Yıl: 4, Sayı: 11, Haziran 2017, s. 952-965 Umut

advertisement
Yıl: 4, Sayı: 11, Haziran 2017, s. 952-965
Umut DAĞISTAN1
ÖRGÜTSEL ETİĞE ELEŞTİREL BİR YAKLAŞIM DENEMESİ
Özet
Etik olgusu felsefenin üstünde en çok tartışılan kavramlarının başında gelir.
Örgüt alanında yapılan çalışmalarda etik olgusu işlevselci bakış açısıyla
değerlendirilerek örgütsel etik kavramı altında incelenmiştir. Ne var ki böyle
incelemeler ana akım yazında etik olgusunu, daha çok yönetici penceresinden ve
kullanım amacına uygun şekilde normatif perspektiften değerlendirmektedir. Tam
bu noktada eleştirel yaklaşım etik ilkelerin belirlenmesi hususunda iktidar
ilişkilerine odaklanmakta ve ilkelerin temel çıkış noktasının sorunlu olduğunu
ortaya koymaktadır. Bu çalışmanın amacı etik olgusuna eleştirel pencereden bakıp,
kabul edilmiş normları sorgulamaktır.
Anahtar Kelimeler: Etik, Eleştirel Yaklaşım, Evrensel, Modernizm, Örgüt
A CRITICAL APPROACH TO ORGANIZATIONAL ETHICS
Abstract
Ethics is the most debated subject among the concepts of philosophy. Ethic
is evaluated from the point of functional view in the organization field, and
examine under the concept of organizational ethics. However, such studies evaluate
ethics case from managers perspective and normative perspective in the suitable
way for its usage aim. At this point, critical view focuses on power relations, for
determining ethic principles and shows that the basic starting point of the principles
are problematic. The purpose of this study is to examine the ethic case with a
critical perspective to questioning accepted norms.
Keywords: Etchics, Critical Approach, Universal, Modernism, Organization
1
Dr. Öğrencisi., Akdeniz Üniversitesi işletme bölümü.,umutdagistan@yahoo.com
Umut Dağıstan
GİRİŞ
Bloom (2014), özelde edebiyatın genelde sanat yapıtının estetik bir hazdan başka hiçbir
saikle değerlendirilemeyeceğini söyler. Ona göre, her yaratımın temelindeki esas ölçüt, yapıtın
estetik değeri ve bu değerin okuyucusuna veya izleyicisine verdiği hazdır. Kastedilen haz,
okuyucunun yapıtla kurduğu o mahrem ilişkiden doğan tatmindir. Tıpkı bunun gibi, yazarın ya
da eserin yaratıcısının da üretim sürecinde aldığı benzer bir haz vardır. Buradan hareketle bir an
için şöyle bir soru sorulabilir: Bir çalışanın iş yapma ölçütü de, tıpkı bir sanat yaratıcısı gibi,
sadece bir şey yaratmanın veya üretmenin hazzı olabilir mi? Bu soruya toptan olumsuz yanıt
vermek elbette mümkün değil. İstedikleri işi yapan ve bu işi yaparken Botton’ın (2008)
“çalışmanın mutluluğu” dediği o ikamesi güç tatmini alan insanlar elbet mevcut. Ama bunların
sayısının istatiksel olarak anlamlı olduğunu söylemek oldukça güç. Büyük çoğunluğun hayatta
kalmak için sahip oldukları tek ve en değerli şeyi, emeklerini (zamanlarını) hiç de makul
olmayan ücretlere sattıkları bir sır değil. Belki de burada sır olan, bu gerçeğin temsil şekilleri.
Gorz (2007) çalışma ve tatmin konusunda farklı düşünmekte. Ona göre, çalışma olarak
adlandırdığımız ve bugün hayatın merkezinde olan şey modernizmin bir icadı ve kendi zevkimiz
için yapılan edimlerle karıştırılmamalı. Sanayileşmeyle birlikte başlamış çalışma olgusunun
temel karakteristiği, başkaları tarafından istenen, tanımlanan, yararlı görülen ve bu sıfatla onlar
tarafından ücretlendirilen kamusal alandaki bir faaliyettir (Gorz, 2007: 27-28). Bu bir ilişkiler ve
değişim ağıdır ve merkezinde de para vardır. Tatminle bir araya gelmesi de doğası gereği bir
yanılsamadır. Tabii Gorz (2007) burada başkalarının emrinde çalışan büyük çoğunluktan
bahsetmekte ve işveren çalışan ilişkisini bir tür efendi uşak ilişkisine benzetmektedir. Bu
analojiyi ise son derece ikna edici bir biçimde ortaya koymaktadır.
Tarihsel kapitalizmin ayırt edici özelliği sermayeye ve onun kullanımına verdiği önemden
gelir. Kapitalizmin temelinde sermaye olgusu yatar. Sistemin içinde başlıca amaç sermayenin
kendini büyütmesidir ve geçmiş birikimler yalnızca daha fazla sermaye biriktirmek için
kullanıldığı ölçüde ‘sermaye’dir. Kapitalist diye adlandırılan kimlik, sermayeyi elinde tutanın
dur durak bilmeden ve ilginç bir biçimde kendine dönük olarak gitgide daha çok sermaye
biriktirme hedefiyle ve sermayeyi elinde tutanın bu nedenle, hedefine ulaşmak için başka
kişilerle kurmak zorunda olduğu ilişkiler ağıyla oluşur (Wallerstein, 2006: 12). Elbette tek hedef
bu değildir, ama sistemin temelindeki ana motif bu birikimdir. Kapitalizmin tarihsel gelişim
sürecine bakıldığında birçok merhalelerden geçtiği, kendisini hızla değişime uydurduğu ve
alternatif sistemler karşısında görece üstünlüğünü son kertede hiçbir zaman kaybetmediği
görülmektedir. Bu başarısı, sistemin söz konusu tahakkümünü hiçbir zaman kaybetmeyeceği
yönünde büyük çoğunlukta güçlü bir algıya da yol açmıştır. Fordist yapıdan modern örgütlere
kadar organizasyon yapısı, iş süreçleri ve bunları tanımlama biçimi sürekli değişmiştir. Modern
örgütlerde ‘tanım’ iş süreçlerinden önce gelmekte ve getirilen yeni tanımlar büyük oranda
imledikleri şeylerden farklı anlamda yorumlanmaktadır.
Sennett (2008: 9) ‘esnek kapitalizm’ sözüyle tanımlanan sistemin, bildiğimiz bir olgunun
yeniden tanımlanarak zararsız bir hale dönüştürülmesi olduğunu söyler. Burada vurgulanan
esneklikle, çalışanlardan seri hareket etmeleri, her an değişme hazır olmaları, risk almaktan
korkmamaları, formel prosedürlere daha az bağlı kalmaları istenir. Böylece klasik iş tanımının
dışına çıkıldığı, daha renkli ve fırsatlarla dolu bir çalışma hayatı imlenir gibi gözükse de, aslında
bu tanımlamayla insanların hayat boyu götürü usulü çalışmaları, parça parça işler yapmaları
sağlanarak, işe eski anlamı iade edilmiş olur. Burada katı bürokrasi biçimleri terk ediliyor gibi
SOBİDER
Sosyal Bilimler Dergisi / The Journal of Social Science / Yıl: 4, Sayı:11, Haziran 2017, s. 952-965
953
Örgütsel Etiğe Eleştirel Bir Yaklaşım Denemesi
görünse de, ‘esneklik’le kastedilenin çalışanın daha rahat koşullarda çalışması değil, tam tersine
yeni kontrol biçimleriyle işletme açısından daha “verimli” ve yoğun çalışmasıdır. Burada
verimlilik işletmeye, yoğunluk çalışana düşen hissedir.
