HEDEFLER İÇİNDEKİLER İBADET KAVRAMI ve MÜKELLEFİYET • • • • • • • İbadetin Tanımı İbadetlerin Teşri Süreci İbadetin Sebep ve Gayesi İbadet Çeşitleri İbadetin Başlıca Özellikleri İbadet Mükellefiyeti İbadetle İlgili Bazı Terimler İSLAM İBADET ESASLARI Prof.Dr. Davut YAYLALI • Bu üniteyi çalıştıktan sonra • İbadet kavramını kavrayabilecek • İbadetin sebep ve gayelerini anlayabilecek • İbadet çeşitlerini öğrenebilecek • İbadet mükellefiyetini kavrayabilecek • Mükellefin fiillerini ve ibadetle ilgili bazı terimleri değerlendirebileceksiniz. ÜNİTE 1 İbadet Kavramı ve Mükellefiyet GİRİŞ İslam dininin temel hükümleri genel bir gruplamayla inançla ilgili esaslar, ibadetlerle ilgili esaslar ve ahlakla ilgili esaslar olmak üzere üç kısımda incelenir. İlahiyat Ön Lisans Programında bu kısımların her biri ayrı bir ders konusu olarak işlenmektedir. İslam ibadet esasları kapsamında yer alan bazı meseleler güncel yönleriyle Günümüz Fıkıh Problemleri dersinde de ele alınmaktadır. Bu dersimizin konusu, isminden de anlaşılacağı gibi İslam’ın ibadetlerle ilgili temel esaslarıdır. Kitabımızın birinci ünitesini de ibadet ve mükellefiyet kavramlarına ayırmış bulunuyoruz. İbadetin tanımı, teşri süreci, sebep ve gayesi, çeşitleri, özellikleri, ibadet mükellefiyeti ve mükellefin fiilleri, ünitemizin ana konularını oluşturacaktır. Ünitenin sonunda ibadetle ilgili bazı terimlerin de kısa açıklamaları yer alacaktır. İBADETİN TANIMI Genel anlamda ibadet Allah’ın emirlerini yerine getirmek ve yasakladığı bütün fiillerden uzak kalmaktır. İbadet kelimesi Arapça bir kelime olup sözlükte “kulluk yapmak, itaat etmek, boyun eğmek” gibi anlamlara gelir. Terim olarak ibadet yani kulluk etmenin biri genel, diğeri özel olmak üzere iki anlamı vardır. Genel anlamda ibadet Allah’ın emirlerini yerine getirmek ve yasakladığı bütün fiillerden uzak kalmaktır. Kişinin Allah’ın rızasını kazanmak için yaptığı veya terk ettiği her davranış bu anlamda ibadet kapsamında ele alınır. Bu açıdan birey ve toplumun yararına gerçekleştirilen her olumlu davranışın dini ve manevi bir yönü vardır ve geniş anlamda ibadet olarak nitelenir. İbadetin bu genel anlamı yanında bir de namaz, oruç, hac, zekât gibi mükellefin yaratıcısına karşı boyun eğmesi ve O’na saygısını simgeleyen özel anlamı vardır. Fıkıh kitaplarında ibadet kavramı daha çok bu dar anlamıyla ele alınır ve bu bağlamda Allah ve Resulü tarafından yapılması istenen belirli davranış biçimleri işlenir. Bunların başında hiç şüphesiz İslam’ın temel şartlarını oluşturan namaz, oruç, hac ve zekât ibadetleri gelir. Ayrıca Kur’an okuma, kurban kesme, adak ve kefaretler, dualar, çeşitli tür ve isim altında yapılan hayır ve infaklar dar anlamda ibadet kapsamı içinde değerlendirilir. İbadetler, dinin özünü teşkil eden iman esaslarından sonra dinde ikinci önemli halkayı oluşturur. İbadetler, dinin özünü teşkil eden iman esaslarından sonra dinde ikinci önemli halkayı oluşturur. Yani dinin iki asli unsurundan biri Allah’a inanma, ikincisi ise O’na itaat ve ibadet etmektir. Bunun üçüncü boyutu ahlaki esaslardır. Ahlaki esaslar, inanç ve ibadetlerdeki samimiyeti ifade ettiği gibi bu tutumun kullarla ilişkilere yansıtılmasını da içerir. Çünkü insanın Allah’la olan ilişkisini, diğer insanlarla olan ilişkisinden tamamen ayrı tutmak mümkün değildir. Nitekim Cibril hadisinde dinin bu üç boyutu iman, İslam ve ihsan kelimeleriyle özetlenir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 İbadet Kavramı ve Mükellefiyet İBADETLERİN TEŞRİ SÜRECİ Mekke döneminde öncelikli olarak tevhit inancı yani tek Allah’a, O’nun Peygamberine ve ahiret gününe iman vurgulanmış, ahlaki değerlere yer verilmiş, tevhit anlayışını pekiştiren ibadetler de peyderpey teşri kılınmaya başlamıştır. Namaz ve ona hazırlık niteliğindeki abdest, gusül ve maddi temizlik Mekke döneminde emredilmiştir. Beş vakit namaz, hicretten bir yıl kadar önce miraçta farz kılınmış, cuma namazı da hicret öncesinde emredilmiştir. Hicretten sonraki yıllarda yani Medine döneminde de İslam’ın diğer şartları olan oruç, zekât ve hac ibadetleri farz kılınmış kamu düzeni, hukukî ve ticarî hayat başta olmak üzere dinin diğer alanlardaki ameli hükümleri tamamlanmıştır. İbadetlerin teşriinin ilk dönemlerden itibaren iman esaslarıyla birlikte veya onlardan hemen sonra yer alması, bunların dindeki merkezi yeri ve inancın korunmasında sahip bulunduğu önemi göstermektedir. İbadetlerin şekil ve ayrıntıları Hz. Peygamber’in uygulama ve açıklamalarıyla netleşmiştir. Kur’an’da başta namaz olmak üzere oruç, hac ve zekât ibadetleri sıkça hatırlatılıp emredilir. Ancak daha çok bu ibadetlerin önemi vurgulanarak amaçları belirtilir. Bu ibadetlerin şekil ve ayrıntıları Hz. Peygamber’in uygulama ve açıklamalarıyla netleşmiştir. Yaklaşık yirmi üç yıllık tebliğ görevinin Medine döneminde Hz. Peygamber ibadetlere ve insan ilişkilerine ait açıklamalarda bulunmuştur. Bu çerçevede “Ben nasıl namaz kılıyorsam siz de öylece kılınız” (Buharî, “Ezan”, 18), “Hacla ilgili hükümleri benden öğreniniz” (Nesaî, “Menâsik”, 220) diyerek ümmetine örnek olmuş, O’ndan ibadet esaslarını öğrenen sahabe de sonraki nesillere bu esasları aynen nakletmişlerdir. Bundan dolayı ibadetler konusunda fiili ve kavli sünnetle sahabe tatbikatı vazgeçilmez bir kaynak değeri taşır. İbadetler, dinin ameli hükümlerinin en başında yer aldığı için fıkhın ana konularından birini teşkil eder. Şahısların kendilerine, Allah’a ve diğer insanlara karşı hak ve sorumluluklarını bilmesi şeklinde tanımlanan fıkhın bütün konularının ibadet yönü olmakla birlikte özellikle kişinin Yaratan’ına karşı duyduğu saygı, itaat ve ta’zimi simgeleyen davranışlar ibadet olarak algılanmaktadır. Bu sebeple ibadet konuları genel olarak fıkıh kitaplarının ilk bölümlerinde yer alır. Bu kısmın ilk konuları da ibadetlere vesile olan abdest, teyemmüm, gusül gibi temizlik bahisleridir. Daha sonra, namaz, oruç, hac, zekât bazen da nikâh veya cihad şeklinde konular sıralanır. Önemine binaen ibadet konuları zamanla ilmihal ismiyle müstakil kitaplarda işlenmeye başlamıştır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 İbadet Kavramı ve Mükellefiyet Kur’an’da birçok ayette hürmet, tazim ve itaatin en yüksek ifadesi olan, ibadetin ancak Allah’a yapılacağı, O’ndan başkasının buna layık olmadığı (Fatiha, 1/5; Nahl, 16/36; İsra, 17/23) ifade edilir. Kur’an’da birçok ayette hürmet, tazim ve itaatin en yüksek ifadesi olan, ibadetin ancak Allah’a yapılacağı, O’ndan başkasının buna layık olmadığı (Fatiha, 1/5; Nahl, 16/36; İsra, 17/23) ifade edilir. Çünkü dünya ve ahirette bütün nimetleri veren ancak O’dur. Allah’ın yüceliği karşısında sadece insanoğlu değil, kâinatta bulunan her şey lisan-ı hâl ile O’na ibadet eder. Hayvanlar, dağlar, ağaçlar, yıldızlar, gökte uçan kuşlar ve diğer varlıklar Allah’ın istediği şekilde O’na ibadet eder. (İsra, 17/44; Hac, 22/18; Nûr, 24/41). İnsan ve cinlerin dışındaki varlıkların yaptıkları ibadete şuursuz oldukları için “el-ibâde bi’t-teshir” denir. İnsan ve cinlerin yaratılış gayelerinin Allah’a ibadet etmek olduğu Kur’an’da ifade edilmektedir. (Zâriyat, 51/56). İnsanlar ibadeti kendi tercihleriyle yaptığı için onların ibadetlerine de “elibâde bi’l-ihtiyâr” denilir. İBADETİN SEBEP VE GAYESİ Yüce Allah insanı diğer varlıklardan ayrı özelliklere sahip olarak yaratmış ve onu bütün yaratıklardan üstün kılmıştır. Dünyada mutlu olabilmesi için kendisine maddi ve manevi nice nimetler vermiştir. Bir ayette “O’nun verdiği nimetleri saymaya kalkışsanız sayamazsınız.” (İbrahim, 34/14) buyurarak bu hususu belirtir. İnsanın kendisini yoktan var eden, maddi ve manevi pek çok nimeti ona veren Yüce yaratıcıya karşı, saygı, bağlılık ve teşekkürlerini sunması en tabii bir görevidir. Bu görev de ancak ibadetlerle yerine getirilir. İnsanın iyilik ve yardımını gördüğü başka bir insana teşekkür etmesi nasıl bir görevse kendisine sonsuz ve sayısız nimetleri veren Allah’a karşı daha fazla şükretmesi de onun en başta gelen görevi olmalıdır. Ancak bu şükür sadece “sana şükürler olsun Yarabbi”, “Teşekkür ederim Allah’ım” şeklinde sözle değil, O’nun emrettiği çeşitli ibadetlerle yerine getirilmelidir. Kur’an’da Allah “Allah’a ibadet edin” (A’râf, 7/59,65,73; Hûd, 11/50,61,84 gibi), “Rabbinize ibadet edin.” (Mâide, 5/72,117), “Bana ibadet edin” (Yâsîn, 36/61) emirleriyle bu gerekliliği ifade etmektedir. O hâlde insanın yaratılışına uygun davranış Allah’a inanmak ve ona ibadet etmektir. O hâlde insanın yaratılışına uygun davranış Allah’a inanmak ve O’na ibadet etmektir. İnsan bu yüce varlığın sevgisini kazanmak ve O’na sığınmak, korkularından kurtulmak, gelecekten umutlanmak için O’na kulluk yani ibadet eder. O’nun emir ve yasaklarının gereğini yerine getirmeye çalışır. Kısaca insan, Allah’a kulluk borcunu ödemek ve O’nun rızasını kazanmak, dünya hayatını kolaylaştırmak ve insanlara faydalı olmak, ahiret hayatına hazırlanmak ve sevap kazanmak için ibadet yapar. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 İbadet Kavramı ve Mükellefiyet İbadetlerin insana sağladığı birçok dünyevi, maddi faydası da vardır. Ama insan ibadeti hiçbir menfaat düşünmeden sırf Allah rızası için ve O’nun nimetlerine karşı bir şükür edası olarak yerine getirmelidir. Cenab-ı Hakk’ın ibadetlerimizden dolayı bizi mükâfatlandırması, sevap verip cennetine koyması, cehennem azabından koruması, O’nun bir lütfu ve ihsanıdır. Allah’ı seven ve O’na hakkıyla bağlı olan birçok büyük insan, ibadeti sırf Allah için yapar. O’nun rızasını kazanmayı esas alır. Bazı insanlar da Allah emrettiği için O’na ibadet ederler. Bir kısım kimseler de cennete girmek ve cehennemden kurtulmak için ibadet ederler. Bu yüce duygulardan uzak olan bazı insanlar ise dünyada bir çıkar sağlamak için ibadet ederler. Bunların yaptıkları aslında ibadet olmaktan öte riyakârlık ve münafıklık olur. Bir fiilin ibadet olabilmesi için inanılarak samimiyetle ve dünyevi bir menfaat beklenmeden yapılması gerekir. İbadette Allah’a saygı ve O’na bağlılık esastır. İbadette Allah’a saygı ve ona bağlılık esastır. Temel ilke bu olmakla birlikte ibadetlerin ferdî ve toplumsal birtakım faydaları da vardır. Ancak bunlar ibadetin amacı değil, neticesidir. Müslümanların Allah rızası için yaptıkları ibadetler neticesinde ortaya çıkan bazı faydalar onların sır ve hikmetleridir. Mesela namaz, insanı kötülüklerden alıkoyar, kişiyi Allah’a yaklaştırır, sabra alıştırır. Özellikle cemaatle kılınan namaz, topluluk bilincini geliştirir, sosyal dayanışmaya katkı sağlar. Zekât, insanın bencillik ve cimrilik gibi kötü duygulardan arınmasını sağlar. Oruç, yoksulların hallerini daha iyi anlamayı, onlara yardım duygularının gelişmesini, insanın daha sağlıklı olmasını sağlar. İbadetle ilgili konuların her biri işlenirken onların sağladığı bu gibi maddi faydaları da ayrıntılı bir şekilde ele alınacaktır. İBADET ÇEŞİTLERİ İbadetler çeşitli açılardan kısımlara ayrılmıştır. 1- Kuvvet derecesine göre farz, vacip, sünnet, sünnet, nafile, müstehap ve mendup gibi kısımlara ayrılır. Mesela, Oruç, hac, zekât ve beş vakit namaz, cuma namazı farz; vitir namazı, kurban kesme vacip; umre ve farzlar dışında kalan vakit namazları sünnet; teheccüt, kuşluk, tahiyyatü’l-mescit namazları da müstehap sayılır. 2- İbadetler yükümlülüğün ferdi veya genel oluşuna göre de aynî ve kifâî olarak iki kısma ayrılır. Mükelleflerin her biri tarafından bizzat yerine getirilmesi gereken ibadetler aynî ibadetlerdir. Beş vakit namaz, ramazan orucu ve hac ve zekât böyledir. Tek tek fertlerden değil de bütün mükelleflerden yapılması istenen ibadetler ise kifaî ibadetlerdir. Bu gibi ibadetleri mükelleflerin bir kısmı yaptığı takdirde diğerlerinden sorumluluk kalkar. İbadeti yapan sevabını alır. Mesela Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 İbadet Kavramı ve Mükellefiyet cenaze namazı kılmak, kifaî farz, ezan okumak kifaî sünnettir. Bu gibi fiilleri yapabilecek tek kimse bulunması hâlinde bu ibadet onun için aynî ibadete dönüşür. Toplumda hiç kimse yapmazsa her mükellef sorumlu olur. Bu gibi fiilleri yapabilecek tek kimse bulunması hâlinde bu ibadet onun için aynî ibadete dönüşür. 3- İbadetler, ibadetin muayyen veya alternatifli olmasına göre de belirli veya seçimlik ibadet kısımlarına ayrılır. Din, mükellefin yapacağı ibadeti belirlemiş ve ona seçim yapma hakkı ve farklı alternatifler tanımamışsa buna belirli ve muayyen ibadet denir. Beş vakit namaz, ramazan orucu, cuma namazı gibi. Dinin tek bir belirleme yapmadan mükellefi birkaç seçenekten birini yapmakta serbest bıraktığı ibadetlere de seçimli ibadet denir. Mesela yeminini bozan kişi on fakiri doyurmak veya on fakiri giydirmek ya da bir köle azad etmek şartlarından birini tercih etme hakkına sahiptir. Bunlardan birine gücü yetmezse üç gün oruç tutar. Hiçbirini yapmazsa günahkâr olur. 4- Belirli bir vakti olup olmamasına göre de ibadetler iki kısımda mütalaa edilir. Eda edilmesi için belirli bir vakit tayin edilmeyen ibadetlere mutlak vakitli ibadetler; vakit tayin edilenlere ise mukayyed vakitli ibadetler denir. Mesela kefaretler, kazaya kalan ibadetler mutlak vakitli ibadetlerdir. Bunların yerine getirilmesi için herhangi bir vakit tayin edilmediği için istendiği zaman eda edilebilirler. Ancak insanın ne zaman öleceği belli olmadığı için imkân bulunduğunda ifa edilmeleri daha uygundur. Mukayyed vakitli ibadetlerde ise eda vaktinin başlangıç ve bitiş zamanları belirlenmiştir. Bunların bir kısmının vakti dar, bir kısmınınki ise geniştir. Bazıları da bir yönüyle geniş, bir başka yönüyle dardır. Geniş vakitli ibadetlerde belirlenen vakitte hem o ibadet hem de aynı cinsten başka ibadetler eda edilebilir. Mesela beş vakit namaz geniş zamanlı ibadetlerdir. Eda vakti içinde aynı cinsten başka bir ibadetin ifası mümkün değilse buna da dar vakitli ibadet denir. Mesela ramazan orucu buna örnek teşkil eder. Çünkü ramazan ayında başka bir oruç tutma imkânı yoktur. Hac ibadeti ise yapılacak fiillerin hac aylarının tamamını kapsaması itibariyle geniş vakitli, bir yılda ancak bir hac yapılabileceği yönüyle de dar vakitli bir ibadettir. Geniş vakitli ibadetin edası için özel niyet şarttır. Dar vakitli ibadetlerde ise özel niyet olabileceği gibi mutlak niyet de yeterlidir. 5- Sorumluluk veya yapılış şekli kişinin bedeni veya malıyla ilgili oluşuna göre de ibadetler bedenî ibadetler, mali ibadetler ve hem mali hem de bedenî ibadetler olmak üzere üç kısma ayrılır. Ayrıca tefekkür gibi kalbî ibadetlerden de söz edilir. Namaz, oruç, itikâf gibi ibadetler bedenî, zekât, kurban ve sadaka-i fıtır gibi Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 İbadet Kavramı ve Mükellefiyet ibadetler ise mali ibadetlerdir. Hac ibadeti ise hem bedenî hem de mali yönü olan bir ibadettir. Bedenî ibadetlerde başkası adına ifa yani niyabet geçerli değilken mali ve hem mali hem bedenî ibadetlerde bu mümkündür. Buna göre namaz ve oruç ibadetlerini mükellefin bizzat kendisi yerine getirmesi gerekirken, zekât gibi mali ibadetler vekâleten de ifa edilebilir. Aynı şekilde bedenî bir engeli bulunan bir kişi adına başka birisi bedel hac yapabilir. 6- İbadetler miktarının belli olup olmamasına göre de iki kısma ayrılır. Bedenî ibadetlerde başkası adına ifa yani niyabet geçerli değilken mali ve hem mali hem bedenî ibadetlerde bu mümkündür. Dinin miktar ve sayısını belirlediği ibadetler miktarı belli ibadetlerdir. Mesela beş vakit namazın her birinin vakitleri ve rekât sayıları belirlendiği için bu kısma girer. Aynı şekilde hangi maldan, ne kadar zamanda, hangi oranda zekât verileceği de belirlenmiş olduğundan yine bu kısma girer. Bu kısım ibadetlere miktarları belirlenmiş anlamına “muhadded ibadet” ismi verilir. Dinin miktarını belirlemediği ibadetlere de miktarı belirsiz yani “gayri muhadded” ibadetler denir. Mesela misafire ikramda bulunma, Allah yolunda mal, mülk ve para harcama, yoksulların ihtiyacını karşılama gibi ibadetler bu kısımda mütalaa edilir. Bunların miktarı ihtiyaç sahibinin ihtiyacı ve mükellefin gücüne göre değişiklik arz eder. İBADETİN BAŞLICA ÖZELLİKLERİ Samimiyet (İhlas) İbadetlerin kabulünde ihlas esastır. İbadetlerle ilgili bazı şekli unsurlar olmakla birlikte onların özünü ihlas yani kişinin riyadan uzak samimi bir niyetle yapması oluşturur. İbadetlerin kabulünde ihlas esastır. Kur’an’da dini yalnızca Allah’a has kılarak ibadet etmekle ilgili bir çok ayet vardır (A’râf, 7/29; Zümer, 39/2,11,14; Beyyine, 98/5 gibi). Hz. Peygamber de ibadetlerin niyetlere göre değer kazanacağını bildirmiş (Buharî, “İmân”,41; Muslim, “İmâret”, 155), halis niyet bulunmadan yapılan ibadetlerin içi boş davranışlardan ibaret olduğunu açıklamıştır. Yine Kur’an’da Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmadan ibadet etmek (Fatiha, 1/4; Âli İmrân, 3/64; Zuhruf, 43/45), yapılan ibadetlerin karşılığını yalnızca Allah’tan beklemek (Yunus, 10/72; Şuara, 26/109,127,145) hedef olarak gösterilmiştir. Devamlılık İbadetlerde devamlılık ve süreklilik esastır. Kur’an’da insanın ölünceye kadar Rabbine ibadet etmesi istenir (Hicr, 15/98-99). Hz. Peygamber de Allah katında ibadetlerin en hayırlısının az da olsa devamlı yapılanı olduğunu belirtmekle birlikte (Buharî, “İman”,32) kişinin nefsinin ve aile fertlerinin de kendi üzerinde hakları Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 İbadet Kavramı ve Mükellefiyet olduğunu belirterek ibadette aşırılığa gidilmesini hoş görmemiş, kendisinin Allah’tan en çok korkan kişi olmasına rağmen yiyip içtiğini, istirahat ettiğini, cinsi hayatını sürdürdüğünü, İslam’da ruhban hayatının bulunmadığını bildirmiştir. İbadetlerde Niyet ve İrade Niyet, ibadetle âdeti birbirinden ayırır. Bir fiilin ibadet sayılabilmesi için Allah’a kulluk bilinciyle yapılması gerekir. Bilincin göstergesi olan niyet bir fikrin ibadet olup olmadığını gösteren en önemli ölçüdür. Bu sebeple ibadet niyeti olmaksızın yapılan bazı hareketler namaz sayılmaz. Aynı şekilde perhiz amaçlı aç kalmalar da oruç sayılmaz. Bu fiillere ibadet anlamı kazandıran itaat ve kurbet niyetidir. Zaten niyet, ibadetlerin geçerliliğinin genel ve ortak şartıdır. “Niyet, ibadetle âdeti birbirinden ayırır” sözü de bu gerçeği ifade eder. İnsanın fiil ve hareketlerini anlamlı kılan şuurlu bir iradenin eseri oluşudur. Kişi, iradesini kullanarak ibadet etmeyi tercih edebileceği gibi isyan etmeyi de tercih edebilir. İbadetlerde irade, yapılan fiilin ihlâsla, gönül huzuruyla yapılmasını sağlar. İnsanın ibadeti bir ihtiyaç olarak hissetmesi ve bilinçli bir şekilde yapması gerekir. Zorlama ile yapılan ibadetlerde iradilik ve içtenlik olmaz. İbadetin Güç Yetirilebilir Olması İbadet yükümlülüğünün temel şartlarından biri de mükellefin ibadetin ifasına güç yetirebilmesidir. Bir ayette Yüce Rabbimiz “Allah her şahsı ancak gücünün yettiği ölçüde mükellef kılar” (Bakara, 2/286) buyurarak bunu ifade eder. Bu sebeple namaz ve oruç gibi bedeni ibadetlerde beden sağlığı, zekât ve kurban gibi mali ibadetlerde belli bir miktarda mal sahibi olmak, hac ibadetinde hem beden sağlığı hem de mal varlığı şartları aranmaktadır. İbadetlerde meşakkat ve zorluğun olması durumunda dini hükümlerde ruhsat denilen kolaylaştırmalar söz konusudur. Mesela su bulamayan veya su bulunduğu hâlde kullanılamayan durumlarda teyemmüm, ayakta namaz kılamayanların oturarak kılmaları, meşru mazeretleri olanların orucu daha sonra kaza etmeleri, yolcuların dört rekâtlı farzları iki rekât olarak kılmaları gibi örnekler dinin kolaylık sağlayan hükümleri arasındadır. “İtaat istitaatı (güç yetirmeyi) gerektirir” prensibi de bu hususu vurgulamaktadır. İbadet Dili İbadetlerle ilgili hükümler taabbudî, yani zaman, mekân ve şartların değişmesiyle değişmeyen hükümlerdir. Bu çerçevede ibadetlerin belli şekil şartları Allah ve Resulü tarafından konulmuştur. Bunlar yorum ve ta’lile açık değildir. Namazın şartlarından biri de namazda belli bir miktar Kur’an okunmasıdır. Bu şartı Allah “Ondan (Kur’an’dan) kolayınıza geleni okuyun” (Müzzemmil, 73/20) ayeti ile koymuştur. Hz. Peygamber de hadislerinde Fatihasız, kıratsız namazın geçersiz veya eksik olacağını bildirmiştir. Kur’an Arapça olduğuna göre namazda da O’nun Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 İbadet Kavramı ve Mükellefiyet orijinal metninden bir bölüm okunması gerekmektedir. Hiçbir tercüme aslının yerini tutmaz. Orijinal metnin verdiği anlamı tam olarak veremez. Arapça orijinal metni bilemeyen kişilerin geçici bir süre için namazlarını nasıl kılacağı hususunda fıkıh kitaplarında açıklamalar vardır. Bunlar namaz ünitesinde verilecektir. Namaz yanında İslam’ın şiarından olan ezan ve kametin de orijinal şekli ile yani Arapça okunması gerekli görülmüştür. Namaz yanında İslam’ın şiarından olan ezan ve kametin de orijinal şekli ile yani Arapça okunması gerekli görülmüştür. Hz. Peygamber’den zamanımıza kadar bazı bölgesel zorlama uygulamalar hariç bu ibadetler her toplumda böyle uygulana gelmiştir. Bununla birlikte bir ibadet çeşidi olan dua, zikir ve niyette Arapça telaffuz şart görülmez. Aynı şekilde cuma ve bayram namazı hutbelerinde cemaatin söyleneni anlaması esas olduğundan öğüt ve irşad kısmının Arapça dışında bir dilde okunması caizdir. İBADET MÜKELLEFİYETİ Yeryüzündeki bütün varlıklar yaratıcı olan Yüce Allah’a ibadetle yükümlüdürler. Ancak Allah’ın bu varlıklar arasında esas muhatabı ve sorumlu tuttuğu insandır. Çünkü Allah ona diğer varlıklardan farklı olarak akıl nimeti vermiştir. Evrende bulunan her şey onun istifadesine sunulmuştur. İnsanın sahip olduğu üstün özellikleriyle yetersizlikleri arasında dengeyi kuracak olan en temel eylem ibadettir. Kur’an, insan ve cinlerin yaratılış gayesinin Allah’ı tanımak ve O’na ibadet etmek olduğunu açık bir şekilde ifade etmektedir (Zariyat, 51/56). İnsanın sahip olduğu üstün özellikleriyle yetersizlikleri arasında dengeyi kuracak olan en temel eylem ibadettir. Allah Teala kullarına bazı şeyleri yapmalarını emretmiş, bazılarını da yasaklamıştır. Her Müslüman bu emirleri yerine getirmekle mükelleftir. Ancak bu yükümlülük sadece belli şartları taşıyanlar için söz konusudur. Bu şartları taşıyan kimselere “mükellef” yani yükümlü denir. Yükümlülüğün temel şartı da doğru ile yanlışı, iyi ile kötüyü, emirle yasağı ayırt edebilme melekesi olan akıldır. Aklı olmayan dini emirlerle muhatap ve sorumlu değildir. Mükellef olmak için ayrıca beden bakımından belli bir olgunluğa erişmek de şarttır. Yani kişinin dini bakımdan sorumluluk taşımaya elverişli olması, onun akıllı ve ergin olması gerekir. Ancak çocukların da belli bir yaştan sonra ibadet etmeye alıştırılması dince tavsiye edilmiştir. Mükelleflik şartlarını taşıyan kişiler, yaptıkları fiillerden, söz ve davranışlardan kendileri sorumlu olurlar. Yaptıkları iyi işlerin sevap ve mükâfatı, kötülüklerin günah ve cezası kendilerine ait olur. Henüz ergenlik çağına gelmemiş çocukların ibadete alıştırılmasından da anne babaları sorumludur. İbadetlerle mükellef olmanın genel şartları akıl ve bülûğ olmakla birlikte mükellefin ibadete güç yetirebilecek durumda olması da bu hususta dikkate Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 İbadet Kavramı ve Mükellefiyet alınacak önemli bir husustur. Çünkü Allah hiç kimseyi gücünün yetmeyeceği şeyle sorumlu tutmaz (Bakara, 2/286). Yani güç yetirmek ibadetlerin farz oluşunda önemli bir kriterdir. Mesela namaz ve oruç için beden sağlığı, zekât için belli miktarda mal varlığı, hac için hem beden sağlığı, hem de mal varlığı şarttır. Zekât ve kurban gibi mali yönü ağırlıklı olan ibadetlerde bazı fakihler akıllı ve ergen olmayı şart koşmazlar. Bu ibadetlerde kamu yararı ve diğer insanların haklarının daha baskın olduğunu gerekçe göstererek çocuk ve akıl hastalarının da bu ibadetlerle mükellef olduğunu söylerler. Oruç, kurban ve cuma namazı gibi bazı ibadetlerde mazeret hâlinde ruhsatlar veya alternatif ifa şekilleri devreye girebilir. Ancak önemine binaen beş vakit namaz, hastalık ve yolculuk gibi mazeret hâllerinde belli kolaylıklar sağlansa da mükellefin yükümlülüğü düşmez. Mükellefin Fiilleri Allah ve Resulü mükellef denilen sorumlu kişiden bir fiilin yapılmasını veya yapılmamasını ister. Bazen de fiilin yapılmasında onu serbest bırakır. Allah ve Resulü’nün mükellefi sorumlu tuttuğu bu fiillerin hükümlerine teklifî hükümler denir. Bu fiilleri yapacak olan kişiye mükellef onun fiillerine de mükellefin fiilleri (ef’al-i mükellefîn) denir. Mesela namaz kılma fiili mükellefin bir fiilidir. Bunun farz olduğu da Kur’an’ın “namaz kılınız” emri ve Hz. Peygamber’in kavlî ve fiilî sünneti ile sabittir. Teklifî hükümler, dayandıkları delillerin durumuna göre farklı kısımlarda mütalaa edilirler. Hanefilere göre farz, vacip, sünnet, müstehap, mubah, haram ve mekruh olmak üzere yedi kısma ayrılır. Diğer mezheplere göre ise vacip, mendup, haram, mekruh ve mubah olmak üzere beş kısımdır. Biz Hanefilerin tasnifini esas alarak gerekli yerlerde diğer mezheplerin farklı görüşlerine işaret edeceğiz. Farz Sübutu ve ifade ettiği anlamı kesin olan delillerle Allah veya Resulü’nün emrettiği fiillere farz denir. Sübutu ve ifade ettiği anlamı kesin olan delillerle Allah veya Resulü’nün emrettiği fiillere farz denir. Farzlar, başka anlama gelme ihtimali bulunmayan ayet, mütevatir veya meşhur hadis ya da icma gibi kesin delillere dayanır. Mesela Kur’an’da birçok yerde “namaz kılınız, zekat veriniz” (Bakara, 2/43,83,110) buyrulması açık bir şekilde namaz ve zekatın farz olduğunu gösterir. Farzın yapılması kesin olarak gereklidir. Terk eden ağır cezayı hak etmiş olur. Farz olduğunu inkâr edenin dinden çıktığına hükmedilir. Farzı yerine getiren sevap kazanır. Farzlar, farz-ı ayn ve farz-ı kifaye olarak iki kısma ayrılır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 İbadet Kavramı ve Mükellefiyet Farz-ı ayn: Her mükellef Müslümanın bizzat yerine getirmesi gerekli olan farzdır. Beş vakit namaz, ramazan orucu, zekât, abdest, gusül buna örnek teşkil eder. Bunları her Müslüman’ın bizzat kendisi yapması gerekir. Başkalarının yapması onun yükümlülüğünü kaldırmaz. Farz-ı Kifaye: Yapılması farz olmakla birlikte, bazı Müslümanların yapmasıyla diğer Müslümanlardan sorumluluğun kalktığı farzlara farz-ı kifaye denir. Bu gibi fiilleri toplumda hiç yapan olmazsa bütün toplum sorumlu ve günahkâr olur. Yapan sevabını alır. Cenaze namazı kılmak, ilim tahsil etmek, şahitlik yapmak, iyiliği emretmek, cihat yapmak, insanların ihtiyaçları olan sanatları öğrenmek gibi. Bazı durumlarda kifaî farz aynî farza dönüşebilir. Mesela; bir yerde tek doktor varsa onun hastaya müdahalesi farz-ı ayn olur. Yine mesela bir olaya tanıklık edecek tek kişi varsa onun şahitliği farz-ı ayn olur. Vacip Allah ve Resulü’nün mükelleften yapılmasını bağlayıcı bir şekilde istediği, fakat dayanağı farz kadar kesin olmayan fiillerdir. Vacibin dayanağı ya sübutu kesin olmayan haber-i vahid ya da manaya delaleti zannî olan ayet veya hadis olur. Mesela Allah Kur’an’da “Rabbin için namaz kıl ve kurban kes” (Kevser, 108/2) emriyle namaz kılmayı ve kurban kesmeyi kesin bir şekilde emretmiştir. Bu emir Hz. Peygamber için kesin ve farz hükmündedir. Ancak emrin ümmetini de kapsayıp kapsamadığında netlik yoktur. Bu sebeple ümmeti için bayram namazı kılmak ve kurban kesmek vacip hükmündedir. Aynı şekilde fıtır sadakası ve namazda fatihayı okuma da zan ifade eden haberi vahidle sabit olduğu için farz değil vacip olarak telakki edilmiştir. Namazda Kur’an okunması “Kur’an’dan kolayınıza geleni okuyun” (Müzzemmil, 73/20) emriyle farzdır. Dolayısıyla Kur’an okumaksızın kılınan namaz geçersiz olur. Fakat namazda Fatiha suresini okumak vaciptir. Çünkü bu hüküm haber-i vahid niteliğindeki şu hadisle sabittir: “Fatiha suresini okumayanın namazı olmaz” (İbn Mace, İkame, 11; Tirmizi, Mevakitu’s-Salat, 69,115). Bu hadisin anlamının “Fatihasız kılınan namaz tam ve mükemmel olmaz” şeklinde olma ihtimali de vardır. Vacip hükmü Hanefiler’e göredir. Burada şunu da belirtelim ki vacip hükmü Hanefilere göredir. İslam hukukçularının çoğunluğuna göre farzın bir alt kategorisi olan vacip hükmü yoktur. Onlara göre farzla vacip eş anlamlıdır. Hanefilerin vacip olarak nitelediği hükümlerin bir kısmı çoğunluğa göre farz, bir kısmı da sünnet-i müekkededir. Mesela namazda Fatiha suresini okumak onlara göre farz, bayram ve vitir namazı ile kurban bayramında kurban kesmek sünneti müekkededir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 İbadet Kavramı ve Mükellefiyet Vacibin yapılması kesin olarak gereklidir. Terk eden farzdan daha az bir cezayı hak etmiş olur. Ancak vacip bir hükmü inkâr eden farzı inkâr eden gibi dinden çıkmış olmaz. Böyle bir kimse sapıklıkta kalmış olur. Mesela namazın vaciplerinden birini terk etmek tahrimen mekruhtur. Yanlışlıkla terk etmek veya geciktirme durumunda sehiv secdesi gerekir. Farzın terkinde ise namaz bozulur. Sünnet Sözlükte Allah Teala’nın kanunu, yol, iyi ahlak, hâl ve gidiş gibi anlamlara gelen sünnet kelimesi terim olarak özellikle Hz. Peygamber’in söz ve davranışlarıyla başkasının yaptıklarını onaylaması anlamında kullanılır. Fıkıh usulünde dini hükümlerin Kur’an’dan sonra ikinci kaynağı anlamına gelir. Fıkıhta ve ibadet alanında ise Hz. Peygamber’in farz ve vacipler dışında ibadet niyetiyle yapmış bulundukları, Müslümanlardan da yapmalarını istedikleri fiillere sünnet denir. Hz. Peygamber’in dine dâhil olan davranışları, diğer Müslümanları bağlayıcılık derecesine göre iki kısma ayrılır. Müekked Sünnet: Pekiştirilmiş, güçlü sünnet demektir. Bu çeşit sünnetler, Hz. Peygamber’in devamlı olarak yaptığı ve sırf farz olmadığını göstermek için pek az, ara sıra terk ettiği fiillerdir. Bunlar bir yerde farzları koruyucu ve tamamlayıcı özellik taşıdıkları için farz ve vacipten sonra dini hüküm olarak üçüncü sırada yer alırlar. Ezan, kamet, abdest alırken ağza su vermek, sabah, öğle ve akşam namazlarının sünnetleri, yatsının son sünneti, cumanın ilk ve son sünneti, teravih namazı ve cemaatle namaz kılma gibi fiiller sünnet-i müekkede kapsamında ibadetlerdir. Bu çeşit sünnetleri yerine getiren sevap kazanır. Allah ve Resulü’nün sevgisine mazhar olur, ahrette de O’nun şefaatini elde eder. Bile bile terk edenler ise cezayı hak etmemekle birlikte kınanırlar. Aynı zamanda sevgili Peygamber’imizin şefaatinden mahrum kalırlar. Dinî şiar niteliğindeki ezan ve kametle namazın toptan terki ise caiz değildir. Gayri Müekked Sünnet: Bunlar, Resûl-i Ekrem’in çok defa eda edip bazen terk ettikleri sünnetlerdir. İkindi namazının sünneti ve yatsı namazının ilk sünneti gayri müekked sünnetlerdendir. Bu kısımdaki sünnetlere müstehap veya mendub adı da verilir. Bu sünnetleri yerine getiren sevap kazanır, ancak terk eden kınamayı hak etmez. Sünnetin müekked ve gayri müekked kısımlarına “Sünneti hüda” da denir. Sünnetin müekked ve gayri müekked kısımlarına “Sünneti hüda” da denir. Hz. Peygamber’in dini davranışları ve dini vecibeleri tamamlayıcı özellik taşıyan filleri bu isimle anılırken O’nun insan olarak yaptığı, dini tebliğ maksadı taşımayan yiyip içmeleri, oturup kalkmaları ise “zevâid sünnet” olarak ifade edilir. Mesela O’nun beyaz elbiseyi tercih etmesi, saç ve sakalını kına ile boyaması bu niteliktedir. Bu fiiller, dini yükümlülük kapsamında değildir. Bu çeşit fiilleri Hz. Peygambere olan Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 İbadet Kavramı ve Mükellefiyet sevgi ve bağlılığı sebebiyle yapan Müslümanlar sevap kazanırlar. Yapmayanlar günah da kazanmaz, kınanmaz da. Hanefiler dışındaki çoğunluğu teşkil eden İslam hukukçuları farz ve vacipler dışındaki bu çeşit sünnetlere (sünneti müekkede, sünneti gayri müekkede ve sünneti zevaid) “mendub” tabirini kullanmışlardır. Müstehap Güzel görülen, tercih edilen, sevimli olan amel anlamına gelen müstehap, Hz. Peygamber’in arasıra yaptıkları, İslam âlimlerinin de hoş görüp işlediği amellerdir. Bazı nafile namaz ve oruçlar, sabah namazının ortalık aydınlanıncaya kadar geciktirilip kılınması, devamlı abdestli olmak, çocuğa akîka kurbanı kesmek vb. gibi fiiller müstehap fiillerdir. Müstehabın işlenmesinde sevap olmakla birlikte terkinde günah ve kınama yoktur. Mendup, müstehab, nafile ve tatavvu terimleri bazen aynı anlamda kullanılır. Mubah “Helal” ve “caiz” kelimeleri de mubahla eşanlamlı olarak kullanılır. Allah veya Resulü’nün mükellefi yapıp yapmamakta serbest bıraktığı fiillere mubah denir. “Helal” ve “caiz” kelimeleri de mubahla eşanlamlı olarak kullanılır. Yapılıp yapılmamasında sevap veya günah olmayan tamamen bizim isteğimize bırakılan fiillerdir. Helal şeyleri yemek, içmek, uyumak, yürümek gibi fiiller mubah kapsamındadır. Haram Allah veya Resulü tarafından yapılması kesin bir şekilde yasaklanan fiillere haram denir. Hanefilere göre haram bir hükmün delili ayet, mütevatir veya meşhur sünnet olmalıdır. Zannî delil sayılan ve kesin bilgi ifade etmeyen haber-i vahidle haram hükmü sabit olmaz. Haberi vahidle kesin ve bağlayıcı tarzda yasaklanan fiile “Tahrimen mekruh”, kesin ve bağlayıcı olmayan yasaklamaya “Tenzihen mekruh” denir. Hanefiler dışındaki fakihler çoğunluğuna göre ise haram hükmü haber-i vahidle de sabit olur. Alkollü içki içmek, hırsızlık yapmak, haksız yere adam öldürmek, zina etmek, yalan söylemek, rüşvet alıp vermek, domuz eti yemek, ana-babaya karşı gelmek gibi fiiller dinen kesin bir şekilde yasaklanan haram fiillerdir. Kesin olarak yapılması yasaklanan bir fiili işlemek nasıl haram ise kesin olarak yapılması emredilen bir şeyi terk etmek de öyle haramdır. Hırsızlık haram olduğu gibi farz olan namazları kılmamak da haramdır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 İbadet Kavramı ve Mükellefiyet Haram olan bir şeyi yapan kimse büyük günaha girer ve cezaya çarptırılır. Haramı yapmayan ve terk eden de mükâfat ve sevap kazanır. Haramı inkâr eden kimse dinden çıkar. Haramın Çeşitleri İslam dininin yasakladığı fiillerin her birinde pek çok zarar söz konusudur. Bir fiil ya kendisi bizzat kötü olduğu için ya da kötülüğü iyiliğinden fazla olduğu için yasaklanmıştır. Bu kötülük ya fiilin bizzat kendisindedir veya fiilin beraberindeki diğer hususlardadır. İşte bu açıdan haramlar iki kısma ayrılır. Haram Liaynihî (Doğrudan Haram): Allah ve Resulü’nün yapısı ve özündeki kötülük veya zarardan dolayı haram kıldığı fiillerdir. Bunlara haram liaynihi yani bizzat haram, doğrudan haram denir. Doğrudan haramlar genel olarak can, mal, akıl, din ve nesilden ibaret olan beş unsuru korumak amacıyla yasaklanan fiillerdir. Zina, içki, kumar, nikâhı haram olan biriyle evlenmek gibi fiiller doğrudan haram olan fiillerdir. Bazı haramlar zaruret yani çaresizlik ve şiddetli ihtiyaç karşısında mubah olur. Haram Ligayrihî (Dolaylı Haram): Aslı itibariyle meşru olduğu hâlde kendisinde haram kılınmasını gerekli kılan harici bir durum bulunması sebebiyle haram olan fiillere haram ligayrihî, dolaylı haram denir. Mesela bayram gününde oruç tutmak dolaylı harama bir örnek teşkil eder. Aslında oruç tutmak meşru bir fiil olduğu hâlde bayram günlerinde insanlar Allah’ın misafiri sayıldığı ve bayram sevincini yiyip içerek birlikte yapmaları için o gün oruç tutmak haram kılınmıştır. Aynı şekilde üzüm yemek aslında helaldir. Ama bir başkasının bağından alınan üzümü yemek dolaylı haramdır. Bazı haramlar zaruret yani çaresizlik ve şiddetli ihtiyaç karşısında mubah olur. Mesela domuz eti yemek kesinlikle haramdır. Ancak açlıktan ölmek üzere olan bir kimse domuz etinden başka yiyecek bir şey bulamadığı takdirde ihtiyacı kadar ondan yiyebilir. Fıkıh kitaplarında bazen “masiyet” ve “günah” kavramları haramla eş anlamlı olarak kullanılır. Mekruh Dinin, kesin bağlayıcı olmayan bir üslupla yapılmamasını istediği fiillere mekruh denir. Haramla mekruh dinin yasakladığı kötü fiil olması bakımından aynıdır. Ancak yukarıda da belirttiğimiz gibi haram hükmünün delili sübut ve manaya delaleti bakımından kesin deliller olması gerekirken mekruh sübutu zannî olan haberi vahidle ve manaya delaleti kesin ve bağlayıcı olmayan nasslarla sabit olan yasak fiillere denir. İşte bu yönüyle mekruh iki kısma ayrılır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 İbadet Kavramı ve Mükellefiyet Tahrimen Mekruh: Harama yakın mekruh demektir. Dinin, yapılmamasını kesin ve bağlayıcı bir tarzda istediği haber-i vahide dayalı yasak fiillere tahrimen mekruh denir. Tenzihen Mekruh: Kesin ve bağlayıcı olmayan yasaklamaya ise tenzihen mekruh denir. İBADETLE İLGİLİ BAZI TERİMLER Sahih: Sağlam, kusursuz ve doğru anlamına gelen sahih terimi ibadetlerle ilgili olarak “şartlarını, rükünlerini ve vasıflarını tam olarak içeren ibadet” şeklinde tarif edilir. Sahih teriminin zıddı fasit veya batıldır. Batıl: Yanlış, doğru olmayan anlamlarına gelen batıl kelimesi ibadetlerle ilgili olarak “rükünlerini veya şartlarını tamamen veya kısmen bulundurmayan, yani hükümsüz olan ibadet” diye tanımlanır. Sahih kavramının tersi olup ibadetlerde fasit terimi ile eş anlamlıdır. İbadet konularında bütün müçtehitler batıl ile fasidi eş değer kabul ederler. Hanefiler diğer muamelelerde fasit ve batıl terimlerine farklı anlam verirler. İbadet konularında bütün müçtehitler batıl ile fasidi eşdeğer kabul ederler. Fasit: Rükün veya şartlarından birisi eksik olan ibadet fasit olur. “Gayri sahih”, “Geçerli değil” gibi ifadeler de bu anlamda kullanılır. Mesela abdestsiz kılınan namaz fasittir. Müfsid: Başlanmış bir ibadeti bozan şeylere müfsid denir. Mesela; oruçlu iken bir şey yiyip içmek, namazda konuşmak, abdestli iken uyumak bu fiilleri bozar. Rükün: Bir şeyin aslını oluşturan parçalardan her biri, cüz, unsur, direk destek, bir şeyin köşesi, sağlam yanı gibi anlamlara gelen rükün, fıkhî bir kavram olarak ibadetlerin asli unsurlarını, yani farzlarını ifade eder. Namazı oluşturan kıyam, kıraat, rüku ve secde gibi fiiller onun rükünleridir. Hacda Arafat vakfesi ve ziyaret tavafı, oruçta imsak bu ibadetlerin rükünleridir. İbadetlerde rükünlerden birinin bulunmaması onun batıl olması neticesini doğurur. Şart: Yerine getirilmesi gerekli olan şey anlamına gelen şart, fıkıh usulünde “varlığı kendi varlığına bağlı olan ancak onun yapılmasından bir parça olmayan şey” şeklinde tarif edilir. Şart bulunmazsa hüküm de bulunmaz, ancak şartın bulunması hükmün de bulunmasını gerektirmez. Mesela abdest namazın şartlarındandır. Ama onun bir parçası değildir. Abdestsiz namaz olmaz, ancak her abdesti olanın namaz kılması gerekmez. Sebep: Allah Teala’nın hükmün varlığı için bir emare olarak belirttiği yani varlığı hükmün varlığına; yokluğu da hükmün yokluğuna emare, alamet olan durumdur. Mesela zekâtın farz olmasının sebebi, nisap miktarı mala sahip olmaktır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 İbadet Kavramı ve Mükellefiyet Nisap miktarı mal varsa zekât farz, yoksa değildir. Aynı şekilde vakit namazın, ramazan ayı orucun sebebidir. Mani: Alıkoymak, önlemek, savmak, korumak anlamlarına gelen mani terim olarak sebebe bir hüküm bağlanmasına veya sebebin gerçekleşmesine engel olan durum demektir. Mesela zekâtın sebebi nisaptır. Ancak nisap miktarı malı olanın borcunun olması zekâta manidir. Aynı şekilde kan hısımlığı evlenmeye manidir. Eda: Ödeme, ifa etme, bir borç veya görevi yerine getirme anlamlarına gelen eda, fıkıhta dini bir görevin usulüne uygun bir şekilde zamanında yerine getirilmesidir. Mesela ramazan orucunu ramazan ayı içinde şartlarına uygun olarak yerine getirmek, namazları vakti içinde kılmak eda örnekleridir. Kazaya kalan ibadeti ilk fırsatta kaza etmek gerekir. Kaza: Zamanında yerine getirilmeyen ibadetlerin zamanı çıktıktan sonra tam olarak yerine getilmesine kaza denir. İbadetlerin belirlenen vakit içerisinde eda edilmesi gerekir. Meşru bir sebep yoksa vaktinden sonraya bırakılması caiz değildir. Vakti içinde eda edilmeyen ibadetler de zimmette borç olarak kalır. Bu borcun sonradan ödenmesine kaza denir. Kazaya kalan ibadeti ilk fırsatta kaza etmek gerekir. Hz. Peygamber Hendek Savaşı’nda, düşmanın taarruzu nedeniyle namazlarını kılamamış ve daha sonra hemen cemaat hâlinde kaza etmiştir (Buharî, “Mevakît”, 36,38). Kur’an-ı Kerim’de hastalık ve yolculuk sebebiyle orucu tutamayanların daha sonra kaza etmeleri emredilmiştir (Bakara, 2/184). İade: Namaz gibi bir ibadeti eksik bir şekilde yaptıktan sonra onun yeniden tam olarak yerine getirilmesine iade denir. Mesela rükû yapmadan kılınan bir namazı vakti içinde yeniden kılmak iadedir. Azimet: Bir şeye kesin karar vermek, niyet etmek manasına gelen azimet, fıkıhta “mükelleflerin hepsi için bütün durumlarda yani sonradan meydana gelen zaruret, meşakkat ve ihtiyaç gibi geçici bir sebebe bağlı olmaksızın bağlayıcı olmak üzere ilkten konulan hüküm şeklinde tarif edilir. Yani mükellefin normal durumlarda yapacağı farz, vacip, müstehap niteliğindeki fiilleri yapması, haram, mekruh gibi fiilleri de yapmaması demektir. Mesela namaz, oruç ve zekat gibi farzlar, zina, içki ve kumar gibi yasaklanan fiiller birer azimet hükmüdür. Ruhsat: İzin, kolaylık anlamına gelen ruhsat, terim olarak “meşakkat, zaruret ve ihtiyaç gibi mazeretler göz önünde bulundurularak konulan geçici hükümlerdir. Mesela hasta ve yolcunun ramazanda oruç tutmayıp daha sonra kaza etmesi, ayakta namaz kılamayan mükellefin oturarak namaz kılması birer ruhsat hükümleridir. Yani asıl ve genel hükme azimet, geçici ve özel hükme ise ruhsat denir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 Özet İbadet Kavramı ve Mükellefiyet •Genel anlamda ibadet, Allah’ın emrettiği her şeyi yapmak, yasakladığı tüm davranışlardan da uzak kalmak demektir. Dar anlamda ise namaz, oruç ve zekat gibi Allah’a saygı ifade eden belli davranışlara ibadet denir. •Allah’ın emri olan ibadet, O'nun kulları üzerindeki bir hakkıdır, dini bir görevdir. Allah’ın emrettiği ve Peygamber'imizin öğrettiği şekilde yerine getirilir. İbadetlerde azaltma ve çoğaltma olamayacağı gibi herhangi bir değişiklik de söz konusu olamaz. •İnsan, Allah’a kulluk borcunu ödemek ve O'nun rızasını kazanmak, dünya hayatını kolaylaştırmak ve insanlara faydalı olmak, ahret hayatına hazırlanmak ve sevap kazanmak için ibadet yapar. •Allah ibadete layık yegâne varlık olduğu için, O'nun emrini yerine getirmek ve rızasını kazanmak maksadıyla ibadet etmek gerekir. Allah katında makbul olan ibadet, herhangi bir çıkar düşüncesi olmadan samimiyetle ve ihlâsla yapılan ibadettir. Bununla birlikte ibadetlerin bireysel ve toplumsal birçok faydaları da vardır. Ancak bunlar ibadetin amacı değil, neticesidir. •İbadetlerin şekil ve ayrıntıları Hz. Peygamberin uygulama ve açıklamalarıyla netleşmiştir. •İbadetler birçok bakımdan kısımlara ayrılır. Kuvvet bakımından farz, vacip, sünnet, müstehap kısımlarına, sorumluluğun ferdi veya genel oluşu bakımından aynî ve kifâî kısımlarına, belirli bir vakti olup olmamasına göre de mutlak vakitli ve mukayyet vakitli kısımlarına ayrılır. Yapılış şekli açısından ise bedenî, malî, hem bedeni hem de malî olmak üzere üç kısımda değerlendirilir. •İbadet yükümlülüğü belli şartları taşıyan kimseler için söz konusudur. Bu kişilere “mükellef” denir. Yükümlülüğün temel şartı doğru ile yanlışı, iyi ile kötüyü, emirle yasağı ayırt edebilme melekesi olan akıldır. Genel anlamda mükellef olmak için ayrıca ergen olmak da şarttır. •Mükellefin dinen sorumlu olduğu fiillerin hükümlerine teklîfî hükümler denir. Bu hükümler dayandıkları delillere ve bağlayıcılık özelliklerine göre farz, vacip, sünnet, müstehap, mubah, haram ve mekruh gibi kısımlara ayrılır. Bunların her birinin kendi içinde alt kısımları da vardır. Fıkıh eserlerinde ibadetlerle ilgili olarak kullanılan önemli terimler de vardır. Bunların başlıcaları sahih, batıl, fasit, müfsit, rükün, şart, sebep, mani, eda, kaza, iade, azimet, ruhsat terimleridir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 Ödev İbadet Kavramı ve Mükellefiyet • Kaynaklardan yararlanarak ibadet çeşitlerini tablo hâlinde gösteriniz. • Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “ödev” bölümüne yükleyebilirsiniz. DEĞERLENDİRME SORULARI Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. 1- Aşağıdakilerden hangisi dar ve özel anlamıyla bir ibadet çeşidi değildir? a) Namaz kılmak b) Ku’an okumak c) Dua etmek d) Yalan söylememek e) Kurban kesmek 2-Aşağıdakilerden hangisi İslam İbadet Esasları konularındandır? a) Adak b) Zina c) Adam öldürmek d) Gıybet etmek e) Selem akdi 3-Aşağıdakilerden hangisi kuvvet derecesine göre ibadetin kısımlarından biri değildir? a) Farz b) Mutlak vakitli ibadet c) Nafile d) Sünnet e) Vacip Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 İbadet Kavramı ve Mükellefiyet 4- Aşağıdaki metinde boş bırakılan yerlere sırasıyla hangi kelimelerin getirilmesi hâlinde ifade doğru olur? …. ve ifade ettiği anlamı kesin olan delillerle Allah veya Resulü’nün emrettiği fiillere…….denir. a) Sübutu-farz b) Sübutu-vacip c) Delaleti-sünnet-i müekkede d) Manası-vacip e) Yapılması-farz 5-Aşağıdaki cümlelerden hangisi yanlıştır? a) Hz. Peygamber’in ara sıra yaptıkları ve İslam alimlerinin hoş gördükleri fiillere müstehap denir. b) Dinin kesin ve bağlayıcı olmayan bir üslupla yasakladığı fiillere mekruh denir. c) Başlanılmış bir ibadeti bozan şeylere müfsit denir. d) Şartlarını, rükünlerini ve vasıflarını tam olarak içeren ibadete sahih denir. e) Bir ibadeti eksik bir şekilde yerine getirdikten sonra onun yeniden tam olarak yerine getirilmesine kaza denir. Cevap Anahtarı: 1.d 2.a 3.b 4.a 5.e Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 İbadet Kavramı ve Mükellefiyet YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR Komisyon.(1999).İlmihal I:İman ve İbadetler.İstanbul:Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. Bilmen, Ö.N.(1996).Büyük İslam İlmihali.İstanbul. Buharî, M. b. İ. (1987). Sahîhu’l-Buharî. Beyrut. Döndüren, H.(2005).Delilleriyle İslam İlmihali. İstanbul. Ebu D. (1973).es-Sünen.Hımıs. İbnü’l-H .(1317). Şerhu Fethi’l-Kadîr.Bulak. İbn K. .(1997). el-Muğnî. Kahire. İbn M .(1954). es-Sünen.Kahire. İbn R .(1975). Bidayetü’l-müctehid. Kahire. Kahraman, A.(2002).İslamda İbadetlerin Değişmezliği. Sivas. Malik b.E.(1970). el-Muvatta. Kahire. Müslim,Ebu’l-Hüseyn Müslim b. El-Haccac (tsz.). es-Sahih. Beyrut. Nesaî .(1383). es-Sünen. Kahire. Şevkanî. (tsz.). Neylü’l-evtâr. Kahire. Komisyon .(1999). Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi.İstanbul. Yıldız, K. (2006). Fıkhın Aydınlığında İbadet ve Hayat. İstanbul. Zuhayli, V.(1994).İslam Fıkıh Ansiklopedisi. İstanbul. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 HEDEFLER İÇİNDEKİLER TEMİZLİK • • • • • • • • Temizlik Kavramı Pislik Kavramı Temizleme Yolları Kadınlara Mahsus Bazı Haller Hükmi Temizliğin Çeşitleri Abdest Gusül: Boy Abdesti Teyemmüm • Bu üniteyi çalıştıktan sonra • Temizliğin önemini kavrayabilecek • Temizlik ve pislik kavramlarını açıklayabilecek • Kadınlara mahsus özel hallerle ilgili hükümleri ayırt edebilecek • Abdest, boy abdesti ve teyemmümle ilgili hükümleri karşılaştırabileceksiniz. İSLAM İBADET ESASLARI ÜNİTE 2 Temizlik GİRİŞ İslam dini temizliğe büyük önem vermiştir. Temizlik belli ibadetlerin ön şartı olarak kabul edilir. Bu sebeple fıkıh kitaplarının ve ilmihal kitaplarının ilk konuları temizlikle ilgilidir. Hz. Peygamber’e gelen ilk ayetler arasında “ve elbiseni temizle” (Müddessir, 74/4) ifadesi yer almaktadır. Hz. Peygamber’in özelliklerinden söz eden bir ayette de “Onları temizleyen… bir peygamber gönderen O’dur” (Cum’a, 62/2) denilerek O’nun görevlerinden birisinin de ümmetini manevi kirlerden, günahlardan temizlemek (tezkiye) olduğu belirtilmektedir. Başka bir ayette “Şüphesiz Allah çok tövbe edenleri ve temizlenenleri sever” (Bakara, 2/222) buyrularak temiz insanların Allah’ın sevgisine layık oldukları bildirilir. Yine bir başka ayette “Orada temizlenmeyi seven kimseler vardır. Şüphesiz Allah temizlenenleri sever (Tevbe, 9/108) ifadesiyle Kuba Mescidi’ndeki insanlar temizlik konusundaki hassasiyetleri ile diğer Müslümanlara örnek gösterilir. “Doğrusu hem (maddeten ve manen) temizlenen hem de Rabbinin adını anıp namaz kılan kurtuluşa ermiştir” (A’la, 87/14–15) mealindeki ayette de ibadetle temizliğin ilişkisi açıkça ifade edilir. Bu ayet kurtuluşa ermenin iki önemli şartından birinin temizlik, diğerinin de namaz kılmak olduğunu belirtmektedir. “Temizlik imanın yarısıdır” (Muslim, “Taharet”, 1) Kur’an-ı Kerim’de ayrıca ibadet yerinin temiz olması ve toplum içine çıkacakların temizliğe riayet etmesi şu ayetlerle istenmiştir: “İbrahim ve İsmail’e tavaf edenler, ibadete kapananlar, rükû ve secde edenler için evimi temiz tutun diye emretmiştik.” (Bakara, 2/125); “Ey Âdemoğulları her mescide gidişinizde güzel giysilerinizi giyin.” (A’raf, 7/31) Hz. Peygamber, temizliğin önemini vurgulamak üzere “Temizlik imanın yarısıdır” (Muslim, “Taharet”, 1) buyurarak onun imanla bağlantısına dikkat çekmiş, “Allah temizdir, temizliği sever” (Tirmizî, “Edeb”, 4) ifadesiyle de Allah’ın seveceği kul olmak için temizliğin önemli olduğunu belirtmiştir. Hz. Peygamber’in İslam’a yeni girenlere kelime-i şehâdet getirmelerini ve gusül abdesti almalarını emretmesi de (Ebu Davûd, “Taharet”, 129) temizlikle iman arasındaki yakın ilişkiyi göstermektedir. Hz. Peygamber’in uygulamaları da bu ayet ve hadislere paralel bir şekilde Müslümanlara rehberlik edecek niteliktedir. O’nun toplum içine çıkarken, camiye giderken güzel koku sürünmesi, en temiz elbiselerini giymesi, cemaate katılacaklardan çiğ soğan ve sarımsak yememelerini istemesi, insanların gelip geçecekleri yol ve gölgeliklere abdest bozmayı yasaklaması, en az haftada bir kez boy abdesti almayı ve beden temizliği yapmayı tavsiye etmesi, dişlerin temizliği Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 Temizlik üzerinde önemle durması, O’nun temizlik konusunda güzel örnek ve rehberliğini göstermektedir (bk.Buharî, “Vüdû”, 26; Muslim, “Taharet”, 1, 20, 21, 68, 87; Ebu Davûd, “Taharet”, 15; Tirmizî, “Edep”, 41, “Taharet”, 19; Nesaî, “Taharet”, 1). TEMİZLİK KAVRAMI Maddi, Hükmi ve Manevi Temizlik İslam’ın öngördüğü temizlik çok boyutlu ve geniş kapsamlıdır. İslam alimleri temizliği üç ayrı yönüyle ele almışlardır: Bedenin, elbisenin ve namaz kılınacak yerin maddi pisliklerden temizlenmesi. Sünnet olmak, etek tıraşı olmak, tırnak kesmek, koltuk altı kıllarını temizlemek, bıyıkları kısaltmak, misvak kullanmak gibi hususlar da bu kapsamdadır. Nitekim bir hadislerinde Hz. Peygamber bu gibi temizliklerin fıtratın gereği olduğunu ifade ederek buna bütün insanların uyması gerektiğini bildirmiştir (Muslim, “Taharet”, 56; Ebu Davûd, “Taharet”, 29; Tirmizî, “Edeb”, 14; Nesaî, “Ziynet”,1). Hadesten taharet denilen hükmi temizlik. Abdestsizliğin giderilmesi olarak ifade edilebilecek bu çeşit temizliğin içerisine boy abdesti, namaz abdesti ve bunların mümkün olmaması durumunda sırf hükmi temizlik olan teyemmüm girmektedir. Maddi, manevi ve hükmi temizlik kısımlarının her birisi diğeriyle sıkı bir bağlantı hâlindedir. Bedenin uzuvlarının gıybet, yalan, haram yiyecek ve içeceklerden ve benzeri günahlardan temizlenmesi ile kalbin, haset, kibir, riya, kin, hırs, düşmanlık ve buna benzer kötü hastalıklardan temizlenmesi. Maddi, manevi ve hükmi temizlik kısımlarının her birisi diğeriyle sıkı bir bağlantı hâlindedir. İnsanın manevi anlamda temizliğini hedefleyen bazı temel ibadetlerin yapılabilmesi için maddi bazı temizlikler şart koşulmuştur. Mesela namaz kılmak isteyen bir Müslümanın belli organlarını yıkaması ve mesh etmesi demek olan abdest şarttır. Yani ön şartı maddi temizlik olan namazın asıl hedefi insanı manen yüceltmesi; onu kötü ve çirkin olan şeylerden uzaklaştırarak kalbini temizlemesidir. Zekât emri ile ilgili ayette “Onların mallarından zekât al ki onları temizlersin, arıtıp yüceltirsin” (Tevbe, 9/103) buyrularak bu hususa dikkat çekilmektedir. “Allah çok tövbe edenleri ve çok temiz olanları sever” (Bakara, 2/222) ayetinde de yapılan kötülüklere pişmanlık duyarak Allah’tan af dilemek, gönlü manevi kirlerden temizlemek anlamına gelen tövbe ile maddi temizlik birlikte zikredilerek aralarındaki sıkı ilişki vurgulanmıştır. Aynı şekilde Müddessir suresindeki “Üstünü başını temizle, kötülükten sakın” (Müddessir, 74/4–5) ayetinde de maddi temizlik ve manevi temizlik yani günah kirlerinden temizlenmek birlikte zikredilerek bu sıkı ilişkiye dikkat çekilmiştir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 Temizlik Namazın şartlarından biri, “necasetten taharet”, bir başkası da “hadesten taharet”tir. Namaz kılacak kişinin bedeninin, elbisesinin ve namaz kılacağı yerin maddi pisliklerden temizlenmesine “necasetten taharet” denir. Abdestsizliği veya cünüplüğü gideren temizliğe ise “hadesten taharet” adı verilir. Temizliğin bu çeşidine aynı zamanda “hükmi temizlik” de denilmektedir. Hükmi temizliğin abdest ve boy abdesti kısmı aynı zamanda maddi temizliği de içermektedir. Çünkü bunlarda su ile bedenin belli kısımlarının veya tümünün yıkanması söz konusudur. Su bulunmadığı veya bulunduğu halde kullanılamadığı hallerde temiz toprakla yapılan sembolik bir temizlik olan teyemmüm ise tam anlamıyla hükmi temizliği ifade eder. “Taharet” kelimesi temizlikle alakalı olarak kullanılan en geniş kavramlardan birisidir. Bu kelime hem necaset ve habes denilen maddi pisliklerden, hem hades denilen hükmi pisliklerden hem de kin, gurur, kıskançlık gibi manevi pisliklerden temizlenmek anlamında kullanılır. “Nezafet” ise sadece maddi pisliklerden temizlenmeyi ifade eder. Manevi kir kabul edilen günahlardan kalbin ve bütün uzuvların temizlenmesi anlamında ise daha çok “tezkiye” kelimesi kullanılmaktadır. Manevi kirlerden kurtulma anlamındaki temizlik daha çok tasavvuf ve ahlak ilminin konusu olarak işlenir. Manevi kirlerden kurtulma anlamındaki temizlik daha çok tasavvuf ve ahlak ilminin konusu olarak işlenir. Bizim asıl konumuzu teşkil eden temizlik ise ibadetlerin vesilesi ve şartı olan maddi ve hükmi temizlik konularıdır. Bunlar da iki kısma ayrılmaktadır: Birincisi küçük abdest almak suretiyle abdestsizlik hâlini gidermektir ki, buna küçük temizlik (taharet-i suğra) denir. İkincisi ise ağız ve burun dâhil olmak üzere bütün bedeni yıkayarak cünüplük, hayız ve nifas hallerinden çıkmaktır ki, buna da boy abdesti veya gusül adı verilmektedir. Temiz Olan Şeyler İslam’da bir şeyin temiz olması asıldır. Necaset, arızî ve geçici bir vasıftır. Prensip olarak bütün yeryüzü, madenler, sular, otlar, ağaçlar, çiçekler, meyveler ve domuz dışında bütün hayvanların dış bedenleri, dışarıdan pis bir şey dokunmadıkça temizdir. Usulüne uygun kesilmiş hayvanların derileri, ciğer, yürek, dalak ve etleri içinde kalıp akmayan kanları temizdir. Bit, pire, tahtakurusu gibi haşeratın kanları da temiz sayılır. Ağzı temiz olmak kaydıyla insanın, at, sığır, koyun ve deve gibi etleri yenen evcil ve vahşi hayvanların ve kuşların artık suları temizdir. Eşek ve katırın artıkları da temizdir, ancak temizleyici olup olmadıkları şüphelidir. Başka su bulunmadığı takdirde bu sularla abdest alınır ve ihtiyaten de teyemmüm edilir. Kedinin, sokaklarda gezip dolaşan tavuğun, atmaca, şahin ve doğan gibi yırtıcı kuşların artıklarını temizlikte kullanmak mekruhtur. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 Temizlik Canlıların gözyaşı, teri, tükürüğü, sümüğü pislik ve temizlik yönünden artık suları gibi değerlendirilir. Artığı temizse bunlar da temizdir. İnsanın salyası da içki bulaşmadıkça temizdir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi bir şeyin temiz olması esas olduğundan biz pis olan şeyleri ve pis olma ölçülerini sayarak yetineceğiz. Bunların dışında kalanların temiz olacağı genel kural olduğu için temiz olan şeyleri tek tek saymayacağız. PİSLİK KAVRAMI Fıkıhta ibadetlere engel teşkil eden pislik çeşitleri genelde maddi, yani hakiki pislik denilen “necaset” ve hükmi pislik denilen “hades” kavramlarıyla ifade edilir. Biz de konuyu bu şekilde iki ayrı başlık altında işleyeceğiz. Necaset: Maddi Pislik Kural olarak namaz kılacak kişinin bedeni, elbiseleri ve namaz kılacağı yerin maddi pisliklerden temizlenmesi gerekir. Necaset, hakiki ve maddi pislik anlamına gelir. Bundan temizlenmeye de “necasetten taharet” denir. Aslen veya geçici olarak pis olan şeylere de “necaset”, “necis” ve “neces” adları verilir. Kural olarak namaz kılacak kişinin bedeni, elbiseleri ve namaz kılacağı yerin maddi pisliklerden temizlenmesi gerekir. Necis olan maddeler, akıcı olup olmaması bakımından katı ve akıcı necaset, gözle görülüp görülmemesi açısından da görülebilen (necaset-i mer’iyye) ve görülemeyen (necaset-i geyr-i mer’iyye) necaset kısımlarına ayrılır. Pis olduğu hakkında delil olup olmamasına veya namaza engel olan miktarına göre de necaset-i hafîfe ve necaseti galîze kısımlarına ayrılır. Necaset-i galîze: Ağır pislik Ağır necasetin namaz kılan kişinin bedeninde, elbiselerinde ve namaz kılacağı yerde katı olanının bir dirhem (yaklaşık 4 gr.)’den fazlası, sıvı olanının avuç içinden fazla bir alanı kapsayacak kadar olanı namaza manidir. Belirlenen miktarlardan fazlası namaza mani olan ağır necaset kapsamına şunlar girer: İnsandan çıkan veya ondan kopup ayrılan şeylerden sidik, insan tersi, meni, idrardan sonra cinsel organdan gelebilen kalın ve beyaz renkli vedi, sevişme veya karşı cinsi düşünme sırasında gelen mezi, vücudun herhangi bir yerinden akan kan, irin, ağız dolusu kusuntu, bedenden kopup düşen et parçaları ve kadınların adet, lohusalık veya özürlü zamanlarında gelen akıntıları. Eti yenmeyen hayvanların sidik, dışkı ve salyaları, eti yenen hayvanlardan tavuk, kaz ve ördeklerin tersleri, bütün hayvanların akan kanları. Karada yaşayıp usulüne göre boğazlanmadan ölen veya öldürülen ve bu hükümde olan hayvanların leşleri. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 Temizlik Şarap ve tercih edilen görüşe göre sarhoşluk veren diğer sıvılar. Necaset-i hafîfe: Hafif pislik Beden veya elbisenin dörtte birinden fazlasına bulaşması hâlinde namaza mani olan pislikler, hafif olan necasettir. Belirtilen miktardan azı ile namaz kılmak caiz ise de mekruhtur. Hafif olan necasetler şunlardır: Canlıların hayat kaynağı olan su, temizlemede esas maddedir. At, katır ve eşeklerin, etleri yenen sığır, koyun, keçi, geyik gibi dört ayaklı hayvanların sidik ve tersleri. Eti yenmeyen hayvanlardan doğan, atmaca, çaylak, kartal gibi havada tersleyen kuşların tersleri kaçınılması zor olduğu için hafif necaset sayılmıştır. TEMİZLEME YOLLARI Maddi ve hakiki pislikler çeşitli usullerle giderilebilir. Mezhepler arasında farklılıklar olmakla birlikte başlıca temizleme yollarını şöyle sıralayabiliriz: Su ile Yıkama Canlıların hayat kaynağı olan su, temizlemede esas maddedir. Su ile hem maddi, hakiki pislikler giderilir, hem de hades hâli denilen hükmi kirlilik ortadan kaldırılır. Suyun bu temizleyici özelliğini Kur’an’da Yüce Yaratan şöyle belirtir: “Sizi temizlemek için Allah gökten su indiriyor.” (Enfal, 8/11) “Biz gökten temiz su indirdik.” (Furkan, 25/48). Suyun temiz olması, maddi temizlik ve kullanım aracı olması, temizleyici olması ise kendisiyle abdest veya gusül gibi hükmi temizlik yapılabilmesi anlamına gelir. Hz. Peygamber de suyun bu temizleyici özelliğine şu şekilde dikkat çeker: “Su temizdir. Onu, rengini, kokusunu, tadını değiştiren şeyler dışında hiçbir şey kirletmez.” (İbn Mace, “Taharet”, 76) Temizlik için kullanılabilecek sular, yağmur, kar, nehir, deniz, kuyu, pınar ve gölet sularıdır. Fıkıh kitaplarında sular, hakiki ve hükmi temizlikte kullanılıp kullanılamamasına göre çeşitli tasniflere tabi tutulmuştur. Bir sınıflamaya göre göre sular doğal olup olmamasına göre “mutlak” ve “mukayyed” olarak iki kısımda mütalaa edilir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 Temizlik Mutlak sular Mutlak su, tabii durumunu koruyan, içine özelliğini değiştirecek bir şey karışmamış su demektir. Bunlar kar, yağmur, ırmak, göl, deniz ve kuyu sularıdır. Bu çeşit su temiz ve temizleyici olmak bakımından çeşitli kısımlara ayrılır. Suyun temiz olması, maddi temizlik ve kullanım aracı olması, temizleyici olması ise kendisiyle abdest veya gusül gibi hükmi temizlik yapılabilmesi anlamına gelir. Bu açıdan sular beş kısımda incelenir. Temiz ve temizleyici özelliği taşıyan ve kullanılması mekruh olmayan sular: Rengi, kokusu ve tadı değişmemiş, bozulmamış, içine pis bir madde karışmamış, kullanılmamış ve kullanılması mekruh olmayan sular hem temiz, hem de temizleyici sulardır. Bu sularla hem temizlik yapılır hem de abdest ve boy abdesti alınır. Tabiatta normal olarak bulunan bütün mutlak sular bu hükümdedir. Tat ve kokusu değişmiş olsa da klorlanmış sular da temiz ve temizleyici özelliktedir. İnsanın, deve, koyun, sığır gibi eti yenen hayvanların, atın ve yırtıcı olmayan kuşların artığı olan sular da bu çeşide girer. Yalnız yukarıda belirttiğimiz gibi insanın ağzının temiz olması, hayvanların da pislik yiyen hayvanlardan olmaması gerekir. Mikroplu suları kullanmamak da İslam’ın özüne uygun düşer. Hem temiz hem temizleyici olmakla birlikte kullanılması mekruh olan sular: Kedi, tavuk gibi evcil hayvanlarla atmaca, şahin, doğan gibi yırtıcı kuşların artığı olan sular bu gruba girer. Bunlarla abdest almak veya gusletmek mekruhtur. Ancak normal su bulunmadığında bu sular hem maddi temizlikte hem de hükmi temizlik olan abdest ve boy abdestinde kullanılabilir. Klasik kaynaklarımızda bu konular işlenirken ele alınmamış mikroplu suları kullanmamak da İslam’ın özüne uygun düşer. Zira İslam insan sağlığına zarar verecek şeyleri prensip olarak yasaklar. Temiz olduğu hâlde hükmi temizlikte kullanılmayan sular: Abdest veya boy abdesti alınmış sular kullanılmış su anlamında “ma-i müsta’mel” olarak adlandırılır. Bunlar temiz sayılır. Maddi temizlik için kullanılabilir. Ancak bu sularla tekrar hükmi temizlik yapılmaz. Abdest alanın veya başkasının üzerine dökülmesi durumunda namaza mani olmaz. Temiz ve temizleyici olmayan sular: İçine pislik düştüğü kesin ve galip zanla bilinen az miktardaki sularla rengi, kokusu, tadı, akıcılığı bozulan büyük su birikintileri, büyük kuyular ve akarsular böyledir. Köpek, kurt, domuz, maymun gibi yırtıcı hayvanların artığı da pistir. Bunlarla maddi ve hükmi temizlik yapılamaz. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 Temizlik Temiz olup olmadıkları şüpheli sular: Ehli eşek ve katırın artıkları olan suları bu kısma girer. Başka su varsa bu çeşit suları kullanmamak gerekir. Başka su yoksa bu çeşit sularla abdest veya boy abdesti alınır. Fakat ihtiyat olarak teyemmüm de yapılır. Mukayyed sular Kısımlarını ve her birinin hükmünü açıkladığımız mutlak sular yanında bir de içine temiz bir maddenin katılmasıyla incelik ve akıcılığı kaybolan mutlak sular veya tabii bir oluşumla meydana gelip özel bir isimle anılan sular vardır. Bunlara “mukayyed” sular denir. Gül suyu, üzüm suyu, elma suyu, portakal suyu, maden suyu gibi sularla içinde nohut, mercimek benzeri temiz şeylerin pişmesiyle incelik ve akıcılığını kaybeden sular mukayyed sulardır. Bunlar normal su bulunmadığı zaman sadece maddi temizlikte kullanılabilirler. Hükmi temizlikte kullanılmazlar. Durgun Su – Akar Su Suyun temiz ve temizleyici olma özelliğini etkileyen hususlardan biri de durgun veya akarsu olmasıdır. Dere, çay, ırmak gibi sular akarsulardır. Göl, havuz gibi sulara da durgun sular denir. Durgun sular yüzeylerinin genişliğine göre ikiye ayrılır. İçine lağım ve benzeri pisliklerin karıştığı bilinen su, özelliklerinde bir bozulma olmasa bile pis sayılır ve kullanılamaz. Yüzeyi yaklaşık 47m2’den aşağı olan durgun suya az su (küçük havuz) denir. Az ve akmayan sulara pis bir şey atılsa veya karışsa, suyun tat, koku ve renginde değişiklik olmasa bile pis sayılır. Bununla pis olan bir şey temizlenmediği gibi abdest ve boy abdesti de alınamaz. Ancak tarla, bahçe sulanabilir. İçine düşen yaprak veya dal parçaları gibi temiz şeylerin çürümesiyle suyun akıcılığı kaybolmuşsa böyle sularla da hükmi temizlik yapılamaz. Ancak suyun bulanık olması, yosun tutması, suya yaprak veya meyve karışması, içine pislik karışmaksızın uzun süre bekletildiği için tadında ve kokusunda değişiklik olması, onun temizliğini bozmaz. Öte yandan içine lağım ve benzeri pisliklerin karıştığı bilinen su, özelliklerinde bir bozulma olmasa bile pis sayılır ve kullanılamaz. Yüzeyi yaklaşık 47m2 den büyük olan ve avuçlandığı zaman dibi açılmayan durgun sulara çok su (büyük havuz) denir. Çok sular akarsular gibi değerlendirilir. Akarsu ve çok su ihtiyaçlar için kullanılır, hükmi temizlik yapılır. Ancak bunların içine pis bir şey karışıp renk, koku ve tadından birini bozarsa pis olur. Böyle sular temizlik aracı olarak kullanılamaz. Kuyu ve Depoların Temizlenmesi İçinde bulunan suyun azlığına veya çokluğuna bakılmaksızın yüzeyi yaklaşık 47m ’den küçük bir kuyu az su hükmündedir. Böyle bir kuyunun içine dinimizin pis 2 Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 Temizlik saydığı bir şey düşerse kuyunun suyu pislenmiş olur. Kuyu temizlenmedikçe suyu kullanılamaz. İçine düşen pisliğe göre kuyular, suyu tamamen boşaltılarak kırk veya yirmi kova suyu boşaltarak temizlenmiş olur. Bu konudaki ictihat farklılıklarından faydalanıp günün şartları ve gelişen teknolojik imkânları dikkate alarak yeni çözümler ortaya koymak mümkündür. Fıkıh kitaplarında kuyu, akarsu, havuz ve depoların sağlık kurallarına uygun şekilde korunması, temiz tutulması, pislendiğinde temizleme yolları üzerinde önemle durulmuştur. Fakihler, bir taraftan suyun temiz olma özelliğini kaybetmesini esas alırken diğer taraftan israftan da kaçınılmasına dikkat etmişlerdir. Onların bu husustaki ölçülerini, akıl, tecrübe ve zamanlarının ve bulundukları çevrenin şartları çerçevesinde ictihadî görüşler olarak görmek lazımdır. Bu konudaki ictihat farklılıklarından faydalanıp günün şartları ve gelişen teknolojik imkânları dikkate alarak yeni çözümler ortaya koymak mümkündür. Çünkü dinin temel hedeflerinden biri de insanın sağlık, güvenlik ve huzur içinde yaşamasını sağlamaktır. Nitekim insan sağlığını esas alan bazı fakihler, sağlığa zararlı olacağı düşüncesiyle madenî kaplara konup güneşte ısıtılan suyun kullanılmasını mekruh görmüşlerdir. İstibra ve İstinca Fıkıh kitaplarında temizlik bahislerinde üzerinde durulan konulardan ikisi de istibra ve istincadır. İstibra, tuvaletten sonra idrar yolunda kalabilecek damla ve sızıntıların tamamen kesilmesi için bir süre bekleme ve sonra da uzvun dışına çıkan idrar yaşlığını temizleme işidir. Özür hâli dışında vücuttan idrar sızıntısı olması hâlinde abdestin bozulacağı ve dolayısıyla namazın sahih olmayacağı dikkate alınırsa istibranın önemi ortaya çıkar. İstibranın sağlanması için biraz hareket etmek, yürümek, öksürmek gibi bazı yöntemler önerilmiştir. İstinca, tuvaletten sonra dışkı ve idrar yollarında kalan dışkı, idrar, kan ve meni gibi pislikleri temizleme işlemidir. Bu temizlik, kural olarak su ile yapılır. Tuvalet kâğıdı da bu maksatla kullanılabilse de yeterli temizliği sağlayamayacağı için su ile temizlik yapıldıktan sonra etrafta yaşlık kalmaması için tuvalet kâğıdı veya bir bez parçasıyla kurulanmak daha uygundur. Diğer Temizleme Yolları Günümüzde pek çok temizleme cihazı geliştirilmiş ve çeşitli temizlik maddeleri üretilmiştir. Su ile yıkamak yanında fıkıh kitaplarında sayılan diğer bazı temizleme yolları da vardır. Bunları, ayrıntılarını fıkıh kitaplarına havale ederek şöylece sayabiliriz: Silme yoluyla temizlenme. Ateşe sokma yoluyla temizlenme. Kazıma ve ovma yoluyla temizleme. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 Temizlik Yapı değişikliği (kimyasal değişim) ile temizleme. Tabaklama yoluyla temizleme. Günümüzde pek çok temizleme cihazı geliştirilmiş ve çeşitli temizlik maddeleri üretilmiştir. Bu sayede kir ve pisliklerin giderilmesi kolay hâle gelmiştir. İmkânlar ölçüsünde bunlardan yararlanılması gerekir. KADINLARA MAHSUS BAZI HALLER Kadınların fizyolojik yapılarından kaynaklanan bazı özel durumlar vardır. Fıkıh ve ilmihal kitaplarının temizlik bahislerinde ele alınan bu özel hâller, hayız, nifas ve istihâze başlıklarıyla işlenir. Bu durum, onların maddeten de pis olduğu ve yanlarına yaklaşılmaması, pişirdiklerinin yenmemesi anlamına gelmez. Hayız (Adet Görme) Ergenlik çağına giren sağlıklı bir kadının döl yolundan hastalık veya çocuk doğurma gibi bir sebep olmaksızın belli günlerde kan gelmesine hayız (aybaşı, adet görme) denir. Kadınların bu halleri kendi iradeleriyle meydana gelen bir durum değildir. Bu hâllerinde kadınlar hükmen pis sayıldıklarından bazı ibadetleri yapamazlar ve cinsel ilişkiye giremezler. Bu hâldeki kadınlarla ilgili Kur’an’da şöyle buyrulur: “Sana kadınların ay hâlini sorarlar. De ki o bir rahatsızlıktır. Bu sebeple ay hâlinde olan kadınlardan uzak durun. Temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın. Temizlendikleri vakit, Allah’ın size emrettiği yerden onlara yaklaşın. Şunu iyi bilin ki Allah tövbe edenleri de, temizlenenleri de sever.” (Bakara, 2/222). Bu durum, onların maddeten de pis olduğu ve yanlarına yaklaşılmaması, pişirdiklerinin yenmemesi anlamına gelmez. Cahiliye Arapları böyle hâllerinde kadınlarla beraber yemek yemez, onunla birlikte durmazdı. Yahudiler de aynı tavırları takınırlardı. Hristiyanlar ise aybaşı hâlini dikkate almaz, bu durumdaki kadınlarla cinsel ilişkide bile bulunurlardı. İslam ise bu durumdaki kadının maddeten pis olmadığını bildirerek onunla normal beşeri ilişkilerin devam edeceğini, pişirdiklerinin yeneceğini belirtir. Konu ile ilgili hadisler için (bkz. Buharî, “Hayız”, 1,7; Muslim, “Hayız”, 14.15.16) Hayız kanının görülmesinden itibaren kız çocuğu ergenlik çağına gelmiş sayılır. Adet hâlinin başlangıç ve bitiş yaşı bölgeden bölgeye iklimden iklime ve beslenme şartlarına göre değişiklik gösterir. Ülkemizde genel olarak başlangıç yaşı 11–13 yaş, bitiş yaşı ise 45–55 yaştır. Hanefi fıkıh bilginleri genel durumu dikkate alarak kendi dönemlerinin tecrübeleriyle adet döneminin başlangıcını 9, sonunu ise 55 olarak belirlemişlerdir. Bu dönem dışında akan kanı hayız kanı saymamışlardır. Hayız kanının görülmesinden itibaren kız çocuğu ergenlik çağına gelmiş sayılır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 Temizlik Hanefilere göre adet hâlinin en az süresi geceleri ile beraber üç gün (72 saat), en çoğu ise geceleri ile beraber on gün (240 saat) dür. Üç günden az, on günden çok olanı hayız kanı değil, özür kanıdır. Şafiî ve Hanbelîlere göre en kısa süre bir gün, bir gece (24 saat), en uzun süre 6 veya 7 gündür. Malikiler en az süre için bir sınır belirlemezken en uzun süreyi adet görmeye yeni başlayan kız çocuğu için 15 gün takdir ederler. Aybaşı kanının sürekli olması şart değildir. Akıntı ara sıra kesilse bile, bu süreler de adet hâlinden sayılır. Mesela dört gün kan gördükten sonra bir gün gelmeyip tekrar üç gün gelse bu kadının adet günü sekiz sayılır. İki adet arasındaki temizlik hâline “tuhr” denir. Kadınlar en az on beş günde bir adet görürler. Bu süre bazı kadınlarda bir ay, hatta daha fazla da olabilir. Yıllarca da adet görmeyen kadınlar olabilir. Bunlara “Mümteddetü’t-tuhr” denir. Genellikle kadınların aybaşı günleri bellidir. Bazılarınınki değişik olabilir. Bir genç kız ilk adet gördüğü zaman yedi gün kanama olsa, ayın diğer günleri temiz geçse onun adet günü yedidir. Aybaşı günleri altı olan bir kadın, üst üste iki ay yedi gün adet görse artık bu kadının adet günleri yedi olarak belirlenir. Adet gören bir kadının kanaması bir ay, hatta aylarca sürse onun adeti eski adetine göre belirlenir. Kalan günler özür kanı sayılır. Uyandığı zaman adet gördüğünü anlayan bir kadın uyandığı andan itibaren hayızlı sayılır. Uyandığında temizlendiğini gören bir kadın da uyandığı andan itibaren temizlenmiş sayılır. Annelerin, kız çocuklarına adet görme zamanı yaklaşınca, adet hakkında gerekli dinî ve sıhhî bilgileri vermeleri önemlidir. Adet günlerinde gelen kan, siyah, kırmızı, yeşilimtırak veya sarı olabileceği gibi bulanık, toprağımsı bir renk de olabilir. Akıntı beyaz bir renk alınca aybaşı hâli sona ermiş olur. Aybaşı hâli biten kadının hemen yıkanması gerekir. Adet günleri, kadınlar için dikkat etmeleri gereken önemli günlerdendir. Bu sebeple annelerin, kız çocuklarına adet görme zamanı yaklaşınca, adet hakkında gerekli dinî ve sıhhî bilgileri vermeleri önemlidir. Nifas (Loğusalık) Nifas, doğum yapan kadının, çocuğun doğmasından itibaren rahminden gelen kan demektir. Vücudun el, ayak veya parmak gibi uzuvları belli olan bir düşük de doğum sayılır. Kadın bununla loğusa olur. Loğusa kadın hükmen pis sayılır. Maddeten temizdir. Loğusalığın en az müddeti için bir sınır olmamakla birlikte en çok kırk gün sürer. Şafiîler ise üst sınırı altmış gün olarak belirler. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 Temizlik Adetli ve Loğusa Kadınlara Ait Dini Hükümler Aybaşı hâlinde bulunan veya loğusa olan kadınlar hükmen kirli sayıldıkları için abdestsiz ve cünüp kişilerin yapamadığı bazı fiilleri bunlar da yapamaz. Ayrıca kadınlara mahsus bu hâllerle ilgili diğer bazı dini hükümler de vardır. Bunları şöylece sıralayabiliriz: Adet ve loğusalık kanları kesilince gusül, yani boy abdesti gerekir. Bu durumdaki kadınların kocalarıyla cinsel ilişkiye girmesi haramdır. Hac ibadetini yaparken adet gören kadın, haccın rüknü olan ziyaret tavafı hariç haccın diğer fiillerini yapabilir. Tavafı da temizlenince yapar. Bu hâllerinde kadınlar oruç tutamaz, namaz kılamaz. Daha sonra oruçlarını kaza ederler. Ama namazlarını kaza etmeleri gerekmez. Bu hususta fıkıh alimleri görüş birliği içindedir. Hayızlı veya loğusa kadının Kur’an-ı Kerimi eline alması, Kur’an okuması ve mescide girip orada kalması, Hanefilerin de dâhil olduğu fakihler çoğunluğuna göre caiz değildir. Malikiler hayızlı kadının Kur’an okuyabileceğini, ancak hayız bittiği andan itibaren cünüp hükmünde olacağından bu hâliyle okuyamayacağını söylerler. İbn Hazm ise mutlak manada okuyabileceğini söyler. Malikiler de Kur’an öğrenimi ve öğretiminde ihtiyaca binaen bunu caiz görmüşlerdir. Hac ibadetini yaparken adet gören kadın, haccın rüknû olan ziyaret tavafı hariç haccın diğer fiillerini yapabilir. Tavafı da temizlenince yapar. Hanefilere göre temizlenmeden yapılan tavaf geçerli olmakla birlikte ceza kurbanı kesilmesini gerektirir. Hayızın iradeye drayalı bir fiil olmaması sebebiyle beklenememesi durumunda tavaf yapılabileceği bir ceza da gerektirmeyeceği görüşü de vardır. Hayızlı ve loğusa kadınların bu hâlleriyle bazı ibadetleri yapamaması onlara tanınan bir muafiyettir. Bu ibadetleri yapamadığı için bir eksiklik, dini bir sıkıntı duymamaları gerekir. Normal hâllerde ibadetlerin yapılmasını da bu durumlarda yapamamasını da emreden dindir. Mükellef her iki durumda da dini hükmü yerine getirdiğini düşünerek rahat olmalıdır. Ancak Kur’an öğretimi ve öğrenimi ile meşgul olan kadınlar ile mazeret bildirmeleri kendilerini zor durumda bırakacağı bir ortamda bulunan kadınlar yukarıda işaret ettiğimiz ruhsattan yararlanarak Kur’an’ı ellerine alıp okuyup dinleyebilirler. Kadın aybaşı olmakla ergenlik çağına girmiş ve dini hükümlerle yükümlü hâle gelmiş olur. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 Temizlik Hayızlı ve loğusa kadınlar yukarıda saydığımız bazı yasaklara rağmen dini hayattan tamamen uzak kalmazlar. Dua edebilirler, Kur’an-ı Kerim’den dua ayetlerini ezbere okuyabilirler. Sevgili Peygamber’imize salat ve selam getirebilirler. Dini kitap okuyabilirler. Kur’an’ı dinleyebilirler. Tefekkür içinde olabilirler. İstihâze (Özür Kanı) Kadınların adet ve loğusalık kanı dışında görmüş oldukları rahim içi damarlardan bir hastalık veya yapısal bozukluk sebebiyle gelen kana istihâze kanı denir. Adet çağında bulunan kadınların üç günden az, on günden çok gördükleri, loğusa kadınların kırk günden sonra gördükleri, dokuz yaşından küçük kız çocuklarının, 55 yaşından sonra kadınların gördükleri kanlar istihâze kanıdır. Hanefî ve Hanbelîler’e göre hamile kadından gelen kan da aynıdır. İstihâze kanı adet ve loğusalık kanı gibi büyük hades (guslü gerektiren hükmi kirlilik) kabul edilmemiştir. Vücudun herhangi bir yerinden akan kan gibidir. Sadece abdesti bozar. Kendisinden sürekli olarak istihâze kanı gelen bir kadın, sürekli olarak idrarı akan, burnu kanayan, kulağından veya vücudunun herhangi bir yerinden kan, irin vs. akan özürlü gibidir. Bunlar her namaz vakti için yeniden abdest alır. Kan veya idrar akarken namazını kılar. Özrü devam ettikçe bulaşan elbisesini yıkaması da gerekmez. ABDEST Abdestin Tanımı ve Önemi Farsça ab (su) ve dest (el) kelimelerinin birleşmesinden oluşan ve el suyu anlamına gelen abdest, bazı ibadetlerin ön şartı niteliğindeki hükmi bir temizlik çeşididir. Arapça karşılığı olan “vüdû” kelimesi ise güzellik, temizlik ve parlaklık anlamlarına gelir. Fıkhî bir terim olarak “namaz kılmak, Kâbe’yi tavaf etmek ve tilavet secdesi yapmak gibi bazı ibadetleri yerine getirebilmek için vücudun belirli uzuvlarını usulüne uygun olarak yıkamak ve bazılarını da eldeki su ıslaklığı ile mesh etmek” diye tarif edilir. Bu da dirseklerle birlikte kolları, yüzü ve topuklarla birlikte ayakları yıkamak ve başın belli bir miktarını mesh etmek demektir. Abdest, hükmi ve manevi bir temizlik olmakla birlikte bedenin en çok kirlenebilen ve mikroplara açık bulunan uzuvlarının belli aralıklarla yıkanmasını hedef alan maddi bir temizliktir. Kur’an-ı Kerim’de konuyla ilgili şöyle buyrulur: Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 Temizlik “Kim emrolunduğu gibi abdest alır ve emrolunduğu şekilde namaz kılarsa geçmiş günahları mağfiret olunur.” (Buharî, “Vüdû”, 28) “Ey iman edenler namaza kalktığınızda yüzlerinizi, dirseklere kadar kollarınızı yıkayın, başınızı mesh edin ve topuklara kadar ayaklarınızı yıkayın. Eğer su bulamazsanız temiz toprakla teyemmüm edin.” (Maide, 5/6) Bu ayet Medine döneminde nazil olmuştur. Ancak Mekke döneminde Miraç’ta farz kılınan beş vakit namaz için Müslümanların mendup olarak abdest aldıkları bilinmektedir. Daha sonra gelen bu ayet, müstakil olarak abdestin namazın bir farzı olduğunu bildirmiştir. Hz. Peygamber de hem fiili olarak abdestin nasıl alınacağını bildirmiş hem de abdestsiz olarak kılınacak hiçbir namazın Allah katında kabul olunmayacağını belirtmiştir (Buharî, “Vüdû”, 2; İbn Mace, “Taharet”, 47). Ayrıca abdestin fazileti şu hadis-i şeriflerde de açıkça beyan edilir: “Kim emrolunduğu gibi abdest alır ve emrolunduğu şekilde namaz kılarsa geçmiş günahları mağfiret olunur.” (Buharî, “Vüdû”, 28) “Bir kimse abdest alıp yüzünü yıkayınca yüzündeki azalarının işlediği bütün günahları su damlalarıyla birlikte akıp gider ve kendisi tertemiz olur” (Muslim, “Taharet”, 32,33; Tirmizî, “Taharet”, 2) Abdestin Hükmü Abdest müstakil olarak amaç olan bir ibadet değil, belli ibadetleri yapmayı mubah kılan, kişiyi bunları yapmaya ruhen ve manen hazırlayan vesile bir ibadettir. Her ibadette abdestli olmak farz değildir. Bazılarında vacip bazılarında da menduptur. Abdest müstakil olarak amaç olan bir ibadet değil, belli ibadetleri yapmayı mubah kılan, kişiyi bunları yapmaya ruhen ve manen hazırlayan vesile bir ibadettir. Namaz kılmak, tilavet secdesi yapmak, Kur’an’a el sürmek için abdest almak farzdır. Namaz ve aynı hükümde olan tilavet secdesi için abdestin farz oluşu Maide Suresi’nin 6. ayeti ile sabittir. Kur’an’ı ezberden okumakta ise abdest farz değildir. Ancak Kur’an okumak sünnet hükmünde bir ibadet olduğuna göre ona gerekli saygıyı göstermek, onu okurken abdestli olmak ondan beklenen feyiz ve bereketi elde edebilme açısından önemlidir. Her şeyden önce o, sıradan bir kitap değil, Yüce Allah’ın kelamıdır. Kâbe’yi tavaf etmek için abdestli olmak Hanefiler’e göre vacip, fakihlerin çoğunluğuna göre ise farzdır. Hanefiler’e göre Kâbe abdestsiz tavaf edilirse, vacip terk edildiğinden kurban cezası gerekir. Ezan okumak, ezberden Kur’an okumak, devamlı abdestli bulunmak, dini kitapları okumak, cenazeyi yıkamak ve öfkenin yenilmesi için abdest almak ise menduptur. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 Temizlik Abdestin Farzları Maide suresinin 6. ayetinde açıklandığı üzere abdestin farzları dörttür: Yüzü yıkamak: Bunun sınırı, alındaki saçın bittiği yer ile çene altı ve iki kulak yumuşağının bitim yeri arasında kalan kısım olarak belirlenmiştir. Sakalın sık olması hâlinde üstünü yıkamak yeterlidir. Kolları dirseklerle birlikte yıkamak: Parmaklarda dar ve altına su geçirmeyecek yüzük varsa bunun mutlaka oynatılması ve altına suyun geçmesi sağlanmalıdır. Başa mesh etmek: İlgili ayette miktar belirtilmeksizin başın mutlak olarak mesh edilmesi emredildiği için fakihler Hz. Peygamber’in fiili sünnetini yorumlayarak başın ne kadarının mesh edileceği konusunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Hanefiler’e göre başın dörtte birini mesh etmek farzdır. Şafiilere göre ise az bir miktar da yeterlidir. Malikiler ve tercih edilen görüşe göre Hanbeliler başın tamamının mesh edilmesini farz sayarlar. Ayakları yıkamak: Ayakları topuklarla birlikte yıkamak farzdır. Çünkü Hz. Peygamber, abdest alırken ayaklarının bir kısmını kuru bırakan sahabileri uyarmış ve “vay ateşten topukların hâline” (Buharî, “Vüdû”, 29; Muslim, “Taharet”, 9) buyurmuştur. Caferi mezhebi ise çıplak ayakların mesh edilmesini farz görür. Sünnî mezhepler ayrıntılarında farklılık olmakla birlikte bu dört farzda ittifak etmiştir. Sünnî mezhepler ayrıntılarında farklılık olmakla birlikte bu dört farzda ittifak etmiştir. Ancak Hanefiler dışındaki diğer üç mezhep bunlara bazı ilavelerde bulunmuştur. Mesela; abdest alırken besmele çekmek Hanbeliler’e göre, niyet bu üç mezhebe göre, dört farzın ayetteki sıraya göre yapılması (tertip) Şafiî ve Hanbeliler’e göre, bu işlemlerin ara verilmeden yapılması (muvâlât) Malikî ve Hanbeliler’e göre farzdır. Abdestin Sünnetleri ve Adabı Hz. Peygamber’in farz ve vacip olmaksızın çoğunlukla yaptığı ve ümmetine de tavsiye ettiği fiiller sünnet; bazen yapıp bazen terk ettiği fiiller ise mendup, müstehap diye ifade edilir. Mendup olan fiiller genelde “adab” olarak nitelenir. Abdestin sünnetleri Niyet etmek: Abdesti namaz kılmak, abdestsizliği gidermek veya Allah’ın emrini yerine getirmek niyetiyle almaktır. Niyette esas olan kalp olmakla birlikte dil ile de “Niyet ettim Allah rızası için abdest almaya” demek müstehaptır. Yukarıda belirttiğimiz gibi Hanefiler dışındaki üç mezhep niyeti farz kabul eder. Abdeste besmele ile başlamak. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 Temizlik Abdeste başlarken temiz olan ellerini bileklere kadar yıkamak. Eller kirli ise önce bu kirlerin temizlenmesi farzdır. Ağza üç kere su alıp her defasında boşaltmak. Buna “mazmaza” denir. Buruna üç defa su çekmek. Buna da “istinşak” denir. Abdeste başlarken veya daha önce dişlerini misvak veya temiz maddeden yapılmış fırça ile temizlemek. Fırça veya misvak bulunmadığında dişlerini parmaklarıyla ovmak da yeterlidir. Abdestte sıraya riayet etmek, yani Kur’an’da belirtilen sırayla önce yüzü, sonra kolları yıkamak, başı mesh etmek ve topuklarla birlikte ayakları yıkamak, Yukarıda belirttiğimiz gibi bu, Şafiî ve Hanbeliler’e göre farzdır. Abdest uzuvlarını yıkamaya sağdan başlamak. Abdestte yıkanan organları üçer defa yıkamak. Bunların birincisi farz diğerleri sünnettir. Elleri ve ayakları yıkamaya parmak uçlarından başlamak. Elleri ve ayakları yıkarken parmak aralarını hilallemek. Sakalı hilallemek. Başın tamamını bir su ile mesh etmek. Kaplama mesh denilen bu fiil Malikî ve Hanbeliler’e göre farzdır. Kulakları mesh etmek. Abdest uzuvlarını su ile iyice ovmak. Boynu mesh etmek. Abdest organlarını ara vermeden yıkamak. “Muvalât” denilen bu hareket Şafiî ve Hanbeliler’e göre farzdır. Abdestin âdâbı Abdest alırken kıbleye karşı durmak. Abdest suyunun üzerine sıçramaması için yüksekçe bir yerde durmak. Bir özür bulunmadıkça başkasından yardım istememek. Suyu ölçülü kullanmak Bir ihtiyaç olmadıkça konuşmamak. Ağıza burna sağ el ile su almak, sol el ile sümkürmek. Özür sahipleri hariç vakit girmeden önce abdest almak. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 Temizlik Kulakların iç kısmını ıslatılmış serçe parmağı ile mesh etmek. Suyu ölçülü kullanmak. Abdest sonunda Kelime-i Şehadet getirmek. Abdestten sonra Kadir Suresi'ni okumak. Abdestten sonra bir miktar su içmek. Abdesti Bozan Durumlar Abdestli olan kimsede aşağıdaki hâllerden biri meydana gelirse abdesti bozulur: İdrar ve dışkı yollarından sidik, pislik, kan, meni, mezi ve vedi gibi bir necasetin gelmesi. Yellenmek. Vücudun herhangi bir yerinden kan, irin veya cerahat gibi şeylerin çıkması. Ağızdan gelen kan tükürük kadar veya ondan çoksa abdesti bozar. Diğer uzuvlardan çıkan kan, çıkma yerinden yanlara yayıldığı takdirde abdesti bozar. İğne ucu gibi çıkıp da yerinde kalan kan bozmaz. Bunun silinmesi de zarar vermez. Yaradan çıkan irin ve sarı su da böyledir. Ağız dolusu kusmak da abdesti bozar. Şafiîlere göre idrar ve dışkı yollarının dışından gelen kan ve benzeri sıvı maddeler abdesti bozmadığı gibi kusmak da bozmaz. Bayılma, delirme, sarhoşluk, sara nöbeti tutması gibi aklın idrak gücünü gideren durumlar. Uyku hâli kalçaların boşlukta kaldığı durumda gevşeme ve yel çıkması ihtimali olduğundan abdesti bozar. Bunun için yatarak, yaslanarak veya bir şeye dayanarak uyumak abdesti bozar. Rükûlu ve secdeli namazda yakındaki şahısların duyabileceği şekilde gülmek hem abdesti, hem de namazı bozar. Rükûlu ve secdeli namazda yakındaki şahısların duyabileceği şekilde gülmek hem abdesti, hem de namazı bozar. Cenaze namazı ve tilavet secdesinde sadece namazı bozar. Namazda kendi duyacağı şekilde gülerse sadece namaz bozulur. Diğer mezhepler sesli gülmenin sadece namazı bozacağını söylerler. Cinsi münasebette bulunmak veya kadınla erkeğin arada bir engel olmaksızın veya çok ince bir engel ile karınlarının veya cinsel organlarının birbirine dokunması. Bu durumda herhangi bir yaşlık meydana gelmezse bile hem kadının hem de erkeğin abdesti bozulur. Şafiîler’e göre kadınlara el veya vücudun herhangi bir kısmı ile dokunmak hem erkeğin hem de kadının abdestini bozar. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 Temizlik Mestler üzerine meshin müddeti dolduğunda, özürlü için yeni bir vakit girdiğinde ve teyemmüm ile abdest almış kimsenin suyu bulması hâllerinde de abdest bozulur. Mesh Etmek İbadetlerde mükellefe sağlanan kolaylıklardan biri de ayaklara giyilen mestler üzerine ve sargı üzerine mesh yaparak abdest almaktır. “Mesh” kelimesinin sözlük anlamı, bir şey üzerinde el gezdirmek, o şeyi elle silmektir. Fıkıhta “el ıslaklığı ile bir uzva, sargıya veya meste dokunmak” anlamına gelir. Ayrıca teyemmümde de temiz toprağa vurulan ellerle kol ve yüzün mesh edilmesi söz konusudur. Biz her birinin hükmü farklı olduğu için mesh konusunu, mestler üzerine mesh ve sargı üzerine mesh olarak iki başlıkta eşleyeceğiz. Mestler üzerine mesh etmek Mest, deri ve benzeri şeylerden yapılan, topuklarla birlikte ayakları örten, içine su girmeyecek, bağlanmadan ayakta durabilecek bir ayakkabı çeşididir. Abdestli olarak giyilmiş olan mestler üzerine ıslak el parmaklarıyla mesh etmek, ayakları yıkamak yerine geçer. Bunun caiz ve meşru bir işlem olduğuna dair Hz. Peygamber’den tevatür derecesine ulaşan hadisler vardır. Dinimizce caiz görülen mestler üzerine mesh etmek mükellefe sağlanan bir kolaylıktır. Mestlere meshin farz miktarı, Hanefiler’e göre mestin üzerinde elin uç parmağı kadar yerin elin ıslaklığıyla bir defa mesh edilmesidir. Malikilere göre mestin üst kısmının tamamının, Hanbeliler’e göre üst kısmının çoğunun, Şafiiler’e göre ise üstten bir parmak kadar yerin mesh edilmesidir. Sünnete uygun bir mesh, açık olan ıslak el parmaklarının ayağın parmak kısmından başlayıp yukarı doğru bir defa çekilmesidir. Ayaklarını yıkamak suretiyle abdest alan kimse, abdesti bozacak bir durum olmadıkça mestlerini çıkarıp giymesiyle abdesti bozulmaz. Mestler üzerine mesh edilebilmesi için mestlerin abdestli olarak giyilmiş olması, ayağın abdestte yıkanması, farz olan yerlerini tamamen kaplamış, deliksiz ve sağlam bir maddeden yapılmış olması gerekir. Mestlerin dayanıklı ve sağlam oluşlarının ölçüsü on iki bin adım (yaklaşık 6 km) kadar yürünebilecek veya bağlanmadan ayakta durabilecek nitelikte olmasıdır. Ayak parmaklarının küçüğünün üç mislini aşan yırtık ve sökükler meshin sıhhatine engel olur. Mestlerin dışarıdan aldığı suyu, hemen içine çekerek ayağa ulaştırmayacak bir yapıda olması da şarttır. Üzerine deri kaplanmış veya altlarına pençe vurulmuş çoraplar üzerine de mesh edilebilir. Hanefiler’den Ebu Yusuf ve İmam Muhammed’e göre altına pençe vurulma şartı aranmaksızın kalın ve içini göstermeyen dayanıklı keçe ve yün Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 Temizlik çoraplara da mesh edilebilir. Çizme ve potin de temiz olmak kaydıyla Hanefiler’e göre mest hükmündedir. Abdestli olarak ayaklarına mest giyen kimse, bu abdestinin bozulmasından itibaren, mukim ise bir gün (24 saat), yolcu ise 3 gün (72 saat) mestleri üzerine mesh edebilir. Ayaklarını yıkamak suretiyle abdest alan kimse, abdesti bozacak bir durum olmadıkça mestlerini çıkarıp giymesiyle abdesti bozulmaz. Mestler üzerine mesh ederek alınan abdestte ise abdestli hâlde mestlerin çıkarılması durumunda ayaklar yıkanarak abdest tamamlanabilir. Abdest bozulduktan sonra mestlerin çıkarılması hâlinde ise yeniden abdest alınırken ayakların da yıkanması gerekir. Süresi dolduğunda abdestli ise mestleri çıkarıp ayaklarını yıkaması yeterlidir. Abdestsiz ise yeniden ayaklarını da yıkayarak abdest alması gerekir. Abdesti bozan her şey meshi de bozar. Süre dolmuşsa yeniden alınacak abdestte mestler üzerine mesh edilir. Cünüplük ve buna kıyasla aybaşı ve loğusalık gibi guslü gerektiren hâller meshi batıl kılar ve ayakların yıkanması gerekir. Bir veya iki mestin ayaktan çıkması veya çıkarılması da ayakların yeniden yıkanmasını gerektirir. Bir mestin koncuna kadar ayağın çoğunun çıkması, tamamen çıkması hükmündedir. Ayrıca mestin içine su girip bir ayağın yarıdan fazlasını ıslatması ve sürenin dolmasıyla da mesh bozulur. Sargı ve yara üzerine mesh etmek Vücudun herhangi bir yerinde kırık, çıkık veya yaradan dolayı sargı bulunursa, abdest veya boy abdesti alınırken bu sargı çözülüp altı yıkanır ve yaranın üstü mesh edilir. Sargıyı çözmek zararlı olursa çözülmez, eller ıslatılarak sargının üzerine bir defa mesh edilir. Yapılan bu mesh, o uzvun yıkanması yerine geçer. Yara üzerinde sargı yok da ilaç sürülmüşse yaraya zarar vermezse üzerine su dökülerek yıkanır. Zarar verirse yıkanmaz mesh edilir. Mesh de zarar verirse o da terk edilir. Sargının abdestsiz veya cünüpken sarılmış olması meshe engel değildir. Sargıların üzerine mesh etmenin belli bir süresi yoktur. Yara iyileşinceye kadar devam eder. Sargının abdestsiz veya cünüpken sarılmış olması meshe engel değildir. Sargıya mesh ettikten sonra sargı değiştirilirse meshi iade etmek gerekmez. Yara iyileşmeden sargı düşerse mesh bozulmaz. Yaranın iyileşmesi hâlinde sargı düşse de düşmese de mesh bozulur. Bu durumda sargı çözülür ve o bölge bundan sonra yıkanır. Yara üzerindeki sargı yara iyileşmeden namazda iken düşerse namaza devam edilir. Yara iyileştiğinden dolayı düşerse mesh edilen yer yıkanır ve namaz yeniden kılınır. Yara iyileştikten sonra sargı açıldığından abdestli olan kişinin sadece sargı yerini yıkaması yeterli ise de yeniden abdest alması daha uygundur. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 Temizlik GUSÜL: BOY ABDESTİ Guslün Tanımı ve Önemi Sözlükte bir şeyi su ile yıkamak ve yıkanmak anlamlarına gelen gusül kelimesi terim olarak “cünüplük, hayız ve loğusalık gibi hükmi kirliliklerden temizlenmek için vücudun tamamını temiz su ile yıkamak” şeklinde tarif edilir. Dilimizde gusül yerine daha çok boy abdesti tabiri kullanılır. Boy abdesti aslında hükmi, dini bir temizlik olmasına rağmen maddi temizlenmeyi de sağladığı ve birçok tıbbi faydalar içerdiği şüphesizdir. Hades-i ekber denilen büyük kirliliği ortadan kaldıran guslün farz olduğu Kur’an ayetleri ve Hz. Peygamber’in sünneti ile sabittir. Kur’an’da şöyle buyrulmuştur: “Eğer cünüp iseniz iyice temizlenin.” (Maide, 5/56) “Ay hâlinde bulunan kadınlardan uzak durun. Temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın.” (Bakara, 2/222) “Ey iman edenler, siz sarhoş iken –ne söylediğinizi bilinceye kadar- cünüp iken de –yolcu olan müstesna- gusül edinceye kadar namaza yaklaşmayın” (Nisa, 4/43). Hz. Peygamber’den de konu ile ilgili pek çok rivayet vardır (Buharî, “Gusül”, 28; Muslim, “Hayız”, 87,88; Tirmizî, “Taharet”, 80; İbn Mace, “Taharet”, 111). Boy abdesti aslında hükmi, dini bir temizlik olmasına rağmen maddi temizlenmeyi de sağladığı ve birçok tıbbî faydalar içerdiği şüphesizdir. Belli hükmi kirliliklerden sonra bütün bedenin temiz su ile iyice yıkanması demek olan gusül, yüce dinimiz İslam’ın bir emridir. Bu sayede Müslümanlar beden temizliğini yaptıkları gibi cünüplük hâliyle gevşeyen, yorgun düşen vücudun yeniden dinçliğe kavuşma, kan dolaşımını düzene koyma ve kişiyi hükmi kirlilikten kurtararak onu ibadet atmosferine hazırlama gibi beden ve ruh sağlığı açısından pek çok faydalar elde etmiş olurlar. Guslü Gerektiren Durumlar Guslün temel üç sebebi, hükmi kirlilik sayılan cünüplük, hayız ve nifas hâlleridir. Bu durumlarda bulunan kişi hükmen kirli sayılsa da maddeten necis, pis sayılmaz. Belli ibadetleri yapabilmek için bu hükmi kirlilikten kurtulmaları gerekir. Guslü gerektiren sebeplerden hayız ve nifas hakkında yukarıda bilgi verdik. Burada daha çok cünüplük üzerinde duracağız. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 Temizlik Cünüplük Dokunmak, bakmak, düşünmekle ihtilam olmak (rüyada cinsel ilişkide bulunmak) gibi sebeplerle şehvetle gelen meninin dışarı çıkması ve ergenlik çağındaki erkek ve kadının cinsel ilişkide bulunması hâlinde cünüplük meydana gelir. Bu durumdaki kişiye cünüp, cenabet denir. Yıkanması gerekir. Cünüplüğün iki sebebi vardır. Biri cinsel ilişkidir. Meni gelsin veya gelmesin cinsel ilişkide erkeğin erkeklik organının sünnet kısmının girmesi durumunda her iki taraf da cünüp olur. Cünüplüğün ikinci sebebi ise erkek ve kadından şehvetle (cinsel zevkle) meninin gelmesidir. Meninin uykuda veya uyanıkken gelmesi, iradi veya gayri iradi olması fark etmez. Şafiîler dışındaki fakihler çoğunluğuna göre ağır yük kaldırma, düşme ve hastalık gibi sebeplerle gelen meni şehvetsiz geldiği için guslü gerektirmez. Yeni Müslüman olan bir kimsenin cünüp ise gusletmesi gerekir. Uyandığında ihtilam olduğunu hatırlamamakla birlikte elbisesinde meni bulaşığı gören kimsenin gusletmesi gerekir. İhtilam olduğunu hatırladığı hâlde elbisesinde böyle bir iz görmeyen kimsenin gusletmesi gerekmez. Meni şehvetle gelen ve tenasül organı yoluyla dışarı çıkan beyaz ve koyu bir sıvıdır. İhtilam olan veya cinsel ilişkide bulunan kimse idrar yapmadan, epeyce yürümeden ve uyumadan yıkanır da sonra kendisinden meninin kalan kısmı gelirse tekrar gusül yapması gerekir. Ancak bu fiillerden sonra yıkandığı takdirde daha sonra şehvetsiz olarak kalan meninin gelmesi guslü gerektirmez. Kadınla oynaşma veya cinsel ilişkileri düşünme sırasında şehvetsiz olarak cinsel organdan gelen beyaz ve ince bir sıvı olan “mezi”den dolayı sadece abdest bozulur. Boy abdesti gerekmez. İdrardan sonra tenasül organından çıkan koyu ve bulanık sıvı olan “vedi” de sadece abdesti bozar, guslü gerektirmez. Yeni Müslüman olan bir kimsenin cünüp ise gusletmesi gerekir. Cünüp olan kişi, ileride açıklayacağımız namaz kılmak, tilavet secdesi yapmak, Kur’an-ı ele almak, tavaf yapmak ve mescide girmek gibi fiilleri yapamaz. Hayız Ve Nifas Kanlarının Kesilmesi Yani kadınların adet hâli ve lohusalık hâli bitince yıkanmaları gerekir. Şehitler dışındaki Müslüman ölüye boy abdesti aldırılması da İslam toplumuna yüklenmiş bir kifaî farzdır. Cuma ve bayram namazları öncesinde, hac veya umre niyetiyle ihrama girerken ve Arafat’ta vakfe için gusletmek sünnet, cenaze yıkama, kan aldırma, Mekke ve Medine’ye girme, Berat ve Kadir gecelerini ihya etme, yeni elbise giyinme, bir günahtan tövbe etme gibi sebeplerle boy abdesti almak ise müstehaptır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21 Temizlik Guslün Farzları Bütün fakihlerin ittifakıyla gusül, bütün vücudun kuru bir yer kalmayıncaya kadar yıkanmasından ibarettir. İlgili ayette: “Eğer cünüpseniz iyice temizlenin” (Maide, 5/6) ifadesi yer aldığı için Hanefî ve Hanbeliler ağız ve burun içini de bedenin dış kısmından sayarak guslün farzını ağza su vermek (mazmaza), buruna su vermek (istinşak) ve bütün bedeni yıkamak olarak üç kabul etmişlerdir. Malikî ve Şafiîler ile Şia’dan Caferiler ise ağız ve burna su vermeyi sünnet sayarlar. Gusülde niyet Hanefiler’e göre sünnet, diğer mezheplere göre farzdır. Malikiler’e göre vücudu ovalamak ve gusül işlemlerini peşi peşine yapmak (muvalat) da farzdır. Gusülde vücuttan hiçbir noktanın kuru kalmaması için suyun bıyık, kaş ve sakalın iç kısımlarına, baştaki saçların altına, göbek boşluğu ve kulakların iç kısmı, avret yerlerinin dış kısımları gibi bedenin sıkıntı çekilmeksizin yıkanması mümkün olan diğer yerlerine ulaştırılması gereklidir. Diş dolgusu ve kaplama guslün sıhhatine engel olmaz. Kadınların örülü saçlarını çözmeleri ve yıkamaları gerekmez. Suyun saçların dip kısımlarına, yani başın derisine ulaşması yeterlidir. Bu, saçlı hanımlara gösterilen bir kolaylıktır. Örülü olmayan saçların yıkanması ve saç diplerine suyun ulaşması gereklidir. Küpe deliklerine de suyun ulaşması sağlanmalı, varsa küpe hareket ettirilmeli, parmaklarda sık olan yüzük de hareket ettirilip altına su geçirilmelidir. Diş dolgusu ve kaplama guslün sıhhatine engel olmaz. Dikkatsizlik veya aceleden bir yerin kuru kaldığı sonradan anlaşılırsa yeniden gusletmek gerekmez. Sadece bu kuru kalan yerler yıkanır. Guslün Sünnetleri ve Adabı Cünüplükten temizlenmeye niyet etmek Hanefiler’e göre sünnet, diğer üç mezhebe göre ise farzdır. Gusle besmele ile başlamak, öncelikle elleri ve avret yerini yıkamak, vücudun herhangi bir yerinde pislik varsa onu yıkamak sonra namaz abdesti gibi abdest almak, bulunduğu yerde su toplanıyorsa ayakları yıkamayı sonraya bırakmak, abdestten sonra sırasıyla önce başa, sonra sağ omuza, sonra da sol omuza ve bedenin diğer bütün yerlerine üç defa su döküp suyun bedenin her tarafına ulaşması için iyice ovuşturmak, kimsenin göremeyeceği bir yerde yıkanmak, tenha bir yerde de olsa avret yerini örtmek, suyu ölçülü kullanmak, az veya çok kullanmaktan kaçınmak, gusül sırasında konuşmamak, gusülden sonra hemen havlu gibi bir şeyle kurulanıp giyinmek guslün başlıca sünnetleridir. Abdestte edep olan şeyler gusülde de edeptir. Ancak gusülde kıbleye dönülmez. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22 Temizlik Cünüp, abdestsiz, aybaşı ve loğusalık hâlinde olanlar, farz, vacip veya nafile namaz kılamaz, tilavet secdesi yapamaz. Herkese açık olan dere, göl, deniz, hamam gibi yerlerde guslediliyorsa kişi avret yerlerini örtmeli ve başkalarının açık olan avret yerlerinden gözünü sakındırmalıdır. Bu gibi yerlerde sağlık ve temizlik kurallarına da son derece dikkat etmelidir. Hz. Peygamber hamama bir örtü ile girilmesini emretmiş ve avret yerlerini açarak veya çıplak yıkanan kimselere meleklerin lanet edeceğini bildirmiştir (Ebu Davâd, “Hammâm”, 2–3; Nesaî, “Gusül”, 2). Cünüp, abdestsiz, aybaşı ve loğusalık hâlinde olanlar, farz, vacip veya nafile namaz kılamaz, tilavet secdesi yapamaz. Nafile de olsa Kâbe’yi tavaf edemez. Kur’an’a el süremez. Cünüp olanlarla özel hâllerinde kadınlar Kur’an-ı Kerim’den bir parça da olsa okuyamaz, bir zaruret olmadıkça mescide ve camiye giremez ve içinden geçemez. İmam Malik’e göre cünüp olan Kur’an okuyamazsa da hayızlı veya loğusa olan kadın okuyabilir. Çünkü cünüp hemen yıkanarak veya teyemmüm ederek temizlenebilirken, hayız ve lohusa kadınlar belli bir süre temizlenemezler. Gusletmeleri farz olanların gusülsüz olarak zikretmeleri, tespih etmeleri, salat ve selam getirmeleri, dua maksadıyla Kur’an’dan ayetler okumaları, kelime-i şahadet getirmeleri, elleri ve ağzı yıkayarak bir şey yiyip içmeleri, uyumaları caizdir. Namaz vakti geçmedikçe boy abdestini geciktirmeleri de caiz ise de ilk fırsatta yıkanmak daha doğru olur. TEYEMMÜM Teyemmümün Tanımı ve Önemi Teyemmüm, İslam ümmetine mahsus, abdest ve gusül gibi maddi temizliği de içeren hükmi temizlikler yerine geçen, dinin sağladığı kolaylıklar cinsinden sembolik, hükmi bir temizlik çeşididir. Sözlükte kastetmek, yönelmek anlamına gelen teyemmüm, dini bir terim olarak “suyun bulunmadığı veya bulunduğu hâlde kullanılması mümkün olmayan durumlarda hadesi yani büyük ve küçük kirliliği gidermek üzere temiz toprak, taş, kireç, kum gibi toprak cinsinden bir şeye elleri vurup yüzü ve iki kolu mesh etmekten ibaret hükmi bir temizlik” şeklinde tarif edilir. Buna göre teyemmümün farzları niyet ve yüz ile kolları mesh etmekten ibarettir. Teyemmüm, İslam ümmetine mahsus, abdest ve gusül gibi maddi temizliği de içeren hükmi temizlikler yerine geçen, dinin sağladığı kolaylıklar cinsinden sembolik, hükmi bir temizlik çeşididir. Teyemmümle bir Müslüman, manevi bir pislik olan abdestsizlik veya cünüplükten kurtulduğuna inanır, kalbî mutmain olur ve huzurlu olarak ibadetini yapar. Temiz toprakla yapılan teyemmümde ilk bakışta görülmeyen maddi temizlik özelliği de vardır. Çünkü toprak da su gibi bir temizlik aracıdır. Toprakta, pek çok mikrobu öldüren bir özellik vardır. Ayrıca toprak insan vücudunda yorgunluk, stres gibi sebeplerle meydana gelen elektriklenmeyi de nötr hâle getirir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23 Temizlik Teyemmümün hicretin 6. yılında Beni Mustalık Gazvesi’nde Hz. Peygamber ve bin kadar İslam askeri sabah namazı için su bulamayınca inen şu ayetle meşru kılınmıştır: “Eğer hasta olur veya yolculukta bulunursanız yahut herhangi biriniz ayakyolundan gelirse yahut kadınlara temasta bulunur da su bulamazsanız o vakit temiz bir toprağa teyemmüm edin ve onunla yüzlerinizi ve kollarınızı mesh edin.” (Nisa, 4/43). Bu gibi durumlarda mükellef kendi karar vermeli, haklı ve geçerli bir mazeretinin bulunduğuna kanaat getirince dinin teyemmüm ruhsatından yararlanmalıdır. Ayrıca Mâide suresinin altıncı ayetinde de aynı hüküm tekrar bildirilmiştir. Hz. Peygamber de bu hükmü tatbiki olarak göstermiş ve açıklamıştır. Teyemmümün cevazı ve mahiyeti hakkında fakihler arasında ittifak vardır. Teyemmümün Sebepleri Teyemmüm abdest ve gusül yerine geçen bedel ve istisnaî bir hüküm olduğundan normal şartlarda yapılmaz. Ancak belli sebeplerin olması hâlinde teyemmüm yapılır. Bu sebepleri biz iki ana grupta toplayacağız. Abdest veya gusle yetecek kadar suyun bulunmaması: Suyun hiç bulunmaması, ya da yaya veya vasıta ile kolayca gidilip gelinecek mesafeden daha uzak bir yerde olması, suyolunda bir tehlikenin varlığı, parayla satın alma imkânının olmaması, ya da rayiç bedelin çok üstünde satılması gibi durumların hepsi su bulunmamasından dolayı teyemmümü caiz kılan sebebe dâhildir. Suyu kullanmayı engelleyen fiili bir durum veya dinen geçerli bir mazeretin bulunması: Su abdest veya boy abdesti için kullanıldığı zaman kişinin içme ve yemek suyu kalmama tehlikesi olursa, su kaynağı olduğu hâlde ondan su temin etmek için, alet, ip, kova, elektrik gibi malzemeler bulunmazsa yahut hava ya da su aşırı derecede soğuk olur da ısıtma imkânı olmazsa su yok sayılarak teyemmüme başvurulur. Hastalık sebebiyle suyun kullanılamaması da aynıdır. Bu gibi durumlarda mükellef kendi karar vermeli, haklı ve geçerli bir mazeretinin bulunduğuna kanaat getirince dinin teyemmüm ruhsatından yararlanmalıdır. Teyemmümün Geçerli Olmasının Şartları Teyemmümün geçerli olabilmesi için öncelikle teyemmümü mubah, caiz kılacak bir mazeretin olması şarttır. Teyemmümün sebepleri olan bu mazeretler olmadıkça yapılan teyemmüm geçersiz olur. Böyle bir teyemmüm ile yapılan Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24 Temizlik ibadetlerin iadesi gerekir. Teyemmümün toprak, taş, kum, alçı gibi yer cinsinden temiz bir şey ile yapılması, ellerin iki defa toprağa vurulması ve kolların ve yüzün tamamının mesh edilmesi ve teyemmüme niyet edilmesi de onun geçerli olması şartlarındandır. Hanefiler dışındaki fakihler abdest ve gusülde de niyeti farz sayarken Hanefiler sadece teyemmümde şart koşarlar. Bu farkı şöyle izah ederler. Abdest ve teyemmüm temizlik vasıtası olan su ile yapıldığı için bunda niyete gerek olmaz. Toprak ise doğrudan temizlik vasıtası olmadığı için onun temizlik vasıtası olması ancak niyetle tayin edilir. Teyemmümü Bozan Durumlar Şu durumlarda teyemmüm abdesti bozulur: Abdesti bozan ve guslü gerektiren her durum teyemmümü de bozar. Çünkü teyemmüm bu ikisinin bedelidir. Cünüplük sebebiyle teyemmüm yapan kişide daha sonra abdesti bozacak bir durum meydana gelirse sadece abdest alması gerekir. Cünüplük hâli geri gelmez. Teyemmüm etmeyi mubah kılan mazeretin ortadan kalkması. Hastalığın sona ermesi, elektrik bağlantısı sağlanması gibi. Teyemmümle namaz kılan kimse namaz esnasında suyu görürse veya su bulunursa teyemmüm de namaz da bozulur. Namazı teyemmümle kıldıktan sonra su bulunursa vakit çıkmamış bile olsa namazı iade etmesi Hanefiler’e göre gerekmez. Şafiiler bu durumda iadeyi gerekli görür. Vaktin çıkmış olması hâlinde iadenin gerekli olmayacağında görüş birliği vardır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 25 Ödev Özet Temizlik •İslam dini temizliğe büyük önem vermiştir. Temizlik, belli ibadetlerin ön şartıdır. Fıkıh kitaplarının ilk konuları, temizlik bahisleridir. •Kuar’an-ı Kerimde birçok ayette ve Hz. Peygamber'in birçok hadisinde temizliğin önemi vurgulanmıştır. •Dinimizde bedenin, elbisenin ve namaz kılınacak yerin maddi pisliklerden temizlenmesi gerekli görüldüğü gibi, insanın tüm organlarının gıybet, yalan, kibir, riya, kin, hırs ve buna benzer bütün manevi kirlerden arınması da istenmiştir. •Temizlemede esas madde sudur. Su ile hem maddi temizlik yapılır, hem de hükmi temizlik olan abdest ve boy abdesti alınır. •Temizlik konularının başında abdest vardır. Abdest başlı başına bir ibadet değil; ibadetleri yapmayı mubah kılan vesile bir ibadettir. Namaz için şart olduğu Kur’an’da belitilir. •Aynı şekilde belli durumlarda boy abdesti almak da dini bir gerekliliktir. •Kolaylık prensibini esas alan yüce dinimiz İslam, abdest veya boy abdestine imkân bulunamayan durumlarda hükmi temizlik niteliğindeki teyemmümü yeterli görmüştür. Bu sayede Müslüman, manevi kirlilik hâli olan abdestsizlik veya cünüplükten kurtulduğuna inanır, kalbi mutmain olur ve huzurlu bir şekilde ibadetini yerine getirir. •Kadınlara mahsus özel hâller olan adet görme ve loğusalık da fıkhın temizlik konularında işlenir. Bu durumlarda hanımlar namaz kılamaz ve oruç tutamazlar. Meşakkatli ve zor olacağı için kılamadıkları namazları kaza da etmezler. Ancak, ramazan ayında tutamadığı oruçları daha sonra temiz hâlde iken kaza ederler. • Abdestsiz,cünüp,adetli ve loğusa’nın yapamayacağı fiilleri şema hâlinde delilleriyle birlikte gösteriniz. • Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “ödev” bölümüne yükleyebilirsiniz. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 26 Temizlik DEĞERLENDİRME SORULARI Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. 1-Aşağıdakilerden hangisi necaset-i galîza değildir? a) Şarap b) Kan c) Koyun tersi d) İnsan tersi e) Vedi 2-Aşağıdaki su çeşitlerinden hangisi temiz olduğu hâlde hükmi temizlikte kullanılmaz? a) Kedi artığı b) Şahin artığı c) Tavuk artığı d) Ma-i müsta’mel e) İnsan artığı 3-Aşağıdaki cümlede boş bırakılan yerlere sırasıyla hangi kelimelerin konması doğrudur? Hanefilere göre adet süresinin en azı…….gün, en çoğu ise……gündür. a) bir-beş b) üç-on c) iki-sekiz d) bir-yedi e) üç-yedi 4-Aşağıdaki hükümlerden hangisi yanlıştır? a) Kedi, tavuk gibi evcil hayvanların artığı sular temiz olmakla birlikte kullanılması mekruhtur. b) Eti yenmeyen hayvanların sidik, dışkı ve salyaları necaset-i galîzadır. c) Yüzeyi yaklaşık 47 metre kareden büyük olan ve avuçlandığı zaman dibi açılmayan durgun sulara az su (küçük havuz) denir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 27 Temizlik d) Tuvaletten sonra dışkı ve idrar yollarında kalan pislikleri temizleme işlemine istinca denir. e) Abdestte niyet, Hanefiler dışındaki üç mezhebe göre farzdır. 5- Aşağıdakilerden hangisi abdesti bozmaz? a) Yellenmek b) Ağlayıp gözyaşı dökmek c) Vücudunun her hangi bir yerinden çıkan kanın etrafa yayılması d) Bayılma e) Cinsel ilişkide bulunma. Cevap Anahtarı: 1.c 2.d 3.b 4.c 5.b YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR Komisyon.(1999).İlmihal I: İman ve İbadetler. İstanbul:Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. Bilmen, Ö.N.(1996). Büyük İslam İlmihâli. İstanbul. Buharî, M. B. İ. (1987). Sahîhu’l-Buharî.Beyrut. Döndüren, Hamdi (2005). Delilleriyle İslam İlmihâli. İstanbul. Ebu Davud. (1973), es-Sünen.Hımıs. İbnü’l-Hümam. (1317). Şerhu Fethi’l-Kadîr. Bulak. İbn Kudame .(1997). El-Muğnî. Kahire. İbn Mace. (1954). Es-Sünen. Kahire. İbn Rüşd. (1975).Bidayetü’l-müctehid.Kahire. Kahraman, A. (2002). İslamda İbadetlerin Değişmezliği. Sivas. Malik,B.E. (1970). el-Muvatta.Kahire. Müslim, Ebu’l-Hüseyn Müslim b. El-Haccac (tsz.). Es-Sahih. Beyrut. Nesaî. (1383). Es-Sünen. Kahire. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 28 Temizlik Şevkanî (tsz.). Neylü’l-evtâr.Kahire. Komisyon .(1999). Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi.İstanbul. Yıldız, K.(2006). Fıkhın Aydınlığında İbadet ve Hayat. İstanbul. Zuhayli, V.(1994). İslam Fıkıh Ansiklopedisi. İstanbul. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 29 HEDEFLER İÇİNDEKİLER NAMAZ I • Namazın Tanımı, Tarihçesi, Önemi, Faydaları, Farz Oluşu • Namaz Vakitleri • Namaza Çağrı: Ezan ve Kamet • Namaz Çeşitleri ve Rekât Sayıları • Bu üniteyi çalıştıktan sonra • Namaz ibadetinin tarihi, önemi, faydaları ve farziyetini kavrayabilecek • Namazların vakitlerini açıklayabilecek • Ezan ve kametle ilgili hükümleri ayırt edebilecek • Namaz çeşitleri ve rekât sayılarını anlatabileceksiniz. İSLAM İBADET ESASLARI ÜNİTE 3 Namaz I GİRİŞ Yüce Allah, insanları ve cinleri kendisini tanısınlar ve yalnız kendisine ibadet etsinler, diye yarattığını (Zâriyât, 51/56) beyan etmektedir. İbadet, saygı ile boyun eğmek, emir ve yasaklara uymak anlamına gelir. Bedenle yapılan ibadetlerin başında namaz kılmak gelir. Namaz insanı Allah’a yaklaştıran, ruhunu temizleyen, kötülüklerden alıkoyan, sıkıntılara karşı güç veren, insana Allah katında değer katan bir ibadettir. Bu sebeple her Müslüman, gönlünden gelen bir bağlılık ve istek duygusuyla öncelikle namaz ibadetinin nasıl yapılacağını öğrenir ve onu uygulama konusunda hassasiyet gösterir. NAMAZIN TANIMI VE ÖNEMİ Namazın Tanımı ve Tarihçesi İnsanların ve Cinlerin Yaratılış Amacı: Allah’a İbadet Arapçada namaz için kullanılan kelime “salat= ”صالةkelimesi olup çoğulu “salavat= ”صلواتşeklindedir. Namaz kılan kişiye “musallî=”مصلي, namaz kılınan yere de“musallâ=”مصليdenir. Türkçemizde kullandığımız namaz kelimesi Farsçadan dilimize geçmiş ve kullanımı yaygınlık kazanmış bir kelimedir. Salâtveya namaz sözlükte; dua etmek, övmek, yüceltmek, hayır duada bulunmak gibi anlamlara gelir. Yüce Allah bir ayette şöyle buyurur: “(Ey Muhammed!) Onlara salat/dua et. Çünkü senin salatın/duan onlar için bir huzurdur”(Tevbe, 9/103). Bir fıkıh terimi olarak namaz; tekbir ile başlayıp selam ile tamamlanan kıyam, kıraat, rükû ve secde gibi belirli fiil ve sözlerden ibaret bir ibadettir. Namaz; tekbir ile başlayıp selam ile tamamlanan kıyam, kıraat, rüku ve secde gibi belirli fiil ve sözlerden ibaret bir ibadettir. Namaz ibadetinin İslam’dan önceki ilahî dinlerde de emredildiği, Kur’an-ı Kerim’in çeşitli ayetlerinden anlaşılmaktadır. Mesela Hz. İbrahim, eşi Hacer ve oğlu İsmail’i Mekke’ye götürüp bıraktığı zamanyaptığı duada, onların namaz kılanlar olmalarını da saymıştır (İbrahim, 14/37). Yine Hz. İbrahim ve nesline namazın vahyedilmiş olduğunu şu ayet ifade eder: “Ona (İbrahim’e) İshak’ı ve ayrıca da Yakub’u bağışladık ve her birini salih kimseler yaptık. Onları bizim emrimizle doğru yolu gösteren önderler yaptık ve kendilerine hayırlar işlemeyi, namazı dosdoğru kılmayı, zekâtı vermeyi vahyettik. Onlar sadece bize ibadet eden kimselerdi.”(Enbiya, 21/72-73) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 Namaz I Lokman (a.s) oğluna şu tavsiyede bulunmuştur: “Yavrum! Namazı dosdoğru kıl. İyiliği emret. Kötülükten alıkoy. Başına gelen musibetlere karşı sabırlı ol. Çünkü bunlar kesin olarak emredilmiş işlerdendir” (Lokmana, 31/17). Allah’ın İsrailoğulları’ndan aldığı sözler arasında onların namaz kılmaları hususu da yer almaktaydı(Bakara, 2/83). Ayrıca Hz. Musa’ya “bana kulluk et ve beni anmak için namazı kıl” (Tâhâ, 20/14) buyurulması; Hz. Musa ve kardeşi Harun’a hitaben, “Siz ikiniz Mısır’da kavminiz için birtakım evler hazırlayın, evlerinizi merkez (kıble) edinin ve namazı kılın”(Hûd, 11/87) buyurulması; Hz. Şuayb’ın namazından söz edilmesi (Hûd, 11/87); Hz. İsa’nın bebek yaşta bir mucize olarak konuşup “yaşadığım sürece Allah bana namazı ve zekâtı emretti” (Meryem, 19/31)demesi; Hz. Meryem’e Allah tarafından “Ey Meryem! Rabbine divan dur. Secde et ve (O’nun huzurunda) rükû edenlerle beraber rükû et”(Al-i İmran, 3/43) emrinin verilmesi gibi ayetler, namaz ibadetininbir şekilde önceki ilahî dinlerde de mevcut olduğunu göstermektedir. İslam öncesinde Mekkeli müşrikler de Kabe etrafında ıslık çalıp el çırpma şeklinde kendilerince birtakım namaz fiilleri icra etmekteydiler (Enfâl, 8/35). Günlük namazların beş vakit olarak farz kılınması, hicretten bir buçuk yıl kadar önce yani 621 yılında Miraç hadisesinde olmuştur. İslam’ın ilk dönemlerinde Mekke’de Hz. Muhammed namaz kılmaktaydı. Ancak bu namazın yalnız sabah güneşin doğmasından önce ve akşam güneşin batmasından sonra olmak üzere ikişer rekât olarak kılındığı söylenmektedir. Cebrâil (a.s), Hz. Muhammed’e gelerek, onu Akabe denilen yere götürmüş, orada fışıkıran su ile önce Cebrâil sonra Hz. Peygamber abdest almış ve birlikte iki rekât namaz kılmışlardı. Ardından Hz. Peygamber sevinçli bir hâlde eve gelmiş, eşi Hz. Hatice’yi de oraya götürmüş, birlikte abdest alarak iki rekât namaz kılmışlardı. İlk Müslümanlar da Hz. Peygamber gibi bazen birlikte bazen de tek başlarına ve genellikle gizli olarak namazlarını kılmaktaydılar. Günlük namazların beş vakit olarak farz kılınması, hicretten bir buçuk yıl kadar önce yani 621 yılında Miraç hadisesinde olmuştur. Rivayete göre Miraç olayının ertesi günü Cebrâil (a.s) Hz. Peygamber’e Kâbe’de imamlık yaparak namaz vakitlerinin başlangıç ve bitiş zamanlarını öğretmiştir. Namazın Önemi ve Faydaları Namaz ibadetinin önemi temelde,insanın yüce yaradanına kulluğunu göstermesi anlayışına dayanmakla birlikte, kişiler için dinî, ferdî, sosyal ve eğitim bakımından pek çok faydaları da bulunmaktadır: Namazın dinî bakımdan önemi ve faydaları: Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 Namaz I Namaz, kulun Allah ile arasında kurduğu bir iletişim köprüsü,bir bağdır. Namaz, dinin direk ve temeli, müminin miracı, iman ve teslimiyetin göstergesi, kalplerin huzur ve sükun vesilesi, sorumluluk duygusuyla günahlardan uzak kalmanın veya işlenmiş olan günahları affettirmenin, yüce yaratıcıya yaklaşmanın ve onunsevgi ve rızasını kazanmanın bir yoludur. Yüce Allah şöyle buyurur: “(Ey Muhammed!) Sana vahyolunan kitabı oku ve namazı dosdoğru kıl. Şüphesiz ki namaz, insanı hayasızlıktan ve kötü şeylerden alıkoyar. Allah’ı anmak elbette en büyük bir ibadettir. Allah ne yaptığınızı çok iyi bilir” (Ankebût, 29/45). “Namazlarında huşu içinde bulunan müminler şüphesiz kurtuluşa ermişlerdir” (Müminûn, 23/1–2). Namazın önemi ve faydaları hadislerde şöyle geçer: “Hz. Peygamber: “Sizden birinizin kapısı önünden bir nehir aksa ve o kişi her gün beş kere bu nehirde yıkansa, kendisinde kir diye bir şey kalır mı?” diye sordu. Sahabe: “Hayır kalmaz” dediler. Bunun üzerine, Resulüllah (s.a.s) şöyle buyurdu: “Beş vakit namaz da böyledir. Suyun kirleri temizlediği gibi günahları temizler” (Buhârî, “Mevâkît”, 6; Müslim, “Mesâcid”, 283). “Büyük günah işlenmediği sürece, beş vakit namaz ve cuma namazı, diğer cumaya kadar, arada işlenen günahları örter” (Müslim, “Tahâret”, 14; Tirmizî, “Mevâkît”, 46). “Namaz dinin direğidir” (Tirmizî, “İmân”, 8). “Namazda secde, kulun Allah’a en yakın olduğu hâldir” (Müslim, “Salât”, 215; Nesâî, “Mevâkît”, 35). Mevlid yazarı Süleyman Çelebi, namazın müminin miracı oluşunu şöyle dile getirmiştir: “Sen ki mi'râceyleyûbetdinniyâz Ümmetin mîrâcını kıldım namâz" (Süleyman Çelebi, Mevlid-i Şerif, Miraç Bahri). Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 Namaz I Namazın ferdî bakımdan önemi ve faydaları: Namazla Allah’a yaklaşan kulun maneviyatı ve iradesi güçlenir. Namaz kılmak kişiyi sabretmeye, şükretmeye, düzenli ve tertipli bir hayat sürmeye, temizlik ve sağlığına dikkat etmeye alıştırır; onu kötü ve zararlı alışkanlıklardan uzak tutup yüksek ahlaki meziyetler kazanmasına ve huzurlu yaşamasına yardımcı olur. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulur: “Sabır ve namazla Allah’tan yardım isteyin. Şüphesiz namaz, Allah’a boyun eğenlerden başkasına ağır gelir” (Bakara, 2/45). Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Dünyanızdan bana kadın ve güzel koku sevdirildi. Namaz ise gözümün nuru kılındı” (Nesâî, “İşretü’n-Nisâ”, 1). “Ey Bilâl, kalk, ezan oku da namaz kılalım ve huzura kavuşalım” (Nesâî, “Mevâkît”, 46). Namazın sosyal bakımdan önemi ve faydaları: Namaz genellikle cemaatle kılındığı için Müslümanlar ırk, renk, dil, zenginlik, makam ve vatandaşlık gibi ayrımları gözetmeksizin Allah’ın huzurunda eşit zeminde ve bir safta toplanırlar. Böylece toplum şuuru güçlenir, sosyal dayanışma gerçekleşir, cemaat birliği sağlanır. Günde beş defa toplanan cemaat, birbirinin hastalık, fakirlik, yardıma muhtaçolma, dert ve borçluluk gibi sıkıntılı durumlarından zamanında haberdar olur; yan yana durmanın verdiği maddi ve manevi desteği ve güven duygusunu hisseder; güzel haberlerini paylaşmanın ve güler yüzle karşılaşmanın sevinç ve mutluluğunu yaşar; birlikte hareket etmenin getirdiği kolaylık ve faydalardan nasiplenir. Müminler, küfür toplumu karşısında teşkilatlanmış bir yapıyla tek yürek hâline gelir. Namazın Farz Oluşunun Delilleri Namazın farz oluşunun delilleri kitap, sünnet ve icmâdır. Kitap Delili Salat sözcüğü, Kur’an-ı Kerim’de dua ve namaz anlamında olmak üzere 78 ayette tekil, 5 ayette “salavat” şeklinde çoğul olarak geçer. 3 ayette “namaz kılanlar” şeklinde kullanılır. Ayrıca 14 ayette çoğul emir kalıbıyla “namaz kılınız”, 4 ayette tekil olarak “namaz kıl” buyurulurken, 24 kadar ayette geçmiş zaman Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 Namaz I kalıbıyla “namaz kılanlar”dan söz edilir. 10 kadar ayette de “sallâ (dua etti, namaz kıldı)” fiili ile yine dua ve namaz konusu yer alır. Namazın farziyetini ifade eden ayetlerden bazıları şunlardır: “Namazı kılın, zekâtı verin. Rükû edenlerle birlikte siz de rükû edin” (Bakara, 2/43). “Namazlara ve orta namaza devam edin. Allah’a gönülden boyun eğerek namaza durun” (Bakara, 2/283). “Namaz, müminlere belirli vakitlere bağlı olarak farz kılınmıştır”(Nisa, 4/103). Sünnet Delili Namaz kılmanın farz oluşunu bildiren çok sayıda hadis bulunmaktadır. Beş vakit namazın farz oluşunu ifade eden hadislerden bazıları şöyledir: “Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurdu: “İslam beş şey üzerine bina edilmiştir: Allah’tan başka bir ilâh bulunmadığına ve Muhammed’in Allah’ın elçisi olduğuna şehadet etmek, namaz kılmak, zekât vermek, haccetmek ve ramazan orucunu tutmak” (Buhârî, “İmân”, 1, 2; Müslim, “İmân”, 19–22). Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “Bir gün bir gecede farz olan namazlar beştir.” Orada hazır bulunan bir bedevî; “Benim üzerimde bundan başka bir borç var mıdır?” diye sorunca, Allah’ın Resulü şöyle cevap verdi: “Hayır kendiliğinden nafile olarak kılarsan bu müstesnâdır. “Bunun üzerine bedevî; “Seni hak ile gönderen Allah’a yemin olsun ki, bundan ne fazla ne de eksik yaparım” dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurdu: “Eğer doğru söylüyorsa bu adam kurtulmuştur” (Buhârî, “İmân”, 34, “Şehâdât”, 26; Müslim, “İmân”, 8; Ebû Dâvûd, “Salât”, 1). Beş vakit namazın hicretten önce mirac gecesinde farz kılındığı sağlam haberlerle sabittir. Bazı hadis-i şeriflerde şöyle ifade edilir: “Mirac gecesinde Hz. Peygamber’e namaz elli vakit olarak farz kılınmış, sonra eksiltilerek beşe indirilmiş veardından şöyle nida olunmuştur: “Ey Muhammed! Benim katımda söz değişmez. Bu beş vakit namaz sebebiyle, senin için elli vakit namaz sevabı vardır” (Tirmizî, “Salât”, 45; Nesâî, “Salât”, 1). Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 Namaz I “Allah Teala Miraç gecesinde ümmetim üzerine elli vakit namazı farz kıldı. Ben ise ona müracaat ederek hafifletilmesini istedim. Sonunda namazı bir gün ve gecede beş vakte indirdi” (Buhârî, “Salât”, 1; Müslim, “İman”, 263). İcmâ Delili İslam ümmeti, bir gün ve gecede beş vakit namazın farz olduğu konusunda icma etmişlerdir. Böylece aslen kitap delili ile sabit olan namazın farz oluş hükmü, sünnet ve icma delilleri ile de kuvvetlenmiştir. Beş vakit namazın dışında onlarla beraber veya onlardan ayrı olarak kılınan sünnet namazlar, vitir ve bayram namazı gibi vacip namazlar, cuma ve cenaze gibi farz namazlar da vardır. Bu konular ileride ayrı başlıklar altında ele alınacaktır. Namazın Farz Olmasının Şartları Bir kişiye beş vakit namazın farz olması için o kişide şu üç şartın bulunması gerekir: Büluğ/ergenlik dönemine girmiş olmak: Büluğ dönemi genellikle kızlarda 9 yaşında erkeklerde ise 12 yaşında başlayabilmektedir. En geç 15 yaşında her iki cinsin de ergen (baliğ/baliğa) olduğu kabul edilir. Buna göre henüz büluğa ermemiş olan çocuklara namaz farz değildir. Namazın farziyetinde cinsiyet ayırımı yoktur; hem erkeklere hem de kadınlara farzdır. Akıllı olmak: Burada kastedilen akıl, büluğa ermiş bir kişide bulunan normal seviyede bir akıldır. Akıllı olmanın zıddı deliliktir. Buna göre delilere namaz farz değildir. Müslüman olmak: İbadetle yükümlü olanlar sadece Müslümanlar olduğundan namaz ibadeti de sadece Müslümanlara farzdır. Müslüman olmayanların öncelikle İslam dinini kabul etmesi istenmektedir. İslam dinini kabul etmemek, Allah’a karşı işlenen en büyük günahtır. Hz. Peygamber çocuk, deli ve uyuyan hakkında şöyle buyurmuştur: “Üç kişiden sorumluluk kaldırılmıştır: Uyanıncaya kadar uyuyandan, büluğa erinceye kadar çocuktan ve iyileşinceye kadar deliden” (Ebu Davud, “Hudud”, 16; Tirmizî, “Hudud”, 1). Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 Namaz I Namaz Eğitimi ve Namazı Terk Etmenin Hükmü Namaz Eğitimi Namazınfarz olması için ergenlik çağına gelmiş, akıllı ve Müslüman olmak gerektiğinden bahsetmiştik. Namazın önemini kavramak, vakitlerini ve eda ediliş şeklini öğrenmek belirli bir süreç gerektirdiğinden çocukların önceden bu yönde eğitilme ihtiyacı bulunduğu ve böyle bir eğitimin faydalı olacağı muhakkaktır. Hz. Peygamber küçük çocukların namaz konusunda eğitilmesini ve özellikle temyiz çağı olan yedi yaşından itibaren uygulamaya başlanmasını teşvik etmiştir. “Çocuklarınıza yedi yaşında namaz kılmalarını emredin, on yaşına girince (kılmazlarsa) bundan dolayı onlara (hafifçe) vurun ve o yaşta yataklarını ayırın”(Ebû Dâvûd, “Salât”, 26; Ahmed b. Hanbel, II, 180, 187). Sevgi ve saygı üzerine kurulan bir eğitim elbette çok daha öğretici, bilinçlendirici ve kalıcı olacaktır. Ancak yukarıdaki hadiste, büluğa yaklaştığı hâlde namaz kılmamakta ısrar edenlerin tedip yoluyla namaza zorlanabileceği ifade edilmiştir. Normal durum, gerekli eğitimi uygun koşullarda alan çocukların gönülden gelen bir istekle namaz ibadetini yerine getirmeleridir. Ancak son çare olarak başvurulmak zorunda kalınırsa, şefkat ve merhamete dayalı bu tedip hakkının da usulüne uygun ve amaca yönelik olarak kullanılması konusunda hassasiyet gösterilmesi önem arz etmektedir. Namazı Terk Etmenin Hükmü Namaz ve oruç gibi bedeni ibadetler, mükellefin bizzat kendisinin yapması gereken ibadetlerdir. Bu sebeple namaz ve oruç başkası adına yerine getirilemez. Her mükellef namazını kendi kılmalı, orucunu da kendi tutmalıdır. Geçerli bir mazeret bulunmaksızın namaz kılmayan kişi dünya ve ahirette sorumlu ve azap görmeye müstehak olur. Namaz ibadeti kesin delillerle sabit olduğundan, bu şekilde muhkem bir farzı kabul etmeyip inkâr eden kâfir olur yani İslam dininden çıkar. Namazın farziyetini kabul ettiği hâlde tembellik ve ihmal gibi sebeplerle namazını kılmayan kişi kâfir olmaz ancak ibadet görevini yapmadığı için Allah’a karşı gelmiş ve büyük günah işlemiş olacağından bu tür kişiler âsî ve fâsık olurlar. Geçerli bir mazeret bulunmaksızın namaz kılmayan kişi dünya ve ahirette sorumlu ve azap görmeye müstehak olur. (Müddessir, 74/40-43;Meryem, 19/59, 60) Namazın ciddiyetle, şuurlu ve riyadan uzak kılınması istanmektedir. (Mâûn, 107/46) Hz. Peygamberin de namazı terk edenler hakkında ağır sözleri bulunmaktadır (Ahmed b. Hanbel, V, 238, VI, 461). Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 Namaz I Hanefîler’e göre, inkâr etmediği hâlde tembellik yüzünden namazını terk eden kimse, dinden çıkmamakla birlikte günahkâr ve fâsık olduğundan, kendisi bu konuda uyarılarak tevbeye çağrılır, kötü örnek olmaması için toplumdan tecrit edilir ve tedib amacıyla vurulabilir. ramazan orucunu terk eden kimse de bunun gibidir. Namazını unutmak, uyuyup kalmak veya tembellik yüzünden zamanında kılamayan bunu kaza eder Hanefîler dışındaki mezhep imamlarına göre ise, özürsüz namazını terk eden kimse, dinden çıkanın (irtidat) durumu gibi İslam toplumuna karşı gelmiş sayılır ve tevbe etmezse ağır şekilde cezalandırılır. Namazını unutmak, uyuyup kalmak veya tembellik yüzünden zamanında kılamayan bunu kaza eder (Ebû Dâvûd, “Salât”, 11; İbn Mâce, “Salât”, 10). Fakihlerin büyük çoğunluğuna göre; uyumak veya unutmak gibi bir özür sebebiyle namazını vaktinde kılamayanın kaza etmesi gerekince, özürsüz olarak, tembellik yüzünden kılmayana öncelikle kaza gerekir. Namazı vaktinde kılamadığından dolayı da Allah’a ayrıca tevbe ve istiğfar etmesi gereklidir. Namaz kılmamak büyük bir günah olmakla birlikte asla affedilemeyecek bir günah değildir. Samimi tövbe yapıldığı ve namaza başlandığı takdirde Cenâb-ı Hakk’ın önceden kılınmayan namazların günahını affetmesi umulur (Nisa, 4/48). Hz. Peygamber de bu konuda şöyle buyurmuştur: “Kullarına farz kıldığı beş vakit namazı, küçümsemeden hakkını vererek, eksiksiz olarak kılan kimseyi, Allah 0 cennetine sokmaya söz vermiştir. Fakat bu namazları yerine getirmeyenler için böyle bir sözü yoktur. Dilerse azap eder, dilerse bağışlar” (Ebû Dâvûd, “Vitr”, 2; Nesâî, “Salât”, 6; Dârimî, “Salât”, 208). Hz. Peygamber, kıyamet günü hesap verme sırasında, kılınmayan farz namazların, nafile namazlarla tamamlanacağını ifade etmiştir (Tirmizî, “Salât”, 188; Ebû Dâvûd, “Salât”, 145). NAMAZ VAKİTLERİ Beş vakit farz namazlar ile bunlara bağlı olarak öncesinde veya sonrasında kılınan sünnetler, vitir, teravih, cuma ve bayram namazları için vakit şarttır. Bir ibadetin belirlenmiş vakti içinde yapılmasına eda, kılınan bir namazdaki eksiklikten dolayı vakti içinde tekrar kılınmasına iade, vakti çıktıktan sonra yapılmasına da kaza denir. Vakit, namazın kişiye farz oluşunun sebebi, edasının ise şartıdır. Yani vakti girmeden kılınacak bir namaz eda yerine geçmediği gibi, vakti çıktıktan sonra kılınan bir namaz da eda yerine geçmez, ancak kaza edilmiş olur. Fakat cuma, bayram ve sünnet namazlar vakti çıktıktan sonra kaza edilemez. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 Namaz I Namazın vakti içinde eda edilebilmesi, vakitleri bilmeyi gerektirir. Yüce Allah namazın vakitli bir ibadet olduğunu şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz namaz, müminlere, vakitli olarak farz kılınmıştır” (Nisâ, 4/103). Kur’an-ı Kerim’in çeşitli ayetlerinde salat, tesbih, hamd ve secde etmek gibi ifadelerle günün belirli zamanlarında kılınacak vakitli namazlara işaret edilir. Bu ayetlerin bazısında yuvarlak ifadelerle sadece bir iki vakte işaret edilirken, bazılarında beş vakti kapsayan anlam zenginliği vardır. Ancak beş vaktin her birinin başlangıç ve bitiş zamanlarının doğrudan açık ve net bir şekilde Kur’an ayetlerinden çıkarılması mümkün olmamaktadır. Bu ayetlerden bazıları şunlardır: “Güneşin tepe noktasından batıya yönelmesinden, gecenin kararmasına kadar namaz kıl ve sabah namazını da (kıl). Çünkü sabah namazı tanıklı bir namazdır” (İsrâ, 17/78). “Akşama erdiğinizde de, sabaha erdiğinizde de tesbih Allah’ındır. Göklerde ve yerde, günün sonunda da, öğleye erdiğinizde de hamd, O’na aittir” (Rum, 30/17, 18). Beş vaktin başlangıç ve bitiş zamanları esasen Hz. Peygamber’in uygulamaları ve hadislerine dayanmaktadır. Aşağıda her bir namazın ayrı ayrı vakti ele alınacaktır. Beş Vakit Namazın Vakitleri Sabah Namazının Vakti Sabah namazının vakti: Fecr-i sadık denilen ikinci fecrin oluşmasından güneşin doğmasına kadar olan süredir. Fecir, şafak ve tanyeri kelimeleri aynı anlamdadır. İki tane fecir vardır: Fecr-i kâzib (yalancı fecir, birinci fecir): Sabaha karşı doğu ufkunun ortasında yukarıya doğru dikey uzanan, iki tarafı karanlık bir hat şeklinde yayılan bir beyazlıktır. Bu beyazlık göründükten kısa bir süre sonra kaybolur ve ardından tekrar karanlık kaplar. Bu sebeple yalancı diye nitelendirilmiştir. Bu fecir gecenin devamı hükmünde olup hükümlere herhangi bir etkisi bulunmamaktadır. Fecr-i sâdık (gerçek fecir, ikinci fecir): Sabaha karşı doğu ufkunda yatay olarak yayılmaya başlayan bir aydınlıktır. Bu aydınlık kaybolmaz, güneşin doğumuna kadar artmaya devam eder ve nihayet güneş ufukta görünür. İkinci fecir yatsı namazının vaktinin çıkışını, sabah namazının vaktinin girişini ve oruç tutacaklar için orucun başlangıcını ifade eder. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 Namaz I Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur: “Sabah namazının vakti, ikinci fecrin doğmasından güneşin doğuşuna kadardır” (Buhârî, “Mevâkît”, 27; EbûDâvûd, “Salât”, 2). Hanefîler’e göre sabah namazının, ortalık aydınlandıktan sonra güneşin doğuşuna yakın zamanda kılınması (isfâr) müstehaptır. Çünkü insanların uykudan uyanıp camide toplanması ve cemaatin fazla olması bu zamanda mümkündür. Ancak sabah namazının bitimiyle güneşin doğması arasında, “namaz bozulduğu takdirde yeniden kılınabilecek kadar” bir sürenin kalmasına da özen gösterilmelidir. Yalnız Hanefîler kurban bayramının ilk günü Müzdelife’de bulunan hacıların, o günün sabah namazını, ikinci fecir doğduktan hemen sonra yani vaktin başında kılmalarını daha faziletli görmüşlerdir. Günümüzde ramazan ayında insanlar sahur vakti zaten ayakta olduklarından ve güneşin doğmasına yakın zamana kadar beklemek zor geldiğinden, cemaatin en çok olduğu zaman vaktin başı olmaktadır. Hanefîler dışındaki üç mezhep imamına göre, sabah namazını ikinci fecir doğduktan hemen sonra erken kılmak her zaman için daha faziletlidir. Güneş doğduktan sonra, öğle vaktine kadar olan süre, kendisinde farz namaz konulmamış boş/serbest bırakılmış bir vakit olarak kabul edilir. Ancak uyanamama gibi bir sebeple o günün sabah namazı kılınamadığında, güneşin doğuşundan yaklaşık 50 dakika sonrasından yani kerahet vakti çıktığı andan itibaren öğle vaktine yaklaşık 50 dakika kalıncaya kadar olan sürede sünnetiyle beraber kılınır. Öğle Namazının Vakti Öğle namazının vakti: Güneşin gökyüzünde çıktığı en yüksek noktadan batıya doğru meyletmesiyle (zeval) başlar ve güneş bu noktada iken cisimlerin yere düşen gölge uzunluğu (fey-i zeval) hariç, her şeyin gölgesinin kendi boyuna denk olduğu zamana kadar devam eder. Öğlen namazının bitişini gösteren bu vakte “asr-ı evvel= ilk ikindi vakti” denir. Böylece öğle vakti çıkmış, ikindi vakti de girmiş olur. Öğlenin bitiş vakti hakkındaki bu görüş Ebû Yusuf, İmam Muhammed, Şâfiî, Mâlik ve AhmedİbnHanbel’in görüşüdür. Ebû Hanîfe’ye göre ise, öğlenin vakti, fey-i zeval hariç, cisimlerin gölgesi kendi boyunun iki misli oluncaya kadar devam eder. Ancak bu zamanda öğle vakti çıkmış, ikindi vakti de girmiş olur. Buna “asr-ı sânî= ikinci ikindi vakti” denir. Güneşin tam tepe noktasında dikilmesine “istivâ”, tepe noktasını geçip batıya doğru meyletmesine “zeval”, tam zevalanında bir cismin yere düşen gölgesine de “fey-i zeval=zevalsırasındaki gölge” denir. Bu gölgenin uzunluğu, kişinin bulunduğu yarım küre, enlem ve boylam noktasına göre değişir. Mesela zeval sırasında yere Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 Namaz I dikilen 100 cm uzunluğundaki bir cismin gölgesi 30 cm olsa, gölgenin bütünü 130 cm olunca asr-ı evvel, 230 cm olunca da asr-ı sânî gerçekleşir. Öğle vaktinin sonu ile ilgili bu görüş ayrılığından kurtulmak için, öğle namazının asr-ı evvelden sonraya bırakılmaması, ikindi namazının da asr-ı sânî olmadıkça kılınmaması ihtiyatlı bir yol olarak izlenebilir. Sıcak iklimlerde öğle namazını havanın serinlediği zamana yani vaktin sonuna doğru ikindiye yakın bir zamana bırakmak (ibrâd) müstehap sayılmıştır. Delil Hz. Peygamber’in şu hadisidir: “Öğle namazını hava serinlediği zaman kılınız. Çünkü öğle vaktindeki sıcaklığın şiddeti, cehennemin sıcaklığını andırır” (Buhârî, “Mevâkît”, 9, 10; “Ezan”, 18; “Bed’ül-Halk”, 10; Müslim, “Mesâcid”, 180, 181). İkindi Namazının Vakti İkindi namazının vakti: Öğle vaktinin çıktığı andan itibaren başlar ve güneşin batması ile son bulur. Öğle vaktinin çıkışı olan asr-ı evvel veya asr-ı sânî şeklindeki farklı görüşler, ikindinin başlangıç vaktini de kendi açılarından belirlemektedir. İkindi vaktinin çıkışını şu hadis belirlemektedir: “Güneş batmadan önce, ikindi namazından bir rekâta yetişen (onu kılan) kimse ikindi namazına yetişmiş olur” (EbûDâvûd, “Salât”, 5; İbnMâce, “Salât”, 2; Mâlik, Muvatta’, “Vukût”, 5). Alimlerin çoğunluğuna göre, ikindi namazını güneşin sararma (isfirâr) vaktine kadar geciktirmek mekruhtur. Bu vakit güneşin batmasından önceki yaklaşık 50 dakikalık bir zamandır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur: “Güneşin sararma vaktinde kılınan namaz münafıkların namazıdır. Münafık oturup güneşi bekler. Güneş şeytanın iki boynuzu arasına girdiği (batmaya yüz tuttuğu) zaman, çabucak ikindiyi dört rekât kılar, Allah’ı çok az anar” (Mâlik, Muvatta’, “Kur’ân”, 46). İslam alimlerinin büyük çoğunluğuna göre Kur’an-ı Kerim’de özellikle kılınması emredilen “orta namaz”, (Bakara, 2/238) ikindi namazıdır. Akşam Namazının Vakti Akşam namazının vakti: Güneşin tam olarak batmasıyla başlar ve batı ufkundaki kızıllığın (şafak) kaybolması ile sona erer. Ebû Yusuf, İmam Muhammed ve Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 Namaz I Hanefîler dışındaki diğer üç mezhebin görüşü ile Ebû Hanîfe’den bir rivayet bu yöndedir. Hanefî mezhebinde fetvaya esas olan görüş budur. Ebû Hanîfe’den başka bir rivayete göre şafak, güneş battıktan sonra batı ufkundaki kızıllıktan sonra meydana gelen beyazlıktır. Bu görüşe göre akşamın vakti bir miktar daha uzamakta ve buna bağlı olarak yatsı vakti de biraz daha geç girmektedir. Akşam vaktinin sonu ile ilgili bu görüş ayrılığından kurtulmak için, akşam namazının kızıllık kaybolmadan önce eda edilmesi, yatsı namazınında tam karanlık çökmeden kılınmaması ihtiyatlı bir yol olarak izlenebilir. Yatsı Namazının Vakti Yatsı namazının vakti: Batı ufkundaki kızıllığın kaybolduğu andan itibaren başlar ve ikinci fecrin doğmasına kadar devam eder. Yatsı namazını gecenin üçte birine kadar geciktirmek müstehap, gece yarısına kadar geciktirmek mubah, bir özür bulunmadıkça ikinci fecre kadar geciktirmek ise mekruhtur. Vitir, Teravih, Cuma ve Bayram Namazlarının Vakitleri Vitir ve Teravih Namazlarının Vakti Vitir namazının vaktinin başlangıcı, yatsı namazından sonra, sonu da ikinci fecrin doğmasından biraz önceye kadardır. Vitir namazını, uyanacağından emin olmayan kimsenin, uyumadan önce kılması, uyanacağından emin olan kimsenin ise, fecre yakın bir zaman kadar geciktirmesi daha faziletlidir. Teravih namazının vakti, tercih edilen görüşe göre, yatsı namazından sonra başlar ve sabah namazının vakti olan ikinci fecre kadar devam eder. Teravih, vitir namazından önce veya sonra kılınabilir. Ancak yatsı namazı kılınmazdan önce, teravih namazı kılınsa, teravihin iadesi gerekir. Cuma namazının vakti tam öğle namazının vakti gibidir. Cuma Namazının Vakti Cuma namazının vakti tam öğle namazının vakti gibidir. Bayram Namazlarının Vakti Bayram namazlarının vakti: Güneşin doğmasından yaklaşık 50 dakika geçtikten yani kerahet vakti çıktıktan sonra başlar, güneşin gökyüzünde en yüksek noktaya çıktığı zamana (istivâ) kadar devam eder. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 Namaz I Ramazan bayramı namazı, bir özür sebebiyle birinci gün istivâ zamanından önce kılınamazsa, ikinci gün istivâ zamanına kadar kılınır. İkinci gün de kılınamazsa artık üçüncü gün kılınamaz. Kurban bayramı namazı ise, bir özür sebebiyle birinci gün kılınamazsa, ikinci gün istivâ zamanına kadar kılınır. İkinci gün de kılınamazsa, üçüncü gün istivâ zamanına kadar kılınır. Bayram namazlarının bir özür bulunmaksızın ikinci veya üçüncü güne bırakılması hoş karşılanmamıştır. Bayram namazları, hiçbir durumda, istivâ zamanından sonra kılınamaz. Bayram namazlarının kazası da olmaz. Vakitlerin Oluşmaması Hâli Vakitlerin oluştuğu en yakın yerleşim yeri esas alınmak suretiyle takdir yoluna gidilmesi ve namazların beş vakit olarak kılınması isabetli olacaktır. Vaktin girmesi, namazın farz olması için sebep, edası için de şarttır. Ancak kutup bölgeleri, uçak ve füze gibi hızlı araçlarla seyahat veya Ay’a çıkılması gibi uzay yolculuklarında bazı vakitler oluşmamaktadır. Vaktin oluşmadığı bu durumlarda namaz ve oruç ibadetlerinin nasıl yapılacağı konusunda iki görüş bulunmaktadır: Birinci görüş: Vakit oluşmadığı takdirde, oluşmayan vaktin namazı kişiye farz olmaz. Bu hüküm, mesela sağ kolu kesik olan bir kimsenin kesik olan kolunu abdest alırken yıkama sorumluluğunun düşmesi gibidir. İkinci görüş: İslam dininde beş vakit namaz vardır ve bu beş vakit dünyanın normal dengesine uygun olarak günün değişik zamanlarına yayılmıştır. Vaktin bulunması namazın zahiri sebebi ise de, namaz kılmanın asıl sebebi Yüce Allah’ın bunu emretmiş olması ve ona kulluk yapma yükümlülüğümüzdür. Buna göre vakitlerin oluştuğu en yakın yerleşim yeri esas alınmak suretiyle takdir yoluna gidilmesi ve namazların beş vakit olarak kılınması isabetli olacaktır. İki Namazı Bir Vakitte Kılmak (Cem’u’s-Salâteyn) Namazın vakitli bir ibadet olduğundan ve her bir namazın kendi vaktinde kılınması gerektiğinden bahsetmiştik. Bu ilkenin bir istisnası olarak Hz. Peygamber hac yaparken Arafat’ta öğle vaktinde, öğle ile ikindiyi birlikte kılmış; Müzdelife’ye doğru giderken akşam namazını vaktinde kılmamış, yatsı namazı vakti girdiğinde akşam ile yatsıyı da birlikte kılmıştır. Hanefîlere göre cem sadece Arafat ve Müzdelife’de yapılır. Başka sebeplerle cem yapılmaz. İki namazın birlikte kılınmasına cem’u’s-salâteyn denir. İki türlü cem vardır: Cem-i takdîm (öne alarak cem): Öğle ve ikindi namazını birlikte öğle vaktinde kılmaktır. Cem-i te’hîr (erteleyerek cem): Akşam ve yatsı namazını birlikte yatsı vaktinde kılmaktır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 Namaz I Hanefîler’e göre cem sadece Arafat ve Müzdelife’de yapılır. Başka sebeplerle cem yapılmaz. Mazerete binaen vaktinde kılınamayan namaz olursa, ilk fırsatta kazası yapılır. Diğer mezheplerde genellikle yağmur, hastalık, yolculuk gibi mazeretlerle de cem yapılabileceği kabul edilmiştir. Ayrıca bir namazı vaktinin sonunda, diğerini de vaktinin başında kılmak şeklinde sûrî cem (görünürde cem) vardır ki bu gerçek bir cem değildir. Çünkü her bir namaz kendi vakti içinde kılınmış, vakti dışına çıkarılmamıştır. Sûrî cem yapılması, hiçbir mezhepte namazın sıhhatine engel olmaz ancak kerahet vakitlerine denk getirilmemesi uygun olur. Mekruh Vakitler Namaz kılmanın mekruh olduğu vakitler ikiye ayrılır: Bazılarında hiçbir namaz kılınmaz, bazılarındaysa sadece nafile namaz kılınmaz. Hiçbir Namaz Kılınmayan Vakitler Aşağıdaki üç vakitte farz, vacip, sünnet veya nafile şeklinde tam namaz veya tilavet secdesi gibi eksik namazlardan hiç biri kılınmaz. Güneşin doğumundan itibaren yaklaşık 50 dakikalık zaman. Güneşin tam tepe noktasında olduğu, öğleye yaklaşık 50 dakika kaldığı zaman. Güneşin batmasına yaklaşık 50 dakika kalmasından batıma kadar geçen zaman. Bu üç vakitte her türlü namazın kılınması mekruh olmakla birlikte, şayet nafile kılınmışsa mekruh olmasına rağmen geçerli olduğu ve iadesinin gerekmeyeceği; diğer namazlarda ise iade gerekeceği söylenmiştir. Yine cenaze ve cemaatin hazır olması durumunda cenaze namazının kılınabileceği ifade edilmiştir. Ayrıca güneşin batmasına yakın zamanda, sadece o günün ikindi namazının farzı kılınabilmektedir. Şafii mezhebine göre Mekke’de nafile namaz için kerahet vakti yoktur. Her zaman nafile kılınabilir. Yalnız Nafile Namaz Kılınmayan Vakitler Sabah namazının vakti içinde, sabah namazının sünneti haricinde nafile namaz kılınmak. Ancak bu vakitte kaza, cenaze namazı veya tilavet secdesi mekruh değildir. Hanbelîler’e göre bu vakitte nafile namaz da kılınabilir. İkindi namazını kıldıktan sonra, güneş batıncaya kadar nafile namaz kılmak. Ancak bu vakitte kaza, cenaze namazı veya tilavet secdesi mekruh değildir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 Namaz I Akşam namazının farzından önce nafile namaz kılmak. Ancak Şâfiîler’de meşhur olan görüşe göre, akşam namazından önce iki rekât nafile namaz kılmak müstehap, Hanbelîler’e göre ise câizdir. Farz namaza durulmak üzere kamet getirilirken, nafile namaz kılmakla meşgul olmak. Ancak sabah namazının farzı için kamet getirildikten sonra, farzın ikinci rekâtında imama yetişememe korkusu yoksa sünnetini kılmak câiz görülmüştür. Farzı kaçırma korkusu varsa sünnet terk edilir. Cuma namazında, bayram günleri ve hac sırasında, imam hutbe okurken nafile namaz kılmakla meşgul olmak. Şâfiî ve Hanbelîler’e göre ise cuma namazının iftitâh tekbirini kaçırma korkusu olmadıkça, imam hutbede iken yalnız hızlıca iki rekâttehiyyetü’l-mescit namazı kılınır. Bayram namazlarının hemen öncesinde veya sonrasında nafile kılmak. Arafat ve Müzdelife’de cem şeklinde kılınan namazlar arasında nafile namaz kılmak. Böylece namaz vakitleri konusunun sonuna gelmiş bulunuyoruz. Konuyu Hz. Peygamber’in (s.a.s) bir hadisiyle bağlayalım: “Ey Ali! Üç şeyi geciktirme. Vakti geldiği zaman namazı kılmayı, hazır olduğu zaman cenazeyi defnetmeyi, dengini bulduğun zaman kız çocuğunu evlendirmeyi” (Tirmizî, “Salât”, 13, “Cenâiz”, 73). NAMAZA ÇAĞRI: EZAN VE KAMET Ezan Ezanın Anlamı, Ortaya Çıkışı ve Fazileti Ezan Arapça bir kelime olup duyurmak, bildirmek, ilan etmek demektir. İslam dininde ezan şöyle tanımlanabilir: Farz namazların vakitlerini bildirmek ve insanları namaza çağırmak amacıyla, özel sözlerden oluşan bir çağrıdır. Farz namazların vakitlerini bildirmek ve insanları namaza çağırmak amacıyla, özel sözlerden oluşan bir çağrıdır. İslam’ın ilk döneminde Mekke’de namaz vakitlerini bildirmek için bugünkü gibi ezan okunmazdı. Muhtemelen bu gizli ibadet döneminde cemaatle namaz kılınmadığı için ezana gerek duyulmamıştı. Medine’ye hicretten sonra namaz vakti olunca sokaklarda, “es-salâte es-salâte= namaza namaza” veya “es-salâtücâmiatün= namaz toplayıcıdır” şeklinde çağrı yapılıyordu. Medîne’de, Mescid-i Nebevî’nin inşası tamamlandıktan sonra burada düzenli olarak cemaatle namaz kılınmaya başlandı. Bu sırada Hz. Muhammed (s.a.s) namaz vakitlerinin ilânı konusunda, ashabıyla istişarede bulundu. Bayrak dikme, boru ve Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 Namaz I çan çalma gibi teklifler yapıldı. Fakat bunlardan boru çalma Yahudilerin, çan çalma da Hristiyanların ilan biçimi olduğu için ilgi görmedi. Ensar’dan Abdullah b.Zeyd’e (r.a) rüyasında ezan öğretildi. Abdullah ertesi gün rüyasını Hz. Peygamber’e anlattı, Hz. Peygamber’in bunu onaylamasıyla bildiğimiz ezan ortaya çıktı (Ebû Dâvûd, “Salât”, 27, 28). Alimler ezan okumanın hükmünü müekked sünnet olarak belirlemişlerdir. Ancak ezan, İslam dininin bir sembolü niteliğini taşıdığından, İslam toprağının bir yerinde ezana karşı bir tavır olduğunda veya topluca terk edilmesi durumunda, İslam toplumunun buna müdahale hakkı doğacağı kabul edilmiştir. Aşağıdaki hadisler ezanın ve müezzinliğin faziletiyle ilgilidir: “Eğer insanlar ezandaki ve ilk saftaki üstünlüğü bilseler ve bunları kurasız yapamayacaklarını kavrayabilseler, mutlaka kura çekerlerdi” (Buhârî, “Ezân”, 9, 32; Müslim, “Salât”, 129). “Kıyamet gününde müezzinler insanların en uzun boylusu olacaktır” (Müslim, “Salât”, 14; İbnMâce, “Ezân”, 5). Ezan İslam dinini sembolize ettiğinden sadece cemaate katılanlara değil, bütün müminlere ve hatta bütün insanlara yönelik bir çağrıdır. Özellikle güzel sesle ve usulüne uygun okunan ezanın insan gönlüne etkisi inkâr edilemez. Ezan gayri müslimler için de bir davet ve tebliğ görevi görmektedir. Günün her saatinde, dünyanın Müslümanların bulunduğu her yerinde, Allah’ın varlığı, birliği, yüceliği, Hz. Muhammed’in peygamberliği ve namazın kurtuluş sebebi olduğu yüksek sesle ilân edilmiş olmaktadır. Ezanın Sözleri ve Okunuş Şekli Hanefîlere göre ezanın sözleri ve anlamları şöyledir: Allâhüekber = Allah büyüktür Allâhüekber = Allah büyüktür Allâhüekber = Allah büyüktür Allâhüekber = Allah büyüktür Eşhedü en lâ ilâhe illallah = Ben şahitlik ederim ki Allahtan başka ilah yoktur Eşhedü en lâ ilâhe illallah = Ben şahitlik ederim ki Allahtan başka ilah yoktur Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 Namaz I Eşhedü enne Muhammeden Resulüllah = Ben şahitlik ederim ki Muhammed Allah’ın elçisidir Eşhedü enne Muhammeden Resulüllah = Ben şahitlik ederim ki Muhammed Allah’ın elçisidir Hayyeale’s-salâh = Haydin namaza Hayyeale’s-salâh =Haydin namaza Hayyeale’l-felâh =Haydin kurtuluşa Hayyeale’l-felâh =Haydin kurtuluşa Allâhüekber = Allah büyüktür Allâhüekber =Allah büyüktür Lâ ilâhe illallâh = Allahtan başka ilah yoktur Sabah namazında “hayye ale’l-felâh” dan sonra “es-salâtü hayrun minennevm = namaz uykudan daha hayırlıdır” cümlesi ilave edilir ve bu iki kere söylenir. Ezan okurken yüksek sesle okunur, her cümlenin sonunda durulur(sekte) ve tekrar cümlelerde ses biraz yükseltilir, buna “irtisâl ve teressül” denir. Ezan ve Kametle İlgili Şartlar Ezan okuyacak ve kamet getirecek olanlar şu hususlara dikkat etmelidir: Vaktin girmiş olması gerekir. Vaktinden önce okunan ezan iade edilir. Ezanın sözleri Arapçadır ve her yerde bu hâliyle okunmalıdır. Bu yönüyle ezan diller, devletler ve kültürler üstü genel nitelikli sembol bir çağrıdır. Ezan ve kamet cemaate duyurulur; yalnız kılan kimse kısık bir sesle okur. Ezan ve kametin sözleri sırasıyla ve peş peşe söylenmelidir. Ezanın tek bir kimse tarafından okunması esastır. Ancak birden fazla kimsenin, ayrı ayrı tam olarak ezanı okumaları (çifte ezan) da caiz görülmüştür. Ezan ve kamet vakit namazları ve kaza namazları için sünnettir. Müezzinin erkek, akıllı, takva sahibi, sünneti ve namaz vakitlerini bilen bir kimse olması müstehaptır. Cahil, fâsık, kadın, bunak, abdestsiz veya cünübün ezan okuması veya kamet getirmesi mekruhtur. Bunların kametleri değilse de, okudukları ezanlar iade edilmelidir. Müezzinin, gür ve güzel sesli birisi olması tercih edilir. Ezan, iyi duyurulması için yüksek bir duvar veya minare üzerinde ve ayakta okunmalıdır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 Namaz I Ezan okurken iki cümle arasında durulur ve uzatılarak okunur; kametteyse iki cümle birleştirilerek süratli okunur (Tirmizî, “Salât”, 29). Ezan ve kamette müezzin kıbleye doğru dönerek ezana başlar. “Hayyeale’ssalâh” derken sağ tarafa, “Hayyeale’l-felâh” derken de sol tarafa döner. Sesin uzağa gitmesi için eller kulağa konur. Ezan ve kamet vakit namazları ve kaza namazları için sünnettir. Birden fazla kaza namazı kılınacaksa, başlarken ezan ve kamet, diğer kazalar içinse yalnız kamet yeterli olur. Ezan ile kametin arasını biraz ayırmak, duruma göre cemaatin toplanmasını bekleyerek hemen farza başlamamak uygun olur. Kametle namaz arasına yemek, içmek, yıkanmak gibi bir iş girmemelidir. Aksi takdirde kameti yeniden getirmek gerekir. Müezzin ezan okumanın ve kamet getirmenin bir ibadet olduğu bilinciyle, sırf Allah için bu işi yapmalıdır. İmamlık, Kur’an öğreticiliği ve müezzinlik gibi hizmetler ilk dönemlerde ücret alınmadan yapılıyordu. Sonraki dönemlerde bu işlerin aksamaması için yapanlara bir bedel verilebileceğine fetva verilmiştir. Ezanı Dinleme Adabı Ezanı duyan kimselerin şu hususlara dikkat etmesi adaptan sayılmıştır: Ezan okunurken konuşmamalı ve gürültü yapmamalıdır. Ezanı duyanın aynı sözleri tekrarlaması güzel olur. Buna kavlî/sözlü icabet denir (Buhârî, “Ezân”, 7; Müslim, “Salât”, 10, 11; Tirmizî, “Salât”, 40). Ezanı duyduğunda gidip namazı kılan kimse fiilî icabette bulunmuş olur. Ezandan sonra vesile duasını okumak müstehaptır. Çünkü Resulüllah (s.a.s), ezanı işittiği zaman şu duayı okuyana, kıyamet gününde şefaatinin helal olacağını bildirmiştir: “Allâhümme Rabbe hâzihi’d-da’veti’t-tâmmehve’s-salâti’l-kâimeh, âtiMuhammeden el-vesîleteve’l-fazîlete ve’d-derecete’r-rafîah. Veb’ashü makâmen mahmûdeni’llezîva’adteh. İnneke lâtuhlifü’l-mîâd” (Buhârî, “Ezân”, 8; Müslim, “Salât”, 11). Vesile duasının anlamı şöyledir: “Ey şu tamamlanan çağrının ve kılınacak olan namazın rabbi olan Allah’ım! Muhammed’e vesileyi, fazileti ve yüksek dereceyi ver! Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 Namaz I Onu söz vermiş olduğun övülmüş makama yükselt. Şüphesiz sen verdiğin sözden dönmezsin.” Ezanın Namaza Çağrı Amacı Dışında Okunması Namaza çağrı dışında bazı sebeplerle de ezan okumak menduptur. Bu sebepler şunlardır: Çocuk doğduğu zaman kulağına ezan okumak menduptur. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s) torunu Hz. Hasan dünyaya gelince onun kulağına ezan okumuştur (Ebû Dâvûd, “Edeb”, 107; Tirmizî, “Edâh”, 16). Savaş ve yangın gibi zor zamanlarda;öfkelenme, sinir krizi geçirme, aşırı üzülme, korkma gibi çaresizlik anlarında; yolcunun arkasından ezan okumak menduptur. Yine kötü huylu insan veya hayvanın kulağına ezan okunması da mendup görülmüştür. Kamet Erkeklerin ister yalnız başlarına isterse cemaatle kılacak olsunlar, farz namaz veya kaza namazı için kamet getirmeleri sünnettir. Kadının ezan okuması veya kamet getirmesi mekruh görülmüştür. Cumadan başka bir farz için birden fazla ezan ve hiçbir farz için birden çok kamet meşru değildir. Buna göre, bir mescitte ezan ve kametle vakit namazı kılındıktan sonra, tek veya cemaat olarak o mescitte aynı vaktin namazını kılacak olanların tekrar ezan ve kamet okumaları gerekmez. Bayram, cenaze, vitir,teravih, sünnetve nafile namazlarda kamet yoktur. Bayram, cenaze, vitir, teravih, sünnet ve nafile namazlarda kamet yoktur. Kametin sözleri ezandakinin aynıdır. Ancak “hayye ale’l-felâh” dan sonra iki defa, “kad kameti’s-salâh= namaz başladı” cümlesi ilâve edilir. Hanefîler’e göre kametin sözleri de ezan gibi ikişerli olarak okunur. Fakat Şâfiî ve Hanbelîler’e göre, kametin sözleri birer kere okunur, sadece “kad kameti’s-salâh” sözü iki kere tekrarlanır. Kametin okunuşunda cümleler birbirine bağlanır, geçişlerde son harfin harekesi teleffuz edilir ve ezana göre daha süratli okunur (hadr). Ezanda olduğu gibi kametin de abdestli, kıbleye yönelerek, yürüme ve konuşma gibi davranışlardan uzak durarak getirilmesi sünnetir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 Namaz I NAMAZ ÇEŞİTLERİ VE REKÂT SAYILARI Hanefîler genellikle namazları; farz, vacip ve nafile çeşitlerine ayırırlar. Bazı Hanefîler ise sünnetle nafileyi de ayırarak farz, vacip, sünnet ve nafile şeklinde dörtlü bir ayırımı benimsemişlerdir. Hanefîler dışındaki mezhepler vacip hükmünü ayrı bir kategori olarak kabul etmedikleri için namazları; farz ve nafile olmak üzere iki gruba ayırırlar. Hanefîler’in vacip kategorisine koydukları namazlar, diğer mezheplere göre ya farz ya da nafile kategorisine girerler. Farz Namazlar Ve Rekât Sayıları Farz namazlar: Delili ve delaleti kesin olan, mükellef tarafından mutlaka yerine getirilmesi istenen, yerine getirmeyen için yaptırımı bulunan, inkârı kişiyi dinden çıkaran namazlardır. Farz namazlar, aynî farz (farz-ı ayın) ve kifâî farz (farz-ı kifâye) olmak üzere ikiye ayrılır. Farz-ı ayın: Akıllı ve ergen her Müslümana farz olup mükellefin bizzat yerine getirmekle yükümlü bulunduğu namazdır. Günlük beş vakit namazın farzları ve cuma namazının farzı böyledir. Günlük beş vakit farz namazların rekât sayıları şöyledir: Sabah namazının farzı iki rekât, öğle namazının dört rekât, ikindi namazının dört rekât, akşam namazının üç rekât, yatsı namazının dört rekât. Bunların toplamı 17 rekât etmektedir. Cuma namazının farzı da iki rekâttır. Farz namazlar, aynî farz (farz-ı ayın) ve kifâî farz (farz-ı kifâye) olmak üzere ikiye ayrılır. Farz-ı kifâye: Bir kısım Müslümanların yerine getirmesiyle diğerlerinden yükümlülüğün kalktığı farz namazdır. Cenaze namazı böyledir. Birkaç kişi kılınca, diğer Müslümanlar sorumluluktan kurtulmuş olur. Fakat hiç kimse kılmazsa, hepsi sorumlu olur. Vacip Namazlar Ve Rekât Sayıları Delili farz kadar kesin olmayan, mükellef tarafından yerine getirilmesi gereken, yerine getirmeyen için daha hafif yaptırımı bulunan, inkârı kişiyi dinden çıkarmayan fakat sapkın (dalâlette) yapan namazlardır. Bayram namazları, vitir namazı, adanmış olan namaz, sehiv secdesi ve bozulan nafile namazın kazası vacip namazlardır. Vitir namazı üç rekât, bayram namazları ise ikişer rekâttır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21 Namaz I Nafile Namazlar Ve Rekât Sayıları Farz veya vacip namazların dışındaki namazlara nafile namazlar denir. Farz namazların öncesinde veya sonrasında kılınan sünnet namazlar ve bunlardan başka kuşluk, teheccüd, evvâbîn gibi namazlar ile kişinin kendi isteğiyle fazladan kıldığı (tatavvu’) namazlar nafile kapsamında yer alır. Beş vakit farz namaza bağlı olarak onlarla birlikte kılınan sünnet namazların rekât sayıları şöyledir: Sabah namazının iki rekâtlık sünneti, öğle namazının dört rekât ilk sünneti ve iki rekât son sünneti, ikindi namazının dört rekâtlık sünneti, akşam namazının iki rekât son sünneti, yatsı namazının dört rekât ilk sünneti ve iki rekât da son sünneti. Bunların toplam sayısı 20 rekâttır. Cumanın dört rekât ilk sünneti, dört rekât da son sünneti vardır. Teravih namazı yirmi rekâttır. Diğer nafile namazlar da en az iki rekât olmak üzere çift rekâtlar hâlinde kılınabilir. Farz namazlara bağlı olarak kılınan sünnet namazlara “revâtip namaz = düzenli/devamlı namaz” denir. Bunlardan sabah, öğle, akşam namazının sünnetleri ile yatsının son sünneti “müekked”; ikindi ve yatsının ilk sünneti de “gayri müekked” veya müstehap ve mendup adını alır. Nafile namazlar da en az iki rekât olmak üzere çift rekâtlar hâlinde kılınabilir. Müekked sünnet: Hz. Peygamber’in sürekli olarak kıldığı, çok az terk ettiği nafile namazlardır. Gayri müekkedise: Hz. Peygamber’in sürekli olarak kıldığına dair kesin delil bulunmayan nafile namazlardır. Revâtip sünnetler dışındaki nafile namazlara ise “regâip namazlar= kılınması iyi görülen namazlar” denir. Bunlar Hz. Peygamber’in bazı uygulamalarına dayanarak veya kişinin kendi isteğiyle herhangi bir zamanda fazladan kıldığı namazlardır. Teheccüd namazı, kuşluk (duhâ) namazı, istihâre namazı, husûf, küsûf namazı, tahiyyetü’l-mescit, tevbe namazı, evvâbîn namazı, tesbih namazı, ihrama giriş namazı, yolculuğa çıkış ve yolculuktan dönüş namazı, hâcet namazı, abdest ve gusülden sonra kılınan namaz, regâip türünden nafile namazlardır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22 Ödev Özet Namaz I • Namaz ibadeti, bedenle yapılan bir ibadet olup Yüce Allah'a karşı yapılacak ibadetlerin başında gelir. Namaz tekbirle başlayıp selamla biten, özel fiil ve hareketlerden oluşan bir ibadettir. Namaz ibadeti, şekli biraz farklı da olsa, önceki ilahi dinlerde de mevcuttu. Namaz, kulluk görevini yerine getirmenin yanında, kişiler için dinî, ferdî, sosyal ve eğitim bakımından pek çok faydalar sağlar. • Namaz akıllı ve ergen olan her müslümana farzdır. Namazın farziyeti Kitap, sünnet ve icma delilleriyle sabittir. Hz. Peygamber uygulamalarıyla namazın hangi zamanlarda ve nasıl kılınacağını ümmetine öğretmiştir. Namazın farziyetini inkâr eden kâfir olur, ancak kabul ettiği hâlde namaz kılmayan da günahkâr olur. • Çocukları temyiz döneminden itibaren namaz konusunda eğitmek gerekmektedir. •Beş vakit namazın kendine özel vakitleri vardır ve bu vakitlerde eda edilmeleri gerekmektedir. Geçerli bir mazarete binaen vaktinde kılınamayan namazlar daha sonra kaza edilir. • Vakitli namazların belirli vakitlerinin herhangi bir parçasında bu namazı kılmak geçerli ise de, tercih edilmesi istenen bazı müstehap vakit parçaları ve tercih edilmemesi istenen bazı mekruh vaki parçaları bulunmaktadır. • Namaza çağrı ezan ve kametle yapılır. Ezan aynı zamanda İslam'ın sembolüdür. Arapça orijinal hâliyle okunur. Ezan ve kamet okumak ve dinlemenin adabı vardır. • Namazlar farz, vacip ve nafile gibi çeşitlere ayrılır. • Diğer bilim dallarından istifade ederek "namazın kişi ve toplum açısından faydaları" konusunu araştırarak iki yüz kelimeyi aşmayacak şekilde bir yazı yazınız. • Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “ödev” bölümüne yükleyebilirsiniz. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23 Namaz I DEĞERLENDİRME SORULARI Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. 1. Hz. Peygamber’in “Çocuklarınıza (…) yaşında namaz kılmalarını emredin, (…)yaşına girince (kılmazlarsa) bundan dolayı onlara (hafifçe) vurun” hadisinde boş bırakılan yerlere sırasıyla hangi kelimeler gelmelidir? a) Beş - On b) Beş - On beş c) Altı - On beş d) Yedi - On e) Yedi - On beş 2. Neslinin namaz kılan kimseler olması için dua eden peygamber kimdir? a) Âdem b) Nuh c) İbrahim d) Musa e) Muhammed 3. Beş vakit namaz ne zaman farz kılınmıştır? a) Hira mağarasında ilk vahiy geldiği zaman b) Ramazan ayında c) Mekke’nin fethi sırasında d) Miraç gecesinde e) Kadir gecesinde 4. “Sabah namazının vakti, ………….. doğmasından ………….doğmasına kadardır.” hadisinde boş bırakılan yerlere sırasıyla hangi kelimeler konulmalıdır? a) Birinci fecrin - Güneşin b) Yalancı fecrin - İkinci fecrin c) Fecr-i kazibin - Güneşin d) İkinci fecrin - Güneşin e) Fecr-i sadık’ın - İkinci Fecrin Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24 Namaz I 5. Aşağıdakilerden hangisi nafile namaz için mekruh vakitlerden değildir? a) Sabah namazının vakti içinde, sabah namazının sünneti haricinde nafile kılmak b) İkindi namazını kıldıktan sonra, güneş batıncaya kadar nafile kılmak c) Akşam namazının farzından önce nafile kılmak d) Cuma namazından sonra nafile kılmak e) Arafat ve Müzdelife’de cem şeklinde kılınan namazlar arasında nafile kılmak Cevap Anahtarı: 1.d 2.c 3.d 4.d 5.d YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR Akyüz, V.(2006). Namaz. İstanbul: İz Yayıncılık. Akyüz,V.(1995).Mukayeseli İbadetler İlmihâli: İslam Fıkhında İbadetler (4 cilt hâlinde). İstanbul:İz yayıncılık. Alptekin, Y. (2007). Namazla Yeniden Doğdum. İstanbul: Nesil Yayınlar.ı Altuntaş, H.(1998). Kur’an’ın Tercümesi Ve Tercüme İle Namaz Meselesi.Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. Aydüz,D. (2008). Namazı Anlayarak Kılmak: Namaz Dualarının Açıklaması. İstanbul:Işık Yayınları. Balkan, A. (2009). NamazAşıkları.İstanbul:Işık Yayınları. Bilmen, Ö. N. Büyük İslam İlmihâli (ty.). İstanbul:Bilmen Yayınevi. Buladı,K. (2006). Namaz “Akılları Durduran Mucize”. İstanbul: Kayıhan Yayınları. Döndüren, H. (2009). Delilleriyle İslam İlmihâli.İstanbul. Ekerim, E. S. (2006). Namaz Ve Karakter Gelişimi.İstanbul: İnsan Yayınları. Elbani, M. N.(2004).Hadislerle Hz. Peygamberin Namaz Kılma Şekli(Tercüme: Osman Arpaçukuru). İstanbul. Günenç, H.Büyük Şafii İlmihâli (ty.).Ankara: Hilal Yayınları. Günenç, H.Şafiiler İçin Namaz Kitabı(ty). İstanbul: Emel Yayıncılık. Hatip, A. (2011).Mevlânâ’nın Gözüyle Âşıkların Namazı .İstanbul. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 25 Namaz I Komisyon, İlmihal I-II.(1998).İstanbul.Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi. Komisyon.(2006).İslam İlmihâli. İstanbul.Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi :Vakfı Yayınları. Kırbaşoğlu, M. H. (2010). Ahir Zaman İlmihâli. Ankara. Kırbaşoğlu,M.(1997).Hayri Namazların Ankara: Araştırma Yayınları. Birleştirilmesi-el-Cem'ubeyne's-salateyn. M. Z. E. (1971). Nimet-i İslam- Mufassal İlmihal.İstanbul:Salah Bilici Kitabevi. Meşhur, M. (1997). Namazla Dirilmek (Çeviren: Orhan Aktepe). İstanbul: Ravza Yayınları. Nurbaki, H. (1986). Namazın Sırları. İstanbul: Damla Yayınevi. Öztürk, M.(2006).Haydin Yayınları. Felaha-Cemaatle Namazın Fazileti.İstanbul:Erkam Rudani, (2009). Hadislerle Müslümanlık 1 Namaz.İstanbul: İz Yayıncılık. Ş.- L. Y.- S(2010). İslam İlmihâli .Ankara. Tokpınar, C. (2002)Sabah Namazına Nasıl Kalkılır. İstanbul: Nesil Yayınları. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi.“Namaz” maddesi. Cilt: 32, s. 350357.Ankara. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 26 HEDEFLER İÇİNDEKİLER NAMAZ II • • • • • • Namazın Farzları Namazın Vacipleri Namazın Sünnetleri Namazın Adabı Namazın Mekruhları Namazı Bozan Şeyler İSLAM İBADET ESASLARI • Bu üniteyi çalıştıktan sonra • Namaz ibadetinin farzlarını, vaciplerini sünnetlerini ve adabını ayırt edebilecek • Namazın mekruhlarını sıralayabilecek • Namazı bozan şeyleri açıklayabileceksiniz. ÜNİTE 4 Namaz II GİRİŞ Namaz ibadetinin Yüce Allah’ın emrettiği ve Hz. Peygamber’in uygulayarak ümmetine örnek olup öğrettiği şekilde eda edilebilmesi için namaz kılarken mutlaka yapılması gereken olmazsa olmaz farzları, yerine getirilmesi gereken vacipleri, yapılması teşvik edilen sünnetleri, uyulması güzel görülen adabı, yapılması hoş görülmeyen mekruhları ve yapıldığı takdirde namazı bozan bazı durumlar vardır. Bu ünitede söz konusu konularla ilgili başlıca hükümleri açıklamaya çalışacağız. NAMAZIN FARZLARI Namazın toplam on iki farzı vardır. Bunlardan bir kısmı namaza başlamadan önce namaza hazırlık olarak yapılmakta; bir kısmı da kılınması esnasında namazın bir parçası olarak eda edilmesi gerekmektedir. Bu farzlardan hazırlık niteliğinde olan altısı şart, namazın bir parçası olan diğer altısı da rükûn olarak ifade edilir. Gerek şart gerekse rükûnlardan birinin eksik olması hâlinde namaz geçerli olmaz ve yeniden kılınması gerekir. Namazın Şartları: Namaza başlamadan önce hazırlık niteliğindeki şartlar altı tane olup şunlardır: 1- Hadesten temizlenmek, 2- Necasetten temizlenmek, 3- Avret yerini örtmek, 4Kıbleye yönelmek, 5- Vaktin girmesi, 6- Namaza niyet etmek. Şimdi bunları sırasıyla açıklayalım: Hadesten Temizlenmek (Hadesten Taharet) Hades; kabaca dini-manevi bakımdan namaz kılabilmek için temiz sayılmama hâli olarak tanımlanabilir. Hades hâli: Namaz kılabilecek durumda olmayan abdestsiz, cünüp, adetli veya loğusa bulunan kimselerin durumuna denir. Normal abdestsizlik hâline “küçük hades”; cünüp, âdetli veya loğusa bulunan kimselerin boy abdesti (gusül) almayı gerektiren hâllerine de “büyük hades” denir. Normal abdestsizlik hâline “küçük hades”; cünüp, adetli veya loğusa bulunan kimselerin boy abdesti (gusül) almayı gerektiren hâllerine de “büyük hades” denir. Hadesten temizlenme: Abdestsiz olanın suyla abdest alması; cünüp, adetli veya loğusa olanların da yine suyla boy abdesti (gusül) almasıyla olur. Su bulunamaması ya da bulunup da kullanılamaması durumlarında sayılanların hepsinin teyemmüm yapmaları ile de hadesten temizlenme meydana gelmiş sayılır. Şu hâlde kişinin durumuna göre hadesten temizlenebilmesinin üç yolu bulunmaktadır: Abdest veya boy abdesti yahut teyemmüm. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 Namaz II Abdest alma, boy abdesti alma veya şartlara göre teyemmüm yapma şeklinde yerine getirilen hadesten temizlenme işlemi, bir taraftan maddî kirleri gidererek beden temizliği ve sağlığı koruma gibi yararlar sağlarken; diğer taraftan kişiyi ruhi/psikolojik bakımdan ibadet için Yüce Rabb’inin huzuruna çıkmaya hazırlar. Namaz kılabilmek için hadesten temizlenmenin şart olduğu ayet (Mâide, 5/6) ve hadislerle (Buhârî, “Vudû”, 2; Müslim, “Taharet”, 2) sabittir. Farz, vacip, sünnet veya nafile şeklinde tam namazlar ve tilavet yahut şükür secdesi gibi eksik namazlar için hadesten temizlenmiş olmak şarttır. Abdestsiz kılınacak bir namaz geçerli/sahih olmaz. Namaz kılarken herhangi bir sebeple abdest bozulsa, kural olarak namaz da bozulmuş olur. Cünüplük hâlinde bulunan kimseler vakit buldukları müsait bir zamanda boy abdesti ile hadesten temizliği sağlayabildikleri hâlde aybaşı veya loğusa hâlinde bulunan kadınlar, namaz kılabilmek için bu durumlarının bitmesini beklemeli, özürleri bitince boy abdesti almalıdırlar. Özür hâli devam ederken alınan boy abdestleri sadece maddi anlamda bir temizlik olup hadesten taharet mahiyetinde değildir. Zira özel durumlarında kadınlar namaz ve oruç gibi ibadetleri yerine getiremezler. Kur’an-ı Kerim adet görmenin kadın için bir eza ve rahatsızlık hâli olduğu bildirilmiş ve erkeklerin bu durumdaki eşiyle cinsel ilişkide bulunmasını yasaklanmış (Bakara, 2/222); Hz. Peygamber de bu durumdaki kadınların namaz kılamayacaklarını ve oruç tutamayacaklarını, fakat daha sonra sadece tutamadıkları oruçları kaza edeceklerini, namazlarını ise kaza etmeyeceklerini bildirmiştir (Buhârî, Vudû, 63; Müslim, Hayz, 62). Bu hükümler üzerinde icma meydana gelmiş ve aykırı bir görüş öne sürülmemiştir. Burada kadınların namaz ve oruç gibi ibadetlerden muaf tutulması, bir haktan mahrumiyet veya sevabın eksik olması hâli değil, onlara kolaylık sağlamak amacıyla görevden muaf tutulma hâlidir. Necasetten Temizlenmek (Necasetten Taharet) Necaset maddi pislik anlamında olup necasetten temizlenmek de namazdan önce beden, elbise veya namaz kılınacak yerin, kan, idrar, dışkı gibi dinen pis sayılan şeylerden temizlenmesi demekdir. Müslümanın her zaman temizliğe dikkat etmenin yanında, özellikle ibadet yapacağı zaman beden, giysi ve ibadet yeri temizliğine önem vermesi gerekmektedir. Ağır sayılan pisliklerin katı olanında ölçü, dört gram (1 miskal) miktarıdır. Kur’an’ın ilk nazil olan ayetlerinden birinde elbise temizliği emredilmiştir.(Müddessir, 74/4). Hz. İbrahim ve oğlu İsmail’e verilen görevlerden birisi de ibadet mekânı olan Kâbe’nin temiz tutulmasıyla ilgilidir (Bakara, 2/125). Ayrıca Kur’an’da Medine civarındaki Kuba halkı, temizlikleri ile diğer insanlara örnek gösterilmiştir (Tevbe, 9/108). Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 Namaz II Ağır sayılan pisliklerin sıvı olanında ölçü, avuç içi/el ayası miktarıdır. İslam alimleri elbisede veya namaz kılınan yerde, ayak, el ve dizler ile sağlam görüşe göre alnın konulacağı yerde belirli bir miktardan fazla pislik bulunması hâlinde kılınan namazın geçerli olamayacağını ifade etmişlerdir. Namaza engel olan pisliğin miktarı, pisliğin ağır (galiz) veya hafif sayılan pislik olmasına göre değişmektedir. Ayrıca ağır pislikler de kendi içinde katı ve sıvı olarak ayrılmıştır. Buna göre : Ağır sayılan pisliklerin katı olanında ölçü, dört gram (1 miskal) miktarıdır. Mesela insan dışkısı dört gram miktarına ulaştığı zaman namaza engel olur. Ağır sayılan pisliklerin sıvı olanında ölçü, avuç içi/el ayası miktarıdır. Mesela kan, insan sidiği veya şarap gibi sıvı pislikler avuç içi miktarına ulaştığı zaman namaza engel olur. Hafif sayılan pisliklerde ölçü, bulaştığı beden veya elbisenin dörtte biri miktarıdır. Mesela eti yenen hayvanların ve atların sidiği veya dışkısı, bulaştığı beden veya elbisenin dörtte biri mikrarına ulaştığı zaman namaza engel olur. Hafif sayılan pisliklerde diğerlerine nispeten müsamahalı olan bu ölçü, pisliğin bizzat kendisinin ağır sayılmaması yanında, insanların bunlardan sakınmasının güçlüğü, kolaylık sağlama, ibadetten geri kalmama gibi düşüncelere dayanmaktadır. Hafif sayılan pisliklerde ölçü, bulaştığı beden veya elbisenin dörtte biri miktarıdır. Önceki alimlerin bu ölçüleri belirlerken, temel olarak tarım ve hayvancılıkla geçinen toplumların şartlarını dikkate aldıkları unutulmamalı, günümüzde temizlik imkânlarının çok daha fazla olması sebebiyle temizlik konusunda daha hassas olunmalıdır. Avret Yerini Örtmek Avret, insan bedeninde başkası tarafından görülmesi ayıp ve günah sayılan yerlerdir. Avret sayılan yerlerin diğer zamanlarda başkaları tarafından görülmemesi için örtülmesi gerektiği gibi, namaz kılarken de örtülmüş olması gerekir. Kur’an-ı Kerim’de avret kelimesi örtülmesi gereken yerler anlamında geçmiş olmakla birlikte (Nûr, 24/31, 58), avret yerlerinin nereler olduğu belirlenmiş değildir. Yine Kur’an’da ilk insan Hz. Adem ile eşinden bahsederken cinsel organlar ve yakın çevresini ifade etmek üzere “sev’e” (A’râf, 7/20, 22, 26, 27; Tâhâ, 20/121; Mâide, 5/31) kelimesi kullanılmıştır. İlk insanların ayıp yerlerini örtme konusundaki bu tavırları, örtünmenin akıl ve insan yaratılışın bir gereği olduğunu göstermektedir. “Ey Âdemoğulları! Her mescide gidişinizde güzel elbiselerinizi (ziynet) giyin.” (A’râf, 7/31) ayetinde kastedilen ziynet, İbn Abbâs’a (r.a) göre, namazda giyilen temiz elbiselerdir. Böylece müminler için, namaz ve Kâbe’yi tavaf gibi ibadetlerde, avret sayılan yerlerin örtülmesi farizası başlamıştır. Daha sonra hicri 9 (m. 631) yıldan Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 Namaz II itibaren Hz. Peygamber Kâbe’nin çıplak tavaf edilemeyeceğini bildirmiştir (Buhârî, “Salât”, 10). Cinsel organlar ve yakın çevresi dışında nerelerin avret olduğu konusu, büyük ölçüde hadislerle düzenlenmiştir (bkz. İbn Mâce, “Taharet”, 132; Ebû Dâvûd, “Libas”, 31; Tirmizî, “Salât”, 160). Bir kimse karanlık bir evde bile olsa, temiz giysisi bulunduğu hâlde çıplak olarak namaz kılsa, bu namaz geçerli olmaz. Erkeğin avret yeri; göbek altından diz kapaklarına kadar olan kısımdır. Hanefîler, diz kapaklarını da avret saymışlardır. Kadının yüzü, elleri ve ayakları dışında, sarkan saçları dahil bütün bedenleri avret sayılır. Erkeğin avret yeri; göbek altından diz kapaklarına kadar olan kısımdır. Hanefîler, diz kapaklarını da avret saymışlardır. Kadının yüzü, elleri ve ayakları dışında, sarkan saçları dahil bütün bedenleri avret sayılır. Ebû Hanîfe ve İmam Muhammed’e göre, avret sayılan bir uzvun dörtte biri, bir rükûn eda edecek kadar açık kalsa, namaz bozulur. Ebû Yûsuf’a göre ise, avret sayılan bir uzvun yarıdan fazlası, bir rükûn eda edecek kadar açık kalsa, namaz bozulur. Namazda bir uzvun dörtte birden fazlası, namaz kılanın kendi istek ve fiili ile açılsa, bir rükûn eda edecek kadar bir süre beklemeğe gerek olmaksızın derhâl namaz bozulur. Bir uzvun avret sayılması, tercih edilen görüşe göre, sahibi bakımından değil, başkaları bakımındandır. Buna göre bir kimse namazda kendi avret yerini görse, namazı bozulmaz. Fakat başkası görürse bozulur. Cildin rengini gösterecek derecede ince olan elbise ile avret yeri örtülmüş sayılmaz. Eğer elbise kalın olmakla birlikte uzvu belli ederse ve hacmi ortaya koyarsa, bu durum çirkin görülmekle birlikte, namaz sahih olur. Avret yerlerini örtecek hiç bir şey bulamayan kimse, oturarak ve ayaklarını kıble tarafına uzatarak ima ile namazını kılar. Avret yerinin bir bölümünü örtecek bir şey bulunursa, önce galîz avret sayılan ön ve arka taraflar örtülür. Mâlikîler, namaz avreti konusunda biraz müsamahalı davranarak erkek ve kadının avret yerlerini “galîz avret ve “hafif avret” olmak üzere ikiye ayırmışlardır. Erkek için galîz avret cinsel organ ve makattır. Göbekle diz kapağı arasında kalan diğer kısımları ise hafif avret saymışlardır. Kadının için göğsü, göğüs hizasında bulunan sırt kısmı, kolları, boynu, başı ve dizden aşağısı hafif avret, bunun dışında kalan yerleri galîz avrettir. Mâlikîler’e göre hafif avret sayılan yerleri dahi örtmek dinen gerekli ise de, hafif avret yerlerinin örtülmemesi namaza engel olmaz. Böyle namaz kılana vakit içinde iade etmesi tavsiye edilir; iade etmezse namaz eksiğiyle birlikte geçerli olur. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 Namaz II Kıbleye Yönelmek Kâbe’nin kıble olmasından maksat, onun binası değil, bu yerin arsası yani koordinatlarıdır. Hz. Peygamber ve sahâbiler, Medine’ye hicretten sonra bir buçuk yıl kadar, namazlarını Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’ya doğru kıldılar. Bedir savaşından sonra kıble şu ayetle Kâbe oldu: “Artık yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Siz de nerede bulunursanız, yüzünüzü onun tarafına çevirin” (Bakara, 2/144). Rivayete göre, bir sahabî Hz. Peygamber’le ikindi namazını yeni kıble Kâbe’ye doğru kıldıktan sonra Benî Seleme mescidine gitmiş, cemaat namaz kılarken kıble değişikliğini bildirmiş, onlar da geri kalan rekâtları yeni kıbleye doğru kılmıştı. Bu yüzden bu mescide “Mescitü’l- kıbleteyn (İki kıbleli mescit)” adı verilmiştir (Buhârî, “İmân”, 30; Müslim, “Mesâcid”, 13). Kâbe’nin kıble olmasından maksat, onun binası değil, bu yerin arsası yani koordinatlarıdır. Nitekim Kâbe’nin yanında veya içinde bulunanlar, onun her hangi bir tarafına yönelerek namazlarını kılarlar. Kâbe’nin yakınında olup onu görenler, bizzat ona yönelmelidir. Ancak uzakta bulunanların tam Kâbe’ye yönelerek namaz kılmaları farz olmayıp o istikamete yönelmeleri yeterlidir. Farz, vacip veya nafile bütün tam namazlar ile tilavet secdesi gibi eksik namazların hepsinde Kâbe’ye dönmek şarttır. Kıbleden başka bir tarafa doğru bilerek kılınacak namaz geçerli olmaz. Hastalık, tehlike veya imkânsızlık gibi bir sebeple kıbleye dönemeyen kişi, mümkün ve müsait olan tarafa doğru namazını kılar. Kıblenin hangi tarafta bulunduğunu bilmeyen kimse, yanında kıbleyi bulmaya yarayan pusula ve benzeri cihazlarlar varsa onları kullanarak, çevrede sorabilecek birisi varsa ona sorarak, yakında bir cami varsa caminin yönünden istifade ederek kıbleyi öğrenmelidir. Bunlar yoksa yön bulmaya yardımcı olan kutup yıldızı, güneş veya ayın konumu, rüzgârın esme yönü gibi bilgiler yardımıyla kıbleyi bulmaya çalışır ve baskın kanaatine göre kıble zannettiği yöne doğru namazını kılar. Namazdan sonra yanlış tarafa yöneldiğini anlasa dahi, yeniden kılması gerekmez. Ancak namaz kılarken uyarılırsa, uyarılan yöne dönmesi gerekir. Kıbleyi bilmeyen ve sorabilecek kimse bulunduğu hâlde sormadan namazı kılan ve kıbleye isabet etmediği anlaşılan kişinin namazı geçerli olmaz. Kıble istikametine döndükten sonra ayrıca “döndüm kıbleye veya Kâbe’ye” diye söylemeye gerek yoktur. Hastalık, tehlike veya imkânsızlık gibi bir sebeple kıbleye dönemeyen kişi, mümkün ve müsait olan tarafa doğru namazını kılar. Kıblenin istikameti konusunda görüş ayrılığına düşenler, cemaat olmayıp namazlarını tek başlarına kılarlar. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 Namaz II Dünyanın neresinde olursa olsun bütün müslümanların tek bir kıble olarak Kâbe’ye yönelmeleri, aralarında maddi ve manevi birliğin oluşması, gerek dini gerekse dünyalık işlerde düzen ve tertibin sağlanması, ortak ibadet neşesinin oluşması, kişilerin bulundukları mekâna ve doğaya uyum sağlaması gibi çeşitli faydalar sağlamaktadır. Binek ve araç üzerinde namaz kılmak Yolculuk yapan kimse, normal durumlarda, binek üzerindeyken sünnet ve nafile namazları rahatlıkla kılabilir. Sünnetlerden sadece sabah namazının sünneti bu hükümden istisna edilmiş ve onun mutlaka yerde kılınması gerektiği ifade edilmiştir. Hz. Peygamber seyahatleri sırasında binek üzerinde nafile namazları kılmakta, rükû ve secdeyi baş iması ile yapmakta, secde için rükûdan biraz daha fazla eğilmekte ve hayvan hangi yöne giderse gitsin, oturuşunu değiştirmeksizin o yöne doğru kılmaya devam etmekteydi (Tirmizi, “Salat”, 260-261). Farz veya vacip olan namazlar bir mecburiyet olmadıkça binek üzerinde kılınmaz. Farz veya vacip olan namazlar bir mecburiyet olmadıkça binek üzerinde kılınmaz (Buharî, “Salât”, 31). Farz veya vacip namazların binekten inerek kıyam, rükû ve secde ile kılınması veya bineği durdurup üzerinde, kıbleye doğru kılınması gerekir. Buna göre, mecburiyet bulununca binek üzerinde her türlü namaz kılınabilir. Normal durumlarda ise yalnız nafile namaz kılınabilir. Binek üzerinde kılma mecburiyeti, yerin çamurlu veya karlı oluşu, yol arkadaşlarını kaybetme korkusu, güvenlik endişesi, yolcu olarak binilen aracın namaz vaktinde mola vermeyeceğinin belli olması gibi durumlardır. Böyle durumlarda hayvan, her türlü kara veya hava aracı üzerinde namazını baş iması ile ve bineğin gittiği yöne doğru kılar. Günümüzde oldukça konforlu olan tren, otobüs ve uçak gibi bazı araçlarda seyahat ederken, her ne kadar kıble istikameti denk getirilemese de, normal şartlarda olduğu gibi ayakta yani kıyam, rükû ve secde ile namaz kılınabilecek mekân ve imkân bulunabilmektedir. Böyle bir mekân ve imkân varsa, özellikle farz ve vacip namazları ima ile değil de, kıyam, rükû ve secde ile kılmalıdır. Nafile namazlar ise koltukta otururken imâ ile kılınabilir. İmam Muhammed, şehir içinde binek üzerinde, kıbleye doğru değil de, bineğin gittiği istikamete doğru nafile namaz kılınmasında kerâhet görmüştür. Şehir dışındaysa bir kerahet görmemiştir. Günümüzde şehirlerin oldukça büyümüş oldukları ve şehir içi seyahatlerin saatlerce sürdüğü dikkate alındığında, bunda kerahet bulunmayacağı sonucuna ulaşılabilir. Deniz araçlarında namaz kılacak kimse, aracın büyüklüğü ve şartlara göre eğer mekân ve imkân varsa farz ve vacip namazları normal şartlarda olduğu gibi ayakta Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 Namaz II yani kıyam, rükû ve secde ile kılmalıdır. Bazı deniz araçlarında mescid olarak tahsis edilmiş mekânlar bulunmaktadır. Özellikle belirli noktalar arasında sefer yapan deniz araçlarında kıble yönünü bulmak da kolaydır. Mümkünse başlangıçta kıbleye doğru namaza başlanır, namaz devam ederken geminin hareketlerini izleme imkânı olursa, gemi döndüğünde kişi istikametini kıbleye doğru ayarlar, geminin hareketlerini izleme imkânı olmazsa, namaza başladığı istikamette kılmaya devam eder. Sonuç olarak seyahat etmekte olan kişi, mümkünse seyahatine başlamadan önce aracın kalkış, varış ve mola saatlerini inceleyerek farz ve vacip namazları kıbleye doğru ve ayakta kılabileceği bir seyahat planlaması yapmaya gayret etmelidir. Seyahat devam ederken aracın durumuna ve şartlara göre, mümkünse kıbleye doğru ve ayakta kılmalıdır. Ancak mecburiyet durumlarında koltukta otururken de farz ve vacip namazlar kılınabilir. Nafile namazların seyahat sırasında oturarak kılınması konusundaysa daha fazla müsamaha gösterilmiştir. Vaktin Girmesi Günlük beş vakit farz namaz, bunlara bağlı sünnetler, cuma, vitir, teravih ve bayram namazları için vaktin girmiş olması şarttır. Dolayısıyla bu namazların belirli olan vakitlerinin bilinmesi ve bu vakit içinde eda edilmeleri gerekir. Vakit, namazın farz olmasının sebebi, edasının geçerli olabilmesinin de şartıdır. Henüz vakit girmeden kişinin o vaktin namazını kılması farz olmadığı gibi, vaktinden önce kılınacak namaz geçerli de olmaz, vaktinden sonraya bırakıldığındaysa kazaya kalmış olur. Fakat cuma, bayram namazları, cenaze namazı ve sünnet namazlar kaza edilemez. Kur’an-ı Kerim’in çeşitli ayetlerinde günlük ibadet vakitlerine işaret eden ayetler bulunmakla birlikte, namazların beş vakit olduğu ve bu vakitlerin başlangıç ve bitiş zamanları açık ve net olarak belirtilmemiştir. Kur’an, namazın vakitli bir ibadet olduğunu vurgulamıştır: “Şüphesiz namaz, müminlere, vakitli olarak farz kılınmıştır” (Nisâ, 4/103). Namaz vakitlerinin beş tane olduğunu ve bu vakitlerin başlangıç ve bitiş zamanlarını Hz. Peygamber hem uygulamalarıyla göstermiş hem de hadisleriyle açıklamıştır. Namaz vakitlerinin başlangıç ve bitişlerini daha önce müstakil bir başlık altında ele aldığımız için burada tekrara gerek yoktur. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 Namaz II Namaza Niyet Etmek Niyet; yönelmek, azmetmek, kesin olarak istemek ve kastetmek demektir. Namaz konusunda niyet, Allah için namaz kılmayı istemek ve hangi namazın kılınacağını bilmektir. Bu işlem bir anlık düşünme ve zihinden geçirme ile meydana gelir. Niyet esasen kalp ile yapılır, ayrıca dil ile söylemeye gerek yoktur. Buna göre niyetin kalple yapılması şart, dil ile söylenmesi ise müstehaptır. Kalpten niyet edilmeden namaz geçerli olmaz, ancak niyetin dil ile söylenmesi daha iyi görülmüştür. Çünkü dil kalbe yardımcı olur, kişinin namaza başlarken gafletten, çevrenin etkisinden ve zihnindeki meşguliyetlerden kurtulup kendisini namaza odaklamasını, huşu ve ihlas modunu yakalamasını sağlar. Kılınacak olan namazın vaktini söyleyerek ve namazın farz, vacip veya sünnet olduğunu belirterek “niyet ettim sabah namazının farzını kılmaya” gibi bir cümle kurmak uygun olur. Niyet esasen kalp ile yapılır, ayrıca dil ile söylemeye gerek yoktur. Âdet ile ibadeti birbirinden ayıran en önemli husus niyettir. Yani niyet, yapılan okuma ve hareketlerin salt bir gelenek olarak şuursuzca tekrarlanmadığı, aksine bilinçli ve ihlaslı bir şekilde yapıldığını gösterir. Niyetsiz ibadet âdet, niyetle âdet de ibadet olur. Yüce Allah, dini sadece kendisine özgü kılarak ibadet edilmesini istemekte (Beyyine, 98/5), Hz. Peygamber de amellerin niyetlere göre olduğunu vurgulamaktadır (Buhârî, “Bedü’l-vahy”, 1; Müslim, “İmâret”, 155). Namaz niyetinin iftitâh tekbirine yakın olması menduptur. Fakat tekbirden sonra yapılacak bir niyet ile namaz sahih olmaz. Çünkü niyet namaza başlamadan önce yapılmalıdır, hâlbuki tekbirle namaza başlanmıştır. Tercih edilen görüş budur. Başka bir görüşe göre ise, tekbirden sonra Sübhaneke’den veya Fâtiha’dan önce yapılacak bir niyet ile de namaz caiz olur. Kalple yapılan niyette günlük beş vakit farz namazda, cuma ve cenaze namazı gibi farz namazlarda veya vitir, tilavet secdesi, adak namazı ve bayram namazları gibi vacip namazlarda, bunların kalben belirlenmesi gerekir. Meselâ “Bugünkü sabah namazının farzına, cuma namazına, bu akşamki vitir namazına, Ramazan bayram namazına” diye kalple niyet edilir. Genel anlamda “farz namaza” diye kalpten geçirmek yeterli değildir. Çünkü bununla namaz belirlenmiş olmaz; başka farz olan namazlarla karışma ihtimali vardır. Bir namaz vakti içinde “bu vaktin farzını kılmaya” diye kalple niyet edilmesi yeterli olur. Çünkü o vaktin farz namazı tek ve bilinirdir. Ancak cuma namazı bundan müstesnadır. Cumayı vaktin farzı niyetiyle kılmak yeterli olmaz. Çünkü asıl vakit, cumaya değil, öğle namazına aittir. Zira cuma günü öğle vaktinde, şartlarını taşıyana cuma namazını, diğerlerine de öğle namazını kılmak farzdır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 Namaz II Kaza namazı kılarken, şayet hangi günün ve vaktin kazaya kaldığı biliniyorsa, kalple o namaza niyet edilir. Eğer günü hatırlanamıyorsa “üzerime kazaya kalan ilk öğlen namazını kaza etmeye” veya “üzerime kazaya kalan son ikindi namazını kaza etmeye” gibi bir niyetle, bir taraftan namazın hangi vakit olduğu açıkça belirtilmiş, diğer taraftan da kazaya kalanların ilki veya sonu şeklinde bir tahsise gidilmiş olur. Nafile namazlarda “niyet ettim şu vaktin ilk sünnetini” veya “son sünnetini kılmaya” denilir. Bununla birlikte, nafilelerde “namaz kılmaya” diye mutlak niyet de yeterlidir. O namazın müekked veya gayri müekked sünnet olduğunu yahut rekâtlarını tayin etmek gerekmez. Yalnız teravih namazı için, “niyet ettim teravih namazına” diye kalple niyet edilmesi daha uygundur. Eda niyetiyle kaza veya kaza niyetiyle eda caizdir. Mesela bir kimse daha akşam namazının vaktinin çıkmadığını sanarak, akşam namazının farzını edaya diye niyet edip kılsa, fakat daha sonra akşam namazını yatsı vaktinde kıldığını anlasa, o namaz kaza mahiyetinde olarak caiz olur. Namaza başlarken yapılan niyetin namazın sonuna kadar hatırda tutulması gerekmez. Bir kimse, imamın tekbirinden önce veya imam “Allahü ekber” sözünü bitirmeden namaza başlarsa, imama uymuş olmaz İmama uyan kimsenin, kılacağı namazı belirlemeksizin, mutlak olarak “imama uydum” veya “imam ile birlikte namaz kılmaya” diye niyet etmesi, tercih edilen görüşe göre yeterli değildir. Namazın hangi vakit olduğunu, ayrıca farz veya vacip namaz gibi çeşidini belirtmek gerekir. “Niyet ettim öğle namazının farzını kılmaya, uydum imama” diye niyet etmek gibi. Zira farz kılan bir imama uyarak nafile bir namaz kılmak da mümkündür. Bir kimse, imamın tekbirinden önce veya imam “Allahü ekber” sözünü bitirmeden namaza başlarsa, imama uymuş olmaz. Cemaatin, kendisine uyduğu imamı görmesi veya tanıması şart değildir. Ancak isim zikrederek “mesela uydum Ahmed imama” diyerek belirlediği imama uyduktan sonra, imamın başka birisi olduğu anlaşılsa, bu uyma geçerli olmaz. Çünkü bu, kayıtlanmış ve isabet etmemiş bir niyettir. Bir imamın erkek cemaate imam olmak için özel olarak niyet etmesinin şart olmadığı konusunda ittifak vardır. Zaten namaz kıldırmak için öne geçmek, imam olma niyetini gösterir. Fakat bazı kaynaklarda imam olan kimsenin kadınlara imamlık etmeye de niyet etmesi gerektiği, aksi takdirde ona uyan kadınların imama uymalarının geçerli olmayacağı, dolayısıyla kıldıkları namazın nafile sayılacağı söylenmiştir. Kadın cemaatin imama uymasıyla ilgili bu tür ifadeler, cemaate katılan kadınları, kendi ellerinde olmayan ve tamamen imama ait bulunan niyetten dolayı, kıldıkları farzın geçerli olup olmadığı konusunda endişeye sevk etmektedir. Bu tür sıkıntı ve endişelerden kurtulmak için, imam olan kişinin, kendisine uyan herkese Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 Namaz II imam olmak şeklinde genel bir niyet yapması ve kadınların da cemaate katıldıkları yerlerde yersiz endişelere kapılmadan imama uymaları gerekir. Namazın Rükûnları: Namazın farzlarından olan ve namaza başladıktan sonra namazın bir parçası mahiyetindeki rükünler de altı tane olup şunlardır: 1- Başlangıç tekbiri, 2- Kıyam, 3Kıraat, 4- Rükû, 5- Secde, 6- Namazın sonunda Tahiyyat okuyacak kadar oturmak. Bazı alimlere göre namazın üzerinde ittifak edilen bu altı rüknüne ilave başka rükünleri de vardır. Rükün olup olmadığı tartışmalı olan hususlara bu konunun sonunda yer verilecektir. Şimdi öncelikle üzerinde ittifak edilen altı rüknü sırasıyla açıklayalım: Başlangıç (iftitâh) Tekbiri Namaza başlamak için kişinin ayakta ve kendisinin işitebileceği kadar bir sesle “Allahu ekber” demesine “iftitâh tekbiri” veya “tahrîme” denir. Bu tekbirle namaza başlanmış olur. Hz. Peygamber’in yanlış namaz kılan bir sahabiye, namazı tarif ederken “namaza kalktığın zaman tekbir getir” buyurduğu (Buhârî, “Ezân”, 95, 122; Müslim, “Salât”, 45; Ebû Dâvûd, “Salât”, 164) ve bizzat kendisinin namaza başlarken tekbir alarak, ellerini kulaklarının hizasına kadar kaldırdığı nakledilmiştir. (Buhârî, “Amel fi’ssalât”, 316; Müslim, “Salât”, 21–25). Hanefîler sadece iftitâh tekbirinde ve kulak hizasına kadar elleri kaldırmayı sünnet sayarken; Şâfiî ve Hanbelîler’e göre, iftitâh tekbiri alırken, rükûa eğilirken ve rükûdan doğrulurken elleri omuz hizasına kadar kaldırmak sünnettir (Müslim, “Salât”, 21, 25, 26; Ebû Dâvûd, “Salât”, 115; Tirmizî, “Salât”, 76). Ayakta duramayan kişi oturarak tekbir alıp namaza başlayabilir. İmamın tekbiri açıktan yüksek sesle alması müstehaptır. Hanefîler’e göre, namaza başlarken “Allahu ekber” sözü ile başlamak vacip, “ekber” yerine “kebîr” veya azîm” gibi bir kelime kullanmak ise tahrîmen mekruhtur. Ayrıca “estağfirullah”, “eûzubillah” veya “bismillah” gibi sözlerle namaza başlanmış olmaz. Ekber yerine “ekbâr” veya Allah yerine çekerek “Âllah” demek anlamı bozacağı için bu şekilde namaza başlanmış olmaz. Böyle bir okuyuş namaz içinde olursa namazı bozar. Ekber’in “kâf” harfini yumuşak okuyarak “egber” denilmesi zarar vermez. Çünkü bazı kişilerin bundan kaçınması güçtür. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 Namaz II Yeni müslüman olan ve henüz tekbiri Arapça hâliyle doğru bir şekilde söyleyemeyen kişiler için geçici ve çok kısa bir süre kendi dilinde tekbir getirmek de yeterlidir. Çünkü bu iki kelimeyi öğrenmek insanların fazla vaktini almaz. İftitah tekbiri niyetten sonra alınmış olmalı ve imama uyan kimsenin tekbiri imamın tekbirinin önüne geçmemelidir. Bu sebeple imamın tekbir alırken fazla uzatmadan hızlıca alması uygun olur. Kıyam Kıyam; ayakta durmak, doğrulmak, dik durmak demektir. Gücü yetenin farz veya vacip namazlarda başlangıç tekbiri ve her rekâtta Kur’an’dan okunması gerekli olan en az miktarı okuyacak kadar bir süre ayakta durması namazın rükünlerindendir. Bir farz veya vacip namazı, ayakta durmaya gücü yettiği hâlde oturarak kılmak caiz olmaz (Buhârî, “Salatü’l-kâid”, 1; İbn Mâce, “İkâmet”, 139). Bir özür bulunmadıkça günlük farz namazlar, cuma ve cenaze namazı, vacip namazlar, tilavet secdesi ve kaza namazı binek veya araç üzerinde oturarak kılınamaz. Buna göre hasta ve yaşlı kimseler, ayakta namaz kılmaya güç yetiremezlerse, oturarak kılabilirler. Bir süre ayakta kılmaya gücü yeten kimse o kadar ayakta durur, sonra oturarak namazına devam eder. Hatta yalnız iftitâh tekbirini ayakta alabilen kimse, bu tekbiri ayakta aldıktan sonra oturarak devam eder. Namaz kılarken rahatsızlanan kimse, namazın geri kalan bölümünü gücünün yettiği şekilde tamamlar. Rükû ve secdeyi tam olarak yapmaya gücü yeten bir hastanın, ima ile namaz kılması yeterli değildir. Rükû ve secde yapamayacak durumda olan kişi, başını öne doğru eğerek ima ile rükû yapar, secde için biraz daha eğilir. İma yapıldığında başı yastık veya koltuk gibi bir yere koymak gerekmez, sadece eğilmek yeterlidir. İmâ başı öne eğerek yapılır; göz, kaş veya kalple ima yapılmaz. Başını dahi hareket ettiremeyecek durumda olan kişi, iyileşinceye kadar namazlarını erteler. Bir özür bulunmadıkça günlük farz namazlar, cuma ve cenaze namazı, vacip namazlar, tilavet secdesi ve kaza namazı binek veya araç üzerinde oturarak kılınamaz. Duran veya hareket hâlindeki araç müsaitse, yerde kılındığı şekliyle, araç üzerinde de kıyam, rükû ve secde ile kılınabilir. Araçla seyahat sırasında farz ve vacip namazları, mümkün olduğu kadar kıyam, rükû ve secde ile kılmaya gayret etmelidir. Günümüzde bazı tren, uçak ve gemi gibi araçlarda bu imkân bulunmaktadır. Nafile namazlar, bir özür bulunmasa da binek veya araç üzerinde oturularak kılınabilir. Çünkü nafile namazlarda kolaylık esastır. Ancak bununla birlikte, nafile namazları da ayakta kılmak daha faziletlidir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 Namaz II Kıraat Kıraat sözlükte, okumak anlamına gelmekte olup namazda Kur’an’dan bir miktar okumak farzdır. Tek başına namaz kılanın veya imamın, nafile namazlar ile vitir namazının bütün rekâtlarında bir miktar Kur’an-ı Kerim okuması farzdır. İki rekâtlı farz namazların her bir rekâtında kıraat farz olmakla birlikte, dört veya üç rekâtlı farz namazlarda kıraatin ilk iki rekâtta yapılması vacip hükmündedir. Hanefî mezhebinde tercih edilen görüşe göre Kur’an’dan okunacak kıraatın en az miktarı, kısa üç ayet veya buna denk miktardır. Bu ölçü Kevser suresine denk gelmektedir. Hanefî mezhebinde tercih edilen görüşe göre Kur’an’dan okunacak kıraatın en az miktarı, kısa üç ayet veya buna denk miktardır. Bu ölçü Kevser suresine denk gelmektedir. Hanefî mezhebine göre namazda özellikle Fâtiha’yı okumak vaciptir. Fâtiha terkedilse, namaz tahrimen mekruh olmakla birlikte sahihtir. Hz. Peygamber’in “Fâtihasız namaz olmaz” (Tirmizî, “Mevâkît”, 69, 115, 116; İbn Mâce, “İkâmet”, 11) mealindeki hadisini, Hanefî alimler “fâtihasız namaz mükemmel olmaz veya fazileti yoktur” şeklinde anlamışlardır. İmama uyan kimse kıraatte bulunmaz. İmama uyan cemaatin açık veya gizli okunan bütün namazlarda susması gerekir. Zira imamın kıraati, cemaatin kıraati yerine geçer. (Buhârî, “Taksir”, 19; İbn Mâce, “İkâmet”, 13). Kıraat bazı namazlarda açıktan/sesli (cehrî), bazı namazlarda da gizli/sessiz (hafî) yapılır. Cehrî kıraat; başkalarının duyacağı bir ses tonuyla okumak demektir. Hafî kıraat ise; harfleri yerinden çıkarmak kaydıyla, kendi duyabileceği bir sesle, fısıldar gibi okumaktır. Hanefîler dışındaki üç mezhebe göre, namazda kıraatin en az miktarı Fâtiha Suresi’nin okunmasıdır. Onlara göre “Fâtiha’sız namaz olmaz” (Tirmizî, “Mevâkît”, 69, 115, 116; İbn Mâce, “İkâmet”, 11) mealindeki hadis, Fâtiha’sız namazın geçerli olmayacağı anlamındadır. Farzların ilk iki rekâtında Fâtiha’dan sonra Kur’an’dan bir sûre veya birkaç ayet daha okumak ise sünnettir. Bu üç mezhebe göre kıraat, imam ve tek başına namaz kılan için gerekli olduğu gibi, imama uyan için de gereklidir. Buna göre imama uyan kişi, sessiz namazda Fâtiha’yı ve ardından eklenecek bir sureyi; sesli namazlardaysa sadece Fâtiha’yı okur; Mâlikî ve Hanbelîler’e göre, sesli namazda bir şey okumayıp sadece dinler. Ahmed İbn Hanbel’e göre tercihen hem dinler, hem de imam ara verdiğinde okur (Döndüren, İlmihâl, s. 304-305). Şâfiîlere göre besmele, Fâtiha Suresi’nin birinci ayeti sayıldığı için, onun da kıraat kapsamında okunması gereklidir. Açıktan okunan namazlarda Şâfiî imam, Fâtiha’yı besmeleyle birlikte açıktan okur. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 Namaz II Bir ayetten başkasını okumaya gücü yetmeyen kimse, bu ayeti Ebû Hanîfe’ye göre bir kere okur. Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’e göre ise aynı rekâtta üç kere tekrar eder. Kur’an Meâliyle Kıraat Meselesi İslama yeni girmiş ve henüz yeteri kadar kıraat yapabilecek duruma gelmemiş kişilerin durumu tartışılmıştır: Ebû Hanîfe’ye nispet edilen bir görüşe göre böyle kişiler, Kur’an’dan bir miktar ezberleyene kadar geçici bir süreliğine kendi dillerindeki Kur’an mealini okuyabilirler. Ancak Ebû Hanîfe’nin bu görüşünden döndüğü rivayet edilmiştir. Şafiilere göre hiçbir durumda Arapça dışındaki bir dille namazda kıraat yapılamaz. Böyle bir okuyuş namazı bozar. Kanaatimize göre bu tür kişiler öncelikle Fâtiha Suresi’ni ezberlemeye ve erberleyinceye kadar geçecek sürede cemaate devam etmeye gayret etmelidirler. Çünkü sadece Fâtiha’yı okumak, bütün mezheplere göre kıraat için yeterlidir. İmama uyan kimsenin de kıraat yapması gerekmemektedir. Namazda kıraat edilen ayetlerin anlamını bilmek şart değildir. Bununla birlikte özellikle namazda okunan sure ve ayetlerin anlamlarının kabaca da olsa bilinmesinin ihlas ve huşuya yardımcı olacağı muhakkaktır. Rükû Rükû sözlükte, eğilmek demek olup namazda kıraatten sonra yapılır. Erkekler öne eğilerek baş ve sırt düz bir hat meydana getirecek şekilde, parmaklar açık şekilde elleriyle diz kapaklarını kavrayarak; kadınlar ise sadece ellerini diz kapaklarına değdirecek kadar eğilerek rükû yaparlar. Özürsüz olarak tam rükû yapmayanın durumuna bakılır; eğer kıyama daha yakın görülürse rükû geçerli olmaz, fakat rükû durumuna daha yakın görülürse geçerli olur. Sırtı kambur olan veya rahatsızlığı bulunan kişiler, rukûyu güçlerinin yettiği ölçüde yaparlar. İmama uyan kimse, imamdan önce rükûa veya secdeye gitse ve yine imamdan önce rükûdan veya secdeden başını kaldırsa, bu rükû veya secde yeterli olmaz. Ayetlerde rükû hem müminlere emredilir, hem de önceki ümmetlere de rükû emri verildiğinden bahsedilir (Hac, 22/77; Âl-i İmrân, 3/43). Hz. Peygamber rükû yaparken, ellerini dizleri üzerine koyar, sırtını düzgün, başını da ne yukarıda ne de aşağıda tutardı (Buhârî, “Ezân”, 120, 145; Ebû Dâvûd, “Salât”, 116, 122). Hanefîler’den Ebû Yûsuf’a ve diğer üç mezhebe göre, rükûu yaparken sakinleşinceye kadar bir süre beklemek (tuma’nîne) ve yine rükûdan doğrulunca sakinleşinceye kadar bir süre ayakta durmak (kavme) farzdır. Ebû Hanîfe ve İmam Muhammed’e göreyse tuma’nîne ve kavme vaciptir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 Namaz II Rukûya üç kere, “sübhâne rabbiye’l-azîm = Yüce olan rabbimi tesbih ve tenzih ederim” demek sünnettir. İmama rükûda iken yetişen kimse, ayakta iftitâh tekbirini alır ve hemen rükûya varır. Rükûya giderken ikinci bir tekbir almak zorunda değildir; zira intikal tekbirleri sünnettir. İmama rükûda iken yetişirse, o rekâtı imam ile kılmış sayılır. İmama uyan kimse, imamdan önce rükûa veya secdeye gitse ve yine imamdan önce rükûdan veya secdeden başını kaldırsa, bu rükû veya secde yeterli olmaz. Eğer bu rükû ve secdeyi, imamın rükû ve secdesi sırasında yeniden yapmazsa namazı bozulur. Secde Secde sözlükte; itaat, teslimiyet, tevazu ile eğilmek ve yüzü yere sürmek anlamlarına gelir. Namazın her rekâtında, rükûdan sonra, belirli uzuvları yere koyarak iki kere yere kapanmak namazın rükünlerindendir. Sünnete en uygun secde şekli yüz (alın ve burun), iki ayak, iki el ve iki diz yere konularak yapılır. Hz. Peygamber, namazını çok hızlı bir şekilde kılan birini uyarmış (Buhârî, “Ezân”, 95) ve secde azalarını şöyle açıklamıştır: “Ben yedi kemik üzerine secde etmekle emrolundum. Bunlar da; alın, (eliyle burnuna işaret etti), iki el, iki diz ve iki ayaktır. Ayrıca (secdeye giderken) elbise ve saçı toplamamakla emrolundum” (Buhârî, “Ezân”, 133, 134,; Müslim, “Salât”, 226-230; İbn Mâce, “İkâmet”, 19). Yer darlığı ve cemaatin çok sıkışık olması gibi sebeplerle yere secde edemeyen kimse, zaruret sebebiyle önündeki bir eşya üzerine ve önündeki kişinin sırtına secde edebilir. Hanefîler’de tercih edilen görüşe göre, secdede alnı yere koymak farz, burnu koymak ise vacip kabul edilmiştir. Buna göre alnın yere konulmaması ancak geçerli bir özür sebebiyle olabilir. Alın konulduğu hâlde, burun konulmadığı takdirde mekruh olmakla birlikte namaz geçerlidir. Alın ve burunda secdeye engel bir özür bulunursa, ima ile secde yapılır. Bir özür bulunsa bile sadece çene, yanak veya kulak üzerine secde yapılamaz. Hanefîler’de tercih edilen görüşe göre, secdede iki ayağı yere koymak farzdır. Buna göre iki ayağın da parmakları yere değmedikçe secde caiz olmaz. Yer darlığı ve cemaatin çok sıkışık olması gibi sebeplerle yere secde edemeyen kimse, zaruret sebebiyle önündeki bir eşya üzerine ve önündeki kişinin sırtına secde edebilir. Secde edilen yerin sertliğinin hissedilmesi gerekir. Yüz içinde kaybolacak ve sertliğin hissedilmesine engel olacak kadar yumuşak olan pamuk, saman, kar ve Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 Namaz II sünger gibi şeyler üzerine secde edilemez. Şayet bunlar yoğunluk meydana getirip serlik oluşturursa üzerlerine secde caiz olur. Secde sırasında ve iki secde arasında oturunca “sübhânellâhi’l-azîm” diyecek kadar durmak Hanefîler’den Ebû Yûsuf’a ve diğer üç mezhebe göre farz, Ebû Hanîfe ve İmam Muhammed’e göre ise vaciptir. Secdede üç kere “sübhâne rabbiye’l-a’lâ = Yüce Rabbimi tesbih ve tenzih ederim” demek sünnettir (Ebû Dâvûd, “Salâ”, 147, 154; Tirmizî, “Salât” 194). Her rekâtta iki secde yapılır. Bunlardan birisi bilerek terk edilse namaz bozulur, sehven terk edilmişse, sehiv secdesi ile telafi edilir. Kulun, rabbine en yakın olduğu hâl, secdeye varmış olduğu hâlidir (Müslim, “Salât”, 42; Ebû Dâvûd, “Salât”, 96). Namazın Sonunda Tahiyyât Okuyacak Kadar Oturmak (Ka’de-i ahîre) Ka’de-i ahîre, son oturuş demek olup namazın sonunda teşehhüt miktarı oturmayı ifade eder. İki rekâtlı namazlarda ikinci, üç rekâtlı namazlarda üçüncü ve dört rekâtlı namazlarda dördüncü rekâttan sonraki oturuşlar son oturuştur. Üç veya dört rekâtlı namazların ikinci rekâtlarından sonraki oturuşa da “ka’de-i ûlâ = ilk oturuş” denir. Hanefîler’e göre son oturuşun farz olan süresi, teşehhüt miktarı yani Tahiyyât duasını okuyacak kadardır. Tahiyyât duasını okumak ise vaciptir. Şâfiî ve Hanbelîler’e göre, teşehhüt miktarına ek olarak salavat getirebilecek yani “Allahümme salli alâ Muhammed” diyecek kadardır. Mâlikiler’e göre ise, selam verebilecek kadar kısa bir süre oturmaktır. Rükün Olup Olmadığı Tartışmalı Olan Hususlar Namazın rükünlerinden olup olmadığı tartışılan iki husus vardır ki bunlar; ta’dîl-i erkân ve namazdan kendi fiili ile çıkmaktır. Şimdi bunları açıklayalım: Ta’dîl-i Erkân Namazın rükünlerinden olup olmadığı tartışılan iki husus vardır ki bunlar; ta’dîl-i erkân ve namazdan kendi fiili ile çıkmaktır. Ta’dîl-i erkân, namazın rükünlerini, yerli yerinde ve düzgün yapmak anlamına gelir. Tume’nîne ise, yerine getirilen rükne hakkının verildiğine kanaat getirilerek gönlün rahat olmasıdır ki ta’dîl-i erkânın sonucudur. Ta’dîl-i erkân rükûda, rükûdan doğrulunca, secdede ve iki secde arasındaki oturuşta en az bir kere, “sübhâne’l-lâhi’l-azîm” diyecek kadar durmak demektir. Hanefîlerden Ebû Yûsuf ile diğer üç mezhebe göre, namazda ta’dîl-i erkânı uygulamak farz; Ebû Hanîfe ile İmam Muhammed’e göre ise vaciptir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 Namaz II Namazdan Kendi İsteğiyle Çıkmak Ebû Hanîfe’ye göre, namaz kılan kimsenin, namaza kendi isteğiyle yaptığı bir fiil ile son vermesi farzdır. Teşehhüt miktarı oturduktan sonra tek tarafa da olsa selam vererek, konuşarak, abdestini bozarak veya başka bir iş yaparak namazdan çıkılsa, bu namaz tamamlanmış olur. Kişinin elinde olmayan bir sebeple namaz sona erse, bu namaz tamamlanmış olmaz. Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’e göre, teşehhüt miktarı oturmakla namazın rükünleri tamamlanmış olur. Bu görüş ayrılığının bir sonucu olarak, melesa sabah namazının farzında son oturuşta, teşehhüt miktarı oturduktan sonra, henüz kendi fiili ile namazdan çıkmadan güneş doğsa, Ebû Hanîfe’ye göre namaz bozulmuş (fâsit) olur; Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’e göre ise namaz tamamlanmıştır. Şâfiî ve Mâlikîler’e göre namazdan çıkmak için birinci selamı vermek farzdır. Hanbelîler’e göre ise, iki tarafa selam verilmesi farzdır. NAMAZIN VACİPLERİ Hanefîler’e göre ayet, mütevatir veya meşhur hadis gibi kesin delile dayanmakla birlikte, delaleti zannî olan hükme “vacip” denir. Vacibi yerine getirmek gerekir, onu terk eden ahirette hesaba çekilir fakat inkâr eden kâfir olmaz. Namazda vacibin terk veya tehiri hâlinde namaz bozulmaz, fakat bu eksikliği telafi için sehiv secdesi yapmak gerekir. Vacip şeklinde bir kategori sadece Hanefîler’e aittir. Diğer üç mezhep, Hanefîler’in vacip dediği hususların bir kısmını farz, bir kısmını da sünnet kapsamında değerlendirmişlerdir. Hanefîler’e göre namazın vacipleri şunlardır: Namaza “Allahü ekber” sözüyle başlamak. Bu diğer mezheplere göre farzdır. Namazların her rekâtında Fâtiha Suresi’ni okumak. Diğer mezheplere göre namazın her rekâtında Fâtiha’yı okumak farzdır. Namazda vacibin terk veya te’hiri hâlinde namaz bozulmaz fakat bu eksikliği telafi için sehiv secdesi yapmak gerekir. Namazlarda farz olan kıraati ilk iki rekâtta yerine getirmek. İlk iki rekâttan herbirinde Fâtiha’yı sadece bir kere okuyup, tekrar etmemek. Fâtiha’yı, okunacak diğer sure veya ayetlerden önce okumak. Farz namazların ilk iki rekâtında, vacip veya nafile namazların her rekâtında, Fâtiha’dan sonra, Kur’an’dan Kevser suresi kadar kısa bir sûre veya buna denk Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 Namaz II düşecek bir miktar okumak (zammı sûre). Diğer üç mezhebe göre zammı sure sünnettir. Tek başına namaz kılanın öğle, ikindi ve gündüzün kılacağı nafile namazlarda kıraatı gizli yapması. Sabah, akşam ve yatsı namazları ile gece kılınan nafile namazlarda ise gizli veya açıktan okuyabilir. İmamın, sabah, cuma, bayram, teravih ve vitir namazlarının her rekâtında; akşam ve yatsı namazının ilk iki rekâtında açık olarak; öğle ve ikindi namazının bütün rekâtlarıyla, akşam namazının üçüncü ve yatsı namazının da son iki rekâtında gizli olarak kıraatta bulunması. Vitir namazında Kunût duası okumak ve Kunût tekbiri almak Ebû Hanife’ye göre vacip; Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’e göre ise sünnettir. Kunut dualarından yalnızca birini okumak yeterlidir. Kaza olarak kılınan bir namaz, gündüzün cemaatle kılınacak olsa, eğer sabah namazı gibi açıktan okunması gereken bir namazsa yine açıktan okunması; öğle namazı gibi gizli okunacak bir namazsa gizli okunması. Namazı tek başına kaza eden ise, gizli veya açıktan okuma konusunda serbesttir. İki bayram namazının üçer tane ilâve tekbirlerini almak. İkinci rekâtın rükû tekbiri de, vacip olan ilave tekbirlere bitişik olduğu için vacip sayılır. Secdede alın ile birlikte burnu da yere koymak. Üç veya dört rekâtlı namazlarda ikinci rekâtın sonunda oturmak (ka’de-i ûlâ). Namazların her oturuşunda teşehhütte bulunmak, yani “et-tehiyyâtü” duasını okumak. Namazda farz olan bir rüknü, zamanından ileriye ertelememek. Mesela ilk oturuşta tahiyyâtı okuduktan sonra oturmaya devam etmemek. Namazın rükünlerini yerine getirirken sırayı gözetmek. Vaciplerden herbirini yerinde yapıp zamanından ileriye ertelememek. Yanılarak terk edilen veya geciktirilen vaciplerden dolayı sehiv secdesi yapmak. Namaz içinde okunan secde ayetinden dolayı tilavet secdesi yapmak. Şayet secde ayetinden sonra üç ayetten daha fazla okumaya devam edilecekse, hemen secde yapılır ve kalkınca kıraate devam edilir. Daha az okunacaksa, kıraat bittiğinde rükuya gidilir ve bu rüku secde yerine geçer. Ebû Hanife ve İmam Muhammed’e göre, namazın rükünlerinde ta’dîl-i erkâna riayet etmek. Ebu Yusuf ile diğer üç mezhebe göre bu farzdır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 Namaz II Namazın sonunda selam vermek. Namazın sonunda en az “es-selamü” demek vaciptir. Buna “aleyküm ve rahmetullah” sözünü ilave etmekse sünnettir. Fakihlerin çoğunluğuna göre, sağ tarafa “es-selamü” demekle namaz sona ermiş olur. NAMAZIN SÜNNETLERİ Sünnetlerin terki hâlinde namaz bozulmaz, sehiv secdesi de gerekmez ancak hoş olmayan yakışıksız bir şey yapılmış olur. Namazın sünnetleri; Hz. Peygamberin farz ve vacipler dışında yaptığı, ona uymak maksadıyla yapana sevap kazandıran, terk edenin cezalandırılmayacağı ancak kınanmayı hak ettiği birtakım söz ve fiillerdir. Sünnetlerin terki hâlinde namaz bozulmaz, sehiv secdesi de gerekmez ancak hoş olmayan yakışıksız bir şey yapılmış olur. Hanefîler’e göre namazın sünnetleri şunlardır: Beş vakit namaz ile cuma namazı için ezan ve kamet okumak. İftitah tekbiri için elleri yukarıya kaldırmak. Erkekler ellerini kulak hizasına kadar; kadınlar ise, omuzları hizasına kaldırırlar. Şâfiî ve Mâlikîler’e göre, erkekler de ellerini yalnız omuzları hizasına kadar kaldırırlar. Şâfiî ve Hanbelîler’e göre, elleri rükûya eğilirken ve rükûdan doğrulurken de omuz hizasına kaldırmak sünnettir. Cemaatin iftitâh tekbirini, imamın tekbirinden hemen sonra alması. İftitah tekbirinin hemen ardından elleri bağlamak. Erkekler göbek altından, sağ elin iç kısmı, sol elin üst kısmı üzerine konularak baş parmak ile küçük parmak sol bilek üzerinde halka yapılır. Kadınlarsa halka yapmaksızın ellerini göğsü üzerine koyarlar. Şâfiîler’e göre, erkeklerin ellerini göbek üstüne koymaları; Mâlikîler’e göre de elleri vakarlı bir şekilde yanlara salıvermek iyi görülmüştür. Sübhâneke’yi okumak. İftitah tekbirinden sonra ve kıraatten önce okunur. İlk rekâtta Fâtiha’dan önce gizli olarak eûzü-besmele, diğer rekâtlarda ise yalnız besmele okumak. Fâtiha’dan sonra gizlice “amin” demek. İmamın intikal tekbirlerini ve rükûdan kalkarken, “semiallâhü limen hamideh” cümlesini ve namazın sonunda verilen selamı, yüksek sesle yapması; cemaatin de rükûdan kalkarken “Rabbenâ leke’l-hamd” duasını, tekbirleri ve selamı gizlice söylemesi. Tek başına namaz kılan kimse, rükûdan kalkarken gizlice hem “semiallâhü limen hamideh”, hem de “Rabbenâ leke’l-hamd” der. Rükû ve secdeye eğilip kalkarken alınan intikal tekbirlerini söylemek. Kıyam hâlindeyken iki ayağın arasını dört parmak kadar açmak. Şâfiîler’e göre iki ayak arası bir karış kadar açılır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 Namaz II Rükûda erkeklerin bacakları dik, baş ve sırt düz, pazular vücuda bitişmemiş hâlde elleriyle, parmak araları serbest bırakılarak dizlerini kavramaları. Kadınlar ise dizlerini hafif bükerek, sırtları meyilli şekilde ellerini dizleri üzerine koymakla yetinirler. Rükûda üç defa “sübhâne rabbiye’l-azîm”, secdede de yine üç defa “sübhâne rabb’iye’l-a’lâ” tesbihlerini söylemek. Mâlikîler’e göre rükû ve secdede tesbih sayısının bir sınırı yoktur. Teşehhüt oturuşları ile iki secde arası oturuşlarda (celse), erkeklerin sol ayağını yere yatırıp sağ ayağı dikmesi ve sağ ayağın parmaklarını kıbleye doğru kıvırması. Kadınlar ise ayaklarını sağ taraflarına yatık bulundurarak otururlar. Bu oturmaya “teverrük” denir. Secdeye varılırken önce dizleri, sonra elleri, sonra yüzü yere koymak, secdeden kalkarken tersini yapmak. Oturuşlarda ve iki secde arası celsede, elleri uyluklar üzerine koymak. Parmaklar az açılarak uçları dizlerin üzerine gelecek şekilde konulur ve diz kapakları tutulmaz. Oturuşlarda tahiyyâtı okurken “lâ ilâhe” denilince, sağ elin baş parmağı ile orta parmak halka yapılıp işaret/şehadet parmağının kaldırılması, “illâllah” denirken de indirilmesi. Farz namazların üçüncü ve dördüncü rekâtlarında Fâtiha okumak. Diğer üç mezhebe göre Fâtiha’nın son iki rekâtta da okunması farzdır. Farzların, vitir namazının ve müekked sünnetlerin son oturuşlarında, gayri müekked sünnetler ile diğer nafile namazların da her oturuşunda tahiyyâttan sonra “Allahümme Salli” ve “Allahümme Bârik” dualarını okumak. Bütün namazların son oturuşlarında tehiyyat ve salli-bârik dualarından sonra, dua edilmesi. Burada “Rabbenâ” duaları okunabilir. “es-Selamü aleyküm ve rahmetullah” diyerek selam verirken yüzün önce sağa, sonra sola döndürülmesi. Başkaları tarafından rahatsız edecek şekilde önünden geçilmesine mani olmak için, namaz kılan kimsenin hemen önüne bir engel/işaret (sütre) koyması. Geçecek olan kişiyi “sübhânallah” diyerek veya işaretle uyarmak caizdir. Sütre aynı zamanda namaz kılanın gözlerinin sütrenin gerisine bakmasını ve çevrenin etkisinden kurtularak namaza odaklanmasını sağlar. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 Namaz II NAMAZIN ADABI Adab, edep kelimesinin çoğulu olup Hz. Peygamber’in bazen yapıp bazen terk ettiği ve yapılması daha faziletli görülen şeyleri ifade eder. Bunlara mendub veya müstehap da denilir. Namazın başlıca adabı şunlardır: Namaz kılarken tevazu, sükûnet ve huzur içinde bulunmak. Kıyafete çeki düzen vermek. Erkeklerin iftitâh tekbiri alırken ellerini yenlerinin dışına çıkarması. Kâmet sırasında “hayye ale’lfelâh” denirken imam ve cemaatin namaz için ayağa kalkması ve “Kad kâmeti’ssalâh” denilirken imamın namaza başlaması. Namazda bulunan erkek ve kadının kıyamda secde yerine, rükûda ayaklarının üzerine, secdede burnun iki kanadına, otururken kucağına ve uyluk üzerlerine, selam verirken de omuz başlarına bakması. Namaz sırasında mümkün olduğu ölçüde öksürük, esneme ve geğirme gibi işlerden uzak durmak, buna gücü yetmezse, ağzını sağ elinin arkası ile kısmen kapatması. NAMAZIN MEKRUHLARI Kural olarak namazdaki bir vâcibi terk etmek tahrîmen mekruh; bir sünneti terk etmek ise tenzihen mekruh sayılır. Namazda yapılması hoş karşılanmayan söz ve davranışlara “namazın mekruhları” denir. Bunlar tahrîmen ve tenzîhen olmak üzere ikiye ayrılır. Kural olarak namazdaki bir vacibi terk etmek tahrîmen mekruh; bir sünneti terk etmek ise tenzihen mekruh sayılır. Yukarıda namazın vaciplerini ve sünnetlerini saymıştık. Namazda mekruh olan şeylerin başlıcaları şunlardır: İkinci rekâtta birinci rekâta göre daha uzun okumak. Bir özür olmaksızın duvar, baston gibi bir yere dayanmak. Özürsüz olarak peş peşe bir kaç adım yürümek. Bir rekâtta bir sûrenin iki kere okunması veya farzların iki rekâtında da aynı surenin tekrarlanması. Kıraatta, Kur’an-ı Kerim’deki sıraya uyulmaması. Namazda elbise veya bedeniyle oynamak. Erkeklerin secdede kollarını tam olarak yere döşemeleri. Namazda gerinmek veya esnemek. Verilen bir selamı, namaz içinde el veya baş işaretiyle almak. Dişlerin arasında kalan nohut tanesinden küçük bir şeyi yutmak. Nohut tanesinden büyük olursa namaz bozulur. Yemek sofrası hazır olduğu hâlde namaza başlamak. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21 Namaz II Gözleri yummak veya sağa sola bakınmak. Parmakları birbirine geçirmek veya parmak çıtlatmak. İmamdan önce rükû veya secdeye gitmek yahut ondan önce rükûdan veya secdeden başını kaldırmak. Yanmakta olan bir ateşe doğru namaz kılmak. Arada bir perde olmaksızın, bir insanın yüzüne karşı namaz kılmak. Abdesti sıkışık hâldeyken kendini sıkarak namaza başlamak. Özürsüz olarak tek ayak üzerinde durmak veya bir ayağı yerden kesmek. Elbiseyi giymeden, omuzlar üzerine atarak aşağı salıvermek. İmkânı olduğu hâlde kirli elbise giymek. Erkeklerin özür bulunmadıkça ipekli elbise giyerek namaz kılmaları. Rükûya veya secdeye varırken elbiseyi yavaşça yukarıya çekmek. Erkeklerin tembellik veya önem vermeme sebebiyle başı açık kılması. Ancak tevazu ve huşu maksadıyla başın açık olması caizdir. Üzerinde görünecek şekilde canlı resmi bulunan elbise ile kılmak veya böyle bir kumaş üzerine secde etmek. Namaz kılınan mekânda görünür şekilde canlı resmi veya heykeli bulunması. Çöplük, mezbaha, mezarlık, yolun kenarı, hamam, hayvan barınağı gibi yerlerde ve Kâbe’nin üstünde namaz kılmak. Bunlardaki kerahet, temizlik hassasiyeti ve saygı bakımındandır. NAMAZI BOZAN ŞEYLER Namazın farzları olan şart veya rükünlerinden biri yerine geririlmediğinde namaz bozulur ve baştan başlayarak yeniden kılınması gerekir. Ayrıca namaz sırasında ortaya çıkan bir takım söz, fiil ve durumlar sebebiyle de namaz bozulabilir. Namazın farzları olan şart veya rükünlerinden biri yerine geririlmediğinde namaz bozulur ve baştan başlayarak yeniden kılınması gerekir. Ayrıca namaz sırasında ortaya çıkan birtakım söz, fiil ve durumlar sebebiyle de namaz bozulabilir. Namazı bozan şeylerin başlıcaları şunlardır: Namazda Konuşmak Sebebi ne olursa olsun namazda bilerek veya bilmeyerek konuşmak veya diğer kişilerle konuşma anlamına gelecek ifadeler kullanmak namazı bozar. Buna göre: Aksırana “yerhamükellah” denilmesi namazı bozar. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22 Namaz II Herhangi bir sebeple sesli bir şekilde ağlamak veya “ah, uf, of, tüh” gibi sesler çıkarmak namazı bozar. Ancak kendine hakim olamayacak durumdaki hastanın inlemesi namazı bozmaz. İşitilen ölüm ve benzeri kötü bir habere “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn” diye cevap vermek namazı bozar. Namaz kılan kişi, dışarıdaki birine cevap vermek maksadıyla Allah’ın adını duyunca “celle celâlüh” dese veya Hz. Peygamber’in adı anılınca “salavat” getirse yahut imam okurken “sadaka’llahü’l-azîm” dese namazı bozulur. Sözle selam vermek veya başkasının selamını sözle almak yahut musafaha suretiyle selamlaşmak namazı bozar. Namaz kılana “ileri git” veya “sağa kay” denilip de, bu kimse emre uyarak harekette bulunsa namazı bozulur. İmam kıraatinde takılarak başka ayete geçtikten sonra, önceki takıldığı yeri düzelten cemaatin namazı bozulur. Yanında namaz kılmayan başka birinin okuduğu Kur’an’daki yanlışlığı düzeltse veya ona hatırlatsa namazı bozulur. Namazda Bir Şey Yemek Veya İçmek Namaza başladıktan sonra ağza konulup yenilen veya içilen bir şey, az miktarda bile olsa namazı bozar. Namazdan önce dişleri arasında kalan ve nohuttan büyük olan bir şeyi yutmak namazı bozar. Sakız çiğnemek veya namazdan önce ağza alınan bir şekeri eridikçe yutmak namazı bozar. Namaz kılana dışardan bakan birinin, onun hareketleri hakkında, bu işi yapan kimsenin namazda olmadığı hususunda hiç şüpheye düşmediği işe çok iş (amel-i kesîr); namazda olup olmadığı hususunda şüpheye düşeceği işe de az iş (amel-i kalîl) denir. Peş peşe Çok İş Görmek (Amel-i Kesîr) Namaz kılana dışardan bakan birinin, onun hareketleri hakkında, bu işi yapan kimsenin namazda olmadığı hususunda hiç şüpheye düşmediği işe çok iş (amel-i kesîr); namazda olup olmadığı hususunda şüpheye düşeceği işe de az iş (amel-i kalîl) denir. Hanefîler’e göre amel-i kesîr sayılarak namazı bozan başlıca hareketler şunlardır: Yerden bir taş alarak bir kuşa veya bir hayvana atmak. Bir rekâtta peş peşe üç kere kaşınmak. Bir uzvu, elini kaldırmadan bir kaç defa kaşımak, bir kaşıma sayılır. Özürsüz yere birbiri ardınca hiç durmadan en az üç adım atmak. Başkasına el, sopa ve benzeri bir şeyle vurmak. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23 Namaz II Bir ayakkabıyı iki elle giymek. Ellerini kullanarak bir şey yemek, içmek; yağ, krem ve benzeri bir şey sürmek, saçını taramak veya örmek. Çocuğu alıp süt emzirmek. Kıbleye Sırtını Çevirmek Hanefî ve Şâfiîler’e göre, özürsüz olarak kıbleye sırt çevirmek namazı bozar. Avret Yerinin Açılması Namaz kılarken bilerek avret yerini açmak ve avretin bir rükün eda edecek süreyle açık kalması namazı bozar. Hanefîler’e göre, bir avret yerinin dörtte birinin istemeyerek de olsa açılması ve bir rükün eda edecek süreyle açık kalması, namazın bozulması için yeterlidir. Yüksek Sesle Gülmek (Kahkaha) Namaz kılanın, kendisinin duyacağı kadar hafif bir sesle gülmesi sadece namazı bozar, başkalarının duyacağı kadar yüksek sesle gülmesi (kahkaha), hem namazı hem de abdesti bozar. Hanefîler dışındaki diğer üç mezhebe göre ise yüksek sesle gülmek yalnız namazı bozar, abdesti bozmaz. Bayılmak, Delirmek Veya Ölmek Bu durumlarda, kişi kendisini kaybettiği için namazı bozulmaktadır. Namaz İçinde Niyet Değiştirmek Kılmakta olduğu bir namazdan başka bir namaza geçmeye niyet edip tekbir almakla, önceki kılınan namaz bozulmuş olur. Özürsüz Olarak Namazın Bir Şart Veya Rüknünü Yerine Getirmemek Namazın altı şartı ve altı rüknünden oluşan toplam on iki farzından birininin mazeretsiz olarak yerine getirilmemesi namazı bozar. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24 Namaz II Bir Rüknü İmamdan Önce Yapmak İmama uyan kişi, bir rüknü imamdan önce yapsa ve imamla birlikte bir daha iade etmese namazı bozulur. Mesela imam daha rükûya gitmeden rükûyu yapıp doğrulmak böyledir. Arada Boşluk veya Engel Bulunmaksızın Erkeğin Kadınla Aynı Hizada Namaz Kılması Arada bir kişinin sığabileceği kadar boşluk veya perde ve duvar gibi bir engel bulunmaksızın erkekle kadının yan yana aynı namaz kılmaları ve bu hâlin bir rükûn eda edecek kadar sürmesi hâlinde erkeğin namazı bozulur. Teyemmümle Namaz Kılmakta Olan Kişinin Su Bulması Teyemmümle namaz kılmakta olan birisi, abdest alacak kadar su bulursa namazı bozulur. Diğer Sebeplerle Namazın Bozulması Sabah namazını kılarken güneşin doğması, bayram namazını kılarken zevâl vaktinin veya cuma namazını kılarken ikindi vaktinin girmesi, mest üzerine mesheden kişinin mesih süresinin dolması gibi sebeplerle de namaz bozulur. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 25 Ödev Özet Namaz II • Namaz ibadetinin üzerinde ittitak edilen toplum on iki farzı bulunmaktadır. Bunlardan altı tanesi namaza hazırlık mahiyetinde olup namazın şartları olarak adlandırılır. Diğer altı tanesine de namazın bir parçası olduklarından rükün denir. • Namazın şartları şunlardır: 1- Hadesten temizlenmek, 2- Necasetten temizlenmek, 3- Avret yerini örtmek, 4- Kıbleye yönelmek, 5- Vaktin girmesi, 6- Namaza niyet etmek. • Namazın rükûnleri şunlardır: 1- Başlangıç tekbiri, 2- Kıyam, 3- Kıraat, 4Rükû, 5- Secde, 6- Namazın sonunda Tahiyyat okuyacak kadar oturmak. • Namazın rükünlerinden olup olmadığı tartışılan iki husus vardır ki bunlar; ta’dîl-i erkân ve namazdan kendi fiili ile çıkmaktır. • Hanefîler'e göre namazın, farz seviyesinde olmasa da yerine getirilmesi gereken vacipleri vardır. Diğer mezhepler bunları farz veya sünnet kategorisi içine dâhil etmektedirler. • Namazı Hz. Peygamber'in kıldığı gibi kılabilmek için, farz ve vaciplerin ötesinde sünnet ve adap denilen bazı hususlar da bulunmaktadır. Bunlara riayet eden kişi, iyi niyetinin ve güzel hareketinin karşılığını alır. • Namazda yapılması hoş karşılanmayan şeylere, namazın mekruhları denir. Nazmazın vaciplerini terk etmek tahrîmen mekruh; sünnetlerini terk etmek ise tenzihen mekruhtur. • Namazın şart veya rükunlarından birini eksik bırakmak veya namaz içinde namazla bağdaşmayan işler yapmak namazı bozar. • Halk arasında "namazı bozup bozmadığı konusunda tereddüt edilen bir kaç konu" bulup araştırarak iki yüz kelimeyi aşmayacak şekilde yazınız. • Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “ödev” bölümüne yükleyebilirsiniz. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 26 Namaz II DEĞERLENDİRME SORULARI 1. Aşağıdakilerden hangisi namazın şartlarından değildir? Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. a) Kıbleye yönelmek b) Vaktin girmesi c) Niyet d) Namazdan kendi fiili ile çıkmak e) Avret yerini örtmek 2. Namaz avreti konusunda en müsamahalı mezhep aşağıdakilerden hangisidir? a) Hanefî b) Malikî c) Şafiî d) Hanbelî e) Ebu Hanife 3. “Namazı …….... kıl, eğer buna gücün yetmezse …..…… kıl, yine gücün yetmezse ………….. kıl” hadisinde boş bırakılan yerlere sırasıyla hangi kelimeler gelmelidir? a) Ayakta – oturarak - uyanınca b) Eda ile – iade ile – kaza ile c) Camide – mescitte – tek başına d) Zamanında – ilk fırsatta – kaza ile e) Ayakta – oturarak – yan yatara 4. “Ben yedi kemik üzerine secde etmekle emrolundum” hadisinde aşağıdaki uzuvlardan hangisi yer almamaktadır? a) Eller b) Dizler c) Ayaklar d) Alın e) Çene Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 27 Namaz II 5. Aşağıdakilerden hangisi Hanefîlere göre namazın sünnetlerinden değildir? a) Beş vakit namaz ile cuma namazı için ezan ve kâmet okumak. b) Sübhâneke duasını okumak. c) Vitir namazında Kunut duasını okumak. d) İftitah tekbiri için elleri yukarıya kaldırmak. e) İftitah tekbirinin hemen ardından elleri bağlamak. Cevap Anahtarı: 1.d 2.b 3.e 4.e 5.c Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 28 Namaz II YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR Akyüz, V. (2006). Namaz. İstanbul: İz Yayıncılık. Akyüz, V. Mukayeseli İbadetler İlmihâli: İslam Fıkhında İbadetler (4 cilt hâlinde 1995) İstanbul: İz Yayıncılık. Alptekin, Y. (2007). Namazla Yeniden Doğdum. İstanbul:Nesil Yayınları. Altuntaş, H. (1998). Kur’an’ın Tercümesi Ve Tercüme İle Namaz Meselesi.Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. Aydüz,D.(2008).Namazı İstanbul:Işık Yayınları. Anlayarak Kılmak: Namaz Dualarının Açıklaması, Balkan, A. (2009). Namaz Aşıkları. İstanbul: Işık Yayınları . Bilmen, Ö. N. Büyük İslam İlmihâli (ty.). İstanbul: Bilmen Yayınevi. Buladı, K.(2006). Namaz “Akılları Durduran Mucize”. İstanbul:Kayıhan Yayınları. Döndüren, H. (2009). Delilleriyle İslam İlmihâli.İstanbul. Ekerim, E. S. (2006). Namaz Ve Karakter Gelişimi. İstanbul:İnsan Yayınları. Elbani, M.N.(2004).Hadislerle Hz. Peygamberin Namaz Kılma Şekli(Tercüme: Osman Arpaçukuru). İstanbul. Günenç, H. Büyük Şafii İlmihâli (ty.). Ankara: Hilal Yayınları. Günenç, H. Şafiiler İçin Namaz Kitabı (ty). İstanbul: Emel Yayıncılık. Komisyon, İlmihâl I-II (1998).Ankara.Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi. Komisyon, İslam İlmihâli Fakültesi:Vakfı Yayınları. (2006).İstanbul.Marmara Üniversitesi İlahiyat Kırbaşoğlu, M. H. Ahir Zaman İlmihvli .(2010).Ankara. Kırbaşoğlu,M.H.(1997)Namazların Birleştirilmesi: el-Cem'u beyne's-salateyn.Ankara: Araştırma Yayınları. Mehmed Zihni Efendi, (1971). Nimet-i İslam: Mufassal İlmihâl .İstanbul:Salah Bilici Kitabevi. Meşhur, M.(1997).Namazla Dirilmek (Çeviren: Orhan Aktepe).İstanbul:Ravza Yayınları. Nurbaki, H. Namazın Sırları .(1986). İstanbul:Damla Yayınevi. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 29 Namaz II Öztürk, M. (2006).Haydin Felaha: Cemaatle Namazın Fazileti.İstanbul:Erkam Yayınları. Rudani, (2009). Hadislerle Müslümanlık 1: Namaz .İstanbul:İz Yayıncılık. Şentürk, Lütfi-Yazıcı, Seyfettin, (2010). İslam İlmihâli .Ankara . Tokpınar, C. (2002). Sabah Namazına Nasıl Kalkılır.İstanbul:Nesil Yayınları. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi.“Namaz”. maddesi, Cilt: 32, s. 350-357, .Ankara. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 30 HEDEFLER İÇİNDEKİLER NAMAZ III • • • • Namazda Kıraat Hataları Cemaatle Namaz İmamlık İmama Uyanın Hâlleri • Bu üniteyi çalıştıktan sonra • Kıraat hatalarının namaza etkisini değerlendirebilecek • Cemaatle namazın önemi ve kurallarını açıklayabilecek • İmamlık yapmanın şartları ve hükümlerini özetleyebilecek • İmama uymakla ilgili farklı durumları ayırt edebileceksiniz. İSLAM İBADET ESASLARI ÜNİTE 5 Namaz III GİRİŞ Bir önceki ünitede açıkladığımız üzere namazda Kur’an’dan bir parça okumak (kıraat), namazın en önemli farzlarından biridir. Bu farzı yerine getirebilmek için Fâtiha Suresi’ni ve arkasından okunacak birkaç kısa sure veya ayeti iyi ezberlemek ve yanlışsız olarak okumak gerekmektedir. Her müminin gönülden gelen bir istekle bu hassasiyeti göstermesi beklenir. İster Arapçayı bilsin ister bilmesin birçok kişi bilerek veya bilmeyerek okuyuşta hata yapabilmektedir. Kıraat hataları ilgili sure veya ayetleri iyi ezberleyememek, unutmak veya dil sürçmesi gibi sebeplerden kaynaklanabilir. Bu hataların bir kısmı namazın bozulmasına yol açarken bir kısmı namazın geçerliliğine bir zarar vermemektedir. Kitabımızın bu ünitesinde önce özel bir başlık altında bu konuyla ilgili fıkhî hükümleri özetleyeceğiz. Ardından cemaatle namaz, imamlık ve imama uyan kişinin farklı hâlleri gibi namazla ilgili çeşitli meseleleri ele alacağız. NAMAZDA KIRAAT HATALARI (ZELLETU’L-KÂRÎ) Kıraat hatasını, Arapça bilen veya bilmeyen herkes yapabilir. Kur’an-ı Kerim’in bir kelimesi kasten değiştirilir ve bununla anlam da bozulursa, namazın da bozulacağı konusunda görüş birliği vardır. Namazda kıraat sırasında meydana gelen okuyuş hatalarına "zelletü'l-kârî = okuyanın hata yapması" denmektedir. Kıraat hatasını, Arapça bilen veya bilmeyen herkes yapabilir. Arapça bilenler genellikle unutma veya kelimeleri başka bir ayet veya hadiste geçen kelimelerle karıştırma gibi hatalar yaparken; Arapça bilmeyenler için ayrıca harfleri doğru yerlerinden çıkarma (telaffuz) ve harekeyi doğru belirleme zorlukları da söz konusu olmaktadır. Alimler kıraat hatalarının, namazın rükûnlerinden olan kıraatin yerine gelip gelmediğine, dolayısıyla namazın geçerli olup olmadığına etkisi üzerinde düşünmüş ve birtakım ölçüler belirlemişlerdir. Fakat getirilen ölçüler daha ziyade anlamın bozulup bozulmaması, değiştirilen kelimenin Kur'an'da mevcut olup olmaması gibi, yine Arapça bilmeyen ve Kur’an metnine hâkim olmayan kişilerin kolaylıkla ve tam olarak farkına varamayacağı hususiyetler içerdiği için, bu eğitimleri almamış kişiler bakımından, bu konuda verilen bilgi ve ölçülerin anlaşılabilirlik ve uygulanabilirlik durumu oldukça sınırlı olmaktadır. Kur’an-ı Kerim’in bir kelimesi kasten değiştirilir ve bununla anlam da bozulursa, namazın da bozulacağı konusunda görüş birliği vardır. Bunun dışında ne tür kıraat hatalarının namazı bozduğunu belirleme konusunda ortaya konulan ölçüler bakımından yaklaşık miladi on birinci yüzyıldan önceki Hanefîler (mütekaddimûn) ile bu tarihten sonraki Hanefîler (müteahhirûn) arasında farklılık bulunduğu da göze çarpmaktadır. Önceki Hanefîler’in belirledikleri ölçüler, az ve öz olup ibadetlerde ihtiyat bakımından tercihe şayan görülmekle birlikte; sonraki Hanefîler’in ölçüleri, özellikle Arapça bilmeyen kişilerin hatalarına daha ayrıntılı yer vermek ve kolaylıklar getirmek amacını taşımaktadır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 Namaz III Önceki Hanefîler’e Göre Namazı Bozan Kıraat Hataları İnanılması küfrü gerektirecek şekilde manayı değiştiren okuyuş. Benzeri Kur’an’da bulunmayan okuyuş. “es-serâir” yerine “es-serâil” okumak gibi. Anlamı aşırı (fâhiş) şekilde değiştirip bozan okuyuş. “Hâze’l-ğurâb (bu karga)” yerine “hâze’l-ğubâr (bu toz)” okumak gibi. Hanefîler’den Ebu Hanife ile İmam Muhammed, okunan lafzın Kur’an’da bulunup bulunmadığına bakmaksızın, anlamın aşırı şekilde değişip değişmediğini ölçü alarak, anlam aşırı değişirse namazın bozulacağını söylemişlerdir. Ebu Yûsuf ise anlam değişikliğine bakmaksızın, okunan lafzın Kur’an’da bulunup bulunmadığını ölçü alarak, eğer benzeri Kur’an’da varsa, aşırı anlam değişikliği olsa bile, namazın bozulmayacağı; benzeri Kur’an’da bulunmuyorsa, aşırı anlam değişikliği olmasa bile namazın bozulacağı sonucuna ulaşmıştır. Sonraki Hanefîler’e Göre Namazı Bozan ve Bozmayan Kıraat Hataları Sonraki Hanefî fakihlerinin, hangi tür kıraat hatalarının namazı bozacağı veya bozmayacağına dair görüşlerini şöylece özetleyebiliriz: Kasıtsız yapılan irap hataları namazı bozmaz. İrap hatası yüzünden ortaya çıkan anlamın, normal şartlarda söylendiğinde insanı kâfir yapacak bir söz olup olmaması önemli değildir. Çünkü insanların çoğu, Kur’an-ı Kerim’in irap yönlerini birbirinden ayıramadıkları için söylediklerinin ne anlama geldiğini de bilmezler. Mesela “Ve iz ibtelâ İbrâhîme Rabbühû (Rabbi, İbrahim’i denediği zaman)” ayetini “Ve iz ibtelâ İbrâhîmü Rabbehû (İbrahim, Rabbini denediği zaman)” şeklinde okumak gibi. “Na’büdü” kelimesini “na’bidü” şeklinde okumak da böyledir. Aralarında mahreç (çıkış yeri) yakınlığı olan veya aynı mahreçten olup birinin diğerine ibdâli (çevrilmesi) caiz olan harflerden biri yanlışlıkla diğeri yerine kullanılsa, namaz bozulmaz. Buna göre kaf ile kâf harfi arasında mahreç yakınlığı bulunduğundan, “felâ takher” yerine “felâ tekher” veya “fethun karîb” yerine “Fethun garîb” okunması; yine sîn ile sâd aynı mahreçten olup birbirine ibdâl edilebildiğinden, “es-samed” yerine “es-semed” okunması namazı bozmaz. Kolaylıkla ayırt edilebilen harflerden birini diğerinin yerine okumak namazı bozar. “es-Sâlihât” yerine “et-tâlihât” okumak veya “Allahü ehad” yerine “Allahü ehat” okumak gibi. Farklı okunan iki harfi, halk arasında bunları birbirinden ayırma güçlüğü varsa (umûmü’l-belvâ), keyfi yapmamak şartıyla, birbiri yerine okumak namazı Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 Namaz III bozmaz. “dat” yerine “dâl”, peltek “zel” veya kalın ”zı” harfinin; peltek “zel” yerine keskin “ze” veya kalın “zı” harfinin; “sâd” ile ”sin” veya kalın “tı” ile “te” harflerinin birbirinin yerine okunması böyledir. Mesela “es-sırâta” kelimesinde “sâd” yerine “es-sirâta” şeklinde “sin” ile okumak “ve le’d-dâllîn” yerine “vele’z-zâllîn” okumak namazı bozmaz. Şeddeli harfi yanlışlıkla şeddesiz, şeddesiz bir harfi de şeddeli; uzun okunacak bir harfi kısa, kısa okunacak olanı uzun; idğam edilecek harfi idğamsız, idğamsız okunacak olanı idğamlı; ince okunacak harfi kalın, kalın okunacak harfi ince okumak namazı bozmaz. “İyyâke” kelimesini şeddesiz “iyâke” şeklinde veya “lâ raybe” yerine “lâ reybe” okumak gibi. Herhangi bir kelimeye, anlama bir etkisi bulunmayan elif lâm ve benzeri bir harf ilâvesiyle de namaz bozulmaz. “Sırâtallezîne” yerine “es-sırâtallezîne” şeklinde okumak gibi. Bir kelimenin harflerini sonrakine bitiştirmekle de namaz bozulmaz. “İyyâke na’büdü” yerine “İyyâ kena’büdü” şeklinde okumak gibi. Kelimeye yanlışlıkla bir harf ilâve edildiğinde, eğer anlam değişmiyorsa namaz bozulmaz. “Yüdhilhü nâran” yerine mîm harfi ilavesiyle, “Yüdhilhüm nâran” okumak gibi. Fakat anlam değişirse, bir görüşe göre namaz bozulur. Kelimenin bir harfi yanlışlıkla eksik okunduğunda, eğer bu harf, kelimenin aslından olur ve anlam değişirse, Ebû Hanîfe ve İmam Muhammed’e göre namaz bozulur. “razaknâhüm” yerine râ harfini düşürerek “zeknâhüm” okunması gibi. Yine kelimenin aslından olmamakla birlikte, bir harfi düşürmekten dolayı, küfre yol açacak bir anlam meydana gelirse namaz bozulur. “Ve mâ halaka’z-zekere ve’lünsâ” yerine vâv harfini düşürerek “Ve mâ halaka’z-zekere el-ünsâ” okunması gibi. Düşürülen harf, anlamı değiştirmediği takdirde namaz bozulmaz. “el-Vâkıatü” kelimesini “tâ”sız olarak “el-Vâkıa” şeklinde okumak gibi. (Tecvîd) kuralları arasında yer alan ihfâ, izhâr, idğâm, iklâb, ğunne, işmâm, revm, medleri biraz az veya çok yapmak gibi hususlar, anlama etki etmedikleri için namaza zarar vermezler. Bir kelime tekrar edilse, eğer bununla anlam değişmezse namaz bozulmaz, bazı fakihlere göre anlam değişse de bozulmaz. Diğer bazı fakihlere göre ise bozulur. “Rabbi’l-âlemîn” yerine “Rabbi rabbi’l-âlemîn” okumak gibi. Yanlışlıkla bir kelime ilâve etmek yahut bir kelime veya bir harf eksiltmek yahut bir kelime veya harfi öne almak yahut sonraya bırakmak yahut başka bir kelime veya harfe çevirerek okumakla anlam bozulmuyorsa namaz da bozulmaz. “Teâlâ” yerine “yâ” harfi düşürülerek “teâle” okumak, “infeceret” yerine “inferecet”, “evvâb” yerine “eyyâb” okumak gibi. Fakat ilâve edilen kelime, Kur’an’da bulunmakla birlikte, anlamı küfrü gerektirecek şekilde değiştirirse namaz bozulur. Meselâ “Men âmene billâhi ve’lAtatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 Namaz III yevmi’l-âhiri ve amile sâlihan felehüm ecruhüm” ayetinde “sâlihan”dan sonra “ve kefera” kelimesini ilâve etmek gibi. Kelimelerin yer değiştirmesi anlamı değiştirmezse namaz bozulmaz. “Fîhâ zefîrun ve şehîkun” yerine “fîhâ şehîkun ve zefîrun” okunması gibi. Nesebi değiştiren kıraat da namazı bozar. Meselâ “Meryem ibnete İmrân” ayetinde İmrân yerine Ğaylân okumak gibi. Peltek konuşan kimsenin “râ” harfini “gâ” veya “lâm” yahut “yâ” olarak telaffuz etmesi namazı bozmaz. Ancak bu kişinin telaffuzunu düzeltmeye gayret etmesi ve okumakta güçlük çekmeyeceği ayetleri bulup okuması gerekir. Böyle bir kişi “ümmî” gibi değerlendirilir. Bir kimse namazı bozacak derecede aşırı hata ile kıraatte bulunduktan sonra, geri dönüp yanlışını düzeltirse namazı caiz olur. Şâfiî ve Hanbelîler’e göre, namazda Fâtiha’yı okumak farz olduğu için, Fâtiha’yı anlamı değiştirecek şekilde yanlış okumak, ister bilerek isterse yanlışlıkla yapılsın namazı bozar. Ancak Fâtiha dışındaki kıraatte meydana gelen hata namazı bozmaz, fakat bilerek anlamı bozacak şekilde yanlış okursa hem kendisinin, hem de ona uyan cemaatin namazı bozulur. Kur’an-ı Kerim’i güzel okuma (tecvîd) kuralları arasında yer alan ihfâ, izhâr, idğâm, iklâb, ğunne, işmâm, revm, medleri biraz az veya çok yapmak gibi hususlar, anlama etki etmedikleri için namaza zarar vermezler. NAMAZI CEMAATLE KILMAK Namazı Cemaatle Kılmanın Önemi Ve Fazileti Cemaat kelimesi topluluk, grup anlamına gelmektedir. Birlikte kılınan bir namazda imam ile ona uyanların oluşturduğu topluluğa cemaat denir. İslam dininin, ibadetler vesilesiyle mensuplarını bir araya getirmeyi, onların sosyal ilişkilerini iyileştirmeyi, topluluk hâlinde yardımlaşma ve birlikte hareket etme bilincini geliştirmeyi amaçladığı görülmektedir. Nitekim günlük olarak beş vakit namazın, haftalık olarak cuma namazının, yıllık olarak iki kere ramazan ve kurban bayram namazlarının, çevredeki Müslümanların toplanması sonucu cemaatle eda edilmesi, ayrıca yılda bir kere dünyanın her bir tarafından gelebilen Müslümanların hac vesilesiyle Mekke’de toplanmaları, cemaate verilen önemi göstermektedir. Cemaatle namaz Kur’an, sünnet ve icma delillerine dayanmaktadır. Yüce Allah savaş sırasında, en korkulu, en zahmetli ve en sıkıntılı anlarda bile cemaatle namaz kılınmasını isteyerek Hz. Peygamber’e hitaben şöyle buyurmuştur: Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 Namaz III “(Ey Muhammed!) Cephede sen de onların (mü’minlerin) arasında bulunup da onlara namaz kıldırdığın vakit, içlerinden bir kısmı seninle beraber namaza dursun. Silahlarını da yanlarına alsınlar. Bunlar secdeye vardıklarında (bir rek’at kıldıklarında) arkanıza (düşman karşısına) geçsinler. Sonra o namaz kılmamış olan diğer kısım gelsin, seninle beraber kılsınlar ve ihtiyatlı bulunsunlar, silahlarını yanlarına alsınlar. İnkâr edenler arzu ederler ki, silâhlarınızdan ve eşyanızdan bir gafil olsanız da size ani bir baskın yapsalar. Yağmurdan zahmet çekerseniz, ya da hasta olursanız, silâhlarınızı bırakmanızda size bir beis yoktur. Bununla birlikte ihtiyatlı olun (tedbirinizi alın). Şüphesiz Allah, inkârcılara alçaltıcı bir azap hazırlamıştır” (Tevbe, 9/103). Hz. Peygamber (s.a.s) cemaatle namazı teşvik ederek şöyle buyurmuştur: Cemaate katılma bakımından en önemli namaz Cuma namazı, sonra sabah namazı, sonra yatsı namazı, sonra da ikindi namazıdır. “Cemaatle kılınan namaz, tek başına kılınan namazdan yirmi yedi derece daha faziletlidir.” Başka bir rivayete göre ise “Yirmi beş derece daha faziletlidir” (Buhârî, “Ezân”, 30; Müslim, “Mesâcid”, 345; Tirmîzî, “Salât”, 47). “Bir kimse temizliğini tam ve güzel yapar, sonra şu mescitlerden bir mescide gitmek için yola çıkarsa, Allah attığı her adım için bir sevap yazar, onu bir derece yükseltir ve kendisinden her adım için bir günah siler” (Müslim, “Mesâcid”, 257). Cemaate katılma bakımından en önemli namaz cuma namazı, sonra sabah namazı, sonra yatsı namazı, sonra da ikindi namazıdır. Hz. Peygamber (s.a.s) cemaatin önem ve fazileti konusunda şöyle buyurmuştur: “İnsanlar ezan ile ilk safın sevabını bilseler, sonra bunları yapmak için kura çekmekten başka bir çare bulamasalar, mutlaka kura çekerlerdi. Namazı ilk vaktinde kılmanın sevabını bilselerdi bunun için yarışırlardı. Yatsı namazı ile sabah namazının faziletini bilselerdi, emekleyerek de olsa bu namazları cemaatle kılmaya gelirlerdi” (Buhârî, “Ezân”, 9, 32; Müslim, “Salât”, 129, 131). “Kim yatsı namazını cemaatle kılarsa, gece yarısına kadar namaz kılmış sevabını alır. Sabah namazını da cemaatle kılarsa bütün geceyi namaz kılarak geçirmiş gibi sevap alır” (Buhârî, “Ezân”, 34; Müslim, “Mesâcid”, 260). Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 Namaz III “Üç kişi bir köyde veya sahrada bulunur ve aralarında cemaatle namaz kılınmazsa, şeytan onlara hakim olur. Öyleyse cemaatten ayrılma. Çünkü sürüden ayrılan koyunu kurt kapar” (Ebû Dâvûd, “Salât”, 47). “Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, ateş yakılması için odun toplanmasını emretmeyi, sonra da namaz için ezan okunmasını, daha sonra bir kimseye emredip imam olmasını, sonra da cemaatle namaza gelmeyenlere gidip evlerini yakmayı içimde geçirdim” (Buhârî, “Ezân”, 29, 34; Müslim, “Mesâcid”, 251). Namazı Cemaatle Kılmanın Hükmü Hanefîler ve Mâlikîler’e göre, günlük farz namazları cemaatle kılmak, gücü yeten akıllı erkekler için müekked sünnettir. Cuma namazının cemaatle kılınmasının farz olduğu konusunda ittifak vardır. Günlük beş vakit namazın cemaatle kılınmasının hükmü konusunda ise mezhepler farklı görüşlere sahip olmuşlardır: Hanefîler ve Mâlikîler’e göre, günlük farz namazları cemaatle kılmak, gücü yeten akıllı erkekler için müekked sünnettir. Şâfiîler’e göre günlük farz namazları cemaatle kılmak, hür ve bir yerde ikâmet edenler için farz-ı kifâyedir. Bu görüşe göre farz namazların cemaatle kılınması, İslam’ın bir sembolü olarak görülmektedir. Hanbelîler’e göre cemaatle namaz kılmak farz-ı aynıdır. Cemaatin en az sayısı, imam ve ona uyan en az bir kişi olmak üzere, toplam iki kişidir. Erkek bir imam ve ona uyan bir çocuk veya kadınla birlikte cemaat oluşturulabilir. Farz namazların camide, nafilelerin ise evde kılınması daha faziletlidir. Çünkü Resulüllah (s.a.s) şöyle buyurmuştur: “Ey insanlar! Evlerinizde namaz kılın. Çünkü kişinin, farzlar dışında en faziletli namazı evinde kıldığı namazdır” (Tirmîzî, “Salât”, 203). Kadınların Cemaate Katılmaları Hz. Peygamber zamanında kadınlar da erkeklerle birlikte beş vaktin farz namazlarını, Cuma ve bayram namazlarını Mescid-i Nebevî’de cemaatle kılmaktaydı. Hz. Peygamber kadınların camiye gelmeleri konusunda şöyle buyurmuştur: Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 Namaz III Hz. Peygamber zamanında kadınlar da erkeklerle birlikte beş vaktin farz namazlarını, cuma ve bayram namazlarını Mescid-i Nebevî’de cemaatle kılmaktaydı. “Kadınların mescitlere gitmesine engel olmayın. Fakat evleri onlar için daha hayırlıdır” (Müslim, “Salât”, 134). “Kadınlarınız gece mescide çıkmak için sizlerden izin istediklerinde onlara izin verin” (Müslim, “Salât”, 139). “Kadınlar cemaate katılmak istediklerinde, koku sürünmesinler” (Müslim, “Salât”,141, 142; Ebû Dâvûd, “Salât”, 52). Hz. Peygamber bayram namazlarına kadınların ve kızların da katılmalarını, onların da coşkuya ve duaya tanık olmalarını istemiş, ancak adetli kadınların, namaz kılınan yerden biraz uzakta durmalarını söylemiştir (Buhârî, “Hayz”, 23; Müslim, “Salâtü’l-îdeyn”, 1; Tirmizî, “Îdeyn”, 7). Hz. Peygamber’den hemen sonraki dönemde, “fitne korkusu” gerekçesiyle, kadınların namazlarını camide değil, evlerinde kılması özendirilmiş ve zamanla kadınlar camilerden uzak kalmışlardır. Ebû Hanîfe, sadece yaşlı kadınların sabah, akşam ve yatsı namazlarına camiye gitmesine izin vermişken, sonraki Hanefî âlimler, yaşlı dahi olsa, bütün kadınların cuma ve bayram namazlarına gitmelerinin mekruh görülmesi noktasına varmışlardır. Şâfiî ve Hanbelîler’e göre ister genç ister yaşlı olsun, güzel ve gösterişli olan kadınların; Mâlikîler’e göre ise, erkeklerin ilgi duymadığı yaşlı kadınların dahi erkeklere ait cemaatlere gitmeleri mekruh sayılmıştır. Günümüzde kadınların, Hz. Peygamber döneminde yaşandığı gibi, günlük farz namazlara, bayram, cuma, cenaze ve teravih namazlarına iştirak edebilmeleri ve cemaate katılmanın kadın ve çocuklar için özendirilmesi yönünde çağrılar yapılmaktadır. Arzu edilen bu ortamın yeniden sağlanabilmesi için, camilerde hanımlara yer ayrılması, ayrıca camiye gelen kadınların dikkat çekici kıyafetlerden ve etkileyici kokulardan uzak durması gerektiği bilinmektedir. Cemaatle Namazda Saf Düzeni Cemaatle namaz kılındığında imam ve cemaatin nerede ve nasıl duracakları konusu gündeme gelmektedir. Namaz kılanların meydana getirdikleri düzenli her sıraya saf denir. Namazdaki saf düzeni, ibadetin belirli bir tertip ve huzur içerisinde Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 Namaz III yapılabilmesi için önem arz etmektedir. Hz. Peygamber safların sık ve düzgün olmasına önem vermiştir. Cemaat tek bir erkek ise, imamın sağında durması gerektiği konusunda ittifak vardır. İmamın bu kişiden hafif önde olması yeterlidir. İmamın önüne geçen cemaatin namazı geçerli olmaz. Cemaat iki erkek kişi olursa, bir görüşe göre bu iki kişi yan yana imamın arkasında durur; Hanefîler’in tercih ettiği diğer bir görüşe göre ise birisi imamın sağına, diğeri de arkaya durur (Tirmizî, “Salât”, 172). Şayet cemaate sonradan katılım olacağı biliniyorsa, ikisinin de arkaya durması isabetli olacaktır. İmama uyan erkekler üç kişi veya daha fazla iseler, hepsi birlikte imamın arkasına dururlar. Cemaate sonradan katılanlar, safların düzgün tutulması için imamla namaza başlayanların bir sağına, bir soluna yerleşerek saf tutarlar. Öndeki saf dolmadan arkadaki safa durulmaz. İmamın hemen arkasında duracak kişinin, gerektiğinde imamın kıraatte önünü açabilecek, yanlış yaptığında onu uyarabilecek ve imamın yerine geçerek namazı devam ettirebilecek birisi olması tercih edilmelidir. Erkeklerle, erkek çocuklar arasındaki saf düzenine uymak sünnet; kadınlar safının erkeklere bitişik veya onlardan ileride olmaması ise farz hükmünde görülmüştür. Cemaat olarak yalnız bir erkek ve bir kadın varsa, erkek imamın sağına, kadın da arkasına durur. Cemaat tek bir kadın ise imamın arkasına durur. İki veya daha fazla kadın cemaat olduğunda da kadınlar imamın arkasında saf tutarlar. Erkek ve kadın cemaat birlikte namaz kılacaklarsa saf düzeni şöyle kurulur: Önce erkekler safı, sonra çocuklar safı ve onun arkasında da kadınlar safı. Erkeklerle, erkek çocuklar arasındaki saf düzenine uymak sünnet; kadınlar safının erkeklere bitişik veya onlardan ileride olmaması ise farz hükmünde görülmüştür. Cami içinde erkeklerin alt katta kadınların da üst katta olması veya aynı zeminde olmakla birlikte aralarında perde, duvar ve benzeri bir paravan veya bir kişi sığacak kadar boşluk bulunması hâlinde, kadınların daha önde veya aynı hizada bulunmalarının bir sakıncası bulunmaz. Ayrıca namaz kılmayan bir kadının, namaz kılmakta olan bir erkeğin önünde bulunmasında da bir sakınca yoktur. Kadın cemaate imam olan bir kadın, böyle bir imamlık mekruh sayılmakla birlikte, diğer kadınların önüne geçmeyip onların aralarında ve aynı hizada durur, ileride durması mekruhtur. Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: “Erkeklerin saflarının en hayırlısı ilk saf, en şerlisi ise son saftır. Kadınların saflarının en hayırlısı son saf, en şerli olanı ise ilk saftır” (Müslim, “Salât”, 28; Ebû Dâvûd, “Salât”, 97; Tirmizî, “Salât”, 166). Bu hadiste geçen hayır ve şer kelimeleri mecazi anlamda yorumlanıp hayrın anlamı, sevabının çok olması; şerrin anlamı da sevabının daha az olması şeklinde Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 Namaz III anlaşılmıştır. Zira hiçbir saf için “şerli” ifadesinin gerçek anlamda kullanılması uygun değildir. Ayrıca karşı cinse yakın olan erkek veya kadının namazda huşû ve ihlâsı yakalayabilmesi daha zor olabilir. Erkeğin Kadınla Yan Yana veya Kadının Gerisinde Namaz Kılması (Muhâzât) Hanefîler’e göre arada bir kişinin sığabileceği kadar bir boşluk, duvar ve perde gibi bir engel olmaksızın bir erkeğin bir kadınla yan yana veya kadının gerisinde namaz kılması, sadece erkeğin namazını bozan hâllerdendir. Bu kadının mahrem veya namahrem olması önemli değildir. Böyle bir durumda kadının namazı ise bozulmamaktadır. Hanefîler’e göre kadınla yan yana veya kadının gerisinde kılan erkeğin namazının bozulmuş sayılması için şu şartların hepsinin birlikte gerçekleşmiş olması gerekir: Kadının akıllı ve ergen olması veya ergenliğinin yaklaşmış bulunması Kadının, erkeğin önünde veya hemen bitişiğinde namaz kılması Erkek ile kadının iftitâh tekbiri bakımından aynı namazda bulunması. Bu durum, kadının o erkeğe cemaat olması veya ikisinin birlikte başka bir imama cemaat olması hâlinde gerçekleşir. Zira böyle bir durumda erkek ve kadın, aynı namaz hareketlerini eş zamanlı olarak yapıyor olurlar. Kıldıkları namaz farklı olursa, erkeğin namazı bozulmaz. Kadın ile erkeğin namaz kıldıkları yerin perde veya benzeri bir şeyle ayrılmamış ve arada bir boşluk bulunmayan aynı mekân olması. Birisi alt diğeri de üst katta ise, aralarında paravan veya bir kişilik boşluk varsa, erkeğin namazı bozulmaz. Kadınların camilerde erkeklerin önünde veya hemen yanında namaza durmaktan sakınmaları ve kadınlara tahsis edilen mekânlarda namazlarını kılmaları gerekir. Namazı bozacak derecede aynı hizada bulunmanın süresi, Ebû Yusuf’a göre rükû ve secde gibi bir rüknün fiilen eda edilebileceği kadar; İmam Muhammed’e göre ise bir rüknü yerine getirecek kadardır (yani üç tesbih miktarı). Daha kısa sürede bu duruma son verilirse, erkeğin namazı bozulmaz. Yine Hanefîler’e göre, imama uyan kadınlar, erkeklerin safı önünde bir saf teşkil edecek olsalar, arkalarında aynı hizada olan bütün erkeklerin namazı bozulur. Erkeklerin arasında üç kadın bulunsa, bunların hem sağ, hem de sol yanlarındaki birer erkeğin, hem de arka hizalarındaki her saftan üç erkeğin namazları fasit olur. Aradaki kadınlar iki olursa, yanlarındaki birer erkek ile hemen arkalarındaki safta bulunan aynı hizadaki yalnız iki erkeğin namazı bozulur, daha arka saflardakilerin namazları bundan etkilenmez. Erkeklerin arasındaki kadın bir tane olursa, sağ ve sol tarafındaki birer erkekle, hemen arkasındaki bir erkeğin namazı bozulur. Bu son iki Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 Namaz III durumda namazları bozulan erkekler, kadınlar ile diğer erkekler arasında bir perde oluşturacağı için, artık bu bozulma başkalarına geçmez. Hanefîler’in bu değerlendirmeleri sebebiyle, özellikle Hanefî erkeklerin bulunduğu çevrelerde, kadınların camilerde erkeklerin önünde veya hemen yanında namaza durmaktan sakınmaları ve kadınlara tahsis edilen mekânlarda namazlarını kılmaları gerekir. Şâfiîler’e göre kadının erkekle yan yana veya onun önünde namaz kılmasıyla erkeğin namazı bozulmaz. Böyle bir durumda sadece saf düzeni ile ilgili sünnete uyulmamış olur. Cemaate Katılmamak İçin Mazeretler Sayılan Durumlar Geçerli bir mazeret bulunmadıkça namazı cemaatle kılmaya ve camiye gitmeye özen göstermek müminden beklenen bir davranıştır. Mazeretsiz olarak camiden ve cemaatten uzak kalmak hoş görülmemiştir. Aşağıdaki durumlar, Hanefî âlimler tarafından, cemaate katılmamak için geçerli mazeretler olarak kabul edilmiştir: Geçerli bir mazeret bulunmadıkça namazı cemaatle kılmaya ve camiye gitmeye özen göstermek müminden beklenen bir davranıştır. Hastalık. Teyemmümü mubah kılacak derecede hasta veya yürüyemeyecek derecede yatalak/felçli olmak. Hafif rahatsızlıklar ve yürüyüşe engel olmayan felç ve benzeri durumlar mazeret sayılmaz. Hz. Peygamber de hastalanıp mescide çıkamaz duruma gelince namazı Hz. Ebû Bekr’in kıldırmasını istemiştir (Buhârî, “Enbiyâ”, 19; “Ezân”, 46). Grip gibi bulaşıcı hastalığı olanların camiye gitmemesi uygun olmakla birlikte; etkisi ağır olan bulaşıcı mikropları taşıyanların cemaate katılmaması gerekir. Bedeni arızalar. Gözlerin görmemesi, kötürümlük, aşırı yaşlılık, ayaklarda yürümeye engel sakatlık. Korku. Camiye gittiği takdirde malına, canına veya ırzına bir zarar gelmesinden korkmak. Olumsuz hava şartları. Camiye gidişi engelleyecek derecede şiddetli yağmur, çamur, kar, dolu, soğuk, sıcak, rüzgâr, karanlık gibi hava şartları. Abdestin sıkışık durumda olması. Çünkü bu durum, namazın huşû ve huzur içinde yerine getirilmesine engel olur. Nitekim kişinin kalbini meşgul edecek derecede açlık ve susuzluk durumunda, yemek hazır olduğu hâlde tek başına veya cemaatle namaz kılmak da mekruh olur. Oruçlu hakkında açlık ve susuzluk, cemaate katılmamak için özür sayılmaz, çünkü yeme içme oruçlunun kalbini meşgul etmez. Çiğ soğan ve sarımsak gibi kokusuyla insanları rahatsız eden bir şey yemek içmek veya böyle bir kokuyu üzerinde bulundurmak. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 Namaz III “Soğan veya sarımsak yiyen kimse mescidimize yaklaşmasın” (Buhârî, “Ezân”, 160; Müslim, “Mesâcid”, 73). Hapsedilmiş olmak. Farz olan ilimleri araştırmak ve bunların eğitim- öğretimiyle meşgul olmak. Yolculuğa çıkmak üzere olmak. Hastaya bakmak. Cemaate katılmak istediği hâlde, yukarıda sayılanlardan veya bunlara benzer geçerli mazereti sebebiyle gidemeyen kimse, niyetine göre sevap kazanır. Ayrıca sayılan bu mazeretlerin önemli bir kısmı geçici durumlar olduğundan, bunları bahane ederek cemaati büsbütün terk etmek doğru olmaz. Bir Yerde Cemaatle Namazın Tekrarlanması Cemaat olmak ve namazı cemaatle kılmak düşüncesi, kişilerin bir araya toplanmasını gerektirmektedir. Buna göre bir cami veya mescitte her vakit namaz için tek bir cemaat teşkil edilmesi esastır. Özellikle düzenli cemaatle namaz kılınan cami ve mescitlerde, ezan ve kamet okunarak cemaatle namaz kılındıktan sonra, bir mazeret bulunmaksızın yeni bir cemaat oluşturarak namaz kılınması mekruh görülmüştür. Zira başka bir cemaat oluşturulması, cemaatin bütünlüğünü bozar, huzursuzluğa ve cemaate katılmada gevşekliğe sebep olabilir. Görevli imamı bulunan bir mescitte, geçerli bir mazeret bulunmaksızın, imamdan önce cemaatle namaz kılmak da mekruhtur. Hatta Hanbelîler bunun haram olduğunu söylemiştir. Diğer taraftan mescitte cemaatle namaz kılındıktan sonra gelenler, ezan okumaksızın sadece kamet getirerek cemaatle namaz kılarlar. Aşağıdaki durumlarda ikinci bir cemaat yapılması caiz görülmüştür: Bir mescitte, o bölgenin halkından olmayan seferi bir topluluk erken davranıp cemaatle namaz kıldıktan sonra, bölge halkının cemaatle namaz kılması. Bölge sakinlerinin ezanı sessizce okuyarak namaz kılması durumunda, onlardan sonra ezanı sesli okuyarak cemaatle namaz kılmak. Bölge sakinlerinin, ezan ve kamet okumaksızın cemaati tekrarlaması. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 Namaz III Yol üzerinde bulunan dolayısıyla farklı zamanlarda grupların geldiği bir mescit olması. Benzinlik ve konaklama yerlerindeki mescitler de aynı durumdadır. Devamlı bir imam ve müezzinin bulunmaması sebebiyle, insanların ayrı ayrı namaz kıldığı bir mescit olması. İMAMLIK İslam’da devlet başkanlığına imâmet-i kübrâ (büyük imamlık), namaz imamlığına da imâmet-i suğrâ (büyük imamlık) denilmektedir. İmam kelimesi önder, lider ve öncü gibi anlamlara gelmektedir. İyi veya kötü bir işte kendisine uyulan ve arkasından gidilen kimseye imam denir. Namaz imamlığı, cemaatle kılınan namazda öne geçerek arkadakilere önderlik etmektir. İmamlık çok şerefli ve meziyetli bir iştir. Hz. Peygamber, hastalık gibi bir mazereti olmadığı sürece daima cemaate imam olarak namazları kıldırmıştır. Ondan sonra gelen râşit halifeler de aynı uygulamayı devam ettirmişlerdir. İmam olan kişi bir taraftan Hz. Peygamber’in makamında bulunmakta, diğer taraftan da cemaati temsil etmektedir. İslam’da devlet başkanlığına imâmet-i kübrâ (büyük imamlık), namaz imamlığına da imâmet-i suğrâ (büyük imamlık) denilmektedir. İlk dönemde bu iki imamet türü birbiriyle bağlantılı görülürken, sonraki zamanlarda devlet işlerinin çoğalması ve devlet başkanlarının namaz imamlığına gerekli önemi göstermemesi gibi sebeplerle camilere namaz kıldırmak için görevliler atanmıştır. İmam olacak kimsenin, namaz kılmak için gerekli asgari şartları taşıması yanında, makamın gerektirdiği bazı ek özelliklere sahip olması veya eksiklikleri taşımaması da istenmektedir. İmam olacak kişinin, makamın hakkını verecek üstün özelliklere sahip birisi olması tercih edilmekte ve imamlık makamına yakışmayan sıfatlar taşıyanların imamlığı hoş karşılanmamaktadır. İmamda Bulunması Gereken Şartlar Namaz imamında mutlaka bulunması gereken, aksi takdirde imamlığın ve ona uyan cemaatin namazının sahih/geçerli olmayacağı şartlar şunladır: Müslüman olmak: Müslümanlara namaz kıldıran imam da Müslüman olmalıdır. Kâfir veya İslam’dan çıkmış (mürted) birinin imamlığı geçerli değildir. Akıllı olmak: İmamın, normal baliğ/ergen bir insanda bulunan akıl seviyesinde akıllı olması gerekir. Akıl hastası, bunak ve sarhoşun imamlığı geçerli değildir. Hastalığı nöbetler hâlinde gelen kimsenin sağlam hâlinde veya akıl seviyesi nispeten düşük olan saf kimselerin imamlık yapması mekruh sayılmıştır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 Namaz III İmam olacak kişinin, makamın hakkını verecek üstün özelliklere sahip birisi olması tercih edilmekte ve imamlık makamına yakışmayan sıfatlar taşıyanların imamlığı hoş karşılanmamaktadır. Baliğ/ergen olmak: Hanefîler’in büyük çoğunluğuna göre farz veya nafile hiçbir namazda ergen olmayan çocuğun imamlık yapması geçerli değildir. Mâlikî ve Hanbelîlere göre mümeyyiz çocuk, sadece farz namazlarda imam olamaz; nafile namazlarda imam olabilir. Şâfiîler’e göre ise mümeyyiz çocuğun bütün namazlarda imamlık yapması caizdir. Erkek olmak: Aralarında erkek bulunan bir cemaate imam olacak kişinin mutlaka erkek olması gerekir. Kadın erkeğe imam olamaz. Kadının kadına imamlığı da mekruh sayılmıştır. Şayet kadınlardan oluşan cemaate bir kadın imam olmak isterse, böyle bir imamlık mekruh olmakla birlikte, imam olacak kadın öne geçmeden diğerleriyle aynı hizada ortalarında durur. Abdestli ve temiz olmak: İmamın abdestli olmaması veya üzerinde namaza mani necaset bulunması durumunda ne kendi namazı ne de ona uyan cemaatin namazı geçerli olur. İmamın namazı abdestsiz veya cünüp olarak kıldırdığı sonradan anlaşılsa, kendisinin ve bu durumu öğrenen cemaatin namazı yeniden kılmaları gerekir. İmamın abdestsiz olduğunu duymayan cemaatin namazı geçerli sayılır. Başkasına uymuş olmamak: İmam bir başkasına uymuş olmamalıdır. Buna göre cemaate sonradan katılarak rekât kaybı bulunan kimse (mesbûk), imam selam verdikten sonra yetişemediği kısmı tamamlamak için ayağa kalkınca, ona başkasının uyması caiz değildir. Cemaatin kıraatte bulunması farz olmadığından, kıraatte bulunamayacak durumda olanlar imama uyarak namaz kılarlar. Abdest özrü bulunmamak: Hanefî ve Hanbelîler’e göre imamda, normal kişinin abdestini bozan idrar kaçırma ve benzeri herhangi bir özür bulunmaması gerekir. Böyle bir özrü olan kişi, ancak kendisiyle aynı tür özre sahip kimselere imamlık yapabilir. İmamla cemaatin özürleri farklı olursa bu imamlık geçerli olmaz. Mesela idrarını tutamayan imama, yellenme özrü bulunan kimse uyamaz. Namaz sahih olacak kadar Kur’an’dan ezbere kıraatte bulunabilmek. İmam cemaati temsil ettiğinden imamın kıraati, cemaatin kıraati yerine geçmektedir. Bu sebeple imamın, kıraat farzını yerine getirebilecek ölçüde Kur’an’dan bir kısmı ezbere ve düzgün okuyabilmesi gerekir. Cemaatin kıraatte bulunması farz olmadığından, kıraatte bulunamayacak durumda olanlar imama uyarak namaz kılarlar. İmamlıkta Öncelik Sıralaması İmamlığa öncelik sıralamasından maksat, imamlığın geçerli olabilmesi için yukarıda belirtilen gerekli asgari şartları taşıyan birden fazla kişi bulunması Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 Namaz III durumunda bunlardan hangisinin imamlığa öncelik hakkının bulunduğu ve tercihin hangi ölçülere göre tercih yapılacağıdır. İmamlık için tercih yapılırken kişide aranan en temel özellik, namazın hükümlerini yani farzları, vacipleri, namazı bozan ve bozmayan durumları en iyi bilen olmasıdır. İslam’ın ilk dönemlerinde Hz. Peygamber ve râşit halifeler devlet başkanlığı ile namaz imamlığını bağlantılı olarak görüp camide namazları bizzat kıldırdıklarından, İslam âlimleri namaz imamlığını îfâ etme işini öncelikle devlet başkanı veya onu temsil eden yöneticilerin hakkı olarak değerlendirmişlerdir. Zamanla devlet başkanı ve idareciler, gerek devlet işlerinin fazlalaşması sonucu devlet görevlerinin alt görevlilere paylaştırılması, gerekse namaz imamlığına önem vermeme gibi sebeplerle, camilerde meslek olarak bu işi yapan imam ve müezzinler görevlendirme yoluna giderek, kendileri bu alandan çekilmişlerdir. İslam’ın ilk dönemindeki uygulama ve anlayışa göre günümüz yönetim yapılanmasında namaz imamlığına en layık olan kişiler, başta Cumhurbaşkanı olmak üzere bulundukları yerde devleti temsil eden vali, kaymakam, emniyet müdürü, garnizon komutanı, belediye başkanı ve muhtar gibi görevlilerdir. Görevlisi bulunan bir camide namaz kıldırma hakkı öncelikle ilgili görevliye aittir. Namaz kıldırmakla görevli olan kişinin, imamet için gerekli şartları taşıyor olması esastır. Ancak cami dışında kılınacak, görevlisi bulunmayan bir camide veya vakit namazı kılındıktan sonra oluşturulacak sonraki cemaatle namazlarda, imamlığa en ehil olan kişiyi belirleyip tercih etme ihtiyacı olacaktır. İmamlık için tercih yapılırken kişide aranan en temel özellik, namazın hükümlerini yani farzları, vacipleri, namazı bozan ve bozmayan durumları en iyi bilen olmasıdır. İmamlığa en ehil kimse, namazın hükümlerini en iyi bilendir. Ancak eşitlik hâllerinde tercih sebebi olabilecek hususlar âlimlerin çoğunluğu tarafından sırasıyla şu şekilde belirlenmiştir: Cemaat içinde devlet başkanı veya devleti temsil eden vali ve benzeri bir görevli varsa imamlık öncelikle onun hakkıdır. Caminin görevlisi varsa imamlık öncelikle onun hakkıdır. Cemaatle namaz bir evde kılınacaksa imamlık, öncelikle o evde oturanın veya onun izin verdiği kimsenin hakkıdır. Kur’an’ı Kerim’i en iyi okuyanın imam olması tercih edilir. En takvalı olanı tercih edilir. Takva; farz ve vacipleri yerine getirmekle yetinmeyip sünnet ve müstehapları da yapmaya gayret ederek; haramlardan kaçınmakla yetinmeyip mekruh veya şüpheli olan şeylerden de kaçınmakla olur. Yaşça büyük ve olgun olan tercih edilir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 Namaz III Ahlâkça daha üstün olan, insanlarla ilişkileri iyi olan tercih edilir. Yüzü daha güzel olan tercih edilir. Nesep, ses veya elbise temizliğinde daha güzel olan tercih edilir. İmamlık Yapması Mekruh Olanlar İmamlık yüce bir makam olduğundan, imamın gerek imanında gerekse amellerinde nispeten küçük de olsa yanlışlık veya eksiklik bulunması hoş karşılanmamıştır. İmamlık yapması mekruh sayılan kimseler şunlardır: Fâsık kişi: Alenen farzı terk eden veya haram işleyen kimseye fâsık denir. Fısk, takvanın zıddıdır. Fâsığın imameti tahrimen mekruh sayılmıştır. Fâsık ancak kendisi gibi olan bir topluluğa imamlık yapabilir. Bidat sahibi kişi: İnancı ehl-i sünnet inancına aykırı olan fakat kişiyi küfre götürecek derecede bozuk olmayana bidat sahibi denir. Bidat sahibinin imameti de tahrimen mekruh sayılmıştır. Gözleri görmeyen kişi: Hanefî, Mâlikî ve Hanbelîler’e göre gözleri görmeyenin imameti tenzihen mekruhtur. Ancak Hanefîler, cemaatin en âlimi olması hâlinde kerahet görmemişlerdir. Şâfiîler’e göre ise gözleri görmeyenin imameti mekruh değildir. Cemaatin istemediği kişi: Dini ve ahlaki bakımdan haklı olarak cemaat tarafından istenmeyen kişinin imameti tahrimen mekruh sayılmıştır. Geçerli bir sebebe dayanmayan itirazlar dikkate alınmaz. Dini ve ahlaki bakımdan haklı olarak cemaat tarafından istenmeyen kişinin imameti tahrimen mekruh sayılmıştır. Namazı çok uzatan kişi: İmam cemaatin durumunu dikkate alarak kıraat, tesbih, zikir ve duaları, ne çok hızlı ne de sünnet miktarından fazla uzun yapmalıdır. “Sizden biriniz imamlık yaptığı zaman namazı hafif tutsun. Çünkü cemaat içinde zayıf, hasta ve yaşlı insanlar vardır. Kişi tek başına namaz kıldığı zaman istediği kadar uzatsın” (Buhârî, “İlim”, 28, “Ezân”, 62; Müslim, “Salât”, 183). Hatalı okuyan (lahn yapan) kişi: Anlamı bozmayacak derecede yanlış okuyanın, daha iyi okuyacak kimse varken imamlık yapması mekruhtur. Gayr-i meşrû ilişkiden doğmuş kişi veya köle: Bunlar genellikle cahil kalmış ve güzel ahlak kazanamamış kişiler olur. Ancak bilgili ve ahlaklı oldukları takdirde bunların imamlık yapmaları mekruh değildir. Kadının kadına imamlığı: Kadının hemcinslerine imameti mekruhtur. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 Namaz III İmama Uyanın Dikkat Etmesi Gereken Hususlar Cemaatle namaz kılınırken imama uymaya “iktidâ”, imama uyan kişiye de “muktedî” denir. İmama uyan kişinin namazının geçerli olabilmesi için aşağıdaki hususlara uygun hareket etmesi gerekmektedir: İmama uyan kişi, hem namaz kılmaya hem de imama uymaya niyet etmelidir. İmama uyan kişi, imamdan geride durup, onun hizasında veya önünde olmamalıdır. Hanefî ve Hanbelîlere göre, Kâbe çevresinde namaz kılarken, cemaatin imamdan öne geçmesi caiz görülmüştür. İmama uyan kişi, imamdan geride durup, onun hizasında veya önünde olmamalıdır. Kılınan namazın çeşidine göre, imamla cemaatin namazı ya aynı olmalı veya imamın namazı cemaatin namazından daha üstün durumda bulunmalıdır. Bu sebeple, Hanefî ve Mâlikîler’e göre nafile kılan biri, farz kılmakta olan imama uyabildiği hâlde; farz kılan biri, nafile kılmakta olan imama uyamaz. Şâfiî ve Hanbelîler’e göre ise uyabilir. Diğer taraftan abdest alanın teyemmüm edene, ayaklarını yıkayanın mestleri veya yara sargısı üzerine mesh edene imam olması geçerlidir. İmam ile ona uyan cemaat arasındaki mesafe, makul uzaklıktan fazla olmamalıdır. Aksi durumda bağlantı kopar ve bu uyma geçerli olmaz. İmamla kendisine uyan arasında bir ırmak, umumî bir yol veya boş bir arazi bulunuyorsa, bu uyma geçerli olmaz. Büyük bir mescitte imam ile ona uyan arasında iki veya daha fazla saf sığacak kadar boşluk bulunsa, bu uyma da geçerli olmaz. Ancak safların uzaması sonucu yol, nehir üzerindeki köprü veya boş arsa cemaatle dolmuşsa; cemaat avluya veya diğer katlara taşarsa imamla cemaat arasındaki bağlantı kopmuş olmaz. İmama uyan kişi imamın hareketlerini izlemeli, gecikme olmadan aynı hareketi peşinden yapmalıdır. Kadın cemaat, arada boşluk veya perde olmaksızın erkeklerle yan yana olmamalıdır. Mezhep farklılığı imama uymaya engel olarak görülmemelidir. Cemaat namazı Müslümanların birlik ve beraberliğini gösterdiğinden, içtihada dayanan mezhep farklılıklarının ayrışma sebebi yapılması doğru olmaz. Hanefî ve Şâfiîler’e göre, imamın namazının cemaatin mezhebine göre de sahih olması gerekirken; Mâlikî ve Hanbelîler’e göre, namazın sıhhati için sadece imamın bağlı bulunduğu mezhebe itibar edilir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 Namaz III İMAMA UYANIN HÂLLERİ İmama uyan kişi, ya namazı başından sonuna kadar imamla birlikte kılmak veya imam en az bir rekât kıldıktan sonra yetişmek yahut imamla birlikte başladığı hâlde çeşitli sebeplerle namazın bir bölümünü imamla birlikte kılamamak şeklinde üç durumda bulunabilir. Müdrik İmama en geç ilk rekâtın rükûsunda yetişen ve ara vermeden imamla birlikte bitirmiş kişiye müdrik denir. Müdrik kelimesi sözlükte yetişen, kavuşan demektir. İmama en geç ilk rekâtın rükûsunda yetişen ve ara vermeden imamla birlikte bitirmiş kişiye müdrik denir. Namazı cemaatle kılmanın sevabı, tek başına kılmaktan yirmi yedi derece daha fazla olduğundan, tek başına kılmakta olduğu namazın farz veya nafile oluşunu göre aşağıdaki durumlarda tek başına kılınan namaz bırakılarak imama uyulur: Farz namaz kılmakta olanın durumu Bir farz namazı tek başına kılmaya başladıktan sonra, bulunduğu yerde o farz cemaatle kılınmaya başlansa, tek başına kılan eğer henüz secdeye varmamış ise namazını hemen keserek imama uyar. Tek başına kıldığı namazın birinci rekâtının secdesine varmış ise bakılır: Eğer kıldığı namaz sabah ve akşam namazının farzı ise yine keser ve imama uyar. Fakat bunların ikinci rekâtı için secdeye varmış ise, artık kesmeyip namazı kendisi tamamlar. Eğer ilk rekâtın secdesini yaptığı namaz öğle, ikindi veya yatsı namazı gibi dört rekâtlı bir farz ise, bir rekât daha kılarak ikiye tamamlayıp selam verir. Kıldığı bu iki rekât nafile sayılır. Sonra farzı kılmak üzere imama uyar. Tek başına kıldığı dört rekâtlı namazın henüz üçüncü rekâtının secdesini yapmamış ise hemen ayakta veya oturarak selam verip namazdan çıkar. Kıldığı bu iki rekât nafile sayılır. Sonra farzı kılmak üzere imama uyar. Fakat tek başına kıldığı namazın üçüncü rekâtının secdesini de yapmışsa, artık bunu tamamlar, farzı tek başına kılmış olur. Nafile namaz kılmakta olanın durumu Bir nafile namazı -mesela öğle, ikindi ve yatsının ilk sünnetlerini- tek başına kılmaya başladıktan sonra, yanında cemaatle namaza başlansa, tek başına kılan bu nafileyi iki rekâta tamamlar ve sonra selam verip cemaate katılır. Üçüncü rekâta kalkmış ise, onu da dörde tamamlar. Bir nafile namazı tek başına kılan kişi, kılınmaya başlanan cenaze namazını kaçırmaktan korkarsa, nafileyi hemen keser, cenaze namazı için imama uyar ve daha sonra nafileyi kaza eder. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 Namaz III Nafileye henüz başlamamış olanın durumu Cemaatle sabah namazının kılınmakta olduğunu gören kişi, sünneti hızlıca kıldığında cemaate yetişebileceği kanaatinde ise, hemen sabah namazının sünnetini sadece farz ve vaciplerini yerine getirerek kılar ve ardından imama uyar. Ancak cemaate yetişemeyeceği kanaatinde ise, sünnete başlamayıp hemen imama uyar ve artık bu sünneti kaza da etmez. Eğer sünnete başlamış ise bunu tamamlar. Öğle, ikindi ve yatsı namazlarının cemaatle kılınmaya başlandığını gören kimse, bunların sünnetine başlamadan imama uyar, sonra öğlenin dört rekât ilk sünnetini kaza eder, ikindinin sünnetini ise vaktin keraheti dolayısı ile kaza etmez. Yatsı namazının gayr-i müekked olan dört rekât ilk sünnetini, dilerse kaza eder, dilerse etmez. Lâhik İmamla birlikte namaza başlamasına rağmen, dalgınlık, uyku, rahatsızlık, abdestinin bozulması gibi bir özür sebebiyle, namazın bütün rekâtlarını veya bir bölümünü imamla birlikte kılamayana lâhik denir. Lahik, imamla birlikte kılamadığı rekâtları, imamın selamından sonra kaza eder. Lâhik, hüküm bakımından müdrik gibi olup, kılamadığı rekâtları kaza ederken imamın arkasında kılıyormuş gibi davranarak kıraat yapmaz, şayet yanılırsa sehiv secdesi de yapmaz. Namaz sırasında abdesti bozulan kişi hemen namazı bırakıp dünya kelamı konuşmadan abdestini alıp gelir ve yetiştiği yerden imama uyar. İmam selam verince, arada kaçırdığı rekâtları kaza eder. Geldiğinde imam selam vermiş olursa, bıraktığı yerden kendisi tamamlar. Lâhik konusunda fıkıh kitaplarında çok ayrıntılı ve uygulanması nispeten zor hükümler bulunması, bu kişinin cemaat sevabından mahrum kalmaması içindir. Bu hükümleri iyi bilmeyenlerin, namazı bozup tekrar baştan başlamaları daha ihtiyatlı bir yoldur. Mesbûk İmama birinci rekâtın rükûundan sonra uyan kimseye mesbûk denir. Bir başka deyişle mesbûk, namazın başından en az bir rekât kaçırmış kişidir. Son rekâtın rükûundan sonra imama uyan ise, bütün rekâtları kaçırmış olur. Mesbûk, hüküm bakımından tek başına namaz kılan kimse gibi olup, kaçırdığı rek’atları kazaya başladıktan sonra, ilkten kendi başına kılıyormuş gibi davranarak Sübhâneke’yi okur, kıraat yapar ve şayet yanılırsa sehiv secdesini de yapar. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 Namaz III Mesbûk imama uymak için geldiğinde, şayet bu namaz öğle ve ikindi gibi gizli okunan bir namaz ise, iftitâh tekbirini alır ve Sübhâneke’yi okur. Eğer sabah, akşam veya yatsı gibi açıktan okunan bir namaz ise, iftitâh tekbirini alır, Sübhâneke’yi okumadan imamı dinler, kendi kaza edeceği rekât ya da rekâtlar için ayağa kalkınca Sübhâneke’yi okur ve kıraatten önce eûzü-besmele çeker. Akşam namazının son rekâtında imama yetişen mesbûk, imam selam verince kalkar, Sübhâneke’yi okur, eûzü-besmele çeker, Fâtiha’yı okur, kıraat yapar, secdelerden sonra oturur, yalnız Tahiyyât’ı okur ve ayağa kalkar, besmele çekip Fâtiha ve kıraatten sonra rükû, secdeler ve son oturuşu yaparak selâm ile namazdan çıkar. Böylece üç defa oturmuş olur. Doğru olan uygulama bu şekildedir. Fakat kendi kıldığı ilk rekâtın sonunda yanılarak oturmamış olsa, sehiv secdesi gerekmez. Çünkü bu rekât, namazın bütünü bakımından ikinci rekât ise de, kendi kıldığı kısım bakımından birinci rekât yerindedir. Dört rekâtlı bir namazın son rekâtında imama yetişen kimse, imamın selamından sonra bir rekât kılarak oturur, yalnız Tahiyyât’ı okuyup kalkar ve iki rekât daha kılar. İmamla birlikte teşehhüt miktarı oturduktan sonra, daha imam selam vermeden önce, mesbûkun ayağa kalkıp kaçırdığı rekâtları kılmaya başlaması mekruhtur. Ancak abdestinin sıkışık olması, güneşin doğacak olması veya namaz vaktinin çıkacak olması gibi durumlarda, imamın selâmını beklemeden kalkıp namazını tamamlayabilir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 Namaz III Özet • Namazın farzlarından biri olan kıraatın ezberden ve düzgün şekilde yapılması esastır. Her mümin yüce Allah'ın kelamından en azından namazda yanlışsız okuyacak kadar öğrenmelidir. Müminlerin Kur'an ayetlerini kasıtlı olarak yanlış okumaları düşünülemez. Kıraat hatalarının namazı bozup bozmayacağı konusunda önceki Hanefîlerin belirledikleri ölçüler, ihtiyat bakımından daha uygun; sonraki Hanefîlerin ölçüleriyse daha kolaylaştırıcıdır. • İslam dini günlük olarak beş vakit namazın, haftalık olarak cuma namazının ve yıllık olarak iki kere ramazan ve kurban bayram namazlarının cemaatle yerine getirilmesini istemektedir. Günlük namazların cemaatle kılınması yirmi yedi derece daha faziletli sayılmıştır. Özellikle kadınların Hz. Peygamber dönemindeki gibi cemaate katılmaları teşvik edilmelidir. • Cemaatle namazda önce erkekler safı, sonra çocuklar safı ve onun arkasında da kadınlar safı olacak şekilde sıra yapılır. Erkeklerle, erkek çocuklar arasındaki düzene uymak sünnet; kadınlar safının erkeklere bitişik veya onlardan ileride olmaması ise farz hükmünde görülmüştür. • Cemaate katılmamak için mazeret olabilecek hâller hastalık, bedeni arızalar, korku, olumsuz hava şartları gibi durumlardır. • İmamlık bir fazilet makamı olup imamın dini açıdan üstün özelliklere sahip birisi olması ve bazı olumsuzluklar taşımamasına dikkat edilmiştir. • Namazı başından sonuna kadar imamla birlikte kılana müdrik, imam en az bir rek’at kıldıktan sonra yetişene mesbûk, imamla birlikte başladığı halde çeşitli sebeplerle namazın bir bölümünü imamla birlikte kılamayana da lâhik denir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21 Ödev Namaz III • Diğer bilim dallarından istifade ederek "imamlığın önemi" konusunu iki yüz kelimeyi aşmayacak şekilde bir yazı yazınız. • Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “ödev” bölümüne yükleyebilirsiniz. DEĞERLENDİRME SORULARI 1. Kıraat hatasıyla ilgili olarak aşağıdakilerden hangisi yanlıştır? Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. a) Arapça bilen veya bilmeyen herkes kıraat hatası yapabilir b) Kıraat hatasına teknik olarak "zelletü'l-kârî” denir c) Bazı kıraat hataları namazı bozmaz d) Kıraat hataları konusunu iyi kavrayabilmek için Arapça bilmek gerekir e) İhfâ yapılacak yerde izhâr yapmak, bütün âlimlere göre namazı bozar 2. Kadının imamlığı konusunda aşağıdakilerden hangisi doğrudur? a) Kadının kadına imamlığı menduptur b) Kadının erkeğe imamlığı mekruhtur c) Kadının erkeğe imamlığı geçerlidir d) Kadının kadına imamlığı sünnettir e) Kadının kadına imamlığı mekruhtur 3. Hz. Peygamberin “Kadınlar cemaate katılmak istediklerinde ...” hadisinin devamı nasıldır? a) Genç olanlara izin vermeyiniz b) Üst katta kılmalıdırlar c) Kıyamet yaklaşmış demektir d) Çocuklarını götürmesinler Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22 Namaz III e) Koku sürünmesinler 4. Aşağıdakilerden hangisi cemaate katılmamak için bir mazeret sayılamaz? a) Hastaya bakmak b) Yolculuk için hazırlanmak c) Bulaşıcı hastalık taşımak d) Üzerinde kerih bir koku bulunmak e) Kulağında arıza bulunmak 5. Aşağıdakilerden hangisinin imamlık yapması mekruh sayılmamıştır? a) Gözleri görmeyen kişi b) Alim köle c) Bidat sahibi kişi d) Cemaatin istemediği kişi e) Namazı çok uzatan kişi Cevap Anahtarı: 1.e 2.e 3.e 4.e 5.b Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23 Namaz III YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR Akyüz, V. (2006). Namaz. İstanbul:İz Yayıncılık. Akyüz, V.(4 cilt hâlinde 1995).Mukayeseli İbadetler İlmihâli-İslam Fıkhında İbadetler.İstanbul:İz Yayıncılık. Alptekin, Y. (2007).Namazla Yeniden Doğdum.İstanbul: Nesil Yayınları. Altuntaş, H. (1998).Kur’an’ın Tercümesi Ve Tercüme İle Namaz Meselesi.Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. Aydüz,D.(2008).Namazı İstanbul:Işık Yayınları. Anlayarak Kılmak: Namaz Dualarının Açıklaması. Balkan, A. (2009). Namaz Aşıkları. İstanbul:Işık Yayınları . Bilmen, Ö. N. Büyük İslam İlmihâli (ty.).İstanbul:Bilmen Yayınevi. Buladı, K. (2006).Namaz “Akılları Durduran Mucize”. İstanbul: Kayıhan Yayınları. Döndüren, H. (2009).Delilleriyle İslam İlmihâli.İstanbul. Ekerim, E. S. (2006). Namaz Ve Karakter Gelişimi . İstanbul: İnsan Yayınları. Elbani,M.N. (2004).Hadislerle Hz. Peygamberin Namaz Kılma Şekli(Tercüme: Osman Arpaçukuru).İstanbul. Günenç, H. Büyük Şafii İlmihâli (ty.):Ankara: Hilal Yayınları. Günenç, H.Şafiiler İçin Namaz Kitabı (ty):İstanbul: Emel Yayıncılık. Hatip, A. (2011).Mevlânâ’nın Gözüyle Âşıkların Namazı. İstanbul. Komisyon, İlmihâl I-II (1998). Ankara:Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. Komisyon, İslam İlmihâli. (2006).İstanbul:Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları. Kırbaşoğlu, M. H. (2010). Ahir Zaman İlmihali .Ankara. Kırbaşoğlu, M.H. (1997).Namazların Birleştirilmesi: el-Cem'u beyne's-salateyn, .Ankara: Araştırma Yayınları. Mehmed Zihni Efendi, (1971). Nimet-i İslam: Mufassal İlmihal.İstanbul,:Salah Bilici Kitabevi. Meşhur, M.(1997). Namazla Dirilmek(Çeviren: Orhan Aktepe).İstanbul:Ravza Yayınları. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24 Namaz III Nurbaki, H. Namazın Sırları (1986), İstanbul:Damla Yayınevi. Öztürk, M.(2006). Haydin Felaha: Cemaatle Namazın Fazileti.İstanbul: Erkam Yayınları. Rudani, (2009).Hadislerle Müslümanlık 1: Namaz. İstanbul:İz Yayıncılık. Şentürk, L. Yazıcı, S. (2010). İslam İlmihali. Ankara. Tokpınar, C. (2002). Sabah Namazına Nasıl Kalkılır .İstanbul: Nesil Yayınları. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi.“Namaz” maddesi, Cilt: 32, s. 350357,.Ankara. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 25 HEDEFLER İÇİNDEKİLER NAMAZ IV • • • • • • Cuma Namazı Bayram Namazı Vitir Namazı Nafile Namazlar Teravih Namazı Mübarek Gün ve Geceler • Bu üniteyi çalıştıktan sonra • Cuma ve bayram namazlarının bireysel ve toplumsal hayat açısından önemini kavrayabilecek • Nafile namaz çeşitleri hakkında bilgi sahibi olacak • Teravih namazının mahiyetini öğrenmiş olacak • Mübarek gün ve geceleri anlatabileceksiniz. İSLAM İBADET ESASLARI ÜNİTE 6 Namaz IV GİRİŞ Cuma Bayram Vitir Teheccüd Kuşluk İstihâre İstiskâ Küsûf Husûf Tahiyyetü'l-mescit Tövbe Tesbih Abdest Gusül İhrama Giriş Yolculuk Evvâbîn Hâcet Terâvih Namaz ibadetinin, özellikle de bazı namaz çeşitlerinin, Müslümanların bireysel ve toplumsal hayatlarında büyük önemi vardır. Cemaatle kılınan beş vakit namaz, bu bağlamda ilk olarak zikredilmesi gereken ibadetlerdendir. Günlük hayatın yoğun temposu içinde beş vakit namazı cemaatle kılmak toplumun önemli bir kesimi için ne yazık ki mümkün olamamaktadır. Ama en azından cuma namazı vesilesiyle haftada bir kez de olsa Müslümanlar bir araya gelebilmekte, bayram namazlarında ise toplumun daha geniş kesimleri aynı mekânda toplanabilmektedir. Böylece dinî bilinç ve heyecanın toplumun tüm katmanlarında canlı bir katılımla teneffüs edilmesi sağlanmaktadır. Ramazan ayının manevi atmosferine farklı bir anlam katan teravih namazları da toplumsal boyutu ağır basan ibadetlerdendir. Yılın farklı zaman dilimlerine yayılmış olan mübarek gün ve geceler ise günlük hayatın bitmez tükenmez koşuşturmaları içinde yorgun ve bitap düşen insanımıza biraz durup nefeslenme fırsatı sunan ara duraklar gibidir. İşte bu ünitede toplumsal boyutu ağır basan cuma ve bayram namazları ile nafile namaz çeşitlerini ele alacağız. En sonunda da dinimizce mübarek sayılan gün ve gecelerle ilgili özet bilgiler vereceğiz. CUMA NAMAZI Cuma namazı “toplayıcı” özelliğiyle, Müslümanların haftalık olarak bir araya gelip dinî bilinç ve duyarlılıklarını tazelemelerini sağlayan çok önemli bir ibadettir. Nitekim bu namazın “Cuma namazı” olarak isimlendirilmesinin sebebi Müslümanların bu namazı kılmak üzere toplanmalarıdır. Bu namaz için cuma gününün seçilmesi de anlamlıdır. Zira Peygamber Efendimiz (s.a.v.), üzerine güneş doğan en hayırlı günün cuma olduğunu; Hz. Âdem’in o günde yaratıldığını, o günde cennete girdiğini, o günde cennetten çıkarıldığını, Kıyamet’in de bir cuma günü kopacağını ve cuma gününde, duaların kabul olunacağı bir “icâbet saati”nin bulunduğu bildirmiştir (Buhârî, “Cuma”, 4; Müslim, “Cuma”, 17, 18). Cuma namazının farz oluşu kitap, sünnet ve icma delillerine dayanır. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmaktadır: “Ey iman edenler! Cuma günü namaz için çağrıldığı (ezan okunduğu) vakit, Allah’ın zikrine koşun ve alışverişi bırakın! Bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır” (Cuma, 62/9). Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 Namaz IV Cuma namazının farz kılındığını bildiren bu ayet, Medine’de indirilmiş ve Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ilk cuma namazını hicret esnasında, Medine yakınlarındaki Rânûnâ Vadisi’nde kıldırmıştır. Allah Resulü’nün (s.a.v.) hadislerinde, cuma namazlarına devam eden kimsenin iki Cuma arasındaki günahlarının affedileceği, cumayı hafife alarak üç cuma namazını terk edenin ise kalbinin mühürleneceği ifade edilmiştir. (Buharî, “Cuma”, 6, 19; Müslim, “Cuma”, 26; Ebû Dâvûd, “Salât”, 202, 203, 204) Tarih boyunca İslam bilginleri de cuma namazının farz oluşunda görüş birliği içerisinde olmuşlardır. Cuma Namazının Farz Olmasının Şartları Kur’an-ı Kerim’de cuma namazının sadece kılınması emredilmiş, nasıl kılınacağı ile ilgili ayrıntı verilmemiştir. Peygamber Efendimiz namaz konusunda şöyle buyurmuştur: “Namazı benim kıldığım gibi kılınız!” (Buharî, “Ezan”, 18, “Edeb”, 27). Bir başka hadiste cumanın farz olmasının şartları şöyle belirlenmiştir: “Allah’a ve ahiret gününe inananlara cuma namazı farzdır. Ancak yolcu, köle, çocuk, kadın ve hastalar bundan müstesnadır” (Ebû Dâvûd, “Salât”, 208, 209). Hadiste zikredilen istisnaların dışında kalan akıl-baliğ her Müslüman erkek, bu namazla yükümlüdür. Buna göre, vakit namazlarındaki şartlara ilave olarak, bir kişiye cuma namazının farz olmasının şartları şunlardır: Erkek olmak: Cuma namazı kadınlara farz değildir. Ancak cuma namazını kılarlarsa bu yeterli olup öğle namazını kılmaları gerekmez. Cuma “toplama” anlamındaki “c-m-a” kökünden türemiştir ve haftada bir, müminleri toplar, bir araya getirir. Hür olmak: Hürriyetten yoksun bulunan esir ve kölelerin, hapisteki hükümlülerin, cuma günü öğle namazını kılmaları yeterlidir. Çalıştıkları iş yerlerinden izin alamayan ve başka bir iş bulamayan kişilerin de dolaylı olarak bu kategoriye girdikleri söylenebilir. Mukim olmak: Yolcu (seferî) olana cuma namazı farz değildir. Bazı özel durumlar: Namaza gidince hastalığının artmasından veya uzamasından korkan hastalara cuma farz olmaz. Aynı şekilde aciz ihtiyar, görme engelli, ayakları kesik ya da kötürüm olma; koruma görevlisi veya hasta bakıcı olarak çalışma gibi geçerli bir mazereti bulunanlar da vakit bulunca öğle namazını kılmakla yetinirler. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 Namaz IV Cuma Namazının Sahih Olabilmesi İçin Gerekli Şartlar Cuma kılınacak yerin şehir veya şehir hükmünde olması, Devlet başkanının izninin bulunması, Namazın kılınacağı mekânın herkese açık olması, Cemaatin belli bir sayıda olması: Ebû Hanife’ye göre, imam dışında en az üç; Ebû Yusuf ve İmam Muhammed’e göre ise en az iki erkeğin bulunması şarttır. Şâfiî’ye ve Ahmed b. Hanbel’in meşhur görüşüne göre, akıllı, hür, ergin ve mukîm (yolcu olmayan) kırk erkeğin bulunması gerekir. İmam Mâlik ise belli bir sayı vermemiştir. Vakit: Cumanın vakti öğle namazının vaktidir. Cuma namazı, eğer vaktinde kılınamazsa, o günkü öğle namazı kaza edilir. Hutbe: Cemaate konuşma yapmak, Allah'a hamd, Resulüne salat ve selam getirmek ve müminlere duadan ibaret olan bir zikirdir. Cuma ayetindeki “Allah’ın zikrine koşunuz!” ifadesindeki “Allah’ın zikri”nden maksat, cuma namazı ve hutbedir. Buna göre hutbe de cuma namazı gibi farzdır ve hutbenin okunmadığı cuma namazı eda edilmiş sayılmaz. Zira İslam Ümmeti bu konuda icma etmiş ve Hz. Peygamber’den günümüze kadar, cuma namazları hutbeli olarak kılına gelmiştir. Hutbe'nin cuma günü ve namazı için son derece ayrıcalıklı ve önemli bir yeri vardır. Hatta Hazreti Âişe'den cuma namazının sırf hutbeden dolayı iki rekât olduğu rivayet edilmiştir. İlgili rivayetlere göre Hz. Peygamber hutbeye çıktığında çok defa heyecanlanır, gözleri kızarır, sesi yükselir ve bir orduyu uyarırmışçasına sert bir eda ile kıyametin yakınlığından ve mutlaka kopacağından söz ederdi. Hutbesine Allah'a hamd ü sena ve şehadetle başlar, Allah'ı çok anar ve sözcükleri az, anlamı derin ifadeler seçmeye özen gösterirdi. "Kişinin hutbesinin kısa, namazının uzun olması, dinî anlayışının bir işaretidir" buyururdu. Hutbenin rüknü, Cenâb-ı Hakk'ı zikirden ibarettir. Hutbe iki bölümden oluşur: Birinci hutbe Müslümanlara vaaz ve nasihat; ikinci hutbe Müslümanlara duadır. Her birinde Allah'a hamd ü sena, Allah'ın birliğine, Hz. Muhammed'in peygamberliğine şehadet ve Hz. Peygamber’e salavat vardır. Hutbenin Şartları Vakit içinde okunması, Namazdan önce okunması, Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 Namaz IV Hutbe niyetiyle cemaat huzurunda okunması, Hutbe ile namaz arasının başka bir şeyle kesilmemesi. Hutbenin sünnetleri Hutbeye başlamadan önce hatibin minberin önünde bulunması, Minbere çıktığında hatibin cemaate dönüp oturması ve okunacak ezanı dinlemesi, Hatibin huzurunda (iç) ezanın okunması, Ezandan sonra, hatibin cemaat karşısında her iki hutbeyi ayakta okuması, Birinci hutbeye Allah'a hamd ü sena (El-Hamdü li'llâh…) ile başlamak, Şehadeteyni (Eşhedü en lâ ilahe... ve eşhedü enne Muhammeden...) okumak ve Hz. Peygamber’e salavat getirmek, Müslümanların dünya ve ahiretlerine yarayacak, onları her iki dünyada saadete kavuşturacak vaaz ve nasihatlerde bulunmak; kâfirlerin zulmünden kurtarması için dua etmek, Eûzü-Besmele ile bir ayet okumak, Hutbeyi ikiye ayırmak ve iki hutbe arasında az bir miktar oturmak, İkinci hutbeye de, birinci hutbe gibi, hamdele ve salvele ile başlamak, Her iki hutbeyi de kısa okumak, Hutbeyi, cemaatin işitebileceği bir sesle okumak. Cuma Namazına Hazırlık ve Cuma Namazının Kılınışı Müslümanlar için haftanın günleri içerisinde en ayrıcalıklı gün olan cuma gününde camiye gusül abdesti alarak gitmek, cami cemaatini rahatsız edecek soğan, sarımsak, sigara, çorap vs. kaynaklı kötü kokulardan arınmak, misvak kullanmak/dişleri fırçalamak, güzel elbiseler giyinmek ve ağır olmayan güzel kokular sürünmek müstehaptır. Minarede ezan okununca, cuma namazı ile yükümlü bulunanların, başka bir şeyle uğraşmayı bırakarak hemen camiye gitmeleri vaciptir. Çocukların cumaya götürülmesi de, onların camiye-cemaate alışmaları ve dinî heyecanı hissetmeleri açısından son derece önemlidir. Aynı şekilde, müsait olan kadınlar da, camide kendilerine tahsis edilecek bölümde namazlarını kılarak o manevi havayı teneffüs edebilir, vaaz ve hutbede verilen bilgilerden istifade edebilirler. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 Namaz IV İmam minbere çıkınca cemaatin susması, kendi aralarında konuşmaması, selâm alıp-vermemesi ve nafile namaz kılmaması gerekir. Cumanın ilk sünnetine başlanmışsa, uzatılmaksızın farz ve vaciplerine riayet edilerek bir an evvel tamamlanır. Cuma namazının farzı iki rekâttır. Sabah namazının farzı gibi kılınır; imam sesli olarak Kur’an okur. Cuma namazının farzı bitmeden yetişen ve imama uyan kimse, bu namazı tamamlar. İmama teşehhütte otururken veya sehiv secdesinde yetişen bile, namaza yetişmiş olur. Cumanın farzının tamamlanmasından sonra, daha fazla sevap almak isteyenler, münferit olarak (tek başlarına) namaz kılabilirler. Nitekim bir hadiste şöyle buyurmuştur: “Sizden biriniz, cuma namazını kıldığı zaman, bundan sonra dört rekât daha kılsın!” (Buharî, “Cuma”, 39; Müslim, “Cuma”, 72). Peygamber Efendimizin (s.a.v.) cumanın farzından sonra bazen 2, bazen 4 ve bazen de 4+2= 6 rekât namaz kıldığına dair rivayetler mevcuttur. Ülkemizdeki uygulamada, farzın tamamlanmasından sonra, vakti olanlar (4+4+2 şeklinde) toplam 10 rekât namaz kılmaktadırlar. Bu namazların ilki, dört rekâtlık “cumanın son sünneti” olup, öğle namazının ilk sünneti gibi kılınır. “Vaktin son sünneti” adı verilen üçüncü namaz ise iki rekâttır ve öğle namazının son sünneti gibi kılınır. Bunların kılınmaması durumunda, cuma namazının noksan kalacağı düşüncesi doğru değildir. Zira kılınan bu namazlar farz olmayıp sünnettir ve fazla sevap almak isteyenler için birer fırsattan ibarettir. Zuhr-i Âhir Namazı Ülkemizde cumanın farzından sonra kılınan iki sünnet namazın arasında, bir de “zuhr-i âhir” namazı kılınmaktadır. Dört rekât olan ve öğle namazının farzı gibi kılınan bu namaz, Peygamber Efendimiz tarafından kılınmamış olmakla birlikte, sonraki bazı alimlerin uygun görmesi neticesinde kılınmaktadır. Bu namaz, bir yerleşim yerinde birden fazla mekânda kılınan cuma namazlarının kabul edilmeme ihtimaline binaen kılınan “öğle namazının farzı”dır. Nitekim “zuhr-i âhir”in kelime anlamı “son öğle namazı”dır. Günümüze kadar uzun bir süre tatbik edilmiş olan bu uygulamayı savunanlar olduğu gibi, “bidat” olduğu ve ihtimale binaen ibadet yapılamayacağı gibi gerekçelerle ciddi şekilde eleştirenler de mevcuttur. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 Namaz IV BAYRAM NAMAZLARI Toplum olmanın göstergelerinden biri de, sevinç ve üzüntülerin bütün toplum tarafından paylaşılabilmesidir. İşte bu noktada bayramlar çok önemli bir fonksiyon icra ederler. Zira bayramlar, sevinç duygusunun dalga dalga bütün toplumu kuşattığı, dargınlıkların unutulduğu, insanî ilişkilerin canlandırıldığı; büyüklerin ziyaretlerle, küçüklerin de hediyelerle sevindirildiği çok özel zamanlardır. İslam Dini’nde de, iki tane bayram vardır: Ramazan Bayramı (îdu’l-fıtr) ve Kurban Bayramı (îdu’l-edhâ). Bu bayramlardan birincisinde, İslam’ın ramazan orucunun tutulup tamamlanması; ikincisinde de, hac ibadetinin ifa edilmesi neticesinde, Müslümanlar bayram etmeye hak kazanmış olmaktadırlar. Bayram namazı ilk olarak Hicret’in birinci yılında emredilmiştir. Hz. Enes’in (r.a.) şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Resulüllah (s.a.v.) Medine’ye gelince, Medineliler’in eğlendikleri iki günleri vardı. Hz. Peygamber, bu iki günde niçin eğlendiklerini sorunca, kendisine şöyle cevap verdiler: “Cahiliye döneminde bizler bu iki günde eğlenirdik.” Bunun üzerine Allah’ın Elçisi şöyle buyurdu: “Allah (c.c.) o iki gün yerine, size onlardan daha hayırlılarını vermiştir: Kurban Bayramı ve Ramazan Bayramı” (Ebû Dâvûd, “Salât”, 239; İbn Hanbel, Müsned, III, 103, 235, 250). Kurban bayramı namazının meşruluğu, kitap, sünnet ve icma delillerine dayanır. Kur’an-ı Kerim’deki “Rabbin için namaz kıl ve kurban kes!”(Kevser 108/2) ayetinde emredilenler, çoğu alimin yorumuna göre Kurban Bayramı namazı ve kurban ibadetleridir. Ramazan bayramı namazının dayanağı da “sünnet” ve “icma”dır. Nitekim Resulüllah’ın (s.a.v.) iki bayram namazını da kıldırdığı, kesin bir şekilde bilinmektedir. Hz. Peygamber’in ilk kıldırdığı bayram namazı, hicretin ikinci yılındaki ramazan bayramı namazıdır. Hanefîler’e göre, kendilerine cuma namazı farz olan kimselere, bayram namazı kılmak vaciptir. Hanbelî Mezhebi’nde kuvvetli olan görüşe göre, bayram namazı “farz-ı kifâye”, Şâfiî ve Mâlikîler’e göre ise “müekked sünnet”tir. Bayram namazlarında hutbeler namazlardan sonra okunur ve bunların okunması sünnettir. Bayram Namazlarının Kılınışı Ramazan ve Kurban bayramı namazları ikişer rekâttır ve her ikisi de aynı şekilde kılınır. Cemaatle kılınan bu namazlarda ezan ve kamet okunmaz. İmam bu namazı sabah namazı gibi kıldırır. Farklı olarak her iki rekâtta üçer ilave tekbir Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 Namaz IV mevcuttur. Hanefîler’e göre, bu tekbirlerin üçü birinci rekâtta ve imamın açıktan okumaya başlamasından önce; diğer üçü ise ikinci rekâtta ve imamın kıraati tamamlamasından sonra ilave edilir. Hanefîler dışındaki üç mezhebe göre, bu tekbirler her rekâtta kıraatten önce alınır. İmam Şâfiî’ye göre birinci rekâtta yedi, ikinci rekâtta ise beş tekbir alınır. İmam, Bayram namazının kılınmasını müteakip minbere çıkar, oturmaksızın hutbeye başlar, cumadaki gibi iki hutbe okur. Bayram hutbelerine tekbir ile başlanır, cemaat de bu tekbirlere katılır. Bayram namazları bir şehirde umumî bir “musallâ (namazgâh)”da kılınabileceği gibi, birden çok camide de kılınabilir. Ebû Saîd el-Hudrî’den (r.a.) şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Resulüllah (s.a.v.) Ramazan ve Kurban bayramı günlerinde musallaya çıkar, ilk yaptığı iş namazı kıldırmak olurdu. Namazı bitirdikten sonra, insanlar saflar halinde iken, onlara karşı durup vaaz ve nasihatte bulunur, emirler verir, tasaddukta bulunun (sadaka verin), derdi. En çok da kadınlar tasaddukta bulunurdu” (Müslim, “Salâtü’l-Îdeyn”, 9). Ramazan bayramında, bayram namazından önce hurma gibi tatlı bir şey yenilmesi; Kurban bayramında ise bayram namazı kılınmadan önce bir şey yenilmemesi müstehaptır. Bunun hikmeti, eğer kurban kesiyorsa, kişinin kurbanın etinden yemeyi beklemesidir. Ancak kurban kesip kesmemek hükmü değiştirmez. Bununla birlikte, namazdan önce bir şey yenilmesinde de bir kerahet yoktur. Bayram sabahı camiye sükûn ve vakar ile gidilir. Namaza giderken ramazan bayramında sessizce, kurban bayramında ise açıktan tekbir alınması, namazdan sonra da mümkünse farklı bir yoldan ikametgâha dönülmesi menduptur. Yahya Kemal Beyatlı’nın “Süleymaniye’de Bir Bayram Sabahı” adlı şaheser şiirini okudunuz mu? Teşrik Tekbirleri Arefe günü sabah namazından başlayarak, bayramın dördüncü gününün ikindi namazına kadar, toplam yirmi üç farz vakit namazını müteakip, birer defa “Allâhu ekber Allâhu ekber, Lâ ilâhe illallâhu vallâhu ekber, Allâhu ekber ve lillâhi’lhamd” diye tekbir getirilir. Bu tekbirlere “teşrik tekbirleri” ismi verilir ve bu tekbirler birçok fakihe göre vaciptir. Bir yılın teşrik günlerinde kazaya kalan bir namaz, bayramın devam ettiği teşrik günlerinden birinde kaza edilse, sonunda teşrik tekbiri alınır. Fakat aynı yılın başka günlerinde veya başka bir yılın teşrik günlerinde kaza edilse, teşrik tekbirleri getirilmez. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 Namaz IV VİTİR NAMAZI Yatsı namazı vaktinde kılınan diğer bir namaz da, vitir namazıdır. Halk arasında “Vitir Vacip” olarak da bilinen bu namaz, yatsı namazıyla neredeyse bitişmiş ve onun devamı gibi algılanan bir namazdır. Vitir, alimlerin kılınmasının gerekliliği üzerinde ittifak ettikleri bir namazdır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: Allah “vitr”dir, “vitr”i sever. “Ey Kur’an ehli! Vitir namazını kılın. Çünkü Allah tektir (vitr), teki (vitri) sever” (Buharî, “Deavât”, 69; Müslim, “Zikir”, 5,6). “Vitir” kelimesi “çift”in zıddı olarak “tek” anlamına gelmekte olup bu hadiste, edebi bir şekilde bu anlamına da işaret edilmektedir. Nitekim vitir namazının bu şekilde isimlendirilmesi de, onun aslında gece kılınan teheccüd namazının bir parçası olması ve bu namazın çift-çift kılınmasına rağmen, vitir namazının rekât sayısının tek olması sebebiyledir. Vitir namazı Ebû Hanîfe’ye ve onun görüşünün esas alındığı Hanefî Mezhebi’ne göre, vaciptir; vaktinde kılınamadığı takdirde bu namazın kaza edilmesi gerekir. Ebû Yusuf, İmam Muhammed ve diğer üç mezhep imamına göre ise müekked sünnettir. Şâfiiler’e göre vitrin en azı bir rekât, en çoğu on bir rekâttır. Bir rekâttan fazla kılınacaksa, önce iki rekâta niyet edilir ve selâm verilir. Sonra vitirden bir rekâta niyet edilip selâm verilir. Hanefîler’e göre vitir namazı üç rekâttır. İlk iki rekât, tamamen akşam namazının farzı gibi kılınır. Farklı olarak, üçüncü rekâtta rükûa gitmeden önce “Allâhümme innâ nestaînüke…” ve “Allâhümme iyyâke na’büdü…” şeklinde başlayan “Kunut Duaları” okunur. Vitir namazı, sadece ramazanda cemaatle kılınır ve imam bu namazı açıktan kıldırır. Fakat tercih edilen görüşe göre, imam da cemaat de Kunut Duası’nı gizli okurlar. NAFİLE NAMAZLAR "Nafile" sözlükte, başka manalarının yanında, “ziyade (fazlalık)” manasına da gelen "nefl" kökünden bir kelimedir. Dinî bir terim olarak ise “nâfile” farz ve vacip çerçevesindeki yükümlülüklerinin dışında olmak üzere, mükellefin kendi isteği ile yerine getirdiği ibadet cinsinden amellerin genel adıdır. Dolayısıyla sünnet, mendup veya müstehap olarak nitelendirilen tüm ibadetler "nafile" çatısı altına girer. Bunlar, dinen zorunluluğun bulunmadığını belirtmek üzere, "gönüllü olarak Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 Namaz IV Örnek yapma" anlamına gelen "tatavvu" terimi ile de anılır. "Nafile Namazlar" başlığı ise farz ve vacip dışında kalan namazların genel ismidir. •İnançlı bir insan, farz-vacip-nafile tasnifine bakarak “hangi namazları kılmayabileceği”ni değil, hepsini kılmaya çalışmakla birlikte, “hangilerine öncelik vereceği”ni düşünmelidir. Zira “zorunlu” ibadetlerin yapılmaması mutlak anlamda “zarar” ise, “zorunlu olmayan” ibadetlerin yapılmaması da “kârdan zarar”dır.Bir Mümin, akıllı bir tüccar gibi düşünüp, ölçüp-tartmalı ve öncelikle zarar etmemeye, ondan sonra da olabildiğince fazla kâr etmeye bakmalıdır. Meşhur hadis kitaplarında, Peygamber Efendimizin, çeşitli zamanlarda ve değişik vesilelerle nafile namazlar kıldığı anlaşılmaktadır. Nafile namazlarla ilgili olarak Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Bir kulun kıyamet gününde ilk hesap sorulacağı ameli namazdır. Eğer namazı düzgün ve tam çıkarsa kurtulmuş ve kazanmıştır. Eğer namazı düzgün çıkmazsa kaybetmiş ve hüsrana uğramıştır. Kulun farz namazları eksik çıktığında Aziz ve Celil olan Allah meleklere: "Bakınız, kulumun farzlardaki eksikliğini tamamlayacak nafile namazı var mıdır?" diye sorar. Diğer amelleri de bu şekilde muhasebe edilir”(Ebû Dâvûd, “Salât”, 140-144; İbn Mâce, “İkâme”, 202). Hanefî Mezhebi fakihleri ile diğer bazı mezheplerin fakihlerine göre, nafile bir namaza başlamak, onu tamamlamayı vacip kılar. Dolayısıyla nafile namaza başlayan kimse, herhangi bir sebeple o namazı bozacak olsa veya namaz bozulsa, onu kaza etmesi üzerine vacip olur. Mâlikîler’e göre, bozulmuş bir nafile namazın kazası farzdır. Şâfiîler’e göre ise nafile bir ibadeti bozan kimseye, o ibadeti kaza etmesi gerekmez. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 Tartışma Namaz IV •Nafile olarak başlanan bir namazın, herhangi bir sebeple bozulması durumunda kazasının gerekip gerekmeyeceğine dair ileri sürülen görüşleri tartışınız. •Düşüncelerinizi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “tartışma forumu” bölümünde paylaşabilirsiniz. Nafile namazların bütün rekâtlarında kıraat farzdır. Nafile namazlarda “niyet ettim nafile namazı kılmaya” şeklinde mutlak niyet kâfidir. Hâlbuki farz ve vacip namazlarda mutlak niyet yeterli değildir; kılınacak namazın hangi namaz olduğu açıkça ifade edilmelidir. Farz ve vacip namazlardan farklı olarak, nafile namazlar ayakta kılınabileceği gibi oturarak da kılınabilir. Fakat ayakta kılmak daha faziletlidir. Nafile, “gönülden gelerek” yapılan ibadettir. Nafile namazlar, yine farz namazlardan farklı olarak binek/vasıta üzerinde de kılınabilir. Nafile namazların evde kılınması daha faziletlidir. Ancak, farz namazın camide kılınması hâlinde, farz namazlara bağlı sünnet namazların da camide eda edilmesinin daha iyi olacağı belirtilmiştir. Sünnet namazların camide eda edilmesi hâlinde, bu namazların, farzın kılındığı yerde kılınmayıp yer değiştirilerek kılınması daha faziletlidir. Hanefîler’e göre, farzlara tabi nafile namazlar, farza ait vakit geçtikten sonra kaza olunmazlar. Ancak, sabah namazının sünneti, farzı ile birlikte kuşluk vaktinde kaza olunabilir. Diğer mezheplerde sünnetlerin de kaza edilebileceği yönünde görüşler vardır. Nafile Namazların Çeşitleri Fıkıh bilginleri, nafile namazları çeşitli açılardan sınıflandırmışlardır. Hanefîler’e göre, nafile namazlar, farz namazlara tabi olup olmaması yönünden iki kısma ayrılır. Farzlara tabi nafile namazlara "revâtib", farzlara tabi olmayıp bağımsız olan nafile namazlara da "Regâib" adı verilir. Daha önce “revâtib” hakkında bilgi verildiği için, burada sadece “Regâib” kapsamına giren nafileler hakkında bilgi vereceğiz. Teheccüd Namazı Farz, vacip ve teravih namazlarının haricinde, yatsı namazıyla sabah namazı vakitleri arasında kılınan nafile namazlara teheccüd (gece) namazı denir. Genel olarak gecelerin ibadetle ihyası konusunda, hadis kitaplarında çok sayıda sahih kavlî ve fiilî sünnet rivayet edilmektedir. Bu rivayetlerden bir kısmı, Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 Namaz IV genel olarak gece namazlarının faziletine (Müslim, “Siyam”, 38; Tirmizî, “Salât”, 207) ve Peygamberimizin gece namazlarını hiç aksatmadan kıldığına dairdir (Ebû Dâvûd, “Salât”, 146-147; İbn Mâce, “İkâme”, 23). Bir kısmı ise gecenin ortasının namazla, son kısmının da dua, namaz ve istiğfarla ihya edilmesi hakkındadır. Kur’an-ı Kerim’deki birçok ayet-i kerimede Peygamberimize hitaben açık bir şekilde gecenin belli vakitlerinde kalkıp namaz kılmasının emredilmiş olmasını (Müzzemmil 73/1-6; İsrâ 17/79; Zâriyât 51/17-18) dikkate alan bazı alimlere göre, gece namazları Peygamberimize farz idi. Diğer bir kısım alimlere göre ise gece namazları hem Peygamberimize ve hem de bütün Müslümanlara farz iken; daha sonra diğer Müslümanlardan farziyet kaldırılıp (neshedilip), sadece Peygamberimize has kaldı. Selef alimleri tarafından ümmet için hâlâ vacip olduğu görüşü de ileri sürülmüştür. Bir başka görüşe göre ise ne Peygamberimize ve ne de diğer Müslümanlara farz olmayıp (özellikle) Peygamberimize sevabı diğer nafilelerden daha fazla olan; ümmetine ise günahlara kefaret ve mağfiret vesilesi olan nafile bir namazdır. Bir hadis-i şerifte Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: "Farz namazlardan sonra en faziletli namaz, gece namazıdır" (Müslim, “Sıyâm”, 38; Tirmizî, “Salât”, 207). Rivayetlerden bazılarında, Peygamberimizin gece uyandığı ifade edildiğinden, müçtehitlerden bazılarına göre, teheccüd namazı kılmak için yatsı namazından sonra bir süre uyumuş olmak gerekir. Bazılarına göre, böyle bir şart söz konusu olmayıp yatsı namazından sonra sabah namazının vakti girinceye kadar teheccüd namazı kılınabilir. Uyanamama korkusu olmayanlar için, yatsı namazından sonra uyuyup gecenin uygun bir vaktinde kalkmak ve teheccüd namazını, sonra vitir namazını, sonra da sabah namazının sünnetini kılmak daha faziletlidir. Hz. Ayşe'den gelen rivayetlerden, Peygamberimizin kıldığı gece namazlarının rekâtları ve kılış şekillerinin (ayakta veya oturarak kılması) onun sıhhat durumuna göre değiştiği anlaşılmaktadır. Teheccüd namazının dört rekâtla sekiz rekât arasında kılınabileceği konusunda İslam alimleri arasında görüş birliği vardır; fakat iki rekât olarak kılınabileceği kanaatine ulaşan bilginler de bulunmaktadır. Kuşluk Namazı Kuşluk vaktinde kılınması sebebiyle "salâtu'd-duhâ” olarak isimlendirilen bu namaz, müstehap/mendup olan nafile namazlar arasında yer alır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 Namaz IV Peygamberimizin kuşluk vaktinde nafile namaz kıldığına ve büyük sevabı olduğu için sahâbîlere de kılmalarını tavsiye ettiğine dair sahih hadis kitaplarında çok sayıda hadis nakledilmektedir. Peygamberimizin bu namazı iki, dört, altı, sekiz ve on iki rekât kıldığına veya kılınmasını tavsiye ettiğine dair de rivayetler bulunmaktadır. Kuşluk namazının vakti kuşluk vaktinden, zeval vaktine kadardır. Yani, güneşin doğumuyla başlayan kerahet vaktinin sona ermesinden itibaren, öğle namazı öncesindeki kerahet vaktinin başlama zamanına kadardır. İstihare Namazı İstihare eden aldanmaz; istişare eden pişman olmaz. İstihâre, sözlükte, hayır dilemek, hayır talep etmek manasına gelmektedir. Terim olarak istihare “bir iş ya da davranışta, Allah katında hayırlı olanı, kılınan nafile bir namaz ve dua ile talep etme” anlamına gelir. İstihare namazı (salâtü'listihâre) ile bir Müslüman, yapılması mübah bir işe girişmeden önce, o işin kendisi hakkında hayırlı olup olmadığı hakkında bir işaret almak ve kalbinin kendisi için hayırlı olacak tarafa meyletmesi için teşebbüse geçer. Peygamberimizin istihareye önem vermesi, istihare duasını Kur’an’dan bir ayet öğretir gibi ashabına öğretmesi, küçük-büyük her konuda istihare yapmayı tavsiye etmesi (Buharî, “Teheccüd”, 25, “Deavât”, 49) istiharenin önemini gösterir. İstihare namazı, mendup bir namazdır ve mekruh vakitlerin dışında her zaman kılınabilir. İstihare namazının iki rekât kılınması sünnettir ve bu namazdan sonra hadislerde zikredilen istihare duası yapılır. İstiskâ (Yağmur) Duası ve Namazı Sözlükte "su vermek, sulamak, yağmur yağdırmak" anlamındaki “saky” kökünden türeyen ve "su istemek" manasına gelen “istiskâ”; terim olarak “yağmur yağdırması için Allah'a özel bir şekilde dua etme”yi ifade eder. Dua, insanın aczini idrak etmesini ve neyi gerçekten istediğini kendisinin de fark etmesini sağlar. Bir yerde yağmur yağmaması ve dolayısıyla kuraklık meydana gelmesi durumunda, o beldenin insanlarının topluca, belde dışına çıkıp, tövbe ve istiğfardan sonra Cenabı-ı Allah'tan kendilerine bolluk ve berekete vesile olması için yağmur göndermesini istemeleri, bunun için dua etmeleri sünnettir. Bu duaya, yağmur isteme duası manasında “duâu'l-istiskâ”, bu esnada kılınan iki rekâtlık namaza da, yağmur isteme namazı manasında “salâtü'l-istiskâ” denilmektedir. Peygamberimizin yağmur duasına çıktığına dair, sahih hadis kitaplarında çok sayıda rivayet mevcuttur. Bunların bir kısmında, Peygamberimizin halkı şehir dışına çıkardığı ve orada yağmur duası yaptığı (Tirmizî, “Cuma”, 43); bir kısmında ise cuma hutbesi esnasında birisinin kalkarak Peygamberimizden yağmur için dua talebinde Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 Namaz IV bulunduğu ve Peygamberimizin de yağmur duası yaptığı bildirilmektedir (Müslim, “İstiskâ”, 2). Yine bazı rivayetlerde, yağmur duasına çıkıldığında, Peygamberimizin iki rekât namaz kıldırdığı, namazda sesli okuduğu, namazdan sonra elbisesini çıkarıp ters çevirerek giydiği ve kıbleye dönüp ellerini omuzları hizasına kadar kaldırdığı ve yağmur duasında bulunduğu belirtilirken (Müslim, “İstiskâ”, 1); bazı rivayetlerde, Peygamberimizin yağmur namazını tıpkı bayram namazı gibi kıldırdığı ifade edilmekte (Ebû Dâvûd,” İstiskâ”, 1); bazılarında ise sadece dua ettiği belirtilip namazdan bahsedilmemektedir. (Müslim, “İstiskâ”, 2). Yağmur duasına çıkıldığında, bazen namaz kılıp bazen kılmamış olması, namazın kılınabileceğini ama mutlaka kılınmasının şart olmadığını göstermektedir. Müçtehitlerin hemen hemen tümü, yağmur duasına çıkma zamanının bayram namazı vaktinin aynısı olduğu konusunda ittifak etmişlerdir. İbn Hazm ise yağmur duasına çıkma zamanının zeval vakti olduğunu söylemiştir. Hadis kitaplarında Peygamberimizden bir kısmı uzunca, bir kısmı çok kısa olan bazı yağmur duaları nakledilmektedir. Bu duaların tümünde, Peygamberimiz Cenabı-ı Hak’tan, bütün yönleriyle hayır ve bereket vesilesi olan yağmur yağdırmasını istemektedir. Küsûf Namazı Küsûf namazı, güneş tutulduğu zaman kılınan namazdır. Bu namazın meşruiyeti Hz. Peygamber'in sünneti ile sabittir. Güneş tutulduğu zaman Peygamberimizin küsûf namazı kıldırdığına dair, başta Buharî ve Müslim olmak üzere, sahih hadis kitaplarında çok sayıda rivayet mevcuttur. Bu hadislerde bildirildiğine göre, Peygamberimizin oğlu İbrahim'in vefat ettiği gün güneş tutulmuştu. Bazı insanlar, güneşin Peygamberimizin sevgili oğlu Hz. İbrahim'in vefatından dolayı tutulduğu, yorumunu yapmışlardı. Bunun üzerine Peygamberimiz hemen namaza durdu ve güneş tutulması sona erinceye kadar uzunca kıyam, rükû ve secdeler yaparak iki rekât namaz kıldırdı. Namazdan sonra, Müslümanlara şöyle hitapta bulundu: "Güneş ile ay Allah'ın ayetlerindendir. Bunlar, hiç bir kimsenin vefatından dolayı tutulmazlar. Siz bunları tutulmuş görürseniz, hemen tekbir alın, Allah'a dua edin, namaz kılın ve sadaka verin..." (Müslim, “Küsûf”, 1–4). Küsûf namazı hem cemaatle, hem de münferit olarak kılınabilir. Ancak, müçtehitlerin ekseriyetine göre, cemaatle kılınması daha faziletlidir. Şâfiî ve Hanbelîler dâhil bazı müçtehitlere göre, cemaatle kılmak sünnet-i müekkede iken, Hanefîler’e göre müstehaptır. Ancak Hanefîler’e göre, küsûf namazının cemaatle Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 Namaz IV kılınması hâlinde, bu namazı, cuma namazını kıldırmakla yetkili olan kimse camide veya sahrada kıldırır. Böyle bir imam bulunmazsa, herkes bu namazı evinde tek başına kılar. İmam Şâfiî'nin de içinde bulunduğu bazı müçtehitlere göre, bu namazdan sonra hutbe okumak namazın şartıdır. İmam Ebû Hanîfe ve İmam Mâlik'in içinde bulunduğu müçtehitlerin bir kısmına göre ise bu namazdan sonra hutbe yoktur. Hanefîler’e göre, küsûf namazının en azı iki rekât olup, dört veya daha fazla rekât olarak da kılınabilir ve her iki veya dört rekâtta bir selâm verilir. Hanefîler’e göre bu namaz, diğer namazlar gibi kılınır. İmam Mâlik, İmam Şâfiî, İmam Ahmed b. Hanbel ve Hicaz alimlerinin çoğunluğuna göre, küsûf namazı iki rekât olmakla birlikte, her rekâtında ikişer kere rükû yapılır. Başta, İmam Ebû Hanîfe, İmam Mâlik, İmam Şâfiî ve İmam Leys olmak üzere müçtehitlerin çoğunluğuna göre bu namazda kıraat sessiz yapılır. Hanefîler’den İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed ile İmam Ahmed b. Hanbel gibi bazı müçtehitlere göre ise sesli okunur. İmam Mâlik'ten de sesli okunacağına dair bir rivayet vardır. Küsûf namazı güneş tutulduğu zaman kılınır. Hanefî ve Mâlikî mezhepleri ve Hanbelî mezhebi bu kanaattedir. Güneş tutulması mekruh vakitlere rastlarsa bu vakitlerde küsuf namazı kılınamaz. Sadece zikir ve tesbihle meşgul olunur. İmam Şâfiî'ye göre mekruh vakitlerde bile olsa namaz kılınır. Bu görüş İmam Mâlik'ten de nakledilmiştir. Güneş tutulması bittikten sonra küsûf namazı kılınmaz. Fakat güneşin bir kısmı açılmışsa, bu esnada namaza başlanabilir. Husûf Namazı Husûf namazı, ay tutulduğu zaman kılınan namazdır. Güneş tutulduğu zaman kılınan küsûf namazının sünnet olduğu ve cemaatle kılınmasının daha faziletli olduğu konusunda müçtehitler arasında görüş birliği bulunmakla birlikte, ay tutulduğu zaman husûf namazının sünnet olup olmadığı ve bu namazın cemaatle kılınıp kılınmayacağı konusunda ittifak yoktur. Aralarında İmam Şâfiî, Ahmed b. Hanbel, Dâvûd ez-Zâhirî ve bazı başka alimlerin bulunduğu bir grup müçtehit, husûf namazının bütün yönleriyle küsûf namazı gibi olduğunu savunur. Bu fakihler, küsûf namazıyla ilgili hadisteki "Siz bunları tutulmuş görürseniz, hemen tekbir alın. Allah'a dua edin, namaz kılın ve sadaka verin..." ibaresini delil göstermektedirler. İmam Ebû Hanîfe ve İmam Mâlik'in içinde bulunduğu bazı müçtehitlere göre ise ay tutulması güneş tutulmasından daha fazla vaki olduğu hâlde, ay tutulması Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 Namaz IV esnasında Peygamberimizin Husûf namazı kıldığı rivayet edilmemiştir. Yukarıda zikredilen hadiste emredilen namaz ise herhangi bir iki rekâtlık nafile namazdır ki, bu imamlara göre de, bu durumda nafile namaz kılmak -cemaatle kılmamak kaydıyla- müstehaptır. Hatta bazı kaynaklarda bu namazın sünnet olduğu da ifade edilmektedir. Bazı alimler, şiddetli rüzgâr, deprem ve benzeri tabii afetlerin meydana geldiği durumlarda da, Sahâbeden İbn Abbas'ın bir depremde yaptığı gibi, iki rekât namaz kılmayı müstehap görmüşlerdir. Ancak, “afet namazı” olarak isimlendirebileceğimiz bu namazın da cemaatle mi, yoksa münferiden mi kılınacağı konusunda müçtehitler arasında farklı görüşler mevcuttur. Çoğunluk münferit olarak (tek başına) iki rekât namaz kılmayı tavsiye etmiştir. Ayrıca, tabii afetlere sebep olabilecek şiddetli yağmur, şiddetli fırtına ve benzeri durumlarda, dua etmek gerekir. Nitekim birçok hadiste, Peygamberimizin bu ve benzeri durumlarda, bunların şerrinden Allah'a sığındığı ve hayırlara vesile kılması için dua ettiği nakledilmiştir. (Müslim, “İstiskâ”, 15; Tirmizî, “Deavât”, 48, 88) Tahiyyetü'l-Mescit Namazı Mescide giren bir kimsenin oturmadan önce, iki rekât tahiyye (selamlama) namazı kılması sünnettir. Bu namaza, tahiyyetü'l-mescit (mescidi selamlama) namazı denilir. Bazı bilginler, bunun hükmünün mendup veya müstehap olduğunu belirtmişlerdir. Zahirîlere göre ise bu namaz farzdır. Tahiyyetü'l-mescit namazının meşruiyeti sünnet ve icma ile sabittir. Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: "Sizden biriniz mescide girdiğinde, oturmadan iki rekât namaz kılsın” (Müslim, “Salâtü'l-Müsâfirîn”, 11). Tövbe Namazı Kur’an-ı Kerim’de ve sahih hadislerde, Müslüman bir kimsenin herhangi bir şekilde günah işledikten sonra hemen tövbe etmesi gerektiği, günahta ısrar etmeyip tövbe ve istiğfar etmesi halinde Cenabı-ı Hakk'ın o kimseyi affedeceği sarih bir şekilde ifade edilmektedir. Rivayete göre Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: "Mümin bir kul bir günah işler, sonra kalkar güzelce temizlenir (abdest alır), sonra kalkar ve namaz kılar, sonra da Allah'tan mağfiret dilerse, Allah onu mutlaka affeder" (Ebû Dâvûd, “Vitr”, 26). Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 Namaz IV Bundan sonra Peygamberimiz şu ayeti okumuştur: "Onlar ki bir kötülük işledikleri ve nefislerine zulmettikleri zaman Allah'ı zikrederler ve akabinde günahlarının bağışlanması için istiğfar ederler -ki Allah'tan başka günahları kim affedebilir- ve işledikleri günah üzerine bilerek ısrar etmezler" (Âl-i İmrân 3/135). Bu hadisin başka bir rivayeti de şöyledir: "... abdest alır ve iki rekât namaz kılıp günahının affı için Allah'tan mağfiret dilerse, mutlaka Allah o kula mağfiret eder." buyurdu ve ardından şu ayeti okudu: "Kim bir kötülük yapar veya nefsine zulmeder de sonra Allah'a istiğfar ederse, Allah'ı gafur ve rahîm (çok bağışlayıcı ve çok merhamet edici) bulur" (Nisâ 4/109). Hadisin bir rivayetinde, günahından dolayı tövbe etmek isteyen kimsenin rekât belirtilmeksizin namaz kılması tavsiye edilirken, diğer rivayette ise iki rekât namaz kılması tavsiye edildiğinden, bazı fıkıh kitaplarında tövbe namazının iki rekât olduğu belirtilmektedir. Tesbih Namazı Mendup olan nafile namazlardan birisi de dört rekâtlık tesbih namazıdır. Peygamberimiz, amcası Hz. Abbas'a, bu namaz vesilesiyle Cenabı-ı Hakk'ın, kulun bütün günahlarını affedeceğini ifade etmiş ve bu namazın nasıl kılınacağını anlattıktan sonra, bu namazın mümkünse her gün, mümkün değilse her cuma, o da mümkün değilse ayda bir yahut yılda bir kere, hiç değilse ömürde bir kere kılınmasını tavsiye etmiştir. (Ebû Dâvûd, “Tatavvu”, 14; İbn Mâce, “İkâme”, 190) Bu namazın özel bir vakti yoktur. Namaz kılmanın yasak olmadığı her vakitte kılınabilir. Ancak özellikle mübarek gecelerde kılınması tavsiye edilmiştir. Tesbih namazı şu şekilde kılınır: Kişi abdest aldıktan sonra, önce Allah rızası için namaz kılmaya niyet eder ve “Allâhu Ekber” diyerek namaza başlar. Sübhâneke’yi okuduktan sonra, on beş kere "Sübhânellahi ve'l-hamdü lillâhi ve lâ ilâhe illellâhu vallâhu ekber" der. Sonra Fatiha ve “zamm-ı sure”den sonra tekrar on kere bu tesbihlerden okur ve tekbir alarak rükûa gider. Rükûda söylenmesi sünnet olan mutat tesbihlerden sonra on kere de bu tesbihler okur. Tekbir alarak secdeye varınca da secdenin mutat sünnet tesbihlerini takiben on kere yine bu tesbihleri okur. Secdeden tekbirle doğrulunca da aynı tesbihleri on kere söyler ve ikinci secdede de on kere bu tesbihleri okur. Böylece bir rekât tamamlandığında, Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 Namaz IV toplam olarak 75 kere bu tesbihler okunmuş olur. Her rekâtta birinci rekâttaki kadar tesbih getirilir. Birinci rekâtın dışındaki rekâtlarda Sübhâneke okunmayacağı için, mezkûr tesbihler ayağa kalkılınca hemen okunur. Dördüncü rekâtın ikinci secdesinden sonra oturulur, Tahiyyât, Salavat ve dua okunduktan sonra selam verilerek tesbih namazı tamamlanmış olur. Böylece toplam 300 defa zikri geçen tesbih ifadesi söylenmiş olur. Tesbih namazının sehiv secdesi, diğer namazlarınkinden farksızdır. Abdest ve Gusülden Sonra Namaz Namaz abdesti veya gusül abdesti alındıktan sonra iki rekât nafile namaz kılınması, Hanefîler’e göre mendup/müstehap; Şâfiî Mezhebi alimlerine göre ise sünnettir. Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: "Her kim benim şu abdestim gibi abdest alır da kalkar ve aklından başka bir şey geçirmeyerek iki rekât namaz kılarsa, geçmiş günahları affolunur" (Buharî, “Vudû'”, 14; Müslim, “Tahâret”, 5, 6,17; Ebû Dâvûd, “Tahâret”, 65). İhrama Giriş Namazı İhrama girmek için iki rekât namaz kılmak müstehaptır. Yolculuk Namazı Allah’ın (c.c.) bağışlamayacağı günah yoktur; yeter ki kul gerekli şekilde tövbe etsin ve bir daha o günaha dönmesin. Peygamberimizin bir yolculuğa çıkarken ve yolculuktan döndükten sonra ikişer rekât namaz kıldığı nakledilmektedir. Bu namaz menduptur. Bu namazı yolculuğa çıkarken evde, dönüşte ise mescitte kılmak daha faziletlidir. Nitekim Peygamberimizin özellikle sefer dönüşü mescitte iki rekât namaz kıldığına ve biraz orada beklediğine dair sahih hadis kitaplarında çok sayıda hadis mevcuttur. (Müslim, “Müsâkât”, 21) Evvâbîn Namazı Evvâbîn "evvâb" kelimesinin çoğuludur. Evvâb, işlediği bir günahtan hemen ve çokça tövbe-istiğfar eden demektir. Tövbe ve istiğfar edenlerin namazı demek olan "evvâbîn namazı" altı rekâtlık nafile bir namaz olup akşam namazından sonra kılınır. Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 Namaz IV "Kim akşam namazından sonra aralarında kötü bir şey konuşmaksızın altı rekât namaz kılarsa (kıldığı bu altı rekâtlık namaz) onun için on iki senelik ibadete denk kılınır" (Tirmizî, “Salât”, 202). Hanefî Mezhebi alimleri, bu namazın kaç selamla kılınmasının daha faziletli olacağı konusunda ihtilaf etmişlerdir. Bazıları altı rekâtın tümünün bir selamla kılınmasını daha faziletli görürken, bazısı iki selamla, bazısı da üç selamla kılınmasının daha faziletli olacağını söylemişlerdir. Hâcet Namazı Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmaktadır: "Sabırla ve namazla Allah'tan yardım dileyin"(Bakara 2/45). Ayrıca Allâhu Teala müminlerin, yalnız kendisine kulluk etmelerini ve sadece kendisinden yardım dilemelerini ister (Fâtiha 1/4). Bunun bir sonucu olarak, dünyevî veya uhrevî, ferdî ya da toplumsal bir dileği bulunan kimse, abdest alıp peşine dört veya on iki rekât namaz kılar, dualar okur, dileğinin yerine gelmesi için Allah'a yalvarır. Peygamberimiz bu hususta şöyle buyurmuştur: "Her kimin Allah'tan veya insanların birinden bir dileği varsa, abdest alsın ve abdestini güzel yapsın, sonra iki rekât namaz kılsın, sonra Allah'a sena etsin ve Resulüne salât ü selam getirsin…”(Tirmizî, “Salât”, 348). Bu hadisin devamında Peygamber Efendimiz bazı dualar tavsiye etmiştir ki, bilen bu duaları, bilmeyen de ihtiyacı doğrultusunda kendi cümlelerinden oluşturduğu duayı okur. Hacet namazı iki rekât olarak kılındığında, birinci rekâtta Fâtiha'dan sonra üç defa Ayete'l-Kürsi, ikinci rekâtta Fâtiha'dan sonra İhlâs Suresi okunur. Dört rekât kılındığında ise üçüncü ve dördüncü rekâtlarda Fâtiha'dan sonra Felâk ve Nâs sureleri okunur. Terâvih Namazı Ramazan ayına mahsus bir ibadet olan terâvih namazı, orucu tamamlayıcı bir ibadet olarak, bu ayın manevi havasının topluca hissedilebilmesine katkıda bulunmaktadır. Ramazan ayında oruçlu oldukları için gündüzleri bir şey yiyemeyen Müslümanlar, her zaman alışageldikleri yemek düzenlerinin bozulmasının da katkısıyla, iftar sofralarında ölçüyü kaçırarak, midelerini tıka basa Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 Namaz IV doldurabilmektedirler. İşte camilerde topluca kılınan terâvih namazı, bir taraftan ramazan ayına neşe ve coşku katarken, diğer taraftan da, yenilen yemeklerin inanan insanların sağlığının bozulmasını engellemektedir. Her ne kadar ibadetler, faydaları için değil, emredildikleri için yapılırlarsa da bu durum, ibadetlerin birtakım faydalarının olmasına ve bu faydaların ifade edilmesine mani değildir. Terâvih namazı erkekler ve kadınlar için müekked bir sünnettir. Çünkü bu namaza hem Hz. Peygamber, hem de ondan sonra Hulefâ-i Râşidîn ve Ashab-ı Kirâm devam etmişlerdir. Terâvih namazını cemaatle kılmak da sünnettir. Çünkü Resulüllah (s.a.v.) Ramazanın üçüncü, beşinci, yedinci ve yirminci gecelerinde bu namazı mescitte cemaatle kılmış; diğer gecelerde ise müminlere farz olur endişesiyle mescide çıkıp kıldırmamıştır. Sahâbeden gelen rivayetlere göre, Peygamber Efendimiz terâvih namazını sekiz rekât olarak kıldırıyor, gerisini Ashab-ı Kirâm münferit olarak tamamlıyordu. (Buhârî, “Salâtü’t-Terâvîh”, 1; Müslim, “Müsâfirîn”, 178; Ebû Dâvûd, “Şehr-u Ramazân”, 1) Terâvih namazı bugüne kadar çoğunlukla 20 rekât olarak kılına gelmiştir. Bu uygulamada, Hz. Ömer’in terâvih namazını cemaatle ve 20 rekât olarak kıldırmasının önemli bir katkısı olmuştur. (Muvattâ, “es-Salât fî-Ramazân”, 2) Terâvih namazı, yatsı namazından sonra ve vitirden önce kılınır. Tek başına kılınması hâlinde, bu namazın gece yarısından veya gecenin üçte birinden sonraya tehir edilmesi müstehaptır. Kılınamayan bir terâvih namazı kaza edilmez. En sağlam görüşe göre, terâvihte cemaat olmak “sünnet-i kifâye”dir. Yani bir mescitte hiç kimse terâvih namazını cemaatle kılmazsa hepsi günahkâr olurlar. Terâvih namazı tek başına kılınabilir. Fakat cemaatle kılınması daha faziletlidir. Namaz kılınırken “terâvih namazı”na niyet edilir. Terâvih namazını, her iki rekâtta bir selam vererek kılmak daha faziletlidir. Dört rekâtta bir de selam verilebilir. Sekizde, onda, hatta yirmide bir selâm vermek de caizdir. Terâvih namazı iki rekâtta bir selam verilirse, tam olarak akşam namazının iki rekâtlık sünneti gibi, dört rekâtta bir selâm verildiği takdirde ise yatsı namazının ilk sünneti gibi kılınır. Cemaatle kılınınca, ramazan haricinde kılındığı şekliyle, önce yatsı namazı kılınır. Fakat yatsının son sünneti ile vitir namazı arasında, yine cemaatle ve imamın açıktan kıraatiyle, terâvih namazı kılınır. Diğer namazlarda olduğu gibi, terâvih namazını da acele acele kılmak ve kıldırmak doğru değildir. Zira bu namaz, isminden de anlaşılacağı üzere “rahat rahat, istirahat ede ede” kılınan bir namazdır. Nitekim her iki ya da her dört rekâtın Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 Namaz IV sonunda, bir miktar oturulup istirahat edildiği için bu rekât gruplarına “terviha (rahatlatma)” denilmiştir; çoğulu ise “terâvîh”tir. MÜBAREK GÜN VE GECELER Mübarek gün ve geceler, dinî yönden özel önemi olan gün ve geceler demektir. Bu özel zaman dilimlerini, namaz konusuyla alakalı yönlerini göz önünde bulundurarak ele alacağız. Manevi feyiz ve bereketin yoğunlaştığı bu zamanlar içerisinde cuma ve bayramlar “gün” kategorisinde, diğerleri ise “gece” kategorisinde yer alır. Kutlu gün ve geceler anlamındaki “Mübarek Geceler”, dinî eserlerde "elleyâlî el-mübâreke" şeklinde ifade edilmiştir. Bu tabir, tekil şekliyle "fî leyletin mübâreketin" şeklinde Kur’an-ı Kerim’de de geçer (Duhân 44/3). Mübarek geceler ülkemizde, bu zamanlarda minarelerin kandillerle aydınlatılmasının da etkisiyle, "kandil” olarak isimlendirilmiştir ve “kandiller” denilince Regâib, Miraç, Berat ve Mevlid kandilleri ile Kadir gecesi kastedilir. Bunlar "leyl" (gece) kelimesi ile isim tamlaması yapılarak Leyle-i Mi'râc (Leyletü'l-Mi'râc), Leyle-i Kadir (Leyletü'l-Kadr)... şeklinde de anılırlar. Ayrıca, Bayramdan önceki gün olan Arefe ve gecesi, Muharrem ayının ilk gecesi, Âşûrâ günü ve gecesi ile her haftanın perşembeyi cumaya bağlayan gecesi de mübarek gün ve geceler kapsamında kabul edilir. Bunların bir kısmının özel önemi haiz olduğuna dair ayet ve hadisler bulunmakla birlikte, bazılarına bu niteliğin verilmesi dolaylı bir yorumla olmuş, bazıları hakkında ise birçok asılsız rivayet söz konusu edilmiştir. Bunları kısaca açıklayalım: Kadir Gecesi Kur’an-ı Kerim’de ismen geçmekte ve hakkında müstakil bir sure (Kadr suresi) bulunmaktadır. Duhân suresinin üçüncü ayetinde sözü edilen "Mübarek bir Gece"den maksat da tefsircilerin çoğunluğuna göre Kadir Gecesi’dir. Kadir suresinde bu geceden tazimle söz edilir ve onun "bin aydan daha hayırlı olduğu, o gece meleklerin ve Ruhu'l-Kudüs'ün indiği, onun ta fecre dek esenlik dolu bir gece" olduğu anlatılır; özellikle Kur’an'ın o gecede indirildiği vurgulanır. Kadir suresinde (97/1) Kur’an'ın bu gecede indirildiği, Bakara suresinde de (2/185) ramazan ayında indirildiği belirtilir. Buna göre, Kadir gecesinin ramazan ayı içerisinde olduğu açıktır. Hadis-i şeriflerdeki bilgilerden hareketle Kadir gecesinin ramazanın hangi gecesine denk geldiği kesin olarak söylenememekle beraber, bunun yirmi yedinci gece olduğunda ittifaka yakın ortak bir kanaat mevcuttur. Zamanının kesin olarak bildirilmemesi, insanların ona güvenip diğer zamanlarda Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21 Namaz IV kulluk görevlerini ihmal etmemelerinin hedeflenmesi gibi bazı hikmetlerle açıklanmıştır. Bir hadis-i şerifte şöyle buyrulur: "Kim inanarak ve sadece Allah rızası için Kadir gecesinde kalkarsa (o geceyi ihya eder, değerlendirirse) geçmiş günahları bağışlanır" (Buharî, “İman”, 28, “Savm”, 6). Berat Kandili Berat, Arapçadaki “berâet” kelimesinin Türkçedeki kullanışı olup berî olma, aklanma, temiz ve suçsuz çıkma demektir. Kameri aylardan olan şabanın on beşinci gecesini değerlendirenler de tövbe ve istiğfarlarla günahlardan temizlenip arındıkları için o geceye Berât Gecesi anlamında "Leyle-i Berât" denmiştir. Sahih bir hadise dayandırılmamakla beraber bu gecenin mübarek bir gece olduğu ve değerlendirilmesinde büyük faziletlerin bulunduğu alimler tarafından genellikle kabul edilegelmiştir. Çünkü Duhân suresinde sözü edilen (44/3) "mübarek bir gece"den maksat her ne kadar ekseriyete göre Kadir Gecesi ise de, bunun Şaban ayının on beşinci gecesi olduğu görüşünde olanlar da vardır ve bu görüş Selef’ten de nakledilmektedir. Miraç Kandili Hz. Muhammed (s.a.v.)’in Allah'ın emri ile Mescid-i Haram'dan alınıp Mescid-i Aksâ'ya götürülmesi “İsrâ”, oradan semaları geçerek rabbine yükseltilmesi de “Miraç” olarak isimlendirilir. İsrâ kelimesi “geceleyin yürütmek” Mi’râc da “çıkılan yer ya da çıkma aleti ve merdiven” demektir. İsrâ ve Mi’râc hicretten bir süre önce gerçekleşmiş olup, İsrâ Kur’an'da ve Mi’râc sünnette yer almıştır. İslam bilginlerinin büyük çoğunluğuna göre recep ayının 27. gecesinde vuku bulan bu olay sadece ruhen değil, hem ruh hem beden ile (rûh maa’l-cesed) gerçekleşmiştir. Peygamber Efendimizin fevkalâde taltiflere ve manevi hediyelere mazhar olduğu bu zaman dilimine Müslümanlar çok değer vermişler ve bu gece "Miraç Gecesi" ya da “Miraç Kandili” adıyla kutlana gelmiştir. Regâib Kandili "Regâib" rağbet olunan, bol ihsan ve değerli hediyeler demektir. Recep ayının ilk cuma gecesinde bu tür ihsan ve ikramlar beklenildiği için o geceye "Regâib Gecesi" denilmiştir. Bazı eserlerde Resulüllah'ın o gece ana rahmine Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22 Namaz IV düştüğü kaydedilirse de bu rivayet güvenilir naklî delillerle sabit olmadığı gibi, recebin başı ile rebîulevvel'in on ikisi arasındaki süre tabii doğum süresinden az olduğu cihetle mantıki açıdan da eleştirilmiştir. Bu durumu izah için bazıları "Bu gece annesinin ona hamileliğini anladığı gündür" demişlerse de bunu doğrulayan bir rivayet yoktur. Buradan hareketle, Regâib gecesi hakkında doğrudan bir delilin bulunmadığı söylenebilir. Fakat mübarek üç ayların ilki mahiyetindeki recep ayının ilk cuma gecesi olması sebebiyle bu gecenin ibadet, taat ve hayırlı işlerle değerlendirilmesi tavsiye edilmiştir. Mevlid Kandili Mevlid kelimesi “doğum, doğum zamanı” anlamında olup “Mevlid Kandili” de Peygamber Efendimizin doğumunun kutlandığı gecedir. Bilindiği gibi Peygamberimiz 20 Nisan 571 pazartesi günü (12 Rebiü'levvel) doğmuştur. Bu tarihin kutsallığına dair herhangi bir ayet ya da hadis bulunmamakla birlikte, çok eski zamanlardan beri Müslüman toplumlar, bu geceye değer vermişler ve bu gecede çeşitli kutlamalar yapmışlardır. “Mevlid-i Nebi” olarak isimlendirilen bu geceyi kutlama sadedinde bir takım eserler de kaleme alınmıştır. Bunlar içerisinde Süleyman Çelebi'nin kısaca “Mevlid” olarak bilinen "Vesiletü'n-necât" adlı manzumesi, anlatımının sadeliği, üslûbunun akıcılığı ve ifadelerinin samimiyeti sebebiyle tarih boyunca halk tarafından çok beğenilmiş; bu şiirin özellikle mevlid kandillerinde okunması ve dinlenmesi günümüze kadar canlılığını koruyan bir gelenek olmuştur. Günümüzde bu kutlamalar “Kutlu Doğum Haftası” etkinlikleri çerçevesinde gerçekleştirilmektedir. Yukarıda zikredilen gecelerin nasıl ihya edileceği ayetlerde açıklanmadığı gibi; konuyla ilgili olarak zikredilen ve bu gecelere has namazlardan bahseden hadisler de uzmanları tarafından güvenilir bulunmamaktadır. Ayrıca özellikle yatsı ve sabah namazlarını cemaatle kılmaya gayret etmek ve din kardeşleri ile birlikte yapılan dualara iştirak etmek de bu gecelerin ihyası kapsamında düşünülebilir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23 Özet Namaz IV •Cuma namazı akıl-baliğ, hür ve mukim olan, namaza gitmesine mani bir özrü bulunmayan her müslüman erkek için farz-ı ayn hükmündedir. Bu namaz vesilesiyle müminler biraraya gelip kaynaşırlar; yapılan vaaz u nasihat ve okunan hutbe vesilesiyle, dinî ve dünyevî konularda haftalık olarak bilgi ve şuur sahibi olurlar. •Bayramlar inanan insanların sevinç günleridir. Müslümanların, bütün dünyada birlik ve beraberliklerini sembolize edecek şekilde iki tane bayramları vardır: Ramazan bayramı ve Kurban bayramı. Bu bayramlardan birincisinde, Ramazan orucunun tamamlanması; ikincisinde de, hac ibadetinin ifa edilmesi neticesinde, müslümanlar bayram yaparlar. Birincisinde fıtır sadakası (fitre), ikincisinde ise kesilen kurbanlar vasıtasıyla sevincin toplumun farklı katmanları nezdinde paylaşılması sağlanır. Bayram namazlarını kılmak vaciptir ve mümkün olan en geniş katılımla kılınmaları esastır. •Vitir, Yatsı namazının ardından kılınan vacip bir namazdır. Gece uykudan kalkıp kılmak esas olmakla birlikte, uyuya kalıp kalkamama ihtimalinin bulunduğu durumlarda yatsı namazının hemen ardından kılınması caizdir. •Nafile namazlar, çok sevap kazandırmalarına ve hararetle tavsiye edilmiş olmalarına rağmen, kimsenin kılmak zorunda olmadığı, kılınması tamamen kişilerin özgür iradelerine bırakılmış olan namazlardır. Pek çok türü olan bu namazların gündüz kılınanlarını dörder, gece kılınanlarını ise ikişer rekâtlar hâlinde kılmak esastır. Ayrıca, bütün gönüllü ibadet türlerinde olduğu gibi nafile namazlarda da efdal olan, ibadetin az da olsa devamlı olmasıdır. •Mübarak gün ve geceler, daha çok kamerî takvim esas alınarak belirlenen ve bu sayede dönüşümlü olarak yılın bütün mevsimlerine tesadüf eden kutsal zamanlardır. Bunlardan geceler kategorisine girenler daha çok "kandil" olarak isimlendirilirler ve toplumsal bir coşku ile kutlanırlar. Bu kutlu zaman dilimleri, bazı iyi davranışlara başlamak ve bazı zararlı davranışları terk etmek isteyen müminler için birer milat olma fırsatı barındırır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24 Ödev Namaz IV • Diğer bilim dallarından istifade ederek "imamlığın önemi" konusunu iki yüz kelimeyi aşmayacak şekilde bir yazı yazınız. • Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “ödev” bölümüne yükleyebilirsiniz. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 25 Namaz IV DEĞERLENDİRME SORULARI Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. 1. Aşağıdakilerden hangisi “cuma namazının farz olmasının şartları” arasında yer almaz? a) Erkek olmak b) Hür olmak c) Mukim olmak d) Namaza gidince hastalığının artmasından veya uzamasından korkmak e) Akıl-baliğ olmak 2. Bayramlarla ilgili olarak aşağıdakilerden hangisi söylenemez? a) İmam, cuma namazında olduğu gibi, önce hutbe okur daha sonra da bayram namazını kıldırır. b) Kurban bayramı namazının meşruluğu, kitap, sünnet ve icma delillerine dayanır. c) Hanefîler’e göre, Kendilerine cuma namazı farz olan kimselere, bayram namazı kılmak vaciptir. d) Ramazan ve Kurban bayramı namazları ikişer rekâttır ve her ikisi de aynı şekilde kılınır. e) Arefe günü sabah namazından başlayarak bayramın dördüncü gününün ikindi namazına kadar, toplam yirmi üç farz vakit namazını müteakip, birer defa “teşrik tekbiri” getirilir. 3. Vitir ile ilgili olarak aşağıdakilerden hangisi söylenemez? a) Vitir namazı Ebû Hanife’ye göre, vacip bir namazdır. b) Vaktinde kılınamadığı takdirde kaza edilmesi gerekir. c) Vitir namazı, sadece ramazanda cemaatle kılınır ve imam bu namaz esnasında Kunut dualarını açıktan okur. d) Ebû Yusuf, İmam Muhammed ve diğer üç mezhep imamına göre müekked sünnettir. e) Şâfiiler’e göre vitrin en azı bir rekât, en çoğu on bir rekâttır. 4. Nafile namazlarla ilgili olarak aşağıdakilerden hangisi söylenemez? a) Hanefî Mezhebi fakihleri ile diğer bazı mezheplerin fakihlerine göre, nafile namaza başlamak, tamamlamayı vacip kılar. b) Şâfiîler’e göre nafile bir ibadeti bozan kimseye, o ibadeti kaza etmesi gerekmez. c) Nafile namazlar ayakta kılınabileceği gibi oturarak da kılınabilir. d) Nafile namazların bütün rekâtlarında kıraat farzdır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 26 Namaz IV e) Nafile namazlarda mutlak niyet yeterli değildir. 5. Nafile namazlarla ilgili olarak aşağıdakilerden hangisi doğrudur? a) Terâvih namazı, yatsı namazından ve vitirden sonra kılınır. b) Sahih rivayetler göz önünde bulundurulduğunda, kandil olarak bilinen mübarek gecelere has müstakil bir namaz mevcut değildir. c) Husûf namazı, güneş tutulduğu zaman kılınan namazdır. d) Teheccüd namazı “revâtib” kapsamında yer alır. e) Farzlara tabi nafile namazlara "reğâib" adı verilir. Cevap Anahtarı: 1. d 2.a 3.c 4. e 5. b YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR Akyüz, V. (2006). Namaz. İstanbul: İz Yayıncılık. Akyüz, V. (1995). Mukayeseli İbadetler İlmihali-İslam Fıkhında İbadetler (I-IV) İstanbul: İz yayıncılık. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 27 Namaz IV Alptekin, Y. (2007). Namazla Yeniden Doğdum.İstanbul: Nesil Yayınları. Altuntaş, H.(1998). Kur’an’ın Tercümesi Ve Tercüme İle Namaz Meselesi.Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. Apaydın, Y. (1999).“Namaz”, İlmihal, I, s. 217–379, İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM). Atar, F. (2006). “İbadet Kavramı- Tahâret ve Namaz”, İslam İlmihali, s. 249–457, İstanbul: Marmara İlahiyat Vakfı Yayınları. Bakkaloğlu, A. (2007). Namaz Kitabı. İstanbul: Ensar Neşriyat. Balkan, A. (2009). Namaz Aşıkları. İstanbul: Işık Yayınları. Bilmen, Ö. N. (tsz.), Büyük İslam İlmihali. İstanbul: Bilmen Yayınevi. Buladı, K. (2006). Namaz “Akılları Durduran Mucize”, İstanbul: Kayıhan Yayınları. Büyükçınar, A. M. (2001).Hayatın İçindeki İslam-II (İslam’ın Temel İlkeleri).İstanbul : Bilge Yayınları. Daryal, A.M. (1994). “Cami ve Namaz”-Dini Hayatın Psiko-Sosyal Temelleri, s. 91– 116, İstanbul: Marmara İlahiyat Vakfı Yayınları. Demirci, S. (2007). Kıl Beni Ey Namaz.İstanbul: Timaş Yayınları. Demirtaş, S. (2006). Namazı Yaşayanlar. İstanbul: Nesil Yayınları. Döndüren, H. (2006). Delilleriyle İslam İlmihali. İstanbul: Erkam Yayınları. Dönmez,İ.K.(1997).“Namaz” İslam’da İnanç İbadet ve Günlük Yaşayış AnsiklopedisiIII-s. 426–447.İstanbul: Marmara İlahiyat Vakfı Yayınları. Ekerim, E. S. (2006). Namaz Ve Karakter Gelişimi. İstanbul: İnsan Yayınları. Elbani, M.N. (2004). Hadislerle Hz. Peygamberin Namaz Kılma Şekli(Tercüme: Osman Arpaçukuru). İstanbul. Ersan, O. (2003). Gözümün Nûru Namaz. İstanbul: Erkam Yayınları. Gözübenli, B. (1997). “Nâfile Namazlar”-İslam’da İnanç İbadet ve Günlük Yaşayış Ansiklopedisi- III- s. 405–422. İstanbul: Marmara İlahiyat Vakfı Yayınları. Günenç, H. (tsz.)-Büyük Şâfii İlmihali. Ankara: Hilal Yayınları. Günenç, H. (tsz.-, Şâfiiler İçin Namaz Kitabı- İstanbul: Emel Yayıncılık. Hatip, A. (2011). Mevlânâ’nın Gözüyle Âşıkların Namazı. İstanbul. Karadâvî Y. (1985). el-‘İbâde fi’l-İslam- Kahire: Mektebetü Vehbe. Karakaş, V. (2005). Nasıl Namaz:Timaş Yayınları. İstanbul. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 28 Namaz IV Karakaş, V. (2002). Niçin Namaz: Timaş Yayınları. İstanbul. Kırbaşoğlu, M. H. (2010). Ahir Zaman İlmihali.Ankara. Kırbaşoğlu, M. H. (1997). Namazların Birleştirilmesi: el-Cem'u beyne's-salâteyn. Ankara: Araştırma Yayınları. Mehmed Zihni Efendi. (1971). Nimet-i İslam: Mufassal İlmihal- İstanbul: Salah Bilici Kitabevi. Meşhur, M. (1997). Namazla Dirilmek(Çeviren: Orhan Aktepe).İstanbul: Ravza Yayınları. Nurbaki, H. (1986).Namazın Sırları. İstanbul: Damla Yayınevi. Öztürk, M. (2006). Haydin Felaha: Cemaatle Namazın Fazileti.İstanbul: Erkam Yayınları. Rudânî, M.(2009). Hadislerle Müslümanlık 1: Namaz- İstanbul: İz Yayıncılık. Şentürk, L.-Yazıcı, S. (2010). İslam İlmihali.Ankara. Tabbâre, A. A. (1988). Rûhu’d-dîni’l-İslamî-Beyrut: Dâru’l-İlm li’l-Melâyîn. Tokpınar, C. (2002). Sabah Namazına Nasıl Kalkılır- İstanbul: Nesil Yayınları. Yaşaroğlu, M. K. (2006). “Namaz”- Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi- Cilt: 32, s. 350-357. Ankara. Yavaş, H. (2000). Namaz Kitabı. İstanbul: Hakikat Yayınları. Yıldız, A. (2001). Namaz Bir Tevhid Eylemi-İstanbul: Pınar Yayınları. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 29 HEDEFLER İÇİNDEKİLER NAMAZ V • • • • • • • Secdeler Korku ve Namaz Hasta ve Yolcuların Namazı Namazların Kazası Cenaze Namazı Iskat ve Devir Şehitlik ve Şehit • Bu üniteyi çalıştıktan sonra • Secdelerle ilgili hükümleri kavrayacak • Namazların nazıl kaza edileceğini anlatabilecek • Cenaze ile ilgili başlıca dini görevleri açıklayabilecek • Şehitliğin ne olduğunu ve şehitlerle ilgili temel hükümleri öğrenebileceksiniz. İSLAM İBADET ESASLARI ÜNİTE 7 Namaz V GİRİŞ Kitabımızın bu ünitesinde namazla ilgili konulara devam edeceğiz. Bu çerçevede secde ve türleri; korku, hastalık ve yolculuk hâllerinde kılınacak namazlarla ilgili özel hükümler; vaktinde kılınamayan namazların kazası; cenaze namazı ve cenaze hükümleri, devir ve ıskat; şehit olarak vefat edenlerle ilgili ahkâm hakkında bilgi vereceğiz. SECDELER Secde, Allahu Teala'ya gösterilen saygı, itaat ve teslimiyetin zirveye çıktığı andır "Secde" itaat, teslimiyet ve tevazu göstergesi olarak yere kapanmak demektir. Daha çok namazla birlikte gündeme gelse de namaz haricinde yapılan secdeler de vardır. Namazın bir rüknü olan genel anlamdaki secdeden daha önce bahsedildiği için, burada, özel bir isimle anılan sehiv, şükür ve tilavet secdelerini ele alacağız. Sehiv Secdesi "Sehiv" yanılma, unutma, dalgınlık ve gaflet anlamlarına gelir. Bir fıkıh terimi olarak “sehiv secdesi (secde-i sehiv)” ise, yanılarak namazın rükûnlerinden birini tehir veya namazın vaciplerinden birini terk yahut tehir hâlinde namazın sonunda yapılan secdelere denir. Sehiv secdesinin dinî bir hüküm oluşu sünnetle sabit olup, ilk dönemden itibaren Müslümanlar Hz. Peygamber’in hadisleri doğrultusunda, namazlarında yanılarak yapmış oldukları geciktirme, noksanlık ve fazlalıklardan dolayı sehiv secdesi yapmışlardır. İbn Mesud'un (r.a.) rivayet ettiği bir hadiste Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Sizden biri namazında şüpheye düşerse, doğrusunu araştırsın ve namazını (ağır basan) kanaatine göre tamamlasın, sonra selam versin ve sehiv secdesi yapsın, yani yanıldığı için iki secde daha yapsın" (Buharî, “Salât”, 31). Sehiv Secdesinin Hükmü Sehiv secdesini gerektiren durum bulunduğunda bu secdenin yapılması Hanefîler’e göre vaciptir. Namazda sehiv secdesi gerektiği hâlde bunu yapmayan günahkâr olur, fakat namazı batıl olmaz. Sehiv secdesi vacibin yapılmamasından yahut geciktirilmesinden doğan eksikliği giderir; fakat namazın bir rüknûnu yapmama şeklindeki eksikliği ise gidermez. Rükûn terk edilmiş ise namaz iade edilir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 Namaz V Hanefîler’e göre sehiv secdesi imama ve tek başına namaz kılana vaciptir; imama uyana (muktedî) ise, sehiv secdesini gerektiren bir durum bulunsa dahi, sehiv secdesi vacip değildir. Sehiv secdesi namazın giderilebilir kusurlarını ortadan kaldırır Sehiv secdesinin, karışıklığa meydan verilmemesi için, cuma ve bayram namazlarında terk edilmesi uygun görülmüştür. Sehiv secdesi Şafiî, Mâlikî ve Hanbelîler’e göre sünnettir. Sehiv Secdesi'nin Yapılış Şekli Sehiv secdesi, namazın rükûnleri içerisinde yer alan ve her rekâttan sonra ikişer kez yapılan secde gibidir. Sehiv secdesinde de secde esnasında tespih olarak en az üç defa "Sübhâne Rabbiye'l-Â'lâ" denir. Ancak sehiv secdesinde "Sübhâne men lâ yenâmu velâ yeshû (Uyumayan ve yanılmayan Allah, bütün kusurlardan münezzehtir)” demek de menduptur. Hanefîler’e göre namazın sonundaki oturuşta "Tahıyyât" duası okunduktan sonra iki tarafa selam verilir, sonra arka arkaya namazlardaki bilinen şekliyle iki secde yapılır ve bu secdelerden sonra "Tahıyyât" okunur, sonra her iki tarafa namazı bitirme selamı verilip namazdan çıkılır. Son oturuşta yalnız sağ tarafa selam verildikten sonra sehiv secdesinin yapılması, özellikle cemaatle kılınan namazlarda cemaatin dağılmasını önlemek açısından, daha faziletli ve daha ihtiyatlıdır. Mâlikî mezhebine göre sehiv secdesi bir eksiklik sebebiyle gerekiyorsa selamdan önce, bir fazlalık sebebiyle gerekiyorsa selamdan sonra yapılır. Şâfiî mezhebine göre sehiv secdesi teşehhütten sonra, selamdan önce yapılır. Şâfiîler’e göre sehiv secdesinden sonra teşehhütte bulunulmayıp hemen selam verilerek namaz bitirilir. Ahmed b. Hanbel'e göre sehiv secdesi selamdan önce ve sonra yapılabilir, ancak selam vermeden önce yapılması daha faziletlidir. Sehiv Secdesini Gerektiren Durumlar Sehiv secdesiyle ilgili hadisler incelendiğinde, Peygamber Efendimizin aşağıda belirtilen beş ayrı durum için sehiv secdesi yaptığı anlaşılmaktadır: İki rekât kıldıktan sonra teşehhüde oturmadan üçüncü rekâta kalkınca, Dört rekâtlı bir namazın iki rekâtını kıldıktan sonra selam verince, Dört rekâtlı bir namazı beş rekât kılınca, Dört rekâtlı bir namazın üç rekâtını kıldıktan sonra selam verince, Namazı kaç rekât kıldığı konusunda tereddüde düşünce. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 Namaz V Namazın bir rüknünün takdim, tehir veya tekrar edilmesi sehiv secdesini gerektirir. Müçtehit imamlar, hadis kitaplarındaki konuyla ilgili rivayetlerden ve sahabe tatbikatından, hadislerdeki sehivler ile aynı seviyede gördükleri başka sehivlerden dolayı da sehiv secdesi yapılacağı görüşüne varmışlardır. Hanefîler’e göre sehiv secdesini gerektiren durumlar şöyle özetlenebilir: Namazdaki rükûnlardan birinin tekrar edilmesi (Bir rekâtta rükûnun birden fazla, secdenin ikiden fazla yapılması gibi), Namazın rükûnlarından birinin takdim veya tehir edilmesi (Meselâ, namazın bir rekâtında farz olan kıraat sehven terk edilip rükûa gidilse ve kıraatin yapılmadığı hatırlansa, kıyama dönülüp kıraat yapılır ve tekrar rükûya gidilerek rekâttaki eksiklik giderilmiş olur. Ancak bu durumda bir rekâtta iki kere rükû yapılmış olduğu için sehiv secdesi gerekir), Herhangi bir rekâtın secdeleri arasında tertibe riayet edilmeyip, ikisi arasında başka rükûn veya rükûnlar eda edilmesi, Kaç rekât kılındığı hususunda şüpheye düşülmesi, Namazı bitirdikten sonra, rekâtlar konusunda şüpheye düşen kimseye gelince, şayet eksik kıldığını kesin olarak hatırlamıyorsa bu şüphe önemli değildir; fakat namazı eksik kıldığı kanaatine varırsa o takdirde namazı yeniden kılar. Son oturuşta selam vermeden yanılarak ayağa kalkıp fazladan rekât kılınınca da sehiv secdesi yapılır. İmam son oturuştan sonra selam vermeyip, yanılarak bir fazla rekâta kalkarsa, cemaat kalkmayıp bekler ve eğer imam bu rekât için secde etmeden geri oturursa, cemaat imamla birlikte selam verir. Eğer imam fazla kıldığı rekât için secde etmişse, cemaat imamı beklemez, hemen selam verip namazlarını bitirirler. Bu durumda imam bu rekâta bir rekât daha ilave eder. Sabah namazında selamdan sonra güneş doğarsa veya ikindi namazında selamdan sonra kerahet vakti girerse sehiv secdesi yapılmaz. Namazın vaciplerinden birinin sehven terk edilmesi de sehiv secdesini gerektirir. Namazın bir vacibinin terki, bu vacibin hiç yerine getirilmemesi şeklinde olabileceği gibi, bir rüknün veya bir vacibin takdim veya tehir suretiyle yerinin yahut vasfının değiştirilmesi ya da bir vacibin eksik veya fazla yapılması şeklinde de olabilir. Namaz içerisinde, bir rükûn eda edilebilecek kadar süreyle durup düşünmek. Bayram namazlarında ziyade olarak alınan zevâid tekbirlerini veya bir kısmını terk etmek, bunların yerlerini değiştirmek ve bayram namazında ikinci rekâtın rükû tekbirini terk etmekle de sehiv secdesi gerekir. Bir namazda, sehiv secdesini gerektiren sebepler, birden fazla tekrar edilse bile mükellefin her bir sebep için ayrı ayrı sehiv secdesi yapması gerekmez. Bu Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 Namaz V durumda bir sehiv secdesi yapmak, tümü için yeterli olur. Ayrıca, sehiv secdesini yaparken sehiv yapan kimse de bu sehiv için tekrar sehiv secdesi yapmaz. Mesbûk olan kimse imamla beraber sehiv secdelerini yapar. Sehiv secdesini gerektiren durumun, imama uymasından önce veya sonra olması fark etmez. İmamın selam vermesinden sonra yetişemediği kısımları kaza ederken sehiv secdesini gerektiren bir durum işleyen mesbûkun ayrıca namazının sonunda bu sehvi için sehiv secdesi yapması gerekir. İmama sehiv secdesi esnasında ve sehiv secdesinden sonra namazdan çıkış selamından önce uyulabilir. Namaz cemaatle eda edilirken imamın yanılması hâlinde, imam da cemaat de sehiv secdesi yapar. Cemaatten birinin yanılması hâlinde ise, kimseye sehiv secdesi yapmak gerekmez. İmamın sehiv secdesini terk etmesi hâlinde cemaat de terk eder. Sabah namazında selamdan sonra güneş doğarsa veya ikindi namazında selamdan sonra güneşin rengi sararırsa (kerahet vakti girerse) sehiv secdesi yapılmaz. Ayrıca, selamdan sonra abdestin bozulması, kıbleden yüzün çevrilmesi, yeme, içme, gülme ve konuşma gibi namaza mani davranışların meydana gelmesiyle de sehiv secdesi düşer. Sehiv secdesi için verilen selamın sehiv secdesi niyetiyle verilmiş olması şart değildir. Nitekim sehiv secdesi gerektiği hâlde yapmadan selam verdikten sonra namaza mani durumlar ve sehiv secdesini düşüren durumlar bulunmadan hatırlansa hemen sehiv secdesi yapılabilir. Tilavet Secdesi “Tilavet” genel olarak “okuma” anlamına gelir ve özelde Kur’an okuma için kullanılır. Tilavet secdesi, Kur’an-ı Kerim’deki secde ayetlerinden birinin okunması veya dinlenmesi sebebiyle yapılması gereken secdedir. Bu secde Hanefîler’e göre vacip; Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelîler’e göre ise sünnettir. Peygamberimiz’in Kur’an okurken içinde secde ayeti bulunan bir sure okuduğunda secde ettiği, onunla birlikte sahabenin de secde ettiği, hatta bazılarının secde için alnını koyacak bir yer bile bulamadıkları rivayet edilir. (Müslim, “Mesâcid”, 20; Ebû Dâvûd, “Secde”, 3-6) Bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 Namaz V "Âdemoğlu secde ayetini okuyup secde edince, şeytan ağlayarak uzaklaşıp şöyle der: Vay halime! Âdemoğluna secde etmesi emredildi ve o hemen secde etti. Binaenaleyh cennet onundur. Bana da secde emredildi ama ben secdeden imtina ettim; bundan dolayı cehennem de benimdir" (Müslim, “İman”, 35). Hanefî bilginler bu hadisleri değerlendirmenin yanı sıra "Böyleyken onlar acaba neden iman etmezler. Onlar kendilerine Kur’an okununca secde de etmezler" (İnşikâk 84/20–21) mealindeki ayetlerde tilavet secdesinden söz edildiği ve bunu terk etmenin kötülendiği yorumunu yaptıklarından tilavet secdesinin vacip olduğuna hükmetmişlerdir. Hanefîler’e göre, secde ayetini işiten namazla yükümlü kimseye, Kur’an dinlemeyi kastetse de kastetmese de, duymuş olduğu bu secde ayetinden dolayı tilâvet secdesi vacip olur. Adet gören veya lohusa olan kadına, gerek okuması gerekse işitmesi sebebiyle tilavet secdesi vacip olmaz. Tilavet secdesini duyan kimseye, tilavet secdesinin vacip olması için, okuyanın mutlaka namazla mükellef veya manevi kirlilikten arınmış olması şart değildir. Ancak, akıl hastası, baygın ve uyuyan kimseden duyulan secde ayeti için, mezhepteki sahih olan görüşe göre, tilâvet secdesi vacip olmaz. Tilâvet etmeksizin secde ayetini yazana sırf yazmakla, dilsiz ve sağıra da sadece secde edeni görmekle secde vacip olmaz. Bir secde ayetinin secdeyi gösteren kelimesiyle, bu kelimenin bir önceki kelimesi veya bir sonraki kelimesinin okunması veya duyulmasıyla, mezhepteki sahih olan görüşe göre secde vacip olur. Diğer bir görüşe göre ise, secde ayetinin ekserisi okunmadıkça secde vacip olmaz. Radyo, televizyon, bilgisayar, telefon ve hoparlör gibi aletler, bir sesi bütün özellikleriyle nakletmekte kullandıkları için, bunlardan duyulan secde ayetleri sebebiyle de tilavet secdesi vacip olur. Secde ayetini, telaffuz etmeksizin, sadece gözle takip etmekle tilavet secdesi gerekmez. Tilavet secdesi, secde ayetini okumak veya dinlemekle vacip olduğu gibi, imama iktida ile de vacip olur: İmama iktida eden bir kimse, imam secde ayetini okumuşsa, kendisi onu duymamış olsa bile, imamla birlikte tilavet secdesi yapar. Hanefî ve Şafiîler’e göre secde ayetini duyanın, Kur’an dinleme kastı bulunsa da bulunmasa da, secde yapması gerekir. Mâlikî ve Hanbelîler’e göre ise sadece Kur’an dinleme kastı ile secde ayetini duyan kimsenin secde yapması gerekir. Tilavet secdesi yapacak olan kimsenin, namazda olduğu gibi, hadesten ve necasetten temiz olması, avret yerleri örtülü ve kıbleye yönelmiş olması şarttır. Ayrıca, tilavet secdesi için niyet de şarttır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 Namaz V Hanefîler’e göre tilavet secdesi, elleri kaldırmaksızın "Allâhu Ekber" diye secdeye varıp, üç kere "Sübhâne Rabbiye'l-A'lâ" dedikten sonra, tekrar "Allâhu Ekber" diyerek kalkmak suretiyle yapılmış olur. Secdeye varırken ve kalkarken böyle tekbir getirilip tespih okunması sünnettir. Secdede iken mezkûr tespihin dışında başka dualar da okunabileceği gibi, secdeye varırken ve kalkarken "Semi'nâ ve eta'nâ ğufrâneke Rabbenâ ve ileyke'l-masîr (İşittik ve itaat ettik, Ey Rabbimiz bizi bağışla; dönüş sanadır)" denilmesi müstehaptır. Tilavet secdesinde, teşehhüt ve selam yoktur ve bu tek bir secdeden ibarettir. Oturmakta iken üzerine tilavet secdesi vacip olan bir kimse, ayağa kalkmadan bu secdeye varabilir. Ancak, böyle bir kimsenin sırf secdeye varmak için ayağa kalkması menduptur. Secdeden sonraki kalkış ise müstehaptır. Şafiîler’e göre, tilavet secdesi, niyet edildikten sonra elleri kaldırarak tekbir alıp, bir defa secdeye varmak ve sonra oturup selam vermek suretiyle yapılmış olur. Niyet, tekbir ve selam tilâvet secdesinin rükûnlarıdır. Şafiîler’e göre de namaz içinde yapılan tilavet secdesinde eller kaldırılmaz. Namazda iken okunan secde ayeti için namazda secde etmek lazımdır. Namazda okuduğu secde ayetinden hemen sonra veya en çok üç ayet daha okunarak kıraat bitirilecekse o rekât için yapılan secde tilavet secdesi yerine de geçer. Bu durumda ayrıca tilavet secdesi yapmak gerekmez. Şayet, secde ayetinden sonra üç ayetten daha fazla okunacaksa, elleri kaldırmadan tekbir alınıp, rükuya varmadan bir secde yapılır ve tekrar tekbir alıp kalkılarak, kıraate kalınan yerden devam edilir. Cemaatle kılınan namazda, imamla birlikte, cemaat de tilavet secdesi yapar. Namazda okunan secde ayetinin tilâvet secdesi, namaz içerisinde ya da hemen akabinde yapılmalıdır. Namazda okunan secde ayeti için, tilavet secdesi hemen yapılması gereken (fevrî) bir vaciptir. Namazın bir parçası olmuş olduğundan dolayıdır ki, namaz dışında kaza olunamaz. Bundan dolayı onu namaz içinde yapmayarak tehir etmek, tahrîmen mekruhtur. Ama sehven tehir edilmişse, selamdan sonra, namaza mani bir fiil işlenmedikçe kaza edilebilir. Namazın dışında okunan bir secde ayeti sebebiyle vacip olan tilavet secdesi, geniş vakitli (müvassa’) bir vaciptir. Hemen yapılabileceği gibi, daha sonraki bir zamanda da yapılabilir. Ancak, namaz kılmanın mekruh olduğu vakitlerde okunması hâli müstesna, daha sonra yapmak üzere tehir etmek, unutulabileceği için tenzîhen mekruhtur. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 Namaz V Şükür Secdesi Bir nimete erişme veya bir sıkıntı yahut musibetten kurtulma neticesinde kıbleye yönelmek ve tekbir almak suretiyle yapılan secde "secdetü'ş-şükr" (şükür secdesi) olarak isimlendirilir. Hz. Peygamber’in sevindirici bir haber aldığında şükür secdesi yaptığına dair hadis (İbn Mâce, “İkâme”, 192) ile Hz. Ebubekir ve Hz. Ali gibi bazı sahâbilerin aynı yöndeki uygulamalarına değinen haberleri esas alan fakihlerin çoğunluğu, şükür secdesinin meşruiyetine hükmetmişlerdir. Hanefî mezhebinde fetvada esas alınan görüş İmâmeyn'in görüşüdür ve buna göre şükür secdesi müstehaptır. Bu secde Şâfiî ve Hanbelî mezheplerinde sünnet, Mâlikî mezhebine göre ise mubahtır. Şükür secdesi tilavet secdesi gibi yapılır; namazın içinde şükür secdesi yapılamayacağı gibi, namazın hemen arkasından yapılması da -namazın bir parçası olduğunun sanılabileceği düşüncesiyle- mekruh sayılmıştır. Şükür secdesinin mekruh vakitlerde yapılması mekruhtur. KORKU ve NAMAZ Fıkıh eserlerinde "salâtü'l-havf (korku namazı)" olarak isimlendirilen namaz, müstakil bir namaz çeşidi olmayıp korku ve dehşet zamanlarında farz namazların farklı bir şekilde kılınmasından ibarettir. Namazların bu şekilde kılınması kitap, sünnet ve icma ile sabittir. Müçtehitlerin çoğunluğuna göre, bu namaz kılma şeklinin hükmü kıyamete kadar geçerlidir. Bazı âlimler ise bunu Hz. Peygamber’e has bir uygulama olarak kabul etmişlerdir. Kaynaklarda "Eğer (güvenlik içinde olmadığınızdan) endişe ederseniz (namazlarınızı) yürüyerek yahut binek üzerinde (kılın). Güvene kavuştuğunuz zaman, size bilmediklerinizi öğrettiği şekliyle Allah'ı anın (namazınızı kılın)" (Bakara 2/239) mealindeki ayetin korku namazı ile ilgili olduğu belirtilir. Bundan ayrı olarak, Nisâ suresinin ilgili 4/101–103. ayetleri korku namazının meşruiyeti ve kılınış şekli bakımından açık ifadeler taşımaktadır. Hz. Peygamber, birçok kere kılmak suretiyle, korku namazının ayrıntılı hükümlerini göstermiştir. Bazı kaynaklarda Peygamberimizin 24 defa korku namazı kıldığı belirtilmektedir. Korku sebebiyle namazın rekât sayısı eksilmez. Bu konudaki pek çok sahih rivayet içerisinde en meşhur olanlardan birisinde İbn Ömer (r.a.) şöyle demektedir: "Resulüllah (s.a.v.) ile birlikte Necid tarafına gazaya gitmiştim. Düşmanın hizasına geldik. Onlara karşı saf olarak dizildik. (Namaz vakti girdiğinde) Allah'ın Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 Namaz V Resulü (s.a.v.) bize namaz kıldırmak üzere namaza durdu ve onunla beraber bir kısım ashap da namaza durdular. Ashabın diğer kısmı ise yönlerini düşmana çevirdiler. Allah'ın Resulü (s.a.v.) kendisiyle namaza duranlarla birlikte rükûya vardı ve iki secde yaptı. Sonra, (Peygamberimizle bir rekât kılanlar) namaz kılmayan (ve düşmana karşı nöbet bekleyen) grubun yerine gitti, onlar da gelerek Peygamberimizle birlikte namaza durdular. Peygamberimiz onlarla birlikte rükûa gitti ve secde yaptı. Sonra selam verdi. Sonra o iki grubun her biri (nöbetleşe) namaza durup, kendi başlarına bir rükû ve iki secde yaptılar. (Yani, buna göre birer rekât daha kılıp namazlarını ikişer rekât olarak ve cemaat sevabını da alarak tamamladılar)" (Buharî, “Salâtü'l-Havf”, 1; Müslim, “Salâtü'l-Müsâfirîn ve Kasruha”, 57). Buharî ve Müslim'in başka bir rivayetine göre, İbn Ömer düşmanın (korkunun) daha çok olması hâlinde, namazın binek üzerinde veya yaya olarak ima ile kılınmasını söylemiştir. (Buharî, “Salâtü'l-Havf”, 2; Müslim, “Salâtü'l-Müsâfirîn ve Kasruha”, 57) Bu namazın kılınış şekli ve rekâtlarının sayısı konusunda, yukarıda zikredilen hadislerin dışında, farklı bilgiler ihtiva eden hadisler de bulunmaktadır. Fakat fakihlerin büyük çoğunluğuna göre, korku sebebiyle namazın rekât sayısı eksilmez. Sadece seferî olmaları ve kasretmek istemeleri hâlinde imam, dört rekâtlı namazı iki rekât olarak kıldırabilir; seferî olmalarına rağmen dörde tamamlamak isterlerse veya mukim iseler, dört rekât olarak kıldırır. Korku namazının kılınmasının da tehlikeli olduğu durumlarda namazın yürüyerek veya binek üzerinde ima ile kılınması gerekir. İma ile de kılmanın tehlike arz ettiği ve savaşın fiilen devam ettiği durumlarda ise, Hanefîler ve Süfyan esSevrî’ye göre namaz kılma zorunluluğu olmayıp sonraya bırakılır ve emniyete kavuşulduğunda namaz kaza edilir. Nitekim Peygamberimiz Hendek savaşı sırasında birkaç vakit namazını kazaya bırakmıştır. Diğer üç mezhep imamına göre ise, ayet-i kerîme, savaş hâlinde de namazın edasının vacip olduğuna delalet etmektedir. Ayrıca, düşmanın baskın yapması tehlikesi karşısında korku namazı kılındığı gibi, sel korkusu, vahşi hayvan korkusu gibi can veya mala yönelik tehlikeler sebebiyle de farz namazların korku namazı şeklinde cemaatle kılınabileceğine hükmedilmiştir. HASTALIK VE NAMAZ Sıhhatini kaybeden bir Müslümanın namazın tüm şartlarını yerine getirme imkânı olmadığı durumlarda yüce Allah bazı kolaylıklar göstermiş ve namazı "imkânı elverdiği" şekilde kılmasına izin vermiştir. Hasta Müslümanın tüm Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 Namaz V rükûnlarını yerine getirmeyerek kıldığı bu namaza “salâtü’l-merîz (hasta namazı)” adı verilir. Buna göre kişi, hastalığı eğer ayakta duramayacak kadar şiddetliyse ve ayakta durması hastalığı arttıracaksa oturarak; oturarak kılamayacaksa yattığı yerde; hareket edemeyecek durumdaysa başı ile ima ederek namazını kılar; ama hiçbir zaman terk etmez. Temel ölçü, mümkün mertebe yapabileceğinin en fazlasını yapmak; namazın daha fazla rüknünü yerine getirebilecek şekilde davranmaktır. Namaz öncesinde farz olan "hadesten ve necasetten taharet (manevî ve maddî pisliklerden temizlenmek)" hasta için de farzdır. Gusül abdesti ve namaz abdesti alması hastaya zarar verecekse teyemmüm alarak namazını kılar. Yatalak bir hastanın istenmeyen durumlar sonucunda yatağında maddî pislikler varsa ve yatağının değiştirilme imkânı yoksa görünen yüzeysel pislikler temizlenir ve hasta namazını kılar. Elbise için de durum aynıdır. Hastalık durumunda şartları tam olarak yerine getirilmeden kılınan namazlar hastalıktan kurtulduktan sonra kaza edilmez. Hasta, daha önceden kazaya kalan namazlarını da kılabildiği şekilde kılar. Abdesti bozan durumlardan herhangi biri sürekli olsa bu kişi özürlü (mazûr) sayılır ve mesela sürekli kanama durumu devam etse bile namazını kılar. Ancak bir sonraki namaz için yeniden abdest alır. Özürlü hâlde kılınan bir namazın vakti çıkmadan özür hâli sona erse kılınan namaz tekrar edilir. Bir kişinin ilk defa özürlü sayılması için özür hâlinin bir namaz vakti boyunca devam etmesi gerekir. Daha sonra özür hâlinin her vakitte bir kez görülmesi özürlü sayılmak için yeterlidir. Özür nedeniyle elbiseye bulaşan pislikler de bu hâl devam ettiği sürece namaza engel değildir. Ancak imkânı varsa Allah'ın huzuruna en güzel ve en temiz "ziynetlerini (elbiselerini)” giyip durmak daha güzeldir. YOLCULUK VE NAMAZ Fıkıh kitaplarında “sefer” yolculuk, yolculuğa çıkmak; sefer mesafesine yolculuk yapmak için kullanılır; zıddı “hazar”dır. Bu şekilde yolculuğa çıkan kişi için kullanılan tabir “müsafir (yolcu)” veya “seferî” olup, zıttı “mukîm”dir. Seferilikte gidiş-dönüş değil sadece gidilecek mesafe esas alınır. Bir fıkıh terimi olarak sefer, belirli bir mesafeye gitmektir. Bu mesafe ise “orta yürüyüş”le üç günlük, yani on sekiz saatlik bir uzaklıktan ibarettir. Buna üç merhâlelik mesafe de denir. Orta yürüyüş, yaya yürüyüşü ve kafile içindeki deve yürüyüşüdür. Denizlerde ise yelkenli gemilerin mutedil havadaki üç günlük yolculuğudur. İşte karalarda böyle bir yürüyüş ile denizlerde ise mutedil bir havada yelkenli bir gemi ile on sekiz saat sürecek bir mesafe "sefer mesafesi" sayılır. Bu yolun Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 Namaz V yalnız gidilecek mesafesi esas alınır; yoksa gidiş-dönüş mesafesine bakılmaz. Yolculuk yapan kimse süratli bir araçla yolculuk yaparak bu mesafeyi, günümüzde yeni çıkan ulaşım vasıtalarında olduğu gibi, daha kısa bir sürede kat etse bile yine yolcu sayılır ve namazlarını kısa kılar. Yolculukta üç günün esas alınmasında üç günlük mesh süresine kıyas yapılmıştır. Yolculukta gece gündüz aralıksız yolculuğa devam edilemez istirahata da ihtiyaç vardır. Bu yüzden günlük yolculuk süresi altı saat olarak belirlenmiştir. Saatte 5 km. yol kat edilmesi esas alınınca, seferilik mesafesi 90 km olmuş bulunur. Bazı yolculukların rahat, meşakkatsiz ve çok kısa sürede yapılabilmesi, seferilik hükümlerinde değişikliğe yol açmaz. Nitekim Hanefîler’e göre, yolculukta sağlanan kolaylıkların “illet”i seferiliktir; güçlük ve meşakkat bunun sadece “hikmeti”dir ve hükümler hikmetlerine göre değil, illetlerine göre belirlenir. Hanefîler dışındaki çoğunluğa göre, namazların kısaltılmasını mubah kılan yolculuk, zaman bakımından ortalama iki günlük yolculuk veya ağır yükle ve yaya olarak iki konaklık mesafedir. Gidilecek yerin hem denizden hem de karadan yolu bulunsa, yolcunun gideceği yola itibar edilir. Bu yüzden, bir beldeye mesela deniz yoluyla on iki saatte; kara yoluyla da on sekiz saatte gidilecek olsa, karadan gidenler yolcu sayılır; denizden gidenler sayılmaz. Bir yerin karadan iki yolu bulunduğu takdirde de hüküm böyledir, yalnız sefer mesafesinde bulunan yoldan gidenler misafir olmuş bulunurlar. Yolculuk, vatan edinilen beldenin veya köyün yola çıkıldığı tarafındaki evlerinden ayrıldıktan ve en az üç günlük bir yere gidilmeye niyet edildikten sonra başlar. Bu yüzden, başlangıç noktasını teşkil eden yerleşim birimine tabi olarak değerlendirilen harmanlık, mezarlık ve ağıl gibi eklentiler geçilmedikçe yolculuk başlamış olmaz. Şehir veya köyün yerleşim alanı dışında kalan fabrikalar, organize sanayi kuruluşları, toptancı hâlleri, bağlar, bahçeler, hayvan ve tavuk çiftliği gibi alanlar şehirden sayılmaz. Günümüzde otoban olarak isimlendirilen yollara girmekle de seferilik başlamış olur. Seferilik Hükümleri Yolcular için birtakım kolaylıklar, ruhsatlar getirilmiştir. Seferî (yolcu) olan kişinin mesh süresi üç gün üç gece yani toplam 72 saattir. Yolcu dört rekâtlı farz namazlarını ikişer rekât olarak kılar. Buna "kasr-ı salât" denir. Kasr-ı salât Kur'an, sünnet ve icma ile sabittir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur: Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 Namaz V "Eğer kâfirlerin size fitne vermesinden korkarsanız, yeryüzünde sefere çıktığınız zaman namazları kısaltarak kılmanızda bir sakınca yoktur." (Nisâ, 4/101) Bu ayette kısaltmanın “korku” şartına bağlanması o günkü olayı tespit etmek içindir. Çünkü Resulüllah’ın (s.a.s) çoğu yolculukları korkudan uzak değildi. Ashâb-ı Kirâm'dan Ya'la b. Ümeyye (r.a) Hz. Ömer'e şöyle demiştir: Biz neden namazları kısaltarak kılıyoruz? Hâlbuki güven içindeyiz. Hz. Ömer de buna cevap olmak üzere şöyle buyurdu: Ben de aynı durumu Hz. Peygamber’e sormuştum; şöyle buyurmuştu: "Bu, Allah'ın size verdiği bir bağıştır, Allahın sadakasını kabul edin" (Müslim, “Müsâfir”, 4; Tirmizî, “Tahâret”, 4, 20). Hz. Peygamber'in umre, hac veya savaş için yaptığı yolculuklarında namazları kısaltarak kıldığı ile ilgili haberler tevatür derecesindedir. Abdullah b. Ömer (r.a) şöyle demiştir: "Hz. Peygamber (s.a.s)'e yolda arkadaşlık ettim. O, yolculuklarında iki rekâttan fazla kılmazdı. Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman da böyle yaparlardı" (İbn Mâce, “İkâme”, 75). Yolcunun dört rekâtlı farz namazları kısaltması zorunlu mudur; yoksa kısaltmakla tam kılmak arasında serbest midir? Hanefîler’e göre, yolcunun namazları kısaltarak kılması vacip ve aynı zamanda azimettir. Yolcunun bilerek iki rekâttan fazla kılması mekruhtur. İbn Abbas’ın (r.a) şöyle dediği nakledilmiştir: "Allah Teala namazı, Peygamberimizin dili ile hazarda dört rekât, seferde iki rekât olarak farz kılmıştır" (Müslim, “Müsâfirîn”, 5, 6; Ebû Dâvûd, “Sefer”, 18; Nesâî, “Havf”, 4; İbn Mâce, “İkame”, 75). Azîmet asıl hüküm, ruhsat ise belli durumlarda sağlanan kolaylıktır. Mâlikîler’e göre, seferde namazı kısaltarak kılmak müekked sünnettir. Şâfiî ve Hanbelîler’e göre ise kişi namazlarını kısaltarak da tam olarak da kılabilir. Ancak kısaltmak mutlak olarak tam kılmaktan daha faziletlidir. Çünkü Hz. Peygamber ile dört hâlife bu şekilde yapmaya devam etmişlerdir. Hanefîlere göre, yolculuk ister ibadet için, ister mubah veya günah kapsamındaki bir amacı gerçekleştirmek üzere düzenlenmiş olsun, her türlü yolculuk esnasında namazları kısaltmak caizdir. Hanefîler dışındaki çoğunluk Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 Namaz V müçtehitlere göre ise; yol kesmek, şarap ve haram şeylerin ticaretini yapmak gibi Allah'a isyanın söz konusu olduğu yolculuklarda, sefere mahsus olan ruhsatların kullanılması caiz olmaz. Seferî kimse bir beldede on beş gün ve daha fazla kalmaya niyet edince mukîm olur ve artık namazlarını tam kılar. Eğer on beş günden az kalmaya niyet ederse seferîliği devam eder. Seferî bir kimse, bir beldede belirli bir ihtiyacını görmek için beklerse, bekleme işi 15 günden fazla sürse bile namazlarını kısaltarak kılar; on beş günden fazla kalmaya niyet etmediği için seferilik hâli devam eder. Şâfiî ve Mâlikîler’e göre, yolcu bir yerde dört gün kalmaya niyet ederse namazlarını tam kılar. Hanbelîler’e göre yolcu, dört günden fazla veya yirmi vakitten fazla kalmaya niyet ederse namazlarını tam kılar. Bundan az olursa kısaltarak kılar. İki ve üç rekâtlı namazlarda kasır yapılmaz. Mukim, seferîye; seferî de mukîme uyabilir. Seferî iki rekâtın sonunda selâm verince, mukîm kalkar ve kıraatte bulunmaksızın namazını tamamlar. Seferî mukîme uyunca, dört rekâtlı bir farz namazı mukîm gibi tam olarak kılar. Hanefî ve Mâlikî Mezhepleri’ne göre kaza, edaya göredir. Buna göre, sefer hâlinde kılınamayan dört rekâtlı namazların kazası, ikâmet hâlinde bile olunsa ikişer rekât olarak kılınır. Normal zamanlarda kazaya kalan namazlar da, sefer hâlinde kaza edilse bile, yine dört rekât olarak kaza edilir. Şâfiîlere ve Hanbelîlere göre ise dört rekâtlık namazı kazaya kalan yolcu, bunu yine yolculuk hâlinde kaza ederse iki rekât olarak, mukîm iken kaza ederse dört rekât olarak kılar. İki ve üç rekâtlı namazlar, seferde de, sefer haricinde de değişmez. Seferîliğin Sona Ermesi Aslî vatana dönüp gelmekle yolculuk hâli sona erer. Burada oturmaya niyet edilip edilmemesi sonucu değiştirmez. İkâmet vatanına dönüşte ise, oturmaya niyet gereklidir. Seferilik söz konusu olduğunda üç türlü “vatan” gündeme gelir: Vatan-ı Aslî: Bir kimsenin doğup büyüdüğü veya evlenip içinde yaşamak istediği veya içinde barınmayı kastettiği yere " vatan-ı aslî " denir. Vatan-ı İkâmet: Bir kimsenin on beş gün veya daha fazla bir süre kalmak üzere yerleştiği yere de "vatan-ı ikâmet" denir. Vatan-ı Süknâ: Bir yolcunun, içinde on beş günden az oturmak istediği yer de kendisi için “vatan-ı süknâ” olur. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 Namaz V Aslî veya ikâmet vatanlarına olan yolculukta yalnız yolculuk sırasında seferî hükümleri uygulanır. Bu vatanlara ulaşan kimse, orada "mukim" sayılır. Vatan-ı süknâ söz konusu olunca bir yolcu, hem yolculuk esnasında, hem de on beş günden az kaldığı bu süre içinde "seferî" sayılır; Bir kimse yerleştiği yerden, yine sürekli olarak yerleşmek amacıyla başka bir yere giderse, gittiği yer vatan-ı aslîsi olur; birinci vatanı vatan-ı aslî olmaktan çıkar. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s) Mekke'ye gittiklerinde kendisini misafir saymış ve "Biz seferîyiz" buyurmuştur. Bir kimse bir şehirde otururken ailesini nakletmeden başka bir şehirde de evlense, her iki şehir kendisi için asıl vatan olur. Hangisine gitse mukîm sayılır. Vatan-ı ikâmetten ayrılan kimse ise, yeniden buraya döndüğünde on beş günden az kalacaksa seferî sayılır. KAZA NAMAZI Farz namazları vaktinde kılmaya "eda", vaktinden sonra kılmaya da "kaza" denilir. Vaktinde kılınmayan beş vakit namazın farzlarının kazası farz, vitir namazının kazası ise vaciptir. Sünnetler kaza edilmezler. Ancak kazaya bırakılan sabah namazı, aynı gün kerahet vaktinden sonra ve öğleden önce kaza edilirse, sünneti de farz ile birlikte kılınır. Vaktinde kılınamayan namazın daha sonra kaza edileceği Hz. Peygamber tarafından bildirilmiş olup, bir hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: Hz. Peygamber vaktinde kılamadığı her namazı ilk fırsatta kılmıştır. "Kim namazını kılmayı unutursa, onu hatırladığında kılsın. Çünkü onun başka kefareti yoktur" (Buharî, “Mevâkît”, 37; Müslim, “Mesâcid”, 314, 55). Resulüllah (s.a.v.) bu sözün arkasından "Beni anmak için namaz kıl!" (Tâhâ 20/14) mealindeki ayeti okumuştur. Aynı şekilde Hz. Peygamber, ashâbıyla beraber çıktığı bir sefer esnasında uyuya kalıp da kılamadıkları sabah namazını cemaatle kıldırmıştır (Buharî, “Mevâkît”, 35; Müslim, “Mesâcid”, 55; Ebû Dâvûd, “Salât”, 11). İlgili hadislerden anlaşıldığı üzere, namaz ancak uyuyakalma, unutma, hastalık, baygınlık veya savaş gibi meşru bir özür sebebiyle kazaya bırakılabilir. Meşru bir mazeret bulunmaksızın namazı vaktinde kılmayıp da kazaya bırakmak, büyük bir günahtır. Namaz kaza edilmekle insan borçtan kurtulmuş olur. Ancak bu günahın affı için tövbe ve istiğfar edilmesi gerekir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 Namaz V Kaza namazları için, belli bir vakit olmamakla birlikte, fazla geciktirilmeden kılınması tavsiye edilmiştir. Kerahet vakitleri olan güneşin doğuşu, zevâli ve batışı esnasında kaza namazı kılınmaz. Üst üste kazaya kalmış namazlarının sayısı altı vakitten az olan kişi “sâhib-i tertip” olarak isimlendirilir ve bu kişinin kazaya kalan namazını, mutlaka vakit namazından önce kılması gerekir. Vakti geçmeden namaz için, ölüm gelmeden de tövbe için acele ediniz. Altı vakit namazdan fazla kazası olan kişinin ne kaza namazları arasında, ne de kaza ile vakit namazları arasında sıraya uyması gerekmez. Fakat Hanefî mezhebine göre, vakit namazının vakti daralmamışsa, tertibe uymak lâzımdır. Eğer vakit daralmışsa, önce vakit namazı sonra kaza namazı kılınır. Fakihlerin çoğunluğuna göre, farz namaz kaza edilmeden önce, ezan ve kamet okunur. Aynı namaz olmak şartıyla kaza namazı cemaatle kılınabilir. Hanefî mezhebine göre, üzerinde namaz borcu olan bir kimsenin kaza namazı kılmak için sünnetleri terk etmesi doğru olmayıp kişi kaza namazlarını kıldığı gibi, sünnet namazlarını da eda etmelidir. Şâfiî mezhebine göre ise, kaza borcu olan bir kimsenin bunları yerine getirmeden sünnet ve nafile namaz kılması caiz değildir. Mâlikîler’e göre nafile ile meşgul olarak kazayı geciktirmek günahtır; fakat üzerinde kaza borcu olanlar sabah namazının sünneti, vitir, bayram ve tahıyyetü'l-mescit gibi sünnetleri kılabilirler. Hanbelî mezhebine göre de kaza borcu olanların nafile ile meşgul olmaları caiz değildir; fakat farzlarla beraber kılınan sünnetleri ve bu hükümde olan sünnet namazları kılabilirler. Bununla birlikte bunların yerine kaza namazı kılınması daha faziletli olup, sabah namazının sünneti bundan müstesnadır; kaza namazı olan kişinin de sabahın sünnetini kılması efdaldir. CENAZE NAMAZI Cenaze namazı, ölen Müslüman için yapılan bir dua mahiyetinde olup “farz-ı kifâye”dir. Yani bir beldede bir kısım Müslümanların bu namazı kılmalarıyla, diğerlerinin üzerinden yükümlülük kalkar. Fakat cenaze namazı hiç kılınmazsa, o beldedeki bütün Müslümanlar bu durumdan sorumlu ve günahkâr olurlar. Cenaze namazı, önlerindeki yıkanmış, temizlenmiş ve musallâ taşına konulmuş Müslüman kardeşleri için saf tutan Müslümanların, kıble tarafına yönelerek cemaat hâlinde kıldıkları bir namazdır. Genellikle vakit namazlarının akabinde kılınır. Namaz kılacak olanların abdestli olması gerekir. Bazı âlimler bunu zorunlu görmemişlerdir. Cenaze namazının geçerli olabilmesi için; ölünün Müslüman olması, kendisinin ve konulduğu yerin temiz olması, cemaatin önünde bulunması, vücut Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 Namaz V azalarının çoğunun veya başıyla beraber yarısının mevcut olması, namaz kılacak kimsenin özürsüz olarak bir şeye binmiş veya oturmuş olmaması şarttır. Cenaze namazında cemaat şart değildir. Yalnız bir Müslüman erkek yahut bir Müslüman kadının kılması ile de farz yerine getirilmiş olur. Cenaze namazının şartı “niyet”tir. İmam olan kimse “Allah rızası için, hazır olan cenazenin namazını kılmaya ve cenaze için dua etmeye” niyet ederek namaza başlar. Cemaatten her biri de Allah rızası için, o cenazenin namazını kılmaya ve onun için duaya niyet ederek imama uyar. Bu niyette, ölünün erkek veya kadın, erkek çocuk veya kız çocuk olduğu belirtilir. Mesela ölü erkek ise “er kişi niyetine”, kadın ise “hâtun kişi niyetine” şeklinde niyet edilir. Cenaze namazının rüknü tekbirler ve “kıyam”dır. Cenaze namazı, başından sonuna kadar ayakta kılınır. Bu namazda kıraat, rükû, secde ve teşehhüt yoktur. Sadece vakit namazına başlarken yapıldığı gibi, imamın tekbiriyle beraber eller kaldırılarak tekbir alınır ve eller bağlanarak namaza başlanır; daha sonraki tekbirlerde eller kaldırılmaz. Dördüncü tekbirden sonra sağa ve sola selâm verilir ve eller çözülerek namaz tamamlanmış olur. Cenaze Namazının Kılınışı İmam cenazenin göğsü hizasına durur, cemaat imamın arkasında saf tutar. İmamın sesli, cemaatin ise sessiz olarak getirdiği tekbirlerin birincisinden sonra “sübhâneke” duası “ve celle senâük” kısmı ile birlikte okunur. Dua niyetiyle Fatiha da okunabilir. İmam Şâfiî’ye göre Fâtiha okumak farzdır. İkinci tekbirden sonra “Allâhümme salli” ve “Allâhümme bârik” duaları okunur. Cenaze namazını kılanlar, üçüncü tekbirden sonra ölüye, kendilerine ve bütün Müslümanlara dua ederler. Duanın ahirete ait olmasından başka bir şart yoktur. Fakat Hz. Peygamber’den nakledilen cenaze dualarından yapmak daha güzeldir: Cenaze duasını bilmeyenler, sadece “Rabbenâ âtinâ” ve “Rabbena’ğfir lî” dualarını okuyabilirler. Bunun akabinde imam sesli, cemaat ise sessiz olarak dördüncü tekbiri alır, önce sağ tarafa, sonra da sol tarafa selam vererek namaza son verirler. Birkaç cenaze varsa hepsine ayrı ayrı namaz kılmak daha iyidir. Hepsine tek bir namaz kılmak da yeterli olur. Namaz kılmanın mekruh olduğu üç vakitte; yani güneş doğarken, tam tepedeyken ve batarken cenaze namazı kılınmaz. Ancak, bu vakitlerde kılınmışsa kazası da gerekmez. Kabristanda ve cami içinde cenaze namazı kılınmaz. Fakat Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 Namaz V namaz kılınırken imam ve cemaatin bir kısmının caminin dışında, bir kısmının da caminin içinde olmasında bir mahzur yoktur. Namazı bozan şeyler cenaze namazını da bozar. Cenazede cemaat şartı olmamakla birlikte, cemaat sayısı ne kadar çok olursa, sevap da çoğalır. İbn Abbas (r.a), Resulüllah’ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: “Bir Müslüman öldüğü zaman, cenazesini, Allah'a hiç bir şeyi ortak koşmayan kırk kişi tutup kaldırırsa, Allah kendilerine o kimse hakkında şefaat etme izin verir” (Müslim, “Cenâiz”, 59). Hadis-i şeriflerde cenaze namazını kılanlarla defin merasimine katılanlara, farklı derecelerde mükâfatlar zikredilmiştir (Müslim, “Cenâiz”, 52). Cenaze namazı farz-ı kifâyedir. Ölüm haberini hısım-akrabaya, eşe-dosta bildirmek güzel bir uygulamadır. Günümüzde bu duyuru, müezzinlerin “salâ”ları yanında, basın ve yayın yoluyla gerçekleştirilmektedir. İntihar eden bir kişinin namazının kılınmayacağını söyleyen alimler olmuşsa da hiç kimsenin normal şartlarda canına kıymayacağından hareketle, kişinin intihar ederken aklî dengesinin yerinde olmayacağını, dolayısıyla bilerek böyle bir işe tevessül etmiş sayılmayacağını ve bu kişinin namazının kılınacağını ifade edenler de olmuştur. Biz bu konuda, birinci görüşü savunan bilginlerin hassasiyetini takdir etmekle birlikte, ikinci görüşün tatbik edilmesini daha isabetli görüyoruz. Birinci görüş, intihara teşebbüse mani olma açısından katkı sağlarken; ikinci görüş, intihar olayıyla sarsılanların acısının katmerleşmesine mani olmaktadır. Cenaze merasimlerinde alkış, müzik, çiçek/çelenk, ölen kişinin fotoğraflarının yakalara takılması gibi uygulamalara yer vermek dinî açıdan uygun değildir. ISKÂT ve DEVİR "Iskât" sözlükte, düşürmek anlamına gelir. Iskat kavramı "ıskât-ı salât" ve "ıskât-ı savm" tamlamalarının kısaltılmış şekli olarak kullanıldığında “bir kimsenin sağlığında çeşitli sebeplerle ifa edemediği ibadet sorumluluğunun düşürülmesi temennisi ile vefatından sonra fidye ödenmesi” demektir. Tutulamayan oruçlar için fidye verilmesi gerektiği hususu Kur’an-ı Kerim’de yer almıştır (Bakara 2/184). Ayette açıkça belirtildiği gibi, oruç tutamayacak kadar yaşlı olan İhtiyarlar ve tekrar sıhhate kavuşma ümidi olmayan hastalar, tutamadıkları oruçlar için hayatta iken fidye verirler. Hayatta iken vermezlerse, verilmesi için vasiyet etmeleri gerekir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 Namaz V Namaza gelince, yükümlü olan her Müslümanın bu ibadeti bizzat yerine getirmesi gerekir. Hayatta ve normal kurallarına göre bu görevi yerine getiremeyecek kişiler için bazı kolaylıklar getirilmiş, fakat rahatsızlığı olanların oruçta olduğu gibi mali bir ödeme yolu ile bu vecibeyi telafi etmeleri öngörülmemiştir. Namazın edası farz olduğu gibi, vaktinde kılınamaması hâlinde kaza edilmesi de farzdır. Tartışma Kılınamayan bir namazın kazasından başka kefaretinin olmadığına dair hadis (Buharî, “Mevâkît”, 37; Müslim, “Mesâcid”, Ebû Dâvûd, “Salât”, 117) daha önce zikredilmişti. Âlimler bu hadisi delil göstererek, orucun aksine, kazaya kalan namazların fidye ile telafisi yönüne gidilemeyeceği sonucuna ulaşmışlardır. • Iskât ve devir ile ilgili olarak ileri sürülen görüşleri tartışınız. • Düşüncelerinizi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “tartışma forumu” bölümünde paylaşabilirsiniz. "Üzerine kaza namazı borcu olan bir kimsenin, bunları kılmadan vefat etmesi hâlinde, fidye ödenmesi ve böylece borçtan kurtarılması mümkün müdür?" sorusuna da olumlu cevaplamaya imkân veren bir delil bulunmamaktadır. Zira ayet ve hadislerde bu yönde bir açıklama yer almadığı gibi, bu meselenin oruca kıyas edilmesi de isabetli görülmemektedir. Zira ibadetler gibi “taabbüdî” bir alanda kıyas yapmak doğru değildir. Ancak, İmam Âzam’ın talebesi İmam Muhammed, ihtiyat kuralını uygulayarak bu durumdaki kişiler için de fidye ödenebileceğini belirtmiş ve "İnşallah yeterli olur" demiştir. İşte İmam Muhammed'in bu açıklamasına dayanan ıskat-ı salât uygulaması, esasen, Allah rızası için tasaddukta bulunmanın faziletinden yola çıkarak ilahî rahmet ve mağfiret arayışında bulunmak, ölünün bağışlanması yönünde ümit beslemek anlamı taşımaktadır. Bu yaklaşımın ve vasiyet kurallarının bir sonucu olarak üzerinde namaz borcu olan kimsenin bu borçları için fidye verilmesini vasiyet etmesi hâlinde, terekesinin üçte biri ile sınırlı olarak bu vasiyetin yerine getirilmesi gerekeceğine hükmedilmiştir. Buna göre, ölenin ne kadar namaz borcu varsa o kadar fidye ödenir. Fidye, bir fitre miktarıdır. Ölenin namaz borçlarının ne kadar olduğu bilinmiyorsa, kadınlarda dokuz, erkeklerde on iki yaşına kadarki dönem dışarıda bırakılarak öldüğü sıradaki yaşı güneş yılının gün sayısı ile çarpılır; ortaya çıkan rakam -vitir namazı da müstakil kabul edilip- altı ile çarpılır. Böylece Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 Namaz V kaç fidye verileceği hesaplanmış olur. Iskat-ı salât için verilecek fidye tutarı hakkında özel delil olmadığı için- birden fazla fakire dağıtılabileceği gibi tek fakire de verilebilir. Ancak büyük bir meblağa ulaşması hâlinde nisap sınırının aşılmamasına dikkat edilmelidir. Vasiyet çerçevesinde kalınarak bu kadar fidyeyi ödeme imkânının bulunmaması hâlinde "devir" denen bir usule başvurula gelmiştir. Devir, namaz borçlarının bir kısmına tekabül eden fidye tutarının bir fakire hibe edilmesi (vehebtü), alanın da bunu kabul ettikten sonra karşı tarafa bağışlaması (kabiltü vehebtü), aynı işlemin tekrar edilerek ödenmesi gereken fidye yekûnuna ulaşılması şeklinde uygulanmaktadır. Bu usulün bir taraftan ıskat işlemini kolaylaştırarak ölen kişinin yakınlarının içini rahatlatmak, bir taraftan da ilim tahsil eden yoksul öğrencilere destek sağlamak gibi olumlu düşüncelerden yola çıkılarak geliştirildiği söylenebilirse de Hz. Peygamber, Sahâbe ve müçtehit imamlar dönemlerinde mevcut olmadığı hâlde zaman içinde dinî bir yükümlülük hüviyeti kazanması, maddi çıkarlar için istismar edilmesi ve namaz vecibesinin aslî özelliğine gölge düşürmesi gibi sebeplerle “devir” uygulamalarına ağır eleştiriler yöneltilmiştir. Bu durumda, namaz borcu olduğu hâlde ölen yakınının bağışlanmasını isteyen bir Müslümanın bu yönde can-ı gönülden dua etmesi ve imkânı varsa hayır hasenat işleyip onun için mağfiret dilemesi; ölenin konuya ilişkin vasiyeti bulunması hâlinde de işi şekle boğmadan ve dolambaçlı yollara başvurmadan tahsis edilen imkân ölçüsünde fakirlere yardım edilmesi, İslâmî ilkelere en uygun yol olarak görünmektedir. ŞEHİTLİK VE ŞEHİT "Şehâdet" kelimesinden türeyen "şehîd", terim olarak Allah yolunda savaşırken düşman tarafından öldürülen kimseyi ifade eder. Kur’an'da şöyle ifade buyrulmuştur: "Allah yolunda öldürülenleri ölüler sanmayın! Aksine onlar diridirler. Rableri katından rızıklandırılmaktadırlar" (Âl-i İmrân 3/169). Şehitlik Hz. Muhammed'in ümmetine tahsis edilmiş çok yüksek bir payedir. Allah yolunda öldürülmek dinimizce sevimli ve gönülden istenecek bir konuma getirilmiştir. Hz. Peygamber "şehit cennettedir" buyurmuştur (Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 25; Müsned,V, 58). Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 Namaz V Hadis-i şeriflerde "borçları dışında, şehidin bütün günahlarının bağışlanacağı" ifade edilmiştir (Müslim, “İmara”, 119; İbn Mâce, “Cihâd”, 10). Şehitler doğrudan doğruya cennete gitmektedirler; onlar için hesap-kitap da yoktur. Başka bir hadis-i şerif şu şekildedir: "Allah katında hayırlı bir mertebede bulunduğu halde ölmüş bulunan kullardan, dünya ve dünyada bulunan her şey kendisine verilecek olsa da şehitten başkası dünyaya geri dönmek istemeyecektir. Çünkü şehit, şehit olmanın üstünlüğünü görmüştür. Şehitler dünyaya geri gönderilip bir kere daha öldürülmek isteyecektir" (Buharî, “Cihâd”, 6). Fıkıh bilginleri Hz. Peygamber'in şehitlerle ilgili söz, tavır ve uygulamalarını değerlendirerek şehitleri üç kısma ayırmışlardır: Hem Dünya Hem Ahiret Hükümleri Bakımından Şehit Sayılanlar Bunlar, Allah yolunda savaşırken öldürülen kişilerdir. Hanefîler’e göre savaş dışında haksız bir saldırı neticesinde öldürülen ve bu sebeple varislerine diyet ödenmesi gerekmeyen mümin de bu gruba dâhildir. Hanbelîler de haksız yere öldürülen kişiyi bu kısım şehitler arasında kabul ederler. Bu kısma giren şehitler kâmil (tam) anlamıyla şehittirler. Bunlara "şehîd-i hakikî" denir. Ahiret hükümleri bakımından şehit sayıldıkları gibi, dünya hükümleri bakımından da haklarında özel bir uygulama yapılır. Şöyle ki: Hanefî mezhebine göre bu tür şehit yıkanmaksızın kanlı elbisesiyle defnedilir, elbisesi onun kefeni sayılır. Üzerinde silah vb. malzeme varsa bunlar çıkarılır; palto, ayakkabı, başörtüsü vb. kefene elverişli olmayan şeyler de çıkarıldıktan sonra kalan elbisesi kefen olarak sünnet ölçülerinden fazla ise eksiltilir, eksik ise uygun ilave yapılır. Kanlı elbisesi onun için imtiyaz nişanesi ve ibadet eseri sayıldığından üzerindeki kan yıkanmaz; fakat başka temiz olmayan maddeler varsa bunlar temizlenir. Daha sonra namazı kılınıp defnedilir. İmam Ebû Hanîfe'ye göre, cünüp, hayız veya nifas hâlinde ise yahut yükümlü değilse (küçük veya akıl hastası ise) yıkanır ve namazı ondan sonra kılınır. İmameyn’e göre bu durumlarda da yıkanmaksızın namazı kılınır. Hanefîler’in dışındaki üç mezhebe göre -yükümlülük çağında olsun olmasınşehitler yıkanmaz, kefenlenmez ve üzerlerine cenaze namazı da kılınmaz. Şu var ki şehidin üzerinde kan dışında temiz olmayan madde varsa giderilir, silah vb. malzeme alınarak uygun elbisesiyle defnedilir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 Namaz V Sadece Dünya Hükümleri Bakımından Şehit Sayılanlar Kalbinde nifak bulunmakla beraber dış görünüşü itibariyle Müslüman olduğuna hükmedilen ve Müslümanların saflarında bulunduğu sırada düşman tarafından öldürülen kişiler böyledir. Şâfiî mezhebine göre ganimet için veya gösteriş için savaşan kişiler de bu grupta kabul edilir. Bunlar “şehîd-i dünya”dır; şehit sevabını elde edemezler. Fakat bunların gerçekten böyle olup olmadıklarını bilmek insanlar için mümkün olmadığından, bunlar hakkında “şehid-i hakiki” hakkındaki işlem yapılır. Sadece Ahiret Hükümleri Bakımından Şehit Sayılanlar Allah yolunda savaşırken yaralanmakla beraber, bir tarafa çekilip bir namaz vakti veya daha fazla bir süre -akli melekesi yerinde olduğu hâlde- yiyip içen veya tedavi gören ve daha sonra vefat eden kişi bu gruba girer. Yine hadislerde zikredilen birtakım kişiler de bu gruptaki şehitlerden sayılmışlardır: Hata ile veya haksız yere öldürülen, yangında can veren, suda boğulan, enkaz altında kalan, veba, kolera, sıtma vb. hastalıklar sebebiyle ölen, lohusa iken, gurbette veya ilim yolunda, cuma gecesinde, canını ve malını korumaya çalışırken, helal rızık kazanma çabası içindeyken vefat eden. Bunlar ahiretteki sevap açısından şehit sayılırlar ve bu itibarla "şehîd-i hükmî" diye anılırlar. Fakat dünyadaki uygulama bakımından bunlar hakkında şehîd-i hakikî hükümleri cari olmaz; diğer Müslüman ölüleri gibi yıkanıp kefenlenirler ve cenaze namazları kılınarak defnolunurlar. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21 Özet Namaz V • Yanılarak namazın rükünlerinden birini tehir veya namazın vaciplerinden birini terk yahut tehir hâlinde namazın sonunda yapılan iki secdeye sehiv secdesi denir. Sehiv secdesi Hanefîler'e göre vacip; diğer üç mezhebe göre sünnettir. •Tilâvet secdesi, Kur'ân-ı Kerim’deki secde ayetlerinden birinin okunması veya dinlenilmesi sebebiyle yapılması gereken secdedir. Bu secde Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelîler'e göre sünnet; Hanefîler'e göre ise vaciptir. •Bir nimete erişme veya bir sıkıntı yahut musibetten kurtulma neticesinde kıbleye yönelmek ve tekbir almak suretiyle yapılan secde şükür secdesi olarak isimlendirilir. Bu secde Şâfiî ve Hanbelî mezheplerinde sünnet, Mâlikî mezhebinde mubah ve Hanefî mezhebine göre de müstehaptır. •Salâtü'l-havf olarak isimlendirilen namaz, korku ve dehşet zamanlarında farz namazların farklı bir şekilde kılınmasından ibarettir. •Bir hasta, namazın şart ve rükünlerinden bazılarını yerine getiremezse "imkânı elverdiği" şekilde namazını kılar. Bu namaza salâtü’l-merîz adı verilir. •Hanefîler'e göre, seferî olan kişinin dört rekâtlı namazları kısaltarak kılması vacip ve aynı zamanda azimettir. Bu uygulama Mâlikîler'e göre müekked sünnettir. Şâfiî ve Hanbelîler'e göre de kısaltmak daha faziletlidir. •Farz namazları vaktinde kılmaya eda, vaktinden sonra kılmaya da kaza denilir. Vaktinde kılınamayan beş vakit namazın farzlarının kazası farz, vitir namazının kazası ise vaciptir. Sünnetler kaza edilmezler. •Cenaze namazı, ölen müslüman için yapılan bir dua mahiyetinde olup, “farz-ı kifâye”dir. •Iskât-ı salât, bir kimsenin namaz sorumluluğunun düşürülmesi temennisi ile vefatından sonra fidye ödenmesidir. Kalan mal varlığının borcunu ödemede yeterli olmaması durumunda yapılan özel bir işleme de devir denir. •Şehîd-i hakikî, Allah yolunda savaşırken öldürülen kişidir; hem dünya hem ahiret hükümleri bakımından şehit sayılır. •Dış görünüşü itibariyle müslüman olduğuna hükmedilen ve müslümanların saflarında bulunduğu sırada düşman tarafından öldürülen münafıklar "şehîd-i dünya"dırlar; sadece dünya hükümleri bakımından şehit sayılırlar. •Allah yolunda savaşırken yaralanmakla beraber daha sonra vefat edenler ve hadislerde zikredilen birtakım kişiler şehîd-i hükmî olarak isimlendirilirler ve sadece ahiret hükümleri bakımından şehit sayılırlar. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22 Ödev Namaz V • Seferîlikte esas alınması gereken ölçülerle ilgili görüşleri, iki yüz kelimeyi aşmayacak şekilde özetleyininiz. • Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “ödev” bölümüne yükleyebilirsiniz. DEĞERLENDİRME SORULARI Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. 1. Sehiv secdesi ile ilgili olarak aşağıdakilerden hangisi yanlıştır? a) Bir namazda, sehiv secdesini gerektiren sebepler, birden fazla tekrar ederse, herbiri için ayrı sehiv secdesi yapılır. b) Sehiv secdesi Şafiî, Mâlikî ve Hanbelîler’e göre sünnettir. c) Sehiv secdesi Hanefîler’e göre vaciptir. d) Rükûn terk edilmiş ise sehiv secdesi yeterli olmaz ve namaz iade edilir. e) Mesbûk olan kimse imamla beraber sehiv secdelerini yapar. 2. Tilavet secdesi ile ilgili olarak aşağıdakilerden hangisi yanlıştır? a) Tilavet secdesi yapacak olan kişinin, hadesten ve necasetten temiz olması gerekir. b) Tilavet secdesi yapacak olan kişinin avret yerleri örtülü olması şarttır. c) Tilavet secdesi yapacak olan kişinin kıbleye yönelmiş olması şarttır. d) Niyet şarttır. e) Tilavet secdesi, iki secdeden ibarettir. 3. Seferilik ile ilgili olarak aşağıdakilerden hangisi yanlıştır? a) Karalarda orta bir bir yürüyüş ile denizlerde ise mutedil bir havada yelkenli bir gemi ile on sekiz saat sürecek bir mesafe "sefer mesafesi" sayılır. b) Yolcunun mesh süresi üç gün üç gece yani toplam 72 saattir. c) Hanefîler’e göre, yolcunun namazları kısaltarak kılmayıp tam kılması vacip ve aynı zamanda azimettir. d) Mâlikîler’e göre, seferde namazı kısaltarak kılmak müekked sünnettir. e) Şâfiî ve Hanbelîler’e göre kısaltmak daha faziletlidir. 4. Kaza namazı ile ilgili olarak aşağıdakilerden hangisi yanlıştır? a) Farz namazları vaktinde kılmaya "eda", vaktinden sonra kılmaya da "kaza" denilir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23 Namaz V b) Sünnetler namazların hiçbirisi vakit çıktıktan sonra kaza edilmez. c) Vaktinde kılınmayan beş vakit namazın farzlarının kazası farz, vitir namazının kazası ise vaciptir. d) Kazaya bırakılan sabah namazı, aynı gün kerahet vaktinden sonra ve öğleden önce kaza edilirse, sünneti de farz ile birlikte kılınır. e) Kerahet vakitleri olan güneşin doğuşu, zevâli ve batışı esnasında kaza namazı kılınmaz. 5. Cenaze namazı ile ilgili olarak aşağıdakilerden hangisi söylenemez? a) Cenaze namazı “farz-ı kifâye”dir. b) Cenaze namazının şartı “niyet”tir. c) Cenaze namazının rüknü tekbirler ve “kıyam”dır. d) Namaz esnasında alınan her tekbirle birlikte eller kaldırılır. e) Cenaze namazı, başından sonuna kadar ayakta kılınır. Bu namazda kıraat, rükû, secde ve teşehhüt yoktur. Cevap Anahtarı: 1.a 2.e 3.c 4.b 5.d Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24 Namaz V YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR Akyüz, V. (2006). Namaz. İstanbul: İz Yayıncılık. Akyüz, V. (1995). Mukayeseli İbadetler İlmihâli-İslam Fıkhında İbadetler (I-IV) İstanbul: İz Yayıncılık. Alptekin, Y. (2007). Namazla Yeniden Doğdum.İstanbul: Nesil Yayınları. Altuntaş, H. (1998).Kur’an’ın Tercümesi Ve Tercüme İle Namaz Meselesi. Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. Apaydın, Y. (1999). “Namaz”, İlmihâl-I-s. 217–379. İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM). Atar, F. (2006). “İbadet Kavramı- taharet ve Namaz”, İslâm İlmihâli- s. 249–457. İstanbul: Marmara İlahiyat Vakfı Yayınları. Bakkaloğlu, A. (2007).Namaz Kitabı. İstanbul: Ensar Neşriyat. Balkan, A. (2009). Namaz Aşıkları. İstanbul: Işık Yayınları. Bilmen, Ö. N. (tsz.),Büyük İslam İlmihâli.İstanbul: Bilmen Yayınevi. Buladı, K. (2006). Namaz “Akılları Durduran Mucize”,İstanbul: Kayıhan Yayınları. Büyükçınar, A. M. (2001). Hayatın İçindeki İslâm-II (İslâm’ın Temel İlkeleri). İstanbul : Bilge Yayınları. Daryal, A. M. (1994).“Cami ve Namaz”-Dini Hayatın Psiko-Sosyal Temelleri, s. 91– 116. İstanbul: Marmara İlahiyat Vakfı Yayınları. Demirci, S. (2007). Kıl Beni Ey Namaz.İstanbul: Timaş Yayınları. Demirtaş, S. (2006). Namazı Yaşayanlar. İstanbul: Nesil Yayınları. Döndüren, H. (2006). Delilleriyle İslam İlmihâli, İstanbul: Erkam Yayınları. Dönmez, İ. K. (1997). “Namaz”, İslâm’da İnanç İbadet ve Günlük Yaşayış Ansiklopedisi, III, s. 426–447. İstanbul: Marmara İlahiyat Vakfı Yayınları. Ekerim, E. S. (2006).Namaz Ve Karakter Gelişimi, İstanbul: İnsan Yayınları. Elbani, M. N. (2004). Hadislerle Hz. Peygamberin Namaz Kılma Şekli, (Tercüme: Osman Arpaçukuru). İstanbul. Ersan, O. (2003).Gözümün Nûru Namaz.İstanbul: Erkam Yayınları. Günenç, H. (tsz.), Büyük Şâfii İlmihâli. Ankara: Hilal Yayınları. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 25 Namaz V Günenç, Hâlil. (tsz.), Şâfiiler İçin Namaz Kitabı, İstanbul: Emel Yayıncılık. Hatip, Abdülaziz. (2011), Mevlânâ’nın Gözüyle Âşıkların Namazı.İstanbul. Karadâvî Yusuf. (1985), el-‘İbâde fi’l-İslâm, Kahire: Mektebetü Vehbe. Karakaş, Vehbi. (2005), Nasıl Namaz: Timaş Yayınları. İstanbul. Karakaş, Vehbi. (2002), Niçin Namaz: Timaş Yayınları. İstanbul. Kırbaşoğlu, M. Hayri. (2010), Ahir Zaman İlmihâli.Ankara. Kırbaşoğlu, M. Hayri. (1997), Namazların Birleştirilmesi: el-Cem'u beyne's-salâteyn. Ankara: Araştırma Yayınları. Mehmed Zihni Efendi. (1971). Nimet-i İslam: Mufassal İlmihâl. İstanbul: Salah Bilici Kitabevi. Meşhur, M. (1997).Namazla Dirilmek, (Çeviren: Orhan Aktepe). İstanbul: Ravza Yayınları. Nurbaki, H. (1986). Namazın Sırları. İstanbul: Damla Yayınevi. Öztürk, M. (2006). Haydin Felaha: Cemaatle Namazın Fazileti. İstanbul: Erkam Yayınları. Rudânî, M. (2009). Hadislerle Müslümanlık 1: Namaz.İstanbul: İz Yayıncılık. Şentürk, L.-Yazıcı, S. (2010). İslam İlmihâli.Ankara. Tabbâre, Afîf Abdülfettâh. (1988) . Rûhu’d-dîni’l-İslâmî, Beyrut: Dâru’l-İlm li’lMelâyîn. Tokpınar, C. (2002). Sabah Namazına Nasıl Kalkılır.İstanbul: Nesil Yayınları. Yaşaroğlu, M. K. (2006). “Namaz”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Cilt: 32, s. 350-357, Ankara. Yavaş, H. (2000).Namaz Kitabı, İstanbul: Hakikat Yayınları. Yıldız, A. (2001). Namaz Bir Tevhid Eylemi. İstanbul: Pınar Yayınları. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 26 HEDEFLER İÇİNDEKİLER ORUÇ • • • • • • • • • • • Orucun Tanımı Orucun Hikmet ve Faydaları Orucun Çeşitleri Orucun Farz veya Vacip Olmasının Sebepleri Orucun Şartları Oruçluya Müstehap Olan Şeyler Oruçluya Mekruh Olan Şeyler Orucu Bozan Şeyler Tedavi Usullerinin Oruca Etkisi Fıtır Sadakası Oruç Fidyesi • Bu üniteyi çalıştıktan sonra • Orucun anlamını, hikmet ve faydalarını kavrayabilecek • Orucun farz veya vacip olmasının sebebini açıklayabilecek • Orucun şartlarını ve orucu bozan durumları sıralayabilecek • Tedavi usullerinin oruca etkisini değerlendirebileceksiniz. İSLAM İBADET ESASLARI ÜNİTE 8 Oruç GİRİŞ İslam’ın beş şartından birini oluşturan orucun Müslümanların hayatında çok önemli bir yeri vardır. Hemen bütün dinlerde niteliği, zamanı ve biçimi farklı da olsa oruç veya oruca benzer bir ibadet var olmuştur. Bu, bazı dinlerde belirli bir süre yeme içmeden, cinsel ilişkiden uzak durma şeklinde eda edilirken, bazılarında da perhiz yapma ya da yalandan ve kötü sözden korunma gibi çeşitli tarzlarda yerine getirilmiştir. Kur’an-ı Kerim’de açıkça orucun önceki ümmetlere olduğu gibi Müslümanlara da farz kılındığı bildirilmektedir (Bakara 2/183–184). Hz. Peygamber de orucun İslam’ın beş temel esasından biri olduğunu açıkça beyan etmiştir (Buharî, “İman”, 34, “İlim”, 25; Müslim, “İman”, 8). Oruç ayı olarak bilinen ramazan, Kur’an-ı Kerim’de adı geçen yegâne ay ismi olup kendisinden övgü ile söz edilmektedir. Orucun farz kılındığını bildiren ayetlerin hemen ardından, ramazanın insanlara yol gösterici, doğrunun ve doğruyu eğriden ayırmanın açık delilleri olarak Kur’an’ın indirildiği ay olduğu belirtilir ve bu aya ulaşanların oruç tutması emredilir (el-Bakara 2/185). Hz. Peygamber, ramazan ayını mübarek bir ay olarak nitelendirmiş ve bu ay girdiğinde “cennet kapılarının açılıp cehennem kapılarının kapandığını ve şeytanların bağlandığını” söylemiştir (Buharî, “Savm”, 5; “Bed’u’l-halk ”, 11; Müslim, “Sıyâm”, 1). Ayrıca “inanarak ve karşılığını Allah’tan bekleyerek ramazan orucunu tutan kişinin geçmiş günahlarının bağışlanacağını” haber vermiştir (Buhârî, “Îmân”, 28; “Savm”, 6; Müslim, “Müsâfirîn”, 175). Rivayetlere göre Ramazan geldiğinde Hz. Peyamber’in manevi yaşantısında olağanüstü bir değişiklik meydana geliyor, bu ayda Cebrail ile buluşup karşılıklı Kur’an okuyorlardı. Bu yüzden özellikle bu günlerde onun cömertliği doruk noktasına ulaşıyordu (Buharî, “Bed’ü’l-vahy”, 5; “Savm”, 7; Müslim, “Fezâil”, 50). Farz olan oruç ibadetinin yerine getirildiği ramazan ayı başlangıçtan beri Müslümanlarca sabır, ibadet, rahmet, mağfiret ve bereket ayı olarak kabul edilmiş ve her yıl büyük bir coşku ve manevi heyecan içinde karşılanarak aynı önem ve hassasiyetle ihya edilmeye çalışılmıştır. İslam dininde farz olan ramazan orucunun dışında kefaret, adak veya nafile niteliğinde tutulan başka oruç çeşitleri de vardır. Kitabımızın bu ünitesinde başta ramazan orucu olmak üzere belli başlı oruç çeşitleriyle ilgili temel bilgi ve hükümleri açıklayacağız. Ünitenin sonunda da kısaca ramazan ayına mahsus bir ibadet olan fıtır sadakasından söz edeceğiz. Konuya orucun tanımıyla başlayalım. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 Oruç ORUCUN TANIMI Oruç kelimesi, sözlükte “bir şeyden uzak durmak, bir şey karşısında kendini tutmak” anlamlarına gelen Arapça “savm” ve “sıyâm” kelimelerinin Türkçe karşılığıdır. Orucun terim anlamı ise “ehil olan kimsenin ibadet niyetiyle imsak vaktinden akşama yani güneşin batmasına kadar yeme içme ve cinsel ilişkiden uzak durması”dır. İslam’da farklı oruç çeşitleri olmakla birlikte belli şartları taşıyan her Müslümana farz olan ramazan orucu, hicretin ikinci yılı şaban ayında inen şu ayetlerle emredilmiştir: “Ey iman edenler! Sizden öncekilere farz kılındığı gibi sakınasınız diye size de sayılı günlerde oruç farz kılındı…” (Bakara, 2/183-185). Ayrıca Hz. Peygamber’in şu hadislerinde açıklandığı gibi oruç, İslâm’ın beş şartından biridir: “İslam beş şey üzerine kurulmuştur. Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in O’nun kulu ve elçisi olduğuna tanıklık etmek, namaz kılmak, zekât vermek, ramazan orucunu tutmak ve gücü yetenler için Beytullah’ı ziyaret etmektir.” (Buhari, “İman”, 34; Muslim, “İman”, 8). Bir hadislerinde de Hz. Peygamber, cenneti hak etmek için gerekli temel görevlerdin birinin de oruç tutmak olduğunu bildirmiştir (Tirmizi, “Cuma”, 8). ORUCUN HİKMET VE FAYDALARI Oruç, bizi dünyada kötülüklerden sakındıran, ahrette cehennem ateşinden koruyan ve günahlarımızın bağışlanmasına vesile olan önemli bir ibadettir. Yukarıda mealini verdiğimiz ayetin devamında (Bakara, 2/183) orucun hikmeti “…umulur ki sakınırsınız” şeklindeki özlü bir ifade ile açıklanmıştır. Hz. Peygamber de bir hadislerinde “Kim inanarak ve mükâfatını Allah’tan bekleyerek Ramazan orucunu tutarsa, geçmiş günahları bağışlanır” (Buharî, Savm, 7) buyurarak oruç tutmanın bir başka hikmetine dikkat çekmektedir. Oruç riyanın en az karışacağı bir ibadet olduğu için sevabı en fazla ibadetlerden sayılmıştır. Müslümanlar orucu, herhangi bir menfaat düşüncesiyle değil, yalnız Allah’ın emrini yerine getirmek ve O’nun rızasını kazanmak için tutarlar. Oruç ancak bu niyetle tutulduğu takdirde makbul olur. Ancak, Allah’ın her emrinde olduğu gibi, oruç ibadetinde de birçok hikmet ve bizim için maddi ve manevi pek çok fayda vardır. Bu hikmet ve faydaları kısaca şöyle ifade edebiliriz: Oruç, riyanın en az karışacağı bir ibadet olduğu için sevabı en fazla ibadetlerden sayılmıştır. Nitekim Allah Teala bir kudsi hadiste oruca ayrı bir değer verdiğini “İnsanoğlunun her ameli kendisi içindir. Oruç benim içindir. Onun Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 Oruç karşılığını ben vereceğim” (Buharî, “Savm”, 2; Muslim, “Sıyam”, 30) şeklinde belirtir. Cennete girecek müminler, dünyadaki önemli amellerine göre değişik kapılardan davet edileceklerdir. Bu kapılardan biri de Hz. Paygamber’in bildirdiğine göre yalnız oruçluların girişine izin verilen “Reyyan” kapısıdır (Buharî, “Savm”, 4). Orucun faziletini ifade eden diğer bazı hadis mealleri de şöyledir: “Canımı elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, oruçlunun ağız kokusu, Allah katında misk kokusundan daha hoştur. Allah der ki, ağzı kokan şu kul, şehvetini, yemesini, içmesini benim için terk ediyor. Mademki sırf benim için oruç tutmuş, o orucun ecrini ben veririm.” (Buharî, “Savm”, 9; Muslim, “Sıyam”, 164). “”Oruçlu için birisi iftar ettiği vakit, öteki rabbi ile karşılaştığı vakit olmak üzere iki sevinç vardır.” (Buharî, “Savm”, 9). “Her kim yalan söylemeyi ve yalanla iş görmeyi bırakmazsa, Allah onun yemesini, içmesini bırakmasına değer vermez” (Buharî, “Savm”, 8). Oruç insanın ahlakını güzelleştirir. Yanlış istekleri kırar, insanı, sahip olduğu ruhi ve bedenî potansiyeli kendisine ve başkalarına yararlı işlerde değerlendirmeye yönlendirir. Oruç hâlinde insan kendine helal olan fiilleri bile işlemekten vazgeçtiğine göre, zina, hırsızlık, yalan söyleme ve gıybet etme gibi haram, kötü, başkalarına zarar veren eylemlerden öncelikle geri durması gerekir. Bu iki unsuru birlikte barındırmayan orucun kişiye bir şey kazandırmayacağını Hz. Peygamber şu hadisleriyle belirtir: “Her kim yalan söylemeyi ve yalanla iş görmeyi bırakmazsa, Allah onun yemesini, içmesini bırakmasına değer vermez” (Buharî, “Savm”, 8). Oruç, insanın merhamet duygularını geliştirir. Hayatında açlık nedir bilmeyen varlıklı bir insan, oruç tutmakla, yoksulların çektiği açlık ve sıkıntıyı içinde duyarak şefkat ve merhamet duyguları gelişir. Bunun sonucu olarak da fakirlere yardım elini uzatarak onların sıkıntılarını gidermeye çalışır ve böylece toplumun mutluluğuna katkı sağlar. Oruç, insana nimetlerin kıymetini öğretir. Oruç tutmakla bir süre nimetlerden uzak kalan insanın gözünde bu nimetlerin değeri daha iyi anlaşılır. Bu anlayış, insanın nimetleri daha iyi korumasını ve onları veren Allah’a şükretmesini öğretir. Oruç tutmakla belirli bir zaman kendini yememeye, içmemeye alıştıran insan, hayatta karşısına çıkabilecek güçlüklere kolaylıkla sabreder, acılara ve sıkıntılara dayanmasını, zorlukları yenmesini bilir. “Oruç sabrın yarısıdır” (Tirmizî, “Da’vât”, 86) sözleriyle Hz. Peygamber orucun bu yönüne dikkat çekmiştir. Bütün bunlara ilave olarak orucun sağlık açısından da pek çok yarar olduğu uzman hekimler tarafından ifade edilmektedir. Ramazan orucu, on bir ay boyunca Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 Oruç Şu halde oruç sadece yemeyi ve içmeyi bırakmak değil, aynı zamanda kötülüklerden de uzaklaşmaktır. çalışan vücut makinesinin bir aylık dinlenme ve bakıma alınması gibidir. Ancak burada iftar ve sahur yemeklerinde mideye fazla yüklenmemek önemlidir. Aksi takdirde bakımın bir anlamı kalmaz. Şu hâlde oruç sadece yemeyi ve içmeyi bırakmak değil, aynı zamanda kötülüklerden de uzaklaşmaktır. Midemiz yiyecek ve içeceklerden belli bir müddet uzak kaldığı gibi, dilimiz yalandan, ellerimiz haram işlerden, gözlerimiz harama bakmaktan, kulaklarımız yalan ve dedikodu dinlemekten, ayaklarımız kötü işlere koşmaktan uzaklaşarak oruçtan nasibini almalıdır. Oruçtan beklenen, insana bu özellikleri kazandırmasıdır. Orucun, sahibini kötülüklerden ve günahlardan koruyan bir kalkan olduğunu bildiren sevgili Peygamberimiz, onun özellikle insanın hayvanî yönünü kontrol altına alacağını belirtir (Buharî, “Savm”, 2). ORUCUN ÇEŞİTLERİ Allah’ın kullarına farz kıldığı oruç, ramazan ayında tutulan oruçtur. İslâm’ın beş temelinden biri olarak hadiste belirtilen oruç da işte budur. Ramazan orucu dışında da emir veya tavsiye edilmiş oruçlar olduğu gibi yasaklanmış veya hoş karşılanmayan, yani mekruh görülen oruçlar da vardır. Bu yönüyle oruçları şu şekilde tasnif edebiliriz: Allah’ın kullarına farz kıldığı oruç, ramazan ayında tutulan oruçtur. Farz Olan Oruçlar Ramazan orucunun gerek edası, gerekse kazası farzdır. Bunun yanında yanlışlıkla veya kaza ile adam öldürme, yeminini bozma, ihramlıyken avlanma veya vaktinden önce tıraş olma ve belli bir ifade ile karısının kendisine haram olduğunu yeminle belirttikten sonra pişman olma durumlarındaki ceza seçeneklerinden olan kefaret oruçları da bu kısımda mütalaa edilir. Bunlardan Ramazan orucu, vakti belli olduğu için muayyen, ramazan orucunun kazası ve kefaret oruçları ise gayri muayyen farz oruçlardır. Bunları mükellef ömrünün herhangi bir diliminde yerine getirebilirse de ölümün kime ne zaman geleceği belli olmadığı için ilk fırsatta tutulmaları tavsiye edilmiştir. Vacip Olan Oruçlar Hanefîler, cumhurdan farklı olarak dini emirleri farz ve vacip olarak iki ayrı kategoride değerlendirdikleri için oruçları da farz ve vacip olan oruçlar olarak iki kategoride ele alırlar. Bu tasnife göre, vacip olan oruç, adak oruçlarıdır. Bunlar da günü belirlenmişse muayyen, belirlenmemişse gayri muayyen vacip oruç olarak nitelendirilir. Başlanıp bozulan nafile orucun kazası da vaciptir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 Oruç Nafile oruçlar Bu oruçlar da sünnet, mendup, müstehap veya tatavvu adını alırlar. Bunlar, farz ve vacip olan oruçlar dışında tavsiye edilen oruçlardır. Hz. Peygamber tarafından tavsiye edilen ve sevabı olan bu oruçları şöylece açıklayabiliriz: 1. Şevval orucu: Hicri yılda Ramazan ayından sonra gelen ay, şevval ayıdır. Bu ayda altı gün oruç tutmak müstehaptır. Bu orucu, ramazan bayramının birinci gününden sonra hemen peş peşe tutmak daha faziletli ise de bu ay içerisinde aralıklı olarak da tutabilir. Bu oruç, Hz. Peygamber’in Ramazanı oruçlu geçirip buna Şevvalden altı gün ilave eden kişinin bütün yılı oruçlu geçirmiş olacağı, sözüne dayanır (Muslim, “Sıyam”, 204). 2. Her ay üç gün oruç: Her kameri ayın on üç, on dört ve on beşinci günleri oruç tutmak da müstehaptır. Hz. Peygamber bunu tavsiye etmiş (Buharî, “Savm”, 56,58; Muslim, “Sıyam”, 181). Hz. Aişe de Peygamberimizin bu günlerde oruç tuttuğunu bildirmiştir. “İnsanların amelleri Allah Teala’ya Pazartesi ve Perşembe günleri arz olunur. Ben, amelimin arzı sırasında oruçlu olmayı tercih ederim (Ebu Davûd, “Savm”, 60; İbn Mace, “Sıyam”, 42) 3. Pazartesi-Perşembe orucu: Her hafta pazartesi ve perşembe günleri oruç tutmak da Hz. Peygamber tarafından tavsiye ve teşvik edilmiştir. Konu ile ilgili hadis şöyledir: “İnsanların amelleri Allah Teala’ya pazartesi ve perşembe günleri arz olunur. Ben, amelimin arzı sırasında oruçlu olmayı tercih ederim (Ebu Davûd, “Savm”, 60; İbn Mace, “Sıyam”, 42). 4. Aşure orucu: Muharrem ayının onuncu gününe “aşure” denir. Hz. Peygamber’in bu günde devamlı olarak oruç tuttuğu rivayet edilmiştir. Ramazan orucundan önce Allah Resulü bunu bir yükümlülük olarak emretmişse de daha sonra sünnet olarak devam edilmiştir. Peygamberimiz Medine’ye geldiğinde Yahudilerin aşure gününde oruç tuttuğunu öğrenince sebebini sormuş onlar da “Bugünde Allah Musa’yı ve İsrailoğullarını düşmanlarından kurtarmıştır”, “Ben Musa’ya sizden daha yakınım” diyerek bugünde oruç tutulmasını emretmiştir (Buharî, “Savm”, 69; İbn Mace, “Sıyam”, 41). Fakat sadece onuncu günü oruç tutmak mekruh görülmüş; bir gün öncesi veya bir gün sonrasıyla tutulması tavsiye edilmiştir. 5. Zilhicce ayının ilk dokuz gününde oruç tutmak: Peygamberimizin Zilhicce ayının ilk dokuz gününü oruçlu geçirdiği rivayetine dayalı olarak bugünlerde oruç tutmak müstehap görülmüştür (Nesaî, “Sıyam”, 83). 6. Şaban orucu: Şaban ayında oruç tutmak müstehap sayılmıştır. Hz. Aişe validemizin bildirdiğine göre Peygamberimiz en çok orucu şaban ayında tutmuştur. Şaban ayının tamamını oruçlu geçirdiği de olmuştur (Ebu Davûd, “Savm”, 58; Tirmizî, “Savm”, 36). Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 Oruç 7. Davud orucu: Gün aşırı oruç tutmak, Peygamberimiz tarafından “savm-ı Davud” olarak nitelenmiş ve bu şekilde oruç tutulması tavsiye edilmiştir (Muslim, “Sıyam”, 192). Bu saydığımız günlerde oruç tutulması, özellikle Hz. Peygamber’in tavsiyelerine dayanmaktadır. Ancak bunlardan ayrıca haram ve mekruh günler dışında herhangi bir gün nafile oruç tutulması da sevap olan bir ibadet olur. ORUÇ TUTMANIN YASAK OLDUĞU GÜNLER Yukarıda saydığımız farz, vacip ve nafile oruçlar yanında bir de oruç tutmanın mekruh veya haram olduğu günler vardır. Bu günlerin bir kısmında oruç tutmak haram, bir kısmında tahrimen mekruh, bir kısmında ise tenzihen mekruhtur. Kadınların hayız ve nifas halinde oruç tutmaları da haramdır. Maaş veya ücret karşılığı çalışan kimse eğer iş verimini düşürecekse nafile oruç tutmamalıdır. İşverenlerin de işçilerinin ramazan ayında oruç ibadetini kolay ve rahat biçimde yerine getirebilmeleri için bazı tedbirler almaları ve düzenlemeler yapmaları gerekir. Oruç tutmanın yasak olduğu günlerin başında bayram günleri gelir. Ramazan bayramının birinci günü ile Kurban bayramının dört günü oruç tutmak İslam alimlerinin çoğunluğuna göre haramdır. Hanefilerin hâkim görüşüne göre ise tahrimen mekruhtur. Bu günlerde oruç tutmanın yasak oluşu, bayram günlerinin yeme içme ve sevinç günleri olmasıdır. Bu günler adeta Müslümanların ziyafet günleridir. Kadınların hayız ve nifas hâlinde oruç tutmaları da haramdır. Oruç tutmaları halinde oruçları geçerli olmayacağı gibi günah da işlemiş olurlar. Onlar bu günlere denk gelen ramazan oruçlarını daha sonra kaza ederler. Bazı günlerde oruç tutmak ise çeşitli sebeplerle mekruh sayılmıştır. Mesela sadece aşure gününde oruç tutmak, Yahudilere benzemek ve onları taklit etmek anlamına geleceği için mekruh sayılmıştır. Bazı alimlere göre yalnız cuma gününde veya sadece cumartesi gününde oruç tutmak, nevruz (ilkbahar) ve mihrican (sonbahar) günlerinde oruç tutmak tenzihen mekruhtur. Ancak kişinin âdet hâline getirdiği oruç bu günlere denk gelirse, o takdirde bunun bir mahzuru olmaz. Visal orucu denen hiç iftar etmeden iki üç gün peş peşe oruç tutmak da mekruhtur. Hz. Aişe’nin naklettiğine göre Peygamberimiz Müslümanlara acıdığı için bu orucu onlara yasaklamıştır (Buharî, “Savm”, 49). Kendisine sen peş peşe sürekli oruç tutuyorsun denince de “Ben sizler gibi değilim. Beni rabbim yedirir ve içirir” cevabını vermiştir (Muslim, “Sıyam”, 55–58). Hacılar için zayıf düşüreceği ve hac ibadetini yerine getirmede zorluk doğurabileceği durumunda zilhiccenin sekizi olan tevriye ve dokuzu olan arefe günleri oruç tutmak mekruhtur. Maaş veya ücret karşılığı çalışan kimse eğer iş verimini düşürecekse nafile oruç tutmamalıdır. İşverenlerin de işçilerinin ramazan ayında oruç ibadetini kolay ve rahat biçimde yerine getirebilmeleri için bazı tedbirler almaları ve düzenlemeler yapmaları gerekir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 Oruç Kameri ayların yirmi dokuz veya otuz gün olma ihtimali bulunduğu için şaban ayının otuzu veya ramazan ayının biri olma şüphesi bulunan güne şek günü denir. Bu şüphe havanın bulutlu olması durumunda ortaya çıkar. İşte bu günde ramazan veya başka bir vacibe niyet ederek oruç tutmak mekruhtur. Ramazana ilave yapılması endişesi, ramazandan bir veya iki gün önce oruç tutulmasını mekruh hale getirmiştir. Başka bir endişe olmaksızın nafile niyeti ile şek gününde oruç tutulması mekruh sayılmamıştır. Hz. Peygamber bu hususta şöyle buyurmuştur: “Ramazanı bir veya iki gün önce karşılamayın. Ancak bir kimse eğer âdeti olduğu için bu günleri oruçla geçiriyorsa tutsun (Buharî, “Savm”, 14; Muslim, “Sıyam”, 21). Mekruh olmakla birlikte şek gününde ramazan orucuna niyet edilerek oruç tutulması halinde sonradan bugünün ramazan olduğu anlaşılırsa bu oruç ramazan orucu sayılır. Oruca niyette kesinlik gerektiği için şek gününde “ramazansa oruç tutmaya, değilse iftar etmeye” gibi tereddütlü bir niyetle oruç tutulmuş olmaz. Şaban ayını oruçlu geçiren kimsenin şek günü orucu bırakmaması daha faziletlidir. Hatta bugünün âdeti üzere oruç tuttuğu bir güne denk gelmesi hâlinde de tutulan orucun bir mahzuru yoktur. ORUCUN FARZ VEYA VACİP OLMASININ SEBEBİ Ramazan orucunun sebebi, ramazan ayına yetişmektir. Çünkü Allah Teala: “Sizden kim ramazan ayına yetişirse oruç tutsun” (Bakara, 2/185) buyurmuştur. Buna göre ramazan ayının tamamına veya bir gününün oruç tutabilecek bir vaktine yetişen ya da bugünde oruç tutmaya ehliyet kazanan her Müslüman için oruç tutmak farz olur. Ramazan orucunun kazasının sebebi de aynı şekilde ramazan ayına yetişmiş olmaktır. Bu vakitlerin oluşmadığı bölgelerde ise vakitlerin oluştuğu en yakın bölgenin esas alınması gerekir. Kefaret oruçlarının sebebi, kefareti gerektiren fiillerdir. Vacip olan oruçların sebebi de nezirde bulunmaktır. Nafile oruçların tutulmasını gerektiren herhangi bir sebep yoktur. Bunlar, sevap kazanmak için tutulan oruçlardır. Ancak nafile bir oruca başlandıktan sonra bozulursa kaza edilmesi vacip olur. Bu kazanın sebebi ise Allah rızası için başlanılmış olan bir fiilin tamamlanması gereğidir. ORUCUN VAKTİ Orucun vakti, ikinci fecirden (fecr-i sadık) güneşin batmasına kadar olan vakittir. Yani İmsak vaktinden akşam namazının vaktinin girmesine kadar olan Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 Oruç vakittir. Bu vakitlerin oluşmadığı bölgelerde ise vakitlerin oluştuğu en yakın bölgenin esas alınması gerekir. Ramazan orucunun vakti, ramazan ayıdır. Ramazan ayı kameri yılın bir ayıdır. Kameri ayların başlangıcı ve sonu, ayın hareketlerine göre belirlenir. Ramazan orucuna başlamak için öncelikle Ramazan ayının başladığını tespit etmek gerekir. Hz. Peygamber, bu hususu belirtmek üzere “Hilali görünce oruca başlayınız ve hilali görünce bayram ediniz” (Buharî, “Savm”, 5; Muslim, “Sıyam”, 3,4,7,10) buyurmuştur. Başka bir hadiste de “Hilali görmedikçe oruca başlamayınız, hilali görmedikçe bayram etmeyiniz. Hava bulutlu olur da hilali göremeyecek olursanız ayı otuza tamamlayınız” (Buharî, “Savm”, 11) buyrulmuştur. Bunun için şaban ayının 29. gününde hilali görme araştırması yapmak gerekir. Aynı şekilde, ramazan ayının çıkıp şevval ayının girdiğinin tespiti için de ramazanın 29. günü hilal gözetlenir. Şaban ayının yirmi dokuzunda hava bulutlu olur da ay görülmezse kameri aylar bazen 29, bazen otuz çektiğinden Hz. Peygamber’in emri doğrultusunda Şaban ayının otuz çektiği farz edilerek hareket edilir. Bir başka hadislerinde de Hz. Peygamber “Biz ümmi bir toplumuz. Hesap ve okuma yazma bilmeyiz. Şunu biliriz ki ay, ya 29 ya 30’dur” (Buharî, “Savm”, 11,13; Muslim, “Sıyam”, 15; Ebu Davîd, “Savm”, 4) buyurarak ileriye dönük işaretler vermiştir. Şu hâlde ramazan orucunun başlangıç ve bitiş vakti tamamen hilalin tespitine bağlıdır. Hilalin tespiti hususunda da fakihler arasında farklı görüşler vardır. Şimdi bu husustaki görüşleri açıklayarak konuyu bir sonuca bağlamaya çalışalım. Hilalin Görülmesi (Rü’yet-i Hilal) Günümüzde astronomi ilmi oldukça gelişmiş, ayın ve güneşin hareketlerinin hassas bir şekilde tespiti mümkün hale gelmiştir. Hilalin görülmesi meselesi, eskiden beri üzerinde durulan ve çeşitli tartışmalara yol açan bir konudur. Tartışmaların temelinde hilali tespit usulündeki farklı yaklaşımlar vardır. Yukarıda mealini verdiğimiz “hilali görün oruç tutun. Hilali görün bayram edin” hadisinde geçen “rüyet” kelimesinin çıplak gözle yani baş gözüyle görmek anlamına alan İslam alimleri, bu hususta astronomi alimlerinin hesaplarına bakılmayacağını söylerler. Hâlbuki hadiste geçen “rüyet” kelimesi Arapça da anlamak, bilmek anlamına da gelir. Diğer taraftan Hz. Peygamber’in “Biz ümmi bir toplumuz, hesap, okuma-yazma bilmeyiz” sözü, o toplumun bilgi ve tecrübe bilincinin ince hesaplar yapmaya yetmeyeceğini, fakat bu işin özünde hesap meselesi olduğuna da işaret vardır. Hadisi, “biz hep böyle kalırız, teknik gelişmelere itibar etmeyiz” diye yorumlamak, çok yanlış olur. Hz. Peygamber’in bu sözünü, hilalin tespitinde tek yöntemin çıplak gözle görmek olduğu şeklinde yorumlamak yerine, öteden beri kullanılagelen mutat yol, her türlü şartta Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 Oruç uygulanabilecek bir yöntem olduğunu düşünmek daha isabetli olur. Bu görüş sahiplerinin ileri sürdükleri argümanlar oldukça zayıf görünmektedir. Günümüzde astronomi ilmi oldukça gelişmiş, ayın ve güneşin hareketlerinin hassas bir şekilde tespiti mümkün hâle gelmiştir. Birkaç yıllık namaz vakitlerini gösteren takvimler hazırlanabilmektedir. Ayın çıplak gözle görülebilmesi esas olarak kamerî ayların başlangıç ve bitişinde bu ince astronomik hesaplar sayesinde net bir şekilde tespit edilebilmektedir. Artık bu hesaplara göre hazırlanan takvimlere uyarak bütün dünya Müslümanları olarak birlikte oruç tutup birlikte bayram etmemiz mümkün hale gelmiştir. Bu konuda bütün Müslümanlar arasında bu birliği sağlamak, devletler düzeyinde yapılacak görüşmelerle temin edilmelidir. Görüş ayrılıklarının sebeplerinden biri de “ihtilaf-ı metali” denilen ayın dünyanın her yerinde aynı anda doğmamasıdır. Bugünkü astronomik verilere göre bu fark en fazla dokuz saat olmaktadır. Bu hususta Şafiîler “ihtilafi mefali”e itibar edileceğini söylerler. Onlara göre bir yerde görülen hilal, oraya uzak bölgeler için geçerli değildir. Çoğunluğu oluşturan fakihler ise “ihtilafı metali”e itibar edilemeyeceğini kabul ederler ve bunu şöyle açıklarlar: Dünya bir tane, ay da bir tane olduğuna göre ay, nerede görülürse görülsün, bütün dünya için geçerlidir. Bugün, dünyanın herhangi bir yerinde hilalin doğuşunu aynı anda bütün dünyaya duyurmak mümkün hale gelmiştir. Ulaşım ve iletişim imkânlarının çok kısıtlı olduğu dönemlerde ihtilafı metali’i dikkate almanın izahı mümkündür. Ama günümüzde ulaşım ve iletişim imkânlarının son derece süratli olduğu bir gerçektir. Bugün, dünyanın herhangi bir yerinde hilalin doğuşunu aynı anda bütün dünyaya duyurmak mümkün hâle gelmiştir. Bu sebeple çoğunluğun görüşü esas alınarak bütün dünya Müslümanlarının aynı anda oruç tutmaları ve bayram etmeleri sağlanabilir. Böylece Müslümanlar bu husustaki ihtilaftan kurtulmuş olur. ORUCUN ŞARTLARI Orucun farz olması, edası ve geçerliliği için ayrı ayrı bazı şartların yerine gelmesi gerekir. Bunları kısaca görelim; Orucun Farz olmasının Şartları Mükellef olmanın temel şartları olan Müslümanlık, aklî olgunluk (akıl) ve ergenlik (buluğ) oruç ibadetinin farz olmasında da şarttır. Oruç Müslümana farzdır. Gayrimüslimler, İslami emirlerle mükellef değillerdir. Ramazanda İslam’a giren kimse o günden sonraki günleri oruç tutmakla sorumludur. Önceki günleri tutmakla sorumlu olmaz. Bunların geçmiş günahlarının örtüleceği şu ayetle bildirilmiştir: Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 Oruç “Kâfir olan kimselere şöyle de: “Eğer küfürlerine son verirlerse geçmiş günahları örtülür.” (Enfal, 8/38). Çocuğa ve akıl hastasına oruç farz değildir. Çünkü bunlar mükellef değildir. Ancak alıştırmak ve ısındırmak maksadıyla çocuklara yedi yaşından itibaren oruç tutmaları teklif edilir. Burada dikkatli davranılarak onların oruçtan nefret etmeleri değil; orucu sevmeleri, ona karşı istekli olmaları sağlanmalıdır. Hz. Peygamber, yedi yaşından itibaren çocuklara namaz eğitimi verilmesini emretmiştir. Oruç namaza göre bedeni daha çok etkileyeceği için çocuğun fiziki yapısını da dikkate almak gerekir. Akıl hastalığı devamlı ise böyle durumda olanlar oruçla mükellef değildir. Ramazan ayı boyunca devam eden akıl hastalığı, o yılın oruç borcunu düşürür. Kısa aralıklarla olan akıl hastalığı, baygınlık ve sarhoşluk orucun farz oluşuna ve kazasına engel teşkil etmez. Orucun Edasının Şartları Oruçla mükellef olan insana orucun edasının farz olması için oruç tutmaya gücü yetmesi ve yolcu olmaması gerekir. Oruçla mükellef olan insana orucun edasının farz olması için oruç tutmaya gücü yetmesi ve yolcu olmaması gerekir. Bu iki durumda olan insana orucu o anda eda etmek gerekmez. Yolcular tutarsa edaları geçerli olur. Tutmadıkları takdirde daha sonra kaza ederler. Orucun farz olduğunu bildiren ayetin son kısmında bu hüküm şöyle belirtilir: “Sayılı günlerde oruç tutunuz. Sizden her kim hasta olur veya seferde bulunursa diğer günlerde tutamadığı günler sayısınca oruç tutsun.” (Bakara, 2/184). Yolcular ve hastalar ramazanda tutamadıkları oruçları daha sonra kaza ederler. Aynı şekilde oruç tutamayacak kadar hasta olanlar veya tuttukları takdirde hastalıkları ilerleyecek durumda olanlar da daha sonra kaza etmek üzere Ramazanda oruç tutmayabilirler. Yaşlılık sebebiyle oruç tutmaya artık güç yetiremeyenler veya iyileşme ümidi olmayan hastalar, tutamadıkları her gün için bir fidye verirler. Orucun edasının farz olmasına engel olan yani ramazanda oruç tutmamayı mubah kılan mazeretleri biraz daha ayrıntılı bir şekilde şöyle açıklayabiliriz: Yolculuk (Sefer): Namaz ünitesinde de belirtildiği gibi yolculuk hali genellikle sıkıntılı ve meşakkatli olduğu için ibadetler konusunda yolculara bazı kolaylıklar tanınmıştır. Namazların kısaltılması, namazların birleştirilmesi ve ramazanda tutulamayan orucun daha sonra kaza edilmesi, bu kolaylıklar arasındadır. Fakat yolcu eğer sıkıntı çekmeden oruç tutabilirse bu daha faziletlidir (Bakara, 2/184). Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 Oruç Oruca başladıktan sonra yolculuğa çıkan kimse sıkıntı çekmeden orucunu tamamlayabilirse bu daha faziletlidir. Ama tamamlayamayıp bozduğu takdirde sadece kaza gerekir. Yaşlılık sebebiyle oruç tutmaya artık güç yetiremeyenler veya iyileşme ümidi olmayan hastalar, tutamadıkları her gün için bir fidye verirler. Hastalık: Yukarıda belirttiğimiz gibi hastalık, birtakım ruhsatların sebebi olarak değerlendirilir. Oruçla ilgili hükümleri açıklayan ayette Allah Teala hiçbir kayıt getirmeden hastaların ramazanda tutamadığı oruçları daha sonraki günlerde kaza edebileceklerini bildirmiştir. Buna göre oruç tuttuğu takdirde hastalığı artacak veya iyileşmesi uzayacak ya da Müslüman uzman bir doktorun oruç tuttuğu takdirde hastalanabileceği kanaatini bildirdiği bir kişi ramazanda oruç tutmayabilir. Hatta başladığı orucu bozabilir. İyileşince tutamadığı günleri kaza eder. İyileşmediği takdirde fidye vererek borcunu yerine getirmiş olur. Orucun hastanın sağlığı için bir tehlike oluşturup oluşturmayacağında doktor veya hastanın tecrübesine dayalı bilgisi esas alınmalıdır. Gebelik ve çocuk emzirmek: Gebe ve emzikli olan kadınlar, kendilerine veya çocuklarına bir zarar gelmesinden korkarlarsa ramazanda oruç tutmayıp sonra kaza edebilirler. Bu hükmü veren fakihler, bunları hasta hükmünde kabul etmişlerdir. Yaşlılık: Oruç tutmaya gücü yetmeyen çok yaşlı kadın ve erkeklerin ramazan ayında oruç tutmamaları mubahtır. Bu kişiler tutamadıkları oruçları daha sonra kaza da etmezler. Bunların tutamadıkları her gün için bir yoksulu doyuracak kadar fidye vermeleri gerekir. Allah Teala Kur’an’da bu durumda olanlarla ilgili hükmünü şöyle açıklar: “Oruç tutmaya gücü yetmeyenlerin bir yoksulu doyuracak kadar fidye vermeleri gerekir.” (Bakara, 2/184) Yaşlı ve düşkün olmadıkları hâlde iyileşme ümidi bulunmayan hastalar da bu hükümdedir. Bunların tutamadıkları her gün için bir yoksulu doyuracak kadar fidye vermeleri gerekir. Oruç fidyesi ramazanın başında veya sonunda verilebilir. Otuz günün fidyesi birçok fakire verilebileceği gibi tek bir yoksula da bir defada verilebilir. Yiyecek olarak verilmesi de sabahlı akşamlı bir fakirin doyurulması da mümkündür. Ramazanda oruç tutma gücüne sahip olmayanlar daha sonra bu gücü elde ederlerse tutamadıkları günleri kaza ederler. Hatta fidye verdikten sonra iyileşecek olsalar artık fidyeleri geçersiz sayılır ve kaza etmeleri gerekir. İleri derecede açlık ve susuzluk: Oruçlu olan bir kimse açlık veya susuzluktan dolayı helak olacağından, beden ve ruh sağlığının ciddi boyutta bozulacağından endişe ediyorsa veya böyle bir şeyin olması tecrübeye ya da doktor raporuna dayanıyorsa orucunu bozması caiz olur. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 Oruç Ramazanda oruç tutma gücüne sahip olmayanlar daha sonra bu gücü elde ederlerse tutamadıkları günleri kaza ederler. Hatta fidye verdikten sonra iyileşecek olsalar artık fidyeleri geçersiz sayılır ve kaza etmeleri gerekir. Savaş hâli: Ramazan ayında düşmanla bilfiil savaş hâlinde bulunan veya savaşa başlanacağını bilen bir Müslüman zayıf düşeceğinden endişe ederse o günlerde oruç tutmaz, daha sonra kaza eder. Tehdit hâli: Canına veya bir uzvuna yönelik bir tehdide maruz kalan kimse de orucunu bozar, sonra kaza eder. Bu durumda kalan kişinin hastalık veya yolculuk gibi mazeretleri varsa orucu bozmayıp zulmen öldürülürse günahkâr olur. Bu gibi mazereti olmadığı hâlde direnip öldürülmesi hâlinde günahkâr olmayacağı, hatta dinine bağlılık gösterdiği için sevap kazanacağını söyleyen İslam alimleri de vardır. Saydığımız bu mazeretlerden biri kendisinde bulunan kişi, kendi durumunu başkalarından daha iyi bileceği için kararını kendisi vermelidir. Çünkü oruç, kulun Allah’a karşı bir görevidir. Kul, mazereti olduğuna inanırsa orucunu bozar sonra kaza eder. Hesabını da Allah’a verecektir. Orucun Sıhhat (Geçerlilik) Şartları Tutulan orucun sahih (geçerli) olması için oruca niyet etmiş ve orucu bozacak şeylerden kaçınmış olmak şarttır. Orucu bozacak şeylerden kaçınmış olmak, aynı zamanda orucun rüknüdür. Çünkü onsuz oruç olmaz. Orucun sahih olmasının şartlarından biri de kadınların adet ve loğusalık hâllerinde olmamasıdır. Bu durumdaki kadınların oruç tutması hem haram, hem de geçersizdir. Cünüplük ise oruca mani değildir. Oruçta Niyet Niyet bütün ibadetlerde olduğu gibi oruçta da şarttır. Niyet bütün ibadetlerde olduğu gibi oruçta da şarttır. Niyet edilmediği takdirde imsak vaktinden akşama kadar aç durmak oruç yerine geçmez. Bunun için ister farz, ister vacip, ister nafile olsun bütün oruçlarda niyet şarttır. Niyette esas olan kalptir. Kalbinden hangi orucu tutacağını geçiren kimsenin bunu ayrıca dili ile ifade etmesi, pekiştirme anlamına geleceğinden mendup sayılmıştır. Oruç için sahura kalkmak da bir çeşit niyettir. Niyetin Vakti Mümkün olursa bütün oruçlarda imsak vaktinden önce veya akşamdan niyet etmek en faziletli olanıdır. Çünkü bu durumda mezheplerin bu konudaki ihtilaflarının dışında kalınmış olur. Niyetin vakti bakımından oruçları iki kısımda ele almak mümkündür. Niyet erken yapılsa da oruca imsak vaktinde başlanır. 1- Geceden niyet edilmesi gereken oruçlar: Bunlar, zimmette borç olarak sübut bulmuş oruçlardır. Ramazan orucunun kazası, başlandığı halde bir sebeple tamamlanamayan nafile oruçların kazası, kefaret oruçları ve muayyen olmayan adak oruçları bu çeşit oruçlardandır. Bunlara akşam namazından sonra en geç Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 Oruç imsak vaktine kadar niyet edip belirlemek gerekir. Bunlar ne zaman tutulacağı belirlenmemiş oruçlar olduğu için imsak vaktinden önce niyetle belirlenmesi gerekir. Akşamdan niyet etmek imsak vaktine kadar oruca mani hâllerden (yeme, içme ve cinsel ilişki) uzak durmayı gerektirmez. Çünkü niyet erken yapılsa da oruca imsak vaktinde başlanır. 2- Geceden niyet etmek şart olmayan oruçlar: Bunlar ramazan orucu, zamanı belirlenmiş adak orucu ve bütün çeşitleriyle nafile oruçlardır. Hanefiler’e göre bu gibi oruçlara akşam güneşin batışından ertesi gün gündüzün yarısından öncesine kadar niyet edilebilir. Ancak imsak vaktinden sonra orucu bozacak bir davranışta bulunulmaması gerekir. Öğlenin vakti girdikten sonra hiçbir oruca niyet edilmez. Malikiler’e göre ise niyetin geçerli olması için güneşin batmasından itibaren gecenin son kısmına kadar veya fecrin doğmasıyla birlikte yapılması gerekir. Çünkü oruca başlama vaktinde niyet edilmeyince artık o günün oruçlu geçirilemeyeceği belirli hâle gelmiş olur. Şafiiler’e göre ise ramazan orucu, kaza orucu ve adak orucuna geceden niyetlenmek şarttır. Sadece nafile oruçlara zeval vaktine kadar niyet edilebilir. Niyetin şekli: Ramazan orucu, belirli adak orucu ve nafile oruçlara “yarın oruç tutmaya niyet ettim” şeklindeki mutlak niyet yeterlidir. Bununla birlikte bu oruçlara geceleyin niyet edilmesi ve ne orucu olduğunun belirtilmesi daha faziletlidir. Fakihlerin çoğunluğuna göre ramazanın her günü ayrı bir ibadet olduğundan niyetleri de her güne ait ayrı ayrı yapılmalıdır. Malikiler’e göre ise peş peşe tutulması gereken oruçlarda en başta yapılacak tek niyet yeterlidir. Zıhar ve katl kefareti ile ramazan orucunun kefaretinde de ramazan orucunda olduğu gibi tek niyet yeterlidir. Ancak bu oruçlara, hastalık, yolculuk, hayız ve nifas gibi zorunlu sebeplerle ara verilecek olursa, sonra yeniden niyet etmek gerekir. Malikiler ayette geçen “ramazan ayı” ifadesinden hareketle bir ayı bir bütün olarak değerlendirirler. ORUÇLU İÇİN MÜSTEHAP OLAN ŞEYLER Orucun geçerliliği ile doğrudan ilgili olmamakla birlikte bazı davranışlar oruçlu için güzel görülmüştür. Bunları şöyle sıralayabiliriz: “Sahura kalkın. Çünkü sahur yemeğinde bereket vardır” Sahur yapmak: Sahur gecenin imsaktan biraz önceki seher vaktidir. Sahura kalkmanın amacı, hem bir şeyler yiyip içmekle güç kazanarak daha rahat oruç tutmayı sağlamak hem de Hz. Peygamber’in sünnetine uyarak gecenin feyiz ve bereketinden istifade etmektir. Peygamber’in sahura kalkmayı teşvik ve tavsiye eden birçok hadisi vardır. Hz. Peygamber (s.a.) “Sahura kalkın. Çünkü sahur yemeğinde bereket vardır” buyurmuştur (Buharî, “Savm”, 20; Muslim, “Sıyam”, Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 Oruç “Oruçlu bir kimseye iftar ettiren, onun sevabından hiç bir şey eksilmeksizin bir o kadar sevap kazanır” (Tirmizî, “Savm”, 42 45). Sahuru sabah vakti girinceye yani imsak vaktine kadar geciktirmek de müstehaptır. İftarı geciktirmemek: Akşam vakti girince hemen bir yudum su veya bir hurma gibi az bir şeyle de olsa iftarı yapmak da müstehaptır. Hz. Peygamber “Ümmetim iftarı acele yapıp sahuru geciktirdikleri sürece hayır üzerinedir” diye buyurarak bunu teşvik etmiştir. Oruç açılırken dua edilmesi: Oruç açılırken dua edilmesi sünnettir. Herkes kendi içinden geldiği gibi dua edebilir. Öteden beri yapılagelen ve hadis kaynaklarında geçen şu dua örnek bir iftar duası olarak gösterilebilir: “Allahım senin rızanı kazanmak için oruç tuttum. Senin verdiğin rızıkla orucumu açtım. Sanan inanıp güvendim. Ey lutuf ve ihsanı geniş olan rabbim, beni bağışla.” (Farklı ifadelerle Ebu Davûd, “Savm”, 22) İftar vermek: Hâli vakti yerinde olan kimselerin özellikle oruçlu ve ihtiyaçlı olanlara, dost ve yakınlarına iftar yemeği vermesi de müstehap, yani güzel ve sevap olan bir davranıştır. Bu vesile ile insanların birbirleriyle kaynaşması sağlanmış olur. Hz. Peygamber bir hadislerinde “Oruçlu bir kimseye iftar ettiren, onun sevabından hiç bir şey eksilmeksizin bir o kadar sevap kazanır” (Tirmizî, “Savm”, 42; İbn Mace, “Sıyam”, 45) buyurmuştur. Ramazanda iftar yemeği yanında, yoksulların da iftarlarını rahatlıkla yapabileceği ortamı hazırlamak, onlara maddi destek sağlamak, gıda yardımı yapmak da önemlidir. Halkımız, farz olan zekât mükellefiyetini de genellikle bu ayda yerine getirmek suretiyle toplumun huzuruna, hep birlikte sevinmesine imkân sunmaktadır. Oruç tutan kimsenin bütün organlarını haram işlerden uzak tutması, özellikle dilini boş ve gereksiz sözlerden, yalan ve dedikodudan uzak tutması da müstehaptır. Hz. Peygamber’in şu sözleri bu hususlara dikkat çekmektedir: “Yalan konuşmayı, yalan sözlerle amel etmeyi terk etmeyen kimsenin yemesini, içmesini terk etmesine Allah’ın ihtiyacı yoktur.” (Buhari, “Savm”, 8) “Yalan konuşmayı, yalan sözlerle amel etmeyi terk etmeyen kimsenin yemesini, içmesini terk etmesine Allah’ın ihtiyacı yoktur.” (Buhari, “Savm”, 8) “Biriniz oruç olduğu zaman kötü söz söylemesin, bağırıp çağırmasın. Bir kimse kendisine sövecek olursa ona “ben oruçluyum” desin.” (Buharî, “Savm”, 2; Muslim, “Sıyam”, 130) Sabah namazının vaktini geçirmemek kaydıyla cünüp kişinin bu hâliyle oruçlu olması caiz ise de ibadete temiz olarak başlaması için imsaktan önce boy abdesti alması, hayız ve nifastan kesilen kadınların da aynı şekilde davranması müstehaptır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 Oruç Oruçlu kimsenin mümkün oldukça vaktini Kur’an okumak, salavat-ı şerife getirmek şeklinde zikir ve tespihle geçirmesi de aynı şekilde müstehaptır. İmkânlar ölçüsünde oruçlunun özellikle ramazanın son on gününü itikâfta geçirmesi de güzel davranışlardandır. Böylece kişi kendisini günahlardan daha çok korumuş, tefekkürle olgunlaşmaya yol bulmuş olur. İtikâf, bir mescitte ibadet niyetiyle belli kurallara uyarak inzivaya çekilmek anlamına gelir. Hz. Peygamber’in özellikle ramazanın son on gününü itikâfa girerek geçirdiği hadis kaynaklarında nakledilir (Buharî, “İtikâf”, 3; Tirmizî, “Savm”, 80). Hz. Peygamber’in her ramazanda itikâfta bulunmasından hareketle Hanefiler itikâfı kifaî müekked sünnet olarak değerlendirirler. ORUÇLUYA MEKRUH OLAN ŞEYLER Orucun anlam ve gayesine yakışmayan ve daha ileri gidilmesi halinde orucun bozulmasına sebep olan bazı davranışlar, oruçlu için mekruh sayılmıştır. Bu davranışları şöyle sayabiliriz: Serinlemek için yıkanmak da mekruhtur. Bir şeyi tatmak veya çiğnemek. Çünkü bunu yapmak orucun bozulmasına sebep olabilir. Ağıza alınan bir şeyin yutulması tehlikesi olabilir. Bir kimsenin eşiyle öpüşmesi, ona sarılması. Kendine güvenmeyen kimsenin bu davranışı onu orucu bozacak davranışa götürebileceği için bunu önlemek üzere mekruh görülmüştür. Kendisinden emin olan kimse için mekruh olmaz. Oruçlunun direncini azaltacağı için oruçlu halde kan aldırmak da mekruh sayılmıştır. Serinlemek için yıkanmak da mekruhtur. Burada da vücuda su kaçma tehlikesi bu fiili mekruh hale getirir. Yoksa oruçlunun normal temizlik için dikkatli olarak yıkanması, cünübün boy abdesti alması mekruh sayılmaz. Ağzı, ıslatılmış misvak veya fırçayla oruçlu iken temizlemek. Bu da ağza bir şey kaçma ihtimalinden dolayı mekruh görülmüştür. Hele günümüzdeki macunlarda tatlandırıcı özellik bulunduğu için durum daha sıkıntılı olur. En iyisi ağız temizliğini sahurdan sonra yapmaktır. Hanefiler dışındaki üç mezhebe göre güzel koku sürünmek veya güzel kokan bir şeyi özel olarak koklamak da mekruhtur. Hanefilere göre ise gül, misk ve esans gibi şeyleri kullanmak mekruh değildir. ORUCU BOZAN ŞEYLER Orucun temeli, rüknü yiyip içmemek ve cinsel ilişkide bulunmamak olduğu için bu hareketler orucu bozar. Ancak bunların niteliği bazen sadece kaza etmeyi gerektirirken, bazen hem kaza hem de kefaret söz konusu olur. Şimdi bunları açıklayalım: Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 Oruç Kaza Ve Kefaret Gerektiren Durumlar Oruçla yükümlü kimsenin dinen geçerli bir mazereti olmaksızın ramazan günü oruç tutmaması haramdır. Bu günahı işleyen kişinin tövbe etmesi ve ilk fırsatta tutmadığı orucu kaza etmesi gerekir. Ancak daha sonra kaza ederim diyerek ramazanda oruç tutmamanın tövbe ve kaza ile telafi edilemeyeceğini de bilmek gerekir. Zira Hz. Peygamber, böyle bir durumda olan kişinin bundan sonraki ömrünün tamamını oruçlu bile geçirse ramazanı oruçsuz geçirme günahını telafi edemeyeceğini net bir şekilde ortaya koymuştur (Ebu Davûd, “Savm”, 39; Tirmizî, “Savm”, 27). Başlanmış farz veya vacip olan bir orucu, dinen geçerli bir mazeret olmaksızın bozmak a günahtır. Başlanmış farz veya vacip olan bir orucu, dinen geçerli bir mazeret olmaksızın bozmak günahtır. Mazeretsiz bozulan oruç, ramazan orucu ise duruma göre kaza veya hem kaza hem kefaret gerektirirken ramazanın kazası veya diğer farz ya da vacip olan oruçların bozulması sadece kazayı gerektirir. Yani, kefaret, sadece ramazanda mazeretsiz olarak başlanan orucu bozmaktan dolayı gerekir. Hem kaza hem de kefaret gerektiren durumları iki grupta toplamak mümkündür. 1. Cinsel İlişki: Ramazan günü oruçlu iken dinen meşru sayılan bir mazeret olmaksızın cinsel ilişkide bulunmak hem kaza, hem de kefareti gerektirir. Zaten Hz. Peygamber oruç kefaretini meydana gelen böyle bir olay üzerine vermiştir. Muteber hadis kaynaklarında nakledildiğine göre bir adam “mahvoldum” diyerek Peygamberimiz’e gelmiş ve ramazanın gündüzünde eşiyle cinsel ilişkide bulunduğunu söylemiş, bunun üzerine Peygamberimiz ona kefaret gerekeceğini bildirmiştir. Bu kefaret de ya bir köle azat etmek yahut bunu bulamaz veya buna gücü yetmezse iki ay peş peşe oruç tutmaktır. Eğer iki ay oruç tutmaktan da aciz olursa altmış yoksulu doyurmaktır (Buharî, “Savm”, 30; Muslim, “Sıyam”, 81). Bütün fıkıh mezhepleri bu hadise dayanarak, ramazan günü oruçlu iken bilerek ve isteyerek cinsel ilişkide bulunulmasının hem kaza hem de kefaret gerektirdiğini söylemişlerdir. Şafiî, Hanbelî ve Zahiriler hadiste geçen cinsel ilişkiyi kefaretin tek sebebi olarak görmüşlerdir. 2. Dini bir mazeret olmaksızın gıda veya gıda özelliği taşıyan her türlü maddeyi bilerek almak: Hanefî ve Malikîler’e göre ramazan günü oruca başlamışken, dini bir mazeret olmaksızın, bilerek bir şeyi yemek ve içmek de hem kaza hem de kefaret gerektirir. Buna göre yenilip içilmesi mutat bir gıda maddesini, gıda hükmünde bir ilacı, keyif verici bir madde olan afyon, haşhaş ve benzeri uyuşturucu maddeleri ağızdan almak, sigara içmek, ramazanda başlanmış orucu bozar ve kaza ile kefareti birlikte gerektirir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 Oruç Aslında unutularak yiyilip içilmesi de orucu bozduğu hâlde bir hadise (Buharî, “Savm”, 26; Ebu Davûd, “Savm”, 23) dayanarak Hanefî, Şafiî ve Hanbelîler bu durumda orucun bozulmayacağını söylerler. Malikîler ise hadisteki istisnanın nafile oruçlar için geçerli olacağını belirterek Ramazan orucunda genel kuralın geçerli olduğunu söylerler. Sadece Kazayı Gerektiren Durumlar Orucu bozduğu halde sadece kazayı gerektiren durumları ana hatlarıyla şöyle açıklayabiliriz: Dişler arasında kalan nohut tanesi kadar veya daha fazla şey yutulursa oruç bozulur. Hasta olan kişilerin oruç tutmayıp sonra kaza etmeleri Kur’an hükmü ile belirtilmiş bir husustur (Bakara, 2/184). Beslenme amacı ve anlamı taşımayan ve yenilip içilmesi adet olmayan, insan tabiatının meyletmediği şeylerin yenilip içilmesi durumunda da oruç bozulur ama sadece kazası gerekir. Çünkü bunlarda tam olarak yiyilip içilme söz konusu değildir. Mesela çiğ pirinç, çiğ hamur, un, olgunlaşmamış ham meyve yemek, demir, kurşun, kabuklu fındık, badem ve ceviz yutmak orucu bozar ama sadece kazayı gerektirir. Çünkü bunlarda sehven yeme fiili bulunsa da yenmeleri mutat olmadığı için manen iftar hükmü yoktur. Yanlışlıkla yiyip içmek de orucu bozar. Mesela; abdest alırken midesine su kaçsa veya ağzına kar veya yağmur taneleri düşüp içeri kaçsa oruç bozulur ve kaza gerekir. Kasıtlı olarak yapılan kusma ağız dolusu olursa orucu bozar. Kasıtsız kusmalar ise bozmaz. İmsak vaktinin girip girmediğinden şüphe eden kimse yiyip içmeye devam eder de sonradan imsak vaktinin girdiğini anlarsa orucu bozulur ve kaza etmesi gerekir. Ama tam aksine akşam vaktinin girdiğinde şüphelenip iftar eden kişiye kefaret de gerekir. Dişler arasında kalan nohut tanesi kadar veya daha fazla şey yutulursa oruç bozulur. Bundan azı orucu bozmaz. Unutarak yiyip içmenin orucu bozacağını zannederek daha sonra bilerek yiyip içmek de kazayı gerektirir. Oruçlu kimsenin dini bir mazerete dayalı olarak orucunu bozması da sadece kazayı gerektirir. Oruçlu kimsenin şehvetini normal cinsel birleşme dışında tatmin etmesi de sadece kazayı gerektirir. Mesela, öpüşme, sevişme gibi hallerde boşalma olursa kaza gerektirir. El ile tatmin (mastürbasyon, istimna) ile de oruç bozulur ve kaza gerekir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 Oruç Dokunma olmaksızın bakmak suretiyle boşalma orucu bozmaz. Aynı şekilde uykudaki boşalma da orucu bozmaz. TEDAVİ USULLERİNİN ORUCA ETKİSİ Daha önce de belirttiğimiz gibi hasta olan kişilerin oruç tutmayıp sonra kaza etmeleri Kur’an hükmü ile belirtilmiş bir husustur (Bakara, 2/184). Ancak bazı hastalıkların tedavisi oruca mani olmayacak şekilde düzenlenebilir. Bazı tedavi usulleri de orucu bozmayacak niteliktedir. Geçmişten günümüze tedavi metotlarının oruca etkisi üzerinde hep durulmuştur. Zamanla değişen bu metotların oruca etkisini ülkemizde yetkili kurum olan Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu ele alarak 22.09.2005 tarihli kararıyla açıklamıştır. Ayrıca İslam Konferansı Teşkilatına bağlı İslam Fıkıh Akademisinin onuncu dönem toplantısında (Cidde, 28 Haziran 03 Temmuz 1997) alınan kararları da benzer niteliktedir. Her iki kararı da dikkate alarak bu husustaki hükümleri şu şekilde tespit edebiliriz. Ağıza konan ilaç, boğazdan gitmediği takdirde orucu bozmaz. İslam alimleri, orucun farz olduğunu bildiren ayette ve başka birçok ayette Allah’ın kulları için zorluk değil kolaylık murat ettiğini, birçok ayet ve hadiste kişinin kendisini tehlikeye atmaması, sağlığını koruması ve tedavi olmasının istendiğini dikkate alarak hasta olan kimselerin oruçlarını erteleyebileceği ve gerekiyorsa başladığı orucu bozabileceği hususunda görüş birliği içindedirler. Günümüz İslam alimleri ve ilgili kurullar bu konuları incelerken fıkıhta genel kabul görmüş yaklaşıma paralel olarak orucu bozan durumları, yeme içme ve cinsel ilişki kavramlarını geniş açıdan değerlendirerek ortaya çıkan durumun orucun mahiyeti ve amacıyla bağdaşıp bağdaşmadığını, özellikle vücuda giren maddenin besleyici, bünyeyi güçlendirici veya keyif verici bir nitelik taşıyıp taşımadığını dikkate almışlardır. Ağızdan alınan ve boğazdan geçen katı ve sıvı ilaçlar orucu bozar. Gıda ve keyif verici özelliği olan iğneler, hastaya serum veya kan verilmesi, lavman yapılırken verilen su bağırsaklar tarafından emilecek kadar kalırsa ya da gıda özelliği taşıyan bir sıvı verilirse bu tarz lavman, aynı durum olduğunda bağırsak görüntüleme işlemi kolonoskopi ve endoskopi, bölgesel ve genel anastezi, damara serum verilerek yapılan hemodiyaliz orucu bozar. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 Oruç Ağıza konan ilaç, boğazdan gitmediği takdirde orucu bozmaz. Ağızdaki yaralara konan ilaç, dişe konan ilaç, diş dolgusu veya dişin kaplanması orucu bozmaz. Astım hastalarının kullandığı sprey ve keyif verici olmayan enjeksiyon, göz, kulak ve burun damlası, makattan ve kadının üreme organından fitil kullanılması, ultrason çekimleri, anjiyo, biyopsi yaptırma ve kan verme de orucu bozmaz. Bütün bunlarda içeriye sıvı maddenin gitmemesi esas alınarak bu hükümler verilmiştir. Aynı şekilde ciltteki bir yaraya ilaç konması, ilaçlı bant yapıştırılması da oruca zarar vermez. İbadetler, kulun Allah’a karşı görevleridir. Hepsinde niyet önemlidir. Özellikle riyanın en az karıştığı oruçta niyet daha da önem kazanır. Bunun için kişi tereddüt ettiği hususlarda daha ihtiyatlı davranmalı, sağlığına zarar vermemesi durumunda tedavi ve muayene işlemlerini iftardan sonraki zamana bırakmalı, orucuna bir zarar vermeyeceğine inandığı durumlarda da tedavi ile birlikte orucunu da devam ettirerek herkesle birlikte Ramazan sevincini yaşamalı, aksi takdirde orucunu ertelemelidir. Yani son kararı kendisi vererek vicdanen rahat etmelidir. FITIR SADAKASI (FİTRE) Fıtır sadakası, borcundan ve asli ihtiyaçlarından başka nisap miktarı malı olan her Müslümanın kendisi ve bakmakla mükellef olduğu küçük çocukları için vermesi gereken bir mali yükümlülüktür. Buna dilimizde fitre denir. Fitrenin vacip olması için zekâtta olduğu gibi malın üzerinden bir yıl geçmesi ve artıcı olması şart değildir. Fitre, ramazan ayında fakirlere verilen bir sadakadır. Bayramın birinci günü sabah vaktinin girmesiyle vacip olursa da bayramdan önce verilmesi halinde yoksullar da bayram eksikliklerini gidermiş olurlar. Bayramdan sonra da verilebilir. Orucun kabulüne, ölüm sonrasındaki sıkıntılardan ve kabir azabından kurtuluşa vesile olur. İbn Abbas, Hz. Peygamber’den şunu nakleder: Zengin olan bir mükellef, kendisinin ve ergin olmayan çocuklarının fitresini vermekle yükümlüdür. “Resulüllah oruçluyu çirkin ve gereksiz sözlerden arındırmak ve yoksullara yiyecek sağlamak için fitreyi farz kılmıştır. Fitreyi kim namazdan önce öderse, bu makbul bir zekât, kim de namazdan sonra öderse, herhangi bir sadaka olur.” (Buharî, “Zekât”, 70; Muslim, “Zekât”, 12). Zengin olan bir mükellef, kendisinin ve ergin olmayan çocuklarının fitresini vermekle yükümlüdür. Karısının ve büyük çocuklarının fitresini vermekle mükellef Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 Oruç değildir. Aynı şekilde anasının ve babasının fitresini vermekle de yükümlü değildir. Birlikte yaşadığı ana-baba, büyük çocukları ve karısının fitresini, onların izinleri olmadan verebilir. Fitre miktarı, hurma, arpa ve kuru üzümden bir sa’ (yaklaşık üç kg.), buğdaydan yarım sa’ (yaklaşık 1,5 kg.)’dır. Abdullah b. Ömer’in anlattığına göre Hz. Peygamber kadın erkek her Müslümana fıtır sadakası olarak bir sa’ hurma veya arpa vermeyi farz kılmıştır (Buharî, “Sadaka-i fıtr”, 1,2). Hanefiler dışındaki üç mezhep imamına göre buğdaydan da bir sa’dır. Hanefiler’e göre bu maddelerin aynî olarak verilmesi mümkün olduğu gibi kıymetleri de verilebilir. Ancak yoksullar, bu maddelerin kendilerine muhtaç olduklarında fitreyi kendi cinslerinden vermek daha faziletlidir. Hanefiler dışındaki fakihler çoğunluğuna göre ise bu maddelerin aynî olarak verilmesi gerekir. Bu maddeler o gün Medineliler’in temel gıda maddesidir. Her bölgede kendi temel gıda maddesi esas alınabilir. Aslında Kur’an’da yemin kefaretinden bahsedilirken “Ailenize yedirdiğinizin orta hallisinden on fakiri doyurmak” (Maide, 5/89) ifadesi yer almaktadır. Mazeretine binaen oruç tutamayan varlıklı Müslümanlar da fitre vermekle mükelleftir. Ramazanda verilecek fitre miktarı ile yemin kefareti için verilecek miktarın aynı olması, fitre verirken de kişinin sabah ve akşam yediği ortalama miktarın parasal değerini vermesinin makul bir ölçü olacağını gösterir. Bir kimse fitresini fakir bile olsalar eşine, ana baba gibi usulüne, çocuk, torun gibi furuuna veremez. Mazeretine binaen oruç tutamayan varlıklı Müslümanlar da fitre vermekle mükelleftir. ORUÇ FİDYESİ Oruç tutmaya hiçbir şekilde gücü yetmeyenlere fidye vermek vaciptir. Bunlar yaşlı erkek ve kadınlardır. İyileşme ümidi olmayan hastalar da aynı durumdadır. Bu gibi kimseler tutamadıkları her günün yerine bir yoksulu doyururlar. Yahut buğdaydan yarım sa’, arpa, hurma veya kuru üzümden bir sa’ miktarı ya da kıymetini fakire verirler. Otuz günün fidyesi olarak otuz gün sabahlı akşamlı bir fakiri doyurmak ya da altmış fakiri sadece sabah veya akşam yedirmek de yeterlidir. Fidyelerin tamamı bir fakire veya birçok fakire verilebilir. Oruç fidyesi ile ilgili olarak Kur’an’da “Oruca gücü yetmeyenlerin bir fakiri doyuracak kadar fidye vermeleri gerekir” (Bakara, 2/184) buyrulur. Fidye verdikten sonra oruca gücü yetecek hale gelenlerin orucu kaza etmeleri gerekir. Fidyeye de gücü yetmeyenler Allah’tan bağışlanmalarını dilerler. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21 Ödev Özet Oruç •Oruç, Kur’an’da farz olduğu bildirilen, İslam’ın beş temel esaslarından biridir. •Dünyaya ait ve uhrevî bir çok faydası vardır. Ramazan ayında oruç tutmak mükellef olan her müslümana farzdır. Belli mazereti olanlar daha sonra kaza etmek üzere ramazanda oruç tutmayabilirler. •Ramazan dışında farz, vacip veya müstehap olarak tutulan oruçlar da vardır. Bazı zamanlarda oruç tutmak da haram veya mekruhtur. •Ramazan ayının tespitinde hilalin görülmesi esastır. Ama bugün astronomi bilginleri birkaç yıl öncesinden hilalin ne zaman doğacağını çok net bir şekilde hesap edebilmektedir. Bu tespitler esas alınarak bütün müslümanların aynı anda oruç tutmaları ve bayram etmeleri sağlanabilir. •Orucun farz olmasının şartları, akıllı, ergen ve müslüman olmaktır. Orucun edasının farz olması için de kişinin gücünün yetmesi ve yolcu olmaması gerekir. Belli günlerinde kadınların oruç tutması haramdır. Tutulan orucun sahih ve geçerli olması için oruca niyet edilmesi ve orucu bozacak hâllerden uzak durulması gerekir. •Başlanan orucun bozulması hâlinde bazı durumlarda sadece kaza, bazı durumlarda ise hem kaza hem kefaret gerekir. •Bazı tetkik ve tedavi usullerinde oruç bozulursa sadece kaza gerekir. Bazılarında ise oruç bozulmaz. Ramazan ayındaki sorumluluklardan biri de fitredir. • Çeşitli tedavi usullerinin oruca etkisini belirten bir liste oluşturunuz. • Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “ödev” bölümüne yükleyebilirsiniz. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22 Oruç DEĞERLENDİRME SORULARI 1-Aşağıdakilerden hangisi farz olan oruçlardandır? Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. a- Aşure orucu b- Adak orucu c- Şaban orucu d- Kefaret orucu e- Bozulan nafile orucun kazası 2-Aşağıdaki hükümlerden hangisi yanlıştır? a- Ramazan bayramının üç gününde oruç tutmak haramdır b- Kurban bayramının dört gününde oruç tutmak haramdır. c- Günaşırı oruç tutmak, nafile bir ibadettir. d- Her ayın üç gününde oruç tutmak nafile bir ibadettir. e-Adet gören bayanın bu hâlde oruç tutması haramdır. 3- Aşağıdaki cümlelerde boş bırakılan yerlere sırasıyla hangi kelimelerin konması doğrudur? Başlanılmış farz veya vacip olan bir orucu bozmak……tır. Bu şekilde bozulan ramazan orucu ise……., başka bir oruçsa kaza gerekir. a-Günah-kefaret b-Haram-kaza c-Mekruh-kefaret d-Yasak-kaza e-Günah-iade 4-Aşağıdakilerden hangisi orucu bozmaz? a-Kasıtlı yapılan ağız dolusu kusmak b-Unutarak yiyip içmek c-Dişleri arasında kalan en az nohut tanesi kadar bir şeyi yutmak d-Kabuklu fındık yutmak e-Hastaya kan verilmesi 5-Fitre miktarının tayininde aşağıdaki ölçülerden hangisi yanlıştır? Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23 Oruç a-Bir sa’ arpa b-Yarım sa’ buğday c-Yarım sa’ hurma d-Bir sa’ kuru üzüm e-Kişinin bir günlük ortalama yiyecek tutarı Cevap Anahtarı: 1.d 2.a 3.a 4.b 5.c YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR Komisyon .(1999). Yayınları.İstanbul. İlmihal I: İman ve İbadetler:Türkiye Diyanet Vakfı Bilmen, Ö. N. (1996). Büyük İslam İlmihali. İstanbul. Buharî, M. b. İ. (1987). Sahîhu’l-Buharî, Beyrut. Döndüren, H. (2005). Delilleriyle İslam İlmihali. İstanbul. Ebu Davud .(1973), es-Sünen, Hımıs. İbnü’l-Hümam. (1317). Şerhu Fethi’l-Kadîr, Bulak. İbn Kudame .(1997). el-Muğnî, Kahire. İbn Mace .(1954), es-Sünen, Kahire. İbn Rüşd. (1975). Bidayetü’l-müctehid, Kahire. Kahraman, A. (2002). İslamda İbadetlerin Değişmezliği. Sivas. Malik b.Enes. (1970). el-Muvatta, Kahire. Müslim, Ebu’l-Hüseyn Müslim b. El-Haccac (tsz.), es-Sahih, Beyrut. Nesaî .(1383). es-Sünen, Kahire. Şevkanî (tsz.), Neylü’l-evtâr, Kahire. Komisyon .(1999). Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi. İstanbul. Yıldız, K. (2006). Fıkhın Aydınlığında İbadet ve Hayat.İstanbul. Zuhayli, V. (1994). İslam Fıkıh Ansiklopedisi.İstanbul. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24 HEDEFLER İÇİNDEKİLER ZEKÂT I • Zekâtın Tanımı • Zekâtın Hükmü • İslam’ın Ana Kaynaklarında Zekât • Zekâtın Önemi • Zekâtın Yararları • Zekâtın Şartları • Zekâtı Gerekli Olan Mallar • Bu üniteyi çalıştıktan sonra; • Zekâtın anlamı, dindeki yeri ve yararlarını açıklayabilecek, • Zekâtın yükümlülük ve geçerlilik şartlarını kavrayabilecek, • Zekâta konu olan klasik mal türlerine ilişkin temel hükümleri ayırt edebilecek, • Yeni ortaya çıkan zekât mallarıyla ilgili farklı görüş ve önerileri değerlendirebileceksiniz. İSLAM İBADET ESASLARI ÜNİTE 9 Zekât I GİRİŞ Dinimize göre mal ve servet insana verilen nimetlerin başında gelir. Kur’an-ı Kerim’de maldan “hayır” olarak söz edilir (Bakara, 2/180) ve onun Allah’ın kulları için yarattığı süs ve temiz rızık olduğu belirtilir (A’raf, 7/32). Ayrıca müminlere, Allah’ın kendilerine helal kıldığı iyi ve temiz şeyleri haram kılmamaları, ama sınırı da aşmamaları öğütlenir (el-Mâide, 5/88). Dolayısıyla mal ve servet sahibi olmak Allah Teala’nın kullarına bir lütfu olup onu elde etmek için çalışıp çabalamak dinimizce ilke olarak meşru ve güzel görülen bir davranıştır. Bununla birlikte İslam mülkiyet anlayışına göre mülk mutlak anlamda Allah’a aittir. Mülkün gerçek sahibi olan Allah onu dilediğine verir, dilediğinden de geri alır (Âl-i İmrân, 3/26). Rahmeti ve rızkı veren ve onu insanlar arasında istediği gibi paylaştıran O’dur (Zuhruf, 43/32). İnsana sadece yerine göre ve usulünce malı kullanma, ürünlerinden yararlanma ve tüketme hakkı verilmiştir. Bu yüzden İslam hukukunda özel mülkiyet ve onun dokunulmazlığı temel bir ilke olarak kabul edilmiş, ancak ona mutlak bir hak olarak da bakılmamıştır. Tam tersi İslam’a göre mülkiyet sınırlı ve sosyal fonksiyonu olan bir haktır. Zira kişinin mal mülk sahibi olması sadece kendi gayret ve emeğinin bir sonucu olmayıp onun edinilmesinde sahibinin içinde bulunduğu doğal ve sosyal çevrenin de ciddi bir katkısı söz konusudur. Mal ve servet üzerinde başkalarının da hakkı vardır. Bu anlayışın zorunlu bir sonucu şudur: Mal ve servet sahibi bunları kendine ve başkalarına zarar verecek şekilde kullanamadığı gibi bu mal ve servet üzerinde toplumun ve ihtiyaç sahibi başkalarının da birtakım hakları vardır. Bu hak İslam’ın ana kaynaklarında en geniş anlamda “infak” kavramıyla ifade edilir. İnfak, malın dinimizin hayır olarak bildirdiği herhangi bir yolda harcanması demektir. Bu kavram kişinin sadaka, zekât, fitre, nafaka, kurban, hediye, ariyet, vakıf gibi gerek muhtaç kişilere gerekse kamu yararına yaptığı her türlü harcamayı içine alır. Kuşkusuz bunlar içinde en önemlisi zekâttır. Çünkü zekât İslam dininin üzerine kurulduğu beş temel esastan birini oluşturmakta ve şehadet ve namazdan sonra üçüncü sırada yer almaktadır. Zekât dinimizde belirli kimselere ödenmesi gereken mali bir borç olmanın ötesinde, insanı manen arındırıp yücelten dini bir vecibedir. İnsanın yaratıcısına olan sevgi ve bağlılığının bir sonucu ve O’nun kudret ve yüceliği karşısında boyun bükmenin bir göstergesidir. Nitekim zekât Kur’an ve sünnette hep dinin direği sayılan namaz ibadetiyle birlikte zikredilmiş ve onun ibadet boyutu ısrarla vurgulanmıştır. Bu yüzden Müslüman zekâtını her şeyden önce Allah’ın emrine uymak ve O’na kulluk görevini ifa etmek için vermelidir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 Zekât I Zekâtın bu ibadet anlamı yanında insani, sosyal ve ekonomik boyutları da vardır. Zekât sayesinde toplumun farklı kesimleri arasında karşılıklı güven, sevgi ve saygı köprüleri kurulur. İnsanlığın en eski ve en çözümü en zor problemi olan yoksulluğun tahammül edilir bir seviyeye inmesinde, nimetlerin paylaşılıp zengin ile fakir arasındaki uçurumun ortadan kalkmasında, sosyal adalet ve dayanışmanın gerçekleşmesinde, kısaca dinin en temel gayesi olan güvenli, istikrarlı ve huzurlu bir toplumun oluşturulmasında zekât kurumunun çok önemli bir rolü vardır. Elinizdeki kitabın bu ve bundan sonraki ünitesinde İslam dininin bu önemli kurumunu daha çok ilmihal boyutuyla ele almaya çalışacağız. Zekâta ayırdığımız bu ilk ünitede zekâtın tanımı, dindeki yeri, önemi, şartları ve zekâtı gerekli olan mallar üzerinde duracak, bir sonraki ünitede ise zekâtla ilgili diğer konulara devam edeceğiz. ZEKÂTIN TANIMI ve DİNDEKİ YERİ Zekâtın Tanımı Zekât sözlükte “temizlik, arıtma, artma, çoğalma, bereket, övgü” gibi anlamlara gelir. Dini bir terim olarak da; “Allah Teâlâ’dan farz olmak üzere, dince zengin sayılan kişilerden alınıp belirli hak sahiplerine ödenmesi gereken belirlenmiş bir mal” şeklinde tanımlanabilir. Bu malın, usulüne uygun bir şekilde çıkarılarak hak sahiplerine verilmesi ve bu şekilde malın temizlenmesi işlemine de zekât adı verilir. Zekât mali bir ibadettir. Bu ibadete “zekât” denilmesi, hem zekât veren kişiyi iç arınmaya götürmesi hem de zekâtı verilen malın artmasına vesile olmasından ötürüdür. Zekât kelimesi ile “arındırma” anlamına gelen “tezkiye” kelimesi aynı kökten gelir. Aşağıdaki ayette bu anlamda bir kullanım görülür: “Kendini (kötülüklerden) arındıran (tezkiye eden) kurtulmuştur (A’lâ, 87/14; Şems, 91/9) Ayrıca Kur’an, malın bir bölümünü zekât olarak bir başkasına verme işlemini kişinin temizlenip arınması olarak değerlendirir: “Onların mallarından sadaka al; bununla onları temizlersin, onları arındırırsın.” (Tevbe, 9/103). Zekât, Kur’an-ı Kerim’de kimi zaman “sıdk” kökünden türeyen “sadaka” kelimesi ile ifade edilmiştir (Tevbe, 9/58, 60, 103). Aynı kullanıma hadis-i şeriflerde de rastlanır. “Sadaka” sözlükte “doğruluk, içten bağlılık, sözünü tutmak” anlamına gelir. Bu kavram esas itibariyle söylenen sözün ve yapılan işin inançla uyum içinde Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 Zekât I olmasını anlatır. Aynı kökten gelen tasdik de zaten imanın kalp ve gönüldeki ifadesidir. Zekât imanda sadakatin göstergesidir. Demek oluyor ki, sadaka anlamıyla ilişkisi bakımından zekât imanda sadakat ve samimiyetin delili ve göstergesidir. Nitekim Hz. Peygamber “Sadaka delildir” buyurarak bunu açıkça ifade etmiştir (Müslim, “Tahâret” 1). Ancak “sadaka” kelimesi daha sonraki devirlerde genellikle zekât dışındaki gönüllü mali ödemeler için kullanılmaya başlanmış, günümüzde de hemen hemen bu anlamıyla yerleşmiştir. Dolayısıyla zekât, İslam’ın ana ilkelerinden biri olan fakir ve ihtiyaç sahiplerinin gözetilip kollanması ilkesinin genel adı olan sadaka kavramı içinde yer alır ve özel bir sadaka anlamına gelir. Zekâtın Hükmü Zekât İslam’ın beş temel rüknünden biridir. İbn Ömer’in rivayet ettiği meşhur bir hadiste Peygamberimiz zekâtın İslam’ın vazgeçilmez beş esasından biri olduğunu açık seçik ilan etmiştir: “İslam beş esas üzerine kurulmuştur. Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın elçisi olduğuna şehâdet etmek, namaz kılmak, zekât vermek, hacca gitmek ve ramazan orucunu tutmak” (Buharî, “İman”, 1, 2; Müslim, “İman”, 19-22). Zekât gerekli nitelikleri taşıyan her Müslüman üzerine farzdır (farz-ı ayın). Zekâtın Medine döneminde farz kılındığı kesin olmakla birlikte tam olarak hangi yılda temel bir dini emir olarak meşru kılındığı konusu tartışmalıdır. Genel kabule göre hicretin ikinci yılında ramazan orucundan sonra farz kılınmıştır. Farz oluşu Kur’an ve sünnetin kesin ve manası açık nasları ile sabittir. İslam alimleri, her asırda zekâtın farz ve dinin temel esaslarından biri olduğu konusunda görüş birliği etmişlerdir. İslam tarihi boyunca zekâtın temel bir dini vecibe (farz) olduğu konusunda herhangi bir tereddüt olmamış, aksine bir görüş ileri süren çıkmamıştır. Hatta zekâtın farziyetini kabul etmeyenlerin İslam dairesi içinde kalamayacağı açıkça belirtilmiştir. Ayrıca farz olduğuna inandığı halde zekât vermeyen kimse büyük günah işlemiş sayılır. Bir zorunluluk yokken zekâtı geciktirmek de tahrimen mekruh (harama yakın hoş olmayan bir davranış) kabul edilmiştir. İslam’ın Ana Kaynaklarında Zekât Kur’an’da Mekke döneminde inen ayetlerde zekât kavramı geçer. Fakat gerek zekât gerek diğer mali ödemeler bu dönemde sadece gönüllü olarak yapılan bir ibadet niteliğindedir. Zekâtın nisabı, oranı ve sarf yerleri kesin sınırlarıyla ancak Medine döneminde belirlenmiştir. Adeta Mekke döneminde Müslümanların Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 Zekât I zihinleri zekât fikrine alıştırılmış, Medine’de ise zekât toplumsal bir proje olarak kurumsal hale getirilmiştir. Zekât kelimesi Kur’an-ı Kerim’de 32 yerde geçer. Özellikle Mekkî ayetlerde zekât ve başka kavramlar aracılığıyla yoksulların, kimsesizlerin ve genel olarak ihtiyaç sahibi ve yardıma muhtaç kimselerin kollanıp gözetilmesi bir tema olarak sürekli işlenir. Bu ayetlerde insanın kendisi kadar çevresinden de sorumlu olduğu vurgulanır. Yetimin hor görülmemesi, isteyenin/dilencinin azarlanmaması gerektiği (Duhâ, 93/9-10), insanların mallarında ihtiyaç sahibi başkalarının da hakkı olduğu (Zâriyât, 51/19) ve akrabaya, yoksula ve yolda kalmışa bu hakkın verilmesi gerektiği haber verilir (İsra 17/26; Rum, 30/38). Yetimi ve yoksulu itip kakmak, onları doyurmamak ve doyurmaya da teşvik etmemek dini yalanlayan kişinin vasfı olarak anlatılır (Mâûn, 107/1-3). Diğer taraftan ilk inen surelerden itibaren zekât ibadetinin sadece Muhammed ümmetine has olmayıp önceki dinlerde de mevcut olduğu, daha önceki peygamberlerin ve ümmetlerin de zekât vermekle emrolundukları değişik vesilelerle ifade edilir (A’râf, 7/156; Meryem, 19/31, 55; Enbiyâ, 21/73). Kur’an-ı Kerim’de zekât yükümlülüğü kimi zaman “Namazı kılın, zekâtı verin!” gibi doğrudan inananlara yönelik bir emir şeklinde (Bakara, 2/43, 83, 110); kimi zaman da “Onların mallarından sadaka al; bununla onları temizlersin, onları arındırırsın.” gibi Hz. Peygamber’e yönelik bir hitap şeklinde (Tevbe 9/103) ifade edilir. Ayrıca zekât verilecek yerler de ayrıntılı bir şekilde açıklanır (Tevbe, 9/60). Kur’an-ı Kerim, mali ödemeler için sadaka, zekât, birr ve ihsan gibi kelimeler yanında infak kelimesini de kullanır. “İnfak” meşru yollardan kazanılmış malın Allah yolunda yerli yerinde ve cömertçe harcanmasıdır. Bu kavram kişinin, gerek muhtaç kişilere gerekse kamu yararına yaptığı her türlü harcamayı içine alır. Bu bakımdan infak, Kur’an ve sünnette tıpkı sadaka gibi farz olan zekâtı ve gönüllü olarak yapılan her çeşit hayrı kapsayan şemsiye bir kavram olarak karşımıza çıkar. Kur’an’a göre “hidayet ve müjde namaz kılan, zekât veren müminler içindir” (Lokmân, 31/3-4). Asıl iyilik de diğer iyi amellerle birlikte zekât vermekten geçmektedir (Bakara, 2/177). Kitap ehli ve müşriklerin durumlarını anlatan bir surede bütün dinlerde yer alan vazgeçilmez nitelikteki üç esas belirlenmektedir ki, bunlar tevhit, namaz, zekâttır (Beyyine, 98/5). Buna göre Allah’ın birliğine inanmak ve O’nun emrettiği şekilde dini yaşayarak namaz farzını yerine getirmek ne kadar önem taşıyorsa, zekât vermek de aynı ölçüde değer ve önem taşımaktadır. Öte yandan Yüce Allah bir taraftan zekâtın, inanmış bir toplumun temel unsurlarından birisi olduğunu ((Tevbe, 9/71)) ve zekât vermenin veya zengin olup Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 Zekât I zekât vermek için çalışmanın kurtuluşa erecek müminlerin bir özelliği olduğunu haber verirken (Mü’minûn, 23/1–4), öbür taraftan müşriklerin vasıflarından birinin zekât vermemek olduğunu zikreder: “Yazıklar olsun o müşriklere ki, onlar zekât vermezler ve ahireti inkâr ederler” (Fussilet, 41/6-7). Kur’an’a göre zekât vermeyen bir zengin, Allah’ın geniş rahmetine ve Allah ve Resulü’nün dostluğuna hak kazanamaz (el-A’râf, 7/156; Mâide, 5/55). Allah’ın mescitlerini de ancak Allah’a ve ahiret gününe iman eden, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren kimseler imar edebilir (Tevbe, 9/18). Ayrıca altın ve gümüşü biriktirip bunun zekâtını vermeyenler acıklı bir azapla tehdit edilir ve cehennem ateşi ile nasıl yanacakları çarpıcı ve ürpertici bir üslupla tasvir edilir: “Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayanlar var ya, işte onlara acıklı bir azabı müjdele. O gün bunlar cehennem ateşinde kızdırılır ve onların alınları, böğürleri, sırtları dağlanır; ‘işte kendiniz için biriktirdikleriniz servet, artık biriktirmekte olduğunuz şeyleri tadın’ denir” (Tevbe, 9/34-35). Yoksul, ihtiyaç sahibi ve korunmaya muhtaç kişilere yardım elini uzatma ve genel olarak sadaka ve Allah yolunda harcama yapma konusu hadis-i şeriflerde de geniş şekilde ele alınır. Özel olarak zekâtın farz oluşu, anlam ve önemi, şartları, hangi mallardan ne kadar verileceği, nasıl toplanıp nerelere sarf edileceği gibi konularla ilgili de Hz. Peygamber’in (s.a.) birçok söz ve uygulaması vardır. Cibrîl hadisi olarak bilinen meşhur hadiste Allah Resulü (s.a.) Cebrâil’in “İslam nedir?” sorusuna şöyle cevap vermiştir: “İslam, Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in O’nun kulu ve elçisi olduğuna şahitlik etmen, namazı kılman, zekâtı vermen, ramazan orucunu tutman, gücün yeterse haccetmendir”(Buharî, “İman”, 1, 37; “Zekât”, 1). Allah Resulü (s.a.) Muaz b. Cebel’i Yemen’e vali olarak gönderirken ona şu talimatı vermiştir: “Sen Kitap Ehli bir topluluğa gidiyorsun. Onlara önce Allah’tan başka Tanrı olmadığına ve benim Allah’ın elçisi olduğuma şehadet etmeye davet et. Eğer bunu kabul edip sana itaat ederlerse, Allah’ın, onlara günde beş vakit namazı farz kıldığını açıkla. Buna da itaat ederlerse, zenginlerinden alınıp fakirlerine verilecek olan zekâtı Allah’ın farz kıldığını onlara bildir” (Buharî, “Zekât” 1, “Tevhîd” 1; Müslim, “İmân” 29). Bu hadis-i şerîfte İslam tebliğinde takip edilmesi gerekli sırayı ve o sırada zekâtın yerini bulmaktayız: Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 Zekât I İslam tebliğinde takip edilmesi gereken sıra Kelime-i şehadet – namaz – zekât Yukarıda meallerini verdiğimiz ayet ve hadisler zekât farizasının önemini, onun ihmale gelmez bir görev olduğunu gözler önüne sermekte, verilmeyen zekâtın hesabının ahirette mutlaka sorulacağını göstermektedir. Kur’an-ı Kerim’de ve Hz. Peygamber’in sünnetinde zekât daima namazla birlikte zikredilmiştir. Bu husus namazla zekât arasında ne kadar kuvvetli bir bağ olduğuna ve kişinin Müslümanlığının ancak bu iki ibadeti yerine getirmekle kemâle ereceğine bir delildir. Namaz bedenî, zekât ise malî bir ibadettir. İkisine hâkim olan ruh ise Allah’a yaklaşmak ve onun rızasını kazanmaktır. Zekâtın Önemi Malî ibadetlerin en başında yer alan zekât, İslam binasının üzerine kurulduğu beş büyük sütundan biridir. İslam’ı karakterize eden kurumlardan ve dinin dışa yansıyan göstergelerindendir. Bu öneminden dolayıdır ki, zekât ibadetinin yaşatılması ve korunması İslam’ın en temel amaçlarından biri olan “dinin korunması” çerçevesinde değerlendirilmiş ve zekâtı inkâr eden veya vermekten kaçınanlara yönelik oldukça sert tedbirler öngörülmüştür. Nitekim Hz. Ebu Bekir Hz. Peygamber’in vefatından sonra zekât vermekten kaçınan bazı Arap kabilelerine karşı savaş açmış ve bu uygulamaya itiraz eden sahabîlere tarihe mal olmuş şu veciz sözlerle cevap vermiştir: Zekât, İslam binasının üzerine kurulduğu beş büyük sütundan biridir. “Allah’a yemin ederim ki, namazla zekâtın arasını ayıranlarla mutlaka savaşırım. Çünkü zekât, malın hakkıdır. Allah’a yemin ederim ki, Resulüllah’a (s.a.) verdikleri bir deve yularını bile bana vermekten kaçınırlarsa, sırf bu sebepten dolayı onlarla savaşırım (Buhârî, “İ‘tisâm” 2, “Zekât” 1, 40; Müslim, “Îmân” 32). Zekâtın Yararları Zekât vermek her şeyden önce bir ibadettir. Müslüman bu ibadeti Allah’ın bir emri olduğu için yerine getirir. Kim bunu Allah’a yakın olmak ve O’na şükretmek amacıyla gönül hoşluğu ve halis bir niyetle eda ederse Allah’ın rızasını ve ahiret hayatının nimetlerini kazanır. Bununla birlikte zekâtın gerek bireyler, gerekse toplum için sayısız faydaları vardır. Şimdi bunlardan bazılarına kısaca işaret edelim: Zekât Allah’ın verdiği nimetlere bir şükürdür: Nimetin şükrü, onu verenin razı olacağı yollarda harcamakla gerçekleşir. Namaz, oruç gibi bedeni ibadetler, Allah’ın ihsan ettiği vücut sıhhat ve selametinin şükrü, zekât ve diğer gönüllü mali ödemeler de mal nimetinin şükrüdür. Zekât insanın nefsini ve malını manevi kirlerden temizler: Zekât her şeyden önce insanın nefsini ve ruhunu temizler. İnsanı, cimrilik, bencillik, aç gözlülük, kalp katılığı, dünyaya ve dünya malına aşırı düşkünlük gibi birçok kötü huy ve alışkanlıktan arındırır, ihtiras zincirlerini kırar, aşırı maddecilikten, paranın esiri olmaktan kurtarır; cömertlik, acıma, başkalarını düşünme, fedakârlık, hayır ve Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 Zekât I Zekât Allah’ın verdiği nimetlere bir şükürdür yardımseverlik duygularını geliştirir, gönül zenginliği ve ruh yüceliği kazandırır. Öte yandan zekât insanın malını da temizleyip arıtır. İslam’a göre zekâtı verilmemiş mal manen kirlidir. Zenginin malında yoksul ve ihtiyaç sahiplerinin hakkı bulunduğu için bu hak ayrılıp verilmedikçe mal temiz sayılmaz. Nitekim zekâtın sözlük anlamlarından biri temizlemek ve arındırmaktır. Bu aynı zamanda zekâtın amacını oluşturur. Kur’an’ı Kerim bu amacı şu şekilde ortaya koyar: “Onları (Müminleri) arındırıp tertemiz kılmak üzere mallarından sadaka al.” (Tevbe, 9/103). Zekât malı artırır: Bir kişinin, servetinin bir kısmını zekât olarak başkalarına vermesi, bir bahçe sahibinin, bahçedeki meyvelerin daha verimli olmasını sağlamak için ağaçların dallarını seyreltmesine benzetilir. Zekâtı verilen mallar da bu ağaçlar gibi daha gür, çabuk ve sağlıklı büyürler. Zekâtı verilmeyen mallar ise ayıklanmayan ve bakımı yapılmayan ağaçlar gibi cılız kalır, sağlıklı ürün vermez. Zekâtın sözlük anlamlarından birinin “artma ve üreme” olmasının sırrı da buradadır. Kur’an-ı Kerim’de faizin aksine zekâtın malı nasıl artırıp çoğalttığı şöyle anlatılır: “Allah faizi yok eder, sadakaları artırır” (Bakara, 2/276). Zekât insanın nefsini ve malını manevi kirlerden temizler Zekât servetin âtıl kalmasını önler: İster işletilsin ister işletilmesin zekâta tabi malların her yıl zekâtını vermek zorunludur. Biriktirilip elde tutulan ve yatırıma yönlendirilmeyen sermaye yıldan yıla zekât ödemeleri sebebiyle erimeye yüz tutar. Bu yüzden zekât dolaylı da olsa sermayeyi yatırıma zorlar. Bu da üretim ve büyümenin artması, durgunluk ve işsizliğin azalması sonucunu doğurur. Yastık altı paraların ekonomiye katılmasını teşvik eder. Zekât, sosyal dayanışma ve sosyal güvenliğe katkıda bulunur: Zekât, toplumda sosyal güvenlik ve dayanışma sisteminin kurulmasında önemli bir rol oynar. Zekâtın zorunlu bir ibadet olarak fakir, kimsesiz, muhtaç, yetim, yolda kalmış ve borçlu gibi yardıma ve korunmaya muhtaç bütün sınıfları kapsaması, İslam dininin toplumsal bütünleşme, kaynaşma ve dayanışmaya ne kadar önem verdiğini gösterir. Zekât malı artırır Zekât bireyleri ve toplumu zenginlik ve yoksulluktan kaynaklanan fitnelerden korur: Zekât kurumunun temelinde yatan en önemli ilkelerden biri toplumda üretilen mal ve servetin toplamında, Kur’an’ın ifadesiyle, yoksullar ve fakirler için bir hakkın olmasıdır (Zâriyât, 51/19). Bu da toplam servetin yeniden dağıtılmasını, yani belirli bir çizginin üstünde varlık ve gelire sahip olanlardan, bu çizginin altında varlığı ve geliri olanlara doğru bir aktarım yapılmasını gerekli kılar. Hz. Peygamber zekâtın bu hikmet ve fonksiyonuna işaretle şöyle buyurmuştur: “(Zekât) onların zenginlerinden alınır, fakirlerine devredilir” (Tirmizî, “Zekât”, 21). Servetin zekât yoluyla geniş kitlelere yayılması toplumdaki gelir farklılığını tümüyle ortadan kaldırmasa da en azından iki kesim arasında ekonomik açıdan uçurum, dolayısıyla kutuplaşma ve gerilim meydana gelmesini önler. Böylece zekât insanları birbirine yaklaştırır, zengin ve yoksul kimseler arasında sevgi, saygı ve Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 Zekât I güven tesis eder. Zekâtla zenginin malı kirden, ruhu cimrilikten temizlendiği gibi, fakirin de gönlü kinden, haset ve kıskançlıktan temizlenmiş olur. ZEKÂTIN ŞARTLARI Zekâtla ilgili şartları iki gruba ayırmak mümkündür. Birincisi zekâtın yükümlülük şartları ikincisi de zekâtın geçerlilik şartlarıdır. Zekâtın yükümlülük şartları denince, bir kimsenin zekât ibadetiyle yükümlü sayılması için aranan şartlar, bir başka ifadeyle zekâtın kimlere hangi durumlarda farz olduğu kastedilir. Fıkıh dilinde bunlara “zekâtın farz oluş şartları” da denilmektedir. Zekât bir kişiye farz olduktan sonra bunun dinen geçerli bir şekilde eda edilmesi için de birtakım şartların gerçekleşmesi gerekir ki, bunlara da zekâtın geçerlilik şartları veya geleneksel ifadesiyle zekâtın sıhhatinin şartları denir. Zekâtın Farz Oluş Şartları Dinimize göre zekâtla yükümlü olan kişilerde Müslüman olmak, ergen olmak, akli dengesi yerinde olmak, zengin olmak şeklinde dört şart aranır. Zenginlik şartının yerine gelmesi için sahip olunan malların da belirli özellikler taşıması gerekir. Şimdi bu şartların neler olduğuna kısaca bakalım. Müslüman olmak Zekât İslam’a özgü bir ibadet olduğu için Müslüman olmayan kişiler bununla yükümlü değildir. Müslüman olmayanlar öncelikle iman etmekle mükelleftir. Ergen ve akli dengesi yerinde olmak Zekâtın ibadet olma özelliğini ön planda tutan Ebu Hanîfe’ye göre çocuk ve akıl hastaları namaz, oruç gibi diğer ibadetlerle yükümlü olmadıkları gibi zekâtla da yükümlü değillerdir. Çünkü akıl olmadan sorumluluk olmaz; ayrıca ibadetler niyetle eda edilir, çocuk ve akıl hastalarının niyeti ise geçerli değildir. Fakat çocuk ve akıl hastaları mali yükümlülük olma özelliği baskın olan “öşür”den (toprak ürünlerinin zekâtından) sorumludurlar. Hanefîlerden İmam Muhammed ve Ebu Yusuf’un da dâhil olduğu fakihlerin çoğunluğuna göre ise, zekât mali bir ibadet olduğu ve bir bakıma malın kirini temizleyip ihtiyaç sahiplerinin maldaki haklarını ödediği için, çocuk ve akıl hastalarının malları da zekâta tâbidir; bu borcu onlar adına veli ve vasileri öderler. Ancak Hanefi mezhebinde fetva, zekâtın ibadet yönünü ön planda tutan Ebu Hanife’nin görüşüne göre verilmiştir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 Zekât I Zengin olmak Zekâtın vücup sebebi zenginliktir. Bir kimsenin zekât yükümlüsü sayılması için zengin olması gerekir. Dinimize göre zengin, borcundan ve temel ihtiyaçlarından fazla nisap miktarı mala sahip olan kimsedir. İslami ölçülere göre, bir kişiyi zekât verme yükümlülüğüne sahip bir zengin sayabilmemiz için sahip olduğu servetin “nisaba ulaşmış olması”, “temel ihtiyaçlardan fazla olması”, “borç karşılığı olmaması”, “tam mülk olması”, “artıcı özelliğe sahip olması” ve “üzerinden bir yıl geçmiş olması” gerekir. Şimdi bu şartlara biraz daha ayrıntılı bir şekilde bakalım: 1. Nisap miktarına ulaşma: Nisap, zekât vermek için gerekli olan zenginliğin alt sınırıdır. Toprak ürünleri hariç zekâta tâbi bütün mallarda nisap şarttır. Nisabın altında gelir ve serveti olanlardan zekât alınmaz. Zekâta tabi her mal grubu için farklı nisap miktarları olup bunların büyük çoğunluğu Hz. Peygamber tarafından belirlenmiştir. Hadislerde temel mal grupları için nisap miktarları şu şekilde gösterilmiştir: Gümüşte 200 dirhem (595 gram); Altında 20 miskal (85 gram); devede 5, sığırda 30, koyunda 40 tane. Bu sayılara ulaştığında ilgili mal zekâta tabi demektir. Ticaret eşyası, gelirler ve nakit paraların nisabı da altın veya gümüşün nisabı gibidir. Günümüzde gümüş, para değerini kaybettiğinden para ve ticaret mallarının nisabını belirlemede altın nisabı esas alınmalıdır. Ebu Hanîfe’ye göre toprak ürünlerinde nisap aranmaz, bunların azı da çoğu da zekâta tabidir. Ebu Yusuf ve İmam Muhammed’e göre ise toprak ürünlerinin nisabı 5 “vesk”tir. “Vesk” eskiden kullanılan bir hacim ölçüsü olup beş vesk günümüz ağırlık ölçüleriyle -buğday için653 kg gelmektedir. Hanefî kaynaklarında Ebu Hanife’nin görüşü tercih edilmektedir. Ancak Ebu Yusuf ve İmam Muhammed’in görüşünün esas alınması günümüz şartlarına daha uygun görünmektedir. 