B AŞYAZI Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla. “Allah’ın mescitlerini ancak Allah’a ve ahiret gününe iman eden, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve Allah’tan başkasından korkmayan kimseler imar ederler. İşte doğru yola ermişlerden olmaları umulanlar bunlardır.” (Tevbe, 9/18.) Cami ve mescitlerin inşa edilmesini “imar” kelimesi ile ifade eden Kur’an-ı Kerim, İslam mabetlerinin ancak inanmış gönüller tarafından imar edilebileceğini bildirmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) ve sahabe dönemlerinden günümüze kadar cami ve mescitlerin imarı, tüm İslam âleminde önem görmüş ve Müslümanlar, nesiller boyu farklı kültür ve medeniyetlerin ürünü olan mimari ve sanatsal özelliklere sahip muhteşem camilerle yeryüzünü donatmışlardır. Yeni kurdukları şehirlerde mescidi hayatın merkezine alan bir planlama yapmışlar; dinî mimariye önem vererek camilerin, mimari ve tezyinat bakımından en güzel yapılar olmasına özen göstermişlerdir. Camiler, İslam geleneğinde özellikle Osmanlı döneminde “külliye” kültürünün çekirdeğini oluşturmuş; bu muazzam mimari yapının hemen bitişiğine veya çevresine eğitim ve sosyal hizmet kurumları, hamam, misafirhane, hastane gibi diğer unsurlar da inşa edilerek, camiye gelen insanların ihtiyaçlarının karşılandığı merkezî bir konuma sahip olmuştur. Estetik ve mimari özellikleri ve güzellikleriyle yüzlerce yıldır varlığını devam ettiren Süleymaniyeler, Selimiyeler ve daha pek çok eser, manevi yönden dinin gücünü; biçimsel açıdan sağlamlık ve kusursuzluğu; sanatsal açıdan da özgünlüğü yansıtan şaheserler olarak bütün insanlar nezdinde hayranlık uyandırmaya devam etmektedir. Ne yazık ki bu hususiyet modern zamanlarda kaybolmaya başlamış; talepler ve ihtiyaçlar mevcut cami yapısıyla örtüşmemiş, bu doğrultuda özgün cami projeleri geliştirilememiştir. En basit şekliyle nüfusun yarısı kadınlardan oluşmasına rağmen gerek abdest gerekse ibadet mekânları açısından günümüzde inşa edilen camilerde kadınların sorunlar yaşaması bunun bir göstergesidir. yetin, alçakgönüllülüğün, sadeliğin, karşılıksız din gayretinin ve ‘Allah güzeldir, güzelliği sever’ düsturuna göre güzelliğin eseri olmalıdır. Camiler, toplumun ihtiyaçları göz önünde bulundurularak, iklim, coğrafya ve bölgesel özellikler hesaba katılarak inşa edilmelidir. Prof. Dr. Mehmet Görmez Diyanet İşleri Başkanı Diğer taraftan hızlı kentleşmenin sebep olduğu çarpık yapılaşma cami mimarisini de olumsuz etkilemiş, köyden kente göç süreciyle birlikte şehirlerde camikondulaşma ortaya çıkmış; dolayısıyla şehirlerde camilerin nüfus oranına göre dağılımı önemli bir sorun hâline gelmiştir. Yine mimari açıdan camilere yakışmayacak tarzda apartman altında yapılan mescitler, yollar üzerinde inşa edilen camiler ve mescit adı altındaki yapılar estetik ve mimari açıdan pek çok sorunu beraberinde getirmiştir. Aynı şekilde inşa edilen pek çok cami, yenilik ve özgünlük içermediği gibi Selçuklu ve Osmanlı dönemindeki camilerin kötü birer kopyası olmaktan öteye de geçememiştir. Ayrıca plân ve kütlesel düzenleri açısından da o dönemin tasarım ölçütlerini barındırmadığı için oranları bozuk yapılar olarak ortaya çıkmıştır. Kısacası günümüzde inşa edilen camiler, sanat ve estetik yönünden çoğunlukla özgün bir nitelik taşımadığı gibi Hz. Peygamber döneminde olduğu gibi dinî, sosyal ve kültürel işlevlerin tümü ile bütünleşen yapılar olmaktan son derece uzaktır. Mevcut sorunların üstesinden gelebilmek için günümüz cami yapılarının mimarî, estetik, kentleşme, yapının insan ve hayatla ilişkisi ve işlevsellik bakımından yeniden değerlendirilmesine ve bu konuda hem toplumda hem de cami mimarisi ile ilgili kurum ve kuruluşlarda bir bilinç ve farkındalık oluşturulmasına ihtiyaç bulunmaktadır. Bunun için de başta bilim adamları olmak üzere konuyla ilgisi bulunan herkese önemli görev ve sorumluluklar düşmektedir. Bu doğrultuda günümüz cami mimarisi açısından şunları söylemek yerinde olacaktır. En başta camiler, Hakk’ın rızasının, ihlas ve samimi- Camiler, klasikleri kopyalamak yerine mimarlık alanındaki yeniliklere göre inşa edilerek özgün eserler olarak ortaya konmalıdır. Camiler inşa edilirken, şehrin ruhuna, karakterine ve görünüşüne güzellik katacak şekilde planlanmalıdır. Camiler inşa edilirken israf ve lüks harcamalardan kaçınılmalı, bakım, hizmet ve temizliğinin kolay olacak şekilde inşa ve imar edilmesine özen gösterilmelidir. Camiler engellisiyle-engelsiziyle herkesin rahat ve huzur içinde ibadetini yapabileceği şekilde dizayn edilmelidir. Camiler, kubbesiyle, minaresiyle ve diğer tüm unsurlarıyla orantılı olacak şekilde inşa edilmelidir. Son olarak şunu ifade etmek gerekir ki, camileri imar etmek, şehirlere devasa camiler inşa etmek demek değildir. Camileri imar etmek, yeni, canlı, modern, mekân, şehir ve toplumla ve de en önemlisi insanla bütünleşen yapılar ortaya koymaktır. Başkanlık olarak bu seneki Camiler ve Din Görevlileri Haftasında iki etkinliği gerçekleştirmeyi planladık. Birincisi; “Engelsiz Cami, Engelsiz İbadet Kampanyası.” Bununla camilerimizi yeniden gözden geçirerek engelli kardeşlerimizin ihtiyaçlarına göre düzenlemeyi ve bu konuda toplumsal bir bilinç ve farkındalık oluşturmayı hedefledik. İkincisi; 2-5 Ekim 2012 tarihleri arasında Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Mimarlık Fakültesi işbirliği ile İstanbul’da “I. Ulusal Cami Mimarisi Sempozyumu”nu düzenleyeceğiz. Bu sempozyumun sonunda oluşturulacak komisyon marifetiyle mevcut camilerimiz yeniden değerlendirilecektir. Ayrıca yeni yapılacak camiler için de proje yarışmaları gerçekleştirilecektir. içindekiler DİYANET AYLIK DERGİ • EYLÜL 2012 • SAYI: 261 GÜNDEM Cami mimarisinde kültür ve medeniyet vizyonumuz... 5 5 M. Hilmi Şenalp Şehir planlama ve cami alanları................................ 10 Yrd. Doç. Dr. Adem Erdem Erbaş Mescid-i Nebevi'nin mimarisine dair notlar............... 14 Cami mimarisinde kültür ve medeniyet vizyonumuz Doç. Dr. Mustafa Sabri Küçükaşçı Dün-bugün ekseninde cami tasarımına genel bir bakış.................................................................. 18 Doç. Dr. Ömer İskender Tuluk Mimari ve cami mimarisi üzerine düşünceler............ 22 Turgut Cansever SÖYLEŞİ Prof. Dr. Suphi Saatçi ile cami mimarisi üzerine söyleşi......................................................... 25 Karşıtların ittifakı Abdülkerim Yatğın-Mutlu Doğan DİN-DÜŞÜNCE-YORUM Karşıtların ittifakı....................................................... 29 Prof. Dr. Muhammet Şevki Aydın İslamofobiklerin Masumiyeti(!): Innocence of Muslim Filmine Dair.............................................................. 32 Dr. Esma Yıldırım Haccın sembolleri.................................................... 34 29 Prof. Dr. Ramazan Altıntaş DİN VE SOSYAL HAYAT Hayatın merkezinde fonksiyonel cami...................... 37 Prof. Dr. H. Kâmil Yılmaz “Hz. Muhammed'in Hayatı” isimli seçmeli dersin işlenişi ile ilgili bazı mülahazalar........................................... 40 Prof. Dr. Hüseyin Algül AİLE Aile yaşamında pozitiflik........................................... 44 Dr. Mustafa Koç Aile yaşamında pozitiflik BİR AYET BİR YORUM Kur’an neden bir rahmet kaynağıdır?....................... 48 44 Diyanet İşleri Başkanlığı Adına Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni Dr. Yüksel Salman Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Dr. Faruk Görgülü Mali İşler ve Dağıtım Sorumlusu Mustafa Bayraktar (Dön. Ser. İşl. Müd.) Yayın Koordinatörleri Mustafa Bektaşoğlu Elif Arslan Kâmil Büyüker Mutlu Doğan diyanetdergi@diyanet.gov.tr Prof. Dr. İbrahim Hilmi Karslı Son Okuma Mustafa Bektaşoğlu Sait Şan Sedat Memiş Abone İşleri Tel : (0312) 295 71 96-97 Fax : (0312) 285 18 54 e-mail: dosim@diyanet.gov.tr Uygulama Latif Köse Abone Şartları Yurt içi yıllık: 28.80 TL. Yurt dışı yıllık: ABD, 30 ABD Doları AB Ülkeleri, 30 Euro Avustralya, 50 Avustralya Doları İsveç ve Danimarka, 250 Kron İsviçre, 45 Frank Arşiv Ali Duran Demircioğlu Yönetim Merkezi Dini Yayınlar Genel Müdürlüğü Üniversiteler Mahallesi Dumlupınar Bulvarı No:147/A 06800 Çankaya/ANKARA Tel: (0312) 295 73 06 Fax: (0312) 284 72 88 Abone kaydı için, ücretin Döner Sermaye İşletme Müdürlüğü’nün 57 Umuda yürümek BİR HADİS BİR YORUM İlim kendin bilmektir................................................. 50 Prof. Dr. İsmail Hakkı Ünal DİN GÖREVLİSİNİN HATIRA DEFTERİNDEN Hac ve değişim........................................................ 52 Hafız Abdullah Nazırlı Efendi Aydanur İmat KÜLTÜR - SANAT – EDEBİYAT Kubbenin altında kadınlara yer açmak..................... 54 Prof. Dr. Hüseyin Yılmaz Umuda yürümek...................................................... 57 Abdulbaki İşcan 61 ÖRNEK HAYATLAR Hafız Abdullah Nazırlı Efendi.................................... 61 Celal Sürgeç HİKMET PENCERESİ Simya ilmini ararken kanaati yitirmek........................ 64 Doç. Dr. Ekrem Demirli UZMAN GÖZÜYLE Öfke kontrolü........................................................... 66 Tuba Doğan FIKIH KÖŞESİ Din İşleri Yüksek Kurulundan.................................... 68 İSLAMLA YENİDEN DOĞANLAR “Hiçbir şey bunun kadar değerli olamazdı” Erin (Sümeyye) Fennun............................................ 70 “Hiçbir şey bunun kadar değerli olamazdı” Erin (Sümeyye) Fennun 70 Haz. Metin Karabaşoğlu DAĞARCIK Din eğitiminde sevgi ve kabul dili............................. 74 Prof. Dr. Ahmet Koç KÜRSÜDEN Çocuk eğitimi.......................................................... 76 Dr. Bilal Esen KİTAP TANITIMI Yunus Emre Divanı................................................... 79 74 Vural Kaya T.C. Ziraat Bankası Ankara - Akay şubesindeki IBAN: TR 84000100076005994308-5001 no’lu hesabına yatırılması ve makbuzun fotokopisi ile abonenin hangi sayıdan başlayacağını bildirir bir dilekçe, mektup, yazı, faks veya e-postanın Diyanet İşleri Başkanlığı Döner Sermaye İşletme Müdürlüğü Üniversiteler Mahallesi Dumlupınar Bulvarı No:147/A 06800 Çankaya/ANKARA adresine gönderilmesi gerekir. Yayın Türü: Aylık, Yerel, Süreli Yayın Diyanet Aylık Dergi (Türkçe) Temsilcilikler Yurt içi: İl Müftülükleri, İlçe Müftülükleri Yurt dışı: Din Hizmetleri Müşavirlikleri, Din Hizmetleri Ataşelikleri web: www.diyanet.gov.tr e-mail: diniyayinlar@diyanet.gov.tr sureliyayinlar@diyanet.gov.tr aylikhaber@diyanet.gov.tr Yayınlanacak yazılarda düzeltme ve çıkartmalar yapılabilir. Yazıların bilimsel sorumluluğu yazarlarına aittir. Din eğitiminde sevgi ve kabul dili Tasarım - Baskı Cilt Evren Yayıncılık ve Bas. San. Tic. AŞ Konya Devlet Karayolu (29. km) Evren Yayıncılık Serpmeleri Oğulbey Kavşağı Nu.: 1 06830 Gölbaşı/ANKARA tel.: (0.312) 615 54 54 belgeç: (0.312) 615 54 55 www.evrenyayincilik.com Basım Yeri: ANKARA Basım Tarihi: 25.09.2012 ISSN - 1300 - 8471 EDİTÖRDEN Ü zerinde yaşadığımız toprakların bizlere yüklediği en önemli sorumluluklardan biri, devraldığımız medeniyet mirasına sahip çıkmaktır. Bu mirasın en büyük şahitlerinden biri genel anlamda mimarimiz, özel manada ise cami mimarimizdir. Büyük bir medeniyetin mensupları olarak bizler, yeryüzünün mescit kılınması müjdesi ile yetinmemiş, tarih boyunca gittiğimiz her yere Allah’ın beytini inşa etme yolunda özel bir gayret içerisinde olmuşuz. Yeryüzünün ilk inşa edilen beyti Mescid-i Haram’dan bu yana, ülkelere ve şehirlere göre mimari tarz ve üslup değişse de niyet ve karar değişmemiştir. Nasıl ki Mescid-i Nebevi’yi inşa eden Hz. Peygamber, o mescidin yapımına bizzat kendisi omuz verdi ise bugün de bizler maddi, manevi ve fikrî anlamda aynı aşk ve heyecan ile camilerimize ve minarelerinden yükselen kutlu çağrının her yerde yankılanmasına gayret etmekteyiz. Hızla değişen dünya, ihtiyaç ve beklentiler doğrultusunda şekillenen mekan ve insan tasavvurlarımız, yeni cami modelleri konusunda bir arayışı da beraberinde getirmiştir. Mekânın ruhunu, özünü kaybetmeden, yüzyılların birikimi olan geleneği doğru okuyarak ve yaşadığımız hayatın taleplerini, zorunluluklarını göz önünde bulundurarak cami mimarimizi gözden geçirebilmeli, yeni arayışları ve gelişmeleri göz ardı etmemeliyiz. Diyanet İşleri Başkanlığımız bu amaçla, üniversiteler ile işbirliği içinde “Cami Mimarisi" sempozyumu tertip etmiş ve bununla sözü edilen alanda yeni ufuklar oluşturmak ve yeni arayışlar noktasında bilim insanlarının görüşlerine başvurmak istemiştir. Bu hayırlı çalışmaya dikkat çekmek ve camilerimizin dinamik, günün ihtiyaçlarına cevap veren, huşu ve huzur merkezleri olmasına katkı sağlamak amacıyla bu sayımızda cami konusunu ele aldık. Sahasında uzman yazarlarımız, yıllardır suskun kalan bu saha ile ilgili önemli katkılar sundular. Mimar Hilmi Şenalp, "Cami mimarisinde kültür ve medeniyet vizyonumuz"a işaret etti. Modern şehirleşme ile birlikte, şehircilik anlayışımıza dair tespit ve değerlendirmeleri Yrd. Doç. Dr. Adem Erdem Erbaş, “Şehir planlama ve cami alanları” yazısında dile getirdi. Mescid-i Nebevi’nin inşa süreci ve Osmanlı’nın yaptığı önemli katkıları Doç. Dr. Mustafa Sabri Küçükaşçı'nın kalemiyle huzurlarınıza getiriyoruz. Camilerin estetiği son dönemde en çok tartışılan konular arasında idi. Doç. Dr. Ömer İskender'in “Dünbugün ekseninde cami tasarımına genel bir bakış” başlıklı yazısı bu konudaki beklentilerimize ışık tutacak mahiyette. Yine bu sayımızda, bir vefa örneği olarak rahmetli Mimar Turgut Cansever’in gündemimize ilişkin bir makalesini yayınladık. Bilge mimarımızın, mimarimizde açtığı ufuk, yolumuzu aydınlatmaya devam edecektir. Bu sayımızda Prof. Dr. Suphi Saatçi ile cami mimarimizin geçmişi ve geleceği üzerine gerçekleştirdiğimiz söyleşiyi de istifadenize sunuyoruz. Diğer bölümleri, konu başlıkları ve yazarları ile yine dolu dolu bir eylül sayısı ile sizleri baş başa bırakıyoruz. Gündem M. Hilmi Şenalp Mimar Cami mimarisinde kültür ve medeniyet vizyonumuz İSLAM MİMARİSİNDE CAMİ, SADECE İNSANLARIN DEĞİL İNSANA AİT DİĞER BÜTÜN GÜZELLİKLERİN VE SANATLARIN BİR ARAYA GETİRİLDİĞİ, YANİ “CAMİ” OLDUĞU, KUTSİ BİR MEKÂN OLMUŞTUR. TÜRKİYE’NİN CAMİ MESELESİ MÜSTAKİL BİR KONU OLMAYIP, AYNI ÇERÇEVE İÇERİSİNDE MÜTALAA EDİLMESİ GEREKEN, BİR ZİNCİRİN HALKALARI GİBİ BİR MEDENİYET MESELESİDİR. 250 yıllık batılılaşma maceramızın başından bugüne kadar, toplum olarak kendi medeniyetimize ve değerlerimize küstük ve kendimizden şüpheye düştük. Mevcut kültürün tahribi ve redd-i miras gerçeği bizi içinde bulunduğumuz bugünkü noktaya getirdi. Yeni bir cami mimarisi ihdas edebilmek için, önce sahibi ve varisi olduğumuz kültür ve sanat mirasının değerini fark edip, geleneğin “ne olup, ne olmadığını” -doğru olarak- kavrayıp öğrenmemiz gerekir. Sadece cami değil, yapılan her yeni bina ve restorasyonla gelenek de mağdur edilerek, bin küsur yıldır özenle kurmaya çalıştığımız şehir medeniyeti tahrip ve perişan edilmektedir. Türkiye’nin cami meselesi müstakil bir konu olmayıp, aynı çerçeve içerisinde mütalaa edilmesi gereken, bir zincirin halkaları gibi bir medeniyet meselesidir. Cami kelimesini kaldırarak yerine "kültür, sanat, edebiyat, musikimiz, yeni meskenler, koruma ve şehircilik anlayışımız" gibi kelimeleri koyduğumuzda verilecek cevaplar farklılık arz etmeyecektir. Bu bakımdan meseleye etraflı ve külli bir bakışı tercih ettik. Türkiye’nin cami özelinde medeniyetini nasıl yeniden üretebileceği sorgulanırken, bu problemin hususi bir reçetesi olmadığından, "Türkiye’nin kültür politikası ne olmalıdır, şehirleşmesinde ve koruma stratejisinde, dünya ve medeniyet vizyonu ne olmalıdır?" temel sualinin cevabını vermek gerekir. Kendimizi tanıyor muyuz? Sahibi ve devamı olduğumuzu iddia ettiğimiz kültür ve medeniyet dairesini ne kadar tanıyoruz? Kültürel derinliği ve heyecanı tanımayan bir vizyondan yaratıcı eserler beklenemez. Bugün dünyaya damgasını vurmak iddiasında varlığının altını çizen bir devletin hareket noktası; kendisi, tarihî birikimi ve kültür-sanat dünyasıdır. Kültürümüz ortalama değil, objektif olarak da hakikaten bahası payansız, yüksek kültür ve medeniyet vasfına sahip orijinal bir kültürdür. Kültürde SAYI: 261 • EYLÜL 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 5 OSMANLI-TÜRK SANATI HER DİN VE MEŞREPTEN İNSANIN RUHUNA SICAK GELEN BİR SANATTIR. OSMANLI ESERLERİ HİÇBİR ZAMAN BİRBİRİNİN TAKLİDİ OLMAYIP, HER BİRİNİN MÜSTAKİL ŞAHSİYET VE HÜVİYETİ VARDIR. derinliğin, mimaride incelik ve zarafetin, edebiyat ve musikide zengin ifade ve mana derinliğinin, hat ve tezyinatta sabır ve asaletin, hülasa sanatın her şubesinde sadelik içinde ihtişamın numunelerini veren, orijinal kültürü olan bir milletiz. Vârisi olduğumuz Anadolu merkezli tecrübemizle, Selçuklu ve Osmanlı Medeniyetlerinin, asırlardan süzülüp gelen kültür birikimleri neticesinde olgunlaşmış hayat, kültür ve sanat anlayışımız menfi tesirlere maruz kalsa da, mayası sağlam, İslamiyeti canıgönülden benimseyen ve sindiren, bu semavi yüce dini, kendi bünyesinde zahiriyle-batınıyla, yani asli hüviyetiyle yaşayan, uygulayan, asırların tecrübesiyle bunu ispat etmiş hoşgörülü Türkiye’nin dünyaya verebileceği çok mesaj vardır. Bugünün kanayan bir yarası olan Kudüs’te, Kudüs Kalesi’nin çarşı kapısı üzerine "Lailahe illallah, İbrahim Halilullah" yazdıran Kanuni bu vizyonun en mühim mesajını vermiştir. Osmanlı-Türk sanatı, İslam’ın bütün akli ve 6 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2012 • SAYI: 261 kalbi teferruatını sanatın her şubesinde kemaliyle temsil etmiş, İslam’ın âlem tasavvurunu ve kâinat idrakini dile getiren bir fıtrat sanatıdır. Onun için Osmanlı-Türk Sanatı her din ve meşrepten insanın ruhuna sıcak gelen bir sanattır. Osmanlı eserleri hiçbir zaman birbirinin taklidi olmayıp, her birinin müstakil şahsiyet ve hüviyeti vardır. Mazimize ait değerleri doğru bir şekilde okuyup anlayarak geleceğimiz için bunları yeniden tahlil etmek ve bu yüksek medeniyet birikiminden istifade etmek mecburiyetindeyiz. Batılılaşma maceramız 1730’lardan başlayan batılılaşma, hayatın her sahasına ağır ağır nüfuz etti. Yaşadığımız travmalarla idrakimizi, eşyaya bakışımızı, âlem ve medeniyet tasavvurumuzu ve asaletimizi kaybettik. Klasik dönem sonrasında bir cami mimarisi geliştiremedik. Bugün ciddiye alınabilecek bir sanat tarzı, sadeleşmiş ve üsluplaşmış anlayıştır. Modern yapı, modern cami tabirlerini tercih etmemekteyiz. Çünkü modernite günümüzdeki anlamı ve hâliyle Batı medeniyetinin eşyaya bakışının, âlem idrakinin, eşyaya çarpık ontolojik ve entelektüel yaklaşımının adıdır. Herkesin “modernitesi” taklit değil kendi değerlerinden hareketle, “kendine göre” olmalıdır. Klasik Osmanlı mimarisinde ifadesini bulmuş olan bu sadeleştirilmiş sanat dediğimiz anlayış, nasıl bir değerler manzumesine sahip olduğumuzun en büyük delilidir. Klasik, sivil ve dinî mimarimizin mimari unsurlarını doğru yorum ve anlayışlarla üsluplaştırıp, stilize edebilirsek, şahsiyetimizi kaybetmeden sadeleştiril- MAZİMİZE AİT DEĞERLERİ DOĞRU BİR ŞEKİLDE OKUYUP ANLAYARAK GELECEĞİMİZ İÇİN BUNLARI YENİDEN TAHLİL ETMEK VE BU YÜKSEK MEDENİYET BİRİKİMİNDEN İSTİFADE ETMEK MECBURİYETİNDEYİZ. miş sanatın en güzel örneklerini verebiliriz. Çünkü mimariden minyatüre ve ebrudan tezyinata, hat sanatına kadar uzanan klasik sanatların özünde üsluplaştırmanın, stilizasyonun diyalektik dinamiği mevcuttur. Kültürün faklılaşması nedeniyle, "şartlar uygun değil, böyle bina artık üretemeyiz" diye itiraz edilebilir. Bugünün şartlarının kaçınılmaz olduğu, kendimizi istemediğimiz bir şeye teslim etmenin doğru olmadığını bile bile, bildiğimiz bir şeyi yapmamak için özür aramaktır. Asli işlevi itibarıyla Müslümanlar için bir ibadethane-namaz kılınan mekân olan cami, İslam Medeniyeti’nin merkezi ve kalbidir, İslam İlahiyatı’nda namaz, müminin miracı olarak geçer. Hızla globalleşen dünyada, cihanşümul bir tevhit dininin mensupları için, günümüzde bir cami inşa edilmesi söz konusu olduğunda, hiç şüphe yok ki öncelikle İslam geleneği ile modernite arasındaki estetik müşterekin ne olması; sonra da bu estetik müşterekin, müminin miracı olan namazın eda edileceği, İslam Medeniyeti’nin merkezi ve kalbi olan camiye ne şekilde yansıması gerektiğini tespit etmek durumundayız. İslam sanatı nedir, nasıl ayrılır? Cami cidarı, kubbesiyle "kâinat"ın sembolüdür. Yeryüzündeki bütün mescitler "kıble"ye yönelmiştir. Kâinatın odak noktası Kâbe, insanlığın ilk mabedi ve kıblesidir. Kâbe, Hak’la ünsiyeti olması gereken "insan"a, yaratılışının gaye ve sırlarını hatırlatan, asli vatanına yabancılaşmamasını telkin eden ilahî bir hidayet sembolüdür. İslami vahyin tevhit inancı; manevi âlemin dünyaya yansıtılmasında yaratılmış şeylerin formlarını değil, maddenin özünde yansımasını bulan geometri ve ritimlerin, temel yapıların kullanıldığı, kemiyet değil keyfiyet ve şahsiyet ifade eden, müşahhas (somut) değil, mücerret (soyut) bir sanat ortaya koymuştur. Türk-İslam sanatı, maddeye asalet kazandıran mücerret (soyut) bir sanattan öte, semavi hikmetin akisleri olarak geometrik-matematik form ve diziler vasıtasıyla "kesret"i "vahdet"e (çokluğu birliğe) nispet eden bir sanat idrakidir. Allah’ın ayetleri olan kâinat ve bütün yaratılmışlar böyle idrak edilince, fizik, kimya, astronomi vs. gibi ilimler de, kutsiyet ifade eden hikmet olmaktadır. Bundan dolayıdır ki bir hadiste: "Hikmet, müminin yitik malıdır. Nerede bulursa onu alır." denilmektedir. İnsan, görünenin derununda perdelenmiş ilahî ilmi fark ederek keşfedip yeni şeyler icat eder. İslam sanatlarında "müşahhas" Bu anlayış olan, "mücerret" İslam sanatlaolanı anlatmak içinrındaki teksif, dir. Bunun edebiterkip, tecyattaki karşılığı, rit şuuruyla "mecaz", "mazüsluplaştırmamun" ve "istiare"dir. yı (stylization) Gerçekte temaşa getirmiştir. Bu edilen, kâinatın sebeple Türkkendisi değil, İslam sanatları, ondaki ihsaslar, tabiatta mevcut nakışlar, nakıştagizli geometriki öz ve hakikatiyi keşfederek, dir. Her bir nakış, eşyanın özünAllah’ın ayetlerinde ihtimamden bir "ayet"tir. Bu la setredilmiş sebeple camilerde saklı dünyaları kullanılan nakışve inşalarındalar, nakış-nakkaş, ki geometriyi, sebep-müsebbip tecrit üslubuymünasebeti açıla insanın idrasından tercih edilkine takdim miştir. Bu sebeple eder, eşyayatabiat; doğrudan NAMAZA DAVET OLAN "EZANIN" YÜKSEK BİR görünene, şahdeğil, işaret ve atıf- YERDE OKUNACAK OLMASI, İSLAM’IN ŞİARI OLAN siyet ve hüvila temaşa edilir. MİNAREYE FEVKALADE GÜÇLÜ BİR MİMARİ yete, değerler İnsanın varlığı, var- SEMBOL VASFI KAZANDIRMAKTADIR. üstü mana ve lığın ve eşyanın bizmahiyet kazanzat kendisi, "Hak" dırır. Beşerin saflaşması (ıstıfa’sı) nasıl insanve "hakikat"le, "insan" arasında hicapların lığın burcu Hz. Muhammed Mustafa (saflaş(perdelerin) en büyüğüdür. O yüzdendir ki, tırılmış, seçilmiş) (s.a.s.)’da kemale erdiyse, varlığın verasına (ötesine), veranın verasına onun getirdiği dinin medeniyetinde de eşyaya (ötenin ötesine) işaretle, "fanilik" setredilir bu saflaşma (ıstıfa’) ve tecrit penceresinden (örtülür), mutlaka sonsuzluk ve "beka"ya atıfbakılmaktadır. Yüksek bir kültür ve medenita bulunulur. Nakıştan nakkaş murad olunur. yet olan İslam Medeniyeti’nde ve sanatlarında Eşya, göründüğü şekliyle kendi hakikatini eşyaya bu bakış; dünya ve ahiret dengesiyle insana göstermez. Görünüşünden soyutlanıp, hayat ve ölüm gerçeğini doğru kavrayarak, fani olandan tasfiye edildikten sonra temainsanlığın refahının yanında, huzur ve saadeşaya layık hâle gelir. Yaratılış gayesini bilen tinin de fevkalade önemli olduğunun ifadeinsan için mekân, mekânsızlık âlemine açılan sidir. penceredir. İnsan da lamekânı (mekânsızlığı) Yeni camilere yaklaşım nasıl olmalı? içine almış bir mekândır. Mekân cidarın içindeki boşluk, suretteki siret, fenadaki beka İslam’da yeryüzü mescit kabul edildiğinden, (yokluktaki sonsuzluk) telmihidir. Hakikatte aslında ibadet için hususi bir binaya ihtişekiller, eşya ve bütün varlık, maddenin manayaç yoktur. Ancak; Peygamber Efendimiz sına, suretin siretine, afakın enfüsüne aynadır. Mekke’den Medine’ye, daha doğrusu Yesrib’e hicret ettiğinde, Yesrib onun hicretiyle Medine Vücutta "zaman" olmaz , "an" olur. Zaman olmuş, İslam medeniyetinin temellerinin tesis itibari, boyutlar namütenahidir (sonsuzdur)… 8 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2012 • SAYI: 261 KLASİK, SİVİL VE DİNÎ MİMARİMİZİN MİMARİ UNSURLARINI DOĞRU YORUM VE ANLAYIŞLARLA ÜSLUPLAŞTIRIP, STİLİZE EDEBİLİRSEK, ŞAHSİYETİMİZİ KAYBETMEDEN SADELEŞTİRİLMİŞ SANATIN EN GÜZEL ÖRNEKLERİNİ VEREBİLİRİZ. edildiği bu şehirde ilk faaliyeti, medeniyetin merkezi olarak “mescit inşa etmek olmuştur.” İşte bu anlayış çerçevesinde, zaman içerisinde İslam mimarisinde cami, sadece insanların değil insana ait diğer bütün güzelliklerin ve sanatların bir araya getirildiği, yani “cami” olduğu, kutsi bir mekân olmuştur. Bu anlayışladır ki bütün camilerimizde İslam sanatlarından, hat, tezyinat, çini, taş ve mermer işçiliği, maden işleri, mukarnas, malakâri, sedefkâri ve kündekâri gibi her biri müstakil sanat dalları ayrı ayrı temsil edilmiştir. Namaza davet olan "ezanın" yüksek bir yerde okunacak olması, İslam’ın şiarı olan minareye fevkalade güçlü bir mimari sembol vasfı kazandırmaktadır. Mimari tasarımlarda minareleri gözümüzle kaldırarak: "Bu binaya -müslim, gayrimüslim- her insan cami der mi?" sualinin cevabı, o binanın gerçekten iyi bir tasarım olup olmadığının da cevabıdır. İslam sanatlarında ahenk ve tenasüple beraber hendesi şekiller ile mukarnastaki "kesrette vahdet, vahdette kesret"i, yani çoklukta birliği, birlikte çokluğu ifade ile bütün evrenin, Rumi’de hayvanat âleminin, Hatayi’de nebatat âleminin mücerretleştirildiğinin ve bu suretle insana musahhar kılındığının her daim altının çizildiği, -bunu şehir ölçeğine çıkardığımızda, sokaklarıyla, meydan anlayışıyla, bahçe anlayışıyla, dinî ve sivil mimarideki kabulleriylebir medeniyet manzumesi çıkar ortaya. Her şeklin bir sureti olduğu gibi bir de sireti, deruni inikâsları ve intibaları vardır. İnsan etrafından aldığı intibalar ve ihsaslarla yaşar, hayata bu arka plandaki biçimlenmiş panjurdan bakar. Eşya ve hadisata bakışını, yaşadığı mekânlar, ömrünü geçirdiği eşya ve şekiller biçimlendirir. Klasik cami–Modern cami Bir de çok kullanıldığı için söyleyelim; “modern cami”, “çağdaş cami” tabirlerine itirazımız var. Böyle bir ayrım ve anlayışı kasten tercih etmemekteyiz. Süleymaniye bugün kullanılıyorsa çağdaştır. “Klasik” eskimeyen yenidir. Mimari üslup, bir tercih meselesidir. Cami ya klasik olur veya klasiğin ruh ve mana köküne bağlı, yorumlanmış üsluplaşmış, sadeleşmiş bir mimari tarzda olur. Bu tarz bir camiye hiçbir zaman modern cami denemez. Modern İslam olamayacağı gibi modern cami, modern hat vs. gibi tabir ve vasıflar da doğru değildir. Gelenekle modernite arasında estetik müştereklik ve temas noktaları olabilir, ancak geleneğin doğru yorumu hiçbir zaman bu yaftalamayı hak etmez. Yeni cami uygulamalarında soyutlamanın ıskalandığı, geleneği kavrayamama ve tam olarak kuşatamama zafiyetiyle geleneğin mağdur edilerek ondan yeni bir kimlik icat etme gayreti görülmektedir. Geleneği doğru kavrayamazsak, atıfları doğru yapamazsak, yanlışlarımızı fark etmeden, atıflarla avunur ve aldanırız. Atıf tek başına sahihlik doğurmaz, atıf yapılan şeyin sahihliğini problemli hâle getirir. Gelenek, içinden yaşandığı zaman gelenek olur. Gelenek; cihanşümul yani evrensel olanla mahalli olanın buluştuğu, birbirini besleyip yeniden ürettiği anlam alanıdır. Gelenek olarak ortaya çıkan formlar, evrensel değerlerin taşıyıcısıdır. Bugün yaşadığımız kültürel yozlaşma ve sığlaşma, değerlerimizdeki aşınma ve çözülmenin tezahürü ve neticesidir. Sahibi olduğumuz medeniyet mirasının değerini fark edip devamı için yeni ve doğru sentezler aramak şarttır. Mimari, bir cemiyetin aynası ve şeklî lisanıdır. Bir cemiyette ne zaman insani ve fıtri değerler yücelirse veya karışıklık ve değerlerin tarifsizliği –kaosyaşanmaya başlarsa, önce mimaride en son da musikide hemen bunun tezahürü görülür. Kendi kendini tekrar eden ve yenilemeyen bir kültür, yozlaşmaya ve nihayet yok olmaya mahkûmdur. SAYI: 261 • EYLÜL 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 9 Gündem Yrd. Doç. Dr. Adem Erdem Erbaş Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniv. Mimarlık Fak. Şehir planlama ve cami alanları DİNÎ TESİS ALANI OLARAK CAMİ ALANI, SOSYAL VE KÜLTÜREL TESİSLER GİBİ DEĞİŞİK AMAÇLA KULLANILMAK ÜZERE, SERGİ SALONLARI, KÜLTÜREL AKTİVİTE