Godot’ Kavramı ve Yaşam Felsefesi: Yaşamın “Anlamı” Kaldığımız Yerden: Beckett ve Godot Felsefesi İ ktisat ve Toplum’da aralıklı olarak da çıksa, kabaca bir “Godot Beklentisi ve Felsefe” dizisinin öğeleri biçiminde görülebilecek yazılarımdan şimdi okumakta olduğunuz metin, bir bakıma bir önceki yazımda kaldığımız yerden sürmektedir. Burada, felsefe düzeyindeki tartışmamızı sürdürmek amacıyla bir önceki yazımıza (Örs, 0212b) dönersek, Godot konusunun oradaki yönleriyle de bağlantı kurulabilecek daha başka “felsefi” yönlerini gündeme getirebiliriz. Bu bağlamda ilginç olabilecek bir nokta, Beckett’in “felsefesi”nde “varolduğumuzdan nasıl emin olabiliriz?” gibi bir sorunun sorulabileceği bir aşamaya gelinmiş olmasıdır. Buna göre Beckett, Descartes’ın düz mantığını bir ikileme dönüştürerek, “Düşünüyorum, demek ki varım” saptamasını”, “Düşünüyorum, ama var mıyım?” sorusuyla “tersten okumaya” çalışmaktadır.” (Er, 2004) Biz burada, Descartes’ın önermesinin insanın dünyayı tanımasına yönelik olarak felsefi düzeyde bir “bilgisel” / “bilgikuramsal” bakış açısını ortaya koyduğunu; Beckett’in yaşama karşı ileri kuşkucu tutumundan yola çıkarak sorduğu sorunun ise, felsefe etkinliğinde zaman zaman değişik biçimlerde gündeme getirilmiş, ruhsal / ruhbilimsel yönü ağır basan ve yaşam felsefesi bağlamındaki bir nokta olarak düşünülebileceğini ileri sürebiliriz. Kuşkusuz ikincisi, “insanın yaşamına (bir) anlam vermesi / verebilmesi” sorunuyla da çok yakından ilişkilidir. Böyle bir çabada sonucun, felsefe aracılığıyla olsun ya da olmasın, yaşamda “bir anlam bulma” yerine “anlamsızlığa ulaşma”ya dönüşebileceğini de değişik örnekleriyle, bu arada “postmodern” felsefenin düşünüş biçiminde buluyoruz. Beckett’in “yaşam felsefesi” de ilkece bize böyle bir yönü göstermektedir. Burada, “Yaşamın bir anlamı var mıdır?”, “Varsa, bu nedir?” bi- Yaman Örs Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Deontoloji Anabilim Dalı (Em.) Felsefe Doktoru felsefe@bilimselfelsefeci.com 74 İKTİSAT VE TOPLUM Sayı 26 2012 çimindeki soruların kendileri gibi yanıtlarının da, suzluk durumu önde geliyor ya da ağır basıyorsa, o insanın kişiliğiyle, bunun yanında deneyim ve ya- zaman Umutsuz bir Beklentiden ya da Umutsuzca şantılarıyla, toplumsal ve kişisel “kültürüyle” çok Bekleyişten söz edilebilir (Örs, 1997b). Yaşama genelde iyimserlikle bakan yakından ilişkili olduğunu ilginç olabilecek bir nokta, Beckett’in bir kişi ise gelecekle ilgili belirtmek yerinde olacaktır. “felsefesi”nde “varolduğumuzdan Düşünülebileceği gibi Bec- nasıl emin olabiliriz?” gibi bir sorunun olarak genelde daha olumlu kett, Descartes’çı yaklaşıma sorulabileceği bir aşamaya gelinmiş bir beklenti içinde olacaktır diye düşünebiliriz. (Acaba, olmasıdır. da uygun olarak bilginin yalyaşama ve geleceğe olumlu nızca bilince özgü olduğunu ya da olumsuz yaklaşmanın dışında “salt” ya da kabul etmektedir. Bu kabulün, belki daha doğrusu önkabulün, doğrudan denebilecek bir sonucu ya da “nötr” bir bekleyişten de söz edilebilir mi?) Godot uzantısı bulunmaktadır: “Dış dünya ya da kısaca beklentisinin de, olumsuzluğun, boşuna bekleyişin gerçeklik, Beckett’çi bir algılayışla onu tanımla- yanında belli ölçüde olumluluğu, bir tür umudu da yanın duyarlığına göre değişik görünümlerde algı- taşıması gerektiğini düşünebiliriz. Tümüyle