2. Temel/zorunlu ihtiyaçlardan fazla olma: Zekât verecek kimsenin, kendisinin ve bakmakla yükümlü olduğu kimselerin temel ve zorunlu ihtiyaçlarından ve borcundan fazla en az nisap miktarı mala sahip olması gerekir. Çünkü temel ihtiyaç miktarı mal ile zenginlik ve refah meydana gelmez. Bu mal kişinin yaşaması için zaruri olan miktardır. Hangi malların ihtiyaç maddesi sayılacağı ve bunun ölçüsünün ne olduğu hususu kişiye, zamana, şartlara ve çevreye göre değişir. Bununla birlikte İslam bilginleri temel ihtiyaç maddeleriyle ilgili birtakım genel, açık ve objektif ölçüler getirmişlerdir. Temel ihtiyaçların bu ölçüler ışığında toplumun ortak değerlerine ve toplumdaki asgari geçim ve hayat standartlarına göre belirlenmesi gerekir. Hanefî mezhebini esas alarak temel ihtiyaçları şöyle özetleyebiliriz: Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 Zekât I İhtiyaca cevap verebilecek bir ev ve gerekli her çeşit ev eşyası. Kışlık ve yazlık giyecekler. Kişi ve aile fertleri için gerekli bir yıllık gıda maddeleri. Elinde borcuna karşılık tuttuğu mal. İhtiyaca göre bir veya birden fazla binek hayvanı veya araçlar. Sanat ve meslek aletleri. İlim için edinilen kitaplar. Hizmetçi: İslam bilginleri içinde yaşadıkları toplumu ve şartları dikkati alarak hizmetçiyi de asli ihtiyaçlar arasında saymışlardır. Günümüz şartlarında bu temel bir ihtiyaç olmaktan çıkmıştır. Bununla birlikte kişiye, topluma ve şartlara bağlı olarak böyle bir ihtiyaç ortaya çıkarsa bu yine temel ihtiyaçlardan sayılacaktır. Klasik eserlerimizde pek fazla üzerinde durulmamakla birlikte günümüzde önemli bir yekûn tutan sağlık, tedavi ve eğitim giderleri ile lüks ve aşırıya kaçmamak şartıyla seyahat ve dinlenme giderlerinin de temel ihtiyaçlar arasında sayılması gerektiğinde şüphe yoktur. Temel ihtiyaçların giderilmiş sayılması için bu mallara malik olmak şart değildir. Kirada oturup kirasını verebilecek güçte olanlar veya ulaşım ihtiyacını toplu taşıma araçlarından yararlanarak giderebilme imkânına sahip olanlar ya da gıda maddelerini yıl boyunca alacağı maaş ve ücretten temin edebilecek olanlar için bu şart gerçekleşmiş sayılır. 3. Borca karşılık olmama: Kural olarak borçlu olan kişi, borcuna karşılık olan bir malından dolayı zekâtla yükümlü olmaz. Fakat her borç zekâta mani değildir. Bu açıdan borçlar üç kısma ayrılır: Ödünç alınmış paralar, telef edilmiş şeylerin bedeli, kadınlara olan mehir borcu gibi şahıslara olan borçlar. Bunlar zekât mallarını nisaptan aşağı düşürürse zekât gerçekleşmez. Geçmiş yılların zekât borcu gibi Allah hakkı olmakla birlikte kural olarak devlet tarafından istenmesi mümkün olan borçlar. Bunlar da zekâtın gerçekleşmesine engel olurlar. Adak, kefaret ve fitre gibi Allah için yerine getirilmesi gereken, fakat belli bir hak sahibi ve talibi olmayan borçlar. Bunlar ise zekâtın gerçekleşmesine engel değildir. 4. Tam mülk olma: Bir malın zekâta tabi olabilmesi için o mal kişinin tam manasıyla mülkiyetinde olmalıdır. Malda mülkiyet hakkı olmakla birlikte sahibinin fiilen yararlanamadığı, yani üzerinde tasarruf yetkisi ve kudretinin bulunmadığı durumlarda kural olarak zekât gerekmez. Buna göre: Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 Zekât I Sahipsiz mallar, kamu malları, hayır amaçlı vakıf malları gibi belirli bir maliki olmayan mallar zekâta tabi değildir. Hırsızlık, gasp, rüşvet, faiz gibi haram yollarla kazanılan mallar zekâta tabi değildir. Çünkü İslam bilginleri haram malı elinde bulunduranın, bu mal üzerindeki mülkiyetini kabul etmemişler, onda tasarrufu yasaklamışlardır. Ayrıca zekât bir ibadettir. Haram malla ibadet söz konusu olamaz. Allah Teâlâ’nın yüce katına ancak temiz olan sözler ve işler ulaşabilir. Peygamberimiz (s.a.) bu gerçeği şu sözüyle dile getirmiştir: “Allah helalden başkasını kabul etmez” (Buharî, “Zekât”, 8). Haram malla ibadet söz konusu olamaz. Elde bulunmayıp ele geçeceği umulmayan malda zekât yoktur. İnkâr edilen, gasp edilen, düşman tarafından alınan, kaybolan, denize düşen, açık araziye gömülüp yeri unutulan, devletçe el konulan, mahkemece iflas hükmü konulan mallar bu gruba girer. Ancak evin herhangi bir yerine gömülüp yeri unutulan malların –bulunduğu takdirde geriye dönük olarak- zekâtını vermek gerekir. Satın alındığı halde henüz teslim alınmamış malın zekâtı verilir. Bir kimsenin başkasındaki alacağı üzerinde tam mülkiyeti olmamasına rağmen bazı alacaklardan zekât gerekir. Bu bakımdan alacaklar üç gruba ayrılır: Kuvvetli alacak: Çek, senet veya kuvvetli şahitlikle ispatı mümkün olan borç paralar ile ticaret mallarının bedelleri olan alacaklardır. Bu nitelikteki alacaklar tahsil edilmemiş bile olsa nisaba dâhil edilir ve zekâtlarını vermek gerekir. Fakat yükümlü kişi, alacağından zekât nisabının beşte biri kadar bir miktar tahsil etmedikçe zekât borcunu derhal ödemek zorunda değildir. Alacak tamamen tahsil edildiğinde, eğer ödenmemişse geçmiş yıllara ait zekâtların da ödenmesi gerekir. Orta kuvvette alacak: Bu, ticaret için olmayan bir malın bedelinden, örneğin bir evin kirasından veya ihtiyaç için kullanılan bir eşyanın satışından kaynaklanan alacaktır. Ebu Hanife’den gelen ve Hanefi mezhebinde tercih edilen rivayete göre bu gruba giren alacakların geçmiş senelere ait zekâtlarını ödemek gerekli değildir. Alacak tahsil edilir ve diğer şartlar gerçekleşirse zekâtlarının verilmesi gerekir. Zayıf alacak: Bunlar bir malın bedeli olmaksızın başkasında bulunan alacaklardır. Kadının kocasından alacağı mehir borcu, henüz sahibine verilmemiş diyet parası gibi. Bu tür alacakların zekâtını ittifakla önceden vermek gerekmez. Bunlar da tahsil edildikten sonra diğer şartlara bağlı olarak zekâta tabi olurlar. 5. Artma/çoğalma özelliğine sahip olma: Zekât verilecek malın artma ve çoğalma özelliğine sahip olması gerekir. Malın bu özelliğine fıkıhta “nema” adı veriler. Bu, malın sahibine, gelir, kâr, fayda temin etmesi veya kendiliğinden çoğalma ve artma özelliğine sahip bulunmasıdır. Bu bakımdan mallarda nema iki şekilde gerçekleşir: Hakiki (gerçek) nema: Bir malın ticaretle, doğumla veya tarımla artmasıdır. Ticaret malları, hayvanlar ve toprak ürünleri böyledir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 Zekât I Takdirî (hükmî) nema: Bir malın kendisinde nema imkânının bizzat (potansiyel olarak) mevcut olmasıdır. Altın, gümüş ve parada olduğu gibi. Nema şartını taşımayan mallar zekâta tâbi değildir. Örneğin binek hayvanları, çalıştırılan hayvanlar, oturulan evler ve ev eşyaları, meslek kitapları, meslek aletleri ve benzeri mallardan zekât gerekmez; ama bunlardan elde edilen gelirden zekât gerekir. Bununla birlikte eğer bu malların değeri temel ihtiyaçlardan fazla olup nisap miktarına ulaşıyorsa sahipleri zengin sayılır. Dolayısıyla zekât vermekle yükümlü olmasalar da fitre ve kurbanla yükümlü olurlar. 6. Üzerinden bir yıl geçme: Zekâtın gerekli olması için bazı malların üzerinden bir kameri yılın (ay yılının) geçmesi gerekir. Bunlar, altın, gümüş ve nakit para, ticaret malları ve hayvanlardır. Toprak ürünlerinin zekâtı hasat mevsiminde, maden ve definelerin zekâtı da elde edildikleri zaman ödenmesi gerektiğinden, bunlarda yıllanma şartı yoktur. Hanefîlere göre; bir malda zekâtın farz olabilmesi için, o malın hem sene başında hem de sene sonunda nisaba ulaşmış olması şarttır. Bir kimse sene başında nisap miktarına ulaşan bir mala sahip olsa, bu mal sene içinde nisabın altına düşse veya tamamen tüketilse, fakat sene sonunda yine nisap miktarına ulaşsa, sene sonu hesabıyla zekâta tabi olur. Zekât konusunda her Müslümanın sene başı değişiktir. Bir kimse hangi ayda nisaba malik olmuşsa o aydan itibaren bir yıl geçtikten sonra zekâtını vermelidir. Öte yandan senenin başında zekâta tabi nisap miktarı bir mala sahip olan bir kimsenin mülkiyetine yıl içinde başka mallar geçse, örneğin bu kişi yıl içinde maaş, ücret, ikramiye, bağışlar, miras vb. yoluyla başka mallar edinse bu tür gelirlerin asıl mala eklenip eklenmeyeceği ile ilgili şu hükümler vardır: Bu mal, ticaret mallarının kârı, hayvanların yavruları gibi önceden sahip olunan malın nemalandırılması sonucu elde edilmişse, eski mala eklenir. Eski malın üzerinden bir yıl geçtiğinden bu malın üzerinden de geçmiş sayılır. Bu mal, ticari kârlar ve hayvan ürünlerinin dışında olmakla birlikte elde bulunan nisap miktarı malın cinsinden ise bu da eski mala eklenerek hepsinin üzerinden bir yıl geçince zekâta tabi olur. Mesela zekât nisabına ulaşan bir miktar demiri bulunan bir tüccarın eline, sene içinde satış veya bağış yoluyla bir miktar daha demir geçse, yılsonunda bunların toplamının zekâtını vermesi gerekir. Bu mal, eldeki malın cinsinden değil ise nisabı tamamlamak veya yıl şartının gerçekleşmesi için eski mala eklenmez, her biri ayrı hükme tâbi olur. Mesela nisap miktarı sığıra sahip olan bir kimse, yıl içinde koyun satın alsa, koyun için de ayrıca bir yıl beklemesi gerekir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 Zekât I Zekâtın Geçerlilik Şartları İbadetlerde niyet şarttır. Zekât bir kişiye farz olduktan sonra onu dinen geçerli bir şekilde ödemek için de birtakım şartların gerçekleşmesi gerekir. Zekâtın niyet ve temlik olmak üzere iki önemli geçerlilik şartı vardır. Bunlarla ilgili temel hükümler aşağıdaki gibidir. Niyet Zekât bir ibadettir ve ibadetlerde niyet şarttır. Zekât niyeti olmaksızın zaman zaman dağıtılan sadakalar, yapılan bağışlar zekât yerine geçmez. Niyet, zekât hissesi ayrılırken veya ödenirken yapılabilir. Dağıtımdan sonra yapılan niyet geçerli olmaz. Ancak mal sahibi niyet etmeden zekât borcunu verdikten sonra henüz mal fakirin elinde iken niyet ederse bu yeterlidir. Bir kimse fakirde olan alacağını, zekâtına mahsuben bağışlarsa, bu zekât yerine geçmez. Yine bir alacak diğer bir fakire zekât olarak verilemez. Zekât vekil aracılığıyla ödenebilir. Bu durumda mal sahibinin zekât olarak vereceği malı vekile teslim ederken zekâta niyet etmiş olması gerekir. Niyetin dil ile söylenmesi şart olmayıp kalpten niyet edilmesi yeterlidir. Mal fakire verilirken onun zekât olduğunu söylemek de şart değildir. Hatta bir malı fakire zekât niyetiyle verirken bunun bir bağış veya hediye olarak verildiğini söylemek de zekâtın geçerli olmasına engel değildir. Bayram gibi sevinçli günlerde muhtaç olan hizmetçilere veya çocuklara ya da müjdeli bir haber getiren fakir kimselere verilecek bahşişlerin zekât niyetiyle verilmesi caizdir. Temlik Zekâtın geçerli olabilmesi için zekât verilecek malın veya paranın hak sahibinin eline verilmesi veya doğrudan mülkiyetine geçirilmesi şart olup buna “temlik” adı verilir. Verilen bir zekât fakir tarafından veya fakir çocuğun velisi ya da vasîsi tarafından teslim alınmadıkça tamam olmuş olmaz. Bir kimse zekât niyetiyle bir fakir veya yetimin karnını doyursa bu zekât yerine geçmez. Ama zekâta niyet ederek onlara gıda maddeleri verse bu zekât yerine geçer. Çünkü zekât niyetiyle fakire, yetime mal verildiğinde (temlik edildiğinde) o mal fakirin mülkiyetine girer. Böylece onlar kendi malından yemiş olurlar. Hanefi mezhebine göre cami, okul, yol, köprü, çeşme yapımı ve diğer hayır kuruluşlarına zekât verilmez; zekâtla ölü kefeni alınmaz ve ölülerin borçları Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 Zekât I ödenmez. Zekâta mahsuben bir fakiri bir dairede oturtmakla da zekât borcu ödenmiş olmaz. Çünkü bu durumlarda temlik şartı gerçekleşmemektedir. Hanefi mezhebine göre hayır kuruluşlarına zekât verilmez. Fakir bir kimsede alacağı olan zengin ona, “Alacağımı sana zekât olarak veriyorum” dese zekât borcu ödenmiş olmaz. Çünkü zekât borcu fakirin eline teslim edilmedikçe temlik gerçekleşmez. Ama borçlu, borcunu alacaklıya ödeyip sonra tekrar zekât olarak ondan alırsa bu, zekât yerine geçer. Zekâtın geçerli olması için temlikin zekâtı hak edenlere yapılması şarttır. Zekât almaya ehil olmayan kimselere verilen, mesela, zor durumda olmayan zenginlere veya onların küçük çocuklarına verilen mallar zekât yerine geçmez. ZEKÂTI GEREKLİ OLAN MALLAR Klasik eserlerimizde zekât düşen mallar beş ana grupta ele alınır: Hayvanlar Altın ve gümüş Ticaret eşyası Maden ve defineler Toprak ürünleri Günümüzde bunlara ek olarak zekâta konu yeni mal türleri ortaya çıkmış olup başlıcaları şunlardır: Paralar (Yerel paralar veya dövizler) Sanayi malları Gayrimenkuller (ev, dükkân, plaza, vs.) Nakil vasıtaları Hisse senedi ve tahviller Aşağıda bunların zekât nisap ve oranları hakkında kısa bilgiler verilecektir. Hayvanlar Hayvanların zekâtıyla ilgili başlıca ilke ve şartlar şunlardır: Zekâta tâbi olan hayvanlar deve, koyun ve sığır olmak üzere üç cinstir. Keçiler koyun cinsinden, mandalar da sığır cinsinden sayılır. Karışık oldukları takdirde nisap hususunda birbirlerine ilave edilirler. Atlardan zekât gerekip gerekmediği konusunda ise alimler arasında görüş ayrılığı vardır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 Zekât I Hayvanın “sâime” olması, yani senenin çoğunu ahırlarda geçiren besi hayvanı olmayıp genelde meralarda otlayan dört ayaklı evcil hayvanlardan olması gerekir. Ziraat, nakliyat vb. işlerde kullanılan hayvanlardan olmamaları gerekir. Süt ve diğer ürünlerinden yararlanılmak veya üremeleri sağlanmak amacıyla elde tutulmaları gerekir. Nisap miktarına ulaştıktan sonra üzerinden bir yıl geçmesi gerekir. Sâime olmayan hayvanlardan ticaret malı olmadıkça zekât gerekmez. Ticaret amacıyla beslenen hayvanlar zekât açısından ticaret mallarının hükmüne tabidir. Ticaret niyeti ile alınan, fakat daha sonra satımından vazgeçilip otlağa salınan hayvanlardan, ticaret niyetinden vazgeçildiği andan itibaren bir yıl geçtikten sonra zekât alınır. Sayıları nisap miktarından fazla bile olsa sâime olup henüz bir yaşını doldurmamış kuzu ve oğlaklardan, sığır, manda ve deve yavrularından dolayı zekât gerekmez. Fakat aralarında kendi cinslerinden büyük hayvanlar bulunursa zekâtları gerekir. Sâime hayvanların zekât nisap ve oranlarını şöylece sıralayabiliriz: Develerin zekâtı Deve zekâtının nisabı beştir. Beş taneden az olan develer için zekât gerekmez. Sayı arttıkça gereken zekât miktarı da artar; buna göre mesela beşten dokuza kadar bir koyun, ondan on dörde kadar iki koyun gerekir. Yirmi beş otuz beş deve arasına iki yaşında bir deve zekât olarak gerekir. Ülkemizi çok fazla ilgilendirmediği için develerle ilgili daha fazla ayrıntıya girmiyoruz. Koyun ve keçilerin zekâtı Koyun ve keçilerin nisabı kırktır. Bunlar birden otuz dokuza kadar zekâttan muaftır. 40’tan 120’ye kadar 1 Koyun/Keçi 121’den 200’e kadar 2 " 201’den 399’a kadar 3 " 400’den 500’e kadar 4 " Bundan sonra her yüz koyun ve keçi için bir koyun veya keçi verilir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 Zekât I Sığırların zekâtı Sığırların zekât nisabı otuz adettir. Bu miktarda sığır bulunan kimse bunların zekâtını vermekle yükümlüdür. 30’dan 39’a kadar 1 İki yaşında erkek veya dişi buzağı 40’dan 59’a kadar 1 Üç yaşında erkek veya dişi dana 60’dan 69’a kadar 2 Bir yaşında erkek veya dişi buzağı Bundan sonra her otuz sığırda bir buzağı ve her kırk sığırda bir dana verilmek üzere hesap edilir. Mesela yetmiş sığır (30+40) için bir buzağı ile bir dana; seksen sığır (40+40) için iki dana verilir. Atların zekâtı Binek hayvanı olan, nakliyatta kullanılan, savaş için yetiştirilen ve senenin çoğunu besihanelerde geçiren atlar ittifakla zekâta tabi değildir. Ticarete konu olan bütün atlardan değerleri üzerinden zekât alınır. Bu konuda da görüş birliği vardır. Ebu Hanife ve İmam Züfer’e göre nesil elde edilip ileride satılmak üzere erkeği dişisi karışık bir halde yaşayan ve senenin çoğunu otlaklarda otlayarak geçiren (sâime) atlar zekâta tabidir. İmam Muhammed ve Ebu Yusuf’a göre ise bu nitelikteki atlar zekâta tabi değildir. Hanefî mezhebinde fetva bu görüş doğrultusunda verilmiştir. Altın, Gümüş, Para Birçok hadis-i şerifte altın ve gümüşün zekât mallarından olduğu açıkça belirtilmiştir. Bir hadiste Hz. Peygamber 5 ukiyeden (=200 dirhem) az olan gümüşte zekât yükümlülüğünün olmadığını (Buharî, “Zekât”, 32), başka bir rivayette de gerek para, gerekse külçe hâlindeki gümüşün kırkta bir oranında zekâta tabi olduğunu bildirmiştir (Buharî, “Zekât”, 38). İslam bilginleri bu bilgi ve rivayetler ışığında altın, gümüş ve paraların zekâtıyla ilgili önemli hükümler ortaya koymuşlardır. Bunların bir kısmını şu şekilde sıralayabiliriz: Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 Zekât I Zekât verilecek altın, gümüş ve paralar nisap miktarına ulaşınca zekâta tâbi olur. Altının zekât nisabı 20 miskal = 85 gram, gümüşünki ise 200 dirhem = 595 gramdır. Altın ve gümüşten verilecek zekât oranı da 1/40’tır (% 2,5). Günümüzde kullanılan madenî ve kâğıt paraların nisabı altın ve gümüşe göre belirlenir. İhtiyacının ve borcunun dışında 85 gram altın veya 595 gram gümüş karşılığı parası olanların, bu paranın 1/40’ını (% 2,5) zekât olarak vermeleri gerekir. Günümüzde gümüş, para değerini büyük ölçüde kaybettiğinden para ve ticaret mallarının nisabını belirlemede değerini hâlâ koruyan altın nisabının esas alınması daha uygundur. Altın, gümüş, paralar ve ticaret malları tek başlarına nisaba ulaşmıyorlarsa, nisabı tamamlamak için biri diğerine ilave edilir. Altın, gümüş ve paralar nisaba ulaştıktan sonra üzerlerinden bir yıl geçmelidir. Hanefî mezhebine göre altın ve gümüşün nakit veya külçe olması ile süs takımları veya mutfak eşyası olması arasında fark yoktur. Altın veya gümüşten yapılmış bilezik, kolye, gerdanlık gibi kadın süs eşyaları ile ibrik, tepsi, çatal, bıçak gibi kaplar ağırlık olarak nisaba ulaşır ve üzerinden bir sene geçerse 1/40 oranında zekâta tabi olur. Fakat bu zekât, kendi cinslerinden olmayan bir mal ile ödenecekse tartılarına değil, değerlerine itibar edilir. Şafiî mezhebinde ise mubah olan ve israf ölçülerine varmayan kadın süs eşyası zekâta tabi değildir. Altın ve gümüş karışımı maddelerin zekâtı, karışım oranı hangisinin fazla ise ona göre verilir. Ticaret Malları Ticaret mallarının zekâtıyla ilgili hükümler kısaca şu şekildedir: Kural olarak ticarete konu olan her mal zekât tabidir. Ticaret niyetiyle elde bulundurulan ve fiilen satışa arz edilen giyim eşyası, gıda maddeleri, inşaat malzemeleri, ev, işyeri, arsa, hayvan gibi her çeşit maldan zekât vermek gerekir. Ticaret mallarının nisabı altın ve gümüşün nisabına (günümüzde altın nisabına) göre hesaplanır. Bu değerlerden noksan olan ticaret malından zekât gerekmez. Ticaret mallarının zekât oranı ise altın, gümüş ve paralarda olduğu gibi 1/40’tır (% 2,5). Nisaba ulaşan ticaret malının üzerinden bir yıl geçmeli, sene başında ve sonunda nisabın altına düşmemelidir. Malın sene içinde nisabın altına düşmesi zekâta engel değildir. Ticaret malları sene içinde kendi cinsleri ile veya başka bir malla değiştirilirse ya da yeni mallar edinilirse, bu malların üzerinden bir yıl geçmesi gerekmez, tüccar sene sonunda sahip olduğu bütün mallarının değerini hesaplar, buna mevcut parasını ve alacaklarını ilave eder. Bulduğu toplam değerin 1/40’ını (% 2,5) zekât olarak verir. Ticaret mallarının sene sonunda kıymetleri toptan piyasa fiyatlarına göre tespit edilir. Bu malların zekâtı hesap edilirken borçlar çıkarılır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 Zekât I Ticaret mallarının zekâtı mal olarak verilebileceği gibi bu malın tutarı para olarak da ödenebilir. Fakat gerek mal olarak ödeme yaparken, gerekse malın para cinsinden değerini belirlerken ortalama kalitenin altına düşmemeye özen gösterilmelidir. Satış ve kâr etme niyeti olmaksızın sadece kiralarından faydalanmak için satın alınan ev, otel, iş hanı, araba vb. her türlü mal ticaret malı olarak kabul edilmez. Bu tür malların zekâtı değerlerinden değil, gelirlerinden ödenir. Başlangıçta ticaret niyetiyle satın alınmamış olan bir mal, daha sonra ileride satılmak üzere evde veya depoda saklanırsa, bu mal ticaret malı olarak kabul edilmez. Dolayısıyla üzerinden bir yıl geçmekle zekâta tabi olmaz. Ticaret için olan hayvanların sayısına, beslenme durumlarına bakılmayıp kıymetlerine, yani para olarak değerine itibar edilir. Toprak Ürünleri Toprak ürünlerinden alınan zekâta “öşür” adı verilmektedir. “Öşür”ün sözlük anlamı “onda bir” demektir. Hz. Peygamber’in şu hadisi sebebiyle toprak ürünlerinden alınan zekât çoğunlukla onda bir oranında olduğu için bu isim verilmiştir: “Yağmur ve nehir sularıyla sulanan toprak mahsullerinde öşür onda bir (1/10), kova ile sulananlarda yarım öşür (1/20) vardır.” (Buharî, “Zekât”, 55) Öşür de bir tür zekât olmakla birlikte öşrün kendine özgü bazı fıkhî hükümleri vardır. Şimdi bunları kısaca ele alalım: Toprak ürünlerinden alınacak zekât veya vergi toprağın statüsüne göre belirlenir. Kural olarak haracî nitelikteki topraklardan haraç vergisi, öşrî nitelikteki topraklardan da öşür (zekât) alınır. Hanefî fıkıh kitaplarında Türkiye, Suriye, Mısır, Irak topraklarının haracî olduğu, dolayısıyla öşre tâbi olmadığı zikredilir. Eski dönemler için bu hüküm doğrudur. Çünkü Osmanlı Devleti döneminde bu topraklar “mirî arazi (hazine arazisi) statüsünde idi. Bunların kuru mülkiyeti devlete ait olup tasarruf şekli de devletçe düzenlenmekte idi. Mirî arazi bir bakıma kiralama usulüyle (dirlik usulü) işletilir, toprağın yararlanma hakkı devletçe yetkili kılınan kişiler tarafından belirli bir bedel karşılığında süresiz olarak özel kişilere verilirdi. Toprağın işletme hakkını alan kişilerin bu topraklar üzerinde mülkiyet hakları olmayıp sadece yararlanma hakları vardı. Bu yüzden onların toprağı satma, vakfetme, bağışlama, vasiyet etme, rehin verme gibi hukuki işlemlerde bulunma yetkileri yoktu. Ayrıca her yıl toprağın ürününden oranı devletçe belirlenen bir miktar vergi (haraç) alınırdı. Hanefî mezhebine göre bir arazide haraç ile öşür birleşemeyeceğinden bu toprakları işletenler ayrıca öşür ödemekle yükümlü değildi. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 Zekât I Osmanlılar döneminde mülkiyeti devlette kalmak üzere yararlanma hakkı özel kişilere verilmiş olan mirî arazi, Cumhuriyet döneminde tasarruf sahiplerine mülk olarak bırakılmıştır. Ayrıca bir kısım devlet arazisi de çeşitli yollarla topraksız çiftçiye mülk olarak verilmiştir. Günümüzde artık tarihteki anlam ve uygulama şekliyle mirî ve haracî arazi kalmamış, bu topraklar tapu sahiplerinin tam mülkü haline gelmiştir. Arazinin tapusuna sahip olan kişi onu satar, bağışlar, vakfeder, kiraya verebilir, ipotek edebilir, isterse boş bırakabilir, ölünce diğer malları gibi mirasçıları arasında paylaşılır. Bu yüzden tam anlamıyla öşrî araziye dönüşen bu topraklardan elde edilen zirai ürünlerin bugün usulüne uygun bir şekilde öşrünün verilmesi gerekmektedir. Bütün toprak ürünleri zekâta tabidir. Bu konuda sebze, meyve, hububat ve diğer ürünler arasında bir fark yoktur. Sadece odun, kamış, ot gibi kendiliğinden yetişen bitki ve ağaç ürünlerinden zekât gerekmez. Ebu Hanîfe’ye göre toprak ürünlerinde nisap şartı aranmaz. Toprak ürünlerden az olsun çok olsun zekât gerekir. Ebu Yusuf ve İmam Muhammed’e göre toprak ürünlerinde de nisap şarttır ve bu beş beş vesk’tir (= buğday için 653 kg). Bu nisaba ulaşmayan ürünler zekâta tabi değildir. Onlar bu görüşlerinde Hz. Peygamber’in “Beş veskten az (üründe) zekât yoktur” anlamındaki hadisine dayanırlar (Ebu Ubeyd, el-Emvâl, nr. 1422–1424). Hanefi eserlerinde Ebu Hanife’nin görüşünün daha kuvvetli olduğu belirtilmekte ise de günümüz şartlarında Ebu Yusuf ve İmam Muhammed’in görüşüne göre amel etmek daha uygundur. Şafiî mezhebinin ve değer mezheplerin çoğunun görüşü de bu yöndedir. Ebu Hanîfe’ye göre toprak ürünlerinde nisap şartı aranmaz. Toprak ürünlerinin zekâtı için üzerlerinden bir yıl geçmiş olma şartı yoktur. Bir sene içinde kaç defa ürün alınırsa her defasında zekât verilmesi gerekir. Uygun olan, hububatın zekâtının harman vaktinde, meyvelerin zekâtının da toplandıktan hemen sonra geciktirilmeden verilmesidir. Bununla birlikte hasat zamanında ödenmeyen toprak ürünlerinin zekâtı daha sonra da ödenebilir. Toprak ürünlerinin zekât oranı toprağın sulama tekniğine göre belirlenir. Toprak emek harcanmadan yağmur, nehir, dere, ırmak ve bunların kanalları ile sulanıyorsa zekât olarak ürünün 1/10’u; kova, dolap, motor veya ücretle alınan su ile sulanıyorsa 1/20’si verilecektir. Eğer arazi hem yağmur veya nehir sularıyla hem de emekle elde edilen su ile sulanıyorsa, hangisi ile daha çok sulanmış ise ona itibar edilir. Hanefî mezhebinin yerleşik görüşüne göre arazi için sulama dışında yapılan, tohum, gübre, ilaçlama, mazot ve işçilik gibi masraflar çıkarılmadan ürünün tamamından zekât verilir. Fakat bazı Hanefî eserlerinde bu tür masrafların çıkarılacağı yönünde görüşler de mevcuttur. Günümüzde bu masrafların önemli bir yekûn tuttuğunu göz önünde bulunduran bazı çağdaş İslam bilginleri de zekât ödenirken bu masrafların da dikkate alınması gerektiği sonucuna varmışlardır. Bu konuda mükellef için iki seçenek önerilmektedir: Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 Zekât I Bu tür masraflar yapılarak elde edilen toprak ürünleri emek ve masrafla sulanan arazinin ürünlerine kıyaslanır, dolayısıyla zekât 1/20 olarak ödenir. Sulama dışında kalan masraflar düşülür. Geriye kalan ürünün zekâtı sulama durumuna göre 1/10 veya 1/20 olarak verilir. Toprak ürünlerinden zekât gerekmesi için mükellefin akıllı ve ergen olması şart değildir. Mükellef akıl hastası veya çocuk ise velî veya vasîlerinin onlar adına zekâtlarını vermesi gerekir. Toprak ürünlerinden zekât düşmesi için arazinin mükellefin mülkü olması şart değildir. Mal sahibi karşılıksız olarak arazisini ekilmek üzere birisine verse, çıkan ürünün zekâtını bu şahıs öder. Arazi belli bir ücretle kiralanmış ise zekâtı kiracıdan alınır. Arazi yarıcılık usulü ile kiralanmış ise mal sahibi ve kiracı hisselerine düşen ürünün zekâtlarını ayrı ayrı öderler. Zekâta tabi ürünler yetiştikten sonra satılırsa, öşür satıcıdan, yetişmeden satılırsa satın alandan alınır. Zirai ürünlerin zekât borcu, mükelleflerinin vefat etmeleri ile düşmez, vârislerinden alınır. Aynı şekilde bu arazi vakfedilse yine öşrü alınır. Toprak ürünlerinin zekâtı malın cinsinden verilebileceği gibi değeri üzerinden para olarak da verilebilir. Hanefî mezhebine göre bal toprak ürünü olan çiçek özlerinden elde edildiğinden, öşür topraklarında üretilen baldan 1/10 oranında zekât alınır. Ebu Hanîfe’ye göre toprak ürünlerinde olduğu gibi balın zekâtında da nisap ve yıllanma şartı aranmaz. Madenler ve Defineler Madenler, yer altında doğal olarak oluşan kıymetli cevher kaynaklarıdır. Defineler ise eski devirlerde insanlar tarafından yer altına gömülüp gizlenen antika, hazine ve benzeri kıymetli maden ve eşyalardır. Hanefî eserlerinde ister maden, ister define niteliğinde olsun yer altında bulunan her türlü kıymetli eşya için “rikâz” terimi kullanılır. Madenlerin zekâtı Hanefîler’e göre vergi (zekât) yükümlülüğü açısından madenler üç gruba ayrılır: Altın, gümüş, demir, bakır gibi katı olup eritilebilin ve dökümü yapılabilen madenler. Bunlar zekâta (vergiye) tâbidir. Mermer, kireç, kömür, elmas, yakut, alçı gibi eritilmeye elverişli olmayan katı madenler. Bunlardan zekât (vergi) vermek gerekmez. Petrol, zift, cıva gibi katılaşmayan sıvı madenler. Bu tür madenler de zekâta tabi değildir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21 Zekât I Ayrıca denizden elde edilen, inci, mercan gibi kıymetli süs eşyaları ile amber gibi kokulardan ve balıklardan da zekât alınmaz. Hanefîlere göre sadece katı olup eritilebilen ve dökümü yapılabilen madenlerden zekât gerekir. Demek ki, Hanefîlere göre sadece katı olup eritilebilen ve dökümü yapılabilen madenlerden zekât gerekir, diğerlerinden gerekmez. Ancak zekât gerekmeyen madenler sanayi ve ticarete konu edilirse, bu takdirde ticaret mallarında geçerli olan esas ve usullere göre zekâta tabi olması gerekir. Hanefî mezhebine göre madenlerin zekâta tabi olabilmesi için belli bir nisaba ulaşması ve üzerinden bir yıl geçmesi şart değildir. Madenlerin zekât oranı 1/5’tir. Özel mülkiyet altında veya sahipsiz olan bir arazide maden bulunursa devlete 1/5 oranında vergisi verilir; kalan arazi sahibine veya madeni bulana aittir. Devlet ve kamu arazisinden ruhsatlı olarak çıkarılın madenler için de aynı hüküm geçerlidir. Devletin özel arazisinden veya vakıf araziden izinsiz olarak çıkarılan madenlerin tamamı devletin ve vakfındır. Hanefîler’e göre madenlerden alınan 1/5 oranındaki vergi, zekâtın verildiği sekiz sınıf dışında kamu yararına olan tüm devlet giderleri için kullanılabilir. Definelerin zekâtı Zekât (vergi) yönünden defineler de birkaç kısma ayrılır: İslami döneme ait defineler: Üzerinde İslam dinine ait ifade, şekil veya nişanlar bulunan değerli eşyadır. Üzerine Allah’ın ismi veya Müslüman hükümdarların turaları işlenmiş paralar gibi. Bunlar hakkında kayıp eşya (lukata) hükümleri uygulanır; bir yıl süreyle usulüne uygun ilân edilir, sahibi çıkmazsa fakirlere veya hazineye verilir. Bulanın ihtiyacı varsa kendisi de kullanıp tüketebilir. İslam öncesi döneme ait defineler: Üzerinde put, haç ve benzeri işaret ve şekiller bulunan değerli para veya eşyadır. Sahipsiz veya sahibi bilinmeyen topraklarda bulunmuş ise 1/5’i vergi olarak alınır, kalan bulana verilir. Mülk arazide bulunmuş ise 1/5’lik vergiden sonra kalan mülk sahibi veya vârislerine verilir. Hangi döneme ait olduğu anlaşılmayan defineler: Üzerinde hangi döneme ait olduğunu gösteren bir işaret bulunmayan para veya eşyadır. Bunlar hakkında bir görüşe göre İslami döneme ait definelerin, bir görüşe göre de İslam öncesi döneme ait definelerin hükmü uygulanır. Bir kimse kendi evinde maden veya define bulursa bu vergiye tabi değildir, tümü ev sahibinin olur. Madenler ve defineler tüm kamu hizmetlerine harcanabilir. Maden veya defineyi bulanın erkek veya kadın, çocuk veya yetişkin, Müslüman veya gayri müslim olması fark etmez. Definelerin vergilendirilmesinde de nisap ve yıllanma şartı yoktur. Alınan vergi (zekât) madenlerde olduğu gibi tüm kamu hizmetlerine harcanabilir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22 Zekât I Fabrika ve Sanayi Tesisleri Günümüzde, sanayi sektöründe eski dönemlerde benzeri olmayan modern atölye, fabrika ve işletmeler ortaya çıkmıştır. Bunlarda değeri büyük meblâğlara ulaşan modern üretim makineleri kullanılmaktadır. Bu tesislerde büyük çaplı üretimler yapılmakta ve büyük gelirler elde edilmektedir. Dolayısıyla bunların zekâtın farz olması için aranan “artıcı olma” özelliğine sahip olduklarında kuşku yoktur. Bu itibarla çağımız İslam alimleri sanayi sektöründeki bu yeni malların zekâta tabi olduğunda görüş birliği varmışlardır. Ancak bunlardan nasıl ve ne oranda zekât alınacağı konusunda farklı öneriler ileri sürmüşlerdir. Bu konuda iki yaklaşımın öne çıktığı görülmektedir: Üretim aracı makine ve fabrikalar ziraî araziye, bunların gelirleri de arazi ürünlerine kıyas edilir. Zekât bu mallardan değil, gelirlerinden alınır; zekât oranının da ziraî ürünlerde olduğu gibi safi gelirden 1/10 (% 10) veya gayri safi gelirden 1/20 (% 5) şeklinde belirlenmesi gerekir. Sanayi fabrikalarında dönen sermaye ve elde edilen gelirler, mal sahibinin elindeki para ve ticaret mallarına kıyas edilir. Makine ve fabrikaların kendisi ve duran sermaye demirbaş sayıldığı için kural olarak zekâta tâbi değildir. Buna göre fabrikanın duran varlıkları tespit edilip zekâttan muaf tutulduktan sonra dönen sermaye ve kâr hesaplanır. Bunların toplamından borçlar, malzeme, işçilik, üretim, pazarlama, yönetim, finansman gibi giderler düşülür. Geri kalan miktar nisaba ulaşır ve üzerinden bir yıl geçerse bunun 1/40’ı (% 2.5) zekât olarak verilir. Bu yaklaşımlar üzerine yapılan değerlendirmelerde, ikinci görüş klasik zekât hükümlerine daha uygun bulunmakta ve uygulamada bu görüşün tercih edilmesi tavsiye edilmektedir. Gayrimenkul ve Nakil Vasıtaları Bugün, yatırım amacı ile büyük binalar yapılmakta ve nakliye filoları kurulmaktadır. Kiraya verilen büyük binalar, daireler, dükkânlar, düğün salonları ile kara, hava, deniz taşımacılığında kullanılan nakil araçlarından büyük gelirler elde edilmektedir. Çağdaş İslam hukukçuları “artıcılık” özelliği mevcut olan bu gelir kaynaklarının zekâta tabi olduğunda görüş birliği etmişlerdir. Fakat bu malların zekâtının hangi statü ve usule göre alınacağı konusunda farklı öneriler getirmişlerdir. Bu konuda ileri sürülen görüşler fabrika ve sanayi tesislerinin zekâtıyla ilgili görüşlerle paralellik taşımaktadır. Bunlar içinde klasik zekât hükümleriyle uyum içinde olan görüşe göre, gelir getiren bina, araç vb. malların mülk değeri üzerinden zekât vermek gerekmez. Bunların sadece gelirleri zekâta Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23 Zekât I tâbidir. Elde edilen gelir nisaba ulaşır ve diğer şartlar da gerçekleşirse yıl sonunda 1/40 (% 2,5) oranında zekât verilir. Hisse Senedi ve Tahviller Hisse senedi, bir şirketin sermaye paylarının belirli bir parçasını temsil eden bir ortaklık ve mülkiyet belgesidir. Kural olarak bir şirketin hisse senedini alan kimse, o işletmenin kârıyla zararıyla maddi manevi bütün varlığına hissesi oranında ortak olur. Şirket varlığını devam ettirdiği ve kâr ettiği sürece hisse senedi sahibi de kâr elde eder. Hisse senedinin sahibine sağladığı bu gelire temettü (kâr payı) adı verilir. Günümüzde ekonomik ve mali ilişkiler yoğunlaşmış, sermaye piyasası giderek önem kazanmış ve hisse senetleri bu piyasanın en önemli aracı hâline gelmiştir. Bugün hisse senetlerinin büyük bir kısmı bir şirketin belirli bir payını temsil eden bir ortaklık belgesi olmaktan çıkarak kendisi bir mal hâline gelmiş ve bağımsız bir mal olarak borsada alınıp satılmaya başlanmıştır. Hatta hisse senedi deyince akla ilk olarak menkul kıymetler borsasında alınıp satılan, para gibi elden ele dolaşan ve istendiği anda nakde çevrilebilen kıymetli kâğıtlar gelmektedir. Buna göre günümüzde hisse senetleri başlıca iki amaçla satın alınmaktadır. Hisse senetlerini menkul kıymetler borsasında alıp satarak ticaretini yapmak ve bu yolla kazanç elde etmek. Hisse senedini uzun vadeli bir yatırım amacıyla elde tutup yıllık kârından (temettü) yararlanmak. Türü ve amacı ne olursa olsun bütün hisse senetleri sonuç itibariyle ticaret malıdır. Çünkü bunlar kâr elde etmek için elde bulundurulur. Dolayısıyla diğer ticaret malları gibi zekât hükümlerine tabi olmalıdır. Bu konuda çağdaş alimler arasında herhangi bir görüş ayrılığı yoktur. Fakat hisse senetlerinin zekâtının nasıl ve hangi ölçüye göre verileceği, onların türüne ve hangi amaçla elde tutulduğuna göre değişmektedir. Şöyle ki: Hisse senetleri ticareti yapılmak, yani borsada alınıp satılmak amacıyla alınmış ise ticaret mallarının tabi olduğu hükümler çerçevesinde piyasa değerleri üzerinden tamamının 1/40 (% 2.5) oranında zekâtı verilir. Hisse senetleri ticaret amacıyla değil de yıllık gelirinden yararlanmak (temettu) için alınmış ise bunların kendileri değil gelirleri zekâta tabidir. Yani bunların satın alma ve sermaye değerleri üzerinden değil, yıllık kârları üzerinden zekât verilir. Bu nitelikteki hisse senetleri ait olduğu şirketin her türlü varlığının belli bir parçasını temsil etmekte ve bir mülkiyet senedi özelliği taşımaktadır. Şirketin arsa, bina, makine, çeşitli demirbaşlar gibi zekâta tabi olmayan malları da bulunmaktadır. Ayrıca bu konuda şirketin mevcut parası, borç ve alacakları da dikkate alınmak Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24 Zekât I zorundadır. Bunun için hisse senedini çıkaran şirketin yıllık bilançolarından şirketin zekâta tabi olmayan malları ve yıllık kârı öğrenilir. Bunlardan hisse sahibinin payına düşen miktar tespit edilir. Hisse senedinin satın alma değeri ile yıllık kârının toplamından zekâttan muaf olan kısım çıkarılır. Geriye kalan miktar diğer mallarıyla birlikte zekât miktarına ulaşır ve diğer şartlar da gerçekleşirse bunun 1/40’ı (% 2.5) zekât olarak verilir. Kural olarak şirket hisselerinin zekâtını vermek hisse sahiplerinin görevidir. Ancak hisse sahipleri, hisselerinin zekâtını hesaplayıp çıkarma yetkisini şirket yönetimine bırakmışsa, şirket yönetimi hisse sahiplerini temsilen bu zekâtı ödeyebilir. Günümüzde tahvil, dövize endeksli tahvil, hazine bonosu, borç senedi gibi faizli yatırım araçları da yaygın bir şekilde kullanılmaktadır. Bunların alım satımı esas itibariyle caiz değildir. Çünkü bunlar, ister devlet isterse özel şahıs ve şirketler tarafından çıkarılsın faizli borç alıp verme niteliğindedir ve sahibine önceden belirlenen miktarda sabit bir faiz geliri sağlar. Bunlardan elde edilen faiz gelirlerinden zekât verilmez çünkü kural olarak haram para zekâta tabi değildir. Bu paranın tamamının fakirlere verilerek elden çıkarılması gerekir. Fakat faizli alacak senetlerinin ana sermayesi zekâta tabidir. Nisap miktarına ulaşır ve üzerinden bir yıl geçerse günlük piyasa bedelleri üzerinden kırkta bir oranında zekât verilir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 25 Zekât I Tartışma Ödev Özet •Zekât, belirli nitelikteki kimselerin belirli hak sahiplerine ödemesi gereken belirli bir maldan ibarettir. İslam’ın beş temel rüknünden birini oluşturan zekât akıllı, ergen, hür ve zengin her müslüman üzerine farz-ı ayndır. Farz oluşu kitap, sünnet ve icma ile sabittir. Zekâtın ibadet niteliği dışında gerek bireyler, gerekse toplum için birçok faydaları vardır. Zekâtın vücup sebebi zenginliktir. Bir kişinin zekât yükümlüsü olması için sahip olduğu mal ve servetin nisaba ulaşmış olması, temel ihtiyaçlardan fazla olması, borç karşılığı olmaması, tam mülk olması, artıcı özelliğe sahip olması ve üzerinden bir yıl geçmiş olması gerekir. Zekâtın dinen geçerli bir şekilde ödenmesi için de zekâta niyet edilmesi ve zekât verilecek malın doğrudan hak sahibine temlik edilmesi şarttır. Klasik eserlerde zekât düşen mallar, hayvanlar, altın ve gümüş, ticaret eşyası, maden ve defineler, toprak ürünleri şeklinde beş ana grupta ele alınır. Günümüzde bunlara ek olarak paralar, sanayi malları, gayri menkuller, nakil vasıtaları hisse senedi ve tahviller gibi zekâta tabi yeni mal türleri ortaya çıkmıştır. Bu mal gruplarıyla ilgili ortak hükümlerin yanında her bir mal grubuna ait özel hüküm ve görüşler de söz konusudur. • Evi olmayıp kirada oturan kişinin ev almak için biriktirdiği paradan zekât verip vermeyeceği konusunu araştırarak iki yüz kelimeyi aşmayacak şekilde yazınız. • Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “ödev” bölümüne yükleyebilirsiniz. • Günümüzde bazı malların zekât nisap ve oranlarında değişiklik yapmak söz konusu olabilir mi? Konuyu gerekçeleri ile forumda tartışabilirsiniz. • Düşüncelerinizi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “tartışma forumu” bölümünde paylaşabilirsiniz. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 26 Zekât I DEĞERLENDİRME SORULARI Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. 1. Aşağıdaki fıkıh bilginlerinden hangisi çocuklara zekât gerekmediği görüşündedir? a) Ebu Yusuf b) Ebu Hanife c) İmam Şafiî d) İmam Malik e) Ahmed b. Hanbel 2. Zekât mallarının nisap miktarları ile ilgili olarak aşağıdakilerden hangisi yanlıştır? a) Parada 20 miskal b) Devede 5 c) Koyunda 40 d) Sığırda 30 e) Altında 200 dirhem 3. Aşağıdaki malların hangisinden zekât gerekir? a) Binek hayvanları b) Ev eşyaları c) Yazlık ev d) Meslek aletleri e) Çek senet alacağı 4. Koyunların zekâtıyla ilgili olarak aşağıdakilerden hangisi söylenemez? a) 400’den 500’e kadar 4 koyun zekât gerekir. b) Koyunlar 1’den 39’a kadar zekâttan muaftır. c) Zekâtla koyunların “sâime” özelliğinde olması gerekir. d) 40’tan 80’a kadar 2 koyun gerekir. e) Bir yaşını doldurmamış kuzulardan zekât gerekmez. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 27 Zekât I 5. Hangi malların zekâtı için üzerinden bir yıl geçmiş olma şartı aranmaz? a) Toprak ürünleri b) Paralar c) Ticaret malları d) Hayvanlar e) Hisse senetleri Cevap Anahtarı: 1. b 2.e 3.e 4.d 5.a Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 28 Zekât I YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR Komisyon (1992). “Zekât”, el-Mevsû‘atü’l-fıkhiyye, XXIII, 383, Küveyt, Vezâretü'lEvkâf ve'ş-Şuûn. Ahmed, İ. Y. (tsz.) ez-Zekât: İbâdetün mâliyye ve edâtün iktisâdiyye, Kahire, Dâru’lMa‘rife. Ammarî, A. M. (1982) ez-Zekât: Felsefetuhâ ve ahkâmuhâ, Mekke, Rabıtatü'lÂlemi'l-İslâmî. Bilmen, Ö. N. (1992). Büyük İslam İlmihali. İstanbul: Timaş Yayınları. Çağırıcı, M. (2000). “İnfâk”, Diyanet İslam Ansiklopedisi (DİA), XXII, 289-290, .İstanbul. Erkal, M. (2004). Zekât : Bilgi ve Uygulama, İstanbul: Erkam Yayınları. Eşkar, M. S. v.dğr. (1998).Ebhâsun fıkhiyye fî kazâya’z-zekâti’l-mu‘âsıra, Amman, Darü’n-Nefais. Günay, M.(2008). Zekât Kitabı.İstanbul. Ensar Neşriyat. Komisyon (1999).Günümüz Meselelerine Fetvalar. Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. Komisyon(2004). İlmihal I: İman ve İbadetler, Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. İbn Âbidîn, M. E. (1987). Reddü’l-muhtâr ‘ale’d-Dürri’l-muhtâr, Beyrut. İbnü’l-Hümâm, K. M. b. A. (tsz.), Fethu’l-kadîr, Beyrut, Dâru İhyâi’t-türâsi’l-arabî Kardavî, Yusuf (1973) Fıkhü'z-zekât, Beyrut. Kardavî, Y.(1994). Likey tencah müessesetü'z-zekât fi't-tatbîki'l-mu‘âsır , Beyrut, Müessesetü'r-Risâle. Kâsânî, E. B. b. M. (1986). Bedâi‘u’s-sanâi‘, Beyrut. Mehmed Zihni Efendi (2001). Oruç ve Zekât İlmihali, Haz. İbrahim HatiboğluNecdet Yıldız. İstanbul. Özek, A.v.dğr. (1984). İbadet ve Müessese Olarak Zekât. İstanbul: İslami İlimler Araştırma Vakfı Yayınları. Özek, A. v.dğr. (tsz.) Türkiye'de Zekât Potansiyeli, Haz. Sabri Orman-İsmail Kurt.İstanbul:İslami İlimler Araştırma Vakfı Yayınları. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 29 Zekât I Yavuz, Y. V. (1992). Bir Sosyal Güvenlik Kuruluşu Olarak Zekât. İstanbul: Tuğra Neşriyat. Yavuz, Y. V. (193). İslamda Zekât Müessesesi. İstanbul. 5. Baskı:Çağrı Yayınları. Zebîdî, Zeynüddîn Ahmed b. Ahmed (1987).Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarîh Tercümesi ve Şerhi, Tercüme ve şerh: Ahmed Naim-Kamil Miras. Ankara. Zeydan, A. (2000) .el-Mufassal fî ahkâmi’l-mer’e ve beyti’l-müslim fi’s-şerî‘ati’lislâmiyye, Beyrut. Zuhaylî, Vehbe (1985). el-Fıkhü’l-islâmî ve edilletühû, Dımaşk. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 30 HEDEFLER İÇİNDEKİLER ZEKÂT II • Zekâtın Farz Olma ve Ödenme Zamanı • Zekâtın Düşmesi • Zekâtın Ödeme Şekli • Zekât Verilecek Yerler • Zekât Verilmeyecek Yerler • Zekât Vermede Yanılma • Zekât – Vergi İlişkisi • Bu üniteyi çalıştıktan sonra • Farklı mallara göre zekâtın farz olma ve ödeme zamanını açıklayabilecek • Zekâtın ödeme yeri ve biçimini anlatabilecek • Zekât verilecek ve verilmeyecek yerleri ayırt edebilecek • Zekâtın vergi ile ilişkisini değerlendirebileceksiniz. İSLAM İBADET ESASLARI ÜNİTE 10 Zekât II GİRİŞ Bir önceki ünitede zekâtla ilgili konuları iki ayrı ünitede ele alacağımızı belirtmiştik. Birinci ünitede zekâtın tanımı, dindeki yeri ve önemi, çeşitli açılardan yararları, zekâtın yükümlülük ve geçerlilik şartları, zekâta tabi mallar gibi çok önemli konuları işledik. Bu ünitede ise zekâtla ilgili temel konu ve meseleleri ele almayı sürdüreceğiz. Zekâtın farz olma ve ödeme zamanı, düşmesi, ödeme şekli, zekât verilecek ve verilmeyecek yerler, zekâtın hak sahiplerine nasıl dağıtılacağı, zekât vermede yanılma ve zekât-vergi ilişkisi bu ünitenin ana konularını oluşturacaktır. ZEKÂTIN FARZ OLMA VE ÖDENME ZAMANI Zekâtın farz olma ve ödeme zamanı zekâta konu olan mallara göre bazı farklılıklar arz etmektedir. Buna göre altın, gümüş ve para ile ticaret malları ve hayvanların zekâtı, nisaba ulaşma anından itibaren bir kamerî yılın (ay yılının) tamamlanması ile farz olur. Toprak ürünlerinin zekâtı da ürün ortaya çıkıp yok olma endişesi ortadan kalktığı vakit farz olur. Hanefi mezhebinde tercih edilen görüşe göre ekinler bitmeden ve meyveler belirgin hâle gelmeden toprak ürünlerinin zekâtını vermek caiz değildir. Çünkü bu durumda farziyet sebebinin mevcut olmadığı kabul edilir. Fakat ekinler bittikten, meyveler belirginleştikten sonra henüz olgunlaşmadan zekâtları yaklaşık olarak hesaplanarak verilebilir. Madenlerin ve balın zekâtı da bunlar elde edildiğinde farz hâle gelir ve ödenir. Bunlar dışındaki malların, yani altın, gümüş, para, ticaret malları ve hayvanların zekâtı ise nisap bulunduğu takdirde vaktinden önce (sene dolmadan) ödenebilir. Hatta nisap miktarı malın birkaç yıllık zekâtı birden verilebilir. Yılsonlarında bu miktar mevcut bulundukça zekâtları verilmiş sayılır. Bu miktardan azalmış olursa verilmiş zekât sadaka yerine geçer. Şartları gerçekleşen malda zekâtın kural olarak derhâl ödenmesi gerekir. Zekât borcunun haklı ve geçerli bir sebep bulunmaksızın geciktirilmesi doğru değildir. Çünkü bu borç doğrudan ihtiyaç sahiplerinin haklarını ilgilendirmektedir. Fakat İslam’daki “kolaylaştırma ilkesi” gereği zekât borcunun makul bir süre geciktirilmesi caiz görülmüştür. Mesela zekât vermek için daha muhtaç fakirleri aramak, uzakta olan fakir akrabaya zekât göndermek veya mükellefin o anda zekât malına ihtiyacının olması gibi sebeplerle zekât borcu bir süre geciktirilebilir. Bu sürenin ne kadar olacağı duruma göre değişir. Bu konuda esas olan zekâtın yıl içinde ödenmesi, zorunlu hâller dışında ertesi yıla bırakılmamasıdır. Zorunlu hâllerde ise zekât borcunun bir sonraki yıla ertelenebileceği belirtilmektedir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 Zekât II Zekâtı ödemenin belirli bir zamanı yoktur. Zekâtı ödemenin belirli bir zamanı yoktur. Bunun için belirli bir ayı veya ramazanı beklemeye gerek yoktur. Zekât ödeme zamanı mükelleften mükellefe de değişir. Farz oluş şartları gerçekleştiğinde zekâtın verilmesi gerekir. Bununla birlikte şart olmadığı hâlde Müslümanlar zekât borçlarını rahmet ayı olan ramazan ayında ödemeyi âdet hâline getirmişlerdir. Bunda da dinen bir sakınca yoktur. ZEKÂTIN DÜŞMESİ Bir malın zekâtı gerekli olduktan sonra zekât henüz ödenmeden o mal sahibinin kusuru olmaksızın elden çıkar veya yok olursa, mesela çalınır, kaybolur veya gasp edilirse zekât borcu düşer. Mükellefin ödeme imkânını sahip olup olmaması fark etmez. Ama bu mal bağış veya satış gibi yollarla tüketilir veya elden çıkarılırsa zekât borcu düşmez, bunun ödenmesi gerekir. Buna karşılık zekât malının aslı değil de zekât olarak ayrılan mal zayi olursa zekât borcu düşmez, bunun mislini veya bedelini vermesi gerekir; çünkü elindeki maldan zekâtı çıkarıp vermesi mümkündür. Ödenmeyen zekât borcu ne kadar zaman geçerse geçsin düşmez. Ödenmeyen zekât borcunun üzerinden seneler geçse bile bu borç düşmez. Çünkü zekât fakir ve yoksulların hakkı olup zamanın geçmesi sabit hakları düşürmez. Zekât borcu doğduktan sonra mükellef vasiyet etmeden ölürse zekât düşer, mal mirasçılarına geçer. Mirasçılardan ehliyet sahibi olanlar isterlerse bunu kendi hisselerinden bağış olarak verebilirler. Ancak ölen vasiyet etmişse mirasının üçte bir miktarından zekât borcu ödenir. ZEKÂTIN ÖDEME ŞEKLİ Zekât mali olduğu kadar sosyal yönü de ağırlıklı bir ibadettir. Zekât mali bir ibadettir. Bunun yerine getirilmesinden doğrudan mükellef birey sorumludur. Fakat zekât mali olduğu kadar sosyal yönü de ağırlıklı bir ibadettir. Bu yüzden onun gerek toplanması gerek hak sahibine ulaştırılması düzenli bir organizasyona ihtiyaç duyar. Zekâta zenginlerden alınıp fakirlere verilmesi gereken bir “hak” olarak bakılması ve gerekirse zorla alınacağının kabul edilmesi, zekât organizasyonunda devletin etkin bir şekilde yer almasını zorunlu kılmaktadır. Ayrıca ihtiyaç sahibinin zekât hakkını doğrudan mükelleflerden değil de devletten almasının, onun onurunu ve izzeti nefsini daha fazla koruyacağında şüphe yoktur. Bu ve benzeri gerekçelerden ötürüdür ki, İslam toplumlarında zekâtın toplanıp hak sahiplerine dağıtılması öteden beri devletin bir görevi olarak görülmüş ve bu iş genellikle devlet memurları tarafından yürütülmüştür. Hz. Peyamber’in (s.a.) Muaz b. Cebel’i Yemen’e zekât toplamak üzere gönderdiğinde ona söylediği şu söz de açık bir şekilde zekâtın toplanıp dağıtılmasında devletin rolüne işaret etmektedir: Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 Zekât II “Onlara söyle, Allah mallarında zekâtı farz kıldı. Bu zekât zenginlerden alınır, fakirlere verilir” (Buharî, “Zekât”, 1). Fakat bu konuda zamanla, şartlar öyle gerektirdiği için zekâta tabi mallar, “açık mallar (hayvanlar, toprak ürünleri, madenler)” ve “gizli mallar (altın, gümüş, paralar, ticaret malları)” şeklinde bir ayırıma tabi tutulmuş ve iki grup mal için farklı hükümler öngörülmüştür. Hanefî mezhebinde, açık malların zekâtının devlet tarafından toplanıp dağıtılacağı, gizli malların zekâtının ise bizzat mükellef bireyler tarafından ödeneceği şeklinde bir yaklaşım ve uygulama benimsenmiştir. Şafiîlere göre de gizli mallar bizzat mükellef tarafından ödenir. Açık mallar konusunda ise mezhep içinde iki görüş bulunmakta, biri bunların devlet eliyle toplanacağını, diğer ise gizli mallarda olduğu gibi mükellef birey tarafından yerine getirileceğini öngörmektedir. Zekât olarak ödenecek malın “iyi” vasıfta olması gerekir. Çağdaş İslam alimleri de malların zekâtının hükümetler tarafından oluşturulacak özel bir zekât kurumu vasıtasıyla toplanıp hak sahiplerine ulaştırılmasını önerirler. Ancak laik devletlerde bunun bir devlet organizasyonu olarak yapılması düşünülemeyeceğinden belki bu, devletin gözetim ve denetimi altında sivil organizasyonlar tarafından yapılabilir. Bununla birlikte zekâtın devlet tarafından toplanıp denetlenmediği yerlerde mükellefin açık ve gizli bütün mallarının zekâtını bizzat kendisinin vermesi gerekir. Sonuçta bu inanan bireyler üzerine bir farz-ı ayndır. Zekât ister devlet eliyle, ister mükellef tarafından ödensin ödeme şekliyle ilgili şu hususlara dikkat edilmesi gerekir: Zekât olarak ödenecek malın “iyi” vasıfta olması gerekir. Kişi kendisine verilmesini istemediği malları başkalarına zekât olarak vermemelidir. Yüce Allah “kazandıklarımızın iyilerinden infak etmemizi” emretmekte (Bakara, 2/267) ve “Sevdiğiniz şeylerden (hayır yolunda) harcamadıkça ‘iyi’ye eremezsiniz” buyurmaktadır (Âl-i İmrân, 3/92). Fakat zekâtın, malın en iyisinden olması şart değildir. En iyi ile en kötü arasında orta bir kalitede olması yeterlidir. Çünkü insanların en iyi mallarının alınması veya bunu ödemekle yükümlü tutulmaları insan tabiatına uygun değildir. Bu yüzden Peygamberimiz, Muâz b. Cebel’e “Hâlkın en iyi mallarını zekât olarak almaktan sakın” talimatını vermiştir (Buharî, “Zekât”, 1). Zekât borcu değer olarak da ödenebilir. Hanefi mezhebine göre zekât borçları, zekâta tabi malların kendilerinden verilebileceği gibi, (para olarak) değerleri de verilebilir. Günümüzde zekâtın para olarak verilmesi fakir için daha yararlıdır. Zekât bir defada ödenebileceği gibi taksitli olarak da ödenebilir. Fakat bunun gelecek seneye kalmadan ödenmesi gerekir. Bir zorunluluk yokken daha fazla Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 Zekât II geciktirme tahrîmen mekruh kabul edilmiştir. Bununla birlikte ne zaman ödenirse ödensin bu kaza değil, eda yerine geçer. Zekât hak sahibine bizzat elden verilebileceği gibi, vekâlet veya PTT veya banka havalesi yoluyla da verilebilir. Mükellefin gönderirken bunun zekât olduğuna niyet etmesi yeterlidir. Burada önemli olan zekâtın ilgili şahsa ulaşmasıdır. Bu yüzden yerine ulaşıp ulaşılmadığının kontrol edilmesi gerekir. Kural olarak zekâtın malın bulunduğu veya toplandığı yerde dağıtılması gerekir. Dağıtıma hak sahibi en yakın akrabadan başlamak ve yakından uzağa doğru bir sıra takip etmek tavsiye edilir. Zekât malanın bulunduğu yerden başka bir yere nakledilmesi hoş karşılanmaz. Fakat uzakta olan fakir akrabayı gözetmek, daha muhtaç kişilere vermek, alim bir kişiye veya öğrenciye ulaştırmak gibi amaçlarla zekâtın başka bölgelere nakledilmesi caiz görülmüştür. Günümüzde servet ve zenginlik dünyanın belirli bölgelerinde yoğunlaşmıştır. Buna karşılık dünyanın birçok yeri aç ve yardıma muhtaç insanlarla doludur. Bu yüzden zekâtın dağıtımında ülke ve dünya genelini göz önünde bulundurmak ve mümkün olduğu ölçüde zekâtı, onu en fazla hak edenlere ulaştırmak zekâtın anlam ve amacına daha uygundur. ZEKÂT VERİLECEK YERLER Kur’an-ı Kerim’de zekâtın verileceği kişiler ayrı ayrı sayılmıştır. Tevbe Suresi 60. ayette Yüce Allah şöyle buyurur: “Sadakalar (zekâtlar) Allah’tan bir farz olarak fakirlere, miskinlere, zekât işinde çalışanlara, kalpleri İslam’a ısındırılacaklar, kölelere, borçlulara, Allah yolunda olanlara ve yolda kalmışlara aittir. Allah bilendir, hâkimdir.” (Tevbe 9/60). Görüldüğü gibi bu ayette zekâtın sekiz ayrı sınıfa verileceği belirtilmektedir. Ancak Kur’an’da bu sekiz sınıfın kimleri kapsadığı ve hangi şartlar altında zekât alabileceklerine dair ayrıntılı bilgi yoktur. Ayrıca ayette bu sınıflar sayılırken bunların zamana ve şartlara göre yorumlanmasına imkân tanıyan oldukça genel ifadelerin kullanıldığı da dikkat çekicidir. İslam bilginleri, Hz. Peygamber’in ve sahabenin uygulama ve açıklamaları ışığında bu sınıflarla ilgili ayrıntılı hükümler ortaya koymuşlardır. Bu hükümlerden bir kısmını ağırlıklı olarak Hanefîler’in görüşlerini esas alarak kısaca şu şekilde açıklayabiliriz: Fakirler ve miskinler Ayet-i kerimedeki sıraya göre zekât verilecek sınıfların ilk ikisi Müslüman fakirler ve miskinlerdir. Hanefiler’e göre fakir temel ihtiyaçlarını karşılamakla birlikte nisap miktarı veya daha az malı bulunan kimsedir. Miskin ise hiçbir geliri ve malı olmayan kimseye denir. Şafiî ve Hanbelîler’e göre ise fakir ve miskine verilen Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 Zekât II anlamlar tam tersi olup, fakir miskine göre daha fazla ihtiyaç içinde olan kimsedir. Fakir ve miskin terimlerinin farklı manalarda olduğu kabul edilse de bu konudaki görüş ayrılığının pratik bir sonucu pek yoktur. Çünkü bu iki terim yoksulluk sınırları içinde yaşayan, kıt kanaat geçinen ve mal varlığı asgari zenginlik ölçüsü niteliğindeki zekât miktarına varmayan kimselerin tümünü kapsamaktadır. İster bir miktar malı olsun ister hiçbir şeyi olmasın bu nitelikteki herkese zekât verilebilir, hatta zekâtın öncelikle bunlara verilmesi gerekir. Miskin hiçbir geliri ve malı olmayan kimseye denir. Fakir ve miskine, sağlıklı ve kazanç sahibi de olsalar zekât verilebilir. Çünkü şeran zengin sayılmanın sınırı ve ölçüsü nisaptır. Nisabın altında mala sahip olanlar yoksul, üstünde mal varlığı olanlar zengin sayılır. İslam’da zekât verilecek yerler kişilerin sınıf ve meslek gruplarına göre belirlenmemiştir. Belli bir geliri olsa bile mal varlığı asgari zenginlik ölçüsüne ulaşmayan herkes zekât alabilir. Bu itibarla aldığı ücret kendisinin ve bakmakla yükümlü olduğu kişilerin asgari temel ihtiyaçlarına yetmeyen ve başka bir mal varlığı da olmayan memur ve ücretlilere de zekât verilebilir. Hanefîlere göre fakir ve miskinlere bir defada en fazla nisap miktarı kadar zekât verilebilir. Zekât verilecek yoksul kişi, borçlu veya aile reisi değilse bu miktarda zekât verilmesi de caiz olmakla birlikte mekruhtur. Nisap miktarından fazla verilmesi ise caiz değildir. Çünkü temel ihtiyaçlarından başka artıcı olsun veya olmasın nisap miktarı mala sahip olan kimse şeran zengin sayılır, zengine ise zekât verilmez. Şafiîlere göre ise fakirin fakirliğini ortadan kaldıracak, ona bir ömür boyu sürekli yetecek ve bir daha zekât almaya ihtiyaç duymayacak ölçüde zekât verilmesi caizdir. Kişinin, temel ihtiyaçlarından fazla nisap miktarı malı olmakla birlikte bunlar “artıcı” özellikte değilse, bu kişiye zekât verilmez. Ama onun zekât vermesi de gerekmez; bu kişi sadece fitre vermek ve kurban kesmekle yükümlüdür. Zekât işinde çalışanlar Zekâtın verileceği gruplardan üçüncüsü “zekât işinde çalışanlar”, yani zekât gelirlerini toplamak ve dağıtmakla görevlendirilen memurlardır. Ayette geçen “âmilîn” kelimesi “âmil”in çoğuludur. Hadîs-i şerîflerde “âmil” genel olarak zekât dâhil her türlü devlet gelirlerini toplayıp dağıtan kişi anlamında kullanılır. Hz. Peygamber’in birçok kişiyi zekât âmili olarak tayin ettiği bilinmektedir. Bu durum, aynı zamanda İslam’ın ilk dönemlerinden itibaren zekât işinin devletin yönetim ve kontrolü altında yapıldığını gösterir. Zekât gelirlerini mükelleflerden alıp bir yere toplayan, koruyan, hak sahiplerine dağıtan, hesap işlerini yürüten, tartan, ölçen, sayan ve zekât idaresinin her kademesinde çalışan memurların tamamı âmiller sınıfına girmektedir. Buna Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 Zekât II karşılık her ne kadar “âmil” ismiyle anılsa da devletin zekâtla meşgul olmayan diğer memurları bu sınıfa dâhil değildir. Onların maaşları başka gelirlerden verilir. Zekât işinde çalışanlar yaptıkları işin karşılığını zekât malından alırlar. Onlara zekâttan kendilerine ve yardımcılarına yetecek miktarda bir pay verilir. Zekât memurlarının mal sahiplerinden kendileri için ayrıca hediye kabul etmeleri ise caiz değildir. Zekât memurları zengin de olsalar zekâttan yine paylarını alırlar. Çünkü onlar bu bedeli, fakir oldukları için değil, zekât işinde çalıştıkları için almaktadırlar. Bu hükümden, bugün zekât ve fitrelerin toplanıp ihtiyaç sahiplerine dağıtılması işini de yürüten sivil yardım organizasyonlarında çalışan kimselerin toplanan zekât ve diğer bağışlardan maaş almalarının caiz olacağı anlaşılmaktadır. İslam’a ısındırılmak istenenler Zekât verilecek dördüncü grup Kur’an’ın ifadesiyle “müellefe-i kulûb”tur. Bu deyim kalpleri kazanılmak, İslam’a ısındırılmak veya kötülüklerinden emin olunmak istenen ya da herhangi bir şekilde İslam toplumuna faydalı olacakları umulan kişileri anlatır. Bu sınıfın içine Müslüman olanlar da olmayanlar da girer. Hz. Peygamber ve sahabenin uygulamaları ışığında bu sınıfı dört ana grupta toplayabiliriz: Zekât memurları zengin de olsalar zekâttan paylarını alırlar. Yeni Müslüman olup imanı henüz kalbine tam yerleşmemiş olan kimseler. Kalpleri kazanılarak kendisinin, ailesinin ve etkisi altındaki diğer kişilerin İslam’a girmesi ümit edilen gayrimüslimler. Müslüman olmasa bile kalpleri kazanıldığı takdirde Müslümanlara yardım ve destek olmaları ümit edilen gayrimüslimler Müslüman olsun gayrimüslim olsun İslam toplumuna kötülük yapıp zarar vermesinden endişe edilen kimseler. Bu nitelikteki kişilere zekâttan pay verilmek suretiyle İslam’a ısındırılmaları sağlanır. Hz. Peygamber, kalpleri kazanılmak ve İslam’a ısındırılmak istenen bazı kişilere zekât ve diğer gelirlerden paylar vermişti. Hz. Peygamber’in vefatından sonra bu fondan yardım alanlar Hz. Ebu Bekir’e gelip bu paylarını istediler. Fakat Hz. Ömer’in de devreye girmesiyle onlara artık bu fondan bir pay verilmeyeceği bildirildi. Ondan sonra da müellefe-i kulûb fonundan hiç kimseye pay ayrılmadı. Bu konuda sahabenin icma ettiğinden söz edilir. Bu yüzden Hz. Peygamber’in Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 Zekât II vefatından sonra müellefe-i kulubun zekât payının düştüğü yönünde genel bir kabul vardır. Hanefî mezhebinde ağırlıklı olan görüş de bu doğrultudadır. Bununla birlikte çağımızda zekâtın müellefe-i kulûb fonuna işlerlik kazandırma yönünde bazı yeni görüş ve yorumlara rastlanmaktadır. Bunların ana fikri özetle şöyledir: Kur’an hükmünün Hz. Peygamber’in vefatından sonra icma ile neshi ve ebediyen yürürlükten kalkması söz konusu değildir. Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer esasen bu hükmü iptal etmemişler, sadece ihtiyaç kalmadığı için bu fondan zekât vermeyi kesmişlerdir. Bu durum, illet (gerekçe) olmadığı için hükmün ortadan kalkması niteliğindedir. Buna göre Müslümanlar böyle bir fon ayırmaya yeniden ihtiyaç duyarlarsa, bunu yeniden ihya etmenin önünde herhangi bir engel yoktur. Mesela bugün müellefe-i kulûb kavramının hikmet ve esprisinden yararlanarak uluslararası arenada lobi faaliyetleri yapılabilir; bazı devletlerin ve uluslararası etkin kuruluşların Müslümanların safında yer almaları sağlanabilir. İslam’ı duyurmak ve yaymak amacıyla yapılacak her türlü tanıtım ve tebliğ faaliyetleri bu fondan desteklenebilir. Yeni Müslüman olanlara, karşılaşabilecekleri maddi ve manevi sorun ve sıkıntıları hafifletmek amacıyla bu fondan yardım eli uzatılabilir. Köleler Ayette sayılan zekâtın sarf edileceği yerlerden beşincisi kölelerdir (rikâb). İslam’ın doğuş yıllarında kölelik bütün dünyada yaygın hâlde idi. İslam hür insanların bu ve benzeri yollarla köle yapılmasını yasaklamıştır. Düşman esirlerinin köleleştirilmesi yolunu da son derece daraltmıştır. Ayrıca köleleri hürriyetlerine kavuşturmak için birçok düzenleme ve önlem getirmiştir. Kölelere zekâttan bir pay ayrılması da bu amaca yönelik düzenlemelerden biridir. Bunun gerçekleştirilmesi iki şekilde olur: Mükâteb (efendisiyle hürriyet anlaşması yapan) köleye yardım yapılarak onun daha kısa zamanda ve daha kolay bir şekilde hürriyetini kazanması sağlanır. Kişiler kendi zekâtlarıyla veya devlet başkanı zekât gelirleriyle köleler satın alıp onları hürriyetlerine kavuşturabilirler. Günümüzde kölelik sistem ve uygulaması yeryüzünden kalkmıştır. Dolayısıyla geleneksel anlam ve hükümleriyle kölelere zekâttan bir pay ayrılması söz konusu değildir. Fakat kölelik kavramı geniş bir şekilde yorumlanarak ayetin bu hükmünün bugün bile uygulanabileceğini ileri süren görüşler vardır. Bu yorumlara göre bu fon günümüzde savaş esirlerine veya ağır borç yükü altında ezilen kimselere tahsis edilebilir. Köle hâline getirilmiş milletlerin hür olmaları, bağımsızlıklarını kazanmaları için harcanabilir. Dünya ölçeğinde genel olarak insan haklarının iyileştirilmesi yönünde kullanılabilir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 Zekât II Borçlular Borçlular ilgili ayette “gârimîn” kelimesiyle ifade edilir. Hanefîler’e göre “gârimîn”, borcu olan ve bunu karşılayacak nisap miktarı mala sahip olmayan kimselerdir. Başkasından alacağı olmakla birlikte tahsiline güç yetiremeyen kimseler de bu gruba dâhildir. Bu şekilde borcu yüzünden darlığa düşen kimseye zekât vermek, borçlu olmayan fakire vermekten daha faziletli kabul edilir. Borçluya borcunu ödeyecek miktarda zekât verilir. Borcunu ödedikten sonra nisap miktarı malı kalacak kadar mal varlığı olan kişilere zekât verilmez. Çünkü bu durumda kişi şeran zengin sayılır. Elinde borcunun bir kısmını ödeyecek kadar nisap fazlası malı olan kimseye borcunun diğer kısmını ödeyecek kadar zekât verilebilir. İçki, kumar, zina, eğlence gibi dince yasaklanan bir haramı işlemek veya harcamalarında israfa kaçmak suretiyle borçlu duruma düşenlere zekât verilmez. Zekât ve kefaret gibi Allah hakkından doğan borçlar ile ölen kişilerin borçları zekât fonundan ödenmez. Allah yolunda çalışanlar Ayette, zekât verilecek yedinci sınıf için “fî sebîlillâh” deyimi zikredilir. Bu deyim sözlükte “Allah yolunda olanlar” anlamına gelir. “Allah yolunda olanlar” ifadesi esasen geniş bir anlama sahiptir ve Allah Teâlâ’nın rızasına uygun ve O’na yaklaşmak amacıyla yapılan her türlü hayırlı işte çalışan kişileri kapsar. Nitekim önde gelen Hanefî alimlerinden Kâsâni bunu açıkça dile getirir. “Allah yolunda olanlar” deyimiyle öncelikle din ve vatan uğrunda fiilen savaşan veya savaşmak isteyen “gaziler”in kastedildiği konusunda bütün mezhepler görüş birliği içindedir. Buna göre gönüllü olarak Allah yolunda savaşmak istediği hâlde fakirlik sebebiyle ordudan geri kalan, savaş için gerekli nafaka, silah ve techizattan mahrum olan gazilere eksiklerini tedarik etmeleri için zekâttan pay verilir. Nitekim Hanefîlerden Ebu Yusuf zekât fonundan yararlanacak bu kişileri yalnızca bu nitelikteki gazilerle sınırlandırır. İmam Muhammed’e göre ise bu sınıf hac için yola çıkıp nafakasının tükenmesi veya bineğinin elinden çıkması sebebiyle yolda kalan hacı adaylarından oluşur. Bazı Hanefî kaynaklarında bu sınıfa gaziler ve hacılardan başka “ilim tahsil edenler”in de dâhil edildiği görülür. Fakat Hanefi mezhebine göre Allah yolunda kabul edilen gaziler, hacılar veya ilim taliplerinin bulundukları yer itibariyle fakir ve ihtiyaç içinde olmaları şarttır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 Zekât II Kendi memleketlerinde mal varlıklarının bulunması zekâta engel değildir. Onların diğer fakirlerden farkı, zekât verilirken öncelik hakkına sahip olmalarıdır. Öte yandan Hanefi mezhebine göre zekâtta “temlîk” şart olduğu için cami, okul, hastane gibi hayır kuruluşlarına bu fondan harcama yapılamaz. Çağımızın önde gelen alimlerinden bir kısmı Kasanî gibi “Allah yolunda” tabirini geniş anlamıyla yorumlama ve Müslümanların yararına olacak her türlü faaliyet ve hizmetleri bu kapsamda görme eğilimindedirler. Ayetin genel bir ifade içeriyor olması da bu yorumlara imkân tanımaktadır. Zaten İslam’ın evrensel söyleminin bir sonucu da zaman ve şartlara uygun ve dinin genel ilkeleriyle çelişmeyecek farklı yorumların yapılmasına müsaade etmesidir. Yolcular Zekâtın verileceği yerlerden sonuncusu yolculardır. Ayette bu “ibnüssebîl (yol oğlu)” şeklinde geçer. Arapçada bu deyim yolcu, yola çıkmış ve bir süredir yolda olan kimse için kullanılır. Fıkıh dilinde yolcu zekâtla ilgili olarak, memleketinde malı olsa da bulunduğu yerde malı, parası olmayan, yani parasızlıktan yolda kalmış kimse demektir. Kur’an-ı Kerim’in çeşitli ayetlerinde sadece zekâttan değil, diğer kaynaklardan da yolculara ve yolda kalmışlara yardım edilmesi emredilmektedir (Enfâl 8/41; İsrâ 17/26; Rûm 30/38). Gurbette, herhangi bir sebeple muhtaç duruma düşen kişi memleketinde malı olsa da o maldan yararlanamadığı sürece fakir gibidir ve ona yolculuğuna devam etmesine veya malının bulunduğu yere dönmesine yetecek kadar zekâttan pay verilir. Bu durumdaki kişinin mümkünse başkalarından borç alması daha uygundur, fakat bu gerekli değildir. Memleketine dönüp malına kavuştuğu zaman verilen zekâttan artan miktar varsa, Hanefîlere göre bunu geri vermeye de zorlanmaz. Ülkelerinde mal ve mülkleri olduğu hâlde çeşitli baskılarla yerlerini yurtlarını terk etmek zorunda kalan mültecilere de bu fondan zekât verilebilir. Kalacak yeri, oturacak evi olmadığı için dışarılarda ve yollarda yatanları da bu sınıfa dâhil eden çağdaş görüşler de vardır. Zekâtın Hak Sahiplerine Nasıl Dağıtılacağı Zekât kurumlara değil kişilere verilir. Hanefiler’e, Malikîler’e ve Ahmed b. Hanbel’den nakledilen bir görüşe göre zekât, bu sekiz sınıftan her birine verilebileceği gibi, sadece bir veya birkaç sınıfa da ödenebilir. Zekâtın her bir sınıfa veya her bir kişiye eşit olarak verilmesi de gerekmez. Bu, hak sahiplerinin sayısına ve durumuna göre ayarlanabilir. Fakat yeterli miktarda zekât malı varsa bundan mümkün olduğunca bütün sınıflara pay ayırmak yerindedir. Zekât malı çok az ise zekâtı bir sınıfa veya bir kişiye vermek Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 Zekât II daha uygundur. Şafiîlere göre ise zekât, eğer sahibi veya vekili tarafından dağıtılıyorsa, zekât eşinde çalışanlar dışında yedi sınıftan bulunabilenlere eşit olarak dağıtılmalı ve her sınıftan en az üç kişiye verilmelidir. Klasik fıkıh anlayışına göre zekât, bu sınıfların dışındaki kişi veya kurumlara verilmez. Diğer ihtiyaç sahiplerine ve hizmet alanlarına başka kalemlerden harcama yapmak gerekir. Bununla birlikte özellikle ayette belirtilen “müellefe-i kulûb” ve “fî sebîlillâh” kavramlarını geniş şekilde yorumlayanlar, dinin ve ülkenin yararına olacak benzer başka alanların da zekâtın sarf yerleri kapsamına alınabileceğini savunurlar. ZEKÂT VERİLMEYECEK YERLER Zekât, sadece hak sahiplerine verilir. Aksi hâlde hem zekât ibadeti yerine gelmemiş hem de zekâttan beklenen gaye gerçekleşmemiş olur. Bu yüzden fıkıh kitaplarında zekâtın verileceği yerlerin yanı sıra verilmeyeceği yerler de açıklanır. Böylece mükellefin şüphe ve tereddüde düşmeden bu ibadeti yerine getirmesi sağlanır. Zekât verilmesi caiz olmayan kimseler şunlardır: Zenginler Temel ihtiyaçlarından fazla “artıcı” olsun olmasın nisap miktarı mala sahip olan kimseler dinen zengin sayıldığı için onlara zekât verilmez. Çünkü zekât zenginden alınıp fakirlere verilir. Bir kimse hem zekât alan hem de veren konumunda olamaz. Sadece yolda kalmış olanlar, “müellefe-i kulûb” ve “zekât işinde çalışanlar” zengin de olsalar zekât alabilirler. Zengin olan bir erkeğin küçük çocuğu da babasına nispetle zengin sayılır ve ona da zekât verilmez. Fakat onun fakir olan babası, yetişkin erkek ve kız çocukları ve Hanefîler’deki baskın görüşe göre fakir olan karısı onun serveti sebebiyle zengin kabul edilmezler ve zekât alabilirler. Çünkü onlar müstakil velayete sahiptirler. Kişi bakmakla yükümlü olduğu kişilere zekât veremez. Yine zengin bir kadının fakir ve yetim çocuklarına, şayet bunların babası Müslüman ise zekât verilebilir. Çünkü bu çocukların nesebi babaya aittir, dolayısıyla annenin servetiyle zengin sayılmazlar. Günümüzde velayet konusunda önemli değişiklikler olmuştur. Bazı hâllerde çocuğun velayeti anneye veya bir başkasına verilebilmektedir. Bu durumda çocuk kimin velayetindeyse onun zekâtını alamayacağını söylemek mümkündür. Çünkü bu konuda kural, kişinin bakmakla yükümlü olduğu kimselere zekât veremeyeceğidir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 Zekât II Ana-baba ve çocuklar Bir kimse, ister birlikte otursun, ister ayrı otursun annesine, babasına, ne kadar yukarı giderse gitsin dede ve ninelerine zekât veremez. Yine çocuklarına ve ne kadar aşağı giderse gitsin torunlarına da zekât veremez. Çünkü kişinin zaten bunlara bakma yükümlülüğü vardır. Ayrıca bu kişilere zekât verildiğinde “temlîk” şartı tam anlamıyla gerçekleşmez. Çünkü aralarında nafaka ve miras ilişkisi olduğu için bu kişilere verilen zekât bir bakıma kişinin kendisine verilmiş gibidir. Burada nafaka ve zekât şeklinde iki ayrı yükümlülük üstlenilmesi de söz konusu değildir; çünkü kişi bu kimselerin nafakasını ödediğinde nisaba ulaşan malı nisap miktarının altına düşerse zaten zekât üzerine gerekli olmayacaktır. Buna karşılık üvey anneye, ergenlik çağına erişip evden ayrılan üvey çocuklara ve üvey babaya, fakir olmaları hâlinde zekât verilebilir. Çünkü zekât veren kişi bunları bakmakla yükümlü değildir. Aynı şekilde kayınvalide ve kayınpeder de kişinin bakmakla yükümlü olduğu kimselerden olmadığı için fakir iseler kendilerine zekât verilebilir. Eşler Kişinin hanımı da bakmakla yükümlü olduğu kimselerdendir. Bu yüzden bir kimse zekâtını hanımına veremez. Ebu Hanîfe’ye göre kadın da zekâtını fakir olan kocasına veremez. Çünkü ona verdiği zekâtın kendisine de faydası dokunur. Ebu Yusuf ve İmam Muhammed’e göre ise verebilir. Çünkü kadın kocasının geçiminden sorumlu değildir. Gelin Fakir olan damada zekât verilebilir. Geline zekât vermek ise uygun değildir. Çünkü koca eşine bakmakla yükümlü olduğundan, kişinin gelinine zekât vermesi dolaylı olarak kendi oğluna zekât vermesi gibidir. Müslüman olmayanlar Zekât Müslümanlara özgü bir ibadettir. Zekât Müslümanlara özgü bir ibadettir. Onların zenginlerinden alınıp fakirlerine verilir. Gayrimüslimler zekât ödemekle yükümlü olmadıkları gibi zekât almayı da hak etmezler. Bu yüzden, Allah’a, Peygamber’ine, ahiret gününe inanmayan kişilere ve İslam dininden dönenlere zekât verilmez. Bunların İslam toplumunda yaşayıp yaşamadıkları, Müslümanlarla savaş hâlinde olup olmamaları fark etmez. Bunun tek istisnası kalpleri İslam’a ısındırılmak istenen gayrimüslimlerdir. Bir de Hanefî imamlarından Züfer İslam toplumunda yaşayan yoksul gayrimüslimlere zekâttan bir pay verilebileceği görüşündedir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 Zekât II Hz. Peygamber’in yakınları Hz. Peygamber kendisine ve yakınlarına zekât almayı yasaklamış, torunu Hasan zekât hurmalarından birini alıp yemek istediğinde ona şöyle seslenmiştir: “Bırak, bırak” Zekât malını bizim yiyemeyeceğimizi bilmiyor musun?” (Buhârî, “Zekât”, 57; Müslüm, “Zekât”, 161). Hanefîler zekât alma yasağını Hz. Peygamber’in sadece Hâşimî soyundan gelen yakınlarıyla sınırlandırırlar. Onlar da Allah Resulü’nün amcaları Hz. Abbas ve Hâris soyundan gelenler, sonra da Hz. Ali ve kardeşleri Cafer ve Akîl’in soyundan gelenlerdir. Bunlar tarafından hürriyetine kavuşturulan kişiler de Haşimoğullarından sayılır. Bu kişilere devlet hazinesinin zekât dışı gelirlerinden özel bir pay ayrılması gerekir. Bu payı alamadıkları takdirde kendilerine zekât verilebileceği yönünde görüşler mevcuttur. İslam medeniyet tarihinde Resûl-i Ekrem’in kızı Fatıma’dan torunlarından Hz. Hasan’ın soyundan gelenleri belirtmek üzere “şerif”, Hz. Hüseyin’in soyundan gelenleri belirtmek üzere de “seyyid” deyimleri kullanılmıştır. Müslümanlar, seyyid ve şeriflere özel bir sevgi ve saygı beslemişler, bu kişilerin maddi ve manevi işleriyle ilgilenmeyi bir görev olarak kabul edip kurumsal hâle getirmişlerdir. Hz. Peygamber’in torunlarının soyundan gelenlerle ilgilenen ve onları devlet nezdinde temsil etmek üzere seçilip görevlendirilen kişilere “Nakîbü’l-Eşrâf” adı verilmiştir. Bu görevde bulunanlar başta seyyid ve şerifler olmak üzere Hz. Peygamber’in yakınlarının her türlü işiyle ilgilenmiş, neseplerini, doğumlarını, ölümlerini deftere kaydetmiş, onların fena hâllere düşmesine engel olmuş, devletin gelirlerinden onların hisselerine düşeni dağıtmıştır. Üstlendiği ve yerine getirdiği görevin şerefinden dolayı Nakîbü’l-Eşraflık, gerek halk gerekse siyasi otorite nezdinde en yüksek makamlardan biri sayılmıştır. ZEKÂT VERMEDE YANILMA Zekâtın, onu hak edenlere verilmesi gerekir. Mükellef, gerekli araştırmayı yapmadan zekâtını rasgele verir, sonra da onu ehil olmayan birine verdiği anlaşılırsa, zekât borcu düşmez, onu yeniden vermesi gerekir; çünkü bu konuda kusurlu davranmıştır. Ama bir kimse yeterli araştırmayı yapmasına ve elinden gelen titizliği göstermesine rağmen zekât vermede yanıldığını anlarsa; mesela fakir zannederek zekât verdiği kişinin zengin veya gayrimüslim olduğu ya da Hz. Peygamber’in soyundan geldiği ortaya çıkarsa, Ebu Hanife ve İmam Muhammed’e göre bu durumda verilen zekât geçerlidir, onun yeniden zekât vermesi gerekmez. Ebu Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 Zekât II Yusuf’a ve Şafiîler’e göre ise ehline ödenmediği takdirde her hâlükârda zekâtın yeniden ödenmesi gerekir. ZEKÂT – VERGİ İLİŞKİSİ Zekât başka vergi başkadır. Devletin, üzerine düşen hizmet, yatırım ve görevleri yapabilmesi için gelire ihtiyacı vardır. Günümüzde devletler için en önemli gelir kaynağı vergilerdir. Vergi, kamu giderlerini karşılamak üzere devletin, kişi ve kurumların mal ve gelirlerinden tek taraflı olarak aldığı paydır. Vergi koyma ve alma yetkisi sadece devlete veya onun yetki verdiği kamu kurumlarına aittir. Zekât mali bir ibadet olduğu için onun birtakım sosyal amaçları ve kamusal yönlerinin bulunduğunda şüphe yoktur. Bu yüzden İslam’ın ilk dönemlerinden itibaren belli malların zekâtı devlet tarafından toplanmış ve belli sosyal ve kamusal alanlara harcanmıştır. Dolayısıyla zekâtla verginin birçok ortak yönleri vardır. Fakat bunlar birbirinin aynısı da değildir. Çünkü aralarında çok önemli farklılıklar bulunmaktadır. Bu farklar özellikle zekât hükmünün kaynağı ve felsefi temeli, zekâta tabi mallarda nisap ve oranlar ile zekâtın sarf yerlerinde belirgin bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Bu yüzden zekâtın vergiden ayrı düşünülmesi ve zenginlerin devlete ödedikleri verginin dışında zekât borçlarını da hesaplayıp hak sahiplerine ulaştırması onlar üzerine dini bir yükümlülüktür. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 Özet Zekât II •Zekâtın farz olma ve ödeme zamanı zekâta konu olan mallara göre değişir. Altın, gümüş, para, ticaret malları ve hayvanların zekâtı nisaba ulaşma anından itibaren bir ay yılının tamamlanması ile, toprak ürünlerinin zekâtı da ürün ortaya çıkıp yok olma endişesi ortadan kalktığında farz olur. Madenlerin ve balın zekâtı ise bunlar elde edildiğinde zorunlu hâle gelir. Zekât borcunun haklı ve geçerli bir sebep bulunmaksızın geciktirilmesi doğru değildir. Zekâtı ödenmeyen bir mal sahibinin kusuru olmaksızın elden çıkarsa zekât düşer. Zekât mümkünse devlet tarafından, değilse bizzat mükellef tarafından ödenmelidir. Klasik dönemde açık malların zekâtının devlet, gizli malların zekâtının ise mükellef tarafından ödenmesi şeklinde bir uygulama yerleşmiştir. •Zekât olarak ödenecek malın iyi vasıfta olması uygundur. Zekât borcu malın kendisinden veya değer olarak başka mallardan verilebilir. Kur’an-ı Kerim’e göre zekât şu sekiz sınıfa verilebilir: Fakirler, miskinler, zekât işinde çalışanlar, İslam’a ısındırılmak istenenler, köleler, borçlular, Allah yolunda çalışanlar, yolcular. Hanefiler'e, Malikiler'e göre zekât bu sekiz sınıftan her birine verilebilir. Şafiîlere göre ise zekât bu sınıftan mevcut olanlara eşit olarak dağıtılmalı ve her sınıftan en az üç kişiye verilmelidir. Zekât işinde çalışanlar, yolda kalmış olanlar ve İslam’a ısındırılmak istenen kimseler dışında zenginlere, gayri müslimlere, ana, baba, çocuk ve eşlere, Hz. Peygamber’in yakınlarına zekât verilmez. Zekâtın hak sahiplerine verilmesi gerekir. Gerekli araştırmayı yapmadan zekâtını veren ve sonradan ehil olmayan kişilere verdiği anlaşılan kimseden zekât borcu düşmez. Zekâtla verginin birçok ortak yönleri bulunmakla birlikte aralarında çeşitli açılardan önemli farklılıklar da vardır. Bu yüzden gerekli şartları taşıyan kişilerin devlete ödedikleri verginin dışında zekât borçlarını da hak sahiplerine ulaştırmaları gerekir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 Ödev Tartışma Zekât II • Zekâtın vergiye benzeyen ve benzemeyen yönleri nelerdir? Konuyu gerekçeleri ile forumda tartışabilirsiniz. • Düşüncelerinizi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “tartışma forumu” bölümünde paylaşabilirsiniz. • Zekâtın mahiyeti, şartları ve fonksiyonunu göz önünde bulundurarak günümüzde çeşitli hayır kurumlarına zekât verilip verilemeyeceğini iki yüz kelimeyi aşmayacak şekilde yazınız. • Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “ödev” bölümüne yükleyebilirsiniz. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 Zekât II DEĞERLENDİRME SORULARI Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. 1. Aşağıdakilerden hangi mezhebe göre zekât borçları malın kendisinden ödenebildiği gibi değer olarak da ödenebilir? a) Şafiîler b) Hanefîler c) Zahirîler d) Malikîler e) Hanbelîler 2. Hanefîler’e göre temel ihtiyaçlarını karşılamakla birlikte nisap miktarı veya daha az malı bulunan kimseye ne ad verilir? a) Fakir b) Miskin c) Amil d) İbnü’s-sebîl e) Rikab 3. Aşağıdaki gruplardan hangisine zengin de olsa zekât verilebilir? a) Memurlar b) Miskinler c) Yolcular d) Köleler e) Gaziler 4. “Kalpleri kazanılmak istenen” kimselere zekâttan pay ödenmesi hangi halife zamanında sona ermiştir? a) Hz. Ömer b) Hz. Ali c) Hz. Osman d) Hz. Ebu Bekir e) Hz. Hasan Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 Zekât II 5. Aşağıdaki kimselerden hangisine zekât verilebilir? a) Kişi kendi fakir babasına b) Kişi kendi fakir torununa c) Kişi kendi fakir karısına d) Kişi kendi fakir damadına e) Kişi kendi fakir kölesine Cevap Anahtarı: 1.b 2.a 3. c 4.d 5.d Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 Zekât II YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR Komisyon (1992). “Zekât”, el-Mevsû‘atü’l-fıkhiyye, XXIII, 383, Küveyt, Vezâretü'lEvkâf ve'ş-Şuûn. Ahmed, İ.Y. (tsz.) ez-Zekât: İbâdetün mâliyye ve edâtün iktisâdiyye, Kahire, Dâru’lMa‘rife. Ammarî, A. M. (1982) ez-Zekât: Felsefetuhâ ve ahkâmuhâ, Mekke, Rabıtatü'lÂlemi'l-İslâmî. Bilmen, Ö. N. (1992). Büyük İslam İlmihâli. İstanbul: Timaş Yayınları. Çağırıcı, M. (2000). “İnfâk”, Diyanet İslam Ansiklopedisi (DİA), XXII, 289-290, .İstanbul. Erkal, M. (2004). Zekât : Bilgi ve Uygulama.İstanbul:Erkam Yayınları. Eşkar, M. S. v.dğr. (1998). Ebhâsun fıkhiyye fî kazâya’z-zekâti’l-mu‘âsıra, Amman, Darü’n-Nefâis. Günay, M. (2008). Zekât Kitabı. İstanbul: Ensar Neşriyat. Komisyon (1999). Günümüz Meselelerine Fetvalar.Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. Komisyon(2004). İlmihâl I: İman ve İbadetler. Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. İbn Âbidîn, M. E. (1987). Reddü’l-muhtâr ‘ale’d-Dürri’l-muhtâr, Beyrut İbnü’l-Hümâm, K. M. b. A. (1973) . (tsz.), Fethu’l-kadîr, Beyrut, Dâru İhyâi’t-türâsi’larabî. Kardavî, Y. Fıkhü'z-zekât, Beyrut. Kardavî, Y.(1994). Likey tencah müessesetü'z-zekât fi't-tatbîki'l-mu‘âsır , Beyrut, Müessesetü'r-Risâle. Kâsânî, Ebû Bekir b. Mes’ûd. (1986). Bedâi‘u’s-sanâi‘, Beyrut. Mehmed Zihni Efendi. (2001). Oruç ve Zekât İlmihâli, Haz. İbrahim HatiboğluNecdet Yıldız. İstanbul. Özek, A. v.dğr. (1984) .İbadet ve Müessese Olarak Zekât.İstanbul:İslami İlimler Araştırma Vakfı Yayınları. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 Zekât II Özek, A. v.dğr. (tsz.) Türkiye'de Zekât Potansiyeli, Haz. Sabri Orman-İsmail Kurt. İstanbul: İslami İlimler Araştırma Vakfı Yayınları. Yavuz, Y. V. (1992). Bir Sosyal Güvenlik Kuruluşu Olarak Zekât. İstanbul :Tuğra Neşriyat. Yavuz, Y. V. (193). İslamda Zekât Müessesesi.İstanbul. 5. Baskı: Çağrı Yayınları. Zebîdî, Z.A. b. A. (1987), Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarîh Tercümesi ve Şerhi, Tercüme ve şerh: Ahmed Naim-Kamil Miras.Ankara. Zeydan, A.(2000). el-Mufassal fî ahkâmi’l-mer’e ve beyti’l-müslim fi’s-şerî‘ati’lislâmiyye, Beyrut. Zuhaylî, V. (1985) .el-Fıkhü’l-islâmî ve edilletühû, Dımaşk. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 HEDEFLER İÇİNDEKİLER HAC VE UMRE - I • Tarih Sürecinde Kâbe ve İnsan • Kâbe ve Harem • Hac ve Umrenin Tanımı, Hükmü ve Şartları • Hac ve Umrenin Çeşitleri ve Fazileti • Hac ve Umrenin Farzları, Vacipleri, Sünnetleri ve Âdabı • Bu üniteyi çalıştıktan sonra • Tarihi süreç içerisinde Kâbe'nin insan için ne denli öneme sahip olduğunu kavrayabilecek • Kâbe'nin bölümlerini ve Harem'de bulunan kutsal mekânları tanıyabilecek • Hac ve umrenin hükmünü ve şartlarını öğrenebilecek • Hac ve umrenin çeşitlerini birbirinden ayırt edebilecek ve uygulamalarını gerçekleştirebilecek • Hac ve umrenin farzları, vacipleri, sünnetleri ve âdabını topluca değerlendirebileceksiniz. İSLAM İBADET ESASLARI ÜNİTE 11 Hac ve Umre-I GİRİŞ Yaratılmış olan bütün varlıklar sınırlıdır; hepsine belirli bir mekân ve yön tayin edilmiştir. Mekânı ve yönü olmayan tek varlık Allah Teala’dır. Kutsal mekânları ziyaret arzusu, insanın fıtratına yerleştirilmiştir. DİA “Hac” maddesinin ilgili bölümü incelenmeli. Bilinçli ve iradeli bir varlık olan insanın düşünce, duygu ve anlayışında mekân ve yönün çok önemli bir yeri vardır. İnsan, iman ettiği yaratıcıyı görmek, O’na yönelmek hatta mümkün olsa dokunmak ister. Hâlbuki Yüce Mevlâ, zamandan da mekândan da münezzehtir. Bunun için Yüce Allah, kendisini temsil etmek üzere bizim yaratılışımıza uygun olarak görebildiğimiz, dokunabildiğimiz, yönelebildiğimiz bir mekânı yani Mekke şehrindeki Kâbe’yi önümüze koymuştur. Ona “evim” demiş ve onu bereketlendirmiştir. Ona yönelmeyi ve onu ziyaret etmeyi kendine yönelme ve kendini ziyaret etme olarak kabul buyurmuş, onu ziyarete gelenleri de kendi misafirleri olarak isimlendirmiştir. Yeryüzündeki ilk mabet olan Kâbe-i Muazzama’yı ziyaret geleneği ilk insan olan Hz. Âdem (a.s.) ile başlamış, bu gelenek günümüze kadar gelmiş, kıyamete kadar da devam edecektir. Her ne kadar ilk insandan beri geçen uzun süre içerisinde kutsal mekân ziyareti konusunda peygamberlerin öğretmiş olduğu temel ölçülerden uzaklaşmalar olmuşsa da Yüce Mevlâ göndermiş olduğu her bir peygamber ile doğru olan inanış ve yaşayışı insanlığa öğretmiştir. Ne var ki söz konusu uzaklaşmalar esnasında diğer konularda olduğu gibi kutsal mekân ziyareti konusunda da peygamberlerin uygulamalarına aykırı birçok inanış ve yaşayış ortaya çıkmıştır. İşte böyle bir ortamda son peygamber olarak gönderilmiş olan Hz. Muhammed (s.a.v.), Allah Teala’nın bildirmiş olduğu ölçüler çerçevesinde hac ve umre ibadetini yaşayarak insanlığa son kez ve mükemmel bir şekilde öğretmiştir. Hac, ihrama girdikten sonra her birisi özel bir ibadet olan Kâbe’yi tavaf, Safâ ile Merve tepeleri arasında sa’y, Arafat vakfesi, Müzdelife vakfesi, Mina’da şeytan taşlama, kurban kesme ve ihramdan çıkma şeklinde özetlenebilecek ziyaret yoğunluklu ibadetin genel adıdır. Umre ise ihrama girdikten sonra Kâbe’yi tavaf, Safâ ile Merve tepeleri arasında sa’y ve ihramdan çıkma şeklinde özetlenebilecek özel bir ibadet çeşididir. Hac ve umre ayrı birer ibadettir. Hac ve umre ayrı birer ibadettirler. Umre, senenin her zamanında yapılabilir. Hac ise sadece hac mevsiminde yapılabilir. Hac mevsiminde sadece hac yapmak mümkün olduğu gibi önce umre yapıp peşinden hac yapmak da mümkündür. Haccın, umre ile birlikte yapılıp yapılmamasına göre çeşitli türleri vardır. Bunlar ünitemizin ilerleyen bölümlerinde ele alınacaktır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 Hac ve Umre-I TARİH SÜRECİNDE KÂBE VE İNSAN Hac ve umre ibadetini iyi bir şekilde anlayabilmek ve yeri getirebilmek için öncelikle Kâbe-i Muazzama’yı iyi tanımamız gerekir. Sema ehlinin etrafında tavaf ettiği mabedin adı el-Beytü’l-mamûr. Yedi kat semada bulunan meleklerin ve haklarında bilgi sahibi olmadığımız diğer sema ehlinin yöneldiği ve etrafında tavaf ettiği bir mabedin bulunduğunu Resul-i Ekrem (s.a.v.) haber vermiştir (Taberî, Tefsir, XV, 13-14). Tûr suresinde Yüce Allah’ın üzerine yemin ettiği bu mabedin "Beytü'l-mamûr" olduğu rivayet edilmiştir. Hiç şüphe yok ki Kâbe, yeryüzünün ilk mabedidir. Allah Teala, bunu bize şöyle bildirir: "Yeryüzünde insanlar için konulmuş olan ilk ev, Mekke'de olandır; âlemlere bereket ve hidayettir.” (Âl-i İmran, 3/96) Yüce Allah Mekke şehrine de “şehirlerin anası” anlamında “Ümmü'l-kurâ” ismini vermiştir (En’am, 6/92). Kâbe Yeryüzünde İlk Kıble Kaynakların bildirdiğine göre Âdem (a.s.) ve ona tabi olanlar, namazlarını kılarken ve ibadetlerini yaparken Allah'ın evi olarak Kâbe’ye yönelmişler ve Allah Teala’ya itaatlerini ifade etmek için onun etrafında dönerek tavaf etmişlerdir. Ayetlerde de bildirildiği gibi Kâbe-i muazzama sadece yeryüzü için değil, bütün âlemler için berekettir. Hem maddi anlamda, hem de manevî anlamda berekettir. Aynı zamanda o, bütün âlemler için hidayet vesilesidir. Hz. İbrahim (a.s.) ve Kâbe Nuh Tufanı’nda yeryüzünü sular kapladı, bu esnada bütün şehirler gibi Mekke de su altında kaldı. Bu sırada Kâbe-i Muazzama da yıkıldı ve yeri belirsiz hâle geldi. Yıllar sonra Yüce Allah, Hz. İbrahim’i (a.s.) peygamber olarak gönderdi. Kâbe'nin temellerini bulup ortaya çıkarmak ve onu inşa etmek için Hz. İbrahim’i, O’nun vefakâr eşi Hacer’i ve sadakatli oğlu İsmail’i (a.s.) seçti. O sıralarda İbrahim (a.s.) Ürdün taraflarında yaşıyordu. Oğlu İsmail henüz yeni doğmuştu. Hz. İbrahim Allah Teala’nın emri gereği hanımı Hacer’i ve kundaktaki oğlu İsmail’i yanına alıp yola koyuldu ve Mekke-i Mükerreme’ye ulaştı. Kâbe neden Hacer validemizin çok acıklı hayat hikâyesiyle ortaya çıkartıldı? Değerlendirin! Safa ile Merve Tepelerindeki Hatıra ve Zemzem Safa ile Merve tepeleri arasında yapılan sa’yin Hacer (r.a.) validemize dayanan bir hatırası olduğunu da unutmamak gerekir. Azığı ve suyunun bitmesi sonucu bebeğine süt verememesi sebebiyle bu iki tepenin arasındaki Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 Hac ve Umre-I koşturmasının bir hatırasıdır. Rivayetlere göre zemzem bu esnada Allah tarafından Cebrâil’in (a.s.) gönderilmesi sonucu ikram edilmiştir. Resul-i Ekrem (s.a.s), Zemzem ile ilk karşılaşması esnasında Hacer (r.a.) anamızın sevinçle karışık telaşı hakkında şöyle buyurmuştu: "Allah İsmail'in annesine rahmet eylesin, eğer onu avuçlamasaydı kaynayan bir pınar olacaktı." Hacer validemiz sudan içti ve çocuğunu emzirdi. Cebrâil (a.s.) ise ona şu müjdeyi veriyordu: "Zayi olmaktan sakın korkma! Burada Allah'ın evi vardır. Bu bebek ve onun babası, onu yeniden inşa edeceklerdir. Allah, onun ehlini zayi etmez." (Buharî, “Enbiya”, 12; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, VII, 98) Kâbe’nin İnşası ve Hz. İbrahim (a.s.)’ın Hac İlânı Nihayet Allah’ın takdir ettiği bir günde İbrahim (a.s.), Mekke’ye geldi ve oğlu İsmail (a.s.) ile Kâbe’nin temellerini ortaya çıkarıp inşasını yaptı. Bir gün İbrahim (a.s.) bütün insanlığı hacca davet etmekle görevlendirildi. Tabii ki Allah Teala tarafından… Bu olay, Kur'an-ı Kerim'de şöyle ifade buyruldu: "Bir zamanlar İbrahim'e Beytüllah'ın yerini hazırlamış ve (şöyle demiştik): Herkesin Kâbe’ye gelmesi, Allah tarafından istenmektedir. Bana hiçbir şeyi eş tutma; tavaf edenler, ayakta ibadet edenler, rükû ve secdeye varanlar için evimi temiz tut. İnsanlar arasında haccı ilân et! Gerek yaya olarak, gerekse nice uzak yoldan yorgun argın develer üzerinde gelsinler!.." (Hac, 26, 27) Hz. İbrahim’in yapmış olduğu bu daveti Yüce Allah yer ile gök arasında bulunan herkese hatta taşlara, ağaçlara, topraklara varıncaya kadar her şeye işittirdi. Bu davete bütün varlıklar: -"Lebbeyk Allahumme Lebbeyk" diyerek itaat ettiler (Hâkim en-Nisaburî, elMüstedrek ala's-sahîhayn, II, 421, 601) Resul-i Ekrem (s.a.s) ve Kâbe Her zaman olduğu gibi Hz. İbrahim’den sonra da toplumda çeşitli yozlaşmalar oldu. Gelen nesillerin bir kısmı Hz. İbrahim’in yolunu terk etti, putlara tapmaya başladı ve Kâbe-i Muazzama’nın etrafını putlarla doldurdu. Allah Teala, Hz. İbrahim’in torunları arasından Muhammed Mustafa’yı (s.a.s) son peygamber olarak görevlendirdi. Yirmi üç sene içerisinde şirk alameti olarak ne varsa hepsini temizledi. Mekke, Medine ve bütün Arap yarımadası Kâbe'nin sahibine iman eyledi. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 Hac ve Umre-I Mescid-i Aksâ’dan Mescid-i Haram’a Resul-i Ekrem (s.a.s), on üç sene Mekke-i Mükerreme’de Allah’ın dinini tebliğ etti. Orada yaşadığı sürece namaz kılarken kıble olarak Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’ya yöneldi. Yüce Allah o zamanlar öyle murad etmişti. Medine-i Münevvere’ye hicret ettikten sonra da yaklaşık bir buçuk yıl aynı kıble muhafaza edildi. Daha sonra Yüce Allah, Cebrâil’i (a.s.) gönderdi. Resul-i Ekrem (s.a.s) o an Medine-i Münevvere’nin bir mahallesi olan Beni Seleme mescidinde öğle namazını kılıyordu. Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’ya yönelmişti. İlk iki rekâtı o şekilde kıldı. Tam bu esnada Allah Teala şöyle buyurdu: “… Artık yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. (Ey Müslümanlar!) siz de nerede olursanız olun, yüzlerinizi o tarafa çevirin…” (Bakara, 2/244) Resulullah (s.a.s), kılmakta olduğu namazın son iki rekâtını Kâbe-i Muazzama’ya dönerek kıldı. Artık o günden sonra Kâbe-i Muazzama, kıyamete dek Müslümanların kıblesi oldu. Hicretten Altı Yıl Sonra İlk Umre Seferi Resul-i Ekrem (s.a.s) ve Sahabe-i Kiram (r.anhüm), artık kıble olarak da Kâbei Muazzama’ya yöneliyorlardı; ama Mekke müşriklerin elindeydi. Mekke’de yaşayan müşriklerle hicretten bir buçuk yıl sonra Bedir’de savaşmışlardı. Arkasından Uhud’da ve daha sonra Hendek’te üç büyük savaş yapmışlardı. Altıncı yılın şevval ayının sonlarına doğru Resulüllah’ın (s.a.s)’ görmüş olduğu bir rüya sonucunda bir rivayete göre bin dört yüz – bin beş yüz, bir rivayete göre bin yedi yüz civarında bir kafileyle Resul-i Ekrem (s.a.s) Hicretten sonra ilk olarak umre seferine çıktı. Kafile Mekke’ye epeyce yakın olan Hudeybiye’ye ulaşmasına rağmen Mekke müşriklerinin müsaade etmemesi sonucu Hudeybiye anlaşması yapılarak geri dönüldü. Bu anlaşmaya göre Hz. Peygamber ve ashabı bu sene umre yapamayacaklardı. Ancak ertesi yıl gelebilecek ve üç gün Mekke’de kalabileceklerdi. İkinci Umre Seyahati Hz. Peygamber (s.a.s) ve ashabı, Kâbe-i Muazzama’yı ancak hicretin yedinci yılında ziyaret edebilmiş, Hudeybiye anlaşması gereği Mekke'de toplam üç gün kalabilmişlerdi. Mekke-i Mükerreme’nin Fethi ve Ci’râne Umresi Hicretin sekizinci yılında Mekke'li müşrikler Hudeybiye anlaşmasını bozunca Hz. Peygamber (s.a.s) büyük bir orduyla Mekke-i Mükerreme’yi fethetti. Hemen Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 Hac ve Umre-I peşinden çevre kabilelere doğru fethi genişletti. Bu esnada Mekke'ye otuz kilometre kadar bir mesafede bulunan Ci'rane'den bir umre daha yaptı. Resul-i Ekrem’i n(s.a.s) Kâbe ile Son Buluşması Hicretin dokuzuncu yılında Resul-i Ekrem (s.a.s) Medine-i Münevvere’de kaldı. Hac için Hz. Ebu Bekir’i (r.a.) görevlendirdi. Hicretten sonra onuncu yılın zilkade ayında Resul-i Ekrem (s.a.s) hacca gideceğini ilan buyurdu. Daha sonra veda haccı diye isimlendirilen bu hac, O’nun Kâbe'yi son ziyareti olacaktı. Hz. Peygamber (s.a.s), hicretten sonra Hudeybiye seferini saymazsak iki umre yapmıştı. Şimdi hac için yola çıkıyordu. Yüce Allah ayetlerini inzal buyuruyordu: Hz. Peygamber (s.a.s), Hicretten sonra Hudeybiye seferini saymazsak iki umre yapmıştı. "Yeryüzünde insanlar için konulmuş olan ilk ev, Mekke'de olandır. Mübarek kılınmış ve bütün âlemler için hidayet olmuştur. Orada apaçık deliller ve İbrahim'in makamı vardır. Beytüllah'ı haccetmek, yoluna gücü yetmek şartıyla bütün insanlar üzerinde Allah'ın hakkıdır. Kim inkâr ederse bilmelidir ki, Allah bütün âlemlerden müstağnidir." (Âl-i İmran, 3/96, 97) -“Haccı ve umreyi Allah için tamamlayın!...” (Bakara, 2/196) Resul-i Ekrem (s.a.s), ihrama nasıl girileceğinden veda tavafını yapmaya kadar hac ve umre ibadetiyle ilgili yapılması gerekenleri bizzat yaşayarak ümmetine öğretti. Hac ve umrenin nasıl yapılacağını kendisinden öğrenmemiz gerektiğine de şöyle dikkat çekti: -“Menâsikinizi (hac ve umre ile ilgili ibadetlerinizi) benden alın; bilemiyorum, belki de bu hacdan sonra hac yapamam.” (Müslim, “Hac “, 310) KÂBE VE HAREM Kâbe’nin Bölümleri Kâbe Görüntüleri internet sayfasına konmalı, animasyonlarla tanıtılmalıdır. Dört köşeli olan varlıklar için Araplar kâbe kelimesini kullanırlar. Kâbe-i Muazzama da gerçekten dört köşelidir. Yüce Allah, Kur’an-ı Kerim’de onu şu isimlerle anmıştır: Kâbe, Beyt, Beytü’l-atîk, Beytü’l-muharrem, Beytü’l-haram ve Mescidü’l-haram. Kâbe-i Muazzama’nın yüksekliği 15 metredir. Duvardan duvara ise 10.70 metreye 12 metredir. Hacerülesved’in bulunduğu köşe ile Rüknülırakî arasındaki duvar üzerinde yerden yaklaşık iki metre yükseklikte Kâbe kapısı bulunmaktadır. Duvarların birleştiği dört köşenin isimleri şöyledir: Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 Hac ve Umre-I 1-Rüknülhacerilesved: Kâbe-i Muazzama’nın doğu tarafında, Hacerülesvedin üzerinde bulunduğu köşedir. 