ALANLARINI İÇEREN TOPLUMUN ÇEŞİTLİ KESİMLERİNDEKİ KİŞİLERİN İHTİYAÇLARINI KARŞILAYACAK NİTELİKLERE SAHİP OLABİLİR. Sabahın ilk ışıkları ile mahalleye yayılan ezan sesi kulağımıza geldiğinde bu sesin arka planındaki kültürel birikimi hangimiz tam olarak bilebilmekteyiz? Birçok şeyin bilinme imkânı yok ama cami yapısının çoğu insanın anılarında yer etmiş farklı anlamları bulunduğu da açıktır. Sevinç, üzüntü, keder, yaşam, ölüm, doğum, mutluluk, huzur vb. sözcükler ancak bir kısmını oluşturur bu anlamın. Bu yazı ile şehir planlamada dinî tesis olarak cami alanının düzenlenmesinde temel ilkeleri açıklamaya çalışacağım. Görülebileceği gibi toplumsal ve bireysel engin bir kültürel birikimi yansıtan cami alanları ile olgularının tümünü bu birkaç sayfada açıklayabilmem mümkün değil. Dilimin döndüğünce ifade etmeye çalışacağım. Şehir planlamada cami alanını iyi anlayabilmek için birkaç kavramı bilmek ve anlamak gerekir. Bunlardan en önemlisi “mahalle”dir. Mahalle kavramı ve onunla ilgili olgular bugünkü kentsel/kırsal yaşamın ortaya koyduğu yaşam çevremizin en küçük ve en organize halini oluşturmaktadır. Aslında mahalle kavramına değişik açılardan bakmak olasıdır. Bu bakış kent sosyolojisi, ekonomik yapı, idari örgütlenme açılarından olabilir. Bu bağ10 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2012 • SAYI: 261 Fotoğraf: Cihat Hıdır (Teşvikiye Camii-İstanbul) lamda mahalle için değişik tanımlamalar da yapılabilir. Mahalle idaresi tüzel kişiliğe sahip olmamakla birlikte organları seçimle işbaşına gelen bir yerel yönetim birimidir. Mahallelerin kurulması, kaldırılması, birleştirilmesi, isim ve sınırlarının değiştirilmesi belediye meclisinin ve o yerdeki idare kurulunun kararı ve valinin onayıyla olmaktadır. Mahalle idaresinin organları muhtar ve ihtiyar heyeti olup; başlıca görevi mahallede oturanlara ilişkin, hukuki durumlarını belirten bazı belgeler düzenlemektir. Mahalle birimi, anlaşılabileceği üzere tüzel bir kişilik değildir. Ancak modern yaşamın getirdiği ve gerektirdiği yeni şartlara göre şehircilik biliminde yeni tanımlamalar ve düzenlemeler yapmak olasıdır. Bu nedenle mahalle kavramı ile yaşamımıza damgasını vurmuş bazı tatları hatırlamakta yarar var. (Eğer bu tatları yaşayamadığınızı düşünüyor ancak merak ediyorsanız size değerli hocam merhum Prof. Kemal Ahmet Aru'nun "Türk Kenti" isimli kitabını tavsiye edeceğim.) Geleneksel bir mahallenin merkezini oluşturan ve cami yapısının da içinde bulunduğu “külliye” ise bir diğer önemli konudur ve sosyo-ekonomik, kültürel birikimleri yansıtmaktadır. Yerleşme dokusunu oluşturan mahalle sınırlarını, büyüklüklerini, çıkmaz sokaklı yerleşme düzenlerini belirleyen husus; çarşı ve cami ilişkisidir. Mahalle sınırlarını belirleyen hususlardan birinin camiler arasındaki mesafe olduğunu, bunun da yürüme mesafesi yanı sıra minareden okunan ezan sesinin duyulma mesafesi olduğunu biliyor muydunuz? Çarşı, pazar gibi ticaret alanları ile “Cuma Camii” arasında sıkı bir ilişki bulunmaktadır. Ne var ki bugünkü durum ve anlayışın geçmişten gelen bir birikimi yansıttığı unutulmamalıdır. Bugün “Ulu Cami” yanında bir çınar altında otururken etraftaki hareketliliğin arkasında, şehir ile cami arasındaki ilişkinin yattığını anlarsınız. Her caminin cuma camii olmadığını, bir mahalle düzeni içinde çevredeki yaşayanları kucakladığını düşünür, bugün bazı belediyelerin uygulamalarında olduğu üzere mahalle dokularının geleneksel ticari alanlarla birlikte kaldırılarak sadece cami yapılarının ortaya çıkarılma düşüncesini hayretle karşılarsınız. Belli bir geleneği, ritüeli çevreleriyle birlikte yansıtan önemli alanlardır cami yapıları. Bu nedenle yakın çevresindeki yaşam ile birlikte düşünülmelidir. Fakat günümüzde kuşkusuz bu geleneği ve ritüeli bozacak, anlamını zedeleyecek birtakım müdahaleler de olmaktadır. Cami minarelerine baz istasyonları yerleştirilmesi, camilerin alt katlarında marangozhane, oto tamirhane dahil olmak üzere çeşitli ticari işletmelere izin verilmesi önemli tartışmaları da beraberinde getirmektedir. İbadet alanı olarak “ulvi” bir mekânı simgeleyen camilerde bu gibi müdahalelere izin verilmemesi gerekir. SAYI: 261 • EYLÜL 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 11 Bununla birlikte dinî tesis alanı kapsamındaki cami alanının sadece cami yapısı olarak ele alınamayacağı, cami ile birlikte dinî gereklerin ritüellere uygun bir şekilde yerine getirilebilmesi amacıyla, cami yapısı ile birlikte şadırvan, wc, abdesthane, cenaze namazı alanı, oturma/dinlenme/bekleme alanı, lojman vb. alanların da dinî tesis alanı içinde yer alması gerekliliği unutulmamalıdır. Cami ve avlusu bir bütün olarak düzenlenmelidir. Bu nedenle şehir planlamada dinî tesis alanı kapsamında cami alanlarının asgari yüzölçümlerine sahip olması gerekir. 3194 sayılı İmar Kanunu’na 4380 sayılı Kanunla “EK MADDE 2- (2.8.1998 tarih, 23421 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanmış olan 4380 sayılı Kanun) İmar planlarının tanziminde, planlanan beldenin ve bölgenin şartları ile müstakbel ihtiyaçları göz önünde tutularak lüzumlu cami yerleri ayrılır. İl, ilçe ve kasabalarda müftünün izni alınmak ve imar mevzuatına uygun olmak şartıyla cami yapılabilir. Cami yeri, imar mevzuatına aykırı olarak başka maksatlara tahsis edilemez.” şeklinde hüküm eklenmiştir. Cami yerinin başka maksatla tahsis edilememesi ve bölgenin ihtiyaçlarına göre lüzumlu yerlere cami yapılması istenilmektedir. Yine Plan Yapımına Ait Esaslara Dair Yönetmeliğin Ek-1 tablosunda da kişi başına 0,5 m2 dinî tesis alanı öngörülmüştür. Ancak bir taşınmazın ibadet yeri olarak ayrılabilmesi için, Plan Yapım Yönetmeliği’nin, Ek 1e maddesinde belirtilen asgari alan büyüklüklerini sağlaması gerekir. EK – 1e İbadet yerleri Asgari Alan Büyüklüğü (m2) Küçük ibadet yeri 2.500 Orta ibadet yeri (semt ibadet yeri) 5.000 Büyük merkez ibadet yeri 10.000 Dinî yapılar içerisinde yer alan tüm yapılanmalar tabloda belirlenmiş olan asgari alan kapsamında değerlendirilir. 12 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2012 • SAYI: 261 Bu çerçevede değerlendirildiğinde küçük ibadet yerleri için en az 2500 m2 alan büyüklüğü olması zorunluluğu bulunmaktadır. Bu yüzölçüm değerleri yeni gelişme alanlarında planlanacak dinî tesis alanlarını ifade etmektedir. Geleneksel dokulardaki mevcut dinî tesisler bu değerlendirmenin dışındadır. Dinî tesis alanı içindeki olması beklenen tüm yapılanmaların bu alan içinde yer alması beklenmektedir. Dinî tesis alanı sadece cami yapısı ile sınırlı olmayıp, cami ile birlikte olması gereken diğer kullanımları (şadırvan, wc, abdesthane, cenaze namazı alanı, oturma/ dinlenme/bekleme alanı, lojman vb alanları) da kapsamaktadır. Dinî tesis alanı olarak cami alanı, sosyal ve kültürel tesisler gibi değişik amaçla kullanılmak üzere, sergi salonları, kültürel aktivite alanlarını içeren toplumun çeşitli kesimlerindeki kişilerin ihtiyaçlarını karşılayacak niteliklere sahip olabilir. Bu nedenle toplu ulaşım araçları ile ulaşılabilirlik ve otopark kolaylığı, engelliler için ulaşım kolaylığı da tesis yeri için aranacak kriterlerdendir. Dinî tesis alanları, hem ibadet mekânı hem de dünyadan ayrılan vatandaşa, toplum tarafından yapılan son merasimde bir uğurlama alanı olarak hizmet verdiğinden, hemen her mahallenin içinde kolayca ulaşılabilecek bir alanda, yürüyüş mesafesi içinde bulunması gerekir. İmar planlarında konut, ticaret, sanayi vb. kullanım kararlarının yanında yeşil alan, çocuk parkı, eğitim, sağlık, ibadet alanı ile ağaçlandırılacak alanlar sağlıklı bir çevre oluşturmak amacıyla ayrılmakta ve nüfus yoğunluğu esas alınarak umumi hizmet alanları ile kamu tesis alanlarının bölge bölge dağılımı yapılmaktadır. Belli donatı alanlarının birlikte ele alınmasıyla oluşturulacak sinerji öne çıkmaktadır. Birbiriyle ilişkili donatı alanlarının belli bir alanda kümelenmesi ise şehir planlamada “donatı bütünlüğü” olarak ifade edilmektedir. Diğer taraftan genel bir planlama prensibi olarak planlama alanında yaşayacak ve çalışacak nüfus için 500-750 metre yarıçaplı (Temel eğitim için belirlenen azami yürüme mesafe- si esas alınmaktadır.) bir çevreye hizmet verecek şekilde dinî tesis alanları ayrılmaktadır. Buna göre yukarıdaki açıklamalar çerçevesinde öne çıkan ve cami alanı ile ilgili planlama prensipleri şu şekildedir; 1- Müftünün izni alınmak ve imar mevzuatına uygun olmak şartıyla cami alanlarının yer seçimi yapılmalıdır. 3- Cami alanı ile içinde bulunduğu mahalle arasında sıkı ilişkiler bulunmaktadır. Cami ile yakın çevresindeki yerleşme dokusu birlikte ele alınmalıdır. 4- Cami ile birlikte onu tamamlayan başkaca yapılar da bulunmaktadır. Şadırvan, wc, abdesthane, cenaze namazı alanı, oturma/ dinlenme/bekleme alanı, lojman vb. alanlar da dinî tesis alanı içinde yer alabilir. Cami ve avlusu bir ritüeli yansıtacak şekilde bütünlük arz etmektedir. 5- İbadet duygusunu zedeleyecek nitelikte cami minarelerine baz istasyonları yerleştirilmesi ile camilerin alt katlarında çeşitli ticari işletmelere izin verilmemelidir. 6- Cami alanları ve ilişkili oldukları diğer donatı alanları bir bütünlük içinde düzenlenebilirler. Süleymaniye Camii / İstanbul 2- Cami alanları için Plan Yapımına Ait Esaslara Dair Yönetmelik hükümlerince belirtilen Asgari Alan Büyüklüğü standartlarına uyulmalıdır. 7- Cami alanları değişik amaçla kullanılmak üzere, sergi salonları, kültürel aktivite alanlarını da içerebilir. Bu durumda toplu ulaşım araçları ile ulaşılabilirlik ve otopark kolaylığı, engelliler için ulaşım kolaylığı da unutulmamalıdır. 8- Cami alanları çevrede yaşayanların yürüyüş mesafesi (yaklaşık 500-750 m yarıçaplı) içinde olmalı ve yürüme yolları ile bütünleştirilmelidir. Şimdi elinizdeki dergiyi bir kenara bırakın. Birazdan okunacak ezan ile birlikte dışarı çıkın. Her gün gittiğiniz yoldan farklı bir biçimde mahallenizde şöyle bir dolaşın. İçinizdeki yaşam sevinci ile etrafınıza bakın; sokakta oynayan çocukları, bakkaldan alışveriş yapan komşularınızı, köşede kıvrılıp uyuyan kediyi ve namaz vakti yavaş yavaş camiye doğru giden amcayı görün. SAYI: 261 • EYLÜL 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 13 Gündem Doç. Dr. Mustafa Sabri Küçükaşçı Marmara Üniv. Fen Edebiyat Fak. Mescid-i Nebevi'nin mimarisine dair notlar MESCİD-İ NEBEVİ'NİN TARİHİNDE EN BÜYÜK GENİŞLETME VE İMAR FAALİYETİ 1984-1994 YILLARI ARASINDA GERÇEKLEŞTİRİLDİ. MEVCUT YAPIYI DOĞU, BATI VE KUZEYDEN KUŞATAN 82.000 M2'LİK BU İLAVEYLE, MESCİDİN ALANI 98.326 M2'YE ULAŞTI. İLK BİNA, TAŞ TEMEL ÜZERİNE TEK SIRA KERPİÇTEN, BİR ADAM BOYU KADAR YÜKSEKLİKTEKİ ÇEVRE DUVARI İLE KUŞATILARAK ÜSTÜ AÇIK BİÇİMDE 60 X 70 ZİRALIK BİR ALANA (1022 M2) YAPILDI. 14 DİYANET AYLIK DERGİ İslam tarihinde bir dönüm noktası olan Rasul-i Ekrem'in Mekke'den Medine'ye hicretinden sonra gerçekleştirilen ilk faaliyetlerden biri, Mescid-i Nebevi'nin (Mescid-i Nebi) inşasıdır. Rebiulevvel ayında inşasına başlanan Mescid-i Nebevi, şevval ayında tamamlandı. İlk bina, taş temel üzerine tek sıra kerpiçten, bir adam boyu kadar yükseklikteki çevre duvarı ile kuşatılarak üstü açık biçimde 60 x EYLÜL 2012 • SAYI: 261 70 ziralık bir alana (1022 m2) yapıldı. Kıblesi bizzat Hz. Peygamber tarafından Kudüs'e yönelik olarak yapılan ve üç kapısı bulunan mescidin doğu duvarının güney kısmına Rasul-i Ekrem'in hanımları Hz. Aişe ve Sevde için iki adet oda yapıldı. Daha sonra sayıları dokuza çıkan bu odaların bir kapısı mescide açılıyordu. Kıble hicretten on altı veya on yedi ay sonra Kudüs'ten Mekke'deki Kâbe’ye çevrilince güneyde bulunan yeni kıble tarafına gelen kapı kapatılarak kuzey duvarında yeni bir kapı açıldı. Basit ve sade, ancak son derece fonksiyonel olan Mescid-i Nebevi Müslümanların sayısının artmasıyla ihtiyaca cevap veremeyince 7. yılda (628) Hayber dönüşü yeni ilavelerle genişletildi. Hz. Osman, Rasulüllah'ın teşvikiyle Mescid-i Nebevi'ye bitişik bazı yerleri buraya dâhil etmek amacıyla satın aldı. Bu dönemde Mescid-i Nebevi, kıble tarafı hariç üç tarafından genişletilerek 100 x 100 zira (yaklaşık 2433 m2) ebadında kare planlı bir hâle getirildi. Başlangıçta üstü örtülmeyen Mescid-i Nebevi'nin kıble tarafında Hz. Peygamber'in namaz kıldırdığı yere yağmur ve güneşten korunmak için hurma kütüğünden altı direk üzerinde bir sundurma yapıldı. Kıble Kâbe’ye çevrilince bu sundurma kısmen korunarak Suffe ehlinin barındığı bir yer oldu. Mescid-i Nebevi, Hz. Ebu Bekir döneminde herhangi bir değişikliğe uğramadı. Ancak Medine'nin nüfusunun giderek artması mescidin genişletilmesi ihtiyacını doğurdu. Hz. Ömer, 17 (638) yılında çevredeki bazı evleri mescide dâhil etmek için istimlak etti; çevre duvarı yükseltilen ve tavan yüksekliği 11 zira olan, kapı sayısı altıya çıkarılan Mescid-i Nebevi'nin boyutları kuzeyden güneye 140 ziraa, doğudan batıya 120 ziraa (4088 m2) ulaştı. Hz. Osman döneminde Mescid-i Nebevi genişletilerek yeniden inşa edildi. Mescidin boyutları 170 x 130 (5378 m2) veya 160 x 130 ziraa (5061,5 m2) ulaştı ve sütunların sayısı on ikiye çıkarıldı. Mescid-i Nebevi, bu tarihten Emevi Halifesi Velid b. Abdülmelik zamanına kadar herhangi bir değişikliğe uğramadı. Velid, Medine Valisi Ömer b. Abdülaziz'den Mescid-i Nebevi'yi genişletmesini istedi. Abbasi halifelerinden Mehdi-Billah zamanında, sadece kuzey yönünde genişletme çalışması yapılarak yaklaşık 9309 m2'ye ulaşan mescitteki sütun sayısı 290'a ulaştı. Memluk Sultanı Kalavun devrinde Hz. Peygamber'in kabri üzerine ilk defa ahşap bir kubbe inşa edildi. Sultan Kayıtbay hücre-i saadetin kubbesini yenileyerek mescitte bazı düzenlemeler yaptı (881/1476). Hücre-i saadetin kubbesinin yerine daha büyük bir kubbe ve mescidin Babüsselam tarafına iki kubbe yapıldı. Batı duvarına bitişik Babüsselam ile Babürrahme arasında bir medrese ve ribat inşa edildi. Medine Osmanlı hâkimiyetine girdikten sonra Mescid-i Nebevi'de ilk imar faaliyeti Kanuni SAYI: 261 • EYLÜL 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 15 Sultan Süleyman döneminde gerçekleştirildi. Ardından Sultan II. Selim, III. Murad, III. Mehmed, I. Ahmed, IV. Murad, IV. Mehmed, II. Mustafa, III. Ahmed, I. Mahmud, III. Osman, I. Abdülhamid ve III. Selim zamanlarında Mescid-i Nebevi'de bazı tamirat ve yenilikler gerçekleştirilerek buraya çeşitli hediyeler gönderildi. Haremeyn işlerine büyük önem veren II. Mahmud'un emriyle 1813'te Mescid-i Nebevi'de tamirat ve düzenlemeler için hazırlıklar başladı. Sultan Kayıtbay tarafından hücre-i saadetin üzerine yaptırılan kubbenin yerine taştan yeni bir kubbe yapıldı, üstü de kurşunla kaplanarak yeşile boyandı. Günümüze kadar gelen ve Mescid-i Nebevi'nin simgesi olan bu kubbe renginden dolayı "Kubbetü'l-hadra" adıyla anılmaktadır. Osmanlılar döneminde Mescid-i Nebevi'de en büyük imar faaliyeti Sultan Abdülmecid zamanında gerçekleştirildi. Sultan Abdülmecid, Mescid-i Nebevi'yi dört sütun üzerinde tek kubbeli olarak yaptırmak istemiş, ancak Ravza-i Mutahhara'daki korunması gereken sütunlar ve Mescid-i Nebevi'nin özel durumu sebebiyle bundan vazgeçmek zorunda kalmıştır. 1267'de (1851) başlayan çalışmalar şeyhülharem ve bina emininin öncülüğünde şehir ayan ve eşrafının katılımıyla 1277 (1861) yılında bitirildi. Suudiler döneminde 1949'da başlayıp 1955'te tamamlanan ilk genişletme sırasında Mescid-i Nebevi 16.326 m2'lik alana ulaştı. Mescid-i Nebevi'nin tarihinde en büyük genişletme ve imar faaliyeti 1984-1994 yılları arasında gerçekleştirildi. Mevcut yapıyı doğu, batı ve kuzeyden kuşatan 82.000 m2'lik bu ilaveyle, mescidin alanı 98.326 m2'ye ulaştı. Mescid-i Nebevi damı ve avlusu ile aynı anda 650.000 kişinin ibadet edebileceği 400.000 m2'lik bir alana ulaştı. Minarelerin sayısı ona çıkarıldı ve mescidin bodrum kısmı garaj olarak tasarlandı. genişletirken hücre-i saadeti ve diğer odaları olduğu gibi bırakmışlardı. Hücre-i saadetin dışındaki diğer odalar Velid zamanındaki genişletmede mescide dâhil edilmiştir. Mescid-i Nebevi ile ilgili bütün onarım faaliyetlerinde hücre-i saadete öncelik verilmiş, burası, Hz. Peygamber'in minberinin bulunduğu yerle bütünleşerek mescidin en önemli bölümü hâline gelmiştir. Minber: Rasul-i Ekrem'in Mescid-i Nebevi'de cemaate hitap ederken dayanması için hurma ağacından bir kütük konulmuş, cemaatin Hz. Peygamber'in yüzünü görememesi ve sesini işitememesi üzerine 7 (628) veya 8. (629) yılda ılgın ağacından 50 cm. eninde 1,25 m. uzunlukta, 1 m. yükseklikte, arkasında üç sütunu bulunan üç basamaklı ilk minber yapılmıştır. İlk halifeler Rasul-i Ekrem'e saygılarından dolayı üçüncü basamağı kullanmamışlardı ve bu basamak bir tahta parçasıyla kapatılmıştı. Mescid-i Nebevi'nin bölümleri Hz. Osman zamanında Rasul-i Ekrem'in minberinin üzerine bir kubbe yapılarak kumaşla örtülmüş ve basamakları abanoz ağacıyla kaplanmıştır. Muaviye b. Ebu Süfyan devrinde minbere altı basamak ilave edilmiştir. Bu ilk minber 654 (1256) yılındaki bir yangında yanınca yerine Yemen Hükümdarı el-Melikü'lMuzaffer Şemseddin tarafından gönderilen minber konulmuş (656/1258), ardından bu minber Memluk Sultanı I. Baybars tarafından yenilenmiştir (666/1268) Memluk Sultanı Berkuk'un 797'de gönderdiği minberi 820'de (1417) Memluk Sultanı Şeyh el-Mahmudi değiştirmiştir. Bu minber 886'daki (1481) Mescid-i Nebevi yangınında hasar görerek kullanılamaz duruma gelince Medineliler tuğla ve alçıdan yeni bir minber yaptırmış, bu minber, Kayıtbay tarafından 888'de (1483) gönderilen mermer minberin Mescid-i Nebevi'ye konulmasına kadar kullanılmıştır. Kayıtbay'ın minberi daha sonra Mescid-i Kuba'ya taşınarak yerine III. Murad'ın yolladığı mermer minber konulmuştur (998/1590). Hücre-i saadet: Rasul-i Ekrem'in Hz. Âişe'nin odasına defnedilmesinden sonra burası hücre-i saadet adıyla anılmaya başlanmıştır. Hz. Ömer ve Hz. Osman, Mescid-i Nebevi'yi Mihrap: Başlangıçta Mescid-i Nebevi'nin bir mihrabı yoktu. Hz. Peygamber'in namaz kıldırdığı yer belliydi. Ömer b. Abdülaziz, Mescid-i Nebevi'yi imar ederken ön duva- 16 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2012 • SAYI: 261 ra oyulmuş niş tarzında bir mihrap ilave etmiş, bu mihrap daha sonra Rasul-i Ekrem'in mihrabı olarak tanınmıştır. Memluk Sultanı Kayıtbay'ın, 888'de süslettiği mihrap yüzyıllar boyunca kullanılmış, 1984'te ise tamamen yenilenmiştir. Mahfil: Mescid-i Nebevi'ye İlk mahfili (maksure) Hz. Ömer'in namaz kıldırırken şehit edilmesini dikkate alan Hz. Osman yaptırmıştır. Mescid-i Nebevi'de Rasul-i Ekrem'in minberinin kuzeyinde Bilal-i Habeşi'nin müezzinlik yaptığı yerde bulunan müezzin mahfili "makberiyye" adıyla meşhur olmuştur. Minare: Hz. Peygamber döneminde Mescid-i Nebevi'nin kıble tarafında, Bilal-i Habeşi'nin ezan okumak için üzerine iple tırmanarak çıktığı "üstüvane" denilen bir yer bulunmaktaydı. Minarenin ilk şekli olarak düşünülebilecek silindir biçimindeki bu yerin dışında ezan okumak için mescidin çevresindeki bazı yüksek yerler de kullanılıyordu. Ömer b. Abdülaziz, Mescid-i Nebevi’yi genişletirken dört köşesine 8 x 8 zira ebadındaki bir kaideye oturan yaklaşık 26 m. yükseklikte dört minare yaptırmış, 97'de (716) Süleyman b. Abdülmelik, güneybatı köşesindeki minareyi şerefesinin mesken mahremiyetine zarar verdiği gerekçesiyle yıktırmıştır. Mescid-i Nebevi'nin bundan sonra yüzyıllar boyunca üç minareli olarak kaldığı, Medine'yi ziyaret eden İbn Cübeyr ve Evliya Çelebi'nin kayıtlarından anlaşılmaktadır. Muhammed b. Kalavun'un 706'da (13061307) inşa ettirdiği Babüsselam minaresi IV. Mehmed tarafından yenilenmiştir. Osmanlı döneminde 947'de (1540) mescidin kuzeydoğusundaki minare yıkılarak yerine 4,65 x 4,65 metrelik kaide üzerinde yaklaşık 70 m. yükseklikte Kanuni Sultan Süleyman'a nispetle Süleymaniye olarak adlandırılan üç şerefeli bir minare inşa edilmiştir. Abdülmecid'in imarı sırasında kuzeybatıda Mecidiye, güneybatıda Babüsselam, batıda ise Babürrahme diye anılan minareler yapılmıştır. Mescidin Reisiyye dışındaki minareleri tamamen Osmanlı tarzını yansıtmaktaydı. İlk Suudi genişletmesinde Mecidiye ve Süleymaniye yerine kare kaideli, 72 m. yükseklikte iki yeni minare inşa edilmiş- tir. Mescid-i Nebevi’nin 1994'te tamamlanan son imarında minare sayısı ona çıkarılmıştır. Avlu: Emevi Halifesi Velid b. Abdülmelik dönemindeki planlamada Mescid-i Nebevi’nin ortasında kum ve çakıl dökülmüş, iki tarafına hurma ağaçlarının dikildiği, daha sonra "kumluk" adıyla meşhur olan üzeri açık bir avlu bulunuyordu. Ebu Cafer el-Mansur sıcak havalarda avlunun örtülerle gölgelendirilmesini istemiş ve ahşap direklere gerilen iplerin üzerine konulan örtülerle gölgelenme sağlanmıştı. Mescidin sahanlığının ortasındaki araç ve gereçlerin saklandığı yere "kubbetü'z-zeyt" denilir. Burası Abdülmecid'in imarında ortasında havuzun yer aldığı, farklı ihtiyaçlar için bölümlerin bulunduğu iki farklı kısım şeklinde tasarlanmıştır. Kapılar: Mescid-i Nebevi'nin ilk inşasında batı tarafında Babürrahme (Babüatike), doğu tarafında Babücibril (Babüosman) ve güney tarafında Babülcenubi adlarıyla üç kapısı bulunuyordu. Kıblenin değişmesinden sonra güneydeki kapı kapatılarak kuzey duvarında bir kapı açılmıştır. Hz. Ömer zamanında kapı sayısı altıya çıkarılmıştır. Mehdi zamanındaki imarda doğu ve batı duvarlarında sekizer, güney ve kuzey duvarlarında dörder olmak üzere kapı sayısı yirmi dört olmuştur. Bu sayı on sekiz, on dokuz veya yirmi olarak da kaydedilmektedir. Abdülmecid zamanında bu kapılardan, ilk dönemden kalan batı duvarının kıble duvarına bitiştiği yerdeki Babüsselam, batı tarafındaki Babürrahme, kuzey duvarındaki Abdülmecid'e nispetle Babülmecidi, doğu tarafındaki Babünnisa ve Babücibril yenilenmiş, diğerleri kapatılmıştır. Rasul-i Ekrem, hastalığı sırasında Hz. Ebu Bekir'in kapısı dışında mescidin avlusuna açılan bütün kapıların kapatılmasını istediğinden bu kapı genişletmelerde korunmuş ve mescit dışına yer altından bir geçit konulmuştur. Geçidin çıkışı Kayıtbay Medresesi'nin inşası esnasında kapatılmış, geçit ise çeşitli eşyaların konulduğu küçük depolar haline getirilmiştir. İlk Suudi genişletmesinde kapıların sayısı ona çıkarılmıştır. Günümüzde Mescid-i Nebevi’nin kırk bir ana giriş ve çıkış noktası bulunmaktadır. SAYI: 261 • EYLÜL 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 17 Gündem Doç. Dr. Ömer İskender Tuluk Karadeniz Teknik Üniv. Mimarlık Fak. Dün-bugün ekseninde cami tasarımına genel bir bakış HZ. PEYGAMBER’İN TEBLİĞİ İLE ORTAYA ÇIKAN İBADET MEKÂN GEREKSİNİMİ DOĞAL OLARAK TÜMÜYLE İŞLEVSEL GEREKÇELERLE KARŞILANMIŞTIR. İnsanoğlunun yapılı çevre üretkenliği bağlamında mimarlık tarihinin belki de en yaygın anıtsal yapı türünü mabetler oluşturur. Bu yapı türü hemen her dönemde, her kültür ortamında yapı üretimindeki hünerlerin, zevklerin, etnik ve dinî aidiyetlerin sergilendiği araçlar olmuştur. Banileri elinde ise kudret, egemenlik ve varoluş gösterilerine dönüşmüştür. Bu nedenledir ki sadece bu yapı türü üzerinden dahi toplumların değerlerini, tutkularını, ihtiraslarını kısacası kültürlerini anlama ve anlamlandırma olanağı vardır. Bugün, edindiği kulaktan dolma bilgiler dışında sanat tarihi ile hiçbir ilişkisi olmayan insanların dahi zihninde yer tutmuş belli başlı anıtlar arasında ağırlıklı olarak inanç yapıları vardır: Hemen herkesin ilk bakışta tanıdığı Mısır’daki Gize piramitleri devasa boyuttaki bir tapınak kompleksinin çöl üstünde kalmış parçalarıdır. Batı kaynaklı tasarım dünyası için günümüzde hâlâ esin kaynağı olmayı sürdüren, dolayısıyla küresel dünyada belli başlı biçimsel özellikleriyle zihinlere kazıtılmış Yunan tapınakları; turistik aktivasyonlara az çok ilgi duyan hemen her insan için ismini bilmese de aşina yapılar arasında sayılabilecek Roma’daki Panteon tapınağı; Rönesans’ın öncüsü efsanevi Floransa Katedrali ilk akla gelenler ara18 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2012 • SAYI: 261 sında sayılabilir. Hiç şüphe yok ki İslam dünyası için de Edirne’de Selimiye, İstanbul’da Süleymaniye ve Sultanahmet Camilerinin böyle bir anlamı vardır ve Osmanlı mimarisi için ayırt edici biçimsel karakterin en baskın mimari unsurlarını söz konusu bu anıtsal camilerin kent silueti içindeki varlıklarından okumak olasıdır. Ancak İslam’ın en erken dönemlerine inildikçe ibadet yapılarında bir anıtsallık arayışının neredeyse hiç olmadığı dikkat çekicidir. Hz. Peygamber’in tebliği ile ortaya çıkan ibadet mekân gereksinimi doğal olarak tümüyle işlevsel gerekçelerle karşılanmıştır. Bilinen en erken örneklerden sayılan, Akabe’de Hz. Peygamber’e ilk biat eden Ebu Ümame Es’ad b. Zürare’nin bir hurma kurutma yerinin etrafını duvarla çevirerek oluşturduğu mescit, mimari anlamda bir inşadan çok basit bir mekânsal düzenleme olarak değerlendirilebilir. 14 yılında (M. 635-36) Basra’da inşa edilen sazdan yapılmış ilk caminin savaşa gidileceği zaman bozulup bir yere yığıldığı ve dönüşte tekrar kurulduğu da bilinmektedir. (A. Önkal ve N. Bozkurt, “Cami” maddesi, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C. 7, 46-56, İstanbul, 1991, Bu mütevazı örnekler bir kenara bırakılırsa, daha büyük boyutlarıyla İslam’ın s. 47, 49.) ilk ibadet yapısı olarak kabul edilen, Hz. Peygamber’in ikametgâhının da bulunduğu Mescid-i Nebevi’de dahi bir görkemlilik arayışından söz etmek olası değildir. Mescidin arka kısmında fakir sahabiler için ayrılan bir bölümün de yer aldığı yaklaşık 45x45 m boyutlarındaki bu avlulu sade mescit, bir insan boyundaki kerpiç avlu duvarları ve ibadet edenleri güneşten koruyan hurma ağacı ve dallarından oluşturulmuş bir çardaktan ibarettir. (Önkal, Bozkurt, a.g.m., s. 48.) Genel anlamda bu durumun Hulefayı Raşidin döneminin ardından değiştiği söylenebilir. Gerek Emevi ve Abbasi dönemi, gerekse erken dönemlerden itibaren Osmanlı uygulamaları bu yapı türünün arkaik örnekleri dikkate alındığında oldukça iddialıdır. İlk İslam camilerinin aksine, bazen ağdalı bezeme programlarıyla aşırıya da kaçabilen böylesine gösterişli uygulamaların ortaya çıkışının temel nedeninin, kurumsal olarak İslam’ı yüceltmek, kişisel olarak ise buna aracılık etmek olduğu söylenebilir. En erken dönemlerden itibaren, fethedilen topraklarla dört bir yana yayılan İslam inancı ve buna bağlı olarak ibadet mekân gereksiniminin cami ve mescit inşalarıyla karşılandığı şüphesizdir. Bunun yanında Hulefayı Raşidin dönemiyle birlikte -fetihlerin gerçekleştiriliş biçimine göre- ele geçirilen bölgelerde bulunan mabetlerin de kısmen ya da tümüyle cami ya da mescide dönüştürüldüğü, bu uygulamanın sonraki dönemlere örnek oluşturduğu bilinmektedir. (Önkal, Osmanlı fetih geleneğinde, kentin en büyük ibadet yapısının camiye dönüştürülmesi de, temelde o yıllardaki bu tür uygulamaların bir tezahürü olarak düşünülmelidir. (Buna ilişkin Trabzon özelinde ele aldığımız kapsamlı bir değerlendirme için: Ö. İ. Tuluk, H. İ. Düzenli, “Osmanlı’da Fetih Sonrası Dinsel Mekânı Camileştirme Anlayışı: Trabzon Örneği (14611665)”, Trabzon Kent Mirası Yer-Yapı-Hafıza, Klasik, 93-118, İstanbul 2010.) İslam ibadet mekânı için vazgeçilmez mimari ögeler olan mihrap, minber ve minare eklenerek İstanbul’da St. Sophia Kilisesi’nin Ayasofya Camii’ne dönüştürülmesi bu geleneğin en bilinen örneklerindendir. Yapı, Bizans döneminde Ortodoks Hristiyan, Osmanlı elinde ise İslam dünyasının dinî egemenlik sembolü olmuştur. Tarihin pek çok döneminde çeşitli zaman dilimlerinde el değiştiren bu tür yapılar -eğer ideolojik bir art niyet yoksaçoğunlukla egemen toplumun dinsel sembolü olmaya devam etmiştir. Bizans kültürünün biçimlendirdiği İstanbul Ayasofya’sı bu niteliğini kentin fethinden sonra da sürdürebilen yapılar arasında hiç kuşkusuz en anıtsal olanla- Bozkurt, a.g.m., s. 48, Ebu Haggag Camii / Mısır 49.) SAYI: 261 • EYLÜL 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 19 rındandır. Ancak Atina akropolündeki Parthenon Tapınağı bu bağlamda belki de en çarpıcı hikâyesi olandır: Antikitenin çok tanrılı inanç abidelerinin en önemlilerinden birisi olan bu tapınak, pagan kültürüyle başlayan dinî mekân serüvenini, Hristiyan ve İslami kültür odakları elinde de sürdürmüştür. Yapı, Justinian döneminde (MS. 4. yy) doğu duvarına yarım daire planlı bir apsid eklenerek kiliseye dönüştürülmüş, 1204 yılında ise köşesine bir çan kulesi eklenmiştir. Fatih Sultan Mehmed’in Tırhala sancak beyi Turahan Bey’in 1456’da şehri ele geçirmesinin ve 1458’de akropolün alınmasının ardından da camiye dönüştürülmüş, çan kulesinin üst bölümüne minare eklenmiştir. (K. K. Eyüpgiller, “Atina Akropolü’nde Bir Cami”, Arredamento Mimarlık, Sayı: 173, 118- Venediklilerin 1687’de Atina’yı kuşatmaları sırasında ateşlenen bir top mermisi camiye büyük zarar vermiş, minaresi dışında tümüyle yıkılmıştır. 