umutsuz bir bekleyiş, gerek birey açısından ve yaşam lanır.” (Er, 2004) felsefesinin bir parçası olarak, gerekse toplum Yeniden Godot’ya dönersek, o sanki, insanların düzeyinde, üzerinde durup anlamaya, çözümlemekaynakları değişik olan temel, yerine göre varoluş- de bulunmaya değmeyebilirdi (Örs, 1997c; Örs, sal sorunlarını çözebilecek kişi konumundadır. Bu 1997d); daha önce belirtildiği gibi. sorunların başında yoksulluk, yalnızlık, insan varlığıyla ilgili düşünce ve kaygılar, yaşamda anlam Felsefeciler ve Godotarayışı... vardır (Örs, 1997a). Bunların çözümü Felsefecileri için Godot’nun gelmesi ilk, gerek koşul olmak duTarih boyunca insanlar, felsefeden, bu etkinliği yürumundadır; ancak daha yukarıda da değindiğimiz rüten kişiler olarak felsefecilerden / “filozoflar”dan gibi o, yaşamın hangi alanında olursa olsun ilkece büyük bir beklenti içinde olmuşlardır (Örs, 2007a) gerçekleşemeyecek bir beklentiyi simgelemekdiyebiliriz. Biz bunu bir tür Godot Beklentisi (Ektedir (Örs, 1997b). Bu beklentinin iki yönünden mekçioğlu, 1997) ya da Godot’sal Beklenti olarak söz edebiliriz. Bunlardan birisinde, kişinin nesnel da görebiliriz. Bu beklentinin kaynağında felseaçıdan geleceği bilebilme, daha doğru anlatımıyla fecilerin bir alan olarak etkinliklerini teknik bir olasılık temelinde ve az çok bilimsel diyebileceğidüzeyde yürüten kişiler olmalarının yanında genel miz bir düzeyde kestirim yapması söz konusu olaanlamda birer düşünür, bunun yanında bilge kişiler caktır. İkinci olarak ise, duygusal alanda bir umutolarak görülmelerinin yattığını düşünebiliriz; daha önce belirtildiği gibi. Onlardan insanın, insanlığın sorunlarını çözmelerinin (Örs, 2007c) beklenmesi, onların en etkili biçimde düşünen kişiler olmaları varsayımına / önkabulüne dayanıyor olmalıdır. Ancak kanımca çağlar boyunca insan toplumlarında olup bitenlere bakarsak, bu tür kurtarıcı Godot’ların ya da Godot-Felsefecilerinin gelmediği, gelecekte gelme olasılıklarının da pek bulunmadığı (2007a) görülecektir. (Bkz. kay. 1997d) Daha aşağıda tartışmamızın felsefe ile ilgili öteki bölümlerinde bu konu, az çok ayrıntılı olarak ele alınacaktır. İKTİSAT VE TOPLUM Sayı 26 2012 75 Öte yandan, kişiler felsefe etkinliğini kendileri ve yakın alanlarda gerçekleşecektir. Özellikle kiiçin teknik bir alan, bir uğraş alanı olarak seçsinler şide umutsuzluk, umutsuz bir bekleyiş, olumsuz ya da seçmesinler, onları bu alana çeken etmen- beklentiler ya da tersine beklentisizlik söz konusu ler arasında kanımca şu beklentinin de bulunduğu ise ve bu, yerine göre onu yaşamına son verme çasöylenebilir: bilinçdışı bir eğilimle, kendi ruhsal balarına dek götürebiliyorsa, bu alanların burada sorunlarını çözme, yerine göre ruhbilimsel açıdan söyleyecekleri olacaktır. Çünkü söz konusu so“kendi kendini iyileştirme” olanağını bulabilme runlar, bu alanların doğrudan, çok temel, onların (Örs, 2007b). Bir başka anlatımla onlar, felsefeci olmazsa olmaz gerekli konu içeriklerini oluşturan olduklarında ya da felsefe alanıyla ilgilendiklerin- sınırların içinde yer almaktadır. (Örs, 1997d) de ruhsal sorunlarını çözebileceklerine, kendilerinde bulunduğunu düşündükleri ruhsal bozuklukları ‘Godot’ Kavramı ve Değişik Sahne düzeltebileceklerine inanmaktadırlar. Felsefe ala- Yorumları nında mantıksal empirisist okula bağlı, özellikle