2-Rüknülırakî: Kâbe-i Muazzama’nın kuzey tarafında, tavaf ederken Kâbe kapısından sonra gelen köşenin adıdır. 3-Rüknüşşamî: Kâbe-i Muazzama’nın batı tarafında, Hacerülesved’in tam karşısında yer alan köşenin adıdır. 4-Rüknülyemânî: Kâbe-i Muazzama’nın güney tarafında, tavaf ederken her bir şavtta, Hacerülesved’e varmadan önce dönülen son köşenin adıdır. Resul-i Ekrem (s.a.s) Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Ey Ömer! Gözyaşları işte burada dökülür.” -“Sema kapılarının aralandığı ve duaların kabul edildiği dört zaman vardır. Bunlar, müminlerin Allah yolunda düşmanla karşılaştıkları an, yağmur yağdığı an, namaz kılındığı an ve Kâbe görüldüğü andır.” (Taberânî, el-Mu’cemu’l-Kebîr, VIII, 169, 171) -“Allah, bu ev için her gün yüz yirmi rahmet indirir. Bunun altmışı tavaf edenler, kırkı namaz kılanlar, yirmisi de ona bakanlar içindir.” (Heysemî, Mecma’u’z-zevâid, III,.292) Hacerülesved ve Fazileti Siyah taş anlamına gelen Hacerülesved, Kâbe-i Muazzama’nın güneydoğu köşesindedir. Yaklaşık otuz santimetre çapında ve yumurta biçiminde olan Hacerülesved, yerden bir buçuk metre yüksekliktedir. Abdullah b. Ömer’in (r.a.) rivayet ettiğine göre Resul-i Ekrem (s.a.s) bir defasında Hacerülesved’in üzerine mübarek dudaklarını koymuş ve uzun süre ağlamıştı. Sonra dönüp Hz. Ömer’in (r.a.) de ağladığını görünce şöyle buyurmuştur: “Ey Ömer! Gözyaşları işte burada dökülür.” (İbn Mâce, “Menâsik”, 27) İbn Abbas (r.a.) şöyle söylemiştir: Hacerülesved, yeryüzünde Allah’ın sağ eli (hükmünde) dir. Resulullah’ın (s.a.s) beyatına yetişemeyip Hacerülesved’i istilâm eden kişi, şüphesiz Allah’a ve Resulü’ne beyat etmiş olur. (Fakihî, Ahbaru Mekke, I, 12) Abdullah b. Amr (r.a.), Hacerülesved’i Cebrâil’in (a.s.) cennetten getirdiğini söylemiştir (Fakihî, Ahbaru Mekke, I,.12) Mültezem ve Dua Kelime anlamı ‘sıkı sıkıya yapışılan yer’ olan Mültezem, Hacerülesved ile Kâbe kapısı arasına verilen isimdir. Yaklaşık iki metre kadardır. Resul-i Ekrem’in (s.a.s) Mültezem’e göğsünü ve sağ yanağını yapıştırarak orada Yüce Allah’a sığınıp dua yaptığı rivayet edilmiştir (Fakihî, Ahbaru Mekke, Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 Hac ve Umre-I I,.225). Ancak günümüzde izdiham olmadan girilmesi oldukça zordur. Kimseye eziyet vermeden Mültezem’de dua yapılması sünnete uygundur. İzdiham varsa kesinlikle uzak durmak lazımdır. İzdiham durumunda Mültezem’in karşısında müsait bir yerde Yüce Allah’a dua etmek daha uygundur. Mültezem’de dua, veda tavafından sonra yapılır. Tavaf namazını kılıp zemzem içtikten sonra Mültezem’e gelip dua etmek müstehaptır. Makam-ı İbrahim Kâbe-i Muazzama’nın inşası sırasında Hz. İbrahim’in üzerine çıkıp duvar ördüğü ve insanları hacca davet ettiğinde üstünde durduğu kabul edilen taşa veya bu taşın bulunduğu yere Makam-ı İbrahim denir. İçinde hafif sarı ve kırmızı karışımı bir rengin bulunduğu, ama beyaz rengin ağırlıkta olduğu bu taşın kalınlığı 20 santimdir. Günümüzde alt kısmı mermer, üst kısmı camlı çerçevelerle muhafaza altına alınmıştır. Kur’an-ı Kerim’de Yüce Allah, Makam-ı İbrahim’den şöyle bahsetmektedir: -“Yeryüzünde insanlar için konulmuş ilk ev, Mekke’de olandır; âlemlere bereket ve hidayettir. Orada apaçık deliller ve Makam-ı İbrahim vardır…” (Al-i İmran, 3/96-97) -“O vakit biz, Beyt’i (Kâbe’yi) insanlar için bir sevap (kazanma) yeri ve emniyetli bir mekân kıldık. Siz de Makam-ı İbrahim’den bir namaz kılma yeri edinin…” (Bakara, 2/125) Veda haccı sırasında Resul-i Ekrem (s.a.s), tavaf namazını Makam-ı İbrahim’in arkasında kılmıştır. Bundan dolayı tavaf edenlere engel olmamak şartıyla tavaf namazını Makam-ı İbrahim’in arka taraflarında kılmak sünnet görülmüştür. Hicr ve Hatîm Rüknüırakî ile Rüknüşşamî arasındaki duvarın önünde yarım daire şeklindeki kısma, ‘ayrı kalmış kısım’ anlamında Hicr-i Kâbe veya sadece Hicr denir. Onun etrafında bir metre otuz bir santim yüksekliğindeki duvara da Hatîm ismi verilmiştir. Hicr, Kâbe-i Muazzama’dan sayıldığı için tavafın Hatîm’in dışından yapılması gerekir. Hicr ve Hatîm, Hz. İbrahim zamanında Kâbe-i Muazzama’ya dâhil idi. Resulullah’a (s.a.s) peygamberlik gelmeden önce Milâdî 605 yılında Kureyşliler Kâbe-i Muazzama’yı yeniden inşa ettiklerinde maddi imkânları yetmediği için bu kısmı dışarıda bırakmışlardı. Dışarıda kalan Hicr bölümünün Kâbe-i Muazzama’dan olduğu anlaşılsın diye etrafını duvarla çevirmişlerdi. Buraya Hicr-i İsmail de denmiştir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 Hac ve Umre-I Hz. Aişe (r.a.), Kâbe-i Muazzama’nın içinde namaz kılmak istediğinde Resul-i Ekrem (s.a.s), Hicr’in Kâbe’ye dâhil olduğunu belirterek orada namaz kılmasını söylemiştir. Hicr, Kâbe-i Muazzama’dan sayıldığı için tavafın Hatîm’in dışından yapılması gerekir. Hatîm ile Kâbe arasından geçilerek yapılan şavt geçersiz olur. Altınoluk Kâbe-i Muazzama’nın çatısındaki suyu akıtmak üzere Hicr’e doğru uzatılmış olan yağmur suyu oluğuna Altınoluk denir. Rüknüırakî ile Rüknüşşamî arasındaki duvarın üstünde yer alır. Emevî Halifesi Velid b. Abdülmelik zamanında ilk defa altınla kaplatıldığı için bu isimle anılmıştır. Kanuni Sultan Süleyman zamanında gümüşle kaplatılmış olmakla birlikte daha sonra IV. Murad zamanında yine altınla kaplatılmıştır. Bir rivayette Resul-i Ekrem (s.a.s) “Mizab (oluk) altında dua eden hiç kimse yoktur ki duası kabul edilmesin” (Muhibbuddin et-Taberî, el-Kırâ, s.310) buyurmuştur. Tavaf yaparken onun altına geldiğinde de “Ey Allah! Senden ölüm esnasında rahat, hesap anında da af dilerim” (Ezrakî, Ahbaru Mekke, I,.319) diyerek dua etmiştir. Zemzem Bol, bereketli ve doyurucu su anlamına gelen zemzem, Kâbe kapısının yaklaşık on sekiz metre ön tarafında bulunan bir kuyudan çıkan ve Yüce Allah’ın Hacer validemize ikram ettiği özel bir sudur. Günümüzde zemzem kuyusunun üstü kapanarak tavaf alanı haline getirilmiştir. Alt taraftan özel cihazlarla zemzem çıkartılmaktadır. Zemzem hakkında çok hadis-i şerif vardır. Biz burada bazılarını hatırlatmakla yetineceğiz. Resul-i Ekrem (s.a.s) şöyle buyurmuştur: “Yeryüzünde bulunan suların en hayırlısı zemzemdir. İçilmesi açlığı giderir, hastalığa şifa olur.” (Heysemî, Mecmeu’z-zevâid, III, 286) “Zemzem hangi niyetle içilirse ona çare olur.” (İbn Mâce, “Menâsik”, 78) “Bizimle münafıklar arasındaki fark, onların Zemzem’i kana kana içmemeleridir.” (İbn Mâce, “Menâsik”, 78) Mescid-i Haram Kâbe-i Muazzama’yı çevreleyen mescide Mescid-i Haram denilir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 Hac ve Umre-I Arafat Hac ibadetinde zilhicce ayının dokuzuncu günü yani arefe günü Arafat ovasında vakfe yapılır. Resul-i Ekrem (s.a.s), “Hac, Arafat’tır” buyurmuştur. Tövbe edip Yüce Allah’a yakararak yapılan vakfe, hac ibadetinin rüknüdür. “Hac, Arafat’tır” Arafat, Mekke-i Mükerreme’nin 22 km doğusunda, Taif dağ yolu üzerinde ova görünüşünde düz bir alandır. Doğu, kuzey ve güneyindeki dağlar bu ovayı bir yay gibi kuşatmıştır. En uç noktaları arasında doğudan batıya 6.5 km, kuzeyden güneye 11-12 km mesafe bulunan Arafat’ın alanı 13.68 kilometre karedir. Kuzey kesiminde granit taşlarından oluşmuş Cebel-i Rahme ismiyle bilinen tepe, batısında da Nemire mescidi bulunur. Arafat ovasının tamamı Hill bölgesinde yani Harem bölgesinin dışındadır. Müzdelife Cemerât, Şeytan taşlamanın yapıldığı üç mekâna verilen isimdir. Hac ibadeti esnasında Arafat vakfesi yapıldıktan sonra güneş batımından itibaren hacıların Harem-i Şerif istikametine doğru döndükleri, Arafat-Mina arasında bir mekândır. Yüce Allah, Arafat’tan inilince Meş’ar-i Haram’da kendisinin zikredilmesini emretmiştir (Bakara, 2/198). Müzdelife’de hacılar, akşam namazı ile yatsı namazını cem-i tehir ile kılarlar ve sabah namazında Müzdelife vakfesi yaparlar. Doğu-Batı istikametindeki uzunluğu 4370 m, toplam alanı 963 hektar olan Müzdelife Harem-i Şerife 13 km. uzaklıktadır. Mina ile arasında, Fil suresinde işaret edilen Ebrehe ordusunun helak edildiği Muhassir vadisi vardır. Mina Harem-i Şerif ile Müzdelife arasında, yaklaşık yedi kilometre mesafede, Harem sınırları içerisinde 812 hektarlık bir alanı kapsayan mekânın adıdır. Mina, Hac ibadetlerinden şeytan taşlama ile kurban kesiminin yapıldığı yerdir. Mina’nın sınırı, Harem-i Şerif tarafında Akabe cemresi, doğu yönünde ise Ebrehe ordusunun helâk edildiği Muhassir vadisidir. Bu bölgeye “harem” ismi verilmesi, bu bölgenin hayvanlarının ve bitkilerinin dokunulmazlığının bulunduğu anlamına gelir. Cemerât, Şeytan taşlamanın yapıldığı üç mekâna verilen isimdir. Harem-i Şerif istikametinden Mina yönüne giderken ilk cemre Akabe cemresidir (Üçüncü cemre). Ondan sonrakisi Orta Cemre (İkinci cemre) ve nihayet küçük cemre (Birinci cemre) yer almaktadır. Harem’in Sınırları ve Hill Bölgesi Allah Teala “evim” buyurduğu Kâbe’nin etrafını dokunulmaz kılmıştır. Bu dokunulmazlığın çevrelediği alana “Harem” ismi verilir. Bu bölgeye “harem” ismi verilmesi, bu bölgenin hayvanlarının ve bitkilerinin dokunulmazlığının bulunduğu Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 Hac ve Umre-I anlamına gelir. Zararlı olanları dışında bu bölgenin hayvanlarının öldürülmesi ve bitkilerinin kopartılması haramdır. Harem bölgesinin sınırlarını ilk olarak Cebrâil’in (a.s.) bildirmesiyle Hz. İbrahim (a.s.) belirlemiştir. Resul-i Ekrem (s.a.s) ise bu sınırları gösteren işaretleri yenilemiştir. Mekke-i Mükerreme’nin etrafında altı yönde bulunan altı mekân Harem sınırlarını gösterir. Kâbe-i Muazzama’ya en yakın olanından başlamak üzere Harem sınırlarını şöyle tanıtabiliriz: 1-Ten‘im (Aişe Mescidi): Medine-Mekke yolu üzerinde Kâbe-i Muazzama’ya en yakın olan Harem sınırıdır. 2-Adâtü Leben: Yemen yolu üzerindedir. 3-Seniyyetülcebel: Irak yolu üzerindedir. Buraya harita girmesi gerekir. Google earth’den hem harem sınırları hem de mikat yerleri rahatlıkla gösterilebilir. 4-Hudeybiye: Eski Cidde yolu üzerindedir. 5-Batn-ı Nemire: Arafat sınırında bulunur. 6-Ci’rane: Taif yönünde Harem sınırlarının en uzak olanıdır. Yukarıda isimleri verilen harem sınırlarının dışında kalan bölge, mikat sınırlarına kadar “Hill” diye isimlendirilir. Mikat Yerleri Mikat sınırları altı noktada tespit edilmiştir: 1- Zülhuleyfe: Medine-i Münevverede Mescid-i Nebevî’nin yaklaşık 11 km uzağında bulunan Zülhuleyfe, Mescid-i Haram’a 433 km mesafededir. 2- Rabiğ: Kızıldeniz kenarında bulunan ve Mekke-i Mükerreme’ye 204 km mesafede bulunan bir liman şehridir. 3- Cuhfe: Kızıldeniz sahiline 15 km Mekke-i Mükerreme’ye 187 km mesafede bulunan bir yerleşim birimidir. Hac, belirlenmiş zaman diliminde Kâbe, Arafat, Müzdelife ve Mina’da belirlenmiş olan ibadetleri şart ve usullerine uygun olarak yerine getirmek 4- Yelemlem: Yemen tarafından Mekke-i Mükerreme’ye 100 km uzaklıkta bulunan mikat yeridir. 5- Karnülmenâzil: Necid bölgesi yönünde Mekke-i Mükerreme’ye 94 km mesafede bulunan mikat yeridir. 6- Zâtüırk: Irak yönünden Mekke-i Mükerreme’ye 90 km mesafede bulunan bir mekândır. Mikat sınırlarının dışında kalan dünyanın bütün bölgelerine “Âfak” denir. Hacca veya umreye Âfak bölgelerinden gelenlere de Âfakî ismi verilir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 Hac ve Umre-I HAC VE UMRE’NİN TANIMI, HÜKMÜ ve ŞARTLARI Hac ve Umrenin Tanımı Haccın Tanımı Umre, ihrama girdikten sonra Kâbe’yi tavaf, Safâ ile Merve tepeleri arasında sa’y ve ihramdan çıkma şeklinde özetlenebilecek ziyaret yoğunluklu ibadetin adıdır. Hac, Arapça bir kelimedir ve sözlük anlamı, “önem verilen ve saygı duyulan bir yeri ya da kişiyi ziyaret etmek”tir. İslamî ilimlerde hac, belirlenmiş zaman diliminde Kâbe, Arafat, Müzdelife ve Mina’da belirlenmiş olan ibadetleri şart ve usullerine uygun olarak yerine getirmek anlamındadır. Umrenin Tanımı Umre, Arapça bir kelimedir ve sözlük bakımından uzun ömürlü olmak, ziyaret etmek, bir yerde ikâmet etmek ve Allah’a kulluk etmek gibi anlamlarda kullanılmıştır. İslamî ilimlerde umre, ihrama girdikten sonra Kâbe’yi tavaf, Safâ ile Merve tepeleri arasında sa’y ve ihramdan çıkma şeklinde özetlenebilecek ziyaret yoğunluklu ibadetin adıdır. Hac ve Umrenin Hükmü Haccın Hükmü Hac ibadeti, şartlarını taşıyan Müslümanlara farz-ı ayn olan bir ibadettir. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: Hac, şartlarını taşıyan her bir müslümana farzdır. -“…. Beytüllah'ı haccetmek, yoluna gücü yetmek şartıyla bütün insanlar üzerinde Allah'ın hakkıdır." (Âl-i İmran, 3/96, 97) -“Haccı ve umreyi Allah için tamamlayın!” (Bakara, 2/196) -"Bir zamanlar İbrahim'e Beytüllah'ın yerini hazırlamış ve (şöyle demiştik): … İnsanlar arasında haccı ilân et! Gerek yaya olarak, gerekse nice uzak yoldan yorgun argın develer üzerinde gelsinler!" (Hac, 26, 27) Resul-i Ekrem (s.a.s) de birçok hadisinde haccın farz bir ibadet olduğunu açıkça ifade buyurmuştur. Bunlardan ikisi şu şekildedir: Bütün İslam alimleri haccın farz-ı ayn olduğunda icma etmişlerdir. -“İslam beş temel esas üzere kurulmuştur. Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammad’in Allah’ın elçisi olduğuna şahitlik etmek, namazı ikame etmek, zekâtı vermek, hac yapmak ve ramazanı oruçla geçirmek”. (Buhârî, “İman”, 1; Müslim, “İman”, 19-22) -“Ey insanlar! Allah, haccı size farz kılmıştır, haccediniz”. (Müslim, “Hac” 412) Bütün İslam alimleri haccın farz-ı ayn olduğunda icma etmişlerdir. Haccın ömürde bir sefer farz olduğunu, Peygamber (s.a.s) ifade buyurmuştur. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 Hac ve Umre-I Hac yapma imkânını elde ettiği yıl, Müslümana haccın farz olduğunda alimlerimiz arasında görüş birliği vardır. Ancak o yıl hac yapmadığı takdirde günaha girip girmeyeceğinde ise ihtilaf söz konusudur. Bu ihtilaftan çıkartılması gereken kestirme sonuç ise bu durumdaki bir Müslümanın bir an önce hac yapma imkânlarını araştırmasıdır. Umrenin Hükmü Ömürde en az bir kere umre yapmak Hanefî ve Malikî mezheplerine göre müekked sünnet, Şafiî ve Hanbelî mezheplerine göre farzdır. Hanefî mezhebinden bazı alimler, umrenin vacip olduğu kanaatindedirler. Bir sefer umre yaptıktan sonra tekrar tekrar umre yapmak, imkân ve fırsatını bulanlara tavsiye edilmiş sevabı çok olan ve sünnette günahlara kefaret olduğu bildirilen faziletli bir ibadettir. Hac ve Umrenin Şartları Haccın Şartları Haccın bir Müslümana farz olmasının yani hac yükümlülüğünün oluşmasının şartları vardır. Bu şartlar bulunduğu takdirde o Müslüman hac ibadetiyle yükümlü olur. Bir de yapılan haccın sahih yani geçerli olmasının şartları vardır. Ömürde en az bir kere umre yapmak Hanefî ve Malikî mezheplerine göre müekked sünnet, Şafiî ve Hanbelî mezheplerine göre farzdır. Haccın Farz Olmasının (Yükümlülüğün Oluşmasının) Şartları Bir insana haccın farz olması için gerekli olan şartlar şunlardır: 1. Müslüman olmak. 2. Akıllı olmak. 3-Baliğ (ergin) olmak. Çocukluğunda hac yapan bir Müslüman, büluğa erdikten sonra yeterli imkânı elde ettiğinde yeniden hac yapmakla yükümlü olur. Çocukken yapmış olduğu haccın sevabı anne babasına yazılır. 4. Özgür olmak. Özgür olmayanlara hac farz değildir. Tutuklu veya mahpus olanlara ya da hacca gitmelerine herhangi bir sebeple yetkililerce izin verilmeyenlere hac farz olmaz. Çünkü onlar bu hâlleriyle hac yapma gücünden yoksun bulunurlar. Özgürlüklerinin engeli ortadan katlığında hac ibadetini yapmaları icap eder. Bununla birlikte tutukluluk veya hapis halinin sona ermeyeceği kesinleşen kimseler, diğer şartları taşıdıkları takdirde yerlerine vekil göndermeleri veya vasiyet etmeleri gerekir. 5. Yeterli maddi imkâna sahip olmak. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 Hac ve Umre-I Haccın farz kılındığını bildiren ayette “yoluna gücü yetenler” şeklinde bir ifade yer almıştır. Özellikle uzaktan gelenler için “yoluna gücü yetenler” ifadesi, yeterli maddi imkâna sahip olmayı da içine almaktadır. Yeterli maddi imkâna sahip olmak da şöyle anlaşılmıştır: Bir Müslüman, borcunu ve hacca gidip gelinceye kadar bakmakla yükümlü olduğu aile fertlerinin geçimlerini çıktıktan sonra hacca gidip gelmek için yeterli bir mal varlığına sahip olduğunda hac ona farz olur. Zekât verecek konuma gelmek şart değildir. 6. Sağlıklı olmak. Haccın farz kılındığını bildiren ayette “yoluna gücü yetenler” şeklindeki ifadenin aynı zamanda hacca gidebilecek kadar sağlıklı olmayı içine alıp almadığı konusunda farklı görüşler vardır. Bir görüş, hacca gidemeyecek durumda olan hastalara, yaşlılara, ayakları bulunmayanlara, felçlilere haccın farz olmadığını savunur. Bu görüşe göre bu durumdaki hastaların bizzat hacca gitmeleri farz olmadığı gibi yerlerine başkalarını vekil olarak göndermeleri ve ölümleri halinde kendi adlarına hac yapılmasını vasiyet etmeleri de gerekmemektedir. Diğer görüş ise öteki şartlar bulunduğu takdirde bahsi geçen hastalara haccın farz olduğu yönündedir. Bu görüşe göre iyileşme ümidi olmayan bu tür hastalar, hayatta iken vekil göndermek suretiyle hac ibadetlerini yerine getirebilirler. Ayrıca onlar vasiyette bulunarak ölümleri hâlinde hac ibadetlerini yine vekil göndermek suretiyle yaptırırlar. 7. Yol güvenliğine sahip olmak. Haccın farz kılındığını bildiren ayette yer alan “yoluna gücü yetenler” şeklindeki ifade aynı zamanda yol güvenliğini de içine almaktadır. Ancak bu şart, hac yükümlülüğünün yani farz olmasının mı yoksa haccın edasının mı şartı olduğunda farklı iki görüş ortaya çıkmıştır. Birinci görüş tercih edilmiştir. Ancak ikinci görüşe göre yani yol güvenliğini haccın edasının şartı kabul eden görüşe göre diğer bütün şartları bulunduran ama yol güvenliği sebebiyle hacca gidemeyen kimse kendi adına hacca gidilmesini vasiyet etmesi gerekir. 8. Haccın farz olduğunu bilmek. Müslüman olmayan bir toplumda yaşayan ve haccın farz olduğunu henüz öğrenememiş bir Müslüman, diğer şartları taşısa bile öğreninceye kadar kendisine hac farz olmaz. Diğer şartları taşıması şartıyla haccın farz olduğunu öğrendiği yıl hacca gitmesi farz olur. Müslümanların yaşadığı bir toplumda yaşayan kimsenin haccın farz olduğunu bilmemesi mazeret sayılmaz. 9. Haccın eda edildiği vakte yetişmek. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 Hac ve Umre-I Hac, Zilhicce ayının dokuzundan itibaren Arafat, Müzdelife, Mina ve Kâbe-i Muazzama’da gerçekleştirilen bir ibadettir. Dolayısıyla diğer bütün şartları taşıyan kimsenin belirlenmiş olan bu zaman diliminde oraya yetişebilecek kadar yeterli zamana sahip olması gerekir. Bundan dolayı bir kimse gerekli şartları elde etmiş olduğu ilk yıl haccın eda edileceği zamana yetişemeden fakir düşse veya vefat etmiş olsa hac ibadetinden sorumlu olmaz. Çünkü vaktine yetişemediği için hac kendisine farz olmamıştır. 10. Sefer mesafesindeki yolculuklarda kadının yanında eşinin veya bir mahreminin bulunması. Bu konu, sefer mesafesindeki yolculuklara kadının eşi veya mahremi olmadan gitmesinin hükmü ile ilgilidir. Bunun için konunun ayrıntıları seferle ilgili bölümden takip edilmelidir. 11. Eşi vefat etmiş veya boşanmış kadınların iddetlerini doldurmuş olması. Eşinin vefatı veya boşanma sonucunda evliliği sona eren bir kadının yeni bir evlilik yapmak için beklemesi gereken süreye iddet denir. Bu sürede kadının dikkat etmesi gereken hükümler vardır. Bunlardan birisi bulundukları evleri terk etmemeleri olduğu için diğer şartları taşısalar bile hacca gitmeleri caiz görülmemiştir. Haccın Sahih (Geçerli) Olmasının Şartları Haccın farz olmasının şartlarını taşıyan Müslümanların yapacakları haccın sahih yani geçerli olabilmesi için şu şartların da bulunması gerekir: 1. İhrama girmek. Hacca niyet edip telbiye getirerek ihrama girdikten sonra ihramdan çıkmak için belirlenen zamana kadar aynı hal üzere devam etmek şarttır. İhramla ilgili gerekli açıklamalar daha sonra yapılacaktır. 2. Haccı belirlenen zaman içinde yapmak. Haccın vakti, şevvâl ve zilkâde ayları ile zilhicce ayının ilk on günüdür. Hac için ihrama girildikten sonra Arefe günü Arafat’ta zeval vaktinden itibaren vakfe yapılır. Akşam güneş battıktan sonra Müzdelife’ye geçilir. Müzdelife’de vakfe, Mina’da şeytan taşlama, kurban kesme ve nihayet bayram sabahından itibaren haccın rüknü olan ziyaret tavafını yapmak gerekir. Bunlar ve diğer ibadetlerin belirli vakitleri olduğu için daha sonra ayrıntısıyla açıklanacağı üzere bu ibadetleri belirlenmiş olan zamanlarda yerine getirirken özellikle haccın rükünleri olan Arafat vakfesi ile ziyaret tavafını belirlenmiş olan zamanlarda yapmak, haccın geçerli olmasının şartlarındandır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 Hac ve Umre-I 3. Hac menasikini belirlenen mekânlarda yapmak. Hac menasikinin (ibadetlerinin) yapıldığı mekânlar, Kâbe-i Muazzama, SafaMerve, Arafat, Müzdelife ve Mina’dır. Umrenin Şartları Bir insana umre yapmanın, Hanefî ve Malikîler’e göre müekked bir sünnet – Şafiî ve Hanbelîler’e göre de farz olabilmesi için biri hariç haccın farz olması ile ilgili şartları taşıması gerekir. O da haccın farz olması için “Haccın eda edildiği vakte yetişmek” şartıdır. Umre için böyle bir şart söz konusu değildir. Senenin her zamanında umre yapmak caizdir. Hanefi mezhebine göre arefe günü ile Kurban bayramının dört gününde umre yapılması tahrimen mekruh görülmüştür. Umrenin sahih olmasının şartları da ikinci şart hariç haccın sahih olmasının şartlarının aynısıdır. HACCIN ÇEŞİTLERİ VE UMRENİN ÇEŞİTLERİ VE FAZİLETİ Haccın Çeşitleri Hac ibadeti hükmü ve edası bakımından şu kısımlara ayrılabilir: Hükmü Bakımından Haccın Çeşitleri Hükmü bakımından farz, vacip ve nafile olmak üzere üç çeşit hac vardır: 1. Farz hac. Gerekli şartları taşıyan her bir Müslümanın ömründe bir defa yapmakla mükellef olduğu hac, farz olan hacdır. 2. Vacip hac. Farz veya vacip olarak hac ibadetiyle yükümlü olmayan bir Müslüman, hac yapmayı adadığı takdirde hac yapması vacip olur. Bir de nafile olarak hac yapan bir Müslümanın bu haccını bozması hâlinde onu kaza etmesi yine vacip olur. 3. Nafile hac. Üzerinde farz veya vacip hac mükellefiyeti bulunmayan bir Müslümanın Allah rızası için yaptığı hac, nafile hactır. Haccın yapılışıyla ilgili videoyu izle! Edası Bakımından Haccın Çeşitleri Edası bakımından haccın çeşitleri, umreyle birlikte yapılmasına güre üçe ayrılır: Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 Hac ve Umre-I İfrad haccı Hac aylarında sadece hac yapmak için ihrama girilen ve umreye hiçbir şekilde niyet etmeden tamamlanan hacca ifrad haccı denilir. Bu hac çeşidinde sadece hacca niyet edildiği için “tek olarak yapılan” anlamında ifrad haccı diye isim verilmiştir. İfrad haccı şöyle yapılır: Hacı adayı, mikat denilen yerlerin birisinden veya oraya varmadan sadece hacca niyet ederek ihrama girer. Mekke-i Mükerreme’ye vardığında imkânı varsa gusül abdesti alır, imkân bulamazsa abdest alarak Kâbe-i Muazzama’yı tavaf edip iki rekât tavaf namazı kılar. Bu tavafa Kudûm tavafı denilmiştir. Sonra Safa ile Merve tepeleri arasında sa’y eder. Bundan sonra Zilhicce ayının sekizinci günü olan Terviye gününe kadar Mekke-i Mükerreme’de ihramlı olarak normal hayatına devam eder. İmkân nispetinde Harem’de bulunmaya gayret gösterip nafile tavaf, Kur’an okuma, zikir, tesbih, salâvat ve diğer hayırlı amellerle meşgul olur. Hac aylarında sadece hac yapmak için ihrama girilen ve umreye hiçbir şekilde niyet etmeden tamamlanan hacca ifrad haccı denilir. Zilhicce ayının sekizinci günü yani Terviye günü diğer hacılarla birlikte Mina’ya doğru hareket eder. Sekizinci günü Mina’da geceleyip dokuzuncu yani arefe günü kuşluk vaktinde Arafat’a çıkmak sünnete uygun olan davranıştır. Günümüzde yoğunluk sebebiyle doğrudan Arafat’a gidilmektedir. Arefe günü zeval vaktinden sonra öğle ile ikindi namazını öğle vaktinde cem ederek cemaatle kıldıktan sonra akşam güneş batıncaya kadar vakfe yapar. Güneş battıktan sonra Müzdelife’ye hareket eder ve geceyi orada geçirir. Akşam ile yatsı namazını yatsı vaktinde cem ederek kılar. Sabah namazından sonra Müzdelife vakfesini yapar ve Mina’ya hareket eder. Akabe cemresine yedi tane taş atıp tıraş olarak veya saçlarını kısaltarak ihramdan çıkar. Cinsel ilişki dışında ihram yasakları kalkar. Mekke-i Mükerreme’ye gidip Kâbe’yi tavaf eder ve peşinden iki rekât namaz kılar. Bu tavafa ziyaret tavafı denir. Bundan sonra cinsel ilişki de dâhil olmak üzere bütün ihram yasakları sona ermiş olur. Bayramın ikinci ve üçüncü günleri Mina’da üç cemreye yedişer tane taş atar. Üçüncü gün Mina’dan ayrılırsa dördüncü günü cemrelere taş atmaz. Ancak eğer dördüncü gün de Mina’da bulunursa aynı şekilde üç cemreye yedişer taş atıp Mekke-i Mükerreme’ye döner. Bundan sonra dönüş zamanına kadar Mekke-i Mükerreme’de kalır. Ayrılacağı zaman tekrar Kâbe’yi tavaf edip iki rekât namaz kılar. Buna da veda tavafı denir. Şafiî ve Hanbelî mezhebine göre ifrad haccı yapanlar, bayramın dördüncü gününden sonra Harem sınırlarından birisine mesela Ten’im’e gidip umre için ihrama girdikten sonra umre tavafını ve sa’yini yaparak ihramdan çıkarlar. Böylece Şafiî ve Hanbelî mezhebine göre farz olan umreyi de yerine getirmiş olurlar. Hanefî mezhebi mensupları da nafile olarak umre yapabilirler. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 Hac ve Umre-I Temettu haccı Hac ayları içerisinde önce umreye niyet ederek ihrama girip umreyi tamamladıktan ve umre ihramından çıktıktan bir müddet sonra hac için tekrar ihrama girip hac ibadetinin yapılmasına temettu haccı denilmiştir. Hac ayları içerisinde önce umreye niyet ederek ihrama girip umreyi tamamladıktan ve umre ihramından çıktıktan bir müddet sonra hac için tekrar ihrama girip hac ibadetinin yapılmasına temettu haccı denilmiştir. Temettu, faydalanmak anlamındadır. Temettu haccı yapan kimse, umre yaptıktan sonra ihramdan çıktığı ve hac için ikinci sefer ihrama gireceği zamana kadar ihram yasaklarından faydalandığı için haccın bu şekilde yapılmasına temettu haccı ismi verilmiştir. Temettu haccı şöyle yapılır: Hacı adayı, mikat denilen yerlerin birisinden veya oraya varmadan sadece umreye niyet ederek ihrama girer. Mekke-i Mükerreme’ye vardığında imkânı varsa gusül abdesti alır, imkân bulamazsa abdest alarak Kâbe-i Muazzama’ya gider. Umre tavafına niyet ederek tavafını yapar ve iki rekât tavaf namazı kılar. Sonra Safa tepesine çıkar. Umre için sa’y yapmaya niyet ederek sa’yi tamamlar ve saçlarını tıraş edip veya kısaltıp ihramdan çıkar. Bundan sonra Zilhicce ayının sekizinci günü olan Terviye gününe kadar Mekke-i Mükerreme’de ihramsız olarak normal hayatına devam eder. İmkân nispetinde Harem’de bulunmaya gayret gösterip nafile tavaf, Kur’an okuma, zikir, tesbih, salâvat ve diğer hayırlı amellerle meşgul olur. Zilhicce ayının sekizinci günü yani Terviye günü bulunduğu yerden hacca niyet ederek ihrama girer. Buradan itibaren ifrad haccında olduğu gibi ibadetlerini yerine getirir. İfrad haccından farkı, Akabe cemresine yedi tane taş attıktan sonra kurban kesmesi ve bundan sonra ihramdan çıkmasıdır. Bir de temettu haccı yapan kimse ziyaret tavafını bitirince, daha önceden hac için sa’y yapmamışsa haccın sa’yine niyet ederek sa’yini tamamlar. Bundan sonra cinsel ilişki de dâhil olmak üzere bütün ihram yasakları sona ermiş olur. Hac ayları içerisinde umre ile hacca birlikte niyet ederek ihrama girdikten sonra umre yapmak, ihramdan çıkmadan haccı da tamamlamak ve bundan sonra ihramdan çıkmak şeklinde yapılan hacca Kıran haccı denilmiştir. Burada şunu belirtmekte fayda vardır: Bayram günlerinde çok izdiham olduğu için temettu haccı yapanlardan isteyenler, terviye günü hac için ihrama girdikten sonra nafile bir tavafın peşinden haccın sa’yini yapabilirler. Bu sa’yi yapan hacılar, ziyaret tavafından sonra ayrıca hac sa’yi yapmazlar. Temettu haccı yapanların Mina’da cemrelere taş atmaları ifrad haccında olduğu gibidir. Kıran haccı Hac ayları içerisinde umre ile hacca birlikte niyet ederek ihrama girdikten sonra umre yapmak, ihramdan çıkmadan haccı da tamamlamak ve bundan sonra ihramdan çıkmak şeklinde yapılan hacca Kıran haccı denilmiştir. Kıran kelimesi yakınlaştırmak anlamına gelir. Bu çeşit hac yapan kimse bir sefer ihrama girerek umre ile haccı yakınlaştırdığı için buna Kıran haccı ismi verilmiştir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 Hac ve Umre-I Mikat ve Harem sınırlarının içinde oturan kimselerin temettu ve kıran haccı yapmaları caiz değildir. Kıran haccı şöyle yapılır: Hacı adayı, mikat denilen yerlerin birisinden veya oraya varmadan umre ile hacca birlikte niyet ederek ihrama girer. Mekke-i Mükerreme’ye vardığında imkânı varsa gusül abdesti alır, imkân bulamazsa abdest alarak Kâbe-i Muazzama’ya gider. Umre tavafına niyet ederek tavafını yapar ve iki rekât tavaf namazı kılar. Sonra Safa tepesine çıkar. Umre için sa’y yapmaya niyet ederek sa’yi tamamlar ama ihramdan çıkmaz. Aynı ihramla ifrad haccında olduğu gibi hac ibadetlerine başlar. Bu çerçevede önce tavaf (kudûm tavafı) ve arkasından haccın sa’yini yapar. Bundan sonra ifrad haccında olduğu gibi ibadetlerine devam eder. İfrad haccından farkı, Akabe cemresine yedi tane taş attıktan sonra kurban kesmesi ve bundan sonra ihramdan çıkmasıdır. Bir de kıran haccı yapan kimse ziyaret tavafını bitirince, daha önceden hac için sa’y yapmamışsa haccın sa’yine niyet ederek sa’yini tamamlar. Bundan sonra cinsel ilişki de dâhil olmak üzere bütün ihram yasakları sona ermiş olur. Kıran haccı yapanların Mina’da cemrelere taş atmaları ifrad haccında olduğu gibidir. Temettu veya Kıran haccı yapmak isteyen kimsenin âfâkî (mikat sınırlarının dışında yaşayan bir kimse) olması şarttır. Mikat ve Harem sınırlarının içinde oturan kimselerin temettu ve kıran haccı yapmaları caiz değildir. Bunun yanında temettu veya kıran haccı yapmak isteyen kimsenin umreyi yaptıktan sonra memleketine dönmemesi şarttır. Umrenin Çeşitleri Umre tek şekilde eda edilir. Bunun için edası bakımından umrenin çeşitleri yoktur. Ancak hüküm bakımından şöyle bir taksim yapılabilir: 1. Farz umre Şafiî ve Hanbelî mezheplerine göre ömürde bir defa umre yapmak farzdır. 2. Vacip umre Adamak suretiyle yapılan umre vacip bir umredir. Bir de nafile olarak başlanan bir umrenin bozulması halinde yeniden yapılması vacip olur. 3. Nafile umre Hanefî ve Malikî mezheplerine göre umre yapmak müekked bir sünnettir. Şafiî ve Hanbelî mezheplerine göre ömürde bir sefer umre yaptıktan sonra yapılan umreler nafile umrelerdir. Umre şöyle yapılır: Umre yapmak isteyen kimse, mikat denilen yerlerin birisinden veya oraya varmadan sadece umreye niyet ederek ihrama girer. Mekke-i Mükerreme’ye vardığında imkânı varsa gusül abdesti alır, imkân bulamazsa abdest Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 Hac ve Umre-I alarak Kâbe-i Muazzama’ya gider. Umre tavafına niyet ederek tavafını yapar ve iki rekât tavaf namazı kılar. Sonra Safa tepesine çıkar. Umre için sa’y yapmaya niyet ederek sa’yi tamamlar ve saçlarını tıraş edip veya kısaltıp ihramdan çıkar. Hac ve Umrenin Fazileti Hac, İslam dininin beş esasından birisidir. Umre de Resul-i Ekrem’in (s,a,v.) tavsiye ve teşvik ettiği en faziletli ibadetlerdendir. Faziletleri konusunda Resul-i Ekrem’den rivayet edilen birçok hadis-i şerif vardır. Yüce Allah, “Haccı ve umreyi Allah için tamamlayın!” (Bakara, 2/196) buyurmuş, Resul-i Ekrem (s.a.s) de onların fazileti hakkında şu açıklamaları yapmıştır: “Usulünce yapılan haccın karşılığı cennetten başkası değildir” (Müslim, “Hac”, 437). “Hac ile umreyi peş peşe yapın. Çünkü onlar, fakirliği ve günahları giderirler; tıpkı körüğün demir, altın ve gümüşten pası giderdiği gibi… Mebrur bir haccın sevabı kesinlikle cennettir.” (Tirmizî, “Hac”, 2) “Bir umre, diğer umreye kadar kefarettir yani günahların silinmesine sebeptir…” (Buhârî, “Umre”, 4) “Ramazanda yapılan bir umrenin sevabı bir haccın sevabına eşittir.” (İbn Mâce, “Menâsik”, 45) “Yaşlının, çocuğun, zayıfın ve kadının cihadı, hac ve umredir.” (Nesâî, “Hacc”, 4; İbnu Mâce, “Menâsik”, 8) “Kim bu beyte (Kâbe’ye) gelir, kötü söz söylemez ve fısk işlemezse annesinin doğurduğu gün gibi geri döner.” (Müslim, “Hac”, 438) “Telbiyede bulunan hiçbir Müslüman yoktur ki, onun sağında ve solunda bulunan taş, ağaç ve toprak onunla birlikte telbiyede bulunmasın; bu durum (sağ ve solunu göstererek) şu ve şu istikamette yeryüzünün son hududuna kadar devam eder.” (Tirmizî, “Hacc”, 14) “Beyt'i (Kâbe-i Muazzama'yı) kim elli defa tavaf ederse, annesinden doğduğu gün gibi günahlarından kurtulur.” (Tirmizî, “Hacc”, 41) “Hac ve umre yapanlar Allah’ın misafirleridir; O’na dua ederlerse, onlara karşılık verir ve af dilerlerse onları affeder.” (İbn Mâce, “Menâsik”, 5) “Bu mescidimde bir namaz, Mescid-i Haram hariç diğer mescitlerdeki bin namazdan daha faziletlidir. Mescid-i Haram’daki namaz ise benim mescidimdeki yüz namazdan daha faziletlidir.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 5) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 Hac ve Umre-I Resulüllah (s.a.s), Ensâr'dan Ümmü Sinân adındaki bir kadına: “Bizimle haccetmekten seni ne alıkoydu?” diye sordu. Kadın: "Ebü fülânın (kocasını kasteder) sulama yapan iki devesi var. Biriyle o ve oğlu hacca gitti. Öbürü (ile de ben kaldım) arazimizi suluyor(um)" dedi. Bunun üzerine Resulüllah (s.a.s) şöyle buyurdu: “Öyleyse ramazandaki umre, (kaçırdığın) bir haccın veya benimle (yapmış olacağın) bir haccın kazasıdır. Ramazan gelince umre yap. Zîra ramazandaki bir umre hacca denktir.” (Buhârî, “Umre”, 4) HAC VE UMRENİN FARZLARI, VACİPLERİ, SÜNNETLERİ VE ÂDABI Hac ve umreyle ilgili farzları, vacipleri, sünnetleri ve âdıbı iki ayrı başlık altında ele alacağız. Haccın Farzları, Vacipleri, Sünnetleri ve Âdabı Haccın Farzları Hanefî mezhebine göre biri şart, ikisi rükün olmak üzere haccın üç farzı vardır. Bunların her birisi ilgili başlık altında ayrıntısıyla ele alınacaktır. 1. İhrama girmek haccın şartıdır. 2. Arafat’ta vakfe yapmak haccın rüknüdür. 3. Ziyaret veya ifada tavafı yapmak da haccın rüknüdür. Malikî ve Hanbelî mezhebine göre sa’y yapmak da haccın farzlarındandır. Şafiî mezhebi ise saçları tıraş ederek veya kısaltarak ihramdan çıkmayı ve farzların en az dört tanesinin tertip sırasına uygun yapılmasını da yukarıdaki farzlara katmıştır. Haccın Vacipleri Hac menâsikinden her birisinin ayrı vacipleri olduğu gibi hac için müstakil diğer bir ifade ile aslî vacipler de vardır. Menâsikin her birine ait olan vâcipler ilgili başlık altında ele alınacağı için burada sadece aslî vaciplere yer verilecektir: Hanefî mezhebine göre haccın müstakil vacipleri şunlardır: 1. Sa’y yapmak 2. Müzdelife vakfesi 3. Şeytan taşlamak 4. Saçları tıraş ederek veya kısaltarak ihramdan çıkmak Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21 Hac ve Umre-I 5. Veda tavafı Malikî mezhebine göre haccın vacipleri, telbiye, Müzdelife’de gecelemek, saçları tıraş ederek veya kısaltarak ihramdan çıkmak, teşrik günlerinde Mina’da gecelemekten ibarettir. Şafiî ve Hanbelî mezheplerinde ise haccın vacipleri, ihrama mikattan girmek, şeytan taşlamak, Müzdelife vakfesi, bayramın birinci-ikinci-üçüncü günlerinde Mina’da gecelemek ve veda tavafı yapmaktan ibarettir. Haccın Sünnetleri Hac menâsikinden her birisinin ayrı sünnetleri olduğu gibi hac için müstakil diğer bir ifade ile aslî sünnetler de vardır. Menâsikin her birine ait olan sünnetler ilgili başlık altında ele alınacağı için burada sadece aslî sünnetlere yer verilecektir: 1. Kudûm tavafı 2. Mekke, Arafat ve Mina’da hutbe okunması 3. Arefe gecesi Mina’da gecelemek 4. Bayram gecesi Müzdelife’de gecelemek (Malikî mezhebinde vaciptir) 5. Bayram günlerinde Mina’da gecelemek (Şafiî ve Hanbelî mezhebine göre vaciptir) Haccın Âdabı En önemlisi takvâ sahibi, ahlaklı ve ibadete gönül vermiş yol arkadaşı seçmeye özen göstermelidir. Hacca gitmek isteyen kimse, her şeyden önce samimi bir şekilde günahlarından tevbe ederek sırf Allah rızası için hac yapmaya niyet etmelidir. Bunun gereği olarak üzerinde bulunan kul haklarını ödemeli veya hak sahiplerinden helallik ve izin alarak yola çıkmalıdır. Yapacağı masrafları helal kazancından karşılamalıdır. Hac yolculuğu için gerekli olan tedbirleri almalı, bu çerçevede hac menâsiki ile ilgili bilgi edinmelidir. En önemlisi takvâ sahibi, ahlaklı ve ibadete gönül vermiş yol arkadaşı seçmeye özen göstermelidir. Gidiş ve dönüşünde insanlara eziyet etmekten, kötü söz söylemekten şiddetle uzak durmalı elinden geldiğince herkese hizmet edip yardımcı olmaya çalışmalıdır. Evinden ayrılırken ve hacdan geri dönüşünde iki rekât namaz kılıp dua etmelidir. Umrenin Farzları, Vacipleri, Sünnetleri ve Âdabı Umrenin Farzları Hanefî mezhebine göre biri şart ve biri rükün olmak üzere iki farzı vardır. İhrama girmek şart, Kâbe-i Muazzama’yı tavaf etmek rükündür. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22 Hac ve Umre-I Malikî mezhebi sa’y yapmayı da farzlardan kabul etmiştir. Şafiî ve Hanbelî mezhepleri ise tıraş olarak veya saçları kısaltarak ihramdan çıkmayı da umrenin farzlarından saymışlardır. Umrenin Vacipleri Hanefî mezhebine göre sa’y yapmak ve saçları tıraş ederek veya kısaltarak ihramdan çıkmak haccın vacipleridir. Malikî mezhebinde ise saçları tıraş ederek veya kısaltarak ihramdan çıkmak vaciptir. Umrenin Sünnetleri ve Âdabı İhram, tavaf ve sa’y ile ilgili sünnetler umrenin de sünnetleridir. Haccın âdabı olarak zikredilmiş edeplere riayet etmek umrede de aynen geçerlidir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23 Ödev Özet Hac ve Umre-I •Kutsal mekânları ziyaret etme arzusu insanoğlunun yaratılışında vardır. Kâbe-i Muazzama ile insanın yeryüzündeki varlığı paralellik arz eder. Allah'ın evi olarak Kâbe-i Muazzama, müslümanın günlük hayatında önemli bir yere sahiptir. Bunun için Hz. Adem'den beri insanlık tarihinde ve özellikle Hz. Peygamber'in ( s.a.s.) hayatında Kâbe-i Muazzama'nın yerini iyi bilmek gerekir. •Kâbe’nin bölümlerini ve Harem’deki kutsal yerleri tanımak, müslümanın ibadet bilincini artırır. Özellikle namazı günlük hayatın merkezine yerleştirmek için Kâbe'nin tekrar ortaya çıkartılmasındaki hatıraları o mekânlarda hissetmek lazım. Hac ve umrede özellikle ihramla ilgili hükümler konusunda Haremin sınırları ve mikat yerleri iyi bilinmelidir. •Hac ve umrenin tanımı, hükümleri ve şartlarıyla ilgili bölümde hac ve umrenin birbirinden ayrı birer ibadet olduklarını, hüküm farklılıklarını öğrenme imkânı vardır. Haccın farz olması ve sahih olması için gerekli olan şartlar bu başlık altında incelenir. •Hac ve umrenin çeşitlerini uygulamalarıyla öğrenmek çok önemlidir. Edası bakımından haccın çeşitlerinde umrenin hac ibadetiyle birlikte yapılmasının etkili olduğu görülmektedir. Tek başına yapılan haccın ifrad haccı olduğu, umre ile birlikte yapıldıklarında her ikisi için ayrı ayrı ihrama girilmesi gerektiği ve bunun temettu haccı olduğu, bir ihramla her ikisinin yapılması halinde ise kıran haccının gerçekleştiği ayrıntılı bir şekilde incelenmiştir. Hac ve umrenin faziletiyle ilgili rivayetlere de yer verilmiştir. •Hac ve umrenin farzları, vacipleri, sünnetleri ve âdabını birarada değerlendirebilmek için müstakil bir başlık altında toplanmışlardır. • Mekke-i Mükerreme'deki önemli ziyaret yerlerini araştırarak iki yüz kelimeyi aşmayacak şekilde yazınız. • Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “ödev” bölümüne yükleyebilirsiniz. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24 Hac ve Umre-I DEĞERLENDİRME SORULARI Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. 1. Kâbe-i Muazzama ilk olarak ne zaman inşa edildi? a) Hz. Muhammed (s.a.s) zamanında b) Hz. İbrahim (a.s.) zamanında c) Hz. Âdem (a.s.) zamanında d) Hz. Nuh (a.s.) zamanında e) Hz. Adem (a.s.) yaratılmadan önce 2. Hz. Peygamber (s.a.s), ilk umre için Medine-i Münevvere’den hangi yıl yola çıkmış ve nereden geri dönmüştür? a) Yedinci yıl, Hudeybiye’den b) Sekizinci yıl, Cirane’den c) Altıncı yıl, Cirane’den d) Aytıncı yıl, Hudeybiye’den e) Sekizinci yıl; Hudeybiye’den 3. Umre ile ilgili olarak aşağıdakilerden hangisi yanlıştır? a) Ömürde bir sefer umre yapmak Hanefî mezhebine göre farzdır. b) Ömürde bir sefer umre yapmak Şafiî mezhebine göre farzdır. c) Ömürde bir sefer umre yapmak Hanefî mezhebine göre sünnettir. d) Ömürde bir sefer umre yapmak Hanbelî mezhebine göre farzdır. e) Ömürde bir sefer umre yapmak Malikî mezhebine göre sünnettir. 4. Aşağıdaki şartlardan hangisi hacda arandığı hâlde umrede aranmaz? a) Müslüman olmak b) İhrama girmek c) Menâsiki belirlenen zamanda yapmak d) Yol güvenliğine sahip olmak e) Özgür olmak 5. Aşağıdakilerden hangisi temettu haccında bulunduğu hâlde kıran haccında bulunmaz? a) Akabe cemresini taşladıktan sonra kurban kesmek b) Kurban kestikten sonra ihramdan çıkmak Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 25 Hac ve Umre-I c) Haccın sa’yini Arafat vakfesinden önce yapabilmek d) Arafat vakfesinden önce umre ihramından çıkmak e) Bayramın ikinci ve üçüncü günleri cemerâta taş atmak Cevap Anahtarı: 1.c 2.d 3.a 4.c 5.d YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR Komisyon .(2009). İslam İlmihali.İstanbul:Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları. Bilmen, Ö. N. (2010). Büyük İslam İlmihali. İstanbul. Harman, Ö. F.(1996). “Hac”, DİA, XIV, 382-386. İstanbul. Karagöz, İ.-Keskin, M.- Altuntaş, H. (2007).Hac İlmihali. Ankara. Öğüt, S. (1996) .“Hac”, DİA, XIV, 389-397. İstanbul. Özel, A.(2007). Kutsal Topraklara Yolculuk. İstanbul. Yaran, R. (2010). “Hac ve Umre”, İslam İbadet Esasları. Eskişehir. Yıldız, K.(2010). Umre Rehberi. İstanbul. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 26 HEDEFLER İÇİNDEKİLER HAC VE UMRE - II • Hac ve Umre için İhrama Girmek ve İhramdan Çıkmak • İhramın Yasak ve Yaptırımları • Hac ve Umrede Yapılan Özel İbadetler • Haccı veya Umreyi Tamamlayamamak • Vekâlet Yoluyla Hac Yapmak • Medine'yi ve Hz.Peygamber'i Ziyaret • Bu üniteyi çalıştıktan sonra • İhrama giriş ve çıkışla ilgili hükümleri öğrenebilecek • İhram yasaklarını ve cezalarını kavrayabilecek • Hac ve umrede yapılan özel ibadetleri uygulamalı olarak anlatabilecek • Hac veya umreyi tamamlayamama durumunda ihramdan nasıl çıkılabileceğini öğrenebilecek • Vekâlet yoluyla hac yapma ve Medine ziyareti ile ilgili temel bilgileri edinebileceksiniz. İSLAM İBADET ESASLARI ÜNİTE 12 Hac ve Umre-II GİRİŞ Hac ve umre ile ilgili hükümleri bir üniteye sığmayacak kadar geniş olduğu için ikinci bir üniteye ihtiyaç duyduk. Bu ünitede ihrama nerede ve nasıl girileceği, ihramdan nasıl çıkılacağı, ihram yasakları ve bunların ihlali durumunda nasıl telafi edileceği, hac menâsikinin uygulamalı olarak izahı, hac veya umrenin tamamlanamaması durumunda ne yapılması gerektiği, vekâlet yoluyla hac gibi önemli konuları ele alacağız. Ünitenin sonunda ise Hz. Peygamber’i (s.a.v.) ve Medine-i Münevvere ziyaretle ilgili temle bilgilere yer vereceğiz. HAC VE UMRE İÇİN İHRAMA GİRMEK VE İHRAMDAN ÇIKMAK İhrama girmek aslında helal olan bazı fiilleri ve bazı maddeleri, ibadet maksadıyla kişinin kendisine haram kılması demektir. İhram, haccın ve umrenin geçerli olmasının şartıdır; Malikî, Şafiî ve Hanbelî mezheplerine göre rüknüdür. İhramın Tanımı Hac veya umre ibadeti yapmaya niyet eden kişinin Kâbe-i Muazzama’ya belirli uzaklıklarda bulunan ve ‘mikat’ diye isimlendirilen yerlerden itibaren normal zamanlarda helal olan bazı fiilleri ve maddeleri kendisine haram kılmasına, “ihrama girmek” ifadesi kullanılır. İhrama girmek aslında helâl olan bazı fiilleri ve bazı maddeleri, ibadet maksadıyla kişinin kendisine haram kılması demektir. İhrama giren erkeklerin sarınmış oldukları dikişsiz beyaz örtülere, Türkçemizde “ihramlık” veya “ihram” denilmiştir. İhrama girmek demek, sadece dikişsiz beyaz örtülere sarınmak demek değildir. İhrama giren erkeklerin böyle bir örtüyü sarınmaları, ihrama giren erkeklere diğer yasakların yanında dikişli elbise giymenin de yasak olmasından kaynaklanmaktadır. Kadınlar ise böyle bir örtüye sarınmadan ihrama girerler. İhrama giren kişi, giyinmeden tıraş olmaya, koku sürünmeden yüzü örtmeye, yeşillik koparmaktan avlanmaya varıncaya kadar belirlenmiş olan yasaklara dikkat edecektir. İhrama giren Müslüman, “İhram Yasakları” başlığı altında ele alacağımız bütün yasaklara dikkat ederek Harem topraklarında Allah’ın misafiri olduğunu hissedecek, ölüm gelmeden önce ölümü ve ahireti yaşayacaktır. Elden geldiğince ibadet, tefekkür vetezekkürle meşgul olmaya çalışacaktır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 Hac ve Umre-II İhramın Rükünleri İhrama girerken niyet etmek, bütün mezheplere göre rükûndur yani farzdır. Hanefî mezhebinde telbiye getirmek de farzdır. Malikî mezhebinde vacip olan telbiye, Şafiî ve Hanbelî mezhebinde sünnettir. İhramın Vacipleri İhramın vacipleri iki tanedir: Mikat sınırlarını geçmeden ihrama girmek İhram yasaklarından sakınmak İhramın Sünnetleri ve Dikkat Edilecek Hususlar İhrama girerken 1. Her şeyden önce gerekiyorsa tıraş olmak, koltuk altı ve kasık kıllarını temizlemek ve tırnakları kesmek sünnettir. 2. Gusul abdesti almak sünnettir. Eğer su bulunmazsa veya suyu kullanma imkânı yoksa abdest almak sünnettir. 3. Erkeklerin ihrama girmeden önce iç çamaşırları dâhil giysilerini, çorap ve ayakkabılarını çıkartmaları vaciptir. Bunun yerine dikişsiz iki parça örtü sarınırlar. Bu örtünün belden aşağısını örten kısmına “izâr”, baş hariç vücudun belden yukarısını örten kısmına “ridâ” ismi verilir. İhram elbisesinin iki parçadan oluşması, beyaz rengin tercih edilmesi ve yıkanmış, yeni ve güzel görünümlü olması sünnete uygun bulunmuştur. Kadınlar, ihram için özel bir elbise giymezler. Kadınlar, her zaman giymiş oldukları elbiselerini, baş örtülerini ve ayakkabılarını giyinmiş oldukları hâlde ihrama girerler. Ancak yüzlerini açık tutmaları gerekir. Çünkü Resul-i Ekrem (s.a.v) “İhramlı kadın, yüzünü örtmez” (Ebû Dâvud, “Menâsik”, 33) buyurmuştur. 4. İhrama girmek için niyet yapmadan ve telbiye getirmeden önce vücuda güzel koku sürünmek müstehaptır. Elbiseye koku sürmek ise Hanefi mezhebine göre caiz değil, Şafii ve Hanbelî mezhebine göre ise caizdir. Sürülen güzel kokunun ihrama girdikten sonra bedende kalmasının herhangi bir zararı yoktur. 5. Kerahat vakti değilse iki rekât ihram namazı kılmak sünnettir. Bu namazın birinci rekâtında Fâtiha’dan sonra “Kâfirûn” suresini, ikinci rekâtında ise yine Fâtiha’dan sonra “İhlâs” suresini okumak faziletli bulunmuştur. Şafii mezhebine göre kerahet vakitleri konusunda şu üç husus istisna edilmiştir. 1. Cuma günü, 2. Mekke haremi, 3. Sebebi bulunan namaz. Bu vakitlerde namaz kılmayı gerektiren bir sebep bulunduğunda namaz kılmak caiz olur. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 Hac ve Umre-II Dolayısıyla kerahet vaktinde abdest veya gusül yapan bir kimse, sünnet olan abdest namazı kılabilir. İhrama giren kimse de Şafiî mezhebine göre kerahet vakti bile olsa ihram namazı kılabilir. Niyet ve İhrama Giriş İhrama niyet ederek ve telbiye getirerek girilir. İhrama niyet ederek ve telbiye getirerek girilir. İki rekât ihram namazından sonra ihrama giren kimse yapacağı ibadete göre şöyle niyet eder: Eğer sadece hac yapmak istiyorsa “Allah’ım! Haccetmek istiyorum. Onu bana kolaylaştır ve kabul buyur” diyerek niyet eder. Eğer sadece umre yapmak istiyorsa niyetinde sadece umreye, kıran haccında olduğu gibi her ikisini de yapmak istiyorsa her ikisine niyet eder. İhrama giren kişi niyetten sonra telbiye getirir ve ihrama girmiş olur. Telbiye şöyle getirilir: İhrama girme yerleri konusunda hacı adayının âfâk, hill ve Harem bölgelerinden hangisinde bulunduğu önemlidir. “Lebbeyk Allahumme Lebbeyk Lebbeyke lâ şerîke leke lebbeyk. İnne’lhamde ve’n-ni’mete leke ve’l-mülk lâ şerîke lek” “Buyur Allah’ım buyur, emrine geldim. Buyur Allah’ım buyur, Senin hiçbir ortağın yoktur. Hamd, sanadır. Nimet ve hükümranlık da senindir. Senin hiçbir ortağın yoktur.” Telbiye yerine bir kimse tekbir veya tesbih getirse, hamd etse ya da Allahu Teâlâ’nın yüceliğini ifade eden bir dua okusa da ihrama girmiş sayılır. İhrama Girme Yerleri Mikat yerleri kişinin oturduğu yere göre değişiktir. İhrama mikat yerinde girilir. Mikat yerinden önce ihrama girmek, Hanefi mezhebine göre caiz, Malikî, Şafiî ve Hanbelî mezhebine göre mekruhtur. Gemi ve hava yoluyla Kâbe’ye gelenler, gemi ve uçaklara binmeden önce ihrama girebilecekleri gibi bindikten sonra da mikat sınırlarını geçmedikleri sürece ihrama girebilirler. Mikat yerlerinden önce bile olsa ihrama girildikten sonra ihram yasaklarına uymak gereklidir. Mikat yerleri kişinin oturduğu yere göre değişiktir. Bunun için sırasıyla açıklamakta fayda vardır. Âfâk bölgesinde bulunanların ihrama girecekleri yerler Yukarıda “Hill” ismiyle tanıttığımız ve mikat yerleri ile sınırlanmış bulunan bölgenin dışında dünyanın herhangi bir yerinde oturan Müslümanlar, hac veya umreye niyet ettiklerinde Kâbe-i Muazzama’ya doğru geldikleri yol üzerinde bulunan mikat yerlerinden ihrama gireceklerdir. Bu mikat yerleri Yelemlem, Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 Hac ve Umre-II Karnülmenâzil, Zâtüırk, Rabiğ, Cuhfe ve Zülhuleyfe isimleriyle bilinen mekânlardır. Kâbe-i Muazzama’nın altı farklı yönünde bulunan bu mekânları bir çizgi ile birbirine bağlamış olsak o çizginin denk geleceği bütün yerler, oradan geçecek olan kişilerin mikatı olur. Hill bölgesinde bulunanların ihrama girecekleri yerler Hill bölgesinde oturanların mikatı yani hac ve umre için ihrama girecekleri yer, bulundukları yerdir. Hill bölgesinde oturanların mikatı yani hac ve umre için ihrama girecekleri yer, bulundukları yerdir. Hill bölgesi Yelemlem, Karn-ı Menâzil, Zât-ı Irk, Rabiğ, Cuhfe ve Zülhuleyfe isimleriyle bilinen Âfâkîlerin mikat sınırları ile Harem sınırları olarak yukarıda belirttiğimiz ve Kâbe-i Muazzama’ya oldukça yakın olan Ten‘im, Adâtü Leben, Seniyyetülcebel, Hudeybiye, Batn-ı Nemire ve Cirane arasındaki bölgedir. Harem Bölgesinde Bulunanların İhrama Girecekleri Yerler İster Mekke-i Mükerreme’nin yerlisi olsun ister yabancı olup Mekke’de misafir bulunsun Harem bölgesinde bulunanlar, hac için bulundukları yerden ihrama girerler; umre yapmak istediklerinde ise Harem sınırları olarak bilinen Ten‘im, Adâtü Leben, Seniyyetülcebel, Hudeybiye, Batn-ı Nemire ve Cirane ismindeki mekânlardan birine gitmeleri ve o sınırın dışından ihrama girmeleri gerekir. Şunu da belirtmekte fayda vardır: Kâbe-i Muazzama’nın altı yönünde bulunan bu altı mekânı birbirine bir çizgi ile birleştirecek olsak bu çizginin denk geleceği her yerden de Harem bölgesinde oturanların ihrama girmeleri mümkündür. Hacca giden kimseler için ihrama girme zamanı hac aylarıdır. Mekke-i Mükerremede Bulunanlar için En Faziletli Mikat Mekke-i Mükerremede bulunanlar için umre yapmak istediklerinde mikatların en faziletlileri Ten’im ve Ci’rane’dir. İhrama Girme zamanı Umre için zaman sınırlaması yoktur. Hacca giden kimseler için ihrama girme zamanı hac aylarıdır. Hac aylarından önce hac yapmak için ihrama giren kimsenin ihramı, mekruh olmakla birlikte Hanefî, Malikî ve Hanbelî mezheplerine göre geçerli olur. Şafiî mezhebinde ise bu ihram hac için geçerli olmamakla birlikte umre için geçerli olur. Umre için zaman sınırlaması yoktur. Senenin her zamanında umre yapmak üzere ihrama girilebilir. Sadece hac mevsiminde arefe günü ile Kurban bayramının dört gününde umre için ihrama girilmesi tahrimen mekruh görülmüştür. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 Hac ve Umre-II Mikatı İhramsız Geçmek Mikat sınırlarını ihrama girmeden geçen bir kimse, tavafa başlamadan önce en yakın mikat yerine dönüp oradan ihrama girmesi gerekir; bu durumda yaptırım olarak bir ceza söz konusu olmaz. Çünkü alimlerimiz, ibadet maksadıyla mikat sınırına gelmiş olan bir Müslümanın ihrama girmesinin vacip olduğunda ve girmediği takdirde haram işlediği için günahkâr olacağında ittifak etmişlerdir. Mikata dönmeden ihrama girmesi hâlinde küçükbaş bir kurban kesmesi gerekir. Hareme İhramsız Girmek Harem bölgesine girmek isteyen bir Müslüman, Hanefî mezhebine göre maksadı ticaret bile olsa ya umre veya hac için ihrama girmeli ve gereken ibadetleri yaptıktan sonra ihramdan çıkmalıdır. İhramsız olarak Harem bölgesine girmek haramdır. Malikî ve Hanbelî mezhepleri bu konuda, mikat sınırından sürekli girip çıkma durumunda bulunanları istisna etmiş, geri kalan herkesin ihrama girmesi gerektiğine hükmetmişlerdir. Hatta onlara göre ticaret veya başka bir sebeple Harem dışına çıkmış olan Mekkeli bir Müslüman, Mekke-i Mükerreme’ye döndüğünde ihrama girmesi icap eder; mikat dışına çıkmışsa mikat yerinden, Hill bölgesindeyse bulunduğu yerden ihrama girer. Şafiî mezhebine göre ibadet kastı olmayan kimselerin Harem bölgesine girmek için ihrama girmeleri şart değildir; ancak ihrama girerlerse bu müstehap olur. İhramdan Çıkış (Tahâllül) Erkeklerin saçlarını tıraş ederek veya kısaltarak, kadınların ise saçlarını kısaltarak ihramdan çıkmaları Hanefî, Mâlikî ve Hanbelî mezheplerine göre vacip, Şafiî mezhebine göre farzdır. İhrama giriş ve çıkışla ilgili animasyonu izle! Umrede ihramdan çıktıktan sonra ihram yasakları tamamen sona ermiş olur. Hac yapanlar için ihramdan çıkış (tahâllül) iki aşamada gerçekleşir: 1. İlk tahâllül: Cinsel ilişki dışındaki ihram yasaklarının sona erdiği ilk tahâllül, bayramın birinci günü Hanefi mezhebine göre saçları tıraş etmek veya kısaltmakla, Malikî ve Hanbelî mezhebine göre ise akabe cemresini taşlamakla gerçekleşir. 2. İkinci tahâllül: Ziyaret tavafını yaptıktan sonra cinsel ilişki yasağı da ortadan kalkmış olur. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 Hac ve Umre-II İhramdan Çıkma Zamanı Temettu veya kıran haccı yapanlar, bayramın birinci günü Mina’da Akabe cemresini taşlayıp kurban kestikten sonra ihramdan çıkarlar. Cinsel ilişki yasağı ise ziyaret tavafından sonra kalkar. İfrad haccı yapanlar ise kurban kesmekle yükümlü olmadıkları için bayramın birinci günü Akabe cemresini taşladıktan sonra ihramdan çıkarlar. Cinsel ilişki yasağı ise ziyaret tavafından sonra kalkar. Umrede ise umre tavafı ve umrenin sa’yi tamamlandıktan sonra ihramdan çıkılır. Tıraş ve Kısaltmanın Hükmü Saçları tıraş ederek veya kısaltarak ihramdan çıkmak, Hanefî, Mâlikî ve Hanbelî mezheplerine göre vacip, Şafiî mezhebine göre farzdır. Bundan dolayı Şafiî mezhebine göre saçları tıraş ederek veya kısaltarak ihramdan çıkmanın başka bir şey ile telâfisi mümkün değildir. Yerine getirilmediği takdirde umre ibadeti tamamlanmamış olduğu için ihram yasakları devam eder. Hanefî, Mâlikî ve Hanbelî mezheplerine göre eğer bir kimse umre tavafını ve sa’yini yaptığı hâlde saçlarını tıraş etmez veya kısaltmazsa ihramdan çıkmış olmaz. Bu durumda ihram yasaklarına uyma zorunluluğu devam eder. Bu esnada ihram yasaklarına aykırı bir fiil yaparsa cezası ne ise onu yerine getirmekle mükellef olur. Umre ibadeti, rükünleri yerine geldiği için geçerli olmakla birlikte ihramdan çıkmak vacip olduğundan, ne olursa olsun saçlarını tıraş ederek veya kısaltarak ihramdan çıkması gerekir. Tıraş ve Kısaltmanın Miktarı İhramdan çıkışta Hanefî mezhebine göre başın en az dörtte birini tıraş etmek veya kısaltmak gerekir. Mâlikî ve Hanbelî mezheplerine göre başın tamamını tıraş etmek veya kısaltmak icap eder. Şafiî mezhebinde ise en az üç kıl kesmek yeterlidir. Kadınların saçlarını parmak ucu kadar kısaltmaları yeterlidir. Mezheplerin belirtmiş olduğu en az kesilmesi gereken miktarlarda tıraş veya kısaltma yapılmazsa ihramdan çıkılmış sayılmaz. O miktarlarda kesim yapılıncaya kadar ihram yasakları devam eder. Saçları tıraş etmenin veya kısaltmanın yeri Harem bölgesidir. Tıraş ve Kısaltmanın Yeri Saçları tıraş etmenin veya kısaltmanın yeri Harem bölgesidir. Ebu Hanife ve İmam Muhammed’e göre Harem bölgesi dışında gerçekleşen tıraş veya kısaltma geçerli olmakla birlikte küçükbaş bir kurban icap ettirir. Şafiî ve Hanbelî mezhepleri Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 Hac ve Umre-II ile Hanefîler’den Ebû Yusuf’a göre tıraş veya kısaltmanın Harem topraklarında yapılması sünnet olduğu için Harem dışında gerçekleştiği takdirde herhangi bir cezaya da gerek yoktur. Erkeklerin saçlarını tıraş etmesi, kısaltmasından daha faziletlidir. İHRAMIN YASAK VE CEZALARI İhrama giren kimse aşağıdaki yasaklara uymak zorundadır. Uymadığı takdirde her bir yasağın ihlali için tayin edilmiş olan bir yaptırım vardır, onun gereğini yerine getirmek icap eder. Bu yaptırımlara Arapça ‘ceza’ ismi verilir. Bu cezadan maksat, Türkçede kullandığımız ve cezalandırma anlamındaki ceza değildir. Buradaki cezadan maksat, ihram yasaklarına aykırı davranmış olmakla meydana gelen eksikliği gidermektir. Böylece ihrama girerek başlamış olduğu hac veya umre ibadetini zedeleyebilecek eksiklikleri gidermiş, ibadetini tamamlamış olur. İhram yasaklarını ve onlarla ilgili yaptırımları yani cezaları birkaç başlık altında ele alacağız: Haccın veya Umrenin Bozulması İhram yasakları konusundaki animasyonu izle! Cinsel ilişki yasağının hacda Arafat vakfesinden önce, umrede ise Hanefî mezhebine göre umre tavafının dört şavtını tamamlamadan, Malikî mezhebine göre sa’yi tamamlamadan, Şafiî ve Hanbelî mezheplerine göre ihramdan çıkmadan önce ihlâl edilmesi hac veya umrenin bozulmasına sebep olur. Bu durumda kişi haccını veya umresini yarıda bırakmaz. Hac veya umre ile ilgili ibadetlere –sanki bozulmamış gibi- devam edilmesi onları tamamlayarak ihramdan çıkması gerekir. Geçersiz olan haccı veya umreyi daha sonra kaza etmesi ve işlediği cinayet sebebiyle de Hanefî ve Hanbelî mezheplerine göre küçükbaş bir hayvan, Mâlikî ve Şafiî mezheplerine göre ise büyükbaş bir hayvan kurban etmesi icap eder. Bedene Deve ve sığır gibi büyük baş hayvan anlamında kullanılan bedene, hac esnasında ihlâl edilen bazı ihram yasakları sonucunda kurban edilmesi gereken hayvana verilen bir isimdir. Arafat vakfesinden sonra ve ihramdan çıkmadan önce cinsel ilişki yasağının ihlali haccı bozmaz ama bir bedene kurban edilmesini gerektirir. Aynı şekilde ziyaret tavafının cünüp olarak veya -kadınlar için- adet hâlinde yapılmış olması, eğer bu tavaf yeniden yapılmazsa bir bedene kurban edilmesini gerektirir. Tavaf abdestli olarak yeniden yapılırsa bedene kurbanı düşmüş olur. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 Hac ve Umre-II Küçükbaş Hayvan Kesmeyi Dem) Gerektiren İhram Yasakları Belirli hac yasaklarının ihlali durumunda gerekli olan küçükbaş hayvan yani koyun ve keçi kurbanına “dem” adı verilir. Küçükbaş hayvan kesmeyi gerektiren ihram yasaklarını saymadan önce şu kısa açıklamayı yapmak uygun olacaktır: İhram yasaklarına uymamak ister kasıtlı ister insanın iradesi dışında gerçekleşsin fark etmez. İhram yasaklarına uymamak ister kasıtlı ister insanın iradesi dışında gerçekleşsin fark etmez. Mesela uyurken başkası tarafından saçlar kesilse veya koku sürünülse gerekli ceza mutlaka yerine getirilmelidir. Ancak hastalık ve benzeri kendi elinde olmayan bir mazeret dolayısıyla ihram yasaklarına uymayan kimse şöyle bir tercihte bulunabilir: Harem bölgesinde kurban keser veya istediği bir yerde üç gün oruç tutar (peşpeşe veya ayrı olarak) yahut altı fakiri sabah akşam bir gün ya da bir fakiri altı gün doyurur (veya her gün için bir fıtır sadakası verir). İhram yasakları konusunda şöyle bir kural zikredilmiştir: İhram yasakları tam olarak ihlal edildiyse ceza da tam olur, yani küçükbaş kurban kesilmesi gerekir. İhram yasakları eksik bir şekilde ihlal edilmişse ceza da eksik olur, yani sadaka gerekir. Mesela giyim konusunda ihram yasağının bir gündüz veya bir gece ihlal edilmesi, tam bir ihlaldir; bundan az olması eksik ihlaldir. Koku sürünme, bir uzvun bütününü veya bütünü hükmündeki kısmını kapsıyorsa tam bir ihlal söz konusudur; bundan az olan kısmıyla ilgiliyse eksik ihlal olarak değerlendirilmiştir. Şimdi küçükbaş hayvan kesmeyi gerektiren başlıca ihram yasaklarına geçebiliriz: 1. Elbise ve Örtü Bir gündüz veya bir gece boyunca elbise, ayakkabı veya çorap giymek gerekir. Bir gündüz veya bir gece boyunca yüzü örtmek gerekir. Bir gündüz veya bir gece boyunca erkeklerin başlarını örtmeleri kurban kesmeyi gerektirir. Dörtte birini kaplayacak şekilde başa sargı sarmaları veya bandaj geçirmeleri de kurban kesmeyi gerektirir. Bir günden fazla süreyle devamlı elbise giyilmesi hâlinde tek kurban kesilir. Mesela peş peşe dört gün elbise giyilse bir kurban gerekir. Hatta böyle bir kimsenin geceleri elbisesini çıkarması eğer ihram yasağına uyma niyetiyle değilse aralıksız elbise giymiş olduğuna hükmedilir ve bir kurban gerekli olur. Ancak iki gün elbise giydikten sonra ihram yasaklarına riayet edeceğine niyet etse ve daha sonra tekrar bir gündüz veya bir geceden fazla elbise giyecek olsa iki kurban kesmesi icap eder. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 Hac ve Umre-II Yara bulunması gibi bir zaruret sebebiyle giysi giymek veya başa sargı sarmak durumunda kalan bir Müslüman, ya bir kurban keser veya üç gün oruç tutar ya da altı fakire birer fıtır sadakası verir. Başın dışında vücudun herhangi bir yerine yara, kırık-çıkık gibi bir sebeple sargı sarılsa buna ceza gerekmez. 2. Tıraş veya Kısaltma Başın veya sakalın tamamını yahut en az dörtte birini tıraş etmek ya da kısaltmak, kurban kesmeyi gerektirir. Ensenin tamamını tıraş etmek de kurban kesmeyi icap ettirir. Bıyık sakala tabidir. Bundan dolayı sadece bıyık kesilmiş olsa sakalın dörtte birinden az olduğu için kurban gerekmez, ama sadaka gerekir. Bir yerde saçını, sakalını ve başka bir organını tıraş eden kimsenin tek kurban kesmesi gerekir. Ancak bunları ayrı ayrı yerlerde tıraş eden kimse ise her biri için ayrı kurban kesmesi icap eder. İhramlı kimse başka bir ihramlının yahut ihramsızın saçını tıraş ederse ceza olarak sadaka vermesi gerekir. Saçı kesilen ihramlının ise kurban kesmesi icap eder. İhramdaki bir kimsenin saçını ihramsız birisi tıraş etse ihramlının yine kurban kesmesi gerekir. Bu durumda tıraş yapmış olan ihramsız kişinin sadaka vermesi icap eder. Hanefiler’in dışındaki diğer üç mezhebe göre ihramsız bir kimseyi tıraş etmesi hâlinde ihramlı olan kimseye hiçbir şey gerekmez. Koku yasağı, bizzat kendisi koku olan yağları, parfümleri, tütsüleri içine aldığı gibi güzel koku içeren sabun, deterjan, şampuan, ıslak mendil gibi insanın organlarına sürülebilen maddeleri de kapsamaktadır. Bütün vücuda veya bir organın tamamına aynı yerde ve bir defada güzel koku sürmek kurban kesmeyi gerektirir. Her organa ayrı yer ve zamanda koku sürülmesi durumunda her organ için ayrı ayrı kurban kesilmesini gerektirir. Saç ve sakalın dörtte birine, diğer organların ise bütününe sürülmesi hâlinde kurban icap eder. Bu miktarların daha azı için sadaka verilir. Sadece bıyığa koku sürülmesi hâlinde ise sadaka verilmesi gerekir. Çünkü bıyık sakala tabidir ve sakalın dörtte birinden azdır. Ayrı ayrı organlara koku sürülmesi hâlinde eğer toplamı bir organın büyüklüğüne denk geliyorsa kurban gerekir, aksi takdirde sadaka yeterlidir. 3. Koku Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 Hac ve Umre-II Kokuyu vücuda sürmeden sadece koklamak, mekruh olmakla birlikte bir ceza gerektirmez. Bizzat koku sayılmayan zeytin veya susam yağı gibi nesnelerin süslenme amacıyla kullanılması da güzel koku hükmündedir. Bu özelliğe sahip olan krem, boya, kına gibi maddelerin sürülmesi de aynı hükme tabidir. Ebu Yusuf ve İmam Muhammed’e göre zeytin veya susam yağı gibi koku niteliği taşımayan yağlarda kurban değil, sadaka gerekir. Göze üç defa kokulu sürme çekmek kurban gerektirir. Güzel kokuların etkisi ihramlı erkeklerin ihram örtülerinde veya kadınların elbiselerinde bir gündüz veya bir gece sürerse kurban kesmeleri gerekir. İhramlı erkeklerin ihram örtülerinin, kadınların da elbiselerinin en ve boy olarak birer karıştan fazla bir kısmına koku sürülmesi kurban gerektirir. İhramlı iken saçları boyamak veya kına yakmak da kurban gerektirir. Şafiî mezhebine göre kına, koku cinsinden sayılmadığı için herhangi bir ceza gerektirmez. Aynı şekilde Şafii mezhebine göre kokulu da olsa sabun kullanılması caizdir. İhramlı kimsenin tedavi amacıyla merhem veya kokusuz krem kullanması veya başkalarına koku sürmesi ceza gerektirmez. 4. Tırnak Kesme El ve ayakların bütün tırnaklarının aynı zaman ve mekânda bir defada kesilmesi kurban kesmeyi gerektirir. Bir elin veya bir ayağın bütün tırnaklarının bir yerde kesilmesi hâlinde yine bir kurban gerekir. Bir mekânda bir elin, diğer mekânda diğer elin, başka bir yerde bir ayağın tüm tırnaklarının kesilmesi hâlinde her birisi için birer tane, toplam üç kurban kesilmesi gerekir. Kırılan tırnakların koparılması veya kesilip atılması herhangi bir ceza gerektirmez. 5. Cinsel Yakınlaşma Hacda tıraş olup veya saçları kısaltıp ihramdan çıktıktan sonra ziyaret tavafını yapmadan önce cinsel ilişkide bulunan kimse küçükbaş bir kurban kesmesi gerekir. Bir kimsenin eşini şehvetle öpmesi, okşaması, onunla oynaşması gibi cinsel yakınlaşmalar küçükbaş bir kurban kesmeyi gerektirir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 Hac ve Umre-II Umrede tavafın dört şavtını yaptıktan sonra ve ihramdan çıkmadan önce cinsel ilişkide bulunmak umreyi bozmaz ama bir kurban kesmeyi gerektirir. Kendi fiiliyle kendisini tahrik ederek cinsel yönden heyecanlandıran ve bunun sonucunda boşalan kimseye yaptırım olarak bir kurban kesmek gerekli olur. Şafii mezhebine göre umrenin herhangi bir aşamasında cinsel ilişkide bulunan kimsenin umresi bozulur. Umre için gerekli olan bütün amelleri yerine getirerek ihramdan çıkar ve büyükbaş bir kurban keser. Geçersiz olan bu umreyi de kaza etmesi gerekir. Şafii mezhebine göre ihramlı bir kimsenin eşiyle sevişmesi veya istimna yaparak boşalması hâlinde kurban, üç gün oruç tutma veya fakirlere altı fitre miktarı sadaka verme şıklarından birini tercih etme seçeneği vardır. Fıtır Sadakası Vermeyi Gerektiren İhram Yasakları Cezası kurban kesmek olan ihram yasakları, tam olarak gerçekleşmezse fıtır sadakasına hükmedilir. Cezası kurban kesmek olan ihram yasakları, tam olarak gerçekleşmezse fıtır sadakasına hükmedilir. Fıtır sadakası vermekle işlenmiş olan hata veya eksiklik giderilmiş olur. Fıtır sadakası vermeyi gerektiren ihram yasaklarının başlıcaları şu şekilde sıralanabilir: 1. Giyim Kuşam: Bir gündüz veya bir geceden daha az süreyle elbise veya ayakkabı ya da çorap giymek, yüzü örtmek, erkekler için başı örtmek fıtır sadakası vermeyi gerektirir. 2. Saç-Sakal-Tüy: Saç veya sakalın dörtte birinden daha az bir kısmını tıraş etmek veya kısaltmak fıtır sadakası vermeyi gerektirir. Bunların dışında kalan vücudun herhangi bir organını tamamına ulaşmayacak şekilde tıraş etmek de aynı hükme tabidir. Kaşınırken saçtan veya sakaldan üç tel düşmesi hâlinde fıtır sadakasının yarısının verilmesi icap eder. Bir de ihramlı bir kimsenin ihramsız bir kimseyi tıraş etmesi söz konusu olursa Hanefiler’e gire hüküm, fıtır sadakası vermesidir. Şafiî ve Hanbelî mezhebine göre ise bu durumda herhangi bir ceza yoktur. 3. Koku-Yağ-Kına: Bir organın sadece bir kısmına güzel koku, yağ, kına vb. bir madde sürmek fıtır sadakası vermeyi gerektirir. Farklı organlara koku sürülmesi hâlinde eğer sürülen yerler toplandığında bir organ kadar olmuyorlarsa yine fıtır sadakasına hükmedilir. Göze bir veya iki defa kokulu sürme çekmek de aynı hükme tabidir. Güzel kokuların etkisi ihramlı erkeklerin ihram örtülerinde veya kadınların elbiselerinde bir gündüz veya bir geceden daha az sürdüğü takdirde fıtır sadakası vermeleri icap eder. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 Hac ve Umre-II 4. Tırnak: Bir el veya ayaktaki tırnakların tamamı kesilmediği takdirde her bir tırnak için bir fıtır sadakası vermek gerekir. Bedel Ödemeyi Gerektiren İhram Yasakları İhrama girmiş olan kimse karada yaşayan hayvanları avlamayı, Harem bölgesindeki ağaç ve bitkilere zarar vermeyi kendisine haram kılmıştır. Suda yaşayan av hayvanları bu yasağın dışındadır. 1. Avlanmak: İster bilerek veya bilmeyerek, ister kasıtla veya hata ya da unutarak olsun karada yaşayan hayvanları avlamak, yaralamak, avlayan kimselere yardım etmek, tüylerini yolmak, yumurtalarını almak gibi yollarla onlara zarar vermek haramdır. Bundan dolayı ihramlı bir kimse, karada yaşayan bir av hayvanını avlarsa yapılacak işlemler şunlardır: Avlanmış olan hayvanın bedeli, dinen güvenilir iki kişi tarafından belirlenir. Belirlenen bedel, kurbanlık bir hayvanın değerinden aşağı olmadığı takdirde onu avlayan kimse dilerse bir kurban alıp Harem sınırları içinde kestirir. Bu kimse dilerse belirlenen bedeli, her birine fıtır sadakası miktarı olmak üzere dilediği yerde fakirlere dağıtır. Avladığı hayvanın bedeli kurbanlık bir hayvanın değerinden aşağı olduğu takdirde onu fıtır sadakası miktarlarına bölerek fakirlere dağıtır. Bir fakire fitre miktarından daha azı verilemeyeceği gibi birkaç fitre miktarı da verilemez. Bu kimse dilerse her fıtır sadakası miktarı karşılığında oruç tutar. Eti yenen av hayvanları için takdir edilecek bedel, koyun ve keçi bedelinden fazla olabilirse de eti yenmeyen hayvanlar aslan ve fil gibi çok büyük de olsalar bu bedeli geçemez. Bu yasağın kapsamını sadece eti yenen av hayvanlarıyla sınırlı tutan Şafiî alimlerine göre bu hayvanlar, ‘benzeri olanlar’ ve ‘benzeri olmayanlar’ şeklinde ikiye ayrılır. Yaban eşeği sığıra, ceylan keçiye, tavşan oğlağa denk görülerek benzeri olanların benzeri ya Harem topraklarında kurban edilir veya bedeli takdir edilerek birer fıtır sadakası şeklinde fakirlere ulaştırılır yahut takdir edilen bedel fitre miktarlarına bölünüp her bir fitre mukabilinde oruç tutulur. Benzeri olmayan hayvanlara ise kendi kıymetleri ölçüsünde bedel tayin edilir. Hayvana verilen zarar, iyileştikten sonra herhangi bir iz bırakmazsa bunun için bir yaptırım gerekli olmaz; verilen zarar hayvanı kendisini savunamaz hâle sokmuşsa, hayvan öldürülmüş gibi bedel takdirinde bulunulur. Yaralanması, tüylerinin yolunması gibi zararlar söz konusu olursa, sağlam hâli ile zarar verildikten sonraki durumu arasındaki değer farkı takdir edilerek fakirlere yine birer fitre miktarınca dağıtılır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 Hac ve Umre-II Harem bölgesinin av hayvanlarını avlamak konusunda ihramlı olup olmamak fark etmez. Şafiî, Malikî ve Hanbelî mezhepleri, Harem bölgesinde yırtıcı-zararlı sınıfındaki bütün hayvanların avlanabileceğini belirtirken Hanefîler, şahin ve doğan gibi salyasız yırtıcı hayvanları bu hükmün dışında tutarak bunları avlamanın da haram olduğunu söylemişlerdir. Buna göre ihramlı olsun olmasın bir kimsenin, yılan, akrep, kuduz köpek ve fare gibi zararlı hayvanları öldürmesi ittifakla haram görülmemiştir. 2. Harem Bölgesiyle İlgili Yasaklar: Harem bölgesinde kendiliğinden yetişen ağaç ve bitkileri kesmek veya koparmak haramdır. Bu tür bitkileri kesen veya kopartan kişi onların bedelini sadaka olarak dağıtması gerekir. Bizzat insanlar tarafından ekildiği veya dikildiği bilinen bitki ve ağaçlarla bir kimsenin kendi arazisinde bulunan bitki ve ağaçları kesmesi herhangi bir ceza gerektirmez. Kurumuş otların koparılması veya kesilmesi ise caizdir. İhram Yasaklarıyla İlgili Önemli Bazı Meseleler İhramla İlgili Cezaların Ödeneceği Yer ve Zaman İhram yasaklarına riayet etmediği için kurban kesmesi gereken kimseler, bu kurbanlarını Harem sınırları içerisinde kesmek zorundadır. İhram yasaklarına riayet etmeyerek kurban kesmek, sadaka vermek veya oruç tutmak durumunda olan kimseler, birer yaptırım olan bu ibadetleri ömürlerinin sonuna kadar yapabilirler. Bununla birlikte üzerlerinde bulunan bu borçları bir an önce yerine getirmeleri efdaldir. Vefatına kadar bu yaptırımları yerine getirmeyen kimse günahkâr olur. Bu tür yaptırımlar üzerinde bulunan kimse onları yerine getirmeden vefat etmiş olsa, vasiyet etmemiş olsa bile varisleri gerekli yaptırımları yerine getirmiş olsalar yine de geçerli sayılır. İhram yasaklarına riayet etmediği için kurban kesmesi gereken kimseler, bu kurbanlarını Harem sınırları içerisinde kesmek zorundadır. Ancak kurban etlerinin sadece Harem sınırları içindeki fakirlere verilmesi şart değildir. İhram yasaklarına riayet etmediği için oruç tutması veya sadaka vermesi ya da bedel ödemesi gereken kimseler için belirli bir mekân şartı yoktur. Diledikleri her yerde oruç tutabilirler; sadakalarını ve tahakkuk etmiş olan bedelleri diledikleri yerde diledikleri fakirlere verebilirler. İhramlıyken Evlenmek ve Evlendirmek İhramlı kimsenin evlenmek için sözleşme yapması veya başka birisini evlendirmesinde Hanefî mezhebine göre hiçbir sakınca yoktur. Şafiî, Malikî ve Hanbelî mezheplerine göre ise ihramlı kimsenin evlenmesi de evlendirmesi de yasaktır. Bundan dolayı nikâh sözleşmesi yapılan eşlerin her ikisinin veya birisinin ya da nikâhlarında hazır bulunan velilerinin ihramlı olması hâlinde yapmış oldukları Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 Hac ve Umre-II evlilik sözleşmesi geçersiz olur. Bu mezheplere göre ihramlı iken nişanlanmak ise mekruh görülmüştür. İhramlıyken Mikattan Önce İhram Yasağı İşlemek Mikat sınırına varmadan önce mesela havaalanında veya uçakta ihrama giren kimseler, ihram yasaklarına uymak zorundadır. Aykırı davranışlar yaptıkları takdirde gerekli olan cezalarla mükellef olurlar. İhram Yasağı İşleyenin Cezada Tercih Hakkı İhram yasaklarına riayet etmeyen bir Müslüman, kurban kesmek, sadaka vermek veya oruç tutmak şeklindeki yaptırımlardan birisini tercih ederek yapmış olduğu eksikliği giderebilir mi? Bu konuda fakihlerin görüşleri şöyledir: Hanefi alimleri, üç gün oruç tutma, altı fakire birer sadaka verme ve kurban kesme şeklindeki yaptırımlardan birini seçme hakkını, hastalık veya eziyetin bulunması şartına bağlamışlardır. Bundan dolayı Hanefîler’e göre mazeretsiz bir şekilde kurban kesmekle ilgili bir ihram yasağını işlemiş olan kimse mutlaka kurban kesmelidir; sadaka ve oruç tutma yollarını tercih hakkı yoktur. Şafiî ve Malikî mezheplerinde ise mazereti olsun olmasın, bilerek veya bilmeyerek elbise giyen, koku sürünen, eşine cinsel münasebetin dışında öpmek okşamak gibi fiillerle şehvetle yaklaşan, kendi fiilleriyle cinsel olarak tahrik olup boşalan, tıraş olan veya tırnaklarını kesen ihramlı kimseler yukarıdaki üç yaptırımdan birisini tercih edebilirler. Bilmeden, Zorlanarak veya Unutarak İhram Yasağı İşlemek Hanefi mezhebine göre ihram yasaklarını bilerek veya bilmeyerek, kasten veya hata yoluyla, zorlanarak veya isteyerek, uykuda veya uyanık iken yahut da unutarak yapmış olmanın cezalar açısından hiçbir önemi yoktur. Gerekli olan cezaları yerine getirmek icap eder. Ancak bunların kasten yapılması günahtır. Bundan dolayı da ayrıca tövbe yapmak ve Allah’tan af dilemek gerekir. Şafiî ve Hanbelî mezheplerinde bir Müslüman, yasak olduklarını bilmeyerek veya yanılarak ya da unutarak bir şeyi ortadan kaldırma şeklinde olan tıraş olmak, tırnak kesmek veya kara hayvanlarını avlamak gibi bir ihram yasağını işlemiş olsa onun cezalarından muaf olamaz. Bununla birlikte faydalanma türünden olan koku sürünme, elbise giyme gibi ihram yasaklarını yanılarak veya unutarak işleyen kimseye hiçbir şey gerekmez. Şafiî mezhebine göre kendisiyle zorla cinsel ilişkiye girilen ve saçı zorla kesilen kimseye her hangi bir ceza gerekmez. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 Hac ve Umre-II HAC VE UMRE’DE YAPILAN ÖZEL İBADETLER (MENÂSİK) Tavaf Tavaf, usulüne uygun olarak Kâbe-i Muazzama’nın etrafında ibadet kastıyla yedi defa dönmektir. Tavafla ilgili video veya animasyonu izleyiniz Tavaf, usulüne uygun olarak Kâbe-i Muazzama’nın etrafında ibadet kastıyla yedi defa dönmektir. Tavafa Hacerülesved hizasından başlanır, sol omuz Kâbe‘ye dönük ve ondan ayrılmayacak şekilde kapısı ve Makam-ı İbrahim istikametine devam edilir. Tekrar Hacerülesved hizasına gelinince bir şavt yani bir dönüş tamamlanmış olur. Bir tavafta yedi şavt vardır yani yedi dönüş yapılır. Tavaf yapacak kişi abdestli ve avret mahâlli örtülü bir şekilde Hacerülesved’in hizasına gelerek bütün vücudu ile ona döner, tavafa niyet eder, namaz tekbirinde olduğu gibi avuçlarının içleri Hacerülesved’e yönelik olacak şekilde ellerini kaldırır (istikbâl) ve “Bismillâhi Allahu Ekber” diyerek elinin içini öper. Kâbe-i Muazzama’yı sol omzuna alarak etrafında dönmeye başlar. Kimseyi rahatsız etmeden yanına gidebilirse Hacerülesved’i istikbâl eder, ellerini secdede olduğu gibi üzerine koyup onu öper. Buna istilâm denir. Peşinden tavafa devam eder. Tavaf esnasında yarım daire şeklinde olan Hicr bölgesi ve onun dış kısmında yer alan yaklaşık bir metre yüksekliğindeki Hatîm duvarının dışından tavafını yapar. Çünkü Hatîm ve içindeki Hicr kısmı Kâbe’nin içindendir. Hacerülesved’in bulunduğu köşeye dönüp gelince tavafın bir şavtı tamamlanmış olur. İkinci şavta başlarken ilk şavtta yaptığı gibi Hacerülesved’e döner, ellerini kaldırıp tekbir getirir, elinin içini öper ve tavafa devam eder. Tavaf esnasında bol bol dua, tekbir, tehlil ve Kur’an kıraati ile meşgul olur. Yedinci şavtın sonunda da Hacerülesved’i istilam edip peşinden vacip olan iki rekât tavaf namazını kılar ve gönlünden geldiğince dua eder. Şafiî ve Hanbelî mezhebine göre tavaf namazı sünnettir. Tavaf namazından sonra dua bitince Zemzem içebilecek bir yere gidilir. Kâbe-i Muazzama’ya bakarak besmeleyle zemzem içilir. Zemzemi üç defada kana kana içmek ve ondan eline, yüzüne, başına dökmek sünnettir. Resul-i Ekrem (s.a.s), “Zemzem hangi maksatla içilirse, o maksat için olur” (İbn Mâce, “Menâsik “, 78) buyurmuştur. Bundan dolayı şu dua ile içilmesi tavsiye edilmiştir: “Ey Allah’ım! Senden faydalı ilim, bol rızık, her türlü dert ve hastalıktan şifa diliyorum!” Iztıba şeklinin görüntüsü Tavaf ibadeti yukarıda anlatılan şekilde yapılır. Başka bir şekli yoktur. Bununla birlikte yapılış gayelerine göre tava farklı isimlerle anılır: 1. Kudûm tavafı: Mikat sınırları dışından gelip ifrad haccı yapanların Mekke-i Mükerreme’ye vardıklarında yaptıkları ilk tavafın adıdır ve sünnettir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 Hac ve Umre-II 2. Ziyaret veya İfada tavafı: Haccın rüknü olan ve bayramın birinci günü fecrin doğuşundan itibaren yapılması gereken tavafın adıdır. Arkasında sa’y yapılacak tavaflarda ıztıba ve remel yapmak erkekler için sünnettir. 3. Vedâ veya Sader tavafı: Mikat sınırları dışından gelen âfâkîlerin Mekke-i Mükerreme’den ayrılmadan yapmaları vacip olan tavafın adıdır. İmam Mâlik’e göre sünnettir. 4. Umre tavafı: Umre için ihrama girildikten sonra yapılan tavafın adıdır. Bütün mezheplere göre umrenin farzlarındandır. 5. Adak (Nezir) Tavafı: Kâbe’yi tavaf etmeyi adayan kimsenin yapması vacip olan tavafın adıdır. 6. Nafile tavaf: Farz ve vacip tavaflar dışında Allah rızası için yapılan tavafların adıdır. 7. Tahiyyetülmescid Tavafı: Kudûm, ziyaret, umre, veda ve nezir tavafı yapma durumunda olmayan Müslümanların Mescid-i Haram’a her girdiklerinde yapmalarının müstehap olduğu tavafın adıdır. Arkasında sa’y yapılacak tavaflarda ıztıba ve remel yapmak erkekler için sünnettir. Iztıba, ihram elbisesini sağ omuzu açıkta bırakacak şekilde kuşanmaktır. Remel ise omuzlar dik olarak kısa ve sert adımlarla hızlıca yürümektir. Bu tür tavaf tamamlanıncaya kadar ıztıba devam eder. Remel ise ilk üç şavt ile sona erdirilir. Sa’y ile ilgili video veya animasyonu izleyiniz Sa’y Safa, Mescid-i Haram’ın kuzey doğusunda Ebu Kubeys dağının eteğinde bulunan bir tepeciktir. Merve de Mescid-i Haram’ın kuzey batısında Kuaykıân dağının eteğinde yer alan bir tepeciktir. Günümüzde bu tepeciklerin üzeri kapatılarak üç katta tavaf yapılabilecek şekilde düzenlenmiştir. Sa’y etmek, yürümek ve koşmak anlamına gelir. Haccın ve umrenin vaciplerindendir. Safa ile Merve tepeleri arasında sa’y etmek, Hacer validemizin bir hatırasıdır. Safa ile Merve arasında sa’y etmek sadece yürümek veya koşmaktan ibaret değildir. Onlar, Allah’a davetin, O’na kulluğun ve bu uğurda çekilen çilelerin şahitleridirler. Safa ile Merve arasında sa’y etmek sadece yürümek veya koşmaktan ibaret değildir. Onlar, Allah’a davetin, O’na kulluğun ve bu uğurda çekilen çilelerin şahitleridirler. Bunun için Yüce Mevlâ şöyle buyurmuştur: “Şüphe yok ki Safa ile Merve, Allah’ın şiarlarındandır. Her kim Beytüllah’ı ziyaret eder veya umre yaparsa onları tavaf etmesinde bir beis yoktur. Her kim gönüllü olarak bir iyilik yaparsa, şüphesiz Allah kabul eder ve (yapılanı) hakkıyla bilir.” (Bakara, 2/158) Safa’dan Merve’ye gidiş bir şavt, Merve’den Safa’ya dönüş de bir şavtdır. Toplam yedi şavt olan sa’y ibadeti, sonuç itibariyle Safa’dan Merve’ye dört gidiş, Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 Hac ve Umre-II Merve’den Safa’ya üç dönüşten ibarettir. Bunun için başlangıcı Safa’dan olur, bitişi ise yedinci şavt ile Merve’de son bulur. Tavaf namazından sonra Hacerülesved’i istilâm edip Safa tepesine doğru yürünür. Hac ile umreden hangisini yapıyorsa, onun sa’yine niyet edilir ve şöyle uygulanır: Safa tepesinde sa’yin başlangıç noktasına gelince besmeleyle birlikte Bakara suresinin 156. ayeti okunur. Sa’yin başlama noktasında Kâbe-i Muazzama’ya yönelip tekbir getirilir. Sonra gönülden geldiği şekilde tekbir, salâvât, tehlil ve dua ederek Merve tepesine doğru yürünür. Dua kitaplarında tavsiye edilen dualar da okunabilir. Safa tepesinden Merve tepesine doğru giderken yeşil iki sütun vardır. Erkekler ilk sütundan itibaren hızlanarak gösterişli bir şekilde yürürler veya orta seviyede koşarlar. Buna ‘hervele’ denir ve Merve’den dönüşte de yapılması sünnettir. Resul-i Ekrem (s.a.s) , o iki yeşil sütun arasında hervele yapmıştır. Kadınlar ise normal yürüyüşlerine devam ederler. Arefe günü zevâl vaktinden sonra bayram sabahı imsak vaktine kadar geçen süre içerisinde bir an orada bulunmak yeterlidir. Merve tepesine yaklaşınca Besmeleyle birlikte Bakara suresinin 156. ayeti tekrar okunur. Merve tepesine varınca sa’yin bitiş noktası olarak gösterilen yere kadar gidilmelidir. Kâbe yönüne dönülür, tekbir ve tehlil getirerek eller açılıp gönülden geldiğince Yüce Mevlâ’ya yalvarılır. Merve tepesinden dönüldüğünde Safa tepesine doğru yürümeye başlanır. Gidişte olduğu gibi dönüşte de tekbir, salâvât ve tehlil getirerek dualar yapılır. Dua kitaplarında tavsiye edilen dualar da okunabilir. Safa tepesine yaklaşınca Besmeleyle birlikte Bakara suresinin 156. ayeti tekrar okunur. Safa tepesine varınca sa’yin başlangıç noktası olarak gösterilen yere kadar gidilir. Kâbe yönüne dönülür, tekbir ve tehlil getirerek eller açılıp gönülden geldiğince Yüce Mevlâ’ya yalvarılır. Sa’yin son şavtı tamamlandığında Kâbe-i Muazzama’ya yönelip dua edilir. Sa’y bir defa hacda bir defa da umrede yapılır. Sa’yin geçerli olması için daha önce hac veya umre için ihrama girilmesi ve geçerli bir tavaf yapılması şarttır. Mazereti olmayanlar yürüyerek, engelli, hasta ve yaşlılar hasta arabası veya başkalarının yardımıyla sa’y edebilirler. Vakfe ile ilgili video veya animasyonu izleyiniz Arafat Vakfesi Vakfe, “ayakta durmak” veya sadece “durmak” anlamında Arapça bir kelimedir. Arafat vakfesi haccın rüknüdür. Bu rüknün yerine gelmesi için en azından arefe günü zevâl vaktinden sonra bayram sabahı imsak vaktine kadar Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 Hac ve Umre-II geçen süre içerisinde bir an orada bulunmak yeterlidir. Bununla birlikte güneş batmadan önce Arafat’ın terk edilmemesi gerekir. Arefe günü, zeval vakti olunca yani öğle vakti girince öğle ve ikindi namazları birleştirilerek cemaatle kılınır. Uygulama şöyledir: Ezan okunduktan sonra cuma namazında olduğu gibi imam hutbe okur. Hutbeden sonra kamet getirilerek önce öğle namazı, sonra tekrar kamet getirilerek ikindi namazı kılınır. Aralarında başka bir namaz kılınmaz. Namazdan sonra kıbleye yönelerek vakfeye başlanır. Vakfe esnasında tevbe, tesbih, zikir, salavat ve dualar yapılır. Burada yapılan dua ve ibadetlerin Allah katında değeri çoktur. Bunun için tekbir, tehlil, telbiye getirerek, Kur’an okuyarak ve başta hacının kendisi olmak üzere herkese dua ederek akşam güneş batıncaya kadar vakfeye devam edilir. Müzdelife Vakfesi Güneş battıktan sonra akşam namazını kılmadan Arafat’tan Müzdelife’ye inilir. Yatsı namazının vaktinde akşam ile yatsı birleştirilerek kılınır. Önce ezan okunur, peşinden kamet getirilip akşam namazı kılınır. Arada başka bir namaz kılmadan ve tekrar kamet getirmeden hemen yatsı namazına durulur. Sabah namazı kılındıktan sonra Müzdelife vakfesi yapılır. Müzdelife’de vakfe yapmak haccın vaciplerindendir. Sabah vaktine kadar Müzdelife’de beklenir. Sabah namazı kılındıktan sonra Müzdelife vakfesi yapılır. Müzdelife’de vakfe yapmak haccın vaciplerindendir. Kıbleye yönelerek Arafat vakfesinde yapıldığı gibi tevbeler ve dualar yapılır. Zikirle, Kur’an kıraatiyle, tekbir, tehlil ve telbiye ile yüce Mevlâ’ya niyazda bulunulur. Güneş doğmadan Mina’daki cemrelere doğru yola çıkılır. Müzdelife vakfesinin vakti konusunda mezhepler arasında farklı görüşler bulunduğu için izdiham sebebiyle son yıllarda bu görüşlerden birisinin tercih edilerek gece yarısından sonra Müzdelife vakfesinin yapıldığı, ardından da Mina’ya intikal edildiği müşahede edilmektedir. Cemrelere Taş Atma (Şeytan Taşlama) Şeytan taşlama ile ilgili video veya animasyonu izleyiniz Özellikle ülkemizde şeytan taşlama olarak bilinen ve üç mekânda gerçekleştirilen şeytanın temsilî olarak taşlanması Mina’daki cemrelerde yapılır ve haccın aslî vaciplerindendir. Burada Müzdelife istikametinden başlanırsa önce küçük cemre (birinci cemre), sonra orta cemre ve nihayet Akabe cemresi (büyük cemre) yer alır. Resul-i Ekrem (s.a.s) ve ashabının hac esnasında taşlamış olduğu bu üç mekâna, nohut veya en çok fasulye büyüklüğündeki taşlar kimseye zarar vermeyecek şekilde atılır. Bayramın birinci günü sadece Akabe cemresine yedi taş atılır. İkinci ve üçüncü gün birinciden başlayarak sıra ile her üç cemreye yedişer taş atılır. Her taş Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 Hac ve Umre-II atılırken “Bismillâh Allahu Ekber rağmen li’şeytani ve hizbihi” denilir. Birinci ve ikinci cemreyi taşladıktan sonra mümkün olursa uygun bir yerde kıbleye yönelerek dua edilir. Şeytanın temsilî olarak taşlanması Mina’daki cemrelerde yapılır ve haccın aslî vaciplerindendir. Bayram günündeki taş atma vakti imsâk vakti ile başlar, ikinci günün imsâk vaktine kadar devam eder. İkinci ve üçüncü günün taş atma vakti ise zevalden başlayıp ertesi günün imsâkine kadar devam eder. Taşların gündüz atılması sünnettir. İzdiham olduğunda gece de tercih edilebilir. Dördüncü gün imsâk vaktinden önce Mina’dan ayrılanların o gün taş atma görevi düşer. Ayrılmayanlar ise o gün zeval vaktinden güneş batana kadar her üç cemreye yedişer taş atması gerekir. Şeytan taşlama günlerinde Mina’da gecelemek Hanefî mezhebine göre sünnet, Malikî, Şafiî ve Hanbelî mezheplerine göre gecenin çoğunu orada geçirmek vaciptir. Mina’ya gidip taş atamayacak kadar hasta olanların yerine vekil tayin ettikleri kimseler taş atabilir. Kurban Kurban ile ilgili video veya animasyonu izleyiniz Hac ve umre esnasında kesilen kurbanlara hedy denilir. Hedy, Harem için hediye edilen kurban anlamına gelir. Hedy, aşağıdaki sebeplerden biriyle kesilebilir: 1. Temettu ve kıran hedyi. Temettu ve kıran haccı yapanların hedy kurbanı kesmeleri vaciptir. 2. Ceza ve kefaret hedyi. Hac ve umre ile ilgili düzenlemelere ve ihram yasaklarına riayet etmemek sebebiyle ceza veya kefaret olmak üzere kesilen kurbanlardır. Hedy için kesilen hayvanlar, kurban bayramında kesilen hayvanların taşıması gereken şartlara haiz olmaları gerekir ve mutlaka Harem sınırları içinde kesilir; etlerinin Harem dışına çıkartılması ve dağıtılması ise caizdir. 3. İhsâr hedyi. Hac veya umre için ihrama giren ama herhangi bir sebeple ibadetine devam etmesi mümkün olmayan (muhsar) kişinin ihramdan çıkabilmesi için bir miktar para göndererek kendi adına Harem’de kestirdiği kurbandır. Bu kişi de kurban kesildikten sonra ihramdan çıkar. 4. Adak hedyi. Üzerine vacip olmadığı hâlde bir kimsenin orada kesilmek üzere adadığı kurbandır. 5. Nafile hedy. Hac veya umre yapan kişinin üzerine vacip olmadığı hâlde Allah rızası için orada kestiği kurbandır. Hedy için kesilen hayvanlar, kurban bayramında kesilen hayvanların taşıması gereken şartları haiz olmaları gerekir ve mutlaka Harem sınırları içinde kesilir; etlerinin Harem dışına çıkartılması ve dağıtılması ise caizdir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 Hac ve Umre-II Temettu ve kıran hedyi bayramın ilk üç gününde kesilir. Nafile hedyinin de bayram günlerinde kesilmesi daha faziletlidir. Diğer hedy kurbanları ise istenilen zamanda kesilebilir. Ceza, ihsâr ve adak hedylerinin etlerinden sadece fakirler yiyebilir. Hatta bunları kesmekle mükellef olan kişi ile onun usûl ve fürûu, fakir olsalar bile bunların etlerinden yiyemezler. Temettu ve kırân haccı sebebiyle hedy mükellefi olanlar kurbanlık bulamazlarsa veya herhangi bir sebeple kurban kesemeyecek durumda olurlarsa bunun yerine üçü hacda ve yedisi dönünce olmak üzere toplam on gün oruç tutarlar. HACCI VEYA UMREYİ TAMAMLAYAMAMAK İhrama girmiş olan bir Müslüman bazı hâllerde haccını veya umresini olması gerektiği şekilde tamamlayamayabilir. Bu durum genelde üç şekilde gerçekleşir: Haccın veya Umrenin Bozulması Cinsel ilişki yasağının hacda Arafat vakfesinden önce umrede ise Hanefî mezhebine göre umre tavafının dört şavtını tamamlamadan, Malikî mezhebine göre sa’yi tamamlamadan, Şafiî ve Hanbelî mezheplerine göre ihramdan çıkmadan önce ihlâl edilmesi hac veya umrenin bozulmasına sebep olur. Bu durumda kişi haccını veya umresini yarıda bırakmaz. Hac veya umre ile ilgili ibadetlere –sanki bozulmamış gibi- devam edilmesi onları tamamlayarak ihramdan çıkması gerekir. Geçersiz olan haccı takip eden yıllarda, umreyi de bozulmuş umrenin ihramından çıktıktan sonraki bir zamanda kaza etmesi gerekir. İşlediği cinayet sebebiyle de Hanefî ve Hanbelî mezheplerine göre küçükbaş bir hayvan, Mâlikî ve Şafiî mezheplerine göre ise büyükbaş bir hayvan kurban etmesi icap eder. İhsâr İhsâr sebebiyle ihramdan çıkan kimse farz olsun, vacip olsun veya nafile olsun tamamlayamadığı hac veya umresini daha sonra kaza eder. İhsâr, engellenme anlamında Arapça bir kelimedir. İhrama girdikten sonra herhangi bir sebeple yoluna devam edemeyen veya yoluna devamı fiilen ya da dinen (mesela iddet, yolda mahreminin ölmesi gibi) engellenen kimselere muhsâr denilir. Böyle bir engellemenin kendisine de ihsâr ismi verilir. Böyle bir engelle karşılaşan ihramlı kişi, Harem sınırları içinde kesilmek üzere ya kurbanlık bir hayvan veya parasını gönderir. Gönderdiği kişi ile kurbanın ne zaman kesileceği konusunda anlaşır. Kararlaştırmış oldukları o vakitten sonra ihramdan çıkar. Kuvvetli olan görüş budur. Bir görüşe göre de ihsâr kurbanının Harem sınırları içerisinde kesilmesi şart değildir, ihsârın gerçekleştiği yerde de kesilebilir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21 Hac ve Umre-II Hac için ihrama girmiş olan bir kişi Arafat vakfesine yetişemezse o senenin haccını kaçırmış olur. Kıran haccı için ihrama girmiş olan kişi, ihsâr durumunda iki kurban göndermesi icap eder. İhsâr sebebiyle ihramdan çıkan kimse farz olsun, vacip olsun veya nafile olsun tamamlayamadığı hac veya umresini daha sonra kaza eder. Şu kadar var ki muhsâr olan kişi eğer ifrad haccına niyet etmiş idiyse bir umre ve bir hac kaza eder. Kıran haccına niyet etmiş idiyse iki umre ve bir hac kaza eder. Yalnızca umreye niyet etmiş idiyse bir umre kaza eder. Fevât Fevât, bir şeyin vaktinin geçmesi demektir. Hac için ihrama girmiş olan bir kişi Arafat vakfesine yetişemezse o senenin haccını kaçırmış olur. Haccın vaktini geçirmiş ihramlı bu kişi, umre için gerekli olan tavaf ve sa’yi yaparak ihramdan çıkar. Bu yıldan sonra haccını kaza etmesi gerekir. Herhangi bir ceza da gerekmez. VEKÂLET YOLUYLA HAC YAPMAK Hac, bir mazeret sebebiyle asıl yükümlü tarafından yapılamadığı takdirde vekâlet yoluyla başkası tarafından yapılabilir. Hem bedenî hem de malî bir ibadet olan hac, bir mazeret sebebiyle asıl yükümlü tarafından yapılamadığı takdirde vekâlet yoluyla başkası tarafından yapılabilir. Buna bedel haccı da denir. Farz bir haccın vekâlet yoluyla yapılabilmesi için bazı şartların bulunması gerekir. Bunların önemli olanlarını şu şekilde sıralamak mümkündür: Adına hac yapılacak kişi ölmüş veya ömür boyu bizzat hac yapamayacak durumda olmalıdır. Vekil tarafından yapılan hac, adına hac yapılacak kişinin isteği ile yapılmalıdır. Vekil olan kişi, Müslüman ve akıl sahibi olmalıdır. Adına hac yapılan kişi hac masraflarını karşılamalı ve vekil olan kişi de hac masraflarının dışında bir ücret istememelidir. Müvekkil tarafından hangi tür hac yapılması istendiyse vekil de buna aynen riayet etmelidir. MEDİNE VE Hz. PEYGAMBER’İN (s.a.s) ZİYARETİ Googel earth’dan Medine şehri ve Mescid-i Nebevî’nin internet üzerinden gösterimi. Mekke-i Mükerreme’ye 450 km, Kızıldeniz’e 150 km uzaklıkta bulunan Medine-i Münevvere, kuzeyde Uhud ve güneyde Âir dağları arasında kalan bir düzlükte kurulmuştur. Deniz seviyesinden yüksekliği 625 m dir. Hicretten önce Yesrib adıyla bilinen bu şehrin ismini Resul-i Ekrem (s.a.s), “hoş ve güzel” anlamına gelen Tâbe ve Taybe ismiyle anılmasını istemiştir. Daha sonraları “Resulüllah’ın (s.a.s) Şehri” anlamında Medinetü’r-Resûl veya Medinetü’n-Nebî olarak anılmıştır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22 Hac ve Umre-II Aydınlık veya nurlanmış şehir anlamında Medine-i Münevvere ismi yaygınlık kazanmıştır. Mescid-i Nebevî, bizzat Resul-i Ekrem (s.a.s) tarafından yaptırılan ikinci mescittir. Medine-i Münevvere hakkında Resul-i Ekrem (s.a.s) şöyle buyurmuştur: “Ey Allah! Mekke’ye lutfettiğin bereketin iki mislini Medine’ye ver.” (Buhârî, “Fezâilü’l-Medîne”, 10) “Ey Allah! Mekke’yi sevdiğimiz gibi, hatta ondan da şiddetli şekilde Medine’yi bize sevdir.” (Buhârî, “Fezâilü’l-Medine”, 12) Mescid-i Nebevî, bizzat Resul-i Ekrem (s.a.s) tarafından yaptırılan ikinci mescittir. Efendimizin (s.a.s) yaptırdığı ilk mescit ise Kubâ mescididir. Resul-i Ekrem (s.a.s), Medine-i Münevvere’ye geldiğinde devesi Kasvâ’nın salıverilmesini ve çöktüğü yere en yakın evde konaklayacağını söyledi. Kasvâ, Ebu Eyyûb el-Ensârî’nin (r.a.) evine yakın olan bu yerde çöktüğünden ona misafir oldu. Bu arsa ise Sehl ve Süheyl isminde iki yetime ait idi. Resul-i Ekrem (s.a.s), bu arsayı satın aldı ve Mescid-i Nebevî’yi inşa etti. Hücre-i Saadet, Resul-i Ekrem’in (s.a.s) defnedildiği Hz. Aişe’nin (r.a.) odasıdır. Hücre-i Mutahhara ve Hücre-i Mukaddese diye de anılır. Hz. Ebu Bekir (r.a.) ile Hz. Ömer’in (r.a.) kabirleri de Hz. Peygamber’in (s.a.s) hemen yanındadır. Ravza-i Mutahhara (Tertemiz bahçe), Hücre-i saadet ile minber arasındaki yaklaşık 22x15 metre karelik mekânın ismidir. Resul-i Ekrem (s.a.s), “Benim evim ile minberimin arası cennet bahçelerinden bir bahçedir; minberim havuzumun üzerindedir” (Buhârî, “Teheccüt”, 5) buyurmuştur. Mescid-i Nebevî’de edebine uyarak Resul-i Ekrem’i (s.a.s) ziyaret etmek gerekir. Sahabe-i Kiram’ın (r.anhüm) miras bıraktığı ve Allah’ın sevgili kullarının hassasiyetle riayet ettiği edepleri göz önünde bulundurarak Nebî (s.a.s) Efendimizin huzuruna varmak, onu ve sadık iki arkadaşını selamlamak lazımdır. İslâm alimleri bu ziyareti müstehap amellerin en faziletlilerinden saymışlardır. Hatta bazı alimlerimiz onu müekked bir sünnet, bazıları da vacip olarak değerlendirmişlerdir. Ravza-i Mutahhara (Tertemiz bahçe), Hücre-i saadet ile minber arasındaki yaklaşık 22x15 metre karelik mekânın ismidir. Medine-i Münevvere’ye gelen bir Müslüman mümkünse gusül, mümkün değilse, abdest alarak Hz. Peygamber’i (s.a.s) sağlığında ziyaret ediyormuş gibi hazırlanır. Güzel elbiselerini giyerek saygı ve edep içerisinde Mescid-i Nebevî’ye gider. Zaman müsait ise iki rekât tahiyyetülmescid namazı kılar. Sonra büyük bir saygı ve sükûnet içerisinde babusselamdan içeri girer. Kimseyi rahatsız etmeden Ravza-i Mutahhare’nin karşısına gelir. Hz. Peygamber’e (s.a.s) ve iki arkadaşına selam verir. Dua kitaplarında yer alan metinleri samimiyet içerisinde okuyabilir. Selamının Allah tarafından Hz. Peygamber (s.a.s) Efendimize ve arkadaşlarına ulaştırıldığından şüphe etmez. Edeple girdiği gibi edeple oradan ayrılır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23 Hac ve Umre-II Ödev Özet Medine-i Münevvere’de Kubâ, Cuma, Kıbleteyn mescitlerini, Cennetü’lbaki’yi, Uhud’u, Hendek’i ziyaret etmek ve oralardaki hatıraları yâd etmek müminlerin gönüllerine ayrı bir huzur ve kuvvet verir. •Hac için âfâk bölgesinden gelenler mikat yerlerinde veya daha önce ihrama girmek zorundadır. Hill ve Harem bölgesinde bulunanlar, bulundukları yerlerden ihrama girerler. Umrede de durum aynı olmakla birlikte bunun bir istisnası, Harem bölgesinde bulunanların umre yapmak istediklerinde Harem sınırları dışına çıkıp ihrama girmeleri gerektiğidir. •İhram yasakları elbise, saç ve tüyler, koku kullanımı, tırnak kesme, cinsel ilişki, kara avı yapma, Harem bölgesindeki yeşilliklerden koparma ile ilgilidir. Bu yasaklar ihlâl edildiğinde bu ihlâlin giderimi için bedene kurbanı, küçük baş kurban, sadaka, bedel ödeme ve bazı durumlarda oruç tutma şeklinde ceza denilen yollar vardır. Söz konusu yasaklara dikkat etmek ve herhangi bir şekilde ihlâl edildiklerinde gerekli cezayı yerine getirmek kulluk şuurunun bir gereğidir. •Hac ve umrede yapılan özel ibadetler, ihrama girdikten sonra tavaf, sa'y, Arafat ve Müzdelife vakfesi, şeytan taşlama ve kurbandan ibarettir. •Hac ve umreyi tamamlayamama, hac veya umrenin bozulması, ihsâr ve fevât hallerinde gerçekleşir. Bu durumlarda hemen ihramdan çıkmak mümkün değildir. Konu içinde anlatıldığı şekilde gerekli hükümlere riayet edilerek ihramdan çıkılması zorunludur. •Bir mazeret sebebiyle asıl yükümlü tarafından yapılamadığı takdirde vekâlet yoluyla başkası tarafından yapılabilir. Bedel hac da denilen bu haccın geçerli olabilmesi için ilgili başlık altında sıralanmış olan şartların bulunması gerekir. •Hz. Peygamber'i ziyaret etmek ve Medine-i Münevvere'deki manevi değeri büyük mekânları görmek, hacca ve umreye giden müslümanlar için önemlidir. Bu ziyaretler, tavsiye edilen edepler çerçevesinde gerçekleştirilmelidir. • Medine-i Münevvere’deki önemli ziyaret yerlerini araştırarak iki yüz kelimeyi aşmayacak şekilde yazınız. • Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “ödev” bölümüne yükleyebilirsiniz. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24 Hac ve Umre-II DEĞERLENDİRME SORULARI 1. İhrama girerken niyet etme hakkında aşağıdakilerden hangisi doğrudur? Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. a) Vaciptir b) Sünnettir c) Müstehaptır d) Rükündür e) Fazilettir 2. Cinsel ilişki dışında ihram yasaklarının sona erdiği ilk tahâllül ne zaman gerçekleşir? a) Temettu haccında kurbandan önce b) İfrad haccında Akabe cemresinden sonra c) Kıran haccında Müzdelife vakfesinden sonra d) İfrad haccında ziyaret tavafından sonra e) Temettu haccında Arafat vakfesinden sonra 3. Aşağıdakilerden hangisi küçükbaş bir kurban kesmeyi gerektirir? a) Ayakkabı giymek b) Bir tırnağını kesmek c) Bir elinin üst kısmına koku sürmek d) Kuş yumurtasını kırmak e) Bir gün ve bir gece boyunca elbise giymek 4. Aşağıdaki tavaflardan hangisi farzdır? a) Kudûm b) Vedâ c) Umre d) Tahiyyetü’l-mescid e) Sader 5. Aşağıdakilerden hangisi vekâlet yoluyla hac yapmanın geçerli olmasıyla ilgili şartlardan değildir? a) Adına hac yapılacak kişi ölmüş olmalı b) Vekâlet yoluyla hac, adına hac yapılacak kişinin isteğiyle olmalı Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 25 Hac ve Umre-II c) Vekil olan kişi hac masrafları dışında ücret almamalı d) Vekil kendi adına hacca niyet etmeli e) Vekil Müslüman ve akıl sahibi olmalı Cevap Anahtarı: 1.d 2.b 3.e 4.c 5.d Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 26 Hac ve Umre-II YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR Komisyon .(2009). İslâm İlmihâli. İstanbul:Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları. Bilmen, Ö. N. (2010). Büyük İslam İlmihâli. İstanbul. Harman, Ö. F. (1996). “Hac”, DİA, XIV, 382-386.İstanbul. Karagöz, İ.-Keskin, M.- Altuntaş, H. (2007). Hac İlmihâli. Ankara. Öğüt, S. (1996). “Hac”, DİA, XIV, 389-397. İstanbul. Özel, A. (2007). Kutsal Topraklara Yolculuk.İstanbul. Yaran, R.(2010).“Hac ve Umre”, İslâm İbadet Esasları.Eskişehir. Yıldız, K.(2010). Umre Rehberi. İstanbul. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 27 HEDEFLER İÇİNDEKİLER KURBAN ve ADAK • Kurbanın Tanımı • Kurbanın Meşruiyeti ve Dinî Hükmü • Kurbanın Yükümlülük Şartları • Kurbanın Geçerlilik Şartları • Kurbanın Kesimi • Kurbanın Eti ve Diğer Parçaları • Akîka Kurbanı • Adak • Bu üniteyi çalıştıktan sonra • Kurbanın dindeki yerini ve hükmünü belirleyebilecek • Kurbanın yükümlülük ve geçerlilik şartlarını açıklayabilecek • Kurban kesimiyle ilgili maddi ve dini şartları kavrayabilecek • Kurbanla adak arasındaki ilişkiyi değerlendirebileceksiniz. İSLAM İBADET ESASLARI ÜNİTE 13 Kurban ve Adak GİRİŞ Kurban, babamız İbrahim’in sünnetidir. İslam dini, insan açısından en yalın biçimiyle Allah’a inanma ve O’na içtenlikle boyun eğip ibadet etmekten ibarettir. Dinin genel bir sınıflamayla inanç ve davranış olarak iki temel boyutu vardır. Davranış boyutu da kendi içinde ibadet, ahlak ve muamelat (helal-haramlar ve hukuki ilişkiler) kısımlarına ayrılır. Dar ve özel anlamıyla ibadet namaz, zekât, oruç, hac gibi türü, ilkeleri ve biçimi büyük ölçüde dinin sahibi tarafından ortaya konulan ve düzenli bir şekilde yerine getirilmesi gereken belirli davranış kalıplarını ifade eder. Kurban ibadeti de kendine özgü niteliği ile dar anlamda ibadetin özel bir türünü oluşturur. Kurban ayrıca diğer ibadetlerden farklı olarak insanın yaşayan bir canlıyı Yaratıcısına sunması düşüncesine dayanmaktadır. Dar anlamda ibadetlerle ilgili temel hükümler, insanın Allah'la ilişkisini düzenleyen ve konuluş gerekçesi ve biçimleri akılla tamamen anlaşılamayan hükümlerdendir. Dini literatürde bunlara “taabbudî hükümler” adı verilir. Bu ibadetlerin ne zaman, hangi şartlarla, ne miktarda ve nasıl eda edileceği esas itibariyle dinin iki temel kaynağı Kur’an ve sünnet tarafından belirlenmiştir. Dinin aslından kabul edilen bu hükümlerin, Allah ve Resulü nasıl emretmişse o şekilde yerine getirilmesi gerekir. Dolayısıyla bunlar özü itibariyle dinin değişime açık olmayan alanını oluştururlar. İbadetler alanında yapılacak her yenilik de bidat ve sapkınlık olarak değerlendirilir ve dince reddedilir. Elbette her ibadetin akıl ve duyularla kavranabilen birtakım hikmetleri, bireysel ve toplumsal faydaları vardır. Zekât ve kurban gibi bazı ibadetlerde fert ve toplum yararı daha bariz bir şekilde gözükür. Ancak bunlar amaç değil sonuç niteliğinde olup bütün ibadetlerde esas olan içten bir kulluk bilinci ve teslimiyetle Allah’ın emrine boyun eğmedir. İbadetler temel özellikleri bakımından bedenî, mali ve hem bedenî hem de mali olmak üzere üç kısımda değerlendirilir. Namaz ve oruç bedenî, hac bedenî ve mali, zekât ve sadaka ise mali ibadetlerin başlıca örneklerini oluşturur. Kurban da bireysel ve toplumsal açıdan önemli fonksiyonları olan mali ibadetlerden biridir. İnsan öncelikle Rabbine yaklaşmak, O’na olan kulluğunu gösterip rızasını kazanmak ve verdiği nimetlere şükretmek amacıyla belirli vakitlerde kurban keser. Bu şekilde Allah’a bağlılığını ve O’na boyun eğdiğini sembolik bir davranışla ortaya koymuş, dinî ve ahlaki gelişimini sürdürmüş olur. Buna işaret eden bir ayet-i kerimede şöyle buyrulur: Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 Kurban ve Adak “Kurbanlık büyük baş hayvanları sizin için Allah’ın nişanelerinden kıldık. Onlarda sizin için hayır vardır. Onlar saf saf sıralanmış dururken (kurban edeceğinizde) üzerlerine Allah’ın adını anın. Yanları üzerlerine düşüp canları çıkınca onlardan siz de yiyin; istemeyen fakire de istemek zorunda kalan fakire de yedirin. Şükredesiniz diye onları böylece sizin hizmetinize verdik. Bu hayvanların ne etleri ne de kanları Allah’a ulaşır. Allah’a ulaşacak olan yalnız sizin takvanızdır” (Hâc 22/36-37). Kurban bir başka yönü de toplumda kardeşlik, yardımlaşma ve dayanışma ruhunu canlı tutması, sosyal adaletin gerçekleşmesine önemli ölçüde katkıda bulunmasıdır. Özellikle et satın alma imkânı bulunmayan veya sınırlı olan yoksulların bulunduğu ortamlarda onun bu rolü belirgin bir şekilde ortaya çıkar. Zengin kişi kurban etini Allah rızası için başkalarıyla paylaşarak mal hırsından ve cimrilik hastalığından kurtulur. Kurban sayesinde zenginle yoksul birbirine yaklaşır, aralarında sevgi, merhamet ve hürmet köprüleri kurulur. Diğer taraftan kurban ekonomik ve ticari hayatı canlandırır ve hayvancılığın gelişmesine önemli katkılar sağlar. İnsanlık tarihi boyunca hemen bütün din ve kültürlerde farklı şekil ve amaçlarla da olsa kurban uygulamasına rastlanır. Kur’an’da ayrıntısı verilmeksizin Hz. Âdem’in iki oğlu Habil ve Kabil’in Allah’a kurban takdim ettiklerinden söz edilir: “Onlara, Âdem’in iki oğlunun haberini gerçek olarak anlat: Hani birer kurban takdim etmişlerdi de birisinden kabul edilmiş, diğerinden ise kabul edilmemişti” (Mâide 5/27). İslam’da kurban ibadeti asıl tarihi hatırasını Hz. İbrahim ve oğlunda bulur. Kur’an’da anlatıldığına göre Hz. İbrahim oğlunu rüyasında kurban ettiğini görünce konuyu oğluna açar. Oğlu da büyük bir teslimiyetle emredileni yapmasını, kendisini sabredenlerden bulacağını söyler. Hz. İbrahim onu kesmek üzere alnı üzere yatırdığı sırada ilahi bir ses “Ey İbrahim! Rüyayı gerçekleştirdin. Biz iyileri mükâfatlandırırız. Bu gerçekten çok acı bir imtihandır” diye seslenir ve ona oğluna bedel büyük bir kurbanlık hayvan indirilir (Sâffât 37/100-107). Hz. Peygamber de kurban ibadetinin İbrahimî geleneğin bir devamı olduğunu şu veciz sözleriyle dile getirir: Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 Kurban ve Adak Kurban kesin! Kuşkusuz bu, babanız İbrahim’in sünnetidir” (İbn Mâce, “Edâhî”, 3) KURBANIN TANIMI Kurban kelimesi dilimize Arapçadan geçmiştir. Sözlükte “yaklaşmak, yakın olmak, Allah’a yakınlık sağlamaya vesile olan şey” anlamına gelir. Dini terminolojide Allah’a yakınlaşmak için yapılan her türlü ibadet için geniş anlamda “kurban” teriminin kullanıldığına rastlanır. Ancak Türkçede kurban teriminin daha dar ve özel bir anlamı vardır. O da ibadet (kurbet) amacıyla belli vakitte belirli cinsten hayvanları usulüne uygun olarak kesmektir. Dilimizde bu amaçla kesilen hayvana da yine kurban adı verilmektedir. Yukarıdaki tanım kurban bayramında kesilen kurbanlar içindir. Arapçada bu nitelikteki kurbanlar için “udhiyye” veya “dahiyye” terimleri kullanılır. Kurban kesme günleri olan kurban bayramına da “îdü’l-adhâ” denilmektedir. Kurban kesmenin vakti kurban bayramının ilk üç günü olup bu günlere “eyyam-ı nahr (kesim günleri)” adı verilir. Dinimizde kurban bayramında kesilen kurbandan ayrı olarak yine ibadet niyetiyle kesilen ve literatürde özel isimlerle anılan başka kurban çeşitleri de vardır. Adak kurbanı, akîka veya nesîke kurbanı, hac yapanların kestikleri hedy kurbanı, hac yasaklarının çiğnenmesi hâlinde gereken ceza ve kefaret kurbanı bunların başlıca örneklerini oluşturur. Aşağıda öncelikle ve ağırlıklı olarak kurban bayramında kesilen kurbanın dini hükmünü ele alacak, diğer kurban çeşitlerine de yeri geldikçe değineceğiz. Ünitenin sonunda ise adakla ilgili hükümleri özetleyeceğiz. KURBANIN MEŞRUİYETİ VE DİNÎ HÜKMÜ Fıkıh literatüründe kurban kesmenin meşruiyeti ve dini hükmü denilince, özel kayıtlar bulunmadığı sürece kurban bayramında kesilen kurban ve bunun hükmü anlaşılır. İslam bilginleri bu günlerde bir ibadet olarak kurban kesmenin meşru olduğu konusunda görüş birliği ederler. Bu husus kitap, sünnet ve icma ile sabittir. Kur’an-ı Kerim’de değişik vesilelerle kurban ibadetinden söz edilmektedir. Bunlardan bir kısmına yukarıda işaret etmiştik. Aşağıdaki ayet de kurbanın mutlak anlamda meşru olduğunu gösteren en önemli delillerden biridir: Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 Kurban ve Adak “Biz her ümmet için Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği kurbanlık hayvanların üzerine O’nun adını anarak kurban kesmeyi meşru kıldık.” (Hac 22/34). Kevser Suresi’nde geçen “venhar” emri İslam bilginlerini çoğuna göre kurban kesmen anlamındadır. Aşağıda göreceğimiz gibi bazı alimler bunu doğrudan kurban bayramında kesilen kurbanla ilişkilendirmişlerdir. Kurbanın meşruiyeti ile ilgili pek çok hadis-i şerif bulunmaktadır. Bunlardan birinde Enes b. Malik Hz. Peygamber’in uygulamasını şöyle anlatmaktadır: “Allah Resulü (s.a.) yedi deveyi ayakta oldukları hâlde kendi eliyle boğazladı. Medine’de ise boynuzlu ve alacalı iki koyun kurban etti. Allah’ın elçisi keserken tekbir getiriyor, besmele çekiyor ve ayağını hayvanların boyunlarının üzerine koyuyordu” (Buharî, “Edahî”, 9, 14; Müslim, “Edahi”, 1). Hz. Aişe’den (r.anh) nakledilen bir başka hadiste de Allah Resulü şöyle buyurur: “Ademoğlunun kurban günü yaptığı hiçbir iş Allah katında (kurban keserek) kanını akıtmaktan daha sevimli değildir. Zira kesilen hayvan, kıyamet günü boynuzlarıyla, kıllarıyla, toynaklarıyla (tırnaklarıyla) gelecektir. Hayvanın kanı yere düşmezden önce Allah katında yüce bir konuma ulaşır. Öyle ise bu işi gönül hoşluğu ile yapın.” (Tirmizi, “Edahi”, 1). Kurban ibadeti hicretin ikinci yılında eda edilmeye başlanmış ve Hz. Peygamber hicretten itibaren on yıla yakın bir süre hiç aksatmadan kurban (udhiyye) kesmiştir. (bk. Tirmizî, “Edahi”, 11). Dini bayramlarımızdan olan kurban bayramı Asr-ı saadetten günümüze kadar hep kurban kesilerek kutlanmıştır. “Eyyam-ı nahr”, yani “kurbanlık hayvanların kesilmesi günleri” deyimi de baştan beri bu anlamda kullanılmıştır. Kurbanın meşruiyeti, yani dini bir ibadet olduğu konusunda Müslümanların görüş birliği bulunmakla birlikte dinî hükmü konusunda fakihler arasında görüş ayrılıkları vardır. Bunun nedeni kurbanla ilgili delillerin farklı yorum ve yaklaşımlara açık olmasıdır. Konuyla ilgili temel görüşleri ve delillerini kısaca şu şekilde sıralamak mümkündür: • Gerekli şartları taşıyan kimselerin kurban bayramında kurban kesmesi Hanefi imamlarından Ebu Hanife ve Züfer’e göre vaciptir. Hanefi mezhebinde bu Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 Kurban ve Adak görüş tercih edilmiştir. Leys b. Sa’d, Süfyan es-Sevrî, Evzaî gibi bazı müctehitler ve bir rivayete göre İmam Malik de bu görüştedirler. Bu görüş taraftarlarına göre Kur’an’da Hz. Peygamber’e hitaben “Rabbin için namaz kıl, kurban kes” (Kevser 108/2) buyrulması ümmeti de kapsamakta ve gereklilik bildirmektedir. Yine Allah Resulü birçok hadislerinde hali vakti yerinde olanların kurban kesmesini emir veya tavsiye ederek şöyle buyurmuştur: “Ey insanlar, her sene her ev halkına kurban kesmek vaciptir.” (Tirmizî, “Edâhi”, 18; İbn Mâce, “Edahi”, 2). “Kim imkânı olduğu hâlde kurban kesmezse bizim mescidimize yaklaşmasın.” (İbn Mâce, “Edahi”, 2) Ayrıca Hz. Peygamber kurbanını namazdan önce kesenlerin yeniden kesmelerini emretmiştir (Buhari, “Edahi, 8, 11, 12; Müslim, “Edahi”, 1-12). Hz. Peygamber’in yolculukta bile olsa kurban kesmeyi hiç terk etmemiş olması da bu görüş sahiplerine göre onun vacipliğini göstermektedir. • Fakihlerin çoğunluğuna göre ise kurban kesmek müekked sünnettir. Maliki mezhebinde tercih edilen görüş de bu yöndedir. Maliki mezhebine göre bu sünnet kural olarak aynî, yani tek tek bireylere yönelik bir ibadet niteliğindedir. Ancak bu mezhebe göre kişi bakmakla yükümlü olduğu aile fertlerini kurban sevabına ortak edebilir. Şafiî ve Hanbelîler’e göre ise kurban ibadeti aile bireyleri bakımından kifaî nitelikli bir sünnet olup ev halkından yükümlü bir kimsenin kurban kesmesi diğerlerinden yükümlülüğü düşürür. Hanefi müctehitlerden Ebu Yusuf ve İmam Muhammed’in bu konudaki görüşleri ise farklı şekilde rivayet edilmektedir. Bazı rivayetlerde onların Ebu Hanife ile aynı kanaatte oldukları, bazı rivayetlerde ise kurbanın sünnet olduğu görüşünü benimsedikleri bildirilir. Kurban kesmenin müekked sünnet olduğu kanaatinde olanların bu konudaki başlıca delilleri de şunlardır: Kur’an-ı Kerim’de bu konuda açık emir yer almamaktadır. Kevser Suresi’ndeki ayetin kurban bayramındaki kurbana delaleti zannîdir. Bu kurbana delalet etse bile bu ayette kurban kesme emredilmeyip, namaz gibi kurbanın da sırf Allah adına kesilmesi istenmektedir. Hz. Peygamber, “Zilhicce ayı girer ve içinizden birisi kurban kesmek isterse, saçından ve bedeninden herhangi bir şey koparmasın” buyurmuştur Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 Kurban ve Adak (Müslim, “Edâhî”, 39-41). Bu hadiste kurban kesmek kişinin iradesine bırakılmıştır. İradeye bırakılan şey ise vacip olamaz. Resul-i Ekrem bazı rivayetlerde kurban ibadetinin kendisi için farz, ümmeti için ise tatavvu (nafile) olduğunu beyan etmiştir (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 231). Sahabe arasında kurban kesmenin vacip olduğu görüşünde olanların bulunduğuna ilişkin sahih bir rivayet yoktur. Hatta Hz. Ebu Bekir, Ömer ve başka bazı sahabîlerin halk arasında kurban kesmenin vacip olduğu şeklinde bir kanaat oluşmaması için zaman zaman kurban kesmeyi terk ettikleri yönünde rivayetler vardır. Fıkhî hükmü ister vacip ister sünnet olsun kurban İslam dininin sembol niteliği taşıyan önemli ibadetlerinden biridir. Bir fiilin sünnet olması onun ibadet niteliğini etkilemez ve önemini azaltmaz. Kurbanın sünnet olduğu görüşünde olan fakihler de bunu herhangi bir sünnet olarak algılamayıp müekked sünnet olarak kabul ederler, dolayısıyla terk etmeyi hoş karşılamazlar. Hatta bu alimlerden bir kısmı kurbanın diğer müekked sünnetlerden farklı olduğunu ortaya koymak için “vacip/bağlayıcı sünnet” şeklinde özel bir terim kullanmayı tercih ederler. İmam Şafiî de “kurban sünnettir” cümlesinin hemen arkasından “onun terk edilmesini istemem (sevmem)” ifadesini kullanır (el-Üm, II, 187). KURBANIN YÜKÜMLÜLÜK ŞARTLARI Hanefi mezhebinde kurban ibadetinin vacip olması için kurban kesecek kimsede şu şartların bulunması gerekir: Müslüman olmak: Her ibadette olduğu gibi Müslüman olmayan kişiye kurban vacip değildir. Hür olmak: Hürriyetten yoksun olan esir, mahkûm ve benzeri kimselere kurban kesmek vacip değildir. Mukim olmak (yolcu olmamak): Dinen yolcu hükmünde olan kimsenin zengin bile olsa kurban kesmesi vacip değildir. Bu durumdaki kimsenin tek başına veya mukimlerle birlikte kurban kesmesine bir engel de yoktur. Yolcu durumdaki hacılar için de kurban vacip değildir. Ancak temettu ve kıran haccı yapanların yolcu hükmünde de olsalar hedy kurbanı kesmeleri vaciptir. Diğer mezheplerde kurban kesmek sünnet olduğu için bu konuda yolcu ile mukim arasında bir fark gözetilmemiştir. Zengin olmak: Kurban kesme zamanında borcundan ve temel ihtiyaçlarından fazla olarak nisap miktarı mal varlığına sahip olan kimse zengin Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 Kurban ve Adak sayılır. Hanefi mezhebine göre kurban kesmeyi vacip kılan zenginliğin ölçüsü (nisap) zekâtta aranan zenginlik ölçüsüyle aynıdır. O da en az 20 miskal (85gr) altın veya bunun değerinde bir para veya maldır. Ancak kurban nisabında zekâttan farklı olarak malın artıcı nitelikte olması ve üzerinden bir yıl geçmesi şartları aranmaz. Fıkıh literatüründe bu özellikteki nisaba “nisâb-ı istiğnâ” (ihtiyaçsızlık ölçüsü) adı verilir. Kurban kesme günleri olan bayramın ilk üç gününde nisap miktarı mala sahip olanlar kurban yükümlüsü sayılırlar. Diğer mezhepler kurban kesmeyi sünnet saydıklarından kurban yükümlülüğü için ayrıca bir zenginlik ölçüsü tespit etmemişlerdir. Vasiyetinin veya adağının bulunması durumunda ölen bir kimse adına kurban kesilmesi gerekir. Bu şekilde kesilen kurbanın eti ve diğer parçaları tamamen fakirlere dağıtılır. Vasiyet veya adağın bulunmaması durumunda Şafiî mezhebinde ağırlıklı görüş, ölen kimse adına kurban kesilmesinin caiz olmadığı, Maliki mezhebinde ise mekruh olduğu yönündedir. Onlara göre ibadetlerde aslolan dini bildirim olup bu konuda Hz. Peygamber’den herhangi bir açıklama gelmemiştir. Fakihlerin çoğunluğu ise Hz. Peygamber’in ümmeti için de kurban kestiğine ilişkin bazı rivayetleri ve geride kalanların yaptığı salih amellerin sevabından ölenin de yararlanacağına ilişkin temennileri dikkate alarak ölen kimse adına kurban kesilebileceğini kabul ederler. Bu arada günümüzde yaygınlık kazanan çok kişiden para toplayarak Hz. Peygamber ve ehl-i beyt adına kurban kesilmesi uygulamasının dini hiçbir dayanağının olmadığını belirtmek gerekir. KURBANIN GEÇERLİLİK ŞARTLARI Kurban kesmekle yükümlü olan kimsenin bu ibadeti geçerli olarak yerine getirmiş sayılması için hem kurbanlık hayvan hem de hayvanın kesimiyle ilgili bazı şartlar aranmaktadır. Bunlara kurbanın geçerlilik (sıhhat) şartları adı verilir. Aşağıda alt başlıklar altında bu şartlar ele alınacaktır. Kurbanlık Hayvanlar Kurban başlıca üç çeşit hayvandan kesilebilir: Davar: Koyun ve keçi cinsinden hayvanın kurban olarak kesilebilmesi için en az bir yaşını tamamlayıp ikinci yaşına girmiş olması şarttır. Fakihlerin çoğunluğuna göre altı ayını tamamlayan ve semizlik ve gösteriş olarak bir yaşındakilere denk olan koyunlar da kurban olarak kesilebilir. Bir yaşından küçük keçilerin kurban olarak kesilmesi ise caiz değildir. Sığır ve Manda: Sığır ve manda cinsinden hayvanların kurban olarak kesilebilmesi için en az iki yaşını tamamlaması gerekir. Ancak maliki mezhebine göre sığır ve mandanın üç yaşını tamamlayıp dörde girmesi şarttır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 Kurban ve Adak Deve: Kurban olarak kesilecek devenin de en az beş yaşını tamamlayıp altı yaşına girmiş olması gerekir. Daha küçüklerden iri ve semiz de olsa kurban olmaz. Bu üç sınıfın dışındaki hayvanların mesela tavuk, kaz, ördek, deve kuşu, tavşan, ceylan gibi hayvanların kurban olarak kesilmesi geçerli değildir. Kurbanın geçerliliği bakımından kurban olarak kesilecek hayvanların erkek veya dişi olması fark etmez. Ancak et ve kıymet bakımından eşit olmaları hâlinde koyunun erkeğinin, keçi, sığır, manda ve devenin ise dişisinin kurban olarak kesilmesi daha faziletli görülmüştür. Koyun ve keçi sadece bir kişi için, deve, sığır ve manda ise yedi kişiyi aşmamak üzere ortaklaşa kurban olarak kesilebilir. Maliki mezhebinde hayvanın türü ne olursa olsun ortak kurban kesimi caiz görülmemektedir. Ortak kurban kesiminde ortakların her birinin Müslüman olması, bunların ibadet (kurbet) niyetiyle ortaklığa girmesi ve her bir ortağın hissesinin yedide birin altına düşmemesi şarttır. Kurbanın sahih olabilmesi için kesenin mülkiyeti altında olması veya kesenin böyle bir tasarrufa yetkisinin bulunması gerekir. Kurbanlık hayvanın alım satımı diğer meşru malların alım satımı gibidir. Pazarlık yapılabilir. Hayvanın vadeli olarak satın alınması veya hibe yoluyla edinilmesi önemli değildir. Faiz içermemek şartıyla ödemenin kredi kartıyla yapılması, daha sonra anlaşmazlığa yol açmayacak şekilde birim fiyatın belirlenmesi kaydıyla canlı kilo veya karkas et kilo olarak satın alınması da caizdir. Kurban Olmaya Engel Kusurlar Kurban olarak kesilecek hayvanın sağlıklı olması ve kurban olmaya engel bir kusurunun bulunmaması şarttır. Buna göre aşağıdaki özelliklere sahip hayvanlardan kurban olmaz: • Bir veya iki gözü kör, • Kulağının veya kuyruğunun tamamı ya da yarıdan çoğu kopmuş, • Kulakları ve kuyruğu doğuştan bulunmayan, • Dili kesilmiş, • Dişlerinin tamamı veya çoğu dökülmüş, • Boynuzlarının birisi veya ikisi kökünden kırılmış, • Meme uçları kopmuş veya bir hastalıktan dolayı sütü kurumuş, • Kesim yerine gidemeyecek ölçüde topal, • Kötürüm derecesinde hasta, zayıf ve düşkün. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 Kurban ve Adak Ancak hayvanın şaşı, uyuz, deli veya aksak olması, kulaklarının delinmiş, enine yarılmış veya uçlarından kesilmiş olması, doğuştan boynuzsuz veya boynuzunun biraz kırık olması, cinsel organının bulunmaması veya iğdiş edilmesi kurban edilmesine engel teşkil etmez. Kurban olmaya engel olan kusurlar hayvan satın alındıktan sonra meydana gelir veya önceden mevcut olan kusur sonradan fark edilirse, sahibi zengin ise yeniden bir kurban alıp onu keser. Fakir ise yeni bir kurbanlık almasına gerek olmayıp kusurlu hayvanı kurban edebilir. Çünkü kurban fakir kimseler için nafile hükmünde olup nafilelerde genişlik ve kolaylık vardır. Şafiî ve Hanbelîler sahibi zengin de olsa sonradan kusurla hâle gelen hayvanın bu hâliyle kurban edilebileceği görüşündedirler. Kesim sırasında meydana gelen kusurlar ise hem zengin hem de fakirler bakımından hayvanın kurban edilmesine engel değildir. Kurbanın Rüknü Kurbanın rüknü, kurban olması caiz olan hayvanın kanının akıtılmasıdır. Buna fıkıh dilinde “irâka-i dem” adı verilir. Kan akıtılmadan, mesela boğularak öldürülen hayvan kurban sayılmaz. Kesimin vaktinde ve usulüne uygun biçimde kurban niyetiyle yapılması şarttır. Hayvanın kendisinin veya bedelinin sadaka olarak bağışlanması ise kurban yerine geçmez. Kurban Kesme Vakti Kurban kesme zamanı, kurban bayramın “eyyâm-ı nahr” denilen ilk üç günüdür. Bu da zilhicce ayının on, on bir ve on ikinci günlerine denk gelir. Kurban bu günlerde bayram namazının kılınmasından üçüncü günün akşamına kadarki süre zarfında kesilebilir. Şafiî mezhebine ve bazı fakihlere göre bu süre bayramın dördüncü günü akşamına kadardır. Bayram namazı kılınmayan yerlerde kurban sabah namazı vaktinden itibaren kesilebilir. Kurbanın bayramın birinci günü kesilmesi daha faziletli olup kesimin gündüz yapılması tavsiye edilmiştir. Geçerli bir mazeret yokken kesimin gece yapılması tenzihen mekruh görülmüştür. Vaktinden önce kesilen hayvanlar kurban sayılmaz. Hz. Peygamber (s.a.) bir bayram günü şöyle buyurmuştur: “Bu günümüzde yapacağımız ilk şey namaz (bayram namazı) kılmaktır. Sonra döneceğiz ve kurban keseceğiz. Kim daha önce keserse o sadece ailesine et götürmüş olur; bunun ibadetle bir ilgisi olmaz” (Buharî, “Edâhî”, 1; Müslim, “Edâhî”, 7)) Zengin kimse kurban almadan bayramı geçirse, bedelini fakirlere tasadduk etmesi gerekir. Kurban satın aldıktan sonra kesmeden bayram çıkacak olsa o Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 Kurban ve Adak hâliyle tasadduk edilir. Kurban kesmekle yükümlü olmadığı hâlde kurbanlık alan fakirin, süresi içinde kesmediği hayvan da adak kurbanı hükmünde kabul edilir. Kurbanlık niyetiyle alınan hayvan kesilmeden ölürse zengin kimsenin tekrar kurbanlık alması gerekir, fakir kimsenin gerekmez. Kesimden önce kurbanlık kaybolur, sahibi ikinci bir kurbanlık alır, sonra birinci hayvan bulunursa zengin olan bunlardan sadece birini keser. Ancak değeri daha düşük olanı keserse aradaki farkı tasadduk etmesi gerekir. Böyle bir durumda fakir kimsenin de bir görüşe göre her ikisini, diğer bir görüşe göre sadece birini kesmesi gerekir. Fakirin ikisini de kesmesi gerektiği görüşü fakirin kesmesinin adak hükmünde olduğu düşüncesine dayanmaktadır. Kurbanla yükümlü olan kimseler yanlışlıkla birbirlerinin hayvanlarını kesseler her kesilen kurban sahibinin kurbanı olmak üzere sahih olur. Etler dağıtılmamışsa değişim yaparlar, dağıtılmışsa helalleşir ve bir fark talep etmezler. Kurbana Niyet Kurban Allah’a yakınlaşmak amacı taşıyan bir ibadettir. Her ibadet gibi kurbanın da ibadet niyetiyle kesilmesi şarttır. Kurbanı diğer hayvan kesimlerinden ayıran özellik de budur. Niyette aslolan kalbin niyeti olup, dil ile açıkça söylenmesi şart değildir. Kurbanda niyet çok önemli olduğu için Hanefiler ortaklaşa kesilen kurbana bütün ortakların ibadet niyetiyle katılmalarını şart görürler. Bununla birlikte ortakların niyet ettikleri ibadetin birbirinden farklı olması mümkündür. Mesela ortaklardan bir kısmı vacip olan hayvan kurbanına, birisi adak kurbanına, bir diğeri akîkaya niyet etmiş olabilir. Buna karşılık ortaklardan birinin kurbana sırf et yemek kastıyla katılmış olması Hanefiler’e göre tümünün kurbanını geçersiz kılar. Şafiî ve Hanbelî mezheplerine göre ise böyle bir ortaklık kurbana zarar vermez. Bir kimse tek başına kesmek üzere aldığı büyük baş hayvana sonradan altı kişiye kadar bu şekilde ortak kabul edebilir. Ancak bu mekruh görülmüştür. Bir görüşe göre de tek başına kesmek üzere bu tür bir hayvan alan kimse fakir ise kurbanı satın almakla onu kendisine adak olarak vacip kıldığı için başkaları ona ortak olamaz. KURBANIN KESİMİ Kurban keserken normal olarak eti yenen hayvanların kesiminde (tezkiye) aranan kurallara uymak gerekir. Buna göre hayvan, kesim yerine incitilmeden götürülmeli, keserken eziyet edilmemeli, bunun için keskin bıçak kullanılmalı ve bıçak hayvana gösterilmemelidir. Ayrıca kesim sırasında sağlık ve temizlik şartlarına riayet edilmelidir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 Kurban ve Adak Her mükellefin mümkün mertebe kurbanını kendisinin kesmesi menduptur. Fakat kişinin bir başkasına vekâlet verip kestirmesi de mümkündür. Kurban sahibinin orada hazır bulunması da müstehaptır. Kurban kesecek kimsenin Müslüman olması tercihe şayandır; ancak ehl-i kitabın kestiği helal olduğundan Yahudi ve Hristiyanlara da kesim yaptırılabilir. Ancak bu mekruh görülmüştür. Diğer taraftan kesen kişinin erkek kadın, yetişkin çocuk olması fark etmez. Hayvan kesileceği zaman başı ve ayakları kıbleye gelecek şekilde sol tarafı üzerine yatırılır. Hayvan yere yatırılırken aşağıda mealleri verilen ayetlerin okunması, ardından da tekbir ve tehlil getirilmesi güzel bulunmuştur: “Yüzümü gökleri ve yeri yaratan Allah’a, O’nun birliğine inanarak çevirdim. Ben müşriklerden değilim” (En’âm 6/79). “Benim namazım, ibadetim (kurbanım) hayatım ve ölümüm hep alemlerin rabbi olan Allah içindir. O’nun ortağı yoktur” (el-En’âm 6/162). Kurbanı kesen kişi sağ eliyle tuttuğu bıçakla hayvanı keserken “bismillâhi Allâhüekber” der. Kurbanı vekilin kesmesi hâlinde kurban sahibi de mümkünse besmeleye iştirak eder. Besmelenin kasten terk edilmesi halinde Hanefî mezhebine göre hayvanın eti yenmez. Kurban kesmenin rüknü yukarıda belirttiğimiz gibi kurbanlık hayvanın kanını akıtmaktır. Sığır, manda, koyun ve keçi cinsinden hayvanlar yatırılıp çenelerinin hemen altından boğazlanmak suretiyle kesilir. Buna “zebh (boğazlama)” adı verilir. Deve ise ayakta sol ön ayağı bağlanarak göğsünün hemen üzerinden kesilir ki, buna da “narh” denilmektedir. Dini kurallara uygun boğazlama nefes borusu ile yemek borusu ve bunların yanlarında bulunan iki damarı kesmek suretiyle yapılır. Bu dördünden en az üçünün kesilmesi de yeterli bulunmuştur. Boğazlamadan sonra hayvanın kanının iyice akması için bir süre beklenir. Sonra yüzme ve parçalama işlemleri yapılır. Hayvana acı vermemek için önce şoka sokmak (bayıltmak), sonra kesmek de caizdir. KURBANIN ETİ ve DİĞER PARÇALARI Kurbanlık alınan hayvandan, kesilinceye kadar herhangi bir şekilde yararlanmak mekruh görülmüştür. Buna göre kurbanlık hayvanın sütü sağılmaz, yünü kırkılmaz, ona binilmez ve üzerinde yük taşınmaz. Bunların yapılması hâlinde karşılığının sadaka olarak verilmesi gerekir. Ancak kurbanlık hayvanın yünü, kesimden sonra kırkılıp evde ihtiyaç için kullanılabilir, fakat paraya çevrilemez. Aksi hâlde bedelini sadaka olarak verilmesi gerekir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 Kurban ve Adak Bayram kurbanının sahibi kurbanın etinden kendisi yiyebildiği gibi bakmakla yükümlü olduğu kimselere de yedirebilir. Ancak etin bir kısmını da dağıtması gerekir. Kurban etinin ne kadarının yenilip ne kadarının da dağıtılacağı konusunda farklı görüşler vardır. Fakihlerin çoğunluğuna ve yerleşik dini geleneğe göre kurban eti üç eşit parçaya bölünür; bir parçası kurban sahibi ve bakmakla yükümlü olduğu kimseler tarafından tüketilir; ikinci parça zengin bile olsalar eş, dost ve akrabaya hediye edilir, üçüncü parça ise kurban kesemeyen fakir kimselere dağıtılır. Kişinin bakmakla yükümlü bulunduğu kimseler kalabalık olur veya ihtiyaçları bulunursa kurban etinin kimseye dağıtılmadan evde tüketilmesinde de bir sakınca yoktur. Ayrıca kurban etinden bir kısmının ileride tüketilmek üzere saklanmasında da bir sakınca yoktur. Kurban etinin kesimin yapıldığı bölgede dağıtılması teşvik edilmiş olmakla birlikte daha fazla ihtiyaç sahiplerinin bulunması durumunda başka yerleşim birimlerine gönderilmesi de mümkündür. Bir kimse kendi malından sevabını ölen kişiye bağışlamak niyetiyle bayram günü kestiği kurbanın etinden de yiyebilir; ancak dağıtmak daha faziletlidir. Kurbanın eti ve eti dışındaki derisi, yünü, bağırsakları, kemikleri, baş, bacak ve iç yağı gibi diğer parçalarının para karşılığı satılması caiz değildir satılması durumunda bedelinin sadaka olarak verilmesi gerekir. Bunların seccade, sofra, yolluk ve benzeri şekillerde evde kullanılması veya kullanılmak üzere birini hediye edilmesi mümkündür. Eğer kurban ücretle kestirilmişse kesim ücreti kurbanın eti veya derisiyle ya da bunların parasıyla ödenmez. Kesim işlemi yapıldıktan sonra çevre temizliğinin iyice yapılması, hayvanın artan parçalarının toprağa derince gömülmesi, mümkün mertebe dışarıda hiçbir parçanın bırakılmaması gerekir. Bir de kesilen kurbanın üzerinden atlamak veya kanından alına ve yüze sürmek gibi uygulamalar bidat olup bu tür davranışlardan uzak durmak gerekir. AKÎKA KURBANI Arapçada “akîka” yeni doğan çocuğun başındaki saçın adıdır. Fıkıh dilinde ise yeni doğan çocuğun ilk günlerinde Allah’a şükür nişanesi olarak kesilen kurbana “akîka kurbanı” denilir. Akîka kurbanı kesildiği gün çocuğun başı da tıraş edildiği için kurbana bu ad verilmiştir. Akîka kurbanı Hanefîler’e göre mubah veya mendup, diğer üç fıkıh mezhebine göre sünnet, Zahirî mezhebine göre ise vaciptir. Hz. Peygamber, torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin için birer koçu akîka kurbanı olarak kesmiş ve ümmetine erkek olsun, kız olsun doğan her çocuk için akîka kesmelerini tavsiye etmiştir (Muvatta, “Akîka”, 2; Ebû Davûd, “Edâhî”, 20). Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 Kurban ve Adak Akîka kurbanı çocuğun doğduğu günden bulûğ çağına kadar kesilebilir. Ancak doğumun yedinci günü kesilmesi müstehaptır. Aynı günde çocuğa isim konulması ve saçının kesilerek ağırlığınca altın veya gümüşün sadaka verilmesi de müstehap sayılmıştır. Kurban olmaya elverişli her hayvan akîka olarak kesilebilir. Etinden yararlanma ve diğer hükümleri bakımından tamamen kurban bayramında kesilen kurban gibidir. ADAK Adağın Tanımı ve Dindeki Yeri “Adak” kelimesi fıkıh kitaplarında “nezir (nezr)” kelimesi ile ifade edilir. Bir fıkıh terimi olarak nezir, bir kimsenin dinen yükümlü olmadığı halde farz veya vacip türünden bir ibadeti yerine getirme konusunda Allah’a söz vermesidir. Nezir kelimesi gerek sözlük gerekse terim anlamında Kur’an-ı Kerim ve hadislerde geçmekle birlikte Kur’an’da adağı teşvik eden veya yasaklayan herhangi bir hüküm yoktur. Bazı ayetlerde verilen sözde durulması ve yapılan adakların yerine getirilmesi istenir. Ayrıca kişinin yaptığı adağa uygun davranası iyi kulların nitelikleri arasında sayılır. Bu ayetlerden birinde şöyle buyrulur: “Bu kullar, sözlerinde durup adaklarını yerine getirirler ve şiddeti her bir yanı kaplayan günden korkarlar” (İnsân 76/7). Hadislerde de Hz. Peygamber Allah’a itaat niteliği taşıyan adakların yerine getirilmesini emretmiş, Allah’a isyan veya kötülük içeren adakların yapılmamasını, şayet yapılmışsa buna uyulmamasını istemiştir (Buharî, “Eymân”, 26, 27; Müslim, “Nezr”, 8). Bazı hadislerden de Hz. Peygamber’in adakta bulunmayı hoş karşılamadığı anlaşılır. Nitekim bir hadis-i şerifte şöyle buyrulur: “Adak hiçbir şeyi değiştirmez. Sadece cimrinin malını eksiltmiş olur” (Buharî, “Eymân”, 26; Müslim, “Nezr”, 2). Bu hadis adağın aslında insana bir fayda sağlamayacağı veya bir zararı gidermeyeceği, zira adakla ilahi takdirin değişmeyeceğini anlatmaktadır. Konuyla ilgili ayet ve hadisleri göz önünde bulunduran İslam bilginleri adak adamanın dini hükmü konusunda farklı görüşler ortaya koymuşlardır. Hanefiler’e göre Allah’a itaat ve yakınlaşma amacı taşıyan ibadetlerin adanması mubah olup bunları adamak veya adamamak konusunda dini bir yükümlülük yoktur. Şafiî ve Hanbelîler’e göre de adak adamak tenzihen mekruhtur. Malikiler ise mutlak Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 Kurban ve Adak anlamda adakta bulunmayı mendup, şarta bağlı adağı ise mubah sayarlar. Sonuçta bir ibadetin işlenmesine vesile olduğu için bunu müstehap gören alimler de vardır. Öyle anlaşılıyor ki, adak İslam dininde genellikle sevaba vesile olan bir davranış sayılmamış, ancak adanınca Allah’a isyan ve masiyet içermediği sürece yerine getirilmesi dinen gerekli görülmüştür. Hanefîler’e göre adanan şey ismen ve açıkça belirtilmişse hangi türden olursa olsun yerine getirilmesi vaciptir. Adanan şey açıkça belirtilmeyip belirsiz bırakılmışsa niyet edilen şeyin ifası vaciptir. Bir niyet söz konusu değilse yemin kefareti ödemek gerekir. Adağın Şartları Yapılan bir adağın dinen geçerli olabilmesi için birtakım şartların yerine getirilmesi gerekir. Bunlardan bir kısmı adakta bulunan kimseyle, bir kısmı ise adağın konusuyla ilgilidir. Adakta bulunan kimsenin diğer ibadetlerde olduğu gibi Müslüman, akıllı ve bulûğa ermiş olması gerekir. Bir kimsenin Müslüman olmadan önce yaptığı adakla çocuğun ve delinin adakta bulunmasının bir hükmü yoktur. Hanefiler’e göre öfke ve şaka ile yapılan adak da ciddi yapılmış gibi bağlayıcı kabul edilir. Adağın konusuyla ilgili başlıca şartlar da şunlardır: • Adanan şeyin cinsinden farz veya vacip bir ibadetin bulunması gerekir. Mesela namaz kılmayı, hacca gitmeyi, sadaka vermeyi, itikâf yapmayı, kurban kesmeyi konu alan adaklar geçerlidir. Hasta ziyareti veya mevlit okutmak gibi cinsinden farz veya vacip ibadetler bulunmayan fiiller adak konusu olmaz. Türbelerde mum yakma, bez bağlama, horoz kesme, şeker ve helva dağıtma gibi halk arasında görülen adak adetlerinin de dinde yeri yoktur. • Adanan şey, kişinin o anda veya daha sonra zaten yapmakla yükümlü olduğu farz veya vacip bir ibadet olmamalıdır. Kılmakla yükümlü olduğu namaz, kesmekle yükümlü olduğu kurban adanamaz. • Adanan şeyin dinen ve maddeten imkân dâhilinde olması, adak konusu malın da kişinin mülkiyetinde bulunması gerekir. Mesela “Gece oruç tutmak adağım olsun” veya “yüzerek hacca gideyim”, “belediye otobüsünü vakfedeyim” şeklinde adak geçerli olmaz. • Adanan şey bizzat hedeflenen bağımsız bir ibadet cinsinden olmalı, başka bir farz veya vacibe vesile bir ibadet olmamalıdır. Mesela abdest almayı, ezan okumayı, mescide gitmeyi kona alan adak geçerli değildir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 Kurban ve Adak • Adanan fiil, Allah’a isyan, kötülük, günah ve bidat içermemelidir. Böyle bir adağın yapılması hâlinde bunun yerine getirilmesi ittifakla caiz değildir. Ancak bu durumda Hanefî ve Hanbelîlere göre yemin kefareti ödemek gerekir. Benzer şekilde meydana gelmesi istenmeyen bir şarta bağlanan adaklar da adak veya yemin hükümlerine tabidir. Mesela “bir daha içki içmeyeceğim, içersem bir ay oruç tutayım” şeklinde adakta bulunan kimsenin Allah’a karşı bu sözü tutması gerekir. Fakat istenmeyen bu şart gerçekleşirse dilerse adadığı şeyi yerine getirir, dilerse yemin kefareti öder. Hanefiler bu durumda yemin kefareti ödemesini daha uygun görürler. Adağın Çeşitleri ve Hükümleri Adaklar, bir şarta bağlanıp bağlanmadıklarına göre ikiye ayrılır: Mutlak Adak: “Allah için şu kadar gün oruç tutacağım”, “kurban keseceğim”, “namaz kılacağım” gibi herhangi bir şarta bağlanmadan yapılan adaklar bu türdendir. Bu şekilde yapılan adağın günü belirtilmişse muayyen adak, belirtilmemişse gayri muayyen adak denir. Mutlak adaklar adama anından itibaren gerekli hâle gelir ve ilk fırsatta yerine getirilmesi gerekir. Muallak (Mukayyed) Adak: Herhangi bir olayın meydana gelmesi şart koşularak yapılan adaktır. “Hastam iyileşirse”, “üniversiteyi kazanırsam”, “falan kimse gelirse”, “çocuğum olursa” gibi. Bir şarta bağlanan adaklar o şart gerçekleştiğinde yerine getirilmesi gerekir. Şart gerçekleşmeden adak yerine getirilirse geçersizdir. Yerine getirilmesi ileride gelecek belirli bir zamana bağlanan adaklar, mesela “şaban ayında oruç tutmak adağım olsun” şeklinde yapılan adaklar ise Hanefiler’e göre önceden de yerine getirilebilir. Diğer mezheplere ve Hanefiler’den İmam Muhammed’e göre namaz, oruç gibi bedeni adaklar zamanından önce yerine getirilemez. Ancak sadaka gibi mali ibadetlerin adak konusu yapılması hâlinde fakirlerin bir an önce yararlanmasını sağlamak için ittifakla vaktinden önce yerine getirilebileceği kabul edilmiştir. Sadaka vermeyi içeren adaklarda belirli bir zaman, mekân veya kişi belirlense bile buna uymak zorunlu değildir. Adanan sadakalar, başka zaman veya mekânlarda, başka kişilere de verilebilir. Üzerinde mali bir adak borcu bulunduğu hâlde bunu ödemeden vefat eden kimsenin bu borcu, vasiyeti bulunması hâlinde terekesinden yerine getirilir. Böyle bir vasiyeti olmadığı hâlde mirasçılar adağı yerine getirmişlerse ölen kimse yine adak borcundan kurtulmuş olur. Adak olarak kesilen kurbanın etinden adakta bulunan kimse ve onun bakmakla yükümlü olduğu kimseler (anne ve babası, dede ve ninesi, çocukları ve Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 Kurban ve Adak Tartışma torunları, hanımı) yiyemez. Eğer yiyecek olurlarsa yediklerinin bedelini fakirlere sadaka olarak vermeleri gerekir. •Kurban ibadetinin niteliği, şartları ve fonksiyonu dikkate alındığında günümüzde kurban kesme yerine bedelinin fakirlere sadaka olarak verilmesi mümkün müdür? Konuyu gerekçeleri ile forumda tartışabilirsiniz. •Düşüncelerinizi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “tartışma forumu” bölümünde paylaşabilirsiniz. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 Özet Kurban ve Adak •İbadet amaçlı olarak belli vakitte belirli cinsten hayvanları usulüne uygun olarak kesmeye ve bu şekilde kesilen hayvana kurban adı verilir. Kurban bayramında kesilen kurbandan ayrı olarak ibadet niyetiyle kesilen akîka, hedy, kefaret, adak gibi adlarla anılan başka kurban çeşitleri de vardır. İslam’da kurban ibadetinin meşru oluşu Kur’an, sünnet ve icma ile sabittir. Gerekli şartları taşıyan kimselerin kurban kesmesi fakihlerin çoğunluğuna göre müekked sünnet, Hanefiler'e göre ise vaciptir. Bir kimsenin kurbanla yükümlü olması için Müslüman, hür, mukim ve belirli ölçüde zengin olması gerekir. •Kurbanla yükümlü olan kimsenin bu ibadeti geçerli bir şekilde yerine getirmiş sayılması için kurbanlık hayvan ve hayvanın kesimi ile ilgili bazı şartlar aranır. Kurban sadece, davar, sağır/manda ve deve cinsinden hayvanlardan olur. Kurban kesilecek hayvanın sağlıklı olması ve kurban olmaya engel bir kusurunun bulunmaması şarttır. Kurbanın rüknü usulüne uygun bir şekilde hayvanın kanını akıtmak olup hayvanın kendisinin veya bedelinin sadaka olarak bağışlanması kurban yerine geçmez. Kurbanın ibadet niyetiyle kesilmesi ve keserken normal olarak eti yenen hayvanların kesiminde aranan kurallara uyulması gerekir. Bayram kurbanının sahibi kestiği kurbanın etinden kendisi yiyebilir, aile bireylerine yedirebilir, bir kısmını da fakirlere dağıtır. Kurbanın etinin ve diğer parçalarının para karşılığı satılması caiz değildir. •Yeni doğan çocuğun ilk günlerinde kesilen “akîka kurbanı Hanefiler'e göre mubah veya mendup, diğer üç fıkıh mezhebine göre sünnettir. Fıkıhta adak (nezir) terimi de bir kimsenin dinen yükümlü olmadığı hâlde farz veya vacip türünden bir ibadeti yerine getirme konusunda Allah’a söz vermesi anlamına gelir. İslam dininde adak sevaba vesile olan ve tavsiye edilen bir davranış olarak görülmemiş, ancak adanınca Allah’a isyan ve kötülük içermediği sürece yerine getirilmesi dinen gerekli görülmüştür. Mutlak ve muallak kısımlarına ayrılan adağın dinen geçerli olabilmesi için adakta bulunan kimse ve adağın konusuyla ilgili birtakım şartlar aranmaktadır. Adak olarak kesilen kurbanın etinden kural olarak adakta bulunan kimse ve onun bakmakla yükümlü olduğu kimseler yiyemez. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 Ödev Kurban ve Adak • Ölmüş birisi adına vacip veya nafile niteliğinde kurban kesilip kesilemeyeceğini delilleriyle birlikte araştırarak iki yüz kelimeyi aşmayacak şekilde yazınız. • Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “ödev” bölümüne yükleyebilirsiniz. DEĞERLENDİRME SORULARI 1. Aşağıdakilerden hangisi kurbanın yükümlülük şartlarından biri değildir? Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. a) Zengin olmak b) Hür olmak c) Müslüman olmak d) Mukim olmak e) Ergen olmak 2. Hangi fıkıh mezhebi hayvanın türü ne olursa olsun ortak kurban kesimini caiz görmemektedir? a) Malikiler b) Şafiiler c) Hanbeliler d) Eşariler e) Hanefiler 3. Aşağıdakilerden hangisi kurban olmaya engel kusurlardan biri değildir? a) Dili kesilmiş b) Bir gözü kör c) Kulakları delinmiş d) Boynuzlarından biri kökünden kırılmış e) Meme uçları kopmuş 4. Fakir kimsenin kurbanlık niyetiyle aldığı hayvan kesilmeden ölürse sahibinin ne yapması gerekir? a) Yerine bir kurban alıp keser. b) Yerine kurbanlık alması gerekmez. c) Yerine iki kurban alıp keser. d) Değerini tasadduk eder. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 Kurban ve Adak e) Yerine üç gün oruç tutar. 5. Aşağıdakilerden hangisinin adak olarak adanması geçerlidir? a) Yüz rekât namaz kılmak b) İki koç kurban etmek c) 5 defa hatim indirmek d) 100 lira sadaka vermek e) 10 gün oruç tutmak Cevap Anahtarı 1.e 2.a 3.c 4.b 5.c Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 Kurban ve Adak YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR Komisyon.(2006).İslam İlmihali: Marmara Üniversitesi İlahiyat Vakfı Yayınları. İstanbul. Komisyon, İlmihal II.(2004): İslam ve Toplum:Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. Ankara. Bedir, M.( 2007). Kurban Kitabı:Ensar Neşriyat. İstanbul. Varlı, M.(1991). İslam İlmihali: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları.Ankara. Bilmen, Ö. N.(1992).Büyük İslam İlmihali: Timaş Yayınları. İstanbul. Komisyon,(2010). İslam İbadet Esasları. Anadolu Üniversitesi İlahiyat Önlisans Programı.Eskişehir. Çalış, Halit, “Kurbanın Dinî Hükmü ve Fert ya da Aile Adına Kesilmesi Tartışmaları”, İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi, sayı:3, 2004, s. 211-230. Özel, A.(1998). “Adak”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, I, 337-340. İstanbul. Bardakoğlu, A.(2002). “Kurban”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, XXVI, 436-440. İstanbul. Gözübenli, B.(1997). “Kurban”, İslam’da İnanç, İbadet ve Günlük Yaşayış Ansiklopedisi: Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları. III, 94-105. İstanbul. Kahraman, A.(2002).İslam’da İbadetlerin Değişmezliği:Akademi Yayıncılık. Sivas. Güç, A.(2003).Çeşitli Dinlerde ve İslam’da Kurban: Düşünce Kitabevi.Bursa. Yeniçeri, C.(2009).Bütün Boyut Çeşit ve Mezhepleriyle Kutsal Kesim Kurbana Yeniden Bakış ve Hz. Peygamber’in Kurbanları:Çamlıca Yayınları. İstanbul. Ayengin, T.(2005).Kurban İbadeti, Diyanet İlmi Dergi, cilt: XLI, sayı: 4, s. 7-28. Keleş, E.(1990).Kurbanın Hükmü Konusunda Mukayeseli Bir İnceleme. Diyanet İlmi Dergi,cilt: XXVI, sayı: 3, s. 69-78. http://www.diyanet.gov.tr/turkish/dy/Kurulkararlari.aspx?KonuId=2 (Erişim Tarihi: 04.07.2011) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21 HEDEFLER İÇİNDEKİLER YEMİNLER VE KEFARETLER • • • • • Yeminin Anlamı ve Mahiyeti Yemin İfade ve Kalıpları Yeminin Türleri Kefaretin Tanımı Kefaretler • Bu üniteyi çalıştıktan sonra • Yeminin anlam ve önemini kavrayabilecek • Yeminin mahiyeti ve amacını açıklayabilecek • Yemin türlerini ve hükümlerini ayırt edebilecek • Kefaret kavramını açıklayabilecek ve sebeplerini, türlerini ve hükümlerini anlatabileceksiniz. İSLAM İBADET ESASLARI ÜNİTE 14 Yeminler ve Kefaretler GİRİŞ İnsanlık tarihi boyunca, söylenen bir sözü ve yapılan bir vaadi kuvvetlendirmek ve söz ve davranışlarda samimi ve gerçekçi olunduğunu ortaya koymak için sıkça başvurulan yollardan birisi de yemindir. Allah kelamından peygamberlerin uyarılarına, samimiyetini göstermek isteyen sevenlerden bağlılığını anlatmak isteyen dost ve arkadaşlara kadar bir çok konuda yemin inandırıcı bir yol olarak tercih edilmiştir. Toplum olmada önemli iki gerçek: Güven ve Samimiyet. Bu tür davranışlar her şeyden önce sosyal ilişkilerde bireyler arasında karşılıklı samimiyet ve güvenin kurulması için başvurulan önemli yol ve araçlardandır. İnsanlar söyledikleri ya da ileri sürdükleri hususlardaki samimiyetlerini ifade etmek için kutsal değerleri samimiyetlerine şahit tutar ve söz verirler. Bunun yanında, bir işi yapmayı isteyen kişinin, kendi azim ve kararlılığını artırmak için de yemine başvurduğu görülebilir. İslam’da yemin, Allah’ın adı ile yapıldığı ve O’nun adı güvence gösterildiği için bağlayıcılık özelliğine sahiptir ve yerine getirilmesi zorunludur. Yeminin gereği herhangi bir nedenden dolayı yerine getirilememişse, Allah adına verilen andın tutulmamasından kaynaklanan hata kefaret yoluyla telafi edilmeye çalışılır. Görüldüğü gibi yemin konusunda öne çıkan husus, insanların Allahu Teala’ya karşı taşıdıkları sorumluluk duygusu, saygı ve inançtaki samimiyettir. Bunun, aynı zamanda bireysel ve toplumsal ahlâkın oluşmasında önemli bir rol oynayacağının da altını çizmek gerekir. Yemin, yemin eden kişinin azim ve iradesini kuvvetlendirdiği gibi, insanların verdikleri söze bağlı kalmalarını da destekler ve sözün doğruluğunu kuvvetlendirir. Yeminin, kişilerde sorumluluk bilincine de katkıda bulunan bir işlevi vardır. Kişiye kararlılık ve söze inandırıcılık kazandırmada yeminin olumlu katkısı göz ardı edilemez. Bu ünitede, birbiriyle yakın ilişki içinde bulunan ve dini literatürde üzerinde önemle durulan yemin ve kefaret konularını ele alacak ve bu iki kavramla ilgili başlıca terim, hüküm ve görüşlere özetlenmeye çalışacağız. İslam dini, prensip olarak, insanın zaman zaman hata yababileceğini kabul eder. Dolayısıyla hatalarını telafi yollarını da öğretir. Bunun çeşitli yolları vardır. Bunlardan biri de kefarettir. Kefaret, yapılan hatadan dolayı Allah'tan af ve mağfiret dileme mânasına geldiğinden geniş anlamıyla tövbenin bir türü olarak kabul edilir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 Yeminler ve Kefaretler Kefaret, genel olara bir kuralın ihlal edilmesi durumunda yerine getirilmesi istenen mali veya bedenî ibadetler olarak karşımıza çıkar. Hangi kural ihlallerinden dolayı kefaret gerektiğini ünite içerisinde bulacaksınız. YEMİNLER YEMİNİN ANLAMI ve MAHİYETİ “Yemin” kelimesi Arapça kökenlidir. Arapçada bu kelime güç, kuvvet, belgeleme, sağ yön ve sağ el gibi anlamlara gelmektedir (Serahsi, 2008, VIII, 205). Yeminler konusunda http://www.diyanet.gov. tr adresine müracaat edebilirsiniz. Arapçada ve fıkıh literatüründe yemin için yaygın olarak kullanılan kelime “kasem”dir. Terim olarak da yemin şöyle tanımlanabilir: “Yemin, bir kimsenin gelecekte bir işi yapıp yapmaması veya bir olayın doğru olup olmaması konusunda söylediği sözünü Allah’ın adı veya sıfatını zikrederek kuvvetlendirmesidir (Bardakoğlu, 1999, II, 25). Örneğin “Vallahi şu işi yapmam” veya “Vallahi borcumu ödedim” şeklindeki sözler böyledir. Bu tür yeminlere “kasem” suretiyle yemin denir. Biri diğerine şart olmak üzere iki şeyi birbirine bağlayan bazı ifadeler de yemin olarak kabul edilir. Örneğin, “şuraya gidersem karım boş olsun” demek gibi. YEMİNİN RÜKNÜ Yeminin rüknü, yeminde kullanılan sözlerdir. Fakihler, yeminin rüknünün Allah’ın ismi ya da sıfatıyla yemin etmek olduğunu belirtirler. Örfen bu manaya gelen kelimelerle yapılan yeminler de geçerli görülmektedir. YEMİNİN ŞARTLARI Bir yeminin sahih ve muteber olabilmesi için yemin edenle ilgili olarak şu şartların bulunması gerekir: Yemin edenin akıllı olması Yemin edenin ergenlik çağına ulaşmış olması Yemin edenin Müslüman olması Yeminin “inşallah” lafzı kullanılarak ilahî iradeye bağlanmış veya kişinin kendisine iki şık arasında tercih hakkı tanımış olmaması. Örneğin “vallahi filanca hastayı ziyarete gideceğim ancak onunla görüşmek için başka bir Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 Yeminler ve Kefaretler yol da düşünebilirim” derse yemin etmiş olmaz. Yine bir kimse, yemin olan sözüne bitişik olarak “maşallah”, “Allah bana yardım ederse”, “Allah kolaylaştırırsa”, “Allah’ın yardımıyla”, “Allanın kolaylaştırmasıyla” veya benzeri bir lafız ilave ederse yemin etmiş olmaz. Yukarıda sayılan şartlar gereği, çocuğun yemini herhangi bir sonuç doğurmaz. Deli olanın ve Müslüman olmayanın yemini de geçerli değildir. YEMİNİN HÜKMÜ VE BAĞLAYICILIĞI Yeminin gereği bazen iyi, bazen de kötü olabilir. Yani kişi, iyi bir şeyi yapmak için yemin edebileceği gibi, kötü bir şeyi yapmak üzere de yemin etmiş olabilir. Bu durumda yeminin gereğinin yapılmaması/yerine getirilmemesi daha doğru olur. Bu nedenle yeminin hükmü, konusuna göre değişmektedir. (bkz.: Serahsî, 2008, VIII, 206) Kötü olan bir şey yemin ile kuvvetlendirilmiş olsa da yapılmamalıdır. Gereğinin yapılması vacip olan yemin: İbadet mahiyetinde olan bir şeyi yapmak üzere yemin eden kişinin yeminine bağlı kalması vaciptir. Gereğinin yapılması haram olan yemin: Haram olan bir şeyi yapmaya ya da farz olan ibadetleri terk etmeye yönelik yeminlere bağlı kalmak haramdır. Bu tür yeminlerin bozulması ve kefarette bulunulması gerekir. Örneğin farz olan bir namazı kılmamaya, içki içmeye, anne babaya veya herhangi bir insana kötülük etmeye, borcunu vermemeye dair yapılan yeminler böyledir. Bu yeminlerin gereği haram ve yasak olan şeyler olduğu için, yerine getirilmemesi ve bozulması gerekir. Tahrim Suresi 2. ayeti kerimesi bu hükmü düzenlemektedir: “Gerektiğinde yeminlerinizi bozmanızı Allah meşru kılmıştır. O bilendir hikmet sahibidir.” Nur Suresi 22. ayeti de konumuzla ilgilidir: “İçinizden fazilet sahibi kimseler akrabalara, yoksullara ve Allah yolunda hicret edenlere yardım etmeyeceklerine dair yemin etmesinler. Onlar affetsinler ve vazgeçsinler…” Hz. Peygamber de konumuzla ilgili olarak şunları söylemektedir: “Kim Allah’a itaat etmek üzere yemin ederse ona itaat etsin. Kim de ona isyan etmek üzere yemin ederse isyan etmesin” (Buhârî, Eymân ve’n-Nuzûr, 27 ). Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 Yeminler ve Kefaretler Görüldüğü gibi, kötü ve günah olan bir şeyin yapılması için yemin edilmişse yemin bozulur ve kefareti yerine getirilir. Bozulması/gereğinin yapılmaması mendup olan yemin: Yemini bozmak yeminin gereğini yerine getirmekten daha üstün ise bu tür yeminlerin bozulması menduptur. Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: “Kim bir şey için yemin eder de bozmayı daha hayırlı görürse yeminini bozsun ve kefaret versin”(Buhârî, Eymân 1; Müslim, Eymân, 15,16). Yukarıdaki türlerden hangisi olursa olsun, yemin edildikten sonra yemine bağlı kalınmazsa, yani bozulursa kefaretinin yerine getirilmesi gerekir. Yeminin kefareti, bir köle azat etmek veya on kişiyi bir gün doyurmak ya da on kişiyi giydirmektir. Bunları yapamayan kişinin üç gün oruç tutması gerekir (Kefaretler konusuna bakınız.) YEMİN İFADE VE KALIPLARI Bu konu hangi sözlerle yemin yapılabileceğine ilişkindir. Bu nedenle, konuyu “ifade bakımından yeminin türleri” şeklinde isimlendirmek ya da başlıklandırmak da mümkündür. Yukarıdaki bilgilerden de anlaşıldığı gibi yemin Allahu Teala’nın ismi ve sıfatları ya da örfen yemin anlamına kullanılan sözlerle olur. Bunun yanında şartlı ifadeleri de yemin kapsamında gören alimler vardır. Bu nedenle yemin ifade ve kalıplarını iki gurupta ortaya koyabiliriz: Yemin Allahu Teala’nın ismi ve sıfatları ya da örfen yemin anlamına kullanılan sözlerle olur Allah’ın adı veya sıfatları anılarak veya yemin anlamında kullanılan birtakım kelimelerle yapılan yemin. “Vallahi”, “billahi”, “Allaha andolsun ki”, “Allah şahit olsun ki”, “Allah hakkı için”, “yemin olsun ki”, “kasem ederim”, “yemin ederim” gibi sözler bu türün belli başlı örneklerini oluşturur. Helal olan bir şeyi kişinin kendisine haram kıldığı ifade eden sözlerle de yemin gerçekleşir. Örneğin “Sigara içersem şu meyveyi yemek bana haram olsun” demek gibi. Allah’ın isim ve sıfatları zikredilmeden söylenen bir sözün yemin sayılıp sayılmamasında toplumun örfü dikkate alınır (Serahsî, Mebsut, VII, 37). “Kâbe hakkı için”, “Kur’an çarpsın” gibi kutsal kabul edilen şeyler, örfen yemin olarak görüldüğü sürece, geçerli yemin hükümlerine tabi olur. Peygamberlere, Kâbe’ye ve diğer varlıklara yemin edilmez. Şayet edilirse geçerli bir yemin olmaz. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 Yeminler ve Kefaretler Boşamaya, insanın dinen çıkmasına ya da ibadet türünden bir şeyi kendine vacip kılmaya bağlanan şartlı ifadelerle yapılan yemin. Mesela “filanca yere gidersem karım boş olsun” veya” Filanca ile konuşursam şart olsun” gibi ifadeler sözü kuvvetlendirme amacı ile söylendiğinde yemin sayılır. Bunlarla boşama gerçekleşmez. Ancak dediği şeyi yaparsa yeminin bozmuş olacağından yemin kefaretini yerine getirmesi gerekir. YEMİNİN TÜRLERİ Hangi amaç ve niyetle yapıldığı açısından yeminler üç kısma ayrılır: Yanlışlıkla ve dil alışkanlığı ile yapılan yemin (Lağv yemini) Yalan yemin (Ğamus yemini) Yemin/vaad yemin (Münakid yemin) Ancak yeminin anılan türleriyle ilgili açıklamalara geçmeden önce, konuya ışık tutan ayeti kerimeleri okumak meseleyi daha kolay anlamamızı sağlayacaktır: “Allah adına yaptığınız yeminleri, erdemliliğe, Allah’a karşı sorumluluk bilincine ve insanlar arasında barışın geliştirilmesine engel kılmayın. Zira Allah işitendir, bilendir. Allah, düşünmeden yaptığınız yeminlerinizden dolayı sizi sorumlu tutmaz, ancak kasıtlı olarak yaptığınız yeminlerinizden dolayı sorumlu tutar. Allah bağışlayıcıdır merhametlidir”(el-Bakara 2/224–225). “Allah, kasıtsız olarak ağzınızdan çıkıveren yeminlerinizden dolayı sizi sorumlu tutmaz. Fakat bilerek yaptığınız yeminlerinizden dolayı sizi sorumlu tutar. Bunun kefareti, ailenize yedirdiğiniz yemeğin orta hallisinden on fakire yedirmek yahut onları giydirmek veya bir köle azat etmektir. Bunları bulamayan üç gün oruç tutmalıdır. Yemin ettiğinizde yeminlerinizin kefareti budur. Yeminlerinize riayet edin. Allah size ayetlerini açıklıyor ki, şükredesiniz” (elMâide 5/89). “Sözleştiğiniz zaman/ahitleştiğinizde Allah’a olan ahdinizi yerine getirin. Allahı şahit tutarak pekiştirdikten sonra yeminlerinizi bozmayın. Allah yapacağınız şeyleri bilir…. Yeminlerinizi aranızda aldatma/fesat aracı yapmayın… ” (en-Nahl 16/91, 92, 94) Ayeti kerimeler, sözgelişi insanın ağzından çıkan yemin ifadelerinin bağlayıcı olmadığını, ancak niyetlenerek yapılan yeminlerin sorumluluk yüklediğini ve yerine getirilmesi gerektiğini, bu gerçekleşmiyorsa kefaretinin yerine getirilmesini istemektedir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 Yeminler ve Kefaretler Yanlışlıkla yapılan yemin/Lağv yemini: Yanlışlıkla veya söylediği sözün ve iddia ettiği şeyin doğru olduğu zannıyla yapılan yeminler yemin sayılmaz. Bunlara “lağv yemini” denir. Mesela, borcunu ödememiş olduğu hâlde ödediğini zannederek, “vallahi borcumu ödedim “demek yemin sayılmaz. Gökte uçan bir kuş için “vallahi bu bir serçedir” şeklinde yemin edilip uçan kuşun başka bir tür çıkması da bu tür yeminlere örnektir. İfade alışkanlığı gereği söz arasında söylenen “vallahi, billahi” gibi sözler de böyledir. Bunlar da yemin sayılmaz. Bu tür hatalı ya da dil alışkanlığına bağlı ifadelerden/yeminlerden dolayı kefaret gerekmez. Nitekim yukarıda mealini verdiğimiz Mâide Suresi 89. ayeti kerimesi bu tür yeminlerden dolayı kefaret gerekmediğini ifade etmektedir. Yalan yere yemin/Ğâmûs Yemini: Geçmişte veya şimdiki zamandaki bir durum hakkında bile bile, kasten ve yalan yere yapılan yemindir. Borcunu ödemediğini bildiği hâlde “vallahi borcumu ödedim” şeklinde yemin etmek böyle bir yemindir. Bilerek yalan yere yemin etmek büyük günahtır. Zira bunu yapan kişi, Allah Tealayı yalanına şahit tutmuş olmaktadır. Hemen tövbe etmek gerekir. Bu şekilde yemin ederek haksızlık yapmış ve kul hakkı almış ise ödenmesi gerekir. Hanefîler, Mâlikîler ve bazı Hanbelîler’in de dâhil olduğu çoğunluğa göre bu tür yemin büyük günah olmakla beraber kefareti yoktur. İmam Şâfiî’ ise bu tür yeminler için de kefaretin gerekli olduğunu söylemiştir. Kur’an-ı Kerim’de yalan yere yemin edenlerin bilhassa münafıklar olduğuna dikkat çekilerek, bu tür kimselerin, yeminlerini kalkan yaparak insanları aldatmaya çalıştıkları bildirilmektedir: “(Ey Muhammed!) Münafıklar sana geldiklerinde, “Senin, elbette Allah’ın peygamberi olduğuna şahitlik ederiz” derler. Allah senin, elbette kendisinin peygamberi olduğunu biliyor. (Fakat) Allah, o münafıkların hiç şüphesiz yalancılar olduklarına elbette şahitlik eder. Yeminlerini kalkan yaptılar da insanları Allah’ın yolundan çevirdiler. Gerçekten onların yaptıkları şey ne kötüdür” (Münafikun Sûresi, 63/1-2 ). Başka bir ayet-i kerimede yeminine bağlı kalmayanlar ve yalan yere yemin edenlerlerle kıyamet günü Allah’ın konuşmayacağı, yüzlerine bakmayacağı ve onları yüceltmeyeceği ve onlar için acı bir azap olduğu vurgulanmaktadır. “Şüphesiz, Allah’a verdikleri sözü ve yeminlerini az bir karşılığa değişenler var ya, işte onların ahirette bir payı yoktur. Allah, kıyamet günü onlarla konuşmayacak, onlara bakmayacak ve onları temizlemeyecektir. Onlar için elem dolu bir azap vardır” (Âl-i İmrân Sûresi, 3/77). Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 Yeminler ve Kefaretler Ayrıca Hz. Muhammed’e gelip kendisiyle savaşa gideceklerine dair yemin eden münafıkların da yemin etmeyip, sadece itaat etmeleri istenmektedir. “Münafıklar, sen kendilerine emrettiğin takdirde mutlaka savaşa çıkacaklarına dair en ağır bir şekilde Allah’a yemin ettiler. De ki: “Yemin etmeyin. Sizden istenen güzelce itaat etmektir. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır” (en-Nûr 24/53). Hz. Peygamber’e büyük günahlar sorulduğunda bir defasında şöyle cevap vermiş ve insanların haklarının kaybedilmesi/gasp edilmesi için yalan yere yemin etmeyi en büyük günahlar arasında saymıştır: “Allah’a şirk koşmak, ana babaya isyan etmek, haksız yere adam öldürmek ve birinin hakkını haksızlıkla ele geçirmek için bilerek yalan yere yemin etmek” (Buhârî, “Eymân”, 16). Diğer bir hadis-i şerifte de şöyle buyrulmaktadır: “Yaptığı yemin ile misvak ağacının bir dalı kadar bile olsa Müslümanın hakkını alan kimseye Allah cehennemi gerekli kılar ve cenneti ona haram eder” (Müslim, “İman”, 218.). Allah adı ile bir şeyi yapmaya yemin edilmişse ve yemine bağlı kalınmamışsa kefaret gerekli olur. Yemin/Münakid Yemin: Gelecekte, gerçekleşmesi mümkün olan bir şeyi yapmaya veya yapmamaya yönelik kasıtlı ve bilerek yapılan yeminlere münakid yemin denir. Riayet edilmediğinde, yani bozulduğunda kefaret gerektiren yeminler bu tür yeminlerdir. Bu tür yemin bir zaman dilimi belirtilerek yapılabileceği gibi zaman sınırlaması zikredilmeden de yapılabilir. Ayrıca anlık durum için geçerli olacak şekilde da olabilir. Dolayısıyla bu tür yemin zaman açısından üç kısma ayrılır: Süre belirtilmeden yapılan (mutlak) yemin: “Vallahi bu evi senden başkasına satmayacağım”, “billahi seninle evleneceğim” gibi, herhangi bir süre sınırı belirtilmeden yapılan yeminlerdir. Bu tür yemin, söylenilen şeyi yapma imkânı olduğu sürece, yani ilgili taraflar hayatta olduğu sürece bozulmaz. Yemin konusunu gerçekleştirme imkânı kalmadığında yemin de bozulmuş olur. Vakitli yemin: Belirli bir süre belirtilerek yapılan yemindir. Örneğin “vallahi arabamı sana bu gün satacağım”, “and olsun evini bir hafta içerisinde boşaltacağım” gibi ifadeler böyledir. Belirtilen vakit geçtiği Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 Yeminler ve Kefaretler hâlde yeminin gereği yerine getirilmemişse yemin bozulmuş olur. Bu durumda kefaretini yerine getirmek gerekir. Anlık durum yemini: Bir söz ya da durum ile ilgili konuşulan an için geçerli olmak üzere söylenen yemindir. Örneğin, yemeğe davet edilen bir kişinin “vallahi yemem” demesi böyledir. Yememeye olan yemini sadece o andaki durum için geçerlidir ve sonraki durumları kapsamaz. YEMİN AHLAKI Kur’an ve sünnet, sık sık yemine başvurulmasını hoş karşılamaz. Zira sıkça yemin eden kişi çoğunlukla dil alışkanlığı nedeniyle yemin sözlerini kullanır ve bu yüzden Allahu Tealaya karşı olan saygı zedelenir. O’nun isim ve sıfatlarına karşı da esas olan saygıdır. Bunun yanında, sözüne Allah’ı şahit ve delil tutmak ağır bir yükümlülüktür. Aslında Müslüman, yemine ihtiyaç duyulmayacak şekilde sözüne güvenilen bir kimse olmaya çalışmalıdır. Allah’ın adı, saygısızca anılmamalıdır. Kur’an-ı Kerimde, peygamberimiz, çok sık yemin eden insanlara uymaması konusunda uyarılmıştır (el-Kalem 68/10). Hz. Peygamber de doğru bile olsa, yemine sık sık başvurulmasını tasvip etmemiş, özellikle tüccarların bu konuda titiz davranmalarını istemiş, yeminin sürümü artırsa bile kazancı ve bereketi yok edeceğini bildirmiştir (Müslim, “Müsâkât”, 133; Nesâî, “Buyû”, 5). Yemine uymamak veya yalan yere yemin etmek daha büyük bir hatadır ve bazı sorumlulukları doğurur. Bu nedenle Kur’an’da, “Yeminlerinizi koruyunuz” (el-Mâide 5/89), “Allah adına yaptığınız ahidleri yerine getirin. Allah’ı kefil tutarak kuvvetlendirdikten sonra yeminlerinizi bozmayın. Şüphesiz ki Allah yaptıklarınızı bilir” (en-Nahl 16/91) buyurulur. Bu itibarla bir Müslümanın yemin etmemesi, yemin etmişse bu, verdiği söze Allah’ı şahit tutmak demek olduğundan mutlaka yeminine bağlı kalması gerekir. KEFARETLER İnsanın zaman zaman hata yapabilecek bir şekilde yaratıldığını İslam dini prensip olarak kabul eder. Dolayısıyla hatalarını telafi yollarını da öğretir. Bunun çeşitli yolları vardır. Tövbe etmek ve iyi işler yapmak, yapılan hatanın Allah hakkına yönelik kısmının affına vesile olur. Kefaretler de böyledir. Bir kuralın ihlali durumunda, bunu telafi amaçlı olarak insandan sadaka vermek, oruç tutmak ve kurban kesmek gibi bazı şeyleri yapması istenir. İşte bunlar kefaretlerdir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 Yeminler ve Kefaretler Kefaret kavramının Kur’an ve sünnetteki kullanımlarına bakıldığında yapılan hatayı örten olumlu davranış anlam ve kapsamında olduğu görülür. Hadislerde kefaret kelimesinin işlenen günah ve kötülükleri örten, kişinin Allah katında affedilmesine vesile olan her türlü olumlu davranışı kuşatan geniş bir anlamı da vardır. Ayrıca insanın affına vesile olarak meşru kılındığı için kefaretin, Müslümanın ümitsizliğe düşmesini önleyici bir yönü de vardır. Zira bu yolla kişi hatasını telafi imkânına kavuşmaktadır. Bunun yanında kefaretin toplumsal yönü de vardır. Nitekim kefaret olarak yapılan işlemlere bakıldığında fakirlerin yedirilmesi, giydirilmesi ve köle azat etmek gibi sosyal dayanışma yönünün öne çıktığını görürüz. KEFARETİN TANIMI Kefaretler konusunda http://www.Hayreddin Karaman.net adresine müracaat edebilirsiniz. Sözlükte "mahvetme, yok etme ve giderme" gibi anlamlara gelen “küfr” kökünden türeyen kefaret, terim olarak şu şekilde tanımlanabilir: “Kefaret, dinin belirli yasaklarını ihlâl eden kimsenin hem ceza hem de Allah'tan mağfiret dilemek maksadıyla yükümlü tutulduğu köle azat etme, oruç tutma, fakiri doyurma ve giydirme gibi mali veya bedenî nitelikli ibadetlerin genel adıdır.” (Yaran, 2002, XXV, 179–182; Akyüz, 1995, IV, 403 vd.) Kefaret, yapılan hatanın affedilmesine yönelik bir imkân ve yükümlülük olduğundan mahiyeti itibariyle ibadetler alanına giren hükümler arasında yer alır. Hanefîler kefarette, hem ceza hem de ibadet anlamı bulunduğunu söylerler. Çünkü kefaretler, yasaklanan bazı şeylerin işlenmesi durumuna karşılık ceza olarak konulmuşlardır. Ancak yapılış ve eda ediliş şekilleri ile de birtakım ibadetleri içermektedirler. KEFFARET SEBEPLERİ Kefareti gerektiren birtakım sebepler mevcut olup, kefaretler de bu sebepler ile adlandırılır. Kur’an'da bilerek yapılan yeminin bozulması, “zıhâr”, hatâen adam öldürme, ihramlının avlanması veya tıraş olması şeklinde beş kefaret sebebi zikredilir. Ramazan orucunun bilerek ve mazeretsiz bozulmasının kefaret sebebi olması, Sünnet tarafından belirlenmiştir. Bunlardan ayrı olarak, fıkıh literatüründe, hac ibadetinde bazı kuralların ihlali durumunda öngörülen bedenî ve mali yükümlükler de zaman zaman kefaret olarak isimlendirilmiştir. Bu sebepler, aynı zamanda kefaret çeşitlerini, yani hangi durumlarda kefaretin gerekli olduğunu da göstermektedir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 Yeminler ve Kefaretler KEFFARETİN ÇEŞİTLERİ YEMİN KEFARETİ Yapılan yeminin bozulması, Allah şahit tutularak verilen sözde durulmaması anlamına geldiği için bozan kimse kefaretle sorumlu olmaktadır. Yukarıda belirtilen yemin türleri arasında gelecekte bir işi yapmaya veya yapmamaya yemin eden kişinin (münakid yemin) yeminini bozduğu takdirde kefaret ödeyeceğinde görüş birliği vardır. Ancak geçmişe ait bir olay için yalan yere yemin eden kişi için, âlimlerin çoğunluğu kefareti geçerli görmez. Nitekim hatayla adam öldürmenin diğer cezaları yanında kefareti de varken kasıtlı adam öldürmenin cezaları arasında kefaret yoktur. Bu nedenle fakihlerin çoğunluğu böyle bir kişinin kefareti hak etmediğini söyleyerek günahından dolayı tövbe etmesini ve af dilemesini tavsiye eder. İmam Şafiî ise bilerek yapılan yalan yere yemin için de kefareti gerekli görür. Yemin kefareti borçlusu öncelikle şu üç şeyden birini yapmakla yükümlüdür: Aile fertlerinin ortalama harcamalarını ölçü alarak on fakiri doyurmak On fakiri giydirmek Bir köle azat etmek. Yeminini bozan kişi bunlardan birini yapamıyorsa, On fakiri giydirme ya da doyurma imkânı olan kişi, oruç tutarak yemin kefaretini yerine getirmiş olmaz. Üç gün oruç tutarak kefareti yerine getirir. On fakiri yedirme ya da giydirme imkânı olan kişi, oruç tutarak yemin kefaretini yerine getirmiş olmaz. On fakiri yedirmenin ölçüsü, ailesine yedirdiğinin ortalamasından sabah akşam olmak üzere bir günde iki öğünlük yiyecektir. Bu konuda, fitre miktarının dikkate alınması da mümkündür. Hanefilere göre, bir günlük yiyecek miktarının bedeli de verilebilir. Bir gün fakiri doyurma, sabah ve akşam olmak üzere iki öğün yedirme demektir (Serahsî, 2008, VIII, 245). Eğer on fakirin giydirilmesi yoluyla kefaret yerine getirilecekse, elbisenin vücudun tamamını veya en azından çoğunu örtecek şekilde olması gerekir. Ayrıca giydirme için sadece kumaş verilmesi yeterli değildir. Kumaşın elbise hâlinde olması da gerekir. Doyurulacak veya giydirilecek fakirler, kefaret yükümlüsünün yakınları olmamalıdır. Bir fakire bir günde on günün fitre bedelini vermek bir fitre yerine geçer. Aynı şekilde bir fakire bir defada on elbisenin verilmesi bir kişilik elbise yerine geçer. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 Yeminler ve Kefaretler Yemin kefareti olarak tutulacak orucun, Hanefî mezhebine göre, artarda tutulması gerekir. Bu oruca geceden niyetlenmek şarttır. Ayrıca yemin kefareti için tutulacak orucun ramazan bayramının birinci ve kurban bayramının dört gününde tutulması caiz değildir. Çünkü bu günlerde oruç tutmak yasaklanmıştır. Yasak günde tutulan oruç, eksik olarak eda edilmiş olur. Dolayısıyla tam bir oruç gibi değildir. Tartışma Hanefîler'e göre kefaret yemin bozulduktan sonra yerine getirilir. Diğer üç mezhebe göre ise yemin bozulmadan önce de kefaret yerine getirilebilir. Ancak Şafi mezhebine göre, kefaretin oruçla ifa edilmesi durumunda, bunun yeminin bozulmasından sonra olması gerekir. • İnsanın , sorumlu ve bilinçli bir varlık olması ile yemin keffâreti arasındaki ilişkiyi tartışınız. • Düşüncelerinizi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “tartışma forumu” bölümünde paylaşabilirsiniz. ORUÇ BOZMA KEFARETİ Oruç kefareti mazereti bulunmaksızın ramazan orucunu kasten bozmaktan dolayı gereken kefarettir. İslam'ın beş temel şartından biri olan oruç ibadeti, oruç tutmaya gücü yeten ve oruç tutmamayı mübah kılan bir mazereti olmayan kimselere farzdır. Oruç tutamayan ya da oruçlarını açmalarını gerektiren özürleri bulunan kimseler, oruçlarını ya daha sonra kaza eder ya da çok yaşlı veya iyileşemeyecek hasta ise fidye verir. Başladığı ramazan orucunu geçerli bir sebebi yokken bilerek ve isteyerek bozan kimse ağır bir kusur ve suç işlemiş, ramazan aynın kutsallığını ihlal etmiş ve niyetlenerek Allah’a verdiği sözü bozmuştur. Böyle bir kimsenin, bu hatalı davranışına ceza olmak üzere ve Allah'tan af dileyebilmesi için kefaretini yerine getirmesi gerekir. Bozulan bir ramazan orucunun kefareti gerektirdiği, daha önce de belirttiğimiz gibi, sünnet ile sabittir. Eşiyle ramazanda cinsel ilişkide bulunan bir kimseye Hz. Peygamber, kefaret olarak, önce bir köle azat etmesini, buna imkânı yoksa iki ay ara vermeden oruç tutmasını ve buna da gücü yetmezse altmış fakiri sabahlı akşamlı doyurmasını emretmiştir (Buhârî, “Savm”, 31; Müslim, “Sıyâm”, Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 Yeminler ve Kefaretler 14). Hz. Peygamber bu kefarette, Mücâdile Suresi 2–4. ayeti kerimelerinde, düzenlenen “zıhar kefaretini esas almıştır (bkz. Zıhar Kefareti) Oruç kefaretini gerektiren sebep, niyet ederek başlanmış olan bir ramazan orucunu kasten ve isteyerek bozmaktır. Oruca niyet edilmediğinden ya da orucu açmayı mübah kılan bir sebepten dolayı orucun bozulduğu gün için kefaret gerekmez. Hanefîler ve Mâlikîler dâhil fakihlerin bir grubuna göre ramazan orucunun, kasıtlı ve bilerek yeme içme ya da cinsel ilişki yoluyla bozulması kefareti gerektirirken, Şafiîler başta olmak üzere diğer bir grup fakihe göre ramazan orucunun sadece cinsî münasebetle bozulması kefareti gerektirir. Bunlara göre kasten de olsa yeme içme yoluyla orucun bozulması sadece kazayı gerektirir. Orucun rüknü imsaktir. İmsak, orucun başlangıcından iftar vaktine kadar olan sürede, orucu bozacak şeylerden uzak durmaktır. Bu görüş ayrılığını anlayabilmemiz için yukarıdaki hadis-i şerifle birlikte, “orucun ruknü” konusunu da dikkate almalıyız. Yeme içmenin kefaret gerektirdiği görüşünde olanlara göre orucun rüknü imsaktır. İmsak, orucun başlangıcından iftar vaktine kadar olan sürede, orucu bozacak şeylerden uzak durmaktır. Kasıtlı cinsel ilişki orucun rüknü olan imsakı ortadan kaldırdığı için kefareti gerektirmiştir. Kasıtlı yeme içme de aynı şekilde imsakı ortadan kaldırmaktadır. Buna göre cinsel ilişki de yeme içme de orucun kasten bozulması mahiyetindedir. Yeme içmenin kefareti gerektirmediğini söyleyenler ise, oruç kefaretini ifade eden hadis-i şerifin, cinsel ilişkide bulunan bir kişi ile ilgili olması ve bu olayda yeme içmenin geçmemesini delil gösterirler. Onlar imsakın ortadan kaldırılması hususunda cinsel ilişki ile yeme ve içmeyi eşit görmezler. Oruç bozmanın kefareti, şu üç şeyden biri yapılarak yerine getirilir: Eğer mümkün ise bir köle azat etmek. Ara vermeksizin iki ay süreyle oruç tutmak. Altmış fakiri sabahlı akşamlı doyurmak. Hanefîler de dâhil fakihlerin çoğunluğuna göre kefaret ödeyecek kimsenin yukarıda sayılan sıraya riayet etmesi, bir öncekini yapma imkânı bulunmadığında bir sonrakine geçmesi gerekir. Mâlikîler'e göre İse mükellef bu üç şıktan birini seçebilir. Onlara göre, bunlar arasında altmış fakiri doyurma en faziletli olanıdır. Çoğunluk ise hem oruç kefaretiyle ilgili hadiste bu sıranın zikredilmesini ve hadisin dayandığı ayet-i kerimenin ifade ve üslûbunu dikkate almışlarıdır. İki ay oruçta dikkat edilmesi gereken hususlar şunlardır: Kefaret olarak tutulacak oruç, iki kamerî ay ardı ardına olmak üzere tutulur. Kamerî aylar, bilindiği gibi, 29 ya da 30 gün olur. İki ay hesabıyla bu orucu tutmak için kamerî ayın 1. günü oruca başlamak gerekir. Bu Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 Yeminler ve Kefaretler durumda ikinci kamerî ay bittiği gün kefaret de bitmiş olur. Bozulan bir gün orucun kazası ayrıca tutulur. Eğer kefaret orucuna kamerî ayın 1. günü başlanmamışsa, ardı ardına 60 gün kefaret orucu tutulur. Buna da bir gün, bozulan günün kazası eklenir. Tutulacak bu iki kamerî ay ya da altmış gün kefaret orucunun peş peşe olması şarttır. Bu peş peşe olma şartını sadece kadınların aybaşı hâlleri bozmaz. Yani bu hâl araya girince oruca ara verilir, ancak bu hâl bitince hiç boşluk vermeden oruca devam edilir. Eğer hemen başlamaz ve ara verirse kefareti bozulmuş olur, yeniden başlanması gerekir. Hastalık, ramazan ya da bayram gibi nedenlerle kefaret orucuna ara verenler, tekrar baştan başlamalıdırlar. (Bilmen, 1947, s. 399) Şâfiîler loğusalık, Hanbelîler hastalık dolayısıyla oruca ara vermenin peş peşeliği bozmadığı görüşündedir. Kefaret orucuna imsak başlamadan önce niyet etmek gerekir. Bu kefarete, fakirleri doyurmak şeklinde yerine getirilecekse, altmış fakiri doyurmak gerekir. Eğer fitre olarak verilecekse ya altmış fakire ayrı ayrı verilmeli ya da bir fakire altmış gün süreyle bir fitre verilmelidir. Bir fakire bir defada birden çok fitre verilmesi sadece bir fitre yerine geçer. Kefareti gerektiren sebebin gerçekleştiği gün, oruç açmayı mübah kılan hasta olma veya kadınların ay hâli gibi kişinin kendi iradesiyle oluşturmadığı bir mazeret veya durum meydana gelirse kefarete düşer, gerekli olmaz (Serahsî, 2008, III, 116). Hanefî mezhebine göre, aynı veya farklı ramazanlarda meydana gelen ve henüz ödenmemiş bir veya birkaç oruç kefareti için bir tek kefarete yerine getirilir. Kefaret ödendikten sonra kefaret sebebi tekrar ederse yeniden kefarette bulunulur. Şafiî ve Maliki mezheplerine göre, geçmişte kefareti gerektiren her durum için ayrı kefarette bulunulur. HATA İLE İNSAN ÖLDÜRME KEFARETİ İslam’ın temel amaç ve değerlerinden biri de insan hayatının korunmasıdır. Bu nedenle, bilerek adam öldürmek büyük bir günah olarak kabul edilmiştir. (EnNisâ, 4/92) İnsan hayatına karşı işlenen suçlara ağır yaptırımlar getirilmiştir. Bilerek adam öldürmenin cezası, eğer öldürülenin yakınları talep ederse, kısastır. Yani katilin öldürülmesidir. Onlar kısastan vazgeçip diyet isteme hakkına da sahiptir (elBakara, 2/178–179). Yanlışlıkla bir müminin öldürülmesi hâlinde öldürülenin yakınlarına ödenecek diyetin yanında, öldüren kişinin ayrıca kefarette bulunması da gerekir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 Yeminler ve Kefaretler Bu kefaret: Bir mümin köleyi azat etme, Bu mümkün olmadığı takdirde ara vermeden iki ay oruç tutma yoluyla yerine getirilir. Bu hükmü düzenleyen ayet-i kerime şöyledir: “Yanlışlıkla olması dışında bir müminin herhangi bir mümini öldürmesi söz konusu olamaz. Kim bir mümini yanlışlıkla öldürürse mümin bir köle azat etmesi ve öldürülenin ailesine teslim edilecek bir diyet vermesi gerekir. Ancak onlar bu diyeti bağışlarsa başka … Köle azadını yapamayan kişi, Allah tarafından tövbesinin kabulü için ardı ardına olmak üzere iki ay oruç tutar. Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir” (en-Nisâ,4/92). Görüldüğü gibi, ayet sadece hata ile adam öldürmede kefaretin gerekliliğinden söz etmektedir. Bu nedenle, kasten veya sebep olma yoluyla adam öldürenlere kefaret gerekip gerekmediği konusu tartışmalıdır. Hanefîler dışındaki alimler, ölüme sebebiyet vermeyi de hata ile öldürme gibi değerlendirerek kefareti gerekli görürler. Ayrıca, İmam Şafiî ve bir rivayette Ahmed b. Hanbel, kasten öldürmelerde de kefareti gerekli görürler. Ava atılan bir silahın insana isabet ederek öldürmesi veya bir insanın av hayvanı zannedilerek öldürülmesi hata ile öldürmelere örnektir. Alimlerin çoğunluğu ise, kasten adam öldürmenin çok ağır bir suç olduğunu, dolayısıyla kasten adam öldürenin bu haktan ve imkândan yararlanamayacağını söylemişlerdir. Alimlerin çoğunluğuna göre zimmîyi (Müslüman ülkenin gayri müslim vatandaşını) öldürene de kefaret gerekir. Anne karnındaki çocuğun düşürülmesi hâlinde gurre denilen tazminatın ödenmesi yanında Şafiî ve Hanbelîler'e göre kefaret vacip, diğer mezheplere göre menduptur. Eğer çocuk bu hata sonucu erken doğar ve doğduktan sonra ölürse tam diyet ve kefaret gerekli olur (el-Mevsılî, 1978, s. 331). Bir çocuğun veya delinin hata ile adam öldürmesi hâlinde malından kefaret ödenip ödenmeyeceği tartışmalıdır. Kefaretin ibadet olma özelliğinin baskın olduğunu kabul edenler gerekmeyeceği, onu daha çok mali bir yükümlülük olarak değerlendirenler ise çocuk veya deliye de gerekeceği kanaatindedir. Kefaret kısmen ceza, daha çok da işlenen günah sebebiyle Allah'tan af talebi mahiyetinde olduğundan fakihlerin çoğunluğu öldürme fiiline iştirak edenlerin her birine ayrı ayrı kefareti gerekli görür (Yaran, 2002, XXV, 179–182). Ava atılan bir silahın insana isabet ederek öldürmesi veya bir insanın av hayvanı zannedilerek öldürülmesi hata ile öldürmelere örnektir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 Yeminler ve Kefaretler HAC VE UMRE KURALLARINI İHLAL KEFARETİ Hac veya umrenin bazı kurallarının ihlâl edilmesi durumunda kurban, sadaka, oruç ve tazmin gibi yükümlülükler konulmuştur. Bunlara “ceza” denildiği gibi “kefaret” de denir. Bunlar daha çok ihram yasaklarını ihlali ile ilgili durumlardır. Hac ve umre kurallarının ihlâllerine karşılık getirilen yükümlülükler yapılan hatayı affettirmeye ve oluşan eksikliği gidermeye yönelik olduğu için kefaret niteliğinde görülmüştür. Kur'an'da, ihramlı iken tıraş olan ve avlanan kimseye kefaret yükümlülüğü getirilmiştir: İhramlı iken tıraş olma ile ilgili ayet-i kerime şöyledir: “Haccı da, umreyi de Allah için tamamlayın. Eğer (düşman, hastalık ve benzer sebeplerle) engellenmiş olursanız artık size kolay gelen kurbanı gönderin. Bu kurban, yerine varıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyin. İçinizden her kim hastalanır veya başından rahatsız olur ve tıraş olmak zorunda kalırsa fidye olarak ya oruç tutması, ya sadaka vermesi, ya da kurban kesmesi gerekir. Güvende olduğunuz zaman hacca kadar umreyle faydalanmak isteyen kimse, kolayına gelen kurbanı keser. Kurban bulamayan kimse üçü hacda, yedisi de döndüğünüz zaman (olmak üzere) tam on gün oruç tutar. Bu (durum), ailesi Mescid-i Haram civarında olmayanlar içindir. Allah’a karşı gelmekten sakının ve Allah’ın cezasının çetin olduğunu bilin” (el-Bakara, 2/196). Hz. Peygamber, bu kefaretin üç gün oruç, altı fakiri doyurma veya bir koyun kurban edilmesi suretiyle ödeneceğini açıklamıştır (Buhârî, "Muhsar ve Cezâu’sSayd", 5-8). Dolayısıyla hacda vaktinden önce tıraş olan kimsenin kefaret olarak şu üç şeyden birini yapması istenmiştir: Oruç: Kefaret olarak tutulan bu oruç, Hz. Peygamber’in açıklamasına göre, üç gündür. Bu orucun peş peşe tutulması şart değildir. Sadaka: Altı fakiri birer gün doyurma şeklindedir. Kurban İhramda iken avlanma yasağının ihlâli durumunda da kefaret öngörülmüştür. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 Yeminler ve Kefaretler “Ey iman edenler, ihramlı iken (karada) av hayvanı öldürmeyin. Kim (ihramlı iken) onu kasten öldürürse (kendisine) bir ceza vardır. (Bu ceza), Kâbe’ye ulaştırılmak üzere, öldürdüğünün dengi olup içinizden iki adil kimsenin takdir edeceği bir kurbanlık hayvan veya yoksulları yedirmek suretiyle kefaret yahut bunun dengi oruç tutmaktır. Bu, onun yaptığı işin vebalini yüklenmesi içindir. Allah, geçmiştekileri affetmiştir. Fakat kim bir daha böyle yaparsa, Allah ondan intikam alır. Allah, mutlak güç sahibidir, intikam sahibidir” (el-Mâide 5/95). Ayet-i kerimede geçen hususlar hadislerle açıklanmış ve kefaretin nasıl uygulanacağı gösterilmiştir. Buna göre ihramlı iken avlanmanın kefareti: Avlanılan hayvanın denginin kurban edilmesi, Bedelinin tasadduk edilmesi veya bedeliyle kurban kesilmesi, Ya da bedelin her fıtır sadakası miktarı için bir gün oruç tutulması şeklinde yerine getirilir. Öldürülen hayvanın bedeli bir fitre miktarından az ise bir gün oruç tutulur. İhramlı bir kimsenin, bir hayvanın ayağını kırması veya kuşun kanadını kırıp kaçamayacak hâle getirmesi veya onun sağlam yumurtasını kırması o hayvanı öldürmesi hükmündedir. Eğer öldürülen hayvan bir kimsenin malı ise, ayrıca sahibine değerini ödemesi gerekir (Bilmen, 1947, s. 515–516). ZIHÂR KEFARETİ Zıhâr, kökü İslam öncesi Hicaz-Arap toplumuna dayanan bir uygulamadır. Buna göre, bir kimse hanımını boşamak için, “sen bana annemin sırtı gibisin” der ve bu kinaye ile onunla cinsel ilişkiye son verir ve boşamayı kastederdi. Burada erkeğin hanımının bedeninin tamamını veya tamamını ifade eden bir organını, kendisinin evlenmesi caiz olmayan bir mahreminin bedenine veya organına benzetmesi söz konusudur. İslam, bu davranışıyla kocanın, bazı haklarından eşini mahrum bıraktığı için böyle bir söz ile boşamasını geçersiz kılmıştır. Kocanın böyle bir tutumu haksızlıktır. Haksızlığın ise giderilmesi gerekir. Ancak koca böyle bir duruma sebebiyet verdiği için hatalı davranmıştır. İslam, böyle bir sözünden dolayı onu sorumlu tutmuş ve bu sözden sonra eşiyle ilişkide bulunabilmesi için kefarette bulunmasını şart koşmuştur (Bilmen, Kamus, II, 322). Ancak burada kefaretin sebebi bazı fakihlere göre böyle bir ifadenin kullanılmış olması, çoğunluğa göre ise böyle bir ifadeden sonra kocanın evliliğe devam kararı vermesidir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 Yeminler ve Kefaretler Konuyla ilgili ayet-i kerimeler şöyledir: “İçinizden kadınlarına zıhar yapanlar bilsinler ki, o kadınlar onların anaları değildir. Onların anaları ancak, kendilerini doğuran kadınlardır. Şüphesiz onlar (zıhar yaparlarken) hoş karşılanmayan ve yalan bir söz söylüyorlar. Şüphesiz Allah çok affedicidir, çok bağışlayıcıdır” (el-Mücâdile, 58/2). “Kadınlarından zıhar yaparak ayrılıp sonra da söylediklerinden dönecek olanlar, eşleriyle birbirlerine dokunmadan önce, bir köle azat etmelidirler. İşte bu hüküm ile size öğüt veriliyor. Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır (elMücâdile 58/3). “Kim (köle azat etme imkânı) bulamazsa, eşine dokunmadan önce ard arda iki ay oruç tutmalıdır. Kimin de buna gücü yetmezse altmış fakiri doyurmalıdır. Bunlar, Allah’a ve Resulüne hakkıyla iman edesiniz, diyedir. İşte bunlar Allah’ın sınırlarıdır. Kâfirler için elem dolu bir azap vardır (el-Mücâdile 58/4). Buna göre zıhâr ifade eden sözleri söyleyenin kefaret olarak şunları yapması gerekir: Bir köle azat etmek. Buna imkân bulunamazsa iki ay peş peşe olmak üzere oruç tutmak Buna da imkân yoksa altmış fakiri doyurmak. Zıhâr kefareti için oruç tutan kişinin, kefaret orucu bitinceye kadar hakkında zıhâr yaptığı karısı ile cinsî ilişkide bulunmaması, aksi takdirde oruca yeniden başlaması gerekir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 Özet Yeminler ve Kefaretler •Yemin, bir kimsenin gelecekte bir işi yapıp yapmaması veya bir olayın doğru olup olmaması konusunda söylediği sözünü Allah’ın adı veya sıfatını zikrederek kuvvetlendirmesidir. Örneğin “Vallahi şu işi yapmam” veya “Vallahi borcumu ödedim” şeklindeki sözler böyledir. Bu tür yeminlere “kasem” suretiyle yemin denir. •Biri diğerine şart olmak üzere iki şeyi birbirine bağlayan bazı ifadeler de yemin olarak kabul edilir. Örneğin, “şuraya gidersem karım boş olsun” demek gibi. •İslâm’da yemin, Allah adı ile yapıldığı ve onun adı güvence gösterildiği için yerine getirilmesi hususunda bağlayıcı olmaktadır. Ancak herhangi bir nedenden dolayı yeminin gereği yapılamamışsa, kefaretin yerine getirilmesi gerekir. •Yeminler, hangi amaç ve niyetle yapıldığı açısından taksim edilir. Bu ayırım, aynı zamanda, hangi tür yeminlerden dolayı keffâret gerekli olduğunu ortaya koyması bakımında da önemlidir. Bu açıdan yeminler üç kısma ayrılır. •Yanlışlıkla ve dil alışkanlığı ile yapılan yemin (Lağv yemini) •Yalan yemin (Ğamus yemini) •Yemin/vaad yemin (Münakid yemin) •Günah veya haram olan bir şeyin yapılması ya da farz ve vacip olan bir şeyin terk edilmesi yönünde yemin edilmişse, yeminin bozulması ve yasak olan fiilin işlenmemesi gerekir. Bu durumda, yemin bozulmuş olacağından, kefareti yerine getirilir. •Yemin ya Allah adı ve sıfatları söylenilerek ya da örfen bu anlama geldiği kabul edilen ve yemin olarak görülen sözlerle olur. Boşama vb. şeylere bağlanan şartlı ifadeler de, bazı fakihlere göre, yemin olarak kabul edilmiştir. •Sözlükte "mahvetme, yok etme ve giderme" gibi anlamlara gelen “küfr” kökünden türeyen kefaret, terim olarak, dinin belirli yasaklarını ihlâl eden kimsenin hem ceza hem de Allah'tan mağfiret dilemek maksadıyla yükümlü tutulduğu köle azat etme, oruç tutma, fakiri doyurma ve giydirme gibi malî veya bedenî nitelikli ibadetlerin genel adıdır. •Kefareti gerektiren sebepler vardır. Kefaretler de bu sebepler ile adlandırılır. Kur'an'da bilerek yapılan yeminin bozulması, “zıhâr”, hata ile adam öldürme, ihramlının avlanması veya tıraş olması şeklinde beş kefaret sebebi zikredilir. Ramazan orucunun bilerek ve mazeretsiz bozulmasının kefaret sebebi olması, Sünnet tarafından belirlenmiştir. Bunlardan ayrı olarak, fıkıh literatüründe, hac ibadetinde bazı kuralların ihlali durumunda öngörülen bedenî ve mali yükümlükler de, zaman zaman kefaret olarak isimlendirilmiştir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 Yeminler ve Kefaretler DEĞERLENDİRME SORULARI Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. 1. Yeminin tanımı dikkate alındığında aşağıdaki ifadelerden hangisi yemin olarak görülemez? a) Yemin ederim ki bir daha sigara içmeyeceğim. b) Cehenneme gireyim ki onu gıybet etmedim. c) Zina edersem karım boş olsun. d) Allah şahidim olsun ki borcumu ödedim. e) Tokum, vallahi yemeyeceğim. 2. Aşağıdakilerden hangisinde Hanefilere göre kefareti gerektirmeyen yemin türleri doğru bir şekilde verilmiştir? a) Lağv yemin – Mün’akid yemin b) Ğamus Yemini – Mün’akid Yemin c) Mukayyed Yemin– Lağv Yemini d) Fevr Yemini – Ğamus Yemini e) Lağv yemini – Ğamus yemini 3. Aşağıdakilerden hangisi Kur’an’da zikredilen kefaret sebepleri arasında yoktur? a) Yeminini bozmak. b) Zıharda bulunmak. c) Ramazan orucunu özürsüz ve bilerek bozmak. d) Hacda vaktinden önce tıraş olmak. e) Hatayla adam öldürmek. 4. Oruç kefareti kamerî ayın birinci günü başlamamışsa kaç gün oruç tutarak yerine getirilir? a) 59 gün b) 61 gün c) İki ay d) İki ay ve bir gün e) 60 gün Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 Yeminler ve Kefaretler 5. Aşağıdakilerden hangisi zıhar kefareti için doğru bir açıklama sayılamaz? a) Koca, böyle bir ifadeyle eşini bazı haklardan mahrum edememiştir. b) Kocanın böyle bir tutumu haksızlıktır. c) Koca böyle bir duruma sebebiyet verdiği için sorumlu olmalıdır. d) Koca, böyle bir söz söylediği için hatalı davranmıştır. e) Zıhar ifadesinden sonra eşiyle ilişkide bulunabilmesi için kocanın kefarette bulunması şarttır. Cevap Anahtarı: 1. b 2.e 3.c 4.c 5.a Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21 Yeminler ve Kefaretler YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR Bardakoğlu, A. (1999). İlmihâl I-II.İstanbul Karaman H.,Bardakoğlu A. & Apaydın Y. (red.). “Adak ve Yeminler”. İstanbul. Erdoğan M. (1998). Fıkıh ve Hukuk Terimleri Sözlüğü. İstanbul. El-Mevsılî,Abdullah b., Mahmud b. & Mevdud.(1978). el-İhtiyar Metn-i Muhtar Tercümesi, (Çev. Celal Yeniçeri). İstanbul. Yazır, M. H. (1997). Alfabetik İslam Hukuku ve Fıkıh ıstılahları Kâmusu, (yayına hazırlayan, Sıtkı Gülle).İstanbul. Bilmen, Ö. N. (1947). Büyük İslam İlmihâli. İstanbul. Bilmen, Ö. N. (Kamus).Hukuku İslamiyye ve Istılâhâtı Fıkhiyye Kâmusu. İstanbul. Yaran, R. (2002), “Kefâret”, Diyanet İslam Ansiklopedisi. Ankara. Serahsi, Ş. (2008). Mebsût, (çeviri ve yayın editörü M. Cevat Akşit). İstanbul. Akyüz, V. (1995). Mukayeseli İbadetler İlmihâli. İstanbul. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22