İş örgütleri modern toplumun merkezinde yer alan temel kurumlardır ve sadece finansal
yönden değil, birçok bakımdan hayatın biçimlenmesinde azami önem taşırlar. Örtük ya da açık,
eğitim sisteminden ulusal siyasete, modadan kültür-sanat politikalarına kadar birçok konunun
belirleyicisi konumundadırlar. Toplumdaki her birey, modern hayattan izole doğada bir yaşam
sürmüyorsa, bir şekilde iş örgütlerine bağlı ya da bağımlıdır. Eğer bir çalışansa, örgütsel hayat
ile özel hayat arasındaki ayrım, birinin nerede bitip diğerinin nerede başladığı bile son derece
muğlaktır. İş örgütleri kişisel kimliklerin önemli bir parçası, bazı durumlarda ise bizatihi
kimliğin belirleyicisidir. Olgu böyle konulduğu zaman, iş örgütleri içindeki işleyiş sadece
amaçlara ulaşma noktasında değil, ki alanda yapılan çoğu çalışmanın merkezinde bu vardır,
çalışanların kimliklerini tanımlaması bakımından da üzerinde durulması gereken bir konudur.
Çalışma koşulları, orada geçirilen zaman, çalışanların diğer çalışanlarla ve çalışanların
yönetimle ilişkisi, bunu belirleyen kuralların düzenlenmesi büyük önem arz etmekte ve bunun
yansıması sadece iş hayatını değil, sosyal hayatın her alanını etkilemektedir.
Bu bağlamda, örgütlerin kanunlar çerçevesinde belirledikleri ve bir protokolle
çalışanların da kabul ettikleri kuralların yanı sıra, yönetsel kontrol oluşturma noktasında
evrensel oldukları kabul edilen bir takım normlar da devreye girer. Etik ilkeler olarak belirlenen
bu normlar, düzen oluşturma ve oluşturulan düzeni idame ettirme hususunda sorgulanamaz bir
ayrıcalığa sahiptir. Bu çalışmanın konusu bu normların sonuçlarının iki veçhesi olduğu
yönündedir ve çalışma örgütsel etikle ilgili yerel yazında görece eksik kalmış bir alanda
mütevazi bir şekilde akıl yürütme motivasyonundan hareket ederek ortaya çıkmıştır. Çalışmada
öncelikle etik ilke kavramı, kavramın ortaya çıktığı koşullar anlatılmış, daha sonra temel etik
teorileri anlatılmış, ardından örgütsel etik kavramı incelenmiştir. Elbette bu kısıtlı çalışmanın
iddiası bütün eleştirel etik literatürünü ortaya koymak değildir, sadece etik ilkelerin
sorgulanamaz yapısına değinmek ve kavramı karşıt açıdan sorgulamaktır.
2000’li yıllardan itibaren artan bir şekilde, genel anlamda etik, özel anlamda meslek etiği
toplumsal ve ekonomik hayatta yaşanan sorunların çözümünde başvurulması gereken temel
ilkeler olarak ileri sürülmektedir. Bu nedenle de çalışma alanında insan davranışlarını
belirleyen, denetim altına tutan etik kodları referans noktası kabul edilmektedir. Bunun
sonucunda da insan ilişkilerinde yaşanan olaylar “etik değil ya da etik olarak” gibi söylemlere
indirgenerek savunma ya da eleştiri malzemesi olarak kullanılmaya başlanmıştır. Bu çalışmanın
savı, örgütler içindeki insan davranışlarının etik yönünün, vicdani sorumluluktan ziyade kaynağı
tartışmalı etik kodlarına teslim edildiği, bunun da sorgulanamaz bir kontrol mekanizmasına
dönüştüğü yönündedir.
Etik İlke
Aristoteles, Etik kitabında, her insanın “iyi” olanı aradığının ve aslında bu iyilik
arayışının, temelinde bir mutluluk arayışı olduğu girişini yaptıktan sonra adaletin erdemin
bütünü olduğunu iddia eder (Aristoteles, 2014). Etik olanı anlatırken, iyilik, mutluluk, erdem ve
adalet olguları üzerinde durur. Adalet ve erdem kavramları iyiliğe ulaşmanın temel ölçütüdürler
ve hepsi de mutluluk idealine açılan bir kapıdır. Etik bir anlamda, bunu tesis eden ilkeler
bütünüdür.
SOBİDER
Sosyal Bilimler Dergisi / The Journal of Social Science / Yıl: 4, Sayı: 11, Haziran 2017, s. 952-965
954
Umut Dağıstan
MÖ 5. yüzyılın ortalarında, Yunanistan’da büyük bir felsefi dönüşüm yaşanmıştır. Varlık
ya da gerçeklik üzerine çıkar gütmeyen felsefi spekülasyonun ardından, felsefenin merkezine
insan geçirilmiştir. Felsefi ilgi; evrenden insana dönerken, bu ilgi kozmoloji ve ontoloji ile ilgili
önemli entelektüel sorulardan, insan yaşamı ve eylemiyle ilgili ivedilikle cevaplanması gereken
sorulara doğru kaymıştır. Artık filozoflar dikkatlerini daha ziyade etik ve siyaset felsefesine
çevirirken, felsefeye tam bir hümanizm hâkim olmuştur (Cevizci, 2009: 62). Toplumsal hayatın
analizi yapılırken hümanizm anlayışı temel çıkış noktası kabul edildiğinde, faydacı bir anlayışla
evrensel değerleri ortaya koymak için etik felsefesinin öne çıkması kaçınılmazdır. Etiğin,
fenomenolojik bir bakış açısıyla tüm koşullanmalardan kurtarıldığında özünde yatan değer
‘insan’dır. Bu nedenledir ki, kendi üstüne düşünen insanın, toplumsal hayatın kuruluşundaki ana
meselesinin etik anlayış olması ve bu konuda kafa yorması bir yönüyle gerekliliktir.
Aristoteles etiğin politikadan ayrılamayacağını iddia eder; insan iyi hayatı, ancak iyi
düzenlenmiş bir toplulukta, adalet ilkesine göre örgütlenmiş politik bir düzende yaşayabilir
(Cevizci, 2009: 112). Buradaki darboğaz, bu iyi düzenlenmiş ve adil politik sistemin nasıl
örgütleneceği ve bu ilkelerin hangi ölçütlere göre belirleneceği sorunudur. Bu noktayı daha iyi
anlamak için etik felsefesinin ortaya çıktığı Atina’nın politik koşullarına bakmak, toplumsal
hayatın düzenlenişini irdelemek yerinde olacaktır.
O dönemde Atina’da yaklaşık 40 bin erkek yurttaş yaşamakta ve bu erkelerin büyük
çoğunluğu hiçbir işle uğraşmamakta, hayatlarını kazanmak için çalışma zorunluluğu
hissetmemektedir. O zamanların Atina’sında, yine sayıları her geçen gün biraz daha artan bir
tüccarlar sınıfı oluşmuştur. Ayrıca bunun yanında Atina, güçlü bir orduyu da beslemektedir.
Kadınların ev işleriyle uğraştığı, bu yüzden evden pek çıkamadıkları Atina’da özgür yurttaşların
yaklaşık üç misli kadar da köle mevcuttur. Tarımla uğraşmak dışında, toplumun neredeyse tüm
ihtiyaçlarını karşılayan köleler olmadığında, Atina’nın var olabilmesi neredeyse imkânsızdır.