Konumuzun doğası gereği, onunla ilgili olarak de Hans Reichenbach’ın Bilimsel Felsefesini be- daha önce çıkan yazıların değişik aşamalarında nimsemiş ve onu geliştirmeye çalışan bir düşünür olduğu gibi burada da, ‘Godot’ kavramına ilişkin, olarak yazarınız, kuşkusuz böyle bir beklentinin değişik açılardan değişik yorumlar gündeme gefelsefe etkinliğinde / etkinliğince karşılanabileceği lecektir. Kuşkusuz, bağlamda aşırı bir “görececi” düşüncesine katılmamaktadır. Ona göre kavram- tutumun söz konusu olduğu biçiminde bir eleştiri sal düzeyde mantıksal-eleştirel-anlambilgisel bir de getirilebilir. Ancak böyle bir eleştirel değerlençözümleme ve yorum etkinliği olan felsefe, ne dirmenin, kavramın ve onun “yaratıcısının” sanatruhbilimin ne de yine insasal ve düşünsel amacının ve Tarih boyunca insanlar, felsefeden, nı ruhsal ve/veya toplumsal sunulduğu sahne oyununun bu etkinliği yürüten kişiler olarak yönleriyle ele alan bir başka değerini zayıflatacağını düfelsefecilerden / “filozoflar ”dan bilimsel alanın işlevini yeri- büyük bir beklenti içinde olmuşlardır . şünmek sanırım yerinde olne getirebilir (Örs, 2007b). mayacaktır. ‘Yaşam’, ondaki Kişinin benimsediği bir etkinliği istediği biçimde ‘belirsizlikler’, ‘zaman’, ‘yaşamın son bulması’, yürütmesinin onun ruhsal yaşamına olumlu etkisi ‘sonsuzluk’ gibi ve bunlarla bağlantılı başka kavgibi konumuz açısından dolaylı bir noktayı ise bu ramların algılanması, onlara verilecek önem ve bağlamda bir anımsatmakla yetinebiliriz sanırım. değer, onların anlamlandırılması, başka insanlarla Gözleyebildiğimiz ölçüde, felsefe sorunlarına ilgi duyan, onlar üzerine düşünen genç aydınlarda özellikle görülen böyle bir beklenti, yaşam felsefesine olduğu ölçüde etik’e ve siyasal felsefeye yöneliktir. Ancak hangi yaşta olurlarsa olsunlar, duyarlı ve düşünen bireyler, öteki alanlarda olması gerektiği gibi felsefeden de bu etkinliğin verebileceklerini aşan bir beklenti içinde olmamalıdırlar. Her etkinlik, gelişmişlik düzeyi ölçüsünde ve kendi yöntembilgisel (“metodolojik”) işlevsellik sınırları içinde başarılı olabilir; insan yaşamına, topluma katkıda bulunabilir. Örneğin toplumu az ya da çok dolaysız diyebileceğimiz biçimde değiştirmenin yolu, yerine göre siyasal felsefenin de desteğiyle doğrudan siyasal yaşamın içinde yer almaktan geçebilir. (Örs, 1997d) Yaşamamızın bireysel ve toplumsal yönleriyle ilgili istek ve beklentilerimizin ruhsal kökenleri ve bunları gerçekleştirmenin olanakları, bu alanda çıkan sorunlarımızın yine ruhsal açıdan ele alınması, kuşkusuz en başta psikiyatri ile klinik psikolojide paylaşılması gibi, konumuz açısından çok önemli olan noktaları düşünelim. İnsan yaşamda ne ölçüde temel ve evrensel olurlarsa olsunlar; bunların bireysel, kesimsel, ekinçsel (“kültürel”) bağlamlarda öylesine değiştiğini yaşam gözlemlerimizden, deneyimlerimizden ve ilgili bilimsel araştırmaların sonuçlarından görüyoruz. Bu tür noktalar, hepimizin, düşünebilen her insanın “yaşam felsefesi”nin en önde gelen konuları arasındadır. Yaşamımızdaki bu çok temel noktayı görmemek ya da atlamak ise, insan yaşamının “ne olduğu” (ve “ne olması gerektiği”) konusunda çok büyük bir gedik yaratacaktır diyebiliriz. Konumuzla ilgili olarak bu olumsuz algılamanın bir örneğini, çok değerli bir güldürü ve sahne sanatçımızın şu yorumunda buluyoruz