
belli miktarlarda paralar ödemekte, büyük miktarda paralar toplanmaktadır.
Toplanan bu paranın büyük miktarı bu işi organize edilen kuruma kalmakta,
bir miktarı katılımcılara oranla sayısı çok az olan insana dağıtılmaktadır.
Kazananların çekilişle belirlendiği piyangoda kazanma ve kaybetme
tamamen tesadüflere bırakılmıştır. Emek sarf edilmeden kazanılan bu para
kumar kapsamında değerlendirilmektedir. Toto, loto, at yarışları gibi
oyunları da aynı kapsamda değerlendirmek mümkündür.
Kumarın Bazı Zararları
Kumar önemli zararlarından biri insanların ümitlerini sömürmesidir.
Toplumda farklı gelir düzeyinden insanlar bir arada yaşamak durumundadır.
Her insanın sahip olduğu maldan daha fazlasına sahip olanlar mutlaka
bulunur. Kumar insandaki zengin olma duygusunun meşru olmayan yollarla
harekete geçirilmesidir. Özellikle zor hayat şartlarında yaşayan fakir
insanların zengin olma duyguları şans oyunları şeklinde gerçekleşen kumar
türü ile ümide dönüştürülmeye çalışılmakta ve zamanları, paraları ve
enerjileri boşa harcatılmaktadır.
Kumar türlerinin tamamına yakını kişilerde bağımlılık yapmaktadır.
Bu bağımlılık, kişinin kendisini, ailesini, toplumun geleceğini düşünerek
çalışması gerektiği düşüncesinin oluşmasına ve uygulanmasına engel
olmaktadır. Buna ek olarak, bağımlılık hastalığına düşenler, geçici zevklerini
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
31
Sanat, Spor ve Eğlence İle İlgili Problemler
gerçekleştirmek için çoğunlukla meşru olmayan yollarla kumar parası
edinme yollarına sapabilmektedir. Hatta bazen bu bağımlılık oynanacak
kumara kaynak oluşturma adına insan ölümlerine sebep olabilmektedir.
Kumar insanlar arasında kin, nefret ve düşmanlıkların oluşmasına da
ortam hazırlamaktadır. Emek sarf etmeden ve rasyonel ya da hukuki karşılığı
olmadan gayrimeşru yollarla kişinin malının elinden gitmesi ve başkasının
mülkiyetine geçmesi Kuran-ı Kerim’in de işaret ettiği gibi kin ve
düşmanlıklara sebep olmaktadır.
Diğer sakıncalardan bazılarını şöyle sıralayabiliriz:

Zihni potansiyelini gereksiz yere tüketmesine vesile olur.

Çalışarak kazanma düşüncesinin toplumda yara almasına
sebep olur.

Paranın emeksiz kazanılması meşru olmayan yollarla
tüketilmesini tetikleyebilir.

Kumar
oynanan
yerler
başka
gayrimeşru
eylemlerin
işlenmesine aracı olabilir.

İbadet hayatını olumsuz etkiler.

Beden sağlığının bozulmasına vesile olur.

Depresyon ve davranış bozukluklarına sebep olur.
Hükmü
İnsanların meşru yollardan para kazanmaları ve hayatlarını
sürdürmeleri İslam'ın ana yaklaşımıdır. Kişinin helalinden kazanması ve helal
olan şeyleri tüketmesi ve tüketimle meşru araçları kullanması ana görevidir.
Aynı şekilde malını haram yollardan kazanması, haram şeylerle beslenmesi
ve harcamada meşru olmayan yolları kullanması yasaklanmıştır. Kumarı
malın üretim, kullanım ve tüketim aşamalarında helal sınırlarının ötesine
gitme ve dolayısıyla haramlara bulaşma şeklinde değerlendirmek
mümkündür. Bu sebeple kumar aracılığıyla mal edinme ve onu kullanma
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
32
Sanat, Spor ve Eğlence İle İlgili Problemler
haram olarak kabul görmüştür. Dolayısıyla kumar kazanç vesilesi
yapılamayacağı gibi, eğlence aracı olarak da kullanılamaz. Ondan şiddetle
kaçınmak gerekir. Onu hatırlatan ve ona çağıran durum ve ortam ve
hareketlere yaklaşmamak, onlardan uzak durmak gerekmektedir.
Kumardan elde edilen kazanç haram olduğu için yapılması gereken o
malı ya da parayı sahibine olduğu gibi iade etmektir. İade etme imkânı yoksa
ihtiyaç sahiplerine dağıtma önerilmelidir. Başkasına ait malı kumar yoluyla
almak, İslam’a göre o malın hukuki olmayan yollarla alınması anlamına gelir.
Çünkü kumar mülk edinme yolları arasında sayılmamaktadır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
33
Özet
Sanat, Spor ve Eğlence İle İlgili Problemler
•Sanat etkinliklerini estetik ve eğlence şeklinde iki kategoriye ayırmak
mümkündür. Resim, minyatür, hüsn-i hat, tezhib, heykel, mimari gibi
soyutun somuta dönüştürülmesi ile elde edilen güzel sanatlar daha
çok estetikle bağlantılıdır. Öte yandan müzik, spor, şans oyunları,
kumar gibi faaliyetler ise ağırlıklı olarak eğlence başlığı altında
incelenmektedir.
•Klasik fıkıh literatüründe, resim ve heykel konusunda getirilen
hükümler, çoğunlukla “suret” ve aynı kökten türeyen “tasvir”
kavramları etrafında tartışılmaktadır İslami dini metinlerde heykeli
yasaklayan açık ifadeler bulunmasa da Kuran’daki geçmiş
peygamberlere ait kıssalarda yer alan ve onların yok olma sebepleri
arasında zikredilen puta tapıcılık, fukahanın bu konudaki içtihatlarına
yön vermiştir.
•Hz. Peygamber döneminden önce Araplarda musiki yaygın olarak
icra edilmekteydi. Hz. Peygamber döneminde de yolculuk, bayram,
düğün, hac ve yolculuk dönüşleri gibi vesilelerle musiki icra edildiği
görülmektedir.
•İslam dini toplumu ve toplumda olanları kendi değerleri açısından
değerlendirmiştir. Bu anlamda Hz. Peygamber’in tavsiyeleri
istikametinde geleneksel Arap musikisinin içeriğinde önemli
değişiklikler medyana gelmiştir. Putperestlik, ırkçılık, kabile asabiyeti,
fuhuş, içki ve günah işlemeyi hatırlatan ve teşvik eden sözler terk
edilmiştir. Bu tür muhtevanın yerini zamanla tevhid, ibadet, iyiliği
teşvik, insanları güzel davranışlara teşvik gibi fert ve toplum hayatı
için yararlı olan ifadeler almıştır.
•İslam’ın temel ilke ve amaçları gözetildiği, haramların işlenmesine,
görevlerin ihmaline ve hakların ihlaline yol açmadığı sürece sporun
her çeşidi caizdir ve hatta teşvik edilebilir. Sadece eğlenmek,
dinlenmek ve zevk için oynanacak; ibadetin ihmali veya gecikmesine
sebep olmayacak; hiçbir menfaat beklenmeyecek; oyun sırasında
dinin yasakladığı şeyler konuşulmayacak; tesettüre riayet edilecek;
normal dinlenme ve eğlenme ölçülerini aşarak vakit israfına varan
bağımlılık halini almayacak ve en önemlisi kumara alet edilmeyecek
sportif aktivitelere katılmakta bir sakınca yoktur.
•İnsanların meşru yollardan para kazanmaları ve hayatlarını
sürdürmeleri İslam'ın ana yaklaşımıdır. Kişinin helalinden kazanması
ve helal olan şeyleri tüketmesi ve tüketimle meşru araçları
kullanması ana görevidir. Aynı şekilde malını haram yollardan
kazanması, haram şeylerle beslenmesi ve harcamada meşru olmayan
yolları kullanması yasaklanmıştır. Kumarı malın üretim, kullanım ve
tüketim aşamalarında helal sınırlarının ötesine gitme ve dolayısıyla
haramla uğraşma şeklinde değerlendirmek mümkündür.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
34
Sanat, Spor ve Eğlence İle İlgili Problemler
DEĞERLENDİRME SORULARI
Değerlendirme
sorularını sistemde ilgili
ünite başlığı altında yer
alan “bölüm sonu testi”
bölümünde etkileşimli
olarak
cevaplayabilirsiniz.
1.
Aşağıdakilerden
hangisi
kumarın
sakıncaları
arasında
gösterilemez?
a) Zihni potansiyeli olumlu yönde etkiler.
b) Çalışarak kazanma düşüncesini yok eder.
c) İbadet hayatını olumsuz etkiler.
d) Depresyon gibi davranış bozukluklarına yol açar.
e) Beden sağlığının bozulmasına yol açar.
2.
Klasik fıkıh literatüründe resim ve heykel ile ilgili konular
aşağıdaki kavramlardan hangisi etrafında tartışılıştır?
a)
Heykel
b)
Tasavvur
c)
Suret
d)
Sanat
e)
Ezlam
3.
Aşağıdaki resim ve heykel konusu ile ilgili hükümlerden
hangisi yanlıştır?
a)
Doğa resimleri yapmakta sakınca yoktur.
b)
Ebru, tezhip, çinicilik gibi soyut resimler yapmak müstehaptır.
c)
Kimlik belgelerinde kullanılan resimler dinen sakıncalı
değildir.
d)
İbadet ve kutsama amaçlı resim yapmak yasaktır.
e)
İnsan ürünü olan ve dinî değerlere çelişmeyen resimler
caizdir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
35
Sanat, Spor ve Eğlence İle İlgili Problemler
4.
Musiki ile ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır?
a)
Musiki insanlık tarihi kadar eskidir.
b)
Hz. Peygamber düğünlerde musiki icrasını men etmiştir.
c)
Hz. Peygamber döneminden önce musiki oldukça fazla idi.
d)
Hz.
Peygamber
döneminde
bayramlarda
musiki
icra
edilmiştir.
e)
Def ve davul dışındaki çalgılar konusunda genelde menfi bir
tavır söz konusudur.
5.
Spor konusunda aşağıdakilerden hangisi doğru değildir?
a)
Meşru amaçlar doğrultusunda spor yapılmasında sakınca
b)
Spor insanı asli görevlerini yapmadan alıkoymamalıdır.
c)
Spor amacıyla hayvanlar hiçbir şekilde kullanılamaz.
d)
Spor bir teşhir vasıtası konumuna getirilmemelidir.
e)
Spor karşılaşmaları için ödül konulmasında bir sakınca
yoktur.
bulunmamaktadır.
Cevap Anahtarı
1-A, 2-C, 3-B, 4-B, 5-C
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
36
Sanat, Spor ve Eğlence İle İlgili Problemler
YARARLANILAN KAYNAKLAR
Apaydın, H. Y. (2006). “Mûsikî”. DİA. XXXI, ss. 261-263. İstanbul: TDV
Yay..
Bardakoğlu, A.(2004). “Helaller ve Haramlar”, İlmihal II (İslam ve
Toplum). İstanbul: İsam.
Başoğlu, T. (2007). “Resim”. DİA. XXXIV, ss. 579-582. İstanbul: TDV
Yay..
Bozkurt, N. (1994). “Eğlence”. DİA. X, ss. 483-488. İstanbul: TDV Yay..
Bozkurt, N. (1997). Hadiste Folklor ve Eğlence. İstanbul: M.Ü. İlahiyat
Fak. Yay..
Gazzâlî, E. M. (1985). İhyâu Ulûmi’d-Din. (Çev. Ahmed Serdaroğlu).
İstanbul: Bedir Yay..
Günay, H. M. (2006). “Müsâbaka”. DİA. XXXII, ss. 63-65. İstanbul:
TDV Yay..
Haçkalı, A. (2010). “Eğlence, Spor ve Sanat”. Günümüz Fıkıh
Problemleri. ss. 131-150. Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Açıköğretim
Fakültesi Yay..
Hamidullah, M. (1991). İslam Peygamberi. İstanbul: İrfan Yayıncılık.
İbnü’l-Arabî, E. (1985). Ahkâmu’l-Kur’ân. Beyrût.
Karaman, H. (2008). Günlük Hayatımızda Helâller ve Haramlar. İz
Yayıncılık, 27. Baskı.
Kâsânî, A. (1997). Bedâiu’s-Sanâi’ fi Tertibi’ş-Şerâi’. Beyrût: Dâru’lKütübi’l-İlmiyye.
Koç, T. (2008). İslam Estetiği. İstanbul: İsam Yay..
Nevevî, M, (1991). Şerhu Sahîhi Müslim. Beyrût: Dâru’l-Kütübi’lİlmiyye.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
37
Sanat, Spor ve Eğlence İle İlgili Problemler
Şekerci, O. (1996). İslam’da Resim ve Heykel, İstanbul: Nûn
Yayıncılık.
Tahavî, E. (1994). Meâni’l-Asâr, Dâr Alemü’l-Kutub.
Yakutcan, A. ve Ömür C. (1991). İslam’da Resim, Heykel ve Musiki.
İzmir: Nil Yay..
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
38
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
TIBBİ UYGULAMALARLA İLGİLİ
PROBLEMLER I
•Taşıyıcı Annelik ve Tüp Bebek
•Doğum Kontrolü
•Kürtaj
•Genetik Kopyalama
GÜNÜMÜZ FIKIH
PROBLEMLERİ
Prof.Dr. Hakkı AYDIN
•Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
•Taşıyıcı annelik ve tüp bebek le ilgili bilgiler edineceğiz
•Doğum kontrolünü kavrayacaksınız
•Kürtaj hakkında bilgiler öğreneceksiniz
•Genetik kopyalamanın detayları ile ilgili bilgiler
öğreneceksiniz
ÜNİTE
10
Tıbbi Uygulamalarla İlgili Problemler
GİRİŞ
İçinde bulumduğumuz çağda, İslam Hukuku’nu ilgilendiren yeni birçok
mesele ortaya çıkmıştır. Hayat devam ettikçe daha başka meseleler de ortaya
çıkacaktır. Diğer taraftan çeşitli ilim dallarında, önceden mevcut olmayan birçok
yenilikler, birçok buluşlar ve teknik gelişmeler meydana gelmiştir. Bu bilim
dallarından biri de Tıbbiyedir. Bu gelişmeler ve buluşlarla beraber birçok fıkhi
problemler de zuhur etmiştir. Bu fıkhi meselelerin başında tüp bebek, taşıyıcı
annelik, doğum kontrolü, kürtaj (çocuk düşürme), Genetik kopyalama vs
gelmektedir.
Biz bu ünitede, yukarıda isimlerini saydığımız konular hakkındaki
hükümlerle alakalı olarak klasik veya çağdaş hukukçuların, Kuran ve sünnette
mevcut olan deliller doğrultusunda ortaya koydukları görüşleri vermeye ve
değerlendirmeye çalıştık.
Tüp bebek, kürtaj, doğum kontrolü vs gibi konularla ilgili hükümler
verilirken önce konunun mahiyeti kısaca anlatıldıktan sonra, konu ile güncel fıkhi
görüşlere yer verilmiştir. Konu ile ilgili görüşler arasında tercih edilen görüşün,
hangi sebeplerle tercih edildiği ve tercih edilmeyen görüşün de niçin tercih
edilmediği belirtilmeye çalışılmıştır.
TAŞIYICI ANNELİK VE TÜP BEBEK
Tıbbi ve bedeni imkânsızlık ve rahatsızlık gibi herhangi bir sebeple tabii
yolla
çocuk
sahibi
olamayan
karı-kocanın
çocuk
sahibi
olmak
üzere
kullanabilecekleri tekniklerden biri de tüp bebek yoludur. Bu usulün bir adı da sun’i
ilkah yani sun’i döllenmedir. Bu yolla erkeğin menisi (spermi) ile kadının yumurtası
uygun iç veya dış ortamda döllendirilir ve daha sonra kadının rahmine
yerleştirilerek hamile kalması ve doğuma hazır hâle getirilmesi temin edilir.
Kuran’ın beyanına göre her şey gibi, çocuk da bir Allah vergisidir: Kuran bu
konuda şöyle buyuruyor: “Göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır. Allah neyi dilerse onu
yaratır. Dilediği kimseye kız çocukları, dilediği kimseye de erkek çocukları bahşeder
veya erkekli-kızlı çift verir. Kimi de isterse akim (kısır) bırakır. Kesinkes Allah, hakkı
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Tıbbi Uygulamalarla İlgili Problemler
ile bilen ve her şeye kadir olandır.”(Şüra 42/49-50) Şurası da bir hakikattir ki Allah
her şeyi bir sebebe göre yaratmıştır ve bunu bir kanun olarak tabiata
yerleştirmiştir. İnsanın yapması gereken bu sebepleri araştırmak, bulmak ve arzu
ettiği her meşru şeyi elde etmek için gerekli şart ve sebeplere tutunmak, kaderciliği
düşünmeden arzu ettiği şeye kavuşmaktır. Bundan dolayı kısırlık sebebi ile çocuk
sahibi olamayan karı kocanın, gerekli tıbbi tedavi yolunu seçerek çocuk sahibi
olmaları gayet tabiidir ve onların en vazgeçilmez haklarıdır.
Tüp bebek yolu, iyi niyetle ve pek de müspet bir tarzda, normal şekilde
çocuk sahibi olamayan karı kocanın tıbbi tedavi alarak çocuk sahibi olmalarına
imkân sağlamaktadır. Ne var ki bu yolun Batı’da toplumun dinî, ahlaki ve içtimai
değerleri ile çatışan farklı maksatlar için kullanıldığı da bilinmektedir
Dinî, ahlaki ve ictimai kuralları dikkate almaksızın uygulanacak olan bu
teknik işlemin, şahsi ve ictimai birçok problem doğuracağı aşıkardır. Bu yüzden tüp
bebek gerek batıda gerek İslam âleminde tartışma konusu olmaya başlamıştır.
Tüp bebek usulü, herhangi bir sebeple çocuğu olmayan bir karı-kocanın bu
imkândan yararlanması bakımından hem tıbbi tedavidir hem de vazgeçilmezdir.
İnsan hakları bakımından faydalı, müspet ve övülesi bir iştir. Gerek tüp bebek
yoluyla gerekse sun’i döllemeyle çocuk sahibi olmakta herhangi bir sakınca yoktur.
Ne var ki bunda evli olan karı-kocadan,kocanın menisi ile karısının yumurtasının
alınması, bunların kullanılması ve hamileliği de karının yapması mecburidir. Bu
durum yani, meni ile yumurtanın ana rahmi dışında döllendikten sonra tekrar
karısının rahmine yerleştirilmesi de hukuken mümkün ve caizdir. Bu usulün ancak
karı ile kocanın normal birleşme sonucu hamile kalma imkânının bulunmadığı
hallerde istisnai bir çözüm yolu olduğu akıldan çıkarılmamalıdır.
Evli olan karı kocanın spermlerinin ana rahminde döllenmesinin gereğini,
İslam Konferansı Teşkilatına bağlı olan İslam Fıkıh Akademisi, 1986 yılında Amman
da yaptığı toplantıda, karara bağlamıştır: Bu konuda almış olduğu kararın bir özeti
şöyledir:
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Tıbbi Uygulamalarla İlgili Problemler
“1.Kocanın sperminin, kendi karısı olmayan yabancı bir kadından
alınmış olan yumurta hücresi ile döllendirilen embriyonun, kendi karısının rahmine
yerleştirilmesi.
2. Bir kadının yumurta hücresinin aralarında evlilik bağı olmayan
yabancı bir erkeğin spermi ile döllendirilen embriyonun bu kadının rahmine
yerleştirilmesi.
3. Karı kocadan alınan yumurta ve sperm hücrelerinin dışarıda
döllenmesi neticesi oluşmuş bulunan embriyonun hamile kalmaya gönüllü bir
yabancı kadının rahmine yerleştirilmesi.
4. Aralarında evlilik bağı bulunmayan yabancı bir erkeğin spermi ile
yabancı bir kadının yumurta hücresinin dışarıda döllendirilmesi ve embriyonun söz
konusu kadının rahmine yerleştirilmesi.
5. Kocanın spermi ile karısının yumurtasının dışarda döllendirilmesiyle
meydana gelen embriyonun kocanın diğer karısının rahmine yerleştirilmesi
suretiyle yapılan sun’i döllenme ve tüp bebek işlemleri Din-i İslam’ın bu mevzuda
vazetmiş olduğu asli kural, yasak ve gayelere aykırı düştüğü için Şer’an caiz değildir.
“Bunun dışında kocanın spermi ile karısının yumurtası alınarak dışarıda
döllendirilmesi ve embriyonun aynı kadının rahmine yerleştirilmesi ile kocanın
sperminin alınıp karısının döl yatağına veya rahminde münasip bir bölgeye
bırakılarak iç döllenmenin temin edilmesi yolları ise mecburiyet hâlinde müracaat
edilebilecek, tedavi karakteri taşıyan ve dinî esaslara da aykırı düşmeyen bir usul
olduğundan, dinî bir engel taşımaz.”
Görülüyor ki sperm, yumurta ve rahim döllenmeyi oluşturan üç unsurdur.
Bunların üçü de evli olan koca ve karısına ait bulunur ve tüpte aşılama yoluyla
çocuk olursa böyle bir çocuğa sahip olmak dinen de caizdir. Normal yolla çocuk
sahibi olamayan karı-koca için bu yol bir nevi tıbbi bir müdahale ve tedavidir.
Bunun aksine sun’i döllenme ve tüp bebek uygulamasında açıklanan şeklin
haricinde oraya herhangi bir yabancı unsurun katılması hâlinde tüp bebek yöntemi
caiz değildir. O hâlde sperm, yumurta ve rahimden biri koca veya karı olan başka
bir şahsa ait olursa, bu dinen caiz değildir. Bu hususu biraz daha açıklamak
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Tıbbi Uygulamalarla İlgili Problemler
gerekirse, tüp bebek için gerekli olan yollardan caiz olmayan bir yol seçilecek
olursa, doğacak olan çocuğun sperm babası, yumurta annesi, taşıyan veya doğuran
annesi veya bundan en az üçü mevzu bahis olmaktadır. Bu ise hem her iki çeşit
baba hem de her iki çeşit ana için değişik seviyede fıtri, tabii ve psikolojik
sıkıntılara, ahlaki ve içtimai bir yaşam ortamı oluşturmaya ve doğacak çocuğun
insani ve ailevi haklardan yoksun olarak dünyaya gelmesine sebep olacaktır. Daha
da önemlisi bu gibi uygulamaların nesep (soy) karışmasına sebep olacağı, aileyi ve
toplumu kökünden değiştireceği ve bozacağı kesin bir hakikattir. Bu sebeple taşıyıcı
annelik İslam Hukuku açısından caiz görülmemektedir. İster evli olan ana babadan
sperm ve yumurta alınarak bunlar başka bir kadının veya kocanın diğer nikahlı
karısının, rahmine yerleştirilsin isterse aralarında evlilik bağı olmayan kimselerden
alınmış olan sperm ve yumurta üçüncü bir kadının rahmine yerleştirmek suretiyle
çocuk elde edilmek istensin, bu caiz ve mümkün değildir.
Dinimizde sun’i dölleme veya tüp bebek ancak evli olan koca ve karısının
kendi arasında bir tedavi tarzı olarak caiz görülebilmektedir. Bunun aksine bugün
ister Avrupa da isterse herhangi bir İslam veya İslam olmayan bir ülkede evli
olmayan, kimliği belirsiz bir erkeğin sperminden çocuk edinmek, kocası iktidarsız
veya spermleri zayıf veya yetersiz olduğu için karısını başka erkeğin spermi ile
hamile bırakmak gibi dinde ve ahlakta yeri olmayan usuller asla doğru ve caiz
değildir. Aynı şekilde sperm bankası oluşturmak da dinen ve ahlaken olduğu gibi
insan psikolojisi, ictimai değerler, doğacak çocuğun hakları bakımından da menfi
neticeleri olan bir uygulamadır. Nerede olursa olsun böyle asılsız uygulamaları
görmek ve duymak insana büyük bir hüzün ve acılar vermektedir.
O hâlde din ve ahlak bakımından koparılan bir ilmi ve teknik gelişme,
nereye varacağı belli olmayan zarara sebep olabilir. Bunun için bu gibi konular dinî,
ahlaki, ictimai ve psikolojik değerler dikkate alınarak bir hukuk çerçevesinde
oluşturulmalıdır.
Aynı şekilde ilim ve teknik bakımdan çok gelişmiş olan ülkelerde konuşulup
tartışılmaya başlanmış olan ve daha çok hayvanlar üzerinde gerçekleştirilen
kopyalama (klonlama) usulü de benzer bir değerlendirilmeye tabi tutulabilir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Tıbbi Uygulamalarla İlgili Problemler
Netice olarak denilebilir ki tüp bebek veya sun’î aşılama tatbikatı, tıbbi
bakımdan bir tedavi usülüdür. Fakat karı- koca arasında uygulanmak kaydıyla caiz
görülmüştür. Bu hususta Şirbîni şunları söylemektedir: “Bir kadın ihtilam olmuş
Tüp bebek veya
sun’î aşılama tatbikatı,
tıbbi bakımdan bir
tedavi usülüdür. Fakat
karı- koca arasında
uygulanmak kaydıyla
caiz görülmüştür.
kocasının menisini, kendi rahmine yerleştirerek hamile kalsa, doğan çocuk
meşrudur yani o ananın ve babanın öz çocuğudur ve kadın bu yaptığından dolayı
günahkâr da olmaz.”
DOĞUM KONTROLÜ
Doğum kontrolü, karı ve kocanın güçleri oranında, arzu ettikleri sayıda ve
arzu ettikleri zamanda çocuk elde etmek maksadıyla hamileliği bazı tedbir ve
usullerle engelleme yoluna gitmeleridir. Doğum kontrolü ilk planda aile
münasebetlerini, baba ve annenin mesuliyetini alakadar ettiği için aslında şahsi ve
ferdi yönü ön planda olan bir konudur. Fakat bu durum günümüzde doğum
kontrolü veya aile ve nüfus planlaması ismiyle sürdürülen siyasetin ana parçasını
oluşturduğundan tüm insanlığı ve toplumu ilgilendiren içtimai, iktisadi hatta
milletlerarası düzeyde bir önemi haiz olmaya başlamıştır. Doğum kontrolünün
günümüzde en önemli sebebi nüfus artışını kontrol altına almaktır. Söz konusu
doğum kontrolü hem ferdi hem de toplumu alakadar ettiği için İslam Hukuku’nu da
yakından ilgilendirmektedir.
Doğum kontrolünün şahsi yönü
Doğum kontrolünün usul ve uygulamasının mahiyetine göre kontrolün
hukuki hükmü, şahsi ve ailevi bakımdan değişiklik arzeder. Erkeğin spermi ile
kadının yumurtasının birleşip döllenme vuku bulduktan sonra hamileliğe nihayet
verilmesi başka bir ifade ile ana rahminde oluşan cenin ıskat edilmesi
(düşürülmesi) yani çocuk düşürme veya aldırma doğum kontrolünden başka bir iş
olup başka dinî ahkâma tabidir. Burada söz konusu olan, hamileliğe mani olan
tedbirler manasındaki kontroldür.
İslam dini, içtimai hayatın temeli olan aile müessesesine çok büyük önem
atfetmiştir. Bu müessesenin iyi muhafaza edilmesi ve sağlıklı bir yapıda olması için
hukuki ve ahlaki nitelikte birçok esas ve kurallar koymuştur. Zira dünyada insanlığın
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Tıbbi Uygulamalarla İlgili Problemler
bekası ancak aile müessesesi sayesinde mümkündür. Aynı şekilde insanın üremesi
ve neslinin muhafaza edilmesi de aile müessesesiyle mümkündür. Diğer taraftan
sağlıklı nesiller yetiştirilmesi İslamiyet’in en önde gelen hedeflerinden biridir. Bu
sebeple Allah’ın Resulü (s.a.v) hem evliliğin kolaylaştırılmasını hem de imkân sahibi
olanların evlenmesini tavsiye etmiştir. Zira Kıyamet gününde ümmetinin çokluğu
ile iftihar edeceğini beyan ederek şöyle buyurmuştur. “Çok çocuk doğuran ve çok
seven kadınlarla evleniniz. Çünkü kıyamet günü ben öbür ümmetlere karşı sizin
çokluğunuzla övüneceğim”(Buhârî, Nikâh,2; Ebû Dâvûd, Nikâh,1,4; Nesâî, Nikâh,11)
Bu ve benzeri nasslardan anlaşılıyor ki Hz.Peygamber neslin çoğalmasını, devam
etmesini, nüfusun artmasını istediği gibi, doğum kontrolünü de tasvip
etmemektedir.
Bunların yanında tevekkülle ve rızıkla da ilgili kanaatlar ve kaderle ilgili
inançlar diğer taraftan toplumunun en büyük güç kaynağının nüfus olması, keza
toplumun mevcut kültürü, karı- kocanın hamileliğe mani olacak tedbirleri
almasında önemli rol oynamaktadırlar. Aynı şekilde İslam hukukçularının ve
idarecilerinin doğum kontrolünün hükmü hakkında karşı tavır almalarında veya
çekimser kalıp bu işi hoş görmemelerinde yukarda sayılan nas ve zikredilen
sebeplerin etkili olduğu görülmektedir. Buna göre tarihin hemen her döneminde
ve hemen hemen her toplumda karı-kocanın çocuk istememesi, bununla birlikte
zamanımızda fazla nüfus artrışına mani olmak veya nüfus artışını kontröl altında
tutmak gibi sebeplerle doğum kontrolü yapılmaktadır. O hâlde doğum kontrolünün
hem şahsi ve içtimai, hem de siyasi bir çok sebebi vardır ve ileride bunlara
değinilecektir.
Karı ve kocanın hamileliğe engel olmalarının yani doğum kontrolünün yeni
ve eski birçok usulü vardır. Her gün yeniden bulunan birçok ilacın ve usulün
yanında birçok tıbbi ve teknik gelişmeler mevcuttur. Bu konuda en eski ve en çok
başvurulan usul azildir. Azil, erkeğin karısıyla buluşması esnasında spermini
(menisini) dışarıya dökmesidir. Bu usul, Allah Resulü tarafından yasaklanmamıştır.
O şöyle buyurmuştur: “Henüz Kuran nazil olamaya devam ederken bizde azil
yapıyorduk. Fakat Allah’ın ezeli ilminde Kıyamet gününe kadar doğacak olan her
hayat sahibi, bu dünyada her hâlde doğacaktır.”( Buhârî, Nikâh 95, Müslim, Nikâh,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Tıbbi Uygulamalarla İlgili Problemler
22). Bu ve benzeri hadislerden hareketle İslam hukukçuları azli caiz ve serbest
görmüşler, bunu karı- kocanın razısına bağlamışlardır.
Karı ve kocanın, umumiyetle fazla çocuk sebebiyle, çocukların ve ailenin
zor durumda kalması, annenin sıhhatini bozulması ve çocukların normal şekilde
yetiştirilememesi ve bakılamaması gibi aile içi sebeplerle azil veya hamileliğe mani
olan usullere başvurduğu ifade edilmektedir. Sünni ve Şii mezhepler arasında bu
durumlarla ilgili olarak fazla bir görüş ayrılığı yoktur. Ancak Zahiri mezhebinden İbn
Hazım azlin haram olduğunu ileri sürmüştür.
Ne var ki İslam âlimleri, daima hamileliği engellemek konusunda karı ve
kocanın karşılıklı haklarının korunmasını ailedeki huzur ve saadeti temin edilmesini
tavsiye etmişlerdir. Hamileliği engelleme usulleri karı ve kocanın karşılıklı rızaları ile
uygulanması arzuya şayandır.
Kadının üreme organına hamileliğe engel bir maddenin konması, ilaç
alınması, prezervatif kullanılması vs gibi azil dışı yollarla da doğum kontrolü
yapmak mümkündür. Şunu da unutmamak gerekir ki hamileliğe engel olacak
usullerle gebeliğe son verme ameliyesiyle döllenmiş yumurtayı rahimden atma
işleminin birbirinden tamamen ayırt edilmesi lazımdır. Çünkü değişik bu iki
uygulamanın değişik dinî hükümleri mevcuttur. Bu sebeple bazı ilaç ve usuller hem
hamileliğe mani olmuyor hem de döllenmiş yumurtayı yok ediyor. Bu işlemle
hamileliğin devamına mani olunduğundan, bunun çocuk düşürme işlemine girdiği
belirtilmektedir. Bu kapsamda bugünün tıbbında spiral daha çok hamileliğe engel
olmak üzere kullanılmaktadır. Ancak bunun her zaman döllenmeyi engellemediği
aksine ana rahminde meydana gelen cenini dışarı attığı söylenmektedir. Ne var ki
hukukçular, azil ve öbür hamileliğe engel yolları anlayışla karşıladıkları hâlde, çocuk
düşürmeye hiçbir vesile ile cevaz vermemişlerdir. Eğer ortada tıbbi veya dinî bir
mecburiyet varsa çocuk aldırmayı onaylamış, aksi takdirde çocuk düşürmeyi büyük
günah ve cinayet olarak kabul etmişlerdir. Bu nedenle hamileliğe son verme ve
çocuk düşürme uygulamalarını, doğum kontrolü olarak kabul etme ve
değerlendirme mümkün değildir. Bu ikisine aynı müsamahayı tanımak söz konusu
olamaz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Tıbbi Uygulamalarla İlgili Problemler
Şunu hemen ilave edelim ki, erkeğin kısırlaştırılması veya ana rahmine
yumurtayı ulaştıran kanalların bağlanması tıbben bir doğum kontrol yoludur.
Kısırlaştırma erkek veya kadının çocuk yapma imkânının ortadan kaldırılmasıdır.
Kısırlaştırma cerrahi müdahale veya ilaçla yapılmaktadır. İslam âlimlerinin büyük
kısmı, dinî veya tıbbi herhangi bir mecburiyet bulunmadıkça kısırlaştırmayı kabul
etmemektedirler. Üstelik kısırlaştırma ileride de geri dönülmesi veya telafi edilmesi
mümkün olmayan sakıncalı bir yoldur. Neslin devamına engel olan bu gibi yolları
İslamiyet asla tecviz etmez. Bunun gerekçeleri de şöyle sıralanabilir: Kanal
bağlatma veya kısırlaştırma, Kurân ifadesiyle fıtratı (yaratılışı) değiştirmekten başka
bir şey değildir. (Nisâ 4/119). Aynı şekilde kısırlaştırma, Allah tarafından insana
verilmiş olan imkân ve kabiliyetlerin inkâr edilmesi, yok sayılması, kötüye
kullanılması manasına gelir ki bu da ileride çok tehlikeli olan nüfus azalmasına
sebep olur.
O hâlde karı ve kocanın, kısırlaştırma veya kanal bağlatma sebebiyle artık
çocukları hiç olmayabilir. Bu da dinen yasak ve günahtır. Ancak karı veya kocada
yahut her ikisinde de tedavisi mümkün olmayan bulaşıcı (zührevi) veya akli bir
hastalık varsa ve bunun çocuklarına da geçmesi kesinse bu gibi işlemler caiz
olabilir, kanaati hâkimdir.
Nüfus planlaması yönü
Doğum kontrolünün bir başka yolu da içtimai bir politika olarak kabul
edilen nüfus veya aile planlamasıdır. Dünyada üretim vasıtalarının mahdut olduğu,
nüfusun hızla arttığı ve bunun iktisadi gelişmeyi durduracağı ve maddi imkân ve
kaynaklardan istifade etmede sıkıntıya sebebiyet vereceği düşüncesiyle “toplumsal
nüfus ve aile planlaması” siyasi bir karakter arz etmektedir.
Nüfus planlaması kampanyası, İslam âleminin aksine Avrupa da 200 yıldır
devam etmektedir. Bunun sonucu Avrupa’da nüfus artışı düşmüş hatta nüfus artışı
durduğu için nüfus da azalmıştır. Bunun üzerine Batı tekrar harekete geçmiş ve
nüfus azalmasıyla meydana gelecek tehlikeyi sezmiş, nüfusu çoğaltıcı, çocuk ve
aileyi koruyucu ve teşvik edici birçok tedbir almıştır. Bu koruyucu ve geliştirici
tedbirleri hâlen de sürdürmektedir. Nüfus artışı zannedilenin aksine iktisadi bir güç
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Tıbbi Uygulamalarla İlgili Problemler
kaynağı ve iktisadi bir zenginlik sebebidir. Az nüfusa sahip ülkelerde iktisadi
kaynaklardan daha fazla pay almak ve fert başına millî geliri arttırmak mümkün ise
de nüfus azlığının uzun dönemde o ülkenin aleyhine bir sonuç doğuracağı kabul
edilmektedir. Batı dünyasının veya diğer gelişmiş ülkelerin günümüzde nüfuslarını
artırıcı tedbirler alması ve buna teşvik etmesi, iktisadi yönden nüfusun önemli bir
güç kaynağı olmasındandır. Ayrıca nüfusun ülkenin siyasi ve içtimai gücü ile de
yakından alakasının olduğu bir gerçektir.
Söz konusu gelişmiş zengin ülkeler kendileri dışındaki gelişmekte olan
ülkelerin nüfus artışını kendileri için ciddi bir tehlike ve sıkıntı vesilesi kabul ederek
buna mani olabilecek her türlü tedbiri almakta, gelişmekte olan ülkelerdeki
özellikle de İslam ülkelerindeki genel nüfus planlamasını organize etmekte ve
bunun için para harcamaktadırlar. Tüm bu olumsuz faaliyetler aile içi doğum
kontrolüne müsamaha ile bakan din âlimlerini günümüzdeki içtimai nüfus
planlamasına karşı menfi bir tavır almaya yönlendirmiştir. Bu sebeple XX. yüzyılın
ikinci yarısında İslam âleminde bu meseleyle ilgili birçok ilmi toplantı tertip edilmiş,
birçok eser yazılmış, işin dinî ve ilmî, siyasi ve içtimai yönü irdelenmiştir. Özellikle
Diyanet İşleri Başkanlığının ilgili kurulları ve farklı İslam ülkelerindeki fetva heyetleri
konuyla ilgili kararlar almışlardır. Öte taraftan İslam Konferansı Teşkilatına bağlı
olan ve tüm İslam âlemini de temsil eden İslam Fıkıh Akademisi, 10- 15 Ocak 1988
tarihleri arasında Kuveyt’te yaptığı V. Dönem toplantısında bu konuyu enine
boyuna incelemiş ve karara bağlamıştır. Söz konusu kararlarda, hamileliğe engel
olacak yolların kullanılması karı ve kocanın müşterek kararına bağlı ailevi bir
mesele olarak kabul edilmiştir ve bunun caiz olduğu vurgulanmıştır. Bunun aksine,
dinî bir meşruiyete dayanan bir vesile veya tıbbi bir zaruret mevcut olmadıkça,
çocuk düşürme, başlamış bir hamileliği nihayetlendirme, karı veya kocayı yahut
ikisinden birini kısırlaştırma tecviz edilmemiştir. Bunun yanında toplumu
ilgilendiren bir siyaset olan nüfus ve aile planlamasının ilerde İslam dünyasının
aleyhine olacağı bu bağlamda icra edilen yoğun kampanya ve propagandaların
başka maksatlar taşıdığı ve siyasi bakımdan yanlış olduğu kanaatini izhar etmiştir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Tıbbi Uygulamalarla İlgili Problemler
KÜRTAJ
Kürtaj, ana rahmine yerleşmiş olan ceninin tıbbi operasyonla alınarak
gebeliğin nihayete erdirilmesidir. “Gebeliğin sonlandırılması”, “Çocuk aldırma”
veya “Çocuk düşürme”gibi ifadeler de kürtaj karşılığı olarak kullanılmaktadır. En
eski devirlerden beri birçok toplumda çok sık olarak karşılaşılan, hukuki, dinî ve
ahlaki yönden üzerinde hassasiyetle durulan ve içtimai bir vakıa olan kürtaj yani
çocuk düşürme, İslam Hukuku kitaplarında ıskat-ı cenin, günümüz İslam Hukuku
kaynaklarında da ichad tabiriyle ifade edilmektedir (Harman. Ö. Faruk, “Çocuk
Düşürme”, DİA, VIII, 363; Ekşi, Ahmet, İslâm Tıp Hukuku, s.124).
Herhangi bir harici müdahele veya etkiyle ana rahminde oluşmuş olan
ceninin düşürülmesi (iskat edilmesi), tarih boyunca din, hukuk ve ahlak tarafından
engellenmeye çalışılmış ve hiçbir zaman tasvip edilmemiştir. Buna rağmen günah
olduğu bilinen bu yola her zaman başvurulmuştur. Yahudilik çocuk düşürmeyi
yasaklamış buna sebep olan anne ve diğer ilgililere ceza vermiştir. Keza
Hristiyanlıkta da çocuk düşürmek büyük bir günahtır. Buna tevessül edenler
eskiden beri kilise tarafından cinayet işlemiş olarak kabul edilmiş ve kesin bir tepki
ile karşılanmıştır (Harman, “Çocuk Düşürme”, “DİA”, VIII, 363)
İslam dini, insana çok değer vermiş, canın korunmasını beş temel esastan
biri saymış, insan hayatının dokunulmazlığı prensibini ısrarla vurgulamıştır. İslam’ın
en başta gelen emri Allah’a ibadet ve insana hürmettir. Allah tarafından insana
yaşama hakkı ana rahmine düştüğü andan itibaren tanınmıştır. Erkek spermi ile
kadın yumurtası rahimde birleşip döllenme gerçekleştikten sonra anne baba dâhil
bu canlıya hiç kimsenin müdahale ederek yok etme hakkı yoktur. Böyle bir
müdahale hem büyük bir günah hem de bir cinayettir. Çünkü cenin hayat hakkını
doğrudan doğru Allah’tan almıştır. Karı ve koca başlangıçta çocuk sahibi olup
olmama hususunda bir irade ve seçim hakkına sahip gözükebilirler. Diğer taraftan
hamileliği engelleyici tedbir ve yollara başvurmada dinen herhangi bir engelle
karşılaşmayabilirler. Fakat hamilelik gerçekleştikten sonra doğacak olan bebeğin
hayatına son vermeleri büyük bir günahtır ve onlara bu bebeğin hayatını yok etme
hakkı tanınmamıştır (Bardakoğlu, İlmihal II, 137).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Tıbbi Uygulamalarla İlgili Problemler
Kuran-ı Kerim’de “Yoksulluktan dolayı sakın çocuklarınızı öldürmeyiniz. Size
de onlara da biz rızık veririz.”(En’am 6/151) ve ”Yoksulluk korkusuyla çocuklarınızı
öldürmeyin. Onlara da sizlere de rızkı veren biziz. Şüphesiz onları öldürmek büyük
bir cinayettir” (İsra 17/31) buyuruluyor. Buna göre İslamiyet ceninin dince meşru
kabuledilen haklı bir sebep olmadan iskat edilmesine ve hamileliğin sona
erdirilmesine cevaz vermez. Ayrıca Hz. Peygamber’in kasıtlı olarak çocuk
düşürmenin bir cinayet olduğunu, bu cinayeti işleyenlerin ve buna sebep olanların
maddi tazminat ödemeleriyle ilgili hüküm vermesi, ceninin öldürülmesinin din
tarafından yasaklandığını gösterir. Nitekim Ebu Hüreyre(r.a)’den rivayet edildiğine
göre “Bir defa Resulullah(s.a.v) Hüzeyl kabilesinden birbiriyle dövüşen iki kadın
hakkında hüküm verdi. Şöyle ki: Bu kadınlardn biri diğerine bir taş atmş ve attığı
taş, gebe olan kadının karnına isabet ederek karnıdaki çocuğu öldürmüştü. Bunun
üzerine Resulü Ekrem’e dava ettiler. O da: Kadının karnındaki ceninin diyeti köle
veya cariye gurresidir (Tam diyetin yirmide biri yani 500 dirhem gümüş o da
yaklaşık 1487,5 gr ) diye hüküm verdi. Bunun üzerine diyet ve garâmetle mahkûm
olan kadının velisi (secili ve kafiyeli bir tavırla) Ey Allah’ın Resulü, henüz yemeyen,
içmeyen, konuşmayan ve bağırmayan çocuğun diyetiyle nasıl mahkûm olurum.