121, 2004, s. 118-119.) Osmanlı zihniyet dünyasının, etnik ve dini aidiyet ifade aracı olarak kent kimliğinin inşasında dinî yapılara yüklediği anlamın okunduğu asıl önemli süreç ise, kentin bundan 20 yıl sonra Osmanlıların eline yeniden geçmesiyle yaşanmıştır: Kale Camii (Parthenon) yeniden ihya edilmemiş, yıkık tapınağın platformu üzerine 1700 yılında minaresiz küçük bir cami inşa edilmiştir. (S. Eyice, “Atina” maddesi, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C. 4, 76-79, İstanbul, 1991, s. 77 ve M. Kiel, “Atina” maddesi, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C. 4, 74-76, İstanbul 1991, s. 75.) Antik dünyanın bu önemli yapısının varlığı üzerinden Atina kentine yüklenen başta pagan, daha sonra ise Hristiyan kültürel kimliği, bu kez aynı yerde, ancak onun boşalttığı alanda inşa edilen tipik bir Osmanlı camisiyle, Osmanlı ve dolayısıyla İslami kimlik gösterisine dönüşmüştür. (Buna ilişkin daha geniş bir değerlendirme için şu çalışmamıza bakılabilir: Ö. İ. Tuluk, “Osmanlı Kent Kimliğinin Mistik Öğeleri: Dini Yapılar ve Mezarlıklar”, Hece, Sayı: 150/151/152, 73-87, 2009.) İslam dünyasında, hiçbir dönemde ve coğrafyada Anadolu topraklarında olduğu biçimiyle sistematik, özgün ve üretken bir cami inşa sürecinin yaşanmamış olduğu iddia edilebilir. Bir başka ifadeyle bu yapı türünün Anadolu’daki en erken örneklerinden itibaren başta planlama olmak üzere malzeme kullanımı ve yapım teknolojisi açısından gösterdiği gelişim ve yenilik arayışı benzersizdir. Bu arayış sürecine, ilişkide olunan ve Anadolu coğrafyasının kültürel çeşitliliği içerisinde yer tutan “öteki”lerin zaman zaman mimari ve sanatsal unsurlarını da katarak, bir başka deyişle uygun durumlarda bu yapılardan da yararlanarak ulaşmış olması ilgi çekicidir. Anadolu cami geleneğinin doğuşu bağlamında Selçuklu örneklerinin önemi büyüktür. Sıra dışı uygulamalar bir kenarda tutulursa, çok ayaklı ve düz damlı iddiasız dönem camilerinin, -bu yapı türünün Anadolu dışı kökenlerinin de olduğu unutulmadan-merkezi mekânlı görkemli Osmanlı camilerine giden 20 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2012 • SAYI: 261 süreçte başlangıcı İSLAM DÜNYASINDA, HİÇBİR konu, Taksim’e ya temsil ettiği söyle- DÖNEMDE VE COĞRAFYADA ANADOLU da Çamlıca Tepesi’ne nebilir. Dönemin TOPRAKLARINDA OLDUĞU BİÇİMİYLE inşa edilecek caminin “ u l u c a m i l e r ” i n d e SİSTEMATİK, ÖZGÜN VE ÜRETKEN BİR neye benzeyeceğindikkati çeken işlev- CAMİ İNŞA SÜRECİNİN YAŞANMAMIŞ den ziyade söz konuOLDUĞU İDDİA EDİLEBİLİR. sel sorunlar yanınsu yerlerde inşa edilip da temsiliyet zafiyeti edilemeyecekleridir. de Osmanlı dönemi uygulamalarıyla büyük Bu sorunun aşıldığı ya da gündemde hiç oranda ortadan kalkmıştır. Özellikle Klasik tutulmadığı daha sıradan yerler için tartışma Dönem’in selatin camileri, içinde bulundukkonusu ise hala bir tasarım sorunu olamamışları sosyal içerikli diğer yapılarla birlikte bu tır. Bu kez çatışma noktası, kubbenin varlığı temsiliyet arayışının etkili biçimde ifade bulya da yokluğu üzerinedir. Mutlak örtü elemaduğu en dikkat çekici uygulamalardır. Bu algının biçimsel argümanlarını ise başta kubbe nın kubbe olduğu muhafazakâr cami mimariolmak üzere minareler oluşturur. Osmanlı sine karşı, bu örtü elemanının -beklentilerin Batılılaşma Dönemi ise, bu yapı türü bağlaaksine- neredeyse sorgusuz sualsiz dışlandığı mında temsiliyet arayışının kitle kurgusundan biçim tercihi, iki farklı görüşün siyasal odakbezemeye kaydığı yıllardır. ları için de çoğu zaman içinden çıkılamaz bir Anadolu Türk mimarlık tarihinin en fazla üretiparadoksa dönüşmüştür. len anıtsal yapı türü olan ve doğal olarak planBugün gelinen noktada, -tabiri yerindeyselama, yapım teknolojisi, malzeme kullanımı siyasi mahalle baskılarından azade yapılan ve bezeme açısından en derin bilgi ve deneiyi niyetli çağdaş cami denemeleri sevindirici yim birikimi anlamına gelen cami mimarisine olmakla birlikte, bugünkü mimarlık kamuoCumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren mesafeli yunu söz konusu kısır tartışmaları aştığı anda durulduğu dikkat çekicidir. Bu yapı türünün o yıllarda Cumhuriyet ideolojisi için geri kalmış başka sorunlar beklemektedir. Çağdaş cami imparatorluk geçmişini çağrıştıran ve modern mimarisi için hala esin kaynağı olabilecek dünyada artık yeri olmayan sembollerden imparatorluk geçmişinin anıtsal camileri diksayılmasının, dışlayıcı bu tavrın temel nedekate alındığında, bu iyi niyetli tasarım deneni olduğu söylenebilir. (Bu algıya ilişkin bir taşra melerinin mistik atmosferden örneği için: Ö. İ. Tuluk, “İmâret-i Hatuniye’den Atapark’a: uzak kalması en önemlileTrabzon’da Kamusal Alan Dönüşümüne Erken Bir Tanıklık”, rindendir. Ancak sorunun Trabzon Kent Mirası Yer-Yapı-Hafıza, Klasik, 121-144, İstanbul boyutu ve çözümü her ne 2010.) Bugün Türkiye Cumhuriyeti’nde çağolursa olsun umut verici daş cami tasarımının devralınan bu düşünsel miras çerçevesinde, karşıt görüş ve düşünceolan, bunun artık bir “tasalerin egemenlik gösteri çabaları bağlamında rım sorunu” oluşuşekillendiğini ve başka hiçbir yapı türünde dur. görülmeyen spekülatif bir soruna dönüştüğünü söylemek mümkündür. Ancak ilgi çekici olan, bu düşünsel karşılaşmaların çoğu zaman çağdaş camilerin planlama yaklaşımlarından çok “varlıkları” üzerinden yürüyor olmasıdır. Bir başka ifadeyle, tarafların uzlaşamadığı ve doğal olarak kamuoyunun çoğu zaman merak ettiği Ulu Camii / Bergama-İzmir SAYI: 261 • EYLÜL 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 21 Gündem Turgut Cansever Mimari ve cami mimarisi üzerine düşünceler* İNSANIN KİRLETİLMİŞ KÜLTÜREL ÇEVRESİNİN DÜZELTİLMESİ, KÜLTÜREL ÇEVRE İÇERİSİNDE ŞARTLANARAK YETİŞEN NESİLLER TARAFINDAN DÜZELTİLMESİ GEREKTİĞİ İÇİN BELKİ DE ASIRLAR GEREKTİRECEKTİR. Bugün İslam âleminde mimarinin dünyada olduğundan daha büyük bir kriz ve çöküntü yaşadığı ve bu çöküntüyü aşmanın yolunun farklı kültürlerin giriştiği çözüm teşebbüslerini takip etmek olmadığı aşikârdır. Dökme demir ve çelik yapı tekniklerini geliştiren 19. asır mühendisleri, dünyanın geleceğini değiştireceklerini, yepyeni bir dünya inşa edeceklerini iddia ediyorlardı. Gerçekten dünya, tarihinde görülmemiş bir değişim yaşadı. Ancak bu değişim dünyayı cennet yerine felakete sürükledi. Gerek sosyo-ekonomik gerekse teknoloji alandaki dünyayı değiştirme Bir taraftan sanat eserleri ve kültürlerin İslami niteliğinin bugün gerçekleştirilmesi imkânının kaybedilmiş bulunması, diğer taraftan da sanatı üretenlerin yeni çözümler geliştirmede büyük atılım ve yeteneklerinin nasıl yeniden oluşacağı, günümüzün temel sorunlarını teşkil etmektedir. 22 DİYANET AYLIK DERGİ 19. asrın ortalarından itibaren bütün tarihî tecrübeyi ve birikimi inkâr ederek her şeyi yeniden inşa etmek için gerekli imkânlara sahip olduklarını ileri süren Batılı mağrur devrimcilerin bütün dünyayı cennete çevirme vaatleri defalarca sonuçsuz kalmış bulunmaktadır. EYLÜL 2012 • SAYI: 261 Divriği Ulu Camii / Sivas MİNARENİN İLLE DE YÜKSEK, DAHA YÜKSEK YAPILMAYA ÇALIŞILMASININ BU KERE DE YÜKSEKLİĞİ BİR PUT HÂLİNE GETİRMEK OLDUĞUNU ORTAYA KOYDUK. İslam âleminde kültürel üretimde görülen tıkanıklık bugün İslam dışı kültürlerde de yaşanmaktadır. teşebbüslerinin, dikkatle bakılırsa, varlığın bir alanına ait çözümün her şeyi “amaç”a ulaştıracağı şeklindeki kanaatten, bir tek alandaki çözüme ilahî bir güç atfetmekten kaynaklandığı görülür. Bu affedilmez yanılgı, mimari ile onun maddi varlık alanına ait teknik meselelerini birbirinden ayıran 19. asır eklektisizminin kültürel tutarsızlığı bütün dünyayı kirletti. Kendi kültür ve inanç temellerine yabancılaşan İslam âleminde ise mimaride, Batının yaşadığına ilaveten, kendisinin üretmediği çözümleri mutlak geçerliliği olan gerçeklermiş gibi kabul edip, bunlar karşısında kendini herhangi bir değerlendirme yapma hakkına sahip saymayan bir tavrın da tahribatı yaşandı. Tabiatın kendi kendini tamir etmesini ummak mümkündür. Fakat insanın kirletilmiş kültürel çevresinin düzeltilmesi, kültürel çevre içerisinde şartlanarak yetişen nesiller tarafından düzeltilmesi gerektiği için belki de asırlar gerektirecektir. Bir edebî parçayı okur veya okumazsınız. Musikiyi dinler veya dinlemezsiniz. Fakat bir bina inşa ettiğiniz zaman başkaları o bina içerisinde veya çevresinde yaşamaya mahkûmdurlar. Dolayısıyla bu binayı tasarla- mak veya inşa etmek mimarın üzerine başkalarına karşı büyük bir sorumluluk yükler. Bu, dünyaya karşı sorumluluktur. Dünyayı çirkinleştirir yahut güzelleştirirsiniz. Bu sorumluluğu yerine getirmek için o binada yaşayacak insanları, mimarları, yapımcıları bu doğrultuda yetiştirmek bütün kültür faaliyetlerinin en üst amacıdır. Vakarla, tedbirle, fikirle şahsiyetini geliştirecek nesiller vücuda getirebilmek için gelecek nesillere tarihlerine saygı ile bakmalarını öğretmek ilk görevimiz olacaktır. Çok sevdiğim bir genç arkadaşımın lütufkârlığı sayesinde Antalya'da bir cami projesi çizdim. Benim o projeyi çizmemden evvel imar müsaadesi alınmış olan ve dört sene kadar önce çizilmiş bir projeyi önüme getirerek sonunda sen yap dediler. Muhatabım, camiyi yaptıracak dernek oldu. Dernekle meseleyi görüştük. Hemen birkaç hususu gündeme getirdiler: "Karşıda Roma eseri Hadrian Kapısı var. Biz onun karşısına kendi kültürümüzün yüceliğini gösterecek bir eser koymalıyız" dediler. Bu kültürün yüceliği konusunun bir ölçü sorunu olmadığını tartıştık. Sonra dernek üyeleri en iyi cami çözümünün bir merkezî kubbe ve destek yarım kubbeleriyle ortaya çıktığını düşünüyorlardı. Böyle olmadığını onlara anlattık. Caminin bir kurşunlu kubbeyle örtülü olması söz konusuydu. Bir kubbeyle örtülü olmasının her zaman düşünülebileceğini, bunun zamanının teknik imkânlarından kaynaklandığını, ama aynı zamanda da kubbenin çatıdan farklılaşmasının caminin şehir içinde SAYI: 261 • EYLÜL 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 23 Fotoğraf: Mustafa Bektaşoğlu (Arslanhane Camii / Ankara) bir sembol olarak okunmasını kolaylaştırdığını, ancak camide kubbeyi Sinan'ın kullandığı gibi kullanmak yerine Antalya ikliminin havalandırmayı gerektirmesinden ötürü tepelerinin açık olmasını ve oradan ışık almasının doğru olacağını, Konya'da buna benzer bir örnek olduğunu ve İslam kültürü içinde temel inancın bütün dünyayı aynı kılığa sokmamak olduğunu konuştuk. Kültürün evrensel nitelikleri zedelenmeden mahallî ürün üretmenin mümkün olduğunu belirttim. Kurşunun da Antalya sıcağında örtü olarak uygun olamayacağını söyledim. Sonunda ortada kalan mesele, Hadrian Kapısı'yla caminin ilişkisi oldu. Bir kere Hadrian Kapısı, yakın çevresiyle ilişkisi bakımından saygı görmüş değil, tahrip edilmiş bir anıt. Neyse, dernek üyeleri her şeye rağmen caminin çok mükemmel olmasını istiyorlardı. Muntazam kesilmiş taşlarla yapılmış ve karşıdaki kalenin yüzeyiyle tezat oluşturan bir cami idi istedikleri. Birkaç konuşmada bunu çözümledik. Birincisi, karşıdaki kalenin taşları insan ölçeğinde değil, savaş ölçeğinde. Hâlbuki biz camiyi insan için yapacağız. İslam'da mütevazı, tasarruf içinde olmak esastır. Onun için pahalı, iyi taşlarla, hatta karşıdaki kaleninkilerden daha iyi taşlarla bir cami yapma yarışına girmek yanlıştır. Burada tam aksine davranmak insanlar arasındaki müte24 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2012 • SAYI: 261 vazı ilişkileri sembolize etmek olur. Onun için küçük, gayrı muntazam taşlarla bir cami yapılmalıdır, dedim. Buradan itibaren ne yapabilirdik? Mesela son cemaat yeri, kemerlerle tasman yerine, ayak ve kirişlerle tasman bir direklik olarak düşünüldü. Kubbelerin üzerindeki fenerler de çağdaş malzemeyi ve sözü devreye sokacak nitelikte yapıldı. Orada bir minare var, kırk sene kadar evvel inşa edilmiş. Cılız, tenekemsi ifadeleri olan, muhtevadan yoksun biçimler manzumesi olarak yapılmış. Neyse, temelleri kazdık. Minarenin temellerini tahkim ettik, ama yine de yaygın minare formunun bir tenkidine ihtiyaç olduğunu düşündük. Minarenin ille de yüksek, daha yüksek yapılmaya çalışılmasının bu kere de yüksekliği bir put hâline getirmek olduğunu ortaya koyduk. Bu da yine gizli bir putperestliktir, dedik. Minarenin çevresine beton dökerek ve eski minarenin sadece merdivenlerini kullanarak Antalya'nın mahallî mimarisiyle de tedai oluşturan yivler yapmayı düşündük. Sonra başka konular gündeme geldi. Mesela "Daha çok pencere olsun", "Hayır, karşı karşıya duran boş satıhlar olsun ki, satıhların yapı kalitesi bakımından farklılaşması okunaklılık kazansın." Yani içinde bulunduğumuz çevrenin realitelerini tartıştık. Uzlaşmak için her konuyu konuştuk. Tavrınız böyle olunca, karşınızdakilerin tavrı da "ille biz böyle istiyoruz" biçiminde olmuyor. Çok büyük bir karşılıklı güven oluştu, saygı doğdu. Sonunda "sen ne istiyorsan onu yap"a kadar geldik. Demek ki, hiçbir ürün bir geleneğin parçasına dönüşmeden evvelki safhasında karşı karşıya bulunduğu gerçeklerle çok ciddi bir şekilde ve olabildiğince derinlemesine hesaplaşmadan, onları değerlendirmeden ortaya çıkamaz. Ancak bunu yapan birkaç neslin ürünü sonuçta geleneği ortaya çıkarabilir. Tabii, bu geleneğin de ölü kalıplar yerine ucu açık kalıplar olması kaydıyla. *Bu yazı, yazarın “Kubbeyi Yere Koymamak” (Haz. Mustafa Armağan, İz yay. İst. 2002.) adlı konuşmalarının yer aldığı kitaptan iktibas edilmiştir. S öyleşi Söyleşi: Abdülkerim Yatğın-Mutlu Doğan Fotoğraf: Abdülkerim Yatğın Prof. Dr. Suphi Saatçi ile cami mimarisi üzerine söyleşi Saatçi: Mimari, insanın hizmetinde olan bir şeydir. Yeryüzünde her şey zaten insanın hizmetindedir. Toplumun kültürü ve inanç yapısı ile mimarisi arasında nasıl bir ilişki vardır? İnsanlık tarihinin başlangıcı, musikinin, mimarinin, sanatın başlangıcı benim düşünceme göre din’dir. Yani mimari dine göre şekillenmiş, dine göre insan yapısı şekillenmiştir. İnsan hayatından dini soyutlamak mümkün değil. Bu bakımdan hangi inançtan olursa olsun mistik bir bağlantı vardır. Meseleye maddi kültür, fiziksel bir olay olarak bakmak sizi çözüme götürmez, tıkanıp kalırsınız. Mimari, insanın hizmetinde olan bir şeydir. Yeryüzünde her şey zaten insanın hizmetindedir. İnsan da tabiatı zorlamadan, kırmadan, ezmeden dökmeden hayatını sürdürmelidir. Dolayısıyla mimari de tahrip etmeden şekil almalıdır. Mimari, faydacı, akılcı ve Batılı tabirle rasyonel bir yaklaşımla insana hizmet edebilir ki doğru mimari de odur. Dolayısıyla bizim mimariden beklediğimiz, istediğimiz illaki çok şaşalı, lüks, insanların gözünü alan yapı değil de sade, ama yararlı, faydacı bir form ve tasarım olmasıdır. Biz yaşayan organik mimaride de, yani doğayla bütünleşen mimaride de bu ilkeleri birinci SAYI: 261 • EYLÜL 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 25 derecede tutmak zorundayız. Daha doğrusu tutmak isteyen başarıya ulaşabilir. Rahmetli Turgut Cansever hocamızın güzel bir sözü vardır: “Mimarın görevi dünyayı güzelleştirmektir.” Mimarın işi çirkinleştirmek değildir. Mimar güzele, güzelliğe hizmet etmelidir. Yaşadığımız mekândan camilere kadar inancın etkilerini görmek mümkündür diyebilir miyiz? Belki bunu somut olarak, her adımda görmek mümkündür diyemeyiz. Ancak inançsız bir fiziksel ortam, bir mimari tasarım, çürük bir temel üzerine bina inşa etmek gibidir ki doğru inanç üzerine ancak doğru mekânlar inşa edilebilir. Dolayısıyla bu açıdan biz, kendi şahsımıza oturduğumuz mekânlarda bu işi ciddiye almıyoruz ama özellikle dinî inancımızın temsil edildiği mabetlerimize çok büyük bir özen göstermişizdir. Aslında o konuda da talimat yok. Onu sade yapabilirsiniz, diyor. Biliyorsunuz Hz. Rasul döneminde en basit yapılar camilerdi. Bir hurma dalıyla bir gölgelik, bir sundurma, her yer Allah’ın yeridir. "Ardullahi vasia." Bütün kâinat O’nun yeridir. Dolayısıyla burası iyidir, mukaddestir, orası kötüdür demek olmaz. Farklı İslam beldelerinde farklı mimari tarzlarını görüyoruz. Dinî yorumla farklı özgün mimari arasında bir ilinti var mıdır? Bu anlamda özgün bir mimari tarzı/tip oluşturulabilir mi? Mimaride tip aramak çok doğru değil. Yani Mısır Camisi ile Osmanlı İslam Camisi arasında fark vardır. Farklılık nereden kaynaklanıyor? Yerel malzemeden, iklim şartlarından bir de çok önemlisi yerli yapım geleneklerinden… Her kültürün diğer kültürlerden etkilenmesi söz konusudur. Belki İslam öncesi yapılan mabetlerin, bugün bir kısmı ayaktadır. Onlara da saygı duyuyoruz. Hatta Osmanlılar, Müslüman olamayanların mabetlerine çok güzel bir koruma yöntemi bulmuşlar. O da nedir? Kilisenin yanına bir minare ekleyerek onu Müslüman yapmışlar ve böylece korunma aşamasına gelmiştir. Osmanlının yaptığı rasyonel ve akıllıca yak26 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2012 • SAYI: 261 laşımdır. Hatta Osmanlıda büyük bir hoşgörü var. Müslüman olmasa da inançlarına saygı göstermiş ve korumuştur. Hatta onlara mabet bile yapmıştır. Hatta denilir ki Osmanlı eğer Balkanlardan gayrimüslim unsurları kaldırsaydı şimdi oralarda Müslüman nüfusa bunlar yapılmazdı. Ancak İngiliz tarihçi Toynbee de şunu söylüyor: Eğer Osmanlı bunu yapmasaydı, yani Müslüman dışı unsurları korumasaydı, evrensel olamazdı. Osmanlı bunu yaptığı için evrensel olmuş ve altı yüz yıl ayakta kalabilmiştir. Onlar da Osmanlı’ya bağlanmışlar, onu sevmişler ve benimsemişlerdir. Bu bakımdan Batı’nın bize karşı “barbarlardı, mabetlerimizi yıktılar vs.” sözleri külliyen yalandır. En çok kilise, tapınak, manastır, havra Osmanlı’da restore edilmiş. Ama oralarda şimdilerde minare dahi bırakmadılar, İslam’ın simgesi diye. İşgalde de Balkanlardan İstanbul’a kadar yoldaki bütün minareler yıkılmıştır. Sinan’ın yapıları olan minareler, Selimiye hariç yıkılmıştır. Lüleburgaz Sokullu camiinin minareleri yıkılmıştır. Osmanlı hiçbir zaman mabet yıkmadı. Saygı gösterdi ve onun yanına bir minare koydu ve korumaya aldı. Günümüz mimarisinin sorunları nelerdir? Özelde cami mimarisiyle ilgili yaşadığımız sıkıntılar sizce nereden kaynaklanıyor? Her alanda olduğu gibi mimaride de birtakım sorunlar yaşanmıştır. Tabii mimari ideolojiden, siyasetten soyutlanması gereken bir alandır. Çünkü hiçbir ideoloji mimariyi etkileyemez. Etkilememesi lazım. Ben bugüne kadar, bu komünist mimaridir, bu bir dinî mimaridir yahut bu sosyalist anlayışla yapılmış mekândır, diye bir şey duymadım. Mekân insanın rahat davranışına zemin hazırlayan, orada dinlenmesine imkân sağlayan yerdir. Dolayısıyla mimariye ideoloji yüklemek sıkıntılı olur. Ama cami mimarisi olarak bizim yaşadığımız bir sorun var. Osmanlı’nın devamı olduğumuz için söylüyorum; zengin bir cami mimari birikimimiz var fakat çağdaş camilerimizin, üzülerek ifade edeyim ki bu zenginliği yansıtmadığını söylemek mümkün. Bu nereden kaynaklanıyor? Bunun çok açık yürekli- likle tartışmasını yaparsak zannederim daha sağlıklı bir sonuca ulaşırız. Bana kalırsa elbette ki klasik dönem eserleri güzeldir. Ama illa ki her şeyi klasik dönem kubbe mimarisi ile inşa etmek de yapmak da bana göre bir bağnazlık sayılır. Elbette kubbe Osmanlı mimarisinde en çok kullanılan bir örtü elemanıdır. Hatta Osmanlı mimarisi bir kubbeler mimarisidir, denilebilir. Hatta kubbe en çok kullanılan ve Sinan’ın elinde zirveye çıkmış bir yapı elemanıdır ki Sinan’dan sonra kubbede yapılacak bir şey kalmamıştır. Ama ben şunu müşahede ettim: Arap ülkelerinden, Suudi Arabistan, Cidde, Riyad, Bahreyn, Kuveyt gibi ülkelere ve şehirlere gittim. Çağdaş camilerinin bizlerden çok daha estetik ve güzel olduğunu gördüm. Hatta mimarlarını merak ettim sordum. Bir kısmı Müslüman olmayan Batılı mimarlar. Ama bir mimar Batılı da olsa İslamı inceleyerek yaklaşıyor. Nüfuz etmeye çalışıyor. Onu anladıktan sonra daha rahat ve özgür davranabiliyor. Bizim bu kadar zengin mimarimiz olmasına rağmen çağdaş camilerimiz iç açıcı değil. Ama bizim en iyi cami mimarlarımızdan olan Vedat Dalokay’ın yapısı İslamabad’da uygulandı. Kocatepe camii için tasarladığı mimariyi uygulayamadık. Dolayısıyla bizim bu anlamda geri kaldığımızı söyleyebiliyoruz. selamlar. Cami en yüksek yerdedir. Şimdi biz yolumuzu şaşırdık. Gökdelenlerle birtakım şeyler yapılıyor. Gökdelen yapmak için gökdelen yapılmaz, ihtiyaç var ise gökdelen yapılır. Bir de gökdelen tarihî doku içerisinde yapılmaz. Gelişme içinde olan uzak alanlarda yapılabilir. İstanbul elbette modern bir şehir olmak zorunda. İstanbul’a modern bir havaalanı lazım değil midir? Modern yapılara ihtiyaç yok mudur? Elbette vardır. Ama eskilerin yerleştiği doku içerisinde değil, yeni alanlarda yapılması lazımdır. Buna belediyelerimizin özellikle dikkat etmesi lazım. Aksi takdirde o dokularda oluşacak cami de yönünü ve kimliğini sağlıklı bir biçimde ortaya koymayabilir. Biraz da kurumlar ve dernekler, mimarın özgür bir yorumu varsa onu da dikkate almalı, iyi mimarlarla cami yapmalı. Kopya ile bir yere varılmıyor. Düşünün Sinan bile kendini tekrarlamamış. Hiçbir planı birbirinin kopyası değildir. Fakat biz tip proje üzerinden giderek kendimizi kilitlemişiz. Camiler için dar alanlar da ufku kısıtlıyor gibi ne dersiniz? Akıllı mimar her şeye çözüm getiren mimardır. Zaten mimarların tasarım gücünü orada görüyoruz biz. Eminönü’nde İslam kimliği olan şehirlerde camilerin dikkatimizi çeken özelliği camilerin o şehrin merkezinde ve kalbi olmasıdır Camilerin şehir mimarisindeki yerinden bahsedebilir misiniz? Cami yani genel tabiriyle dinî bir merkez gelişmenin, dokunun, mahallenin oluşmasının başlangıcı sayılır. O cami etrafında doku oluşur ve en önemli sürükleyici unsur da bu dinî merkezdir. Dolayısıyla kentin siluetini de etkileyen o elemandır. Zaten Türk kentinin üç ana özelliği de cami, sur ve sonsuz fon oluşturan sivil mimari, evler. Yani âdeta camiyi SAYI: 261 • EYLÜL 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 27 Rüstem Paşa Camii var. Rüstem Paşa adına yapılmış. Ticari yönden büyük bir rant merkezi. Sinan ikna etmeye çalışmış ama Rüstem Paşa oraya cami yapılmasını istemiş. Orada ticaret zedelenecek diye akıllı adam rasyonel çözümünü getirmiş ve camiyi yukarı almış. Fevkani yapmış, han ve dükkânları yaşatmış. İşte akıllı mimar bunu yapar. Hem paşayı kırmamış, hem de ticarete zarar vermemiş. Çağımıza uymak, mimari gelişmeleri takip etmek zorundayız. Bir mimarın özgün bir cami mimarisi geliştirebilmesi için mimari teknikleri bilmesi ve en son teknolojik yenilikleri kullanması yeterli midir? Değil tabii. İslam’ı ve camiyi anlaması lazım. Bunu yapamazsa başarılı bir tasarım ortaya koyamaz diye düşünüyorum. Bir kere bizim mimarlarımızın çoğu camiyi bilmiyor. Klasiği hiç bilmiyor. Bana kalırsa mimarlarımızı camiye yaklaştırmamız lazım. Cami nedir? Esprisi nedir, mihrap, minber bunların bilinmesi lazım. Bazı yerlerde mesela çok büyük cami yapıyoruz. Mesela dolacak mı bu cami. Bu caminin bakımı, ısıtılması, temizliği nasıl yapılacak? Bu hep problem. Akılcı, rasyonel olmamız lazım. Merkezde olmayan caminin dolması mümkün değil. Bugün minarelerinde vericilerin, altlarında market ve işyerlerinin bulunduğu camilere rastlamaktayız. Mahalle aralarında estetik kaygı taşımayan derme çatma camiler karşımıza çıkmaktadır. Cami mimarisinde estetik değerin öneminden bahsedebilir misiniz? Cami o dokunun her şeyidir ve en önde gelen yapısıdır. En estetik bir biçimde kondurmak gerekir ki o çevreye hayat versin. Süleymaniye çevresinde bakıyorsunuz herkes saray gibi konaklar yaptırmak zorunda kalmış. Çünkü doku bunları çekmiş. Cami zamanla o bölgenin, o semtin, o şehrin simgesi olur ve o şehri ayağa kaldırır. O açıdan Süleymaniye’yi korumak zorundayız. Bir daha Süleymaniye yapma şansımız yok. Bir Kanuni, Sinan gelse dahi bu şansımız yok. Batı için de böyle… Bir 28 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2012 • SAYI: 261 Mikelanj yok artık. O yüzden onu gözleri gibi koruyorlar. Her toplum yaşadığı çağın rengini alır. Mimari de yaşadığı çağın rengini almak zorundadır. Günümüzde özgün bir cami mimarisi oluşturmak adına çok büyük camilerin yapıldığını görüyoruz. Büyüklük bir yapının ihtişamı anlamına gelir mi? Bana göre küçük olan ama gösterişli camiler de mümkündür. Mesela Şemsi Paşa Camii. Üsküdar’ın leb-i derya dediğimiz sahilinde Sinan’ın en gözde eseri olarak bulunuyor. Küçük bir külliye ama gözde bir mekân. İşte iyi mimar iş çıkarır. Peki hocam; bize ne oldu da geleneği koruyamadık ya da bu köklü gelenekten yeni şeyler üretemedik? Mimarlık alanında özellikle cami mimarisinde cumhuriyetin ilk dönemlerinde güzel eserler çıktı ortaya. Mesela Mimar Kemalettin’in yaptığı Bebek Camii. Mesela Şişli Camii. Vasıf Ege’nin yaptığı cami. O da fena değildir. Fakat kırılma noktasında takılıp kaldık. Eskiye benzesin derken, orada takılıp kaldık. O yüzden haddimizi bilmemiz lazım. Çağımızın rengini, tasarımını ortaya koymamız gerekiyor. Aksi takdirde rölövesini alır Selimiye, Süleymaniye’nin kötü bir kopyasını yaparız. O büyük ustalar, taş yontucular, seramikçiler, o hattatlar artık yok. Kendi çağımızın sanatını, yorumunu, performansını ortaya koyalım. Son soru olarak bugünün ihtiyacına cevap verir bir cami nasıl olmalıdır? Öncelikle caminin mekânda kapasitesi, büyüklüğü iyi hesaplanmalı. Çevrenin gelişmesi ve inkişafına göre kapasitesi düşünülmeli. Bunu Osmanlı bizden daha iyi düşünmüş. Süleymaniye bugün hâlâ kapasite itibarıyla bütün insanları alabiliyor. Sultanahmet 2012 yılında hâlâ cumaları cemaatin ihtiyacını karşılayabiliyor. Bu doğru bir hesaptan kaynaklanıyor. Bizde ise camiler büyük, minareler füze gibi. Ne kadar yüksek yaparsan o kadar iyi görülüyor. Burada bozukluk var. Hacmi kapasitesi iyi ayarlanmalı ve çevresiyle de mütenasip olmalı ve zorlanmamalıdır. D in-Düşünce-Yorum Karşıtların ittifakı Prof. Dr. Muhammet Şevki Aydın Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi msaydin@diyanet.gov.tr DİN EĞİTİMİ FAALİYETLERİNİN BİLİMSEL YAKLAŞIMLA DÜZENLENMESİ, GERÇEKTE DİN EĞİTİMİNİN KUR’AN VE SÜNNET’LE BAĞINI KESMEK VEYA ZAYIFLATMAK DEĞİL; BİLAKİS ONLARIN AÇILIMINI SAĞLAYARAK TAMAMEN ONLARA GÖRE HAREKET ETMEKTİR. Batı’da aydınlanmayla birlikte her alanda olduğu gibi eğitim alanında da yeni yeni felsefi düşünce ve bilimsel bilgiler üretildi; yeni teoriler geliştirildi. Bu teoriler, insan hakkında yapılan bilimsel araştırmalarla insanı tanıyıp eğitimini yaratılış özelliklerine uygun, onun ihtiyaç ve beklentilerini karşılayacak biçimde düzenlemeyi öngörüyordu. Bir başka ifadeyle, “Kime, neyi, niçin, ne zaman, nerede, ne kadar ve nasıl öğretelim?” sorularının sorulup bilimsel cevaplarının verilmesi suretiyle eğitim faaliyetlerinin düzenlenmesi gerektiğini dile getiriyordu. Bu çerçevede din eğitimi faaliyetlerinin de, aynı şekilde bilimsel veriler doğrultusunda düzenlenerek daha etkin, yapıcı ve verimli hâle getirilmesi düşüncesi ortaya atılınca farklı kaygılarla buna karşı çıkanlar oldu. Bir kısmı din eğitimi faaliyetlerinin, SAYI: 261 bilimsel bir yaklaşımla düzenlenip gerçekleştirildiğinde bireyin dünyasında ve onun üzerinden toplumsal hayatta din adına nasıl olumlu gelişmelerin olacağını, dindarlık kalitesinin nasıl yükseleceğini bildikleri ve ister istemez bundan rahatsız oldukları için karşı çıkıyorlardı. Buna karşılık ikinciler, kutsal metinlere ve daha ziyade geleneksel yapıya ve tarihe bağlılık hissiyle din adına din eğitiminin bilimsel yaklaşımla düzenlenmesine karşı çıkıyorlardı. Çünkü bunlar, din eğitiminin amaçlarından konularının ve muhtevasının ne olacağına, metotlarına, araç gereçlerine kadar her şeyinin dinin kaynaklarına göre olması gerektiğini ileri sürüyor ve bilimsel yaklaşımın bunu engelleyeceğine, dinin aleyhine sonuçlar doğuracağına inanıyorlardı. Bu, aynı zamanda dinle bilim arasında bağ kurulamayacağı anlamına gelmektedir. • EYLÜL 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 29 Fotoğraf: Mustafa Bektaşoğlu / Konya Sırçalı Medrese BİREYİN POTANSİYELİNİ KEŞFEDİP GELİŞMESİNİ SAĞLAYAMAYAN, ONUN ANLAM ARAYIŞINI SÜRDÜREREK KENDİ DİNDARLIĞINI İNŞA ETMESİNE KILAVUZLUK EDEMEYEN, ÜSTELİK DİN ADINA MUHATAPTA SEMPATİ YERİNE ANTİPATİ UYANDIRABİLEN BU EZBERCİ DİN EĞİTİMİ, İSLAM ADINA CİDDİ BİR SORUNDUR. Bunlar, hem dinden, dindarlığın gelişmesinden yanalar hem de hiç farkında olmadan din eğitiminin kalitesinin yükseltilerek toplumda etkin hâle gelmesine karşı çıkıyorlar. Din eğitiminin bilimselleşmesine birinciler dinden kaygılandıkları için karşı çıkarken ikinciler dindarlıklarının gereği olarak din adına kaygılandıkları için karşı çıkıyorlar. Gerekçeleri farklı ama eylemleri aynı. Batı’daki bu zıtların bir benzeri, Tanzimat sonrasında bizim dünyamızda da görünür oldu. Bu konuda bizim Batı’yı aynen taklit ettiğimiz söylenebilir. Zira dinî ve kültürel şartlarımız çok farklı olmasına rağmen, arada birebir örtüşme gözleniyor. Yaptığı rasathaneyi yıkacak kadar eğitim anlayış ve uygulamalarında gerileyen medrese, Kâtip Çelebi gibi düşünürlerin ve âlimlerin bütün uyarılarına rağmen kendini yenile(ye) medi. Cumhuriyet’in ilanına doğru bunu kabullense de iş işten geçmişti. (Bk. Aydın, 1987.) 