kanısındayım: “Aslen İrlandalı olup da oyunlarını Fransızca yazan Samuel Beckett’in “Godot’yu Beklerken” adlı oyununu oldum olası sevmem. İki kişi Godot diye birini beklerler, o da bir türlü gelmez. İki buçuk saat boyunca ne bir olay olur ne de doğru dürüst bir toplumsal mesaj. (...) Beckett bu oyunuyla hiçbir şey söylemez ve insanların iki bu- 76 İKTİSAT VE TOPLUM Sayı 26 2012 çuk saatini çalar. Gelgelelim üç dört tiyatro delisi bir araya gelip bu oyunu izlenilir hale koyarlarsa, onları da kutlamamak elde değildir. Şehir tiyatrolarının otuz beş yıllık sanatçısı Savaş Dinçel ve genç oyuncu Engin Alkan bize bunu kanıtladılar. Yönetmen Orhan Alkaya işi o kadar güzel kotarmış ki, her şey bir bütünlük ve estetik içinde yürüyor. (...) Acaba tiyatronun büyüsü burada mı?” Sanatçımız Müjdat Gezen’in yazısının yanında bir de (Semih Poroy’un olduğunu düşündüren) S. P. imzalı bir çizim bulunuyor: Duvara yaslanmış ve “Godot...” diye düşünürken o durumda uyuyakalmış, yaslandığı yanda da örümcek ağı oluşmuş bir adam... (Gezen, 1997) (Görüyoruz ki, oyunun süresini çok yanlış olarak iki katına çıkaran Gezen, bunun bir arkadaşının çizimiyle de betimlenmesinin aracısı olmuş.) Ben kendi adıma, burada değerli sanatçımızın yorumu üzerine doğrudan bir değerlendirmede bulunmayı düşünmüyorum. İlgili yazılarımda şimdiye dek ileri sürülenler (ve sonrakilerde belirtilecekler), Godot konusunda onun düşündüğünün tam tersine bir değerlendirme içinde olduğumu çok açık biçimde gösterecektir. Ancak, onun yorumuna dolaylı da olsa bir yanıt oluştururcasına, çok değerli bir tiyatro öğretim üyesi ve yazarının, yukarıda belirtilen yönetmen ve sanatçıların gerçekleştirdikleri “Godot’yu Beklerken”le ilgili “profesyonelce” düşüncelerini özetlemek istiyorum. “Samuel Beckett’in İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından yazdığı bu umutsuzluk / umut oyunu bir 20. yüzyıl klasiğidir. “Gelmeyen” bir “beklenen”in “beklenişi”nin gerilimini sergiler. Bir “belirsizlik” oyunudur. (...) “bilinmez”i “bekleme” döngüsünün sarmalında yakalamış şiirsel bir karabasan(dır)...” (Yüksel, 1998) Değerli yazarımız Ayşegül Yüksel “Godot’yu Beklerken”le ilgili bu genel saptamalarının hemen ardından söz konusu sahnelemenin özeline geçiyor. “Öyleyse seyirci neye gülüyor? İnsanoğlunun acınacak haline mi?...” (...) “Doğrudur, “Godot’yu Beklerken” komik ikililerin sürükleyip götürdüğü bir müzikhol ya da palyaço gösterisi anlayışıyla biçimlendirilmiştir. Açık uçlu bir oyundur. Yönetmene ve oyunculara çeşitli yorum özgürlükleri tanır. Yönetmen Orhan Alkaya, bu özgürlükten alabildiğine yararlanmıştır. Ancak her boyutuyla özenli bir emek ürünü olan yapımı biçimlendirirken oyunun inanç/inançsızlık, umut/umutsuzluk, özgürlük/tutsaklık karşıtlıklarının kılpayı dengesinde oluşan “buruk” duyarlığı (pathos’u) geri düzeyde bırakmıştır.” (Yüksel, 1998) “Oysa bana göre “Godot’yu Beklerken”in temel erdemi bir “pathos oyunu” olmasıdır. (...) İnsanoğlu’nun ortaya eylem koyma adına çabalamasıyla, kendini içinde bulunduğu çaresizliğin çakıştığı noktadaki burukluğu seyirciye geçirmek işlevini (taşır)...” (Yüksel, 1998) “Oyunun öteki ikilisi Pozzo ve Lucky’nin yansıladığı efendi-köle ilişkisi ise yine yeni bir yorumla sergileniyor. Pozzo’da Taner Barlas küçük burjuva beyfendiliğinin kurmaca inceliğinin altında