Böyle bir hüküm batıldır, dedi. Resulullah da: Kesin bu adam kâhinler
guruhundandır, buyurdu.(Çünkü kâhinler hakkı ibtal etmek ve hakikati gizlemek
için sanatlı söz söylerler)” (Buhârî, Feraiz, 11, Tıp, 46, Diyat, 25; Müslim, Kasâme,
38; Ebû Dâvûd, Diyat, 19). Keza dinimiz anne karnındaki bebeğin hayat hakkının
güvence altında olduğunu beyan eden emirler vermiş ve tedbirler almıştır. Kişi,
cenin hâlindeyken bile hak ehliyetine sahiptir
O hâlde dinimize göre dinî veya tıbbi herhangi bir mecburiyet yoksa ana
rahmindeki çocuğun aldırılması veya düşürülmesi, karı kocanın buna izni olsa bile
bu bir cinayettir ve haram bir fiildir. (Bilmen, III, 145 vd)
Ana rahmindeki ceninin iskat edilmesi bir cinayettir. Fakat sperm ile
kadının yumurtasının cenin sayılacağı süre tartışmalıdır. Fakihlerin çoğunluğuna
göre, hamilliğin hiçbir safhasında meşru bir neden yokken çocuk düşürmek caiz
değildir. Allah tarafından yaratılmış olan ceninin yaşamına, insan tarafından
nihayet verilmesi kabul edilemez. Bunun hiçbir dinî dayanağı da yoktur. Diğer
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Tıbbi Uygulamalarla İlgili Problemler
fakihlere göre hamileliğin ilk aylarında ceninin ıskat edilmesi mümkündür. Bu ikinci
kısmı oluşturan âlimlere göre ceninin hangi zaman diliminde veya hangi şartların
varlığı hâlinde düşürüleceği meselesi de ihtilaflıdır. Bunun ana sebebi ise, konuyla
alakalı açık ve net bir nassın bulunmamasıdır. Ayrıca bu konuda mezhep
imamlarından nakledilmiş kesin bir görüşün de mevcut olmamasıdır. Diğer taraftan
mezhep imamları döneminde ceninle ilgili yeterli tıbbi bilginin olduğu da
şüphelidir. Bu yüzden de onların farklı içtihatlarda bulundukları söylenebilir (Çeker,
Orhan, “İslam Dininde Çocuk Düşürme”, DİA; VIII, 364). Ne var ki spermin canlı
olduğu naslarla açıkça belirtilmiştir. Kuran’da el-Mü’minun suresinin 12-14
ayetlerinde ceninin ana karnındaki yaratılış safhaları anlatılmaktadır. O ayetlerde
şöyle buyuruluyor: “Yemin olsun ki biz insanı çamurdan bir sülaleden (balçığın
mayasından)yarattık, sonra onu sağlam bir karargâhta bir nutfe (sperm) yaptık.
Sonra o nutfeyi bir alaka yarattı, derken o alakayı bir çiğnem et parçası hâline
dönüştürdük, derken o et parçasını bir takım kemikler yaptık, sonra o kemikleri etle
kapladık, sonra ona bambaşka, çok güzel bir yaratılış verdik. Bak o Allah en güzel
yaratıcıdır.” Bu ayetlerde, cenine hangi safhada ruh verildiğine dair açıklık yoktur.
Fakat şu mealini vereceğimiz hadiste, anne rahmindeki çocuğa 120. günde ruh
üflenildiği bidirilmiştir. (Abdullah b. Mes’ûd (r.a) dan rivayete göre O demiştir ki:
“Resulullah (s.a.v) bana insanın yaratılış tavırlarından haber verdi –ki Onun kendisi
doğru söyler, kendisine de doğru bilgi verilir- buyurdu ki: Sizin birinizin yraratılışının
başlangıcında ana ve baba menileri 40 gün ananın rahminde toplanır. (Yaratılışa
uygun bir hâlde tahammür eder/mayalanır) Sonra o maddeler ikinci bir 40 gün
içerisinde katı bir kan pıhtısı hâlini alır. Sonra yine o kadar zaman (üçüncü 40 gün)
içerisinde bir çiğnem ete (mudgaya) dönüşür. (Dördüncü gelişme döneminde) Allah
bir melek gönderir. Ve gelişen mudgaya şu dört kelimeyi yazması emredilir ki:
‘Onun işini, rızkını, ömrünü ve şakî veya saît olduğunu yaz!’ denilir.” İbn Mes’ut
devamla demiştir ki: “Abdullah’ın hayatı kudret elinde olan Allah’a yemin ederim
ki: Melek, bunları yazdıktan sonra ona ruh üflenir. (Cenin de canlanır.)” (Buhârî,
Bed’ül-Halk, 6; Müslim, Kader, 1). Bu ruhun ilk 40 günde üflenildiğini ifade eden
hadisler de mevcuttur ki bunlardan birinin meali şöyledir: “Nutfe rahimde kırk veya
kırk beş gece kaldıktan sonra melek nutfenin yanına girer de: ‘Ey Rabbim, şakî
midir, said midir?’ diye sorar ve bunlar yazılır.”( Müslim, Kader, 1; Müsned, III,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Tıbbi Uygulamalarla İlgili Problemler
397). İşte bu hadislerin ifade ettiği cenine ruh üflenmesi zamanını veya ceninin ana
rahminde tam olarak teşekkül etme dönemini esas alan âlimler, o süreden önce
ceninin ıskat edilebileceğini kabul etmişlerdir (Bilmen, III; 149; Çeker, DİA, VIII,
364).
Yukarda zikredilen naslar doğrultusunda “Hanefi mezhebinde ruh
üflenmeden önce çocuk düşürmenin mubah olduğunu söyleyen hukukçular varsa
da hâkim görüş, bunun ancak haklı bir sebebe dayanması ile caiz olabileceği
şeklindedir.”(Çeker, DİA,VII,364). İçlerinde Hanefi hukukçularından bazılarının da
bulunduğu bir grup fakih, 120. günden önceki dönemde çocuk düşürmeyi, tam
olarak çocuk olmuş bir cenini düşürme saymama eğilimindedirler. Bazı Maliki ve
Hanbeli hukukçular ise, 40 günden önceki çocuk düşürmeyi tam teşekkül etmiş bir
çocuğun düşürülmesi olarak kabul etmeme eğilimindedirler (Bardakoğlu, İlmihal II,
138). “ Çocuk düşürme için hamileliğin nihayet 120 günlük olması lazımdır. Bundan
sonra çocuğu ıskat etmek caiz görülmemektedir. Çünkü organları kısmen beliren
cenin, tamamen organları belli olmuş hükmündedir. Böyle bir cenini düşürmek ise
bir kimseyi öldürmek gibidir (Bilmen, III, 149). Fakat hemen belirtebiliriz ki onların
bu şekilde fikir beyan etmelerinin sebebi, kendi dönemlerinde çocuğun ana
karnındaki gelişme safhaları hakkında yeterli teknik ve tıbbi bilgiye sahip
olamamalarıdır. Zira söz konusu bu hukukçular, yukarıda zikredilen hadise bakarak
ceninin ancak 120 günden sonra hayat bulduğu ve teşekkül ettiği görüşündedirler.
Bundan önceki safhada cenin cansız ve belirsizdir. Ruh üflenmeyi beklemektedir.
Bu şekildeki ayrımın sebebi ise, 120 günden önce çocuk düşürmenin mekruh,
bundan sonra ise haram olduğunu vurgulamaktır. Buna göre çocuk düşürme, ilk
günden ruh üflenme zamanına doğru gidildikçe mekruh olmaktan harama kayan
bir değişme gösterecektir. Böylece bazı hukukçulara göre kırkıncı bazılarına göre de
120. günden itibaren haram hükmünü alacağı şeklinde bir açıklama söz konusudur
(Bardakoğlu, İlmihal II, 138).
Şurası da bir gerçektir ki, ana rahmindeki ceninin canlı olması hâliyle ruh
üflendikten sonraki hâli aynı kabul edilemez. Bugün bilinen tıbbi bilgiler şudur ki
cenin, döllenmeden itibaren ayrı bir canlılık ve bütünlük kazanmakta, dönem
dönem oluşum ve yaratılış tamamlanmakta, ilk birkaç haftadan itibaren organlar
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Tıbbi Uygulamalarla İlgili Problemler
oluşmakta ve kalp atışları hissedilmektedir. Buna göre ilk 120 günlük ceninin
düşürülmesi, cinayet ve günah olan çocuk düşürme fiilinin dışında sayılamaz.
Netekim İslam fakihlerinin çoğu hangi günde veya safhada olursa olsun ceninin
iskat edilmesini kabul etmezler. Mezheplerin genel olan görüşü de budur. Gazali
(ö.505/1111) gibi bir düşünür ve fakih de ana karnına düştüğü andan başlamak
üzere çocuk düşürmenin caiz olmadığını ve bunun bir cinayet olduğunu beyan eder
İslam hukukçularının cenine ruh üflendikten sonra çocuk düşürmenin veya
çocuk aldırmanın haram olduğu, ayrıca bunun bir cinayetle eş değerde bulunduğu
hakkında ittifak ettikleri, belirtilmektedir. Ancak şurası da bir gerçektir ki hamile
olan annenin hayatını kurtarmak üzere tıbbi ve kesin bir mecburiyetin bulunması
hâlinde anne rahmindeki ceninin tıbbi bir operasyonla alınması caizdir. Zira
çocuğun varlığı tabii oarak annenin varlığına bağlıdır ve bu hâlde çocuğun sağ ve
sıhhatli doğması da şüpheldir. Ne var ki bu konu da karı kocanın karar vermesi
önemli değildir. Burada esas alınması lazım olan hazik ve uzman olan tıp
doktorlarının kararlarıdır (Bilmen, III, 149; Bardakoğlu, İlmihal II,139)
İslamiyet, cenine karşı bir cinayet işlenmesini kabul etmediği gibi, şayet bu
işlenmişse onu da cezasız bırakmamıştır. Çocuk düşürme, kasıtlı veya kasıtsız olmak
üzere iki kısımdır. Birincisi, kasıtsız düşürmedir. Tıbbi veya sıhhi hiçbir işlem
yapmaksızın, ceninin vaktinden evvel düşmesi, maddi veya manevi birtakım
sebeplerle meydana gelmektedir. Mesela, beslenme bozuklukları, sağlık
tedbirlerinin zamanında alınamaması, hamilelerin gerekli tedbirleri önceden
tahmin ederek almamaları, şiddetli korku veya heyecana maruz kalmaları buna
örnek verilebilir. İkincisi kasıtlı düşürmedir. İsteyerek ve bilerek (kasten) veya hata
ile çocuk düşürmenin cezası, gurre denilen bir tazminat çeşididir. Gurre miktarı beş
deve yani yaklaşık olarak altın ve gümüş üzerinden 212,5 gr altın veya 1785 gr
gümüştür (Hanefilere göre 1487,5 gr). (Ebû Dâvûd, Diyat,21; Tirmizî, Diyat,15).
Gurreyi ceninin mirasçıları (akilesi) öderler. Ceninin düşmesine sebep olan mirasçı
ödemez. Burada Şafii ve Hanbeli hukukçularının gurre ile birlikte keffaret ödenmesi
gerektiğini ifade ettiklerini de zikredelim. Gurre gerekmesi için çocuğun kasten ve
hata ile düşürülmesi veya anne ve baba tarafından bu suçun işlenmesi arasında
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Tıbbi Uygulamalarla İlgili Problemler
fark yoktur. (Bilmen, III, 145 vd; Bardakoğlu, İlmihal II,139; Çeker, Çocuk Düşürme,
DİA,VIII, 365).
Görülüyor ki İslam dini anne karnına düşmesinden itibaren hayatın her
döneminde insana ve insan hayatına büyük değer vermektedir.
Günümüzde özellikle gelişmektete olan devletlerde nüfus ve aile
planlaması kampanyaları ve bu doğrultudaki aşırı propagandalar, gelişmiş zengin
ülkeler tarafından fikrî ve mali destekle yürütülmektedir. Bu propagandalar, aileleri
bilhassa kadınları çok yakından etkilemekte ve giderek kürtaj (çocuk aldırma)
ülkemizde yayılmaktadır. İstenmeyen hamileliklerde kürtajın bir çözüm olarak
algılanmasını kolaylaştıran sebeplerin başında çok çocuk sahibi olmayı ayıplayan ve
hoş görmeyen çevre baskıları ve insanların kader ve rızık inançlarının zayıfladığı
gösterilebilir. Bu arada kürtajın yaygınlaşma sebeplerinden biri de nikâhsız erkek ve
kadın münasebetlerinin çoğalması ve hoşgörüyle karşılanmaya başlamasıdır.
Toplumun sağduyusu ve kilise çevreleri, Batı memleketlerindeki içtimai ve
ahlaki yapı bozulmalarının sebebi olarak görülen kürtajın serbest olmasını
körükleyen kampanya ve baskılarına engel olmaya çalışıyor. Kürtajın açık bir suç ve
cinayet olduğunu, kürtajın serbes bırakılmasının birçok sakınca doğuracağını kesin
olarak vurguluyor. Ayrıca bunun bir insanlık suçu olduğunun kabul edilmesini
istiyor. Hatta Papa VI.Paul’ün idare ettiği II.Vatikan Konsili (1962-1965) “Hayat,
annenin hamile kaldığı andan itibaren büyük bir titizlikle korunmalıdır.Çocuk
düşürme ve evlat öldürme çok ağır suçlardandır” şeklindeki kararıyla çocuk
düşürmeyi yasaklamıştır ( Harman, DİA, VIII, 363).
Yurt kalkınması, hürriyet, gelirin ölçülü dağıtımı ve çocukların daha iyi
eğitilmesi ve yetiştirilmesi gibi iddialar içeren propagandalar, kürtajı hukuken ve
Ana rahmine
düşmüş bir çocuğun
gelişmesini engellemek
veya oluşmuş bir cenini
parçalayarak almak
hem büyük bir günah
hem de ağır bir
cinayettir.
ahlaken büyük bir günah ve ağır bir suç ve cinayet olmaktan çıkaramaz. Anne ve
babanın istediği zamanda istediği kadar çocuk sahibi olması veya gebeliği
engelleyici tedbirlere başvurması dinimizde tabii karşılanmış olabilir. Lakin ana
rahmine düşmüş bir çocuğun gelişmesini engellemek veya oluşmuş bir cenini
parçalayarak almak hem büyük bir günah hem de ağır bir cinayettir. Zira yukarıda
zikredildiği gibi kimin daha güzel amel edeceğinin bilinmesi için hayatı da ölümü de
da yaratan Allah’tır (Mülk 67/2) İnsan hayatının ve soyunun devam etmesi için
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Tıbbi Uygulamalarla İlgili Problemler
anne ve baba yalnız birer vasıtadan ve birer sebepten ibarettir. İslamiyet ancak
kişinin hayatını ve değerini muhafaza etmesini, hem bu dünyada hem de öbür
dünyada mesut ve bahtiyar olmasına yönelik tedbirleri bildirmiş, gerekli telkin ve
teşviklerde bulunmuştur.
GENETİK KOPYALAMA
Genetik kopyalama, benzer DNA1 ( deoksiribo nükleik asit ) yapısını taşıyan
diğer bir canlı yapı meydana getirmektir. Kopyalama bir bütünü meydana getirmek
için yapıldığı gibi bütünün parçalarını oluşturmak maksadıyla da yapılabilmektedir.
İnsan, hayvan ve bitki gibi. Zira her klonlama çoğaltmak ve üretmek için
yapılmayabilir. Klonlama, benzer genetik karakter ve bilgiyi bünyesinde barındıran
diğer bir canlı meydana getirmektir.
Genetik kopyalama, herhangi bir canlıdan alınan elverişli bir beden
hücresinin çekirdeğinde mevcut olan gen bütünü ve kodlanmış DNA molekülü,
çekirdeği alınmış (DNA’dan temizlenmiş) yumurta hücresini stoplazmasına
yerleştirmek sureti ile eşeysiz bir embriyo (genç organizma, iki aylık cenin)
meydana getirmesine verilen isimdir.
O hâlde klonlamaya DNA’dan temizlenmiş yumurta hücresine bir beden
hücresinin çekirdeğinin nakledilmesi veya zigot hücresinin özelleşmesinden önce
yumurtanın bölünmesi ile bir veya daha ziyade canlı elde edilmesidir. Genetik
kopyalamanın nasıl yapıldığına dair geniş bilgi tıp ve genetik mühendisliği bilim
dalına ait kaynaklarda mevcuttur.
Klonlamanın İtikadi Yönü
Daha çok Kelam ilmini ilgilendiren bu meseleye kısaca değinelim: Hemen
belirtelim ki genetik kopyalama bir yaratma işlemi değildir. Aksine Allah tarafından
önceden yaratılmış olan canlı hücreler üzerinde gerçekleştirilen bir işlem ve kısmi
1
DNA: Birçok organizmanın irsi (kalıtım) özelliklerinin tayininde etkili olan ve hücre
bölündüğünde kendi benzerlerini vücuda getirerek oğul hücrelere geçen genetik
malzemedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Tıbbi Uygulamalarla İlgili Problemler
bir tasarruftur. Klonlama mevcut bir imkânı kullanmaktan ibarettir. Canlı bir
organizmaya mevcut genetik bir bilgiyi aktarmaktır. Binaenaleyh elde olan bir geni,
başka bir hücreye geçirmek onu yaratmak değildir. Transfer eden, yaratıcı değildir.
Yaratmak hücreyi yoktan var etmektir. Klonlamada yapılan, mevcutlar arasında
değişiklikler gerçekleşmektir. Hücreyide diğerlerini de Allah yaratır. Genetik
kopyalama yaratılmıştan faydalanmaktır ve yaratılmışın farkına varmak onu
tanımaktır.
Klonlamanın amaçları
Klonlamanın amaçlarını şöyle sıralayabiliriz:
1- Islah çalışmaları: Gen değiştirme ve nakletme usulüyle ve ıslah
çalışmalarıyla sağlanan verimli hayvani ürünün özelliği değişmeden seri olarak
üretilecektir.
2- Tedavi: Klonlama hastalıkların bilhassa kısırlığın tedavi edilmesinde
kullanılacaktır.
3- İlaç ve doku üretimi: Bugün için tedavisi mümkün olmayan veya zor
gözüken hastalıklar tedavi edilecek ve bilhassa doku üretimi artırılacaktır.
Klonlamanın sakıncaları:
Daha önceden belirttiğimiz üzere klonlama, bütünün veya bütünün
parçasının yani “cüzün” yaratılması değildir. Yaratma Allah’a mahsustur. Ne var ki
genetik müdahalenin sonradan ne gibi menfi sonuçlar meydana getireceği henüz
yeterince bilinmiyor. Hatta genetik kopyalama neticesinde organları eksik, sakat
doğmuş veya kimliği belli olmayan canlıların meydana geleceği ifade edilmektedir.
Ayrıca pahalı, neticesinden emin olunmayan bir yol olmasına rağmen, klonlamanın
başarılı olma şansı da azdır. Birçok deneyden ancak bir ikisinden başarılı sonuç
alınmaktadır. Doğanların çoğu sakat doğuyor veya doğduktan sonra hemen ölüyor.
Buna göre klonlamayı normal bulmak imkânsız gözüküyor.
Yukarıda zikredilenler yanında klonlama sonucu elde edilecek insanın
akrabalık münasebetleri ve bağları büyük problem olacaktır. Onunla ilgili olarak
miras, velayet ve diğer hükümlerin nasıl bir hâl alacağı belli değildir. En başta
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Tıbbi Uygulamalarla İlgili Problemler
klonlamadan meydana gelen çocuğun anne ve babasının tespiti kolay
olmayacaktır. Zira bir insandan alınan hücre ile kopyalama yapılması durumunda
meydana gelecek çocuk o hücre sahibinin çocuğu değil, genetik ikizi olacaktır.
Hâlbuki verilen genetik özellikler hücre sahibinin ana babasına aittir. Hatta şu
durum çok daha vahimdir: Klonun taşıyıcı annenin rahmine yerleştirilmesi
durumunda çocuğun iki anası olacaktır. Bu durumda bu kadınlarla çocuk arasındaki
münasebetin hukuki durumu şimdilik belli değildir ve bu sebeple taşıyıcı annelik
caiz görülmemektedir.
Sırası gelmişken şunları da buraya kaydedelim: “İslam Konferansı
Teşkilatına bağlı olarak çalışmalarını sürdüren İslam Fıkıh Akademisi, 28 Haziran- 3
Temmuz 1997 tarihleri arasında Cidde’de düzenlenen 10.Dönem toplantısında ve
10d/1/99 sayılı kararında “el-İstinsahu’l-beşeri” başlığıyla insan kopyalaması
konusunda şu mütalaalarda bulunmuştur: 14-17 Haziran 1997 tarihleri arasında
Fas Krallığında Akademinin de yardımıyla İslam Tıbbi Bilimler Teşkilatı tarafından
düzenlenen 9.Tıbbi Fıkıh Toplantısında ortaya konan araştırma, inceleme ve
tavsiyeler gözden geçirildikten; fakihlerin ve tıp doktorlarının konuyla ilgili yaklaşım
ve tartışmaları dinlendikten sonra insan kopyalanması konusunda şu neticelere
varılmıştır:
1. Yukarıda anlatılan her iki yolla veya insan çoğalmasına imkân veren
başka herhangi bir usulle insan kopyalanması haramdır.
2. Birinci maddede belirlenen Şer’î hükme uyulmadığı gibi ihmaller de söz
konusu olursa bunun neticeleri, dinî hükümlerin tayini için incelemeye tabi tutulur.
3. Gerek ana rahminin (taşıyıcı annenin) kiralanması gerek yumurta veya
spermin yahut klonlama için bedenden hücrenin alınması usulüyle karı-koca
arasına üçüncü şahısların girmiş olduğu her hâl haramdır.
4. Faydalı olanı almak ve zararlı olanı atmak için dinî esaslar dahilinde
bakteriler ve diğer mikroskobik canlılar, bitkiler ve hayvanlar üzerinde klonlama
teknikleri kullanmak ve genetik mühendislik tatbikatı yapmak din açısından caizdir.
5. Ülkelerimizin insan klonlama deneylerinin laboratuarı ve bu işlemin
propaganda sahası olmasına mani olmak için ülke içi ve dışı araştırma müesseseleri
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Tıbbi Uygulamalarla İlgili Problemler
ve mütehassıslarının başvuracakları doğrudan veya dolaylı kapıların kapatılması
için İslam ülkeleri, lazım olan kanun ve düzenlemeleri yapmalıdırlar.
6. Klonlama ve ilmî gelişmeler ve bunlarla ilgili ıstılahların tespiti
hususunda ve ilgili dinî hükümlerinin izah edileceği toplantıların yapılacağı
konusunda İslam Fıkıh Akademisi ve İslam Tıbbî Bilimler Teşkilatı eşgüdüm hâlinde
(birbirleriyle bağlantılı olarak) çalışmalıdır.
7. Bilgi edinmek için başvurmak üzere biyolojik sahadaki yaratılış kanun ve
kurallarını tespit etmek maksadıyla İslam ülkelerinde, mütehassıslardan ve din
âlimlerinden müteşekkil teknik heyetler kurulmalıdır.
8. Biyoloji ilminin ve insan klonlamasının dışında genetik mühendislik
sahalarında İslami esaslar ışığında araştırmalar yapacak ilmî müesseseler ve
araştırma kurumları tesis edilmelidir. Ancak bu sayede İslam dünyası başka
milletlerin peşinden gitmez ve onları taklit etmekten kurtulur.
9. İlmî gelişme ve yenilikleri, İslami bir bakış açısıyla temellendirmek
zorunludur. Medya da bu gibi meselelere yaklaşırken imani esasları her zaman göz
önünde bulundurmalıdır. Olayları İslam ile çatışacak bir biçimde takdim etmemeli
ve herhangi bir sorgulamada bulunmadan önce halkı bilgilendirmelidir. İşte
bunların hepsi Allah’ın Emniyet ve korkuya dair onlara bir haber gelse hemen onu
etrafa yayarlar. Hâlbuki onu Peygamber’e ve aralarındaki yetki sahibi kimselere
götürselerdi, işin iç yüzünü bilenler onun ne demek olduğunu ortaya koyarlardı.
Eğer Allah’ın rahmeti ve lütfü olmasaydı, çok azınız müstesna hepiniz şeytana
uyardınız (Nisâ, 4/83) mealindeki emrini yerine getirmenin de bir gereğidir.”
Söz konusu toplantıda tespit edilen şu ifade de çok önemlidir: “Bir şeyin
yalnızca uygulanabilir olması nedeniyle tatbik edilmesine izin verilemez. Bilakis o
şeyin yararlı, insanların meşru menfaatlerini temin eden ve zararlarını da
engelleyen bir ilmî disiplin olması, insanın değerini, Allah’ın insanı yaratış gayesini
muhafaza etmesi, onu kobay hâline düşürmemesi, ferdin kişilik ve asli vasıflarına
karışmaması, içtimai yapıyı, akrabalık, soy sop ve aile bağlarını bozmaması
lazımdır.”
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Özet
Tıbbi Uygulamalarla İlgili Problemler
•Günümüz tıbbi-hukuki meselelereden bazılarını doğum kontrolü,
kürtaj, sünni döllenme, taşıyıcı annelik ve genetik kopyalama gibi
konuları oluşturmaktadır.Bunlardan kürtaj, fakihleri bir hayli
ihtilafa düşürmüştür. Anne karnında 120 günlük olduktan sonra
cenini düşürmek veya tıbbi bir ameliyatla aldırmak dinimizde asla
caiz değildir.120 günün ölçü alnmasının sebebi, naslarda
zikredilen bundan sonra ona “Ruh üflenmesidir”.Kendisine ruh
üflenmiş olan cenin artık tam bir canlıdır ve düşürülmesi bir
cinayettir. Ne var ki bazı İslam hukukçuları embriyonun ilk
teşekkülünden itibaren ceninin canlılığının başlamış olduğunu
kabul ederler. Bir taraftan Kuran’da insanların ruh hakkında hiçbir
zaman bilgi sahibi olamayacağı bildirildiği için bizim ruhu delil
olarak alamıyacağımız kesinken, diğer taraftan bugün elde mecut
olan ayrıntılı tıbbi bilgilere göre spermin, ana rahminde kadın
yumurtasıyla birleşip döllendiği andan itibaren ayrı bir canlılık ve
bütünlük kazandığı bilinirken böyle bir canlınyı ortadan kaldırmak
tam manasıyla bir çocuk düşürme ve bir cinayettir. Aslında klasik
fıkıh kitaplarında bu gibi cinayet ifadeleri sık sık kullanılırken bir
de 120 günden bahsedilmesi, hangi safhada olursa olsun çocuk
düşürmeyi, bir cinayet yani tam bir adam öldürme olmaktan
çıkaramaz. Diğer taraftan kürtajın bir doğum kontrol usulü
olduğunu kabul etmek mümkün değildir. Sadece belli şartların
varlığı hâlinde geçici olarak hamileliğe mani olmak caizdir.
•Sun’i döllenmeye gelince bu, normal yolla çocuk sahibi olamayan
karı-kocanın kendi spermleriyle olmak şartıyla çocuk yapma yolu
olarak caiz görülmüştür. Ancak doğacak çocuğun kaş veya göz
rengini değiştirmek gibi zaruri olmayan işlere girişmek veya
taşıyıcı annelik yapmak caiz değildir.
•Klonlama ise iki şekilde yapılır: Birincisi,DNA’dan temizlenmiş
yumurta hücresine vücudun bir hücresinin çekirdeğinin
nakledilmesiyle yapılan kopyalamadır. İkincisi, zigot
(nutfe)hücrelerinin özelleşmesinden evvel yumurtanın
bölünmesiyle bir veya daha fazla canlı yaratık elde edilmesidir.
İşte yapılan bu gibi ameliyeler tam veya eksik birer yaratma
değildir.Yaratıcı, ancak Allahtır.Kullar yalnız onun yarattıkları
üzerine işlem yapabilirler. Klonlama ile ıslah çalışmaları, tedavi
veya ilaç veya doku üretimi yapılabilir.Yalnız insanlık için zararlı
olan şeyler yapılamaz. Hele insan kopyalama hiç yapılamaz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
Tıbbi Uygulamalarla İlgili Problemler
DEĞERLENDİRME SORULARI
Değerlendirme
sorularını sistemde ilgili
ünite başlığı altında yer
alan “bölüm sonu testi”
bölümünde etkileşimli
olarak
cevaplayabilirsiniz.
1. Ana rahmine düşüp orada kadın yumurtasıyla birleşerek döllenen
canlıyı (cenini) bundan sonraki herhangi bir safhada düşürmenin hükmü nedir?
a) Caizdir.
b) Helaldır.
c) Mübahtır.
d) Normaldir.
e) Katl (Adam öldürme)dir.
2. Tüp bebekle alakalı olarak aşağıdaki usüllerden hangisi caiz değildir?
a) Birden çok kök hücrenin temin edilip depolanması
b) Spermlerin ana rahmi dışında birleştirilmesi
c) Tüp bebek tatbikatına geçilmesi
d) Evli olmayan karı-kocanın spermlerinin birleşirilmesi
e) Hiçbiri
3. Aşağıdakilerden hangisi doğum kontrolü için en tabii ve zarasız
seçeneklerden biridir?
a) Azil
b) Doğum kontrol hapı kullanmak
c) Çocuğu aldırmak
d) Hiç çocuk yapmamak
e)Spiral kullanmak
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
Tıbbi Uygulamalarla İlgili Problemler
4. Genetik kopyalama (klonlama) aşağıdakilerden hangisi için yapılmaz?
a) Hastalıkların tedavi edilmesi
b) Islah çalışmaları
c) İnsan kopyalama
d) İlaç ve doku üretimi
e) Hepsi
5.Aşağıdakilerden hangisi çocuk düşürmenin cezasıdır.
a)Tazir
b)Gurre
c)Erş-i Mukadder
d)Kısas
e)Diyet
Cevaplar Anahtarı
1-e, 2-d, 3-a, 4-c, 5-b
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
Tıbbi Uygulamalarla İlgili Problemler
YARARLANILAN ve BAŞVURULABİLECEK KAYNAKLAR
Adli, H. (1989). el-Mevsuattü’l-Kanuniye fi Mihneti’t-Tıbbiye, Daru’nNahditi’l Arabiyye, Kahire
Ahmet b. Hanbel,( tsz.), el-Müsned, Beyrut.
Ansay, S. Ş. (1954). Hukuk Tarihinde İslam Hukuku, Ankara İlahiyat
Fakültesi Yayınları, Ankara.
Aynî,(1990). el-Binâye fi Şerhi’l-Hidâye,Beyrut.
Aynî, (tsz).Umdetü’l-Kâri Şerhu Sahihi’l-Buhâri, Daru’l-Fikr.
Bardakoğlu, A.(2006). “Haramlar ve Helaller”, İlmihal I-II, (İslam ve
Toplum), İstanbul.İsam.
Behnesi, Ahmet Fendi,(1991). el-Mevsuâtü’l-Cinâiyye fi’l-Fıkhi’l-İslâmi,
Daru’n-Nahdati’l-Arabiyye, Beyrut.
Behnesi,
Ahmet
Fendi,(1968).
ed-Diyetü
fi’ş-Şeriati’l-İslamiyye,
Mektebetü’l-Anclü’l-Mısriyye.
Behnesi, Ahmet Fendi,(1984). el-Mesuliyyetü’l-Cinâiyye fi’l-Fıkhi’l-İslâmi,
Daru’ş-Şuruk, Beyrut.
Bilmen,Ö.N.,(1968).Büyük İslam İlmihali,İstanbul.
Bilmen,Ö.N.,(1967). Hukukı İslamiyye ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu,
İstanbul.
Buhârî, (1979).el-Câmiu’s-Sahih, İstanbul.
Çeker, O.(1993). “İslam Dininde Çocuk Düşürme”, DİA., İstanbul. III.
Ebû Dâvûd,( 1969-1974). Sünenü Ebî Davûd, Beyrut.
Ebû Gudde, Abdü’s-Settar,(1991). Buhûs fi’l-Fıkhi-Tıbbi, Darü’l-Aksa,
Kahire.
Ebû İyd, el-Abd Halil,(2002). “İslam Hukukuna Göre Kısırlaştırmayla ve
Geçici Yollarla Doğum Kontrolü” Marife, (trc.Mustafa Akmen), Yıl:1, Sayı:3, Konya
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
Tıbbi Uygulamalarla İlgili Problemler
Ebû Sünne, Ahmet Fehmi,(1985). “ Hükmü’l-İlac bi Nakli Dem’il İnsan ve
Nakli’l-Azai ev Cüz’in Minha”, Mecelletü Mecmai’l-Fıkhi’l-İslami, Sayı:1, C 1, Mekke.
Ekşi, A.(2011). İslâm Tıp Hukuku, İstanbul.
Erman,
B.,(2003).
Ceza
Hukukunda
Tıbbi
Müdahalelerin
Hukuka
Uygunluğu, Seçkin Yayıncılık, İstanbul.
Gökmenoğlu, H.,(1996). İslam Hukukunda Şahsiyet Hakları, Türkiye
Diyanet Vakfı, Ankara.
Görgülü, Ü.,(2010). “Taşıyıcı Annelik”, İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi,
Sayı: 15, Konya.
Harman, Ö. F. ,(1993). “Çocuk Düşürme”, DİA, VIII, İstanbul.
Haskefî,
Alâuddin,(1309).ed-Dürrü’l-Muhtâr, (İbn
Âbidin’in
Reddü’l-
Muhtâr’ının kenarında), İstanbul.
İbn Âbidîn,(1987). Reddü’l-Muhtâr ale’d-Dürri’l-Muhtâr, Beyrut.
İbnü’l-Hümâm,(1979) Fethu’l-Kadîr,Mısır.
İbn Kudâme, (tsz.).el-Muğni, Mektebetu İbn Teymiyye, Kahire.
İbn Mâce,(1953). Sünenü İbn Mâce, Mısır.
İbn Nüceym, (1983). el-Eşbâh ve’n-Nezâir, (tnk. Muhammed Muti’ elHafız), Darü’l-Fikir, Dımaşk.
İbn Rüşd,(1997). Bidâyetü’l-Müctehid ve Nihâyetü’l-Müktesid, (thk.
Abdülmecid Tu’me Halebi), Darü’l-Marife, Beyrut.
İmam Mâlik,(tsz.). el-Muvatta
İslam
Konferansı
Teşkilatı
İslam
Fıkıh
Akademisi
Kararları
ve
Tavsiyeler,(trc.Hasan Hacak ve Bilal Aybakan),3. Dönem (11-16.10.1986), Karar No:
4.
Karaman ,H.,(2006). İslamın Işığında Günün Meseleleri, İstanbul.
Karaman ,H.,(1991).Mukayeseli İslam Hukuku,İstanbul.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
Tıbbi Uygulamalarla İlgili Problemler
Kâsânî, (1991). Bedâiu’s-Sanâi’ fi Tertibi’ş-Şerâi’,Beyrut.
Koçak, M.,(1996). “Gurre”, DİA, İstanbul.
Komisyon, (1973).el-Fetava’l- Hindiyye, Mektebdü’l-İslamiyye, Diyarbakır.
Kühistânî,
Şemsüddîn
Muhammed,(1300).
Câmiu’r-Rumûz
Şerhu
Muhtasâru’l-Vikâye, (Kühüstânî) İstanbul.
Merğinânî,(1965).el-Hidâye Şerhu Bidâyeti’l-Mübtedi, Mısır.
Molla Hüsrev,(1310). Dürerü’l-Hukkâm fî Şerhi Gureri’l-Ahkâm, İstanbul.
Müslim, (1965).Sahihu Müslim, İstanbul.
Nesâî,(1988). Sünenü’n-Nesâi, (Ebu Gudde Neşri),Beyrut.
Omran, Abdel Rahîm,(1995). İslâm Kültüründe Aile Plânlaması ,Ankara.
Organ ve Doku Alınması, Saklanması ve Nakli Hakkında Kanun,Sayı: 2238,
Tarih: 29.05.1979.
Özay, M.,(2006). Estetik Amaçlı Tıbbi Müdahalelerde Hekimin Hukuki
Sorumluluğu, Yetkin Basım ve Yayımcılık, Ankara.
Sadruşşerîa, (2004) el-Muhitu’l-Burhâni, (Hazırlayan, Naim Eşref Nur
Ahmet), Riyad.
Saraç, H., (1994).“Nüfus”, DİA.,XXXIII, İstanbul.
Serahsî,(tsz.). Kitâbu’l-Mebsût, Beyrut.
Şâfiî, (1990).Kitâbü’l-Ümm, Beyrut.
Şenocak, Z.,(1998). Özel Hukukta Hekim Sorumluluğu, Ankara Üniversitesi
Hukuk Fakültesi Yayınları, Ankara
Tan,O.,
(2006).Fıkıh,(Ankara
Üniversitesi
Uzaktan
Eğitim
Yayınları,(Ankuzem) Ankara.
Tirmizî, (ts).Sünenü’t-Tirmizî, Beyrut.
Yaman, A.,(2008).”Organ Nakli”, Diyanet Aylık Dergi, Nisan.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
26
Tıbbi Uygulamalarla İlgili Problemler
Yaman,A.,http:www.altuntop.org/islamve bilim/Genetik Kopyalam2.asp
12.07.2011
Yaran, R.,(1994). “Doğum Kontrolü” ,DİA.,İstanbul, IX.
Yazır, M. H., (1935-1938), Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul.
Zemâhşerî, 1998). el-Keşşâf an Hakâikı Kavâmidi’t-Tenzil ve Uyûni’l-Akvâl
fî Vücûhi’t-Te’vîl,(Hazırlayan, Adil Ahmed-Ali Muhammed Muavvaz)I-VI, Riyad.
Zeylâi,(ts). Nasbü’r-Râye,li Ahâdîsi’l-Hidâye,Kahire.
Zeyni, Mahmut Muhammet Abdülaziz,(1993). Mesuliyyetü’l- Etıbba,
Müessesetü’s- Sakâfi’l-Camii, İskenderi.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
27
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
TIBBİ UYGULAMALARLA İLGİLİ
PROBLEMLER II
•Otopsi
•Organ Ve Doku Nakli
•Hekim Tedavisinde Mahremiyet
•Haramla Tedevi
•Ötenazi
•Estetik Ameliyat
GÜNÜMÜZ FIKIH
PROBLEMLERİ
Prof.Dr. Hakkı AYDIN
•Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
•"Otopsi nedir ?"öğrenebilecek,
•Hukuken organ naklinin caiz ve mümkün olup
olmadığını kavrayabilecek,
•Hekim tedavisinde mahremiyetin mahiyetini
öğrenebilecek
•Haramla tedavinin hükmünü anlayabilecek
•Ötenazinin ne olduğunu öğrenebilecek
•"Estetik ameliyatı caiz midir? detaylı şekilde
göreceksiniz.
ÜNİTE
11
Tıbbi Uygulamalarla İlgili Problemler
GİRİŞ
Allah, insanı mükerrem (saygı değer) kılmış, hoş ve güzel nimetlerle
beslemiş ve yarattıklarının çoğundan üstün kılmıştır (İsrâ 17/70).Diğer taraftan
Allah, insanı şeklen ve manen en güzel bir biçimde yaratmış, (Tîn 95/4) tedavi
maksatlı bir mecburiyet bulunmadıkça yarattığı bu güzel biçimin bozulmamasını ve
değiştirilmemesini istemiştir. Aynı şekilde Allah, kendi iradesinden bazı
yetkiler/salahiyetler vererek yeryüzünde, kendi adına kendi kanunlarını tatbik
edecek bir halife yaratmıştır (Bakara 2/30) Allah, yeryüzünün dirlik ve düzeninin
sağlanması ve insanların güzelce yönetilmesi için yarattığı insanların sağlıklı
olmasını temin için her türlü imkânı da yaratmıştır. İnsanın kulluk vazifelerini gereği
gibi yerine getirebilmesi için Allah, onun sağlığını ve beden bütünlüğünü
korumasını da emretmiştir. Sağlık gibi hastalık da bu hayatın gerçeklerindendir.
Hastalığı yaratan Allah, onun tedavisini de yaratmış ve tedavi olmamızı istemiştir.
Nitekim Peygamberimiz (s.a.v)” Ey Allahın kulları tedavi olunuz. Zira Allah,
yaşlanma müstesna, yarattığı her hastalığın şifa vasıtası olan ilacını da yaratmıştır”
buyurdu (Buhârî, Tıb,1; Ebû Dâvûd, Tıb, 1; Tirmizî, Tıb, 2). Diğer bir hadisin meali de
şöyledir: “Eğer hastalığı kesin tedavi edecek ilacı bulmuşsan, Allahın izniyle hasta
iyileşir.” (Ahmet b.Hanbel,V, 371; Beyhâki, Sünen, IX, 343).
Yukarıda belirtmeye çalıştığımız gerekçelerle biz, bu ünitede otopsi, organ
ve doku nakli, hekim tedavisinde mahremiyet, haramla tedavi, ötenazi ve estetik
ameliyat konularını ele aldık, bunların mahiyetine dair kısa bilgiler verdik ve bu
konularla ilgili olarak klasik ve çağdaş İslam hukukçuların görüşlerine yer verdik.