Aristoteles’in etik kuramını, işte bu toplumsal koşullar içinde, söz konusu özgür yurttaşlar
topluluğu için yazdığı; onun, öncelikle imtiyazlı bir sınıfın erdemi ve mutluluğuyla ilgili bir etik
kuram geliştirme işiyle meşgul olduğu söylenebilir (Cevizci, 2009: 138). Etik felsefesi gibi
evrensel ilkeleri ortaya koyma iddiasındaki bir disiplinin çıkış noktasında bile sosyokültürel
bağlamdan kurtulamadığı ve mevcut iktidarın idamesi için düşünüldüğü gerçeğini bu örnek çok
açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
Etik kavramı köken olarak, Yunanca “ethos” kelimesinden gelmekte ve iki farklı anlamı
ifade etmektedir. Birincisinde etik, töre ve alışkanlık anlamlarındadır. Yani eylemlerini antik
kentte geçerli olan töreye bağlı kalarak eğitim yoluyla düzenlemeye alışkın bireyin, toplum
tarafından genel kabul gören ahlak kurallarına uygun davranışı sergilemesi olarak
tanımlanmaktadır. İkincisinde ise fiili gerçekleştiren kişinin, kabul edilmiş davranış kurallarını
ve değer yargılarını sorgulama sonucunda kavrayarak ve üzerinde düşünerek istenilen iyiyi
gerçekleştirmek için onları alışkanlığa dönüştürme edimidir (Pieper, 1999: 30). İki anlamda da
“bütünü” gözetme, içinde nefes alınan sosyo-kültürel yapının değerlerini göz önüne alma
durumu vardır. İyiye güzele yönlendiren “Etik değerler” bağlamla mücadeleden doğsa da,
bağlamın kendisine içkindir. Ama burada etiğin ister bireysel olsun ister kolektif, bir öznenin
pratiğini yargılayan ilke olduğu unutulmamalıdır.
Kuçuradi (2003: 8) etik kavramının günümüzde üç ana anlamda kullanıldığını
belirtmektedir. Öncelikle “etik” sözcüğü ahlak anlamında kullanılmakta ve belirli bir grupta,
belirli bir zamanda kişilerin birbirleriyle ilişkileri üzerine değerlendirmelerini ve eylemlerini
SOBİDER
Sosyal Bilimler Dergisi / The Journal of Social Science / Yıl: 4, Sayı:11, Haziran 2017, s. 952-965
955
Örgütsel Etiğe Eleştirel Bir Yaklaşım Denemesi
belirleyen normlar sistemi olarak görülmektedir. Bu yazılı olmayan norm sistemleri, belirli bir
zamanda belirli bir kültürde neyin “iyi” neyin “kötü” olduğunu, nelerin yapılmaması gerektiğini
belirtir. Bu ahlak normları bugün etik değerlerle karıştırılmaktadır. İkinci olarak, “etik”
sözcüğü, bir grup insanın belirli amaçlarla oluşturduğu bir yazılı normlar bütünü anlamında
kullanılmaktadır. Bu noktada bir konsensüs mevcuttur ve bu belgeler evrensel olarak geçerli
kılınmak istenmektedir. Ama burada bir darboğaz vardır. Bu belgelerdeki normların çoğu felsefi
olarak değerlendirilmediğinden evrensellik noktasında sıkıntılar ihtiva etmektedir. Meslek etiği,
bu ikinci tanıma girmektedir. Üçüncü olarak etik sözcüğü, doğrulanabilir-yanlışlanabilir bilgi
ortaya koyan ya da koyması beklenen felsefe dalını anlatmaktadır.
Hegel ise “etik” (Sittlichkeit) ile “ahlak” (Moralitat) arasında incelikli bir ayrıma gider.
Etik ilke uygulaması dolaysız eyleme, ahlak ise düşünümsel eyleme aittir. Günümüzde ‘etiğe
dönüş’te kavram bariz olarak bulanık bir biçimde, ama Hegel’den (karar etiğinden) çok Kant’a
(yargılama etiği) yakın bir şekilde kullanılmaktadır. Aslında bugün etik, ‘olup bitenler’le nasıl
ilişki kuruduğumuzu belirleyen bir ilkeye, tarihsel durumlarla (insan hakları etiği), teknik
bilimsel durumlarla (tıbbi etik- biyo-etik), ‘toplumsal’ durumlarla (bir arada yaşama etiği),
medya durumları (iletişim etiği) vb. ilgili yorumlarımızı düzenlemenin muğlak bir biçimine
işaret etmektedir. Bu yorum ve kanaatler normu resmi kurumlar tarafından desteklenmektedir ve
kendi otoritesine de sahiptir. Devletler tarafından atanan, ‘ulusal etik komisyonları’ vardır
(Badiou, 2013: 16).
Badiou’nun (2013) üstünde durduğu nokta, etiğin bir çeşit yargılama pratiğine dönüşerek
muğlak değerlerle bireyi kontrol mekanizması haline geldiğidir. Yukarıda bahsedilen Pieper’in
(1999) tanımındaki, bireyin değerleri kabul etmeden önceki sorgulama süreci tamamen geçersiz
kılınmış, değerler ve bunlara yüklenen anlam çoktan belirlenmiştir. Bireyden beklenen buna
uyması, mevcut düzenin idamesini sağlamasıdır.
Bauman (2001) etik kod ihtiyacının modern hayattaki öneminden ve yerinden
bahsederken, onun bir modernizm projesi olduğunu ve dinlerin görece yerini kaybettiği bir
dönemde ihtiyaç duyulan “korunaklı” hayatı temsil ettiğini ileri sürer. Burada bir tür ikame söz
konusudur. Etik kod ihtiyacı modernizmin bizatihi kendisinden doğmakta ve sistemin içinde
ihtiyaç duyulan bir boşluğu doldurmaktadır.
…Günahsız (ki günahın adı artık suçtu) bir yaşam vaat eden tek proje, dünyayı insanların
gereksinim ve yetilerine göre ve rasyonel olarak tasarlanan bir plan doğrultusunda yeniden
yaratan modern projeydi. Burada yasama bu yeniden inşanın (kelimenin tam anlamıyla “yeni
bir başlangıç”, daha önce olup bitenlerden tamamen bağımsız bir başlangıç, neredeyse bir
“sıfırdan başlama” olarak görülen bu yeniden inşanın) ana aracıydı. Ahlaki durum bağlamında
yasama, etik bir kod tasarlamak demekti ve bu dinsel tövbe ve bağışlama stratejilerinin tersine,
neyin yapılacağı, neyin yapılmayabileceği ve neyin yapılmaması gerektiği konusunda aktöre a
priori bir kesinlik sunarak bizzat kötülüğün yapılmasını engelleyecek bir şeydi. (Bu projenin
fizibilitesi önceden ve totolojik olarak garanti ediliyordu; etik kuralların izlenmesi iyilikten
başka bir şey getiremezdi, çünkü “iyi” hiçbir belirsizliğe yol açmayacak biçimde, kurallara
itaat olarak tanımlanıyordu.) Modern proje sadece günahkârın değil aynı zamanda günahın da
olmadığı, yalnızca yanlış seçim yapan insanların değil aynı zamanda bizzat yanlış seçim
olanağının da olmadığı bir insani dünyanın mümkün olduğunu koyutluyordu (Bauman, 2001:
12-13).