yatan zorbalığı simgelerken kölesi Lucky, Burak Davutoğlu’nun yorumunda, yakayı egemen güçlere kaptırmış “entel”i imliyor.” (Yüksel, 1998) “Oyunun tam ortasında yer alan ve Batı uygarlığının ürünü düşünsel eylemi, bu eylemi somutlaştıran dilsel söylemi simgeleyen “aydın” tükenişinin gösterildiği “Lucky’nin tiradı” ise güldürücü bir İKTİSAT VE TOPLUM Sayı 26 2012 77 yaklaşımla sergilendiğinden, yalnızca “dış komiğiyle” algılanıp kahkaha üretmeye yarıyor.” (Yüksel, 1998) Yaşamın Anlamı ve “Dünyada Anlam” Değerli tiyatro düşünürümüz ve eleştirmenimiz Ayşegül Yüksel’in, Godot’yu Beklerken’in çok özel bir sahne yorumuna yönelik bu derinlemesine ve ustaca eleştirel değerlendirmesi, en azından benim açımdan üzerine eklenecek pek bir nokta bırakmıyor. Burada benim için gündeme getirilebilecek nokta, Sayın Yüksel’in bu çok anlamlı satırlarından buradaki bağlamımızda çıkarabileceğimiz çok önemli bir sonuç olarak, söz konusu sahnelemenin ve oynanışın, neredeyse tümüyle “postmodern” bir anlayışı yansıttığı olacaktır. Beckett’in Godot’sunun, genelde de yazarın tüm yapıtlarının “postmodern” felsefe, genel olarak da insan yaşamına “postmodern” yaklaşım açısından ayrıntılı denebilecek bir biçimde ele alındığını biliyoruz. Bunu da kuşkusuz çok doğal karşılamalıyız, çünkü “Godot’yu Beklerken”in, genelde de Beckett’in öteki yapıtlarının “postmodern” anlayışa çok uygun bir “hava” taşıdığı açıktır. Ancak bunun, yapıtın ve Beckett’in kendisinin gerçekten ne ölçüde “postmodern” oldukları gibi bir soruya kesin olumlu bir yanıt sağlayabileceği kanımca pek söylenemez. Bu yoruma olabildiğince açıklık getirebilmek amacıyla, daha yukarıda da kendisinden yararlandığımız “ansiklopedik” bir kaynağa başvurmak yerinde olacaktır. Bizim bu amaçla burada yapacağımız, Beckett’in “postmodernizm”le ilişkisi konusunda belirtilenleri ele almak, bu konuda gerekli özetlemeyi yaparak sorunu kısaca eleştirel bir süzgeçten geçirmek olacaktır. Çalışkan felsefecimiz Ahmet Cevizci’nin Felsefe Ansiklopedisi’nde Sayın Er, başta Godot’yu Beklerken olmak üzere Beckett’in yapıtlarından postmodern düşünürler (bana göre genelde “postmodernci”ler) tarafından çıkarılan birtakım sonuçları belirtiyor. Yazarıyla Godot beklentisi arasındaki bağ ne ölçüde güçlü olursa olsun, burada ilkece, Samuel Beckett’in kişiliğine ve genel olarak yapıtlarına değil, büyük ölçüde ‘Godot’ kavramına odaklanmamız gerekir. Buna bağlı olarak, burada Sayın Er’in yazdığı Beckett maddesinde ilgili görüşleri belirtilen “postmodern” yazarlarla burada bir “tartışmaya girmek” gerekli olmayacaktır. Bu yazarların oluşturduğu çevrelerde, Godot da içinde olmak üzere Beckett’in “kahramanları” aracılığıyla ürettiği düşünülen tutumları, değerleri, görüşlerinden özellikle ‘Godot’ ile ilişkili olan birkaçı, kısaca gündeme getirilebilir. Bunların arasında da en başta, zamansal düzensizlik, süreksizlik, boşluk, kısır döngü, sessizliğin / suskunluğun ve de anlamsızlığın önemsenmesi söz konusu olacaktır. Yine burada, üzerinde ciddi vurgu yapılan bir nokta, Beckett’in olduğu ileri sürülen, “kimin konuştuğunun ne önemi var?” savıdır. Buna koşut olarak da, “postmodern” çevrelerde çok yerleşmiş olduğu söylenebilecek, “Metnin anlamı nedir?” sorusuna verilen “Metnin anlamı hiçbir şeydir, metni okur yaratır” yanıtı gündeme gelmektedir. (Er, 2004) Sayın