Bunlardan naslara ve tıbbın ortaya koymuş olduğu ilmî esaslara uygun olanlarına
dikkati çekmeye çalıştık ve doğru olduğuna kanaat getirdiklerimizi tercih ettik.
OTOPSİ
Otopsi, ölmüş bir kimse veya onun yakın akrabaları ya da diğer insanlar için
bazı yararlı bilgiler temin etmek, kişinin ölüm sebebini veya bu sebebin ölüye ne
oranda etki yapmış olduğunu tayin etmek üzere ceset (kadavra) üzerinde yapılan
tıbbi bir işlemdir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Tıbbi Uygulamalarla İlgili Problemler
Bu tarife göre otopsi, hayatını kaybetmiş ceset (kadavra) üzerinde
yapılmaktadır. Otopsinin yapılma sebebi, ölen kimsenin ölüm sebebini
öğrenebilmek veya ortada bir cinayet varsa onun failini elde edebilmek için deliller
elde edebilmektir. Böylece ölüm sebepleri tespit edilebilmekte, cinayetler
aydınlatılmakta, bulaşıcı hastalıklarla mücadele yoluna gidilmekte, adli ve tıbbi
açıdan birçok faydalı neticeler ve bilgiler temin edilmektedir.
İslam dini, insanı saygıya değer kılmış, hayatında da ölümünde de onun
dokunulmazlıklara
sahip
olduğunu
beyan
etmiştir
(İsrâ,
70)
Bu
dokunulmazlıklardan biri de beden ve ceset dokunulmazlığıdır. Ne var ki her hak
gibi vücut ve ceset (kadavra) dokunulmazlığı da mutlak (dokunulmaz) değildir.
Zaruri, mecburi ve faydalı olduğu zaman kadavraya müdahale etmek, üzerinde
otopsi yapmak mümkündür. Esasen otopsiyi doğrudan doğruya yasaklayan bir ayet
veya hadis de yoktur. Otopsiyi ilmî araştırmalara imkân vermeye, ilme katkı
sağlamaya, iyiliğe, dayanışmaya ve yardımlaşmaya çağıran ayet ve hadisler
doğrultusunda ele almak daha doğru olur.
Keza otopsi zaruret sonucu başvurulan ameliyedir. Ölüm sebebini ortaya
çıkarmak ve cinayetlerin faillerini bulmak için otopsiye başvurmak mecburi hâle
gelebilir. “Zaruretler ise yasakları mubah kılar.” (Mecelle, madde 21). Mecellenin
külli bir kaidesi olan bu ifade, Bakara suresinin 73. ayetine istinat etmektedir.
Otopsiyi kabul etmeyenler “Ölünün kemiğini kırmak, o kemiği, o kimse sağ
iken kırmak gibidir.” (Ebû Dâvûd, Cenâiz, 64; İbn Mâce, Cenaiz,63; Mâlik, Muvatta,
Cenâiz, 15) mealindeki hadisin sadece lafzına bakmaktadırlar. Nitekim Mâliki ve
Hanbeli mezhebinden olan âlimler, bu hadisi esas alarak ölmüş hamile bir kadının
sağ olan çocuğunu alıp kurtarmak için karnının yarılamayacağı görüşünü
benimserler. Zira onların ilk dönem tıbbi bilgilerine göre annesi ölen çocuk
yaşayamaz. Annenin ölümü, çocuğunda ölümü demektir. Buna göre, çocuğun
yaşama ihtimali zayıftır. Bu zayıf ihtimal karşısında güçlü olan insan saygınlığına
riayet terk edilemez.
Bu görüşe karşılık Hanefi ve Şafiiler, hem çocuğu kurtarmak için ölmüş olan
anneye, hem de bir kimsenin değerli bir malını yutan kimseye, başka türlü ödeme
imkânı yoksa, operasyon yapılabileceğini kabul etmektedirler. Nitekim “ Zarar
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Tıbbi Uygulamalarla İlgili Problemler
devam etmez, mevcut bir zarara son verir ve verilen zarar telafi edilir = zarar izale
edilir (Mecelle, madde 20).” maddesiyle ilgili olarak ölmüş olan bir annenin
karnındaki çocuğun hayatta olduğu ümidi varsa, onun usulü dairesinde ameliyatla
alınması caizdir ( İbn Nüceym, el-Eşbâh ve’n-Nazâir,1,285).
Yukarıda mealini verdiğimiz “ Ölünün kemiğini kırmak, o diri iken o kemiği
kırmak gibi olur” hadisinin gerçek manası, kemiğini kırarak sebepsiz yere ölüye
eziyet, hakaret, işkence ve zulmetmektir. Bir kimseye sağlığında olduğu gibi
öldükten sonra da hürmet etmek, cesedine kasıtlı herhangi bir kötü işlem
yapmadan, olduğu gibi yıkayıp kefenleyip ve namazını kılarak mezarına defnetmek
gerekir. Otopsinin, hakaret, işkence, küçük düşürme ve ölüye kötülük yapmakla
hiçbir alakası yoktur. Üstelik ona, yakınlarına ve topluma faydalı işler yapılmış olur.
Otopsi ile ilgili olarak son devir İslam hukukçularının görüşleri şu şekilde
hulasa edilebilir:
Malezya’nın Cidde Büyükelçisi tarafından Suudi Arabistan Adalet
Bakanlığına sorulan “Tıbbi hizmetlerden yararlanmak için müslüman bir ölü
üzerinde cerrahi ameliyet yapmak caiz midir?” şeklindeki soruya, Bakanlık şu
şekilde cevap vermiştir:
Bu ameliyatı dinî hükmü açısından üç kısma ayırmak lazımdır:
1. Adam öldürme davalarında hakikati öğrenmek için yapılan otopsi
2. Neticesine göre gerekli olan koruyucu tedbirleri almak için bulaşıcı bir
hastalığın mevcut olup olmadığını öğrenmek için yapılan otopsi
3. Öğrenmek ve öğretmek (eğitim) için bilgilenmek kastıyla yapılan otopsi
Bu mesele âlimler komisyonunda enine boyuna görüşülüp müzakere
edilmiş ve şu neticeye varılmıştır:
Meclisin kanaatina göre birinci ve ikinci çeşit ameliyatların caiz olamsı
güvenlik, adalet ve toplumun bulaşıcı hastalıklardan korunması alanlarında önemli
faydalar sağlamaktadır. Otopsi yapılarak elde edilecek önemli faydalar karşısında
“bedenin dokulmazlığını kaldırma” sakıncası küçük kalmaktadır. Bu nedenle âlimler
meclisi, adı geçen iki gaye ile yapılacak olan ameliyatın caiz olduğunu oy birliği ile
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Tıbbi Uygulamalarla İlgili Problemler
kabul etmiş ve bu hükümden cesedin bir müslümana veya müslüman olmayana ait
olmasında herhangi bir fark görmemişlerdir.
Üçüncü gaye ile yani ilmî gaye ile yapılacak ameliyata gelince meclis, bu
konuda herhangi bir karara varamadan önce şu kuralları göz önünde tutmuştur:
a. İslamiyet faydalı şeylerin elde edilmesine ve çoğaltılmasına, zararlı
şeylerin de ortadan kaldırılmasına ve azaltılmasına önem vermiştir.
b. Aynı anda iki zarar bir araya gelir ve ikisinden birden kurtulmak
mümkün olmazsa daha az zararlı olana katlanma ve zararı çok olanı
engelleme yoluna gidilir.
c. Hayvanlar üzerinde yapılan cerrahi çalışmalar ihtiyacı karşılamamakta
ve yeterli olamamaktadır. Onun için insan kadavraları üzerinde bu çeşit
çalışmalara ihtiyaç vardır.
d. Ceset üzerinde yapılan çalışmalar tıbbın çeşitli dallarında kendini
gösteren önemli ilmî çalışmalar sağlamış ve faydalar hasıl etmiştir.
İşte bu hakikatleri dikkate alan âlimeler komisyonu genel olarak kadavra
üzerinde ilmî çalışma ve ameliyat yapılmasını caiz görmektedir. Şartları oluştuğu
takdirde otopsi yapmanın ölünün saygınlığına ve diğer insani değerlerine hiçbir
eksiklik getirmeyecektir. Aksine
insanlığa faydası olacak, yakınlarını da
bilgilendireceği için onları kötü zan ve şüphelerden koruyacaktır.
ORGAN VE DOKU NAKLİ
Bir hastayı tedavi etme konusunda, günümüzde başvurulan usüllerden biri
de hiç şüphe yok ki organ ve doku naklidir. Kısa ifadesiyle organ nakli, bir insanın
vücudunda vazifesini yapamayan herhangi bir organın yerine başka bir sağ veya ölü
insandan alınan ve aynı işi yerine getirebilecek sağlam bir organın nakledilmesidir
(takılması, bağlanmasıdır). Bedendeki herhangi bir organ, artık vazifesini yerine
getiremiyorsa, hasta kimsenin hayatını devam ettirebilmesi için ona benzer bir
organ nakledilmesi bir mecburiyettir. Tedavi için de bir zarurettir.
Organ nakli hem alternatifi (başka seçeneği) olmayan bir tedavi usulüdür
hem de tarafları insan olan ve insan organları üzerinde operasyonu gerektiren bir
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Tıbbi Uygulamalarla İlgili Problemler
işlemdir. Bu sebeple başta dinin, hukukun ve ahlakın konuları arasına girmektedir.
Fakat burada meselenin yalnız dinî ve hukuki yönü ele alınacaktır.
Tarihi bakımdan hemen- hemen XVI.yüzyıldan bu yana başlanılan organ
nakli, zamanla gelişmiş XIX. yüzyıllarda insanlara doku ve organ nakli yapılmıştır. Bu
işlem deri, kas ve damar nakliyle devam etmiştir. Daha sonra, böbrek, karaciğer,
kalp, kemik iliği ve kornea gibi önemli unsurların nakli gerçekleştirilmiştir. Nihayet
XX.yüzyılın ikinci yarısından beri bu nakillerde büyük başarılar elde edilmiştir. Hatta
organ nakli şu anda yurdumuzda dahi birçok hastanın hayat kaynağı olmaya ve
hastalara büyük ümitler vermeye başlamıştır. Ne var ki önemli ve hayati bir konu
olan organ nakli bir takım dinî ve hukuki problemi de beraberinde getirmiş ve farklı
çevrelerde farklı değerlendirmelere tabi tutulmuştur.
Hemen şunu belirtelim ki ahirette sorumluluğun herkesin kendi serbest
iradesi ve eylemi neticesinde söz konusu olacağı ve dinî sorumluluk duymayanlara
veya dinî inancı olmayanlara organ bağışlamanın onun günah işlemesine vesile
olamayacağı görüşü ileri sürülmektedir. Fakat konunun İslam Hukuku açısından
değerlendirilmesi daha da farklılık arz etmektedir.
Evvela şunu belirtelim ki gerek Kuran ve sünnette gerek klasik fıkıh
kitaplarında organ nakli ile ilgili açık ve kesin hükümler yoktur. Bununla birlikte
organ naklinin hükmünün mevcut nasslara ve önceki hukukçuların hareket tarzına
bakılarak hâlledilebileceği yaygın bir görüştür. Bu konuda genel olarak Kuran’dan
şu ayetler delil getirilmektedir: “Allah size sadece şunları haram kıldı: Ölmüş
hayvan eti, kan, domuz eti ve Allahtan başkası adına kesilen hayvan etleri. Fakat
her kim bunlardan yemeye mecbur kalırsa başkasının hakkına tecavüz etmemek ve
zaruret miktarını geçmemek şartıyla ona günah olmaz. Çünkü Allah gafur ve
rahimdir.” (Bakara 2/173. Benzer ayetler için bkz. Mâide 5/3;En’âm 6/119,145).
Hadislerde ise, insanın ölümüne sebebiyet verecek bir açlık veya
mecburiyet hâllerinin haram olan şeyleri helal kılacağı ve bu hâllerde haram fiilleri
işlemenin de günah olmayacağı beyan edilmiştir. (Ahmed b.Hanbel, V,96,218; Ebû
Dâvûd, Et’ime, 36,37). Zira İslam Hukuku’nun genel kurallarından biride şudur:
“Zaruretler yasak olan fiilleri mübah (caiz) kılar.” (Mecelle, mad., 21) O hâlde
insanın, hayatını devam ettirmesini engelleyecek herhangi bir mecburiyetin varlığı
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Tıbbi Uygulamalarla İlgili Problemler
hâlinde yasak olan işlem ve şeylerden istifade etmek zorunlu hâle gelebilir. Haram
olan şeyler dahi helal olur. Hayatı korumayı ön planda tutan İslam dini, ölüden
ziyade diriye daha çok önem vermiştir. İslam hukukçuları, açlık hâlinde zarurete
binaen bir kimsenin ölmüş olan insanın etini yiyebileceğini kabul ettikleri gibi yine
tedavi amaçlı olarak pis veya haram olan şeylerin kullanılabileceğini, kan, kemik,
diş ve benzeri şeylerle tedavi olabileceğini, ölen bir annenin karnında bulunan diri
bebeğin kurtarılması için onun karnının yarılabileceğini, değerli bir mücevheri
çıkartmak için ölünün karnının açılabileceğini kabul etmişlerdir. İşte onların bu ve
buna benzer fetvalarının organ nakli içinde bir dayanak teşkil edilebileceği aşikârdır
Fakat buna rağmen bu görüşte olmayan fakihlerin olduğu da belirtilmektedir.
Günümüz din âlimleri ve müesseseleri, ölen bir kimsenin vücudundan
(kadavradan) tedavi amaçlı parça ve organ alınmasını ve hastalara nakledilmesini
kabul etmektedirler. Mesela memleketimizde Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri
Yüksek Kurulu, önceki kararlarıyla birlikte 3.3.1980 ve 396/13 sayılı kararı ile bazı
şartların bulunması hâlinde ölmüş bir kimsenin vücudundan alınacak bir organın
sağ bir kimseye nakledileceğine dair fetva vermiştir. Keza Mısır’daki Ezher Fetva
Kurulunun ve Kuveyt Evkaf ve Din İşleri Reisliğine bağlı bulunan Fetva Kurulunun
24.12.1979 tarih ve 132/79 sayılı, yine 14.09.1981 tarih ve 87/81 sayılı kanunları ile
Suudi Arabistan da bulunan Dünya İslam Birliğine bağlı Fıkıh Akademisi’nin
kararları keza İslam Konferansı kararları aynı şekilde İslam Konferansı Teşkilatına
bağlı olan İslam Fıkıh Akademisinin 11.02.1988 tarih ve 4/1 sayılı kararı da aynı
olup ölüden organ nakli belli şartların varlığı hâlinde caiz görülmüştür. Aynı şekilde
günümüz din âlimlerinin büyük bir kısmının da şahsen bu doğrultuda fetva verdiği
bilinmektedir.
Yukarıda isimlerini zikrettiğimiz kurullar ve âlimler, ölüden diriye organ
nakli için gerekli şartları şöyle sıralamışlardır:
1. Organ nakli için zaruri bir durumun bulunması
2. Uzman doktorlarca hastanın bu yolla iyileşeceğine dair kuvvetli bir
kanaatın bulunması
3. Ölmemiş kimseden hayattayken, ölmüş ise mirasçılarından nakil
için onay alınması
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Tıbbi Uygulamalarla İlgili Problemler
4. Hukuki ve tıbbi ölümün gerçekleşmiş olması
5. Organın herhangi bir ücret karşılığı bağışlanmaması
6. Organı kabul edecek olanın da buna razı olması
Bu kurullar ve din âlimleri organ naklinin cevazı konusunda umumiyetle
zaruret (mecbur kalma ve çaresiz olma) hâlini esas almaktadırlar. Buna göre
mecburiyet altında, haramı irtikâp etmek, necis ve haram ile tedavi olmak, bu
konulardaki naslara dayanmaktadır. Bu naslardan istihraç edilen hukuki kurallar bu
konunun delilleridir. Ayrıca söz konusu âlimler bu konuda, mecburiyet ve zaruret
hâline düşen bir kimsenin ölmüş insan eti yiyebileceğini, ipek veya altın
kullanabileceğini, vücuduna ölmüş kimsenin kemiğini veya dişini takabileceğini,
bebeği veya canını kurtarmak için ölen annenin sezaryana tabi tutulabileceğini
veya anneyi kurtarmak için karnındaki ölmüş çocuğu veya cenini parçalayarak
almayı hükme bağlayan hükümleri ve bunların verdiği ruhsatları örnek almış ve
bunların gerekçelerini benimsemişlerdir.
Organ naklini caiz görmeyenler şu mealdeki hadisi esas almaktadırlar: ”Bir
ölünün kemiğini kırmak, sağ iken onun kemiğini kırmak gibidir.” (Ebû Dâvûd,
Cenâiz,64; İmam Mâlik, Muvatta, Cenâiz,45,) Bu hadis ile ölünün mukaddes ve
masun (dokunulamaz) olduğu şeklinde bir kanaate varmaktadırlar. Ayrıca cismani
haşir ve ahrette organların sahibine şahitlik edeceği akidesini, öte yandan organ
naklinin hilkati (yaratılışı) bozmak olacağını ileri sürerek bunun caiz olmadığını ileri
sürmüşlerdir. Ne var ki bu görüşün yukarıda zikredilen delillere dayanan görüş
karşısında zayıf olduğu aşikârdır.
Sağ olan kimseler arasında yapılacak olan organ naklinin caiz olup olmadığı
meselesine gelince, yukarıda isimleri zikredilen fetva kurulları ve bazı din âlimleri
bunun da caiz olduğunu benimsemişlerdir. Mesela, Suudi Arabistan’daki Dünya
İslam Birliğine bağlı Fıkıh Akademisi, 19-28 Ocak 1985 tarihinde Mekke de
düzenlenmiş bulunan VII. Dönem Toplantısında almış olduğu ve İslam Konferansı
Teşkilatına bağlı İslam Fıkıh Akademisi, 11.02.1988 tarih ve 4/1 sayılı 20.03.1990
tarih ve 6/5-8 sayılı, Kuveyt Evkaf ve Din İşleri bakanlığına bağlı Kuveyt Fetva
Kurulu, 24.12.1979 tarih ve 132/79 kararıyla sağ olan insandan sağ olan insana
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Tıbbi Uygulamalarla İlgili Problemler
organ naklini şartların varlığı hâlinde caiz görmektedir. Bu şartlar da şöyle
sıralanmıştır:
1. Zaruretin (çaresizliğin) bulunması
2. Organ verenin izin ve rızasının mevcudiyeti
3. Organ vermenin, verenin hayatını ve sıhhatini bozmayacak olması ve
bunun tıbbi bir raporla belgelendirilmesi
4. Uzmanlarda ameliyat ve tedavinin başarılı olacağına ilişkin kuvvetli bir
kanaatın bulunması
5. Kâfi tıbbi ve teknik şartların ve ortamın bulunması
6. Organ verme, ücret veya her hangi bir menfaat karşılığı olmamalıdır.
Fetva kurullarının vermiş olduğu bu fetvanın delili ise yukarıda
zikredilenlerin yanında şu meâldeki ayetlerdir:“ Bir insana hayat veren, bütün
insanlara hayat vermiş gibidir. “(Mâide 5/32); “ İyilik ve takva üzerinde birbirinize
yardım ediniz.” (Mâide 5/20). Bu ayetlerin yanında ayrıca fedakarlığı, zarara mani
olup faydalı olanı yapmayı, yardımlaşma ve dayanışmayı emir ve teşvik eden
yüzlerce hadis delil olarak alınmaktadır.
Canlıdan yapılan organ naklinin caiz olmadığını benimseyen günümüz din
âlimleri, gerekçe olarak şunları ileri sürmektedirler. İnsan kendi organları üzerinde
mülkiyet hakkına sahip olmadığı için onlar üzerinde herhangi bir işlem yapmaya,
tasarrufta bulunmaya da yetkili değildir. Diğer taraftan insan, şerefli ve mukaddes
bir varlık olduğu için, organ nakli ile yaratılışını değiştiremez ve bozamaz. Ayrıca
organ nakli iki taraf için de aynı derecede tehlikeye sebep olacağı için bir zararın,
zararla telafisi de dine göre caiz değildir.
Canlıdan organ naklini caiz görmeyenlere karşı şu fikirler ileri sürülmüştür:
Canlıdan alınmış olan her organ ve doku her zaman olumsuz netice doğurmaz.
Keza bu işlem, sıhhat bozukluğu veya görüntü çirkinliği veya hayati bir olumsuzluk
da meydana getirmez. Eğer nakil, vericinin sıhhatini ve görüntüsünü bozmuyor ve
onu herhangi bir tehlikeye maruz bırakmıyorsa organ nakli mecburen başvurulan
ve karşılığı da olmayan bir tedavi şekli olarak gözüküyorsa, buna cevap vermek dini
esaslara ve dinî hükümlerin gayelerine daha uygun olacaktır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Tıbbi Uygulamalarla İlgili Problemler
Keza, canlıdan organ veya doku nakli işlemi, büyük çaplı bir şüpheye mahal
bırakmamıştır. Nitekim İslam Konferansına bağlı İslam Fıkıh Akademisi, 11.02.1988
tarih ve 4/1 sayılı kararıyla verdiği fayda, vereceği zarardan ziyade ise ve biyolojik
ve psikolojik bakımdan şahsi sıkıntıya maruz bırakan bir ayıp veya rahatsızlığın
atlatılması gayesine yönelik bulunursa bu şekildeki tıbbi işlemlerin caiz olduğunu
beyan etmiştir. Buna rağmen Akademi aynı kararıyla, insanın hayatına son verecek
olan, hayatına son vermese bile vücudun asli faaliyetlerinden birini kısmen veya
tamamen sonlandıran organ veya organların alınması durumunda canlıdan canlıya
Müslümanlar,
insanın yaşamasına ve
hayatını devam
ettirmesine çok fazla
önem veren bir dinin
mensuplarıdır. Bu
bakımdan organ nakli
konusunda bütün
insanlara örnek ve öncü
olmaları kendilerinden
özellikle
beklenmektedir.
organ naklinin caiz olmadığını belirtmiştir.
Netice itibariyle şunu ifade edebiliriz ki Müslümanlar, insanın yaşamasına
ve hayatını devam ettirmesine çok fazla önem veren bir dinin mensuplarıdır. Bu
bakımdan organ nakli konusunda bütün insanlara örnek ve öncü olmaları
kendilerinden özellikle beklenmektedir.
HEKİM TEDAVİSİNDE MAHREMİYET
İnsanlar hayat boyu çeşitli hastalıklara maruz kalabilirler. Hastalığı yaratan
Allah, onun tedavisini de yaratmıştır. Hastalığı maruz kalan kadın erkek herkesin
tedavi olması hem sıhhi hem de dinî bir vecibedir.
Tedavi olurken kadın erkek herkesin mahrem (başkasının bakması yasak ve
günah olan) yerlerini dahi gerektiğinde doktora göstermesi dinî bir mecburiyettir.
Tedavinin gerektirdiği şekil ve ölçüde vücudun gizli yerlerinin açılması, doktorun
erkek veya kadın vücudunda bakılması yabancılara helal olmayan yerlere bakması
bir zaruret kaidesi olarak caizdir. Yalnız bu konuda, zaruret sınırları aşılmamalıdır.
Muayene, teşhis ve tedavi için mecburi olan elle yoklama ve dokunma, bakma ve
açma zaruriyet ölçülerine göre belirlenir ve tedavi olacak kısımları aşamaz. Mesela
bunun ölçüsü şöyle tespit edilmiştir: Bir doktor bir kadından kan alacak olsa, kolun
bütünüyle örtülmesi farz olup ancak kan alabilmek için mecburi olan yer açılır.
Sargıda ise sağlam kısımların sadece zaruri olan yeri sargı altında bırakılır.
Eğer mutahassıs kadın doktor var ise, kadın hasta, öncelikle bu doktora
muane olmalıdır. Bilgili ve becerili kadın doktor yoksa, kadın bu ruhsat ve cevazdan
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Tıbbi Uygulamalarla İlgili Problemler
yararlanmalıdır. Meşhur fıkıh kitabımız el Mebsut’ta bu husus şu şekilde ifade
edilmektedir: Bir kadının vücüdunun bir yerinde bir çıban çıksa, erkeğin ona
bakması cağiz değildir. Ona bakmadan bu kimse o kadının yarasının nasıl
iyileşeceğini başka bir kadına öğretir.Kadın onu tedavi eder. Çünkü aynı cinsten
olanların birbirlerinin mahrem yerlerini görmeleri daha tabii ve hafiftir. Ne var ki
söz konusu hasta kadını tedavi edecek bir kadın bulunmaz veya tedavi etmeyi ona
öğretmezler ise ve hasta kadının ölmesi veya acı çekmesinden korkarlarsa kadının
diğer yerlerini örterek erkeğin onu tedavi etmesinde ve mümkün olduğu nisbette
de gözünü sakınmasında suç ve günah yoktur. Burada ancak zaruretin olup
olmadığına bakılır. Zaruret olduğu takdirde, zaruretten fazlası caiz olmaz.
Yukarıda zikredilenler birer örnek kabilindendir. Zaruret varsa, zaruretler
çerçevesinde kalmak kaydıyla kadınlar erkek doktorlar tarafından gerekli muaneye
ve tedaviye tabi tutulabilirler. Sağlık zarureti karşısında kadın, doktorun tedavi
masasına yatar ve neresi olsa gösterilebilir.
HARAMLA TEDAVİ
Genel bilgiler
İnsan diğer varlıklardan bazı yönlerde daha üstün kabiliyet ve üstünlüklerle
yaratılmıştır. Her şeyden önce insan daha güçlü bir akıl ve iman etme kabiliyetiyle
vücuda getirilmiştir. Bunu tabii sonucu olarak ve külfet- nimet dengesi
doğrultusunda da insana birçok sorumluluklar yüklemiştir. Öte yandan Allah’ın
yeryüzüne koyduğu fıtri ve tabii nizama da bedeni ve fiziki varlığı ile uymak
zorundadır. Esasen bir ayet ki belirtildiği üzere insan zayıf yaratılmıştır (Nisâ, 4/28).
Bazen insan; dayanıksız, zayıf ve kısa ömürlüdür. İnsan her şeyden önce hastalanan
bir yaratıktır. Belli sebeplerin varlığı hâlinde hemen hastalanabilir diğer taraftan
dinimiz İslam; yangın, sel, deprem, su baskını, fırtına, sakatlık, fakirlik, hastalık v.s
gibi menfi ve hüzün verici durumlar karşısında dayanıklı olmamızı bunlara karşı
mücadele etmemizi, tüm tedbirleri önceden almamızı öğütler. Ayrıca bunları,
imtihan için Allah’ın verdiğini bilmemizi ve bunlara karşı sabırlı olmamızı beyan
eder ( Bakara, 2/155, Mülk, 67/2).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Tıbbi Uygulamalarla İlgili Problemler
İnsanın ruh ve beden sıhhatini bozan şeylerin başında hastalık gelmektedir.
Tedavi de bozulan ruh ve beden dengesinin eski hâline getirilmesidir. Hastalanan
veya sakatlanan ya da ruhi bir bunalıma düşen kimsenin her türlü tedavi yoluna
müracaat etmesi, gerek tabii yapısı gerek dininin bir hükmüdür. Nitekim Allah’ın
Resulü “Allah Teala şüphesiz derdi de O’nun ilacını da yarattı ve her hastalık içinde
bir ilaç (şifa) bahşetti. O hâlde tedavi olununuz; fakat haram şeylerle tedavi
olmayınız buyurmuştur.” (Ebû Dâvûd, Tıb, 1,11; bkz. Buhârî, Tıb, 1; Tirmizî, Tıb, 2,8;
İbn Mâce, Tıb, 1, 27). O hâlde herhangi bir hastalık veya derde duçar olanın,
bundan kurtulmak için tedavi yoluna gitmesi gerek kader ve tevekküle, gerek
Allah’ın şafi (şifa veren) olduğuna dair inanca aykırı değil, bilakis bunlara tam
manasıyla uygundur.
Hastalıklar maddi ve manevi olduğu gibi ve bunların sebepleri de keza
maddi ve manevidir. Aynı şekilde bunlar için maddi, manevi ve ruhi birçok tedavi
sebebi ve yolu da mevcuttur. Bugün modern tıp bunlardan bulabildiği birçok tedavi
yolunu ve ilacını kullanmaktadır. Esasen hastalıklarla mücadele, tedavi daha çok tıp
ilminin konusu olarak kabul edilmektedir. Bunun yanında meşru olan ve zarar
vermeyen her türlü tedavi yoluna baş vurmakta dinen bir sakınca yoktur. Mesela
faydalı bitkilerin veya alkollü maddelerin kullanılması, ayet ve duaların okunması
bunların arasında sayılabilir. Tedaviye bu vesilelerle de Kuran ve sünnette yer
verilmiş, sağlıkla ilgili birçok tavsiyelerde bulunulmuştur. İslamiyet ilk günlerinden
itibaren sağlığa ve hastalığa dikkati çekmiş İslam bilginleri de bu vesile ile ilgili
olarak daima tıp ilmiyle uğraşmışlardır ve bu arada haramla tedavi konusunu da ele
alıp incelemişlerdir.
Haram Şeylerle Tedavi
Haram maddeler ifadesinden anlaşılan özellikle alkollü ve uyuşturucu
maddelerdir. İslam hukukçuları alkollü maddelerin ilaç olarak tedavide
kullanılmasında, şarap ve şaraba benzeyen ve sarhoş eden içkileri anlamaktadırlar.
Ne var ki bugün damara zerk edilen veya hap yahut toz şeklindeki uyuşturucular da
mevcuttur. Bu nedenle bu gibi maddelerin dozajı, doktorun reçetesi olmadan
kullanılması ve hangi sebep ve maksatla alınmış olduğu da konumuz bakımından
önemlidir. Söz konusu bu maddeler, içki gibi gerek tedavi de gerekse keyif verici
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Tıbbi Uygulamalarla İlgili Problemler
olarak kullanılmaktadır. Bu sebeple haram şeylerle tedavi ile ilgili düşünceler ve
görüşler, toz ve hap şeklinde alınan veya damara enjekte edilen maddelerle
tedaviyi de yakından ilgilendirmektedir.
İçilmesi ve yenilmesi haram olan şeylerle tedavi etme meselesinde İslam
hukukçularınca beyan edilen görüşler üç farklı şekilde özetlenebilir:
1. Bazı İslam âlimleri haram şeylerle tedaviyi ve onlardan şifa ve deva
aramayı kabul etmezler. Ne var ki Cahiliye Dönemi’ndeki Araplar arasında sarhoş
edici maddeler ilaç olarak da kullanılıyordu. Allah’ın Resulü İslamiyet’le beraber
şarabı da, şarapla tedaviyi de yasakladı. Rivayet edildiğine göre Tarik b. Süveyd elCafi, Nebi Hz.Peygamber’e şarabin hükmünü sordu: O da şarabı nehyetti. O tekrar
sordu. Resulullah da nehyetti. Tarık tekrar: Biz onu tedavi için kullanıyoruz (O bir
ilaçtır.)” deyince Allah’ın Resulü: “ Hayır o bir ilaç değil; aksine bir hastalıktır.
(hastalık sebebidir.)” buyurdu (Müslim, Eşribe, 3; Ebû Dâvûd, Tıb,11). Bu ve benzeri
hadisleri esas kabul eden fakihlerimizin çoğu, tedavinin de mümkün ve caiz
olmadığını kabul etmişlerdir.
Yukarıdaki görüş sahipleri Hanbeli mezhebi mensubu olan hukukçulardır.
Bunlar, hastalığı, haram maddeleri helal kılacak bir zaruret olarak kabul
etmemişlerdir. Onlar genellikle şu görüştedirler. Açlık sebebiyle zor durumda
kalmış olan kimse haram olan yiyeceklerden başka bir yiyecek bulamamıştır. Ama
hastalık başka bir şeydir. Hastalığı iyileştirmek için tek çare haram kılınmış olan bu
uyuşturucu maddeleri kullanmak değildir. Tedavi için birçok çare veya ilaç
bulunabilir.
2. Bazı hukukçular yenmesi ve içilmesi haram olan şeylerle tedavi olmanın
caiz
olduğu
görüşünü
benimsemişlerdir.
Zâhiri
mezhebi
âlimleri
böyle
düşünmektedirler. Onlar nezdinde haram sayılan şeylerle tedavi olmak
mümkündür. Bu meselede İbn Hazm(Ö. 467/1064) şunları söyler: Şarap sıkıntıya
düşen ve mecbur olan kimse için mübahtır. Tedavi olmak, boğulmak veya acil su
ihtiyacını karşılamak üzere şarap içmiş olan birine ceza tatbik edilemez. Çünkü
tedavi olmak da bir zarurettir. Zaruretler de memnu (yasak) olan şeyleri mübah
kılar. Bu arada İbn Hazm, şarabı yasaklayan hadislerle ilgili olarak bunların bir
kısmının zayıf olduğunu iddia etmiştir. Hadislerin bir kısmıyla ilgili olarak da
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Tıbbi Uygulamalarla İlgili Problemler
çaresizlik (zaruret) sebebiyle haram olan şeyleri işlemek mubahtır. O hâlde bu gibi
haram şeyler zaruret hâlinde necis (pis) olmaktan çıkarlar.
3. Hukukçuların çoğu, belli şartların varlığı hâlinde haram şeylerle tedaviyi
helal saymışlardır. Ne var ki bunlardan bazıları helallığı birtakım ön şart ve kayıtlara
bağlamışlardır. Hanefi ve Şafiîler genellikle bu gruba dâhildirler. Bunlar eğer tedavi
edeceği kesinse veya en azından iyileşme ümidi kuvvetle muhtemelse, haram
şeylerle tedavi mümkün olur derler. Fakat şifa olacağı kesin olarak bilinemiyorsa,
haram olan şeylerin tedavide kullanılması caiz değildir. Şurası kesindirki, ilaçlar da
gıda maddeleri gibi yaşamın mecburi olan ihtiyaçlarıdır. Çaresiz kalan ve dara
düşmüş bulunan kimseler haram şeylerle tedavi edilebilirler. Nitekim Resulullah
Helal olan
şeylerle tedavi mümkün
olmuyorsa, tedavi
edebilecek her ilaç, caiz
olan ilaç hükmünü alır
(s.a.v) Müslüman erkeklere ipekli giymeyi haram kılmışken cilt hastası olan
sahabilere yasaklamamıştır (Buhârî, Libas, 29, Cihâd, 91). Zikrettiğimiz bu görüşün
sahipleri, haram maddelerle tedaviyi yasaklayan hadislerin helal olan ilaçların
bulunduğu normal durumlar da bu yasak hükmünü getirdiği kanaatindedirler. Helal
olan şeylerle tedavi mümkün olmuyorsa, tedavi edebilecek her ilaç, caiz olan ilaç
hükmünü alır ve yasaklayan hadislerin hükmü dışında kalır.
Kısaca söylemek gerekirse İslam hukukçuları, yenilip içilmesi haram olan
şeyleri bünyesinde bulunduran ilaçla, hayati bir tehlikeden kurtulması mümkün
olan birinin bulunması hâlinde uzman olan ve iyi bilen bir tabip kimsenin ancak söz
konusu şeylerle tedavi olabileceğini söylemesi hâlinde, bu tür ilaçların
kullanılabileceği konusunda ittifak hâlindedirler. Bunun için önemli olan alternatif
helal bir ilacın olmaması ve uzman bir doktorun teşhis ve tavsiyesinin
bulunmasıdır.
Şunu da belirtelim ki hukukçuların üzerinde anlaşamadıkları konu idrar,
şarap ve benzeri şeylerin doğrudan tedavi için kendilerinin alınması ve
kullanılmasıdır. Bu gibi haram şeyler, ilaç yapımında kullanılacaklarsa “Değişme ve
karışma( tahavvül ve tebdil) usulüyle haram ve pis olan şeylerin hükümler değişir.”
kaidesince kullanımları caizdir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Tıbbi Uygulamalarla İlgili Problemler
ÖTENAZİ
Ötenazinin kelime manası, iyi ölüm, kolay ölüm veya acı çekmeden ölüm
demektir. Buradan hareketle ötenazi şöyle tarif edilmektedir: Bir insanın hayatı,
ağır veya ölümcül bir hastalık, yahut rahatsızlık neticesi bütün değerini kaybettiği,
yaşanamaz hâle geldiği, ağır bir yük olduğu ve tahammül edilemez elem ve ıstıraba
sebebiyet verdiği vakit, umutsuz ve acı çeken hastanın kendisi veya doktorları
tarafından acı ve ıstırap vermeden öldürülmesidir.
Ötenazi, hariçten ilaç vermek suretiyle bir eylemle gerçekleştirilebildiği
takdirde aktif, ilaçla tedaviye son vermek, tedavi için kullanılmakta olan alet ve
makinelerin fişini çekmek sureti ile hastayı ölüme terk etmek de pasif ötanazi
olarak adlandırılmaktadır. Pasif ötenazinin cinayete, aktif ötenazinin ise intihara
benzediği kabul edilmektedir. Onun için aktif ötenazinin, İslamiyet’te, intiharla eş
anlamlı olduğu, böyle bir hâlde yaşamına nihayet verilmesini isteyen kimsenin
intihar suçu işlemiş olduğu savunulmaktadır.
İntihara benzetilen ötenazinin, İslam dini tarafından kabul edilmeyeceğine
sebep olarak şunlar ileri sürülmektedir.
Öncelikle şunu hemen belirtelim ki Allah’ın verdiği canı ancak Allah’dır.
Doktorların veya diğer insanların hatta hastanın bile böyle bir hakkı yoktur.
İslamiyet’e göre insanın sahip olduğu temel haklar özü itibari ile malik
olduğu ve üzerlerinde sınırsız tasarruf yetkilerinin bulunduğu haklar değildir.
Aksine bunlar Allah tarafından kendilerine emanet olarak verilmiş ve belli, şart ve
kayıtlar altında kullanılabilecek olan haklardır. İnsanın bunlar üzerinde mutlak
kullanım hakkı yoktur. Allah’ın müsaade ettiği sınırlar çerçevesinde bu hak ve
yetkiler kullanılabilir. Bu yetkiler arasında da ölümünü önceden isteme ve bunu
gerçekleştirme yetkisi mevcut değildir. İnsan hayatı, korunması gereken
dokunulmaz bir hayattır. Harp, haksız adam öldürme (katl)ihtilal ve isyan, evli
kimsenin zina etmesi gibi içtimai huzuru, sükunu ve düzeni bozan eylemler
olmadan insan öldürülmez. Nitekim İslamiyet’te sırf küfür (kafirlik) bile bir öldürme
sebebi değildir. Çünkü onun zararı kişinin kendisinedir. Bu sebeple İslamiyet,
insana kendi hayatına kendi eliyle nihayet vermek demek olan intihar ve ötenaziyi
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Tıbbi Uygulamalarla İlgili Problemler
yasaklamış, bunu büyük günahlar (günah-ı kebair) arasında saymış, intihar
edenlerin ahirette elim bir azaba çarptırılacağını haber vermiştir.
İslam dini, bir insanı diriltmenin, bütün insanlığı diriltmek, bir insanı
öldürmenin de bütün insanlığı öldürmek demek olduğunu açıkça beyan etmiştir.
Nitekim Kuran’da şöyle buyrulmuştur.”Her kim, herhangi bir kimseyi öldürmemiş
veya yeryüzünde herhangi bir bozgunculuğu olmamış olan birini öldürürse, sanki
bütün insanları öldürmüş gibi olur. Her kim de bir insanın hayatını kurtarırsa, bütün
insanların
hayatını
kurtarmış
gibi
olur.”(Mâide,5/32)
Keza,’…kendinizi
öldürmeyiniz…’(Nisâ,4/29) ve…Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayınız…’
Mutlak olan bu ayetlerin intiharı da ötenaziyi de kapsadığını peşinen ifade etmek
mümkündür.
Hz.Peygamber’den rivayet edildiğine göre bir dağdan (yüksek yerden)
atlayarak zehir içerek veya öldürücü bir alet kullanarak kendini öldüren kimse
ebedî olarak Cehennem’de kalacaktır ( Buhârî, Tıb, 55). Yine bedenindeki bir
yaranın acı ve ıztırabına dayanamıyarak kendini öldüren bir kimse için Allah Teâlâ
bir kudsi hadisin mealinde de şöyle buyuruyor: ”Kulum kendisini,benden önce
öldürerek öne geçti; ben de Cennet’i ona haram kıldım”(Buhârî,Cenâiz,82).
İntihar veya ötenazi yerine, elden geldiğince sabırlı olmak, sıkıntı ve
meşakkatleri göğüslemek, kötü olaylar karşısında hemen pes etmemek Allah’a
güvenmek müslümanın temel anlayışı ve huyu olmalıdır. Üstelik bu gibi
davranışların Allah katında büyük bir mükâfatı ve sevabı vardır. Kur’an’da açıkça
hayatta karşılaşacak sıkıntıların birer imtihan aracı olduğu da belirtilmiştir
(bkz.Bakara, 2/155, 177; Hac, 22/35I).
Hz.Peygamber bir hadisinde “İyi biliniz ki, nefsinizin de üzerinizde hakkı
vardır.” buyurmuştur (Buhârî,Savm,51; Müslim,Siyam,35). Bir başka hadisinde de
“Veba(tâûn)bir azaptır. Benî İsrâil’den bir kavme yahut sizden önce geçen bir
ümmete gönderilmiştir. Siz bir yerde vebanın çıktığını duydunuz mu o vebalı yere
gitmeyiniz. İçinde bulunduğunuz bir yerde de tâûn ortaya çıkarsa ondan kaçmak
üzere oradan çıkmayınız.”(Tecrid, IX,207) ve ‘Allah Teâlâ verdiği herhangi bir
derdin dermanını da verir’ buyurmuştur. Bu hadislerden anlaşılıyor ki insanın
hayatına, kendi isteği ile ve kendi eliyle son verme hakkı yoktur. Aynı şekilde insan,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Tıbbi Uygulamalarla İlgili Problemler
hayat hakkını kanuni temsilcisine de devredemez. İnsan yaşama hakkına mutlak
olarak sahip değil ki bu hakkı istediği gibi kullansın veya bunu herhangi birine
devretsin. Bu sebeple bir hastanın ölümünü istemesi veya hastanın isteği
doğrultusunda doktorun onun hayatına son verecek işlemlerde bulunması (ötanazi
uygulaması) hem mevcut kanunlarda hem de İslam Hukuku’nda ağır bir suç olarak
kabul edilir. Hasta kendi hayatına son vermişse intihar etmiş, doktor ötanazi
uygulayarak hastayı öldürmüşse, masum bir cana kıymış ve adam öldürme suçunu
işlemiş olur. Nitekim Allah şöyle buyurmaktadır:”Allah’ın (öldürülmesini) haram
kıldığı bir kimseyi, haklı bir sebep olmadan öldürmeyin. Ve her kim haksız yere
(mazlumen) öldürülürse, onun velisine hakkını alması için biz bir yetki verdik. O da
artık kısasta haddi aşmasın. Çünkü o böylece zaten yardım görmüştür (İsrâ,17/33).