SOBİDER
Sosyal Bilimler Dergisi / The Journal of Social Science / Yıl: 4, Sayı: 11, Haziran 2017, s. 952-965
956
Umut Dağıstan
Etik ilke iyiliği doğurur, iyiliğin devamı için de, iyiliği oluşturan sistemin idamesi
gerekmektedir ve bu da ancak itaatle mümkündür. Bauman, modern hayatın “ulusal etik
reçeteleri”ne göre tanzim edilmesi sonucunda bireyin karanlıkta el yordamıyla yürüme
yazgısından kurtarıldığını, ancak “postmodern” adı ile anılan zamanlarda her şeyin serbest
piyasanın insafını bırakıldığını da eklemektedir (Bauman, 2001: 14). Burada şöyle bir soru akla
gelebilir: sistem bunu öngörerek mi bu boşluğu doldurmuştur, yoksa ortaya çıkan sonucu
kullanmış mıdır? Denilebilir ki, pazar koşullarının belirlediği ilkeler, modernliğin ahlaki
düşünce ve pratiğini, müphem olmayan bir etik kodun olanaklılığına duyulan inancı manipüle
etmektedir. Böyle bir kodun bulunup bulunmadığı ayrı bir tartışma konusudur. Her türlü
toplumsal projenin yaslandığı ana motivasyon, insanın belirsizlik karşısında duyduğu kaygıdır.
Belirsizlik, ancak ve ancak belirli bir düzenin, bazı muğlaklıklar olsa da belirli neden sonuç
ilişkilerinin hâkim olduğu bir sistemin içinde tolere edilebilir. Güven, yapılan bir eylemin
karşılığının ve seçimlerin sonucunun ne olacağının bilinmesinden doğar.
Buradaki kritik nokta, bir etik kodun mevcudiyetiyle bireylerin o etik kodu referans
alarak ahlaki seçimler yapabilecekleri kabulüdür. Zira ahlakın bir standardı olmadığı gibi, buna
gereksinimi de yoktur. O sürekli şimdiki zamanda yaşar. Bauman’a göre (2011: 23) modern
düşünce, ahlaki inançların geçmişteki farklılıklarını tanımakla birlikte, bunun üstesinden gelmek
için çok uğraşmıştır. Ama bunu tüm insanlığı kucaklayacak bir etik kod ihtiyacıyla yapmıştır.
Böylece karar sürecinde özerk sorumluluğun yerine, dışarıdan dayatılan etik kurallar konmuştur.
Bunun sonucunda da ahlakın evrenselleştirilmesinden çok, ahlaki itkinin susturulması durumu
ortaya çıkmıştır. Eşgüdümlü eylemin talep edildiği her toplumsal oluşumda ahlaki özerklik bir
anlamda tehlike altındadır. Modern örgütlerde ise eşgüdümlülük verimliliğin sacayaklarından
biridir.
Üç Temel Etik Teorisi
Bir eylem yapılmadan önce ya da yapıldıktan sonra, onu olası bütün sonuçlarıyla birlikte
ahlaken değerlendirme işlemi, deontoloji, faydacılık ve erdem teorisi olarak bilinen üç ana etik
teorisinin alanına girer. Moseley’in (2010: 87) verdiği örnek üzerinden gidersek, partneriyle
yemeğe çıkacak biri, onun “güzel miyim?” sorusuna hangi ölçütlere göre cevap verecektir?
Deontoloji taraftarları, Kant’ın ahlak felsefesini izleyerek yalanın hiçbir zaman haklı
görülemeyeceğini (davranışlar kendi içlerinde ya ahlakidir ya da ahlak dışı), doğru olanı sırf
doğru olduğu için yapmanın bir ödev olduğunu ileri sürerler. Deontoloji yaklaşımına göre, yalan
söylemenin hiçbir koşulda ahlaki bir değeri olamaz. Kişi bu görüşe göre (eğer partneri çirkinse)
ona gerçeği söyleyecek ve yemek pek de planlandığı gibi yürümeyecektir. (Ama Kant burada,
partneriniz belki de dürüstlüğünüz için sizi ödüllendirecek ve onun güvenini kazanacaksınız,
diyebilir).
Faydacı teoriye göre ise yalanın olası sonuçları üzerinde düşünülmesi gerekmektedir.
Dürüst olmanız bütün bir geceyi mahvedebileceği gibi, bir insanın kalbini de kıracaktır. Ayrıca
bu davranış anti-sosyal ve dostane olmayan bir jest olarak görülecektir. Bunun için yalan
söyleyip ilişkileri gerginlikten uzak, rahat ve uyumlu sürdürmek tercih edilebilir bir seçenek
olacaktır. Ama faydacı teori de kendi içinde ikiye ayrılmaktadır. Kısa dönem faydacılık söz
konusu örnekte yalan söylemenin huzuru getireceğini iddia etse de, uzun dönem faydacılar
Kant’a yakın durarak, ileride daha büyük yararlar sağlamak adına dürüstlüğü tercih
edeceklerdir.
SOBİDER
Sosyal Bilimler Dergisi / The Journal of Social Science / Yıl: 4, Sayı:11, Haziran 2017, s. 952-965
957
Örgütsel Etiğe Eleştirel Bir Yaklaşım Denemesi
Erdem Teorisi taraftarları ise, etiğin deontoloji ile faydacı yaklaşımın arasında kalan ikili
bir yapıya sıkıştırılmasını reddederler. Erdem teorisi yanlıları bu durumda şu soruyu sorarlar:
Eğer yalan söylersem ne tür bir insan olurum? Yalancı mı, diplomat mı? Burada bağlam hayati
bir öneme sahiptir. Durum her yönüyle değerlendirilip neyin uygun olacağına öyle karar
verilmelidir. Erdem teorisinin rafine bir biçimi olan adabımuaşeret, sorunun diplomatik bir
biçimde geçiştirilmesini gerektirir. “Güzelsin (bu akşam), ama kırmızı elbisen daha çok
yakışıyor sana (yalandan kaçınmak için).” Böylece biraz incelik göstererek dostluğa,
güvenilirliğe ve dürüstlüğe halel getirilmemiş olunur. Erdem teorisi, Kant’ın ödeve bağlı
etiğinden ve faydacılığın belirsizliğinden ve açık uçluğundan kaçınmayı amaçlar. Ama onun da
sorunları vardır. Erdemler bazen değişken, bazen de modaya bağlı olabildikleri gibi, çoğu
zaman da insanın içinde yaşadığı kültüre göre değişir (Moseley, 2010: 87-90).
Buradaki kritik nokta etik felsefesinin ana kabulünün sıkıntılı olduğu gerçeğidir. Yani
evrensel bir insanlık özünden hareket edip bu yönde ilkeler belirlemek, bu ilkeleri belirleyen
iktidar sorunsalını dışarıda bıraksa bile, bir yerde veya bir durumda doğru olan bir davranışın,
başka bir yerde ve başka bir durumda yanlış olabileceği gerçeğini engelleyemez.
Örgütsel Etik
Örgütsel Etik kavramının son yıllarda giderek artan oranda telaffuz edilmesinin en önemli
nedenlerinden biri, katı bürokrasi biçimlerinin görece terk edildiği bir ortamda, belirli ilkeler
doğrultusunda örgütsel uyumu ve düzeni tesis ederek örgüt üyelerinin bir arada huzur içinde
çalışmasını sağlamaktır. Burada örgütler açısından “verimlilik” kaygısının; uyum, düzen ve
huzur gibi rahatlatıcı ve kimselerin itiraz etmeyeceği kelimelerin ardında kaldığı kuşkusu bu
çalışmanın meselelerindendir.
Etik olgusu örgüt alanına 1970’li yıllardan itibaren girmiş ve özellikle 1990’lı yıllarda
konu büyük bir ivme kazanmıştır. Alanın gelişimine katkı da bulunan ilk makaleler eşitlik ve
adalet duygusu üstünde durmaktadır (Cooper, 1994: 12). Örgütsel etiğin çalışanların
dünyasındaki önemi, yaratılan ve benimsenen kodların adalet duygusunu yaratabilme
kapasiteleriyle doğrudan ilintilidir. Örgütsel adalet konusundaki çalışmalar, çalışan bazında
adalet algısının önemi üzerinde durmaktadır (Withman vd., 2012; Arnaud vd., 2014). Bu algı
yaratılamadığı ölçüde adaletin varlığından bahsetmek doğru bir değerlendirme olmayacaktır.