30 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2012 • SAYI: 261 Cumhuriyet Dönemi’nde aydın sayılan ve seçkinlerden belli bir kesim, eğitim sistemi içinde din eğitimine yer verilmesini istemedi. Bunlar, din eğitiminin varlığına karşı çıkmakla kalmadı, aynı zamanda kalitesiz, etkisiz, verimsiz, olmasını arzuladılar. Sayıca azınlıkta kalan bu kesimin gayretleriyle öylesine bir toplumsal atmosfer oluştu ki, ülkemizde genel eğitimin kalitesini yükseltmek için yapılan çalışmalar, bilimsel çabalar, din eğitimini kapsam dışında bıraktı. Bu ülkede din eğitimi olgusu, adeta yok sayıldı; en azından sosyolojik bir gerçeklik olarak bile görülmez oldu. Söz gelimi, oldukça hacimli bir “Eğitim Sosyolojisi” kitabında bile, sosyolojik bir olgu olarak da olsa din eğitimine yer verilmediğini görüyoruz. Dinle ilim arasında bağ kurulamayacağını düşünenler de, bu konuda onlarla bütünleştiler. Dinle, din eğitimiyle ilgilenmenin, âdeta bilimle, bilim adamlığıyla bağdaşmayacağı kanaati hâkim oldu. Son yıllarda görülen istisnai adımlar hesaba katılmazsa, eğitimbilimci- ler, din eğitimiyle ilgilenmedi; din eğitimi olgusunu bilimsel çalışmalara konu etmediler. DİN EĞİTİMİ FAALİYETLERİNİN BİLİMSEL YAKLAŞIMLA DÜZENLENMESİ, GERÇEKTE DİN EĞİTİMİNİN KUR’AN VE SÜNNET’LE BAĞINI KESMEK VEYA ZAYIFLATMAK DEĞİL; BİLAKİS ONLARIN AÇILIMINI SAĞLAYARAK TAMAMEN ONLARA GÖRE HAREKET ETMEKTİR. Sorgulayıcı düşünmenin önünü açan (Haşr, 59/21; Muhammed, 47/24; Nisa, 4/82.), aklı öne çıkarıp ona çok geniş bir alan bırakan (Enfal, 8/22.), mutlak ilim ve hikmetin sürekli peşinden koşmayı (Zümer, 39/9; Kenzü’l-Ummal, 16/112; 10/138.) ve yaptığı her işi ihsan üzere (iyi ve güzel) yapmayı (Nahl, 16/90; İbn Hibban, Sahih, Zebaih, 13/200, H. No: 5884.) Müslümana görev olarak yükleyen İslam adına din eğitiminin bilimselleştirilmesinden kaygıya kapılmak anlamsızdır. Din eğitimi faaliyetlerinin bilimsel yaklaşımla düzenlenmesi, gerçekte din eğitiminin Kur’an ve sünnetle bağını kesmek veya zayıflatmak değil; bilakis onların açılımını sağlayarak tamamen onlara göre hareket etmektir. Kur’an, bir ontoloji, bir biyoloji, bir eğitim, bir psikoloji, bir sosyoloji kitabı değildir; bu alanlara ilişkin hazır bilgi ve fikir paketleri sunmaz; ama genel işaretleri, ilkeleri vermektedir. Bunların açılımını sağlayıp ayrıntılandırarak onları hayatla bütünleştirmek, uygulanabilir bilgilere dönüştürmek insana bırakılmıştır. Bütün bunlar, ilgili alanlarda kesintisiz sürdürülecek bilimsel araştırmalarla olabilecektir. Bilimsel verilerden yararlanmadan, mesela “hikmetle davet”, “mevıze-i hasene”, “en güzel mücadele/tartışma” (Nahl, 16/125), “tezkîr” (Zariyat, 51/55), “tebliğ” gibi eğitim-öğretimle doğrudan ilgili temel Kur’ani kavramların içeriğini bile netleştiremez, gereği gibi uygulamaya yansıtamayız. Peygamber Efendimiz’in eğitime ilişkin tavsiyelerini, söz ve uygulamalarını iyi anlayamaz, analiz edemez, dolayısıyla onları güncelleyemeyiz. Mesela çocuğun fıtri potansiyeli, gelişimi, öğrenmesi, yaşadığı hayat/çevre hakkında bilimsel bilgilere sahip olmayan biri, Hz. Peygamber (s.a.s.)’in, “Kimin çocuğu varsa, onun için çocuklaşsın.” (Kenz, 16/457.) hadisini bugün çözümleyemez, anla(mlandıra)maz, uygulamaya koyamaz. Çocuğun insani bir potansiyeli olduğundan habersiz, onu istediği gibi dolduracağı boş bardak, boş bant vb. olarak gören birinin, bunun üstesinden gelmesi mümkün değildir. Bu nedenle, İslami bir eğitimin teorisini geliştirip uygulamaya koyabilmek için Müslümanların bu alanlarda sürekli bilimsel araştırmalar yapmaları, dindarlıklarının gereğidir. Din eğitimi faaliyetlerini, bilimsel veriler doğrultusunda düzenlemek, Müslüman eğitimcinin temel sorumluluğudur. İlahiyatçı akademisyenler başta olmak üzere din eğitimcilerinin, alan bilgilerini geliştirmek için bilimsel verilerden şu veya bu ölçüde yararlanmaya çalışmaları, bunları kime, nerede, ne kadar, ne ile nasıl öğretecekleri konusunda bilimsel bir çaba içinde olmaları gerekmektedir. Ülkemizde din eğitimi öğretmen merkezlidir, takrir yöntemi ağırlıklıdır, hazır bilgi kalıplarını öğrencilere ezberletmeyi nihai amaç saymaktadır. Bireyin potansiyelini keşfedip gelişmesini sağlayamayan, onun anlam arayışını sürdürerek kendi dindarlığını inşa etmesine kılavuzluk edemeyen, üstelik din adına muhatapta sempati yerine antipati uyandırabilen ezberci din eğitimi, İslam adına ciddi bir sorundur. (Bk. Aydın, 2011.) Daha vahimi ise, Müslüman eğitimcinin bunu fark etmemesidir. Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından 2005 yılında Kur’an kursları ve Eğitim merkezlerinde uygulamaya konulan yeni din eğitimi paradigması, işte bu sorunu çözmeyi amaçlamaktadır. Kaynaklar • Aydın, Muhammet Şevki, "Medreselerin Gerileyiş Nedenleri Üzerine", Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı: 4, Kayseri, 1987. • Aydın, Muhammet Şevki, Açık Toplumda Din Eğitimi/Yeni Paradigma İhtiyacı, Nobel Yayınları, 2011. SAYI: 261 • EYLÜL 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 31 D in-Düşünce-Yorum İslamofobiklerin Masumiyeti(!): Innocence of Muslim Filmine Dair Dr. Esma Yıldırım Gün geçmiyor ki Batı Avrupa ve Amerika’da hızla tırmanmakta olan İslam karşıtlığı ve nefret söylemine bir yenisi daha eklenmesin. İslam dünyası Müslümanların kutsalını alaya alan ve hakaret eden karikatür krizinin şokundan sonra şimdi de Sam Bassile takma adlı eski bir sabıkalının, İslam Peygamberi'ne hakaret ve aşağılamalarla dolu son derece provakatif bir kısa filmiyle sarsıldı. Film tam da yapımcılarının beklediği ve istediği gibi Müslümanların tepkisini çekti ve özellikle Mısır, Sudan gibi Ortadoğu ülkelerinde binlerce Müslümanı sokaklara döktü. Ancak bu provakasyon karşısında verilen en sert tepki, şüphesiz, Libya’nın Bingazi bölgesinde Amerikan Konsolosluğu’na yapılan roketli saldırıydı. Olayda, aralarında Libya Büyükelçisi Christopher Stevens’ın da olduğu dört diplomatın öldürülmesi, ŞÜPHESİZ MÜSLÜMANLARIN MASUMİYETİ FİLMİ VE BENZERİ YAPITLAR VE YAYIMLAR, ÖZELLİKLE 11 EYLÜL'ÜN ARDINDAN GİDEREK TIRMANMAKTA OLAN İSLAM KARŞITLIĞININ VE NEFRET SÖYLEMİNİN SOMUT ÖRNEKLERİDİR. 32 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2012 • SAYI: 261 tüm dünyanın dikkatini bu on üç dakikalık filme odakladı. Tam da karikatür krizinde yaşandığı gibi, Bingazi’deki trajik olayın ardından Müslümanlara ve kutsallarına yapılan hakaretten çok Müslümanların ne kadar “aşırı”, “savaşçı”, “şiddet yanlısı” ve hatta “ifade hürriyeti ve sanat düşmanı” olduğu tartışılmaya başlandı. Peki 1989’da Salman Rüşdi’nin “Şeytan Ayetleri” romanıyla ilk kez kamuoyunda ve medyada İslam’ın ve Müslümanların tartışılmaya başlanmasına sebep olan olaylar zincirinin, 2005 yılında, sözde, İslam Peygamberi’ni aşağılayıcı bir şekilde tasvir edildiği bir dizi karikatürün Danimarkalı JyllandsPosten gazetesinde yayınlanmasıyla tırmanması, 2008’deki Fitne filmi, nihayet son olarak “Innocence of Muslim” adlı filmle taçlandırılması gerçekten de sadece sanat ve ifade özgürlüğü şeklinde karşıtlığını körükleme amaçlı yorumlanacak kadar “masum” MÜSLÜMANLARIN muydu? Pek tabi ki her gün bin- MASUMİYETİ İSMİYLE bir imaj çalışmasıdır. Fakat bu lerce roman, milyonlarca kari- VİZYONA KONAN durumun sadece Müslümanları katür ve yüzlerce film yayın- FİLM ASLINDA BERLİN değil, gayrimüslimleri, sekülerlanmakta ama Müslümanlar DUVARININ YIKILDIĞI leri ve kimliği ne olursa olsun hiçbirine itiraz etmemektedir. VE SOĞUK SAVAŞIN tüm insanların barış ve huzuruSONA ERDİĞİ 1989’DAN Ancak Müslümanların rahatsız nu tehdit edeceği aşikardır. Bir BU YANA SALMAN olmalarının ve dünyanın pek RUSHDİ HADİSESİYLE başka deyişle İslam karşıtlığını çok yerinde sokaklara dökülüp BAŞLAYAN, FİTNE ve ırkçılık ateşini körüklemeprotesto gösterileri düzenleme- FİLMİ VE KARİKATÜR nin, dini ve etnisitesi ne olurlerinin en başta gelen sebe- KRİZİYLE DEVAM sa olsun herkesi içine alacak bi, onların “kutsalına” (sac- EDEN İSLAMOFOBİK bir yangına dönüşme tehlikered) bilinçli ve provakatif bir FİLMLER KUŞAĞININ si vardır. Nitekim 2012 yılında şekilde yapılan aşağılama ve SADECE BİR YENİ SON Norveç’te 90 masum insanın hakarettir. Rüşdi meselesi ve VERSİYONUDUR. ölümüyle sonuçlanan Brevrick karikatür olayında olduğu gibi olayı, İslam karşıtlığının nasıl Müslümanların Masumiyeti filbir nefret ve öfke cinneti meydana getirebileminde de yapılmaya çalışılan, İslam dininin ceğini tüm dünyanın gözleri önüne seren bir kutsal kitabı Kur’an-ı Kerim’den sonra en trajedi olması açısından oldukça manidardır. önemli kaynağı olan İslam Peygamberi’nin, Müslümanların yumuşak karnı olarak görüHiç şüphesiz Batı dünyasında İslam düşmanlüp bir “test” aracı olarak hedefe alınmasıdır. lığı ve Müslümanlara yönelik nefret söylemi Nitekim hem Danimarkalı karikatür yayımcıyangınının büyümesine, verdikleri demeçler ları, hem de son günlerde piyasaya sürülen ve ırkçı söylemleriyle benzin döken Avrupalı Müslümanların Masumiyeti adlı filmin yapımve Amerikalı aşırı sağcı siyasetçiler Brevrick cıları yayınlarıyla amaçlananın Müslümanları ve benzerlerine ilham kaynağı olmaktadırlar. test etmek olduğunu itiraf etmişlerdir. (Bkz. Son günlerde Avrupa’da, siyasilerin söylemhttp://uk.news.yahoo.com/us-anti-muslim-film-designedlerinin yanı sıra Müslümanlara yönelik akıl enrage-112301683.html) almaz yasaklayıcı politikaları devreye sokma Şüphesiz Müslümanların Masumiyeti filmi ve çabaları da dikkat çekmektedir. Şüphesiz bu benzeri yapıtlar ve yayımlar, özellikle 11 ve benzeri olaylar, barış içinde bir arada yaşaEylül'ün ardından giderek tırmanmakta olan ma kültürüne ciddi anlamda zararlar verme İslam karşıtlığının ve nefret söyleminin somut ve Müslümanların entegrasyonunu baltalayıcı örnekleridir. Nitekim filmin yapımcılarına süreçler olma yolundadır. bakıldığında karşılaştığımız kadro son beş yıl Özetle ifade edilecek olursa, Müslümanların içerisinde İslam karşıtlığını körüklemeleri ve bu yönde aktiviteleriyle bilinen eylemlerin Masumiyeti ismiyle vizyona konan film aslınaktörleri olduğu görülmektedir. da Berlin duvarının yıkıldığı ve soğuk savaşın sona erdiği 1989’dan bu yana Salman Rushdi Geri plandaki siyasi hesaplar ve planlar her ne hadisesiyle başlayan, Fitne filmi ve karikaolursa olsun bu filmin ve benzerlerinin İslam tür kriziyle devam eden İslamofobik filmler karşıtlığını ve nefret söylemini körükledikuşağının sadece bir yeni son versiyonuği açıktır. Müslümanların kutsalının hakarete dur. Medeniyetler İttifakı ve Diyaloğu yeriuğratan bir dille sunuluşu ve akabinde cerene Medeniyetler Çatışmasını hedefleyenlerin yan eden olaylar nedeniyle de Müslümanları benzeri filmleri(!) önümüzdeki günlerde de ifade özgürlüğü karşıtı, barışçıl olmayan, piyasaya süreceğini tahmin etmek güç değil“toleranssız” kişiler olarak dünya kamuoyundir. da sterotipik bir şekilde sunma çabası, İslam SAYI: 261 • EYLÜL 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 33 D in-Düşünce-Yorum Haccın sembolleri Prof. Dr. Ramazan Altıntaş Şiar, sözlükte; “Bir şeyin kendisine özgü niteliklerine kılavuzluk eden alâmet, nişan, sembol, parola.” anlamlarına gelir. Çoğulu, şeair olup, bir şeye alem kılınan, bir şeyle alametlendirilen her şeydir. Terim olarak şiar, Allah tarafından vazedilen, O’na kulluk etmeye vesile olan, saygı gösterilmesi ve korunması gereken belli ibadet, işaret ve sembollerdir. Bu bağlamda dinî şiar, hem ibadet mekânına ve hem de ibadetin kendisine denilir. (İbn Manzur, Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi Lisanü’l-Arab, Beyrut, h. 1300, IV, İSLAM’IN ŞİARLARI, DİNÎ İLKELERİN TATBİKATININ SOSYAL HAYATTA GÖRÜNÜR KILINMASININ BİR ANLATIM BİÇİMİDİR. BU SEBEPLE DİNİ ŞİARLAR ARASINDA YER ALAN HACCIN ŞİARLARI VE DİĞERLERİNİ AYAKTA TUTMA KONUSUNDA ÇABA GÖSTERİLMELİDİR. 34 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2012 413.) Her inanç sisteminin, ona kimliğini ve kişiliğini veren, onu diğerinden ayıran, belirgin kılan şiarları, sembolleri ve alametleri vardır. Çünkü dinî semboller, salt bir uygulamaya değil, aynı zamanda dinî yaşantıya da çağırırlar. Dinin şiarları, ülkelerin bayrakları, sınır taşları ve işaretleri gibidir, görüldükleri yerin kimliğini belli • SAYI: 261 ederler. Kur’an-ı Kerim’de şiar kelimesi geçmemekle birlikte Allah’a itaatin alametleri, nişaneleri manasındaki şaire kelimesinin çoğulu olan şeair, Allah kelimesine muzaf olarak dört yerde zikredilir. (Bakara, 2/158; Hac, 22/ 36.) Hepsi de hac mekânları ve bu mekânlarda yerine getirilen hac amelleriyle ilgilidir. “Meşairu’l-hac” denilen bu mekânlardan maksat, haccın beş duyu organınca görünen, hac ibadetinin yerine getirildiği belli kutsal yerler ve bu yerlerde yapılan “a’malü’l-hac”dır. Hac mekânları arasında; Safa ve Merve, Meş’ar-i Haram ve Mescid-i Haram gelir. Buralarda sa’y, vakfe ve tavaf gibi hac ve umre amelleri icra edilir. Haccın sembolleri Haccın hem mekânları ve hem de bu mekânlarda yapılan ibadetler şeairdendir. Bu şeairin belli başlıları şunlardır: Safa ve Merve Safa ve Merve, Kâbe-i Muazzama’nın yakınında ve doğu tarafında bulunan iki küçük tepeciğin adıdır. Kur’an’da bu iki tepenin şeair olduğundan şöyle bahsedilir: “Şüphesiz, Safa ile Merve Allah'ın (dininin) nişanelerindendir.” (Bakara, 2/158.) Yüce Allah bu sa'y’ı, Hz. İbrahim’in ümmeti ve bizim için dinî bir hüküm kılmıştır. Bu iki mekân, Hz. İbrahim ve oğlu Hz. İsmail’in: “Bize ibadet yerlerini ve ilkelerini (menasik) göster.” (Bakara, 2/128.) diye dua ettiği hac ve umre ahkâmındandır. Safa ve Merve arasında yapılan “sa’y” başlı başına bir ibadet değildir. O, haccın ve umrenin bir parçası olduğu zaman bir ibadettir. İşte bu incelikten dolayı, Cenab-ı Hak, “Her kim hac ve umre niyetiyle Kâbe'yi ziyaret eder ve onları da tavaf ederse bunda bir günah yoktur.” (Bakara, 2/158.) buyurmak suretiyle, buna işaret etmiştir. (Razi, Fahreddin, Mefatihu’l-Gayb, Kahire 1938, II-IV, 176–178.) Meş’ar-i Haram Müzdelife, harem sınırları içinde Arafat ile Mina arasında kalan bölgenin adıdır. Meş’ar-i haram da buradadır. Arafat'ın "urene" vadisinin içinden başka her tarafı vakfe yeri olduğu gibi, Müzdelife'nin de "muhassir" vadisinden başka her tarafı vakfe yeridir. (Müslim, Hac, 310.) Kur’an-ı Kerim’de meş’ar-i haramla ilgili olarak şöyle buyrulur: “(Hac mevsiminde ticaret yaparak) Rabbinizin lütuf ve keremini istemekte size bir günah yoktur. Arafattan ayrılıp (sel gibi Müzdelife’ye) akın ettiğinizde, Meş’ar-i Haram’da Allah’ı zikredin. O’nu size gösterdiği gibi zikredin." (Bakara, 2/198.) Bu ayette, "Meş'ar-i Haram'ın yanında" buyurulması, muhassir vadisinin istisnasıyla Müzdelife'ye ve meş'arin yakınında zikrin daha faziletli olduğuna işaret edilmiştir. Gerek Arafat ve gerekse Müzdelife vakfeleri hakkında birçok rivayet vardır. Bu cümleden olarak, Hz. Peygamber (s.a.s.): "Hac, Arefe demektir." (İbn Mace, Menasik, 57.) Bir başka rivayette de: “Kim burada (Müzdelife’de), sabah namazını kılar, sonra bizimle burada bulunur, öncesinde gece ve gündüz Arafat’ta vakfe yaparsa haccı tamam olmuştur." (Ebu Davud, Menasik, 69.) SAYI: 261 • EYLÜL 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 35 buyurmuşlardır. Dolayısıyla Müzdelife, dinî bir toprak parçası olduğu için aynı zamanda hem kendisi ve hem de orada yapılan vakfe bir şiardır. Bu sebeple hacıların orada bulundukları sürece; vakfe yapmaları, Allah’ı zikretmeleri, namaz kılmaları, istiğfar ve tevbe ile meşgul olmaları ve dua etmeleri onlardan istenen ibadetlerdir. Mescid-i Haram İçinde Kâbe-i Muazzama’nın bulunduğu kutsal caminin adıdır. Halk arasında Harem-i Şerif diye de adlandırılır. "Harem" denilmesi bu camiye saygının zorunlu olması sebebiyledir Mescid-i Haram, emniyet ve güven yeridir, oraya giren güvendedir. Yeryüzünde ilk yapılan mescittir. (Âl-i İmran, 3/96–97.) Mescid-i Haram’da bulunan ve Müslümanların kıblesi olan Kâbe-i Muazzama da şeairdendir. Onu tavaf etmek hac ve umre ibadetinin önemli bir parçasıdır. Aynı zamanda Müslümanların kıblesi olan Kâbe, İslam’da tevhit inancının ve ümmet birliğinin bir sembolüdür. Onun kutsallığı, sadece maddi yönüyle değil, asıl Allah’ın bir meşairi olmasıyladır. (Hac, 22/ 32–33.) Hem Mescid-i Haram, hem de orada yapılan tavaf ve kılınan namazlar şeairdendir. Mescid-i Haram bünyesinde şeair olarak Kâbe ile birlikte makam-ı İbrahim (Âl-i İmran, 3/97.), hacer-i esved ve mültezeme yer alır. Bir şiar olan hacer-i esved’i Hz. Peygamber bizzat selamlamıştır. (Buhari, Hac, 58; Müslim, Hac, 254.) Yüce Allah Kâbe için “evim” (Bakara, 2/125.) demek suretiyle onu kendine izafe etmiş, ayrı bir şan ve şeref vermiştir. Önemli bir şiâr olan Kâbe, aynı zamanda Allah’ın Yüce varlığına işaret eden apaçık delillerin sergilendiği bir mekân ve âlemler için mecazi manada bir hidayet vesilesidir. (Âl-i İmran, 3/96–97.) Yine hac ibadeti sırasında yüksek sesle söylenen ve tamamen tevhidi konu alan “telbiye”nin haccın şiarından sayıldığı da unutulmamalıdır. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 325; V, 192.) Kurbanlıklar Öte yandan, Kur’an-ı Kerim’de hac sırasında kurban edilecek hayvanlar, “Allah’ın şeairi” olarak nitelendirilmiştir: “Bu böyle. Her 36 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2012 • SAYI: 261 kim de Allah’ın nişanelerini (kurbanlıklarını) yüceltirse şüphesiz ki bu kalplerin takvasından (Allah’a karşı gelmekten sakınmasından) dır.” (Hac, 22/32.) Bu ayette geçen “şeairullah” lafzı, "Allah'a itaatin alametleri, nişaneleri" manasınadır. Allah'a itaatin nişanesi kılınan her şey Allah'ın şeairindendir. Nitekim Hak Teala: “Kurbanlık büyük baş hayvanları da sizin için Allah’ın dininin nişanelerinden kıldık. Sizin için onlarda hayır vardır. Onlar saf saf sıralanmış dururken (kurban edeceğinizde) üzerlerine Allah’ın adını anın. Yanları üzerlerine düşüp canları çıkınca onlardan siz de yiyin, istemeyen fakire de istemek zorunda kalan fakire de yedirin. Şükredesiniz diye onları böylece sizin hizmetinize verdik.” (Hac, 22/36.) buyurmuştur. Dinde, bir şeye alem kılınan veya bir şeyle alametlendirilen her şeye şaire denilmesi sebebiyle, Mekke'ye gönderilen kurbanlık hayvanlar da "şeair" diye isimlendirilmişlerdir. Çünkü bu hayvanlar, kendilerinin kurbanlık olduklarını gösteren ve adına gerdanlık denilen alametlerle süslenmişlerdir. Her birisi Allah’a yaklaşma vesilesi, nişanesi ve alameti sayılan bu kurban ibadetini yerine getirmek, kalplerin takvasındandır. Sonuç İlahi dinler, Allah’ın sembollerine saygı esasına dayanır. Bu bağlamda, İslam dini de Allah’ın şiarlarına saygı gösterme esası üzerine bina edilmiştir. Kur’an-ı Kerim’de, açıkça müminler, Allah'ın şeairine hürmetsizlik etmekten ve hürmetsizlik etmeyi hoş görmekten men edilmişlerdir. (Maide, 5/2.) İslam’ın şiarları, dinî ilkelerin tatbikatının sosyal hayatta görünür kılınmasının bir anlatım biçimidir. Bu sebeple dini şiarlar arasında yer alan haccın şiarları ve diğerlerini ayakta tutma konusunda çaba gösterilmelidir. Şiarların terki, zaman içinde dinin zayıflayıp etkisizleşmesine, hatta büyük ölçüde yok olmasına sebep olabilir. Bundan dolayı, dinî kaynaklarda şiarların yaşatılması üzerinde hassasiyetle durulmuştur. Zira İslam’ın varlığı, şeairin varlığıyla kaimdir. O hâlde, dinimize yapılacak en önemli hizmet, hayatın bütün alanlarında “dinî şiarları” ihya etmektir. D in ve Sosyal Hayat Hayatın merkezinde fonksiyonel cami Prof. Dr. H. Kâmil Yılmaz Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı İslam, hayatın merkezine mabet ve mescidi yerleştirerek cami merkezli bir medeniyet kurmuştur. Yüce Peygamberimiz Medine’ye hicret sırasında Kuba’da ilk mescidi, ardından Medine’de Mescid-i Nebi’yi inşa ederek önce dini ve imanı korumayı, sonra bu iman ikliminde toplumu dönüştürmeyi ve yepyeni bir tevhit ehli inşa etmeyi hedeflemişti. Din ve imanı korumanın başlıca üç yolu vardır: 1- Ferdî planda dinin emirlerini tutup yasaklarından kaçınmak, 2- Mabet, mescit ve cami gibi müesseseler kurup toplumu dönüştürmek, Mabetlerin manevi imarı, cami içinde dinî hizmetleri yürütecek görevliler ve camileri dolduracak cemaat yetiştirmektir. Cemaati bulunan din, manen mamurdur. Maddi olarak her an mabedini imar edebilir. Ama sadece mabedi kalmış, cemaati tükenmiş bir din, virandır. 3- Din ve iman konularına ait eğitim ve öğretimi yaygınlaştırmak. Din ve imanı korumanın müesseseler yoluyla olanına en güzel örnek camilerdir. Allah Teala, Kur’an-ı Kerim’de: “Allah’ın mescitlerini, ancak Allah’a ve ahiret gününe iman eden, namaz kılan ve zekât verenler imar eder.” (Tevbe, 9/18.) buyurarak inananları mescit ve mabet imarına; yani müesseseler kurmaya teşvik etmektedir. Mabet ve mescitlerin imarı, biri maddi, diğeri manevi olmak üzere iki türlü olur. Ayetin ihtiva ettiği manada her iki anlam vardır. Maddi imar, mabetlerin fiziki inşası, korunup gözetilmesidir. Allah Rasulü (s.a.s.): “Kim Allah için bir mescit bina ederse, Allah da onun için cennette bir köşk bina eder.” (Buhari, Salat, 65; Müslim, Mesacid, 24.) buyurarak inananları mescit inşa işine çağırmaktadır. Mabetlerin manevi imarı, cami içinde dinî hizmetleri yürütecek görevliler ve camileri dolduracak cemaat yetiştirmektir. Cemaati bulunan din, manen mamurdur. Maddi olarak her an mabedini imar edebilir. Ama sadece mabedi kalmış, cemaati tükenmiş bir din, virandır. SAYI: 261 • EYLÜL 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 37 Fotoğraf: Abdülbaki İşcan ve günümüze kadar a y a k t a kalan camiler, İslam mimarisinin şahikalarıdır. Mabetler, Yüce Yaratıcı’nın adının ilan edildiği ve dinî ibadetlerin kâmil manada yaşandığı mekânlardır. Bu yüzden Allah Teala: “Allah’ın mescitlerinde O’nun adının anılmasını yasaklayan ve onların harap olmasına çalışandan daha zalim kim vardır?” (Bakara, 2/114.) buyurarak bu hizmete engel olanları zalim sayar. Camilerde ibadeti engellemek ve mabet fonksiyonuna mani olmak ne kadar büyük bir zulümse, camilerde görev yapacak din hadimleri yetiştirmemek ve cemaat teminine gayret göstermemek de aynı oranda bir zulümdür. Caminin içini boşaltmak, boşaltılmasına seyirci kalmak, mabedi harap olmaya terk etmek demektir. Nitekim içinde insanların yaşamadığı haneler, içinde insan yaşayan evlerden çok daha çabuk yıpranır ve harap olur. Mabetler de böyledir. Cemaatin şenlendirmediği mabet yıkılmaya terk edilmiş demektir. Bu yüzden ayette geçen “harap olmasına çalışan” ifadesinin içinde camiye devamla cemaat olmayan ve cemaat bulmayan kimseler de dâhildir. İlahî ve nebevi emirler on beş asırlık İslam coğrafyasında, İslam’ın sembolleri sayılan camilerin inşasının temel sebebi olmuştur. Doğudan batıya, kuzeyden güneye her devirde yapılan 38 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2012 • SAYI: 261 A l l a h R a s u l ü döneminde Mescid-i Nebi mabet olmasının yanı sıra manevi imara yönelik pek çok fonksiyon icra etmişti. Vakıa camilerin ilk inşa amacı ibadet mahalli oluşlarıdır. Ama asr-ı saadette mescit hem eğitim ve öğretimin, hem de devlet yönetiminin merkezi, aynı zamanda adalet tevzi yeri, sosyal ve manevi problemlerin çözüldüğü danışma mekânı, ayrıca da evi olmayan sahabilerin barınma alanıydı. Hatta hastaların tedavi edildiği bir şifahane, askerî konuların görüşülüp stratejilerin değerlendirildiği ordugâhtı. Yabancı heyetlerin kabul edildiği, her türlü faaliyet ve sportif gösterilerin yapıldığı fonksiyonel bir mekândı. Asr-ı saadette bu şekilde şahsi ve içtimai hayatın merkezi hâline gelen cami, İslam medeniyet tarihi boyunca bu fonksiyonunu sürdüre gelmiştir. Nitekim asr-ı saadetten sonra kurulan ve gelişen eğitim öğretim kurumları medreseler, askerî eğitim alanları kışlalar, sosyal dinî hayatın parçası hâline gelen tekke ve zaviyeler ile ticari hayatın merkezi mesabesindeki bedesten, çarşı ve pazarlar, cami merkezli olarak gelişmiştir. Camilerin yanına açılan imaret/aşevi ve kütüphane ile şifahaneler de mescitlerin ne derecede hayatın merkezinde olduğunu göstermektedir. Özellikle Selçuklu ve Osmanlı döneminde medreseler, camilerin etrafında topluma ışık saçan müesseseler ola- rak örgütlenmiştir. Köyler, cami ve musalla/ namazgâh merkezli olarak kurulmuştur. Şehirlerdeki camilerin taş yapılar olarak sağlam ve son derece estetik inşa edilmesinin yanında, hayat mekânı sayılan evlerin ve diğer binaların ahşap ya da topraktan yapılmış olması, İslam tarihindeki cami merkezli medeniyet anlayışının çok önemli bir göstergesidir. Cami merkezli medeniyet mekân öncelikli değil, zaman öncelikli bir medeniyetin doğmasını sağlamıştır. Camilerin etrafında oluşan sosyal yapı, hayatlarını minarelerden okunan ezana göre düzene koymakta, yaşantılarını onunla tanzim etmekteydi. Günümüzde camilerin fonksiyonları, değişen fizik mekân anlayışıyla birlikte azalmış; mabet ve dinî eğitim-öğretim merkezi olmak üzere aşağı yukarı iki fonksiyona raci kalmıştır. Yaşadığımız çağda konutların apartman olarak yapılması, şehirlerdeki nüfus yoğunluğunu artırmış, şehir ve köyde yaşayan nüfus oranları yer değiştirmiştir. Nitekim ellili yıllarda Türkiye’de şehirde yaşayan nüfus yüzde yirmiyken günümüzde bu sayı yüzde seksenlere ulaşmıştır. Köyden şehre gelen ve şehrin dar kalıplarına mahkûm olan aile içindeki çocuk, genç, kadın, yaşlı, emekli ve engellilerin ev dışında sosyal ihtiyaç ve problemlerini çözecek yeni fizik mekânlara ihtiyaç vardır. Bugün şehirlerde yaşayan insanların camilerin fizik mekânlarından sadece mabet ve dinî eğitim için değil, başka sosyal hizmetler için de yararlanmaları gerekmektedir. Bu bakımdan çocuk, genç, kadın, yaşlı, emekli ve engellilerin camilerde kullanabilecekleri farklı alan ihtiyacı ortaya çıkmakta ve şehir mimarimizle birlikte cami mimarisinin de fonksiyonellik ve estetik açısından yeniden ele alınması gerekmektedir. İnsanoğlunun temel ihtiyaçları karşılandıktan sonra ilk hatırına gelen şey, sanat ve estetiktir. Dolayısıyla insan yaşadığı mekânların; cami ve eğitim merkezlerinin de estetikten nasip almasını ister. Yetmişli-seksenli yıllarda konut ihtiyacını estetiğine bakmadan gecekondu Yapılması gereken caminin hem taş ve betondan oluşan fiziki yapısını estetik kaygıyla yeniden düzenlemek, hem de içini cemaatle şenlendirip mabet özelliğini sürdürmektir. anlayışıyla çözmeye çalışan insanımız, mabetlerini de aynı anlayışla inşa etmek durumunda kalmıştır. Türkiye’nin ekonomik durumu düzelip halkın refah düzeyi arttıkça konutlarda meydana gelmeye başlayan estetik kaygısının mabetlerimize de yansıması kaçınılmazdır. Sanırım camilerimizin mimarisiyle ilgili son zamanlarda ortaya çıkan tartışmalar bunun sonucudur. İslam’ın şiarı konumunda bulunan cami, minare ve mabetler, bulundukları coğrafyanın İslam medeniyetine ait olduğunu gösteren simgelerdir. Ancak o coğrafyada o medeniyetin devamı, cami veya mabetlerin manevi imarıyla mümkündür. Bu yüzden bugün mabet dikmek ve cami inşa etmek noktasında Müslümanların gayretlerini takdir etmemek mümkün değildir. Ancak mabet dikmeyi heykel veya bir başka sanat eseri dikmekle eşdeğer görmek ve böyle bir yarışa girmek yanlış olur. Camilerin maddi ve fiziki imarı, manevi imarın da göstergesidir. Dışarıdan bakıldığı zaman estetik değeri olmayan bir cami, mabet fonksiyonunu icra etse bile medeniyet fonksiyonunu icra edemediğinden o yörede yaşayan insanlara bu anlamda bir özgüven veremez. Yapılması gereken caminin hem taş ve betondan oluşan fiziki yapısını estetik kaygıyla yeniden düzenlemek, hem de içini cemaatle şenlendirip mabet özelliğini sürdürmektir. Bu da camiyi, bütün fonksiyonlarını icra edecek bir konuma taşımak ve hayatın merkezine almakla olur. SAYI: 261 • EYLÜL 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 39 D in ve Sosyal Hayat “Hz. Muhammed’in Hayatı” isimli seçmeli