İslamiyet, insanın canının, malının ve namusunun dokunulmaz olduğunu
asırlar önce dünyaya duyurmuştur (bkz.Müslim,İmâre,36;Tirmizî,Cihâd,28). Ancak
bu hakların da mutlak olmadığını, belli sebeplerle bu haklara da dokunulacağını
beyan etmiştir. Nitekim bir hadiste şöyle buyrulmuştur:”Allah’tan başka tanrı
olmadığına ve benim onun Peygamberi olduğuma inanan bir kimsenin kanı
(öldürülmesi), ancak şu üç sebepten biriyle helal olur: Evli iken zina eden, haksız
yere bir başkasını öldüren ve dinini terkedip İslam cemaatinden ayrılan.” (Buhârî,
Diyât,5;Müslim,Kasâme,25; Ebû Dâvûd,Hudud,1).
O hâlde Allah’ın, kendisini hatırlamaları ve kendisine ibadet etmeleri ve
birbirlerine de yardımcı olmaları için yarattığı insanın hayatına son vermeye ve bu
hususta kendini salahiyetli görmeye kalkışması büyük bir küfran-ı nimettir. Ayrıca
büyük bir cinayet ve büyük bir günahtır. Buna göre acı ve ıztırap çeken ve
hayatından umut kesilen bir hastanın tıbbı müdahalenin bir parçası olmak üzere
öldürülmesi (ötenazi) de İslami esaslar çerçevesinden tasvip göremez. İntihar
etmek gibi aktif ötenazi de, bir tür cinayettir ve büyük günahlardandır.
Buraya kadar zikrettiğimiz delil ve hukuki görüşler doğrultusunda
ötrnazinin aktifi de pasifi de hem İslam Hukuku’nda hem de diğer hukuklarda
yasaktır ve insana karşı işlenmiş bir suçtur. Ancak ‘hastanın yaşam destek
ünitesinden çıkarılması’nın aşağıda zikredilen şartların varlığı hâlinde hukuka uygun
olacağı kabul edilmektedir:
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Tıbbi Uygulamalarla İlgili Problemler
Din İşleri Yüksek Kurulunun, ‘Kişinin Yaşam Destek Ünitesinden
Çıkarılması’yla ilgili mütalaasında, yaşam destek ünitesine bağlı bir hastanın;
a. Beyninin kesin olarak tüm fonksiyonlarını yitirdiğine,
b. Kalbinin ve solunumunun tamamen durduğuna,
c. Bu durumdan geri dönüşün artık imkânsız olduğuna uzman
tabiblerce karar verilmesi şartıyla yaşam destek ünitesinden
çıkarılabileceği görüşü benimsenmiştir (Ekşi,Ahmet, İslam Tıp
Hukuku,s.124).
ESTETİK AMELİYAT
Genel Bilgiler
Hayat sıhhat ve vücut tamamiyeti, insanın en mühim tabii haklarındandır.
Bu haklarla ilgili olan tıbbi operasyonlar, hastalığı teşhis ve tanıma, tedavi etme
veya hastalıklardan koruma amacıyla yapılır. Tıbbi operasyonlar, ancak hasta olan
kimseyi tedavi etmek ve iyileştirmek maksadıyla doktor tarafından yapılır. Ancak
doktor tarafından ve tedavi maksadıyla yapılan bir operasyon tıbbi müdahale
sayılır. Zira bahis konusu olan operasyon herhangi bir yetkinin kullanılması veya bir
vazifenin yerine getirilmesi manasına gelmez. Hukuka aykırı bir operasyon kim
tarafından yapılırsa yapılsın tıbbi bir operasyon olamaz. O hâlde tedavi maksatlı,
doktor tarafından yapılan ve hukukça uygun olan bir işlem, tıbbi bir müdahale
olarak kabul edilebilir. Hukuka uygun olmayan bir müdahale hukuken suç olduğu
gibi operasyonu yapanlar da cezalandırılır.
İslamiyet’e göre üzerinde yaşadığımız dünyanın merkezinde insan vardır.
Dünyada var olan her şey insan için yaratılmıştır. Dinimiz bu hayatta insanın her
şeyiyle ilgilenmiş, onun canı, malı, sağlığı, maddi ve manevi her türlü değeriyle
ilgilenmiş ve bunlarla ilgili koruyucu ve kollayıcı hükümler ve kurallar koymuştur.
Nitekim Kuran insanın yeryüzünde halife (hâkimiyet sahibi) olduğunu (Bakara 2/30)
en güzel biçimde (maddi manevi her güzelliğe sahip) yaratılmış bulunduğunu
açıkça belirtmiştir. O hâlde çirkin insan yoktur; bakımsız insan vardır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Tıbbi Uygulamalarla İlgili Problemler
İnsanı en güzel biçim ve surette yaratmış olan Allah, onun doğuştan
kendisine verilmiş olan şekil ve suretini değiştirmesini yasaklamıştır. Bu manada
estetik ameliyat dinimiz İslamiyet’te haram kılınmıştır.
Doğuştan mevcut olan veya doğumla yahut doğumdan sonra meydana
gelmiş görüntü çirkinliklerini ortadan kaldırmak maksadıyla veya mevcut
görüntüden daha güzel bir yapıya sahip olmak için yapılan tıbbi operasyona estetik
ameliyat denir. Bu tarife göre estetik ameliyat iki kısma ayrılır:
Birincisi, İslamiyet tarafından yasak kapsamına alınmayan, meşru görülen
ameliyatlardır. Bunlar tabii yaratılışı bozmayan, tabii yapıya arız olan estetiklikleri
veya fazlalıkları ortadan kaldırmaya yönelik operasyonlardır. İnsanlara yaratılıştan
verilmiş olan hususiyetleri ve şekilleri değiştirmeyen ameliyatlar bu kısma dâhildir.
Bu meyanda yaratılışı bozmayan, insanlar için anormal kabul edilen, yadırganan,
kişinin maddi-manevi sıkıntıya düşmesine sebebiyet veren bozuklukları gidermek
ve düzeltmek, herhangi bir uzvunda kendisine aşağılanmış hissi veren, cemiyette
küçük görülmesine ve bu sebeple acı çekmesine ve kederlenmesine neden olan
anormallikler veya fazlalıklar da bu gurupta sayılabilir. Bu gibi ameliyatlarla
yaradılış bozulmadığı gibi, aksine görüntü bozukluğuna maruz kalmış olan insanlar,
asıl olan “Ahsen-i takvim”e en güzel yaratılışa biçime tabii ve asli şekle
benzetilmeye çalışılmaktadır.
O hâlde güzel ve normal bir yüze nispetle anormal bir görünüm arz eden
alışılmışın dışında değişik bir biçim almış bulunan dudağın, burnun, kulağın,
çenenin ve dişin bozuk yapılarını düzeltmek, birbirine bitişik olan parmakları
birbirinden ayırmak, elin rahat hareket etmesini ve kullanılmasını engelleyen altıncı
parmağı kestirmek veya bozulmuş olan bir organı tabii hâline getirmek için
düzeltmek vs. gibi bir çok faaliyet ve müdahale tamamen İslami esaslara uygundur.
Yukarıda zikrettiğim bilgiler, fıkıh kültürümüzün bir parçasıdır. Mevcut hadisler de
bu görüşlerin temel ve asli kaynaklarıdır.
Allah Resulü’nün zamanında Urfece isminde bir sahabinin bir harpte burnu
kopmuş, o da yerine gümüşten sun’i (yapma) bir burun yaptırmıştı. Ne var ki bu
gümüş, kötü koku yapmıştı. Bunun üzerine Allah Resulü, o sahabinin altından bir
burun yaptırmasına izin verdi (Ebû Dâvûd, Hatem, 7; Nesâi, ez-Zine, 41, Tirmizî,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Tıbbi Uygulamalarla İlgili Problemler
Libas, 31). Görülüyor ki bu işlemde Allah’ın yaratmış olduğu sureti değiştirme
yoktur. Aksine ihtiyaç karşısında bir tedavinin gerçekleştirilmesi söz konusudur.
İkincisi; dudak, kulak, çene, burun, göğüs, bacak gibi organların daha güzel
görünmesi, insanı daha genç göstermesi gibi maksatlarla yapılarının değiştirilmesi
veya düzeltilmesi için yapılan cerrahi müdahalelerdir. Yaşlanmanın ciltte ortaya
çıkardığı kırışıklıkların yok edilmesi, yüzdeki derinin gerilmesi, tembelliğin, hareket
etmemenin, çok fazla beslenmenin, hormon dengesinin bozulmasının ve kalıtımın
sebep olduğu ileri şişmanlığın ortadan kaldırılıp vücuttaki yağların operasyonla
alınması vs. gibi güzellik için yapılan ameliyatlarda tedaviden çok güzelleşme hissi
ön plandadır. Estetik ameliyat yaptıranlarda genellikle daha genç, dinç ve güzel
olma, güzel görünme duygusu ön plandadır. Bu iş yaratılışı bozma ve değiştirme,
Allah’ın yarattığı tabii şekil ve sureti bozma ve değiştirme (tağyir ve tebdil) dir.
O hâlde güzelleşmek için yapılan ameliyatlar daha güzel görünmek, imaj
değiştirmek, modayı takip etmek, karşı cinse benzemek gibi saiklerle yapılmaktadır.
Hâlbuki bu gibi nedenlerle yapılan operasyonlar her şeyden önce bir israf, aldatma,
hiç gereği yok iken tabii ve normal yapıyı ve şekli bozma ve değiştirmedir. İslamiyet
insanın, Allah’ın yaratmış olduğu en güzel şekli beğenmeyerek onu değiştirmesini
ve bu maksatla estetik ve tıbbi operasyonlara girişmesini hilkati (yaratılış) bozma
ve değiştirme saymış ve bunu kabul etmemiştir. Dinimiz fıtratı (tabii yaratılışı)
bozmayı, hilkati değiştirmeyi gaye edinen her türlü işlem ve eylemi haram kılmıştır.
Nitekim Kuran’da bu yasak açıkça beyan edilmiştir: “Onların Allah’tan başka
taptıkları ancak birtakım dişi putlardır. Onlar böylece ancak meret (yalabık) bir
şeytana tapıyorlar ki Allah onu lanetledi. Bunun üzerine o da şöyle dedi: “Celalin
hakkı için kullarından belli bir kısmını alacağım, onları baştan çıkartıp saptıracağım
ve her hâlükarda onları boş kuruntulara daldıracağım, onlara davarların kulaklarını
yarmayı ve Allah’ın yarattığını bozmayı emredeceğim.” O hâlde kim Allah’ı bırakır
şeytana uyar ve onu dost edinirse apaçık ziyana uğrar.”(Nisâ, 4/117,119).
Genç ve dinç gözükmek için yaptırılan estetik ameliyat, boşuna eza ve cefa,
elem ve ızdırap çekmekten başka bir işe yaramaz. Çünkü insan için ihtiyarlık ve
ölüm karşı konulamaz bir sonuçtur. Aslında mümin için ölüm bir kurtuluştur.
Ölümsüzlüğün yegane çaresi ölümdür. Esasen Allah, ihtiyarlık hariç her hastalık için
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Tıbbi Uygulamalarla İlgili Problemler
bir ilaç ve tedavi vasıtası yaratmıştır (bkz. Ebû Dâvûd, Tıb, 1; Tirmizî, Tıb, 2; İbn
Mâce, Tıb,1). Yukarda zikrettiğimiz ayetin mealinden de anlaşıldığı üzere estetik
ameliyatların altında genellikle şeytani bir vesvese, vücuda elem ve ıstırap verme,
hiç gereği yokken ağır masraflara girme işi vardır. Bu bakımdan da bu gibi
ameliyatlar israf ve haramdır, tedavi ve ihtiyaçla da hiçbir ilgisi yoktur.
Estetik ameliyatın caiz olmadığını ifade eden bir ayet meali zikredelim: “Ey
Habibim sen yüzünü dosdoğru dine çevir. (Bu İslam dini) Allah’ın öyle bir fıtratıdır ki
insanları onun üzerine yarattı. Ne var ki Allah’ın yarattığı değiştirilmez. En doğru
din budur. Fakat insanların çoğu bunu bilmez.”(Rûm, 30)
O hâlde asıl fıtrat, hem tamdır hem de salimdir. Yani doğru ve düzgündür.
Onu değiştirmeye ne ihtiyaç ne de gerek vardır. İnsan bedeni üzerinde
yapılabilecek ameliyelerle bilhassa estetik cerrahi operasyonlarla alakalı olarak
aşağıda sıralanan ölçü ve kurallar bizi genel bir değerlendirmeye götürebilir: Estetik
ameliyatın
1. Tabii yaratılışı bozma kastının olmaması
2. Ameliyatın yapılmasında bir fayda veya yapılmamasında
herhangi bir zararın bulunmaması
3. Hile, aldatma veya karşı cinse benzeme kasdının bulunmaması
4. Hukuki kargaşaya ve yanlış anlamaya yol açmaması gerekir.
(Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu 28.11.2002
tarihli kararı, Ekşi, Ahmet, İslam Tıp Hukuku s,113)
Sonuç olarak yalnız tedavi maksatlı ve vücuttaki anormal görüntü
kusurlarını ortadan kaldırıcı olan estetik operasyonlar, hukuka uygundur,
diyebiliriz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
Özet
Tıbbi Uygulamalarla İlgili Problemler
•Bugün insan vücudu üzerinde yapılan ve çağdaş fıkıh
problemlerine konu olabilecek cerrahi müdehaleler,
umumiyetle üç kısımda ele alınabilir: Bunlardan birincisi
kadavra üzerinde yapılmakta olan ameliyat yani bugünki tıp
dilinde otopsi denilen işlemdir. İkincisi yanlız tedavi maksatlı
yapılan ameliyatlardır. Üçüncüsü kan, hücre, doku ve organ
nakli gayesiyle yapılmakta olan tıbbi operasyonlardır.
•İslam dininin yegane muhatabı insan olduğu gibi aynı dinin en
öncelikli hedefi de insanın canını muhafaza etmek ve insanı
yaşatmaktır. İnsanı yaşatmak, ister canlı ister cansız olsun
onun vücut bütünlüğünü muhafaza etmekle mümkündür.
İnsan yaşarken muhterem olduğu gibi öldükten sonra da
muhterem ve saygındır. Ancak mecburi hallerde ve çarenin
bittiği yerde insan cesedi üzerinde otopsi yapılarak vücuda
cerrahi müdahelede bulunmak dinen caizdir.
•Ölmüş bir kimsenin bedeni üzerinde yapılan adli otopsi, adam
öldürme suçlarında faillerin bulunup tespit edilmesi veya
insanın ölümü sebebiyle bir takım hak ve mükellefiyetlerinin
daha iyi bir biçimde belirlenebilmesi ve bulaşıcı hastalıkların
teşhis ve tedavisi için yapılmaktadır. Dolayısıyla
“Zaruretler(çaresizlikler) yasak şeyleri mübah kılar.” kaidesince
caiz görülmektedir. Fakat başka yaratıklar varken saygı değer
(muhterem ve dokunulmaz) kabul edilen insan cesetleri
üzerinde yapılacak ilmî maksatlı ameliyat caiz görülmemiştir.
•Hastanın sağlığını korumak veya yeniden sağlığına
kavuşturmak için tedavi maksatlı yapılan normal ameliyatlar
canlı olan insan vücudu üzerinde gerçekleştirilen
oprasyonlardır ki sağlık bakımından çok önemlidir. Bilfiil
bedene bir müdahele olarak gerçekleştirilen söz konusu bu
cerrahi operasyonlar alternatif olmayan ve sağlık için
kaçınılmaz işlemler olduğundan dinimizce hiçbir sakıncası
yoktur. Ancak tedavi veya düzeltmek maksadıyla değil de
yaratılışı bozmak ve yaratılışa müdahele etmek manasına
gelen estetik cerrahi İslamiyette caiz görülmemiştir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
Özet
Tıbbi Uygulamalarla İlgili Problemler
•Hastanın sağlığını korumak veya yeniden sağlığına
kavuşturmak için tedavi maksatlı yapılan normal ameliyatlar
canlı olan insan vücudu üzerinde gerçekleştirilen
oprasyonlardır ki sağlık bakımından çok önemlidir. Bilfiil
bedene bir müdahele olarak gerçekleştirilen söz konusu bu
cerrahi operasyonlar alternatif olmayan ve sağlık için
kaçınılmaz işlemler olduğundan dinimizce hiçbir sakıncası
yoktur. Ancak tedavi veya düzeltmek maksadıyla değil de
yaratılışı bozmak ve yaratılışa müdahele etmek manasına
gelen estetik cerrahi İslamiyet'te caiz görülmemiştir.
•Tedavinin dışında insan organlarının veya insan kanının
kullanılması haramdır. Hatta kan pis sayılmıştır. Fakat tedavi
için kan, doku ve organ nakli caizdir. İhtiyaç duyulduğunda
tedavi kasdıyla rızasının varlığı ve hayati bir tehlikesinin de
bulunmadığı hâllerde diri insandan organ nakli caizdir. Keza
ölünün akrabalarının rızalarının varlığı veya önceden
bağışlanmış olması şartıyla ölüden de organ nakli caizdir.
Günümüz İslam hukukçuları beyin ölümünün gerçekleşmesi
hâlinde
de
bir
kimsenin
organlarının
hastalara
nakledilebileceği doğrultusunda fetva vermişlerdir.
•Ölmüş bir kimsenin bedeninden organ alındığında cesedinde
meydana gelmiş olan şekli bozukluklar elden geldiğince
düzeltilmeli ve ceset mümkün olan en kısa zamanda
defnedilmelidir. İslam dinine göre organ nakli caizdir ama
organ satışı haramdır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
Tıbbi Uygulamalarla İlgili Problemler
DEĞERLENDİRME SORULARI
Değerlendirme
sorularını sistemde ilgili
ünite başlığı altında yer
alan “bölüm sonu testi”
bölümünde etkileşimli
olarak
cevaplayabilirsiniz.
1. Sağ veya ölü vücut üzerinde yapılabilecek ameliyatla alakalı olarak
aşağıdakilerden hangisi doğrudur?
a)Beden üzerinde yapılabilecek her türlü cerrahi operasyon caiz değildir.
b)Ancak bedenin üzerinde düzeltmek maksadıyla yapılan ameliyat caiz
değildir.
c) İhtiyaç duyulduğunda veya mecbur kalındığında caizdir.
d) Hiçbir hâl ve şartta caiz değildir
e) Kalp ameliyatı damarlar değiştirildiği için caiz değildir.
2. İslam hukukçuları, aşağıda zikredilen cerrahi müdahelelerden hangisini
hoş görmezler?
a)Vücuttaki bir eksikliği gidermek için yapılan estetik ameliyatı
b)Sun’î ilkahı (döllenmeyi)
c) Eğitim maksadıyla yapılan otopsiyi
d) Adli otopsiyi
e)Hiçbiri
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
Tıbbi Uygulamalarla İlgili Problemler
3.Aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır?
a)Müslüman, müslüman olamayana, müslüman olmayan müslüman olana
organ bağışlayabilir.
b)Organ bağışlamak için akrabalık bağı esas değildir.
c)Organ bağışlamak için din birliği esas değildir.
d) Organ bağışlamak, dinen caiz değildir.
e)Yalnız burnu olmayanlar takma burun yaptırabilirler.
4.Aşağıdaki hüküm cümlelerinden hangisi doğrudur?
a)Tedavi maksadıyla ve mecbur kalındığında kadının erkek doktora
mahrem yerlerini göstermesi caiz değildir.
b)Hiçbir hâlde kadını doktora görünmesi caiz değildir.
c)Tedavi amacıyla ve çaresizlik hâlinde kadının erkek doktora mahrem
yerlerini göstermesinde herhangi bir sakınca yoktur.
d)Doktora gitmektense doğumu evde yapmak daha doğrudur.
e)Hepsi
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
Tıbbi Uygulamalarla İlgili Problemler
5-İslam
hukukçuları,
aşağıda
ifade
hususlardan
hangisine
cevaz
vermemiştir?
a)Kanı helal olmayan insanın cesedi üzerinde îlmî gayalerle otopsi yapmaya
b)Cinayet davalarında gerçeği öğrenmek için otopsi yapmaya
c)Ölünün bulaşıcı bir hastalıktan ölüp ölmediğini öğrenmek için cerrahi
operasyon yapmayı
d)Beyin ölümü gerçekleşmiş bir kimseden artık organ naklinin mümkün
olduğunu
e)İnsanın kendi bedeninden veya başka bir insanın bedeninden diğer
insanın vücuduna damar naklini
Cevaplar Anahtarı
1-c, 2-c, 3-d, 4-c, 5-a
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
26
Tıbbi Uygulamalarla İlgili Problemler
YARARLANILAN ve BAŞVURULABİLECEK KAYNAKLAR
Acar, H.İ., (2007).Organ Bağışının Dinimizdeki Yeri,” Atatürk
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, S.27, Erzurum.
Adli, Halil, (1989).el-Mevsuattü’l-Kanuniye fi Mihneti’t-Tıbbiye, Daru’nNahditi’l Arabiyye, Kahire.
Ahmet b. Hanbel,( tsz.), el-Müsned, Beyrut,
Ahmet Naim-Kamil Miras,(1969-1973). Sahih-i Buhâri Muhtasarı Tecrid-i
Sarih Tercemesi, Ankara,1969-1973
Ayan, M., (1991). Tıbbi Müdahaleden Hukuki Sorumluluk Kazancı.
Aynî,(1990). el-Binâye fi Şerhi’l-Hidâye, Beyrut.
Aynî, (tsz).Umdetü’l-Kâri Şerhu Sahihi’l-Buhâri, Daru’l-Fikr.
Bardakoğlu, A.(1999). “Helaller ve Haramlar”, İlmihal I-II, İstanbul,İsam.
Behnesi, Ahmet Fendi,(1991). el-Mevsuâtü’l-Cinâiyye fi’l-Fıkhi’l-İslâmi,
Daru’n-Nahdati’l-Arabiyye, Beyrut.
Behnesi,
Ahmet
Fendi,(1968).
ed-Diyetü
fi’ş-Şeriati’l-İslâmiyye,
Mektebetü’l-Anclü’l-Mısriyye.
Behnesi, Ahmet Fendi,(1984). el-Mesuliyyetü’l-Cinâiyye fi’l-Fıkhi’l-İslâmi,
Daru’ş-Şuruk, Beyrut.
Bilmen,Ö.N.,(1968).Büyük İslam İlmihali,İstanbul.
Bilmen,Ö.N.,(1967). Hukukı İslamiyye ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu,
İstanbul.
Buhârî, Ebu Abdillah Muammed b. İsmail, (1979)el-Câmiu’s-Sahih, İstanbul.
Ebû Dâvûd,( 1969-1974). Sünenü Ebî Davûd, Beyrut.
Ebu Gudde, Abdü’s-Settar,(1991). Buhûs fi’l-Fıkhi-Tıbbi, Darü’l-Aksa,
Kahire.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
27
Tıbbi Uygulamalarla İlgili Problemler
Ebu Sünne, Ahmet Fehmi,(1985). “ Hükmü’l-İlâc bi Nakli Demi’l İnsan ve
Nakli’l-Azai ev Cüz’in Minhâ”, Mecelletü Mecmai’l-Fıkhi’l-İslami, Sayı:1, C 1, Mekke.
Ebu Yusuf, (1397). Kitabü’l-Harâc, Kahire.
Ebu Zehra, (ts).el-Cerîme, ve’l-Ukûbe fi’l-fıkhi’l-İslâmî, Dârü’l-Fikr.
Ekşi, A.,(2011). İslâmTıp Hukuku,İstanbul.
Erman, B.,(2003). Ceza Hukukunda Tıbbi Müdahalelerin Hukuka
Uygunluğu, Seçkin Yayıncılık, İstanbul.
Gökmenoğlu, H.,(1996). İslam Hukukunda Şahsiyet Hakları, Türkiye
Diyanet Vakfı, Ankara.
Hamidullah,
M.,(1990).
İslam
Peygamberi,(Terceme
eden,
Salih
Tuğ).İstanbul.
Haskefî,
Alâuddin,(1309).ed-Dürrü’l-Muhtâr,(İbn
Âbidin’in
Reddü’l-
Muhtâr’ının kenarında),İstanbul.
Haylamaz, R.,(1993). İslam Hukukuna Göre Organ ve Doku Nakli, İzmir.
İbn Âbidîn,(1987). Reddü’l-Muhtâr ale’d-Dürri’l-Muhtâr, Beyrut.
İbnü’l-Hümâm,(1979) Fethu’l-Kadîr,Mısır.
İbn Kudâme, (tsz.).el-Muğni, Mektebetu İbn Teymiyye, Kahire.
İbn Mâce,(1953). Sünenü İbn Mâce, Mısır.
İbn Nüceym, (1983). el-Eşbâh ve’n-Nezâir, (tnk. Muhammed Muti’ elHafız), Darü’l-Fikir, Dımaşk.
İbn
Rüşd,(1997).Bidâyetü’l-Müctehid
ve
Nihâyetü’l-Müktesid,
(thk.
Abdülmecid Tu’me Halebi), Darü’l-Marife, Beyrut.
İmam Mâlik,(tsz.). el-Muvatta
İslam
Konferansı
Teşkilatı,İslam
Fıkıh
Akademisi
Kararları
ve
Tavsiyeler,(trc.Hasan Hacak ve Bilal Aybakan),3. Dönem (11-16.10.1986), Karar No:
4.
Karaman ,H.,(2006). İslamın Işığında Günün Meseleleri,İstanbul.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
28
Tıbbi Uygulamalarla İlgili Problemler
Karaman ,H.,(1991).Mukayeseli İslam Hukuku,İstanbul.
Kâsânî, (1991). Bedâiu’s-Sanâi’ fi Tertibi’ş-Şerâi’,Beyrut.
Kaya, A., (1994).“İslam Hukukuna Göre Ötenazi”, UÜİFD, Yıl:6, Sayı:6, C 6,
s.133-146, Bursa.
Kaya,A.(1994).İslam Hukukuna Göre Tıbbi Müdahaleden Doğan Hukuki
Sorumluluk”, UÜİFD, Yıl:6, C6, s.147-167, Bursa.
Kaya,A.(2004).“Ruh ve Beden Bütünlüğüne Dokunulmazlık Kuramı
Bakımından Ölme Hakkı”, Marife, Yıl:4, Sayı:2, Güz 2004, Konya.
Kısakürek,N. F.,(1981).İman ve İslam Atlası,İstanbul.
Koçak, M.,(1996). “Gurre”, DİA, İstanbul.
Komisyon, (1973). el-Fetava’l- Hindiyye, Mektebdü’l-İslamiyye, Diyarbakır.
Bardakoğlu,
A.,
(2006).
İlmihal,I-II,(Diyanet
İşleri
Başkanlığı
Yayınları)Ankara.
Kühistânî,
Şemsüddîn
Muhammed,(1300).
Câmiu’r-Rumûz
Şerhu
Muhtasâru’l-Vikâye, (Kühüstânî) İstanbul.
Mahmasâni, Suphi Recep,(1983). en-Nazâriyyetü’l-Amme li’l-Mücabât ve’lUkûd, I-II, Darü’l-İlim li’l-Melayin, Beyrut.
Merğinânî,(1965).el-Hidâye Şerhu Bidâyeti’l-Mübtedi, Mısır.
Molla Hüsrev,(1310). Dürerü’l-Hukkâm fî Şerhi Gureri’l-Ahkâm,İstanbul.
Mübarak, Kays b. Muhammed, Âl-i Şeyh,(1997). et- Tedavi’l-Mes’uliyeti’tTıbbiye fi’ş-Şeriati’l-İslamiyye, Beyrut.
Müslim, (1965).Sahihu Müslim, İstanbul.
Nesâî,(1988). Sünenü’n-Nesâî,(Ebu Gudde Neşri),Beyrut.
Omran, Abdel Rahîm,(1995). İslâm Kültüründe Aile Plânlaması,Ankara.
Organ ve Doku Alınması, Saklanması ve Nakli Hakkında Kanun, Sayı:2238,
Tarih: 29.05.1979.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
29
Tıbbi Uygulamalarla İlgili Problemler
Öz, P.,(1984). “Vücuda Tıbbi Girişim ve Doktorun Sorumluluğu”, Ankara
Barosu Dergisi, Sayı: 5, Ankara.
Özay, M.,(2006). Estetik Amaçlı Tıbbi Müdahalelerde Hekimin Hukuki
Sorumluluğu, Yetkin Basım ve Yayımcılık, Ankara.
Özen, Ş., (2005).“İslam Hukukun Göre Yanlış Tedavide Sorumluluk”, 38.
Uluslararası Tıp Tarihi Kongresi Bildiri Kitabı, C 2 , Sayı: 14”, Ankara.
Sadruşşerîa, (2004) el-Muhitu’l-Burhâni, (Hazırlayan, Naim Eşref Nur
Ahmet), Riyad.
Serahsî,(ts). Kitâbu’l-Mebsût,Beyrut.
Sırâc, Muhammed Ahmed Abdülhâdî,(2004). “Damânü’t-Tabîb fi’l-Fıhhi’lİslamî”, Mecelletü Mecmai’l-Fıkhi’l-İslamî, C 4 , Sayı:15, Umman.
Sırâc, Muhammed Ahmed Abdülhâdî,(1990). Damânu’l–‘Udvân fi’l-Fıkhi’lİslamî, Kahire
Sibâî, Zübeyr Ahmed ve Bâr, Muhammed Ali, (1993).et-Tabib: Edebuhu ve
Fıkhuhu, Dârü’l-Kalem, Dımaşk.
Sükkeri, Abdüsselam Abdürrahim,(1988). en-Nakl ve Ziratü’l-Azai’lAdemiyye, Darü’l-Menar.
Şâfiî, (1990).Kitâbü’l-Ümm, Beyrut.
Şenocak, Z.,(1998). Özel Hukukta Hekim Sorumluluğu, Ankara Üniversitesi
Hukuk Fakültesi Yayınları, Ankara.
Tan,O.,
(2006).Fıkıh,
(Ankara
Üniversitesi
Uzaktan
Eğitim
Yayınları,(Ankuzem) Ankara.
Tirmizî, (ts).Sünenü’t-Tirmizî,Beyrut.
Toroslu, N.(1978). “Organ Aktarma ve Cezai Sorumluluk”, AHFD, Sayı:1- 4, C
35.
Yaman, A.,(2008).”Organ Nakli”, Diyanet Aylık Dergi, Nisan.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
30
Tıbbi Uygulamalarla İlgili Problemler
Yaman,A.,http:www.altuntop.org/islamve bilim/Genetik Kopyalam2.asp
12.07.2011
Yazır, M. H., (1935-1938), Hak Dini Kur’an Dili,İstanbul.
Zemahşerî, 1998). el-Keşşâf an Hakâikı Kavâmidi’t-Tenzil ve Uyûni’l-Akvâl
fî Vücûhi’t-Te’vîl,(Hazırlayan,Adil Ahmed-Ali Muhammed Muavvaz)I-VI, Riyad.
Zeylâî,(ts). Nasbü’r-Râye,li Ahâdîsi’l-Hidâye,Kahire.
Zeyni, Mahmut Muhammet Abdülaziz,(1993). Mesuliyyetü’l- Etıbba,
Müessesetü’s- Sakafi’l-Camii, İskenderi.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
31
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
SOSYAL HAYATLA İLGİLİ
PROBLEMLER I
• Kadının Şahitliği
• Kadının Miras Hakkı
• Kadının Kamu Görevi
• Kadının Siyaset Yapması
• Kadın Erkek Diyaloğundaki
İlkeler(Halvet ve İhtilatın Yasak Olması)
GÜNÜMÜZ FIKIH
PROBLEMLERİ
Prof.Dr. H. İbrahim ACAR
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• Kadınların erkekler gibi şahitlik yapıp
yapamayacaklarını kavrayabilecek,
• Miras konusunda erkekler lehine ayrımcılık
söz konusu olmadığını kavrayabilecek,
• Kadınların kamu görevinde bulunup
bulunamayacaklarını değerlendirebilecek,
• Kadınların siyaset yapıp yapamayacaklarını
anlayabilecek,
• Halvet ve ihtilat terimleri hakkında
değerlendirmeler yapabileceksiniz.
ÜNİTE
12
Sosyal Hayatla İlgili Problemler 1
GİRİŞ
Toplum tarihinde kadınların zaman zaman erkeğe denk, hatta üstün
oldukları dönemler varsa da genellikle erkekler tarafından ikinci planda görülmüş,
bunun doğal bir sonucu olarak da kendilerine eşit hak ve özgürlükler
tanınmamıştır. Tarih boyunca kadınların siyasal ve toplumsal hayattaki rolleri dar
ve kapalı kaldığından birçok durumda yasal, toplumsal ve siyasal kısıtlılıklar içinde
yaşamlarını sürdürmek zorunda kalmışlardır.
İnsanların göçebe olarak yaşadığı dönemlerde kadın ve erkek arasındaki
farklılaşma fazla belirginleşmemiştir. Bu dönemler, insan soyunun kadına göre
belirlenmesinden dolayı “anaerkil “ dönem olarak adlandırılmaktadır. Yerleşik
düzene geçilmesiyle birlikte, soy takibi babaya göre yapılmaya ve toplum bireyleri
arasında belirli bir iş bölümü oluşmaya başlamıştır. Kadınlar ev işlerinde ve
genellikle tarım alanında çalışırken, erkekler diğer işlerin yanında toplumsal
düzenin organizasyonu ve yönetimi konusunda çalışmaya başlamışlardır.
Gelişmiş Batılı ülkeler de dâhil olmak üzere hemen hemen tüm ülkelerde,
bireylerin sahip olduğu hak ve özgürlükler konusundaki tartışma ve
belirsizliklerin yogunlaştığı temel noktalardan birini de insan hakları
kavramı içinde yer alan “kadın hakları” oluşturmaktadır. Kadın hakları,
vazgeçilmez temel haklardan biri olmasına rağmen, gelişmiş ülkelerde dahi
kadın-erkek eşitliği teorik alanda kaldığından, bu haklar sürekli
gündemdeki yerini almaktadır.
Gelişmiş ülkelerde kadın hakları deyimi, kadınların siyasal haklarını ifade
etmek için kullanılır. Buna mukabil geri kalmış ve gelişmekte olan ülkelerde kadın
hakları deyimi ile kadının toplumdaki yeri, kadın-erkek eşitliği ve kadının siyasal
hakları birlikte anlaşılır. Bu alt başlıkların her biri detayları ile incelenmesi gereken
önemli çalışma konularını teşkil etmektedir.
Bu ünitemizde kadının toplumdaki yeri, kadın erkek eşitliği ve siyasal
hakları şeklindeki başlıkları göz önünde bulundurularak kadının şahitliği, miras
hakkı, kamu görevi, siyaset karşısında konumları ve bu çerçevede kadın erkek
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Sosyal Hayatla İlgili Problemler 1
diyaloğundaki ilkeler Kuran, sünnet ve müçtehitlerin görüşleri dikkate alınarak ele
alınacaktır.
KADININ ŞAHİTLİĞİ
Kadının şahitliği konusu, günümüzde kadın erkek eşitliği çerçevesinde
tartışılan önemli konulardan biridir. Kuran-ı Kerim’e bakıldığında şahitlikle ilgili 15
civarında ayetin bulunduğu görülmektedir. Bu ayetlerde erkeklerin şahitlik
yapacakları konularla kadınların şahitlik yapacakları konular arasında bir ayrım
yapılmadığı gibi tek istisna dışında kadınların şahitliğinde sayı bakımından da her
hangi bir ayrım yapılmamıştır. Yapılan istisna ile ilgili olarak Kuran’da şöyle
buyrulmaktadır: “Ey İnananlar! Birbirinize belirli bir süre için borçlandığınız zaman
onu yazınız. İçinizden bir kâtip doğru olarak yazsın. Kâtip onu Allah'ın kendisine
öğrettiği gibi yazmaktan çekinmesin, yazsın. Borçlu olan da yazdırsın. Rabbi olan
Allah'tan sakınsın, ondan bir şey eksiltmesin. Eğer borçlu sefih veya aciz ya da
yazdıramayacak durumda ise, velisi doğru olarak yazdırsın. Erkeklerinizden iki şahit
tutun; eğer iki erkek bulunmazsa şahitliğine razı olacağınız bir erkek - biri
unuttuğunda diğeri ona hatırlatması için - iki kadın olabilir.... “ (Bakara, 2/282).
Klasik dönem İslam âlimleri bu ayeti delil alarak borç işleminin iki erkek
veya bir erkek iki kadının şahitliği ile ispatlanabileceğine hükmetmişlerdir.Bundan
hareketle Hanefiler, şahitlik yapabilecekleri bütün hukuk davalarında iki kadının
şahitliğinin bir erkeğin şahitliğine denk olduğunu kabul etmişlerdir. Mâliki, Şafii ve
Hanbeli mezheplerine göre kadınlar sadece alışveriş, icare, hibe, vasiyet ve kefalet
gibi mal ve mala bağlı davalarda erkeklerle birlikte bir erkek iki kadın şeklinde şahit
olabilirler. Evlenme ve boşanma gibi hukuk davalarında şahit olamazlar.
Bakara suresi 282. ayetle ilgili şu tespitleri yapabiliriz: Ayette, sadece
borçlanmayla ilgili davalarda şahitlik yapılmasından bahsedilmekte, unutma veya
şaşırma ihtimaline karşılık kadının şahitliği bir başka kadının şahitliği ile takviye
edilmek istenmektedir. Burada, kadınların cinsiyetleri sebebiyle erkeklerle aynı
seviyede
şahitlik
yapamayacaklarından
değil,
meşgul
olmadıkları,
ilgi
göstermedikleri konularda, unutma veya şaşırma söz konusu olabileceğinden,
diğerinin hatırlatması için iki kadın şahidin bulunmasının gerekli olduğundan
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Sosyal Hayatla İlgili Problemler 1
bahsedilmektedir.
Yani
bir
kadın,
muhatap
olduğu
konunun
detayını
hatırlayamazsa, hakkın zayi olmaması için gerekli olan ayrıntıları ortaya koymak
üzere diğer bir kadın şahitlik yapmak üzere konuşacaktır. Bundan da anlaşılıyor ki,
bir kadın tek başına şahitlikte bulunur ve müşahede ettiği olayı unutması da söz
konusu olmazsa, sadece kendisinin şahitliği kifayet edecek ve ikinci bir kadının
şahitliğine ihtiyaç hissedilmeyecektir. Bu itibarla adı geçen ayet, açık bir şekilde her
halükârda bir kadının şahitliğinin erkeğin şahitliğinin yarısı nispetinde olacağını
ifade etmemektedir. Zira kadınların, ilgi alanları dışındaki olaylarda erkeklere
nispetle konuya ilgisiz kalmaları tabiidir. Özellikle ayetin nazil olduğu dönemde,
kadınlar çalışma hayatına faal olarak katılmadıklarından, borç ilişkilerine ilgisiz
davranmaları, bu nedenle bazı detayları hatırlayamamaları, bununla bağlantılı
olarak da alacaklıların haklarının kaybı söz konusu olabilir. Bir erkekle birlikte iki
kadının şahitlik yapması, iş hayatının güvenliğini sağlamak bakımından öngörülmüş
bir güvence olarak değerlendirilebilir. Bu güvencenin nazari bir hüküm olmaktan
ziyade, hayatın gerçekleri göz önüne alınarak vaz edilmiş olduğunu söyleyebiliriz.
•
Şunu da ilave etmek gerekir ki mali haklar ve borçlar konusunda kadının
şahitliği ile ilgili olup yukarda meâli verilmiş olan ayet, şifahi şahitlikle
ilgilidir. Yazı ve imzanın yaygın olmadığı bir dönemde başvurulan usul de
budur. Kadının dikkat, ilgi, etkileşim konularındaki farklı psikolojisi, hem
konuşulan ve görülen kısımların zaptı, hem de zamanı geldiğinde hakkın
ispatı için ifade edilmesi bakımından ihtiyatı gerektirebilir. Yazı ve imzalı
şahitlik yaygın ve geçerli hâle gelince - mesela bir borçlanma, alım satım,
kira akdi yazılı hâle getirilip kadın da bunu okuduktan sonra şahit olarak
altını imzalayınca - şahitlik konusu olayda unutma, yanılma, onu ifade
ederken şaşırma ihtimalleri ortadan kalkar ve ayet bu manadaki şahitliği
kapsamaz.
Buna mukabil evle alakalı konularda da erkekler kadınlara nazaran daha az
bilgi sahibi olurlar. Zira evle alakalı işler onların ilgi alanlarına girmez. Bu itibarla
kadının, ilgi alanı içinde olan ve erkeklerin bulunması pek muhtemel olmayan bir
konuda tek başına verdiği ifade yeterli olabilir. Mesela; nesebin sübutu gibi çok
önemli hukuk davalarında, ebenin bir tek kadın olarak şahitliğinin kabul
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Sosyal Hayatla İlgili Problemler 1
edilebileceği konusunda görüş birliği vardır. Bu itibarla, sosyal yapının ayrılması
nedeniyle kadınlara ait hapishane, hastane, banyo, tuvalet gibi erkeklerin
bulunmayacağı mahallerde meydana gelen olaylar için erkeklerin şahitlik yapması
söz konusu olmaz.
Erkeğin karısına zina ithamında bulunması hâlinde hâkimin huzurunda
yapılacak olan yeminleşme esnasında (lian) tarafların şahitlikleri arasında
da bir fark bulunmamaktadır. Nitekim “Karılarına zina isnad edip de,
kendilerinden başka şahitleri olmayanların şahitliği, kendisinin doğru
sözlülerden olduğuna Allah’ı dört defa şahit tutması ile olur. Beşincisinde
eğer yalancılardan ise Allah’ın lanetinin kendisine olmasını diler. Kocasının
yalancılardan olduğuna Allah’ı dört defa şahit tutması cezayı kadından
savar. Beşincisinde kocası doğrulardan ise kendisinin Allah’ın gazabına
uğramasına diler“ (Nûr,24/6-9) meâlindeki ayette yer aldığı gibi hem erkek
hem de kadın dört şahit yerine dörder defa kendileri şahitlik yaparlar.
Burada kadından daha fazla sayıda yemin istenmemiştir. Erkekle kadın bu
mevzuda şahitlik bakımından birbirlerine müsavi kabul edilmiştir.