Örgüt literatüründe etik olgusu, daha çok yönetici penceresinden ve kullanım amacına
uygun şekilde normatif perspektiften değerlendirilmiştir (Moorman, 1991; Howel ve Avolio
1992; Fryer, 2011; Walumbwa vd., 2011; Shin, 2012; Eisenbeiss vd., 2014). Yöneticilerin etik
davranışlarının çalışanların memnuniyetini ve performansını artıracağı savunulup yöneticilerin
bu konuda neler yapabileceği vurgulanmıştır. Bu tür çalışmalarda etik kodların, çalışana ve
onun performansına etkisi üzerinde durularak yönetim perspektifli (yöneticinin görevi, düzeni
korumak ve kaosu önlemektir) modeller ortaya konmuştur.
Clegg ve diğerlerinin (2007a) çalışması yönetici perspektiflidir, ama çalışma belirsizliği,
ucu açıklığı ve sosyo-kültürel ortamın önemi üzerinde durarak, Descartes’ten Fayol’a kullanılan
beden metaforu eşliğinde örgütü canlı bir organizma, yöneticiyi ise o organizmanın beyni kabul
ederek, karar alma noktasında yöneticinin etik değerleri göz önünde bulundurmasının önemi
üzerinde durmuştur. Bu çalışmadaki ilginç örnek, Nazi subayı Adolf Eichmann hakkındaki
örnektir. Eichmann İkinci Dünya Savaşı sonrası, yakalanmadan önce beş yıl Almanya’da, on yıl
da Arjantin’de takma isimle yaşamış, en sonunda da İsrail ajanları tarafından 1960 yılında
SOBİDER
Sosyal Bilimler Dergisi / The Journal of Social Science / Yıl: 4, Sayı: 11, Haziran 2017, s. 952-965
958
Umut Dağıstan
yakalanıp ‘insanlığa karşı işlediği suçlardan’ Kudüs’te mahkeme önüne çıkarılmıştır.
Eichmann’nın mahkemedeki savunması felsefi olarak ilginç, ama ölüm cezası almaktan korkan
biri açısından klişedir; kendisini hırslı bir bürokrat olarak tanımlayan Eichmann, sadece
üstlerinin verdiği emirleri yerine getirdiğini belirtmiştir. Ona göre suçlu emirleri verendir,
yerine getiren değil (Clegg vd., 2007a: 401). Eichmann iki yıl süren davanın sonucunda idam
edilmiştir.
Etik sorunların örgüt boyutunda daha felsefi düzeyde ele alan çalışmalar ise (May, 2006;
Parker, 1998; Kidder, 1995) etik sorununu yine örgüt penceresinden ele almakla birlikte daha
nesnel bir yaklaşım getirme çabasındadır. Ama burada da bakış açısı işlevselci paradigma ve
örgüt içi çatışmalarda uzlaşmacı tavrın performans tabanlı değerlendirmesi yönündedir. Bunun
yanında konuyu normatif perspektifin dışında bağlamsal olarak değerlendiren önemli çalışmalar
da mevcuttur (Andrews, 1989; Paine, 1994; Kjonstad ve Willmott, 1995).
Örgüt çalışmalarında araştırmacılar etiğin bireysel mi yoksa örgütsel bir konu mu olduğu
üzerinde tartışmaktadırlar. Bu konudaki görüşler çeşitlidir; bazı araştırmacılar etiğin temel
olarak bireysel bir konu olduğunu savunurken (Soares, 2003; Watson, 2003), diğer kesim ise
bunun örgütsel yapının içinde değerlendirilmesi gerektiğini iddia eder (Clegg vd., 2007b).
Örgütsel yapıya vurgu yapılırken moral değerlerin önemi kabul edilir, ama örgütsel yaşamın
bunun ötesinde bir olgu olduğu ortaya konur. Sonuçta bir düzen oluşturma çabası çalışmalara
hâkimdir ve bu durumda “etik” en iyi ihtimalle ya hâkim ideolojinin ya da ortalamanın ahlak
anlayışı olmaya mahkûm pozisyondadır. Bireyselliğe vurgu yapıldıkça konu kaçınılmaz olarak
daha felsefi bir boyut almakta, ancak örgüt çalışmalarındaki hakim paradigma işlevsel
görmediği bu felsefi tartışmaları büyük oranda dışlamaktadır.
Kidder’e (1995: 18) göre etik düzeyde yaşanan ana ikilem (dilemma) ‘doğru ile yanlış’
arasındaki seçim değil, ‘doğru ile doğru’ arasındaki seçimdir. Bunu açıklamak için de farklı
sonuçlar doğurabilecek aşağıdaki ayrımları örnek olarak verir.
 Adalet ile merhamet
 Hakikat ile sadakat
 Birey ile toplum
 Uzun dönem yarar ile kısa dönem yarar
Her örgütün içinde belirli düzeylerde bu tip ikilemlerle karşılaşılmaktadır. Bir yönetici
adaleti sağlamak için sevdiği bir çalışanına ceza verebileceği gibi, tam tersini de yapabilir ve
merhamet adalete baskın gelebilir. Ya da kamu sağlığına zarar verecek bir ürün piyasaya süren
bir işletmede çalışan biri, bunu deklare edecek midir, yoksa kurumuna sadakat adına sessiz mi
kalacaktır? Bu noktada yeniden Eichmann vakasına dönülecek olursa, sorulacak soru, örgütler
nasıl bir hâkimiyet kurmaktadır ki, normal bir çalışan etik dışı bir eylemi rasyonelleştirmektedir.
Birçok kimseye göre Eichmann örneği uç bir vaka olabilir. Ama Munro (1998) tam tersini
söylemektedir, bu vaka yeterli koşullar sağlandığında her zaman tekrarlanabilir bir fenomendir
ona göre (Clegg vd., 2007a: 402). Burada hakikat ile sadakat karşı karşıyadır ve Kidder’e
(1995) göre gerçek ikilem de tam burada başlamaktadır. Buradaki ahlaki ikilem, yapılması
gereken seçimin karşılaşılan soruna içkin olmasıdır. Hem sorun hem de çözüm, içinde yaşanılan
toplumun normları, değerleri ve kavramları tarafından üretilir. Tam burada etik ile bağlam
arasındaki ilişki sorgulanmalıdır.
SOBİDER
Sosyal Bilimler Dergisi / The Journal of Social Science / Yıl: 4, Sayı:11, Haziran 2017, s. 952-965
959
Örgütsel Etiğe Eleştirel Bir Yaklaşım Denemesi
Bu noktada Bauman’ın (2011: 30-31), çalışanları seçim ikileminden kurtaran sistem
yorumu önemlidir. Uzmanlık ve iş bölümü gibi zamanın gurur duyulan kavramları, her işin
sadece küçük bir parçasını yapan birçok kişiyi anlatır; işin içine karışan insan sayısı o kadar
büyüktür ki, kimse nihai sonucun yaratıcılığını kolay kolay üstlenemez. Dahası hayat boyu icra
edilen işlerin her biri, farklı yerde, farklı insanlar arasında ve farklı zamanlarda
gerçekleşmektedir. Bir çalışan için kısmi ama birden fazla rol vardır. Bu ortamların her
birindeki çalışan mevcudiyeti, tıpkı işlerin kendileri gibi parçalıdır. Bireyler olarak yerimiz
doldurulamaz, ama rollerimizden herhangi birinin oyuncusu olarak yerimiz hızla ve kolayca
doldurulabilir. Her role, tam olarak hangi işin nasıl ve ne zaman yapılacağını gösteren bir
çizelge konmuştur. Çizelgeyi bilen ve işin gerektirdiği becerilere vakıf olan herkes bu rolü
üstlenebilir. Çalışanın özel bir değeri yoktur, o gider yerine bir başkası gelir. Bu durum nahoş
bir şeyle karşılaşan çalışanın, bu durumu görmezden gelmesi sonucunu doğurabilir. Zira o
olmasa, aynı şeyi başkası yapacaktır. Sorumluluk o rolü oynayan kişiye değil, role aittir.