Er’in (ve onun sözünü ettiği “postmodern” düşünürlerin) Beckett’in “kahramanları” ile ilgili olarak öne çıkardığı bir nokta da, onların, “niçin varım?” biçimindeki bir soru sormak yerine, “acaba var mıyım?” sorusunun doğrultusunda düşünmeleridir (Er, 2004). Bir insanın, “kendi varlığıyla” ilgili olarak sorabileceği, yaşama gerçekçi tutumdan öylesine uzak bu tür abartılı bir soru (ve olası benzer sorular) için örnekler, yazın ve tiyatro tarihinden olduğu ölçüde felsefe tarihinden, kuşkusuz bu arada psikiyatri tarihi ile bugünkü psikiyatri alanından da verilebilir. Bu tür sorular, bir yandan çıkış noktası olarak kaçınılmaz biçimde gerçekçi bir tutumun benimsenmesinin gerektiği bilim etkinliğinde; öte yandan da bilginin kaynağının dış dünyada olduğunun kabul edildiği duyusalcı (“empirisist”) felsefe ve onun çağımızdaki uzantısı olarak bilime olduğu ölçüde usun etkinliğine de abartısız bir olumlulukla bakan bilimsel felsefe açısından pek bir anlam taşımazlar. Öte yandan buradaki ilk soru, ereksellik / amaçsallık / “niçinsellik” taşıyan bir biçimde değil de, “Neden varım?” biçiminde sorulduğunda, bilimin açıklayıcılık sınırları içinde bir anlam taşıyabilecektir. Yeniden Godot’yu Beklerken’e ve Godot’yu bekleyen ikiliye (ve belki Beckett’in öteki “kahramanlarına”) gelirsek, yazarın yaşam ve anlamı üzerinde söylemek istedikleri, değişik yönlerden ve ne ölçüde değerlendirmeye açık olursa olsun, onların “postmodern” yorumlarının temelde güçlü bir “anlamsızlık” üzerine kurulduğu açıktır. Yukarıda kısaca belirtilen “postmodern” yorumsal çıkarımlar, kanımca insan yaşamının Beckett’in “yarı absürd” bir biçimde vurgulamak istediği, anlamını da daha 78 İKTİSAT VE TOPLUM Sayı 26 2012 çok izleyicilere / okuyuculara bıraktığı yönlerini birtakım “postmodern” yorumcular, kendi işlerine gelen bir “anlamsızlık bataklığı”na sürüklemektedirler. Görünüşteki “postmodernliğinin” arkasında Samuel Beckett, sanırım daha çok “var oluşu” sorgulayan, dolayısıyla genel bir anlamda “varoluşçu” bir düşünürdür. Buna bağlı olarak da, onun ve ona yakın düşünürlerin yaşamla ve sanat yapıtlarıyla ilgili yorumlarını yalnızca tek tek bireylerin öne sürdüğü “biricik” değerlendirmeler olarak düşünmek yerine, değişik değerlendiricilerin ortak düşüncelerine dayanarak, değişik kümeler altında toplayabileceğimiz yaklaşımlar olarak kabul edilmelidir. Başta etikle ilgili olanlar olmak üzere, değişik alanlarda insanlar arasında değişik etmenlere bağlı olarak oluşmuş değerler ve görüşler ne ölçüde çeşitlilik gösterirlerse göstersinler, aralarındaki değişik benzerliklerden dolayı bu tür kümeler kendiliğinden oluşmaktadır. Gerçekçi bir yaklaşımla bu tür bağlamlarda az ya da çok görece olan durumu saptamak, değerler konusunda tek tek bireylerin görüşlerine indirgenecek “görececi” bir tutumu benimsediğimiz anlamına gelmeyecektir. “ (...) Varoluşuna bir anlam katamayan Beckett’in kahramanları, içeriğin ve biçimin en aza indirgendiği bu dünyada vakit geçirmek için uğraşan soytarılardır. Ama gerçek soytarılardan farklı olarak başkalarını eğlendirmek değil, kendi sıkıntıları- nı gidermek isterler; oynarlar, ama kendileri için oynarlar. Onlar, bir tarafı akıl, diğer tarafı dünya olan, ama hiçbirine de ait olmayan yabancılardır. Beckett, bu dünyanın “evrensel soytarıları” olan kahramanlarının