Kurân da, şahitlikle alakalı olarak yer alan "....Alışveriş yaptığınızda şahit
tutun...." (Bakara,2/282); " Kadınların iddet süreleri biteceğinde onları ya uygun
şekilde alıkoyun ya da uygun bir şekilde onlardan ayrılın. İçinizden de iki adil şahit
getirin....." (Talâk,65/2); "Ey İnananlar! Kendiniz, ana babanız ve yakınlarınız
aleyhlerine de olsa, Allah için şahit olarak adaleti gözetin; ister zengin, ister fakir
olsun Allah onlara daha yakındır. Adaletinizde heveslere uymayın...." (Nisâ, 4/135);
"Kadınlarınızdan zina edenlere, bunu ispat edecek aranızdan dört şahit getirin...."
(Nisâ, 4/15); meâlindeki ayetlere göre de şahitlik konusunda kadınlarla erkekler
arasında bir ayrım yapılmamaktadır. Müdayene ayeti dışında da Kurân’ın hiçbir
yerinde kadının şehadeti erkeklerden farklı olarak zikredilmemektedir.
" Kadınlarınızdan zina edenlere, bunu ispat edecek aranızdan dört şahit
getirin...." (Nisâ, 4/ 15); meâlindeki ayette yer alan “aranızdan dört şahit getirin”
ifadesini İslam âlimlerinin çoğunluğu “dört erkek müslüman şahit” olarak
anlamışlardır. Bu şekilde kanaatlerin oluşmasında “Had cezalarını şüpheli
durumlarda düşürün.” hadisi önemli rol oynamıştır. Ayrıca ne Hz. Peygamber, ne
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Sosyal Hayatla İlgili Problemler 1
de halifeler döneminde had cezası gerektiren suçlarda kadınların şahitliklerinin caiz
görülmemesi de şahitlerin tamamının erkeklerden olması gerektiği sonucunu
doğurmuştur.
Sadece zina değil hırsızlık vb. diğer had cezalarında kadınların
şahitliklerinin erkeklerle beraber olsa dahi kabul edilmeyeceği görüşü dört mezhep
âlimleri tarafından benimsenmiştir. Diğer taraftan Hanefiler alışveriş, nikâh, talak,
vasiyet, tazminat gibi hukuk davalarında bir erkekle iki kadının şahitlik yapabileceği
görüşünü benimserken Şafii, Maliki ve Hanbeli mezhepleri sadece mal ile ilgili
davalarda iki kadının bir erkekle birlikte şahitlik yapabileceği görüşünü
benimsemişlerdir.
İbn Hazm bu konuya farklı yaklaşarak “aranızdan dört şahit getirin”
ifadesini cinsiyet farkı olmadan dört şahit getirin şeklinde anlamıştır. Ancak burada
kadın şahit bulundurulurken Bakara suresi 282.ayet gereği iki kadın, ancak bir şahit
olarak değerlendirilmelidir. İzzet Derveze de Nûr suresi 6-9. ayetleri dikkate alarak
kadınların şahitlik yapabilecekleri konusunda İbn Hazm ile aynı görüşü
paylaşmaktadır.
Çağımızda, istisna olarak kabul edilmeyecek miktarda çalışma hayatına yön
veren, müesseseleri idare eden ve birçok erkekten daha başarılı olan kadınların
varlığını müşahede etmekteyiz. Bu durumda gayret, çalışkanlığı ve başarıları ile
temayüz etmiş kadınların şahitliklerinin sırf kadın oldukları için bilgi, tecrübe ve
başarı oranı itibarı ile kendilerinden daha aşağıda olan erkeklerin şahitlikleri ile aynı
değerde olamayacağını söylemek, tartışmasız kabul edilebilecek bir görüş değildir.
Genelde, erkeklerin muhatap oldukları cinayet ve hadlerle ilgili konularda
kadınların şahitliğinin caiz olmayacağı iddia edilmiş olmakla birlikte, erkeklerden bir
kısmının şahitliğinin diğerlerine nazaran daha muteber olduğunu söylemek de
mümkündür. Bazı kimselerin şahitliklerine itibar edilirken, diğer bazılarının
şahitliklerinin
noksanlığından
inandırıcı
olmaması,
kaynaklanmamakta,
akli
bilakis
melekelerinin
kişiliklerinin
ve
hafızalarının
göstergesi
olan
vasıflarından ve davranışlarından kaynaklanmaktadır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Sosyal Hayatla İlgili Problemler 1
Bu nedenle, ayette kadının şahitliği ile ilgili olarak zikredilen hususların
hayatın, hukukun bütün alanlarına şamil olduğunu söylemek ve mutlaka iki kadının
şahitliğinin bir erkeğin şahitliği ile aynı değerde olduğunu ileri sürenlerin
görüşlerine katılmak mümkün değildir. Kadınların şahitliğinin kendi cinslerine
mahsus özel durumların dışında boşanma, nikâh, vekâlet vb. konularda erkeğin
şahitliği ile aynı derecede muteber olduğunu söylemek mümkündür.
Kadınların şahitliğinin
kendi cinslerine mahsus
özel durumların dışında
boşanma, nikâh,
vekâlet vb. konularda
erkeğin şahitliği ile aynı
derecede muteber
olduğunu söylemek
mümkündür.
İslam âlimlerinin kadınların özellikle cezai konulardaki şahitlikleriyle ilgili
klasik yaklaşımlarını günümüz koşulları içinde yeniden değerlendirmek gerekir Zira
Kur’ân, kadın ile erkek arasında eşitliği öngördüğü hâlde, toplumu ilgilendiren
önemli konularda kadınların şahitliğini kabul etmemek, İslam’ın evrensel olduğu
şeklindeki görüşün sadece iddia olduğunu savunanlara güç katacaktır.
Misal
vermek gerekirse, hırsızlığın evde yapılması hâlinde olayı gören veya bir saldırıyı
müşahade eden kadının şahitliğinin kabul edilemeyeceğini kadın olma vasfına
bağlamak, olayları sağlıklı olmayan bir yaklaşımla değerlendirmenin bir neticesi
olacaktır. Zira İslam’a faydadan ziyade zararı olabilecek bir görüşün tercih edilmesi
hukuki maslahatlara da uygun düşmez. Nitekim Ömer Nasuhi Bilmen de
Hamevi’den naklen "Kadın hamamlarında bir katil hadisesi vuku bulsa buna dair
diyet hususunda kadınların şehadetleri kabul olunur." demektedir.
KADININ MİRAS HAKKI
Kadın-erkek
eşitliği
çerçevesinde
günümüzde
yapılan
tartışma
konularından biri de İslam’ın kadınlara erkeklerin yarısı kadar mirastan hisse
öngördüğü şeklindeki görüşlerdir. Bu konunun iyi anlaşılabilmesi için Kuran-ı
Kerim’in mirasla ilgili hükümlerini incelemek gerekir. Kurân'da, erkeklerle
kadınların mirastan alacakları hisseyle ilgili olarak “ Allah çocuklarınız hakkında,
erkeğe, iki kadının hissesi kadar tavsiye eder...”(Nisâ,4/11) buyrulmaktadır. Bu
ayete göre kadın, öz erkek kardeşiyle birlikte mirasçı olduğunda erkek kardeşinin
yarısı kadar mirastan hisse alır. Ancak bu hükme dayanarak kadının mirastaki
hissesinin erkeğin yarısı kadar olduğu şeklinde bir genelleme yapmak doğru
değildir. Nitekim, ölenin oğlu bulunmaz ve kız da evlat olarak tek mirasçı olursa
hissesi, mirasın yarısı kadar olur. Ölenin oğlu bulunmaz, kızları da birden fazla
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Sosyal Hayatla İlgili Problemler 1
olursa, mirasın üçte ikisine sahip olur ve aralarında eşit olarak paylaşırlar. Ayrıca
anneye, ölenin çocuğu veya kardeşleri varsa altıda bir, ölenin çocuğu veya
kardeşleri yoksa üçte bir oranında hisse düşer (bkz.Nisâ, 4/ 11).
Bazı durumlarda kadınların erkeklerle eşit oranda mirastan hisse
aldıklarını da görmekteyiz. Kurân’da konuyla ilgili olarak “ ...Anne ve babadan her
birine, ölenin çocuğu varsa altıda biri düşer...“(Nisâ, 4/11) buyrulmaktadır. Bu
durumda bir erkek olarak babanın hissesinin annenin hissesinden fazla olmadığı
görülmektedir.
Kocası ölen bir kadın, şayet ölen kocanın çocukları yoksa dörtte bir,
çocukları varsa bu durumda sekizde bir oranda mirastan hisse alır.
“... Eğer bir erkek veya kadına kelale yollu varis olunuyor ve bunların ana
bir erkek veya ana bir kız kardeşi bulunuyorsa, her birine altıda biri düşer...”(Nisâ,
4/12) meâlindeki ayette zikredildiği gibi kelaleye (babası ve evladı olmadan ölen
kimse) mirasçı olanların ana bir erkek ve kız kardeş olma durumlarında da eşit
miktarda miras taksimi yapılır. Şayet bunların sayısı ikiden fazla ise, üçte bir
oranında müşterek ve eşit hisselerle varis olurlar (bkz.Nisâ,4/12). Tabii bu son
durum varislerin mirastan sakıt olmadıkları durumda söz konusudur. Babanın,
dedenin ve erkek çocuğun mirasçı olmaları hâlinde anne bir kardeşler varis
olamazlar.
Bazen de İbn Abbas’ın verdiği hükme göre kadın erkekten daha fazla
mirastan hisse alabilmektedir. Şöyle ki, bir kadın ölür ve geride kocasıyla
ebeveynini bırakırsa “ ... çocuğu yoksa ana babası ona varis olur, anasına üçte bir
düşer... “(Nisâ,4/11) ayetinde olduğu gibi, koca mirasın yarısını aldıktan sonra,
anne mirasın tamamının üçte birini alır. Baba da geriye kalanı asabe olarak alır ki
bu da altıda bir nispetindedir. Görüldüğü gibi buradaki pay dağılımında, kadın veya
erkek olmaya itibar edilmemekte ve kadın erkekten daha fazla mirastan pay
almaktadır.
Bu misallerden anlaşılmaktadır ki kadınların mirastaki hisseleri her
hâlükârda erkeklerin hisselerinin yarısı kadar değildir. Bu durum sadece, ölenin
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Sosyal Hayatla İlgili Problemler 1
kızları yanında erkek evladı da bulunuyorsa söz konusu olmaktadır. Mirasta ortak
olduğu şahıslara göre kadının hissesi değişiklik arz edebilmektedir.
Nisâ suresi 11. ayette yer alan kadınların erkeklerin yarısı kadar mirastan
hisse almalarıyla ilgili hüküm, kadınların cinsiyetleri veya insan olmalarındaki bir
eksiklikleri sebebiyle değil, bilakis erkeklere nispetle iktisadi yükümlülüklerinin
farklı ve mali mesuliyetlerinin az olmasından kaynaklanmaktadır.
Aile fertlerinin, gerekirse akrabaların nafakalarını, kadının doğum,
çocukların bakım ve yetişme masraflarını karşılamakla ve eşine mehir ödemekle,
kısaca ailelerinin ekonomik ve sosyal refahıyla sorumlu olan erkeklerdir. Buna
mukabil ister zengin ister fakir olsun aileyi geçindirmekle mükellef olmayan
kadınların her halükarda bütün ihtiyaçları erkekler tarafından karşılanır. Durum
böyle olunca erkekler, bütün bu giderleri nasıl karşılayacaktır. Bunun temini ancak
erkeklerin kadınlara nispetle daha fazla mirastan hisse almalarıyla mümkün
olabilecektir. “Bu tarzda yapılacak olan dağılımlar, adaletsizliğin değil, bilakis
adaletin gereğidir.” şeklinde bir hikmet açıklaması yapılabilir.
Kadınların, erkeklere nispetle daha az oranda hisse almaları, kendilerinin
nafaka alacaklısı kılınmış olmaları, ailenin masraflarına katılmak zorunda
bulunmamaları avantajıyla birleşerek dengenin sağlandığı görülür. Hatta İslam'ın
kadınlara tanıdığı ayrıcalıklı konumun bir neticesi olarak dengenin erkeklerin
aleyhine bozulduğu söylenebilir. Nitekim kadınlarla erkekler eşit miktarda pay
aldıktan sonra erkekler yükümlü oldukları harcamaları yapınca denge bozulur ve
erkeklere zulmedilmiş olunur. Şu hâlde Kurân'da zikredildiği şekliyle miras
taksiminin yapılması hâlinde kadınların mağduriyeti söz konusu olmayacaktır
denebilir.
İbn Kayyım el-Cevziyye,“ ... Erkek kız gibi değildir“ (Âl-i İmrân,2/36) ayetine
dayanarak kadının yarı nispetinde mirastan hisse almasının hikmetini, erkeğin
kadından üstün olmasına bağlamaktadır. Halbuki bu ayet, ilgili konuya mesnet
teşkil etmez. Zira İmrân’ın karısı “ Ya Rabbi karnımda olanı sadece sana hizmet
etmek için adadım benden kabul buyur...” (Âl-i İmrân, 2 /35) demişti. Fakat adadığı
işe müsait olmayan kız çocuğu dünyaya getirince üzülmüş ve “Ya Rabbi kız
doğurdum, erkek kız gibi değildir“ (Âl-i İmrân,2/36) ifadelerini kullanmıştır. Buna
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Sosyal Hayatla İlgili Problemler 1
göre İmrân’ın karısı, mescide hizmet konusunda kız, erkek gibi olamaz demek
istemiştir, yoksa “bunlar hiç bir surette birbirlerine eşit değillerdir.” anlamında bir
ifade kullanmamıştır.
Kısaca, kadınların, erkeklerin yarısı nispetinde mirastan hisse almaları,
kadın olmaları sebebiyle veya erkeklere nispetle ikinci planda olmalarından
kaynaklanmamaktadır. Bununla birlikte her hâlükârda kadının erkeğe nispetle
mirastan eksik pay alacağı gibi umumi bir hüküm de mevcut değildir. Kadının
erkekten az pay alması nimet-külfet dengesine bağlı bir uygulamadır.
KADININ KAMU GÖREVİ
Kadınlar Hz.Peygamber Devri’nden itibaren muhtelif kamu görevlerinde
bulunmuşlardır.
Onların
kamu
hizmetinde
görevlendirilmelerinde,
cinsiyetlerindenden kaynaklanan, ehliyet kısıtlamasından doğan hiçbir engel
mevcut değildir. Bununla beraber kadının kamu görevi konusu daha ziyade
tartışılmıştır. Kaynaklara bakıldığında bu tartışmanın bağlayıcı, kısıtlayıcı nasslardan
çok, örf adet ve ihtiyaca, başka bir ifade ile zamanın sosyo–kültürel ve ekonomik
şartlarına dayandığı anlaşılmaktadır.
Kamu görevi icra, idare, kaza, savunma, denetim ve teşri olarak
düşünüldüğünde sonuncusu üzerinde bir ihtilaf söz konusu değildir. İslam’da teşri
vahye, içtihada, şuraya ve devlet başkanının tercihine dayanmaktadır.
Kadınların şartların oluşması durumunda idareci, memur, savunma
hizmetleri ve benzeri görevlerde çalışmaları mümkündür. Bu hakkı ortadan
kaldıran bir nass veya İslam hukuk kaidesi bulunmamaktadır. Bu konudaki
tereddütler kocanın haklarını koruma endişesinden kaynaklanmaktadır. Yoksa
kadını her hangi bir etkinlikten uzaklaştırmak için değildir. Nitekim kadınlar
halifeler döneminde bazı kamu görevlerini üstlenmişlerdir. Hz. Ömer zamanında
fazilet sahibi kadınlardan biri olan ve Hz. Peygamberden 12 adet hadis rivayet eden
Şifa bint Abdillah, hisbe görevini ifa etmiştir. Hz. Peygamber’e yetişen ve ondan
sonra da uzun süre yaşayan Semra bint Nuheyk el-Esediyye de çarşı-pazar
denetlemelerinde (zabıta) görevlendirilmiştir. Bu hanım çarşıları dolaşır, iyiliği
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Sosyal Hayatla İlgili Problemler 1
emredip insanları kötülükten sakındırırdı. Hz. Rufeyde’nin yaralıların tedavi edildiği
özel bir çadırı bulunuyordu. Bazı yaralıların bu çadıra taşınmasını Hz. Peygamber
emretmişti.
Bahsi geçen konularda âlimler arasında her ne kadar görüş birliği mevcut
ise de kadınların hâkimlik ve üst düzey yöneticilik yapmaları konusunda görüş
ayrılıkları bulunmaktadır. Kısaca kadınların kamu görevi olarak hâkimlik ve üst
düzey yöneticilik yapıp yapamayacakları dışında herhangi bir kamu görevine
getirilmeleri hususunda hukukçular arasında bir ihtilafın söz konusu olmadığını
söylemek mümkündür.
Kadının Hâkim Olması
Kadınların hâkimlik görevini üstlenip üstlenemeyeceği hususunda farklı
görüşler mevcuttur. Bir görüşe göre kadınlar hiçbir surette hâkim olamaz. Bu
görüşü savunan Maliki, Şafii ve Hanbeliler, Hz. Peygamber’in “İşlerini kadına teslim
eden bir kavim asla felah bulamaz” (Buhârî, Fiten, 18) sözüne dayanmaktadırlar.
Zikredilen mezhep âlimleri devlet başkanlığı ile ilgili olarak söylenen bu hadise
dayanarak kadınların kaza mevkiinde bulunamayacakları sonucuna varmışlardır.
Kadınların yaratılış itibarı ile hassas olmaları, daha çok duygularıyla hareket
etmeleri, dolayısıyla sağlıklı kararlar veremeyecekleri şeklindeki düşünceleri de bu
hükmün verilmesinde etkili oluştur.
Bir kısım âlimlere göre kadınlar her nevi davada hâkim olabilirler. Bu
görüşü savunan Hasanu’l-Basri, İbn Cerir et-Taberi ve İbn Hazm’a göre, içtihad
edebilen ve fetva verebilen kadınların tabii olarak had ve kısas dâhil bütün
davalarda hâkim olabilmeleri mümkündür.
Diğer bir görüşe göre ceza davaları dışında kadınlar hâkim olabilirler. Bu
görüşü Hanefiler savunmaktadır.Hanefilere göre kadınlar, şahitliklerinin kabul
edilmediği had ve kısas gibi ceza davaları dışında şahitlik yapabildikleri diğer bütün
davalarda hâkim olabilirler. Hz. Peygamber, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer
dönemlerinde kadınların had ve kısas gibi ceza davalarında şahitliklerinin caiz
görülmediği nakledilmektedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Sosyal Hayatla İlgili Problemler 1
Asr-ı Saadet’te kadınlar amme velayeti kabilinden olan muhtesiplik
görevini üstlenmişlerdir. Ayrıca Hz. Aişe beraberinde sahabenin seçkinlerinden
Talha, Zübeyr ve Abdullah b. Zübeyr olduğu halde Cemel’de ordunun başında
bulunmuştur. Müslümanlar o zaman bir kadının önderliğini hiç garip
karşılamamışlardı. Ayrıca Hz. Aişe, zekâsı, engin deneyimi ile kadın erkek hemen
herkesin kendisine danıştığı, irşad ve tavsiyelerine kulak verdiği bir kadın idi. Bu
durum onun bir nevi hâkimlik ve yöneticilik yapmış olduğunu göstermektedir.
Bu konuda kısa bir değerlendirme yapacak olursak şunları söyleyebiliriz:
Kadınların hâkimliğini kabul ve red edenlerin görüşleri içtihada dayanmaktadır.
Kadınların
hâkim
olabilmeleri
konusunda
nassa
dayanan
bir
engel
bulunmamaktadır. Yukarıda zikredilen “İşlerini kadına teslim eden bir millet felah
bulamaz.” hadisinin şumulüne hâkimlik ve diğer görevleri dâhil etmek mümkün
değildir. Çünkü bu görevleri yerine getirenler ümmetin işini üstlenmiş değillerdir.
Bu konuda menfi kanaatlerin etkisi ve pratikte kadınların bu göreve talip olmadaki
çekimserlikleri nedeniyle İslam tarihi boyunca hâkimlik görevini icra eden bir
kadına rastlanılmamıştır. Bundan ötesi, ihtiyaç, öncelik prensibi ve diğer şartlarla
ilgilidir.
KADININ SİYASET YAPMASI
Yönetilenlerle idari erki elinde bulunduranlar arasındaki ilişkileri
düzenleyen en önemli kamu etkinliklerden biri olan siyaset konusunda nasslarda
sarih bir hüküm bulunmadığından, bu alanda kadınların erkekler gibi aktif rol alıp
alamayacakları hususunda âlimler farklı görüşler beyan etmişlerdir.
Klasik dönem âlimlerinin çoğunluğuna göre kadınlar devlet başkanı vb
diğer siyasi faaliyetlerde aktif olarak görev alamazlar. “Allah kimini kimine üstün
kılmasından ötürü ve erkeklerin mallarından sarf etmelerinden dolayı, erkekler
kadınlar üzerine hâkimdirler.” (Nisâ,4/34) meâlindeki ayeti, kadınların siyasi
faaliyetlerde bulunamayacakları şeklindeki görüşlerine mesnet kabul eden âlimler,
burada zikri geçen “kavvam“ kelimesini erkeklerin kadınlar üzerinde yönetici,
onları koruyup kollayıcı, ihtiyaçlarından sorumlu ve ailenin amiri oldukları şeklinde
yorumlamışlardır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Sosyal Hayatla İlgili Problemler 1
Bu ayette erkeklerin kadınlar üzerine “kavvam” yani hâkim oldukları
bildirilmektedir. Erkeklerin kadınlara hâkim olmaları, vazife ve görevlerinin
dağılımındaki adalet bakımındandır. Çünkü taraflar, fıtratlarının gereği olarak
yüklenebilecekleri kadar mesuliyet altına girerler. Ancak Kurân, “kavvam”lık
hakkına bir sınır getirmediğinden bu durum aile reisliğine şamil olduğu gibi
imamlık, cihad ve devlet başkanlığı gibi görevleri de kapsar. Siyasi faaliyetlerde
bulunabilme imkânının kadınlara tanınması hâlinde, “kavvam” nev’inden olan ve
erkeklerin yapması gereken bir görev, kadınlar için de caiz kılınmış olacaktır. Devlet
başkanı olduğu düşünülen kadın nasıl kocasının idarecisi olacaktır? Bu durum, söz
konusu ayete tamamen zıttır. “En küçük idare birimi olan ailenin reisliği kadına
verilemiyorsa, devlet başkanlığı görevi nasıl verilecektir?” şeklinde yapılan
yorumlar, kadına özel alanı gösterip ötesine geçmesini sınırlandırmaktadır.
Kurân’da zikredilen “ Evlerinizde oturun, eski cahiliyyede olduğu gibi açılıp
saçılmayın.” (Ahzâb,33/33) meâlindeki ayetle, kadınların mekânı ev olduğundan,
evde oturmalarının gerekli olduğuna, umumun işleri için dışarı çıkmamaları
gerektiğine, tesettüre uymakla emrolunduklarına ve erkeklerle karışık bir şekilde
aynı ortamda bulunmamalarına işaret edilmektedir. Buna göre kadının tabii
mekânı ve kalması gereken yer evidir. Hâlbuki siyasetle meşgul olan kadınların
temsil ettikleri halka ve ülkelerine hizmet etmek için zaman zaman muhtelif yerlere
gitmeleri ve erkeklerle beraber toplantılara katılmaları ve erkeklerle resmî ilişkiler
içerisinde olmaları gerekmektedir.
Kadınların siyaset yapamayacağını ileri süren bir kısım âlimlere göre
yukarıda zikredilen Ahzâb suresi’nin 33. ayeti, kadınların zaruret olmadıkça
evlerinden dışarı çıkmamalarına işaret etmektedir. Çünkü bu ayetin muhatabı hem
Hz. Peygamber’in eşleri, hem de bütün mümin hanımlardır. Hitap her ne kadar Hz.
Peygamber’in hanımlarına yapılıyorsa da, mana itibariyle bu hitap bütün kadınları
içine almaktadır.
Muhammed Reşid Rıza, Mahmud Şeltut, Muhammed Yusuf Musa, Mustafa
Siba’î, Abdulkadir Udeh, Behiyyu’l-Hûlî, Ramazan el-Bûtî gibi âlimlere göre ise
İslam, kadınları devlet başkanlığı dışında aktif siyaset yapmaktan mahrum
bırakmamıştır. Zira kadınlar; imam olamazlar, cuma ve bayram namazı kılamazlar,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Sosyal Hayatla İlgili Problemler 1
bunların asıl görevleri anneliktir. Devlet başkanı olmak için erkek olmak
gerekmektedir. Ayrıca kadının ısrarla ve birtakım teşebbüslerle bu hakları elde
etmesi hususunda toplum henüz hazır hâle gelmemiştir.
Hz. Peygamber’in, İran Kisrası’nın kızının devlet reisliğine getirildiğinde
söylediği “İşlerini kadına tevdi eden bir kavim asla felah bulamaz.“ (Buhârî, Fiten,
18) şeklindeki ifadesi, birçok âlime göre, kadınların memleket işlerinde mesuliyetli
iş ve mevkilerin en önemlisi olan devlet başkanlığı görevine getirilemeyeceği
hususuna işaret ettiğinden, onların umumu ilgilendiren konularda görev almaları
caiz değildir. Bu bakımdan kadınların üstlenecekleri görevlerden devlet
başkanlığının istisna edilmesi gerekir. Çünkü onları tayinde felah ve kurtuluş değil,
bilakis bu konudaki velayetlerinde zarar vardır. Zarar ise ondan kaçınmayı
gerektirir. Hadiste işaret edilen velayet, velayet-i ammedir. Devlet başkanlığı da
velayet-i ammedendir. Devlet başkanı toplumun reisidir. Harp ilan eder, ordu
komutanlığı yapar. Ayrıca devlet başkanlığı gibi bir görev, kadının nefsine uygun
değildir.
Haricîler, özellikle Şebîbiyye fırkası devlet başkanlığı dâhil olmak üzere
siyasi faaliyet alanına giren bütün görevlerde kadınların vazife alabileceklerini ileri
sürmektedirler. Zira onlara göre işlerini yürütebildiği ve muhaliflerine karşı
ayaklanabildiği
takdirde
kendilerinden
olan
bir
kadının
imametini
caiz
görmüşlerdir. Siyaset ve ahlak nazariyeleriyle tanınan Şafii âlimlerinden Maverdi de
Halife (İmâmet-i Kübrâ)’ de aranan şartlar arasında erkek olmayı zikretmemiştir.
Asrımızda Muhammed Hamidullah, Hamza Aktan, Hayreddin Karaman, Yunus
Vehbi Yavuz ve bir çok araştırmacı da kadının devlet başkanı olabileceği kanaatini
taşımaktadır.
Konuyla ilgili olarak Kurân’da; “Mümin erkekler ve mümin kadınlar
birbirlerinin velileridir, iyiliği emreder, kötülükten alıkoyarlar, namaz kılarlar, zekât
verirler, Allah’a ve Peygamber’ine itaat ederler...“ (Tevbe, 9/71) buyrulmaktadır.
Bu ayet, kadının siyasi haklara sahip olduğu ve idari görevlerde bulunabileceğine
dair ileri sürülen ayetlerden biridir. Ayette geçen “vel’î” kelimesi esas itibariyle
dost, arkadaş ve yardımcı gibi anlamlara gelmekle beraber, isim tamlaması olarak
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Sosyal Hayatla İlgili Problemler 1
bir kimsenin işlerini idare edip ihtiyaçlarını karşılayan kimse manalarında da
kullanılmaktadır.
Ayette zikredilen velayet, hem erkek hem de kadınlar için söz konusu
edildiğinden erkeklerle kadınlar siyasi faaliyetlere katılmakta ve idari görevler
yüklenmekte eşit kabul edilmektedir. Çünkü “ ...birbirlerinin velileridir... “ ifadesine
göre kadınlar da erkekler gibi amme velayeti de dâhil olmak üzere her türlü velayet
hakkına sahiptirler. Nitekim kadınlar küçük ve nakıs ehliyet sahiplerine vasi
olabilirler. Malların tasarruf ve idaresi konularında vekil olabilirler. Ayrıca velâyet
kapsamına girdiğinden şahit ve ihtilaflı olmakla birlikte hâkim de olabilirler.
İslam, kadınları seçme ve seçilme hakkından mahrum bırakmamıştır.
Diledikleri takdirde parlamento üyesi olabilirler. Kurân-ı Kerim'de kadının yönetici
olamayacağına dair hiçbir nass bulunmamaktadır. Aksine Nisâ suresi 59. ve 83.
ayetler kadının devlet başkanı olabileceğinin delili olduğu ifade edilmektedir. Bu
görüş sahiplerine göre, ayetlerde zikredilen “ idareciler “ ifadesi, hem kadını hem
de erkeği kapsamına almaktadır. İkinci ayette geçen “yetki sahipleri” ifadesi de
hem ilmen hem de siyaseten yetkiyi kapsamaktadır. Bu nedenle kadının toplum
adına siyasal yetki sahibi olmasına engel olacak bir delil bulunmamaktadır.
Tevbe suresi 71. ayetten de anlaşılacağı üzere kadınlar hem seçme hem de
seçilme hakkına sahip oldukları gibi yeterli bilgi, beceri, kabiliyet ve iradeye sahip
oldukları takdirde kamu görevinde de görev alabilirler. Kısaca İslam, tam ehliyet
sahibi olan kadınların siyasi vazife yüklenmelerini yasaklamamıştır. Bu bağlamda
günümüzde kadınların içerisinde yer alabileceği aktivitelerden bazıları şöyle
sıralanabilir:
Cumhurbaşkanlığı,
Başbakanlık,
Meclis
başkanlığı,
Bakanlık,
Milletvekilliği, siyasi danışmanlık ve parti içindeki diğer görevler.
Hz. Süleyman zamanında Sebeliler’in lideri durumunda olan Sebe Kraliçesi
Belkıs’ın; “Ey ileri gelenler! Vereceğim emir hakkında bana fikrinizi söyleyin, siz
benim yanımda bulunmadıkça bir iş hakkında kesin bir hüküm vermem.“ şeklindeki
sözüne karşılık kendisine verilen: “ Biz güçlü kimseler ve zorlu savaş adamlarıyız,
emir senindir, sen emretmene bak.“ (Neml, 27/ 32-33) şeklindeki cevap da
kadınların siyasi konularda verilecek hüküm için erkeklerle bir araya gelebileceğine,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Sosyal Hayatla İlgili Problemler 1
idari
işlerini
şûrâ
ile
mümârese
edebileceklerine
ve
görüşlerini
açıklayabileceklerine işaret etmektedir.
Bilindiği gibi Kurân’da kadının devlet başkanı olamayacağını bildiren bir
ayet yoktur. Aksine, Hz. Süleyman’ın çağdaşı, Yemen’deki Sebe Kraliçesi Belkıs’tan
bahsedilmiş, hiçbir önemli kararı danışma meclisine getirmeden almayan bu kadın
başkanın isabetli sözleri uzunca bir şekilde nakledilmiş ve kadın olmasından dolayı
onun başkanlığının aleyhinde bir imada dahi bulunulmamıştır.
Belkıs’ın parlamentosundan ve orada yapılan tartışma ve fikir teatisinden
bahseden Kurân, bunu bazı ibret ve anlamların çıkarılması için anlatmıştır. Güneş'e
tapması dışında, Kraliçe Belkıs'ın toplumun ileri gelenlerine danışması, savaşma
tavsiyesine rağmen sağduyusu ve ileri görüşlülüğü ile karşı tarafa elçi göndererek
anlaşmak istemesi, Hz. Süleyman'ın uyarısı ile gerçekleri görüp Yüce Allah'a teslim
olması, yöneticiliği bakımından olumlu bulunmuştur. Bu anlatılanlardan ortaya
çıkan sonuç, kabiliyet ve yeterlilik özelliklerine sahip kadınların gerektiğinde siyaset
yapabileceği ve devlet başkanı olabileceğidir.
KADININ MAHREMSİZ OLARAK SEFER MÜDDETİ YOLA
ÇIKAMAMASI
Mahrem erkeklerden biri veya kocası yanında olmadan kadınların tek
başına sefere çıkmalarının caiz olmadığı hükmünden hareket eden âlimlere göre,
kadınlar siyasi faaliyetlerde bulunamazlar. Çünkü siyaset, çoğu zaman sefer
müddeti yolculuğa çıkmayı gerektirir.
Konumuzla ilgili olarak her şeyden önce şu tespiti yapmak gerekir. Kurân
ve sünnette kadının seyahat özgürlüğünü kısıtlayan herhangi bir hüküm
bulunmadığı gibi, İslam âlimlerinin buna aykırı herhangi bir ictihadı da yoktur.
Kadınlar da erkekler gibi gezip dolaşma, alışveriş, tatil, eğitim, bilgi ve tecrübe
kazanma gibi nedenlerle seyahat yapabilecekleri gibi, siyaset vb nedenlerle de
seyahat yapabilirler. Kurân bu konuda kadınlar için herhangi bir sınırlama
getirmemiştir. Ancak sünnette kadınların seyahat özgürlüğüne bir kısıtlama
getirilmemekle birlikte, sefer ölçüsünden daha uzak yerlere illetine temas
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Sosyal Hayatla İlgili Problemler 1
edilmeden mahremsiz olarak gitmemeleri şeklinde bir sınırlama getirildiğini
görmekteyiz. Bununla ilgili bir kısım rivayetleri şu şekilde sıralamak mümkündür:
1- "Allah'a ve Ahiret gününe inanan bir kadına, yanında mahrem
erkeklerden biri bulunmaksızın, bir günlük yolculuk yapması helal olmaz.” (Buhârî,
Kitâbu Taksîri’s-Salât,4).
2- "Kadın, beraberinde mahremlerinden bir erkek bulunmaksızın, üç günlük
mesafede yolculuk yapamaz." (Buhârî, Kitâbu Taksîri’s-Salât,4)
3- "Beraberinde babası veya kardeşi, ya da oğlu yahut kocası ve diğer
mahremlerinden bir erkek bulunmaksızın, kadın üç gün ve daha fazla bir zaman için
yolculuğa çıkamaz." ( Buhârî, Kitâbu Taksîri’s-Salât,4)
4- " Mahremlerinden biri yanında bulunmaksızın, kadın sefere çıkamaz. "Bu
söz üzerine bir adam Hz. Peygamber'e gelerek: - "Ey Allah'ın elçisi, ben şu şu
savaşlar için yazıldım, hanımım ise hacca gidecektir” deyince, ona şöyle cevap
vermiştir: - "Geri dön ve hanımınla birlikte hac yap.” (Buhârî, Nikâh, 111).
5- “Misafir tam üç gün üç gece, mukim ise bir gün bir gece mesheder.”
(Müslim, Tahâret, 24).
Bu rivayetlerde kadınların mahremsiz olarak kendi başlarına yolculuk
yapacakları mesafenin bazı rivayetlere göre bir gün, bazı rivayetlere göre ise üç
günlük yolculuk olarak kabul edildiğini görmekteyiz. Süfyanü’s-Sevri ve Ebu Hanife
seferilik konusunda zaman kriterini dikkate almışlar ve “Misafir tam üç gün üç
gece, mukim ise bir gün bir gece mesheder” (Müslim, Tahâret, 24.) hadisini
kendilerine mesnet kabul ederek sefer ölçüsünün üç günlük yolculuk olduğu
görüşünü ileri sürmüşlerdir. Bununla birlikte Hanefi âlimleri her ne kadar zaman
kriterini dikkate alıyorlarsa da mesafe kriterini büsbütün gözardı etmemektedirler.
Elmalılı Hamdi Yazır’a göre ise, yolculuk günümüzde hangi vasıtayla
yapılıyorsa onunla üç günlük (18 saatlik ) yolculuğun esas alınması gerekir.
Hanefilerin dışındaki diğer mezhep imamları ise sefer ölçüsü olarak mesafe
kriterini dikkate almışlar ve bu mesafenin 48 mil olduğu tespitini yapmışlardır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Sosyal Hayatla İlgili Problemler 1
Abdullah b. Ömer ve Abdullah b. Abbas da 48 mil ve daha uzak mesafelerde
namazlarını kısaltmışlardır. Günümüzde bu mesafe ölçüsü 88.704 km’ dir.
Ancak burada konumuzla ilgili olarak üzerinde önemle durulması gereken
husus, sefer ölçüsünün tespitinden ziyade, bir kadının yanında mahremi olmadan
yolculuğa çıkamamasıyla ilgili illetin ne olduğunun tespit edilmesi ve buna bağlı
olarak seferilik konusunda zaman ve mesafe kriterlerinden hangisinin dikkate
alınması gerektiğidir.
Fıkıh âlimlerine göre kadınlardan mahremi ile yolculuk yapmalarının talep
edilmesi, mal ve can emniyeti ile namusun korunması illetine bağlıdır.
Mahremlerin beraberinde bulunması, kadınların tehlikeye maruz kalmamaları için
istenmektedir. Bu nedenle, mahremlerin güvenilir olmaması veya refakatçinin
çocuk olması ya da yolculuk için güven ortamının bulunmaması hâlinde kadının
sefere çıkması caiz görülmemiştir. Çünkü bu kimselerle güvenilir yolculuk yapmak
mümkün değildir. Yol emniyeti olmadığı zaman mahremi olan kimselerle de
yolculuk yapmak caiz değildir. Nitekim seferilik süresinin üç gün olduğunu söyleyen
Ebû Hanife ve Ebû Yusuf, zamanın fesadı halinde kadının bir günlük yola dahi
mahremsiz çıkmasının mekruh olduğunu söylemişlerdir. Bu durum hükmün
emniyet veya fesada göre değişeceğini göstermektedir. Hz. Peygamber, kadınlar
bir yana tehlikeli ve zor bir iş olduğundan, bidayette erkeklerin de tek başlarına
sefere çıkmalarını uygun görmüyordu. Zira tehlike kadınlar için söz konusu olduğu
gibi erkekler için de söz konusu olmaktaydı.
Yolculuğa çıkacak kadınlar için emniyet esas alındığına göre, aslında
seferde mesafe veya zaman kriterleri yerine güvenlik kriteri dikkate alınmalıdır.
Eğer bir yolculukta güven varsa, herhangi bir zarar gelmesinden korkulmuyorsa,
erkek veya kadın çıktığı yolculukta, malından, canından ve namusundan emin ise,
mesafe ister kısa ister uzun olsun, ister zaman, ister mesafe kriteri dikkate alınmış
olsun, herhangi bir mahrem kendilerine eşlik etmeden böyle bir yolculuğa
çıkmalarında bir sakınca olmamalıdır. Örneğin, İstanbul'da bulunan bir kadının
uçakla Ankara'ya veya İstanbul'dan otobüs veya deniz otobüsü ile Yalova'ya gidip
gelmesinde bir sakınca olmaz. Çünkü adette bu gibi yolculuklarda güven ve rahat
söz konusudur. Kadının canına veya namusuna herhangi bir zararın gelmesi söz
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Sosyal Hayatla İlgili Problemler 1
konusu değildir. Bir salon mesabesindeki otobüste veya uçakta tecavüz konusunda
anlaşamayacak kadar insanın bulunduğu bir ortamda yolculuk etmesi, en emin
yolculuklardan birisidir. Buna mukabil bir kadının sefer müddetinden az bir
mesafeye gitmek için tek başına yola çıktığını düşünelim. Örneğin, bir kadının
bulunduğu köyden birkaç kilometre uzaklıktaki başka bir köye gitmek istediğini
varsayalım. Herkes bilir ki bu çeşit yolculuk yapan bir kadın, otobüs veya uçakla
İstanbul’dan Ankara’ya gelip giden bir kadından daha fazla tehlikeye maruz
Yolculuk güven ve
emniyet içinde yapıldığı
takdirde kadının
mahremsiz sefer
müddeti yolculuk
yapması mümkün
olabileceğinden böyle
bir neden siyaset
yapmalarına da engel
teşkil etmeyecektir.
kalabilir. Bu durumda otobüs veya uçakla İstanbul’dan Ankara’ya yolculuk yapmak
isteyen bir kadına cevaz vermezken, bir köyden başka bir köye daha tehlikeli
olabilecek ortamda yalnız gitmek isteyen kadına mesafe kriterini dikkate alarak
cevaz vermek isabetli olmasa gerek. Bu düşüncelerden hareketle bir kadın,
yolculukta kendini koruyamaz durumda ise ve güven içinde bulunmuyorsa, bu
yolculuğun süresi bir saatlik bile olsa, böyle bir yolculuğa çıkmanın sakınca
nedeniyle caiz olmadığını söylemek mümkündür. İbrahin en-Nehai ve Şa’bi gibi
âlimler yol emniyetini dikkate almadan, mesafe ister yakın ister uzak olsun mutlak
surette kadınların yanlarında mahremi veya kocası olmadığı sürece yolculuk
yapamayacağını söylemektedirler.
Sonuç olarak kadınların seferleriyle ilgili olarak konulan sınırın illet ve
gerekçesi kadının güvenliği olduğuna göre seferde ölçü, zaman ve mesafe yerine
güven olmalıdır. Yolculuk güven ve emniyet içinde yapıldığı takdirde kadının
mahremsiz sefer müddeti yolculuk yapması mümkün olabileceğinden böyle bir
neden siyaset yapmalarına da engel teşkil etmeyecektir.
KADIN ERKEK DİYALOGUNDAKİ İLKELER (HALVET VE
İHTİLATIN YASAK OLMASI)
Sözlük anlamı itibariyle “ bir şeyi bir şeye karıştırmak “manasına gelen
ihtilat, terim olarak aralarında nikâh bağı ve devamlı evlenme engeli bulunmayan
bir erkekle bir kadının birlikte bulunmaları, aynı meclisi paylaşmaları anlamına
gelir. Bu terim daha çok erkeklerle kadınların iş yerlerinde çalışmalarını, muhtelif
ortamlarda bir arada bulunmalarını, birlikte eğitim görmeleri ve ev ziyaretlerinde
birlikte oturmalarını kapsamına almaktadır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Sosyal Hayatla İlgili Problemler 1
Aralarında nikâh bağı ve devamlı evlenme engeli bulunmayan bir erkekle
bir kadının kimsenin bulunmadığı ve istekleri dışında kimsenin giremeyeceği kapalı
mekânlarda baş başa kalmaları ise halvet terimi ile ifade edilmektedir. Evlenmeleri
dinen mümkün olan, fakat aralarında evlilik bağı bulunmayan bir kadınla bir
erkeğin bu şekilde kapalı bir mekânda baş başa kalmaları şeklindeki beraberlikleri,
harama yol açacak durumların önlenmesi ve tarafların iffetinin korunması amacıyla
caiz görülmemiştir. Hz. Peygamber: “ Hiçbir erkek yanında mahremi olmaksızın bir
kadınla baş başa kalmasın.” dedi. Bunun üzerine bir sahabi ayağa kalkarak “Ya
Resulellah! Benim eşim hac için yola çıktı, ben de şu ve şu gazvelere yazıldım.”
deyince, Hz. Peygamber; “ O hâlde sen gazvenden vazgeç de eşinle beraber
haccet.” (Buhârî, Nikâh, 111) buyurdu.