Böylece bir ahlaki ikilemle karşı karşıya kalan çalışan, sistemin doğurduğu çalışma pratiği
yüzünden, kendi içinde hiçbir tereddütte düşmeden ‘doğru olanı’ değil, işletme için, dolayısıyla
kendi rolü için ‘doğru olanı’ yapmak durumunda kalabilir. Elbette her çalışan bunu
yapmayacaktır, ama çalışma pratiği buna fazlasıyla imkân doğurmaktadır.
Buradan hareketle etik sorumluluğun bireysel olandan, örgütsel olana kaydığı
söylenebilir. Sorumluluk bireye değil, bireyin oynadığı role aittir, böyle olunca da senaryoyu
yazan örgüt çalışandan role uygun davranışlar bekleyecektir. Dahası çalışan da bu davranışları
içselleştirecektir.
Etik ile ahlak arasındaki ilişki, çalışan modern bireyin önüne sorgulanamaz bir fenomen
olarak çıkmaktadır. Bauman’a göre ise (2011) ahlaki fenomenler doğaları gereği “gayri
rasyonel”dir. Amaç düşüncesinden ve kar-zarar hesaplarından önce geldikleri zaman ahlaki
oldukları için, araçlar amaçlar şemasına uymazlar.
… Ahlaki özne, bir gruba ya da bir davaya sağladıkları ya da sağlamaları beklenen fayda
ya da hizmet ile açıklanamazlar. Kurallara bağlı oldukları söylenebilecek bir şekilde düzenli,
tekrara dayalı, monoton ve öngörülebilir değildirler. Esas olarak bu nedenle herhangi bir etik
kod tarafından kapsanamazlar… Etik hayattaki her durumda sayısız örnek karşısında bir
seçeneğin iyi olduğuna hükmedebilir ve edilmelidir varsayımıyla hareket eder; dolayısıyla
aktörler de olmaları gerektiği gibi rasyonel olduklarında eylem rasyonel olabilir. Ama bu
varsayım ahlakta neyin gerçekte ahlaki olduğu sorusunu atlar (Bauman, 2011: 21).
Ahlaki olan nedir? Kime göre şekillenir? Buradan elde edilecek faydanın ölçüsü nedir,
bunu kim belirler? Doğru diye adlandırılan bir seçim her koşulda ve her zaman ‘doğru’ mudur?
Bauman’a (2011) göre, ahlaki bir seçim, en azından faydacı anlamda, bir kar zarar hesabına
girmez. Girdiği anda ahlaki olmaz. Bu noktada yeniden etik ve evrensel arasındaki ilişkiye
bakmak yerinde olacaktır.
Etiğin çıkış noktası, evrensel olarak tanımlanabilecek bir insan öznesinin mevcudiyetini
ve bu öznenin bir takım haklara sahip olduğunu baştan kabul etmektir. Kişinin yaşama, temel
özgürlüklerden faydalanma gibi temel haklarının varlığının ve korunması gerektiğinin kabulü
evrensel bir “kod” ihtiyacını da beraberinde getirir. Bu kodun içinde “İnsan Hakları” da vardır,
her türlü mesleki etik anlayışı da vardır. Zizek (2011: 62) bunun liberal ekonominin özü
olduğunu söyler. Ona göre, liberalizm için, en azından radikal biçimdeki liberalizm için,
SOBİDER
Sosyal Bilimler Dergisi / The Journal of Social Science / Yıl: 4, Sayı: 11, Haziran 2017, s. 952-965
960
Umut Dağıstan
insanlara evrensel olduğu düşünülen etik bir ideali dayatmak tüm suçların anasıdır. Bir insanın
kendi görüşünü başkalarına dayatmasıdır, toplumsal kargaşaya davetiye çıkarmaktır.
Zizek (2011) evrensel bir etik anlayışının ‘ideolojinin’ ta kendisi olduğunu söylerken
Kant’tan örnek verir.
Kant’a göre, batan bir gemiden benimle birlikte yalnızca bir kişi kurtulmuşsa, ikimiz
denizin tam ortasında kalmışsak ve yakınımızda ancak bir kişiyi su üstünde tutabilecek bir tahta
duruyorsa, ahlaki kaygılar artık hiçbir geçerlilik taşımaz. Beni o tahtayı kapmak için diğer
kişiyle ölümüne bir mücadeleye girmekten alıkoyacak hiçbir ahlak yasası yoktur: ahlaktan muaf
olarak bu kapışmaya girebilirim. Kantçı etiğin sınırlarını belki tam da burada görürüz: Bir
insan bir başkasının hayatta kalması için kendi hayatından kendi isteğiyle vazgeçemez mi?
Üstelik bunu hiç de patolojik olmayan sebeplerle yapamaz mı? (Zizek, 2011: 69).
Evrensel bir ahlak anlayışının olması gerektiğini, toplumsal düzenin son kertede bu
şekilde tahsis edileceğini söyleyen Kant, bu örneğiyle bir sınır mı çizmektedir? O zaman
Kant’ın işi daha da zorlaştırılabilir. Kurtulan kişi Kant’ın bir yakını olsa, örneğin çok sevdiği bir
arkadaşı, kuzeni ya da kardeşi, hala tahtayı almak için ölümüne bir mücadeleye girer mi? En
azından iyimser bir perspektiften bakılırsa, bu konuda biraz daha düşüneceği varsayılabilir.
Her anlamda etiğin “evrensel insanı” kolladığını ileri süren ana akım görüşe karşı,
özellikle yirminci yüzyılın ikinci yarısında güçlü itirazlar gelmiştir. Althusser (2003), her türlü
etik anlayışın ideolojilerden bağımsız düşünülemeyeceğini ileri sürerek, evrensellik iddiasının
hâkim ideolojinin söylemi olduğunu belirtir. Zira ezelden ebede ideolojinin temel işlevi mevcut
toplumsal formasyonu devam ettirmektir. Hal böyle olunca da, ideolojinin toplumsal hayatın her
köşesine sindiği değerlendirmesi eksik kalır, o bizatihi yapıyı oluşturan ve dönüştüren olgudur.
Althuser’in (2003) ana meselelerinden birisi de bu konuyla paralel bir şekilde devlet olgusudur.
Devletin baskı aygıtları ve ideolojik aygıtları vardır. Baskı aygıtları; hükümet, ordu yönetim,
polis, mahkeme vs. olurken, ideolojik aygıtları daha dağınık ve çoktur. Bunlar; din, eğitim
sistemi, hukuk sistemi, sendikalar, siyaset, kültür, aile vs.
Foucault da (2005) evrensel bir özne teorisine kuşkuyla bakmakta, tarihsel bağlamından
koparılmış, zamandan ve mekândan bağımsız bir öznenin olamayacağını iddia etmektedir. Ona
göre özne; iktidar biçimleri, toplumsal kurum ve yapılar tarafından kurulmaktadır. Özne, iktidar
ilişkilerinin tarihsel doğal bir sonucudur. Öznenin mutlak ve evrensel olduğu kabul edilirse,
özne ve iktidar arasındaki kadim ilişkide özne her zaman iktidarın boyunduruğu altında
olacaktır. Foucault’ya göre öznenin olduğu yerde, denetim ve bağımlılık vardır. Kişi, ya bir
iktidara bağlıdır ya da kendi kimliğine, her iki anlamda da boyun eğdiren bir iktidar formu
vardır ortada. Yaşanan her öznel deneyim, kendi bağlamına içkindir ve döneminin iktidar
biçimini temsil etmektedir. Özne kendi meşruiyetini gösterdiği direnişte bulacaktır. Etik
Foucault için bu noktada devreye girmektedir. “Etik bir özgürlük pratiğidir; özgürlüğün
düşünülmüş olarak hayata geçirilmesidir” (Foucault, 2005: 26).