dersin işlenişi ile ilgili bazı mülahazalar Prof. Dr. Hüseyin Algül Emekli Öğr. Üyesi Bilindiği gibi değerlere kalıolan “Hz. Peygamberimiz'in tım yoluyla değil, genellikle Hayatı” dersine dair birPeygamber kaç soru etrafındaki mülaöğrenme yoluyla sahip oluEfendimiz, inanç, hazalarımızı okuyucularla ruz. İnanç, ahlak ve toplumibadet ve ahlak ve konuya özel ilgi duyan sal değerlerin gençliğe aktaeğitimcilerle paylaşmak istirılması titizlik ister. Çünkü konularının yoruz. Her şeyden evvel, değerleri sahiplenme konuçocuklara böyle bir dersin seçmeli sunda çocukluk ve gençlik, yumuşaklıkla dersler arasında yer alması hassas bir sosyal kategorianlatılmasını için çaba gösteren ve bunu dir. Bu yaşlarda insanlar, başaranlara teşekkür borfizyolojik, ruhsal, duygusal ister, bu hususta cumuz vardır. Zira yapılan ve zihinsel yönden gelişim katı ve kaba iyilikleri takdir ve yapanlasürecindedir; heyecanlı ve davranılmasını ra teşekkür, vefakârlığın bir hareketli olup iyi ve kötü gereğidir. Bundan sonra ilim telkinlere açıktırlar. Genç, yasaklardı. adamlarına ve eğitimcilere bu dönemde iyiye ve doğrudüşen, “Çocukların ve gençya yönlendirilmediği zaman lerin hayatlarının bu dönemduygularına ve nefsani arzulerinde karşılaştıkları problemleri çözmede ve larına yenik düşebilir. Dolayısıyla insan hayakişiliklerinin olumlu bir zeminde oluşup geliştının çocukluk ve gençlik aşamalarında onlarmesinde ‘Hz. Peygamberimiz'in Hayatı (litela özel olarak ilgilenmek, onların eğitiminde ratürdeki ismiyle: Siyer-i Nebi)’ dersi acaba özenli bir dil kullanmak ve dikkatli davranışnasıl katkı verebilir? İnsan ilişkilerini övülen lar sergilemek gerekir. değerler üzerine inşa etme hususunda bu ders 2012-2013 ders yılı itibarıyla ilköğretim ve lisene gibi avantajlar sağlayabilir?” gibi soruları lere “Kur’an-ı Kerim” ve “Hz. Peygamberimiz'in tartışarak işin başında olan yöneticilere ve Hayatı” adıyla Siyer dersleri seçmeli olarak öğretmenlere ışık tutmaktır. Yani nasıl bir konulmuş olup ilk uygulama bu yıl başlayaSiyer dersi işlensin ki, yaş gruplarına göre dincaktır. leyenler anlasınlar, öğrensinler, örnek alarak kişiliklerinin olumlu yönde gelişmesine desBiz bu noktada seçmeli statüde konulmuş 40 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2012 • SAYI: 261 tek versinler ve çevre ile münasebetlerinde doğru davranışlar geliştirebilme hususunda destek alsınlar! Kur’an-ı Kerim’de belirtildiğine göre Hz. Peygamber, tüm Müslümanlar hatta tüm insanlar için (değerler ve davranışlar açısından) en güzel örnektir. (Ahzab, 33/21.) O, en güzel ahlakın sahibidir. (Kalem, 68/4.) Allah’ın sevdikleri arasına girebilmemiz ve Allah’ın mağfiretine erişebilmemiz, Peygamberimize samimi muhabbet beslemek ve Onun yolunda yürümekten geçer. (Âl-i İmran, 3/31.) O, içimizden biridir, bizim hayrımıza düşkündür; başarılarımız onu sevindirir, hatalı davranışlarımız ise onu üzer, o bize çok şefkatli, çok merhametlidir. (Tevbe, 9/128.) Bu bağlamda Yüce Allah güzel isimlerinden ikisini ümmetinin menfaatine düşkünlük anlamında Rasul-i Ekrem Efendimize sıfat olarak vermiş ve söz konusu iki mübarek ismini sadece onda birleştirmiştir. Yüce Allah ile birlikte ona yani Rasulüllah (s.a.s.)’a tabi olanlar, bu dünyada üstün bir insanlık seviyesine ulaşabilecekleri ve imrenilecek davranış ve hizmetlerde başarılı olabilecekleri gibi öteki dünyada da Hak Teala’nın kendilerine nimet verip ihsanda bulunduğu peygamberlerle, sıddıklarla, şehitlerle ve salihlerle beraber olacaklardır. (Nisa, 4/69.) Cenab-ı Hak, Peygamber Efendimizi ve onun inanç çevresinde yer alan müminleri mahşerde utandırmayacak, yalnız bırakmayacak, rüsva etmeyecektir. (Tahrim, 66/8.) O hâlde Kur’an’ın zihinlerimiz, gönüllerimiz ve ruhlarımızın önüne Sevgili Peygamberimizle alakalı koyduğu bu değerleri bu ders münasebetiyle nasıl okuyacağız? Nasıl anlayacağız? Nasıl yorumlayacağız ve çocuklarımızıngençlerimizin gönüllerine herkesi yüreğiyle kucaklayan, herkese huzur ve başarı yollarını gösteren, mutsuzluk ve sıkıntı getirecek her kötülükten herkesi sakındıran Aziz Peygamberimizi nasıl sunacağız? Belki bu noktada Sevgili Peygamberimizin çocuklara ve gençlere bakışına, onlarla ilişkisine dair bazı temel bilgileri paylaşmamız uygun olacaktır. Peygamber Efendimizin verdiği müjdeye göre çocuklar, aile ve toplum için huzur vesilesidir; çocukları sevmek, onlara şefkat, merhamet ve ilgi göstermek, onların problemlerini çözmek, Müslümanlara cennetin kapılarını açar, cehennemin kapılarını kapatır. Sevgili Peygamberimiz, çocukları çok severdi, onlara önem verirdi, yanlarına giderdi, aralarına girerdi. Selam verirdi, onlarla anlayacağı dil ile konuşur, başlarını okşar, şakalaşır ve hediyeler verirdi. Gerektiğinde oyunlarına katılır, duygularını paylaşır ve onlarla aynı ortamda bulunmaktan mutluluk duyardı. Zaman zaman onları kucağına alır, mevsimin ilk meyvelerini onlara ikram eder; bunu bolluk ve bereket sebebi sayardı. Çocukları bineğinin terkisine alır, devesine bindirirdi. Bu nedenle Sevgili Peygamberimiz bir yolculuğa çıktığında çocuklar onun ardından yollara düşerler, onu uğurlarlar, dönüşünü özlemle beklerler ve onu sevinçle karşılarlardı. Sevgili Peygamberimiz şehit çocuklarına, bir şekilde anneleri babaları ölmüş yetim ve öksüzlere, yoksul aile çocuklarına ve geçimini sağlamak için yorucu işlerde çalışmaya mecbur kalan çocuklara özel bir ilgi gösterir, onların problemlerini çözmek için çalışır ve ashab-ı kiramı da bu tür hizmetlere yönlendirirdi. Çocukların, güçlerine ve yaşlarına uygun düşmeyen ağır işlerde çalışmaya zorlanmalarını da doğru bulmaz, kazanç için çocukların sömürülmesine izin vermezdi. Peygamber Efendimiz, inanç, ibadet ve ahlak konularının çocuklara yumuşaklıkla anlatılmasını ister, bu hususta katı ve kaba davranılmasını yasaklardı. Kendisi de bu konularda çok hoşgörülü davranırdı. Oruca ilk başlayan çocuklarla bizzat ilgilenir ve vaktin kolayca geçmesine yardımcı olurdu. Peygamber Efendimiz, camide namaz kıldırırken çocuk ağlaması duyarsa namazı uzatmaz, kısa surelerle tamamlardı; böylece çocuk huzura erer, annesi de rahatlardı. Namaz kılarken de torunları Hasan ile Hüseyin ve Ümame’nin, omzuna binmesini hoş görür, hatta çocuğun keyfini hemen bozmamak için secdeyi uzattığı olurdu. SAYI: 261 • EYLÜL 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 41 Özetle Sevgili Peygamberimiz çocukları çok severdi, iyi bir şekilde yetişmelerini isterdi, kendi çocuklarına, torunlarına ve bütün çocuklara çok şefkatli ve merhametliydi. Kız ve erkek çocukları arasında ayırım yapmazdı, ayırım yapılmasını da asla doğru bulmazdı. Yoksul, hizmetçi ve kimsesiz çocukların dertlerine çözüm arardı, şehit yetimleriyle yakinen ilgilenirdi. Çocukların hatalarını tatlı dil ve güler yüzle düzeltirdi. Öte yandan Sevgili Peygamberimiz, gençlik yıllarının ömür sermayesinin en iyi değerlendirilmesi gereken bir aşaması olduğunu belirtir, ihtiyarlık gelip çatmadan önce gençliğin kıymetinin bilinmesi üzerinde önemle dururdu. Ona göre gençlere tertemiz bir inanç, doğru bilgi, güzel ahlak ve dünyevi alanda başarıya ulaşabileceği bir beceri kazandırılmalıdır. Gençlik aşamasını gönüllerini Allah ve Peygamber muhabbetiyle besleyen ve her türlü kötülükten uzaklaşarak samimi bir dindarlıkla geçirenler, dünyada da ahirette de mutlulukla müjdelenmişlerdir. 42 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2012 • SAYI: 261 Gerçekten de Peygamber Efendimiz gençleri sever, onlarla iyi ilişkiler kurar, eğitimlerine önem verir, ahlaki olgunluğa erişmelerini sağlar, eğitip yetiştirdikten sonra onlara görev, sorumluluk ve yetki vererek ailelerine, anababalarına, topluma ve İslam’a hizmet vermeleri ve katkı sağlamaları için fırsat verirdi. Gençleri azarlamaz, sorularına soğukkanlılıkla cevap verirdi. Onları, anne-babalarına saygı ve hizmete sevk eder, annelerin-babaların da evlatlarıyla ilgilenmeleri üzerinde ısrarla dururdu. Ayrıca gençler ve yaşlılar arasında sevgi-saygı bağının güçlü olmasını isterdi. Gençler de Peygamber Efendimiz’in kendilerine verdiği değeri doğru algılayarak onun gösterdiği yolda hizmet ederlerdi. “Sevgili Peygamberimiz’in hayatında kendilerine çok değer verdiği, çok sevdiği ve kendileriyle mükemmel ilişkiler kurup geliştirdiği yaş gruplarına Siyer dersi nasıl anlatılmalıdır?” sorusuna cevap olabilecek ayrıntılar bu yazının hacmini aşmaktadır. Biz bu sorunun cevabını, ilgili kurumların ve bu dersin müfredatı ve işlenişi konusunda derdi ve düşüncesi olan sivil kuruluşların tertipleyeceği çalıştaylara ve gündemli toplantılara bırakarak birkaç noktaya temas etmekle yetinmek durumundayız. Kronolojisiz tarih ve siyer olmaz, ama bu yaş gruplarına anlatılacak konular kronolojik ağırlıklı olmaktan ziyade yaşanmış örneklerden yola çıkılarak güncel olaylarla ilişki kurmak suretiyle zenginleştirilmelidir. Bu derslerde kronolojik bilgi, yemekteki tuz kadar olmalı, kronoloji özetle verildikten sonra Hz. Peygamber’in çocuklarlarla ve gençlerle bağlantılı olarak hayata dair ortaya koyduğu örneklere muhakkak yer verilmelidir. (Burada kastedilen örneklere nasıl ulaşılabileceğine dair bilgiler müktesebatımız dâhilindedir. Bize veya İlahiyat Fakültelerinde İslam Tarihi’nin Siyer-i Nebi alanında çalışma yapan herhangi bir hoca arkadaşımıza ulaşıldığı takdirde beklenen cevapları bulabilmek mümkün olabilir.) Ayette yer alan örneklik meselesinin doğru anlaşılmasının bir sonucu da budur. Çizgi filmler izleyerek yetişen bir yaş grubundan bahsediyoruz. Dolayısıyla bu derslerde muhataplarımıza bütünüyle takriri usulde ders vermekten (yani başından sonuna kadar öğretmenin anlattığı bir yöntemden) -istisnalar dışında- uzak durmalı, bunun yerine öğrencilerle dersi ilişkilendirerek, merak ve istek uyandırmak suretiyle dersi içtenlikle takip etmelerini ve doğru anlamalarını, hatta sevmelerini sağlamalıyız. Öğrenciye dersi sevdirmek esastır, bu gerçekleşmezse onun ruhuna dersle ilgi bir şey kazandırmak kolay olmaz. Bunun için Hz. Peygamber’in şemail ve ahlakından bahseden kitaplardan okumalar verilebilirse öğrencinin hem dersle irtibatı hem de derse katkısı sağlanmış olur. Hz. Peygamber’le ilgili doğru bilgilere dayanarak iyi hazırlanmış cd ve kasetler yani göze ve kulağa hitap eden görsel materyaller de dersin sunumu ile ilgili malzemeler arasında yer almalıdır. Bazen Peygamber Efendimiz’e ait bazı bilgiler, basit bir ilahi veya şiir formuyla görsel bir elektronik sunum neticesinde çocuk zihnine daha kolay aktarılabilir. Mekke-Medine, Kâbe, Mina, Arafat, Hira ve Sevr Mağarası gibi şehir, mabet (Mescid-i Haram, Mescid-i Nebi vb.) ve kutsal mekânların resimleri, oralarda olup bitenleri öğrenme konusunda öğrencileri uyaracaktır. Tabii ki bütün bunları başarması gerekenler, öğretmenlerimizdir. En başta öğretmen arkadaşlarımız, amacına uygun bir Siyer dersini sunabilmenin alt yapısını hazırlama konusunda istekli olmalı, bu konudaki bilgilerini yenileyerek birikimlerini zenginleştirmeli, bunun için benzer derslere giren diğer öğretmenlerle iletişim haalinde olmalı, sürekli görüş alışverişinde bulunmalı, bu konuda düşünen, tartışan ve yazan bilim adamlarının kitaplarına veya yazdıkları web sitelerine başvurmalı ve gerektiğinde bir tecrübe alışverişinin örneğini vermelidirler. Peygamber Efendimizin hayatından inanç, ibadet ve ahlak değerlerinin benimsenip yaşanmasına vesile olacak yaşanmış örneklerle üniteler desteklenmelidir. Tabii ki buna dair örneklerin verilmesine bu yazının hacmi izin vermemektedir. Ama ümit ediyorum ki burada kast olunan şey, herkes tarafından doğru olarak anlaşılmıştır. Benim bu konudaki önerim söz konusu dersin işlenişi hususunda düşünen, konuşan, yazan bilim ve düşünce adamlarının, bu dersin müfredatı ile alakalı sorumlulukları olan kurumların, başkanlığını ve yönetim kurulunu İlahiyat Fakültelerindeki İslam Tarihi Öğretim Üyeleri’nin oluşturduğu “İslam Tarihçileri Derneği”nin, bizzat bu dersi vermekte olan değerli öğretmenlerimizin, konuya içtenlikle ilgi duyan sivil kuruluşların, Kur’an kurslarındaki Siyer derslerinin muhteva ve sunumları itibariyle bir ölçüde konunun merkezinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığındaki ilgili birimlerin meseleyi sürekli gündemde tutması, tartışması, zaman zaman toplantılarda bir araya gelerek görüş alışverişinde bulunmasıdır. Unutmayalım ki, Türkiye’mizdeki sahada çalışan ilim adamları ciddi bir birikime sahip bulunmaktadırlar. Bütün mesele, bu birikimden yararlanma yollarının bulunmasıdır. SAYI: 261 • EYLÜL 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 43 Aile Aile yaşamında pozitiflik Evlenmeye hazırlanan eşlerin, kültür, eğitim, yaş, hayata bakış açısı ve ekonomik durum gibi farklılıkların ileride sorun olmaması için birbirlerini olduğu gibi kabul etmeleri ve mutlaka farklılıklar yerine ortak noktaları ön plana çıkarmaları gerekmektedir. Aile Dr. Mustafa Koç Londra Din Hizmetleri Müşavirliği mustafakoc@london.com E vlilikte önemli olan bireylerin biyolojik değil, psikolojik yaşlarıdır. Aynı yaşta olan eşlerden birinin çocuk karakterli, diğerinin ise olgun bir kişiliğe sahip olması mümkündür. Türk toplum yapısında, yaşla birlikte bireylerin olgunlaştığına ilişkin bir anlayış vardır. Bu anlayış ne tam anlamıyla doğru ne de bütünüyle yanlıştır. Yaşın ilerlemesiyle birlikte bireyin olgunlaştığı söylenebilir, ancak yaş olarak "büyümek", her zaman psikolojik olgunluğu beraberinde getirmeyebilir. Evliliklerde çoğu zaman erkeğin, kadından yaşça büyük olması tercih edilir. Söz konusu bu durum, hem kadın ve erkeğin biyolojisiyle ilgilidir, hem de erkeğin psikolojik olarak daha olgun olmasının evliliğin yürümesini kolaylaştıracağının düşünülmesindendir. Buna göre, kadın içgüdüsel olarak korunmayı ve sahiplenilmeyi; erkek de korumayı ve sahip olmayı ister. Dolayısıyla kadından yaşça büyük olan erkek, böyle bir ilişkiyi daha rahat yürütebilir. Evlilikte ideal olan, yaş farkının az olması veya erkeğin, kadından en fazla dört-beş yaş büyük olmasıdır. Öte yandan erkeğin, kadından yaşça çok büyük olması da psikolojik olarak kendine göre bazı problemler ortaya çıkarabiAile içerisinde lir. Çünkü her yaşın psikolojik ihtiyaçlaortaya çıkan sorunları rı ve beklentileri birbirinden farklıdır. Yaş farkı arttıkça psikolojik ihtiyaçlar ve konuşurken, taraflar beklentilerdeki farklılıklar da artacak ve hataları karşılıklı olarak bu durum evlilikte aranan ve özlenen kabul etmeli, tartışma uyum sürecini zorlaştıracaktır. Aslında sürecinde üsteçıkmak için teorik olarak böyle bir tespit yapılsa da evlenecek çiftler, evlilikle ilgili psikolojik ısrarcı olunmamalıdır. olgunluğa eriştikten sonra aralarındaki yaş farkının çok da önemi yoktur. SAYI: 261 • EYLÜL 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 45 Aile içi ilişkilerde pozitif yönlerin ön planda tutulması Sonuç olarak evlenmeye hazırlanan eşlerin, kültür, eğitim, yaş, hayata bakış açısı ve ekonomik durum gibi farklılıkların ileride sorun olmaması için birbirlerini olduğu gibi kabul etmeleri ve mutlaka farklılıklar yerine ortak noktaları ön plana çıkarmaları gerekmektedir. Çünkü eş seçiminde insanın yüzde yüz kendisine uyan birini bulması pratikte mümkün değildir. En uyumlu eşlerin bile sahip oldukları özellikler ardı ardına sıralansa, mutlaka bazı eksikler bulunabilir. Dolayısıyla evlilik macerasında yüzde yüz kendisine uyan birini arayan kişinin, büyük bir olasılıkla evlilik trenini kaçırarak ömür boyu bekâr kalma olasılığı yüksektir. karşı seslerini yükseltmeden anlatabilmeli ve birbirlerinin kişiliklerini ve benliklerini zedelemeden aralarındaki problemleri çözebilmelidirler. İşte bu bağlamda evlilik sürecinde, aile yaşamındaki farklılıklarda uzlaşmak ve ortak noktalarda buluşmayı sağlayabilmek için eşlere pratik kapsamda şu önerilerde bulunulabilir: a) Atalarımız ‘dikensiz gül olmaz’ demişlerdir. Her şeyden önce evlilik, uzun süreli bir ortak yaşam projesi olduğu için bazı problemlerin yaşanması doğal kabul edilmelidir. b) Eşler, aile içerisinde karşı karşıya kaldıkları problemleri, birbirilerine açık yüreklilikle anlatmalıdırlar. c) Eşler, daha çok ortak noktalarda buluşabilme adına birbirlerinden beklentilerini açık bir şekilde dillendirebilmelidirler. İki farklı dünyanın bir araya gelerek uzun bir yolculuğa çıkmaları anlamına gelen evlilik, bu yolculukta ortaya çıkan farklılıkları bir noktad) Aile yaşamında bazı tartışmaların olması da uzlaştırma sanatı olarak da tanımlanabilir. doğaldır. Ancak tartışma sürecinde dürüst ve Kısacası, burada önemli olan evlenecek tarafaçık olunmalıdır. Dolayısıyla eşler kesinlikle ların birbirlerini tamamlayarak farklılıklara karşılıklı suçlamalardan ve kırıcı olmaktan rağmen ortak noktalarda uzlaşabilme becerikaçınarak birbirlerini dinleyebilmelidir. lerini gösterebilmeleridir. Dolayısıyla sağlıklı e) Ailenin dışında kalan özellikle kaynana ve bir evlilikte: a) Eşlerden her biri sorumlukayınpederler, mümkün oldukça bu özel tarluk ve sınırlarının farkındadır; b) Kendisiyle tışmaların dışında tutulmalıdır. büyük ölçüde barışıktır, c) Yalnız kalmaktan f) Aile içerisinde ortaya çıkan bir anlaşmazkorkmaz, d) Mutluluğu kendi içinde yaşalıktan dolayı anne-babalar, çocuklayabilir. İşte böyle özelliklere sahip rın yanında karşılıklı hakaret ve eşler, eksikliklerini tamamlaaşağılamalardan kesinlikle maktan çok sevgi ekseninkaçınmalıdırlar. de bir araya gelebilirler. Dolayısıyla bu türden Eşler g) Eşler, aralarındaki birincil ilişkilere sadafarklılıkları eriterek sıkıntılarını, kat, hoşgörü, sevgi, daha fazla ortak nokbirbirlerine karşı seslerini saygı, sorumluluk ve tada buluşabilmeledürüstlük hâkimdir. yükseltmeden anlatabilmeli ri için birbirlerinin farklı görüş, yetişme Evlilikte ortak ve birbirlerinin kişiliklerini tarzı, bakış açısı ve noktalarda buluşve benliklerini zedelemeden mak için altın değişik düşüncelere aralarındaki problemleri öğütler sahip olabileceğini peşinen kabul etmeçözebilmelidirler. Elbette ki evlilikte her lidirler. Dolayısıyla zaman problemler ve zorla birbirlerine hâkim zorluklar olacaktır. Eşler olamayacaklarını bilmeli sıkıntılarını, birbirlerine 46 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2012 • SAYI: 261 ve orta bir çizgiye yaklaşmaya çalışmalıdırlar. h) Aile içerisinde ortaya çıkan sorunları konuşurken, taraflar hataları karşılıklı olarak kabul etmeli, tartışma sürecinde üste çıkmak için ısrarcı olunmamalıdır. Eşler, gerektiği zaman özür dilemesini bilmeli ve yanlışlarını düzeltebilmelidirler. bu türden yaptıkları küçük jestler, büyük faydaları olan sonuçlar verir. �ki farklı dünyanın bir araya gelerek uzun bir yolculuğa çıkmaları anlamına gelen evlilik, bu yolculukta ortaya çıkan farklılıkları bir noktada uzlaştırma sanatı olarak da tanımlanabilir. i) Ortaya çıkan problemin boyutu ne olursa olsun asla fiziksel şiddete başvurulmamalıdır. j) Dini gün ve geceler ile evlilik ve doğum yıldönümleri gibi özel zaman dilimlerinde eşler birbirleriyle hediyeleşebilmelidirler. Sonuç olarak eşlerin birbirlerine karşı zaman zaman k) Eşler, ev içerisinde bazen televizyonsuz günler geçirip karşılıklı sohbetlere ağırlık vermelidirler. Gündelik yaşam içerisinde eve giren eş güler yüzle selamlaşmalı; diğeri de eşini güler yüzle karşılamalıdır. Böylelikle eşler, sıcak bir iletişime girmelidirler. l) Özellikle aile içerisinde ortaya çıkan yaşamsal öneme sahip konuları, geciktirmeden uygun bir zaman ve zemin bularak karşılıklı konuşmak gerekmektedir. SAYI: 261 • EYLÜL 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 47 Kur’an neden bir rahmet kaynağıdır? BİR AYET BİR YORUM “Kur’an müminler için gerçekten bir hidayet rehberi ve rahmettir.” (Neml, 27/77.) Prof. Dr. İbrahim Hilmi Karslı Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi ihkarsli@diyanet.gov.tr Kur’an’ı bir rahmet kaynağı olarak kabul eder ve ona M üslümanlar böyle inanırlar. Zaten Kur’an da kendisini böyle nitelendirmiyor mu? Rahmet sıfatının onun temel bir karakteri olduğu da söylenebilir. Çünkü bu sıfat, birçok defa Kur’an’la ilgili olarak kullanılmaktadır. Bu durum, onun bir rahmet kaynağı oluşunun üzerinde iyice düşünmemiz gerektiğini de bizlere hatırlatmaktadır. Bu yazıda konunun sadece bazı yönlerine işaret edeceğiz: Günümüz insanı, şiddet, hoşgörüsüzlük, uyuşturucu, depresyon, aile yapısının çözülmesi vb. çeşitli problemler yaşamaktadır. Suç oranları gittikçe artmaktadır. Bütün bunlar, insanlığın geleceği konusundaki endişeleri gittikçe artırmaktadır. Yaşanan bu sosyal problemler ve Kur’an’ın getirdiği prensipler birlikte düşünüldüğünde, Kur’an vahyinin insanın saadeti açısından ne denli isabetli teklifler içerdiği daha iyi anlaşılacaktır. Mesela ruhsal bunalım ve depresyonun, çağımızın önemli hastalıklarından biri olduğu ve önümüzdeki yıllarda kalp hastalığından sonra en tehlikeli ikinci hastalık olacağı belirtilmektedir. Ülkemizde antidepresan ilaç kullanımının gittikçe arttığı araştırmalar tarafından ortaya konmaktadır. Depresyonun birçok sebebinden bahsetmek mümkündür. Ancak her hâlde en önemlisi, günümüz insanının manevi, varoluşsal bir boşluk içerisinde bulunmasıdır. Hayatın amacı, maddi zevkleri yaşamaya ve hazcılığa indirgenmiş; dolayısıyla anlamını kaybetmiştir. Bu dünyada bulunuş amaçları konusunda insanlara tatmin edici bir bilgi ve bilinç verilmemektedir. Oysa insanın en önemli özelliği, maddi ihtiyaçlarının ötesinde hayatına yüklediği anlam, inandığı varoluşsal ülkü ve amaçlardır. Nitekim insanın, her an bir anlam boşluğuna düşebileceği Allah Teala tarafından bilindiği için, yaratılışın bir amaç ve hikmetinin olduğu Kur’an’da sık sık tekrarlanır. Şu ayet bunlardan biridir: “Sizi boşuna yarattığımızı ve bize tekrar döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?” (Mü’minun, 23/115.) Bu soruyla insanı uyaran Kur’an, başka ayetlerde de onun Allah’a ait olduğu, O’na kulluk için yaratıldığı ve nihayetinde O’na varacağını beyan eder. (Bakara, 2/156; Zâriyat, 51/56.) Yine Kur’an, ölüm ve hayatın gayesinin en güzel ameller üretmek olduğunu bildirir. (Mülk, 67/2.) Böylece insanın zihnini kemiren “Ben kimim?” “Niçin Getirdiği dünya görüşü ile Kur’an, mutsuzluk sebeplerinden birisi olan başıboşluk ve gayesizlikten insanı kurtarır; kimlik krizine düşmesini önler. Ruhunu tatmin edip sonsuz kurtuluşa ermesini sağlayacak ulvi bir davaya bağlanmasını insana emreder. 48 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2012 • SAYI: 261 Kur’an, getirdiği dünya görüşü ile insan fıtratındaki bağlanma ve sığınma duygularını tatmin etmektedir. Zaten İslam, kendi isminden de anlaşılacağı üzere, bağlılarına Allah’a teslim olmayı emreder. yaşıyorum?” “Nereye yönelmeliyim?” sorularına cevap vererek ona hedef ve istikameti tayin eder. Yine insan bu şekilde bir taraftan hayır faaliyetleri konusunda muazzam bir motivasyon kazanır. Diğer taraftan da zorluk ve sıkıntıların üstesinden gelmede cesaret ve direnç sahibi olur. Getirdiği dünya görüşü ile Kur’an, mutsuzluk sebeplerinden birisi olan başıboşluk ve gayesizlikten insanı kurtarır; kimlik krizine düşmesini önler. Ruhunu tatmin edip sonsuz kurtuluşa ermesini sağlayacak ulvi bir davaya bağlanmasını insana emreder. İnsanlar benimsedikleri ilahî değerler sayesinde bir kimlik kazanır; mutlu ve huzurlu olurlar. Çünkü kimlik kargaşası yaşayan insanlar kendini güvende hissetmezken, kimlik ve davasını özümsemiş insanlar kendilerini rahat ve huzurlu hissederler. (Nevzat Tarhan, Toplum Psikolojisi, Eylül 2011, 42.) Nasıl ki insan için evi bir huzur ve sükûn kaynağı ise (Nahl, 16/80.), aynı şekilde benimsediği dinî değer ve dünya görüşü de böyle bir rol oynar; kişi onunla yaşadığı müddetçe kendini güvende hisseder. Diğer taraftan Kur’an, insanın önüne sonsuzluğa açılan bir kapı aralıyor. Böylece onu dünyaya hapsolmaktan kurtarıyor ve onu rahatlatıyor. Aslında insan dünyaya eğilimli bir varlıktır; ancak diğer taraftan da sonsuzluklara bakan bir yönü vardır. Nitekim Hz. İbrahim tarafından bu dile getirilir. (En’am, 6/76.) İşte Kur’an insandaki bu duyguyu tatmin etmeye yönelik şöyle cevap verir: “Yeryüzünde bulunan her canlı yok olacak. Ancak azamet ve ikram sahibi Rabbinin zatı baki kalacak.” (Rahman, 55/26-27.) “Sizin yanınızdaki tükenir, Allah’ın yanındaki ise bakidir.” (Nahl, 16/96.) İnsanın ruhsal gerilim ve bunalıma düşmesinin sebeplerinden birisi de, karşılaştığı musibetleri anlamlandıramamasıdır. Oysa Kur’an küçük büyük her olaya bir anlam yüklüyor; böylece hayatı anlamlandırmamızı sağlıyor. Bu da, insana rahatlatıcı bir çıkış yolu oluşturuyor. Mesela bazı olayları anlamaktan aciz kalınca onu Allah’a havale ediyor, “Bir hikmeti vardır” diyoruz. Veya bizi sarsan bir durumla karşılaştığımızda “Şer gördüğümüzde, Allah Teala bir hayır takdir etmiş olabilir.” diyoruz yahut da bir imtihana tabi tutulmuş olabileceğimizi düşünüyoruz. Böylece musibet ve felaketler karşısında kafamız, kalbimiz allak bullak olmuyor; yılgınlığa kapılmıyoruz. Kısaca her durumda Kur’an imdadımıza yetişiyor ve bir çıkış yolu olduğunu bizlere gösteriyor. Yine insan tabiatında bağlanma ve adanma duyguları vardır. İnsan bunları doğru bir şekilde karşıladığı zaman mutlu olur. Aksi takdirde de kendini boşlukta hisseder. Bir işe yaramadığı hissine kapılır, kendine yabancılaşır. İşte Kur’an, getirdiği dünya görüşü ile insan fıtratındaki bağlanma ve sığınma duygularını tatmin etmektedir. Zaten İslam, kendi isminden de anlaşılacağı üzere, bağlılarına Allah’a teslim olmayı emreder. Yine bu teslimiyetin, dünya ve ahirette gerçek kurtuluşa götüreceğini şu şekilde ifade eder: “Kim etrafına hep iyi davranarak yüzünü ve özünü Allah'a teslim ederse o kimse, en sağlam tutamağa sarılmıştır.” (Lokman, 31/22.) Bu anlamda Kur’an, âdeta semadan yeryüzüne sarkıtılmış ilahî bir ip (hablullah)tir. İnsan ona sımsıkı sarıldığında, hayatın hengâmesi içerisinde düşüp kaybolmaktan, manevi bir yok oluşa sürüklenmekten kendisini kurtarır. İnsanı ayakta tutan, ona yaşama şevkini veren ümitleridir. Ümidini kaybeden insan hayata tutunma cesaretini de kaybeder. Allah Teala’ya inanma, insana verilebilecek en büyük müjdedir. Zaten Kur’an’ın bir özelliği de müjde oluşudur. (Nahl, 16/89.) Yüce Yaratıcı’ya bağlı bir kimse, hayatın silleleri karşısında hiçbir zaman yaşama azmini kaybetmez. Çünkü Kur’an her sayfasında ümit ışıkları ile insanın önünü aydınlatır, ona güven ve cesaret verir. O bakımdan çaresiz sineler ona yöneldiklerinde ümitle dolarak geri dönerler. Onlar, görünürde kaybetseler de sonsuz bir mükâfata erme ümidini hiç yitirmezler. (Hicr, 15/55-56.) SAYI: 261 • EYLÜL 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 49 BİR HADİS BİR YORUM Prof. Dr. İsmail Hakkı Ünal Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi İlim kendin bilmektir Ebu Hüreyre (r.a.)’den rivayet edildiğine göre, Allah Rasulü (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Allah'ım, bana öğrettiklerinle beni faydalandır. Faydalanacağım şeyi bana öğret ve ilmimi artır!” (Tirmizi, Deavat, 129.) diğer varlıklardan ayıran temel özelliklerden birisi de, bilgi İ nsanı elde etme ve ona göre kendini geliştirme ve hayatını tanzim etme kabiliyetidir. Bilmek ve öğrenmek aklın birer işlevidir. İnsanın aklını kullanmasına ve düşünmesine çok önem veren Cenab-ı Hak, bilenlerle bilmeyenlerin bir olmayacağını açıkça ifade etmiş, (Zümer, 39/9.) Allah’a karşı en derin saygıyı (huşu) ancak âlimlerin gösterebileceğini bildirmiştir. (Fatır, 35/28.) “Bilmiyorsanız bilenlere sorun.” (Nahl, 16/43.) buyurarak, işin ehline danışmayı tavsiye etmiştir. Bilgi, doğruya ve gerçeğe ulaşmanın en önemli aracıdır. Onun için Yüce Allah, “Bilgin olmayan şeyin ardına düşme. Kulak, göz ve kalp hepsi bundan sorumludur.” (İsra, 17/36.) buyurmuş, iman edenleri, Rablerinden gelen gerçeği bilenler olarak nitelendirmiştir. (Bakara, 2/26.) İlim, insanın, başta kendisi olmak üzere bütün varlık âlemi hakkında elde ettiği bilgilerin sistemli hâle gelmiş biçimidir. Bu bilgilerin kaynağı akıl, beş duyu ve vahiydir. Önce beş duyumuzla elde ettiğimiz kendimize ve dış dünyaya ait temel bilgileri aklımızla kavrayıp değerlendirerek daha ileri bir aşamaya ulaşırız. Varlık üzerinde düşünüp mukayese, muhakeme ve sorgulama yaparak birtakım çıkarımlarda bulunuruz. Bilgi birikimi, tecrübe ve İnsana deneme yanılma yoluyla yeni şeyler keşfederiz. İnsanlık faydalı ilim, kişinin tarihi boyunca elde edilen bilgi birikimi genelde bu şekilkendisini, varlık sebebini, de oluşmuştur. Bu, kesbî, yani kazanılan ve öğrenilen yaratılış gayesini anlamaya ve bilgidir. Bir de Cenab-ı Hakk’ın, elçileri yoluyla bildirnihayet Rabbini tanımaya götüren diği, kendi varlığı ve gayp âlemindeki mevcudatla ilgili ilimdir. Bunu sağlayacak ilim aynı bilgiler vardır ki “haber-i sadık” dediğimiz bu bilgilerin kaynağı ilahî olduğu için bunda kendi kesbimiz söz zamanda insanın beden ve ruh konusu değildir. Burada devreye giren imandır. Allah’a sağlığına, çevresine, toplumuna, ve elçilerine inanan, onların bildirdiklerine de inanır. doğaya ve bütün varlıklara Bu yolla gelen bilgileri sınama ve test etme imkânımız yarar sağlayan ilimdir. yoktur. Mümine düşen, bu ilahî bilginin doğruluğuna inanmak, anlamaya ve hikmetini kavramaya çalışmaktır. 