yaşamlarındaki ayrıntıları atıp onları tüm yapaylıklarından sıyırarak, onların ruh ve düşüncelerini bütün çıplaklığıyla ortaya koyar. Beckett, kendisinin ayrıntıları ayıklayan bir analizci olduğunu söylerken, kahramanlarını salt varoluşun yalın koşullarıyla, yapmacık bir neşeye ya da umutsuzluğa kaptırmadan, onları soğukkanlılıkla yüz yüze gelmeye zorlayarak, bir bakıma insanlığın önündeki imkânları açık tutmaya çalışır.” (Er, 2004) Burada Beckett’in, daha çok gelenekçi ussalcı, bilgimizin kaynağı olarak insan usunu gören felsefeciler gibi, insan - dünya ilişkisinde usa ağırlık verdiğini görüyoruz. Beckett türü alaycı (“sinik”) ve de temelde karamsar olan, öte yandan yaşamla ilgili umudu tümüyle elden bırakmayan, belki daha doğrusu bırakmak istemeyen bir “yaşam düşünürü”nün böyle bir tutumunu doğal karşılayabiliriz. Ancak felsefe alanında, bu arada başta bilgimizin kaynağı sorununda, “us”u öne çıkarmanın geleneksel, “tutucu” bir yaklaşımdan kaynaklandığını gözden kaçırmamalıyız. Bu durumda, Beckett gibi bir büyük “tiyatro devrimcisi” açısından bu konuda ne diyebiliriz? Burada verilebilecek başlıca yanıt, tiyatronun, felsefeden farklı bir alan olduğu ölçüde, bunun hiç olmazsa belli bir yere kadar doğal görülebileceği olabilir. İkincisi, geleneksel, insan merkezli ussalcı felsefecilerin önemli bir genel eğilimleri olarak onların dizge (“sistem”) kurucu olduklarını görüyoruz. Onlar ilkece, insan yaşamının dünya görüşü, yaşam felsefesi, etik (ahlaki değerler felsefesi), siyasal yaşam / siyasal felsefe gibi; bireye, topluma, toplum kesimlerine, toplumsal-iktisadi sınıflara, ekince (“kültüre”) vb. etmenlere bağlı olan yönlerinde / alanlarında bile bu özelliklerini korumaktadırlar. Bu tutumlarına / eğilimlerine bağlı olarak da genelde onların, örneğin en başta etik gibi “öznel değişkenliğin” öylesine önde geldiğine tanık olduğumuz bir alanda bile, insanlararası tutum ve davranışlara yönelik olarak, kapsamlı ilkeler biçiminde ortaya koydukları, neredeyse değişmez “ahlaki doğrular”ı vardır. Oysa görüşleriyle, en başta, bilginin kaynağını / kökenini dış dünyada bulmalarından dolayı ussalcıların karşısında öteki ana felsefe akımını, “kümesi”ni oluşturan duyusalcı felsefeciler için burada (abar- İKTİSAT VE TOPLUM Sayı 26 2012 79 tılmaması gereken) görece bir durum vardır. Buna göre, ahlaki değerler felsefesinde ya da etikte “nesnellik” taşıdığı düşünülen geniş kapsamlı ilkeler yaşamın gerçeğinde sınırlı olmak durumundadır. Dünya görüşü, yaşam felsefesi gibi, (içinde bulunduğu ortamlarda ortaya çıkabildiği ölçüde) bireyin değerlerinin önde geldiği konular için de kuşkusuz bu durum söz konusudur. Biraz yukarıda da bu durumdan, çok kısa ve değişik bir biçimde söz açmıştık. Başyapıtlarından biri olan “Mutlu Günler” oyununda Beckett’in, “... aynı zamanda, (...) ‘çorak topraklar’ ya da ‘sonsuz bataklık’ olarak gördüğü yeryüzüne fırlatılmış insanın, değişmeyen boş bir ‘uzam’da, döngüsel düzende hızla akan ya da -duruma göre- hiç akmayan ‘zaman’ doğrultusunda ‘beşikten mezara’ sürüklenişinin, ‘amaçsız’, bu nedenle de ‘anlamsız’ olan bu sürüklenişin ‘anlamlı’ olduğuna kendisini inandırmak için, ‘insan’ın, yaşamını ‘avutucu’ ‘oyun’larla donatışının da öyküsünü” dile getirmektedir (Yüksel, 2006). Biraz yukarıda ise, Beckett’in, “kahramanlarını salt varoluşun yalın