Diğer bir hadiste de; “.... Allah’a ve Ahiret gününe inanan, bir kadınla
aralarında mahremi yokken halvette bulunmasın.“ (Ahmed b. Hanbel, III, 339)
buyurmuştur.
Yine Resulullah bir hutbesinde; “ Sizler ( yanında mahremi bulunmaksızın )
kadınların yanına girmekten sakınınız.” deyince ensardan biri: “Ya Resulellah ya
(kocanın) erkek akrabasına ne dersiniz?”diye sordu. Bunun üzerine Resulullah:
“Onlarla halvet ölümdür.“ (Buhârî, Nikâh, 111) buyurdu.
İslam
kötülüğün önlenmesi kadar, öncelikle ona giden yolların
kapatılmasına önem vermiştir. Zira tarafların iffet ve namusu lekelendiğinde geri
dönüşü ve telafisi olmayan bir zarar ortaya çıkmış ve temel kişilik hakkı ihlal edilmiş
olur. Bu sebeple anılan muhtemel olumsuz sonuçları önlemek gayesiyle kadının
yabancı bir erkekle kapalı bir mekânda baş başa kalması, kadının yanında mahremi
bulunmadan yolculuk etmesi uygun görülmemiştir. Ancak bu tür davranışlar
kendiliğinden değil, harama yol açması sebebiyle yasaklandığı için, belirli ihtiyaç ve
mazeretlerin ortaya çıkması veya anılan sakıncaların bulunmaması hâlinde caiz
görülebilmektedir. Nitekim yol emniyetinin bulunması ve ayrı bir kafile teşkil
edilmesi hâlinde kadının mahremi bulunmaksızın yolculuk etmesinin caiz görülmesi
bu anlayışa dayanır.
İhtilat konusuna gelince; bunun caiz olmadığı konusunda “Ey iman edenler!
Peygamber'in evlerine yemeğe çağrılmaksızın vakitli vakitsiz girmeyin. Fakat davet
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Sosyal Hayatla İlgili Problemler 1
edilirseniz girin ve yemeği yiyince dağılın. Sohbet etmek için de girip oturmayın. Bu
hâliniz Peygamberi üzüyor. O da size bir şey söylemeye çekiniyordu. Allah gerçeği
söylemekten çekinmez. Peygamberin eşlerinden bir şey isteyeceğinizde, onu perde
arkasından isteyin. Bu, hem sizin kalpleriniz için, hem de onların kalpleri için daha
temiz bir yoldur…” meâlindeki Ahzâb suresi 53. ayet delil olarak kabul edilmektedir.
Ayetin nüzul sebebiyle ilgili olarak yapılan rivayetlerden birine göre bu
ayet, Hz. Peygamber ile Zeynep bint Cahş’ın düğünü sırasında yemek yedikten
sonra kalkıp gitmeyen ve Hz.Peygamber’i rahatsız eden bazı kimselere görgü
kurallarını ve evinde, ailesi içinde kimseyi rahatsız etmemeyi öğretmek için nazil
olmuştur. Diğer bir rivayete göre ise Hz. Ömer, Hz. Peygamber’e “Ya Resulellah
evinize iyi adamlar da kötü adamlar da geliyor. Müminlerin annelerine emretseniz
de örtünseler.” dedi. Bunun üzerine yukarda meâlini verdiğimiz hicab ayeti nazil
oldu.
Hanefi müfessirlerinden olup H.4. asırda yaşayan Cessâs’a göre hicab
ayetinde zikredilen hüküm her ne kadar Hz. Peygamber’in hanımlarına mahsus ise
de, diğer bütün mümin kadınları da içine almaktadır.
Asrımız müfessirlerinden Sabuni’ye göre de yabancı kadından bir şey
isteneceği zaman perde arkasından istenmesi ve böylelikle yabancı kadınlarla
erkeklerin bir arada bulunmaması gereği, yalnız Resulullah’ın zevcelerine mahsus
değil, bütün mümin kadınlara ait umumi bir hükümdür. Müminlerin anneleri
konumunda
olan
Resulullah’ın
eşlerinin
yabancı
erkeklerle
bir
arada
bulunmamaları ve onlardan bir şey isteneceği zaman perde arkasından istenmesi,
diğer mümin kadınların da yabancı erkeklerle bir arada bulunmalarının, onlarla
konuşmalarının caiz olmadığına delalet eder. Çünkü genellikle ahlaki fitne,
kadınlarla erkeklerin İslami kurallar dışında bir arada bulunmaları ve
konuşmalarından doğmaktadır.
Müfessirlerin yorumları bu şekilde olmakla birlikte, ayette mevcut
taleplerin Hz. Peygamber’in eşlerine yönelik olmasından hareketle, hükmün O’nun
eşlerine mahsus olduğunu söylemek mümkündür. Burada genelleme yaparak
kadınların erkeklerle bir arada bulunamayacakları sonucunu çıkarmak mümkün
değildir. Şayet erkek ve kadınların karşı cinslerin bulunduğu ortamlarda birlikte
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
Sosyal Hayatla İlgili Problemler 1
bulunmaları yasaklanmışsa:“ Ey Muhammed! Erkeklere söyle gözlerini bakılması
yasak olanlardan çevirsinler....” (Nûr, 24/30.)
meâlindeki ayet ile “Mümin
kadınlara da söyle: gözlerini bakılması yasak olanlardan çevirsinler, iffetlerini
korusunlar...” (Nûr, 24/31) meâlindeki ayetler nasıl izah edilecektir? Bu durumda
kadın sosyal hayatta nasıl aktif rol alacaktır? Kadınların ihtilat hâlinde olmaması
ancak evinden dışarı çıkmamaları ve evde mahrem olmayan erkeklerle aynı
ortamda bulunmamaları ile mümkün olur. Ayrıca kadın ve erkeklerin birlikte
bulunmadıkları ortamlarda tarafların gözlerini bakılması yasak olanlardan
çevirmeleri söz konusu olamaz.
Hz. Aişe’den rivayet edilen şu olay da ayetteki hükmün Hz. Peygamber’in
hanımlarına mahsus olduğunu göstermektedir. Rivayet edildiğine göre Hz. Aişe
şöyle diyor: “Ben Peygamber’le birlikte hays (Araplar arasında hurma, yağ ve
kurutulmuş yoğurttan yapılan bir yemek adıdır.) yiyordum. Bu sırada Ömer geldi.
Hz. Peygamber O’nu çağırdı. Ömer’in parmağı benim parmağıma değince ay veya
öf dedi. Akabinde de “Eğer Peygamber sizin hakkınızda sözüme uymuş olsaydı,
hiçbir göz sizi görmezdi.” deyince hicab ayeti nazil oldu.
Buna göre ayetteki: “... Peygamberin eşlerinden bir şey isteyeceğinizde,
onu perde arkasından isteyin...” ifadesi yabancı erkeklerin peygamberin
hanımlarının yanına izinsiz girmelerini men etmekte, evlerinde onlardan bir şey
istemek gerektiğinde hemen içeri girme yerine, kapıda perde arkasında durarak
istemeyi ifade etmektedir. Buna göre müminlerin peygamber hanımlarından bir
şey istemeleri durumunda perde arkasından istemeleri ayetle talep edilmektedir.
İhtilatın caiz olmadığı hususunda açık delil olmayan bu ayet, aile
mahremiyetini korumakta ve Hz. Peygamber’in hanımlarının müsait olmadıkları bir
vaziyette görülmemelerini istemekte, kısaca Hz.Peygamberin evine giriş ve çıkışları
düzenlemektedir. Çünkü ayetin öncesinden itibaren Hz.Peygamber’in kendisi ve
ailesiyle olan ilişkileri hakkında açıklamalar yapılmaktadır. Ancak bazı müfessirler
kadının bedeni ve sesinin avret olduğu düşüncesinden hareketle bu ayete
dayanarak ihtilatın caiz olmadığı kanaatini taşımaktadırlar.
Bilindiği gibi erkek ve kadın toplumun ayrılmaz birer parçasıdır. Kadınlar
zaman zaman ihtiyaçlarını gidermek için dışarı çıkar, alışveriş yapar, ticaretle
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
Sosyal Hayatla İlgili Problemler 1
uğraşır, mahkemelerde şahitlik yapar, şehir içi ve şehir dışı toplu taşıma araçlarıyla
seyahat eder, irşad faaliyetlerinde bulunur,vaaz dinler, savaşlarda geri hizmetlerde
görev alır ve eğitim-öğretim faaliyetlerinde bulunurlar. Bu gibi durumlarda, hem
faaliyet sahasına intikalde hem de adı geçen faaliyetler esnasında erkek ve kadın
aynı ortamı paylaşmak zorunda kalabilirler. İhtilat, böyle bir durumda maslahata
yönelik olarak caiz görülmüştür. Çünkü İslam, prensip olarak erkek ve kadının bir
arada bulunmasını yasaklamış değildir.
Hz. Peygamber devrinde, medenî ölçüler içinde kalan kadın-erkek
ilişkilerinde kısıtlayıcılığın söz konusu olmadığını söylemek mümkündür. Bu devirde
ve sonraki raşid halifeler devrinde, kadın-erkek ilişkileri son derece dengeli ve tabii
bir seyir izlemiştir. Hz. Peygamber ve Hulefa-i Raşidin ile serbestçe görüşebilen
Müslüman hanımlar, belirli ölçüler içinde erkeklerle aynı ortamı paylaşmış ve
görüşmelerde bulunmuşlardır. Nitekim Enes b. Malik’in anlattığına göre Ensar’dan
bir kadın Hz.Peygamber’in yanına geldi. Hz.Peygamber, o kadınla yalnız kaldı.
Konuşmalarının sonunda Hz.Peygamber; “Allah’a yemin ederim ki siz Ensar
kadınları bana muhakkak insanların en sevimlilerisiniz.”(Buhârî, Nikâh, 112.)
buyurdu. Bu hadis bir erkeğin insanların bulunduğu ortamda bir kadınla yalnız kalıp
konuşmasının ve onunla istişare etmesinin caiz olduğuna işaret etmektedir.
O dönemlerde kadınlar beş vakit namaza, cuma ve bayram namazlarına
cemaat olarak katılır, erkeklere selam verir ve erkek hastaları ziyaret ederlerdi. Hz.
Ömer, ordudan kendisine haber getiren bir müslümanı evinde kabul ediyor, yemek
hazırlatıyor ve hanımını kendileriyle birlikte yemek yemesi için sofraya davet
edebiliyordu. Yine Hz. Ömer, hilafeti döneminde insanların evlerine gidiyordu. Bir
defasında Abdurrahman b. Avf’ın evine geldiğinde Abdurrahman o esnada namaz
kılmakta olduğundan hanımı Hz. Ömer’i içeri almış ve ona yemek ikram etmiş,
Abdurrahman’da namazı tamamladığında halifeye “Hoş geldin” demişti.
Bir defasında Hz. Peygamber’in bulunduğu bir düğünde Ebû Useyd es-Saidî
ile henüz evlenen Ümmü Üseyd, düğüne davet edilen erkeklere hizmet etmiştir.
Konuyla ilgili rivayet Buhâri’de şöyle anlatılmaktadır: “ Ebû Useyd es-Saidi, gelin
aldığı zaman Peygamber’i ve arkadaşlarını da davet etti. Onlara yemek yapan ve
ikramda bulunan Useyd’in henüz evlendiği karısı Ümmü Üseyd’den başkası değildi.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
Sosyal Hayatla İlgili Problemler 1
Ümmü Useyd geceden toprak bir kap içinde hurma ıslatmış ezip şerbet yaparak
misafirlere ikram etmişti. Peygamber yemeği bitirince kadın kendi eliyle o şirayı
Peygamber’e ikram ederek içirdi.“ (Buhârî, Nikâh, 77, 78). Bu hadis fitneden emin
olunduğu takdirde kadının kocasının misafirlerine hizmet etmesinin caiz olduğunu
göstermektedir. Buna göre erkeğin veya kadının akraba ve arkadaşlarına evin
hanımı hizmet edebilir, birlikte oturabilirler. Ancak taraflar oturuş ve kalkışlarına,
konuşmalarına dikkat etmelidirler. Nitekim Asr-i Saadet’te kadın- erkek
münasebetlerinde tarafların iffet ve namusuna gölge düşürecek her türlü hususa
dikkat edildiğini görmekteyiz.
Bilindiği gibi mescid, müslümanların toplanma yeri idi. Orada çeşitli işler
müşavere edilirdi. İslam, kadınların mescitlere gitmelerine müsaade etmiştir.
Kadınlar orada toplumu ilgilendiren konulara görüşleri ile katılırlardı. Hz. Ömer’in
hutbesi esnasında ona muhalefet eden kadın olayı meşhurdur. Hz. Ömer kadının
itirazını yerinde bularak şöyle demiştir. Bütün insanlar Ömer’den daha fakihtir,
kadınlar bile. Bu da göstermektedir ki camide olsun sokakta olsun, Hz. Ömer gibi
bir zata hanımlar gayet sert tenkitler yöneltebiliyor ve bu büyük insan onların haklı
görüşlerini kabul etmekte tereddüt etmiyor, kendi fikrinden dönebiliyordu. Ayrıca
bu
durum
ümmetin
gelebileceklerine
ve
işleri
konusunda
kadınlarla
devlet
başkanının
önünde
erkeklerin
kadınların
bir
araya
görüşlerinin
dinlenebileceğine işaret etmektedir.
Hz. Peygamber dinin ahkâmını öğretmek için zaman zaman mescidde kadın
ve erkeklere müşterek vaaz verirdi. Bir defasında kadınların da bulunduğu bir
sırada Resulullah sahabilerine mescidde vaz etmiş, ancak kadınlara söylediklerini
duyuramadığını düşünerek onların saflarına gitmiş ve kendilerine ayrıca vaz
etmiştir. Vaazında kadınlardan sadaka vermelerini isteyince kimisi kulaklarından
küpeleri, kimi de parmaklarındaki yüzüğü çıkarıp vermiş, Bilal Habeşi de bunları
toplamıştır (Buhârî, İlim, 32).
Resulullah genel vaazlarının dışında kadınlara muayyen günlerde özel
dersler de verirdi. Ebû Said el-Hudri bu konuda şunu anlatıyor: “Bir kadın, Hz.
Peygamber’e gelerek sözlerini erkekler götürüyor (sözlerini dinleme fırsatını
bulamıyoruz.) Bize birgün tayin et de o gün sana gelelim. Sen de Allah’ın sana
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
Sosyal Hayatla İlgili Problemler 1
öğrettiği şeyleri bize öğret.” dedi. Hz. Peygamber talebi yerinde bularak “Filan
günü falanca yerde toplanınız” talimatını verdi. Onlar da toplanınca Resulullah
Allah’ın kendisine öğrettiklerini öğretti (Buhârî, İ’tisam, 9, İlim, 35).
Hz. Peygamber kendisini görmeye gelen kadınlara iltifat eder, onlarla
yakından ilgilenir, hâl ve hatırlarını sorar, hatta bazen üzerine oturmaları için
cübbesini yere serdiği ifade edilir.
8. asrın en büyük muhaddisleri de arkadaşlarının hanımlarını ziyaret
etmekte hiçbir mahzur görmüyorlardı. Basra’nın muhaddis imamı Abdurrahman b.
Hz. Peygamber
kendisini görmeye
gelen kadınlara iltifat
eder, onlarla yakından
ilgilenir, hâl ve
hatırlarını sorar, hatta
bazen üzerine
oturmaları için
cübbesini yere serdiği
ifade edilir.
Mehdi vefat ettikten sonra aynı şehrin aynı seviyedeki imamı Ali İbnü’l-Medini’nin
bu konudaki şu hatırası konumuz açısından önem arz etmektedir: “İbn Mehdi’nin
hanımına gittim. Üstadın ölümünden sonra hanımını ziyaret ediyordum. Kıble
duvarında bir siyahlık gördüm. Bu nedir, diye sorunca şu cevabı verdi. Orası
merhumun dinlenme yeridir. Geceleri namaz kılar, uyku bastırınca alnını oraya
koyardı.”
Bütün bu açıklamalar erkek ve kadınların iffet ölçüleri içerisinde insanların
bulunduğu
ortamda
muhtelif
faaliyetlerde
beraber
rol
alabileceklerini
göstermektedir. Zira kadınlar Asr-i Saadet’te toplumdan tecrit edilmemişler,
ihtiyaçları için sokağa çıkmışlar, erkeklerle belirli ölçüler içinde konuşmuşlar, hatta
zaman zaman haklarını aramak için erkeklerle kıyasıya mücadele etmişlerdir.
Son yıllarda toplumsal ve sosyal olaylardaki farklılıklar kadınların çalışma
yaşamında büyük oranda rol almasını sağlamıştır. Çalışan kadınlar iş gereği, işin
zaruri kıldığı ölçüler içinde beraber ve yan yana olabilirler, ancak bu beraberlik
zaruret sınırını aşmamalı, fitneye sebebiyet vermemeli ve halvet çerçevesine
girmemelidir. Nitekim Hz. Peygamber, kadını fitne korkusu yüzünden eve
hapsetmediğine, seyahatlere, savaşlara götürdüğüne, mescitte onlara ders
verdiğine, erkeklerle kadınlara birlikte namaz kıldırdığına göre ve bu şekilde İslami
sosyal iş ve çalışma hayatı tevarüs edildiğine göre bunu belli sınırlı bir konuya
inhisar ettirmemeliyiz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
Özet
Sosyal Hayatla İlgili Problemler 1
• İslam, kadınların sosyal ve hukuki durumlarında büyük değişiklikler yapmış
ve insan olarak her iki cinsin Allah karşısındaki sosyal ve hukuki statülerinin
eşit olduğunu vurgulamıştır. Fakat bu eşitlik mutlak eşitlik şeklinde değildir.
Kadın ve erkeğin mutlak eşitliği fikri, diğer bir ifade ile kadının erkek olma
arzusu, kadını insani boyutlardan koparır. Bu itibarla zorunlu eşitlik
alanlarının ötesinde kadın ve erkeğin birbirini tamamlayacağı fikri esas
alınmalıdır.
•İslam, erkek ve kadının hangi işlerde çalışması gerektiğini toplum ve ailede
kadın ile erkek arasındaki iş bölümünü bağlayıcı metinlerle belirlememiş,
kararı ve uygulamayı müslümanlara, örf ve adete, fayda ve maslahata
bırakmıştır.
•Kadınlar, umumi velayetten men edilmiş değillerdir. Küçük çocuk ve nakıs
ehliyet sahiplerine vasi olabilir, malların idaresi konusunda vekil olabilir,
şahit olabilir ve kaza işlerini yürütebilirler. Kadınlar bu vazifelerini hem
erkeklere hem de kadınlara karşı yerine getirirler.
•Nisa suresi 34.ayette yer alan ve genellikle: “Erkekler kadınlar üzerine
hakimdirler” şeklinde çevirisi yapılan “kavvam” kelimesi ile kasdedilen,
erkeğin yönetici olmasından ziyade; fizyolojik yönden daha zayıf olan kadını
koruyucu, gözetici ve ondan sorumlu olmasıdır. Kurumsal bir yapının
olduğu yerde bir yöneticiye ihtiyaç var. Bu, ailede erkektir. Yönetici demek
bu günkü gibi yetki kullanan değil, sorumluluk üstlenen ve istişare ile idare
eden, kurumu ayakta tutan, götüren kişi demektir. Konuyla ilgili ayetler bir
bütünlük içinde değerlendirildiğinde bu sonuca varılır. Bu şekilde erkeğe
tanınan inisiyatif, birinin diğerine egemenliği anlamına gelmeyeceği gibi,
kadınların siyasi faaliyetlerde bulunamayacakları anlamına da gelmez. Siyasi
temsilde kadınlara eşitlik tanınmalı, siyasi ve kamusal nitelikteki kararlara
erkekler gibi kadınlar da katılabilmelidir.
•“İşlerini kadına tevdi eden bir kavim asla felah bulamaz.” hadisini de şu
şekilde değerlendirmek mümkündür. Günümüz hukuk literatürlerindeki
devlet modelleri ile ilgili tariflere benzer bir devlet tanımı hakkında kitap
ve sünnette sarih bir işaret bulabilmek mümkün değildir. Ancak şura’ya
riayet edilmesi, adil olunması vb. değişmez ilkelerden söz edilmektedir. İş
ve yönetimlerin şura ile yürütülmesi İslam’ın tavsiyesi olduğuna ve kadın
da istişare ehliyetine sahip olduğuna göre, bunların devleti
yönetmelerinde bir sakınca bulunmamaktadır. Zira böyle bir sistemde
mutlak idareci yoktur, yetki dağılımı söz konusudur. Ayrıca, bu hadisin
genel bir kanun gibi ele alınmaması ve bu sözün söylenmesini hazırlayan
sebeplerin dikkate alınması gerekir. Hz. Peygamber, bu ifadesi ile genel bir
kaideyi zikretmemekte, bilakis belli bir toplumun akibetini haber
vermektedir.
•İhtilat noktasında,İslam adabına uydukları sürece siyasi faaliyetlerde
bulunmak isteyen kadınların çalışmalarına cevaz verildiğini söylemek
mümkündür. Zira yasaklanan “ihtilat” değil, “halvet”tir. İhtilatın
yasaklandığını düşünecek olursak bu takdirde hiçbir kadının evinden dışarı
çıkmaması ve hiç himseyle hiçbir yerde aynı ortamda bulunmaması gerekir
ki bu durum, Kuran’ın ilkelerine ve Asr-ı Saadet dönemindeki
uygulamalara ters düşmektedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
26
Sosyal Hayatla İlgili Problemler 1
DEĞERLENDİRME SORULARI
Değerlendirme
sorularını sistemde ilgili
ünite başlığı altında yer
alan “bölüm sonu testi”
bölümünde etkileşimli
olarak
cevaplayabilirsiniz.
1. Aşağıdaki müçtehitlerden hangisi mesafe ister yakın ister uzak olsun
yol emniyeti olmadığında mutlak surette kadınların yanlarında mahremi veya
kocası olmadıkça yolculuk yapamayacağını söylemektedirler?
a) İbrahin en-Nehâi
b) Süfyanü’s-Sevri
c)Abdullah b. Ömer
d)Abdullah b. Mes’ud
e)Abdullah b.Abbas
2. Ölen şahsın oğlu bulunmadığı ve kız çocuğunun da tek mirasçı olması
hâlinde mirastan alacağı hisse miktarı aşağıdakilerden hangisidir?
a) 2/3
b) 1/2
c) 1/6
d) 1/3
e)Tamamı
3. Aşağıdaki mezheplerden hangisine göre kadınlar ceza davaları dışında
hâkimlik yapabilirler?
a)Mâlikiler
b)Şafiiler
c)Hanbeliler
d)Hanefiler
e)Caferiler
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
27
Sosyal Hayatla İlgili Problemler 1
4. “ Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin velileridir, iyiliği
emreder, kötülükten alıkoyarlar, namaz kılarlar, zekât verirler, Allah’a ve
Peygamberine itaat ederler... “ meâlindeki ayet, aşağıdaki hükümlerden hangisi
için delil olarak kullanılmaktadır?
a) Kadının siyasi haklara sahip olduğu ve idari görevlerde bulunabileceği
b)Kadınların namaz kılmakla mükellef oldukları
c)Erkeklerin kadınların velisi oldukları
d)Kadınların siyaset yapamayacakları
e)Hiçbiri
5. Aralarında nikâh bağı ve devamlı evlenme engeli bulunmayan bir
erkekle bir kadının kimsenin bulunmadığı ve istekleri dışında kimsenin
giremeyeceği kapalı mekanlarda baş başa kalmalarını ifade eden terim
aşağıdakilerinden hangisidir?
a)İhtilat
b)Nikâh
c)Halvet
d)Mahrem
e)Mut’a Nikâhı
Cevaplar Anahtarı
1.A 2.B 3. D 4.A 5.C
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
28
Sosyal Hayatla İlgili Problemler 1
YARARLANILAN KAYNAKLAR
Acar, H.İ.(1998).“Diyet Açısından Kadın-Erkek Ayırımı Problemi”,Türkiye Günlüğü,
Ankara, S.51.
Aktan, H.(1991). Mukayeseli İslâm Miras Hukuku, İstanbul.
Aktan, H.(1996). “ İslâm’a Göre Kadının Sosyal Aktivitesi”, Sosyal Hayatta Kadın,İs
tanbul.
Ateş, S.(1988). Yüce Kur’ân’ın Çağdaş Tefsiri, İstanbul.
Aynî, (tsz). Umdetü’l-Kârî Şerhu Sahîhi’l-Buhârî.
Bardakoğlu, A.(1999). “Siyasal Hayat” İlmihal II (İslam ve Toplum), İstanbul, İsam.
Beşer, F.(tsz). İslâm Hukukunda Kadının Çalışması ve Sosyal Güvenliği,
İstanbul.
Beşer, F.(1997). “ Seferilik Açısından Kadınlar” Seferilik ve Hükümleri,
İstanbul.
Behiyyu’l-Hûlî, (1953).el-Mer’e Beyne’l-Beyti ve’l-Muctema’, Mısır.
Bilmen, Ö. N.(1985). Hukuki İslâmiyye ve İstılâhâtı Fıkhıyye Kamusu, İstanbul.
Cessâs,(tsz).Ahkâmü’l-Kur’ân, Beyrut.
Cürcânî, Ali b. Muhammed b. Ali Es-Seyyîd eş-Şerîf,(1322). Şerhu Ferâizü'sSirâciyye, İstanbul.
Çeker, O.(1997). “ Halvet”, T.D.V.İslâm Ansiklopedisi, İstanbul.
Dalgın,N.(2005).” Kadın ve Erkeğin Şahitliği İle İlgili Naslardaki Düzenlemelerin
İslam
Hukukuna
Yansımaları
Üzerine
Değerlendirmeler”Dinbilimleri
Akademik
Araştırmalar Dergisi, Sayı.1.
Döndüren, H.(1995). Delilleriyle Aile İlmihali, İstanbul.
Enis Ahmed,(1993). Kadın ve Sosyal Adalet, Çev. Murat Çiftkaya, İstanbul.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
29
Sosyal Hayatla İlgili Problemler 1
Erkal, M.(1997). Seferle İlgili Mesafe Ölçüleri” Seferîlik ve Hükümleri,
İstanbul.
Erul,
B.(2000).“Hadiste
Eleştirel
Yaklaşımın
Öncüsü
Olarak
Hz.
Aişe”,
İslâmiyat,Ankara.
Gözübenli, B.(1997).“Elmalı’nın Seferîlik Meselesine Yaklaşımı”, Seferîlik ve
Hükümleri, İstanbul.
Hatiboğlu, M. S.(2000). “ Kadına Dinin Verdiğini Fazla Bulanlar” İslâmiyat,
Ankara.
İbnü’l-Arabî,(1988). Ahkâmü’l-Kur’ân,Beyrut.
İbn Hazm,(1970). el- Muhallâ, Mısır, 1970.
İbnu’l-Hümâm,(tsz).Şerhu Fethi’l- Kadîr, Beyrut.
İbn Kayyım el-Cevziyye, (1992).Zadü’l-Me’âd fi Hedyi Hayri’l-İbâd, Beyrut.
İbn Kesir,(1969).Tefsîrü’l Kur’ân’il-Azîm, Beyrut.
İbn Kudâme,(1972). el-Muğnî,Beyrut.
İbn Rüşd,(1985). Bidâyetü’l-Müctehid ve Nihâyetü’l-Muktesid, İstanbul.
Kallek, C.(1998). “ Hisbe”,T.D.V.İslâm Ansiklopedisi, İstanbul.
Karaman, H.(1991).“Kadının Şahitliği, Örtünmesi ve Kamu Görevi“, İslâmi
Araştırmalar.
Karaman, H.(1996). İslâm’da İnsan Hakları, İstanbul, 1996.
Karaman, H.(1994). İslam’da Kadın ve Aile, İstanbul, 1994.
Karaman, H.(1997). “Günümüzde Çalışan Müslüman Kadının Problemleri”
Sosyal Hayatta Kadın, İstanbul.
Karslı, İ.(2000). H, Kur’ân Tefsirinde Sosyo-Kültürel Çevrenin Rolü ve Bu Bağlamda
Türkiye Örneğinde Kadın, Basılmamış Doktora Tezi, Erzurum.
Kâsâni,(1986). Bedâiu’s-Sanâi’ fi Tertibi’ş-Şerâi’,Beyrut.
Kurtubî, (1987).el-Câmi’ li Ahkâmi’l- Kur’ân, Mısır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
30
Sosyal Hayatla İlgili Problemler 1
Maverdi,(1976). el-Ahkâmu’s-Sultâniyye, çev. Ali Şafak, İstanbul.
Mergînânî,(1986).el-Hidâye Şerhu Bidâyeti’l-Mübtedi, İstanbul.
Nevevî, (tsz).el-Mecmû’ Şerhu’l- Mühezzeb.
Reşid R. M.(1366). Tefsiru’l-Kur’âni’l-Hâkim, (Tefsiru’l-Menar), Mısır.
Savaş, R.(1994). Raşid Halifeler Devrinde Kadın, İstanbul.
Savaş, R.(1992). Hz. Muhammed Devrinde Kadın, İstanbul.
Sıbâi, Mustafa(1984). el-Mer’etu Beyne’l-Fıkhi ve’l-Kanun, Beyrut.
Şeltût, Mahmûd(tsz). el- Kur’ân ve’l- Mer’e, Mısır.
Şirbini, (1985).Muğni’l-Muhtâc ilâ Ma’rifeti Me'âni Elfâzi’l- Minhâc, Mısır.
Taberi, (1967).Tarihu’l-Umemi ve’l-Muluk, Beyrut.
Topaloğlu, B.(tsz). İslâm’da Kadın, İstanbul.
Udeh, Abdulkâdir,(1993). et-Teşrî’u’l Cinâiyyi’l- İslâmi, Beyrut.
Yavuz, Y.V.(1999). Kur’ân’da Kadın Hak ve Özgürlüğü, İstanbul.
Zehebi, (1986). Siyeru A’lâmi’n- Nubelâ,Beyrut.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
31
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
SOSYAL HAYATLA İLGİLİ
PROBLEMLER-II
• İslam Devleti'nde Gayrimüslim Halk
• Zimmî
• Müste’men
• Harbi
• Gayrimüslimlerle İlgili Hukuki İçtimai ve
Ahlaki Meseleler
• İşçi-İşveren Münasebetleri
GÜNÜMÜZ FIKIH
PROBLEMLERİ
Prof.Dr. Hakkı AYDIN
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• Zimmî, Müste’men ve harbilerin hukuki statüleri,
hak ve vazifeleri
• Gayrimüslimlerle evlenmenin hükmü
• Ehl-i kitap olanların kestikleri hayvanların
etlerinin ve yaptıkları yemeklerin yenilebileceği
• İş ve işveren münasebetlerinde sosyal bünyenin
iktisadi yönünü ilgilendiren iş akti, işci ve
işverenin vazifeleri, ücretleri ile ilgili bilgi sahibi
olacaksınız.
ÜNİTE
13
Sosyal Hayatla İlgili Problemler
GİRİŞ
İslam dini, yaratılışın ana gayesinin, Allaha iman etmek ve Onun emirlerine
uygun olarak yaşamak olduğunu açık ve kesin olarak ilan etmiştir (Bakara,
2/21;Zariyât, 51/56; Mülk, 67/21). Keza İslam dini, emanet olarak vasıflandırdığı bu
insani mesuliyeti kabul veya redde izafe ederek bütün insanları mümin ve kâfir diye
ikiye ayırmaktadır (Ahzâb,33/72; A’raf 7/87; Kehf, 18/29; Tegâbün, 64/2). Bu asli
ayrımın dışında, insanları renk, ülke, dil ve ırk esasına göre hiçbir ayrıma tabi
tutmamaktadır.
Dünyanın en eski devletlerinden Yunan ve Roma devletlerinde, kendi
vatandaşı olmayan yabancıların hiçbir hukuki güvenceleri yoktu. Bu devletlerde
yabancılara can ve mal güvenliği verilmemişti. Nitekim eski Mısır’da mısırlı
olmayanlar hukuki garantinin dışında tutulurlardı. Keza Bizans hudutları hukuken
İranlı ve Arap olan yabancılara kapalıydı. Sadece antlaşmalar gereği bir kısım
şehirlerde ticaret yapma fırsatı tanınmıştı. Avrupa’da ise, XIX.yüzyıla kadar
yabancılara hiçbir hukuki koruma tanınmamıştı. Ne var ki Müslümanlar, baştan
beri kendi inancından ve kendi kavminden ve milletinden olmayan bütün
yabancılara inaç hürriyeti tanıdıkları gibi onlara her türlü can ve mal güveliği de
tanımışlardır. Allah Resulü, Medine’de ilk İslam anayasasını yaparak müşrik, Yahudi
ve Hristiyanlarla bir arada yaşama imkânını herkese bahşetmiştir. Daha sonra gelen
küçük veya büyük bütün İslam devletleri bu esası, her zaman uygulamışlardır.
İslamı kabul etmeyen, onun inanç, ibadet ve muamelât esaslarını
reddeden insanlara gayrimüslim adı verilmektedir. İslam dininin getirdiklerini kabul
edenlere de Müslüman denilmektedir. Gayrimüslimin karşılığı olarak Kuran ve
sünnette kâfir (cem’i kâfirûn, küffâr, kefere) kelimesiyle “küfr” kökünden türemiş
çeşitli ifadeler kullanılmaktadır. Yahudiler küfür ehlinin bir bölümünü teşkil eder.
Hrıstiyanlardan ise nasârâ veya nasrâni şeklinde bahsedilir. Yahudi ve Hristiyanların
ikisine birden ehl-i kitap denilir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Sosyal Hayatla İlgili Problemler
İslam Devletinde Gayrimüslim Halk
Gayrimüslim Tebeanın Kısımları
Bir islam ülkesinde yaşayan gayrimüslimler hak ve vazifeleri bakımından
üçe ayrılmaktadır: Zimmi, Müste’men ve Harbî
Zimmî
Zimmî sözü, ahd/söz verme, yemin, güvenlik ve hak manalarına gelen
zimmet kökünden türemiş bir fıkhi ıstılahtır. Ahdi bozmak, zemmi/kötülemeyi
gerektirdiğinden ahd sözüne zimmet denilmiştir. Cem’i zimemdir.
İslami zimmete, ahd ve emana/güvenceye sahip olan gayrimüslimlere ehl-i
zimmet denir. Bunların erkekleri zimmî ve kadınları zimmiye diye adlandırılır. Harbî
olan bir yabancının veya yabancı bir cemaatin İslam devletinin ahd ve emanını yani
tabiiyetini/vatandaşlığını kabul etmesine de ahd-i zimmet denir.
Genelde insanlar, emanete ve kendilerine verilen vazifeleri yerine
getirmeye mahal/konu olduklarından zimmet denilen bir hukuki ehliyete sahip
bulunmaktadırlar.
Bu
sebeple
herkes
için
hürriyet,
mülk
edinme
ve
ismet/dokunulmazlık (şahsının koruma altında olması) gibi birçok haklar
mevcuttur.
İslam hukukunda zimmet akdi, Mekke’nin fethinden sonra ortaya çıkmıştır.
Resulullah’ın (s.a.v.) fetihten önce yabancılarla yapmış olduğu anlaşmalar süreleri
sınırlı ve hükümleri geçici olan anlaşmalardı. Nitekim ”Kitap ehlinden Allah’a ve
Ahiret gününe inanmayan, Allahın ve Resulünün haram kıldığını haram saymayan
ve Hak Din olan İslamiyeti, din olarak kabul edip ona uymayanlara karşı, boyun
eğerek cizye verinceye kadar savaşın…” (Tevbe 9/29) ayeti, Mekke’nin fethinden
sonra gelmiştir (Cassas, Ahkamu’l-Kur’an, I, 142). İslam Hukuku, Müslüman halk ile
gayrimüslim halk arasında önemli farklar ortaya koymuştur. İslami görevler
doğrudan doğruya dinle alakalı olduğu ve bazı hususiyetler arz ettiği için
gayrimüslim tebea, halife, vali, hâkim veya ordu kumandanı olamaz. Bu gibi
görevler, ferdi karar vermeyi ve tam yetkili olmayı gerektirdiğinden yabancıların
böyle görevlere tayin edilmesi mümkün değildir. Ancak İslam diniyle herhangi bir
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Sosyal Hayatla İlgili Problemler
bağlantısı olmayan alanlarda ve İslam devletinin ve halkının menfaatinin
gerektirdiği zaman ve zeminlerde gayrimüslimler vazife yapabilirler.
Birçok meselede gayrimüslim tebea, daha kârlı ve avantajlıdır.
Gayrimüslimler, mallarının fazlası sebebiyle ödenmesi gereken zekâttan muaftırlar.
Buna göre kadın, erkek, çocuk veya ihtiyar bütün Müslümanların asgari bir nisabın
üzerinde ticaret eşyası, hayvan sürüleri vs.nin paraya çevrilecek değeri üzerinden %
2,5 nisbetinde verdikleri zekâttan muaftırlar. Ayrıca gayrimüslim tebea askerlik
görevinden de muaftırlar. Hâlbuki bütün Müslümanlar çağrıldıkları zaman askerlik
yapmak zorundadırlar. Gayrimüslimler bir çeşit muhtariyetten (yarı özerklikten) de
faydalanırlar. Davalar, kendi özel mahkemelerinde kendi kanunlarına göre kendi
dindaşları tarafından görülür. Can ve malları, Müslüman halkın can ve mallaları gibi
devlet tarafından korunur. Yalnız bütün bunlara karşılık onlar seneden seneye belli
miktarda bir vergi öderler. Bu vergiyi sadece erkekler öder; kadınlar, sakatlar,
yaşlılar, köleler ve çocuklar ödemezler. Eğer İslam Devleti, gayrimüslim
vatandaşlarının mal ve canlarını koruyamıyorsa bu vergiyi onlara geri vermek
zorundadır (Hamidullah, İslamda Devlet İdaresi, s.183 vd.)
Zimmi, bir İslam ülkesi vatandaşlığını istemiş ve isteği kabul edilmiş olan
gayrimüslimler ve bunların eş ve çocuklarıdır. Bir antlaşma gereği İslam ülkesinde
devamlı oturma hakkına sahip olan gayrimüslimlerdir. Bunlar vatandaş
statüsündedirler Zimmet anlaşması, İslam Devleti ile gayrimüslimler arasında
yapılan anlaşmadır. Bu anlaşma çerçevesinde gayrimüslimler İslam memleketinde
emniyet içerisinde devamlı oturma hakkından faydalandığı gibi, bazı istisnalar
dışında vatandaşlık haklarından da yararlanabilir.
Zimmiler, bir İslam ülkesinde genel kural olarak bir müslümanın tüm
haklarına sahiptir. Zimmi, İslam dünyasında haklar bakımından müslüman gibidir.
“Bizim lehimize ve aleyhimize olan her hüküm onlar için de geçerlidir kuralı, İslam
devletleri tarafından benimsenmiş bir prensiptir. Hatta Hz. Ali onlar, malları ve
canları bizimkiler gibi olsun diye zimmi olmuşlardır,” kuralını vazetmiştir.
Bu genel kuralın istisnaları, onların zekât vermek ve cihat etmekten muhaf
olmalarıdır. Buna karşılık onlar, vergi vereceklerdir. Zimmilik ahdi, Kuran’daki
“Kitap ehlinden olduğu hâlde Allah’a ve ahiret gününe inanmayan, Allah ve
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Sosyal Hayatla İlgili Problemler
Resulünün haram kıldığını haram saymayan ve İslam dinini din olarak kabul
etmeyenlere karşı boyun bükerek cizye (vergi) verinceye kadar savaşsın ”(Tevbe,
9/29) ayetine dayanmaktadır.
Bir zimmi, bir müslümana karşı bir suç işlese hatta bir müslümanı öldürse
zimmet ahdini bozmuş olmaz. Keza vergilerini vermese veya dini değerlere saldırsa
yahut bazı emirlere uymasa hemen zimmet ahdi bozulmaz. Ancak zimmi,
darulharbe/yabancı devletin ülkesine geçse veya müslümanlarla harbe tutuşsa, o
zaman zimmilikten yani İslam Devleti’nin himayesinden çıkmış olur.
Zimmilerin dinlerinde caiz olan şeyler, kural olarak onlar hakkında kanun
sayılır ve onlara tabi olurlar. Mesela domuz ve şarap onlar için mütekavvim/gerçek
mal sayılır. Bu gibi malları telef eden müslüman dahi onları tazmin eder/öder.
Zimmiler bu gibi malları satar veya diğer yabancılara hibe edebilirler. İslam
Hukku’na göre evlenmeleri yasak olan kimselerle evlenmeleri dinlerince caiz ise,
kendilerine müdahale edilmez. Böyle bir evlilikten dolayı hâkimden nafaka
istenmesi hâlinde nafaka ödenmesine hükmedilir. Buna göre zimmiler, medeni
hukuk bakımından müslümanlarla aşağı yukarı aynı haklara sahiptirler. Yalnız bir
müslüman, bir zimmi ile mufavaza akdi yapamaz. Mufavaza akdi, bir şirkette
ortakların aralarında tasarrufta, malda ve kârda eşit olmak şartıyla ve bütün
mallarını şirkete katmak üzere yapılan bir şirket akdidir. Diğer taraftan din ayrılığı
mirasçı olmaya engeldir.
Zimminin azınlık/ekalliyet hakları, şu husularda ortaya çıkar: Şahitlikte
velayet/hâkimiyet ve üstünlük esas olduğundan zimmi şahit olamaz. Fakat bunlar
kendi davalarında birbirlerine şahitlik yapabilirler. Zimmi, müslüman çocuğa veli
olamaz. Fakat ona bakıcılık yapabilir. Aynı zamanda çocuğun annesi olarak
hidane/bakım ve yetiştirme hakkına da sahiptir. Keza zimmi, müslümana vasi de
tayin edilemez.
Ceza hukuku açısından temelde zimmiye had ve tazir cezaları uygulanır.