50 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2012 • SAYI: 261 Kaynağından hareketle, Allah’ın elçileri vasıtasıyla haber verdiği, onların da teorik ve pratik olarak açıklayıp öğrettikleri bilgiler üzerine yoğunlaşan ilimlere dinî ilimler; insanın, akıl, beş duyu ve tecrübeyle elde ettiği bilgilerden oluşan ilimlere de gayridinî ya da dünyevi ilimler denmesi bir gelenek hâlini almıştır. Bu durumda, pozitif bilimler olarak tanımlanan gözlem ve deneye dayalı doğal ve sosyal/ beşerî bilimler dünyevi; geleneğimizde Tefsir, Hadis, Fıkıh, Kelam, Tasavvuf gibi isimlerle anılan ilimler de dinî ya da İslami İlimler olarak tanımlanmaktadır. Kaynak, alan ve yöntem açısından böyle bir ayrım doğru gibi görünse de, dine ve dünyaya ait olan gibi düalist bir bakış açısına ve yanlış çağrışımlara yol açtığı için, bir mümin açısından böyle bir tasnif çok sağlıklı görünmemektedir. Çünkü bir mümin için, elçileri vasıtasıyla Allah’ın bildirdikleriyle, O’nun yarattığı varlık âlemini inceleyen bilimler arasında bir mahiyet farkı yoktur. Çünkü her şey Allah’ındır ve yarattıkları üzerinde düşünüp taşınmak, araştırma yaparak varlık ve kudretinin belgelerine ulaşmak da O'nun bir emridir. Bu yüzden mümin, iman konusu olan alanla, gözlem ve deney konusu alan arasında bir ayrım yapmaz. Zira gözlem ve deney konusu alan yaratıcının mülküdür. Bu mülkte olanı biteni anlamaya çalışan insan sadece amacıyla farklılaşabilir. Örneğin, varlık âlemini mücerret bir araştırma objesi olarak görüp onu vücuda getireni fark etmeyen veya yok sayan bilim insanı, sadece öğrendiklerinin ve keşfettiklerinin heyecanıyla yetinerek resmin tamamını görmemiş olur. Resmin bir bütün olduğunu bilen mümin ise Kur’an ayetleriyle kevnî ayetler arasında bir fark görmez. İnsanı, toplumu, doğayı ve evreni inceleyen bütün bilimlerin, bunları yaratanı anmaya ve anlamaya götüren araçlar olarak son derece önemli ve gerekli olduğuna inanır. “Dünyevi ilimleri bırakıp, biz dinî olanlara bakalım” gibi bir yanlışın içine düşmez. Çünkü doğru bakış açısıyla, dinî ve dünyevi olarak ayrılan ilimlerin kendisini aynı kapıya götürdüğünü görür. Burada yorumlamaya çalıştığımız hadis, her alanda olduğu gibi ilim öğrenmede de niyet ve amacın ne kadar önemli olduğunu ortaya koymaktadır. Sevgili Peygamberimiz, bu duasıyla Allah’tan faydalanabileceği ilim talep etmekte ve ilmini artırmasını istemektedir. Zaten Kur’an’da da ona, “Rabbim ilmimi artır” duası emredilmektedir. (Taha, 20/114.) Başka bir duasında da “faydasız ilimden Allah’a sığınmakta” (Nesai, İstiaze, 21.), arkasında istifade edilecek bir ilim bırakan kimsenin sevap hanesinin öldükten sonra da açık kalacağını bildirmektedir. Müslümanın, öğrendiklerini diğer Müslüman kardeşine öğretmesinin en faziletli sadaka olduğunu bildirerek, ilmin yayılmasını teşvik etmektedir. (İbn Mace, Mukaddime, 20.) İnsana faydalı ilim, kişinin kendisini, varlık sebebini, yaratılış gayesini anlamaya ve nihayet Rabbini tanımaya götüren ilimdir. Bunu sağlayacak ilim aynı zamanda insanın beden ve ruh sağlığına, çevresine, toplumuna, doğaya ve bütün varlıklara yarar sağlayan ilimdir. Bu ilmin şu veya bu isimle anılmasının, şöyle veya böyle taksim edilmesinin bir önemi yoktur. Önemli olan, hangi alanı seçerse seçsin, ilim talibinin neyi amaçladığı, kendisi ve insanlık için hangi idealleri benimsediğidir. Elde ettiği bilgiyle insanlık âlemine hangi olumlu katkıları sağladığıdır. Öğrendiği doğruları ne kadar özümsediğidir. Zira başkalarına iyiliği telkin edip de kendilerini unutanları Cenab-ı Hak uyarmaktadır. (Bakara, 2/44.) Allah Rasulü, ilmi sadece dünyalık elde etmek veya başkalarına övünmek için tahsil edip onun değerini düşürenleri kınamaktadır. (Ebu Davud, İlim, 12; İbn Mace, Mukaddime, 23.) Başkasına öğüt verip de kendisini unutanlar, “etrafını aydınlattığı halde kendisini yakıp bitiren kandile” benzetilmiştir. (İbn Ebi Şeybe, Musannaf, 7/182.) Sözün özü, koca Yunus’un dediği gibi, “İlim, ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir / Sen kendini bilmezsin ya nice okumaktır.” “Okumaktan mana ne, kişi Hakk’ı bilmektir / Çün okudun bilmezsin, ha bir kuru emektir.” dizelerinde dile getirdiği gibi, ilim önce kişinin kendisini, sonra Hakk’ı yani Rabbini bilmesidir. Onun için, “kendini bilen/tanıyan Rabbini de bilir/tanır.” denilmiştir. Kendini ve Rabbini tanımadan ilim iddiasında bulunan kişinin, Cenab-ı Hakk’ın tavsifiyle, kitap yüklü merkep (Cum’a, 62/5.) durumuna düşmesi kaçınılmazdır. SAYI: 261 • EYLÜL 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 51 D in görevlisinin hatıra defterinden Aydanur İmat Amasya İl Müftülüğü Hacı Tevfik Efendi Kız Kur’an Kursu Öğreticisi aydanur_66@hotmail.com Hac ve değişim İlk olarak göreve başladığım Kur’an kursunda eğitim ve öğretimle ilgili heyecanım yıllar sonra bile hiç eksilmemiş, her gün artmıştır. Şartlar bazen zor, bazen kolay olsa da Kur’an kursu öğreticiliği sorumluluk isteyen çok önemli bir görevdir. Her yıl yeni öğrencilerle her şeyi paylaşmak, ailelerdeki değişim ve gelişimi harekete geçirmek, dolayısıyla toplumun dinî anlayışına ve yaşayışına katkıda bulunmak bizim için önemli bir vazifedir. Benim için hac görevi hayatımın dönüm noktası olmuştur. İlk olarak 2009 yılında hacca gitmek nasip oldu. Her şey yeni ve ilk olduğu için doyumsuz bir ziyaret yapmıştım. Geçtiğimiz yıl Rabbim yine nasip etti. Başkanlığımızın yeni uygulaması sonucu hac kafilesinde görevlendirildim. Bu sefer diğerinden daha farklı olarak hacılarla aynı odayı paylaşmak ve özellikle bayanlarla birebir sıcak ilişkiler kurarak bu görevi ifa etmeye çalışmak da daha hoş ve farklı bir duygu idi. Onlarla yaptığımız sohbetler neticesinde herkesin kendi içerisinde ilginç ve renkli hayat tarzlarına sahip olduklarını öğrenmek beni oldukça şaşırttı. Sonuçta onların bu kutsal mekânda olmalarının altında yatan farklı bir özelliklerinin olduğunu ve bunu araştırıp bulmam gerektiğini düşündüm. Medine’de ilk Mescid-i Nebi ziyaretini unutamam. Sayılı günler çabuk geçti ve Medine’den ayrıldık. “Mekke’deyiz. Umremizi yaparak otelimize yerleştik. Sabah namazından sonra hacı adayları kendi odalarında dinlenmeye çekildiler. Erken kalkarak bayanların kaldıkları odaları tespit edip tek tek ziyaret ettim. Herhangi bir ihtiyaçları olup olmadığını öğrenmek, onlarla birlikte olup neler hissettiklerini paylaşmak istedim. 52 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2012 • SAYI: 261 Ziyaret sırasında bir odada problem olduğu söylendi. Otelin yeni kullanıma açılmış olması nedeniyle inşaat kalıntılarından dolayı kirli olduğu, lavaboların ve banyoların temizlenmemiş olduğu; Medine’deki otellere göre zayıf kaldığı söylendi. Emekli öğretmen olduğunu sonradan öğrendiğim bir hacı adayımız, diğerlerinin şaşkın bakışları arasında oldukça gergin bir şekilde konuşarak, kurumla ilgili eleştirilerde bulundu. Gerilen ortamı rahatlatmam gerekiyordu. Sözünü kesmeden onu dinledim. “Allah’ın sana verdiği değeri öğrenmek istersen, ne ile meşgul olduğuna bak!” Kendisine sakin olmasını, nerede bulunduğunun bilincinde olmasını, zamanının kıymetini bilmesini, bu beldelere gelmek için gözyaşları içinde sıra bekleyen milyonlarca insanın şu anda onun yerinde olmak için neler verebileceklerini bir düşünmesini söyledim. Otelden dışarı çıkmasını, insanların arasına girerek Mekke’nin havasını teneffüs etmesini, Beytullah’ı hayranlıkla izleyerek, cennetini kaybetmiş Âdem misali tavaf etmesini, gözyaşları içinde yediden yetmişe dua eden, af dileyen milyonları izlemesini, hâlâ problemler olursa kendisine bizzat yardım edebileceğimi ifade ederek yanından ayrıldım. Aradan geçen iki gün içerisinde kendilerinden hiç ses çıkmamış, oda ile ilgili problemden dolayı da benden yardım talebinde bulunmamışlardı. Merak edip kendilerini ziyaret etmek istedim fakat yandaki odadan onların tavafta olduklarını öğrendim. Birkaç gün sonra tekrar oda ziyareti sırasında karşılaştık. Bir ihtiyaçları olup olmadığını, geçen sürede neler yaşadıklarını öğrenmek ve birazda sohbet etmek için uğradığımda, konuşmalarından ilgilerinin Kâbe’ye yöneldiğini, nasıl daha fazla ibadet edebiliriz telaşının hâkim olduğunu, otel ile ilgili ise, dikkate değer konuşacak bir şeyin olmadığını düşündüklerini gördüm. Odanın havası değişmiş, şikâyet etmek yerine hizmet yarışı içinde olan, bambaşka insanlar gelmişti. En ilgi çekici olanı emekli öğretmen olan bu kardeşim tavaftan artakalan zamanında, kendi imkânları ile arayıp bulduğu kırtasiyeden satın aldığı, Kur’an Okumaya Giriş kitabından, odasında bulunanlara Kur’an öğretimine başlamış, otelde hasta olanların tedavileriyle ilgilenip onları sağlık ocağına götürmüş, tavafa gitmek isteyenleri, kendisine öğrettiğimiz gibi, müsait zamanlarında tavafa götürmeye başlamıştı. Dahası tavaf sırasında karşılaştığı bir zencinin kendisine nasıl yardım ettiğini, tavaftan sonra İran'lı bir kardeşimizle birbirlerine sarılarak gözyaşları içinde okudukları salavatı şerifeleri ve bu arada hissettiği o tadına doyulmaz İslam kardeşliğini yine gözyaşlarına boğularak anlatıyordu. Zamanın nasıl geçtiğini bile anlayamamıştık. Bu faaliyetleri onlardan dinlemek beni son derece mutlu etmişti. İçimden kim bilir belki de Hz. İbrahim’in duasından sende nasibini aldın diye geçirdim. Kendilerine teşekkür ederek odadan ayrıldım. İç dünyamızda fırtınalar koparan, bize mahşeri yaşatan bu ibadetin akıtmadığı gözyaşı, yumuşatmadığı kalp yoktur. Hac ve Umre, Müslümanın hayatında ömürde bir kere de olsa en büyük değişimin yaşandığı dönemlerdir. Ne mutlu ibadet şuuruna ererek affedilenlere… Rabbimden tekrar nasip etmesini niyaz eder, hacı olan kardeşlerimizi tebrik ederim. SAYI: 261 • EYLÜL 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 53 KÜLTÜR - SANAT - EDEBİYAT Prof. Dr. Hüseyin Yılmaz Cumhuriyet Üniv. İlahiyat Fak. hyilmaz@cumhuriyet.edu.tr Kubbenin altında kadınlara yer açmak Hz. Peygamber, camide kadınların rahat edebilmeleri için bazı tedbirler almıştır. Öncelikle camiye rahat girip çıkmaları için gerekli kolaylığın sağlanmasını istemiştir. Daha sonra bu isteği yerine getiren Hz. Ömer, kapılardan birini kadınlara tahsis etmiştir. İslam toplumlarında camiler, her yaş ve seviyeden insanları bir araya getiren, onları Allah’a kulluk bilinci ile kaynaştıran, ibadetlerin usulüne uygun olarak yerine getirilmesini ve dinî bilgilerin öğrenilmesini sağlayan bir kurumdur. Kurulduğu dönemden itibaren bünyesinde dinî, idari, sosyal, kültürel ve eğitsel nitelikli pek çok hizmetin yürütülmesine zemin teşkil eden camiler, tarih boyunca İslam medeniyetinin oluşup gelişmesinde önemli rol oynamıştır. alan hutbesini dinleyen bir kadın, oturduğu yerden Nisa suresinin 20. ayetini okuyarak Hz. Ömer’e itiraz etmiştir. Bu itirazdan sonra Hz. Ömer görüşünde yanıldığını söyleyerek kadını haklı bulmuştur. Bilindiği gibi, Hz. Peygamber döneminde genç-yaşlı, kadın-erkek bütün Müslümanlar camiye gidiyordu. Erkekler gibi kadınlar da Mescid-i Nebevi’de kılınan vakit, cuma ve bayram namazlarına katılıyor, orada sunulan eğitim etkinliklerinden yararlanıyorlardı. “Kadınlarınızı mescitlerden alıkoymayınız.” (Buhari, Nikâh 116.) buyuran Hz. Peygamber, bu konuda yasaklama eğiliminde olan erkekleri uyarmıştır. Hz. Peygamber döneminde kadınlarla erkekler camide karma değil, ayrı ayrı yerlerde oturuyorlardı. Caminin ibadet edilen kısmının (harim) geri tarafında kadınlara özel bir bölüm ayrılmıştı. Ancak Mescid-i Nebevi’nin kadınlar kısmının günümüzdeki bazı camilerde olduğu gibi, erkeklerin namaz kıldıkları yerden duvar ya da perdeyle ayrıldığı konusunda herhangi bir rivayete rastlanılmamıştır. Dolayısıyla kadınların, kendilerine ayrılan ancak arada herhangi bir engel bulunmayan bölümde namaz kıldıkları, hutbe, vaaz ve sohbetleri rahatlıkla dinleyip eğitim öğretim etkinliklerine katıldıkları anlaşılmaktadır. Kadınların camiyle yakın ilişkisi, dört halife döneminde de devam etmiştir. Hz. Ömer ile bir kadın arasında yaşanan ve asırlardır dilden dile anlatılan meşhur diyalogdan da bunu anlamak mümkündür. Rivayete göre Hz. Ömer’in evlenilecek kadına verilecek mihrin miktarını konu Hz. Peygamber, camide kadınların rahat edebilmeleri için bazı tedbirler almıştır. Öncelikle camiye rahat girip çıkmaları için gerekli kolaylığın sağlanmasını istemiştir. Daha sonra bu isteği yerine getiren Hz. Ömer, kapılardan birini kadınlara tahsis etmiştir. 54 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2012 • SAYI: 261 Kılınması sünnet olan teravih namazlarında cemaate katılmayı gelenek hâline getiren kadınların dinen daha bağlayıcı bir hüküm içeren cuma, bayram ve vakit namazlarına gitmemeleri önemli bir eksikliktir. Kadınlar camide ibadet yanında eğitim etkinliklerine de katılırlardı. O dönemde eğitim daha çok Hz. Peygamber’in sunduğu dinî sohbetler şeklinde gerçekleşiyordu. Bu sohbetlerde kadınlar sadece dinleyici konumunda değillerdi; bazen soru sorarak, iyice anlayamadıkları konunun açıklığa kavuşturulmasını istiyor ve böylece cami eğitimine aktif olarak katılıyorlardı. Bu gayretlerin sonucu olarak, o dönemde dini çok iyi bilen, erkeklerin hata ve yanlışlıklarını çekinmeden eleştirebilen, kendilerine danışılıp istişare edilen ve insanlara yol gösteren kadın bilginler yetişmiştir. Fotoğraf: Burhan Çimen Hz. Peygamber ve dört halife dönemindeki gelenek zaman içerisinde değişime uğramış ve Emevilerden sonra kadınların sosyal, siyasal, ekonomik ve dinî hayattaki yeri tekrar sorun hâline gelmiştir. Kadınların camiye gitmelerini hoş karşılamayan anlayış, SAYI: 261 • EYLÜL 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 55 bazı rivayetlerle temellendirilmeye çalışılmıştır. Rivayetlerden birine göre; bazı kadınların giyim kuşamını ve camiye giriş çıkış sırasındaki tavırlarını yadırgayan Hz. Ayşe; “Eğer Allah Rasulü kadınların kendisinden sonra mescitlerde neler ihdas edeceklerini bilseydi, İsrailoğulları gibi, o da onların mescitlere girmelerini yasaklardı.” (Buhari, Ezan, 163.) şeklinde bir serzenişte bulunmuştur. Konuyla ilgili başka bir rivayet de Ümmü Humeyd adındaki kadın sahabiden nakledilmektedir. Ümmü Humeyd Hz. Peygamber’e; “Ey Allah’ın Rasulü, kocalarımız sizinle beraber namaz kılmamıza engel oluyorlar. Oysa biz sizinle namaz kılmayı çok istiyoruz.” (Buhari, Ezan, 163.) diye şikâyette bulununca Hz. Peygamber, Ümmü Humeyd’e namazları evinde kılmasını tavsiye etmiştir. Camiye gitmek isteyen kadınlara izin verilmesini isteyen Hz. Peygamber’in yukarıdaki rivayette Ümmü Humeyd’e evde ibadet etmeyi tavsiye etmesi bir çelişki değildir. Hz. Peygamber, kendisine gelerek kocasını şikâyet eden kadının aile içerisindeki konumunu dikkate alarak ve ailede huzursuzluk çıkabileceği ihtimalini göz önünde bulundurarak böylesi bir tavsiyede bulunmuş olabilir. Rivayetler tarafsız bir bakış açısıyla değerlendirildiğinde kadınların camiden uzak durmalarını gerektirecek herhangi bir hüküm bulunmadığı hâlde, bazı bilginler, “fitneye neden olacağı” gerekçesiyle kadınların camiye gitmelerini mekruh olarak değerlendirip hoş karşılamamışlardır. Ülkemizde cuma, bayram ve vakit namazlarını camide kılmayan kadınların ramazan ayında teravih namazı için camiye gittikleri görülmektedir. Onların bu kararlarında dinden ziyade geleneğin etkili olduğu söylenebilir. Kılınması sünnet olan teravih namazlarında cemaate katılmayı gelenek hâline getiren kadınların dinen daha bağlayıcı bir hüküm içeren cuma, bayram ve vakit namazlarına gitmemeleri önemli bir eksikliktir. Kur’an’da ve Hz. Peygamber’in uygulamalarında kadınların camiye gelmelerini engellemeye 56 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2012 • SAYI: 261 yönelik herhangi bir hüküm bulunmadığına göre, onların camiden ve cemaatten uzak durmalarına dinî hükümler dayanak gösterilemez. Kaldı ki kadınları camiden uzak tutmak, kadın erkek herkesi muhatap alan Kur’an’ın ve sünnetin ruhuna da aykırıdır. Öyleyse, “Kadınlarınızı mescitlerden men etmeyiniz.” (Buhari, Nikâh, 116.) buyuran Hz. Peygamber ve O’nu takip eden raşit halifeler dönemindeki kadınların cemaate katılma geleneğini tekrar canlandırmak, Müslüman toplumun faydasına olacaktır. Günümüzde kadınların camiye devam etmelerini özendirmek amacıyla şunlar önerilebilir: 1. Dinin cinsiyet farklılığına dayalı özellikleri kabul ettiği, ancak cinsiyet ayrımcılığını reddettiği Müslüman topluma anlatılmalıdır. Özellikle bazı kaynaklarda yer alan kadın aleyhtarı rivayetler yeniden değerlendirilmeli ve bu rivayetlerin uydurma olanları belirtilmelidir. 2. Kadınların camilerde rahatlıkla bulunabilmelerini kolaylaştıracak bazı fiziki düzenlemeler yapılmalıdır. Camilerin üst veya alt katları kadınlara tahsis edilip, onlar için camiye giriş çıkış kolaylığı sağlamak üzere ayrı kapılar açılmalıdır. Yeni cami projelerinde kadın cemaat de göz önünde bulundurulmalı, onlara has lavabolar, abdesthaneler, sosyal ve kültürel amaçlı mekânlar oluşturulmalıdır. 3. Merkezi ve büyük camilerde kadınlara yönelik hizmet veren kadın din hizmetleri uzmanı bulundurulmalıdır. İlgili din hizmetleri uzmanına cami bünyesinde bir büro tahsis edilebilir. Bu büroda kitaplık, bilgisayar, internet ve telefon gibi iletişim imkânlarına yer verilmelidir. Söz konusu uzman, kendisine gelen kadınların dinî sorularını cevaplayarak onlara rehberlik ve danışmanlık hizmeti sunabilir ve haftanın belli günlerinde camide vaaz ve sohbet programları düzenleyebilir. 4. Kadın vaiz kadrosunun bulunmadığı ilçe ve köylere gezici kadın vaizlerin görevlendirilip camilerde düzenlenecek vaaz ve sohbet programlarıyla eğitim imkânından yoksun kadınların yaygın din eğitimi hizmeti almaları sağlanmalıdır. KÜLTÜR - SANAT - EDEBİYAT Abdulbaki İşcan Umuda yürümek İnsanın birçok arayışına cevap olan Safa ile Merve arasında, bazen telaşlı ve bir o kadar da hüzünlü bir şekilde yürüyenlerin, coşku ile akan bir suyun akışına benzeyen yakarmalara karışarak, hep birlikte dile getirilen duygularla, Yaradan’ın merhametine doğru yol aldığını hissedersiniz. ‘Kim duyar sesimi ya Rab!’ dedi İbrahim, Rabbinin ‘İnsanları hacca çağır.’ (Hac, 22/27.) emrine karşılık olarak, ‘Bu ıssız ve çorak vadide sesimi kim duyar ki.’ Sonra Rabbi ona şöyle hitap etti: ‘Ey İbrahim, seslenmek sana ait. Duyurmak ise bana ait.’ (İbn Ebi Şeybe, Musannef, c. 11, s. 518.) Âlemlere rahmet ve hidayet kaynağı olarak kurulan ilk ev (Âl-i İmran, 3/96.) olan Kâbe’ye Hz. İbrahim’in bu çağrıyı yapabilmesi için, anlatmanın fazlaca mümkün olmadığı bir yolculuğu gerçekleştirmesi gerekecekti, eşi Hacer ve oğlu İsmail’le birlikte… … Issız çölün ortasında, Sekîne (Allah’tan gelen yar- dım, Rabbin hükmü karşısında kalbin itminana kavuşması, insana benzer sureti bulunan bir çeşit rüzgâr. TDV, İ.A. Cilt 36, S. 330.)’nin de ellerinden tuttuğu üç yolcu… Omuzlarında su ve yiyecek taşıyan kendini Allah’a adamış ve Allah’ın dost edindiği Hz. İbrahim… İçinde fırtınalar kopan, ama tamamıyla teslim olmuş, Yüce yaratıcının himayesine ve merhametine emanet edilmek üzere yola koyulmuş son peygamberin büyük anne- si Hz. Hacer… Ve iyi huylu, güzel ahlaklı bu kadıncağızın kucağında, babasının ciğer paresi Hz. İsmail… Hz. İsmail’in doğumuyla Hz. Sare’nin duyguları alt üst olmuştu. Hz. Hacer’i yakınında görmek bile artık ona ağır geliyordu. ‘Git’ dedi Hacer’e, kıskançlığın ağırlığıyla ‘Artık sen benimle aynı şehirde bulunmayacaksın.’ (Taberi, Tarih, c.1, s. 130.) Ve Sare’yi ikna edemeyen Hz. İbrahim, Hacer’le İsmail’i alarak yollara düştü. Issız bir araziden ibaret olan Mekke’ye ulaştıklarında ‘Geldik’ dedi Hz. İbrahim, ‘vatanınız artık burası.’ Ne kadar zaman yürüdüler ve yol aldılar bilinmese de en ufak bir hayat belirtisinin olmadığı bir yeri yurt edindikleri kesindi. Hz. İbrahim, Hz. Hacer ve Hz. İsmail’i, içi hurma dolu bir dağarcık ve su dolu kırba ile bir ağacın gölgesine bıraktı (Sahih-i Buhari, c. 4, s. 113.) ve geldiği yere doğru gitmek üzere yola koyuldu. ‘Ey İbrahim! Bizi bu ıssız vadide bırakıp da nereye gidiyorsun’ dedi Hacer. ‘Öyle bir vadi ki ne görüşülecek bir kimse var ne de bir SAYI: 261 • EYLÜL 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 57 şey.’ (Sahih-i Buhari, c. 4, s. 113.) İlerlemiş yaşında kendisine çocuk veren bir kadını, gözünün nuru çocuğuyla Allah’ın himayesine bırakan, ‘yumuşak huylu ve pek sabırlı’ (Tevbe, 9/114.) olan Hz. İbrahim’in yüreği yanıktı. ‘Allah’ın emri böyle’ dedi ve yoluna devam etti. Kavurucu çöl sıcağının ve ıssızlığın hüküm sürdüğü yerde küçük bir çocukla yalnız kalan, hepimizin annesi Hacer, aynı zamanda tevekkülün de annesiydi. ‘Öyle ise Allah bize yeter. O bizi zayi etmez, himayesiz bırakmaz.’ dedi. Kuş uçmaz, kervan geçmez bir yerde şehir kuran ve bir bakıma Kâbe’nin harcını yoğuran Hacer, kim bilir neler hissetti küçük İsmail’le yalnız başına kaldığında? Gece olunca üşüdü mü, korktu mu karanlık bastığında? Suyun ve yiyeceğin bittiği anda düşündükleri neydi, İsmail’in susuzluktan kuruyan dudakları nasıl kavurdu Hacer’in yüreğini? Ama Hacer, ümidin de annesiydi. Sonra yüksekçe bir yere, Safa tepesine çıktı. Vadiye baktı, sağı solu her tarafı süzdü gözleri. Boşluğa, sanki dünyanın her köşesindeki Fotoğraf: Mustafa Bektaşoğlu Ay kaç kere battı, güneş kaç kere gökyüzüne yükseldi bilinmese de Selem ve Semur denilen küçük dikenli ağaçların meskeni çalılık bu yerde suyun ve yiyeceğin olmadığı belliydi. Hacer’in dağarcığındaki hurma bitti, kırbasındaki su tükendi. Ve sütü kesildi Hacer’in. Ama hayat bulmak ve hayatı taşımak için Hacer, Allah’a ısmarlanmıştı. 58 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2012 • SAYI: 261 bütün ıssız boşluklara dağıldı Hacer’in bakışları... Onunla beraber su aradı canlı cansız ne varsa. Bir ses işitebilir miydi, ya da kendilerine yardım edebilecek bir insan görebilir miydi? Ama olmadı, ne bir ses işitti, ne de bir insan gördü.’ (Sahih-i Buhari, c. 4, s. 114.) Sonra diğerine, Merve tepesine yöneldi. İki tepe arasında vadiye geldiğinde İsmail’i görebilmek için hızını artırdı. Bir telaş, sonra bir üzüntü hali sardı Hacer’i. Kendisini ve çocuğunu susuz- luktan ve ölümden kurtarması için Allah’a yalvaran Hacer, su dedi koştu bir tepeden diğerine… Hacer deyince biraz düşünmeli. Kul olmanın, insan olmanın ve teslimiyetin ağırlığını hissetmeli. Yalnızlık, güneş kadar ağır, çöl kadar, susuzluk kadar ağırdı. Hacer’i düşünürken susuzluğun ikna edici gücü, çölün usandırıcı sıcaklığı bizi kendimize getirmez mi? Ya İsmail’in hıçkırıkları? Susup dinlerseniz, işitirsiniz yalvarmalara, yakarmalara karışan İsmail’in sesini. Bu ses bir çağrıdır aslında, Hz. İbrahim’in çağrısı gibi, Hacer’in yürümesi, koşturması gibi. Kendi çölümüzde çıktığımız ve her zaman bizi sarsan yolculukları aklımıza getirmemiz için bir çağrı. Ve susuzluk, İsmail’in dudaklarında bir inleme ki Hacer’i yakmadaydı. Her şeyin anlamının olduğu bu merkeze gelenlerin karşılaştığı ve sa’y yaparken farkına vardıkları görünmez büyük bir güç vardır aslında. Safa ile Merve’de karşılaşılan bu güç, kimi zaman Hacer’in omuzlarına bindirilen dağlar kadar ağır yük karşısında gösterdiği dayanma direnci, kimi zaman merhamet, kimi zaman da sabır ve tevekkül olarak gösterir kendini. Ve güçlü olursa kazanabileceğini biliyordu Hacer. Peygamber soyunun kutlu kadını Hacer’in yüreğinde kopan fırtına nasıl anlatılır ki? Safa ile Merve arasında biraz düşünmeli insan, ‘Allah bize yeter’ demişti Hacer, tevekkül içerisinde. ‘O bizi himayesiz bırakmaz.’ Bütün kâinat susuz kalmıştı sanki, susuzluğu Hacer ile birlikte bütün kainat hissetmişti. Bir damla su bulsa, İsmail’in dudaklarına sürüverecekti. Yedi kez gidip geldi Safa ile Merve arasında. En sonunda Merve tepesine çıktığında nihayet bir ses geldi Hacer’in kulaklarına. ‘Sus da dinle’ dedi’ (Sahih-i Buhari, c. SAYI: 261 • EYLÜL 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 59 4, s. 114.) kendi kendine. Sustu ve çöl rüzgârının fısıltıları ile birlikte vadiyi dinledi. Yorgun düşen Hacer’in bütün vücudu dikkat kesildi. ‘Allah’ım. İmdadıma yetiş’ dedi. ‘Eğer yetişmezsen ben de yanımdaki yavrum da helak olup gideceğiz.’ (Taberi, Tarih, c.1, s. 131.) Allah Hacer’in dileğini kabul etti ve bir su çıkardı su bulmanın imkânsız olduğu yerde. (Sahih-i Buhari, c. 4, s. 114.) Ümidini kaybetmeyen Hacer, sabrın ve kararlılığın da annesiydi. Safa ile Merve arasında Allah’ın emrini yerine getirmek için yürüyenler hissediyordur mutlaka Hacer’in çabasını… Hacer’in o zaman yaşadıklarını az çok tasavvur edenler anlayacaklardır bu duyguları, paylaşacaklardır muhtemelen. Kuaykıan Dağı’nın eteğinde bir tepe Merve ve tam karşısında Ebu Kubeys Dağı’nın altında Merve’den biraz daha yüksek Safa tepesi. (TDV İslam Ansiklopedisi, c. 35, s. 441.) Ab-ı hayata ulaşmak için bir arayışın başlangıç ve bitiş noktaları gibi… Beşerî olandan ilahî olana doğru koşmak, yürümek gibi… Cennetten çıkıp yine cennete akan bir nehir gibi… Sa’y esnasında Hz. İbrahim’i, Hz. Hacer’i ve Hz. İsmail’i aklınıza getirdiğinizde Allah’ın yüce dininin nişanelerinden olan Safa ile Merve (Bakara, 2/158.) arasına nasıl bir dünyanın sığdığını anlarsınız. Her insan dilediğince nasiplenir bu yürüyüşten. Bir gelip gitmedir çünkü insanın hikâyesi. Bu iki tepe arasında yaşanan hüzünle birlikte teslimiyet, merhametle birlikte umuttur. Kâbe’yi çevreleyen sütunlar arasından baktığınızda, Safa ile Merve’den fazla bir şey göremezsiniz aslında. Ama orada bir ana damarın bulunduğunu bilirsiniz. Âdeta kalp gibi yoğun ve hayati olduğunu fark ettirir size Safa ile Merve. İnsanın birçok arayışına cevap olan Safa ile Merve arasında, bazen telaşlı ve bir o kadar da hüzünlü bir şekilde yürüyenlerin, coşku ile akan bir suyun akışına benzeyen yakarmalara karışarak, hep birlikte dile getirilen duygularla, Yaradan’ın merhametine doğru yol aldığını hissedersiniz. Bazen de etrafta canlı cansız ne varsa hiçbir şeyi ve hiçbir kimseyi fark 60 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2012 • SAYI: 261 etmeyerek, âdeta asırlardır hayattaymış gibi, Hz. Hacer’le beraber, kimi zaman hızlı kimi zaman da yavaş adımlarla, kurumuş dudakları nemlendirecek, parça parça olmuş düşünce yanıklarını söndürecek bir damla rahmet beklendiğini fark edersiniz. Gökle yer arasıda ne varsa çölün ten rengine büründürdüğü bu yerde tahammülü zor sıcak altındaki İsmail’in susuzluk ateşiyle beraber, umudun sıcaklığı ve bir o kadar da huzuru ile kavrulur durur ne kadar hassas yürek varsa. Ara ara rüzgârların asırlar öncesinden getirdiği rahatlatıcı serinlik hissedilse de çoğu zaman Hz. İbrahim’in ayrılık hüznü, Hz. Hacer’in teslimiyeti ve şefkati yaşanır. Bazen Hz. İbrahim’in yanında bulursunuz kendinizi, yaşadığınız an ile geçmişin birbirine karıştığını zannedersiniz. Bazen de Hz. Peygamber döneminde olduğunuz duygusu ağır basar bedeninizde ve ruhunuzda. Onun gül kokusuyla, ayaklarına dolaşmasın diye toparladığı ihramıyla yakınınızda bir yerde sizinle beraber sa’y yaptığını düşünürsünüz. Geçmişin şimdiki zaman yapıldığı bu an önünüzdeki, arkanızdaki, sağınızdaki, solunuzdaki insanların âdeta Hacer kılığına bürünerek, zaman zaman gözyaşları eşliğinde, zaman zaman da derin bir sessizlik içerisinde yürüyüşlerine devam ettiklerini görürsünüz. O esnada anlarsınız ki içinde bulunduğunuz an, diriltici bir nefes gibidir ve dünyadaki bütün nimetlerden daha değerlidir; kıymeti bilinmek ve layıkıyla yaşanmak zorundadır. İşte o an tam da havayı soluma vaktidir… İster dünyanın dört bir tarafından gelen binlerce insanın arasında telaştan, yorgunluk ve susuzluktan bitap düşmüş bir şekilde teslimiyetin heyecanını soluyun. İster taşlarla, kayalarla çevrili çölde kurulan kutlu şehrin, kutlu mekânının kutlu misafirlerinin dua ve niyazlarını barındıran havayı soluyun. Nihayetinde Hz. İbrahim’den, Hz. Hacer’den, Hz. İsmail’den birer nefes çekersiniz ciğerlerinize de hayat bulursunuz… Zamandan arıtılmış zemzem yudumlarıyla birlikte… Ve umuda yürüyün Hz. Hacer’le beraber. Ö rnek hayatlar Hafız Abdullah Nazırlı Efendi Celal Sürgeç DİB Harput Eğitim Merkezi Müdürü Bütün ömrünü Kur’an eğitim ve öğretimine vakfeden hocamızın yüreğinde Kur’an-ı Kerim’e ve ehl-i Kur’an’a karşı tarifi mümkün olmayan bir aşk ve muhabbet vardır. Hafız Abdullah Nazırlı, 1920 yılında Elazığ’ın Hoş köyünde dünyaya geldi. Babası Diyarbakır’ın Hani ilçesinde İmamzadeler’den Sufi Abdülfettah Efendi’nin oğlu Hacı Ali Efendi; annesi Elazığ’ın Hoş köyünde Çuvalcızadeler’den İbrahim Efendi’nin kızı Hatice Hanım’dır. Hafız Abdullah Efendi, daha kundakta iken bir hastalık sebebiyle sağ gözünü kaybeder. Dört veya beş yaşına geldiğinde ailesiyle birlikte babasının memleketi olan Hani’ye taşınırlar. Çocukluğu ve gençliği Hani’de geçer. Burada babası Hacı Ali Efendi’den Kur’an-ı Kerim öğrenir ve hafızlığa başlar. 