Lacan (2013) Uluslararası Psikanaliz Birliği’nden “aforoz” edildikten sonra verdiği
seminerde psikanalizde hâkim epistemolojiyi sorgularken, aynı zamanda öznenin evrenselliğini
de sorgular. Yirminci yüzyılın özellikle ikinci yarısı sosyal bilimler alanında, yaşanan iki dünya
savaşının da etkisiyle evrensellik ilkesinin yoğun bir şekilde sorgulandığı bir dönemdir. Zira
kitleler evrensel olduğu iddia edilen bir takım ilkelerle harekete geçirilerek birçok acının
yaşanmasına sebebiyet verilmiştir.
SOBİDER
Sosyal Bilimler Dergisi / The Journal of Social Science / Yıl: 4, Sayı:11, Haziran 2017, s. 952-965
961
Örgütsel Etiğe Eleştirel Bir Yaklaşım Denemesi
Evrensel ve etik arasındaki ilişki en saf haliyle orduda üstle ast arasındaki ilişkide
gözlenebilir. Burada saflık ilişkideki doğallık ve doğrudanlıktan gelmektedir. Canetti (2010),
emir, itaat ve sadakat arasındaki ilişkiye odaklanarak, emrin yerine getirilmesi aşamasında
uygulayıcıda bir sızı bıraktığını ileri sürer. Bu sızı zamanla emredilende katmerleşecek ve
itaatin içselleştirilmesini sağlayacaktır. Bu açıdan Eichmann örneği tipiktir.
SONUÇ
Örgütsel etik ile ilgili ana akım çalışmaların çoğu olguya yönetim perspektifinden
bakmakta ve daha çok etik ile performans arasındaki ilişkiye odaklanmaktadır. Bunu yaparken
de örgütlerin bir takım ilkeleri evrensel kabul edip, kendi meslek kodlarını bu ilkeleri referans
alarak oluşturduklarını belirtmektedir. Ancak etik konusuna, özellikle evrensel kabul edilen etik
ilkelere sosyal bilimlerde mesafeli yaklaşan ciddi bir literatür de mevcuttur. Bu çalışmalar
evrensel oldukları kabul edilen ilkelere ve evrensel özne yaklaşımına karşı çıkarak, bu söylemin
iktidar çıkarlarına öncelik verdiğini, bir tür denetim mekanizmasına dönüştüğünü iddia eder. Bu
okuma ise daha çok iktidar ilişkileri ve modernizm sorunsalı altında değerlendirilmektedir.
Modernizm genel olarak bir düzen oluşturma projesidir ve onun aklı yücelten monist
yapısının tarihsel izleği, aydınlanmadan ulus devletlerin ortaya çıkışına, gelişen laiklikten
sanayileşmeye ve demokrasinin gelişmesine kadar rahatlıkla izlenebilir. Piyasa sisteminin
tıkandığı her noktada, rasyonel görünmeyen hiçbir şeye tahammülü olmayan bu monist yapının
eleştirisi yapılmış, farklı pratikler ve yorumlar, anlam çokluğu ve kültürel çeşitlilik desteklenmiş
olsa da, son kertede sistem görece üstünlüğünü alternatiflerine karşı yitirmemiştir.
Eleştirel yaklaşıma göre, insan doğasını temel alarak; ahlak, erdem, iyilik gibi kavramlar
çerçevesinde evrensellik iddiasındaki etik ilkeler belirlemenin çıkış noktası netamelidir. Zira
insanın seçimlerinde (etiğin özünde her zaman bir seçim vardır) bağlam önemli bir etkendir ve
sosyal örüntüler belirli tarihsel ve kültürel bağlamlarda oluşmaktadır. Bauman’a göre (2011:
25), modern toplumlar, evrensel etiği geliştirme iddiası altında ahlaki dar görüşlülüğü
uygulamaktadır. İktidara dayalı herhangi bir etik kodla ahlaki benliğin uyumsuzluğu, etik kodla
görecelilik arasındaki sorunu ortaya koymaktadır. Bu da rasyonel olmayan hiçbir görüşe
tahammülü olmayan modern toplumun sorunsalıdır.
Etiğin olduğu yerde bir seçim olduğu olgusundan hareket edilirse, her seçiminde bir
nedeni olması gerektiği kabul edilmelidir. Felsefi düzeyde, ya da uç bir soyutlamayla,
nedensizlik de bir neden olsa da etik bir tercihin arkasında daima bir neden, bir çıkış noktası
vardır. Gide (1989), “Vatikan’ın Zindanları” adlı romanında yarattığı Lafcadio isimli
kahramanıyla edebiyat dünyasına ilginç bir karakter kazandırmıştır. Lafcadio trende giderken
hiçbir neden yokken kapının önünde duran bir adamı aşağıya iter. Adam düşer, Lafcadio hiçbir
şey olmamış gibi yerine geçer. Bu “nedensiz edime” son derece uç bir örnektir. Ama burada bile
eylemin bir fikir olarak nedeni olmasa da trajik bir sonucu elbette vardır. Lafcadio açısından
olmasa bile, aşağıya düşen o adam için vardır, tıpkı her etik seçimde olduğu gibi.
Örgütsel etik kavramı, meslek etiği şemsiyesi altında değerlendirilmekte ve meslek etiği
belirli bir iş kolunda belirli amaçlarla oluşturulan yazılı normlar bütünü olarak
tanımlanmaktadır. Ama etik kavramı sadece özne için değil, aynı zamanda sosyal hayatın
önemli bir aktörü olan örgütler için de ucu ziyadesiyle açık bir kavramdır ve zihinlerde yarattığı
olumlu imge nedeniyle de manipülasyona son derece açıktır. Sadece sistemin bütünündeki
adaletsizlik yönünden değil, aynı zamanda tek tek örnekler verilerek de bu gerçek birçok yazar
SOBİDER
Sosyal Bilimler Dergisi / The Journal of Social Science / Yıl: 4, Sayı: 11, Haziran 2017, s. 952-965
962
Umut Dağıstan
tarafından vurgulanmış, meslek etiğinin görece bir konsensüsle oluşturulmasına rağmen felsefi
bir derinlikten yoksun oldukları için değerin retoriğe kurban edildiği belirtilmiştir. Birçok
örgütte etik ilkeler sloganist bir söylemden ve yönetici perspektifli bir yaklaşımdan öteye
gitmemekte ve etik bir yargılama pratiğine indirgenmektedir.
İşlevselci paradigmaya göre, örgütler açısından merkezi bir yönetim ya da belirli kurallar
manzumesi altında çalışanları yönetmek sadece pratik bir kolaylık sağlamaz, aynı zamanda tüm
taraflarca kabul gören işleyiş ve kuralların olmadığı heterojen bir kültürün oluşmasını da
engeller. Etik kodlar örgütlerde bu monist yapının en önemli unsurlarından biridir. Ama etiğin
sadece yönetim (uygulayıcı) açısından değil, çalışanlar açısında da sonuçları vardır. Etik
normların sonuçlarının iki veçhesi de göz önüne alındığında, spesifik sorunlara, anlaşmazlıklara
ya da yanlış anlamalara çözüm aranırken herkesçe kabul edilen evrensel çözümlerden ziyade, bu
çözümlerin konuya müdahil olan aktörleri karşılıklı ikna edecek şekilde sonuçlandırılması daha
verimli sonuçlar doğuracaktır. Zira evrensellik ilkesinden hareketle türetilen normlar her
koşulda etik kararlar alınmasına yol açmayacaktır. Çünkü her eylem ya da sorun tek ve eşsizdir.