Adam öldürmeleri hâlinde kendilerine kısas ve diyet cezaları verilir. Nitekim bir
müslüman, bir zimmiyi haksız olarak öldürürse, hanefilere göre, o müslüman da
kısasen öldürülür. Çünkü zimminin malı ve canı koruma altındadır ve
dokunulmazdır. Ayrıca nefis itibariyle birbirine eşittir ve kısasla ilgili ayetler
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Sosyal Hayatla İlgili Problemler
umumidir. Müslümana da zimmiye de şamildir. Eğer haksız olarak bir zimmiyi
öldüren müslüman öldürülmezse zimmilik ahdinin hiçbir manası ve değeri olmaz.
Bu meselede Şafii ve hanbeli mezhepleri öldürülmeyeceği kanaatindedirler
(Zeydan, Ahkâmü’z Zimmiyyîn, s. 46 vd.).
Müste’men
Müste’menin kelime manası, emana nail olmak ve emin olmak demektir.
Müste’men emn(eman) kelimesinden türemiştir ve kendisine eman/güvence
verilmiş kimse manasına gelir. Aynı kökten gelen isti’man, eman istemek,
müstemin ise eman isteyen demektir. Müstemenin hukuki manası ise, izin ve
müsaade alarak bir islam ülkesine giren gayrimüslim demektir. Buna göre başka bir
ülkeye eman ile, müsaade ile giren kimseye müste’men denir. Başka bir ifade ile
geçici olarak islam memleketine girme, orada emniyet içerisinde oturma izni
verilen gayrimüslime müste’men denir. Kısaca “Müste’men” İslam memleketine
izinli olarak girmiş yabancıdır. Meste’men hukuki statüsünü ayet ve hadislerden
almaktadır. Mesala, “Eğer müşriklerden biri eman isteyip yanına gelmek isterse onu
yanına al ki, o da Allah’ın Kuranı’nı işitip dinlesin; sonra onu varacağı yere
ulaştır.”(Tevbe 9/6) ayeti ile “Müslümanların taahhüdü ( zimmet ve emam vergisi )
bir bütündür; ona en sade mümin de yetkilidir.” (Şevkâni, Neylü’l-Evtâr, VIII, 30)
hadisi örnek verilebilir.
Dinde zorlamayı reddeden İslamiyet, (Bakara, 2/256, Kehf, 18/29)
müslimlerle gayrimüslimlerin barış içerisinde yaşayacakları bir düzeni kabul
etmiştir. Bu sebeple müslüman olmayanlar, vatandaş (zimmi) veya yabancı
(müstemen) sıfatıyla din ve vicdan hürriyetine, can ve mal güvenliğine sahip olarak
İslam ülkesinde yaşama hakkına sahiptirler. Ne var ki zimmilerin, İslam Devleti’yle
hukuki ve siyasi bir bağ oluşturmalarına karşılık, müste’menlerin ise yalnız devletin
hukuki koruması altında İslam memleketlerinde geçici bir zaman oturma hakkları
vardır.İslamiyetin yabancılara tanımış olduğu çeşitli hakların kaynağı, bizzat İslamın
kendi kurallarıdır.Nitekim genel manada zimmiler itikatla ilgili bazı hususlar hariç
müslümanlarla aynı hak ve vazifelere sahiptirler.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Sosyal Hayatla İlgili Problemler
Tanınan inanç hürriyeti sonucu, zimmi ve müste’menlere şahıs, aile,
borçlar ve miras hukuku gibi itikadı ilgilendiren konularda hukuki ve adli istiklal
verilmiştir. Gayrimüslimler, kendi aralarında çıkan çekişmeler için müslüman
mahkemelerinde dava açabilecekleri gibi, çekişmelerini kendi mahkemelerine de
taşıyabilirler. Eğer taraflardan biri müslümansa görevli mahkeme İslam
mahkemesidir. Hukuk davalarında yabancılara tanınan hukuki ve adli serbestlik
ceza davalarında tanınmamıştır.
Müste’menlerin müslümanlardan farklı kabul edildikleri hükümlerden
bazıları şunlardır: Gayrimüslimlerin domuz ve şarap gibi şeylerle ilgili alışverişleri
geçerlidir. Hanefi ve malikilere göre bunları telefeden tazmin eder. Keza Ebu
Hanife’ye göre bunlar çok yakın mahremleriyle evlenirlerse bu evlenme geçersiz
sayılır. Diğer taraftan bir zimmi veya bir müstemen gayrimüslim olarak bir
müslümana varis olamaz. Keza hukukçuların çoğunluğuna göre bir müslüman da
gayrimüslime varis olamaz.
Ceza hukukunun tatbik edilmesi bakımından yabancılarla müslümanlar
arasında önemli bir fark yoktur. Ancak yabancılara inançları gereği kendi dinlerinin
ve hukuklarının hükümleri uygulanır. Mesela şarap içerlerse kendilerine had cezası
verilmez. Ancak açıktan içki içmeleri hâlinde tazir cezasına çarptırılırlar. Diğer
taraftan had veya kısas cezasını icap ettiren bir cinayet işlemeleri hâlinde,
müslümanlara uygulanan cezalar zimmilere de uygulanır. Yalnız müste’menler,
öldürme veya iftira suçu işlerlerse kendilerine had veya kısas uygulanırken hırsızlık
suçundan dolayı had cezasının uygulanıp uygulanmayacağı ihtilaflıdır.
Eğer bir zimmi veya müstemen, bir zimmi veya müste’meni öldürürse
bunlar arasında kısas cezası tatbik edilir. Ayrıca Hanefilere göre bir zimmiyi öldüren
müslüman katile kısas cezası gerekir. Fakat bir müste’meni öldüren müslüman veya
zimmiye diyet ödenir.
Bir müste’men istemedikçe kendi devletine veya bir başka devlete teslim
edilemez. Fakat bu konuda bir antlaşmanın varlığı hâlinde teslim edilmesi
mümkündür.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Sosyal Hayatla İlgili Problemler
Bir müste’men İslam ülkesinde bir müslümana veya bir dindaşına karşı suç
işlerse hakkında ceza kovuşturması yapılır.
Ülkesine kaçsa bile takip edilir.
Müste’menler genellikle elçiler (Sefirler) ticaret erbabı, İslam dinini öğrenmek
isteyenler ve ziyaretçiler olmak üzere dört sınıftır. Bunların mal ve can güvenlikleri
sağlanır, kendilerinden cizye alınmaz, dönüşlerinde de emniyet içerindede
ülkelerine gönderilir.
Harbî
Harbî, harb köünden türetilmiş bir kelimedir. Harb, muharebe demektir.
Harb veya muharebe, mukatele/savaşmak ve düşman ile cenk etmek manasında
kullanılır. Cengâver/savaşçı bahadır/Kahraman kimseye de harb denilir. Yani harb,
aynı zamanda sıfat-ı müşebbehe olarak da kullanılır. Muharebe,
devletlerin
birbirleriyle savaşması demektir.
Harbî lafzı ise, harb kelimesinin ism-i mensubu olarak İslâm Devleti ile
aralarında herhangi bir antlaşma veya sulh sözleşmesi bulunmayan gayrimüslim
devletinin halkına denir. Kısaca Müslüman olmayan bir devletin vatandaşlarına,
İslam fıkhında harbî denir.
İslam Hukuku’na göre, İslam Devleti’nin hâkim olduğu yerlere dâru’l
islam=İslam ülkesi ve hâkim olamadığı yerlere de daru’l-harb=yabancı ülke adı
verilir. Bu ayrımın sebebi ise, İslam’ın, dini bütün dünyaya yayma emrinin bir
gereğidir. Cihatla ilgili beş yüz küsur ayetin gereği, milletlerarası sahada esas
münasebet, savaştır. Yabancı devletlerin vatandaşlarına muharip veya düşman
manasında harbî veya ehl-i harp denir. Eğer bu yabancı devletlerle barış yönünde
bir ilişki kurulmuşsa, bu ülkeye dâru’s-sulh, vatandaşlarına da sulh ehli=ehl-i sulh,
ehl-i ahd veya muâhit vs gibi adlar verilir. Bu sulh ehli her türlü can ve mal
emniyetine sahip olarak İslam Devleti’ne göç edebilir. Yalnız bu sulh ehli almış
oldukları emanla (izinle) harbi olmaktan mutlak surette çıkmazlar. Duruma göre
harbi olmakta devam ederler.
Harbîlerle, muhtemel veya fiili savaş durumu hep var olduğundan muharip
sayılan harbilerin mal ve canları mübah sayılmıştır. Eğer bir harbi İslam Devleti’ne
eman/izin almadan girecek olursa kendisi casus veya esir kabul edilir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Sosyal Hayatla İlgili Problemler
Savaş hâlinde harbîlerin mal ve canlarına zarar verilebilir. Fakat emanla
İslam ülkesine giren ve herhangi bir taşkınlıkta ve zarar verici bir harekette
bulunmayan yabancının canına ve malına hiçbir Müslüman dokunamaz. Bir İslam
Devleti’ne emanla gelen bir müste’men öldürülürse, hukukçuların çoğunluğuna
göre katile kısas cezası verilmez. Malikilere ve Ebu Yusuf’a göre ceza verilir. Dört
mezhebe göre de müste’menin öldürülmesi hâlinde diyet gerekir.
Yeri gelmişken belirtelim ki bir İslam Devleti’nin hâkimiyet alanları
haricinde işlenen bir suçtan dolayı ceza verilmez veya tazminata hükmedilmez.
Çünkü muhakeme, hâkimiyeti gerektirir. Ayrıca yabancıların İslami hükümlere
uyma mecburiyeti olmadığından dolayı onlar hakkında İslami hükümlerin
uygulanması söz konusu değildir.
Maliki, Hanbeli ve Şafii mezhepleriyle Ebu Yusufa göre, yabancı bir ülkede,
müslüman veya zimminin faiz alıp vermesi haramdır. Zira faizi yasaklayan naslar
umum ifadeli olduklarından yani faiz yasağı için zaman ve zemin şartı
taşımadıklarından İslam ülkesi ile yabancı ülke arasında herhangi bir fark olamaz.
Ebu Hanife ve Muhammed’e göre ise, harbilerden faiz almak, onlara domuz veya
içki satmak caizdir. Son görüşün delili mutlak ifadeli şu hadisin mealidir:
“Darulharpte/Yabancı bir devlette, Müslüman ile harbi arasında faiz (yasağı)
yoktur.” İbn Hümam’da, faizle ilgili hadisin umum ifade ettiğini dolayısıyla
müslümanın da faizi hem alabileceğini hem de verebileceğini belirtmektedir
(Serahsi, Mebsut, X, 28).
Bir yabancının, müslümana mirasçı olamıyacağı icma ile sabittir. Nitekim
hadiste şöyle buyrulmuştur: “ Müslüman kâfire mirasçı olamayacağı gibi, kafir de
müslümana mirasçı olamaz” (Ebû Dâvûd, Ferâiz, 10; İbn Mâce, Ferâiz, 6).
Gayrimüslimler, aynı dinden oldukları zaman birbirlerine mirasçı olurlar. Fakat
İzin alınmadan
İslam ülkesine giren
yabancıların (harbinin)
can ve mal güvenliği
olamaz.
farklı dinden oldukları takdirde mirasçı olup olamayacakları ihtilaflıdır.
İzin alınmadan İslam ülkesine giren yabancıların (harbinin) can ve mal
güvenliği olamaz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Sosyal Hayatla İlgili Problemler
Gayrimüslimlerle İlgili Hukuki İçtimai ve Ahlaki Meseleler
Yaşama Hakkı
İslam, herkesi yaşatmak için gelmiştir. Müslim, gayrimüslim hiç kimseyi
inancından dolayı öldürmez. Sırf küfür bir öldürme ve yok etme sebebi değildir.
İslam, herkesi
yaşatmak için gelmiştir.
Müslim, gayrimüslim
hiç kimseyi inancından
dolayı öldürmez. Sırf
küfür bir öldürme ve
yok etme sebebi
değildir.
Kur’an ve sünnette yer alan ayet ve yüzlerce hadisten anlaşılıyor ki İslam,
esas olarak vazgeçilmez altı temel değeri koruma altına almıştır. Bunlar din, can,
akıl, nesil, mal, ve nesildir. İslam hiçbir ayrım yapmadan bütün insanlara hayat
hakkı tanımıştır. Bu hakları tanımakla kalmamış onları her türlü tecavüzden
koruyacak tedbirlerde almıştır. Diğer taraftan islam, insanın yaşamasını temin
etmek için, bir çok yardımlaşma ve dayanışma müessesi kurmuş ve insanın asgari
yaşam şartlarını ve temel ihtiyaçlarını sağlamayı toplumuna vazife olarak
yüklemiştir. İslam, özellikle cana kıymayı men etmiş ve bu suçu işleyenlere çok ağır
cezalar vermiştir. Öldürülen şahsın (maktülün) yakın akrabaları affetmedikçe
kasten ve haksız olarak adam öldürmenin cezası idamdır. Can güvenliği ancak cana
kıyanın canına kıymakla sağlanabilir. Onun için kısas meşru kılınmıştır ( Bakara,
2/178-179)
İslam Hukuku’nda soykırımı ve katliam kesin olarak yasaktır. Savaş hâlinde
bile kaçan veya yaralanan askerler öldürülmez. Savaşa katılmamış olan kadınlara,
çocuklara ve din adamlarına, işlerinin başında olan çiftçilere ve işçilere kimse
dokunamaz. Keza bitkilere ve hayvanlara zarar verilemez. İslam Hukuku’nda bir
insanlık suçu olan işkence ne suçlara ne de düşmana reva görülmez. Suç işlenmiş
ve hüküm giymiş olsa bile hamile kadınların ve çocuk emzirenlerin cezaları
ertelenir (Müslim, Hudûd, 23; Ebû Dâvûd, Hudûd, 24).
Din ve Vicdan Hürriyeti
Gayrimüslimlerle zimmet ahdi yapmanın tabii neticesi, onlara din ve vicdan
hürriyeti tanımaktır. Zira bu ahd, Müslüman olmadığı hâlde İslam Devleti’nin bir
vatandaşı olmayı ve vergi vermeyi kabul eden yabancılarla gerçekleştirilmektedir.
İslam Devleti zimmet akdi yapmakla yabancıların dinlerini tanımış ve mensuplarına
dinlerinde ve akidelerinde kendi istekleriyle sabit kalmalarını ve dinlerini
yaşamalarını kabul etmiştir. Dinimiz, yabancıları dine davet etmeyi ileri derecede
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Sosyal Hayatla İlgili Problemler
teşvik etmiştir. Yalnız onların dinlerini terk etmeleri için herhangi bir şiddet ve
baskıyı asla tasvip etmemiştir. İnsanlar için asıl olan hürriyettir. Din ve vicdan
hürriyeti de dokunulmaz ve kutsal olan en tabii insan haklarındandır.
İnsanın istediği dini seçmesi, seçtiği dinin emirlerini herhangi bir etki ve
baskı olmadan tam olarak yerine getirmesi, dini eğitimini alması ve başkalarına bu
eğitimi her hangi bir baskı ve şiddete başvurmadan vermesi ve tüm bu işler için
sivil teşkilatlanma yetkisi olması din ve vicdan hürriyeti olarak kabul edilebilir.
Bilindiği üzere iman, kişinin kalben (içten) iman esaslarını kabul etmesi ve
benimsemesidir. O hâlde dıştan herhangi bir etkinin imanda rolü yoktur. Baskı
altındaki inanç gerçek inanç değildir.
Bu sebeple Kuran’da “Din de zorlama yoktur.” Buyrulmuştur (Bakara,
2/256; Yunus 10/99; Hûd 11/28). Fıkıh kitaplarımızda ta baştan beri
gayrimüslimlere din ve vicdan hürriyetin tanınmış olduğunu gösteren şu kesin,
âmir ve genel hüküm mevcuttur. Gayrimüslimleri dinleriyle başbaşa bırakmak
esastır. Ancak ikna yoluyla dinî telkin yapılabilir. Müslümanlar, dinî güzel bir yolla
tebliğ edebilir. Buna rağmen iman etmeyenler hiçbir şekilde iman etmeye
zorlanamazlar. Onlar inanç ve dinleri ile baş başa bırakılırlar. Müslümanlar, İslam
Devleti’nde gayrimüslimlere, imanlarının gereğini öğrenme, yaşama ve yaşatma
hak ve hürriyeti verilir. Din ayrılığına bakılmaksızın insanlara iyi muamele edilir,
insan haklarından faydalanmaları temin edilir (Mümtehine, 60/8-9). İslam tarihinde
gayrimüslimlere yalnız mukaddes metinlerde din ve vicdan hürriyeti tanınmamış,
tatbikat bu metinlere uygun yürütülmüştür. Başka ülkelerde değişik mezhebe
mensup oldukları için işkenceye maruz bırakılmış olanlar, hayat haklarını
kaybedenler, İslam memleketlerine sığınmışlardır. İslam, yalnız kendi mensuplarına
değil, diğer inanmayan insanlara da inanma hürriyeti tanımıştır. Onlara dinlerini
değiştirmeleri için her türlü baskıyı yasaklamıştır. Nitekim Allah Resulü, Necranlı
Hırıstıyanlarla yaptığı antlaşmalarda şu hükümlere yer vermiştir.;“Allah’ın himayesi
ve Allah’ın Resulü Muhammed’in güvenlik teahhüdü (zimmeti) necran ve civarında
olanların malları, dinleri, kişileri ve ellerinde bulunan küçük-büyük herşeyleri için
geçerlidir.”
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Sosyal Hayatla İlgili Problemler
O hâlde din ve vicdan hürriyetine sahip olan gayrimüslimler, bu inanç ve
hürriyetin gereği olarak, dinlerini öğrenir, öğretir ve bunlar için gerekli olan
mabetleri yapar, orada dinî ayinlerini icra ederler. Sadece bunları yaparken kamu
düzenine aykırı davranamazlar.
Gayrimüslimlerle Evlenme
Kur’an, din farkını evlenmek isteyenler için kesin bir engel saymaktadır.
Müslümanların, semavi bir dine mensup olmayan, Allah’tan başka tanrıların
varlığına inanan ve onlara ibadet eden kısaca Allah’a ortak koşan müşriklerle
evlenmeleri haram kılınmıştır. Bu husustaki delil şu mealdeki ayetlerdir.
“İnanmalarına kadar puta tapan erkeklerle mümin kadınları evlendirmeyin. İnanan
bir erkek hoşunuza gitmiş olsa da puta tapan bir erkekten daha iyidir.“ (Bakara
2/221) İslam geleneğinde müşriklere kız vermek hiçbir şekilde caiz görülmemiştir.
Diğer ayetin meali de şöyledir: “…ne bu mümine kadınlar o kafirlere ne de onlar bu
Müslüman zevcelere helaldir.” (Mümtehine, 60/10).
Müslüman bir kadın veya kız, kâfir bir kocaya asla helal değildir. Ne var ki
Maide suresinin 5. ayetinin birinci fıkrası kitap ehlinden kız almaya kerahetle (hoş
görmemekle) beraber ruhsat vermiştir. Fakat ikinci fıkrası, muhkem olarak (manası
gayet açık ve tahsise de ihtimali olmaksızın) kalmış ve kız vermek hiçbir şekilde caiz
görülmemiştir. Müslüman olmayanlara kız verilmeyeceğine dair bir başka ayetin
meali de şöyledir: “Allah Teâlâ kâfirler için müminler aleyhine(üzerine)asla yol
vermeyecektir (Nisâ, 4/141)” Ayrıca çok önemli olan dinî endişeden ve doğacak
çocuğun nisbeti ve dinî bakımından Müslüman kadınların, müslüman olmayan
erkeklerle evlendirilmesi mümkün değildir.
Bakara suresi 221. ayetten açıkça anlıyoruz ki, müslüman bir erkek,
müslüman veya ehl-i kitap olmayan müşrik bir kadınla evlenemez. Ayetin meali şu
şekildedir.“ İman etmedikçe müşrik kadınlarla evlenmeyiniz…”
Kuran müslümanların müşriklerle evlenmesini nehyetmektedir. Nehyetme
bu tür evliliklerin haram olduğuna delalet eder. Bu bakımdan Allah’a inanmayan
veya ona ortak koşan kimse ile evlenmek yasaklanmıştır.
Bu kişinin semavi
dinlerden birine mensup ülkenin vatandaşı olup olmaması sonucu değiştirmez.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Sosyal Hayatla İlgili Problemler
Çünkü burada önemli olan kişinin Allah’ın varlığını ve birliğini kabul edip
etmemesidir. Yoksa bulunduğu ülke değildir. Dolayısıyla müslümanların mutlak bir
şekilde müşrik biriyle evlenmesi caiz değildir.
Kuran, müslüman erkeklerin ehl-i kitap namuslu kadınlarla evlenmelerine
cevaz vermektedir. Buna göre müslüman bir erkek, ehl-i kitap olan Yahudi veya
Hıristiyan bir kadınla evlenebilir. Zira Allah “.... İnanan hür ve iffetli kadınlar ve
sizden önce kitap verilenlerin hür ve iffetli kadınları – zina etmeksizin, gizli dost
tutmaksızın ve mehirlerini verdiğiniz takdirde – size helaldir. Kim imanı inkâr ederse
şüphesiz amelleri boşa gider. O ahirette de kaybedenlerdendir.” (Mâide, 5/5)
buyuruyor.
Mâide suresi 5. ayette yer alan helal olma hükmünü dikkate alan fakihlerin
çoğu, iffetli olmaları kaydıyla müslüman erkeklerin zımmi olsun veya olmasın ehl-i
kitap kadınlarıyla evlenebileceklerini söylemişlerdir. Abdullah İbn Ömer’in dışındaki
diğer sahabeler de ehli kitap kadınlarla evlenmenin cevazı konusunda ittifak
etmişlerdir. Nitekim Hz. Osman, Huzeyfe b. El-Yeman Talha İbn Ubeydillah, Ka’b b.
Malik gibi bazı sahabeler ehl-i kitap kadınlarla evlenmişlerdir. Hz. Cabir’de Kûfe’nin
fethi esnasında hem kendisinin hem de Sa’d b. Ebi Vakkas’ın ehl-i kitap kadınlarla
evlendiklerini söylemiştir.
Müslüman kadınlar müslüman olmayan erkeklerle evlenemezler. Bu
konuda âlimler genellikle “Ey inananlar! İnanmış kadınlar hicret ederek size
gelirlerse onları deneyin, hicretlerinin sebebini inceleyin. Allah onların imanlarını
çok iyi bilir. Onların mümin kadınlar olduklarını öğrenirseniz inkârcılara geri
çevirmeyin. Bu kadınlar o inkârcılara helal değildir. Onlar da bunlara helal
olmazlar.....” (Mümtehine, 60/ 10) meâlindeki ayeti delil kabul ederek müslüman
kadınların ehl-i kitap erkeklerle evlenemeyeceklerine hükmetmişlerdir. Çünkü
ayette açık bir şekilde müslüman kadınların inkârcılara helal olmadığı
zikredilmektedir. Şayet helal olsalardı o takdirde inkârcılara geri çevrilmeleri
yasaklanmazdı.
Hz. Peygamber’in de ”Biz ehli kitabı nikahlayabiliriz, fakat onlar bizim
kadınlarımızla evlenemezler.”şeklinde müslüman kadınların ehl-i kitap erkeklerle
evlenemeyeceklerini söylediği rivayet edilmektedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Sosyal Hayatla İlgili Problemler
Mâide suresi 5. ayeti dikkate alan ve ehl-i kitap olmalarından dolayı Yahudi
ve Hıristiyan kadınlarla evliliğe izin veren İslam hukuk âlimleri günümüzde de
Irak’ta dini inançları, yaşantıları, giyim kuşamlarıyla diğer insanlardan ayrı bir
zümre oluşturan Sabiiler’in ehli kitaptan olup olmadıkları konusunda ihtilaf
etmişlerdir.
Ebu
Hanife’ye
göre
bir
kitaba
inandıklarından,
Zebur’u
okuduklarından, yıldızlara ibadet etmeyip Müslümanların kabeyi tazim ettikleri gibi
saygı gösterdiklerinden ehl-i kitap olarak kabul edilirler ve kendileriyle evlilik
yapılabilir. İmameyn ise Sabiilerin yıldızlara ibadet etmelerinden dolayı ehl-i kitap
olamayacaklarını dolayısıyla onlarla evlenilemeyeceğini söylemektedirler.
Bu farklı görüşleri değerlendirdiğimiz zaman şu neticeye varmak
mümkündür. Sabii olan kadınlar şayet bir peygambere inanıyor ve bir kitabı kabul
ediyorlarsa evlenmek caizdir. Aksi takdirde onlarla evlenmek caiz olmaz. Çünkü bu
durumda onlar putperest olarak kabul edilirler.
Ehl-i Kitabın Kestikleri ve Yaptıkları Yemekler
İslam, yeme ve içme mevzusunda yasak ve kayıtları asgari seviyeye
çekmiştir. Yalnız eti yenen kara hayvanlarının bizzat fiilen veya hükmen
boğazlanmasını emretmiştir. Hayvanların eti ancak boğazlandıktan sonra helal olur.
Boğazlanmayan hayvanlar murdar (ölmüş hayvan) olduğundan yenilmeleri haram
kılınmıştır.
Hayvanların etlerinin yenilebilmesi için kesen kimsenin akıllı, müslüman
veya ehl-i kitap olması, hayvanı Allah adına, Allah’ın ismini anarak kesmesi lazımdır.
Yahudi ve Hristiyanların dışında kalanlardan mecusiler, fukahanın çoğuna göre
müşrik sayılır ve kestikleri yenmez.
Ayrıca kesim işlerini gerçekleştirenler av
hayvanı avlıyor veya kesiyorsa ihramlı bulunmaması gerekir. Bunların kadın veya
erkek olması arasında hiçbir fark yoktur.
İnsanlar arasında Yahudiliği veya Hristiyanlığı din olarak kabul eden
kimselerin pişirdikleri yemekleri yemek, Müslümanlara helaldir. Nitekim Kuran’da
“Bugün size temiz ve faydalı olan şeyler helal kılındı. Kitap verilenlerin yemekleri
size, sizin yemekleriniz de onlara helaldir.” (Mâide 5/5) buyrulmuştur.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Sosyal Hayatla İlgili Problemler
Kesilen hayvanın etinin yenilip yenilmemesi meselesinde kesim şeklinin
etkili olup olmayacağı tartışma konusu olmuştur. İslam hukukçularının çoğuna göre
kesim işi İslami usullere uygunsa, o hayvanın eti yenilebilir. Bu da keskin bir aletle,
boğazdan kesilirse caizdir manasına gelir. Bazılarına göre kendi dinlerinin kabul
ettiği usule göre kesilen hayvanın eti yenir. Diğer taraftan Kitap Ehli’nin kesim
sırasında besmele çekmelerinin (Allah’ın ismin söylemelerinin) gerektiği esas
olmakla beraber, hayvan, Allah’tan başkasının adına kesilirse, onun etinin
yenemeyeceği hâkim kanaat olarak ileri sürülmüştür.
İşveren-İşçi Münasebetleri
Genel Bilgiler
Sanayi inkılâbı ile birlikte geniş iş alanları ve işçi sınıfı, ortaya çıkmıştır. İşçi
ve işveren münasebetleri, çalışma hayatı ve nüfus artışı, tabii kaynaklardan istifade
etme, iktisadi gelişmeler, paylaşımın devletler arasında ortaya çıkardığı aşırı gayret
ve çekişme sebebiyle büyük bir önem kazanmıştır. Çalışma hayatında alınmış olan
mesafeler veya olumsuz gelişmeler, fertlerin hususi hayatını da yakından
ilgilendirmeye başlamıştır.
Günümüzde işçi-işveren münasebetleri, son bir–iki asırdır yukarıda
zikredilen gelişmelerle birlikte değişik bir hal almış, güçlü patronlar ve iktisadi
zaruretler ve mecburiyetler karşısında işçilerin tabii ve asli haklarının muhafaza
altına alınabilmesi için devletin de müdahale etmesi kaçınılmaz olmuştur. İşçiişveren münasebetleriyle ilgili gelişmeler sonucu iş akdi, borçlar hukukunun hususi
biçimdeki tanziminden çıkarılarak âmme hukukunun bir parçası olarak
düzenlenmiş, bu mevzuda hususi kanunlar çıkarılmış ve mesleki teşkilatlanmaya
gidilmiştir.
Klasik İslam Hukuku kaynaklarında iş akdiyle, işçi ve işverenin hak ve
vazifeleriyle ilgili esaslar, günümüz çalışma hayatının hukuki ve müessesevi yapısını
tam olarak hatta Batı hukukundan çok daha temelli, ideal ve ileri seviyede tanzim
etmiştir. Ayrıca İslam Hukuku, uygulama açısından hukuki kesin kurallarını inanç ve
ahlak kurallarıyla da her zaman takviye etmiştir. Aslında insani münasebetlerin
güzelleştirilmesinde kanun kuvvetini ve mahkeme korkusunu kafi görmek yerine
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Sosyal Hayatla İlgili Problemler
dinin ve ahlaki kuralların patronun ve işçinin vicdanına ve hususi hayatına kadar
uzanan müessir kontrolünden işçi- işveren ilişkilerinde de büyük ölçüde istifade
etmenin de doğru olur, kanaatı hâkimdir.
Bugün, adil, sağlıklı ve doğru-düzgün bir işçi ve işveren münasebetinin
kurulup işleyebilmesi için İslam Hukuku’nda mevcut olan hükümlere, dinî ve ahlaki
esasların oluşturduğu vicdani bir zemine de büyük ölçüde ihtiyaç hissedilmektedir.
Bilindiği üzere İslam Hukuku bu dünyada hemen her konuda insanlara yol
gösterecek insani-hukuki esasları bünyesinde barındırmaktadır. Bu sebeple
öncelikle İslam dininde mevcut olan emek-sermaye ölçüsü, iş akdinin İslam
Hukuku’ndaki sınırları tespit edilecek sonra bu esaslar doğrultusunda güncel
meselelere temas edilecektir.
İnsan dünyaya geldiği ilk andan itibaren hayatını sürdürebilmek için
başkalarının çalışma ve üretimlerine muhtaçtır. İnsan tek başına bütün ihtiyaçlarını
karşılayamaz, mutlaka başka insanlarla iş birliğine girmesi de gereklidir. Nitekim
Kurân’da Allah şöyle buyuruyor: “Allah’ın rahmetini insanlar mı dağıtıyor? Bu
dünya hayatında onların maişetini aralarında dağıtan da ve birini öbürüne iş
yaptırmak için birinin derecesini diğerinden üstün kılan da biziz. Allahın rahmeti
onların tüm biriktirdikleri yığınlardan hayırlıdır.” (Zuhruf, 43/32)
O hâlde insanların dış görünüşleri yani zahir hâlleri birbirinden farklı
olduğu gibi, iç âlemleri yani iç halleri de birbirinden farklıdır. İnsanlar farklı
kabiliyetlerde, farklı isteklerde ve ihtiyaç içerisinde yaratılmıştır. Bunun sebebi ise,
insanların birbirlerine iş gördürebilmeleridir. Bir toplulukta herkes zengin veya
herkes fakir olursa kimse ne iş yapabilir, ne de iş yaptırabilir. Bu ayetten açıkça
anlaşılıyor ki insanlar arasında bir iş bölümü ve işverenle işçi arasında bir ilişki
olacaktır. Bu münasebet yalnız sermayeye veya yalnız emeğe dayanmaz. Ancak
insanlık ve adalet çerçevesinde ikisinin yan yana gelmesiyle mümkün olur. Sermaye
de emek de başlı başına birer önemli değerdir.
İslam’da işveren- işçi münasebeti, yalnızca sözleşmelerde ve insanların
birbirleriyle ilişkilerinde uyulması mecburi olan umumi esas, gaye ve menfaatler
üzerine bina edilmiş, işin teferruat kısmı zaman ve zemine göre selim akla
bırakılmıştır. Diğer taraftan borç münasebetleri de dâhil her ilişki sağlam bir din ve
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Sosyal Hayatla İlgili Problemler
ahlak zeminine oturtulmuştur. Aynı şekilde Allah Resulünün sünnetinde işveren ve
işçinin hak ve vazifeleri, iş ve işçi çalıştırma ile ilgili birçok ayrıntılı hüküm ve
uygumlamalar mevcuttur. Bütün bunlar, İslamiyet’in haksızlık ve adaletsizliğin
ortadan kaldırılması, adalete dayanan insani münasebetlerin tesis edilmesi ve
meselelerin iyi insan ve iyi mü’min esası içerisinde hâlledilmesini gerektirmektedir.
İş Sözleşmesi
Çalışma, bir kimsenin bir ücret mukabili bir başkasına iş yapmasını sağlayan
bir sözleşmeye dayanır ki bu sözleşmeye iş akdi denir. İslam Hukuku kitaplarında
bu konu daha çok “icare akdi” bölümünde incelenmiştir. Buna göre iş akdi, “işçinin
ücret karşılığı belli bir iş yapması için kurulan bir akit” olarak tarif edilmiştir. Buna
göre sözleşme yalnız iş ve ücret unsurlarına dayanmakta ve akit işçinin iş yapması
üzerine kurulur. Bunun için işçinin belli bir zaman dilimindeki ücret mukabili iş
görmesi veya zaman kaydı olmaksızın işçinin ücret mukabili belli bir iş yapması, iş
sözleşmesinin muhtevasına dâhildir.
Görülüyor ki iş sözleşmesinin unsurları, işveren, işçi, iş (emek) ve ücretten
ibarettir. İşçi statüsünü belirlemede ücret karşılığı iş yapma ölçüsü esas alınır. Eğer
işçinin yapacağı iş, belli bir zaman diliminde sadece işvereni ilgilendiriyorsa ve onun
adına yapılıyorsa hukuk dilinde bu işçiye ecîr- i hâs denir. Ecir- hâs yalnız işverene iş
yapan işçidir. Buna göre devlet memurları, sanayi ve tarım işlerinde çalışanlarla
günlük işçiler ecîr-i hâs=özel işçidirler. Fakat işçi birçok işveren ile ayrı ayrı sözleşme
yaparak hepsine iş yaparsa buna da ecîr-i müşterek denir. Avukat, terzi, berber,
doctor, saat tamircisi gibi esnaf ve sanatkarlar bu gruba dâhildir. İşveren de ücret
mukabili işçi istihdam eden kimsedir.
İş akdinin önemli unsurlarından biri de hiç şüphesiz emek ve ücrettir.
İktisadi değeri olan her şey ücret olabilir. Nitekim bir hadiste Resulullah, “ işçi
çalıştıran herkes, işçisine ücretini bildirsin ve ne kadar ücret verebileceğini
belirlesin.” buyurmuştur (Beyhâki, Sünen, IV, 120). Diğer taraftan işçi çalıştırıp da
onun ücretini vermeyenler hakkında çok kötü bir sonucun kendilerini beklemekte
olduğunu şu mealdeki hadis haber vermektedir: “- Aziz ve Celil olan Allah: (Üç sınıf
insan vardır ki, kıyamet gününde ben onların hasmıyım: Birincisi, bana (mukaddes
ismime) yemin edip sonra o yemininin gereğini yerine getirmeyen kimsedir. İkincisi,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Sosyal Hayatla İlgili Problemler
hür bir insanı köle diye satıp da parasını yiyendir. Üçüncüsü, bir işçi tutan, ona işini
“Teri kurumadan işçiye
ücretini ödeyiniz” (İbn
Mâce, Rühun 4; KeşfülHafâ, I,143).
gördüren; fakat ücretini vermeyen kimsedir (Tecrit, VI, 535).
Bu konunun önemli hadislerinden birinin meali de şöyledir: “Teri
kurumadan işçiye ücretini ödeyiniz” (İbn Mâce, Rühun 4; Keşfül-Hafâ, I,143).
Gerek işin çeşidi ve ne olduğu, gerek ücretin cinsi ve miktarı iş akdinde
veya işverence önceden belirlenmesi lazımdır. Aksi hâlde taraflar arasında çekişme
ve haksızlıklar önlenemez. Şunu da hemen belirtelim ki görülecek işin dinen
yasaklanmış bir iş olmaması lazımdır.
İşverenin Hak ve vazifeleri
İşverenin
asli
vazifesi
ve
borcu,
sözleşmede
belirtilen
esaslar
doğrultusunda, işçinin ücretini tam olarak ödemesidir. İşçi de kendisinden istenilen
işi hakkıyla yaparak ona karşı görevini yerine getirmelidir. İşverenin tabii hakkı
istediği şekilde işinin görülmesidir. Duruma göre ve genellikle geçici işçiliklerde işçi,
ücretini alıncaya kadar işverenin malını elinde tutabilir. Devamlı işlerde işçi, her
zaman çalışmakla veya işe hazır bir vaziyette bulunmakla mükelleftir. Fakat götürü
işlerde işi yaptığı anda ücretini hak eder. Bu hususları hükme bağlayan hadisleri
yukarıda zikrettik.
İşveren, iş yerinde işle ilgili her türlü gerekli tedbirleri almak
mecburiyetindedir. İşle ilgili tedbirler alınmaz ve bu yüzden işçi zarar görürse
işveren bu zararları karşılamakla yükümlüdür. Diğer taraftan meselenin insani
boyutunu da hesaba katarak işçilere iyi davranmak ta patronun görevleri arasında
olsa gerektir. Nitekim Peygamberimiz, “-Onlar kardeşlerinizdir. Allah onları sizin
sorumluluğunuz altına verdi. İnsan, emri altındaki kardeşine yediğinden yedirir,
giydiğinden giydirir. Onlara başaramayacağı işi teklif etmez. Şayet ederse onlara
yardımcı olur.”( Buhârî, Itk, 16)
İşveren, işi bilene ve ehli olana vermesi gerekir. Bu yükümlülük, âmme ve
vakıfla ile ilgili işlerde daha büyük bir önemi haizdir. Zira Peygamberimiz “daha ehil
ve daha iyi bilen ve maharetli olan varken yakınlık nedeniyle bir başkasını tercih
ederek çalıştıran kimse Allaha, Peygamberine ve tüm Müslümanlara hainlik
etmiştir.” (Hâkim, Müstedrek, IV, 192) buyurmuştur.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Sosyal Hayatla İlgili Problemler
İşçinin hakları ve vazifeleri
İş sözleşmesi gereği işçinin en başta gelen vazifesi, yapmakla yükümlü
bulunduğu işini, istenilen şekil ve doğrultuda yapmasıdır. En tabii hakkı ise ücretini
tam olarak almasıdır. İşçinin işini tam olarak yaptığı, kanun, iş sözleşmesi, örf ve
âdete göre tayin ve tespit edilir. İşçi, işini yeterli itina ve dikkatle yapmak
mecburiyetindedir. Nitekim Allah’ın Resulü, “ Sizden biri bir iş yapmak istediğinde,
Allah kesinlikle onu sağlam yapmasından hoşnut olu.” buyurdu (Süyûtî, el-Câmiü’lKebir, I, 354).
İşçi, iş saatleri dâhilinde işiyle meşgul olmak mecburiyetindedir. Patrondan
veya iş sahibinden habersiz başka hiçbir işle meşgul olamaz. Hatta farz namazları
ve tabii ihtiyaçları haricinde nafile namaz bile kılamaz. Aynı şekilde işçi, kendisine
teslim edilen iş araç ve gereçlerini iyi korumak ve onlara zarar vermemek
zorundadır.
İşçinin en tabii ve önemli haklarından birisi hiç şüphesiz emeğinin karşılığı
olan ücretidir. İş akdinde işçinin ne kadar çalışacağı ve ücretinin ne kadar olacağı
açık ve net olarak belirtilmelidir. İslam, haksız kazanmaya ve sebepsiz zengin
olmaya fırsat tanımamıştır. Eğer işçinin iş sözleşmesi feshedilir ve bu esnada da iş
yapılmış olursa işçiye ecr-i misl ödenir. Ecr-i misl, tarafsız olan bilirkişilerin işçinin
sarfettiği emeğine karşılık takdir ettikleri ücrettir.(Mecelle, mad. 414)
İş Akdinin Sona Ermesi
Eğer taraflar, iş akdinde muhayyerlik şartı kabul etmişlerse bu şartın
kullanılması hâlinde akit son bulur. Keza tarafların anlaşması veya aktin konusu
olan işin yapılması yahut akit müddetinin dolması hâllerinde de akit kendiliğinden
sona erer. Fakihler, özel işçinin ölmesiyle iş sözleşmesinin tabii olarak son bulacağı
konusunda ittifak hâlindedirler. Fakat müşterek ecîrin veya iş sahibinin ölmesi
hâlinde akdin son bulup bulmayacağı hususunda ihtilaf etmişlerdir. Hanefiler, ister
iş sahibi ister müştrerek ecir vefat etsin iş sözleşmesinin tabii olarak sona ereceğini
kabul ederler. Fakat fakihlerin çoğunluğuna göre bu durumda sözleşme sona
ermez. Fakihler arasındaki bu anlaşmazlığın sebebi ise, menfaatlerin mal olarak
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Sosyal Hayatla İlgili Problemler
kabul edilip edilemeyeceğine ve menfaatlere mirasçı olunup olunamayacağına
dayanmaktadır.
İş sözleşmesinin feshedilmesine gelince, bunun en temel sebebi ayıptır.
Ayıp, sözleşme ile elde edilecek menfaatin bir kısmını veya tamamını yok eden
sebeptir. Fakihler, bir ayıbın varlığı hâlinde sözleşmenin feshedilebileceğini ittifakla
kabul etmişlerdir. Aynı şekilde Hanefilere göre, özür nedeniyle de sözleşme
feshedilebilir. Buna karşılık hukukçuların çoğunluğu, özür nedeniyle sözleşmenin
feshedilemeyeceğini söylemişlerdir. Özür, sözleşmenin sürdürülmesi hâlinde işçi
veya işverenden birinin sözleşme sebebiyle üzerine almayacağı bir kayba maruz
kalması neticesine neden olacak arizi hadiselerdir. Mesela işçinin ücretinin eksik
veya kusurlu ödenmesi buna örnek olabilir. Keza işçinin işini iyi yapamaması,
ihaneti, işe devam etmemesi, verimli olamaması da işverenin iş akdini
feshetmesinin sebebini teşkil edebilir. Bu konuda hanefilerin, zararı ve zararın
ortadan kaldırımasını veya zarara bir an önce son verilmsini esas aldıkları sonucu
ortaya çıkmaktadır. Diğer fakihlerin ise, daha fazla sözleşmeye bağlı kalınması
esasını benimsedikleri anlaşılmaktadır.