12 yaşında iken hafızlığını tamamlar ve babası tarafından Elazığ’a getirilir. Elazığ’da Çarşı Camii İmam-Hatibi olan enişteleri merhum Hafız Mehmet Erçağ’dan tecvit, kıraat ve makam dersleri alır. Daha sonra Hani’ye dönerek amcası Müderris Hafız Muhammed Efendi’den ders almaya başlar. Kendisinden Arapça, tefsir ve Şafii fıkhı derslerini okur. Bu arada kendi azim ve gayretiyle Osmanlıcayı da öğrenir. Hafız Abdullah Efendi, bin bir zorlukla hıfzını tamamladıktan sonra Hani, Lice ve Diyarbakır gibi şehirlerin merkezi camilerinde aşr-ı şerif ve mukabele okumaya başlar. Edası ve sedası güzel olduğundan dikkatleri üzerine çeker ve her geçen gün dinleyicileri çoğalır. Merhum Celal Güzelses, Diyarbakır eşrafından ve Hacı Reşit Bey Hocaefendi’yi sık sık dinlemeye gelenler arasındadır. SAYI: 261 • EYLÜL 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 61 Yıl 1941… Ramazan-ı Şerifin on altısı… Hafız Abdullah Efendi Diyarbakır’ın Ulu Camii’nde mukabele okuyordu. 16. cüzü okuyup kürsüden indiğinde tanıdığı Hanili Hacı Reşit Efendi ile tanımadığı sekiz-on kadar yaşlı zevatın kendini beklediklerini ve yanlarına çağırdıklarını gördü. Bunlar Diyarbakır’ın eşrafından, âlim ve fadıl kimselerdi… Davetlerine icabet eder; yanlarına giderek kemali edeple diz üstü oturur. Merhaba ve hoş sohbetten sonra kendisine bir kâğıt uzatılır ve ‘bu sana bir hatıra, bir hediyedir evladım… Sen mukabele okurken yazıldı’ denilir ve okuması istenir... Bu, Diyarbakırlı âlim, yazar ve şair Abdülgani Bulduk Bey ile Fahri Bey tarafından Hafız Abdullah Efendi için yazılan bir methiye idi: Hafız-ı hoş lehçe Abdullah’a yüz bin aferin Çünkü Kur’an okur tecvid ile tertil ile Vakfe, vasle, medlere gayet riayet eder Ehl-i irfan yad eder bu tarzını tebcil ile Eyler istihsan melekler şive-i elhanını Zannedersin feyz almış himmet’i Cibril ile Hak nazardan saklasın avazı hub bu hafızı Kâbe’ye gitsin, yüzün sürsün gani takbil ile Bütün hayatını “Okudum ve okuttum” kelimeleriyle özetleyeceğimiz Hafız Abdullah Nazırlı Hoca, amcasından aldığı bir fetva ile ilim 62 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2012 • SAYI: 261 uğrunda yolculuğa başlar. Soğuk ve dondurucu bir hava… Ve Diyarbakır’a kadar yaya olarak süren zorlu bir yolculuk… Daha sonra Malatya ve Sivas üzerinden trenle Kayseri yolculuğu… İstanbul’un tanınmış kurralarından Hafız Âciz Mustafa Râgıp Efendi’nin talebesi Kayserili Darü’l-Huffaz Muallimi Kurra Hafız Mahmut Kuşculu’dan Kur’an-ı Kerim’in on kıraat üzere okunmasına yönelik olan aşere dersi, Kayseri Müftüsü Abdullah Develioğlu’dan talim, tashih-i huruf ile şiir ve edebiyat dersleri alır. Kayseri’de bulunduğu yıllarda, daha derslerini bitirmeden askere çağırılır. Çorlu Askeri Hastanesi'nden tezkere aldıktan sonra tekrar Kayseri’ye döner ve Kayseri’de eğitimini tamamlayıp 1946 yılı Mayıs ayının 3’ünde icazetini alır. İcazetini aldıktan sonra Hani’ye döner. Hani’de iken Malatya’ya davet edilir. Bu davet üzerine Malatya’ya gelir ve Malatya Söğütlü Camii müezzinliğine atanarak ilk resmî görevine başlar. Burada bir yıl kaldıktan sonra boşalan Malatya Yeni Camii müezzinliğine naklen atanır. Burada üç yıl kadar görev yapar. Malatya’da iken Kangal Müftüsü Abdullah Apaydın’la tanışır ve kızıyla evlenir. 1949 yılında Kur’an-ı Kerim öğretmeni olarak Kangal’a atanır. Bu görevine ilaveten Kangal Abdurrahman Paşa Camii imam-hatipliğini de üstlenir. Burada görev yaptığı sırada kayınpederi Abdullah Apaydın hocadan sarf ve nahiv dersleri ile Hanefi fıkhı derslerini alır. Böylece Kangal’da kaldığı dört yıl boyunca kendisinden bir hayli faydalanır. 1953 yılında kayınpederi Abdullah Apaydın Hoca Efendi'nin Sivas Müftülüğüne atanması sebebiyle Hafız Abdullah Efendi de onunla birlikte Paşa Camii imam-hatipliği ve Kur’an kursuna atanır. 1955 yılına kadar burada kalır. Sivas’ta kaldığı yıllarda Hacı Hamid Efendi’den Hanefi fıkhına ait İbrahim Halebî’nin Mülteka el-Ebhur’unu okur ve çok sayıda hafız yetiştirir. Hafız Abdullah Efendi Elazığ Müftülüğünün isteği ile Kur’an kursu öğreticisi ve Şıra Meydanı Camii’ne tayin edilir. Bir yıl sonra yine istek üzerine İhsaniye Camii’ne naklolunur. Yirmi yıl boyunca bu camide Kur’an kursu öğretmeni olarak görev yapar, hafız yetiştirir, tashih-i huruf, talim ve kıraat okutur. Çok sayıda talebe yetiştirir ve yirmi yıl boyunca bu camide sabah cüzleri okur, on altı yıl boyunca da hatimle teravih namazı kıldırır… İhsaniye Camii’ndeki görevi süresince, yatsıdan sonra yetişkinlere, özellikle çalışanlara başta Kur’an-ı Kerim olmak üzere tefsir ve fıkıh dersleri verir. İkindiden sonra ise Arapça sarf ve nahiv dersleri okutur. Ayrıca 19581959 yıllarında İmam-Hatip Lisesinde Kur’an-ı Kerim derslerine girer. Hafız Abdullah Efendi, 15.10.1975 tarihinde emekli olunca Kubbeli Camii’nde fahri olarak vaaz vermeye başlar. 2000 yılına kadar bu göreve devam eder. 1976 yılında Elazığ Merkez Vaizi Cemalettin Emiroğlu Hocaefendi’nin ilk müdürlüğünü yaptığı Elazığ Site iş hanında açılan Diyanet Eğitim Merkezinde Kur’an-ı Kerim kıraat ve tecvit derslerine girer. 1994 yılında ibadete açılan Harput Ulu Camii’nde beş yıl boyunca yaz aylarında vaaz eder. Yaptığı vaazları 40 ciltlik Arapça ve Osmanlıca olarak yazdığı kitapta toplamıştır. İlmi şahsiyeti ve eserleri ‘‘Bana bu dünyada dört şey çok sevdirildi. Bunlar: okumak, okutmak, anlatmak ve yazmak’’ diyen Hafız Abdullah Efendi, 1975 yılında emekli olunca boş durmamış ve sürekli yazmıştır. Hafızlığının yanında aruz ve hece veznini kullanarak halk ve divan tarzında manzum eserler veren Hafız Abdullah Efendi, iman ve güzel ahlakı telkin gayesi ile aruz ve hece vezninde şiirler yazar. Yazdığı şiirleri GAYE başlığı ile bir kitapta toplar. Bir gece yatmak üzere iken, herkesin bir şeylere meftun olup onları methettiğini düşünür, kendisine “sen niye sevgililer sevgilisi Efendimizi methetmiyorsun?’’ diye sorar. Ve hemen kalkıp bir naat yazar: Ey resul-i mücteba sen rahmeti Rahman mısın? Ey Habib-i Kibriya sen zübde-i ihsan mısın? Ey hakikat ma’deni ey din ü iman mahzeni Ey ilm ü irfan menbaı sen mekteb-i irfan mısın? Hak-i payinle semavat cilvelendi aşk ile Sen huzur-ı rabbi izzetde duran bir can mısın? Bu ne devlettir ki; nazlı ümmetin olmuş senin Ben gibi mücrim olana sen şefaat-kan mısın Hafız Abdullah Efendi hüsnühat ve musiki ile de ilgilenir. Bütün ömrünü Kur’an eğitim ve öğretimine vakfeden hocamızın yüreğinde Kur’an-ı Kerim’e ve ehl-i Kur’an’a karşı tarifi mümkün olmayan bir aşk ve muhabbet vardır. Bu aşk ve muhabbet sebebiyledir ki, 30 yıl resmî ve 30 yıl fahri olarak hizmet etmiş, 1000 civarında hafız yetiştirmiş ve 5000 civarında insana Kur’an-ı Kerim’i öğretmiştir. Hafız Abdullah Hocaefendi, okumak, okutmak ve vaaz etmenin yanında yazmaya da ayrı bir önem vermiştir. Maddi durumu müsait olmadığı için insanların istifadesine sunulmak üzere cami, çeşme benzeri hayratlar bırakamadığından yakınmıştır. Ancak onlar istifade ederler ümidiyle; bir gören gözü ve bir titreyen eliyle 90 cilde baliğ kitaplar yazmıştır. O, Kur’an ehli bir hoca, usta bir hattat, içli bir şair, irfan ehli bir yazar ve merhametli bir nasihatçi, şefkatli bir uyarıcıdır. SAYI: 261 • EYLÜL 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 63 HiKMET PENCERESi Doç. Dr. Ekrem Demirli İstanbul Üniv. İlahiyat Fak. Simya ilmini ararken kanaati yitirmek Hayatı değiştirip onu bir altına dönüştürecek olan, sihir veya simya değil, vaktin, sağlığın vs. sahip olduğumuz her şeyin kadr ü kıymetini bilmek demek olan kanaattir... Geçmiş zamanlarda insanların “simya” dedikleri bir ilmi kullandıkları veya ona inandıkları söylenir. “İnandıkları” ile “kullandıkları” arasında belirgin bir fark olmakla birlikte, bir çağın kendisinden önceki çağları “mitolojiye” indirgemeyi yeğlediği çağımızda, eski çağların neredeyse her şeyi bir “inanç” olarak görülür. Bu itibarla çağımız anlamını bilmediği her şeyi bir “inanç” ve “mitoloji” diye tasnife eğilimlidir. Her neyse! Geçmiş çağlarda “simya” denilen bir ilme veya sanata inanma yaygın bir inançtı. Bu “eski çağlar” tabiri ne kadar eskiye gider, bilinmez, ancak 18. asır düşünürü İsmail Hakkı Bursevi, hocası Osman Fazlı İlahi’nin –Kıbrıs’ta metfundur- simya ilmini bildiğini aktardığına göre, çok eskiye gitmeye de gerek yoktur. Bilhassa Anadolu coğrafyası söz konusu olunca, “simya” ilmi için çok eski bir zamandan söz etmediğimizi hatırda tutmalıyız. Simya ilmi aslında kimya ilmi demektir. Bazı araştırmacılar bunların arasına bir ayrım koymak istemişse de literatürde simya kimya demektir. Daha doğrusu günümüzde yanlışlıkla “simya” diyerek büyülü bir sanata çevirdiğimiz şey, aslında eskilerin fizik, matematik, gök bilimi gibi tabiat bilimleri içerisinde yer verdikleri kimya ilmiydi. Nitekim İslam ilimlerinde bu kapsamdaki literatür “kimya” tabiriyle zikredilir. Bu literatür içinde en çok bilinenlerinden birisi İmam Gazali’nin kimya-i saadet isimli kitabıdır. Bu adla başka kitaplar da bulunduğu kadar bazen kimya-i saadet kitapların içerisinde bölüm başlığı olarak da kullanılmıştır. İbnü’l-Arabî’nin ölümsüz eseri Fütuhat-ı Mekkiyye’nin en önemli bablarından birisinin başlığı budur: kimya-i saadet! Bütün bu kullanımlarda kelime sürekli kimya şeklinde yazılır. Kimya ilmi değişmenin ilmi olarak tanımlanır. Müslüman düşünürler kimya-i saadet tabirini açıklamak üzere “kimya ilmi tabiatta değişmenin mümkün olduğu ilkesine dayanır” derler. Tabiatta değişme vardır, madenler birbirine dönüşür, bileşimler oluşur, ayrışmalar ortaya çıkar vs. Bu itibarla tabiat âlemi bir başkalaşma ve değişme âlemidir. Kimya ise bu değişmeyi bilmek, bilhassa değişmenin yönünü kontrol 64 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2012 • SAYI: 261 etmek ilmi demektir. “Madenler için altına dönüşmek” diye ifade edilen şey, kimya ilminin maksadı olarak ifade edilmiştir. Başka bir ifadeyle kimya ilmi, her şeyi altına çevirmek için öğrenilen ve kullanılan bir ilimdir. Gerçekten de böyle bir şey mümkün müydü? Bilmiyoruz. Hatta eski kitaplarda bu konudaki açıklamaları görsek bile çağımızda biz böyle bir değişime inanmayabiliriz. Zaten buna inanmak veya inanmamak da çok önemli değildir. Mesele İslam ahlakçılarının buradan çıkardıkları sonuçlardır: Kimyacılar –veya simyacılarmadenler üzerinde düşünüp dursunlar, kanaatimce bu konuyu günümüz için de anlamlı kılan, İslam ahlakçılarının buradan çıkarttıkları neticedir. Daha doğrusu ahlak ilmini bir simya veya kimya olarak görüp onu saadet kimyası diye nitelemeleri günümüz bakımından da son derece önemli ve geçerli bir neticedir. Bu noktada onlar ahlak ile kimya arasında tam bir mutabakat kurmuşlar, birinin kavramlarıyla yöntemlerini ötekine taşımak istemişler, buradan inandırıcı ve kesin bir ilim çıkartmak istemişlerdir. Kimya ilmi, Müslüman düşünürlerin anlattığı kadarıyla, şöyle bir varlık anlayışına sahiptir: Madenler arasında en değerlisi altındır. Altın madeni kemali temsil eder ve her madenin yüzü bu kemale dönmüştür. Başka bir açıdan her cevher/aslında altındır. Fakat cisimler âleminde ortaya çıkarken karşılaştığı bir takım olumsuzluklar nedeniyle altınlık vasfını yitirmiş, mesela kurşun olmuş, mesela bakır olmuş, en iyi ihtimalle de altına en yakın olan gümüş olmuştur. Her hâlükârda altın olamamış, kemale erememiştir. Bundan daha önemlisi altın olmak isteği kendisinden gitmemiştir. Yani her maden hâl diliyle altına dönüşmek ister. Bu son yorum bilhassa İbnü’l-Arabî tarafından daha dikkatli bir şekilde tahlil edilir ve insana uygulanır: Her insan hangi durumda ve hâlde olursa olsun aslında kazaya uğramış bir altındır. Her insan kemali fıtraten talep eder ve herkes kemale âşıktır. İnsan hakkındaki bu iyimser düşünce de günümüzde İslam tefekkürünün dayanacağı ana ilkelerden birisi olarak yeniden yorumlanmayı beklemektedir. Kısaca tabiat hakkındaki bilgimiz bize altın olmayı, kemali ve her şeyin altınla ilişkisi hakkında bir bilgi vermiştir. Müslüman ahlakçılar buradan ahlak bahsine geçerek bir kıyas yapmışlar ve şunu ileri sürmüşlerdir: İnsan fıtrat gereği kemali ister. Onun talep ettiği kemal ise tam ve kâmil insan olmaktır. Tam insan olmak ahlaki vasıfların kemale ermesiyle mümkündür. Bu bağlamda özellikle sufiler, ahlaktaki her eksikliği bir madenle anlatarak eksik ahlakın kemale, yani altına dönüştürülmesinden söz etmişlerdir. Mesela cimrilik madenler arasında –söz gelimi- bir kurşundur. Onun altına dönmesi cömertliği kazanmak demektir. Bakır –söz gelimi- hırstır, kanaat ise bakırın altına dönmesidir. Korkaklık başka bir madendir, cesaret onun altına dönmesidir. İffetsizlik başka bir maden, iffet ise onun altına ve kemale dönmesidir vs. Bütün ahlaki vasıfları böyle ele alarak “değişimden” bilhassa da değişmenin kemale doğru olmasından –çünkü değişmesinin aşağı doğru olması da mümkündür- söz etmişlerdir. Başka bir ifadeyle insanlar tabii arzularının etkisiyle madenleri değiştirmeyi isterken sufiler maden mesabesindeki ahlakı dönüştürmeyi istemişler, insanı altına çevirmek peşinde olmuşlardır. Sufiler “ben değişmem” ilkesini asla kabul etmemişlerdir. Onlara göre insanın anlamlarından birisi “kalp”, yani değişme demektir. Yazımızın başında yer verdiğimiz hikâyenin günümüzde çok daha önemli anlaşılması lazımdır. Çünkü insanlar günümüzde geçmişe göre daha derin bir arayışla hayatlarını büsbütün değiştirmek istiyor. Hiç kimse bulunduğu hâlden memnun değil, “İnsan hâlinden memnun olmayan varlıktır.” tanımı en çok çağımız insanına uygun düşüyor. Pek çok insan hayatını bir anda değiştirebilecek, kimya diliyle söylersek, onu altına çevirebilecek bir “sihir” peşindeyken pek azı bu arayış esnasında neye sahip olduğunu fark edebiliyor. Dervişin sözünden anlarız ki, insan sahip olduğunu bilmez ve kanaat etmezse-ki kanaat değerini bilmek demektir- neyi elde edeceği hakkında da fikri olamaz. Öyleyse dervişin şu sözünü her daim yeniden hatırlamak lazımdır: Hayatı değiştirip onu bir altına dönüştürecek olan, sihir veya simya değil, vaktin, sağlığın vs. sahip olduğumuz her şeyin kadr ü kıymetini bilmek demek olan kanaattir... SAYI: 261 • EYLÜL 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 65 UZMAN GÖZÜYLE Tuba Doğan / Psikolog Öfke kontrolü Öfke kontrolü yeteneğine sahip olmak hayatımızın her alanında bizlere kolay iletişim kurma, çevremizi doğru algılama ve muhataplarımız tarafından doğru anlaşılma fırsatı verir. Öfke aşırı hoşnutsuzluk, hiddet, kızgınlık ve düşmanlık gibi duygusal tepkiler olarak tanımlanan bir histir. Hepimiz bazen geçici bir sıkıntının dışa vurumu olarak bu duyguyu hissederiz. Öfke hissinin son derece normal ve insani olduğunu ifade etmek yerinde olacaktır. Ancak bu hissin kontrolümüzden çıkması durumunda iş yerimizde, kişisel ilişkilerimizde ve özel hayatımızda yıkıcı sonuçlar doğurduğu bir gerçektir. İşte bu noktada öfkemizin sağlıklı bir şekilde yönlendirilmesinin gerekliliği hem psikolojik hem de sosyolojik açıdan bir kez daha ortaya çıkmaktadır. Öfke kontrolü yeteneğine sahip olmak hayatımızın her alanında bizlere kolay iletişim kurma, çevremizi doğru algılama ve muhataplarımız tarafından doğru anlaşılma fırsatı verir. Elbette bizi çileden çıkaran olayları ve insanları engelleyemeyiz fakat tepkilerimizi kontrol etmeyi ve yönlendirmeyi öğrenebiliriz. Öfke hissinin her bir insanda farklı bir şekilde tezahür ettiğini görmekteyiz. Bazı insanlar öfkelerini çok daha çabuk ve yoğun bir şekilde gösterirken, bazı insanlar da öfkelerini dikkat çekici yollarla göstermemelerine rağmen devamlı sinirli ve huysuz yapıya sahiptirler. Çabuk öfkelenen insanların çevrelerindeki insanları incittikleri için sosyal hayatta içe kapanık, yalnız ve fiziksel anlamda da hasta olduklarını gözlemlemekteyiz. Psikologlar 66 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2012 • SAYI: 261 çabuk öfkelenen insanların hayal kırıklıklarına karşı toleranslarının az olduğu, en ufak bir hata veya haksız bir durum karşısında çileden çıkmaya hazır oldukları konusunda hem fikirdirler. Bu denli öfkenin genetik veya fiziksel sebepleri mevcuttur. Bazı çocukların sinirli, kolay kızan, alıngan ve huysuz bir bebeklik dönemi geçirmeleri genetik öfkeye bir kanıt teşkil etmektedir. Öfkeye sebep olan başka bir faktör ise sosyokültürel yapıdır. Örneğin öfkeyle nasıl başa çıkacağımızı ya da onu nasıl yapıcı bir hale getireceğimizi öğrenmek yerine, aşırı öfke, depresyon ya da ankisyete gibi rahatsızlıklarımızı gizlemek ihtiyacını hissediyoruz. Diğer yandan öfke üzerinde yapılan psikolojik araştırmalar, aile hayatının öfke hissinin aşırıya kaçmasında önemli bir rol oynadığını göstermektedir. Kolay öfkelenen veya öfkelerini anormal bir şekilde dışa vuran insanlar genellikle karışık, duygusal iletişimden yoksun ve yıkıcı aile yapılarından gelmektedir. Öfkeye sebep olarak gösterilen diğer nedenler arasında haksızlığa uğrama, hayal kırıklığı, fiziksel ve psikolojik taciz (şiddet), tehdit, engelleme ve saldırıya uğrama sayılabilir. Öfke hissinin bastırılmasından ziyade sakinleştirilmesi elbette yapıcı bir metottur. Bastırılan ve kontrol edilemeyen öfkenin bireylerde baş ağrısı, mide rahatsızlığı, düzensiz kan basıncı ve sinir sistemi problemlerinin yanı sıra stres, gerginlik ve kaygı gibi sorunları da beraberinde getirmektedir. Yapılan bilimsel çalışmalar öfke kontrolü için bazı etkili teknikler ortaya koymuştur: Yüz yıkamak Öfkelendiğimiz yerde yüzümüzü yıkama imkânımız varsa hiç zaman kaybetmeden yüzümüzü yıkamamız öfkemizi azaltıp rahatlamamızı sağlayacak en etkili tekniktir. Fiziksel konumu değiştirmek Öfke anında bulunduğumuz fiziksel konumu değiştirmek öfke kontrolü hususunda kullanabileceğimiz diğer bir tekniktir. Şayet öfke anında ayakta bulunuyorsak oturmamız veya uzanmamız, sakinleşmemiz için bize yardımcı olacaktır. Rahatlama metotlarını uygulamak Rahatlama teknikleri öfke gibi istenmeyen her duyguyu kontrol etmek için kullanılır. Bu teknikler bazı aşamalar içermektedir. Örneğin ciğerlerinizden değil de diyaframdan alıp verdiğiniz nefes size rahatlama hissi verecektir. Nefes alıp verirken kendi kendimize rahatla telkinlerinde bulunmak, teskin edici sözler söylemek ve kaslarımızı rahatlatıcı egzersizler yapmak rahatlama adımlarından bazılarıdır. Bulunulan ortamı değiştirmek Bazen bulunduğumuz ortamda gelişen olaylar öfke ve şiddet hissimizi tetikler. Bu durumda problemler veya sorumluluklar üzerimize biniyormuş hissine kapılırız. Böyle zamanlarda atılacak ilk adım kendimize mola verip bulunduğumuz ortamı bir süre için terk etmek olacaktır. Mantıklı olmak ve mizah kullanmak Karşılaştığımız olaylara mantıkla yaklaşmanın ve mizahın öfkeyi yendiği bir gerçektir. Öfkelenmemize sebep olan durum hakkında birkaç dakika durup düşünmek ve mantıksal çözümlemeler getirmek öfkemizi dizginleyecektir. Zihnimizi ele geçirmeye çalışan “Her şey bitti.”, “Bunu hak etmedim.” , “Zaten hep benim başıma gelir.” gibi olumsuz düşün- celer yerine, “Şu an öfkelenmem sorunun çözümünde bana hiçbir katkı sağlamayacak.” şeklinde kendimize yapacağımız telkin öfke kontrolümüzde iplerin her zaman bizim elimizde olmasını sağlayacaktır. Öfkelendiğimiz kişi ya da durum karşısında gülüp geçmek, üçüncü bir şahıs olarak kendimizi, yaşadığımız olayı ve muhatabımızı değerlendirmek suretiyle öfkelenmemize sebep olan olayın aslında çok da önemli olmadığının bilincine varmamızı sağlayacaktır. Öfkeli insan iletişim hâlindeyken hemen sonuca ulaşma çabası içerisindedir. Yanlış sonuç doğuracak fevri tepkiler yüzünden muzdarip olduğunu ise ancak öfkesi geçtikten sonra anlamaktadır. Kendimizi hararetli bir tartışmanın ortasında bulduğumuzda yapmamız gereken ilk şey yavaşlamak ve vereceğimiz cevapları düşünmektir. Aklımıza gelen ilk şeyleri söylediğimizde sonunda pişman olduğumuz birçok olaya şahit olmuşuzdur. Ayrıca karşımızdakini sonuna kadar dinlemek hem iletişim anında muhatabımıza vereceğimiz cevapları düşünmemiz için zaman kazanmamıza hem de sağlıklı bir iletişimin kapılarını aralamamıza imkân sağlayacaktır. Bize yöneltilen eleştirileri kişilik alanımıza yapılmış bir saldırı olarak değerlendirmek ön yargılı bir davranış olacaktır. Böyle bir durumda eleştirilerin haklılık payının da olabileceğini aklımızdan çıkarmamalıyız. Aynı zamanda muhatabımızın eleştirilerini ifade ederken eğitim ve kültür düzeyinden kaynaklanan nedenlerle bizi yanlış anlamış olabileceğini dikkate alarak onu sakin bir ses tonuyla ikna etme yolunu tercih etmeliyiz. Her insanın eğitim seviyesi ve sahip olduğu kelime hazinesi farklı olduğu için insanların meramını ifade ederken yanlış kelime seçimi iletişimde sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu noktada yapmamız gereken, karşımızdaki kişinin kullanmış olduğu yersiz ve yanlış kelimelere takılıp öfkelenmek yerine onun kastettiği ifadeyi anlamaya çalışmak olmalıdır. Algımızı ve yorumlama yeteneğimizi yanlış yönlendiren öfke hissini kontrol altına tutma bilincine ulaştığımızda daha sağlıklı iletişim ve zihin süzgecine sahip olduğumuzu göreceğiz. SAYI: 261 • EYLÜL 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 67 FIKIH KÖŞESİ DİN İŞLERİ YÜKSEK KURULUNDAN Borçlanarak hacca gitmek doğru mudur? Bir Müslümanın hac ibadetiyle yükümlü olması için sağlık ve servet yönünden haccetme imkânına sahip, hür, akıllı ve buluğ çağına erişmiş olması gerekir. Bu itibarla maddi yönden haccetme imkânına sahip olmayan kişilerin borçlanarak hacca gitmeleri gerekmez. Ancak, borçlanarak hacca gitmeleri halinde, hac ibadeti geçerli olur ve kendilerinden hac sorumluluğu da düşer. Diğer taraftan, haccın farz olması için gerekli şartları taşıdığı hâlde, hac mevsiminde hazır parası bulunmayan ve borç aldığı takdirde bunu daha sonra ödeme gücüne sahip olan kişilerin, bu görevi bir an önce ifa etmeleri için, borç alarak hacca gitmeleri uygun olur. Haram yolla elde edilen kazançla yapılan hac geçerli midir? İslam dini kişilerin meşru işlerle uğraşmalarını ve geçimlerini helal yollardan elde etmelerini ister. Buna rağmen gayrimeşru yolla bir kazanç elde edilmiş ve bu kazancın sahibi belli ise, bunun sahibine iade edilmesi; belli değil ise, karşılığında sevap beklenmeksizin yoksullara veya hayır kurumlarına verilerek elden çıkarılması gerekir. Bu itibarla, gayrimeşru yolla elde edilen para ile hac etmek uygun değildir. Asıl olan, ibadetlerin helal parayla yapılmasıdır. Bununla birlikte haram parayla hacca giden kişinin haccı sahih olup, üzerinden hac yükümlülüğü kalkmış olur. Ancak, gayrimeşru kazancın sorumluluğundan kurtulmak için, bu malı yoksullara veya hayır kurumlarına vererek elden çıkarması ve bir daha işlememek üzere tövbe etmesi gerekir. Özel hâli sebebiyle umresini yapamayan kadın, doğrudan Arafat’a çıkabilir mi? Hanefi mezhebine göre, temettu haccı yapmak üzere umre ihramına girdikten sonra âdet gördüğü için umre tavafını yapamayan ve Arafat’a çıkma zamanına kadar temizlenemeyen kadınlar, umre ihramını iptal ederler. Arafat’a çıkarken hac için ihrama girerler. Bu şekilde hareket eden kadınlar, ifrat haccı yapmış oldukları için şükür kurbanı kesmeleri gerekmez. Hacdan sonra iptal ettikleri umreyi kaza ederler. Bundan dolayı da ceza kurbanı olarak bir küçükbaş hayvan keserler. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.)’in Veda Haccı’nda Hz. Âişe Mekke’ye vardıktan sonra umreyi yapmadan âdet oldu. Hac zamanına kadar da temizlenemeyeceği için Hz. Peygamber, umre ihramını iptal etmesini ve Arafat’a çıkılacağında hac için ihrama girmesini söyledi. Hz. Âişe’ye hacdan sonra yapamadığı umreyi kaza ettirip bir de kurban kestirdi. (Buhari, Hayız, 1.) Şafii, Maliki ve Hanbeli mezheplerine göre bu durumdaki bir kadın, umresini iptal etmez, kıran haccına niyet eder ve vakfesini yapmak üzere Arafat’a gider. Arafat dönüşünde hac ve umre niyetiyle bir tavaf ve bir sa’y yapar. Ayrıca kıran haccı için kurban keser. Hac ibadetinin ifası için nisap miktarı mala sahip olma şartı var mıdır? Bir insana haccın farz olması için zekât verecek konuma gelmesi şart değildir. Borcu ve aile fertlerinin her türlü ihtiyacı dışında hacca gidip gelecek kadar parası, malı, mülkü ve imkânı bulunan kimseye, haccın farz olması için gerekli olan diğer şartları da taşıyorsa hac farz olur. Bir sahabinin, “Hac yapmayı farz kılan şey nedir?” şeklindeki sorusuna Hz. Peygamber (s.a.s.), “Azık ve binit.” cevabını vermiştir. (Tirmizi, Hac, 4.) Dolayısıyla bir kimsenin asli ihtiyaçları varsa borcu ve bakmakla yükümlü olduğu insanların nafakası dışında hacca gidip geleceği sürede kendisine yetecek kadar yeme, içme ve barınma giderleriyle yol parasına sahip olması durumunda kendisine hac yapmak farz olur. Ayrıca nisap miktarı mala sahip olması gerekmez. 