Kurallara uymak her durumda etik davranmak anlamına gelmez. Bazen etik, kural dışına
çıkmayı, mevcut sistemi sorgulamayı ve hatta onu değiştirme iddiasında bulunmayı gerekli
kılar. Bu noktada tek ölçüt, donmuş bir evrensellikten ziyade, sürekli gelişen bir bireysel
ahlaktır. Bu da ancak katılımcı bir yönetim anlayışıyla mümkündür. Böyle bir yönetim stratejisi
örgütleri daha katılımcı bir yapıya büründürüp, karar verme süreçlerine çalışanları da dâhil etme
potansiyeli taşır. Bu da günümüz örgütleri ve çalışanlar arasında önemli bir husus olan aidiyet
duygusunu pekiştirme noktasında kayda değer bir başlangıç olabilir.
KAYNAKLAR
ARİSTOTELES (2014), Nikomakhos’a Etik, Çev: Furkan Akderin, Say Yayınları, İstanbul.
ALTHUSSER, L. (2003), İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, Çev: Alp Tümertekin, İthaki
Yayınları, İstanbul.
ANDREWS, K. (1989), “Ethics in Practice”, Harward Business Review, September October,
(99-104).
ARNAUD, A., Schminke, M. and Taylor, R, (2014), “Ethics, values and organizational justice:
Individuals, organizations and beyond”, Under review at Journal of Business Ethics,
spring.
BADİOU, A. (2013), Etik, Çev: Tuncay Birkan, Metis Yayınları, İstanbul.
BAUMAN, Z. (2001), Parçalanmış hayat, Çev:İsmail Türkmen, Ayrıntı Yayınları, İstanbul.
BAUMAN, Z. (2011), Postmodern Etik, Çev: Alev Türker, Ayrıntı Yayınları, İstanbul.
BLOOM, H. (2014), Batı Kanonu, Çev: Çiğdem Pala Mull, İthaki Yayınları, İstanbul.
BOTTON, A. (2008), Çalışmanın Mutluluğu ve Sıkıntısı, Çev: Süha Sertabiboğlu, Sel
Yayıncılık, İstanbul.
CANETTI, E. (2010), Kitle ve İktidar, Çev: Gülşat Aygen, Ayrıntı Yayınları, İstanbul.
CEVİZCİ, A. (2009), Felsefeye Tarihi, Say Yayınları, İstanbul.
CLEGG, S., Kornberger, M. and Rhodes, C. (2007a), “Organization Ethics, Decision Making,
Undecidability”, The Sociological Review, Volume 55, issue 2 , (393-409(.
SOBİDER
Sosyal Bilimler Dergisi / The Journal of Social Science / Yıl: 4, Sayı:11, Haziran 2017, s. 952-965
963
Örgütsel Etiğe Eleştirel Bir Yaklaşım Denemesi
CLEGG, S., Kornberger, M. and Rhodes, C. (2007b), “Business Ethics as Practice”, British
Journal of Management, Volume 8, (107-122).
COOPER, T. (1994), The Emergence of Administrative Ethics, Handbook of Administrative
Ethics, Marcel Dekker, New York.
EISENBEISS, S. A., Knippenberg, D. V. and Fahrbach, C. M. (2014), “Doing Well by Doing
Good? Analyzing the Relationship Between CEO Ethical Leadership and Firm
Performance”, Journal of Business Ethics, Volume 128, Issue 3, (635-651).
FOUCAULT, M. (2005), Özne ve İktidar, Çev: Işık Ergüden, Ayrıntı Yayınları, İstanbul.
FRYER, M. (2011), Ethics and Organizational Leadership, Oxford University Press, New
York.
GIDE, A. (1989), Vatikan’ın Zindanları, Çev: Tahsin Yücel, Can Yayınları, İstanbul.
GORZ, A. (2007), İktisadi Aklın Eleştirisi, Çev: Işık Ergüden, Ayrıntı Yayınları, İstanbul.
HOWELL, J. M. and Avolio, B. J. (1992), “The ethics of charismatic leadership: Submission or
liberation”, The Academy of Management Executive, Volume 6, issue 2, (43–54).
KİDDER, R. (1995), How Good People Make Tough Choices: Resolving The Dilemmas of
Ethical Living, Fireside, New York
KJONSTAD, B. and Willmott, H. (1995), “Business ethics: Restrictive or empowering?”,
Journal of Business Ethics, Volume 14, (445-464).
KUÇURADİ, İ. (2003), “Etik ve Etikler”, Türkiye Mühendislik Haberleri, Cilt 423, Sayı 1, (79).
LACAN, J. (2013), Psikanalizin Dört Temel Kavramı, Çev: Nilüfer Erdem, Metis Yayınları,
İstanbul.
MAY, Steve (Ed.) (2006), Case Studies in Organizational Communication: Ethical
Perspectives and Practices, Sage, California.
MOORMAN, R. H. (1991), “Relationship between organizational justice and organizational
citizenship behaviors: Do fairness perceptions influence employee citizenship”, Journal
of Applied Psychology, Volume 76, Issue 6, (845–855).
MOSELEY, A. (2010), A’dan Z’ye Felsefe, Çev: Ali Süha, NTV Yayınları, İstanbul.
PAINE, L. S. (1994), “Managing for Organizational Integrity”, Harward Business Review,
March April, (106-117).
PARKER, M. (Ed.), (1998), Ethics and Organizations, Sage, London
PIEPER, A. (1999), Etiğe Giriş, Çev: Veysel Atayman, Ayrıntı Yayınları, İstanbul.
SENNET, R. (2008), Karakter Aşınması, Çev: Barış Yıldırım, Ayrıntı Yayınları, İstanbul.
SHIN, Y. (2012), “CEO ethical leadership, ethical climate, climate strength, and collective
organizational citizenship behavior”, Journal of Business Ethics, Volume 108 Issue 3,
(299–312).
SOBİDER
Sosyal Bilimler Dergisi / The Journal of Social Science / Yıl: 4, Sayı: 11, Haziran 2017, s. 952-965
964
Umut Dağıstan
SOARES, C. (2003), “Corporate versus İndividual moral responsibility”, Journal of Business
Ethics, Volume 46, (143-150).
WALLERSTEIN, I. (2006), Tarihsel Kapitalizm, Çev: Necmiye Alpay, Metis Yayınları,
İstanbul
WALUMBWA, F. O., Mayer, D., Wang, P., Wang, H., Workman, K., and Amanda, C. L.
(2011), “Linking ethical leadership to employee performance: The roles of leadermember exchange, self-efficacy, and organizational identification”, Organizational
Behavior and Human Decision Processes, Volume 115, (204–213).
WATSON, T. J. (2003), “Ethical choice in managerial work: The scope for moral choices in an
ethically irranional World”, Human Relations, Volume 56, (167-185).
WHİTMAN, D. S., Caleo, S. C., Nichelle C. H., - Margaret T. And Bernerth, J. B. (2012),
“Fairness at the collective level: A meta-analytic examination of organizational justice
climate”, Journal of Applied Psychology, Volume 97, (776-791).
ZİZEK, S. (2011), Ahir Zamanlarda Yaşarken, Çev: Erkal Ünal, Metis Yayınları, İstanbul.
965
SOBİDER
Sosyal Bilimler Dergisi / The Journal of Social Science / Yıl: 4, Sayı:11, Haziran 2017, s. 952-965
Download