Eğer sözleşmenin konusu tamamen yok olursa sözleşme kendiliğinden
sona erer. Sözleşme konusunun bir kısmının yok olması veya mazeretlerin henüz
devam etmesi hâlinde fesih özürlü tarafın huzurunda ve mahkeme yoluyla
yapılmalıdır. İş sözleşmesi, hangi nedenle nihayete ererse ersin işçi veye işveren,
yanında karşılığı olmadan bulunan mal, araç ve diğer şeyleri veya ücreti karşı tarafa
teslim etmek mecburiyetindedir.
O hâlde bir dengeler hukuku olan İslam Hukuku, ne işçinin hakkını patrona
ne de patronun hakkını işçiye yedirir. Her iki sınıfın kendi hak ve vazifelerini adalet
ve hakkaniyet çerçevesinde yerine getirecek hukuki ve insani esasları asırlar
öncesinden vazetmiştir. İslam Hukuku, iktisadi yönden zayıf, iş ve işçi meselelerini
bilmeyen ve pazarlık gücü olmayan kimselerin tarafına geçerek insani
münasebetleri adalet ve hakkaniyet dengesine oturtur. Bu münasebetle işçilerin
teşkilatlanıp bir baskı grubu oluşturarak grev tehdidi ile patronu baskı altına alması
da hukuk tarafından himaye edilmez. Diğer taraftan işçinin hakkı olmayan ücreti
baskı ile ve zorla almaya kalkması, teşkilat gücü ve iş kolunun hayati önemi haiz
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Sosyal Hayatla İlgili Problemler
olması veya idarelerin siyasi tercihlerine bakarak farklı nispette hazineden veya
hazineyi de ilgilendiren içtimai gelirden ücret ve hisse almaları da dince meşru
görülmez.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
Özet
Sosyal Hayatla İlgili Problemler
•Ehl-i kitap veya Gayrimüslim, Kuran ve sünnette umumiyetle
Yahudi ve Hristiyanlara verilen addır. İlahî bir kitaba inananlar
hakkında kullanılan bir tabirdir.
•Bir İslam ülkesinde bulunan yabancılar genellikle üç kısma
ayrılır:
•Zimmiler: Bir zimmet akdiyle İslam ülkesinde devamlı ikamet
etme hakkına sahip olan gayrimüslimlerdir. Bunlar, küçük
istisnalar dışında insan hakları bakımından Müslümanlarla aynı
haklara sahiptirler. Devlet başkanı, kâdî ve ordu kumandanlığı
dışında devletin göstereceği bütün işlerde çalışabilirler. Bunlar
kendilerine terettüp eden vergi dışında herhangi bir
mükellefiyetle sorumlu değildirler. Malları, canları ve
namusları koruma altındadır ve dokunulmazdır. Yaşama hakkı,
din ve vicdan hürriyetine sahiptirler. Kendilerinden kız alınır.
Fakat dinin kesin emri gereği onlara kız verilmez.
•Müste’men: Belli süreler için İslam ülkesine gelen ve burada
huzur ve emniyet içerisinde ikamet etme izni olan
gayrimüslimdir. Müste’men olma hakkı ayet (Tevbe, 9/6) ve
Hadise dayanmaktadır (Şevkâni,Neylü’l-Evtâr,VIII,30). Bunlar
İslam devletinin vatandaşı sayılmazlar. Fakat her türlü can,
mal ve namus güvencesine sahiptirler. Can ve mallarına hiç
kimse dokunamaz. Hak ve hukuk bakımından bunlar da zimmi
gibidirler. Bunlar İslam ülkesinde geçici olarak kaldıklarından
devlet işlerinde görev alamazlar. Bunlar da din ve vicdan
hürriyetine sahiptirler. Bunlar İslam Devleti'ne herhangi bir
vergi ödemezler.
•Harbîler: İslam Devleti ile aralarında herhangi bir anlaşma
olmayan ve gayrimüslim bir devletin vatandaşı olan kimseler,
harbidirler. Bunlar daru’l-harp denilen yabancı ülke
vatandaşlarıdır ve herhangi bir İslam Devleti'yle herhangi bir
hukuki bağı olmayan kimselerdir. Vatandaşı oldukları devletle,
İslam Devleti'nin muhtemel veya fiili harp ilişkisi olması
nedeniyle muharip kabul edilen harbîlerin can ve malları
mübah sayılmıştır.Eğer bir harbi İslam Devleti'ne izinsiz girerse
kendisine esir muamelesi yapılabilir. Bir harbi kendi ülkesinde
bir müslüman tarafından öldürülürse kendisine ceza verilmez.
Nitekim harp hâlinde harbinin can ve malı mubahtır. Yalnız
şunu belirtelim ki daru’l-harpte Müslümanla harbi arasında
faizli muameleler caizdir. Diğer taraftan din farkı mirasa mani
olduğundan ne müslüman gayrimüslime ne de gayrimüslim
müslümana varis olur.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
Özet
Sosyal Hayatla İlgili Problemler
•İlgili ayet gereği Kitap ehlinin kestikleri hayvanların etlerinin
yenilmesi caizdir. Aynı şekilde onların pişirdikleri yemeklerin
yenmesi de caizdir.
•Yine ilgili ayetlere ve İslam’ın ilk dönem uygulamalarına göre
kitap ehlinin iffetli kadınlarıyla evlenmek caizdir. Ancak
Müslüman kız ve kadınlarının Müslüman olmayan kimselerle
evlenmeleri hiçbir hâlde caiz değildir.
•İş akdi, bir kimsenin ücret mukabili belli bir süre çalışması
veya belli bir iş yapması için yapılan sözleşmedir. İş
sözleşmesinin konusu, işçinin belli bir müddet çalışması veya
belli bir işi görmesi ve ücret almasıdır. Akdin konusu, kısaca
emek ve ücrettir. Sözleşmenin tarafları, iş sahibi yani işveren
ile işi görecek olan işçidir. Kendisini kiraya veren kimseye işçi
denir.(Mecelle, mad 413) Yani ücretle iş yapan kimse işçidir.
İki türlü işçi vardır: Eğer işçi, iş görmek üzere belli bir müddet
işverenin emir ve gözetimi altında bulunuyorsa bu işçi ecir-i
hastır. Belli müddet iş görmek özel işçiliktir. Devlet memurları
veya bir fabrika yahut bir şirket işçileri bu kısma dâhildir. Eğer
işçi yalnız muayyen bir işi yapıyorsa bu da ecîr-i müşterektir.
Bunda önemli olan işin yapılmasıdır. İşverenin emrinde olmak
veya ona bağlı bulunmak şart değildir. Esnaf, sanatkâr, götürü
iş yapanlar, doktor, avukat gibi serbest meslek erbabı bu
gruba dâhildir. İş sözleşmesinde tarafların rızaları şarttır.
Kimse zorla çalıştırılamaz. İş sözleşmesiyle ilgili önemli bir
husus da görülecek işin hukuken veya fiilen görülebilir ve
dinen yasaklanmamış bir iş olması lazımdır. Kadınlar, uygun iş
ortamında normal olarak çalışabilirler.
•İş akdinin önemli unsurlarından birisi de ücrettir.İşe
başlamadan önce işçinin alacağı ücretin, taraflarca herhangi
bir anlaşmazlığa ve mağduriyete sebep olmayacak şekilde
açıklanması ve bildirilmesi şarttır.
•İş akdi gereği işçinin birtakım hak ve borçları vardır: İşçinin
borçları şöyle sıralanabilir: İşçinin en başta gelen borcu, akde
uygun olarak üzerine aldığı işi yapmasıdır. Ecir-i has olan işi
bizzat kendisi yapacaktır. Ecir-i müşterek olan işi, kendisi de
yapabilir, başkasına da yaptırabilir. İşçi, işi görürken gerekli
dikkat ve titizliği göstermek zorundadır. Zaruri ihtiyaçları ve
ibadetleri dışında işinin başında bulunmak mecburiyetindedir.
Kullandığı malzeme ve aletleri de dikkatle kullanmalı ve onlara
zarar vermekten kaçınmalıdır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
Özet
Sosyal Hayatla İlgili Problemler
•İşçinin haklarına gelince, bunların başında ücret gelir. Diğer
taraftan iş saatlerine uygun çalıştırılması, gücünün üstünde iş
verilmemesi ve iş emniyeti de işçi hakları arasındadır.
•İşverenin borçlarının en başında işçinin ücretini ödemesi gelir.
Çok önemli bir unsur olan ücret, işçiye işini bitirir bitirmez
ödenmelidir. Eğer ücret, örfen günlük, haftalık veya aylık
ödenecek şekilde kararlaştırılmışsa bu sürelerde derhal
ödenmelidir. İşverenin bir diğer borcu da işe ehil olanı
almaktır. Bu esas, devlet işlerinde çok daha önemlidir. Diğer
taraftan işveren, işçinin dinî vazifelerini yerine getirecek
imkânları sağlamalıdır. Ayrıca işçiye gücü nispetinde iş
vermelidir.
•İşverenin haklarına gelince, bunların başında iş hayatını ve
çalışma şartlarını insan haklarına aykırı olmamak şartıyla
istediği gibi düzenleyebilmesidir. İşin zamanında ve istenilen
şekilde yapılması da onun en temel hakkıdır.
•İş sözleşmesi, diğer sözleşmeler gibi bağlayıcıdır. Ancak
tarafların anlaşması, sözleşme süresinin dolması veya
sözleşme konusu işin yapılıp bitirilmesi ile akit sona erer. Diğer
taraftan özel işçinin ölümüyle de akit kendiliğinden son bulur.
Ayrıca akit, ayıp ve özür sebebiyle de feshedilebilir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
Sosyal Hayatla İlgili Problemler
DEĞERLENDİRME SORULARI
1. Aşağıdakilerden hangisi kitap ehli kavramına dâhildir?
Değerlendirme
sorularını sistemde ilgili
ünite başlığı altında yer
alan “bölüm sonu testi”
bölümünde etkileşimli
olarak
cevaplayabilirsiniz.
a)Müşrik
b) Mecusi
c) Mürted
d) Yahudi
e) Sabiî
2. Zimmi ile müste’men arasındaki en bariz fark aşağıdakilerden
hangisidir?
a) İkisininde kitap ehli olmaması
b) Zimminin devamlı ikamete (vatandaşlığa) sahip olmasına karşılık
diğerinin olmaması
c) Birinin harbi, diğerinin vatandaş olması
d)Dini ilgilendiren konularda görev alabilmeleri
e) Hiçbiri
3. İslam Devleti’ne izinsiz ve gizlice giren yabancıya (harbiye)
aşağıdakilerden hangisi uygulanabilir?
a) Vatandaş muamelesi
b) Mürted muamelesi
c) Casus muamelesi
d) Zimmi muamelesi
e) Kendisine işkence edilmesi
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
Sosyal Hayatla İlgili Problemler
4. Yabancı ile müslümanın birbirlerine varis olamamalarını sebebi
aşağıdakilerden hangisidir?
a) Dinlerinin farklı olması
b) Kazançlarının farklı olması
c) Aynı vazifeye atanamamaları
d) Seyahat hürriyetlerinin olmaması
e) Din ve vicdan hürriyetinden mahrum olmaları
5. Aşağıdakilerden hangisi işverenin borçları arasında sayılır?
a) Üzerine aldığı işi hassasiyetle ve dikkatle yapması
b) İşi bizzat yapması
c) İşi ehil olana vermesi
d) İşe iştediği zaman gelmesi
e) Hiçbiri
Cevaplar Anahtarı
1.d , 2.b, 3.c, 4.a, 5.c.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
26
Sosyal Hayatla İlgili Problemler
YARARLANILAN ve BAŞVURULABİLECEK KAYNAKLAR
Acar,H.İ.,(2002).”Evlenme Engeli Olarak Din Farkı” Atatürk Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı 17.
Ahmet b. Hanbel.(ts). el-Müsned,I-VI,Beyrut.
Ahmet Naim-Kamil Miras, Sahih-i Buhâri Muhtasarı Tecrid-i Sarih
Tercemesi,I-XII, Ankara,1969-1973
Alemgir, Sultan Muhyiddin.(1310).el-Fetâvâ’l-Hindiyye, I-VI,Mısır.
Aynî,(1990). el-Binâye fi Şerhi’l-Hidâye,Beyrut.
Aynî, (tsz).Umdetü’l-Kâri Şerhu Sahihi’l-Buhâri, Daru’l-Fikr.
Aydın, H.,(1997). İslâm ve Modern Hukukta İşkence, İstanbul.
Bardakoğlu, A., “İcâre”, DİA, XXI.
Bilmen, Ö.N., Büyük İslam İlmihali,İstanbul.
Bilmen, Ö.N., (1967).Hukukı İslamiyye ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu, IVIII,İstanbul.
Buhârî, (1979).el-Câmiu’s-Sahih, İstanbul.
Ebû Dâvûd,( 1969-1974). Sünenü Ebî Davûd, Beyrut.
Ebû Yusuf,(1397). Kitâbü’l-Harâc, Kahire.
Esen, A., (1995). Sosyal Siyaset Açısından İslâmda Ücret, Ankara.
Hamidullah, Muhammed,(1979). İslam’da Devlet İdaresi, (Terceme eden,
KemalKuşçu) Ankara.
Hamidullah, Muhammed, (1990). İslam Peygamberi,(Terceme eden, Salih
Tuğ) I-II,İstanbul.
Haskefî,
Alâuddin,(1309).ed-Dürrü’l-Muhtâr, (İbn
Âbidin’in
Reddü’l-
Muhtâr’ının kenarında), İstanbul.
İbn Âbidîn,(1987). Reddü’l-Muhtâr ale’d-Dürri’l-Muhtâr, Beyrut.
İbn Hişâm.(1936). es-Siretü’n-Nebeviyye, (Hazırlayan,Komisyon)Mısır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
27
Sosyal Hayatla İlgili Problemler
İbnü’l-Hümâm,(1979) Fethu’l-Kadîr,Mısır.
İbn Kayyım el Cevziyye,(2005). Ahkâmu Ehli’z-Zimme, Hazırlayan, Seyyid
Amran, I-II Kahire.
İbn Mâce,(1953). Sünenü İbn Mâce, Mısır.
İmam Mâlik,(ts). el-Muvatta’,I-II.
Karaman, H.,(2006). İslamın Işığında Günün Meseleleri,1-2,İstanbul.
Karaman, H., (1991). Mukayeseli İslam Hukuku,I-III,İstanbul.
Kâsânî, (1991). Bedâiu’s-Sanâi’ fi Tertibi’ş-Şerâi’,Beyrut.
Kaya, R., “Ehl-i Kitap”,DİA.
Kısakürek, N. F..(1981). İman ve İslam Atlası, İstanbul.
Komisyon, Fıkıh, (Ankara Üniversitesi Uzaktan Eğitim Yayınları,(Ankuzem)
Ankara,2006
Kühistânî,
Şemsüddîn
Muhammed,(1300).
Câmiu’r-Rumûz
Şerhu
Muhtasâru’l-Vikaye, (Kühüstânî) İstanbul.
Merğinânî,(1965).el-Hidâye Şerhu Bidâyeti’l-Mübtedi, Mısır.
Molla Hüsrev,(1310). Dürerü’l-Hukkâm fî Şerhi Gureri’l-Ahkâm, İstanbul.
Müslim, (1965).Sahihu Müslim, İstanbul.
Nesâî,(1988). Sünenü’n-Nesâi, (Ebu Gudde Neşri),Beyrut.
Özel, A., (tsz.).“Gayri Müslim” DİA, XIII.
Özel, A., (tsz)İslam Hukukunda Ülke Kavramı, İstanbul.
Sadruşşerîa, (2004) el-Muhitu’l-Burhâni, (Hazırlayan, Naim Eşref Nur
Ahmet), Riyad.
Serahsî,(tsz.). Kitâbu’l-Mebsût, Beyrut.
Serahsî, (tsz).Şerhu Kitabi’s-Siyeri’l-Kebir, I-V, (Haz. Salhuddin el-Müneccid)
Şâfiî, (1990).Kitâbü’l-Ümm, Beyrut.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
28
Sosyal Hayatla İlgili Problemler
Tirmizî, Ebu İsa Muhammed,(tsz). Sünenü’t-Tirmizî,I-V,Beyrut.
Yazır, M. H.,(1935-1938). Hak Dini Kur’an Dili, I-IX, İstanbul.
Zemahşerî, Carullah Muhammed b.Ömer.(1998). el-Keşşâf, (Hazırlayan,Adil
Ahmed-Ali Muhammed Muavvaz)I-VI, Riyad.
Zeydan, Abdülkerim.(1963). Ahkâmü’z-Zimmiyîn ve’l-Müste’minîn fi Dâri’lİslam, Bağdat.
Zeylâî, Cemalüddin Ebu Muhammed Abdullah b.Yusuf,(tsz). Nasbü’r-Râye
li Ahâdîsi’l-Hidâye,I-IV,Kahire.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
29
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
ZARURET HÂLİ
• Zaruret Hâlinin Tarifi
• İslam kolaylık dinidir
• Kuran ve Sünnette Zaruret Hâli
• Fıkıh Usulü Kitaplarında Zaruret Hâli
• Külli Kaidelerde Zaruret Hâli
• Zaruret Hâlinin İzafi ve İctihadi Olması
• Zaruret Hâlinin Şartları
• Zaruret Hâlinde İşlenen Fiilin Şartları
• Zaruret Hâlinin Hükmü
• Başkasının Malına Verilen Zararın
Tazmini
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• Zaruret hâlinin tarifini yapabilecek
• İslam dininin kolaylık dini olduğunu
anlayabilecek
• Zaruret hâlinin Kuran ve sünnetteki yerini
görebilecek
• Zaruret hâlinin izafi ve ictihadi olduğunu
fark edebilecek
• Zaruret hâlinin şartları ve hükmünü
kavrayabileceksiniz.
GÜNÜMÜZ FIKIH
PROBLEMLERİ
Prof.Dr.Mustafa BAKTIR
ÜNİTE
14
Zaruret Hâlleri
GİRİŞ
İslam öncesi bütün hukuk sistemlerinde zaruret hâli prensip olarak yer
almış ve "zaruretin kanunu yoktur-Necessity nan habit legem." şeklinde ifade
edilmiştir.
Günümüz merî Türk Hukuku’nda da zaruret ilkesinin yer aldığını
görmekteyiz. 22.04.1926 tarih ve 366 sayılı Borçlar Kanununun 52. maddesinde
meşru müdafaa ve ıztırar hâlinden bahsedilerek bu ilkeye yer verilmiştir.
22.11.2001’de kabul edilen 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun 753. maddesinde
“zorunluluk hâli” adı ile zaruret hâli bulunmaktadır. 26.09.2004’te kabul edilen
5237 sayılı Türk Ceza Kanununun 25. maddesinde meşru savunma ile zorunluluk
hâli birleştirilerek ikisi bir arada verilmiştir.
ZARURET HÂLİNİN TARİFİ:
Zaruret hâli, haram olan bir şeyin işlenmesini mübah kılan bir özürdür.
Zaruret hâli, haram olan
bir şeyin işlenmesini
mübah kılan bir
özürdür.
Zaruret hâli yerine bazen ıztırar hâli tabiri de kullanılmaktadır. Bu durumda olan
kimseye muztar denilmektedir. Zaruret sonucu doğan kolaylığa da ruhsat denir.
İSLAM KOLAYLIK DİNİDİR:
İslam’ın kolaylık dini olduğu, güçlük ve meşakkati kaldırdığı ve insanın
gücünün yettiği kadarıyla sorumlu olduğu Kuran ve sünnette açık bir şekilde
belirtilmiştir. Örnek olarak bazı ayet ve hadis meallerini burada vermek istiyoruz.
"Gerçekten güçlükle beraber bir kolaylık vardır." (İnşirah, 94/5,6). Buhârî Kitâbu’lİman’da "Din kolaylıktır" adı altında açtığı babta şu hadisi kaydediyor: "Allah’a en
sevgili olan din, suhulet üzere olan hanif dinidir." (Buhârî, İman, 29). “Din
kolaylıktır. Bir kimse din konusunda kendini zorlasında din ona galip gelmesin. O
hâlde orta yolu tutun…” (Buhârî, İman, 29). İslam’da güçlük ve meşakkat yoktur.
“Allah din konusunda size bir zorluk da yüklemedi…” (Hacc, 22/78)
Hz. Peygamber, birçok meselede “Ümmetime meşakkat olmayacağını
bilseydim…” (Buhârî, Mevâkit, 24; Tirmizî, Tahâret, 18) cümlesiyle başlayan
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Zaruret Hâlleri
hadisleriyle mükellefiyetleri hafifletmiştir. İslam’da teklifler insanın gücüne göredir.
“Allah, hiçbir kimseyi güç yetiremeyeceği bir şekilde yükümlü tutmaz…” (Bakara,
2/286). Hz. Peygamber, hasta olup da nasıl namaz kılacağını soran bir sahabiye,
"Ayakta kıl, Gücün yetmezse oturarak, ona da gücün yetmezse yan yatarak kıl."
buyurdular (Buhârî, Taksiru’s-Salât, 19).
İbadet ve dinî mükellefiyetlerin yerine getirilmesinde insanın kendisine
veya bir başkasına zarar vermesi yasaklanmış, itidal ve orta yol tavsiye edilmiştir.
Bu durumla ilgili Kur’an’da şu ayetler yer almaktadır.“… Bir insan gücü yettiğinden
sorumlu tutulur. Hiçbir anne çocuğu sebebiyle, hiçbir baba da çocuğu yüzünden
zarara uğratılmamalıdır.” (Bakara, 2/233). “… Ne kâtip ne de şahit zarara
uğratılsın…” (Bakara, 2/282).
Birgün Hz. Peygamber insanlara hitap ederken, güneşte ayakta bekleyen
birini gördü ve onun durumunu sordu. Oturmadan ayakta beklemeyi,
gölgelenmemeyi, konuşmamayı ve oruç tutmayı nezrettiğini öğrenince, “Ona
söyleyin, konuşsun, gölgelensin, otursun; fakat orucunu tamamlasın.” buyurdular
(Buhârî, Eyman, 31; Ebû Dâvûd, Eymân, 23).
Diğer taraftan, ibadet, muamelat ve ceza hukuku sahasında tanınan
kolaylıkların çoğunluğu zaruret ilkesine dayanmaktadır. Bazı özel durumlarda
abdest ve boy abdesti yerine teyemmüm edilmesine ruhsat verilmiştir (bk. Nisâ,
4/43). Namaz ve oruç gibi bazı ibadetlerin uygulanmasında hasta ve yolcu için özel
hükümler konulmuştur (bkz. Bakara, 2/184). Düşmanla karşı karşıya harp ederken
namazın cemaatle nasıl kılınacağı Kuran’da tarif edilmiştir (bk. Nisâ, 4/102). İkrah,
zorlama ve meşru müdafaa gibi özel durumlarla ilgili istisnaî hükümler getirilmiştir.
KURAN VE SÜNNETTE ZARURET HÂLİ:
Kuran ve hadiste “zaruret” tabiri bizzat geçmektedir. Kuran’da beş ayrı
yerde zaruret hâlinden bahsedilmektedir. Bunlar; Bakara, 2/173; Maide, 5/3;
En’am, 6/119,145;Nahl, 16/115 ayetleridir. Zaruret hâli, Kuran’da ilk olarak Bakara
Suresinin 173. ayetinde geçtiği için, genellikle yorum ve izahlar bu ayet üzerinde
yoğunlaşmıştır. Bu ayette yenilmesi haram olanlar sayıldıktan sonra, “… Kim
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Zaruret Hâlleri
bunlardan yemeye mecbur kalırsa, başkasının hakkına tecavüz etmemek ve zaruret
miktarını aşmamak şartıyla yemesinde günah yoktur. Allah gafurdur, rahimdir.”
buyruluyor. Mâide Suresi’nin 3. ayeti ise Veda Haccı’nda Arafat’ta nazil olmuştur.
Müfessirlerin çoğunluğuna göre bu ayetten sonra ahkâmda ziyadelik ve nesih
olmamıştır. Bu ayette de yenilmesi haram kılınanlar sayıldıktan sonra şöyle
buyruluyor: “… İşte bu gün sizin dininizi kemale erdirdim ve üzerinizdeki nimetimi
tamamladım. Sizin için din olarak İslam’ı seçtim. Kim günaha meyletmeksizin
açlıktan bunalıp, muztar kalır da haramdan yerse, elbette Allah gafurdur,
rahimdir.” (Mâide, 5/3)
Sünnette ise, zaruret lafzı değişik yerlerde sarih olarak geçmektedir.
Buhâri’de "Bâbu Ekli’l-Muztar" (Zorda kalan kimsenin yemesi babı) şeklinde bir bâb
bulunmaktadır (Buhârî, Sayd, 38). Ebû Dâvûd’da da "Bâbu’n fî’l-Muztarri ile’lMeyteti" (Muztar kalanın meyteden yemesi) adlı bir bölüm yer almaktadır (Ebû
Dâvûd, Et’ime,37). Bu bölümde yer alan iki hadiste, meyteden ne kadar
yiyebileceğini soran birine Hz. Peygamber’in verdiği cevapta zaruretin ölçüsü ve
meyteden yenilecek miktar açıklanmaktadır. Harpte burnu kesilen Arfece b. Es’ad
adlı sahabinin gümüşten edindiği burnun koku yapması üzerine altından burun
takmasına Hz. Peygamber müsaade etmiştir (Ebû Dâvûd, Hâtim, 7). Yine Hz.
Peygamber ipek giyinmek erkeklere haram olduğu hâlde seferde hasta olan bir
sahabinin ipek giymesine müsaade etmiştir. (Buhârî, Libâs, 29; Müslim, Libâs, 24;
Ebû Dâvûd, Libâs, 13).
Harpte yaralanan ve boy abdesti alması gereken bir sahabinin teyemmüm
etmesine arkadaşları karşı çıkmış, ancak o boy abdesti almış ve vefat etmişti.
Bunun üzerine Hz. Peygamber “Onu öldürdüler, Allah’ta onları öldürsün. Dikkat
ediniz ve bilmediğiniz şeyi sorunuz. Onun teyemmüm etmesi yeterli idi.” diyerek bu
hareketi hoş karşılamamıştı (Ebû Dâvûd, Tahâret, 126). Hadis kitaplarında "Bâbu
İsti’câri’l-Müşrikîn İnde’z-Zarureti" (Zaruret hâlinde müşriklerin çalıştırılması)
(Buhârî, İcâre, 3), "Bâbu Bey’il-Muztar" (Muztarrın alışverişi) (Ebû Dâvûd, Buyû, 26)
gibi zaruret hâlinden bahsedilen değişik bölümler bulunmaktadır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Zaruret Hâlleri
FIKIH USÛLÜ KİTAPLARINDA ZARURET HÂLİ:
Zaruret hâli genellikle, usul-ü fıkıh ile ilgili eserlerin Azimet-Ruhsat
bölümlerinde yer almakta, farklı görüş ve değerlendirmeler burada yapılmaktadır.
Diğer taraftan zaruret hâli fer’î delillerden İstihsan’ın kısımlarından sayılmıştır.
Hatta İstihsan’ın en çok kullanılan çeşitlerinden olduğu da söylenebilir. Zaruret hâli
fer’î delillerden Mesalihi’l-Mürsele ile de yakından ilgilidir. Gazâlî’ye göre
maslahatın itibar edilebilmesi için "külli", "katî" ve "zarurî" olması gerekir (Gazâlî,
el-Mustasfâ, I, 295, 296). İzmirlî, Umum Belvâ’yı “Zaruretin cümleye şumulü”
şeklinde tarif etmiş ve onu ferî delilerden saymıştır.
KÜLLİ KAİDELERDE ZARURET HÂLİ:
Külli kaide, İslam Hukuku’nun genel hükümlerini veciz bir şekilde ifade
eden kısa ve özlü hukuki ilkelerdir. Hicri 4. asırdan itibaren şekillenen bu temel
ilkelerde zaruret hâli ile ilgili kaideler de bulunmaktadır.
Fukaha, İslam Hukukunun genelde şu beş temel esasa dayandığını ifade
"Ameller niyetlere
göredir." (Mecelle, md.
2).
etmişlerdir:
a) "Ameller niyetlere göredir." (Mecelle, md. 2)
b) "Şek ile yakin zail olmaz." (Mecelle, md. 4)
c) "Zaruretler, haramları mubah kılar." (Mecelle, md. 17)
d) "Zarar izale olunur." (Mecelle, md. 20)
e) "Adet muhakkemdir." (Mecelle, md. 36)
Bu beş temel kaideden birisi de zaruret prensibidir. Nitekim Mecelle'nin
başında yer alan 99 külli kaideden doğrudan zaruretle ilgili olanlar bulunmaktadır.
Onları şu şekilde sıralayabiliriz:
a) “Meşakkat teysiri celbeder.” (Mecelle, md. 17)
b) "Bir iş dîk oldukta müttesa‘ olur." (Mecelle, md. 18).
c) "Zaruretler memnu olan şeyleri mubah kılar." (Mecelle, md. 21).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Zaruret Hâlleri
d) "Hacet umumi olsun, hususi olsun, zaruret menzilesine tenzil olunur."
(Mecelle, md. 32).
e) "Izdırar gayrin hakkını iptal etmez." (Mecelle, md. 33).
ZARURET HÂLİNİN İZAFİ VE İCTİHADİ OLMASI:
Zaruret hâlinin hudutlarının tespiti meselesi en çok tartışılan konulardan
biridir. Zaruret hâli, Meşakkat, Ruhsat, İstihsan ve İkrah gibi değişik konular
içerisinde tartışılmış ve farklı değerlendirmeler yapılmıştır. Zaruret hâlinin
tahakkuku için getirilen ölçü ve kriterler, şartlara, şahıslara, zaman ve mekâna göre
değişmektedir. Bu durumda zaruret hâlinin aslında izafi ve ictihadi olduğunu
söylemek daha isabetli olacaktır. Nitekim bazı fakihler, zaruret hâlinin belli bir
zamanla
kayıtlanamayacağını,
şahıslara
ve
şartlara
göre
değişeceğini
belirtmişlerdir. Ancak ayet ve hadislerde açıklanan zaruret ile ilgili durumlar ve
bunlarla ilgili olarak yapılan tahliller esas alınarak genel anlamda bir hudut
çizilebilir. Zaruret hâlinin tespitinde esas alınacak şartları ana hatları ile şu şekilde
sıralayabiliriz.
ZARURET HÂLİNİN ŞARTLARI:
Tehlikenin mevcut olması:
Haram kılınan şeyi işlemekten kaçınıldığında
ortaya çıkacak zarar, haram işlenildiğinde meydana gelecek zarardan daha büyük
olmalıdır. Can kaybını önlemek başkasının malını yemekten daha önemli bir
maslahattır. Hamile kadın, oruç tuttuğu zaman karnındaki çocuğun hayati tehlikeye
maruz kalacağından korkarsa, orucunu bozar ve sonra kaza eder. Hastaya su ile
abdest ve gusül yapması zarar verecek ise teyemmüm yapması caiz olur. Hastalığın
artmasından endişe eden kimse de aynı kolaylık hükümlerinden yararlanabilir.
Tehlikenin fiilen mevcut olması:
Henüz ortada olmayan, zan ve vehme
dayalı bir tehlike üzerine hüküm bina edilemez. Mesela vakit girip de suyun
olmadığı anlaşılmadan teyemmüm etmek caiz değildir. Ancak muztar kalan
kimsenin helak olma derecesine gelinceye kadar beklemesi şart değildir. Zannı
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Zaruret Hâlleri
galip ile bu kanaate varması yeterli görülmüştür. Çünkü belli bir noktadan sonra
geriye dönüş mümkün olmamaktadır.
Tehlikenin kaçınılmaz olması: Tehlike fiilen mevcut olmakla beraber bazı
önlemler ile bundan kaçınma imkânı varsa haram fiilin işlenilmesi caiz olmaz.
Kaçınma imkânı yoksa ve diğer şartlar da gerçekleşmişse zaruret hâli oluşmuş
sayılır ve bu durumda zaruret miktarınca haram işlenebilir. Nitekim hayati tehlike
doğuran bir zaruret olmadığı hâlde, kaçınma zorluğundan dolayı bazı kolaylıklar da
tanınmıştır. Mesela, eti yenilmeyen hayvanların artıkları necis kabul edildiği hâlde,
insanların etrafında dolaştığından ve dolayısıyla kaçınma imkânı olmadığından
kedinin artığı necis sayılmamıştır (Ebû Dâvûd, Tahâret, 38, Tirmizî, Tahâret, 69). Av
hayvanını şerî şekilde boğazlama imkânı olmadığından ızdırari boğazlama ile
helallik sabit olur ve neresine isabet ederse etsin yaralandığında eti yenilebilir.
Tehlikenin mülcî (zorlayıcı) olması:
Tehlikenin mülcî yani zorlayıcı
olmasındaki ölçü insanın canının veya bir organının yok olması endişesinin
bulunmasıdır. Hastalığın artması ve iyileşmenin uzaması da bu kapsamda
sayılmıştır. Mesela ikrah (zorlama) hâlinde zaruret hâlinin meydana gelmesi için
mükrihin (zorlayanın) tehdit ettiği şeyi yapmaya muktedir olması, tehdit edilen
şeyin yapılacağına kesin gözüyle bakılması ve tehdidin öldürme veya bir organı
kesme şeklinde yapılması gerekir.
Meşru şekilde giderme imkânının bulunmaması: Zaruret durumunda
öncelikle meşru ve helal yollarla bu hâlden kurtulmaya çalışmak esastır. Haramla
tedavi, tedavi edilecek helal bir şey bulunmaz ve haramda şifa olduğu kesin olarak
bilinirse, o zaman caiz olur. Bu durun aynen susuz kalanın ölmeyecek kadar şarap
içmesi gibidir. Yine bir kadını teşhis ve tedavinin gerektirdiği ehliyet ve şartlara
uygun bayan doktor olmadığı zaman, erkek doktor, genel mahremiyet kurallarını
aşarak muayene ve tedavi edebilir.
Tehlikenin bulunduğuna kesin kanaat sahibi olunması: Birçok dinî
hükmün kişiler hakkında sabit olup olmadığı hususunda zannı galip bir ölçü teşkil
eder. Zaruret konusunda da kaçınılmaz bir tehlikenin varlığına dair zannı galibinin
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Zaruret Hâlleri
bulunması gerekir. Mesela tehdit altındaki kişi, zorlayanın yap dediği şeyi
yapmadığında kendisini öldüreceğine kesin kanaat getirmiş olmalıdır. Yine haramı
yiyip içmesi için, helal bir şey bulamayacağı ve hayatını devam ettiremeyeceği
kanaatine varmalıdır. Teyemmümün caiz olabilmesi için de suyun mevcut olmadığı
yakinen bilinmelidir.
ZARURET HÂLİNDE İŞLENEN FİİLİN ŞARTLARI:
İşlenen fiil hukuki esaslara uygun olmalı:
Zaruret hâli giderilirken de
bazı esaslara riayet edilmesi gerekir. Bir kimse aç kaldığında ölecek hâle gelse, bir
başkasının malını veya haram kılınmış olan domuz etini yiyebilir. Ancak, bir başka
insanı öldürüp etini yemesi veya onun bir uzvuna zarar vermesi caiz değildir. Bir
başkasını öldürmesi için ölümle tehdit edilen insan, kendi ölümünü göze alması
pahasına da olsa, o kişinin canına kıyamaz. Açlıktan ölme tehlikesi ile karşı karşıya
kalan bir kimse yine kendisi gibi muztar olan bir kimsenin yiyeceğini alarak onu
ölüme mahkûm edemez. Bu noktayı vurgulamak üzere Mecelle’nin 33.
maddesinde “Iztırar gayrın hakkını iptal etmez.” denmiştir.
İşlenen fiil zaruret miktarını aşmamalı:
Zaruret sebebine dayanan
mubahlık hükmü, mutlak bir mubahlık değildir. Aç kalan bir kimse ölmeyecek ve
hayatını devam ettirecek kadar haramdan yiyebilir. Doyuncaya kadar yiyemez.
Teyemmüm, zaruretten dolayı tanınan bir temizlik olduğu için her vakitte
yenilenmelidir. Doktor erkek olsun kadın olsun hastasının bakması caiz olmayan
yerlerine ancak zaruret miktarı kadar bakabilir. İhramlı kimse, elbise giyme ihtiyacı
hissetse, ancak bir tane giyebilir. İhtiyaç hissetmedikçe ikinciyi giyemez. Nitekim
Mecelle’nin 22. maddesinde bu konuya vurgu yapılarak “Zaruretler kendi
miktarlarınca takdir olunur.” denmektedir.
ZARURET HÂLİNİN HÜKMÜ:
Zaruret hâli, bazen haram olan şeylerin haramlık vasfını geçici olarak
kaldırır ve helal hâle getirir. Bazen de haramlık vasfı kalmakla birlikte işlenen fiilin
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Zaruret Hâlleri
günahını kaldırır. Bu bakımdan zaruret hâlinde işlenen fiillerin hükmü üç kısımda
değerlendirilir:
İşlenmesi vacip veya mubah olanlar:
Muztar kalan kimsenin meyte,
domuz eti ve şarap gibi yenilip içilmesi haram olan şeylerden istifade etmesi
mubah kabul edilmiş, hatta bir kimse haram olan bu maddelerden yemez de
ölürse, bu ölümden sorumlu olacağı ifade edilmiştir.
İşlenmesine ruhsat verilenler:
Zaruret hâlinde sadece dil ile küfür
kelimelerinin söylenmesine ruhsat verilmiştir. Ancak bu durumda işlenen fiilden
haramlık vasfı kaldırılmamış, sadece ceza kalkmıştır. Bir kimse bu durumda
sabreder de haramı işlemez ve sonuçta öldürülürse, azimeti tercih ettiği için sevap
kazanır.
İşlenmesi haram olanlar:
Bir kimsenin ister açlıktan isterse zorlama
neticesinde bir başkasını öldürmesi veya bir uzvuna zarar vermesi kesinlikle caiz
değildir.
Zaruret hâlinde
başkasının malına zarar
verilmişse, bu zararın
telafi edilmesi ve
ödenmesi gerekir.
BAŞKASININ MALINA VERILEN ZARARIN TAZMİNİ:
Diğer taraftan, zaruret hâlinde başkasının malına zarar verilmişse, bu
zararın telafi edilmesi ve ödenmesi gerekir. Nitekim, Mecelle'nin 33. maddesinde
"Iztırar gayrın hakkını iptal etmez." denmektedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Özet
Zaruret Hâlleri
• İslam, kolaylık dinidir. İnsana kaldıramayacağı bir yükü yüklemez.
Kuldan yapılması istenen bütün mükellefiyetler onun iktidar ve
gücü dâhilindedir. İnsan zaruret hâli gibi hayati tehlike arz eden
bir güçlükle karşılaştığında onun için bazı kolaylıklar tanınmıştır.
Ancak bu ruhsatların kullanılabilmesi için, zaruretle ilgili şartların
tahakkuk etmesi ve başkasına verilen zararın da tazmin edilmesi
gerekir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Zaruret Hâlleri
DEĞERLENDİRME SORULARI
Değerlendirme
sorularını sistemde ilgili
ünite başlığı altında yer
alan “bölüm sonu testi”
bölümünde etkileşimli
olarak
cevaplayabilirsiniz.
1. Zaruretin tarifinde ana unsur aşağıdakilerden hangisidir?
a) Hayati tehlikenin olması
b) İnsanın acıkması
c) İnsanın elinin kanaması
d) İnsanın biraz zorlanması
e) İnsanın aşırı susaması
2. Aşağıdakilerden hangisi zaruretin şartlarından biri değildir?
a)Tehlikenin mevcut olması
b)Tehlikenin o anda mevcut olması
c)Tehlikenin kaçınılmaz olması
d)Tehlikenin bulunduğuna kanaat sahibi olunması
e)Tehlikenin geçici olması
3. Zaruretin şartlarından “mülci” olmak ne demektir?
a)Hayati tehlike olması
b)Zorlayıcı olması
c)Kanat sahibi olması
d)Aç kalınması
e)Yabancı biri tarafından yapılması
4. Zaruret tabiri Kuran’da sarih bir şekilde kaç ayette geçmektedir?
a)Dört
b)Üç
c)Beş
d)İki
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Zaruret Hâlleri
e)Altı
5. Aşağıdaki külli kaidelerden hangisi zaruret ile ilgili değildir?
a)Meşakkat teysiri celbeder.
b)Bir iş dîk oldukta müttesa olur.
c)Zaruretler haramları mubah kılar.
d)Beraeti zimmet asıldır.
e)Iztırar gayrın hakkını iptal etmez.
Cevaplar Anahtarı
1.A 2.E 3.B 4.C 5.D
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Zaruret Hâlleri
YARARLANILAN KAYNAKLAR
Ali Haydar(1330). Dureru’l-Hükkâm Şerhu Mecelleti’l-Ahkâm, İstanbul, 3. baskı.
Baktır, M.(tsz). İslam Hukukunda Zaruret Hâli, Ankara.
Baktır, M.(1997). “İslam Hukukunda Zaruret Hâli ve Faiz İlişkisi”, I. Uluslar arası
İslam Ticaret Hukukunun Günümüzdeki Meseleleri Kongresi, Konya.
Cessâs, (1335).Ahkâmu’l-Kur’an, İstanbul.
Çalış, H.(2004). İslam’da Kolaylaştırma İlkesi, Konya.
Erdoğdu, A.(1950). “Zaruret Hâli ve Hukukî Neticeleri”, Adalet Dergisi, S. 6.
Gazzâlî, (1322).el-Mustasfâ, Mısır.
İbn Nüceym, Zaynuddîn(1968). el-Eşbâh ve’n-Nezâir,Mısır.
İzmirlî, İsmail Hakkı(1330). İlm-i Hilâf, İstanbul.
Mahmasânî, Subhî(1952). Felsefetu’t-Teşri’ fî’l-İslâm, Beyrut, 2. baskı.
Mecelle, md. 17, 18, 21, 22,32, 33.
Muhammed Muslehuddîn(tsz). Felsefetu’t-Teşri’ fî’l-İslâm ve Kâidetü’t-Darureti
ve’l-Hâce, trc. Sami Kutbî, Lahor, ts.
Salih b. Abdullah b. Humeyd(1403). Refu’l-Harac fî’ş-Şeriati’l-İslamiyye, Mekke.
Şâtibî, (1975).el-Muvâfakât, Mısır.
Toroslu, N.(1968). Ceza Hukukunda Zaruret Hâli, Ankara.
Türk Hukuk Lugatı, Ankara, 1991, 3. baskı.
Zerkeşî, (2000).el-Mensûr fî’l-Kavâid, Beyrut.
Zeydân, A.(1975). Hâletuz-Zarure fi’ş-Şeriati’l-İslamiyye, Beyrut.
Zuhaylî, V.(1979). Nazariyyetu’t-Daruretu’ş-Şeriyye, Beyrut.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Download