koşullarıyla (...) soğukkanlılıkla yüz yüze gelmeye zorlayarak, bir bakıma insanlığın önündeki imkânları açık tutmaya” çalıştığı (Er, 2004) gibi bir yorumu gündeme getirmiştik. Beckett’le ilgili bu görüşler, yine iki temel doğrultuda ya da yönde yorumlanabilir. Bunlardan birisi, “karamsar “postmodern” doğrultu” olarak nitelendirilebilir. Ötekisi ise, (gerçekçilik, genelde iyimserlikle pek bağdaşmasa da) “dengeli bir iyimserlik taşıyan gerçekçi yön” biçiminde yorumlanabilir. Genelde yaşamla ilgili olarak insanın son çözümlemedeki sorunu, bireysel ve toplumsal düzeyde “yaşama / yaşamına anlam verme çabası” olarak düşünülebilir. Daha önce de, Godot ve Felsefe bağlamında “Yaşamın Anlamı” konusu üzerinde (Örs, 2012a), buradakiyle bir miktar kesişecek biçimde durmuştum. Bu yazının sonunda ise, “Dünyada, sizin ona verdiğinizden daha başka bir amaç ya da anlam yoktur.” diyen bilimsel felsefeci Hans Reichenbach’ın (bkz. Örs, 2012b) bu anlatımından hemen önce konuya şu iki tümceyle girmesinden söz edilebilir: “... ona (felsefeciye) ne yapmanız gerektiğini sormayın. Kendi isteklerinize kulak verin ve onları başkalarının istekleriyle birleştirmeye çalışın” (Reichenbach, (1951) 1966). Kaynaklar Ekmekçioğlu, N., “Zaman bilinci, bellek ve beklentinin soyut üçgeni”, 3P - Psikiyatri, Psikoloji, Psikofarmakoloji Dergisi, C. 5, Ek Sayı 2: İnsan Yaşamı ve Godot Beklentisi, (Haziran) 1997, s. 2527. Er, S. E., “Beckett, Samuel”, Felsefe Ansiklopedisi, Ahmet Cevizci (ed.), C. 2, Etik Yayınları, İstanbul, 2004, s. 224-230. Gezen, M., “Godot”, “Müj Gez Sak Üstünde” köşesi, Cumhuriyet, 2 Kasım 1997. Örs, Y., “Godot’ian Ethics and Godot-syndrome”, Eubios Journal of Asian and International Bioethics (January) 1997a; 7(1): 8-9. Örs, Y., “Godot’sal Etik ve Psikiyatri”, Psikiyatri ve etik oturumu sunuşu, (Psikiyatri Derneği Bahar Sempozyumları 1, Kemer - Antalya, 23-26 Nisan 1997) Bahar Sempozyumları 1 Kitabı, Psikiyatri Derneği Yayınları, Ankara, 1997b, s. 21-22. Örs, Y., “Ve işte Godot...”, Bilim ve Ütopya, Sa. 34; 7, (Nisan) 1997c. Örs, Y., “Hangi Godot?”, Sunuş yazısı, 3P - Psikiyatri, Psikoloji, Psikofarmakoloji Dergisi, C. 5, Ek Sayı 2: İnsan Yaşamı ve Godot Beklentisi, (Haziran) 1997d, s. 3-4. Örs, Y., “Godot, Glasnost ve Felsefe”, Felsefe Tartışmaları, 9. Kitap: 102-112; (Aralık) 1990; Bilimsel Felsefenin Işığında, İmge Kitabevi, Ankara, 2007a; s. 47-62. Örs, Y., “Üçüncü Binyılda Felsefe?” Felsefe Tartışmaları, 18. Kitap: 62-70, (Ağustos) 1995; Bilimsel Felsefenin Işığında, İmge Kitabevi, Ankara, 2007b; s. 237-253. Örs, Y., “İnsanlığın Sorunları, Kadınlar ve Felsefe”, Felsefe Tartışmaları, 19. Kitap: 62-70, (Nisan) 1996; Bilimsel Felsefenin Işığında, İmge Kitabevi, Ankara, 2007c; s. 255-270. Örs, Y., “ Felsefede Godot Çeşitlemeleri ve Felsefecilerin “Godotsal” İşlevleri” ”, İktisat ve Toplum, Yıl 2, Sa. 15: 72-78, 2012a. Örs, Y., “Değişik Alanlardaki Godot Beklentilerinin Kısa Yorumları ve Açılımları”, İktisat ve Toplum, Yıl 2, Sa. 23: 66-71, 2012b. Reichenbach, H., “Nature of Ethics”, The Rise of Scientific Philosophy, University of California Press, Berkeley and Los Angeles, (1951) 1966; s. 276-302 (s. 302). Yüksel, A., “Godot’yu beklemenin dayanılır hafifliği”, Cumhuriyet, 10 Mart 1998, s. 12. Yüksel, A., “Festivalin baş konuğu Beckett”, Cumhuriyet, 2 Mayıs 2006.