68 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2012 • SAYI: 261 İhramsız olarak Mekke’ye girmenin hükmü nedir? Hanefi mezhebine göre ne maksatla olursa olsun, Şafii mezhebine göre ise hac veya umre yapmak amacıyla Harem bölgesine girmek isteyen kişinin, mikat’tan ihramlı geçmesi gerekir. Hac veya umreye giderken sebebi ne olursa olsun ihrama girmeksizin mikat sınırından geçen kişi, henüz hac menasikinden birine başlamadan önce geri dönüp afakiler için olan bir mikat mahallinden ihrama girerek tekrar içeri girerse bir ceza gerekmez. Geri dönmezse, bulunduğu yerden ihrama girer, bir koyun veya keçi kurban eder. Buna ceza hedyi denir. Bu tür kurbanlar Harem sınırları içinde kesilmek kaydıyla, Kurban Bayramı günlerinde kesilebileceği gibi diğer günlerde de kesilebilir. İhramdan çıkacak konuma gelen bir kimseyi ihramlılık hali devam eden kişi tıraş edebilir mi? Hac veya umrede ihramdan çıkacak duruma gelen bir kimse kendisi tıraş olup ihramdan çıkmadan, ihramlı ya da ihramsız başka birisini tıraş edebilir ve bundan dolayı bir ceza gerekmez. Fakat ihramda olan ve henüz menasikini bitirmeyen kimsenin, ister ihramlı olsun, ister ihramsız, başka birini tıraş etmesi caiz değildir. Tıraş ederse -tıraş edilen kimsenin emriyle olsun olmasın- tıraş edene sadaka, tıraş edilen ihramlıya ise küçükbaş hayvan kurban etmesi gerekir. Şafii, Hanbeli ve Maliki mezheplerine göre ihramlıyken tıraş olan bir kişi, dem; üç gün oruç ve altı fakire sadaka vermekten birisini seçmekte muhayyerdir. İhramdan çıkma aşamasına geldiği hâlde tıraş olmadan elbise giyen kişiye ne gerekir? İhramdan çıkmak için saç tıraşı olmak gerekir. İhramdan çıkma aşamasına geldiği hâlde tıraş olmadan elbise giyen kişi ihram yasağı işlemiş olur. Eğer elbise giymesi bir gündüz veya bir gece devam etmişse dem; giyim süresi bir gün veya bir geceden az olursa bir fitre miktarı sadaka vermek gerekir. Şafii mezhebine göre ise, muhayyerlik haklarından yararlanıp; ceza olarak bir dem (koyun İhramlının saç kremi vb. şeyleri kullanmasının hükmü nedir? İhramlı kimsenin vücuduna, saç, sakal gibi bir uzvunun tamamına, süslenmek ya da güzel görünmek için krem, yağ, jöle, saç kremi, biryantin sürmesi ya da kına, saç boyası ve benzeri şeylerle boyaması durumunda kendisine dem (koyun veya keçi); bir uzvun tamamına değil de bir kısmına bunu uygulaması hâlinde de bir fitre miktarı sadaka vermesi gerekir. Şafii mezhebine göre ise, kına için herhangi bir ceza gerekmezse de diğerleri için ceza gerekir ve bu durumdaki kişi muhayyerlik haklarından yararlanarak dem (koyun veya keçi kesme); üç gün oruç tutma veya altı fitre miktarı sadaka verme cezalarından herhangi birini tercih edebilir. Tedavi için sürülen ilaç, merhem veya kokusuz krem ve yağlar için ise bir şey gerekmez. veya keçi kesme), üç gün oruç tutma veya altı fitre miktarı sadaka verme seçeneklerinden birini tercih edebilir. Hacda kurban kesmeden önce tıraş olana ceza gerekir mi? Hacda Akabe cemresine taş atmak, kurban kesmek ve tıraş olmak arasında sırayı gözetmenin hükmü imamlar arasında ihtilaflıdır. Bu sıraya uymak, Ebu Yusuf ve Muhammed ile diğer mezhep imamlarına göre sünnettir. Bu sıraya uyulmaması hâlinde herhangi bir ceza gerekmez. Günümüzdeki zorluklar dikkate alındığında bu görüşle amel etmenin uygun olacağı söylenebilir. Ebu Hanife’ye göre ise bu tertibe uyulması vaciptir, bu tertibin terki, dem gerektirir. Namaz kılınması mekruh olan vakitlerde tavaf yapılabilir mi? Namaz kılmanın mekruh olduğu vakitlerde tavaf yapılabilir, bunun hiçbir sakıncası yoktur. Ancak Hanefilere göre bu tavafın namazını söz konusu vakitte kılmak mekruhtur. SAYI: 261 • EYLÜL 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 69 İSLAMLA YENiDEN DOĞANLAR “Hiçbir şey bunun kadar değerli olamazdı” Erin (Sümeyye) Fennun Haz. Metin Karabaşoğlu 1991’de üniversitede iken ihtida etti. ABD’li. Elhamdülillah, yedi yıl önce Müslüman oldum. İslam’ı ilk olarak üniversiteye devam ederken bir Müslüman arkadaşımdan öğrendim. Üniversite öncesinde, iyi bir lisede okuduğum sıralarda, Kur’an’ın bir Yahudi kitabı, Müslümanların ise puta tapan paganlar olduğuna inanarak işin içinden kurtulmayı becermiştim. Yeni bir dine dair bir şeyler öğrenmekle hiç de ilgilenmiyordum. Din dâhil her şeyin en iyisinin bizde olduğu gibi etnosantrik bir bakış açısı edinmiştim. Hristiyanlığın mükemmel olmadığını biliyordum, fakat var olan dinlerin en iyisi olduğuna inanıyordum. Uzun zaman, Kitab-ı Mukaddes’in Allah kelamını içerdiği hâlde, bu kelamı kayıt altına alan beşerlerin sözünü de ihtiva ettiği görüşünü taşıdım. Kitab-ı Mukaddes’i tam anlamıyla Allah kelamı diye bilseydim, hayatımda onu hep el üstünde tutardım. Ne var ki gerçekten acayip ve çirkin birtakım pasajlarla karşılaşmıştım. İsa’nın bizim günahlarımız için kendini feda etmeye mecbur olduğu, çünkü 70 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2012 • SAYI: 261 kendi kendimize başımızı kurtaramayacağımız, kendimize yardım edemeyeceğimiz, zira ‘bedenin zayıf olduğu’ söylenir. Aynı şekilde, Teslis nosyonu da kafamı karıştırıyordu. Rabbimin nasıl bir değil de üç olduğunu anlamaya çalıştım; olmadı. Yeryüzünü yaratan biri, günahlarımız için kendi kanını akıtan biri ve bir de Ruhu’l-Kuds meselesi vardı; yine de onların hepsi bir ve aynı idi. Allah’a dua ederken, zihnimde, bulutların üstünde duran, etekleri sarkan geniş bir cübbeye bürünmüş bilge bir ihtiyar imgesi canlanırdı kesinlikle. İsa’ya dua ettiğimde uzun altın rengi saçları, sakalı ve mavi gözleri olan genç bir beyaz adam resmederdim hayalimde. Ruhu’l-Kuds’e gelince, ancak, ne diye var olduğundan emin olmadığım belli belirsiz bir varlık tahayyül edebiliyordum. Gerçekten tek bir Allah’a dua ediyormuşum gibi yaşamadım. Sıkışık ve zor bir durumla karşı karşıya kaldığımda, otomatik olarak doğrudan Allah’a yalvardığımı fark etmiştim. Fıtratımı izleyerek, doğruca Allah’a yönelmenin en iyi yol olduğunu öğrendim böylece. İslam’ı araştırmaya ve incelemeye başladığımda, doğrudan doğruya Allah’a dua etme noktasında bir problemim yoktu; bu, yapılacak doğal bir şey gibi geliyordu bana. Bununla birlikte, İsa’ya sırtımı dönmekten korktum ve bu konuyu derinlemesine tefekkür için bir hayli zaman harcadım. Hakikati araştırmak üzere, Hristiyan tarihini incelemeye başladım. Hristiyanlığın tarihini inceledikçe, İsa’nın tanrılaştırılması vakıası ile onun kendini bizim için kurban ettiği akidesinin; mitolojik öyküleriyle birçok paralellik taşıdığını gördüm. Henüz lisede iken, Hristiyan düşüncesi hakkında belirli müşkiller belirmeye başlamıştı. İki şey canımı fena halde sıkıyordu. İlki Eski ve Yeni Ahit’lerdeki materyaller arasındaki direkt tenakuzlar idi. On Emir’i Allah’ın her zaman açık bir biçimde uymamızı istediği dosdoğru ve basit kurallar olarak düşünmüştüm. Ancak, Allah’a bir ortak izafe ederek İsa’ya ibadet etmek, ilk emri tam anlamıyla ve bütünüyle bozuyordu. Sonra, tövbe meselesi vardı. Eski Ahit’te, insanların günahları için tövbe etmeleri söylenir; fakat Yeni Ahit’te artık bu gerekmemektedir—zira İsa insanların günahları için kendini feda ve kurban etmiştir. Velhasıl, (Hristiyan akidesindeki bu kaotik durum yüzünden) gerçekten kimin tanrı olduğunu bile anlayamadım. İsa ayrı bir tanrı değil de yalnızca gerçekten Allah’ın bir parçası idiyse, o zaman, kendini kime karşı kurban etti? Ve Getsemani Kapısında (Bkz. “O zaman İsa onlarla beraber Getsemani denilen bir yere gelerek, şakirtlerine dedi: ‘Ben şuraya gidip dua edinceye kadar siz burada oturun.’” (Matta, Bâb: 26: 36.) Kime dua ediyordu? Yok, eğer İsa mahiyet itibarıyla Allah’tan ayrı idiyse, o takdirde, Eski Ahit’in öğretileriyle doğrudan çelişki içinde kalarak, monoteizm alanının (tevhit dairesinin) dışına çıkmıyor muydular? Bu öylesine kafa karıştırıcı bir durum idi ki, bunu düşünmemeyi tercih ettim ve kendi dinimi anlayamayacağım gerçeğine adam akıllı içerlemeye başladım. Üniversitede iken ileride kocam olacak kişiyle din eksenli bir görüşmeye girişince, bu nokta tekrar geldi çattı. Bana Teslisi kendisine izah etmemi istemişti. Bunu ona anlatma yönünde birkaç başarısız teşebbüste bulundum. Sonra da, bu yükün altından kalkamamış bir hâletiruhiye içinde ellerim yana düştü. Bunu açıklayamayacağımı, çünkü ‘bir din âlimi olmadığımı’ ileri sürdüm. O, sakin bir biçimde, “Dininin esasını anlaman için âlim olman mı gerekiyor?” karşılığını verdi. Eyvah! İşte bu, beni gerçekten yaraladı; ama hakikat bazen yaralar. Bu noktaya kadar, gerçekten kime dua ve ibadet ediyor olduğumu derinlemesine düşünmek için lâzım gelen bir sürü zihinsel akrobasiden dolayı yorgun düşmüştüm. İstemeye istemeye, onun Allah’ın birliğinden; Allah’ın fikrini değiştirmediğinden (Eski Ahit’te tevhitten söz ederken Yeni Ahit’te teslise dönmediğinden), ancak insanlığa yönelik mesajını Hz. Muhammed (s.a.s.)’in risaletiyle tamamladığından söz edişini dinledim. Getirdiği açıklama makul ve anlamlıydı; bunu itiraf etmem gerekiyordu. Allah asırlar boyu insanlığa birbirini takiben peygamberler göndermişti, çünkü insanlar haktan aşikâr derecede sapmışlardı ve doğru yola kılavuzlanmaya ihtiyaçları vardı. Bu noktada dahi, ona, bana dini hakkında bir şeyler anlatabileceğini söyledim. “Fakat” dedim, “Beni dinine döndürmeye kalkışma. Çünkü bunu asla yapmayacağım.” “Hayır.” dedi, “Yalnızca sana nereden geldiğimi anlatmak istiyorum. Ki, bir Müslüman olarak benim görevim, bunu sana anlatmak.” Ve şüphesiz, beni hidayete o sevk etmedi; bilakis, Allah beni hakikatine hidayet etti. Elhamdülillah! Aynı zaman zarfında, bir arkadaşım bana bir kitapçıda bulduğu İngilizce bir Kur’an ‘tercümesi’ verdi. Arkadaşım bu kitabın bir Iraklı Yahudi tarafından esasında insanların Kur’an’ı anlamalarına yardımcı olmak için değil, bilakis onları İslam’dan uzaklaştırmak amacıyla yazılmış olduğunu kesinlikle bilmiyordu. Bu kitap kafamı çok karıştırdı. Kitabı bitirdim ve Müslüman arkadaşıma sormak istediğim bütün pasajları işaretledim. SAYI: 261 • EYLÜL 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 71 Müslüman arkadaşım o ara memleketine gitmişti. Döndüğünde, onu elimde kitap, sorularımla karşıladım. Bana Kur’an olduğu ileri sürülen tercümeyi anlatmak yerine, sabırla ayetlerin gerçek anlamı ve onların vahyedildiği şartlar, yani ayetlerin iniş sebepleri noktasında beni bilgilendirdi. Benim için, okuyacağım güzel bir Kur’an meali buldu. Onu okudum. Tek başıma oturup bu meali okuyuşum, hatalar arayışım ve sorgulayışım hâlâ hatırımda. Onu daha da okudukça, bu kitabın ancak tek bir kaynağa, Allah’a ait olabileceğine ikna olmuş hale geldim. Allah’ın rahmetine ve O’nun, şirk 72 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2012 • SAYI: 261 hariç, bütün günahları affetmeyi murad ettiğine dair ayetleri okuyordum ki, ağlamaya başladım. Ruhumun derinliğinden kopup gelen hıçkırıklar içinde ağladım. Geçmişte sergilediğim cahillikten dolayı ve de en sonunda hakikati bulmuş olmanın sevinciyle ağladım. Tamamen, ebediyen değiştiğimi fark ettim. Kur’an’daki, Kitab-ı Mukaddes’ten alınmadığı aşikâr olan bilimsel bilgiler karşısında hayrete kapıldım. Üniversitede mikrobiyoloji tahsili görüyordum ve bilhassa embriyolojik sürecin Kur’an’daki tarifinden ve buna mümasil birçok şeyden derinden derine etkilendim. Bir kere bu kitabın gerçekten Allah’tan geldi- ğinden emin olunca, artık İslam’ı dinim olarak kabul etmem gerektiği kararına ulaştım. Bunun kolay olmayacağını biliyordum, ama hiçbir şey bunun kadar değerli olamazdı. Müslüman olmanın ilk ve en önemli adımının “La ilahe illallah Muhammedün rasulüllah” ikrarı, yani “Allah’tan başka ibadet edilmeye layık hiçbir ilah yoktur ve Muhammed O’nun elçisidir” diye inanmak olduğunu öğrendim. İsa’nın haktan saptıklarını göstermek ve onları tekrar Allah’ın yoluna döndürmek üzere Yahudilere peygamber olarak gönderildiğini anladıktan sonra, yalnızca Allah’a ibadet etme anlayışıyla ilgili hiçbir müşkilim kalmadı. Fakat Muhammed’in kim olduğunu bilmiyordum ve onun yolundan gitmenin gerçekten ne anlama geldiğini anlamamıştım. Şu son yedi yıl boyunca Muhammed aleyhisselatü vesselamın hayatını anlama ve değerlendirme yolunda bana yardımcı olan herkesten Allah razı olsun. Allah’ın onu insanlık için bir örnek (usve-i hasene) olarak gönderdiğini öğrendim. Hepimizin gündelik hayatlarımızda takip ve taklit edeceğimiz bir örnek. O, davranışlarıyla, Kur’an’ın nasıl yaşanacağını gösteriyordu. Onun bize öğrettiği şekilde yaşamaya hidayet etsin Rabbim hepimizi… SAYI: 261 • EYLÜL 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 73 DAĞARCIK Prof. Dr. Ahmet Koç Marmara Üniv. İlahiyat Fak. Din eğitiminde sevgi ve kabul dili Sevdiğimiz kişilerden etkilenir, sevdiğimiz kişilerin değer verdikleri şeylere değer veririz. Sevdiğimiz kişilerle özdeşim kurarak onlar gibi olma, onların tutum ve davranışlarını benimseme eğilimi gösteririz. Bu açıdan bakıldığında din eğitimcisinin, hedef kitlesi tarafından sevilen biri olması son derece önemlidir. Çünkü anne, baba, öğretmen ve din görevlisi gibi kişilerin, dini öğretirken kendilerini muhataplarına sevdirmeleri, öğretim konusu edecekleri şeyleri de sevdirmeleri anlamına gelmektedir. Çocuklar anne babalarını, öğrenciler öğretmenlerini, cemaat din görevlilerini severse verdikleri mesajları önemserler ve bu mesajlara uygun tutum ve davranış geliştirmeye gayret ederler. Din eğitimcisinin muhatabı tarafından sevilmesi önemlidir ama sevilmek için de sevmek gerekir. Sevmek, sevilene ilgi göstermek, ona değer vermektir. Sevilenin ihtiyaçlarına duyarlı olmak ve onları karşılamaya hazır olmaktır. Hz. Ali’nin bildirdiğine göre Hz. Peygamber, birlikte olduğu kimselerin seviyelerine göre davranır, her biriyle yakından ilgilenirdi. Çevresindekilere öyle- 74 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2012 sine candan davranırdı ki, onunla bir arada bulunan kimselerin hepsi de, onun yanında en değerli kişinin kendisi olduğunu düşünür, onu yakın bir dost olarak görürdü. Her insan, beşer olarak diğer bütün insanlarla birtakım ortak özelliklere sahip olduğu gibi birey olarak da duyguları, yetenekleri, zaafları, ihtirasları, idealleri, beklentileri vb. yönünden yegânedir, kendine özgüdür. Bu yüzden bireyin yansıttığı kişiliği ‘kabul dili’ ile karşılamak etkili iletişimin ön şartıdır. Kabul dili, karşımızdaki kişiyi olduğu gibi görmeye, tanımaya ve anlamaya çalışmak ve ona olumlu duygularla yaklaşmak anlamına gelir. Birini içten gelerek kabul edip bu durumu ona hissettirdiğimizde, yardımcı olma duygularımız harekete geçecektir. Olduğu gibi kabul edildiğini Din eğitiminde hisseden kişi de, bulundusabır, hoşgörü, ğu noktadan hareket ederek güven, paylaşma nasıl değişeceğini ve gelişebileceğini düşünmeye başve rehberlik layacaktır. Böylece ‘kabul edici denetime dili’ insanları iletişime açadayalı sevgi cak, hislerini ve düşüncelemerkezli rini rahatça paylaşmalarını sağlayacaktır. yaklaşımlar ve kabul dili önemsenmelidir. • SAYI: 261 Allah, Hz. Peygamber’den insanların kusurlarını güzel- Tamamen denetimden uzak aşırı serbest tutumlar kadar, aşırı müdahaleci, baskıcı, korku ve kaygı verici ya da aşırı korumacı tutumlardan da kaçınılmalıdır. Bilhassa çocuk sevdiği, saygı duyduğu hiçbir varlıkla korkutulmamalı, dinî motifler, bir korku unsuru olarak kullanılmamalıdır. likle ve olgunlukla karşılamasını, yumuşak ve hoşgörülü davranmasını ve inananlara kol kanat germesini istemektedir. Din eğitiminde hedefimiz, imkânsızı mümkün, mümkünü kolay, kolayı da zarif ve zevkli yapmanın yollarını aramak olmalıdır. Bunun için kırmadan, incitmeden, soğutmadan sevgi ve merhametle muhataplarımıza doğru dinî bilgiler ve doğru davranışlar kazandırmak durumundayız. Böylesine zor ve meşakkatli bir görevi yerine getirirken insanların eziyetlerine tahammül göstermek, olumsuzluklar karşısında dengeyi kaybetmemek, yumuşak ve zarif olabilmek kolay değildir. Bu, ancak Allah’ın rahmetiyle mümkündür. “Ve (Ey Peygamber) senin onlara yumuşak davranman, Allah'ın rahmetinin bir eseriydi. Zira eğer onlara karşı kırıcı ve sert olsaydın, doğrusu senden koparlardı, çevrenden dağılıp giderlerdi. Artık onları bağışla ve affedilmeleri için dua et...” (Âl-i İmran, 3/159.) Din eğitimcileri bu hususu daima hatırda tutmalıdır. Şu hadisler de konunun önemine dikkat çekmektedir: “Yumuşak davranamayan kimse, bütün hayırlardan mahrum kalır.” (Müslim, Birr, 74.) Eğitimde olumsuzu değil olumluyu, yanlışı değil doğruyu, çirkini değil güzeli görmek ve pekiştirmek esas olmalıdır. Muhatabımızın beğenmediğimiz ve eleştirdiğimiz yönleri olabilir. Bunu ona kabul ettirmenin ve onda değişiklik meydana getirme- nin yolu, o kişinin olumlu özelliklerini fark etmek ve bu özellikleri öne çıkararak ona yaklaşmaktır. Din eğitiminde sabır, hoşgörü, güven, paylaşma ve rehberlik edici denetime dayalı sevgi merkezli yaklaşımlar ve kabul dili önemsenmelidir. Sürekli ceza vermeye alışan kişiler, çocuğun olumlu davranışlarını gözden kaçırırlar. Bu durumda da çocuğun kendini algılama biçimi değişir. Sürekli başarısızlıkları üzerinde durulan ve olumlu davranışlarına dikkat edilmeyen çocuk kendine güveni ve saygıyı yitirmeye başlar. Ayrıca ceza, bir davranışın yanlış olduğunu gösterse de onun doğrusunun ne olduğunu öğretmez. Neyin yanlış olduğunu gösteren ama doğru davranışa işaret etmeyen uygulamaların da eğitimsel değeri düşüktür. Sonuç olarak, tamamen denetimden uzak aşırı serbest tutumlar kadar, aşırı müdahaleci, baskıcı, korku ve kaygı verici ya da aşırı korumacı tutumlardan da kaçınılmalıdır. Bilhassa çocuk sevdiği, saygı duyduğu hiçbir varlıkla korkutulmamalı, dinî motifler, bir korku unsuru olarak kullanılmamalıdır. Doğru olan; güven verici müsamahakâr tutumlardır. Böyle bir tutumda kabul edilen ve edilmeyen davranışların sınırları bellidir ve bu sınırlar içerisinde çocuğun kendini ifade etme ve söz hakkı vardır, sevgi ve teşvik görür. SAYI: 261 • EYLÜL 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 75 KÜRSÜDEN Konu: Çocuk eğitimi Dr. Bilal Esen Din İşleri Yüksek Kurulu Uzmanı I. Plan a) İslam’a göre çocuk eğitiminin önemi b) Çocuk kimdir? Çocuk eğitiminin özelliği nedir? c) Çocukların hayata hazırlanması ve dinî eğitimi d) Çocuk eğitiminde işbirliği II. İşleniş Başlarken, çocuk eğitiminin önemini gösteren naslardan kısa örnekler verilip fıtrata vurgu yapılır. Çağımızda eğitimin nasıl daha önemli hâle geldiğine dair durum tespiti yapan bir-iki örnek verilip merak uyandırılır. Ardından çocuk kavramından ne anlamamız gerektiği ve çocuk eğitiminin genç ve yetişkin eğitiminden farkı izah edilir. Çocuğun beden, duygu ve zihin gelişimine yönelik yapılması gerekenlere değinildikten sonra, hayata hazırlanması ve meslek eğitiminin önemi, hangi yaşta nasıl bir din eğitimi verilebileceği, prensipler düzeyinde anlatılır. Arada, Hz. Lokman’ın oğluna öğütleri gibi bir hikâye ile zenginlik kazandırılabilir. Ayet ve hadislerin açıklanmasında, birkaç tefsir ve şerhten istifade edilmesi tercih edilmelidir. Çocuk eğitiminde aile, okul ve çevrenin uyum içinde olması gerektiği vurgulanıp, salih evlatlar hakkındaki dinî müjdeler ve dualarla vaaz bitirilir. III. Özet sunum Hz Peygamber (s.a.s.), arkasında salih evlat bırakanları müjdelerken diğer taraftan Kur’an-ı Kerim, çocuklarına tavsiyelerde bulunan ve neslinin hayırlı olması için dua eden peygamberlerin hikâyelerini aktarmaktadır. İyi bir insan ancak iyi bir eğitimle yetiştirilebilir. Günümüzde maddi ve manevi dünyamızda yaşanan tahribat, nesillerimizi tehdit etmektedir. TÜİK 2010 istatistiklerine göre, alkol kullanan gençlerin % 18.6’sının, tütün kullanan gençlerin ise % 34’ünün ilk denemesi on dört yaşından öncedir. Bakara suresi 204. ayetinde, yaldızlı sözlerle kendilerine hayran bırakan bazı kimselerin, insanların “ürünlerini” ve “nesillerini” bozmaya kalkıştıkları uyarısı yapılması da, çocuk eğitiminin ciddiyetine işaret etmektedir. İslam dinine göre buluğ yaşından küçükler, Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesine göre on sekiz yaşından küçükler, çocuk sayılmaktadır. Çocuk sadece üzerinde hükmedilecek bir varlık değil, hakları bulunan bir ferttir. Çocuk; korunması, eğitilmesi ve geliştirilmesi gereken bir emanettir. Fıtrat itibarıyla tertemiz yaratılan çocuk telkine müsait olup hayra da şerre de meyillidir. Sırasıyla anne-babalar, eğitimciler ve çevredekiler olmak üzere kademe kademe herkes çocuğun eğitiminden sorumludur. Çocuğun duygusal gelişiminin zihinsel gelişiminden önce olduğu; duyduklarını değil, gördüklerini ve yaşadıklarını daha iyi öğrendiği bilinmektedir. Bilgi öğretimi ve davranış eğitimi, çocuğun yaşı ve zihinsel yeterliliğiyle uyumlu olmalı, ferdî farklılıklar dikkate alınmalı, başkalarıyla kıyaslanarak yaşıtlarının yaptığı her şey çocuktan beklenmemelidir. Çocuk bilhassa anne şefkatinden mahrum edilmemelidir. Nitekim dinimizde çocuğun nesebi babaya bağlı olmakla birlikte belli bir yaşa kadar, annenin terbiyesinde kalması (hidane) esastır. Çocuğun, telkin edilen değerleri ve davranış modellerini benimsemesi, kendisini yetiştirenleri sevmesi ve onlara güvenmesiyle mümkündür. Çocuk eğitimi ancak sevgiyle başarılabilir. Hz. Peygamber’in çocuklara selam vermesi, onların hatırını sorması, başlarını okşaması gibi örnekler bu bakımdan değerlidir. Büyükler, çocuklara zaman ayırmalı, örnek olmalı, daima doğru ve tutarlı bilgiler vermeli, onların düzeyine inmeli, onları eğitici oyunlara yönlendirmeli, hoşgörülü olmalı, hoşgörüde ölçüyü iyi ayarlayarak vurdumduymazlığa düşmemelidirler. Çocuğun en mükemmel şekilde yetişmesi, ihtiyaç duyduğu bütün insani ve ahlaki faziletleri, sosyal kural ve davranışları, dinî inanç ve değerleri, helal-haram duyarlılığını, mahremiyet ölçülerini öğrenmesi ve yaşaması, ruh ve beden bakımından sağlıklı, bilgili ve ayrıca meslek sahibi olabilmesi için bütün sorumluların, imkânlarını seferber etmeleri gerekir. Çocukların cinsiyet duygularının sağlıklı yönlendirilmesine, yaşları ilerledikçe kız ve erkek farklılığını yansıtacak şekilde giyinmelerine, kendi cinsiyetlerine uygun oyunlar oynamalarına hassasiyet gösterilmelidir. Hz. Peygamber, 10 yaşına geldiklerinde çocukların yataklarının ayrılmasını istemiştir. Çocuk eğitiminde Hz. Lokman (a.s.)’ın oğluna tavsiyeleri önemlidir. Bu tavsiyeler, tevhit ve kulluk bilinci, ebeveyne hürmet, vicdan muhasebesi, toplumsal duyarlılık ve insanlara karşı alçakgönüllü olma, insanları etrafından kaçıracak davranışlardan uzak durma gibi hususları içermektedir. Hadislerde ise, çocuğa yedi yaşında namazın öğretilmesi tavsiye edilmektedir. Allah’ın varlığı ve ölüm gibi konularda çocuklara verilecek bilgiler seviyelerine uygun olmalıdır. IV. Konu ile ilgili bazı ayetler “… O, (senin yanından) ayrılınca yeryüzünde bozgunculuk yapmaya, ekini ve nesli yok etmeye çalıSAYI: 261 • EYLÜL 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 77 şır.” (Bakara, 2/204-205.) “Hani Lokman oğluna öğüt vererek şöyle demişti:…” (Lokman, 31/13-19.) “Henüz ergenlik çağına gelmemiş olanlar yanınıza gelmek için sizden üç vakitte izin alsınlar...” (Nur, 24/59.) Diğer ayetler; Bakara, 1/128, 133; A‘raf, 7/189-190; İbrahim, 14/35; Ta-Ha, 20/132; Teğabün, 64/15; Tahrim, 66/6; Tur, 52/21-28. V. Konu ile ilgili bazı hadisler “Hiçbir anne baba, çocuğuna güzel terbiyeden daha üstün bir hediye vermiş olamaz.” (Tirmizi, Birr, 33.) “Bakmakla yükümlü olduğu kişileri sefil bırakması, kişiye günah olarak yeter.” (Ebu Davud, Zekât, 45.) “Hepiniz çobansınız ve hepiniz gözetiminiz altında bulunanlardan sorumlusunuz…" (Buhari, Cuma, 11.) Enes b. Malik (r.a.): “Hz. Peygamber’e on sene hizmet ettim. Bir kez bile bana ‘Öf! Neden böyle yaptın?’ demedi, ‘Şöyle yapsaydın ya!’ da demedi.” (Buhari, Edeb, 39.) Diğer hadisler; Buhari, Edep, 81; Fezailü’s-Sahabe, 22; Müslim, Selam, 15; Ebu Davud, Edeb, 120; İbn Mace, Edeb, 3. VI. Konu ile ilgili bazı hikmetli sözler “Terbiyenin aslı ve esası, çocukları kötü arkadaşlarından korumaktır.” (Gazali) “Eğitimde öğrencilere ve özellikle küçük çocuklara sert davranmak son derece zararlıdır; heves ve neşeyi yok eder, tembelliğe sevk eder, ikiyüzlü tavır takınmaya ve yalana sürükler, hile ve aldatmacayı öğretir.” (İbn Haldun) “Küçüklükte öğrenmek taşa nakşetmek gibi, yetişkinlikte öğrenmek suya yazı yazmak gibidir.” (Anonim) 78 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2012 • SAYI: 261 “Yavru kuş, yuvada gördüğünü yapar.” (Atasözü) “Duyarsam unuturum, görürsem hatırlarım, yaparsam öğrenirim.” (Anonim) VII. Verilebilecek mesajlar Çocuğun eğitimi, hayata hazırlanması ve dinî eğitimini kapsamaktadır. Anne-babalar çocuk eğitiminde hem öğretici hem de öğrenen konumundadırlar. Çocuk eğitiminde, anne-baba, dede-nine gibi aile içindeki bireylerin uyumu yanında, okul ve çevrenin de uyumlu olması, birinin başlattığı olumlu hareketi diğerinin bozmaması gerekir. Ailelerin ve eğitimcilerin; çocuk psikolojisi, gelişim psikolojisi ve eğitim-öğretim metotları alanlarında uzmanlara ve yayınlarına başvurmasının faydası inkâr edilemez. Vatandaşlarımız, korunmaya muhtaç ve engelli çocuklara da duyarlı olmalı, eğitim alabilmeleri için onları ilgili sosyal kurumlara yönlendirmeye, çeşitli imkânlardan ailelerini haberdar etmeye çalışmalıdırlar. VIII. Yararlanılabilecek diğer bazı kaynaklar • Komisyon, İslam’da Aile ve Çocuk Terbiyesi I-II (İslam’da Aile ve Çocuk Terbiyesi Sempozyumu, 1993, 1994, Şanlıurfa), İstanbul 2005. • İ. Hakan Karataş, “Hayırlı Evlat İçin 5 Önemli Eğitim Şart”, 13.07.2008 tarihli Zaman Gazetesi. • DİA, “Çocuk” ve “Talim ve Terbiye” maddeleri. • Halit Ertuğrul, Ailede ve Okulda Çocuk Eğitimi, İstanbul 2010. • Mehmet Emin Ay, Ailede ve Okulda İdeal Din Eğitimi, İstanbul 2006. • Sefa Saygılı, Çocuk Psikolojisi (0-7 yaş), İstanbul 2007. Vural Kaya YUNUS EMRE DİVANI İşleri Başkanlığı Yunus Emre Divanı'nı prestij D iyanet baskıyla okurlarına sundu. Eseri yayına hazırlayan Dr. Mustafa Tatçı Bey. Diyanet İşleri Başkanlığı daha önce de Mehmet Akif Ersoy'un "Safahat"ını okurlarına sunmuştu. Dr. Mustafa Tatçı Bey’in nefis önsöz, girizgâh ve Yunus Emre biyografilerinin de eserin büyük bir kısmında yer alışı esere verilen emeğin ağırlığını salık vermektedir. Tatçı, Yunus Emre Divanı'nı bizimle buluştururken dikkat ettiği en önemli unsur eserdeki dili güncelleştirme endişesini bertaraf ederek okuru klasikleşmiş, gelenekselleşmiş sanatsal algıyı da örselemeden yeninin ve yeni zamanların da algısını meczetmesi ve eserdeki dün bugün buluşmasının zarifçe işlenmesi olmuştur. ALLAH’IN İRADESİ KARŞISINDA BİR MÜTEFEKKİRİN BİR ERENİN BİR ŞAİRİN PÜR DİKKAT VE MÜHEYYA DURUŞUDUR YUNUS EMRE'NİN DURUŞU. ONUN MAKAMI. ONUN RUHANİYETİ VE HER ŞEYİ... Yunus Emre hiç şüphesiz Türkçemizin en büyük mimarıdır. O bizim Türkçe dedemizdir. Türkçemizin dinî referanslarla birlik olup dili âdeta itikadi bağlamda inşa eden ve büyüklüğüne bu yönüyle daha da bir büyüklük katmış pirimizdir Yunus Emre. Hiç şüphesiz bu büyüklüğünün gereği Yunus Emre üstadımızın dil ile din değerleri bağlamında kurduğu akrabalığı her zaman en mühim bir endişe olarak algılamamız da bizim yegâne ödevimiz olacaktır. Yunus Emre bir derviştir, dil üstadıdır, kendi dilinin en büyük mimarıdır, çağını her yönüyle okuyan ve yüzyıllar sonrasına mesaj ve iletilerini aktarabilmiş bir Anadolu erenidir... Yunus Emre’miz her şeydir her şeyimizdir, kabul; fakat en mühimi dilinin incelikli ustası oluşuyla dininin değersel büyüğü olması arasında kurduğu örnek köprüdür. Bu tablodur Yunus Emre’mizi yüzyıllardır bize sevdiren ve bizi kendisine borçlu hissettiren şey. Bu büyük değer bugün okurunu şekilsel ve niteliksel bağlamda da selamlıyor. Selamlamaya da devam edecek. Elimizdeki mezkûr eserin birinci baskısı İstanbul 2012 tarihli. Edebî Eserler dizininin 21. eseri olarak yayınlanmış. Kitap 448 sayfadan müteşekkil. Eserin son bölümSAYI: 261 • EYLÜL 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 79 lerinde muhteşem bir kaynakça ve geniş çaplı bir de âdeta Yunus Emre Divanı sözlüğü yer almaktadır. Yunus Emre'den seçme dizeler ve bu dizelerin dizinleri gibi iş ve gayretler eserin şümullü ve büyük emekli olduğunun ipuçlarını vermektedir bize. YUNUS EMRE DİVANI DÖNE DÖNE OKUNMASI GEREKEN VE HER AN YENİ UFKİ DEĞERLERLE KARŞILAŞILABİLECEK BİR UMMANDIR. OKU VE AGÂH OL EY OKUR DER ÂDETA DİVAN. "Kogıl bu dünyâ bezeğin bu dünyâ yel durur hayâl" dizeleri sadece bir şair hassasiyetinden doğmaz Yunus Emre'de. Dünyanın vazgeçilemez olduğu ve dünyevileşmenin zirvelerde gezindiği şu yaşadığımız modern zamanların aksine dilde bu denli büyük bir mimar olmasına karşın onun dil ile dinî hassasiyet algısını içe içe meczedişi, bu dilsellikle dinselliği kaynaştırıp buradan hareketle bir algı, bir değer üretimi sunumu Yunus'u büyüklerin de büyüğü yapmağa yeter umdelerdendir. Dünya boş, uğraşı alanı olarak insan soyunun seçtiği menfez bir hayal, bir yel, bir anlık duyuş, bir lahza bakış olup geçecektir. Esas kalıcı ve ardına düşülmesi elzem olan şey ya da değerler manzumesi çok daha başkalardan yahut ötelerdendir, der âdeta. Mekân bağlılığı, mekânsal bağımlılık, eşyaya bağlılık Yunus Emre'nin mücavir alanına hiç ama hiç girmemiş yaban, yabansı kavram ve sözlerdir. "Teferrüc eyleyü vardım sabâhın sinleri gördüm." buyurur. Bir sabah bir büyük ferahlama bir ufkilikle gezip dolaşmağa çıktığınız dünyanız o en an-ı demadem olduğunuz an yani bir de bakarsınız ki karşınıza çıkmış bir mezarla sizi öteleri düşünmeye ve öteleri idrake sevk edebilir. Yahut da ötelerden bir an yaşamışsınızdır da şimdiki yaşadığınız anın kıymeti harbiyesi bu zamanın kıymetliliğine göre azalmıştır. Aklı başına 80 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2012 • SAYI: 261 gelmeğe yüz tutmuştur insan soyunun bu vesilelerle... Görüldüğü gibi Yunus Emre bir anlamla değil birkaç anlamı vermek ve söz sanatlarını deruni biçimde bize ulaştırmak konusunda da pirdir, pirimizdir... Dünyayı sevilebilecek miktarda ve ölçüde değerlendirerek ne dünyayı ne kendini incitmesi dünya ile arasındaki dikkatli ünsiyet her biri ila-yı kelimetullah icabıdır. Allah’ın iradesi karşısında bir mütefekkirin bir erenin bir şairin pür dikkat ve müheyya duruşudur Yunus Emre'nin duruşu. Onun makamı. Onun ruhaniyeti ve her şeyi... Pirin sade, sağlam, dopdolu tarif ve önerileri var insanlığa yönelik olarak. O lafazanlığa bulaşmadan yapar bunu. Ve fakat zorun eleğinden geçirerek söylediği söz kolay fakat kolaycı söz değildir. Aksine bu sadelikle paha biçilemez kıymet elde etmiştir. Eşitliğe, insan kıymetinin yüksek ahlaki değerle eş oluşuna, adalete, hakkaniyete vurgusu yüksektir Yunus Emre'mizin. "Bir kez gönül yıkdın ise bu kıldığın namaz değil / Yetmiş iki millet dahi elin yüzün yumaz değil" diyen pirin maksadı da maksada matuf hâlleri de aşikârdır. Bu sözden dersleri gerektiğinde çıkarıp almak erbabı söz ile cenab-ı insanın övünmesiz ödevidir şüphesiz. Yunus Emre Divanı döne döne okunması gereken ve her an yeni ufki değerlerle karşılaşılabilecek bir ummandır. Oku ve agâh ol ey okur der âdeta divan. Yunus Emre’mizin ruhaniyetine binlerce saygı, hürmet ve dua ile...